NAMAZ KILMANIN MÜSTEHAB OLDUĞU VAKİTLER
NAMAZ KILMANIN YASAKLANDIĞI VAKİTLER
Kazaya Kalmış Namazlarda Ezan ve Kamet:
Kıble Tarafını Bilmeyenin Yapması Gerekenler:
CEMAAT VE İMAMETLE İLGİLİ HÜKÜMLER
İmamlık Yapması Mekrüh Olanlar:
Kadın ve Çocukların Erkeklere İmamlığı:
Cemaatle Namazda Safların Sırası:
İmamın Kadınlar İçin de Niyyet Etmesi:
Kadınların Cemaate Gelmelerinin Hükmü:
Kadınların
Kendi Aralarında Cemaat
Olmalarının Hükmü :
Abdestlinin Teyemmümlüye Uyması:
NAMAZDA İKEN YAPILMASI
MEKRUH OLAN İŞLER
NAMAZDA İKEN ABDESTİN BOZULMASI
GEÇMİŞ NAMAZLAR VE BUNLARIN KAZASI
Tertib Sahibi Olmak ve Tertibin Düşmesi:
SÜNNET VE MÜSTEHAB NAMAZLAR (NEVAFİL)
KÜSÛF (GÜNEŞ TUTULMASI) VE HUSÜF (AY TUTULMASI) NAMAZI
Yağmur Duası, Yağmur Yağdırmak İçin Değildir:
Deniz ve Dağda Mesafe Takdiri:
Seferîlik Müddeti ve Mukim Olmak:
Cuma Namazını Devlet Reisi veya Vekilinin Kıldırması:
Kendisine Cuma Namazı Farz Olmayanların Bu Namazı
Kılmaları:
Özrü Olmayanın Cuma Namazını Kılmaması:
Bayram Namazından Evvel Fıtır Sadakasını Vermek:
Ölmek Üzere Olan Kimseye Yapılacak Muamele:
Cenaze Namazını Kıldırmada Devlet Reisi:
Ölü Doğanın Cenaze Namazı Kılınmaz:
CENAZENİN TABUTA KONULMASI VE DEFNİ
Kadın Cenazelerinin Mezara İndirilmesi:
Tek Mezara İki Kişi Defnetmek:
Müslümanın, Kâfir Yakınının Ölmesi:
Hadd veya Kısasdan Öldürülenlerin Cenazesi:
Salât kelimesi
lügatte duâ mânasmdadır. Zira Allah (cc)
Kur'an-ı kerîm'de (bu kelimeyi bu mânada kullanarak) şöyle buyurmuştur:
“Onlar için
dua et.” [1]
Hz. Peygamber (sas) de
şöyle buyurmuştur:
“Melekler size duâ
etsinler.”
Şâir A'şa da bir
şiirinde:
“Küpünün üzerinde durup, duâ ve niyazda bulundu ki; şarabı ekşiyip
bozulmasın.”
Şer'i ıstılahda ise
salât; belli vakitlerde, belli şartlarda okunan belli zikirlerden ve yerine
getirilen hususi rükünlerden ibarettir. Salât, yani namaz; muhkem bir
farizadır. Onu inkâr eden kâfir olur. Terki caiz değildir. Farz oluşu; Kitab,
sünnet, icmâ-ı ümmet ile sabit olmuştur. Kitabdaki delili şudur:
“Çünkü namaz
müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır.” [2]
Sünnetteki deliline
gelince; o da Hz. Peygamber (sas) in şu hadîs-i şerifidir:
“İslamiyet beş esas
üzerine kurulmuştur: Allah (cc) dan başka ilâh bulunmadığına, Muhammed'in de
Allah (cc) ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Bey t'i
haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak”[3]
Namazın farziyeti hususunda ayrıca icmâ-ı ümmet vardır. Namazın vücub sebebi, vakittir. Bunun delili, namazın vakte izafe edilmesidir. Buna, delalet-i sebebiye denilir. Zina haddi ve yemin keffareti gibidir. Mükellefin, vaktin herhangi bir bölümünde 'eda ediyorum' diye kılması gerekir. Ancak vakit daralmcaya kadar kılmazsa, mutlaka vaktin son bölümünde kılması mecburi hale gelir. O vakitten sonraya ertelerse, günahkâr olur. Çünkü Allah (cc) namazın, vaktin her hangi bir bölümünde kılınmasını emretmiş ve bunun için o vaktin her hangi bir dilimini belirlemiş değildir. [4]
1- Sabah
namazının vakti; fecr-i sâdıkın
doğmasından güneşin doğmasına kadar olan zamandır: Fecir iki tanedir;
a- Fecr-i kâzib: Bu dikey olarak ufukda beliren bir aydmhkdır. Ardısıra bir karanlık meydana gelir. Bu fecirle yatsının vakti çıkmaz.Oruç tutacak olan kimseye de yemek yasak olmaz.
b- Fecr-i sâdık: Bu, ufukda yatay olarak beliren bir
beyazlıktır. Bununla sahur yemeğine son verilir ve yeme yasağı başlar. Ayrıca
sabah namazının vakti de başlamış olur. Bu hususda Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Bilâl'ın okuduğu
ezan, ufukda dikey olarak beliren fecir aydınlığı sizi aldatmasın. Ama ufukda yatay olarak beliren
fecir aydınlığını esas
alın.” [5]
Ebû Hüreyre'nin rivayet
ettiği bir hadîs-i şerîfde de Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Doğrusu namaz
(vakit)in evveli ve sonu vardır. Sabah namazı vaktinin evveli, fecir doğduğu zamandır.
Vaktinin sonu ise, güneşin doğduğu zamandır.” [6]
2- Öğle
namazının vakti; güneşin zevalinden itibaren fey'-i zevalden başka her şeyin
gölgesi kendisinin iki misline ulaştığı zamana kadar devam eder: Vaktin
başlangıcı hususunda ihtilâf yoktur. Ama ne zaman sona erdiği hususunda
fakihler ihtilaf etmişlerdir. Yukarıda zikredilen Ebû Hanîfe'nin kavlidir. Ebû
Yûsuf ile İmam Muhammed dediler ki; “Bir
şeyin gölgesi kendi misli kadar olduğu zaman, öğlenin vakti sona erer.” Hasan
da Ebû Hanîfe'den böyle bir rivayette bulunmuştur. El- Münteka adlı eserde
Esed, Ebû Hanîfe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir; Her şeyin gölgesi kendi
misli kadar olduğunda öğle namazının vakti sona erer. Ama ikindi
namazının vakti; her şeyin gölgesi iki misli kadar olmadıkça, girmez. Böyle
olunca da, öğle ile ikindi arasında boş bir vakit meydana gelmiş olmaktadır. İmameyn'in
bu vakit hususundaki delilleri; Cebrail (as) in Hz. Peygamber (sas) e yapmış
olduğu imamlıktır. Şöyle ki; İbn. Abbas (ra) dan rivayet olunduğuna göre Hz.
Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Beyt'in yanında
Cibril bana iki defa imamlık etti. İlk günde güneş tam tepe noktasına
geldiğinde bana öğle namazını; her şeyin gölgesi kendisinin bir misli kadar
olduğunda da ikindi namazını kıldırdı. İkinci günde ise; her şeyin gölgesi
kendisinin bir misli kadar olduğunda öğle namazını; her şeyin gölgesi kendisinin
iki misli kadar olduğunda da ikindi namazını bana kıldırdı ve dedi ki; bu iki
vaktin arası sana ve ümmetine vakittir.”
Ebû Hanîfe'nin delili
ise, şu hadîs-i şerîfdir:
“Öğle namazını
serin vakte kadar erteleyin. Çünkü
sıcaklığın şiddeti, cehennemin kaynamasındandır.” [7]
Her şeyin gölgesi
kendisinin iki misline ulaşmadıkça, hava serinlemez. Çünkü bundan önce hava
hususen Hicaz'da çok sıcak olur.
Cibril'in imamlığından bahseden hadîs-i şerifin son kısmı da Ebû Hanîfe için
bir delildir. Çünkü Cibril'in, her şeyin gölgesi kendisinin bir misli kadar
olduğu esnada Hz. Peygamber (sas) e imam olarak öğle namazı kıldırması; o
vaktin ikindi değil, öğle vakti olduğunun delilidir ki, burada ihtilâf vardır.
Öğle namazı vaktinin ne zaman sona ereceği hususunda biribiri ile çatışan
deliller ortada olduğuna göre, Öğle namazının vakti şüphe ile sona ermez.
3- İkindi
namazının vakti; ihtilaflı olarak öğle namazı vaktinin sona ermesiyle başlar ve
güneş batmadıkça devam eder: Zira Hz. Peygamber (sas) buyurdu ki;
“Güneş batıncaya
kadar ikindi namazını kılmayıp kaçıran, ailesini ve malını yalnız bırakmış gibi
olur.”
Bu hadîsde Hz.
Peygamber (sas) güneşin batışıyla ikindi namazının kazaya kalmış olduğunu bildirmektedir ki; bu da ikindi namazının son
vaktinin, güneşin batışının son vakti olduğunu ispatlamaktadır.
4- Akşam
namazının vakti, güneş batınca başlar: Zira Ebû Hüreyre'nin rivayet
ettiği bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Akşam namazının
evveli, güneş (ufka) düştüğü zamandır.”
Bunda ihtilâf yoktur. Ve
şafak kaybolmadıkça devam eder: Çünkü Hz. Peygamber (sas) bunu şöyle
açıklamıştır:
“Akşam namazının
vakti şafak kaybolmadıkça devam eder.” [8]
Şafak; ufuktaki kızıllıkdan sonra geriye kalan
beyazlıkdır. İmameyn dediler ki; “Şafak;
ufukdaki kızıllığın kendisidir.” Bu aynı zamanda Esed'in Ebû Hanîfe'den
naklettiği bir görüştür. Halil'den ve İbn. Ömer'den de böyle nakilde
bulunulmuştur. Ebû Hanîfe'nin bu hususdaki delili şu hadîs-i şerîfdir:
“Akşam namazının
vakti ufuk kararınca sona erer.” [9]
Rivayete göre Sâleb
dedi ki; “Şafak; ufukdaki
beyazlıktır.” Bu aynı zamanda Ebûbekir, Âişe ve Muaz (ranhum) ın da
mezhebidir.
5- Yatsı
namazının vakti; akşam namazının vakti sona erince başlar: Bunda ihtilâf yoktur. Ve fecr-i sâdık doğmadıkça
devam eder: Çünkü bu hususda Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Yatsının vakti,
fecir doğuncaya kadardır.” [10] Vitrin vakti,
yatsının vaktidir: Ancak evvelâ yatsının kılınması emredilmiştir. İmameyn
dediler ki; “Vitir vaktinin evveli,
yatsıdan sonra başlar. Fecr-i sâdık doğmadıkça da devam eder.” Bu, Ebû
Hanîfe ile İmameyn'in; vitrin niteliği hususundaki ihtilâflarına dayanan bir
ihtilâfdır. Vitir namazı Ebû Hanîfe'ye göre vâcibdir. Bir vakit iki vâcib
namazı bir arada toplayınca, bu her iki namazın vakti olur. Vakit namazı ile
kaza namazı misalinde olduğu gibi; bu iki namazdan birinin önce kılınması
emredilmiş olsa bile, hüküm değişmez.
Vitir namazı İmameyn'e
göre sünnettir. Diğer sünnet namazlarınkinde olduğu gibi, vakti; farz namazın
kılınmasından hemen sonra başlar. Bu hükmün dayanağı şu hadîs-i şerîfdir:
“Doğrusu Allah (cc)
size bir namaz artırdı. Onu yatsı ile fecir arasında kılın. Dikkat edin! O, vitirdir.”
[11]
Sabah namazının, güneş doğmadan evvel, ortalığın iyice aydınlandığı
zamanda kılınması müstehabdır (İmam
Şâfıî): Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Sabah namazını aydınlıkda
kılın.” [12]
Ve başka bir rivayette
de şöyle buyurmuştur:
“Sabah namazını aydınlıkda
kılın. Çünkü böyle yapmak, daha büyük sevap kazanmaya vesile olur.” [13] Tahavî dedi ki;
“Sabah namazına karanlıkda başlanır ve aydınlıkda da sona erdirilir ki;
karanlıkda kılınmasını emreden hadîs-i şeriflerle, aydınlıkda kılınmasını
emreden hadîs-i şerifler uzlaştırılmış olsun.”
Yazları öğle namazını havanın biraz serinliğine kadar ertelemek (İmam Şafiî) müstehabdır: Bunu teyid edici rivayetlerde bulunduk.
Kışın da ilk vakitlerde kılmak müstehabdır: Zira Enes (ra) den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (sas) kışın öğle namazını erken kılar, yazın ise; havanın serinlediği vakte ertelermiş.
İkindinin, güneşin değişmediği ana kadar geciktirilmesi müstehabdır: Rafi b. Hadic'den rivayet olunduğuna göre; Hz.
Peygamber (sas) ikindinin geciktirilmesini emretmiştir. Halid el- Hazza da, Ebû
Kalabe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Peygamber (sas) in ashabı
ikindinin geciktirilmesi, akşam namazına da erken davranılması ve sabah
namazının da, aydınlıkda kılınması hususunda ittifak ettikleri kadar başka bir
şeyde ittifak etmediler.” Güneşin değişmesinden kasıt; duvarlara vuran ışığının
değil, güneş kursunun renginin değişmesidir.
Akşam namazında da erken davranılması müstehabdır: Zikrettiğimiz rivayetten dolayı, akşam namazının her
zaman erken kılınması gerekir. Ayrıca Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Akşam namazını
yıldızların görünmesine dek geciktirmedikleri müddetçe;
ümmetim hayır üzere bulunmaya devam edecektir.” [14]
Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmek müstehabdır: Zira Hz. Peygamber (sas) buyurdu ki;
“Ümmetime sıkıntı vermiş olmasaydım; yatsıyı gecenin üçte birine kadar geciktirmelerini kendilerine emrederdim.” [15]
Bu da gösteriyor ki; yatsı namazının, gecenin üçte birine kadar geciktirilmesi daha faziletlidir. Gecenin yarısına kadar geciktirilmesi mübah, daha sonraya bırakmak ise; mâzeretrsiz olarak cemaati azaltacağından dolayı mekrûhdur.
Vitir namazının gecenin sonuna bırakılması daha iyi olur. Fakat gecenin
sonunda uyanacağına güvenmiyorsa, önceden kılması gerekir: Zira (Müslim'in de rivayet ettiği bir hadîs-i şerîf
de) Câbir”den rivayet olunduğuna göre Hz. Pegamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Gecenin sonunda
uyanamamakdan korkan kimse, vitri gecenin evvelinde kılsın. Gecenin sonunda
uyanacağını uman kimse ise, gecenin sonunda kılsın. Zira gecenin sonunda kılınan
namazda melekler de hazır bulunurlar.”
Demek ki, gecenin sonunda kılmak daha faziletlidir.
Bulutlu havalarda sabah, öğle ve akşam namazlarının geciktirilmesi,
ikindi ve yatsınınsa, hemen kılınmaları müstehabdır: Sabah namazının geciktirilmesinin müstehablığı, rivayet
ettiğimiz hadîs-i şeriflere
dayanmaktadır. Öğle namazı da zevalden evvel kılınmış olmasın diye,
geciktirilmesi müstehabdır. Akşam namazı da, gün batımından önce kılınmasın
diye, biraz geciktirilmesi müstehabdır. İkindi namazı mekrüh vakte kalmasın diye
erken kılınması müstehabdır. Kar ve yağmur yağması ihtimaline binaen, cemaatin
azalmasına yol açacağından dolayı, yatsı namazının bulutlu havalarda erken
kılınması müstehabdır. [16]
Güneş doğarken,
batarken ve zeval vaktinde namaz kılmak, tilavet secdasi yapmak (İmam Şâfıî),
cenaze namazı kılmak (İmam Şâfıî) caiz
olmaz: Zira Ukbe b. Âmir el- Cühenî bu hususda şöyle bir hadîs-i şerîf rivayet
etmiştir:
“Rasûlullah (sas)
üç vakitte namaz kılmamızı, ölülerimizi gömmemizi yasakladı: Güneşin doğuşundan
bir mızrak boyu yükselişine kadar, tam tepe noktasına gelişinden yana kayışına
kadar, guruba meyletmesinden tamamen batışına kadar.” [17]
Bu hadîs-i şerîfde
geçen; 'ölülerimizi gömmemizi' sözüyle cenaze namazı kasdedilmiştir.
Amr b. Anbese'den
şöyle rivayet edilmiştir: “Dedim ki; ey Allah (cc) ın Rasûlü, saatler
arasında biri diğerinden faziletli olanı var mıdır? Buyurdu ki; Gecenin son
bölümü daha faziletlidir. Bu bölüm fecir doğuncaya kadar makbuldür. Sonra güneş
doğuncaya kadar namaz kılma. Güneş doğarken kalkan gibi durdukça namazdan geri
dur; ta ki yükselip ışık saçsın. Çünkü güneş şeytanın iki boynuzu arasından
doğmaktadır ve kâfirler o esnada güneşe secde ederler. Sonra namaz kıl; çünkü
artık güneş tam görünür ve yapılan ibadet makbul olur. Direğin gölgesi kendi
misline varıncaya dek kıl, sonra bırak; çünkü o vakitte cehennem kızdırılmakdadır.
Sonra güneş zevale erdiğinde ikindiye kadar kıl. Sonra namazı bırak; çünkü
güneş şeytanın iki boynuzu arasından batmakta ve kâfirler ona secde
etmektedirler.” [18]
Ancak o günün ikindi
namazı güneş batarken de kılınabilir: Çünkü sebep, önce de açıkladığımız gibi, vaktin kalan kısmıdır ki;
bu durumda mükellef namazı gereği gibi edâ etmiş oluyor. Hz. Peygamber (sas)
bunu teyid sadedinde şöyle buyurmuştur:
“Gün batmadan ikindi namazından bir rek'ata ulaşan
kimse, o namazın tamamına ulaşmıştır.” [19]
Sabah namazını kıldıkdan sonra güneşin doğuşuna kadar ikindi namazını kıldıkdan sonra (İmam Şâfıî) güneşin batışına kadar nafile namaz kılınamaz: Zira Ebû Saîd el- Hudrî'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (sas) bu iki vakitte nafile namaz kılınmasını yasaklamıştır. [20] Ama bu iki vakitte kaza namazı kılınması, tilavet secdesi yapılması caizdir. Yalnız iki rek'atlık tavaf namazı kılınmaz. Bu vakitlerde nafile kılma yasağı başka bir sebepden dolayıdır ki; o da vaktin tamamının farz ile meşgul edilmesdir. Zira farzın sevabı daha büyüktür. Yasak kendi misli olan bir farz hakkında zuhur etmez. Ama farzdan aşağı derecede olan tavaf namazında zuhur eder.
Fecir doğdukdan sonra sabah namazının iki rek'at sünnetinden başka nafile
namaz kılınmaz. Akşam namazından önce (İmam
Şâfii) nafile namaz kılınmaz:
Çünkü Hz. Peygamber (sas) namaz kılmaya tutkun olduğu halde, fecir doğdukdan
sonra sabah namazının iki rek'at sünnetinden başka nafile namaz kılmamıştır.
Akşam namazını geciktireceğinden dolayı, bu namazdan evvel nafile namaz
kılınmaz. Çünkü akşam namazının geciktirilmesi mekrûhdur.
Cuma günü imam hutbe okumak üzere minbere çıktıkdan sonra nafile namaz kılınmaz: Çünkü Hz. Peygamber (sas) buyurdu ki;
“İmam çıktıkdan
sonra artık ne namaz, ne de konuşma vardır.”
Arafat ve müzdelife dışında; ne hazarda ne de seferde (İmam Şafii)
bir vakitte iki namaz birleştirilerek kılınamaz: Zira Allah (cc)
buyurmuştur ki;
“Çünkü namaz
müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır.” [21] İki
ayrı vaktin namazını aynı vakitte birleştirerek kılmakla vakit değiştirilmiş
olur. Ama vakten değil de fiilen iki namazı birleştirmek caizdir. Bu da “Hz.
Peygamber (sas) iki namazı cemetti” şeklindeki rivayetin tevilidir. Bunu şöyle
açıklamak mümkündür: Öğle namazı vaktinin sonuna kadar geciktirilir, son
vaktinde kılınır. İkindi namazı da, vakti girer girmez, hemen kılınır. Böylece
öğlen ve ikindi namazları vakit itibariyle değil ama, fiilen birleştirilmiş
olur. Ancak Arafat'da öğle ile ikindi, Müzdelife'de de akşam ile yatsı
namazları birleştirilir. Buna dair teferruatlı açıklama inşâallah 'Hac
Menasiki' bahsinde verilecektir. [22]
Ezan; lügatte
mutlak bildirmek demektir.
Meselâ bir âyet-i kerîmede Allah (cc) şöyle
buyurmuştur:
“Allah ve
Rasûlünden bir bildirmedir.” [23] Şer'i ıstolahda ise ezan; namaz vakitlerini,
nakledilmiş olan belli kelimelerle ve hususi surette duyurup bildirmektir.
Muhkem bir sünnettir. Şehirde namazı cemaatle, ama ezansız ve ikametsiz kılan
bir topluluk hakkında Ebû Hanîfe; "Onlar
sünnete muhalefet ettiler, günahkâr oldular." demiştir.
Ezanın vâcib olduğunu
söyleyenler de vardır. Çünkü İmam Muhammed demiş ki; “Eğer bir belde halkı
ezanı terk etme hususunda ittifak ederlerse, ben onlarla savaşırım.” Bir
toplulukla savaşmak da, ancak onların bir vacibi terk etmeleriyle söz konusu
olabilir. Bu iki kavli şöyle bağdaştırabiliriz: Terk edilmesinden dolayı günaha
girme hususunda sünnet-i müekkede de vâcib gibidir. Ancak İslâmın özellik ve
şiarlarından biri oluşu sebebiyle ezanı terk edenlerle savaşılır.
Ezanın sıfatı bellidir: Kelimeleri
şunlardır; Allahü ekber (dört defa), eşhedü en-lâ ilahe illallah (iki defa),
eşhedü enne Muhammeden rasûlullah (iki defa), hayya ale's-salâh (iki defa),
hayya ale'l-felâh (iki defa), Allahü ekber (iki defa) ve lâ ilahe illallah (bir
defa). Abdullah b. Zeyd b. Abdi Rabbih ezanın lâfızlarını böyle nakletmiştir.
Onun rivayetine göre semadan inen ezan lâfızları bunlardır. Hz. Ömer ve ashabdan
bir cemaat de bu hususda ona muvafakat etmişlerdir. Abdullah ezanı böyle
naklederken, Rasûlullah (sas) ona;
“Sen bunu Bilâl'e
öğret. Çünkü onun sesi seninkinden daha gür ve güzeldir,” buyurdu. [24]
Abdullah (ra) kelimeleri Bilâl (ra) e öğretmiş, o da ezanî bu kelimelerle
okumaya başlamıştı.
Onda tesci’ yoktur: Çünkü semadan inen ve ezanın aslını teşkil eden kelimeleri rivayet eden cemaat terci' rivayet etmemişlerdir. Yine onlar demişler ki; “Sonra azıcık durdu, ardısıra Abdullah yine aynı kelimeleri söyledi. Bu defa söyledikleri arasında fazladan iki defa da, kad kameti's- salâh dedi.” İkamette terci' olmadığı hususunda icmâ vardır. Bir rivayete göre Hz. Peygamber (sas) Ebû Mahzûre (ra) ye ezanı telkin etmiş ve terci' etmesini emretmiş deniliyor ise de, bu; ezanı ona öğretmek içindir. Öğretme esnasında kelimelerin iyice ezberlenebilmesi için umumiyetle terci’ yapılır. İşte bu sebeple, ezanda terci', onu bir parçası zannedilmiştir. Terci'; ezandaki şehadet cümlelerini evvelâ alçak sesle, sonra yüksek sesle okumaktır.
İkamet de onun gibidir. Fazla olarak iki defa 'kad kameti's-salâh'
denilir: Bunu bildiren rivayeti
naklettik. Ebû Mahzûre (ra) nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah
(sas) bana ezanı onbeş kelime, kameti ise onyedi kelime olarak öğretti.” Hadîs
imamları dediler ki; bu hususda gelen rivayetlerin en sahihi Ebû
Mahzûre'ninkidir.
Beş vakit namaz ile cuma namazı için ezan ve ikamet sünnettir: Çünkü Hz. Peygamber (sas) bu namazlarda ezan ve
ikameti devam ettirmiştir. Ayrıca bu namazların belli vakitleri vardır.
Cemaatle eda edilirler. Bu sebeple de, kılınacakları zaman ilâna ihtiyaç
vardır. Ama diğer namazlar böyle değildir.
İmam Muhammed dedi ki;
bir kimse kendi evinde namazı ezansız ve kametsiz kılarsa, caizdir. Ama ezan ve
kametle kılması daha güzeldir. Câizliğinin delili İbn. Ömer'den rivayet
edilmiştir; rivayete göre İbn. Mes'ûd kendi evinde namazı ezansız ve ikametsiz
kılar ve; “Çevremizde kamet edenlerin okudukları ezan bize de yeter” dermiş.
Ama kendi evinde namaz kılan kişinin ezan ve kametle namaz kılması daha
faziletlidir. Çünkü ezan ve kamet diğer zikirler gibi namazla alâkalı
zikirlerdir.
Sabah ezanında müezzin 'hayya ale'l- felah' dedikden sonra iki defa da;
'es- salâtu hayrun mine'n- nevm' der:
Zira rivayete göre Bilâl (ra) evinde uzanmış olan Rasûlullah (sas) a sabah
namazı vaktinin girdiğini bildirmek için hane-i saadetlerinin kapısına
geldiğinde iki defa 'es- salâtu hayrun mine'n- nevm' (yani, namaz uykudan daha
hayırlıdır) demiş; bunun üzerine Hz. Peygamber (sas);
“Bu ne güzel
şey! Sen bunu ezanına ekle”
buyurmuştur. [25] Muhammed ümmeti de
Rasûlullah (sas) in bu emri verişinden bu ana dek ezanda bu cümleyi hep
okuyagelmişlerdir. Bu cümle sabah ezanından başka ezanda okunmaz. Çünkü Bilâl
(ra) dediki; Rasûlullah (sas) bana şöyle buyurdu:
“Ey Bilâl! Sabah ezanında tesvîb yap, başka
ezanlarda yapma.” [26]
Çünkü fecir; uyku ve
gaflet zamanıdır. Diğer vakitler böyle değildir. İmam Ebû Yûsuf dedi ki; “Ümera
için böyle yapmanın bir sakıncası yoktur. Çünkü Hz. Ömer halife olunca namaz vakitlerini
bildirecek bir vazifeli tayin etmişti.” Bir kavle göre kadı, müftü ve
müslümanların idaresiyle meşgul olan her kes için namaz vaktinin girdiğini
bildirmekte sakınca yoktur. Denildi ki; zamanımızda dinî işlerde ihmalkârlık
zuhur ettiği için, her namaz vaktinde bu yapılmalıdır.
Tesvîb; namaz vaktinin
girdiğini her belde halkının anlayacağı dilde ve şekilde, ezanla kamet arasında
fazladan bildirmektir. [27]
Ezan yavaş yavaş, kamet ise hızlı hızlı okunur: Çünkü Rasûlullah (sas) Bilâl'e böyle yapmasını
emretmiştir. Her ikisinde de kıbleye
dönülür: Bu hususda semadan buyruk indiğinden dolayı, ezan ve kamet
okunurken kıbleye yönelmek gerekir.
Müezzin ezan okurken parmaklarını kulaklarına tıkar: Rasûlullah (sas) Bilâl (ra) e böyle emretmiş ve;
“O sesin için
daha gür ve güzeldir.” buyurmuştur.
Yüzünü 'hayya ale's- salah' derken sağa; 'hayya ale'l- felah' derken sola
çevirir: Ama ayaklarını oynatmaz.
Bilâl (ra) in böyle yaptığı anlatılır. Çünkü; 'hayya ale's- salah' ile 'hayya
ale'l- felah' sözleri insanlara hitaben söylenir. Bu söylenirken de yüzün
onlara doğru döndürülmesi gerekir. Ezanın diğer cümleleri ise tekbirdir,
tehlildir.
Ezanı bitirdikden sonra akşam namazı hariç hemen kamet etmeyip, biraz
oturur: İmameyn dediler ki; akşam
namazında da ezanla kamet arasında kısa bir müddet oturulur. Çünkü diğer
namazlarda olduğu gibi akşam namazında da
ezanla kamet arasına fasıla koymak sünnettir.
Ancak akşam namazını
da geciktirmemek için kısa bir oturuşla iktifa etmelidir. Ebû Hanîfe'nin
görüşüne göre müstehab olan namaza hemen başlamaktır. Oturma halinde namaz
geciktirilmiş olur. Ezan ve kamet arasında üç âyet okuma müddeti kadar susmakla
da fasıla verilmiş olur. Bu Hasan'ın Ebû Hanîfe'den rivayetidir. Duruş yeri ve
nağmeyi değiştirmekle de fasıla verilmiş olur. [28]
Ezanda nağme yapmak mekrûhdur:
Çünkü bu bid'attır. Müezzin 'hayya
ale's- salâh deyince, çağrıya uymak için imam ve cemaat ayağa kalkarlar. 'Kad kâmeti's- salâh deyince de onu
tasdik etmek için çünkü o şer'in emmidir iftitah tekbirini alırlar: Ebû
Yûsuf’a göre müezzin de kameti bitirip, iftitah tekbirine ulaşabilsin diye;
hemen iftitah tekbiri almaları uygun olmaz. İmam henüz gelmemişse veya müezzinin kendisi imamlık yapacaksa, mihraba
gelinceye kadar kalkmazlar: Zira Hz.
Peygamber (sas) buyurdu ki;
“Bulunduğum yerde ayağa kalktığımı
görmedikçe, siz de kalkmayın.” [29] Çünkü daha önce kalkmanın bir faydası yoktur.
[30]
Kazaya kalmış namazlar için de ezan okunup kamet getirilir: Rasûlullah
(sas) evlendiği gece sabah namazı kazaya kaldığında böyle yapmıştır.
Namazın vakti gelmeden ezan okunmaz:
Çünkü ezan namaz vaktinin gelişini bildirmek için meşru kılınmıştır. Vaktinden
evvel okunması halinde insanlar şaşırtılmış olur. Şayet vaktinden önce
okunursa, iadesi gerekir. Ebû Yûsuf dedi ki; yalnız sabah ezanı vaktinden önce
okunsa da, iadesi gerekmez. Çünkü Bilâl (ra) geceleyin fecirden evvel ezan
okurdu. Bizim delilimiz ise, Hz. Peygamber (sas) in Bilâl'e verdiği şu emirdir;
“Fecir sana şöyle
apaçık görünmedikçe, ezan okuma.”
Rasûlullah (sas) böyle
derken elini yatay olarak uzattı. [31]
Bilâl (ra) in okuduğu
ezan namaz vaktini bildirmek için değildi; zira bunu Hz. Peygamber (sas)
bildiriyor; “Doğrusu Bilâl geceleyin ezan okuyor ki; ayak başında olanınızı
geri döndürsün, uykuda olanınızı uyandırsın ve oruç tutacak olanınız da sahura
kalksın.”
Namaz vaktinin
geldiğini bildirmek için ezan okurken konuşmanın hükmü
nedir?
Ezan ve kamet esnasında müezzinin konuşması doğru olmaz: Kendisine verilen selâma da karşılık veremez. Çünkü
bu ezanın hürmetine noksanlık getirir ve nazmı bozar.
Ezan ve kamet abdestli olarak okunur:
Çünkü zikirdir. Kur'an-ı kerîm okumada olduğu gibi, bunda da abdestli bulunmak
rnüstehabdır. Ezan adestsiz okunursa; ilân etme amacı gerçekleştiği için
caizdir; ama bu mekrûhdur. Mekrüh olmadığına dair zayıf bir rivayet de vardır.
Kamet için de aynı durum söz konusudur. Sahih kavle göre; kametle namaz arasına
(abdest alma gibi bir) fasıla koyulacağı için, mekrüh olur. Abdestsiz olarak
okunan ezan ve kamet iade edilmez. Cünübün, aklı ermeyen çocuğun, delinin,
sarhoşun ve kadının okuduğu ezanı iade etmek müstehabdır; böyle yapılınca ezan
sünnete uygun olarak okunmuş olur. Bu durumda kamet iade edilmez. Çünkü onun
tekrarı meşru değildir. Geleneğe aykırı olduğundan dolayı, ezanın oturarak
okunması mekrûhdur. Ebû Hanîfe tacirin ezan okumasını ve ezan karşılığında
ücret alınmasını mekrüh sayar.
Müezzinin; sâlih,
takva sahibi, sünneti ve namaz vakitlerini bilen, vaktinde namaza gelmeye devam
eden biri olması müstehabdır. Doğruyu en iyi bilen Allah (cc) dır. [32]
Bunlar altı farzdır:
1- Vücudu maddî ve hükmî pisliklerden temizlemek.
2- Elbiseyi temizlemek.
3- Namaz kılınacak yeri temizlemek. [33]
4- Avret yerlerini örtmek.
5- Kıbleye yönelmek.
6- Namaza niyyet etmek:
Beden temizliği
hakkında Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Allah (cc)
temizliği yerlerine yerleştirmedikçe, kişinin namazını kabul buyurmaz.” [34] Bu
hadîs-i şerîf aynı zamanda hükmî pisliklerden de temizlenmeyi gerektirir.
“Bedenindeki kanı
yıka ve namaz kıl.” hadîs-i şerîfı
de, maddî pisliklerden temizlenmeyi gerektirmektedir.
Elbisenin temiz olması
şartı şu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor;
“Elbiseni temizle.” [35]
Namaz kılınacak yerin temizliği şartı şu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor;
“Tavaf edenler, ayakda
ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evini temiz tut.” [36]
Avret yerlerini örtme şartı şu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor;
“Ey
Ademoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin.” [37] Büyük
müfessirler bu âyet-i kerîmede geçen ‘zînet’ kelimesiyle, avret yerlerini örten
elbiselerin kastedildiğini söylemişlerdir. Müstehab olan üç elbise (gömlek,
sarık ve alt tarafa sarılan peştemalvari giysi) içinde namazı kılmaktır. Bürünülen
tek elbise ile de kılınsa caizdir. Ebû Derdâ dedi ki; “Rasûlullah (sas) iki ucu
arasında gidip geldiği bir elbiseye sarınmış olarak bize namaz kıldırdı.”
Kadın başını ve
bedeninin tamamını örtmedikçe, tek elbise ile namaz kılması caiz olmaz. Erkeğin
ise, sadece şalvar veya pantolonla namaz kılması mekrûhdur. Zira rivayete göre
Hz. Peygamber (sas); erkeğin omuzu üzerinde bir giysi olmaksızın, sadece alt
tarafını örten bir giysi ile namaz kılmasını yasaklamıştır. Ebû Hanîfe dedi ki;
sadece şalvarla namaz kılmak, cefa ehlinin yaptığı işe benzer. Oysa tam elbise
giymek, insanı cefa ehlinin durumundan uzaklaştırır. Hem altı hem de üstü örten
elbiseler giymek insanların âdetidir.
Erkeğin avret yeri; göbeğin altından diz kapaklarına kadardır: Çünkü Hz. Peygamber (sas) ölçüyü şöyle takdir
buyurmuştur;
“Erkeğin avret yeri; göbek altından başlayıp, dizlerini geçinceye kadardır.” [38]
Başka bir hadîs-i şerîfde
de; “Diz avrettendir.” buyurulmuştur. Diz kapağı; baldır ve bacak
kemiklerinin birleştiği bir yer olduğundan, ihtiyat gereği oranın da avret
olduğunu söyledik.
Cariyenin de avret yeri bu kadardır: Hem de evleviyetle Buna ek olarak cariyenin beli ve karnı da avret yeridir:
Çünkü buralar da erkeğin şehvetini uyandırırlar.
Bu sebeple, göbekle diz arasına benzetildiler. Mükâtebe (belli bir bedel
karşılığında azadlığı kabul edilecek olan), müdebbere (efendisinin vefatından
sonra azad edilecek olan) ve ümm-ü veled
(çocuk doğuran) cariye de, avret yerleri bakımından cariye hükmündedir.
Hür kadının yüzü ve elleri hariç, vücudunun her tarafı avrettir: Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Hür kadın,
örtünmesi gereken bir avrettir.”
Yüzü ile ellerini hariç tutmuştuk; çünkü Allah (cc) buyurur ki;
“Görünen kısımlar
müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler.” [39] İbn.
Abbas (ra) dedi ki; görünen zinetlerden kasıt; sürme ve yüzüklerdir. Bu
zinetler görününce, mecburi olarak yerleri de görünür. Çünkü sürme yüzün, yüzük
de elin zinetidir. Muamelelerde ve işlerde buraların açığa çıkıp görünmesinde
ihtiyaç ve zaruret vardır. Ayakların
avret olup olmadığı hususunda iki rivayet vardır: Sahih kavle göre
namazda ayaklar avret değildirler. Ama namaz haricinde avrettirler. Kadının
namazdayken kolu açılırsa, namazı caiz olur; çünkü kol görünen zinet (bilezik)
yeridir. Yemek ve ekmek pişirme gibi hizmet işlerinde açılmasına ihtiyaç
vardır. Ama örtülmesi efdaldir.
Avret; galîza ve
hafife olmak üzere iki kısımdır: Galîza, insanın önü ile arkasıdır. Hafife ise,
bunların haricinde kalan avret mahallelidir. Galîza avretten namaza mani olan
açıklık miktarı; bir dirhem miktarından fazla olandır. Hafife avretten namaza mani
olan açıklık miktarı ise; tıpkı necasetlerde olduğu gibi uzvun dörtte biri
kadar olan açıklıktır. Penis müstakil bir uzuvdur; testisler de bunun gibidir.
Pisliği giderecek bir şey bulamayan kimse namazını öylece kılar ve bir
daha iade etmez: Çünkü mükellefiyet,
insanın gücü nisbetindedir. Temiz olan kısım elbisenin dörtte biri kadar veya
daha fazlaysa, kişi namazını o necis elbiseyle kılar; ama çıplak olarak kılmaz.
Bilindiği gibi Şer'an dörtte bir tamamı yerine geçer. İmam Muhammed'e göre dörtte
birden azı da temiz olsa, aynı hüküm geçerlidir. Çünkü bu durumda necis
elbiseyle namaz kılan kimse, bir farzı
terkediyor; ama çıplak olan bir kaç farzı terkediyor. [40]
İmameyn'e göre bu
durumdaki kişi serbesttir; dilerse pis elbiseyle, isterse çıplak olarak namaz
kılar. Ama pis ebiseyle kılmak, çıplak kılmakdan daha iyidir. Çünkü ihtiyarı
durumda çıplak kılınamayacağı gibi, pis elbiseyle de kılınamaz. Ancak zaruret
halinde pis elbiseyle kılınınca da, hiç değilse avret yeri örtülmüş olur ki;
namazda olsun, namaz haricinde olsun; avret yerini örtmek vâcibdir. Öyle ise;
zaruret halinde çıplak olarak kılmakdansa, pis elbiseyle kılmak daha evlâdır.
Elbise bulamayan kimse de çıplak olduğu halde oturarak îma ile namaz
kılar. Böylece namaz kılmak, ayakda namaz kılmakdan daha üstündür: Bu durumdaki şahıs iki belaya maruz kalmıştır;
dilediğini tercih eder. Ancak oturarak kılmak yeğdir. Çünkü îma, rükünlerin
yerine geçer; ama setr-i avretin yerine geçecek bir şey yoktur. Rivayete göre
ashab bu durumda böyle namaz kılmışlardır.
Namaz kılarken kıbleye
dönmenin şart olduğunu ise, şu âyet-i kerîmeden anlamaktayız:
“( Siz
de) her nerede olursanız, yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çevirin.” [41]
Kabe'nin yanında namaz kılan, yüzünü Kabe'ye çevirir. Ondan uzakta
olanlar yüzlerini Kabe istikametine çevirirler: Kabe'nin bizzat kendisine (aynına) dönmek imkânsız olduğunda,
istikametine dönülebilir. Çünkü mükellefiyet ancak kişinin takati nisbetindedir.
Bir şeyden korkanlar; güçlerinin yettiği her hangi bir tarafa dönerler: Zira Allah (cc) buyurdu ki;
“Nereye dönerseniz dönün, Allah (cc) ın
yönü orasıdır.” [42] Düşmandan,
canavardan veya denizde bir tahta parçası üzerindeyken kıbleye yöneldiği takdirde,
batmakdan ve boğulmakdan korkmak halleri hüküm bakımından aynıdır. Bütün bu
durumlarda mazerete dayalı acizlik tahakkuk eder.
Kıble Kabe'nin yeridir
ve dikey olarak oradan göğün ucuna kadar olan havası da kıbledir. Kabe'nin
binası bu bakımdan mühim değildir. Çünkü o bina sökülüp başka yere nakledilebilir.
Kabe'nin binasındaki taşlar başka yere götürülse, o taşlara dönülerek namaz
kılınamaz. Kabe'den yüksek bir dağın tepesinde Kabe'ye yönelerek namaz kılmak
caiz olur. Bu da gösteriyor ki, Kabe'nin binası bu bakımdan ehemmiyetli
değildir. [43]
Kıble tarafını kesin olarak bilmeyen soracak birini de bulamazsa; içtihad
eder, araştırır ve namazını ona göre kılar. Yanıldığı sonradan anlaşılsa bile,
namazını iade etmez (İmam Şâfii):
Zira rivayete göre ashabdan bir cemaat karanlık bir gecede kıbleyi tam tesbit
edememişler ve her biri ayrı bir tarafa yönelerek namazını kılmış. Kılarlarken
de her biri kıldığı tarafa birer çizgi çizmiş; sabah olunca da çizdikleri çizgilerin
kıbleden başka tarafları gösterdiklerini görmüşlerdir. Durumu kendisine
anlattıklarında Rasûlullah (sas) onlara; “Namazınız tamam olmuştur.”
buyurdu. Bir başka rivayete göre ise;
“Namazınızı yeniden
kılmanız icab etmez.” buyurmuştur.
Vâcib olan; araştırılarak kıble olduğu kanaatine varılan tarafa yönelmektir.
Çünkü mükellefiyet, kişinin gücü nisbetindedir.
Fakat namaz içindeyken yanıldığını anlarsa; kıbleye döner ve namazını
bozmadan tamamlar: Zira rivayete göre
Kubâ halkı sabah namazını kılmaktayken kıblenin değiştiği haberi kendilerine
tebliğ edilince, hemen Kabe'ye yönelmişlerdi. Çünkü kıblenin hangi taraf olduğu
anlaşılırsa, oraya yönelmek farz olur. Öyle ise kıble namazda iken de
anlaşılsa, oraya dönülür. Zira Hz.
Peygamber (sas) Kubâ halkının bu davranışını güzel bulmuş ve namazı yeniden
kılmalarını emretmemişti.
İçtihad etmeden, araştırmadan kılar da yanılırsa; namazını yeniden kılar: Namaz kılanın yanında kıbleyi kendisine soracak biri
bulunur da, sormazsa; yine aynı hüküm geçerli olur. Çünkü bu kişi kıbleyi
araştırarak, sorarak tesbit etme vecibesini terk etmiştir. Kıble araştırması ve
soruşturması yapmadan namaz kılsa da, bilahare yöneldiği tarafın kıble olduğu
anlaşılsa; namazı iade etmesi gerekmez. Çünkü (bilmeden de olsa) kıbleye yönelme
şartı tahakkuk etmiştir. Kıble araştırması yapmadan namaza dursa; namazda iken
yönünün doğru olduğunu anlarsa; namazı bozarak yeniden iftitah tekbiri alır ve
namaza durur. İmam Ebû Yûsuf dedi ki; “Bu durumdaki kişi namazına devam eder:
Çünkü namazını bozup yeniden kılacak olsa da, aynı tarafa yönelecektir ki;
bunun yararı olmaz.” Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'in delili ise, şudur; “Bu
kişi namazda iken kıble cihetini öğrenince, kesin bilgiye sahib olur. Önceki
bilgisi ise, zayıftır. Şu halde zayıf temel üzerine kuvvetli binanın kurulması
caiz değildir.” Bu sebeple dedik ki; îma ile namaz kılmakda olan bir kimse rükû
ve secdeye muktedir olursa; namazına kaldığı yerden rükûlu ve secdeli olarak
devam etmesi doğru olmaz. Çünkü, zayıf temel üzerine kuvvetli bina kurulamaz.
İşte bu misalde de aynı hal söz konusudur.
Bir kimse araştırıp
içtihad etmesi neticesinde bir tarafın kıble olduğu kanaatine varır da, başka
tarafa yönelerek namaz kılarsa, namazı fasid olur. Kıbleye doğru kılmış olduğu
anlaşılsa bile, hüküm değişmez. Ebû Yûsuf dedi ki; kıbleye doğruca yönelme
maksadı hasıl olduğu için, bu caizdir. İmam Muhammed ile Ebû Hanîfe'nin delili
ise, şudur: Bu kişi araştırma neticesi kıble olduğu kanaatine varılan tarafa
yönelerek namaz kılmak gibi bir farzı iftitah tekbiri anında terk etmiş; bu
sebeple de, niyyet ve benzeri bir farzı terk etmiş gibi olmuştur.
Niyyete gelince; bunun
farzlığını şu hadîs-i şerîfden anlıyoruz:
“Ameller
ancak niyyetierle kaim olurlar.”
[44] Çünkü
niyyet olmadan ihlas olmaz. Biz de ihlaslı olmakla emrolunmuşuz. Zira Allah
(cc) buyurdu ki;
“Halbuki, onlara
ancak dini yalnız O'na has kılarak, Allah (cc) a kulluk etmeleri emrolunmuştur.”
[45]
Namaz kılacak olan kimse kılacağı namaza iftitah tekbirine bitişik olarak
niyyet eder. Niyyet, kılacağı namazın hangi namaz olduğunu kalben bilmektir.
Bunu dil ile söylemek şart değildir: Çünkü
niyyet kalbin işidir. Muhammed b. Hasan dedi ki; Kalb ile niyyet etmek farzdır.
Dil ile söylemek ise sünnettir. Her ikisini yapmak daha faziletlidir. İhtiyata
en uygun olanı namaza başlamaya bitişik olarak; yani Tahavî'nin dediği gibi
iftitah tekbirine karıştırarak niyyet etmektir.
İmam Muhammed'in şöyle
bir görüşü nakledilir; bir kimse farz bir namazı cemaatle kılma kasdıyla
evinden çıkıp gider, imamın yanına vardığında kalbinde niyyeti hazır olmaksızın
iftitah tekbiri alırsa; caiz olur. Çünkü o, maksadını gerçekleştirmeye
yönelmekle kendi niyyeti üzerinde durmaya devam etmektedir. Sonra eğer o nafile
kılmak istiyorsa, namazın aslına niyyet etmesi onun için yeterli olur. Kaza
namazı kılmak istiyorsa, hangi farzı kaza edeceğini belirtmesi gerekir. Vakit
namazını kılacaksa, vaktin farzına veya vaktin öğlesine niyyet etmesi gerekir.
İmama uyarak namaz kılacak olan kimse; hem vaktin farzına, hem de imama
uymaya niyyet eder: Veya imamın namazına
başlamaya, yahut namazında imama uymaya niyyet eder. [46]
Namazda huşu
içinde bulunmak gerekir:
Zira Allah (cc) buyurdu ki;
“Gerçekten
mü'minler kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki; namazlarında huşu içindedirler.” [47] Bir
hadîs-i şerîfde de;
“Hz. Peygamber
(sas) namaz kılarken içinden tencere sesi gibi bir ses gelirdi,” [48] denilmektedir.
Gözler de hep secde yerine bakmalıdır: Çünkü rivayete göre Hz. Peygamber (sas) Allah (cc) a karşı olan huşûundan dolayı, namaz kılarken gözleri secde yerinden başka yere bakmazdı. Böyle yapmak; gözleri sağa sola kaydırmakdan daha çok tazime yakındır.
Namaza durmak isteyen kişi tekbir alır: Zira Allah (cc) buyurdu ki;
“Rabbinin
adını anıp O'na kulluk eden kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” [49] Hz.
Peygamber (sas) de şöyle buyurmuştur:
“Allah (cc)
temizliği yerlerine yerleştirmeyen kimsenin namazını kabul etmez.” [50]
Namaz kılacak olan kişi kıbleye döner ve 'Allahü ekber'der.
Tehlil ve teşbih gibi Allah (cc) a övgü
ve saygı ile tazimi ihtiva eden başka bir lâfızla veya er Rahmânu ekber' gibi
başka bir isimle iftitah tekbiri alırsa; yeterli olur. İmam ebû Yûsuf dedi ki;
namaza başlamak ancak tekbir lafzıyla caiz olur ki; o da şunlardır: 'Allahü
ekber, Allahü'l ekber, Alîahü'l kebîr, Allahü kebîr. 'Ancak bu kelimeleri iyi
telaffuz edemiyorsa, başka kelimelerle caiz olur. Çünkü günümüze ulaşan tekbir
lâfzı Allahü ekber'dir. Allah (cc) in sıfatlarında efal ve faîl kalıplan
aynıdır (yani Ekber ile Kebîr arasında fark yoktur). Ebû Hanîfe ile İmam
Muhammed'e göre;
“Rabbinin adını
anıp O'na kulluk eden kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” [51] âyet-i
kerîmesi iftitah tekbiri hakkında nazil olmuştur. Ama buradaki zikir, her hangi
bir zikir olarak telakki edilmiştir. Kur’an’ı kerîmdeki mutlak bir ifadenin
haber-i vahidle kayıtlanması caiz değildir. Bir kimse Allah veya er-Rahmân
kelimeleriyle namaza başlarsa bu kelimelerde zikir mevcud olduğundan dolayı Ebû
Hanîfe'ye göre caizdir. İmam Muhammed'e göre ise; bu isimlere ecel veya ‘âzam’ gibi
bir sıfat eklenmezse, caiz olmaz. Allahümme' derse, caiz olur. Bunun mânası 'Ya
Allah'dır. Çünkü ‘Allahümme' kelimesinin sonundak şeddeli 'mim', 'ya' harfi nidasının yerine geçmektedir. Allah'ım beni bağışla derse, caiz olmaz.
Çünkü bu ifade halis bir tazim değildir. Ahras ve ümmî kimseler niyyet ile
namaza başlarlarsa, caiz olur. İmama uyarak namaz kılacak olan bir kimsenin
imamın iftitah tekbirine bitişik olarak tekbir alması, efdal olan davranışdır.
İmameyn'e göre ise, imamın tekbirinden sonra tekbir alması daha iyidir. Selâmda
ise imamın selâmından sonra selâm vermesinin daha iyi olacağı hususunda ittifak
vardır. Ebû Hanîfe'nin farklı görüşünün gerekçesi şudur: Tekbir ile ibadete
başlanır; onu hemen almak en iyisidir. Selâm ile ibadet sona erer; onu ise geç
yapmak iyisidir.
Tekbir alırken başdaki
hemzeyi (a harfini) uzatmaksızın telaffuz etmek sünnettir. Uzatmak ise istifham
meydana getirdiğinden, (yani tekbiri; Allah (cc) en büyük müdür? mânasına
getireceğinden) dolayı, küfürdür. Son kısmını uzatmak (ekbeeeer şeklinde
okumak) Arap gramerine göre hatalıdır.
Eller bu esnada yukarıya kaldırılarak, baş parmaklar kulakların yumuşağı (İmam Şâfıî)
hizasına getirilir: Çünkü Hz. Peygamber (sas) Vâil b. Hicr (ra) e
dedi ki;
“Namaza durup
iftitah tekbiri aldığında ellerini kulaklarının hizasına götür.” [52]
Eller dik, ayalar da
parmaklarla birlikde kıbleye dönük olarak yukarıya kaldırılır. Parmakların
arası açık olmamalıdır. Kunut tekbirlerinde ve bayram namazı tekbirlerinde de
böyle yapılır.
Eller ilk tekbirden sonra bir daha yukarıya kaldırılmaz (İmam Şâfii): Çünkü Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Eller sadece
yedi yerde kaldırılırlar.” Bu yedi yerden burada bahsini
ettiğimiz iftitah tekbiri, kunut tekbiri ve bayram namazlarmdaki tekbirleri ‘ki
bunlar üç ediyor’ zikretti. Ayrıca hacc ibadetiyle alâkalı olarak da dört
taneyi’ki inşâallah ileride bunları anlatacağız’ andı.
Sonra göbeğin altında (İmam Şâfıî) eller bağlanarak sağ el sol
elin bileğinden tutar: Bir hadîs-i
şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Üç şey
Peygamberlerin (as) ahlâklarındandır; iftarın acele edilmesi, sahur yemeğinin
geciktirilmesi, göbeğin konması”
[53] Kadın
ellerini göğsünün üzerinde bağlar. Çünkü böyle yapması onun için daha
muhafazalı olur. Tekbir aldıkdan sonra sağ elin avucuyla sol bileğini kavrar.
Böyle yapması saygı bakımından mükemmel bir davranışdır. Kunut tekbirinde ve
cenaze namazında da böyle davranılmalıdır. Çünkü cenaze namazı kıraat gibi uzun
bir kıyam (ayakda duruş) dır. Hasan vasıtasıyla rivayet edilen Ebû Hanîfe'nin
görüşüne göre; hem kunut tekbirinde, hem de cenaze namazının tekbirlerinde
eller yan tarafa salınır. İmam Muhammed de bu görüşdedir. Bu aynı zamanda
meşayihimizin de tercih ettikleri görüşdür. Çünkü bu, rükû ile secde arasında
olduğu gibi, kıraatsiz bir kıyamdır. Bayram namazları tekbirlerinde de eller
yan taraflara salınmalıdır. Çünkü ellerin bağlanması tekbirin peşpeşeliği
mânasını ifade etmez.
Bundan sonra 'sübhaneke Allahümme' (İmam ebû Yûsuf, İmam Şâfii) sonuna kadar okunur: İmam Muhammed
buna 've celle senâüke'yi de ekler. Ama hakikatte eklenmemesi gerekir. Ebû
Yûsuf dedi ki; 'sübhaneke' ile 'veccehtü vechiye' âyetinin sonuna kadar okumak
gerekir. Zira buna dair haberler nakledilmiştir. Öyle ise ikisini bir arada
okumak gerekir.
Ebû Hanîfe ile İmam
Muhammed'in bu hususdaki delilleri şudur: İbn. Mes'ûd ile Enes (ra) in
rivayetlerine göre Rasûlullah (sas) namazın iftitahı için tekbir aldığında;
sübhaneke Allahümme’yi sonuna kadar okurdu. Ebûbekir ve Ömer (ra) in de böyle
yaptıkları rivayet edilmiştir. 'Veccehtü vechiye' âyet-i kerîmesinin okunması
gerektiğini bildiren hadîs-i şerîf İslâm'ın ilk zamanlarıyla alâkalıdır.
'Sübhâneke’nin okunmasına hükmedilince, o hadîs-i şerîfın hükmü neshedildi.
Nitekim rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (sas) ilk zamanlarda rükû halinde; (sırtım sana rükû etti) ve secdeye vardığında
ise; (yüzüm sana secde etti) dermiş.
“Öyle ise ulu
Rabbinin adını tesbîh et.” [54]
âyet-i kerîmesi nazil olunca bunu rükûda okudular. Ve;
“Yüce
Rabbinin adını tesbîh (ve takdis) et.” [55] âyet-i kerîmesi nazil
olunca, onu da secdede okudular. Ve daha evvel rükû ve secdede okudukları da
neshedildi. İşte yukarıda geçen iki hadîs-i şerifi bağdaştırmada biz de aynı
durumdayız.
Ve içerden euzü
besmele çekilir (İmam Şâfıî): Namaz kılan kişi imam da
olsa, yanlız başına da olsa; eûzü'yü okur. Bunun delili şu âyet-i kerîmedir:
“Kur'an okuduğun
zaman o kovulmuş şeytandan Allah (cc) a sığın.” [56] Yani,
Kur'an okumak istediğin zaman euzü çek. Ama namaz kılan kişi imama uymaktaysa,
bunu okumaz. Ebû Yûsuf’a göre ise, okuması gerekir; çünkü euzü çekmek, senaya (sübhâneke'ye)
tabidir. Ebû Hanîfe'ye göre sena namaz içindir. İbadeti, şeytanın vereceği
vesvese sebebiyle noksanlığa maruz kalmakdan korumak için euzü çekmenin gerekli
olduğuna dair nass vârid olmuştur. Namazda kıraat, zikir ve bazı hareketler
vardır. Şu halde namazda euzü çekmek haydi haydi gereklidir.
İmameyn'e göre
iftitahın kıraat olduğu hususunda nass vardır. İmama uyarak namaz kılan kimseye
kıraat farz değildir. Şu halde mesbuk kişi namazın kalan kısmını tamamlamak
için ayağa kalktığında İmameyn'e göre kıraate ihtiyacı olduğundan, euzü çeker.
Ebû Hanîfe'ye göre çekmez; çünkü sübhâneke'den sonra euzü çekmiştir. Bayram
namazında imam olan kişi Ebû Hanîfe'ye göre tekbirden önce; İmameyn'e göre ise
tekbirden sonra euzü çeker. İbn. Mes'ûd (ra) un şu rivayetine göre euzüyü
içinden çeker. “İmam beş şeyi gizlice okur; euzü, besmele, âmin, Rabbena
leke'l- hamd, teşehhüd.”
Euzü billahi
mine'ş-şeytani'r-racîm dedikden sonra Bismillahi'r-Rahmâni'r- Rahim' i okur.
Çünkü Hz. Peygamber (sas) de bunu okurdu. Euzü besmele sessizce okununr. Çünkü
Enes (ra) in şöyle dediği rivayet olunur;
“Hz. Peygamber (sas), Ebûbekir, Ömer, Osman (ra) ın
arkalarında namaz kıldım. Bunlar
kıraate 'el-hamdü li'llahi Rabbi'î- âlemin' ile başlarlardı.” [57] Başka bir
rivayette de şöyle denmektedir:
“Onlar sessizce 'Bismilîahi'r- Rahmâni'r- Rahîm'
diyorlardı.”
Bir rivayette
anlatıldığına göre Abdullah b. Muğaffel (ra) oğlunun besmeleyi aşikâre
okuduğunu duyunca şöyle demiş; “Ey oğulcuğum, sakın İslam'da bid'at çıkarma.
Ben Rasûlullah (sas) in, Ebûbekir ve Ömer (ra)
in arkalarında namaz kıldım. Onlar besmeleyi sesli okumazlardı.Kıraate
başladığın zaman el-hamdü îi'llahiRabbi'l- âlemîn'de.”
Sonra imam olan kişi sabah namazında, akşam ve yatsı namazlarının ilk iki
rek'atlerinde, cuma ve bayram namazlarında kıraatini sesli okur: Rasûlullah (sas) dan günümüze kadar gelen tatbikat
budur. Sadr-ı evvelden bu güne kadar ulaşan da budur. Öğlen ve ikindi
namazlarında kıraat sessiz okunur. Bunun delili şu hadîs-i şerîfdir;
“Gündüz
namazı sessizdir.”
Bize ulaşıp gelen tatbikat böyledir. Yalnız başına kılan bu söylenen
namazlarda ister açıkdan okur; çünkü o kendi nefsinin imamıdır; isterse
içinden okur: Çünkü o, okuduğunu
başkasına duyurmakla mükellef değildir. Ama sesli okumak daha iyidir. Zira Hz.
Peygamber (sas) buyurdu ki;
“Bir kimse cemaat
hey'etiyle (yani kıraati sesli okuyarak) namazını yalnız başına kılarsa;
arkasında meleklerden birkaç saf da namaz kılar.”
İmama uyanlar fatiha ve zamm-u sûreyi okumazlar (İmam Şâfii): Allah (cc) buyurdu ki
“Kur'an-ı
kerîm okunduğu zaman onu dinleyin ve susun.” [58] İbn
Abbas, Ebû hüreyre (ra) ve bir grup müfessir bu âyetin; ashabın Hz. Peygamber
(sas) in arkasında namaz kılarken kıyam halinde kıraat okumaları üzerine nazil
oldu, demişlerdir. Ebû Hüreyre (ra) den rivayet olunduğuna göre; Hz. Peygamber
(sas) şöyle buyurmuştur: “İmam,
kendisine uyulmak için imam kılınmıştır. O okurken siz susun.” [59] Başka bir
hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulmuştur:
“Bir kimse imama
uyarak namaz kılarsa, imamın kıraati onun için de kıraat sayılır.” Şa'bî Hz. Peygamber (sas) in şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir;
“İmanım
arkasında kıraat olmaz.”
İmam 've Ia-d'dâllîn' deyince 'âmîn' der ve cemaat de içinden âmîn' der: Bu hususda Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“İmam, 've la-d’dâllîn'
dediğinde 'âmîn' deyin. Çünkü imam da böyle diyor.” Ancak Vâil b. Hicr (ra) Hz. Peygamber (sas) in 'âmîn
'kelimesini cemaatin sessizce okumasını emir buyurduğunu rivayet etmiştir. İbn.
Mes'ûd (ra) da bunu teyid edici hadîsini rivayet etmiştir.
Rükûa giderken tekbir alınır: Çünkü
Hz. Peygamber (sas) her eğilip doğrulduğunda tekbir alırdı. Bir bedevîye namazı
öğretirken de şöyle buyurdu;
“Sonra Kur'an'dan
sana kolay gelen bir kısmı oku, ardısıra rükûa git.” Rükû;
kendisine 'eğildi' denebilecek kadar bir hareketle yapılmış olur. Zira rükû,
eğilmekden ibarettir. Denildi ki; eğilme durumunda kişi eğer kıyam haline daha
yakınsa, rükû yapmış sayılmaz. Ama rükû haline daha yakınsa, caiz olur.
Rükûda eller, parmaklar açılarak, dizler üzerine konur: Hz. Peygamber (sas) Enes (ra) e şöyle demişti; “Rükûa
vardığında ellerini dizlerinin üzerine koy ve parmaklarını aç.” Böyle yapmakla eller dizleri daha iyi
kavramış olur.
Ve sırt düz tutulur: Çünkü Hz.
Peygamber (sas) rükûa giderken sırtının üzerine su dolu bir bardak konulsaydı,
bardak doğru dururdu.
Rükûda baş kaldırılmaz, aşağı doğru da sarkıtılmaz: Rasûlullah (sas) başını sırtıyla aynı hizada
tutarnış. Başın, eşek başı gibi sırt hizasından aşağı sarkıtı İmasını ise, yasaklamıştır.
Rükûda üç kere 'sübhâne Rabbiye'I-
Azim'denilir: Zira Hz. Peygamber (sas)
şöyle buyurmuştur:
“Biriniz rükûa
vardığında üç kerre 'sübhâne Rabbiye'I- Azîm' derse, rükûu tamamlanır.” Üç defa demek en azıdır. Daha fazla sayıda söylemek
ise, elbette daha faziletlidir. Ancak cemaatte nefret uyandıracağından dolayı;
imamın üç defadan fazla söylemesi mekrüh olur.
Kalkarken de 'semiallahü İlmen hamiden' denilir. Cemaatle kılarken cemaat
da; 'Rabbena leke'l-hamd'der (İmam ebû Yûsuf,
İmam Muhammed, İmam Şâfii): Veya 'Allahümme Rabbena leke'l- hamd'der.
Bunlardan her hangi birinin söylenebileceğine dair rivayetler vardır. Ancak her
ikisi bir arada okunamaz. İmameyn'e göre ise okunabilir. Okunmasını başkasının
teşvik ettiği bir zikri terk etmiş olmamak için; her ikisinin bir arada
okunabileceğine dair olan görüş, Hasan'dan
rivayet edilmiştir. Bize göre, imama uyarak namaz kılanın hususi olarak okuması
gereken bir zikir yoktur. Ebû Hanîfe'ye göre cemaat 'Rabbena leke'l-hamd'
demelidir. Onun bu hususdaki delili şu hadîs-i şerîfdir;
“İmam 'semiallahü
limen hamideh'de diğinde siz, 'Rabbena leke'l- hamd' deyin.” [60] Bu hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) 'semiallahü' zikri ile 'Rabbena
' zikrini imam ile cemaat arasında taksim etmiştir. Çünkü her iki tarafın bunları
müştereken okumaları uygun olmaz. Sebebi de şudur; imam da eğer 'Rabbena
leke'l- hamd' diyecek olursa, o zaman kendisi cemaatten sonra söylemiş olur ve
imamın kendisi cemaate tabi olmuş olur ki; bu caiz değildir. Yalnız başına
namaz kılan kişi, Hasan'ın rivayetine göre bu zikirlerin ikisini de okur. Başka
bir rivayete göre 'semiallahü' den başka zikir okunmaz. Ebû Yûsuf’un rivayetine
göre sadece 'Rabbena leke'l- hamd' der; başka zikir yapmaz. Ulemanın çoğunluğu
bu görüşdedir.
Sonra 'Allahü Ekber' diyerek alın ve burun üzerine secdeye gidilir: Hz. Peygamber (sas) secdesini hep böyle yapmıştır.
Yalnızca burun üzerine secde yapılsa da caiz olur. Bu hususda icmâ vardır. Ama
bu iyi bir davranış olmaz. Bunun delili
şu hadîs-i şerîfdir;
“Yedi kemik üzerine
secde etmekle emrolundum; yüz, eller, dizler ve ayaklar.” [61]
İmameyn'in bu hususdaki delilleri ise şu hadîs-i şerîfdir;
“Alnını ve burnunu yere iyice değdir.” İmam-ı Azamın buna dair delili şudur: Burun secde mahallidir. Çünkü mazeret halinde sadece burun üzerine secde edilebiliyor. Eğer secde mahalli olmasaydı, yanak ve çene gibi; burun üzerine de secde edilmesi caiz olmazdı. Mazeret halinde yalnızca burun üzerine secde edilirse, caiz ve geçerli olur. Ve Allah (cc) ın;
“Secdeye kapanın.” [62] buyruğu
karşısında mes'ûliyetten kurtulmuş
oluruz. Çünkü alın ve burun aynı
kemikdir. Secde bunun iki tarafından biri üzerine yapılırsa da caiz olur.
Secdeye giderken önce dizler sonra da eller yere konulur. Eller kulakların hizasında olur (İmam Züfer, İmam Şâfii): Rasûlullah (sas) ın böyle secde ettiği nakledilmiştir.
Pazulardan koltuklara kadar olan kısım açık tutulur. Karın da uyluklara bitiştirilmez, arada boşluk bırakılır: Zira rivayete göre Hz. Peygamber (sas) secde ederken karnı ile uylukları arasında boşluk bırakırmış. Öyle ki; bir kuzu o boşlukdan geçmek istese, geçebilirmiş. [63]
Dirseklerden ellere kadar olan kısım da, yere yatırılmaz: Çünkü Hz. Peygamber (sas) tilkinin yaptığı gibi, secdede dirseklerden ellere kadar olan kısmın yere yatırılmasını yasaklamıştır.
Secdede üç kerre 'sübhâne Rabbiye'I- a'lâ' denilir: Çünkü Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Yüce
Rabbinin adıbı tesbih (ve takdis) et.” [64] âyet-i kerîmesi nazil
olduğunda Rasûlullah (sas) sahabe-i kirama şöyle buyurmuştur:
“Bunu
secdenizde okuyun.”
Sarığın büklümü ve elbisenin sarkan fazla kısmı üzerine secde edilirse,
caiz olur: İbn. Abbas (ra) dedi ki; Hz.
Peygamber (sas) in sarığının büklümü üzerine secde ettiğini gördüm. Yine o dedi
ki; Hz. Peygamber (sas) tek bir giysi içinde namaz kıldı. O giysinin sarkan
fazla kısmıyla yerin sıcaklığından ve soğukluğundan korunuyordu (yani o kısmın
üzerine secde ediyordu).
Bir kimse kanepe üzerine ve aslana karşı korunmak için ağaç üzerine yapılmış yatak üzerine secde ederse, caiz olur. Ot ve pamuk üzerine secde eder de; keçe, hasır ve yaygıda olduğu gibi otun veya pamuğun hacmini alnında hissederse; o zaman secdesi geçerli ve caizdir.
Sonra tekbir alınarak baş secdeden kaldırılır ve oturulur: Vâcib olan; 'baş yerden kaldırıldı' denebilecek kadar
başın secdeden kaldırılmasıdır. Ve yine vâcib olan iki secde arasına fasıla
koymaktır ve dediğimiz kadarıyla, baş yerden kaldırılınca, bu vecibe yerine
getirilmiş olur. Denildi ki; eğer secdeden kalkma ameliyesi oturmaya yakın bir
durumdaysa, caiz olur. Aksi takdirde olmaz.
Oturdukdan sonra tekrar tekbir alınarak secdeye gidilir: Zira Hz. Peygamber (sas) buyurdu ki;
“Sonra tam bir
şekilde secde et. Sonra da kalkıp tas tamam otur.”
İkinci secdeden de tekbir alınarak kıyama kalkılır (İmam Şafii): Rivayet olunduğuna göre Ebû Hüreyre
(ra) şöyle demiştir; “Doğrusu Hz.
Peygamber (sas) Efendimiz ayaklarının üst kısmı üzerine basarak kıyama kalkardı”[65]
İkinci rek'at da birinci rek'at gibi kılınır: Hz. Peygamber (sas) Rüfaa (ra) ya şöyle buyurmuştur:
“Sonra bunu her
rek'atta böyle yap.” [66]
Yalnız bunda sübhâneke okunmaz:
Çünkü bunun yeri namazın başıdır.
Ve euzü çekilmez: Bu da
kıraate başlamak içindir ki; sadece bir defa çekilmesi meşru kılınmıştır. [67]
Tâdil-i erkân farz değildir: İmam
Ebû Yûsuf farz olduğunu söyler. Tâdil-i erkân: rükûda, secdede organların yerli
yerine gelmesi, rükûdan kalkıp tam bir şekilde doğrulmak ve iki secde arasında
oturmaktır. İmam ebû Yûsuf’un bu konudaki delili şudur; Hz. Peygamber (sas)
namazını hafif tutup çabuk kılan bir bedeviye şöyle buyurmuştur:
“Namazını yeniden
kıl; çünkü sen namaz kılmadın.” İmameyn'in buna ilişkin delilleri şudur; rükû ve
secdenin tarifi yapılırken, rükû; sırtın eğilmesi, secde; alnın yere konulması
şeklinde bir ifade kullanılmıştır ki; bu da şu âyet-i kerîmenin kapsamına
girmektedir;
“Rükû edin, secdeye
kapanın.” [68]
Tuma’ninet; yani
tâdil-i erkân ile rükû ve secdeye devam mânasına geliyor. Oysa bir işin
yapılmasını emretmek, o işe devam etmek mânasına gelmez. Haber-i vahid'e
dayanarak Kur'an-ı kerîm'in hükmüne ilâve yapmak caiz değildir. Oysa burada
rivayet edilen vâcibliği icab ettirmektedir. Bize göre tâdil-i erkân vâcibdir.
Unutularak yerine getirilmemesi halinde sehiv secdesi gerekir. Bu secdenin
sünnet olduğuna dair zayıf bir görüş vardır.
İkinci rek'atın ikinci secdesinden doğrulunca sol ayak yere yatırılıp,
üzerine oturulur. Sağ ayak da parmak uçları kıbleye dönük şekilde dikilir.
Eller uyluklar üzerine konulur. Parmaklar açılır ve tahiyyat okunur: Vail b. Hicr ve Âişe (r. anhuma) Hz. Peygamber (sas)
in tahiyyatta bu şekilde oturduğunu rivayet etmişlerdir.
Tahiyyat şöyledir: 'et- tahîyyâtü lillahi (İmam Şafiî) ve’s salâvâtü ve't
tayyibâtü. Es- selâmü aleyke eyyühe'n- Nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü.
Es- selâmü aleynâ ve ala ibadillahi's-sâlihîn. Eşhedü en-lâ ilahe illallah ve
eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlüh (İmam Şafii): Bu Abdullah b. Mes'ûd (ra) un tahiyyatıdır.
Rivayet olunduğuna göre göre Hammad, Ebû Hanîfe'nin elini tutmuş ve tahiyyatı
öğretmiş. Sonra da şöyle demiştir; İbrahim en- Nehaî elimden tuttu ve bana
tayhiyyatı böyle öğretti. Alkame de İbrahim en-Nehaî'nin elinden tutmuş ve ona
tahiyyatı böyle öğretmiştir. Abdullah b. Mes'ûd da Alkame'nin elinden tutmuş ve
ona tahiyyatı böyle öğretmiştir. Rasûlullah (sas) da Abdullah b. Mes'ûd (ra) un
elinden tutmuş, ona tahiyyatı böyle öğretmiş ve sonra da şöyle buyurmuştur:
“Et- tahiyyâtü
lillahi de” Bu rivayeti kabullenmek,
diğerlerini kabullenmekden daha iyidir. Çünkü Hz. Peygamber (sas) in,
Abdullah'ın elinden tutup tahiyyatı böyle okumasını ona emretmesi, bunun daha
tekidli ve sağlam olduğunu göstermektedir. Hadîs imamlan tahiyyat hususunda
Abdullah b. Mes'üd'un isnadından daha güzel ve sağlam bir senedle rivayette
bulunulmadığı üzerinde görüş birliği etmişlerdir. Çünkü bu senedle rivayet
edilen tahiyyâttaki tahiyyat, salâvat, tayyibât, rahmet, bereket gibi
kelimelerin başında atıf vav'i bulunmaktadır ki; bu da övgünün taaddüdünü
gerekli kılmakdadır. Çünkü atfedilen şeyle, üzerine atıf yapılan şey
birbirinden ayrı şeylerdir. İbn. Abbâs (ra) in rivayet ettiği tahiyyâtta ise,
övgü olarak sadece başdaki tahiyyat kelimesi vardır. Diğer kelimeler birbirine
sıfat olarak kullanılmıştır.
Ka'de; yani tahiyyat
için oturmak Tahavî ile Kerhî'ye göre sünnettir. Bunun vâcib olduğu da
söylenmiştir. Öyle ki; unutularak terkedilmesi halinde sehiv secdesi gerekir.
Ka'dede otururken tahiyyat okumak sünnettir. Vâcib olduğu da söylenmiştir ki;
esahh olan da budur. Çünkü İmam Muhammed unutularak tahiyyâtm okunmaması
halinde sehiv secdesi vâcib olur, demiştir. Vâcib olan sehiv secdesinin
yapılması ancak bir vacibin terk edilmesi halinde vâcib olur.
İlk oturuşda bundan başka bir şey okunmaz: Rivayet olunduğuna göre Hz. Âişe (ra) şöyle demiştir;
Hz. Peygamber (sas) ilk oturuşda tahiyyâtdan fazla bir şey okumazdı.
Tahiyyat bitince 'Allahü Ekber' denilerek kıyama kalkılır: Çünkü bu esnada ilk iki rek'atı, yani namazm yarısını
tamamlamış, ikinci yarısı kalmıştır. Onun üzerinde ikinci yarıyı da tamamlamak
için musalli (namaz kılan) ayağa kalkar.
Son iki rek'atta sadece Fatiha okunur:
Üçüncü ve dördüncü rek'atta Fatiha okumak sünnettir. Buna dair hadîs-i şerîf
vârid olmuştur. Amma istenilirse bu rek'atlarda Fatiha yerine tesbihatta da
bulunulabilir. Çünkü Fatiha okumak vâcib değildir. Hasan'ın rivayetine göre Ebû
Hanîfe son iki rek'atta Fatiha okunmasının vâcib olduğunu, unutularak
okunmaması halinde sehiv secdesi
gerekeceğini söylemiştir. Zâhirü'r-rivâyede [69] anlatıldığına
göre; bir kimse son iki rek'atta kasıtlı olarak susar da okumazsa, iyi etmemiş
olur. Ama unutarak okumazsa, sehiv secdesi de gerekmez.
Namazın sonunda oturulup tahiyyat okunur: Bunu daha evvel de söylemiş ve buna dair rivayeti aktarmıştık. Rasûlullah (sas) a salât ü selâm getirilir:
Bu sünnettir; çünkü Hz. Peygamber (sas) İbn. Mes'ûd (ra) a tahiyyâtı
öğretirken ona;
“Bunu dediğin veya böyle yaptığın zaman, namazın tamamlanmış olur.” [70] demiş ve namazın tamamlanmasını iki şeyden birine bağlamıştı. Demek ki, ikisinden birinin yapılması halinde namaz tamamlanmış olur. Bu da Hz. Peygamber (sas) e salât ü selâm getirmenin farz olmadığını gösteriyor. Ama bize göre namaz dışında Hz. Peygamber (sas) e salât ü selâm getirmek Kur'an-ı kerîmde buna dair emir nevcut olduğu için vâcibdir. Lakin namaz içinde iken bu emre uymamız mecburi değildir.
Kur'an-ı kerîm lâfızlarına benzeyen ve seçilmiş dualardan istenenler
okunur: Zira Hz. Peygamber (sas)
şöyle buyurmuştur:
“Sonra
duaların en güzelini seç.” Son ka'de (oturuş) farzdır. Son
ka'dede tahiyyat okumak ise vâcibdir. Çünkü Hz. Peygamber (sas) bir bedevîye
şöyle buyurmuştur:
“Başını son secdeden kaldırıp tahiyyat okuyacak kadar
oturunca; namazın tamamlanmış olur.”
Burada namazın tamamlanması tahiyyat okuma değil de, ka'dede oturma şartına
bağlanmıştır. Ka'dede farz olan oturuş müddeti tahiyyat okuyacak kadar bir
süredir.
Sonra evvelâ sağa, sonra sola selâm verilerek, her ikisinde de; 'es-
selâmü aleyküm ve rahmetullah'denilir:
İbn. Mes'ûd (ra) un şöyle dediği rivayet edilmiştir; Hz. Peygamber (sas) sağ
yanağının beyazlığı (arka tarafda duran kimseye) görünecek şekilde sağa dönüp
selâm verirdi. Sol yanağının beyazlığı (arka tarafda duran kimseye) görünecek
şekilde sola dönüp selâm verirdi. [71] Selâm
verirken sağdaki, soldaki meleklerler insanlar için selâma niyyet edilir. Çünkü
selâm orada hazır bulunanlara yapılan bir hitapdır. Eğer imam kendisinin bir
tarafindaysa, bulunduğu tarafa selâm verirken, ona da niyyet eder. Eğer tam
karşısında ise, her iki tarafa selâm verirken de ona niyyet eder. Sadece sağa
selâm verirken imama da selâm vermeye niyyet eder diyenler de olmuştur. Yalnız
başına namaz kılan kimse selâm verirken başkalarına değil, sadece hafaza
meleklerine niyyet eder.
Selâm lafzıyla
namazdan çıkmak farz değildir; çünkü îbn. Mes'ûd (ra) dan rivayet ettiğimiz
hadîs-i şerîf bunun farzlığına ayındır. Hz. Peygamber (sas) in
“Namazdan
çıkış selâm vermekle olur.” hadîs-i
şerîfı selâmın vâcibliğine veya sünnetliğine delalet eder. Biz de böyle
diyoruz. [72]
Vitir namazı vâcibdir (İmam ebû
Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Şâfıî): Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Allah (cc) sizin
beş vakit namazınıza bir namaz daha ekledi. Bilesiniz ki o, vitir namazıdır.
Ona devam edin.” [73]
İlâve etmek; üzerine
ilâve edilen şeyin cinsinden olur. Buna göre vitir namazının diğer beş vakit
namazları gibi farz olması gerekiyor. Ancak buna dair kesin bir delil olmadığı
için, biz vitir namazının vâcib olduğunu söylüyoruz. Ebû Yûsuf ile Muhammed
vitir namazının sünnet olduğunu söylemişlerdir. Bunu söylerken şu hadîs-i
şerîfe dayanmışlardır;
“Üç şey benim
üzerime yazıldı, ama sizin üzerinize yazılmadı (başka bir rivayette; o sizin
için sünnettir denilmektedir. O üç şey şunlardır): Vitir ve kuşluk namazları
ile kurban.” Bu hadîs-i şerîfde geçen 'yazıldı'
sözünün 'farz kılındı'mânasına geldiği görüşündeyiz. Nitekim bir âyet-i kerîmede
Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Namaz şüphsiz
insanlara belli vakitlerde yazılmış (farz kılınmış)tır.” [74] Farzlara;
yazılmış şeyler mânasına gelen 'mektûbat' da denilir. Yukarıda zikredilen
hadîs-i şerîfde geçen 'üzerinize yazılmadı' sözü; vitir namazının bize farz
kılınmadığını bildirmektedir. Biz bu namazın üzerimize farz kılındığını değil,
vâcib kılındığını söylüyoruz. Aynı hadîs-i şerîfde geçen; 'o sizin için
sünnettir'sözüyle bu namazın vâcibliğinin sünnet yoluyla sabit olduğunu
bildiriyor. Çünkü vitrin kılınmasını emreden Hz. Peygamber (sas) dir. Emir
vâciblik içindir. İmameyn'e göre bu namaz rütbece bütün sünnetlerden üstündür.
Öyle ki; ayakta durmaya muktedir olan kimsenin bu namazı oturarak kılması
mazeretsiz olarak binek üzerinde kılması caiz olmaz. El- Muhît adlı eserde
anlatıldığına göre vitir namazının kazası vardır.
Akşam namazı gibi üç rek’attır (İmam
Şâfii) Rek'atler arasında selâm
verilmez: İbn. Mes'ûd, İbn. Abbas, Übeyy b. Ka'b, Âişe ve Ümmü Seleme
(r. anhum) den rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (sas) vitir namazını üç
rek'at olarak kılar ve ancak sonunda selâm verirdi.
Ve her rek'atta Fatiha ve zammu sûre okunur: Müstehab olan; ilk rek'atta Fatiha ve Âlâ sûresi,
ikinci rek'atta Fatiha ve Kâfırûn sûresi ve üçüncü rek'atta ise Fatiha ve îhlas
sûresi okunur. Hz. Peygamber (sas) in vitir
namazında bu sûreleri okuduğu
rivayet edilmiştir. [75]
Vitrin vâcibliğinde
ihtilaf edildiğinden dolayı, bütün rek'atlerinde
kıraat okunması ihtiyaten vâcib kılınmıştır.
Üçüncü rek'atta rükudan önce kunut duası okunur (İmam Şâfii). Eller yukarı kaldırılarak 'Allahü Ekber’ denilir. Sonra kunut
duası okunur: Hz. Ali, İbn. Mes'ûd, İbn. Abbas ve Übeyy b. Ka'b (r.
anhüm) dan rivayet olunduğuna göre; Hz. Peygamber (sas) üçüncü
rek'atta rükûa varmadan evvel kunut okurmuş. Kunut için okunması gerekli belli
bir duâ yoktur. Rivayete göre Hz. Peygamber (sas) kunutta şu duayı okurdu:
İmam Muhammed'in, 'kunut okunması gerekli belli bir dua
yoktur' sözü; 'bu iki duadan başka okunması gerekli belli bir dua yoktur' mânasındadır.
Bu duaları güzelce okuyamayan kimse bir kaç defa
“Allahümağfirlena”der ve şu âyeti okur: [76] Kunutdan sonra Hz. Peygamber (sas) e salâtü selâm getirmeyi Ebû'l- Leys tercih etmiştir. Nehaî'den de böyle bir rivayet vardır. Ancak bazıları buna dair sünnet vârid olmadığı için, bunu mekrüh saymışlardır.
Vitir namazından başka namazlarda kunut okunmaz (İmam Şafii): Zira İbn. Mes'ûd (ra) demiştir
ki; Rasûlullah (sas) sadece bir ay müddetle sabah namazında kunut okumuştur. Ne
ondan evvel, ne de sonra sabah namazında kunut okumuş değildir. Ümmü Seleme
(ra) den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (sas) sabah namazında kunut
okunmasını yasaklamıştır. Enes (ra) den rivayet edilen;
“Hz. Peygamber
(sas) sabah namazlarında kunut okurdu.” hadîsi
İbn. Mes'ûd (ra) un hadîsine ters düştüğü gibi; Katâde'nin Enes (ra) den olan
şu rivayetine de ters düşmekdedir;
“Rasûlullah (sas)
sabah namazında rükûdan sonra
kunut okurdu. Kunutunda bazı arap kabilelerine beddua ederdi. Sonra (sabah namazında kunut okumayı)
terk etti.” [77] Bu da gösteriyor ki;
sabah namazında kunut okumak neshedilmişti.
Bir kimse sabah
namazını kunut okuyan bir imamın arkasında kılarsa; İmam ebû Yûsuf’a göre
imamına muhalefet etmiş olmasın diye, kendisi de bu hususda imama uyar. Ebû
Hanîfe ile İmam Muhammed'e göre ise, uymaz. Çünkü sabah namazında kunut
okumanın hükmü neshedilmiştir. Bu cenaze namazında beşinci tekbir gibi (zaid)
olur.Muhtar kavle göre bu durumdaki kişi susarak ayakta bekler.
Bir kimse vitir
namazını kılarken kunut okumayı unutup rükûa varır da, sonra hatırlarsa; artık
kunutu okumaz. Ebû Hanîfe'ye göre dönüp okur, sonra yine rükûa varır. [78]
Kıraat farz namazların ilk iki rek'atında farzdır: Zira Allah (cc) buyurdu ki;
“Artık
Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun.” [79] Kıraat
namazdan başka yerde farz değildir. Öyle ise namazda Kur'an-ı kerîm okumak
farzdır. Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“İlk iki rek'atdaki
kıraat, son ikirek'atdaki kıraatin yerini tutar.”
Yani onun yerine geçerli olur. Vezirin dili, emirin dilidir atasözünde olduğu
gibi.
Son iki rek'atinde sünnettir (İmam Şâfii). Farz namazların son iki rek'atinde kıraat yerine Allah (cc) ı tesbihde bulunmak da yeterli olur (İmam Şafii).
Kıraatin farz olan miktarı her rek'atda bir âyet okumaktır (İmam ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Şâfii): İmameyn dediler ki; üç kısa âyet veya bunlara denk olan uzun bir âyet okumak gerekir. Çünkü Kur'an; mûciz (âciz bırakan) in adıdır. Bu okuyuş miktarmden daha azı mûciz sayılmaz.
“Artık ondan
(Kur'an'dan) kolayınıza geleni okuyun.” [80] âyetinde
her hangi bir kayıt yoktur. Şu halde bir âyetden azı kıraat hükmünün kapsamı
dışında kalmaktadır. Öyle ise bir âyetten fazlası bu hükme dahil olmaktadır.
Yukarıda geçen âyette her hangi bir müddet veya âyet belirlenmediğine göre,
namazda Fâtiha'yı okumak farz değildir. Hz.
Peygamber (sas) in;
“Kitab'ın
(Kur'an'ın)Fâtiha'sı okunmadan namaz olmaz.” [81] sözü
ve bu konudaki diğer hadîs-i şerifler
âhad haberlerdir. Bunlarla Kur'an-i kerîm'in mutlak olarak bildirdiği hükmün
neshi caiz değildir. Şu halde bizim de beyan ettiğimiz gibi; namazde Fatiha
okumak farz değil ama, vâcib mânasında telakki edilmelidir.
Fatiha okumak bir sûre veya üç
âyet okumaksa, vâcibdir: Çünkü Hz.
Peygamber (sas) terketmeksizin buna böyle devam etmiştir. Bu sebepledir ki; unutularak
terk edilmesi halinde sehiv secdesi yapmak vâcib olur. Sabah ve öğle namazlarında Hucurât sûresinden Burûc
sûresinin sonuna kadar olan sûrelerden birini okumak ikindi ve yatsı
namazlarında Târik sûresinden 'lem yekûn' sûresinin sonuna kadar olan sûrelerden
birini; akşam da 'lem yekün'den sonra gelen sûrelerden birini okumak
sünnettir: Hz. Ömer, Ebû Musa el- Eş'arî (ra) ye bir mektupla bunu böyle
bildirmiştir. Bu tartışmasız böyle bilinmektedir. Sabah namazında kırk veya
elli âyet okumak müstehabdır, denilmiştir. Sabah namazında 40-60 âyet okumak
müstehabdır, diyenler de olmuştur. İbn. Ziyad'dan rivayet olunduğuna göre
60-100 âyet okumak müstehabdır. Bütün bu miktarlara ilişkin haberler vârid
olmuştur. Denildi ki; 100 âyet zâhidler içindir. 60 âyet bilinen normal
durumdaki cemaatlerde okunur. 40 âyet cadde üzerindeki mescidlerde kılınan
sabah namazlarında okunur. Öğle namazında 30, ikindi ve yatsı namazlarında 20
âyet okunur. Bunun temel ölçüsü; imamın cemaati azaltmayacak miktarda
okumasıdır. Yalnız başına namaz kılan kimsenin sevap kazanmak için hazarda daha
çok okuması evlâdır.
Zaruret halinde ve yolculukda duruma uygun olanı okumak sünnettir: Sıkıntıyı ve zorluğu gidermek için böyle yapmak
gerekir. Sünnet olanı, her rek'atde Fatiha ile birlikte tam bir sûre okumaktır.
Bir rek'atde iki sûre okumak müstehab değildir. Çünkü buna dair bir nakil
yoktur. Ama okunursa da, sakıncası yoktur. Keza; bir sûreyi iki rek'atde okumak
da böyledir.
Namazlardan her hangi biri için Kur'an-ı kerîmden her hangi bir yer tayin
edilemez. Tayin edilmesi mekrûhdur:
Bu hususdaki nasslar mutlaktır. Çünkü her hangi bir namazda devamlı olarak
Kur'an-ı kerîmin belirli bir yerini okuma halinde, diğer yerler terk edilmiş
olur. Ancak o belirli yerin okunması o kişinin kolayına geliyorsa, veya fazilet
bakımından Kur'an-ı kerîmin her tarafının aynı derecede olduğunu bilmekle
beraber, Hz. Peygamber (sas) in o yeri okumuş olmasından dolayı kendisi de
teberrüken o yeri okursa; bunda mekrûhluk olmaz. İnsanların cemaate
kavuşmalarına yardımcı olmak maksadıyla imamın sabah namazının ilk rek'atını
ikinciye nisbetle uzatması müstehabdır. Ama diğer namazlarda böyle yapması
mekrûhdur. İmam Muhammed bunu bütün namazlarda yapmak müstehabdır, demiştir.
Hz. Peygamber (sas) in de böyle yaptığı nakledilmiştir. Biz diyoruz ki; her iki
rek'at da eşit kıraat istihkakına sahiptirler. Birinde diğerlerinden fazla
okumanın manalı bir gerekçesi yoktur. Ama sabah namazı böyle değildir; o uyku
ve gaflet zamanıdır. İlk rek'atin ikinciye göre biraz daha uzun tutulmasına
dair gelen rivayet istiftah duası ve eûzü besmelenin uzatılması şeklinde
yorumlamak mümkündür. Yoksa bunu üç âyetten daha azı üzerinde düşünmek muteber
olmaz. Çünkü işin içinden çıkmak mümkün olmaz.[82]
Cemaatle namaz kılmak; sünnet-i
müekkededir: Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Cemaat (le namaz
kılmak) hidayet yollarından biridir.”
[83] Başka bir yerde de şöyle buyurmuştur:
“İstedim ki;
bir adama emir vereyim de, insanlara namaz kıldırsın. Sonra (o namaz kıldırmakda
iken) ben cemaatten geri duran grubun üzerine hemen gidip üzerlerine evlerini ateşe
verip yakayım.” [84] Bu
hadîs-i şerîf cemaatle namaz kılmanın müekked sünnet olduğunun emaresidir. Hz.
Peygamber (sas) cemaate devam etmiştir. Mazeretsiz olarak cemaate gitmemek caiz
değildir. Bir şehir halkı cemaatle namaz kılmayı bırakırlarsa; kılmaları
emredilir. Bu emri kabul edip gereğini yerine getirirlerse; ne âla. Aksi halde
kendileriyle savaşılır. Çünkü cemaatle namaz kılmak İslâmın sembollerindendir. [85]
İnsanlara imam olmaya en ehliyetli
kimse; onların, sünneti eniyi bilenidir: Tabii
eğer namaz caiz olacak kadar kıraati düzgün olup,açık günahlardan sakınıyorsa,
Ebû Yûsuf’dan gelen
bir rivayete göre;imamlığa
en ehliyetli olan kimse, en iyi
okuyan kimsedir. Zira Hz.Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir kavme, onlar
arasında Allah(cc) ın Kitab'ını en iyi okuyan imamlık eder.” [86] Biz diyoruz ki; ilme olan ihtiyaç daha
fazladır. Hz. Peygamber (sas) in zamanında insanlar Kur'an-ı kerîmi
hükümleriyle beraber kafalarına yerleştiriyorlardı. Dolayısıyla Kur'an-ı kerîmi
en iyi okuyanları, aynı zamanda en bilgili olanları idi.
Sonra en iyi hadîs-i şerîf okuyanı, sonra en takva sahibi olanı: 'En takva sahibi' dedik;
çünkü Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Takva sahibi bir
âlimin arkasında namaz kılan
bir kimse, bir peygamberin arkasında namaz kılmış gibidir.” Sonra en
yaşlısı: 'En yaşlısı' dedik; zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Yolculuğa
çıktığınızda ezan okuyup kamet getirin ve ikinizden en yaşlı olanınız imamlık
etsin.” [87]
Sonra ahlâkı en güzel olanı, sonra da yüzü en güzel olanıdır: Bunda esas alınacak ölçü şudur; insanları kendisine
uymaya teşvik eder ve onları cemaate davet eder vasıflarda olan kimsenin
imamlık için öne geçirilmesi evlâdır. Çünkü cemaat ne kadar fazlalaşırsa, o
kadar iyidir. Hatta demişler ki; namazda okurken boğazında fazla derecede
gıcıklanma olan kimsenin, okurken durulması gereken yerde durmayanın imamlık
yapması mekrûhdur. Çünkü bu gibi şeyler cemaatin azalmasına sebep olurlar. [88]
İmamın namazı uzatması
doğru değildir: Cemaati nefret ettirecek derecede namazı uzatmak doğru olmaz.
Aksine hafif kıldırmak gerekir. Çünkü cemaati yoracak kadar namazı uzatan Muaz
b. Cebel (ra) e Hz. Peygamber (sas) şu ikazda bulunmuştu:
“Sen fitneye
düşürücü müsün; ey Muaz?! Millete, en zayıflarının kılabileceği şekilde kıldır.
Çünkü sana tabi olarak namaz kılanların arkasında küçük var, büyük var, ihtiyaç
sahibi kimse var.” [89]
Kölenin (İmam Şâfıî),
bedevinin, körün (İmam Şâfıî) fâsıkın, zinadan doğmuş olanın (İmam Şafiî) bid'atçinin
imamlık yapmaları mekrûhdur: Bunların imamlık yapmaları cemaati azaltır. Çünkü
köle diğer insanların nazarında düşük bir mevkidedir. Bedeviler de umumiyetle
câhildirler; zira Allah (cc) buyurdu ki;
“Bedeviler
Allah (cc) ın Rasûlüne indirdiği kanunları tanımamaya daha yetkindir.” [90] Fâsık
günah işlediği için imamlığı mekrûhdur. Kör ise; pisliklerden sakınamadığı için
imamlığı mekrûhdur. Zinadan doğmuş olan kimse ise; âdeten hafife alındığı için,
kendisine dinî bilgileri öğretecek kimse bulunmaz. Dolayısıyla böyleleri
umumiyetle câhil kalırlar.
Ama bunlar öne
geçerlerse; arkalarında namaz kılınması caiz olur: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Her sâlih ve
günahkâr kimsenin arkasında namaz kılın (kılabilirsiniz).” [91] Bu sayılanların imamlıklarının mekrûhluğu
kendilerindeki noksanlıklardan dolayıdır. Ama bu noksanlık giderilirse; meselâ
bedevî medenîden, köle hürden, veled-i zina sahih nikâhlı bir evlilikden
doğandan, kör de görebilenden daha bilgili ve faziletli olursa; o zaman hüküm
tersine döner. Bid'atçıya gelince; Ebû Hanîfe onun arkasında namaz kılmanın
caiz olmayacağı görüşündedir. Ebû Yûsuf dedi ki; Kavmin imamının bid'atçı ve
heva sahibi biri olmasını ben mekrüh görüyorum. İmam Muhammed'den rivayet
olunduğuna göre; rafızîlerin, Cehmiye ve Kaderiye mezhebi mensuplarının
arkalannda namaz kılmak caiz değildir. [92]
Kadınların ve çocukların
(İmam Şâfıî) erkeklere imamlık yapmaları caiz değildir: Zira Hz. Peygamber
(sas) şöyle buyurmuştur:
“Onları Allah
(cc) ın geri bıraktığı yerde geri bırakın.” Bu hadîs-i şerîf kadınların imamlık için öne
geçmelerini yasaklamaktadır. Çocuğa gelince; onun namazı nafile olduğu için,
ona cemaat olarak uymak caiz değildir. Zayıf bir kavle göre teravinde çocuğa
uymak caizdir. Çünkü teravih farz bir namaz değildir. Sahih olan birinci
görüştür. Çünkü çocuğun kıldığı nafile baliğin kıldığı nafileden daha zayıfdır.
Şu halde nafile namazda bile çocuğa uyulmaz.
İmam sadece bir kişiye
namaz kıldırıyorsa, onu sağ yanında durdurur: İbn. Abbas (ra) dedi ki; Hz.
Peygamber (sas) in sağ yanında (namaza) durdum. Perçemimden tutarak beni sağ
yanına döndürdü. [93] Bu da gösteriyor ki; imamın sağ tarafında
durmak daha iyidir. Ama sol yanında durmakla da namaz bozulmaz. Amel-i yesir
(az hareket) in de namazı bozmayacağı bu hadîs-i şerîfden anlaşılıyor. İmam
iki veya daha çok
kişiye namaz kıldırıyorsa, önlerine geçerek kıldırır: Zira Enes (ra) dedi ki;
“Rasûlullah (sas) beni
ve yetimi arkasında Ümmü Süleym'i de bizim arkamızda (namaza) durdurdu.” [94]
Bir hadîs-i şerîfde de Hz. Peygamber
(sas) şöyle buyurmuştur:
“İki kişi ve daha
fazlası cemaattir.” [95]
Cemaatle namaz
kılarken önce erkekler, sonra erkek çocuklar, sonra erselikler, en sonda da
kadınlar saf tutarlar: Ön safda erkekler dururlar; zira Hz. Peygamber
(sas) şöyle buyurmuştur:
“Baliğ olanlarınız
arkamda dursunlar.” [96] Erkeklerden sonra çocukların saf tutmaları
gerektiği Enes (ra) in rivayet ettiği hadîs-i şerîfden anlaşılıyor. Onlardan
sonra erseliklerin saf tutmalarının gerekli oluşu, onların kadın olmaları
ihtimaline binâendir. Ama kadınların önünde saf tutmaları da, erkek olmaları
ihtimaline binâendir [97]
İmam kendisine tâbi
olan kadınları için de niyyet etmediği takdirde, kadın o namaza dahil olamaz
(İmam Şâfıî): Zübeyir dedi ki; imam niyyet etmemiş olsa bile, erkekler gibi
kadınlar da kendisine tâbi olarak namaz kılabilirler. Bize göre bu durumda
kadın, erkek imamın yan tarafında namaza durunca imama zararının dokunması;
yani namazını ifsad etmesi ihtimali vardır. İşte bu durumda imam kadınların
kendisine tâbi olmalarına niyyet etmemekle, onların kendisine verecekleri
zarara karşı tedbir almış olur.
Kadın aynı namazı
kılmakda olan bir erkeğin yan tarafında namaza durursa, erkeğin namazı bozulur
(İmam Şafiî): Kıyasa göre bu durumda kadının namazı bozulmadığına göre,
erkeğinkinin de bozulmaması gerekir. Fakat bizim 'bu durumda erkeğin namazı
bozulur' dememizin gerekçesi şudur: Erkek kendisine uyan camaatın nerede
durması gerektiğini bildirme farzını yerine getirmemiştir. Zira o kadının
geride durmasını temin etmekle mükellef olan kadın değil, erkekdir. Bunu
yapmadığı takdirde; kadının değil, erkeğin namazı bozulur. Bir kadın safda
durursa; sağındakinin, solundakinin, tam arkasındakinin namazı bozulur. İki
kadın safda dururlarsa; birinin sağındakinin, diğerinin solundakinin ve her
birinin tam arkasındakilerin olmak üzere; dört kişinin namazlarını bozarlar. Üç
kadın safda dururlarsa, beş kişisinin namazını bozarlar. İmam Muhammed'den
nakledilen görüşe göre; bunlar son safa kadar her safdan üçer kişinin namazını
bozarlar. Ebû Hanîfe'nin kavline göre, sahih ve muhtar olan da budur. İki kadın
olması halinde İmam Ebû Yûsuf’a göre de böyle olur. Kadınlar tam bir saf
oluştururlarsa, arkalarındaki safların hepsinin namazı bozulur. Aynı hizada
durmakla namazın bozulmasının şartı; kadınla erkeğin kıldıkları namazın aynı
namaz olması, mutlak olması, bulundukları seviyenin aynı olması, kadının şehvet
çeken biri olması, erkekle kadının arasında bir perde veya manianın
bulunmamasıdır. Bir kadınla erkeğin arasında en azından bir ayak topuğu kadar
mesafe bulunmalıdır. [98]
Kadınların cemaate
gelmeleri mekrûhdur: Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Evleri kendileri
için daha hayırlıdır.” Çünkü
kadınların cemaate gelmeleri halinde fitneden korkulur. Bu hüküm genç kadınlar
içindir. Yaşlı kadınlar sabah, akşam ve yatsı namazlarında evlerinden çıkıp
cemaate gelebilirler. Ebû Hanîfe dedi ki; yaşlı kadınlar her vakitte cemaate
gelebilirler. Çünkü onlar hakkında fitne söz konusu değildir. Zira fâsıklar
öğle ve ikindi vaktinde etrafa dağılırlar. Akşam vakti de yemekle meşgul
olurlar. Yatsı ve sabah vakitlerinde de uykuda olurlar. Ama yine de nadiren
söylenen her sözü duyup etrafa yayan biri vardır. Zamanımızda fesad yaygın
olduğu ve kötülükler alenen işlendiği için; kadınların evlerinden çıkmamaları
tercihe şayandır, cemaate gelmeleri caiz değildir. [99]
Kadınların kendi
aralarında cemaatle namaz kılmaları mekrûhdur (İmam Şâfıî): Çünkü onların cemaatle kılmalarında bir vâcib veya
mendub mutlaka eksik kalır. Ezan okumalan, kamet getirmeleri, imamlarının
önlerine geçmesi mekrûhdur.
Eğer kandi aralarında
cemaatle namaz kılarlarsa; içlerinden imam olan öne geçmeyip, ilk safın
ortasında durur: Hz. Âişe (ra) den böyle rivayet edilmiştir. Bu onun ilk
zamanlarda böyle yaptığı şeklinde yorumlanabilir.
Özrü olmayanın
özürlüye (İmam Şâfıî), Kur'an-ı kerîm okumasını bilenin bilmeyene, giyinik
olanın çıplak olana (İmam Şâfıî), rükû
ve secdeyi aslî şekliyle yerine getirenin (İmam Şâfıî) îma ile bu rükünleri ifa edene, farz kılanın nafile kılmakda olana (İmam Şâfıî) uyarak
namaz kılması caiz değildir: Bu hükmün dayandığı esas şudur: Cemaatin namazı
sahihlik ve fasidlik bakımından imamın namazına dayanır. Bu hususda Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“İmam mes'ûl (ve kefil) dir.” [100] Yani kendisine
uyarak namaz kılanın namazından mes'ûldür. Onun namazının noksanlıkarınm
ikmaline kefildir. Eksiğin tamam olan üzerine bina edilmesi caizdir. Ama bunun
aksi caiz değildir. Çünkü zayıf, kuvvetli için temel olamaz. Zira eksik olan,
eksikliği kadarıyla yok olan bir binaya temel olur ki; bu da imkânsızdır. Bu
böyle bilindiğine göre biz deriz ki; özürsüzün hali özürlününkinden daha
kuvvetlidir. Kur'an-ı kerîm okumasını bilenin hali, bilmeyeninkinden daha
kuvvetlidir. Giyinik olanın hali, çıplağınkinden daha kuvvetlidir. Rükû ve
secdeyi aslî şekliyle ifa edenin hali, îma ile bu rükünleri yerine
getireninkinden daha kuvvetlidir. Farz namaz kılmakda olanın hali, nafile namaz
kılmakda olanınkinden daha kuvvetlidir. Şu halde durumları kuvvetli olanların,
zayıf olanların arkasında namaz kılmaları caiz değildir.
Bir farzı kılanın
başka bir farzı kılmakda olana (İmam Şâfıî) uyarak namaz kılması caiz değildir:
Cemaat imama ortakdır. Şu halde namazlarının aynı olması gerekir. Ümmî bir
kimse Kur'an-ı kerîm okumasını bilenlere ve kendisi gibi ümmî olanlara imamlık
etmesi halinde; hepsinin namazı fâsid olur. İmameyn dediler ki; imamın ve
kendisi gibi ümmî olanların namazları sahih olur. Çünkü bilgi bakımından birbirleriyle
aynı haldedirler. Tek başlanna namaz kıldıklarında durumları ne ise, cemaatle
kıldıklarında da aynı durumdadırlar. Ebû Hanîfe dedi ki; eğer okumasını bilen
birini öne geçirirlerse, bunların hepsi (hükmen) Kur'an-ı kerîm okumaya
muktedir olurlar. Çünkü hadîs-i şerifin hükmüne göre imamın okuyuşu onların da
okuyuşu gibidir. Bunlar namazda kıraate muktedir oldukları halde, kıraati terk
ettiklerine göre; namazları bâtıl olur.
Bazı harfleri telâffuz
edemeyen kimse de, bu hükme tabidir. Dediler ki; açıkladığımız sebeplerden ve
ayrıca cemaati azaltacağından dolayı; bu kişinin başkalarına imamlık etmesi
daha uygun olur. Ama yalnız başına namaz kıldığında iyi telâffuz edemediği
harfleri içermeyen bir âyet bulamazsa, o zaman namazı icmâ ile caiz olur. Öyle
bir âyet bulduğu halde, yine de iyi telâffuz edemediği harfleri içeren âyetleri
okuyarak namaz kılarsa; bir görüşe göre namazı yalnız başına kılan dilsizinki
gibi caiz olur. Bir başka görüşe göre ise; kıraat bildiği halde, kıraatsız
namaz kılan bir kimse gibi olduğundan dolayı namazı caiz olmaz. Bu kişi dilsize
benzemez; çünkü o hiç imam bulamayabilir de. [101]
Abdestlinin
teyemmümlüye (İmam Şâfıî) uyarak namaz kılması caizdir: İmam Muhammed dedi ki;
caiz değildir. Çünkü teyemmüm özür sahibinin temizliği gibi zaruri bir
temizlikdir. Bizim delilimiz ise; şu rivâyetdir; Amr b. Âs (ra) soğuk bir
gecede cünüb olmuş, teyemmüm ederek arkadaşlarına namaz kıldırmıştı. Sonra bunu
kendisine anlattığında Hz. Peygamber (sas) namazı yeniden kılmasını
emretmemişti. Önceki kısımlarda da anlatıldığı gibi; suyun yokluğunda teyemmüm
de bir temizlikdir. Şu halde abdestlinin teyemmümlüye uyarak namaz kılması,
temizin temize uyarak namaz kılması gibidir.
Ayağını yıkamış olanın
meshedene uyarak namaz kılması caizdir: Çünkü mest, abdestsizliğin ayağa
sirayet etmesine mani olur. Abdestsizlik meste geçer ve meshetmekle kalkar.
Ayakda kılanın
oturarak kılana (İmam Şâfıî) uyarak namaz kılması caizdir: İmam Muhammed buna
muhalifdir. Kıyas da böyledir. Çünkü ayakda duranın hali, oturanınkinden daha
kuvvetlidir. Bizim bu hususdaki dayanağımız şudur; Hz. Peygamber (sas) son
kıldığı namazı oturarak kılmış, insanlar da arkasında ayakda durarak kendisine
uymuşlardı. Böyle bir durumda kıyas bir kenara bırakılır. [102]
Nafile Kılanın Farz
Kılana Uyması:
Nafile kılanın
farz kılana uyarak namaz kılması caizdir: Çünkü
nafile kılanın hali,
farz kılanınkinden daha zayıfdır. Zayıfın kuvvetli üzerine bina edilmesi
caizdir. Ayrıca zayıf durumda bulunan nafile kılanın namazın aslına niyyet
etmesi gerekir ki; bu niyyet mevcuttur. Ama bunun tersinde; yani farz kılanın
nafile kılana tabi olmasında bu mümkün değildir. Çünkü farz kılanın hem namazın
aslına hem de namazın farziyetine niyyet etmesi gerekir ki; nafile kılanda namazın
farziyetine niyyet yoktur.
İmamın kendisine
abdestsiz namaz kıldırdığını bilen, namazı yeniden kılar (İmam Şafiî): Zira
açıklamış olduğumuz gibi; cemaatin namazı şahinlik ve fasidlik bakımından, imamın
kine bağlıdır. Bu
sebepledir ki; imamın sehvi halinde, cemaatin de sehiv secdesi etmesi gerekir.
Rükûda imama kavuşursa, imamın kıraatiyle iktifa eder. Cemaatin namazı
imamınkine bağlı olduğuna göre; imamın namazının bozulması halinde, cemaatin de
namazı bozulur.
İmam şaşırınca,
cemaatten biri ona hatırlatır: Hz. Peygamber (sas) buyurdu
ki;
“İmam senden yemek
isterse, ona yedir.” [103]
Belki imamın kendisi
hatırlar diye, ona hemen hatırlatmak gerekmez. İmamın da cemaati hatırlatmaya
mecbur bırakmaması gerekir. Eğer namazı caiz kılacak kadar kıraatta bulunmuşsa,
rükûa varması gerekir.
Fakat imamdan
başkasına hatırlatırsa, namazı bozulur: Çünkü hatırlatmak, bir öğretmek ve
öğrenmektir. Cemaatin imamı hakkında kıyasın gereği budur. Ancak biz onu yapmış
olduğumuz rivayetin hükmüyle baş başa bıraktık. Çünkü hatırlatmada imamın
namazını düzeltme vardır. Bu sebeple kıyas ve rivayet birbirlerinden ayrılmış
oldular.
İmam namazda hiç Kur'an-ı kerîm okuyamazsa,
başkasını öne çeker. Bu caizdir (İmam Şafiî): İmameyn'e göre caiz değildir.
Çünkü bu az rastlanılan bir durumdur. Nass bulunan yerde kıyas yapılamaz. Ebû
Hanîfe ise, câizliğin gerekçesini şöyle açıklar; imamın yerine bir başkasını
geçirmesi namazı tamamlamakdan âciz kalması illetinden dolayıdır ki; bu illet
burada mevcuttur. Bunun az rastlanılan bir durum oluşunu kabul etmiyoruz. Ama
imam namazın caiz olacağı kadar kıraatte bulundukdan sonra başına bu hal
gelmişse, yerine bir başkasını geçirmesinin caiz olmadığı hususunda icmâ
vardır.
İmam sabah namazında kunut okursa, cemaat bir şey okumayıp susar (İmam Şâfıî): Biz bunu açıklamıştık. [104]
1- Elbiseyle oynamak: Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Doğrusu Allah (cc)
namazda bir şeylerle oynamanızı sizin için mekrüh gördü.” Çünkü namazda elbiseyle
oynamak, huşûa zarar verir. Hz. Peygamber (sas) namaz kılarken bir şeyle
oynamakda olan bir adamı gördüğünde şöyle buyurmuştu:
“Eğer bunun kalbi
huşu içinde olsaydı, uzuvları da huşu içinde olurdu.” [105]
2- Parmakları
çıtlatmak: Açıkladığımız sebepden ve ayrıca Hz. Peygamber (sas) in
yasaklamış olmasından dolayı namazda
parmaklan çıtlatmak mekrûhdur.
3- Elleri böğrüne koymak: Böyle yapmakla eller sünnet
olan yere konulmamış olur. Hz. Peygamber (sas) de bunu yasaklamıştır. [106]
4- Erkeklerin
uzun saçlarını kadınlar gibi toplayıp tepelerine bağlamaları veya iki
örgü haline getirmeleri ve bu kıyafetleri ile namaz kılmaları:
Hz. Peygamber (sas) kılmasını yasaklamıştır.erkeğin bu şekilde namaz
kılmasını yasaklamıştır.
5- Elbiseyi
tepeden aşağı sarkıtmak: Hz. Peygamber (sas) elbiseyi başın
üstüne koyup, uçlarının
yan taraflara sarkıtı imasını yasaklamıştır. Çünkü bu
ehl-i kitabın yaptığı bir iştir.
6- Köpek oturuşu gibi oturmak: Ebû Zerr (ra) dedi ki; dostum Hz. Peygamber (sas) bana üç şeyi yasakladı; horozun yerden tane toplayışı gibi acele secde edip başı yerden çabuk kaldırmak, köpek oturuşu gibi oturmak, dirsekle el arasındaki kısmı secdede tilki gibi yere sermek. [107] Köpek oturuşu şöyledir: makat üzerine oturulup baldırlar dik tutulur. Dizler göğse yapıştırılır ve eller de yere konulur.
7- Sağa sola dönüp bakmak: Hz.
Peygamber (sas) namazda sağa sola dönüp bakmayı yasaklayarak şöyle buyurmuştur:
“Bu şeytanın sizin
namazınızdan yaptığı bir hırsızlıktır,” [108]
8- Özürsüz bağdaş kurmak;
mekruhtur. Çünkü bu sünnet olan oturuş şekline halel getirir. Kaldı ki
bu, ceberut kimselerin oturuş şeklidir. Bu
sebeple demişler ki; namaz haricinde de başdaş kurarak oturmak
mekruhtur.
9- Zaruret olmadan çakıl taşlarını düzeltmek: Çünkü böyle
yapmak boş bir hareket ve oyundur. Ancak mecburiyet olursa, müstesna. Namaz
kılarken çakıl taşlarını düzelten Ebû Zerr (ra) e Hz. Peygamber (sas) şu ikazda
bulunmuştu;
“Ey Ebû Zerr, bunu
ya bir defada yap, ya da bırak.”
10- Eli ile (İmam
Şâfıî) veya dili ile selâm almak: Dil ile selâm almak insan kelâmı olduğundan
dolayı, namaz kılmakda olan bir kimsenin verilen selâmı dil ile alması
mekruhtur. El ile selâm almak da aynı mânayı taşıdığından dolayı, mekruhtur.
11- Esnemek, gerinmek: Çünkü
Hz. Peygamber (sas) namazda esnemeyi menetmiştir. Kişiyi zorlarsa, o zaman
mümkün mertebe yutulmaya çalışılır. El de ağzın üzerine konur. Hz. Peygamber
(sas) bu durumda böyle davranılmasını emretmiştir.
12- Gözleri yummak; mekruhtur: Çünkü Hz. Peygamber (sas) bunu yasaklamıştır.
13- Tesbih ve âyetleri saymak: İmam ebû Yûsuf bunun mekruh olmadığını söylemiştir. İmam
Muhammed'in de bu görüşde olduğu rivayet edilmiştir. Ama İmam Muhammed'in bu
konuda Ebû Hanîfe ile aynı görüşü paylaştığına dair bir rivayet de vardır. Ebû
Yûsuf un gerekçesi şudur; namazda sayılı âyetler okumak gerektiğine dair
sünnetten nakiller gelmiştir. Bu âyetlerin sayısını bilmek de ancak saymakla
olur. Ebû Yûsuf dan nakledildiğine göre, kendisi nafile namazlarda okunan
âyetlerin sayılmasının caiz olduğunu söylemiştir. Çünkü farzda müsamaha
edilmeyen bazı şeyler nafilede müsamaha ile karşılanırlar. Ebû Hanîfe'den
nakledildiğine göre; namazda okunan âyetlerin ve yapılan tesbihlerin elle
sayılması sünnetin emrettiği şekli bozar. Dolayısıyla boş harekete ve oyuna
benzer. Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Namazda ellerinizi
(lüzumsuz hareketlerden) alıkoyun.” Namazda
okunan âyetlerin kalbde sayılması, kalbi huşûdan alıkor ve dünyevî işler
üzerinde düşünmeye benzer. Ama sünnet olan sayının namaz dışında sayılması ile
o kadar okunması mümkündür. Bunların namazda sayılmasına ihtiyaç yoktur.
Namazda iken yılan ve
akrep öldürmenin namaza bir zararı olmaz: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Namazda bile
olsanız, o ikisini öldürün.” [109]
Bir kimse namazda yer,
içer, konuşur yahut mushafi açarak yüzünden okursa, namazı bozulur (İmam ebû
Yûsuf, İmam Muhammed): Yemek ve içmek; amel-i kesir (çok sayılan bir iş ve
hareket) olduğundan dolayı, namazdan değildir. Konuşmaya gelince; bununla
alâkalı olarak Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Doğrusu bizim şu namazımızda
insanların sözlerinden birini söylememiz uygunolmaz.” [110] Mushafa
bakarak yüzünden okumanın namazı bozması; Ebû Hanîfe'nin görüşüdür. İmameyn'e
göre bu durumda namaz bozulmaz. Çünkü mushafa bakmak ibadettir, namazı bozmaz;
ancak bunun namazda yapılması mekrûhtır. Çünkü böyle yapmak ehl’i kitaba
benzemektir. Ebû Hanîfe ise, bunun namazı bozuş gerekçesini şöyle
açıklamaktadır; mushafa bakarak okuyan kişi mushafi elinde tutuyorsa, onun bu
yaptığı amel’i kesirdir. Çünkü mushafi hem taşıyor; ham de yapraklarını
çeviriyor. Eğer mushaf yerde ise, onun mushafa yerde bakıp okuması öğrenme
işidir ki; bu başkalarından okuyup öğrenmek gibi amel’i kesirdir ve namazı
bozar.
Namazda inlemek, ah
vah etmek, sesli olarak ağlamak da namazı bozar: Çünkü bunlar da insan
kelâmından sayılırlar.
Ancak bunları cenneti
ve cehannemi hatırlamakdan dolayı yaparsa, namazı bozulmaz: Çünkü bu huşûun
fazlalığındandır. [111]
Namazda iken abdesti
bozulan; hemen abdest alıp, namazın kalan kısmını tamamlar (İmam Şâfıî): Hz.
Peygamber (sas) buyurdu ki;
“Bir kimse namazını
kılmakda iken kusar veya burnu kanarsa; namazdan ayrılıp abdest alsın ve
konuşmadığı takdirde namazına kaldığı yerden devam etsin.” [112]
Eğer bu durumdaki kişi
yalnız başına kılmakda ise; isterse namazını bırakdığı mekâna döner, isterse
evine gidip namazını tamamlar. İmama uyan kişi ile imam namazlarını bırakmış
oldukları mekâna dönerler. Ama ikinci imam namazı tamamlamışsa, o takdirde
serbest olurlar. Dilerlerse namazı bıraktıkları mekâna dönerek; dilerlerse
evlerine giderek namazlarım tamamlarlar. Fakat yeni başdan kılması daha iyi
olur: İhtilaf alanından çıkması ve namaz fiilleri arasına namazdan olmayan
fiillerin fasıla olarak girmemesi için yeniden kılması daha iyi olur. Denildi
ki; bu durumla karşılaşan kimse imam veya imama uyan bir kimse ise; cemaat
faziletini elde etmek için, namaza bıraktığı yerden devam etmesi daha iyi olur.
İmamın abdesti
bozulursa; yerine cemaatten birini geçirir (İmam Şâfıî) : Bununla ilgili olarak
Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir imamın abdesti
bozulursa, namazı bırakıp, başından beri cemaate yetişmiş bir adama baksın.
İnsanlara namaz kıldırması için, onu öne geçirsin.” Yürümek, suyu avuçlamak, kuyudan su çekmek veya
kovanın söküğünü dikmek gibi yapılması mecburi işlerin bu arada yapılmış
olması, namaza kalınan yerden devam etmeye mani olmaz. Ancak abdest almak için
bir nehre varır, ama orada abdest almayıp, başka bir nehre giderse; namazı bozulur.
Namazda delirir,
uyuyakalır, ihtilam olur veya bayılırsa; namazı bırakmış ve bozmuş olur: Çünkü
bu gibi haller nadiren meydana gelirler. Şer'î hükmün vârid olduğu yerde kıyas
yapılamaz. Nass abdest için vârid olmuştur. Gusül abdestten daha çok işi ve yıkamayı
gerektirir. O halde abdesti ona kıyaslayamayız. Kaldı ki; delirme, uyuyup
ihtilam olma ve bayılma durumlannda avret yerlerinin açılmasına ihtiyaç
duyulmaktadır ki; bu da namazda kesinti meydana getirir. Namaz kılmakda olan
kişi bir kadına bakıp menisi gelirse; yine namazı bozulur.
Namazın sonunda
tahiyyat okuyacak kadar oturdukdan sonra daha henüz selâm vermemişken abdesti
bozulursa; hemen .abdest alınıp, selâm verilir (İmam Şâfiî): Çünkü geride selâm
vermekden başka yapacak bir iş kalmamıştır. Fakat abdesti kasden bozmuş ise;
namazı tamamlanmış olur (İmam Şafiî): Namaz fiilleri tamamlanmıştır. Geride
yapılması gereken bir namaz rüknü de kalmamıştır. Kasıt mevcut olduğu için,
namaza kalınan yerden devam etme imkânı da kalmamıştır. Yapılması gereken namaz
rükünlerinden hiç biri üzerinde kalmadığına göre; namazı tamamlanmıştır.
Bununla ilgili açıklama daha evvel geçmişti.
Namazın sonunda
tahiyyatı okuyacak kadar oturdukdan sonra kişinin üstüne hariçden bir pislik
isabet eder veya kafası kırılırsa, namaza kaldığı yerden devam etmez. Ebû Yûsuf
dedi ki; bu da o esnada abdesti bozulan kimse gibi namaza kaldığı yerden devam
eder.
Biz diyoruz ki; burada
adam. abdesti sağlam kalmakla birlikde namazı bırakır. Bu kişinin hali hakkında
nassın vârid olduğu hal ile aynı mânada değildir. Ve hüküm kıyasın aslı üzerine
durmakda devam eder. [113]
Geçmiş namazlar
hatırlandıkları zaman hazarda veya seferde geçtiklerine göre kaza edilirler:
Hz. Peygamber (sas) bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Birkimse uykuda kaldığı veya unuttuğu için bir namazı
kılamazsa, hatırladığında kılsın Çünkü
hatırlandığı an,
namazın vaktidir. Başkaca vakti yoktur.” [114] Yukarıda;
'geçtiklerine göre kaza edilirler' demiştik. Çünkü kaza, edanın bir benzeri ve
onu yerine getirmedir.
Geçmiş namaz vakit
namazından önce kaza edilir. Ancak vaktin darlığındanvakit namazının
geçmesinden korkutursa; önce vaktin namazı kılınır. Geçmiş namazlar kaza
edilirken, tertibe uyulur: Kaide gereği; kaza ile vakit namazı arkasında ve
kaza namazları arkasında tertibe uymak şarttır. İbn. Ömer'den rivayet
olunduğuna göre Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse bir
namazı unutur da, imama uyarak kılmakda olduğu bir namazda iken hatırlarsa;
imamla beraber kılmakda olduğu namazı tamamlasın. Unutmuş olduğu namazı da
ondan sonra kılsın. Sonra imamla beraber kılmış olduğu
namazı da yeniden kılsın.” [115]
Tertibe uymak şart olmasaydı, Hz. Peygamber (sas) ona
namazı yeniden kılmayı emretmezdi. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (sas)
Hendek savaşında dört vakit namaz kılamamış, sonra bunları tertibe
(sıraya) uyarak kaza
etmiş ve şöyle buyurmuştu;
“Ben nasıl namaz kılıyorsam, bakın ve siz de öyle
kılın.” [116]
Tertib; unutmak, vakit
namazının geçme korkusu ve beş vakit namazdan fazla namazın kazaya kalması ile (İmam Züfer) düşer: Unutma sebebiyle
tertib düşer. Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Hata, unutma ve
zorlanmadan dolayı meydana gelen suçların mes'ûliyeti ümmetimin üzerinden
kaldırılmıştır.”[117]
Bu ve bundan önceki hadîs-i şerîf bu konuda esasdır. Yani geçmiş namaz hatırlandığı anda kaza edilir. Hatırlanmazsa; o takdirde vaktin namazı ile geçmiş namaz aynı vaktin bir araya getirmediği iki namaz olurlar ki; kılınışda aralarında tertibe uymak gerekmez. Vakit namazının geçme korkusu da tertibe uyma mecburiyetini ortadan kaldıran bir sebepdir. Çünkü hikmet, kaybedilen geçmiş namazın peşine düşerken, mevcut olan vakit namazının zayi edilmesini gerektirmez. Kaldı ki; vakit namazının mevcudiyeti kitapla sabit olmuştur. Tertibin mevcudiyeti ise, âhad haberle sabittir. Vakit genişse, tertibe uyulur. Yani âhad haberle amel edilir. Ama dar ise; o zaman vakit namazını kılmak; yani Kitab ile amel etmek daha uygun olur. Kazaya kalan namazların çokluğuna gelince; bunun sınırı yedinci namaz vaktinin girmesidir. Çünkü çokluk tekrar iledir. Tekrar ise; altıncı vakit namazının vücubu iledir. Vücubu da namaz vaktinin sonunun girmesi iledir. Tekrar da yedinci namazın vaktinin girmesiyle tahakkuk eder. 'Beş vakit namazdan fazla namazın kazaya kalması ile tertib düşer' dememizin mânası da budur. Çünkü geçmiş namazların sayısı beşden fazla olunca, altı olur. Altı olunca da yedinci namazın vakti girer. İmam Muhammed dedi ki; altıncı namazın vakti girince, tertib düşer. Zira 'cins’ çoktur. Namaz cinsi ise, beş vakit namazdır. Bu yakın zamanda geçmiş olan namazlar için böyledir.
Daha evvelki
zamanlarda geçmiş olan namazlara gelince; sahih kavle göre bunlar yenilere
tertib hususunda eklenmezler. Çünkü bunda zorluk vardır. Namaza gereken
ehemmiyeti vermediği için kazaya bırakan kimseye ceza olsun diye eklenmesi
gerektiğine dair zayıf bir rivayet de vardır.
Tertib düştükden sonra
bir daha geri gelmez: Beş vakitten fazla namazın kazaya kalması sebebiyle
tertib düştüğüne göre; tertibe uyma mecburiyeti geri gelir mi? Muhtar kavle
göre geri gelmez. Çünkü[118]
tertib itibarî bir
çoklukla düştüğüne göre, çokluğun kendisiyle; yani hakiki bir çoklukla haydi
haydi düşer. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz; bir kimsenin bir aylık namazı
geçer de; önce otuz sabah namazını, sonra otuz öğle namazını ve sırasıyla
diğerlerini kaza ederse, bütün namazları sahih olur ve tertib de geri gelmez.
Çünkü düşen şeyin bir daha geri gelmesi muhtemel değildir.
Aynı şekilde bir gün
hariç olmak üzere; bir ayın namazlarını kaza eder ve o bir günlük namazı kaza
etmediği hatırında iken, vakit namazını kılarsa; açıkladığımız sebepden dolayı
caiz olur. Vitir kaza namazlarından sayılmaz; çünkü farz namazlardan değildir.
Eğer vitri kazalardan sayacak olursak, altı vakit tamamlanmış olur ve tekrarın
kapsamına girmez. Çoklukda esas alınan, tekrardır. [119]
Kaza Edilecek ve
Edilmeyecek Namazlar:
Beş vakit namazla
vitir namazı kaza edilir: Vitrin vâcib olduğunu açıklamıştık. Hz. Peygamber
(sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse uyuyakaldığı veya unuttuğu için vitri
kılamazsa; hatırladığında veya uyandığında kılsın.” [120]
Başka bir rivayette
ise şöyle buyurmuştur;
“Bir kimse
uyuyakalıp da vitri kılamamışsa, sabah kalktığında kılsın.” [121] Bütün bunlar
vitir namazının vâcib olduğunu göstermektedir.
Farzı ile birlikde kazaya kalmışsa, sabah namazının sünnetide kaza edilir: Zira Hz. Peygamber savaş dönüşü yolda geçirdiği gecede kılamadığı sabah namazının farzını sünnetiyle birlikte kaza etmişti.
İmam Muhammed'den gelen
bir görüşe göre, sabah namazının sünneti yalnız olarak kazaya kalmış olsa bile,
kaza edilir. Zira Hz. Peygamber (sas) diğer sünnetleri değil de, sabah
namazının sünnetini kaza etmiştir. Bu da kaza etme hükmünün sadece sabah
namazının sünnetine mahsus olduğunu göstermektedir.
Öğle namazının dört
rek'atlik ilk sünneti de, öğle farzından sonra kaza edilir: Hz. Âişe (ra) demiş
ki; Hz. Peygamber (sas) farzından önce öğle namazının sünnetini kılamazsa, öğle
vakti içinde farzından hemen sonra kaza ederdi. Çünkü vakit öğle vaktidir. Kılınan
namaz da öğle sünnetidir.
Sonra Ebû Yûsuf a göre
dört rek'atlik bu ilk sünnet öğlenin iki rek'atlik sünnetinden önce kaza
edilir. Çünkü bu ilk sünnet o iki rek'atlik sünnetten evvel meşru kılınmıştır.
İmam Muhammed'e göre ise; dört rek'atlik ilk sünnet farzdan evvel kılınmamışsa,
son sünnetten sonra kaza edilir. Çünkü o ilk sünnet kendi mahallinden sonraya
kalmıştır. Artık ikinci sünnetin de kendi mahallinden sonraya kalmasının bir
mânası olmaz. Ama ikindi namazının sünnetinde hüküm bunun tersinedir. Çünkü bu
öğleninki gibi müekked değildir. Ayrıca Hz. Peygamber (sas) de ikindi farzından
sonra sünnet kılınmasını yasaklamıştır. [122]
Ümmü Habîbe, Âişe, Ebü
Hüreyre, Ebû Musa el- Eş'arî ve İbn Ömer (r. anhüm) den rivayet edilmiştir; Hz.
Peygamber (sas) şöyle buyurdu:
“Kim gece ve
gündüzünde on iki rek'at sünnet namaza devam ederse, Allah (cc) cennette onun
için bir ev yapar. Bunlar şu müekked sünnetierdir; sabah namazından evvel iki
rek'at, öğle namazından evvel dört, sonra iki rek'at, akşam namazından sonra
iki rek'at, yatsı namazından sonra
iki rek'at.” [123] Bunlar
müekkeds ünnetlerdir. Terk edilmeleri uygun olmaz. Sabah namazının iki
rek'atlik sünneti ile ilgili olarak Hz. Peygamber(sas) şöyle buyurmuştur:
“At(lı) sizi yakalayacak olsa bile, sabahın iki
rek'atlik sünnetini kılın.” [124] Yine buyurdu ki;
“Sabahın iki rek'atlik sünneti dünyadan ve dünyadaki
şeylerden daha hayırlıdır.” [125] Bunu Hz. Âişe rivayet etmiş ve öyle ki, Hz. Peygamber
(sas) bu sünnetin özürsüz olarak oturarak kılınmasını mekruh saymıştır.
Bir başka hadîs-i
şerîfde Öğlen sünneti hakkında Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Öğle (farzı) nden
önce dört rek'atlik sünneti terk eden kimse, şefaatime nail olmaz.”
Öğlen farzından sonra
dört rek'at namaz kılmak müstehabdır. Ümmü Habibe (ra) dedi ki; Hz. Peygamber
(sas) in şöyle buyurduğunu işittim:
“ Bir kimse öğleden
evvel ve sonra dörder rek'at kılmaya devam ederse, Allah (cc) ona ateşi haram
kılar.” [126]
İkindi farzından önce
dört rek'at: Ebû Hanîfe'ye göre ise iki rek'at kılmak müstehabdır. Bütün
bunlara dair Hz. Peygamber (sas) den rivayet edilmiş sünnet vardır.
Akşam farzından sonra
altı rek'at kılmak müstehabdır. Ebû
Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse
akşam namazından sonra altı rek'at kılar ve bunların arkasında, bir şey
konuşmazsa, bu altı rek'at onun için on iki senelik ibadet yerine geçer.” [127] Akşam namazından sonra nafile kılmanın faziletinin çok
olduğuna dair rivayetler vârid olmuştur. Zayıf bir rivayette anlatıldığına göre
bu geceleyin yapılan ibadettir ki; Kur'an-ı kerîmde buna Nâşiete'l-leyl adı
verilir. Akşam namazından sonra kılınan altı rek'atlik bu nafile namaza evvâbin
namazı denilir, Hz. Âişe (ra) den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (sas)
şöyle buyurmuştur: “Bir kimse akşam namazından sonra yirmi rek'at kılarsa,
Allah (cc) cennette ona bir ev yapar.” [128]
Yatsı farzından önce ve sonra dörder rek'at namaz kılmak müstehabdır: Zayıf bir rivayete göre; önce ve sonra ikişer rek'at kılmak müstehabdır. Hz. Âişe (ra) den rivayet olunduğuna göre; Hz. Peygamber (sas) yatsıdan önce ve sonra dörder rek'at kılar; sonra da uzanıp yatarmış.
Cuma farzından önce
dört, sonra da dört rek'at sünnet kılınır (İmam ebû Yûsuf): İbn. Mes'ûd (ra)
dan böyle rivayet edilmiştir. Ebû Hüreyre (ra) den rivayet olunduğuna göre Hz.
Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Cuma
namazını kılan bir kimse farzdan evvel dört, farzdan sonra da dört rek'at
nafile namaz kılsın.” [129]
Denildi ki; cumanın farzından
sonra iki selâmla altı rek'at namaz kılmanın müstehab olduğu Hz. Ali (ra) den
rivayet olunmuştur. İmam Ebû Yûsuf da bunu benimsemiştir. Ardısıra sünnet
kılınacak olan farz namazdan sonra oturmak mekrûhdur. Oturmamak, aksine farzdan
hemen sonra sünnet kılmak gerekir ki; farz ile sünnetin arasına fasıla konulmuş
olmasın. Hz. Âişe (ra) den rivayet olunduğuna göre; Hz. Peygamber (sas) farz
namazı kıldıkdan sonra; “Allahümme ente's- Selâmü ve minke's- selâm
ve ileyke yeûdu's- selâm tebarekte yâ ze'l- Celâli ve'l-ikram.” [130] diyecek
kadar oturur, sonra da sünneti kılmaya kalkardı.
Farzın kılındığı yerde
nafile kılınmaz. Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri (farz)
namazını tamamladıkdan sonra nafilesini kılmak için (bulunduğu yerden) öne ve
arkaya geçmekden âciz mi kalıyor?!” Farz kılındıkdan sonra cemaatin nafile
kılarken safları dağıtması da müstehabdır ki; o esnada içeri giren kişi onların
farz kılmakda olduklarını zannetmesin.
Nâfîle bir namaza
başlamakla, onu tamamlamak (İmam Şâfıî) bozulduysa da kaza etmek lâzım gelir
(İmam Şâfıî): Zira Allah (cc) buyuruyor;
“Amellerinizi iptal
etmeyin.” [131] Bu hüküm
verilirken oruca kıyas yapılıyor. Oruçla namaz arasında fark olmadığı için;
nafile namaza başlamış olanın o namazı tamamlaması, bozulunca da kaza etmesi
gerekir. Zira Hz. Peygamber (sas) yemeğe davet edilen oruçlu birine şöyle
buyurmuştu;
“Kardeşinin
dâvetine icabet et. Oruçlu olduğun günün yerine bir gün kaza et.” Bir başka hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) nafile
oruçlarını bozmuş olan Âişe ile Hafsa
(ra) annelerimize şöyle buyurmuş:
“Bunun yerine bir
gün kaza edin ve bir daha da böyle yapmayın.” [132] Bir kimse ayakda kılabilecek durumda olsa bile; nafile
namazı oturarak kılarsa, caiz olur. Zira
Hz. Âişe (ra) demiş ki; “Rasülullah (sas) oturarak kılardı. Rükûa varmak
istediğinde kalkıp bir kaç âyet okur; sonra rükû ve secdeye varır, sonra
yeniden otururdu.” Ayrıca namaz müslümanın sevap kazanması için en hayırlı bir
vaziyet olduğundan dolayı; namaz kılan kişinin ayakda durması bazan zorlaşınca
hayrı elde etmek için oturarak kılması caiz olur. Bu hususda her hangi bir
ihtilaf nakledilmiş değildir.
Bir kimse nafile bir namaza ayakda başlayıp, Özrü olmadan oturursa; mekruh olmakla beraber namazı caiz olur (İmam ebû Yûsuf, İmam Muhammed): İmameyn'e göre caiz olmaz. Nezir (adak) lerde olduğu gibi. Ebû Hanîfe'ye göre ise, caizdir. Çünkü namazda kıyamın yerine getirilmemesi; namazın başlangıcında olduğu gibi, başlangıçdan sonraki her hangi bir safhasında da nafileyi iptal etmez. Çünkü kıyam, nafile namaz için zâid bir sıfattır, nafile oruçların peş peşe tutulmasında olduğu gibi, ancak sarih olarak 'ben nafile namazı kıyamı ile kılacağım' diyerek üslenmek durumunda, kıyam mecburi olur. Bu sebeple bu mes'ele nezir mes'elesine benzememektedir.
Gece namazlarında iki,
dört, altı (İmam ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Şafiî)
veya sekiz rek'atte
bir selâm verilir: Hz. Peygamber (sas) in teheccüd kılarken bütün bu şekilleri
tatbik ettiği rivayet edilmiştir.
Bir selâm ile bundan
fazla namaz kılmak mekrûhdur: Çünkü bunu beyan eden bir nakil mevcut değildir.
Zayıf bir kavle göre; meselâ bir selâm ile sekiz rek'tin kılınması mekruh
değildir.
Gündüz ise, iki veya
dört (İmam Şâfıî) rek'atte bir selâm verilir. Böyle olmakla beraber; hem gece
ve hem de gündüz namazlarında dört rek'atte bir selâm vermek daha iyidir: İmameyn dediler ki; teravih namazında
olduğu gibi, en iyisi gece namazlarında iki rek'atte bir selâm vermekdir.
Ayrıca Hz. Peygamber
(sas) in şu buyruğu da vardır;
“Gece namazı
ikişerlidir.” [133] Her
iki rek'atte bir selâm vermek gerekir. Ebû Hanîfe'nin dayanağı ise; Hz. Âişe
(ra) den gelen şu rivayettir; “Hz.
Peygamber (sas) Efendimiz yatsıdan sonra dört rek'at kılardı ki; o
rek'atlerin ne kadar güzel ve uzun
olduğunu sorma. Sonra dört daha kılardı
ki; onların da ne kadar güzel ve uzun olduğunu sorma.” [134]
Hz. Peygamber (sas)
bir selâm ile dört rek'at kılarak, kuşluk namazına devam ederdi. Böyle yapmak,
iftitah tekbirini dört rek'at boyunca daha fazla devam ettirmekdir. Dört
rek'ati bir selâmla kılmak, iki selâmla kılmakdan daha iyidir. Zira Hz.
Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Amellerin en
faziletlisi, en zor olanıdır.”
Teravihin iki rek'atte bir selâm verilerek kılınmasına gelince; bu cemaatle eda edildiğinden, cemaati sıkmamak için böyle kılınır. Bunun esası hafiflik ve kolaylığın sağlanmasıdır. Hz. Peygamber (sas) in gece namazı ikişerlidir mealindeki hadîs-i şerifi doğrusunu Allah (cc) bilir Hz. Peygamber (sas) geceleyin namaz kılarken iki rek'atte bir oturup, tahiyyatı okurdu mânasındadır.
Her iki rek'at
arasında tahiyyat okuyarak fasıla meydana geldiği için Hz. Peygamber (sas) gece
namazlarına ikişerli adını vermiştir. Bunu şu rivayet de teyid etmektedir; Hz.
Peygamber (sas) ikindiden önce dört rek'at namaz kılar, bu dört rek'atin
arasına mukarreb meleklere ve onlara tâbi olan müslümanlara ve müminlere selâm
vererek, fasıla koyardı. Tirmizî dedi ki; bunun mânası 'teşehhüde oturarak dört
rek'atın ortasına fasıla koyardı'demektir.
Gündüzleyin bir selâm
ile dört rek'attan fazla kılmak caiz olmaz; çünkü bunun câizliğine dair bir
nakil mevcud değildir.
Kıyamın uzun olması,
secdelerin çok olmasından daha üstündür: Câbir (ra) den rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber (sas) e soruldu; hangi namaz
daha üstündür?
“Kunutun, kıyamın
uzun tutulması (buyurdu).” [135]
Çünkü bu daha meşakkatlidir ve bunda Kur'an-ı kerîm okumak vardır ki;
Kur'an-ı kerîm okumak tesbihâtta bulunmakdan daha faziletlidir.
Nafile namazların her
rek'atinde kıraat vâcibdir: Çünkü her iki rek'at bir namazdır. Çünkü
nafilelerde bir iftitah tekbiri ile saadece iki rek'atin kılınması vâcib olur.
Üçüncü rek'at için ayağa kalkmak, yeni alınan bir iftitah tekbiri gibidir.
Hatta üçüncü rek'atte sübhâneke okumanın müstehab olduğunu söylemişlerdir.
Şehir dışında binek
üzerinde bulunan bir kimse bineği hangi tarafa yönelirse yönelsin nafile namazını
binek üzerinde îma ile kılabilir. İbn. Ömer dedi ki; “Hz. Peygamber (sas) i Hayber'e yönelmiş olarak merkeb üzerinde namaz
kılarken gördüm.”
Rivayete göre Ebû Hanîfe sabah namazının sünnetini kılmak
için bineğinden inermiş; çünkü bu iki rek'atlik sünnet, diğer sünnet
namazlardan daha tekidlidir. İmam Ebû Yûsufa göre; şehir içinde de binek
üzerinde nafile kılmabilir. Ama İmam Muhammed'e göre bu mekrûhdur. Ebû Hanîfe
dedi ki; şehir içinde binek üzerinde nafile kılmak caiz olmaz; çünkü binek
üzerinde nafile kılınabileceğine dâir nass, ancak şehir dışında bulunulmasıyla
alâkalı olarak vârid olmuştur. Zira umumiyetle şehir dışında bineğe binme
ihtiyacı hissedilir. Şehir içi buna kıyas lanamaz. [136]
Teravih namazı
sünnet-i müekkededir: Çünkü Hz. Peygamber (sas) bazı (Ramazan) gecelerinde
teravih namazı kılmış, bize farz olabileceği endişesiyle, devamlı kılmayışının
mazeretini açıklamıştır. Hulefa-yı Râşidîn de bu namaza devam etmişlerdir. Hz.
Ömer (ra) in zamanından günümüze kadar bütün müslümanlar bu namazı kılmaya
devam edegelmektedirler. Rasûlullah (sas) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle
buyurmuştur:
“Müminlerin güzel
gördükleri şey Allah (cc) katında da güzeldir.” [137]
Esed b. Amr, İmam ebû
Yûsuf'un şöyle dediğini rivayet etmiştir; Ebû Hanîfe'ye teravih namazı ve Hz.
Ömer (ra) in bu namazla alâkalı yaptığını (yirmi rek'at olarak kılınmasına
karar verişini) sordum; buna cevaben dedi ki, teravih namazı müekked sünnettir.
Ömer bunu kendinden
uydurmuş değildir. Bu hususda bid'atçi de değildir. Bu kararı verirken mutlaka
bir delile, Hz. Peygamber (sas) in bir sözüne dayanmıştır. Ömer (ra) bunu
sünnet olarak ortaya koydu. İnsanları Übeyy b. Ka'b'ın yanında topladı. Übeyy
teravih namazını aralarında bir çok sahabenin bulunduğu bir cemaate kıldırdı.
Cemaat de Osman b. Afvan, Ali b. ebî Tâlib, Abdullah b. Mes'ûd, Abbas b.
Abdülmuttalib, Abdullah b. Abbas, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam, Muaz b.
Cebel, Übeyy b. Ka'b, muhacir ve ansardan (r. anhum) diğerleri de vardı. Hiç
biri Hz. Ömer'in bu tatbikine karşı çıkmadı. Aksine hepsi ona muvafakat edip,
destek verdiler ve müslümanların böyle yapmalarını emrettiler.
Teravihin cemaatle
kılınması sünnettir ama, sünnet-i kifayedir. Bir mescidin bulunduğu mahalledeki
insanların tamamı teravih namazını cemaatle kılmazlarsa, iyi etmemiş olurlar.
Bazı kimseler cemaata katılmayıp, teravih namazını evlerinde yalnız başlarına
kılarlarsa, kötü etmiş sayılmazlar.
Ramazan gecelerinde
cemaatin yatsı namazından sonra toplanarak cemaatle beş terviha kılmaları
gerekir. Her terviha dört rek'attir; her iki
rek'atte bir selâm verilir. Her dört rek'atten sonra dört rek'atlik bir
namaz kılacak kadar oturulur. Teravih namazı tamamlanınca, yine bu kadar
oturulur ve sonra imam cemaate vitir namazı kıldırır: Übeyy (ra) teravih namazını ashaba böyle kıldırmıştır. Bu kılış
şekli Mekke ve Medine halkının da âdetidir.
Vitir sadece Ramazan
ayında cemaatle kılınır: Bu hususda
icmâ vardır. Ebû Yûsuf dedi ki; vitir namazını kıldırırken imam kunut duasını
okursa, sesli okumaz. Ona tâbi olarak kılan kimse de kunutu okur. Çünkü o bir
duadır. Kunut okurken en faziletlisi sessiz okumakdır. İmam Muhammed dedi ki;
imam kunutu sesli okur. Cemaat de âmin der. Kur'an-ı kerîme benzediği için
cemaat onu okumaz; zira ashab kunutun Kur'an-ı kerîmden olup olmadığı hususunda
ihtilaf etmişlerdir.
Vitri yalnız başına
kılan kimse kunutu dilerse sesli, dilerse sessiz okur. Vitir namazı cemaatle
kılınmakda iken, sonradan gelip imama uyan kimse imamla birlikde kunutu okuduğu
takdirde; imamın selâmından sonra vitrin kalan kısmını yalnız başına
tamamlarken, ikinci defa kunut duasını okumaz. Çünkü o, kunutu imamla birlikde
okumakla emrolunmuştur ki, imama uymuş olsun. Şu halde kunutun yeri imamla
beraberlikdir. İmamın selâmından sonra ikinci defa kunutu okursa, kunutu yersiz
olarak tekrarlamış olur ki; bu da meşru değildir.
İmam teravih
kıldırırken, tahiyyattan fazlasını okumaz ama cemaate ağır gelmeyeceğini
bilirse, salâvat ve diğer duaları da okur. İftitah tekbirinin peşinden
sübhânekeyi okur.
Teravihin vakti;
yatsıdan fecrin doğuşuna kadar geçen zamandır: Sahih olan da budur. Öyle ki;
yatsıdan önce kılınırsa, caiz olmaz, ama vitirden sonra caiz olur. Çünkü
teravih vakit bakımından vitre değil, yatsı namazına tabidir. Gecenin çoğunu
teravihle geçirmek daha iyidir. Çünkü o gecenin kıyamı, yani namazıdır. Niyyet
ederken teravihe veya gecenin sünnetine veya Ramazanın kıyamına niyyet edilir.
Ziyadesiyle müekked olduğu için, teravihi ayakda kılmağa kuvvet varken,
oturarak kılmak mekrûhdur. Teravih namazını hatim ile kıldırmak; yani Ramazan
boyunca teravihlerde bir defa Kur'an-ı kerîmi hatmetmek sünnettir: Ebû Hanîfe'den rivayet olunduğuna göre teravihin
hitamında Kur'an hatmi tamamlansın diye, her rek'atta on âyet okunmalıdır.
En iyisi zamanımızda
cemaati nefret ettirmeyecek kadar okumaktır. En faziletlisi, selâmlar (her dört
rek'at) arasında, keza aynı selâmdaki iki rek'at arasında eşit miktarda
okumaktır.
Bütün sünnetleri evde
kılmak daha faziletlidir: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Adamın
namazlarının en faziletlisi, farz hariç olmak üzere kendi evinde
kıldıklarıdır.” [138]
Teravih hariç: Çünkü
teravihin cemaatle kılınması hükme bağlanmıştır. Biz bunu açıklamıştık. [139]
Güneşin tutulmasından
dolayı kılınan namaz iki rek'attır. Sünnet namaz gibi kılınır (İmam Şâfıî):
Aralarında Abdullah b. Mes'ûd, Abdullah b. Ömer, Semûre b. Cündeb ve Ebû Müsa
el- Eş'ârî (r. anhum) nin de bulınduğu bir sahabe topluluğundan rivayet
edilmiştir; Hz. Peygamber (sas) güneş tutulması esnasında bizim namaz kılışımız
gibi, iki rek'at namaz kıldı ve namazda kıraati sessiz okudu. Diğer nafile namazlara
bakıldığında, bu namazda da kıraatin sessiz olması gerekir. Güneş tutulduğunda
Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştu:
“Bu gibi şeylerden
birini gördüğünüzde namaza sığının.” [140]
Bu namazı cuma imamı
kıldırır: Çünkü bu bir toplantıdır. Fitne ve kargaşaya karşı tedbir olsun diye,
tıpkı cuma namazında olduğu gibi imam (devlet başkanı) naibinin kıldırması
gerekir. Önce de söylendiği gibi; bu namazı kıldıran imam kıraati sessiz okur
(İmam Şâfıî) hutbe okumaz (İmam Şâfıî): Çünkü hutbe okunması gerektiğine dair
bir rivayet gelmiş değildir. İmam namazda uzunca okur. Rivayet olunduğuna göre
Hz. Peygamber (sas) bu namazı kıldırırken ilk rek'atta Bakara sûresi kadar,
ikinci rek'atta ise Âl-i İmran sûresi kadar okumuştur.
Eğer cuma imamı hazır değilse, herkes kendi başına iki
veya dört rek'at namaz kılar: Çünkü
bu nafile bir namazdır. Bu namazda esas, kargaşadan sakınmak ve herkesin
münferiden kılmasıdır.
Namazdan sonra da güneş açılıncaya dek duâ eder: Hz. Peygamber (sas) böyle yapmış ve şöyle buyurmuştur:
“Bu korkulu şeylerden birini gördüğünüzde; dua, zikir ve istiğfarda bulunarak
Allah (cc) a yönelin.” [141]
Ay tutulmasında herkes kendi başına (İmam Şâfıî) namaz kılar: Çünkü ay tutulması gece meydana gelir. Bu namazı kılmak için geceleyin toplanmak çok zor olur. Gündüzün şiddetli bir karanlığın çökmesi, kasırga ve düşman korkusundan dolayı kılınan namazlar da, ay tutulması namazı gibi münferid olarak kılınır: Bunun sebebini de açıklamıştık. [142]
İstiska; yani Allah (cc) ın yağmur yağdırmasını dilemek için namaz kılınmaz (İmam Şâfıî, İmam ebû Yûsuf, İmam Muhammed) Ama duâ ve istiğfar vardır. Ancak insanlar yalnız başlarına namaz kılarlarsa, bu da güzel olur: Bu hususda Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok
bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize gökden bol bol yağmur
indirsin.” [143]
“Ey kavmim,
Rabbinizden bağış dileyin. Sonra da ona tevbe edin ki, üzerinize göğü (yağmuru)
bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın.” [144] Bu
âyetlerde Allah (cc) yağmur yağdırmayı kendisinden mağfiret ve bağış dileme
şartına bağlamıştır. Meşhur bir hadîs-i şerîfde şöyle bir hadise anlatılır;
“Hz. Peygamber (sas) cuma günü bir bedevinin yanına
gitti. Bedevi ona dedi ki; yâ Rasûlallah (sas) atlar ve davarlar helak oldu,
yer kurudu. Allah (cc) a duâ et de, bize yağmur yağdırsın. Hz. Peygamber (sas)
de ellerini kaldırıp duâ etti. Bu hadise ile alâkalı olarak Enes (ra) dedi ki;
o esnada gök cam gibi idi. En küçük bir bulut dahi yoktu. Derken bir bulut
peyda oldu ve yağmur yağdı. Öyle ki; güçlü bir adam dahi evine dönünceye kadar
can kaygusuna kapıldı. Yağmur ertesi
cumaya kadar devam etti.” [145] Ayrıca Hz. Peygamber (sas) bu namazı bir kerre kılmış
ve sonra kılmamış ve dolayısıyla sünnet olmuştur. Rivayete göre Hz. Ömer (ra)
Hz. Abbas (ra) a duâ ettirerek yağmur duasına çıkmış ve duadan sonra Abbas
cemaate şöyle demiştir; “Sizler için
yağmur yağmasına vesile olacak mecadih-i sema ile duâ ettim.” [146]
İmam ebû Yûsuf ve İmam
Muhammed dediler ki; imam ezansız ve kametsiz iki rek'at namaz kıldırır.
Namazda kıraati sesli olarak okur. Sonra da bir yaya veya kendi kılıcına
dayanarak hutbe irad eder. İbn Kâs'ın rivayetine göre; İmam Muhammed bu namazda
tıpkı bayram namazında olduğu gibi tekbir alırdı. Zira İbn. Abbas (ra) rivayet
etmiştir ki; “Hz. Peygamber (sas) istiska için, bayram namazı gibi iki rek'at namaz
kıldı.” [147]
îmam ebû Yûsuf, 'bu
namazda tekbir alınmaz' demiştir. Meşhur olan da budur. Zira Abdullah b. Amir
b. Rebîa'dan rivayet olunduğuna göre; Hz. Peygamber (sas) yağmur duasına
çıkmış, hutbeden önce iki rek'at namaz kıldırmış ve bu namazda sadece iftitiah
tekbiri almıştır. Korku halinde kılınan diğer namazlara kıyasla, istiska
namazında da böyle yapılır. Duâ ederken kıbleye dönülür; zira bu sünnettir.
Sırta giyilen elbise ters çevrilir. Zira rivayete göre Rasûlullah (sas) yağmur
duasına çıkarken sırt giysisini ters çevirmiştir. Ebû Hanîfe dedi ki; diğer
dualarda sırt giysisini ters çevirmek sünnet olmadığı gibi, yağmur duasında da
sünnet değildir.
Sırt giysisinin ters
çevrilmesi; solunun sağına, sağının da soluna getirilerek giyilmesidir. Sonra
hepsi kıbleye yönelmiş, cemaat oturmuş, imam ise ayakda duâ eder. İmam Muhammed
dedi ki; “İnsanların üç gün peş peşe
yağmur duasına çıkmaları daha çok hoşuma gider.” Üç güden daha fazla
gitmek gerektiği de gelen rivayetler arasındadır.
Yağmur duasına müslümanlarla beraber zımmîler çıkmamalıdır: Çünkü İbn. Ömer (ra) bunu yasaklamıştır. Ayrıca kâfirlerin toplandıkları yere lanet ineceği zannedilmektedir. Şu halde rahmetin taleb edildiği yere bunlar gelmemelidirler. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz kâfirlerin duası hedefini şaşırmıştır.” [148]
Sehiv secdesi vâcibdir. Bazıları sünnet olduğunu söylemişlerdir. Esahh olan vâcib olmasıdır. Çünkü bu, namaza isabet eden bir noksanlık sebebiyle meşru kılınmıştır. Noksanlığın giderilmesi vâcib olduğuna göre, sehiv secdesi de vâcib olmaktadır. Sehiv secdesi sünnetin değil, vacibin terki ile yapılması vâcib olur. Tabii, vacibin kasıtlı olarak değil de, yanılarak terkedilmesinde vâcibdir.
Selâmdan sonra (İmam
Şâfıî) sehiv için iki secde daha yapılır, yeniden teşehhüde oturulur ve selâm
verilir: Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Her sehiv için
selâmdan sonra iki secdeye daha gidilir.” [149]
İmran b. Husayn ve ashabdan bir topluluk şöyle rivayet etmişlerdir; “Hz. Peygamber (sas) selâmdan sonra sehiv
için iki secde etti” [150]
Sonra denildi ki;
sehiv için iki tarafa selâm verilir. 'Tek tarafa selâm verilir' diyenler de
olmuştur ki; en güzeli de budur. Selâmdan sonra Allahü Ekber denilerek secdeye
varılır ve secdede tesbih getirilir. Sonra da baş secdeden kaldırılır. İkinci
secdeyi de böyle yapar. Sonra teşehhüde oturup duâ okur. Çünkü duanın yeri
namazın sonudur. Burası da namazın son kısmıdır.
Namazın rükünlerinden
birini fazla yapan kimseye sehiv secdesi vâcib olur: Meselâ fazladan bir rükû,
secde, kıyam veya ka'de yapan kimsenin bu hareketinden ya bir vâcib terk edilir
veya yapılması gereken bir şey sonraya bırakılır ki; bu da sehiv secdesini
gerektirir. Çünkü Hz. Peygamber (sas) son ka'deden beşinci rek'ata kalktığında
Sübhânallah denilerek uyarılınca, dönüp oturmuş ve sehiv secdesine gitmiştir.
Sessiz okuması gereken yerde sesli okuyan
veya bunun aksini (İmam Şafiî) yapan imama sehiv secdesi vâcib olur: Çünkü
sessiz okunması gereken yerde sessiz; sesli okunması gereken yerde de sesli
okumak imam için vâcibdir. Bunda esas alınacak ölçü; namazın kendisiyle caiz
olacağı bîr ses tonuyla kıraattir. Fakat bu hususda ihtilaf vardır. Ama bundan
eksiği azdır, sakınmak da mümkün değildir.
Namazın bir zikrini
terketmekle sehiv secdesi gerekmez. Kıraati, birinci ve ikinci oturuşlardaki
tahiyyatı, vitir namazındaki kunutu ve bayram namazlarındaki tekbirleri
(İmam Şâfıî) terk etmek; sehiv secdesini gerektirir: Çünkü bu saydıklarımız vâcibdirler. Bunlardan başka zikirler;
meselâ tesbih ve tekbirler sünnettir.
Rükûda veya
oturuşlarda Kur'an okuyan sehiv secdesine gider. Fakat kıyamda veya rükûda
tahiyyatı okuyan sehiv secdesine varmaz:
Çünkü ka'de ve rükû kıraatin (Kur'an-ı kerîm okumanın) yeri değildir. Şayet
okunursa, namazın keyfiyetinde değişiklik olur ki; bu da sehiv secdesini
gerektirir. Kıyam ise sena mahallidir; orada tahiyyat okunursa, sehiv secdesi
gerekmez.
Denildi ki; ka'deye
tahiyyat okuyarak başlanılır, sonra da Kur'an-ı kerîm okunursa; sehiv secdesi gerekmez. Tahiyyatı tamamlamadan yanılarak selâm
veren bir kimse sehiv secdesine gider. Çünkü verdiği selâm yerinde değildir.
İki veya daha çok hata
yapan hepsi için bir sehiv secdesi yaparsa; yeterli olur: Zira Hz. Peygamber
(sas) şöyle buyurmuştur:
“Selâmdan sonra gidilen
iki secde (sehiv secdesi) her fazlalık ve noksanlık için yeterli olur.” [151]
İmam yanılırsa, sehiv
secdesi yapar ve cemaat da ona uyar. İmam secde etmeyince, ona uyan
cemaat da secde etmez (İmam Şâfıî)
ki, imamla cemaat arasında muvafakat sağlansın, muhalefet de önlensin.
İmama uyan yanılırsa,
ne imam ne de kendisi sehiv secdesi yapar: İkisi de secde etmez; çünkü imama
uyan secde ederse, imamına muhalefet etmiş olur. İmam secde ederse, imam
kendisine uyana tabi olmuş olur ki; bu da vaziyeti tersine çevirmek demektir.
Cemaate sonradan
katılan kimse imamla birlikde sehiv secdesine varır: Bunu yapar ki; imamla
kendisi arasında muvafakat sağlanmış olsun.
Ve kaçırmış olduğu
rek'atleri, sonradan kalkıp kılar: Kaçırmış
olduğu rek'atleri tamamlarken yanılırsa; kendisi yalnız başına kılmakda olduğu
için sehiv secdesine varır. Lâhik; yani imama uyarak namaz kılmakda olan kişi,
namazda abdesti bozulunca; gidip abdest aldıkdan sonra geri gelip kaldığı yerden
namaza başlayan kimse yanılınca sehiv secdesine varmaz. Çünkü o, imama
uymuştur. İmamın arkasında duruyor gibidir. İmamla beraber secde ederse, bu
secde nazar-i itibara alınmaz. Çünkü o, namazının ilk kısmını ikmal ediyor. Bu
kişi namazını tamamladıkdan sonra sehiv secdesine varır. Çünkü önce de ifade
edildiği gibi; sehiv secdesinin yeri namazın sonudur.
Yolcunun arkasında
namaz kılan mukimin sehiv secdesi hakkındaki hükmü, mesbukun hükmü gibidir.
Bir kimse ilk ka'dede
oturmaksızın yanılarak ayağa kalkacak olup da, oturmamış olduğunu hatırlarsa; eğer oturmaya yakın halde ise, ka'deye
dönüp oturur ve tahiyyatı okur: Çünkü bir şeye yakın olan o şeyin hükmünü alır.
Öyle ise bu durumda sehiv secdesi gerekmez. Sahih olan da budur. Çünkü bu adam
kıyama kalkmamış gibidir.
Ama kıyam haline daha
yakınsa, artık ka'deye dönmez: Çünkü o, kıyamda duran kimse gibidir. Bunun için sehiv secdesine varır: Çünkü
o, vacibi terk etmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber (sas) de böyle yapmıştır.
Son oturuşda yanılıp
kıyama kalkan, kalkdığı rek'atin secdesine gitmedikçe, geriye döner: Rivayete
göre Hz. Peygamber (sas) son oturuşda yanılıp, beşinci rek'ate kalkmış;
Sübhânallah denilerek uyarılınca, ka'deye dönmüştür. Çünkü üzerinde bir rükün
kalmıştır ki; o da son oturuşdur. Geriye de döner ki; o oturuşu yerinde yapsın
ve böylece farzı tamamlanmış olsun. Ve bu kişi açıklamış olduğumuz sebeplerden
dolayı sehiv secdesine de varmalıdır. Kalktığı beşinci rek'atin secdesine
gitmişse, ona altıncı bir rek'at daha katar (İmam Şâfıî) ve böylece bu namaz nafileye çevrilmiş olur: Secdeye varmış olmakla
bu farz namaz nafile namaza dönüşmüş olur. Çünkü rek'at bir secde ile namaz
olur ve bu zaruretten dolayı o namazın farzdan çıkması gerekir. Farziyetten
çıkar ve üzerinde bir rükün kalır, farzı bâtıl olur.
Beşinciye altıncı
rek'atı ekler; çünkü beş rek'atlik nafile namaz meşru olmaz. İmam Muhammed dedi
ki; temel üzerine temel kurulmayacağına göre; bu namaz asıldan bâtıl olur. Ona
göre bu namazın farziyeti bâtıl olduğuna göre, aslı da bâtıl olmuştur. Çünkü
iftitah tekbiri farz namaz için alınmıştı. Namazın farziyeti bâtıl olunca, o
iftitah tekbiri de bâtıl olmuştur.
Ebû Hanîfe ile Ebû
Yûsuf’a göre, bu durumda namazın aslı bâtıl olmaz; çünkü farziyet sıfatının
bâtıl olması, namazın aslının da bâtıl olmasını gerektirmez. Çünkü iftitah
tekbiri farz olan bir namaz için alınmıştır.
İkinci oturuşda
tahiyyat okuyacak kadar oturur ve sonra beşinci rek'ate kalkarsa; geri döner,
selâm verir: Çünkü selâm vermek onun üzerinde bir vecibe olarak kalmıştır.
Beşinci rek'ate kalkılıp da, bir rek'atten az durulursa; bu duruş secdeye
başlamadığından dolayı nazar-ı itibara alınmaz ve ka'deye geri dönülür.
Beşinci rek'atin
secdesini ikmal ederse, farzı tamamlanmış olur: Çünkü Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Bunu söyler
veya bunu yaparsan, namazın tamamlanmış olur.”
Ve buna altıncı bir
rek'at daha ekler. Sonunda sehiv secdesi yapar. Son iki rek'atlik ilâve ise;
nafile namaz olur: Çünkü bu kişi farzı tamamladıktan sonra nafileye sahih bir
şekilde başlamıştır. Aradaki kesintiye mani olmak için altıncı rek'at eklenir.
Yalnız farzın sonunda vermesi gereken selâm vecibesi üzerinde kalmıştır.
Altıncı rek'atin sonunda vermekle selâmı asıl vaktinden sonraya bırakmıştır. Bu
sebeple sehiv secdesine varması gerekir.
Kaç rek'at kıldığı
hususunda şüpheye düşen kimseye böyle bir şüphe ilk defa geliyorsa, namazı
yeniden kılar (İmam Şâfıî) Fakat bu iş onun başına çok kerreler gelmişse,
kanaatine göre hareket eder (İmam Şâfıî). Hiç bir şeye karar veremezse en azma
göre namazını tamamlar: Bu hususda Hz. Peygamber (sas) den muhtelif haberler
rivayet edilmiştir. Rivayete göre bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
“Biriniz
namazda şüpheye düşer; üç rek'at mi,
yoksa dört rek'at mi kıldığını bilmezse, ve bu da ilk yanılması ise; namazı yeniden
kılar.” [152]
Bu hadîs-i şerîf ilk
mes'elemiz için bir nassdır. İbn. Mes'ûd'un rivayetine göre, Hz. Peygamber
(sas) namazı kaç rek'at kıldığı hususunda şüpheye düştüğünde, kanaatine göre
hareket edermiş. Biz bu kanaate göre hareket etme işini; şüphelenmenin çok
kerreler vukuu haline bağladık. İbn. Afv ile Hudrî'nin rivayetlerine göre Hz.
Peygamber (sas) şüphelenme halinde yakinî bilgisine göre hareket edermiş. Bunu
da kişinin karar verememesi durumuna bağladık ve böylece bütün nasslara uymuş
olduk.
Sonra eğer namazın
kalan kısmını kendi kanaatine göre tamamlıyorken, ka'de farzını yerine
getirmemiş olmaktan sakınmak için, namazın sonu olması muhtemel olan her yerde
oturur. [153]
Secde âyetini okuyanın
da, dinleyenin de tilavet secdesine varması vâcibdir (İmam Şafiî): Hz.
Peygamber (sas) buyurdu ki;
“Secde
âyetini okuyanın üzerinde secde vecibesi vardır. Secde âyetini dinleyenin
üzerinde de secde vecibesi vardır.” Bu hadîs-i şerîfde geçen ve üzerinde diye tercüme ettiğimiz ali’y harfi
vâciblik ifade eder. Kaldı ki; bazı secde âyetlerinde 'secde edin' emri vardır
ki; bu emir de vâciblik ifade eder.
Bazı secde âyetlerinde
ise; secde etmemek kınanır ki; bu da secdenin vâcib olduğu mânasındadır.
Tilavet secdesi geniş zamanlı bir vâcibdir. Secde âyetini okuyan kimse kâfir de
olsa, hayızlı veya nifaslı yahut cünüb veyahut abdestsiz, veya akıllı bir çocuk
yahut kadın ya da sarhoş da olsa; secdeye varması vâcibdir. Çünkü nass bu
hususda tafsilat vermemiştir. Üzerine namazın edası da, kazası da vâcib olmayan
kimsenin; meselâ hayızlı veya nifaslı kadının tilavet secdesine varması vâcib
olmaz. Zira bu secde namazın cüzlerindendir.
Secde âyetleri şu
yerlerde bulunur: A'raf’ın sonunda, Ra'd, Nahl, İsrâ, Meryem ve Hacc sûresinin
ilkinde (İmam Şâfıî), Furkan, Neml, Secde, Sâd (İmam Şâfıî) Fussilet, Necm,
İnşikak ve Alak sûrelerinde: Hz. Osman (ra) ın mushafında böyle belirtilmiştir.
Tilavet secdesinin
şartları namazın şartları gibidir: Çünkü bu secde namazın bir cüz'üdür.
Ve zamanında
yapılmamışsa, sonra kaza edilir (İmam Şâfıî): Çünkü bu secde vâciblik
makamıdır. Secde âyetinin okunduğunu işiten kimse secde ettiğinde, bu âyeti
okuyandan önce başını secdeden kaldırması mekruh olur. Zira bu âyeti okuyan
kişi imam gibidir. Kıraati sessiz olan namazlarda imamın secde âyeti okuması
mekrûhdur. Okuyacak olur da, secdeye giderse; cemaat bu âyeti duymadığı halde
ona uymak gerektiği için secdeye gider, kimi de rükûa gider ve karışıklık
meydana gelir. Sehiv secdesine varması halinde ona uydukları şekilde, tilavet
secdesine varması halinde uyarlar; karışıklığın önü alınamaz.
İmam namazda secde
âyetini okuyunca, secdeye varır ve cemaat da ona uyar: Bunun sebebini
açıklamıştık. Fakat imama uyanlardan biri secde âyetini okursa; ne imam ne de
cemaat secdeye varmazlar (İmam Muhammed): Bunun sebebini sehiv secdesi bahsinde
açıklamıştık. İmam Muhammed dedi ki; namaz bittikden sonra secde manii ortadan
kalktığı ve işitme sebebi tahakkuk ettiği için, hepsi tilavet secdesine
varırlar.
Biz diyoruz ki;
açıkladığımız sebepden dolayı imama uyan kimse namazda secde âyetini okuma
hususunda kısıtlıdır. Kısıtlının yaptığı işin de bir hükmü yoktur. Hayızlı ve
nifaslılarsa, böyle değildirler; bunlar kısıtlı değil ama, yasaklıdırlar.
Yasak, fiili yapmaya muktedir oluşu gerektirir; ama kısıtlama öyle değildir.
Hayızlıya ve nifaslıya tilavet secdesi vâcib olmaz. Çünkü bu secdeyi yerine
getirme ehliyetleri yoktur.
İmamın okuduğu secde
âyetini namazda olmayan biri işitirse; secdeye varması icab eder: Çünkü onun
hakkında secde sebebi tahakkuk etmiştir. Kısıtlama namaz haricinde bulunanlara
tesir etmez.
Namazdaki kimse
kendisiyle beraber namaz kılmayan birisinden secde âyetini işitirse, namazını
bitirdikden sonra secdeye varır: Çünkü secdeye varma sebebi tahakkuk etmiştir.
Namazdakiler hariçde duydukları bir secde âyetinden dolayı, namazda tilavet
secdesine varırlarsa, onlar için yeterli olmaz. Namazda yapmakdan menolunduklan
için, vardıkları bu secde nâkısdır. Halbuki nakıs ile nakıs olmayanın ifası
mümkün değildir. Ancak yine de bu secdeye vardıklarından dolayı, namazları
fâsid olmaz. Çünkü bu secde namaza aykırı bir hareket değildir. Secdeyi yeniden
ifa ederler. Bunu bilerek yaptıklarından dolayı da, namazın sonunda sehiv
secdesine varmaları icab etmez.
Namazda secde âyetini okuyup, namaz içinde tilavet
secdesive varmayandan, bu secdenin mes'üliyeti kalkar: Çünkü bu secde namazda
yapılması gereken bir secdedir. Hariçde varılan secdeden daha kuvvetlidir.
Dolayısıyla namazda okunan âyetin secdesi, hariçde yerine getirilmekle ifa
edilmiş olmaz. Namazda secde âyetini okuyan bir kimse dilerse bunun için rükûa
varır, dilerse secdeye varır; sonra kalkıp kıraate devam ederse, daha iyi olur.
Bu görüş Ebû Hanîfe'den rivayet edilmiştir.
Çünkü Allah (cc) a
boyun eğip teslim olmak mânasına gelen hudû, secde halinde daha mükemmel bir
şekilde yerine getirilmiş olur. Namazda okunan secde âyetinin secdesi, namazda
varılan aslî secde ile de yerine getirilmiş olur. Çünkü namaz secdesi tilavet
secdesine her bakımdan muvafık olmaktadır.
Tilavet secdesine
varılırken niyyet edilir. Niyyet edilmezse; En-Nevadir'de anlatıldığına göre
caiz olmaz. Zatıf bir kavle göre ise, caiz olur. Çünkü niyyetsiz de yapılsa,
vacibin kendisi yerine getirilmiştir. Rükûda tilavet secdesine niyyet edilirse,
tilavete daha yakın vaziyette bulunduğundan bir rivayete göre caiz olur. Başka
bir rivayete göre caiz olmaz. Çünkü ardı sıra yapılan secde tilavet secdesinin
yerine geçer. Zira açıkça görüldüğü gibi namaz secdesi ile tilavet secdesi
arasında hem-cinslik vardır. Bu görüş Ebû Hanîfe'den rivayet edilmiştir.
Aynı yerde bir secde
âyetini tekrarlayan kimsenin bir secde yapması yeterli olur: Ki; zorluk
giderilmiş olsun. Çünkü öğretenlerle öğrenenler âyetleri tekrarlamak
zorundadırlar. Eğer secde âyetini her tekrarladıkça secdeye varma teklifi de
artsaydı, Öğretenlerle öğrenenler için zorluk olurdu. Çünkü Cebrail (a.s) secde
âyetlerini Hz. Peygamber (sas) e okur, Hz. Peygamber (sas) de aynı âyeti hemen
ashabına nakledip duyururdu. Ama iki defa değil, sadece bir defa secdeye
varırdı.
Secdeye varmak isteyen
kimse evvelâ tekbir alır (İmam Şâfıî) ve secdeye gider, sonra yine tekbir alır
ve secdeden kalkar: Tıpkı namaz secdesi gibi ifâ edilir. İbn. Mes'ûd (ra) dan
böyle rivayet edilmiştir. Bu secdeden sonra teşehhüd ve selâm yoktur. Çünkü
teşehhüd ve selâm tahlil; yani namazdan çıkış içindir. Oysa burada tahrim; yani
iftitah tekbiri alarak namaza giriş yoktur ki; tahlil, yani çıkış için lâzım
olan teşehhüd ve selâma ihtiyaç olsun. [154]
Bir hasta ayakda duramaz veya durduğu takdirde hastalığının artmasından korkarsa; namazını oturarak kılar. Secde ve rükûuna varır. Secde ve rükûa da gücü yetmezse, imâ ile namaz kılar.
Oturmaya da gücü olmayan hasta; ayakları kıble tarafına gelmek üzere arka üstü (İmam Şâfıî) veya yan yatarak, namazını imâ ile kılar: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Hasta namazı ayakda kılar. Yapamazsa, oturarak kılar. Yapamazsa, arka üstü yatarak imâ ile kılar. Bunu da yapamazsa, Allah (cc) onun mazeretini en fazla kabul edecek olandır.” [155]
Başka bir vesileyle
de, Hz. Peygamber (sas) İmran b. Husayn (ra) a şöyle buyurmuştur:
“Namazı
ayakda kıl. Yapamazsan oturarak kıl. Onuda yapamazsan, yan yatarak kıl.” [156] Çünkü teklifler
kişinin gücü nisbetindedir. Ama en iyisi arka üstü yatarak kılmakdır ki; imâsı
kıble tarafına yönelmiş olsun. Asıl vaziyetleri de göz önüne alınarak; secde
için yapılan imânın, rükû için yapılan imâdan daha fazla baş eğilerek yapılması
gerekir.
Hasta üzerinde imâ
etmek için bir şeyi başına doğru kaldırıp üzerine secde ederse; başını rükû
için eğdiğinden daha fazla eğmiş ise, caiz olur: Çünkü bu durumda imâ yerine getirilmiş olur.
Eğmemişse caiz olmaz:
Çünkü bu durumda imâ yapılmış olmaz.
Bir hastanın rükû ve
secdeye gücü yetmediği halde, ayakda durmaya gücü yeterse, namazını oturarak
imâ ile kılar (İmam Şâfıî): Kıyam; rükû ve secde için farz olmuştur. Çünkü huşu
ve hudûun doruğuna rükû ve secdede ulaşabiliyoruz. Bu sebeple de, tilavet ve
sehiv secdelerinde olduğu gibi, kıyamsız secde meşru kılınmıştır. Ama secdesiz
bir kıyam meşru kılınmış değildir. Kıyamın meşru kılınışı için aslolan rükû ve
secde mecburiyeti kalktığına göre, kıyam mecburiyeti de kalkar. Ama yine de bir
kimse ayakda imâ ile namaz kılarsa, caiz olur. Ama en iyisi oturarak imâ
kılmakdır. Çünkü bu şekil, secdeye daha çok benzemektedir.
Başı ile imâya
muktedir olamayan hasta namazı tehir eder: Bunu teyid edici bir hadîs-i şerîf
rivayet etmiştik. Kişi bu halde ölürse, üzerinde namaz borcu olmaz. Ama
iyileşirse sahih görüşe göre zorluğu gidermek için fazla değil sadece bir gün
ve bir gecenin namazlarını kaza eder. Tıpkı delirme ve bayılma hallerinde
olduğu gibi. Fakat uykuda kalma hali böye değildir; uykuda kalınan müddet uzun
sürse bile, orada geçen namazlar kaza edilir. Zaten umumiyetle kişi bir gün ve
bir geceden daha uzun bir müddet uykuda kalamaz.
Gözleriyle (İmam
Züfer, İmam Şâfıî) kalbi ve kaşlarıyla (İmam Züfer, İmam Şâfıî) imâ etmez:
Çünkü secdenin farzlığı bu şeylerle edâ edilmiş olmaz. Tıpkı el ve ayakla
imânın caiz olmadığı gibi, yukarıda sayılan organlarla da imâ caiz olmaz. Ama
baş ile caiz olur. Çünkü secdenin farzlığı, baş ile eda edilmektedir. İmam
Züfer dedi ki; kalb ile imâ eder. Çünkü niyyet ve ihlas gibi bazı farzlar kalb
ile yerine getirilmekdedir. Bu gibi farzlar kalb ile yerine getirildiğine göre,
diğer farzlar da yerine getirilir.
Buna verilecek cevap
şudur: Kalb ile yapılan imâ niyyettir. Ama bu, hacc gibi, organlarla yapılan
fiilin yerine geçmez.
Namazının bir kısmını
ayakda kılıp, sonra ayakda durmaya gücü kalmayan kimse namaza başlamadan önce
âciz olan kimse gibidir: Yani
oturabilirse, oturarak namazını tamamlar. Oturamazsa, sırt üstü uzanarak
tamamlar. Bu durumda zayıfı kuvvetli üzerine kurmuş olur ki; bu caizdir.
Oturarak namaza başlayan bir kimse, sonra ayakda durma gücünü kendisinde
bulursa; ayakda kılarak namazını tamamlar. İmam Muhammed bu görüşe muhalifdir.
Oysa, önce de anlatıldığı gibi ayakda duranın oturmakda olan imama uyarak namaz
kılması İmam Muhammed'in aksine, İmameyn'e göre caizdir.
İmâ ile namaz kılan,
sonra rükû ve secdeye varacak kuvvet bulursa; namazını bırakıp yeniden kılar
(İmam Züfer, İmam Şâfıî): Çünkü bozmadan namazını devam ettirmesi halinde zayıf
temel üzerine kuvvetli binayı kurmuş gibi olur ki; evvelce de anlatılan
sebeplerden dolayı, bu caiz olmaz.
Deliren yahut bayılan
bir kimsenin üzerinden beş vakit geçmişse, onları kaza eder (İmam Şâfıî). Geçen
namazlar beşden fazla ise, üzerlerinden düşerler. Kaza da edilmezler: Ki,
zorluk giderilsin. Bu hüküm delirme ve bayılmanın tekerrürü sebebiyle geçen
namazların sayısının çok olması halinde geçerlidir. Bu Hz. Ömer (ra) den, oğlu
Abdullah (ra) dan ve Ebû saîd el- Hudrî (ra) den nakledilen bir hükümdür.
Yaralı bir hasta altında necis elbiseler var ve de altına bir şey serildikçe, o
şey hemen o anda pisleniyorsa; hasta o haliyle arka üstü uzanarak namazını
kılar. Altına serilecek olan şey hemen o anda pisleniyor, ama altında duran
yaygı kımıldadığında hastalığı artacaksa veya gözünden su akması gibi,
kendisine sıkıntı ve ızdırap verilecekse; yine aynı şekilde arka üstü uzanarak
namazını kılar ki; zorluk bertaraf edilmiş olsun.
Binek üzerindeki bir
hasta kendisini bineğinden indirecek birini bulamıyorsa, farz namazını binek
üzerinde imâ ile kılar. Bir kimse hastalık veya yağmur yahut çamur veyahut
düşman korkusu sebebiyle bineğinden inemiyorsa da, farz namazını binek üzerinde
imâ ile kılar. Zira rivayete göre Hz. Peygamber (sas) bir yolculukda iken, dar
bir geçide vardığında namaz vakti girmişti. O esnada üstten yağmur yağmaya,
alttan da her taraf su ve çamur olmaya başlamıştı. Bineğin üzerinde ezan ve
kamet okumuş, öne geçerek cemaate binek üzerinde namazı imâ ile kıldırmıştı.
İmâ ederken de başını secdede rükûdakine nisbetle daha fazla eğiyordu. [157]
Kişi binekden
inemeyince, tıpkı korku halinde olduğu gibi yere inerek, namazı rükûlu ve
secdeli kılma teklifi üzerinden kalkar. Bu gibilerin binek üzerinde namaz
kılmaları caiz olduğuna göre; yapmaları farz olan şey namazlarını imâ ile
kılmalarıdır. Çünkü binek üzerinde bulunan kimse rükû ve secdeyi tam yapamaz.
Bunun böyle olması gerektiğine dair rivayetler de vardır. Kişi bineğinden
inebilir ama, yerdeki çamur sebebiyle rükû ve secdeyi ifa edemezse, ayakda
durarak namazını imâ ile kılar. Çünkü bu kişi rükû ve secde yapmakdan âcizdir. Binek üzerinde kılarken
bineği durdurur. Çünkü seyir halinde intikal ve değişiklik vardır ki; bu
şeylerin namazda vuküu caiz değildir. Bineği durdurması mümkün olmazsa, korku
halinde olduğu gibi bineğin seyri halinde de namaz kılması caiz olur.
Gemideki bir kimsenin
kıyıya çıkma imkânı ve gücü varsa; kıyam, rükû ve secdeyi tam olarak yerine
getirebilsin diye kıyıya çıkması müstehabdır. Şartları mevcud olduğu için,
gemide namazını kılması da caizdir. Gemi kıyıya bağlı ise, namazı ayakda kılar.
Gemi karaya oturmuşsa, yine ayakda kılar. Çünkü geminin kendisi de yere
oturmuştur. Bu sebeple namazın rükünlerini tam olarak yerine getirmesi gerekir.
Gemi seyir halinde olsa da, namazını ayakda kılar. Ayakda kılmaya gücü yettiği
halde, oturarak kılarsa, kâfi gelir ama, iyi etmemiş olur. İmameyn dediler ki;
caiz olmaz; çünkü kıyam namazın bir rüknüdür, terki caiz olmaz. Bu durumda gemi
kıyıya bağlanmış gibi olur. Ebû Hanîfe'nin bu konudaki dayanağı İbn. Sîrîn'in
şu rivayetidir: Makil nehri kıyısında Enes (ra) bir geminin güvertesinde o ve
biz oturmuş halde iken bize imamlık edip namaz kıldırdı. Çünkü gemide
umumiyetle baş dönmesi vukûbulur. Umumiyetle görülen bir şey ise; yolculukdaki
gibi muhakkak meydana gelen bir şey olarak kabul edilir.
Yolculuğu misal
verdik; bunda umumiyetle meşakkat vardır. Genelde meşakkatin görülmesi her
zaman görülüyor gibi kabul edilir. Bu sebeple her yolculukda ruhsat vardır.
Gemi yolculuğunda da tanınan ruhsat; yani namazın oturularak kılınması
kolaylığı bu sebepden tanınmıştır. Ama kıyıya bağlı olan gemide namaz ayakda
kılınır. Çünkü bu durumda gemi tamamen kara parçası hükmündedir. Seyir
halindeki gemi yön değiştirince, namazdaki kişi de olduğu yerde kıbleye döner.
Çünkü bu kişi yerde namaz kılan bir kimse gibi olup, kıble istikametine
zahmetsizce yönelebilir. Yönelme yükümlülüğü üzerinden kalkmaz ama, binek
üzerindeki kimsenin durumu buna benzemez. Çünkü kendisini yolundan saptıracak
ise, kıble istikametine dönmesi imkansızlaşır. Bu sebeple mazeretli sayılır ve
kıbleye dönme teklifi üzerinden kalkar. Doğrusunu Allah (cc) bilir. [158]
Dört rek'atli bir namaz
yolcuya iki rek'at olarak farzdır (İmam
Şâfıî): Hz. Âişe (ra) dedi ki; “Aslında
namaz iki rek'at olarak farz kılındı. Sonra hazar hali için artırıldı. Fakat
yolculuk hali için eski miktarında bırakıldı.” [159] Bu,
üzerinde fikir yürütülmeksizin böyle bilinir. Bu hususda Hz. Ömer (ra) şöyle der; “Yolculuk namazı iki rek'attir, cuma namazı iki rek'attır. Hz.
Peygamber'inizin lisanıyla bu, kısaltma yapılmaksızın tam olarak böyledir.”
İbn Abbas (ra) dan
rivayet olunduğuna göre; Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Doğrusu Allah
(cc) Peygamberinin lisanı üzere namazı hazarda dört, seferde ise iki rek'at
olarak üzerinize farz kıldı.” [160] Hz.
Ali (ra) de böyle bir rivayette bulunmuştur.
Sabah, akşam ve vitir
namazlarına gelince; bunlarda kısaltma olmadığı hususunda icmâ vardır. Kısaltma
yapılması gereken bir namazı dört rek'atte tamamlayan bir kimse sünnete
muhalefet etmiş olur. Çünkü Hz. Peygamber (sas) hicretten sonra Mekke halkına
namaz kıldırdığında, iki rek'at kıldırmış; sonra da onlara şöyle buyurmuştu;
“Namazınızı (dört rek'ate)
tamamlayın. Çünkü biz seferi bir kavimiz.” [161]
Seferi bir kimse,
kısaltarak kılması gereken bir namazı dört rek'at olarak kılıp, ikinci ka'dede
oturduğunda, ilk iki rek'at onun için farz yerine geçer. Ama selâmı tehir edişi
sebebiyle iyi etmemiş olur. Son iki rek'att da farza ilâve ettiği için, onlar
da nafile olurlar. İkinci ka'deye oturmazsa, farzı bâtıl olur. Çünkü o bir
rüknü terk etmiştir ki; o rükün de namazın sonunda oturmakdır. [162]
Bir kimse deve
yürüyüşü ile ve yaya olarak üç gün üç gecelik bir yola gitme kasdıyla şehrin
evlerinden ayrılınca, yolcu olur:
Çünkü o, bulunduğu şehirden çıkmadıkça, seferî olmaz. Ashab şehir dışındaki
kulübeleri kasdederek; “Şu kamışdan
yapılmış kulübeleri geride bıraktığımızda, namazı kısaltarak kılarız.”
demişlerdir. [163]
Mesafenin takdirine
gelince; Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Seferî olan kimse
mestine üç gün üç gece müddetle mesheder.” [164] Bundan maksat bütün yolcuların hükmünü açıklamaktır
ki; ruhsatın faydası umumî olsun. Ruhsat ile alâkalı hükümlerin taalluk
ettiği yolculuk üç günden az bir müddetle mukayyed olsaydı, hükmü beyan edilmemiş
yolcular da geride kalmış olurdu. Yukarıdaki hadîs-i şerîfde geçen
ve 'seferî' diye tercüme ettiğimiz elmisafir
kelimesinin başındaki lâm-ı tarif cins içindir. Şu halde bütün seferiler
bu hükmün kapsamına girmektedirler. Kendisi için bu hükmün sabit olmadığı kimse
seferî olmaz.
Deve yürüyüşü ile ve
yaya demiştik; çünkü bu yürüyüşler mutad olan vasat yürüyüşlerdir. Ama suda
seyir çok hızlı, buzağı üstünde gitmek ise çok ağırdır. Bu sebeple biz deve
yürüyüşü ile yaya yürüyüşünü kabul ettik. Umumiyetle bu yürüyüşler esasdır ve
vasat seviyedeki yürüyüşlerdir. [165]
Dağlık bölgelerde
kendisine bağlı bir yürüyüşe, denizde de normal havadaki yelkenlinin seyrine
itibar edilir: Çünkü denizde vasat seyirli gemi, yelkenlidir. Rüzgârların ne
şiddetli ne de sakin olduğu bir havada yelkenlinin üç gün üç gecede katettiği
mesafe bu hususda esas alınır.
Bir yolcu oturduğu
şehre gelinceye kadar yolcu olduğu gibi, gittiği şehir veya köyde on beş gün
kalmaya niyyetli olmadıkça, yolculuk hükmü devam eder: Çünkü seferîlik sahih
olarak başladıktan sonra hükmü ancak ikametle, yani mukim olmakla değişir.
Mukimlik ise, niyyet ya da ikamet mahalline gitmekle başlar. Mukimlik,
seferîliği terk etmek demektir. Bu niyyetle bir araya gelince, daha da tamam
olur. Ama mukim böyle değildir; o, niyyet etmeden seferî olamaz. Çünkü
seferîlik bir fiili meydana getirmektir ki; o da niyyetsiz olamaz.
Seferînin kendi ikamet
ettiği vatanına girmesine gelince; mukimlik, rahatlık ve kolaylığa kavuşmak
demek olduğuna göre, bu kişinin kendi vatanında niyyetsiz olarak husule gelir.
Rivayete göre Hz. Peygamber (sas) ve ashabı yolculuğa çıkar ve vatanlarına
dönerlerken de niyyet etmeksizin mukim olurlardı. [166]
Seferîlik müddetinin
onbeş günle kayıtlanmasına gelince; bu hüküm İbn. Abbas (ra) dan ve İbn. Ömer
(ra) den nakledilmiştir. Bu hüküm tartışmasız olarak böyle bilinir. Çünkü
seferîlikde az da olsa bekleme durumları mutlaka görülür. Kadınların temizlik
müddetini de nazar-ı itibara alarak onbeş günlük müddeti çok bir fasıla saydık.
Çünkü bu müddetin namazın farziyeti ve yükümlülüğünün kalkması hususunda tesiri
vardır.
Bundan dolayı onbeş
günden az kalmaya niyyet edip, orada kalması uzayıp, onbeş günü aşsa da; o
kimsenin yolculuğu devam eder: Zira
rivayete göre Hz. Peygamber (sas) Tebük'de yirmi gece kalmış ve bu müddet
zarfında namazlarını kısaltarak kılmıştı. [167] ou
Enes (ra) den rivayet; Hz. Peygamber (sas) ashabı Sus'da dokuz ay kalmışlar ve
bu müddet zarfında namazlarını kısaltarak kılmışlardı.
Asker, köle ve zevce
gibi başkasına uymaya mecbur olanlar itaat etmeleri gereken kimsenin yolcu
olmasıyla yolcu olur; onun mukim olmasıyla da mukim olurlar: Çünkü bunların
âmirlerine muhalefet etmelerine imkân yoktur.
Seferi bir kimse
ikamete niyyet etmekle mukim olur: Bunu açıklamıştık.
Fakat asker düşman
yurduna girer veya bir yeri kuşatırsa, orada ikamete niyyet etmekle seferi
olmakdan çıkamaz: Askerlerin
ikametleri kendi seçeneklerine bağlı değildir. Çünkü askerler bir harekâtta
ikamete niyyet eder de, sonra mağlubiyete uğrarlarsa, oradan ayrılıp giderler.
Bu sebeple oradaki ikamete niyyetleri sahih olmaz.
Kürt ve Türkmenler
gibi göçebelerin sahra ve mer'a gibi
bir arazide ikamete niyyetleri sahihdir: Çünkü âdete göre orası onların
ikametgâhlarıdır. Şehir ve köyler nasıl kendi ahalileri için ikametgâh iseler,
buralar da göçebeler için ikâmetgâhdır.
Bir kimse iki ayrı
yerde ikamete niyyet ederse, bu sahih olmaz: İki ayrı ikametin sahih olacağını
söylersek, daha fazla yerde ikametin de sahih olduğunu söylememiz gerekir ki;
bu imkânsızdır.
Ancak hangisinde
geceleyecekse, oradaki ikamet sahih olur: Çünkü gecenin geçirildiği yer ikamet
yeridir. Görmez misin ki; bir esnaf gündüzleyin dükkânda durur ama evinin
bulunduğu mahallenin sakini sayılır.
Bir namazın kısa veya
tam kılınmasında muteber olan husus vaktin sonudur: Çünkü namazın vücubu,
vaktin sonuna taalluk eder. Öyle ki; bir kimse vaktin sonunda yolculuğa
çıkarsa, o vaktin namazını eğer
kalmamışsa kısaltarak kılar.
Seferî bir kimse vaktin sonunda yolculuğu
sona erip mukim olursa, o vaktin namazını eğer kalmamışsa tam kılar.
Seferî kimse vaktinin
dışındaki bir namazda mukime uymaz: Çünkü
ikisinin de farzları kendi durumlarına göre kesinlik kazanmıştır.
Eğer seferî vakit
içinde mukime uyarsa, namazını tanı olarak kılar: Çünkü kendisi mukim olan
imama tabi olmayı kabullenmiştir. Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“İmam ancak
kendisine uyulması için imam olmuştur. Öyle
ise imamlarınıza muhalefet etmeyin.” [168] Seferinin imama uyması demek, namazını dört rek'at
olarak kılmasıdır.
Seferî olan mukim
olana imamlık yaptığında iki rek'atte selâm verir: Çünkü kendisinin farzı
tamamlanmıştır.
Ve mukim olan kimse bu
durumda namazını dört rek'at kılarak tamamlar: Çünkü namazını tamamlama
mükellefiyeti üzerinde halen durmakdadır. Seferî imamın kendisine uyarak namaz
kılmakda olan mukim, cemaate; siz namazınızı tamamlayın; biz seferî bir kavmiz,
demesi müstehab olur. Çünkü Hz. Peygamber (sas) in böyle buyurduğu nakledilir.
Âsi olanla (İmam
Şafiî) muti olan seferîlik ruhsatında birbirlerine müsavidirler: Zira bu
konudaki nasslar mutlaktırlar. Âsi ve muti ayırımı yapmamaktadırlar. Meselâ şu
âyet ve hadîslerde böyle bir ayırıma gidilmemiştir;
“Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa.” [169]
“Eğer (herhangi bir şeyden) korkarsanız (namazlarınızı)
yürüyerek yahut binmiş olarak (kılın). [170]
“Eğer hasta olur
veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız; yahut sizden biriniz ayak yolundan
gelirse, yahut kadınlara dokunup da (bu hallerde) su bulamamışsanız, o zaman
temiz bir toprakla) teyemmüm edin,” [171]
Hz. Peygamber (sas) de şöyle
buyurmuştur:
“Seferi mestine üç
gün üç gece müddetle mesh eder.” [172] Ayırım yapmaksızın seferîlik ruhsatı her yolcuya
tanınmıştır. Mübah bir maksatla yolculuğa başlayan, ama daha sonra bir mâsiyete
niyyet eden kimse de seferidir ve seferilere tanınan ruhsatlardan yararlanır.
Pekâlâ, şu âyete ne
denilecek;
“(Her kim bu
(haram) şeylerden yemeğe mecbur kalırsa), başkasının hakkına saldırmadan ve
haddi aşmadan (bir miktar yemesinde günah yoktur.)” [173] Yani
bunları yerken lezzet almak için yemez ve zaruret miktarından fazlasını da
yemezse, günahkâr olmaz. Mâsiyet amacıyla yapılan yolculuklarda biz, mâsiyeti
ruhsat için bir sebep saymıyoruz. Ancak yolculukda, ayakların yürümesinden
doğan zorluk ve maşakkati, sıcaklık ve soğukluğu ruhsat sebebi sayıyoruz. Mahzurlu
olan şey, bu seferdeki şayet varsa mâsiyettir. Yoksa salt mânada yolculuk
ruhsat için mübah bir sebeptir. Bu bakımdan arada fark vardır. [174]
Şunu bilmeliyiz ki; vatan üçdür:
1- Vatan-ı aslî: buna 'ehli' de denilir. Kişinin kendi
ailesiyle yaşamakda olduğu yerdir. Ancak kendi misliyle iptal olur. Şöyle ki;
Bir kimse içinde bulunduğu memleketinden ayrılıp, ailesiyle birlikde yerleşmek
maksadıyla başka
bir beldeye intikal
ederse, eski vatan-ı aslîsi iptal olur ve taşındığı yer onun vatan-ı aslîsi
olur. Bilindiği gibi Hz. Peygamber (sas) Medine'ye intikalinden sonra Mekke'ye
gittiğinde onlara imamlık yaparken;
“Namazınızı tamamlayın, biz seferi bir kavmiz.” buyurarak; kendisini Mekke'de seferi olarak tarif
etmişti.
2- Vatan-ı ikamet: Bu, yolcunun vardığı ve içinde onbeş
gün kalmaya niyyet ettiği vatandır. Bu vatan-ı aslî ile iptal olur. Çünkü
vatan-ı aslî, vatan-ı ikametin üstündedir. Kendi misli ile de iptal olur. Çünkü yolcu oraya intikal
etmiştir. Sefere çıkmakla da iptal olur; çünkü sefer ikamete zıt bir
harekettir.
3- Vatan-ı süknâ: Bu kişinin onbeş günden az kaldığı bir
konakdır. Hem vatan-ı aslî ile, hem de vatan-ı ikametle iptal olur. Çünkü o
ikisi bunun üstündedirler. Kendi misli ile de iptal olur. Çünkü yolcu orayı
bırakıp diğer yere geçmiştir. Bu; vatanın zayıflığını, burada oruç tutmanın ve
namazı tam kılmanın farz olmayışını açıkça beyan etmekdedir. Doğrusunu Allah
(cc) bilir. [175]
Bil ki; cuma namazı muhkem bir farizadır. Özürsüz
terk edilmesi caiz değildir. Zira Allah (cc) buyurdu ki;
“Cuma günü namaza
çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah (cc) ı anmaya koşun, alışverişi bırakın.”[176] Câbir (ra)
in rivayet ettiği uzun bir hadîs-i şerîfde de Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur: “Bilesiniz ki Allah (cc) şu günümde, şu ayımda, şu senemde, şu
makamımda cuma namazını kıyamet gününe kadar (devamlı) yerine getirilmesi
gerekli bir fariza olarak size farz kılmıştır.”
Cuma namazı sadece
hürr, sıhhatli ve şehirde oturan erkeklere farzdır: Hz. Peygamber (sas) bu
hususda şöyle buyurmuştur:
“Cuma namazı
kadın, çocuk ve köle haricindeki her müsîümana farzdır.” [177] Ve yine buyurmuştur:
“Dört kimseye Cuma
namazını kılma mükellefiyeti yoktur: Köle, hasta, yolcu ve kadın.” [178] Köleler kılmazlar;
çünkü efendilerinin hizmetiyle meşguldürler. Kadınlar da kocalarının
hizmetiyle meşgul olurlar. Onun cemaatlere gitmeme mazeretini de açıklamıştık.
Hasta kimse ise, âciz olduğu için cuma namazını kılmaz. [179]
Körün cuma namazını
kılmakla mükellef olup olmadığı hususunda ihtilaf edilmiştir: Ebû Hanîfe, körün
cuma namazını kılması farz değildir, demiştir. İmameyn ise şöyle demişlerdir:
Kendisini camie götürecek birini bulabilirse, körün de cuma namazı kılması farz
olur. Çünkü bu durumda o Allah (cc) in zikrine koşmaya, camie gitmeye muktedir
olur. Bu haldeki kör; kaybolmuş, yolunu yitirmiş kimse gibi olmaktadır.
Kendisini camie götürecek birini bulduğunda, onun da cuma namazını kılması farz
olur.
Körün cuma namazını
kılmakla mükellef olmadığını söyleyen Ebû Hanîfe'nin bu hususdaki gerekçesi
şudur; kör de hasta gibi cuma namazını kılmakda şahsen âcizdir. Başkasının
yardımı ile bu namazı kılmaya muktedir olmaz. Çünkü kendisine kılavuzluk eden
adam camie götürürken onu yolda bırakabilir.
Şehirlerde ikamet eden
erkeklere cuma namazı farzdır, denilmiştir: Çünkü Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Ancak insanları
bir arada toplayan şehirde cuma namazı kılınır, teşrik tekbirleri alınır,
ramazan ve kurban bayramı namazları kılınır.” Açıkladığımız sebeplerden dolayı cuma namazı şehirlerde (İmam Şâfıî) veya şehrin yakınında hazırlanmış olan
namazgâhda kılınır: Çünkü şehrin yakınındaki namazgah da şehir hükmündedir. [180]
Bir beldenin halkı
camilerinin en büyüğünde toplandıklarında, cami onları almazsa, o yere 'şehir
denilir: Bu görüş İmam ebû Yûsuf dan rivayet edilmiştir. Muhammed b. Şucâ
es-Selcî bu hususda söyleneceklerin en güzeli budur, demiştir. Denildi ki;
şehir her zenaatkârın kendi mesleğiyle uğraştığı yerdir. Kerhî dedi ki; şehir,
hadlerin tatbik edildiği, hükümlerin infaz edildiği yerdir. Bazıları buna şu
ilâvede bulunmuşlardır: Şehir; insanların geçimlerinde ihtiyaç duydukları
şeyleri buldukları yerdir.
İmam Muhammed'den
nakledilen görüşe göre; devlet reisinin şehir olarak kararlaştırdığı yer şehirdir.
Meselâ hadleri ve kısasları tatbik için bir köye vekil gönderirse, o köy şehir
olur. Vekili vazifeden azleder veya yanına çağırırsa, orası yine köy haline
döner. [181]
Cuma namazını devlet
reisi veya vekili kıldırır (İmam Şâfıî): Çünkü böyle olmazsa, her cemaat
kendine bir imam seçer. Bir imamın arkasında namaz kılma hususunda ittifak
etmezler ve bu sebeple de aralarında çekişme meydana gelir. Bazan bu yüzden
belki de vakit geçer ve cuma namazını kılamazlar. Ayrıca bu fitne ve kargaşaya
da yol açar. Ama sultanın veya vekilinin kıldırması halinde böyle
anlaşmazlıklar meydana gelmez.
Cuma namazının vakti;
öğle namazının vaktidir: Enes (ra) in bu hususda söylediği söz şudur; “Biz Rasûlullah (sas) ile beraber cuma
namazını güneşin tepe noktasında batı tarafına meyletmeye başladığı esnada
kılardık.” [182]
Cuma namazı öğle namazının
yerine geçtiğinden dolayı, öğle
namazının mükellefiyeti üzerimizden kalkmakta ve Cuma namazı da öğle namazının
vaktinde kılınmaktadır.
Hutbesiz cuma namazı
caiz değildir: Zira Allah (cc) buyurdu ki;
“Hemen Allah
(cc) ı anmaya koşun.” [183] Ancak farz olan bir şeye koşulup gidilir. Hz.
Peygamber (sas) cuma namazını hutbesiz kılmış değildir. Hz. Âişe (ra) demiş ki;
cuma namazının (dörtten iki rek'ate) kısaltılması hutbeden dolayıdır ve hutbe
namazdan evvel okunur. Bu hususda icmâ vardır. Hz. Peygamber (sas) böyle
yapmıştır. Ondan sonra imamlar da günümüze kadar böyle yapagelmişlerdir.
İmam iki hutbe okur:
Arkasını kıbleye döner, ayakda ve cemaate karşı okur.
Ve ikisinin arasında
az bir oturuşla fasıla verir: Hz. Peygamber (sas) in ve ondan sonra imamların
böyle yaptıkları haber verilmiştir.
Hutbede sadece Allah
(cc) ı zikretse de caiz olur (İmam Şâfıî, İmam ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Sübhânallah
ve benzeri bir şey söylese de caiz olur. Bir mazeret olmadan hatib bunu kasıtlı
olarak böyle yaparsa, sünnetten sapmış ve iyi etmemiş olur. İmameyn dediler ki;
hutbe denebilecek kadar uzun bir zikirde bulunmak gerekir. Çünkü cuma namazında
hutbe (yani cemaate hitapda bulunmak) şarttır. Sübhânallah veya elhamdülillah
demeğe hutbe adı verilemez. Sübhânallah ve benzeri bir şey söylemekle de hutbe
şartı yerine getirilmiş olur, diyen Ebû Hanîfe'nin dayanağı şudur; Sübhânallah
veya elhamdülillah demek de hutbedir. Çünkü bunlar çok mânaları kapsarlar.
Muteber olansa, kelimeler değil mânalardır. Adamın biri Hz. Peygamber (sas) e
gelerek;
“Ey Allah (cc) ın Rasülü! Beni cennete koyacak bir ameli bana öğret” demiş. Hz. Peygamber (sas) de ona şu cevabı
vermiştir;
“Hutbeyi kısa
tutarsan, mes'eleyi arz etmiş olursun,”
Sübhânallah veya
elhamdülillah demeğe hutbe adı verildi. Hutbenin uzunluk sınırı yoktur. Demek
ki; câizlik en azına da bağlanabiliyor. Zaten Allah (cc) da buyurmuyor mu;
“Hemen Allah
(cc) ı anmaya koşun.” [184] Bu
bir zikirdir ve cuma namazı bununla caiz olur.
Hutbenin ayakda ve
abdestli olarak okunması daha faziletlidir: Selefden nakledilen farz budur.
Fakat oturarak ve
abdestsiz okunursa da caiz olur: Zira rivayet olunduğuna göre Hz. Osman (ra)
yaşlandığında hutbeyi oturarak irad edermiş. Kaldı ki, hutbe okumak için
abdestli olmak şart değildir. Hutbe zikirdir; onu okumak için kıbleye yönelmek
şart değildir. Kur'an-ı kerîm, ezan ve kamet okumak için abdestli olmak şart
ise de, hutbe için şart değildir. Yalnız abdestsiz okunması halinde hutbeden
sonra namaz için abdest gerekli olduğundan; hutbe ile namaz arasına abdest alma
fasılası koymak mekruh olur. Böyle yapan biri iyi bir iş işlememiş ve sünnete
muhalefet etmiş olur.
Hutbe okurken,
cemaatin orada hazır bulunması şarttır: Çünkü
'cemaat’ kelimesi 'cuma' kelimesinden türemiştir. Bu hususda ihtilaf yoktur.
Yalnız cemaat için kaç kişinin mevcut olması gerektiği hususunda ihtilaf
etmişlerdir: Ebü Hanîfe dedi ki; imamdan başka üç kişinin bulunması, imam ile
diğer üç kişinin de cuma namazından başka namazlarda cemaat olarak kendilerine
uyulması caiz olan kimselerden olmaları şarttır.
İmam ebû Yûsuf ile
İmam Muhammed dediler ki; imamdan başka iki kişinin bulunması gerekir. Sahih
rivayete göre İmam Muhammed bu hususda Ebû Hanîfe ile beraberdir. 'İmamdan başka
iki kişinin bulunması gerekir’ diyen Ebû Yûsuf’un dayanağı şudur: İki kişi de
cemaattir; çünkü cemaat kelimesi 'ictimâ'dan türemiştir ki, burada içtimâ; yani
iki kişinin bir araya gelmesi hadisesi vardır. Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'in
dayanağı ise şudur; sahih cem' üçdür. Daha azının cem' sayılıp sayılmadığı
hususunda ihtilaf vardır.
Cuma namazının
kılınabilmesi için cemaatin hazır olması; üzerinde icmâ edilen bir şarttır. Şu
halde bu namaz ihtilaflı şeyle edâ edilemez. İmam Muhammed dedi ki; bir şehirde
cuma namazı iki, üç yerde kılmabilir. Ama daha fazla yerde kılınması caiz
değildir. Çünkü şehrin etrafı genişleyince, halkın cuma namazı için bir uçdan
diğerine gitmesi zorlaşır. Zorluğu gidermek için cuma namazının birden fazla
camide kılınmasına müsaade edilmiş ve bu zorluk da, üç camide kılmaya izin
verilince, ortadan kalkar.
Cuma kılınacak
camilerin 'üç' sayısını, üçden fazlaya çıkarmaya ihtiyaç yoktur. Bu sebepledir
ki; Hz. Ali (ra) bayram namazını Medine haricindeki namazgâhda kıldırır,
Medine'de de zayıf ve güçsüzlere bayram namazını kıldırması için birini
vazifelendirirdi. Çünkü namazgah da şehirden sayılmakdadır. Cuma namazı
hakkındaki ihtilafla, bayram namazı hakkındaki ihtilaf aynıdır. Ebû Hanîfe dedi
ki; cuma namazı şehirde sadece bir yerde kılınabilir. Çünkü selefden nakledilen
tarz budur. Eğer iki yerde kılınması caiz olsaydı; diğer namazlar gibi bütün
camilerde kılınmasının caiz olması gerekirdi ki; bu imkânsızdır. İmam Ebû Yûsuf
da böyle demiştir. Ancak buna göre cuma namazı iki ayrı yerde kılınıyorsa, o
iki yer arasında Bağdat'da olduğu gibi ayırıcı bir nehir bulunması gerekir.
Nehrin ayırdığı yerler iki ayrı şehir gibi olur.
Cuma günlerinde İmam
ebû Yûsuf Bağdat'ın iki yakasını birleştiren köprüyü keserdi ki, iki taraf
arasındaki ulaşım da kesilsin. Çünkü cuma namazı kılınan iki yer arasında nehir
olmazsa, o takdirde önce kılan camideki cemaatin cuma namazı sahih olur. Çünkü
diğerlerinin bu camie gelmelerinde bir zahmet yoktur. Ayrıca evvel kılmış
olanlar şartlarına riâyet ederek, namazlarını vaktinde kılmışlardır. Diğer
câmidekilerin, yani sonra kılmış olanların cuma namazları fasiddir. Bunlar öğle
namazını kılarlar. Cuma kılan iki camideki cemaat namazlarını aynı anda
kılmışlar veya hangisi daha evvel kıldığını bilmiyorsa; evleviyyet olmadığı
için, her iki cemaatin de cuma namazı fasid olur ve şüphe sebebiyle
mes'ûliyetten kurtulamazlar. [185]
Kendisine cuma namazı
farz olmayan bir kimse cuma namazını kılarsa, öğle namazı yerine geçer. Böyle
birinin cuma namazını kıldırması da caiz olur: Mazeretleri olduğu için,
kolaylık ve ruhsat olsun diye, böylelerinden cuma namazını kılma mükellefiyeti
kaldırılmıştır. Ama cemaate gelirlerse, mazeretleri ortadan kalkmış olur ki;
seferinin oruç tutmasının caiz oluşu gibi, bunların da cuma namazını kılmaları
caiz olur. Cemaate gelip hazır olduklarında cuma namazını kılmaları artık farz
olur. Diğer namazlarda olduğu gibi bu durumda Cuma namazını imam olarak kıldırmaları caiz olur. Çünkü
Hz. Peygamber (sas) Mekke'de seferî iken cuma namazını kıldırmıştır.[186]
Özrü olmayan bir
kimsenin cuma namazını kılmayıp, öğle namazını kılması kerahetle caiz olur (İmam Züfer): İmam Züfer 'caiz olmaz’
demiştir. Bunun aslı da vakitteki, yani öğle vaktindeki farzın hangisi olduğu hususunda
vaki olan ihtilafdır. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf dediler ki; “Bu vakitte farz olan namaz öğlen namazıdır.
Lâkin kul cuma namazını bu vakitte edâ etmekle; öğlen namazı kılma
mükellefiyeti üzerinden kalkmıştır.”
İmam Muhammed dedi ki;
“Bu vaktin farzı cuma namazıdır. Çünkü
kul bu vakitte cuma namazı kılmakla emrolunmuştur. Demek ki bu vaktin farzı,
kulun kılmakla emrolunduğu cuma namazıdır. Ama öğlen namazını kılmakla cuma
namazını kılma mükellefiyeti bir ruhsat olarak üzerinden kalkar.” Yine
İmam Muhammed'den gelen bir rivayette anlatıldığına göre, öğle vaktinin farzı;
cuma ve Öğlen namazlarından her hangi birisidir. İkisinden biri belirlenmiş
değildir. Hangisini kılarsa, vaktin farzı olur. Çünkü ikisinden birini edâ
etmekle, farizayı yerine getirmiş olur. Bu da gösteriyor ki; farz olan
ikisinden biridir.
İmam Züfer'e göre
vaktin farzı cuma namazıdır. Mazur olmayan kimse hakkında öğlen namazı cuma
namazının bedeli (alternatifi) dir. Çünkü mazur olmayan kimse hakkında cuma
namazını kılmakla emrolunmuş, öğlen namazını kılması ise, yasaklanmıştır. Cuma
namazı kılınamayıp geçerse, öğlen namazını kılmakla emrolunur. Bu da öğlen
namazının, cuma namazının bedeli olduğunun alâmetidir.
Bizim bu hususdaki
dayanağımız şudur: Mükellefiyet güce dayanır. Kul cuma namazını değil ama,
öğlen namazını şahsen kılma gücüne sahiptir. Cuma namazını kendi başına kılma
gücüne sahip değildir. Çünkü cuma namazı başkalarının arzusuna bağlı şartlara
dayalıdır. Bu sebepledir ki; bir kimse cuma namazını kılma imkânını
bulamadığında Cuma namazını değil de, öğlen
namazını kılmakla emrolunur. Öğlen vaktinin farzının cuma değil de,
öğlen namazı olması caizdir. Öğlen vaktinin sonunda bulunan bir kimse namazını
henüz kılmamış olsa bile; meselâ boğulacak olan birini kurtarmak gibi başka
işlere öncelik vermekle emrolunur.
Fakat bu kimse öğlen
namazını kıldıkdan sonra cuma namazını da kılmak için camie gitmeğe kalkışsa;
öğlen namazı bâtıl olur (İmam Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): îmameyn dediler ki; “İmamla birlikde cuma namazına dâhil
olmadıkça, kılmış olduğu öğlen namazı bâtıl olmaz. Çünkü camie gitmeğe kalkışmak,
setr-i avret ve tahret gibi şarttır.” Ebû Hanîfe'ye göre camie gitmeğe
kalkışmak; cuma namazının farzlarından ve özelliklerindendir. Çünkü bu
emredilmiştir. Cumanın kendisine mahsus farzlarıyla meşgul olmak, öğlen namazını
iptal eder.
Özürlü olanların şehir
içinde cuma günü öğlen namazını cemaatle kılmaları mekrûhdur: Çünkü böyle
yapmakla cuma namazı ihlal edilmiş olur. İhtimal ki; başkaları da bunlara tâbi
olurlar ve o zaman düzensizlik olur. Ama köylerde böyle yapmanın bir sakıncası
yoktur. Çünkü köylerde yaşayanlara cuma namazı farz değildir. Bütün çağlarda,
bütün şehirlerde cuma vaktinde (insanların büyük camilerde toplanmalarını
sağlamak için küçük) mescidlerin kilitlendiği görülmektedir. Bu mescidlere
mutlaka özürlü kimseler gelirler. Cuma günü öğlen namazını cemaatle kılmaları
mekruh olmasaydı, bu küçük mescidler kilitlenmezdi.
Cuma günü imam hutbeye
çıkınca, cemaat ona döner: Tatbikat öteden beri böyle devam edegelmiştir.
Hiç kimse konuşmaz ve
herkes hutbeyi dinler: Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Onu dinleyin ve
susun.” [187] Bu
âyetin hutbe hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. İmamdan uzak olup, hutbeyi
duymayan kimseye gelince; bazıları onun kendi kendine bir şey okuması
gerektiğini söylemişlerdir. Esahh olan kavle göre ise; bu hususda emir olduğu
için susması gerekir.
İmam hutbe okurken
namaz kılmak mekrûhdur: Hutbeyi dinlemek vâcibdir. Zira bu hususda Hz.
Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“İmam hutbeye
çıkınca; artık ne namaz kılınır, ne de konuşulur.” Bir kimse imamın hutbeye çıkmasından önce nafile
namaz kılmaya başlamışsa, ikinci rek'atte selâm verir. Cumadan önceki dört rek'atlik
sünnete başlamışsa, onu da tamamlar.
İlk ezan okunurken
cemaat cuma namazına gitmeye koyulur: Zira
Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Cuma günü namaza
çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen
Allah (cc) ı anmaya koşun.” [188]
İmam minbere çıkınca oturur. Müezzin de onun huzurunda ikinci ezanı okur: Hz. Peygamber (sas) in, Ebûbekir (ra) ve Ömer (ra) in zamanlarında sadece bu ezan okunurdu. Hz. Osman (ra) ın hilâfete geçmesi zamanında müslümanlar çoğalıp da evler Mescid-i Nebevî'den uzaklaşınca, bir müezzin daha vazifelendirildi; o da imamın minbere çıkmasından önce ezan okurdu. İmam minbere çıkıp oturduğunda ikinci ezan okunurdu. İkinci ezanı okuyan müezzin ezanı tamamlayınca da, imam hutbe okumak için ayağa kalkardı. Alış-verişi bırakıp cami yoluna koyulmayı gerektiren ezan; bu ikincisidir. Zayıf bir rivayete göre esahh olan; zevalden sonra okunmuşsa, birinci ezandır. Zira Allah (cc) ın buyruğu mutlaktır;
“Cuma günü namaza
çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman, (hemen Allah (cc) ı anmaya koşun.)” [189]
Hatip hutbeyi
tamamlayınca, cuma namazını kılmak için ayağa kalkarlar: [190]
Cuma namazı kendisine
farz olan kimseye bayram namazı vâcibdir: Vâcibdir dedik; çünkü Allah (cc)
şöyle buyurmuştur:
“Bütün bunlar
sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık Allah (cc) ı
tekbir etmeniz içindir.”[191] Bu âyetle bayram
namazının kasdedildiğini söylemişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber (sas) de bu
namazı kılmaya devam etmiştir. Bütün bunlar bayram namazlarının vâcib olduğuna
delalet etmektedirler.
Bu namazların sünnet
olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ama esahh olan birinci görüştür, yani
vâcibdir. Câmiü's- Sağir'de geçen bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurulmuştur:
“Bir günde iki bayram bir araya geldi (bayram ile cuma
aynı güne rastladı). Bunların birincisi (nin namazı) sünnet, ikincisi (nin
namazı) farzdır.” Yani birincisinin
namazı sünnetin bildirmesiyle vâcib oldu. Çünkü mezkûr hadîs-i şerifin
devamında;
“O ikisinden biri
terkedilemez.” denmesi, bayram
namazlarının vâcibliğine delalet etmektedir. Mevzumuzun başında 'cuma namazı
kendisine farz olan kimseye' dememiz de bunu teyid eder.
Bayram namazının şartları, cuma namazının şartları gibidir: Cuma bahsinde geçen 'devlet başkanının
kıldırması' cemaatin mevcud olması, şehirde kılınması, vakt-i mahsus gibi şartlar,
bayram namazları için de gerekli şartlardır. Bu hususda Hz. Peygamber (sas)
şöyle buyurmuştur:
“Cuma namazı
teşrik tekbirleri, Ramazan ve Kurban bayramı namazları ancak insanları bir
araya toplayan şehirde kılınır,”
Hutbe hariç; yani bayramlarda hutbe
namazdan sonra okunur. Hz. Peygamber (sas) in de böyle yaptığı nakledilir.
Okunmaması da caizdir; çünkü şart değildir. Ancak okunmaması halinde sünnete
muhalefet edilmiş olur.
Keza namazdan önce
okunursa da, caiz olur. Zira maksat hâsıl olmuştur ki; o da cemaate bayramdaki
vazifelerin öğretilmesidir. Ancak her ne kadar caiz ise de, hutbenin bayram
namazından önce okunması mekrûhdur. Bayram namazları için ezan ve kamet yoktur.
Olduğuna dair de bir rivayet görülmemiştir.
Ramazan bayramı
sabahında yıkanmış olmak müstehabdır. Bunu taharet bahsinde anlatmıştık.
Dişleri misvaklamak;
bu diğer namazlarda mendubdur.
En güzel elbiseleri
giymek; Hz. Peygamber (sas) in tilki derisinden mamul bir cübbesi vardı ki;
bunu cumalarda ve bayramlarda giyerdi.
Güzel kokular sürünmek
müstehabdır. Çünkü Hz. Peygamber (sas) bayramlarda âilesininkinden olsa bile;
koku sürünür, sonra camie namaza giderdi.
Tatlı bir şey; meselâ
hurma, üzüm ve bunlara benzer bir şey yemek de müstehabdır. Hz. Peygamber (sas)
in böyle yaptığı rivayet edilir. Çünkü 'bayram' adının mânasını bu şeyler
gerçekleştirirler. Ayrıca bu hususda verilen emir budur ve hemen yerine
getirilmesi gerekir. [192]
O gün fıtır sadakasını
vermiş olarak namazgaha gitmelidir. Sadakayı yerine verdikden sonra namaza
gitmelidir. Hz. Peygamber (sas) böyle yapmıştır. Böylece sadakayı almış olan
fakir de, salim kafayla namaza gelmiş olur. Rasûlullah (sas) buyurdu ki;
“Bu günlerde
onları dilenme ihtiyacından kurtarın.” Fıtır sadakasının namazdan sonraya bırakılması da caizdir. Ama acele
edip, namazdan evvel vermek daha iyidir.
Bütün bu sayılanları
yaptıkdan sonra yaya olarak namazgaha gitmek müstehabdır: Hz. Peygamber (sas)
in böyle yaptığı rivayet edilmiştir. Ebû Hanîfe'ye göre Ramazan bayramında
tekbirler sesli alınmaz. İmameyn dediler ki; Kurban bayramı namazı nazar-ı
itibara alınarak, Ramazan bayrammda da tekbirlerin sesli olarak alınması
gerekir. Ramazan bayrammda tekbirlerin sessiz alınması gerektiğini söyleyen Ebû
Hanîfe'nin delili şudur: Rivayete göre İbn. Abbas (ra) Ramazan bayramında
insanların tekbir aldıklarını işitince, (âma olduğu için elinden tutup
kendisini camie götürmekde olan) kılavuzuna; “İmam mı tekbir aldı?” diye sormuş. O da “Hayır” deyince, “Öyleyse
insanlar delirdiler mi?” demişti. Çünkü esasında zikrin sessiz yapılması
gerekir. Tekbirlerin sesli olarak sadece Kurban bayramında alınması gerektiğine
dâir nakiller vardır. Öyle ise, sadece Kurban bayramında tekbirler sesli
alınmalıdır.
Bayram namazından önce nafile kılınmaz. Çünkü namaza
düşkün olmasına rağmen, Hz. Peygamber (sas) bayram namazından önce nafile
kılmamıştır. Rivayete göre Hz. Ali (ra) bayram günü namazgaha vardığında bazı
kimselerin nafile namaz kılmakda olduklarını görünce,onlara şöye demişti; “Rasûlullah (sas) zamanında görmediğimiz bu
namazda neyin nesi?” [193]
Bayram namazının
vakti; güneşin ufukda yükselmesinden itibaren başlar, zeval vaktine kadar devam eder: Çünkü Hz. Peygamber (sas) bayram
namazını, güneş ufukda bir veya iki mızrak boyu yükseldikden sonra kılardı.
Bayram günü hilâli zeval vaktinde görmediklerinde, Hz. Peygamber (sas) ve
cemaati bayram namazını ertesi güne bıraktılar. Şayet henüz güneş zevale
ermemiş ve vakit de kalmış olsaydı, bayram namazını ertesi güne tehir
etmezlerdi.
İmam cemaate iki
rek'at namaz kıldırır: Evvelâ ifritah tekbiri ve sonra üç (İmam Şâfıî) tekbir
daha alır. Tekbirlerden sonra Fatiha ve zamm-u sûre okur. Sonra tekbir alıp
rükûa gider. İkinci rek'ata kıraatle başlar (İmam Şâfıî). Kıraati tamamladıkdan
sonra üç tekbir alır. Bunlardan sonra bir tekbir daha alarak, rükûa gider: Bu hususda Abdullah b. Mes'ûd'un
dediği budur. Bunu şu rivayet de teyid etmektedir:
“Hz. Peygamber
(sas) bayram namazında dört tekbir aldı. Sonra yüzünü cemaate döndürerek, baş
parmağını yumup diğer dört parmağıyla işaret ederek; cenaze namazındaki dört
tekbir gibi, bayram namazında da dört tekbir alınır, buyurdu.” [194] Bu rivayette hem söz, hem tatbikat, hem işaretle gösterme, hem de
tekid vardır. Ebû Hanîfe'den nakledildiğine göre o; her iki tekbirde bir arada
üç tesbih mikdarınca susmak gerektiğini söylemiştir.
Zevaid tekbirlerinde
eller kaldırılır: Buna dâir olan rivayeti anlatmıştık.
İmam namazı kıldırdıkdan
sonra hutbe okur. Bu hutbe de iki kısımdan teşekkül eder. Bu hutbelerde cemaate
sadaka-i fitır ahkâmını öğretir: İbn. Ömer (ra) in rivayetine göre Hz.
Peygamber (sas) bayram namazından sonra iki hutbe irad eder ve tıpkı cumada
olduğu gibi, ikisi arasında otururdu. Ebûbekir (ra) ve Ömer (ra) de böyle
yaparlarmış.
Bayram namazının şehir
dışındaki namazgâhda kılınması halinde imamın şehirde kalan hastalıklı
insanlara namaz kıldıracak birini vazifelendirmesi gerekir. Zira Hz. Ali (ra)
nin böyle yaptığını rivayet etmiştik. Ama yapılmasa da caiz olur.
Güneş zeval vaktine geldikten
sonra ay görünürse, bayram namazı ertesi gün kılınır: Bunu daha önce de
anlatmıştık.
Ondan sonra da artık
namaz kılınmaz: Çünkü bu, Ramazan
bayramı namazıdır. Kaza edilmemesi daha uygundur. Ancak biz Hz. Peygamber (sas)
in bu namazı bayramın ikinci gününde kaza ettiğini rivayet etmekle, bu görüşe
muhalefet ettik. Gerisi aslı üzere kalmıştır. [195]
Ramazan bayramında
yapılması müstehab olan şeyler, kurban bayramında da müstehabdır: Bu bayramda da yıkanmak, güzel kokular
sürünmek, dişleri misvaklamak, temiz ve güzel elbiseler giymek müstehabdır. Ancak
Kurban bayramında namazdan evvel bir şey yememek müstehabdır. Zira rivayete
göre Hz. Peygamber (sas) Kurban bayramında namazdan dönmedikçe bir şey yemezdi.
Döndükden sonra kurban etinden yerdi. [196] Camie
gideken yolda sessizce tekbir getirmekde müstehabdır: Hz. Peygamber (sas) böyle yapmıştır. Camie veya namazgaha
varıldığında tekbirlere son verilir. Zayıf bir rivayete göre tekbirlere; imam
bayram namazını kıldırmaya başladığında son verilir.
Kurban bayramı namazı
da aynen Ramazan bayramı namazı gibi kılınır: Buna dâir olan nakiller böyledir.
Yine namazdan sonra iki kısımdan oluşan hutbe irad edilir: Önceki kısımda da
böyle anlatılmıştı.
Ve bu hutbelerde cemaate
kurban ve teşrik tekbirleri anlatılır: Çünkü
cemaatin bu hususlarda malumat sahibi olmaya ihtiyacı vardır.
Kurban bayramı namazı
birinci günde kılınmamışsa, ertesi gün; ve o günde de kılınmamışsa, daha
sonraki günde kılınır. Bu hususda bir mazeret olmasıyla olmaması arasında bir
fark yoktur: Çünkü bu kurban
bayramı namazıdır; kurban kesme
günlerinde ki o da [197]
Allahü Ekber Allahü
Ekber Lâ ilahe illallahü Allahü Ekber Allahü Ekber ve lillahi'l- hamd: Hz. Ali
(ra) ve İbn. Mes'ûd (ra) a göre teşrik tekbirleri böyledir. Bunun aslı şuraya
dayanmaktadır: Boğazlanmak üzere yere yatırılan İsmail (vaya bir rivayete göre
İshak) (as) ın babası Hz. İbrahim Halilullah boğazlama hazırlıklarına
başladığında Cebrail (as) koçu getirmek için harekete geçti. Dünya semasına
vardığında Hz. İbrahim (as) in acele edip oğlunu boğazlamasından korktu ve
Allahü Ekber Allahü Ekber dedi. Onun tekbir sesini işiten Hz. İbrahim (as)
başını semaya çevirdi ve koç getirdiğini anlayınca; lâ ilahe illallahü Allahü Ekber
dedi. Boğazlanmak üzere yerde yatan ciğer paresi de; Allahü Ekber ve lillahi'l-
hamd dedi. Böylece meydana gelen teşrik tekbirleri kıyamet gününe dek devam
edecek olan bir sünnet haline geldi.
Bu tekbirler vâcibdir.
Şehirde oturan halk tarafından erkek cemaatlerinde kılınan farz namazların
ardısıra getirilir. Vâcibliğinin
sebebi şu âyettir;
“Allah (cc) ı
sayılı günlerde zikredin.” [198] Bu
âyetle teşrik tekbirlerinin kasdedildiği söylenmiştir. Hz. Peygamber (sas) de
bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurmuştur:
“İnsanları bir
araya toplayan şehirden başka yerde cuma namazı, teşrik tekbiri, Ramazan ve
Kurban bayramı namazları olmaz.”
Halil ve Nadr b.
Şümeyl'den nakledildiğine göre, teşrik demek tekbir demektir. Hz. Ali (ra) den
de böyle bir nakil gelmiştir. O evvelâ bunu reddetmiş, sonra da vâcib olduğunu
söylemiştir. Bu, Ramazan ve Kurban bayramı namazları gibi vâcibdir. Diğer
şartlara gelince; onlar Ebû Hanîfe'ye göredir. İmameyn dediler ki; farz namazı
kılan herkesin teşrik tekbirlerini getirmesi vâcibdir. Çünkü bu tekbirler farz
namazlara bağlıdırlar. Şu halde bu namazları edâ edenlerin bu tekbirleri de
getirmeleri vâcibdir. Ebû Hanîfe'nin görüşünün dayanağım nakletmiştik.
Tekbirlerin sesli
olarak alınması asla aykırıdır. Çünkü aslolan sessiz olarak alınmasıdır. Allah
(cc) buyurdu ki;
“Rabbinize yalvara,
yakara ve gizlice dua edin.” [199]
Hz. Peygamber (sas) de
şöyle buyurmuştur:
“Zikrin en
hayırlısı, gizli yapılanıdır.” [200] Gizli yapılan zikir gösterişden uzak olur. Farz namazlardan sonra bu vasıflarda (yani
teşrik tekbirlerinde) sesli zikir yapılabileceğine dâir sünnet vârid olmuştur.
Ancak diğer zikirler asılları üzere kaldılar. Yani onların sessiz yapılması
asıldır.
Erkeğe uyarak namaz
kıldıklarında kadınların, mukim bir imama uyduklarında yolcuların da teşrik
tekbiri almaları vâcib olur.
Teşrik tekbirleri arefe
gününün sabah namazından, bayramın birinci günü ikindi namazının
sonuna kadar olan sekiz vakitte getirilir:
İmameyn dediler ki; teşrik
günlerinin sonuna (bayramın dördüncü günü) ikindi namazının sonrasına kadar
yirmiüç vakit namazının ardı sıra teşrik tekbirleri getirilir. Hz. Ali (ra) de
bu görüştedir. Hz. Ali (ra) ile İbn. Mes'ûd (ra) un görüşleri, bu tekbirlerin
sessiz getirilmesi gerektiğini müdafaa edenleri teyid etmektedir. Şu halde çok alçak
sesle alınması daha uygun olacaktır.
îmameyn'e göre teşrik
tekbirleri ibadettir. İhtiyata göre bunların vâcib olduğunu kabul etmek
lâzımdır. Denildi ki; bu hususda fetva İmanıeyn'in kavline göredir. [201]
Bu; imamın cemaate farz
bir namazı iki kısım halinde kıldırmasıdır. Halkın bir kısmı düşman karşısında
yerlerini alır. Diğer kısım yolcu hükmünde iseler bir rek'at; çünkü bu yolcunun namazının yarısıdır.
Sabah namazında da bir rek'at, mukim iseler, imamla iki rek'at namaz kılarlar: Çünkü mukimin namazının yarısı iki
rek'attır. Akşam namazı da böyle kılınır: Çünkü bu namaz ikiye bölünemez.
Önceki gruba iki rek'atının kıldırılması daha uygun olur, İki grup oldukları
için öncelik onlarındır. Sonra birinci kısım düşman karşısına gider ve oradan
ikinci kısım gelir: Çünkü Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Sonra henüz
namazını kılmamış olan (bu) diğer grup gelip seninle beraber namazlarını
kılsınlar.” [202]
İmam ikinci gruba
namazın geri kalan kısmını kıldırır ve yalnız başına selam verir: Çünkü kendi
namazını artık tamamlamıştır.
İkinci grup selâm
vermeden doğruca gidip düşman karşısındaki yerlerini alırlar. Birinci grup
gelip kıraatsiz olarak kendi başlarına namazı tamamlarlar: Çünkü bunlar lâhikdirler. İmamın arkasında imişler gibi davranıp,
onun namaz kıldırma müddetini takdir ederek, o kadarlık sürede namazlarını
kılar, selâm verip yerlerine giderler.
Tekrar ikinci kısım gelir, namazlarını
kiraatli olarak tamamlarlar: Çünkü
bunlar mesbukdurlar. Ve selâm
verirler: Abdullah b. Mes'ûd (ra) Hz. Peygamber (sas) in böyle yaptığını
rivayet etmiştir. İkinci kısım imamın selâm vermesinden sonra bulundukları
yerde namazlarını tamamlayacak olurlarsa, caiz olur; çünkü onlar mesbukdurlar.
Mesbuk da, yalnız başına kılan gibidir ve onlar imamın hükmü altında kalmaya
devam etmezler.
Gidip gelirken
savaşanın veya bir bineğe binenin namazı bozulur: Çünkü bu amel-i kesirdir. Hz.
Peygamber (sas) Hendek harbinde dört vakit namazını kılamamış, o namazları
geceleyin kaza etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Onlar bizi nasıl salât-ı vustâdan alıkoydu iseler, Allah (cc) da
onların evlerine ve mezarlarına ateş doldursun.”[203]
Eğer savaşıyorken namaz kılmak caiz olsaydı, Hz. Peygamber (sas) namazlarını geceye ertelemezdi. Zira Hendek harbi korku halinde namaz kılmanın meşru olmasından sonra vukûbulmuştur. Hz. Peygamber (sas) Hendek harbinden evvel vâki olan Zatü'r- rika gazvesinde de korku namazı kılmıştır. Vâkidî ve İbn. İshak böyle demişlerdir.
Ebû Yûsuf’un görüşüne
göre Hz. Peygamber (sas) den sonra korku namazı kılmak caiz olmaz. Çünkü bu
kaidelere muhalif bir namazdır. Zira Allah (cc) Hz. Peygamber (sas) e hitaben
şöyle buyurmuştur:
“Sen de içlerinde
bulunup (onlara namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir kısmı seninle namaza
dursunlar.)” [204]
Buna
karşı şöyle denebilir; çok sayıda sahabî Taberistan'da bu namazı kılmışlar ve
içlerinden hiç biri buna karşı çıkmamıştı. Böylece ashab bu hususda icmâ etmiş
oldular.
Korku şiddetlendiğinde
herkes bineği üzerinde tek başına imâ ile gücü yettiği tarafa dönerek namazını
kılar: Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Eğer her hangi bir
şeyden korkarsanız, (namazlarınızı) yürüyerek yahut binmiş olarak (kılın).” [205] Evet, bu durumda zaruret dolayısıyla kıbleye yönelme
şartı aranmamaktadır. Çünkü mükellefiyet insanın takati nisbelindedir. Kılma
imkânını bulamamaları hariç, namazı vakti çıkıncaya kadar ertelemeleri caiz
değildir.
Düşmanı kovalayan
süvarinin binek üstünde namaz kılması caiz olmaz. Binek üzerinde kılma ruhsatı,
'eğer korkarsamz.' şartına bağlanmıştır. Düşmanı kovalama durumunda olan kişi,
korkuyor değildir.
İmam Muhammed'den
nakledilen bir görüşüne göre; binek üzerinde cemaatle korku namazı kılmak caiz
olur. Çünkü hasta namazı bahsinde geçen 'yağmurda namaz' kısmında yer alan
hadîs-i şerîfde buna temas edilmişti. Bu hususdaki fetva şudur; binek sabit
olmadığından ve namaz kılınan yer değiştirildiğinden dolayı binek üzerinde farz
namazının kılınması caiz olmaz.
Yürüyerek namaz kılmak
caiz olmaz: Çünkü yürümek amel-i kesirdir.
Yırtıcı hayvanların
verdiği korku da, düşmanın verdiği korku gibidir: Çünkü mâna itibarıyla her iki
korku da aynıdır. Uzakdan bir karartı görüp de onu düşman zannederek korku
namazı kılarlar ama, sonra karartının bir deve olduğunu görürlerse, bu halde
sadece namazı kıldıran imamın namazı sahih olur. Çünkü (imam namazın geri kalan
kısmını ikinci grupla tamamlar). Aykırılık, kaidelere muhalefet, sadece
cemaatin namazında mevcuttur. Doğrusunu Allah (cc) bilir. [206]
Namazın farzını da,
nafilesini de Kabe'nin içinde ve üstünde kılmak caizdir: Zira Allah (cc) şöyle
buyurmuştur:
“Tavaf edenler,
ayakda ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut.” [207]
İbn. Ömer (ra) in rivayetine göre; Hz.
Peygamber (sas) Kabe'nin içinde iki direk arasında; kendisiyle duvar arasında
üç zira mesafe olduğu halde namaz kılmıştır. Bu; şartları tamamıyla yerine
getirilen bir namaz olduğu için caizdir. Tamamını kapsayacak şekilde Kabe'ye
yönelmek şart değildir. îslâmın ilk devrinden zamanımıza kadar bunun böyle
olduğu hakkında icmâ vardır.
Kıble, Kabe'nin bulunduğu
yerin ve o yerden dikey olarak semaya yükselen havanın adıdır. Kabe'nin
binasının durumu da, zaten anlattığımız gibidir. Bir kimse Ebû Kubeys dağı
üzerinde de bu şekilde namaz kılarsa, açıkladığımız sebepden dolayı namazı caiz
olur. Böyle namaz kılmanın yasaklandığına dâir rivayet varsa da, bunu mekruh
mânasında anlamak gerekir. Kabe'ye hürmetsizlik olacağı için, biz bu görüşü
benimsiyoruz.
İmam Kabe içinde namaz
kıldırırken ona tâbi olanlar Kabe etrafında halka olurlarsa; Kabe'nin kapısı
açık ise, caiz olur: Çünkü bu
durumda imam sanki diğer mescidlerden birinde mihrabda durmuş gibi olur.
İmamın yanında yer
almaları da caizdir: Çünkü imam
Kabe'ye yönelmiştir.
Ancak imamın önüne
geçerek arkalarını ona doğru çevirmiş olmamaları gerekir: Çünkü bu durumda
imamın önüne geçmiş olurlar ki; bu da caiz değildir.
İmam Mescid-i Haram'da
namaza durunca, cemaat Kabe'nin etrafında halka olur ve imamla beraber
namazlarını kılarlar: Kabe'de namaz kılmayı Hz. Peygamber (sas) den zamanımıza
kadar böyle tatbik edegelmişlerdir. Cemaatten biri Kabe'ye imamdan daha yakın
olur, ama imamın yanıbaşında değilse; namazı caiz olur. Ama imamın yanıbaşında
ise, caiz olmaz. Çünkü bu durumda imamı geride bırakmış olur. İmamın ilerisinde
veya gerisinde durmak, imamın yanıbaşında bulunma halinde söz konusu olur; aksi
halde hayır. [208]
Ölmek üzere olan bir
kimse sağ yanına yatırılmış olarak kıbleye döndürülür: Sünnet olan da budur.
Ayrıca kişi mezara yaklaştığı ve mezara da böyle konulması gerektiği için, bu
şekilde yatağına yatırılması gerekir. Müteahhirîn âlimleri ölmek üzere olan
şahsın sırt üstü yatırılması gerektiğini benimsemiş ve ruhun kolay çıkması için
böyle yapmak gerekir, demişlerdir.
Ve kelime-i şehadet
getirmesi için kendisine telkinde bulunulur: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Ölülerinize
lâilâhe illallah kelime-i şehâdetini telkin edin.” [209]
Bu hadîs-i şerîfde geçen 'ölülerinize' kelimesiyle, can çekişmekde olanlar kasdedilmiştir.
Ölmek üzere olan kişiye,
'lâilâhe illallah de' diye emredilmez. Ancak duyabileceği bir sesle yanında
kelime-i şehâdet getirilir.
Ölünce de çenesi
bağlanır ve gözleri yumdurulur: Çünkü
Hz. Peygamber (sas) Ebû Seleme (ra) vefat ettiğinde böyle yapmıştır. Ayrıca
böyle yapmakla ölü güzelleştirilmiş de olur. [210]
Ölüyü çabuk defnetmek
müstehabdır: Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Ölülerinizin
defnini çabuklaştırın: Eğer hayırlı biri ise,
onu biran evvel hayra ulaştırınız. Eğer şerli biri ise, ateşdekilerin
vay haline.” [211]
Bazıları ölen kimsenin
vefat haberinin sokaklarda ilanını mekruh saymışlardır. Esahh olan kavle göre
bu mekruh değildir. Çünkü böyle yapmakla onun vefatı insanlara duyurulmuş olur,
insanlar da onun hakkını ifâ ederler. Böylece çok kimse onun namazını kılar ve
hakkında mağfiret talebinde bulunur. [212]
Ölünün yıkanması
farz-i kifayedir: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Müslümanın müslüman
üzerinde altı hakkı vardır.” [213]
Böyle buyururken,
öldükden sonra müslümanın yıkanmasını da saymıştır. Öyle ki; ölen bir
müslümanın cenazesi yıkanmazsa, diğer bütün müslümanlar günahkâr olurlar.
Cenazeyi yıkamak için bir kişi belirlenirse, o kişinin yıkama ücreti alması
helâl olmaz.
Cenazenin yıkanmasının
aslı şudur: Melekler Adem (as) in naaşını yıkamış ve oğullarına da; “Ölülerinize tatbik edilecek sünnet (usul,
kaide) budur.” demişlerdi. Yıkanması
için üzerindeki elbiseler çıkarılır ki; temizlenmesine imkân bulunsun ve su
bedenin her tarafına ulaşsın. Ayrıca hayattayken de böyle yıkandığı nazar-ı
itibara alınmalıdır. Hz. Peygamber (sas) vefat edince elbisesi çıkarılmaksızın
yıkanmıştı. Bu bir hürmet gereği olarak, O'na has bir durumdur.
Üç, beş gibi tek sayıyla tütsülenmiş bir teneşirin üstüne konur: Üzerine su dökmek için teneşirin üzerine konur. Pis
kokuları gidermek için de tütsülenir. Tütsüleme tek sayıyla yapılır. Çünkü Hz.
Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Ölüyü tütsülediğinizde onu
tek sayıyla tütsüleyin.” [214]
Avret yerleri de
örtülür: Çünkü onun avret yerine bakmak caiz
değildir. Ölü bu bakımdan diri gibidir. Zayıf bir kavle göre; yıkama
esnasında ölünün galiz avretinin örtülmesi yeterli olur. Yıkayıcı, eli onun
avret yerine değmesin diye; eline bir bez sarıp, örtünün altından ölünün avret
yerini yıkar.
Namaz abdesti gibi,
kendisine abdest aldırılır: Çünkü abdest almak, gusledecek kimse için
sünnettir. Hz. Peygamber (sas) kızı Zeyneb (ra) i yıkayan kadınlara;
“Yıkamaya sağ
tarafından başlayın.” [215] diye
emretmiştir.
Ancak ağzına ve
burnuna su verilmez: Çünkü ağzına ve burnuna verilen suyun çıkarılması zordur.
Zaten ölü için böyle bir şey düşünülemez.
Ölünün suyu
kaynatılır. Bulunabilirse, suyuna sedir yaprakları ve çöven otu konur: Çünkü bu
gibi maddelerle temizlik daha iyi sağlanır. Zaten asıl maksat da temizliğin
daha iyi sağlanmasıdır. Sıcak su da kirleri daha iyi giderir.
Ölünün abdesti
tamamlanınca, evvelâ başı ve sakalı, taranmaksızın hatmî denilen bir ot ile
yıkanır: Bu ot saç ve sakalı iyi temizler. Taramaya ihtiyaç yoktur. Saçından ve
tırnağından bir şey alınmaz. Sünnet edilmez. Çünkü bu gibi şeyler zinet
içindir. Ölünün ise, zinete ihtiyacı kalmamıştır. Hz. Âişe (ra) “Ölülerinizin
saçlarını niçin kesiyorsunuz?” diyerek bunun gereksizliğini bildirmiştir.
Sonra sol tarafına
yatırılır ve altına su kavuştuğu anlaşılıncaya kadar yıkanır. Daha sonra sağ
tarafına çevrilir ve aynı şekilde yıkanır: Çünkü yıkamaya sağdan başlamak
sünnettir.
Yıkandıkdan sonra
oturtulup karnı ovulur: Çünkü karnında bir şey kalmış olabilir. Ve o şeyin daha
sonra çıkıp kefeni kirletmesi muhtemeldir. Rivayete göre Hz. Ali (ra)
Rasûlullah (sas) ı yıkadığında onu göğsüne yaslayıp karnını ovmuş, karnından
her hangi bir necaset çıkmayınca da; “Sen sağken de, ölüyken de hoş ve
temizsin, yâ Rasûlallah (sas)” demiştir. Bir şey çıkarsa, o da yıkanır ki, necaset giderilmiş olsun.
Fakat bunun için ölü
tekrar yıkanmaz: Çünkü yıkama şekli nass ile bilinmektedir ve o da
gerçekleşmiştir.
Sonra havlu ile
kurulanır ki, kefeni ıslanıp da ölü tahkir edilmiş olmasın.
Baş ve sakalına hanut
denilen güzel bir koku sürülür: Çünkü hanut, ölülerin kokusudur.
Secdede yere temas
eden uzuvlarına da kâfur sürülür: Çünkü koku sürünmek sünnettir. Hususen secde
uzuvlarına sürmek, bu uzuvların şereflendirilmesi içindir. [216]
Ölü tütsülenmiş üç
beyaz kefenle kefenlenir. Bunlar da; kamis, izar ve lifafedir. Sünnet olan
kefen işte budur: Zira rivayete göre Hz. Peygamber (sas) vefat ettiğinde
Yemen'in Sahul kentinde imal edilen beyaz
renkli üç parça bezle kefenlenmiştir. Gömleği de aynı kumaştanmış. [217] Yine
rivayet olunur ki; Adem (as) vefat ettiğinde melekler onu kefenlemiş ve; “Ey Adem oğulları, ölülerinize tatbik
edilecek sünnet (usul, kaide) budur,” demişlerdir.
Kefenleme şekli
şöyledir: Evvelâ lifafe yayılır, sonra onun üstüne izar konulur ve gömleği
giydirilir. Gömlek omuzdan ayağa kadar uzanır. İzarı sarılır. İzar, başdan
ayağa kadar olan kısmı içine alır. Sol
tarafdan sarılmaya başlanır. Sonra sağından sarılır: Sağlığındaki giyinişine göre hareket
edilir. Sonra aynı şekilde lifafe de sarılır. Lifafe, başdan ayağa kadar olan
kısmı içine alır.
Sadece izar ve lifafe
ile kefenlemek de caizdir: Ölünün sağlığındaki hali, bu hususda nazar-ı itibara
alınır. Ayrıca Hz. Ebûbekir (ra) demiş ki; “Şu iki elbisemi yıkayın ve beni bunlarla kefenleyin.” Buna
kefen-i kifafe denilir.
Ama zaruret olmadan,
bunlardan sadece biriyle kefenlemek caiz olmaz: Zira rivayete göre Mus'ab b.
Umeyr (ra) şehid düştüğünde tek bir bezle kefenlenmiştir.
Kefen, açılmasından
korkulduğu takdirde; bağlanır ki, avret yerlerinin açılmasından sakınılmış
olsun. Ölü, hayattaki durumu göz önünde bulundurularak; ancak hayattayken
giymesi caiz olan kumaşlarla kefenlenebilir. Kadının kefeni de böyledir. Fakat
onunkine baş örtüsü ve göğüslerine
bağlanan göğüs örtüsü eklenir: Evvelâ gömleği giydirilir, sonra onun üstüne baş
örtüsü takılır. Sonra gömleğin üstüne göğüs örtüsü bağlanır. Daha sonra sağlığındaki
hali göz önüne alınarak; sonra izar, sonra da lifafe sarılır. Sünnet olan kefen
budur. Zira Ümmü Atiyye (ra) nin rivayet ettiğine göre; Hz. Peygamber (sas)
kızını kefenletirken, kendisine kefen parçalarını birer birer uzatıp vermiş;
tamamı beş parçayı bulmuştu ki; sonuncusu, göğüslerin üzerine bağlanan göğüs
örtüsüydü.
İzar, lifafe ve bir de
baş örtüsüyle kefenlemek de caizdir: Bu kefen-i kifayedir. Çünkü bu miktar
hayattaki bir kimsenin örtünmesine yetecek en az bir miktardır. Bundan daha
azıyla kefenlemek mekrûhdur. İmam ebû Yûsuf dan rivayet olunduğuna göre, kefen
olarak kadına izar ve lifafe yeterli olur. Çünkü tesettür bununla gerçekleşir.
Kadının saçları iki
Örgü yapılır ve lifafe altındaki gömleğin üstüne, göğsüne gelecek şekilde iki
yana konur: Çünkü kadın hayattayken örgülerini sırtına salar. Öldükden sonra
ise; kefenin açılıp dağılması ihtimaline binaen, örgüleri göğsünün üzerine bırakır.
Erginlik çağına giren de, büluğa ermiş gibidir. Erginlik çağına girmeyen, izar
ve rida namıyla iki bez parçasına sarılır.
Bir kadın ölür de kefen bulunmazsa, Ebû Yûsuf’a göre ona kefen temin etme vazifesi kocasına aittir. Çünkü sağlığında da giysisi kocası tarafından temin edilmekteydi. İmam Muhammed demiş ki; ölen kadının kefeni yoksa, kocasının ona kefen temin etmesi gerekmez. Çünkü hayattayken kocasının ona giysi temin etmesi, nikâhın gereği idi. Ama ölüm sebebiyle nikâh akdi ortadan kalkmış olmakdadır. [218]
Cenaze namazı farz-ı
kifayedir: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Her ölünün üzerine
namaz kılınır.” [219]
“İyi, kötü her ölünün
üzerine namaz kılın.” [220]
Ayrıca melekler de Adem (as) vefat ettiğinde cenaze namazını kılmışlar ve; “Ölülerinizin sünneti budur,”
demişlerdi. [221]
Bu namazı kıldırmada Öncelik hakkı devlet
başkanınındır: Çünkü onun huzurunda
başkasının öne geçip namaz kıldırması, ona hakarettir. Zira rivayete göre Hz.
Ali (ra) nin oğlu Hasan (ra) vefat ettiğinde, kardeşi Hüseyin (ra) hazır iken,
Medine valisi Said b. As öne geçip namazı kıldırmış, Hüseyin (ra) de ona; “Eğer bu hususda sünnet olmasaydı, senin öne
geçip namazı kıldırmana müsaade etmezdim.” demiştir. Sonra sırasıyla
kadıdır. Çünkü o da bir bakıma devlet başkanı gibidir. Sonra mahallenin
imamıdır. Çünkü ölü hayattayken, onun imamlığına razı olmuştu.
Sonra da yakından
uzağa doğru ölünün velileridir. Ancak
bir kimsenin babası oğlundan önce gelir: Babanın evladına karşı üstünlüğü
vardır. Dolayısıyla namaz kıldırmada öncelik hakkı onundur. Ebû Yûsuf’dan
nakledilen bir görüşe göre; veli her hal-ü kârda namaz kıldırmada önceliklidir.
Yakınlık derecesinde eşit olduklarında, yaşça büyük olan cenaze namazı kıldırma
önceliğine sahib olur. Yakın olan veli dilediği kimseyi imamlık için öne
geçirebilir. Zira bu hususda hak onundur.
Cenaze namazını devlet
başkanı veya kadıdan başkası kıldırmışsa, velinin yeniden kıldırmaya hakkı vardır:
Çünkü namaz kıldırma hakkı onundur.
Eğer cenaze namazı
veli tarafından kıldırılmışsa, başkasının yeniden kıldırmaya hakkı yoktur: Çünkü
namazın farziyeti veli ile edâ edilir. Onun kıldırmasından sonra yeniden
kılarlarsa; ikincisi nafile olur ki, cenaze namazının da nafilesi yoktur.
Ayrıca cenaze namazının yeniden kılınması caiz olsaydı, insanlar Hz. Peygamber
(sas) ve ashabının namazlarını yeniden kılarlardı. Halbuki böyle yapmadılar.
Kaldı ki, Hz. Peygamber (sas) Hz. Ömer
(ra) e şöyle buyurmuştur:
“Doğrusu
cenaze üzerine kılınan namaz yeniden kılınmaz.”
Ölü, namazı kılınmadan defnedildiğinde cesedin dağılmadığına kuvvetle kanaat getirilirse, kabri üzerine namaz kılınır: Bu hususdaki rivayetimiz mutlaktır. Her hangi bir kayıt getirilmemiştir. Cesed dağılmış olursa, naklettiğimiz nassın kapsamına girmez. Bazıları bunun müddetini üç gün olarak takdir etmişlerdir. Esahh olan önceki görüştür. Çünkü bu, zamana ve toprağa göre değişir. Cenaze namazı kılındıkdan sonra ölünün yıkanmamış olduğunu öğrenirlerse, onu yıkar ve namazını da yeniden kılarlar. Ama defhettikden sonra öğrenirlerse, mezarını açıp çıkarmazlar. Çünkü bu ölüye eziyet ve hakarettir. Mezardan çıkarılıp yıkanmaz.
İbn. Semmaa'nın
rivayetine göre İmam Muhammed bu hususda şöyle demiştir: “Üzerine toprak dökmemişlerse, ölüyü çıkarıp
yıkarlar. Çünkü bu; mezarı açıp, içinden ölüyü çıkarmak sayılmaz.”
Cenaze erkek de olsa,
kadın da olsa; imam onun göğüs hizasında bulunur: Semûre b. Cündüb (ra) ün
rivayetine göre Hz. Peygamber (sas) bir kadının cenaze namazını kıldırırken,
kadının göğsünün hizasında durmuştur. Çünkü göğüs iman ve marifetin yeri,
hikmetin de kaynağıdır. Göğsünün hizasında durmak, onun imanına ortak olmanın
işaretidir. Rivayete göre Ebû Yûsuf erkek cenazenin göğsünün hizasında, kadın
cenazenin de beli hizasında dururmuş. Zira Enes (ra) de böyle yapmış ve; “Hz. Peygamber (sas) de böyle yapardı.”
demiştir. Ama sahih olan birinci görüştür.
Cenaze namazı dört
tekbirden ibarettir: Zira Hz. Peygamber (sas) bayram namazı için;
“Cenaze namazının
dört tekbiri gibi dört tekbirlidir.” [222] buyurmuştur.
İlk tekbirde eller
kaldırılır: Çünkü bu iftitah tekbiridir.
Ondan sonrakilerde
kaldırılmaz: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Eller sadece yedi yerde kaldırılır.” Böyle derken
cenaze namazından söz etmiştir.
İlk tekbirden sonra
Allah Teâlâ'ya hamdedilir, Fatiha okunur: Çünkü duada sünnet olan Allah (cc) a
hamd ile başlamaktır. Hasan'ın rivayetine göre Ebû Hanîfe sübhaneke okunması
gerekir, demiştir.
İkinci tekbirden sonra
Hz. Peygamber (sas) e salât ü selâm getirilir: Çünkü Yüce Rabb'in anılmasından
sonra Rasûlullah (sas) ı anmak gerekir. Bu hususda Allah (cc) şöyle
buyurmuştur:
“Ey Muhammed, Senin sânını yüceltmedik mi?” [223]
Bir rivayette
anlatıldığına göre Yüce Rabb'imiz Hz. Peygamber (sas) e hitaben şöyle
buyurmuştur:
“Ben sensiz anılmayacağım.”
Üçüncü tekbirden sonra namaz kılan kendisine ölüye ve bütün mü'minlere duâ eder: Çünkü cenaze namazından maksat, duadır. Evvelâ Allah (cc) ve Rasûlü (sas) zikredilmiş, şimdi ise asıl maksada; duaya gelinmiştir. Ki bu duâ müstecab olmaya en yakın yerde yapılmaktadır.
Dördüncü tekbirden sonra selâm verilir: Çünkü artık yapılacak bir şey yoktur. Diğer namazlarda olduğu gibi sağa sola selâm verilir. Hz. Peygamber (sas) en son cenaze namazını böyle kıldırmıştır. Selef ve halef ulemâsı da zamanımıza dek böyle kılmışlardır. Ebû Hanîfe dedi ki; “Cenaze namazında mesnun olan bazı duaları okursan iyi olur. Aklına gelen başka duaları da okuyabilirsin.”
Çocuğun namazında
üçüncü tekbirden sonra;
“Allahümme 'c
'alhu lenâ faraten ve zuhren şâfian müşeffean” diye duâ edilir: Çünkü çocuk kendisi için mağfiret
dilenmesine muhtaç değildir.
Hazırda olmayan ölünün
namazı kılınmaz. Çünkü ölü bir bakıma imam, bir bakıma da imam olunmuş gibi
olur. Bunların ikisi de gıyaben caiz değildir. Şayet caiz olsaydı, Medine dışındaki
insanlar Hz. Peygamber (sas) in cenaze namazını kılarlardı. Kılmış olsalardı,
bize de nakledilirdi. Ama böyle bir nakil mevcud değildir.
Necaşî'nin gıyabî
cenaze namazını kılmasına gelince; Hz. Peygamber (sas) için gayb perdeleri
aralanmış ve Necaşî'nin tabutunu görmüştür. Çünkü Necaşî'nin vefat ettiği günde
ashabına;
“İşte
kardeşiniz Necaşî vefat etti. Kalkınız, cenaze namazını kılalım,” buyurmuş,
cenazeyi görerek namaz kılmış, ashab da ona uymuştu.
Cenaze namazında kıraat ve teşehhüd yoktur: Teşehhüdün olmaması, teşehhüdün oturma halinde okunmasındandır; halbu ki, cenaze namazında oturma yoktur. Kıraate gelince; İbn. Mes'ûd demiştir ki; “Hz. Peygamber (sas) cenaze namazında kıraat olacağını ne sözlü ne de fiilî olarak belirlemiş değildir. îmam tekbir aldıkça, sen de al, Duâ için en güzel kelimelerden seç.” Duâ niyyetiyle Fatiha okunsa bir sakıncası olmaz. Ama Kur'an-ı kerîm okuma niyyetiyle okunursa, mekruh olur. [224]
Doğan çocukdan ses
duyulursa; adı konur, yıkanıp cenaze namazı kılınır. Ses duyulmazsa, bir beze
sarılarak gömülür, namazı kılınmaz: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Doğan çocuk ses verirse, yıkanıp cenaze namazı
kılınır ve miras hakkına sahib olur. Ses vermezse, namazı kılınmaz ve miras hakkına
sahib olmaz.” [225]
Cenazeyi tabuta
koyduklarında tabutun dört ucundan tutulur: Zira İbn. Mes'üd (ra) dedi ki; “Cenazenin,
tabutun dört ucundan tutularak taşınması sünnettir.” Böyle yapmakla ölüye
hürmet gösterilmiş, yere düşmekden korunmuş ve taşıyanların da yükü
hafifletilmiş olur.
Cenaze sür'atle
götürülür, ama koşulmaz: Rivayete göre İbn. Mes'ûd (ra) şöyle demiştir;
“Hz. Peygamber
(sas) e cenazenin nasıl götürüleceğini sorduk; buyurdu ki, koşmadan götürülür.
Çünkü cenazenin arkasından gidilir, arkadan gitmez. Beraberindekiler cenazenin
ilerisine geçemezler.”
Mezara vardıklarında cenaze yere konulmadan cemaatin oturması mekrûhdur: Hz. Peygamber (sas) cenazenin üstü toprakla örtülüp yerle aynı seviyeye getirilinceye kadar ayakda beklermiş. Çünkü cenaze kendisine uyulandır. Defin hususunda cemaate ihtiyaç duyulabilir. Ama kendilerine bu hususda ihtiyaç duyulmayacağını bilirlerse, oturmalarının bir sakıncası olmaz.
Mezara götürülürken cenazenin arkasından gitmek efdaldir: Bunun gerekçesini izah eden rivayeti
izah etmiştik. Ayrıca bu ibret almak bakımından daha tesirlidir. Ama
zamanımızda bunun en iyisi şayet kadınlar da cenazenin ardından yürüyeceklerse
erkeklerin, cenazenin önünden gitmeleridir.
Mezar kazılınca bir de
lahit, yani kıble tarafında açılan bir oyuntu yapılır: Zira Hz. Peygamber (sas)
şöyle buyurmuştur:
“Lahit bize,
yarma ise başkalarına mahsusdur.” [226] Çünkü yarma Yahudilerin
âdetidir. Onlara muhalefet etmek sünnetin gereğidir.
Ölü bu lahdin içinde
kıble tarafına konulur. Koyanlar; bismillahi ve alâ milleti Rasûlillahi derler.
Ölü orada sağ tarafı üzerinde kıbleye çevrilir: Zeyd b. Ali b. Hüseyin'in rivayetine göre; dedesi Ali b.
ebî Tâlib (ra) şöyle
demiştir:
“Muttalib oğullarından bir adam vefat etti; Rasûlullah
(sas) onun cenazesine geldi ve buyurdu ki; 'ey Ali! Onu tam olarak kıbleye
çevir ve hep birlikde; bismillahi ve alâ milleti Rasûlillahi deyin, onu yan
tarafı üzerine yatırın. Yüz üstü mezara atmayın.”
Ölü kadını zevi'l-
erhamdan olan yakını; onu mezara defnetmede başkalarına nisbetle öncelik
hakkına sahiptir. Böyle bir yakını yoksa, yabancılar defnedebilirler. Kadınlar
defin esnasında mezara giremezler. [227]
Kadın cenazeler mezara
konulurken, mezarın üstü kerpiç ve benzesi bir nesneyle kapatılıncaya kadar bir
bezle örtülür. Erkeğin mezarı örtülmez: Kadınlar hakkında böyle bir emir
verilmesinin temel sebebi; onların görülmemesi gereken yerlerinin muhafaza
edilmesidir. Öyle ki; kadınlar için tabutu güzel bulmuşlardır.
Kerpiç, lahdin üst
kısmına gelinceye kadar örtülür: Hz. Peygamber (sas) in mezarı böyle
yapılmıştır.
Sonra üzerine toprak
çekilir: Bize kadar nakledilegelen mesnun mezar şekli budur.
Ve mezarın üstü
toprakla tümsek haline getirilir: Tümsek dört parmak veya bir karış yükseklikde
olmalıdır. Buharî'nin Sahih'inde rivayet olunduğuna göre İbn. Abbas (ra) Hz.
Peygamber (sas) in mezarını tümsek şeklinde gördüğünü söylemiştir. Mezar yerle
aynı seviyede düz olmamalıdır. Mezarı düz yapmak ehl-i kitaba mahsusdur.
Kireç, kiremit ve
tahta gibi malzemeler kullanarak mezarları yaptırmak mekrûhdur: Çünkü bu
nesneler kalıcılık ve süs içindir. Oysa mezar kalıcılık ve süs yeri değildir. [228]
Zaruret olmadan aynı
mezara iki kişiyi defnetmek de mekrûhdur. Eğer iki kişi bir mezara konulacak
olursa, aralarına toprak konularak birbirlerinden ayırd edilirler ki; iki ayrı
mezar gibi olsun.
Mezarlara basmak,
üzerlerine oturmak, üstlerinde uyumak ve yanlarında namaz kılmak mekrûhdur: Hz.
Peygamber (sas) bunları yasaklamıştır. Zira
böyle şeyler yapılmakla, mezara hürmetsizlik edilmiş olur. [229]
Bir müslümanın kâfir
olan bir yakını ölünce, onu necis bir elbise gibi yıkayıp bir beze sarar ve bir
çukura gömer: Çünkü onunla olan akrabalık bağlarının gereğini yerine getirmekle
emrolunmuştur. Böyle yapmakla da emrin gereğini yerine getirmiş olur. Onu
canavarlara yem yapmamak için gömmesi gerekir. Ancak üzerine cenaze namazı
kılmaz; çünkü üzerine namaz kılmak, onun hakkında şefaatte bulunmak demektir.
Oysa o, şefaata müstahak değildir.
Dilerse, onu
dindaşlarına teslim eder: Ki, dindaşları kendi ölüleri için yaptıklarını onun
için de yapsınlar. [230]
Şehid; müşrikler tarafından öldürülen veya savaş meydanında yaralı olarak bulunan, ya da müslümanlar tarafından zulmen öldürülmüş olup, mirasçılarına bundan dolayı bir mal verilmesi gerekmeyen kimsedir. Şehid eğer akıllı, baliğ ve temiz ise; yıkanmaz ve üzerine namaz kılınır: Uhud şehidleri, şehidlik ahkâmına temel teşkil etmektedirler. Hz. Peygamber (sas) onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
“Onları kanları ve yaralarıyla gömün, yıkamayın. Doğrusu onlar kıyamet gününde damarlarından kan fışkırarak dirileceklerdir. Renk kan rengidir, ama koku misk kokusudur.” [231] Bunlar gibi olan veya zulmen öldürülüp de bu sebeple malî bir bedel ödenmesi gerekmeyerek; bir anlamda şehid sayılan kimseler de bunların hükmüne tabidirler. 'Ya da müslümanlar tarafından zulmen öldürülmüş.' sözünün kapsamına bağîler, yani meşru düzene baş kaldıranlar ve yolkesiciler de girmektedirler. Zira Hz. Ali (ra) Sıffın'de öldürülen tarafdarlarını yıkamamıştır. Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Malı uğrunda
öldürülen şehiddir.” [232] Sahih rivayette anlatıldığına göre Hz. Peygamber (sas)
Uhud şehidleri üzerine cenaze namazı gibi namaz kılmıştır. Hatta rivayet olunur
ki; Hamza (ra) nın üzerine yetmiş namaz kılmıştır. Başka bir rivayete göre onun
üzerine yetmiş tekbir almıştır. Aslında Hamza (ra) nın cesedi Hz. Peygamber
(sas) in önüne konulmuştu. Diğer şehidler birer birer oraya getiriliyor,
üzerlerine namaz kılınıyormuş. Bu sebeple râvi kılınan her namazın Hamza (ra)
nın üzerine kılındığını zannetmiştir.
'Şehid eğer akıllı,
baliğ ve temiz ise.' sözü Ebû Hanîfe'nin görüşüne göredir. Çünkü ona göre
çocuk, cünüb, adetli ve lohusa kadın şehid olduklarında yıkanmaları gerekir.
İmameyn'e göre baliğ kimseye kıyaslanarak çocuk ve cünüb şehid düşdüklerinde
yıkanmaları gerekmez. Çünkü cünüblükden dolayı alınacak gusül, ölüm sebebiyle
düşer. Ölüm ile vâcib olan şey ise, onun hakkında yok sayılır. Ebû Hanîfe demiş
ki; Hanzale b. Âmir (ra) cünüb olarak şehid edildiğinde meleklerin onu yıkadıkları
doğrudur. Ama bu tâlim maksadıyla böyle yapılmıştır. Ve bu hadiseyi anlatan
umumî hadîsden çıkarılan hususî bir hükümdür. Âdet ve lohusa halindeki kadınlar
da şehid edilirlerse, yıkanmaları gerekir.
Çocuğa gelince;
Ademoğullarının ölüleri için aslolan yıkamaktır. Ancak günahlara keffaret olur
ümidiyle şehadetin eseri olan kan lekeleri üzerinde kalsın diye, şehidin
yıkanmasını kaldırdık. Ama çocuk için böyle bir hal; yani günahkârlık söz
konusu olmadığı için, şehid edilen çocuğun yıkanması gerekir.
Ezici ağırlığı olan
bir nesneyle öldürülen kimsenin yıkanması gerekir. İmameyn bu görüşe
muhalifdirler. Ebû Hanîfe'ye göre bu durumda diyet ödemek gerekir. İmameyn'e
göre ise; öldürenin de öldürülmesi gerekir. Harb meydanında ölü bulunan bir
şahsın üzerinde yara yoksa, şehid olup olmadığı şüpheli olduğu için yıkanır.
Şehidin kefeni
elbisesidir. Bu elbise sünnet olan kefenden eksikse, geri kalan kısmı
tamamlanır. Fazla ise fazlalığı alınır: Hamza
(ra) şehid düştüğünde üzerinde çizgili bir aba vardı. Onunla başı örtülünce,
ayakları açıkda kalıyordu. Ayakları örtülünce de başı açıkda kalıyordu. Bunun
üzerine Rasûlullah (sas) başının örtülmesini, ayaklarının üzerine de izhir
denen geniş yapraklı bitkinin konulmasını emretti. Bu, kefenden ayrı ve ziyade
bir şeydir. Ama demek ki, bu hadise bunun kefen yerine kullanılmasının caiz
olduğunu gösteriyor. Şehidin üzerindeki kürk, palto, silah, mestler ve başlık
çıkartılır: Çünkü bunlar kefen esvabından değildirler. Hz. Peygamber (sas) bu
gibi şeylerin şehidin üzerinden çıkarılmasını emretmiştir.
Yaralandıkdan sonra bir şey yer (İmam Şâfıî), içer (İmam Şafiî), tedavi olur, dünya işlerinden bir şey vasiyyet eder (İmam Şâfıî), satar, satın alır, namaz kılar, savaş alanından sağ götürülür, bir çadıra alınır veya aklı yerinde olarak bir günden çok yaşarsa; yıkanır: Çünkü bu durumda o hayatın nimetlerinden yararlanmış ve üzerindeki zulüm eseri hafiflemiştir. Uhud şehidleri gibi olmakdan çıkmıştır. Çünkü onlar susuz ölmüşlerdi. Su kâsesi kendilerine sunulduğu halde, şehidlik ecirlerinin azalacağından korkarak içmemiş ve susuz olarak can vermişlerdi.
Şehid tedavi için
değil, atların ayakları altında çiğnenmemesi için saflar arasından alınıp
götürülürse, yıkanmaz. Çünkü bu durumda o, hayatın nimetlerinden
yararlanmamıştır. Rivayet olunur ki, İmam ebû Yûsuf şöyle demiştir: “Yaralının üzerinden aklı başında iken bir
namaz vakti geçer de sonra ölürse, yıkanır. Çünkü bu durumda ona bir vakit
namaz kılmak farz olmuştur.” Bu da dünya ahkâmındandır.
Yaralı gazi dinî bir
işi vasiyyet eder de, sonra vefat ederse, yıkanmaz. Zira rivayet edildiğine
göre Uhud harbinde Sa'd b. Rebî (ra) yara almış ve Ensara; “Açılıp kapanan gözünüz olduğu halde, eğer
aranızda Rasûlullah (sas) öldürülürse, kendinizi müdafaaya yarayacak bir
mazeretiniz olmaz.” diye vasiyette bulunmuş; sonra da ruhunu teslim
etmiş ve yıkanmamıştı. [233]
Had veya kısasdan öldürülenler yıkanır ve üzerlerine namaz kılınır: Çünkü bunlar zulmen öldürülmemişlerdir. Dolayısıyla Uhud şehidleri gibi değildirler.
Meşru düzene baş kaldıranların ve yol kesenlerin üzerine namaz kılınmaz: Çünkü bunlar yer yüzünde fesat çıkarmaktadırlar. Allah (cc) bu hususda şöyle buyurmuştur:
“Bu onların
dünyadaki rüsvaylığıdır.” [234] Namaz
şefaattir; bunlar ise şefaati haketmemişlerdir. Bu hususda kendisine uyulacak
bir önder olan Hz. Ali (ra) âsiler üzerine namaz kılmamıştı. Bunu ashabın gözü
önünde yapmış, hiç bir itirazla karşılaşmamıştı. Dolayısıyla bu bir icmâ
olmuştur. [235]
[1] Tevbe: 9/103.
[2] Nisa: 4/103.
[3] Bu hadis şerifi Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei ve
Müsned’inde Ahmed b.Hanbel rivayet etmiştir.
[4] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/73-74.
[5] Bu hadisi şerifi Müsned’inde Ahmed b. Hanbel, Müslim,
Ebu Davud rivayet etmiştir.
[6] Bu hadisi şerifi Kemal b. Hümam Ebu Hüreyre’den
rivayet etmiştir.
[7] Buhari; mevakıt, bab:9, Müslim; mesacid,bab:180.
[8] Bu hadisi Müsned’inde Ahmed b. Hanbel rivayet
etmiştir.
[9] Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.
[10] Bu hadisi Ebu Davud, İbn Mace ve Müsned’inde Ahmed b
Hanbel rivayet etmiştir.
[11] Bu hadisi Ebu Davud, Tirmizi ve İbn Mace rivayet
etmiştir. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/74-77.
[12] Bu hadisi Tirmizi, Nesei ve Sahih’inde İbn. Hibban
rivayet etmiştir.Sahih hadistir.
[13] Bu hadisi Taberani El- Kebir’de rivayet etmiştir.
[14] Bu hadisi Ebü Davud, İbn Mace ve Sünnen’inde Ahmet b.
Hanbel rivayet etmiştir.
[15] Bu Hadisi Müsned’inde Ahmet b. Hanbel, Tirmizi, Ziya
el- Makdisi, Bezzar ve Ebü Ya’la rivayet etmiştir.
[16] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/78-79.
[17] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[18] Bu hadisi Müsned’inde Ahmed b. Hanbel rivayet
etmiştir.
[19] Bu hadisi Buhari, Müslim, Malik, Ebu Davud, Tirmizi,
Nesei, İbn Mace ve Müsned’inde Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[20] Bunu Buhari, Müslim, Nesei ve Müsned’inde Ahmet b.
Hanbel rivayet etmiştir.
[21] Nisa: 4/103.
[22] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/80-82.
[23] Tevbe: 9/3.
[24] Bu hadisi Ebu Davud, Tirmizi ve Müsned’inde Ahmed b.
Hanbel rivayet etmiştir.
[25] Bunu Malik Sahih’inde, İbn. Huzeyme, Darekutni ile
Beyhaki de sünenlerinde rivayet etmiştir.
[26] Bunu Tirmizi rivayet etmiştir.Tesvib; sabah ezanında
‘es-salatu hayrun mine’n nevm cümlesinin okunmasıdır.
[27] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/82-85.
[28] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/85-86.
[29] Bu hadisi Müsned’inde Ahmed b. Hanbel rivayet
etmiştir.
[30] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/86.
[31] Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.
[32] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/86-87.
[33] Pis olan bir yerde hapsedilen kimse dinen temiz
sayılan bir şey bulamazsa; namazını kılmaz, terkeder. Bilhare kaza eder.
[34] Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiştir.
[35] Müddessir: 74/4.
[36] Hacc: 22/26.
[37] Araf: 7/31.
[38] Bu hadisi Müsned’inde Hars rivayet etmiştir.
[39] Nûr: 24/31.
[40] Pis elbiseyle namaz kılan ‘pisliği giderme’ farzını
terk ediyor; ama çıplak kılan; avret yerini örtme, kıyam, rüku ve secde gibi
birkaç farzı terkediyor.
[41] Bakara: 2/150.
[42] Bakara: 2/115.
[43] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/88-92.
[44] Bu hadisi Buhari, Müslim Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud,
Tirmizi, Nesei ve İbn. Mace rivayet etmiştir.
[45] Beyyine: 93/5.
[46] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/92-94.
[47] El-Mü'minûn: 23/1-2.
[48] Bu hadisi Ebu Davud, Nesei ve Ahmed rivayet etmiştir.
[49] El-Âlâ: 87/15.
[50] Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiştir.
[51] el-Âlâ: 87/15.
[52] Bu hadisi Nesei tahric etmiştir.
[53] Bu hadisi Ebü Davud ve Müsned’inde Ahmed b. Hanbel
rivayet etmiştir.
[54] Vâkıâ: 56/74.
[55] Âlâ: 87/1.
[56] Nahl: 16/98.
[57] Bu hadisi Buhari, Müslim, Malik, Ebü Davud, Tirmizi,
Nesei, İbn Mace ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[58] A’raf: 7/204.
[59] Bu hadisi Malik Ebü Davud rivayet etmiştir.
[60] Bu hadisi Buaaahri ve Müslim rivayet etmiştir.
[61] Bu hadisi Buhari, Müslim, Ebü Davud ve Ahmed b.Hanbel
rivayet etmiştir.
[62] Hacc: 22/77.
[63] Bu hadisi Ebü Davud ve Nesei rivayet etmiştir.
[64] A'lâ: 87/1.
[65] Bunu Ebü Davud tahric etmiştir.
[66] Bu hadisi Müsned’inde Ahmed b. Hanbel rivayet
etmiştir.
[67] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/94-104.
[68] Hacc: 22/77.
[69] Bu tabirden Hanefi mezhebinin üç imamının (ki, bunlar
Ebü Hanife, Ebü Yusuf ve İmam Muhammed’dirler) sözleri anlaşılır.
[70] Bu ahdisi Buhari, Müslim,Nesei ve Ahmed b. Hanbel
rivayet etmiştir.
[71] Bunun tahricini Ebü Davud ve Nesei yapmıştır.
[72] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/104-108.
[73] Bu hadisi Ebü Davud,Tirmizi, İbn Mace, Ahmed b.
Hanbel, Sahih’inde Hakim, Darekutni, Taberani ve İbn. Adiyy rivayet etmiştir.
[74] Nisa; 4/103.
[75] Ahmed b. Hanbel, Ebü Davud, Nesei; Hz.Peygamber
(sas)in bu sureleri vitir nazmında okuduğunu Übeyy b. Ka’b (ra) dan rivayet
etmişlerdir.
[76] Bakara: 2/201.
[77] Bu hadisi Buhari, Müslim,Ahmed b. Hanbel ve Darekutni
rivayet etmiştir.
[78] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/108-111.
[79] Müzzemmil: 73/20.
[80] Müzzemmil: 73/20.
[81] Bu hadisi Buhari, Müslim, Ahmed b. Hanbel, Ebü Davud,
Tirmizi, Nesei ve İbn. Mace rivayet etmiştir.
[82] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/111-113.
[83] Bu hadisi Müslim ve Ebü Davud rivayet etmiştir.
[84] Bu hadisi Buhari, Müslim, Malik, Ahmed b. Hanbel, Ebü
Davud, Tirmizi, Nesei ve İbn Mace rivayet etmiştir.
[85] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/113-114.
[86] Bu hadisi Müslim, Ebü Davud, Tirmizi, Nesei ve
Müsned’inde Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[87] Bu hadisi Müslim, Tirmizi, Ebü Davud ve Nesei rivayet
etmiştir.
[88] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/114-115.
[89] Bu hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir. Abdullah
b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit
Yayınları: 1/115.
[90] Tevbe: 9/9.
[91] Bu hadisi Beyhaki, Darekutni rivayet etmiştir.
Zayıftır. Hakim bunun münker olduğunu söylemiştir.
[92] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/116.
[93] Bu hadisi Buhari, Müslim, Ebü Davud, Nesei, Tirmizi,
İbn Mace, Malik ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[94] Bunun
tahricini Müslim ve Nesei yapmıştır.
[95][95] Bu hadisi İbn Mace ve Beyhaki rivayet etmiştir. Bunda
zayıflık vardır. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/116-117.
[96] Bu hadisi Müslim, Ebü Davud ve Nesei rivayet etmiştir.
[97] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/117-118.
[98] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/118-119.
[99] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/119.
[100] Bu hadisi Ebü
Davud, Tirmizi, İbn Mace ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[101] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/119-121.
[102] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/121.
[103] Hafiz İbn. Hacer’in dediği gibi; bu Hz. Peygamber
(sas) in sözü değildir. İbn. Hacer, Abdurrahman es- Sülemi’den Hz. Ali’nin
şöyle dediğini rivayet etmiştir. İmam senden yemek isterse, ona yedir. Şu halde
bu Hz. Ali (ra) nin sözüdür.
[104] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/121-123.
[105] Bu hadisi Müsned’inde Ahmed b. Hanbel rivayet
etmiştir.
[106] Rivayete göre Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir: Hz.
Peygamber (sas) namazda ellerin böğüre konulmasını yasakladı. Bunun tahrîcini Mâlik hâriç, cemaat yapmıştır.
[107] Bu hadisi Ebü Davud, Nesei, İbn Mace, Darimi ve Müsned’inden
Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[108] Bu hadisi Buhari, Ebü Davud, Nesei ve Müstedrek’inde
Hakim rivayet etmiştir.
[109] Bu hadîsi Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî, İbn Mâce ve
Sahih'inde İbn. Hibban rivayet etmiştir. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el-
Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/123-126.
[110] Bu hadîsi Müslim, Ebû Dâvud ve Neseî rivayet etmiştir.
[111] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/126.
[112] Bu hadisi İbn Mace rivayet etmiştir.
[113] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/127-128.
[114] Bu hadisi Darekutni ve Beyhaki rivayet etmiştir.
[115] Bu hadisi İmam Malik rivayet etmiştir.
[116] Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir. Abdullah b. Mahmûd
b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/129.
[117] Bu hadisi El- Kebir adlı eserde Taberani rivayet
etmiştir.
119 Abdullah b.
Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:
1/130-131.
[120]- Bu hadîsi Ebû Dâvud, Tirmizî, Beyhakî ve
Müstedrek'inde Hâkim rivayet etmiştir.
[121] Bu hadîsi Tirmizî rivayet etmiştir.
[122] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/131-132.
[123] Bu hadisi Ebü Davud, Tirmizi, Nesei, Müslim ve Ahmed
b. Hanbel rivayet etmiştir.
[124] Bu hadisi Ebü Davud rivayet etmiştir.
[125] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[126] Bu hadisi Ebü Davud, Tirmizi ve Nesei rivayet
etmiştir.
[127] Bu hadîsi Tirmizî ve İbn Mâce rivayet etmiştir.
[128] Bu hadîsi îbn Mâce rivayet etmiştir. Zayıf bir
hadîsdir.
[129] Bu hadîsi Müslim, Ebû Dâvud ve Tirmizî rivayet
etmiştir. .
[130] Allah (cc) ım Selam Sen’sin. (Dünya ve ahiret)
selameti de Sen’in yardımınla elde edilir. Selamet ve selam Sana döner. Sen
kutlusun. Ey Celal ve İkram ile muttasıf olan Rabbim.
[131] Muhammed: 47/33.
[132] Bu hadisin tahricini Ebü Davud, Tirmizi ve İmam Malik
yapmıştır.
[133] Bu hadîsi
Buhari, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî, Mâlik, İbn Mâce ve Müsned'inde Ahmed
b. Hanbel rivayet etmiştir.
[134] Bu hadisi Buhari, Müslim, Ebü Davud ve Tirmizi rivayet
etmiştir.
[135] Bu hadisi Müslim, Tirmizi,Nesei, İbn Mace ve Ahmed b.
Hanbel rivayet etmiştir.Burada geçen kunutun uzun tutulması sözü ile kıyamın
uzun tutulması kastedilmiştir.
[136] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/132-138.
[137] Bu hadîsi Müsned'inde Ahmed b. Hanbel rivayet
etmiştir.
[138] Bu hadîsi Neseî ve El- Kebir’ de Taberanî rivayet
etmiştir.
[139] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/138-141.
[140] Bu hadîsi Buharî, Müslim, Ebû Dâvud ve Ahmed b. Hanbel
rivayet etmiştir.
[141] Bu hadîsi Buharî, Müslim ve Neseî rivayet etmiştir.
[142] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/141-142.
[143] Nûh:
71/10-11.
[144] Hûd: 11/52.
[145] Bu hadisi Buhari, Müslim, Malik, Ebü Davud ve Nesei
rivayet etmiştir.
[146] Mecadih; micdahın çoğuludur. Micdah tıpkı ocağın üç
taşı gibi bir yıldızdır. Bunun Dubran yıldızı olduğu da söylenir. Denilir ki;
mecadih tıpkı ocağın üç taşı gibi üç yıldızdır. Bu Araplara göre yağmurun
cihetine delalet eden şeylerdendir. Buna göre Abbad (ra) şunu demek istemişti; “Ben göğü kepçe gibi karıştıran kelimelerle
duâ ettim.”
[147] Bu hadîsi Ebû Dâvud, Tirmizî ve Neseî rivayet
etmiştir.
[148] Ra'd:
13/14. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/142-145.
[149] Bu hadîsi Ebû Dâvud, İbn Mâce, Müsned'inde Ahmed b.
Hanbel rivayet etmiştir.
[150] Bu hadîsi Müslim, Ebû Dâvud ve Neseî rivayet etmiştir.
[151] Bu hadîsi Müsned'inde Ebû Ya'la, El- Kâmil'de İbn.
Adiyy, Sünen'inde Beyhakî, Taberânî ve Deylemî rivayet etmiştir.
[152] Bu hadîsi Mâlik, Ebû Dâvud, Tirmizî ve Ahmed b. Hanbel
rivayet etmiştir.
[153] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/145-150.
[154] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/150-152.
[155] Bu hadîsi Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[156] Bu hadîsi Buharî ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[157] Bunu Beyhakî rivayet etmiştir.
[158] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/152-156.
[159] Bunu Buhari, Müslim ve Ahmed b.Hanbel rivayet
etmiştir.
[160] Bu hadîsi Müslim, Neseî, İbn Mâce, Dârimî ve Ahmed b.
Hanbel rivayet etmiştir.
[161] Bu hadîsi Ebû Dâvud, Tirmizî, Mâlik ve Müsned'inde
Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[162] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/157.
[163] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/158.
[164] Bu hadîsi Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn. Hibban
rivayet etmiştir.
[165] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/158.
[166] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/159.
[167] Bunu Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[168] Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[169] Bakara: 2/184.
[170] Bakara: 2/239.
[171] Nisa: 4/43.
[172] Bu hadîsi Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn. Hibban
rivayet etmiştir.
[173] Bakara: 2/173.
[174] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/159-162.
[175] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/162-163.
[176] Cuma: 62/9.
[177] Bu hadîsi Müsned'inde Ahmed b. Hanbel rivayet
etmiştir.
[178] Bu hadîsi Ebû Dâvud ve Müsned'inde Şâfıî rivayet
etmiştir.
[179] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/163-164.
[180] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/164
[181] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/165.
[182] Bu hadîsi Bulıarî, Ebû Dâvud ve Tirmizî rivayet
etmiştir.
[183] Cuma: 62/9.
[184] Cuma: 62/9.
[185] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/165-168.
[186] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/168.
[187] Araf: 7/204.
[188] Cuma: 62/9.
[189] Cuma: 62/9.
[190] Abdullah b.
Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit
Yayınları:1/169-171.
[191] Bakara:
2/185.
[192] Abdullah b.
Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:
1/171-172.
[193] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/172-173.
[194] Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[195] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/174-175.
[196] Bu hadîsi Müsned'inde Ahmed b. Hanbel, Tirmizî,
Sahih'inde İbn. Hibban, İbn Mâce, Dârekutnî, Hâkim ve Beyhakî rivayet etmiştir.
[197] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/175-176
[198] Bakara: 2/203.
[199] A'raf: 7/55.
[200] Bu hadîsi Ahmed b. Hanbel, Sahih'inde İbn. Hibban ve
Şuâbu'l- iman'da Beyhakî rivayet etmiştir.
[201] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/176-178.
[202] Nisa: 4/102.
[203] Bu hadîsi Buhari, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî,
İbn Mâce, Dârimî ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[204] Nisa:
4/102.
[205] Bakara:
2/239.
[206] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/178-180.
[207] Hacc: 22/26.
[208] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/180-181.
[209] Bu hadîsi Müslim, Ahmed, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî ve
İbn Mâce rivayet etmiştir.
[210] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/182.
[211] Bu hadîsi Buharî, Müslim ve Ahmed b. Hanbel rivayet
etmiştir.
[212] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/182-183.
[213] Bu hadîsi Ahmed b. Hanbel, Tirmizî ve İbn Mâce rivayet
etmiştir.
[214] Bu hadîsi Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[215] Bu hadîsi Buharî, Müslim ve Ahmed b. Hanbel rivayet
etmiştir.
[216] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/183-185.
[217] Bu hadîsi Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.
[218] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/185-186.
[219] Bu hadîsi İbn Mâce rivayet etmiştir.
[220] Bu hadîsi Beyhakî Sünen'de rivayet etmiştir.
[221] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/186.
[222] Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[223] İnşirah:
94/4.
[224] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar,
Ümit Yayınları: 1/187-190.
[225] Bu hadîsi Ebû Hüreyre rivayet etmiştir. Abdullah b.
Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/190.
[226] Bu hadîsi Müsned'inde Ahmed b. Hanbel rivayet
etmiştir.
[227] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/191-192.
[228] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/192.
[229] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/192.
[230] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/193.
[231] Bu hadîsi Neseî ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[232] Bu hadîsi Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî
ve İbn. Hibban rivayet etmiştir.
[233] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/193-196.
[234] Mâide: 5/33.
[235] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/196.