Çalışılmadan Ele Geçen Malların Zekâtı:
Malın Zekât Olarak Verilecek Kısmı:
Zamanından Evvel Zekât Vermek:
ATLARIN, KATIRLARIN VE EŞEKLERİN DURUMU
Öşür Arazisinin Haraç Arazi Oluşu:
Zekâtı Verilmeyen Bazı Mallar:
Arazisinde Madenî Madde Bulanın Durumu:
KENDİLERİNE ZEKÂT VERİLECEK KİMSELER
Zengin Sayılanların Mertebeleri:
Zekâtı Başka Beldeye Nakletmek:
Zekât lügatte; artıp
fazlalaşmak demektir. Zekâ'l-malü dendiğinde; malın nemalanıp artması mânası
anlaşılır. Meselâ; falan adam zekiyyü'l- ırzdır denildiğinde, o kimsenin
ırzının temiz olduğu kastedilir.
Şer'î ıstılahda ise
zekât; belli bir malın belli bir kısmını belli bir şahsa temlik etmek demektir.
Bu târifde lügat mânası da vardır. Çünkü zekât, günahlardan temizlenmek için
farz kılınmıştır. Bu hususda Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Onların mallarından sadaka al. Bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin.” [1]
Ya da zekât, hakikaten
ya da takdiren nemalanan malda farzdır. Farziyyetinin sebebi; evsafı belli
mukadder bir malın, evsafı belli bir kimsenin mülkiyetinde bulunmasıdır. Bu
maldan verilen şeye de, malın zekâtı denilmektedir. Ebû Bekr er-Râzî'ye göre
zekâtın sene sonunda hemen verilme mecburiyeti yoktur; bilâhare de verilebilir.
Bu sebepledir ki, sene sonunda zekâtı verilmeyen mal eğer telef olursa,
erteleme sebebiyle o zekâtın tazmini gerekmez. Kerhî'ye göre zekâtın sene
sonunda hemen ödenmesi gerekir. İmam Muhammed'in bunu teyid eder sözler
söylediği nakledilir. Meselâ o demiş ki; kimsenin şâhidliği kabul edilmez.
malın zekâtını ödememiş Zekât, tartışma götürmez bir farzdır. Terkine asla
imkân ve müsaade yoktur. İnkâr eden kâfirdir. Farziyyeti Kitab ve sünnet ile
sabittir. Kitab'daki delili şu âyet-i kerîmedir:
“Zekâtı verin.” [2]
“Onların
mallarından sadaka al. Bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp
yüceltirsin.” [3]
Zekâtın farziyyetinin
sünnetteki delili, namazın farziyyeti hakkında rivayet etmiş olduğumuz hadîs-i
şerîfdir. Ayrıca farziyyeti hususunda icmâ da vardır. [4]
Zekât ancak hür, âkil
(İmam Şafiî), baliğ (İmam Şafiî), olan
kimselere farzdır: Köleye farz değildir, çünkü onun mülkü olmaz. Kâfire farz
değildir, çünkü kâfir imanın esaslarına muhatap olmadığı gibi, fer'î
mes'elelerine de muhatap değildir. Çocuğa ve deliye de zekât farz değildir. Çünkü
bunlar ibadet emirlerine muhatap değildirler.
Zekât da en büyük
ibadetlerdendir. Çünkü o İslâmın temel esas ve rükünlerinden biridir. Çocuk ve
delinin zekât vermekle mükellef olmadıklarını söylemiştik; zira Hz. Peygamber
(sas) bu hususda şöyle buyurmuştur:
“Kalem üç şey
kimseden kaldırıldı; bulûğa erinceye dek Çocuğun, kendine gelinceye dek
delinin, uyanıncaya dek uykuda olanın.” [5] Hz. Ali (ra) demiş ki; “(Bir kimseye) namaz farz oluncaya dek, zekât farz olmaz.”
Bu kimseler
borçlarından ve aslî ihtiyaçlarından fazla olarak, nisaba mâlik olmalı ve bu
mala senenin başında ve sonunda tam bir mâlikiyet olmalıdır: Mülk dedik; mâliki
olmayan maldan zekât vermek farz değildir, yitik mal gibi. Nisab dedik; çünkü
Hz. Peygamber (sas) zekâtın ölçüsünü bununla belirlemiş ve şöyle
buyurmuştur:
“İkiyüz dirhemden
az maldan zekât yoktur.” [6] Diğer
nisablar hakkında da böyle hadîs-i şerifler vârid olmuştur. Malın borçlardan
fazla olması gerektiğini söyledik; çünkü içinde borç bulunan malda aslî ihtiyaç
vardır. Zira kişinin zimmettinin kendisiyle cennet arasında bir engel olan borçtan
arınmış olması; en mühim ihtiyaçlarındandır. Bu ihtiyaç, yiyecek ve giyeceklere
duyulan ihtiyaç gibidir. Borçlunun mülkiyeti nâkısdir. Çünkü borçlu bu malı
mecbur kaldığı için, bedelini peşin ödemeksizin satın almıştır. Oysa zekât
nakıs olmayan kâmil nimete karşı bir şükür olarak farz kılınmıştır. Borçlular
zekât vermedikleri gibi, Allah (cc)
“Borçlulara.”
[7] emriyle, onlara zekât verilmesini emretmiştir.
Borçluların da zekât vermekle mükellef olduklarına dâir açıklamalar varken, onların aynı zamanda zekât almalarının caiz olduğunu söylemek, çelişki meydana getiriyor gibi anlaşılabilir: Bu, köle ile mükâteplik anlaşması yapan köle misaline benzemektedir. Evet, borçlunun borcundan fazla malı varsa, ortada bir mâni kalmadığı için zekât vermesi gerekir. Burada sözü edilen borçludan kasıt, kullar tarafından kendisinden ödeme talebinde bulunulan borçludur. Ama adak, keffaret, hacc vb. borcu bulunan ancak, kullar tarafından ödeme talebinde bulunulmayan boçlu, zekât vermekle mükellefdir. Ödenmesi için hâkim tarafından hüküm verilmeyen nafaka da bu tür borçlardandır ve zekâtın vücûbuna mani değildir. Ama ödenmesi için hâkim tarafından hüküm verilen nafaka borç sayılır ve zekâtın vücûbuna mâni teşkil eder. [8]
Zekât borcu hususunda
âlimler farklı görüşler ortaya koymuşlardır: İmam Züfer dedi ki; zekât borcu
bâtını (gizli) mallarda zekât vermeye mâni değildir. Çünkü bu borçlar kullar
tarafından ödenmesi taleb edilen borçlar değildirler. Öderse, mal sahibi öder.
Ebû Yûsuf dedi ki; eğer borçlar zimmetteyse, yani üzerinden bir sene geçtikden
sonra zekât malı telef olur, dolayısıyla zekât mal sahibinin zimmetinde kalır
ve o başka bir mala sahip olursa; zekât vermesi farz olur. Zimmetindeki borç,
onun zekât vermesi gereğine mâni olmaz. Eğer borç aynî bir malda ise, meselâ
nisaba mâlik olan bir kimsenin üzerinden seneler geçse bile, geçen bütün
seneler için zekât vermesi gerekmez.
Ancak İmam Züfer buna
muhalifdir. İmameyn'e göre ise, her iki fasılda da zekât vermak farz olmaz.
Borç zimmette de olsa, aynî malda da olsa; zekât vermeye mâni olur. Çünkü
zekâtı tahsil etmek devlet başkanının vazifesidir. Hz. Osman (ra) bu vazifeyi
mal sahiplerine bırakmıştı. Ama bu salahiyetin devri, devlet başkanının
salahiyetini (yetkisini) ortadan kaldırmaz. Öyle ki; bir belde halkının zekât
vermediklerini öğrenirse, zekâtı onlardan almak için talepde bulunur. Zekât
toplama memuru o beldeye uğrarsa, ahaliden zekâtı tahsil etme hakkına sahib
olur. Bu gibi borçlar kullar tarafından ödenmesi taleb edilen borçlardır ve
zekât vermeye mâni olmazlar. Sene içinde ortaya çıkan borç, Ebû Yûsuf’un
hilâfına, İmam Muhammed'e göre zekâta mânidir.
Mehir muaccel de olsa,
müeccel de olsa; zekâta mânidir. Zayıf bir kavle göre, mehrin müeccel olanı
değil de muaccel olanı zekât vermeye mânidir.
Aslî ihtiyaçlarından
fazla olarak dedik; zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Kişi kendi kazancı
üzerinde daha fazla hak sahibidir.” Başka bir hadîs-i şerîfde de şöyle
buyurmuştur:
“Önce
kendinden başla.” [9]
Bu da kişinin aslî ihtiyaçlarının her şeyden önce geldiğini
göstermekdedir. Ki bunlar da; barınak, giysi, ev eşyası, kullanılan silahlar,
binek hayvanları, fakihlerin kitaptan, sanatkârın âletleri vb. hayatta mecburen
temini gereken ihtiyaçlardır.
Tam mülk demekle
mükâtep kölenin malını tarifin dışına çıkarmış olduk. Çünkü zekât; tam mülkün
şükrünü eda etmek için farz kılınmıştır. Tam mülk, bir nimet-i kâmiledir. Oysa
mükâtebin malı nimet-i nakısadır. Câbir (ra) in rivayetine göre Hz. Peygamber
(sas) şöyle buyurmuştur:
“Azad edilinceye kadar, mükâtep kölenin malından zekât
verilmez.” [10] Senenin
başından ve sonundan mâlikiyet. dedik: Çünkü mülkiyetimizde bulunan malın
zekâtını vermemiz için üzerinden bir sene geçmiş olması şarttır. Bu hususda Hz.
Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Üzerinden
bir sene geçmemiş bir maldan zekât verilmez.” [11] Ayrıca kâr ve nema elde edebilecek kadar bir müddet
kadar bir malın üzerinde tasarrufda bulunma imkânına sahip bulunmak gerekir.
Ki, biz bu müddeti bir sene olarak takdir etmiş bulunuyoruz. Çünkü bir sene
genel olarak fiatların ve piyasanın değiştiği dört mevsimi kapsamakdadır.
Sonra zekât verme
mükellefiyetinin kesinlik kazanması için sene başında; zekâtı fiilen vermenin
vücûbu için de sene sonunda nisabın tam olarak mal sahibinin mülkiyetinde
bulunması bir şart olarak göz önünde bulundurulmak mecburiyetindedir. Senenin
başı ile sonu arasında nisaba tam olarak mâlikiyet halinin devam etmesi gibi
bir şart yoktur. Böyle bir şartın tahakkukunu aramakda büyük bir zorluk vardır.
Çünkü harcamalarda bulunma sebebiyle sene içinde her vakitte nisabın azalması
veya artması söz konusudur. Bu zorluğu bertaraf etmek için bu şart kaldırılmıştır.
Zekâtın edası ancak
malın zekât için verilecek kısmını ayırırken veya verirken, ona bitişik bir
niyyetle caiz olur: Namaz bahsinde de geçtiği gibi, ibadetlerin edası için
niyyet mecburidir. Zekât bir defada değil, müteferrik olarak da edâ edilir. Her
edâ ediş esnasında niyyet etmek belki de zor olacağından biz, kolaylık ve
rahatlık olsun diye zekât için verilecek kısmı maldan ayırırken niyyet etmenin
kâfi olacağını söyledik.
Malın tamamını sadaka olarak veren bir kimseden, verirken zekâta niyyet
etmese dahi, zekât borcu düşer: Kıyasa göre düşmemesi gerekir; İmam Züfer böyle
demiştir. Çünkü ortada bir niyyet yoktur. İstihsan şekli ise, şudur; Vâcib olan,
nisabın bir cüz'ünü vermek. Bu durumda ortada nisab kalmadığına göre zekât da
olmaz. Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Darphanede basılan damgalı dirhemlerin zekâtı, öşrün
dörtte biri (yani malın kırkda biri) kadardır.” [12] Başka
bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurmuştur:
“Yirmi mıskal (altın)dan yarım miskal zekât verilir.” Bu hususda bunlardan başka nasslar da vardır.
Zekâtta rükün; malı
bir iyilik olarak karşı tarafa verip, mülk etmekdir. Malın tamamını verirken
vecibe edâ edildiği için, bu rükün kesin olarak edâ edilmiş olmaktadır. Çünkü
mal sahibi malın tamamını sadaka olarak verirken, bir cüz olarak vermesi
gereken zekâtı da vermiş olmaktadır. Niyyet, malın zekât olarak verilecek
kısmını belirlemek için şart koşulmuştur. Vâcib olan malın tamamını sadaka
olarak vermekle belirlenmiş olmaktadır.
Bir kimse malının bir
kısmını sadaka olarak verirse, İmam Muhammed'e göre sadaka olarak verilen
kısmın zekâtı ortadan kalkar. Ancak İmam ebû Yûsuf bu görüşe muhalifdir.
Mal-i zimarın zekâtı
yoktur (İmam Züfer, İmam Şafiî): Kaybolan, denize düşen, çölde bir yere gömülüp
de sahibi tarafından yeri unutulan, kaçak köle, gasbedilen mal, elde bir
beyyine olmaksızın inkâr edilen borç ve emanet eşya gibi mallara mal-ı zimar
denilir. Bahçeye ve araziye gömülen malın mal-i zimar olup olmadığı hususunda
ihtilaf vardır. Evdeki bir yere gömülen mal, mal-i zimar değildir. İmam Züfer
dedi ki; nasslar mutlak olduğu için, mal-i zimara zekât vardır. Bunun sebebi
olan mülkiyet bu malda tahakkuk etmektedir. Yolda kalmış kimsenin durumunda
olduğu gibi; el altında bulunmayışı, o malın zekâtının verilmemesini gerekli
kılmaz.
Bizim bu hususdaki
dayanağımız; Hz. Ali (ra) den merfu ve mevkuf olarak rivayet edilen şu sözdür:
“Mal-i zimarda zekât yoktur.”
Malları geri verdiğinde Ömer b. Abdülaziz'e; 'bu mallardan geçen senelerin
zekâtını (sahiplerinden) almayacak mıyız?' diye sorduklarında; 'hayır, onlar
mal-i zimardır' cevabını vermişti. İbadetlerde mükellefiyetin konulup
kaldırılması hususunda akla ve kıyasa yer yoktur. Bu hususda emirlere uyulur.
Mal-i zimarda zekât
yoktur dedik; çünkü bu, nemâlanan bir mal değildir. Sahibi, elinde bulunmadığı
için, bu malı nemâlandırmakdan âcizdir. Ama yolda kalmış olan ve malından
uzakda bulunan kişi böyle değildir. O, vekili aracılığıyla kendisinden uzakdaki
malını nemâlandırabilir. [13]
Çalışmaksızın hibe, miras ve vasiyetten istifade
yoluyla elde edilen aynı cins mallardan zekât vermak farzdır. Kişi bunların
zekâtını kendi aslî malının zekâtıyla birlikde verir: Hz. Peygamber (sas) bu
hususda şöyle buyurmuştur:
“Bilesiniz ki,
senede bir ay vardır; o ayda malınızın zekâtını verirsiniz. O aydan sonra elde
edilen malların zekâtı bir dahaki sene başı gelmeden verilmez.” Bu da; aslî malın da, sene başından sonra elde edilen
malın da zekâtının aynı vakitte, yani sene başında verileceğini gösteren bir
delildir. Bu görüş aşağıda zikredeceğimiz
hadîs-i şerîfe dayanılarak kuvvet kazanmaktadır:
“Bir malın
üzerinden bir sene geçmedikçe, zekâtı verilmez.” [14] Bu
hadîs-i şerîf umumidir. Çalışmaksızın istifade yoluyla elde edilen mallar
hakkında rivayet ettiğimiz hadîs-i şerîf ise, hususidir. Ya da her iki hadîs-i
şerifle amel edilerek bu hadîs aynı cinsden olmayan mallar için kabul edilir.
Çünkü istifade yoluyla elde edilen her malın zekâtını vermede bir sene geçmesi
şartının aranmasında zorluk ve sıkıntı vardır. İstifade edilen (müstefad)
mallar çok olabilir. Her müstefad malın ele geçişinin senesinin başlangıcıyla
sona erişini takib ve kontrol etmek zor olabilir. Oysa malın üzerinden bir sene
geçmesinin şart koşulması kolaylık içindir. Bu çocuklar ve kazançlar gibidir.
Ayrı cinsden olan müstefad mallar zekât verme hususunda birbirlerine eklenmezler.
Bu hususda icmâ vardır.
Zekât, hayvanların nisabı tutan kısmından verilir. İki nisab arasında arta kalan miktarın zekâtı yoktur (İmam Muhammed, İmam Züfer): İmam Muhammed ve İmam Züfer dediler ki; hem nisabı tutan kısımdan hem de iki nisab arasında arta kalan kısımdan zekât verilir. Bunun formülü şudur: Bir adamın seksen koyunu olur da bunlardan kırk tanesi ölürse, Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf’a göre zekât olarak bir koyun vermesi gerekir. İmam Muhammed ve İmam Züfer'e göre ise, yarım koyun vermesi gerekir. Bir kimsenin dokuz devesi olur da, bunlardan dört tanesi ölürse; bir koyun vemesi gerekir. İmam Muhammed'e göre ise, bir koyunun dokuzda birini vermesi gerekir. İmam Muhammed ve İmam Züfer'in bu hususdaki delilleri şudur: İki nisab arasında kalan mal nemâlanan bir maldır ve nimet-i kâmiledir. Nemâlanan malın ve nimetin şükrünü ifa etmek için bu malın zekâtını vermek gerekir. Bizim bu hususdaki delilimiz ise, Hz. Peygamber (sas) in şu buyruğudur:
“Saime (merada beslenen) beş deve için zekat olarak bir koyun verilir. On taneye varıncaya kadar beşden fazlası için zekât yoktur.” [15] Bu hadîs-i şerîf iki nisab arasında artakalan mallar için zekât verilmeyeceğini açıkça bildirmektedir. İki nisab arası arta kalan mallar nisaba tâbi olduğu için, mudarebe mallarının kazancında olduğu gibi; bunların telef olması halinde, telefıyet nisaba da ulaşır.
Sene geçtikden sonra
nisaba ulaşan malın zayi olmasıyla zekât düşer (İmam Şâfıî). Bir kısmı zayi
olmuşsa, o kısmın zekâtı kalkar: Önce
de anlatıldığı gibi vâcib nisabın bir cüz'üdür. Böyle olunca zekâtın mahalli
nisab olmakdadır. Bir şeyin mahalli yok olunca, kendisi de yok olmaktadır.
Suçlu bir kul gibi. Bu kul ölünce, kendisinden hesap sorma işi de ortadan
kalkar. Nisaba erişen mal zayi olunca, zekât da kalkar. Çünkü o malın zekât
olarak verilecek olan kısmı aynı ile fakirin değildir. Hatta zekât toplama
memurunun talebinden ve mal sahibinin vermemesinden sonra mal telef olursa, o
zaman mal sahibi telef olmuş malın zekâtını tazmin etmekle mükellef olur. Kerhî
bu görüşdedir. Çünkü o mal emanet gibidir. Ödenmesi taleb edildikden sonra verilmemiş
ve telef olmuşsa, tazmin etmekle mükellef olur. Ulemanın çoğuna göre tazmin
etmekle mükellef olmaz; çünkü mal sahibi zekâtını dilerse aynî olarak, dilerse
altın gümüş ve eşya ile kıymet olarak verebilir. Bu durumda vermesi gereken
zekâtın bedelini bulmak için zekât ödemesini erteleyebilir. Ama malını
tüketirse, mütecaviz davrandığı gerekçesiyle kendisine bir ceza olarak
tazminatla mükellef olur.
Zekât olarak verilecek
olan malın kıymetini vermek de caizdir: Keffaret,
adak, sadaka-i fıtır ve öşürde de kıymet vermek caizdir. Zira Allah (cc) şöyle
buyurmuştur:
“Onların
mallarından sadak al.” [16] Bu
da alınan şeyde maksadın sadaka olduğuna dâir bir nasstır. Alınan her cins
sadakadır.
Rasûlullah (sas) zekât
develeri arasında çok iri hörgöçlü bir deve görünce kızmış ve;
“İnsanların
mallarının en kıymetlilerini almanızı yasaklamamış mıydım?!” buyurmuş, zekât memuru da; “Ben iki deve vererek bunu geri alıyorum” demişti.
Bu hadîs-i şerîf bu hususda sarih hüküm ifade etmektedir. Hz. Peygamber (sas)
Muaz b. Cebel (ra) i Yemen'e gönderdiğinde Muaz onlara şöyle demişti; “Arpa ve darı yerine (zekât olarak) bana hamis ve lebis [17]
getirin. Çünkü bu sizin için daha kolaydır; Medine'deki ensar ve muhacirler için de, daha
faydalıdır.” Muaz (ra) bunları alıp Hz. Peygamber (sas) e getirir,
Rasûlullah (sas) da onu tenkid etmezdi.
Hz. Peygamber (sas) in;
“Deveden (zekât olarak) deve al.” hadîs-i şerifine gelince; bunu kolaylık için buyurulmuş bir söz olarak anlamak gerekir. Çünkü deve sahibinin zekât olarak diğer cins mallara göre deve vermesi, daha kolaydır. Bunda aranan fıkhî mâna; vaadedilen rızkı yoksula ulaştırmaktır ki; bu mâna ve bu maksat hâsıl olmuştur.
Bir hadîs-i şerîfde
Rasûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Doğrusu Allah (cc)
yoksulların azığını zenginler üzerine farz kıldı ve buna zekât adını verdi.” Bu cizye gibi olmuştur. Ama hedy ve udhiyye
kurbanları böyle değildir. Çünkü kan akıtmak aklen bu mânanın dışındadır. [18]
Mal sahibi malının
orta derecede olanını zekât olarak verir: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur: “Onların mallarının orta derecede olanını (zekât olarak) al.”
Malın iyisini zekât olarak almak mal sahibine zarar verir. Kötüsünü almak ise
yoksullara zarar verir. Biz, iki taraf arasında denge sağlamak için 'zekât
olarak malın orta derecede olanını almak gerekir' dedik.
Yavrusundan ayırarak
yavrulu hayvanı, gebe hayvanı, koçları ve besi hayvanını zekât olarak almak
caiz değildir. Bunun gerekçesini açıklamıştık. Ayrıca Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“İnsanların mallarının
en kıymetlilerini almakdan sakının.” [19] Ömer
(ra); “Kuzuyu onlara say.” demiştir.
Çoban kuzuyu ellerinin üzerinde tutarak getirse bile, zekâta tâbidir. Yavrulu
hayvan, besi hayvanı, gebe hayvan ve koç sahiplerine bırakılmıyor mu? Öyle ise
kuzu da zekâta tâbi olacaktır. [20]
Nisaba mâlik olan bir
kimse daha senesi gelmeden bir veya daha çok senelerin zekâtını önceden
verebilir ve yine aynı şekilde nisabı tutan bütün malların zekâtını verebilir
(İmam Züfer): Zira rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (sas) amcası Abbas
(ra) dan iki senenin zekâtını önceden istemiş, o da çoğaldıkdan sonra mal
olarak ödemişti. Verdiği mal ilk sene ile sonraki sene için eşit miktardaydı.
Ama nisabın tamam olmasından evvel zekât verilmez. Çünkü bu halde zekât,
veriliş sebebinden evvel verilmiş olmakdadır. Diğer ibadetlerde olduğu gibi
zekâtın da sebebinden evvel edası caiz olmaz. İlk nisab malı kendisinde ve
diğer nisablarda zekâtın varlığı için sebep teşkil etmektedir.
Görülmez mi ki; bazan
nisabı oluşturan mala diğer mallar da eklenir ve eklenen mallar o nisab malına
tâbi olurlar. İmam Züfer dedi ki; bir kimse kendi mülkiyetinde bulunan nisab
hariç, diğer nisablardan zekât verirse, bu kendisi için yeterli ve caiz olmaz.
Çünkü bu durumda zekâtı veriliş sebebi olan mülkiyetten önce edâ etmiştir.
Biz kendi görüşümüzü
yukarıda açıkladık. Zira müstefad mal, zekâtın vücûbu hususunda aslî mala
tâbidir. Senenin doldurulması hususunda
da aslî mala tâbidir. Bu durumda sene
sanki, hem müstefad malın hem de aslî malın üzerinden geçmiş gibi olmaktadır.
[21]
Bir kimse zekât
vermekden kaçınırsa, devlet başkanı ondan zekâtı zorla alır ve yerine sarfeder.
Zira Allah (cc);
“Onların
mallarından al.” [22] buyurdu.
Hz. Peygamber (sas) de;
“Zekâtı insanların
zenginlerinden al.” [23] diye emir buyurmuştur. Hz. Osman (ra) ın
hilâfeti zamanına kadar zahirî ve batınî malların zekâtını tahsil etme hakkı
devlet başkanına aitti. Ama o, insanların mallarını zâlimlarin kontrol
etmelerinden korkarak, batıni malların zekâtını verme işini mal sahiplerine
bıraktı ve mal sahipleri batınî mallarının zekâtını verme işinde devlet
başkanının vekilleri gibi oldular. Devlet başkanı onların vermediklerini
öğrenirse, kendilerinden talepde bulunur.
Haricî ve âsilerin
zekât diye topladıkları şey, kendileri için hak olmaz. Çünkü onlar zekât
verenleri korumakdan âcizdirler. Vergi ise himaye karşılığında alınır. Bu
durumda onlara zekât vermiş olanlara kendileriyle Allah (cc) arasında (yani
kazaen değil de diyaneten) yeniden zekât vermeleri gerektiğine dair fetva
verilir. Zira biliyoruz ki, haricîlerle âsiler o malları zekât olarak
almamışlar ve zekâtın sarfedileceği yerlere sarfetmemişlerdir.
Müteahhirîn uleması
zamanımızdaki zâlim sultanların reayadan topladıkları mallar hususunda ihtilafa
düşmüşlerdir: Belh uleması dediler ki; bu malları zekât olarak veren
sahiplerine, zekâtlarını birinci mes'elede olduğu gibi yeniden vermeleri
gerektiğine dair fetva verilir. Ebû Bekr el-A'meş dedi ki; “Zekâtı yeniden
vermelerine dair fetva verilir; çünkü zekât fakirlerin hakkıdır. Zâlim
sultanlarsa, o malları fakirlere sarfetmemişlerdir. Ama haraç olarak toplanan
mallar hakkında yeniden vermeleri gerektiğine dair fetva verilmez. Çünkü haraç
savaşma hakkıdır. Sultanlarsa, bu işi yaparlar. Öyle ki, İslama karşı bir
düşman çıkarsa, onunla savaşırlar.
Şemsü'l-eimme es-Sarahsî
dedi ki; “Esahh olan şudur ki; bunlar ödemeyi yaparlarken zekât vermeye
niyyet ederlerse, üzerlerindeki bütün zekât mükellefiyeti kalkar. Kişiden
alınan vergi, baç ve müsadere malları da hep bu hükme tabidirler. Çünkü
sultanların ellerindeki mallar, halkın mallarıdır. Üzerlerindeki
mükellefiyetler onların mallarının fevkindedir. Onlar borçlu ve fakirler
mesabesindedirler.” Hatta
Muhammed b. Seleme dedi ki; “Horasan
valisi Ali b. İsa b. Mahan'ın zekât alması caizdir.”
Zekât veya sadaka-i
fıtır borcu bulunan kimse ölürse, bu borç onun terekesinden alınmaz. Ama
varisleri teberru ederlerse, terekesindan alınması caiz olur. Terekesinden
alınması için vasiyette bulunmuşsa, bu vasiyet malının üçde birini geçmeyecek
şekilde yerine getirilir. Çünkü bu bir ibadettir. İbadet mânasının tahakkuk
etmesi için zekât ya kendisi tarafından, ya da naibi vasıtasıyla ödenir. Zira
ibadet; itaatkârla âsiyi birbirinden ayırmak için teşri kılınmıştır. Bu da
kişinin rızası ve kasdı olmaksızın tahakkuk edemez. Mal sahibi malının zekâtını
vermekle emrolunmuştur; zekâtını verme işini kendisinden başkası yapmaz. Ya da
kendisinin yerine kaim olduğu için naibi de yapabilir. Ama vârisi yapamaz. Çünkü
vârisi; malına sahip olma hususunda cebren onun yerine geçmektedir. Bu hükme
göre vârisinin onun yerine zekât vermesi caiz olmaz. Ancak biz bunu istihsanen
caiz gördük ve vârisin ödemesiyle kendisinden zekât borcunun kalktığını
söyledik. Çünkü Hz. Peygamber (sas) Has'amiye hadîsinde şöyle buyurmuştur:
“Allah (cc) ın borcu ödeme hususunda
önceliklidir.” [24]
Saime; senenin çoğunda
kırda otlamakla yetinen hayvana denilir: Senenin yarısında veya daha fazlasında
yemle beslenen hayvan saime değildir: Çünkü mal sahipleri kış günlerinde ve
karlı günlerde hayvanlarını mutlaka yemlemek zorundadırlar. Bundan dolayı;
genel olarak uyulan bir kaide haline gelsin diye, senenin çoğu ölçü olarak
kabul edildi. Kırda otlatma sebebiyle masraf azaldığı ve üreme hasıl olduğu
için zekât vermek farz olmuştur. Senenin çoğunda kırda otlatılınca, bu maksada
ulaşılmaktadır. Ama yemleme yapılınca, masraf artar. Masrafın çokluğu, devamlı
yemlenen hayvanlarda olduğu gibi,' zekâtın kalkmasına sebep olur. Şu halde
ölçü; senenin çoğudur. Evet; üreme, süt ve yavru için kırda otlatılan hayvanlar
zekâta tabidirler. Ama binmek ve yük taşımak maksadıyla otlatılan hayvanlar
üreme ve nema olmadığı için zekâta tabi değildirler.
Deve denilince; bu kelime buhtî ve Irakî develerini
de kapsar: Deve adı lügate göre bu
ikisi için de kullanılır.
Sığır denilince,
mandayı da kapsar: Çünkü manda da
bir sığır cinsidir.
Davar kelimesi de,
koyun ve keçiyi kapsar: Şeriat lisanında bu kelime ikisi için kullanılmıştır.
Davar kelimesi lûgaten de her ikisini içine alır. [25]
Saime olan beş deveden
azında zekât yoktur: Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Saime olan beş
devede zekât vardır.” [26] Salıverilmiş develer de bu kısımda mütalâa edilirler.
Zira hadise aynıdır. Sıfat eğer alem (özel isim) le bitişirse, illet gibi olur.
Beş devede bir koyun,
on devede iki koyun, on beş devede üç
koyun, yirmi devede dört koyun, yirmi beş devede bir bint-i mehad
verilir: [27] Bint-i mehad; iki yaşına
girmiş dişi deveye denilir. Otuz altı devede bir bint-i lebun verilir. Bint-i
lebun; üç yaşına girmiş dişi deveye denilir.
Kırk altı devede bir
hıkka verilir [28] Hıkka; dört yaşına girmiş
dişi deveye denilir. Altmış bir devede bir cezea verilir. Cezea; beş yaşına
girmiş dişi deveye denilir. Yetmiş altı devede iki bint-i lebun verilir. Doksan
bir deveden yüz yirmi deveye kadar iki hıkka verilir: Bu anlatılanlar hususunda âlimler arasında ihtilaf yoktur. Hz.
Peygamber (sas) in yazdığı zekât mektuplarından nakledilen haberler bu hususda
müttefıkdirler.
Yüz yirmiden yüz
kırkbeşe kadar iki hıkka ile evvelki gibi her beş devede bir koyun verilir (İmam Şâfıî). Yüz kırkbeşden yüz elliye kadar iki hıkka ile bir bint-i mehad
verilir. Yüz elli devede üç hıkka verilir. Yüz elliden yüz yetmiş beşe kadar önceki
gibi her beş devede bir koyun eklenir. Yüz yetmiş beş devede üç hıkka ile bir
bint-i mehad verilir. Yüz seksen altı devede üç hıkka ve bir bint-i lebun
verilir. Yüz doksan altı deveden iki yüz deveye kadar dört hıkka verilir. Sonra
ise daima yüz elliden başlandığı gibi başlanır (İmam Şâfıî): Bu Hz. Ali (ra)
ile İbn. Mes'ûd (ra) un mezhebidir. Rasûlullah (sas) da sadakalar mektubunda
Hz. Ebûbekir (ra) e böyle yazmıştır. Hz. Peygamber (sas) Amr b. Hazm (ra) a
yazdığı mektubunda şu ölçüleri koymuştur;
“Develer yüz
yirmiden fazla olursa, fariza yeniden başlar. Yirmi beşden az develer için
zekât olarak davar verilir. Her beş küsur deve için bir koyun verilir.”
Bu, yüz yirmi deveye
kadar üzerinde icmâa varılan bir ölçüdür. Bu ölçünün değiştirilmemesi ve muhalefet
edilmemesi evlâdır. [29]
Otuz sığırdan
aşağısında zekât yoktur. Otuz sığırdan kırk sığıra kadar; iki yaşına basmış bir
erkek veya dişi dana verilir: Ebü Dâvud ve Tirmizî'nin rivayet ettikleri bir
hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) Muaz b. Cebel (ra) e böyle emretmiştir. Bu
hususda icmâ-ı ümmet vardır.
Altmış sığıra
varıncaya kadar olan fazla sığırlar kendi hesabına uygun şekilde verilir (İmam
Şâfıî): Bu Ebû Hanîfe (rh. a) ye göredir. Rivâyetü'l- Aslıda ise şöyledir;
kırkdan sonra altmışa kadar olan her bir fazla sığır için üç yaşındaki bir
dananın onda birinin dörtte biri, ya da iki yaşındaki bir buzağının onda
birinin üçde biri verilir. Her iki fazla sığır için üç yaşındaki bir dananın
onda birinin yarısı ya da iki yaşındaki bir buzağının onda birinin üçde ikisi
verilir. Ve bu böyle hesaplanıp gider. Çünkü bu hususda bir nass yoktur.
Nisapları insanların görüşüne göre hesaplamak caiz değildir ki; zekâtı ona göre
hesaplayıp vermek farz olsun.
İbn. Ziyad'ın Ebû
Hanîfe'den rivayet ettiğine göre; 40-50 sığır arasındaki fazlalık için zekât
verilmez. Elliye varınca, üç yaşına basmış bir dana ile bunun dörtte biri, ya
da iki yaşına basmış bir buzağının üçde biri verilir. Çünkü iki nisab miktarı
arasındaki sığırlar için kırkdan öncesi ve altmışdan sonrasında olduğu gibi,
buzağı verilir.
Esed b. Amr'ın
rivayetine göre Ebû Hanîfe demiş ki; altmışa varıncaya kadar kırkdan fazla
sığır için zekât yoktur. Bu aynı zamanda İmam ebû Yûsuf ile İmam Muhammed'in de
kavlidir. Çünkü Muaz b. Cebel (ra) bu hususda şöyle der; “Nisab miktarı arasındaki fazla sığırlar
için zekât yoktur. Ben bunu Rasûlullah (sas) dan işittim.”
Altmış sığırda iki
yaşına basmış iki erkek veya dişi buzağı verilir. Yetmiş sığırda üç yaşına
basmış bir dişi dana ile iki yaşına basmış bir erkek buzağı verilir. Seksen
sığırda üç yaşına basmış iki dişi dana verilir. Bundan sonraki her on sığır
için ayrıca iki yaşında bir erkek buzağı ve ondan sonraki on sığır için de üç
yaşında bir dişi dana verilir ve bundan sonrakiler hep böyle zekâtlandırılır: Bu
hususda icmâ vardır ve bu yolda eserler vârid olmuştur. [30]
Kırkdan az olan koyun
ve keçinin zekâtı yoktur. Kırkdan yüz yimi bire kadar bir koyun verilir. Yüz
yirmi birden ikiyüz bire kadar iki koyun verilir. İkiyüz birden dört yüze kadar üç koyun verilir. Dört yüz koyun için
de dört koyun verilir. Bundan sonra her yüz koyun için bir koyun verilir: Buna
dâir mütevatir haberler vârid olmuştur ve bu hususda ihtilaf yoktur.
Zekât olarak bir yaşını
tamamlamış olan (İmam Şâfıî) koyun verilir: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Zekâtta
ancak bir yaşını tamamlamış koyun yeterli olur.” Mevkuf ve
merfü bir rivayette anlatıldığına göre; Hz. Ali (ra) şöyle demiştir; “Zekât olarak ancak bir yaşını tamamlamış
veya daha yaşlı koyun alınır.” Rivayete göre; koyunlardan zekât
olarak altı aydan büyük kuzu alınabilir. Bu İmameyn'in kavlidir. Keçilerdense,
kurbanlıklar göz önüne alınarak ancak bir yaşını tamamlamış olan keçi zekât
olarak alınır. İlk görüş zâhirü'r-rivâyedir ve sahih olan da budur.
Develerden zekât
olarak ancak dişi olanlar; sığır, koyun ve keçilerdense, hem erkek ve hem de
dişi olanlar zekât olarak alınabilirler. Develerden ancak dişi alınabilir;
çünkü develerin zekâtı anlatılırken nassda bint-i mahad, bint-i lebun, hıkka ve
cezea diyerek müennes (dişi) kelimeler kullanılmıştır. Sığır ve davarlar
içinse; bakar, şât kelimeleri kullanılmıştır ki; bu kelimeler hem erkek ve hem
de dişileri içine alırlar. [31]
Bir kimsenin karışık olarak saime erkek ve dişi atları bulunsa, yahut sadece dişi atları olsa; dilerse her at için (İmam ebû Yûsuf, İmam Muhammed) bir dinar zekât verir; dilerse kıymetlerini hesab edip her iki yüz dirhem için (İmam ebû Yûsuf, İmam Muhammed) beş dirhem zekât verir: Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed dediler ki; atlardan zekât verilmez. Zira Ebû Hüreyre (ra) nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Müslüman kölesi ve
atı için zekât vermekle mükellef değildir” [32] Ebû Hanîfe'nin
delili ise şu âyet-i kerîmedir:
“Onların
mallarından sadaka (zekât) al.” [33] At da, bu âyet-i
kerîmede geçen mallar cümlesindendir. Câbir (ra) in rivayetine göre Hz.
Peygamber (sas) bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurmuştur:
“Saime olan her at
için bir dinar veya on dirhem zekât verilir. Saime olmayıp bağlı olan atlar
için zekât verilmez.” [34]
Hz. Ömer (ra) Ebü Ubeyde b. Cerrah (ra) a yazdığı mektubunda, diğer saime hayvanlara kıyaslamada bulunarak, “Her at için bir dinar ya da on dirhem zekât al” demiştir. Ebû Hüreyre (ra) nin rivayet etmiş olduğu;
“Müslüman kölesi ve atı için zekât vermekle mükellef değildir” hadîs-i şerîfıyle alâkalı olarak Zeyd b. Sabit (ra); “Bu hadîs-i şerifle gazinin atı kasdedilmiştir.” der. Ebû Hanîfe dedi ki; “Hepsi dişilerden oluşan at sürüsü için zekât verilmez; çünkü bunlar üreyip namâlanmazlar.” Doğrusu bunlar için de zekât vermek gerekir; çünkü at sahibi damızlık bir atı iğreti olarak alıp çiftleştirme yapabilir.
Hepsi erkek olan at sürüsü için zekât verilip verilmeyeceği hususunda Ebû Hanîfe'den iki rivayet gelmiştir.Esahh olan kavle göre, hepsi erkek olan at sürüsü için zekât vermek gerekmez. Çünkü bu sürüde de doğurma ve semizlenme yoluyla nemâlanma yoktur. Zira Ebû Hanîfe'ye göre atın eti yenmez.
Atların zekâta tâbi
olduklarını ifade eden rivayeti şöyle anlamak gerekir; saime atların zekâtı,
deve ve sığırlardaki gibi erkeklik ve dişiliğe göre değişmez. Aradaki fark
şudur; deve ve sığırlarda nema etin fazlalaşmasıyla elde edilmektedir ki;
maksat da budur. Ama yukarıda anlatıldığı gibi, atlarda böyle bir nema meydana
gelmez. Yani atlar çoğalsa bile, Ebû Hanîfe'ye göre at eti yenmediği için bu
bir nema sayılmaz.
Katırların ve
eşeklerin zekâtı yoktur: Zira Hz. Peygamber (sas) e bunların zekâta tâbi olup
olmadıkları sorulduğunda;
“Bu hususda
bana bir şey nazil olmadı.”
cevabını vermiştir. Ancak şu âyet-i kerîme cami, yani geniş kapsamlıdır;
“Kim zerre kadar hayır işlerse, onun karşılığını görür;” [35]
Çifte koşulan
hayvanlarla, yemle beslenen hayvanların da zekâtı yoktur: Nitekim evvelce
geçtiği gibi, hayvanların zekâta tâbi sayılmaları için, saime olmaları şart
koşulmuştur. Bunu teyiden, İbn. Abbas (ra) Hz. Peygamber (sas) in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir;
“Çifte koşulan sığırlarda zekât yoktur.” Kaldı ki; bu hayvanlarda nemâlanma da yoktur. Bunlara
yem verme sebebiyle masrafları da kat kat artmaktadır. Nema da manen yok
olmaktadır. Halbuki, zekât vermeğe sebep; nemâlanan maldır.
Birer yaşını
doldurmayan deve, sığır (İmam Züfer, İmam ebû Yûsuf), oğlak ve kuzu için de zekât verilmez: Ebû Yûsuf dedi ki; “Bunlardan kendileri gibi bir yavru zekât
olarak verilir.” İmam Züfer dedi ki; “Bunların zekâtı da büyüklerininki
gibi verilir; çünkü Hz. Peygamber (sas)
“Beş deve için (zekât olarak) bir koyun verilir.” buyurdu.”
Bir başka hadîs-i şerîfde de Hz. Peygamber (sas) “Kırk koyundan bir koyun verilir.” buyurdu. Koyun ve deve
kelimeleri cins ismidirler; büyükleri de, küçükleri de kapsarlar.
Ebû Yûsuf’un gerekçesi
şudur; üç yaşındaki sığırın icarında sahibine zarar verilmiş olur. Ama bunların
asla zekâta tâbi olmayışlarında ise, fakirlere zarar verilmiş olur. Şu halde
zayıf ve cılız olanları zekâtında olduğu gibi, bunlardan da kendileri gibi olan
sığıralar zekât olarak verilir. İmameyn'in delili ise; Süveyd b. Gafle (ra) nin
şu hadîs-i şerîfidir:
“Hz. Peygamber (sas)
in gönderdiği zekât memuru bize geldi; onun şöyle dediğini işittim: Bana
verilen talimata göre sütteki hayvanlar için bir şey almayacağım.” Zira nisablar kişilerin görüşlerine göre tayin
edilmezler. Bunlar şer'î emirlerle ittifakla belirlenmişlerdir. Buna göre; yaşı
küçük hayvanlar için zekât nisabı yoktur. Şeriat, sıralı nisablar için sırasına
göre yaşlar belirlemiştir.
Bu hususda kıyasa yer
yoktur. Bir yaşını doldurmamış küçük hayvanlar içise, bu sıralı yaşlar yoktur.
Ancak bunların
arasında büyükleri varsa, bunlar da zekâta tâbi olurlar: Küçükler arasındaki
büyük bir tane de olsa; bu sebeple küçükler de zekâta tâbi olurlar. Çünkü o,
küçükleri bulup çıkarır. Nitekim önceden de nakledildiği gibi, bu hususda Hz.
Ömer (ra) zekât memuruna şu emri vermiştir; “Çoban elinin üstünde tutup gelirse bile, kuzuyu (zekât hesabına dahil
ederek) sahiplerinin aleyhinde say.”
Ebû Yûsuf’a göre; kırk
kuzuda bir kuzu, yüz yirmi bir kuzuda iki kuzu, iki yüz bir kuzuda üç kuzu,
dört yüz kuzuda dört kuzu zekât olarak verilir. Sonraki her yüz kuzu için
büyüklerde olduğu gibi bir tane verilir. Otuz buzağıda bir buzağı, altmış
buzağıda iki buzağı, doksan buzağıda üç buzağı, yüz yirmi buzağıda dört buzağı
zekât olarak verilir.
Deve yavrularına
gelince; bu hususda Ebû Hanîfe'nin görüşü şudur; yirmi beş taneye kadar zekât
yoktur. Yirmi beş taneye varınca, bir tanenin zekât olarak verilmesi gerekir.
Sonra eğer bunlar büyük olsalardı, iki devenin verilmesini gerektiren sayıya ki,
bu yetmiş altıdır varıncaya kadar fazla bir şey verilmez. Yetmiş altı deve
yavrusu için iki deve yavrusu zekât olarak verilir. Bundan sonra eğer bunlar
büyük olsalardı, üç devenin verilmesini gerektiren sayıya ki bu yüz kırk beşdir
varıncaya kadar bir şey verilmez. Yüz kırk beş deve yavrusu için üç deve yavrusu
zekât olarak verilir ve bundan sonrası hep böyle hesaplanır.
Yine imam Ebû
Hanîfe'ye göre beş deve yavrusu için bir koyun kıymeti ile bir deve yavrusunun
beşde birinin kıymetinden hangisi daha az ise o zekât olarak verilir. On deve
yavrusu için iki koyunun kıymeti ile bir deve yavrusunun beşde birinin
kıymetinden hangisi daha az ise, o zekât olarak verilir. Ve yine Ebû Hanîfe'den
gelen bir rivayete göre beş deve yavrusu için bir deve yavrusunun beşde birinin
kıymeti zekât olarak verilir. On deve yavrusu için bir deve yavrusunun beşde
ikisinin kıymeti zekât olarak verilir. Ve bundan sonrası hep böyle hesaplanır.
Mes'ele: Bir adamın nisab miktarını bulan saime hayvanları var. Bunların üzerinden senenin bir kısmı geçtikten sonra bunlar doğururlar. Sonra da bunların anaları ölür ve yavruların üzerinden bir sene geçerse, Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'e göre senenin hükmü münkati olur ve zekât gerekmez. İmam ebû Yûsuf ile İmam Züfer'e göre ise; senenin hükmü münkati olmaz; yahi zekât vermek gerekir.
Ortak saime hayvanları
olanlardan her ortağın hissesi ayrı ayrı nisabı doldurmadıkça, zekât vermeleri
gerekmez: Bu hususda Hz. Peygamber
(sas) şöyle buyurmuştur:
“Adamın
koyunları kırkdan az olursa, bir şey vermesi gerekmez.” Çünkü zekât kişinin zengin sayılmasıyla farz olur.
Zenginlik ise, ancak bir mala sahip olmakla gerçekleşir. Kişi ortağının malı
ile zengin sayılamaz. Bu bakımdan emlak şirketiyle akid şirketi aynıdır. Bir
adamın bir başkasıyla ortaklaşa beş devesi veya kırk koyunu varsa, ortaklardan
hiç birisi zekât vermekle mükellef olmaz. Ama ikisinin ortaklaşa on devesi veya
seksen koyunu varsa, her birinin zekât olarak birer koyun vermesi gerekir. Bir
baliğ ile bir çocuğun ortaklaşa on devesi veya seksen koyunu varsa, sadece
baliğ olanın bir koyunu zekât olarak vermesi gerekir.
Mal sahibinde zekât
olarak vermesi gereken yaşdaki hayvan bulunmazsa, daha üstünü alınır ve fazla
olan kıymeti geri verilir. Ya da farkıyla birlikde daha aşağısı alınır: Bu
hüküm zekât olarak verilmesi gereken malın yerine kıymetinin verileceği esasına
dayanmaktadır. Sonra muhayyerlik mal sahibinindir. Mal sahibi olan da budur.
Dilerse kıymetini verir, dilerse daha üstün olan hayvanı verir, farkını geri
alır; dilerse farkını ekleyerek daha aşağısını verir. Mal sahibinin bu ödeme
şekillerinden birini tercih etmesi halinde zekât memurunun bunu kabul etmemeye
yetkisi yoktur. Çünkü mal sahiplerine kolaylık göstermek, uyulması gereken bir
prensiptir. [36]
Altın ve gümüşün;
külçe halinde olsun, basılmış olsun, zinet olsun, kap olsun, ticarete niyyet
edilsin, edilmesin; nisabı doldurunca, zekâtı verilir: Bu hususda Allah (cc)
şöyle buyurmuştur:
“Altın ve gümüşü
yığıp da, onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu? (İşte onlara elem verici
bir azabı müjdele).” [37] Zekâtın
vücûbu altın ve gümüş adına bağlanmıştır. Çünkü yukarıda sayılan külçe, sikke,
zinet, kap gibi şeylerin tamamında bu maden vardır. Ayet-i kerîmenin aslında
geçen kenz kelimesi ile; zekâtı verilmeyen altın ve gümüş kasdedilmiştir. Zira
Câbir (ra) ile İbn. Ömer (ra) in rivayet ettikleri bir hadîs-i şerîfde şöyle
buyurulmuştur:
“Zekâtı verilmeyen
her mal göz önünde bulunsa bile, kenz (yığıntı) dır. Zekâtı ödenen her mal
yerde gömülü de olsa kenz değildir.”
Ümmü Seleme (ra) nin
şöyle dediği rivayet edilir; “Ben
altın zinet takınırdım. 'Ey Allah (cc) ın
Peygamberi, bu kenz midir? diye sordum. Buyurdu ki; Eğer zekâtını
ödemişsen, kenz değildir.” [38] Şu
halde yukarıda geçen âyet-i kerîmeye
şöyle mâna verebiliriz; altın ve gümüşün zekâtını vermeyenleri elem verici bir
azab ile müjdele! Hz. Peygamber (sas) ellerinde altın bilezikler bulunan iki
kadın gördü; onlara:
“Allah (cc) ın sizi
ateşden iki çemberle kuşatmasını ister misiniz? diye sordu. Onlar, “Hayır” deyince; şu
cevabı verdi; “Öyle ise bunların zekâtını verin.” [39] Doğrusu zekât
vermeme durumunda şiddetli azab tehdidi vardır ve bu da zekâtın farziyyetinin
delilidir.
Ayrı ayrı nisabları noksan olan altın ile gümüş, kıymet itibarıyla birbirlerine katılırlar ( Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Çünkü maliyet ve bedeliyet bakımından ikisi aynı mânayı taşımaktadırlar. Fakirlerin durumu gözetilerek, bunları birbirine katmak gerekir. Ama saime hayvanlarda böyle yapılmaz. Çünkü zekât saime hayvanın kendisi ve sureti ile bağlantılıdır ve saime hayvanların cinsleri muhtelifdir.
Sonra Ebû Hanîfe'ye göre altın ve gümüşden birinin kıymeti diğerine eklenir. İmameyn'e göre ise, bunlardan biri cüz’ olarak diğerine eklenir. Bunun sureti şudur; bir kimsenin on miskal altını ve iki yüz dirhemden az gümüş kabı varsa, bu kapların değeri on miskal altın kadarsa; İmameyn'in hilafına Ebû Hanîfe'ye göre bu kimsenin zekât vermesi gerekir. İmameyn'e göre bu hususda esas, altın ve gümüşün kıymeti değil, miktarıdır. Çünkü nassda belirtilen de budur. Ebû Hanîfe'ye göre esas, cins birliğinin göz önünde bulundurulmasıdır. Cins birliği kıymet ile hesaplanır. Altın ve gümüşden birinin kıymeti nisabı bulursa, zekât vermenin sebebi mevcud olur.
Altın nisabı yirmi
miskaldır. Bunun yarım miskali zekât olarak verilir: Bu ölçüyü Hz. Peygamber
(sas) in şu sözlerinde görmekteyiz; “Ey Ali! yirmi miskala varmadıkça, altın
için zekât vermen gerekmez. Yirmi miskale varınca, o zaman yarım miskal vermen
gerekir.” [40]
Yirmi miskalden sonra her dört miskal için iki kırat zekât verilir.
Gümüşün nisabı iki yüz dirhemdir. Bunun beş dirhemi zekât olarak verilir: Hz. Peygamber (sas) Amr b. Hazm'ın
rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurmuştur: “İki yüz dirheme
varıncaya kadar gümüşde zekât yoktur. İki yüz dirheme varınca, beş dirhem zekât
verilir.”
Sonra her kırk
dirhem için bir dirhem verilir: Bu Ebü
Hanîfe'ye göredir. İmameyn dediler ki; “Nisabdan fazla olan altın ve gümüşün
zekâtı da kırkda bir ölçüsüne göre hesaplanır.' Öyle ki, bunlara göre iki yüz
dirhem gümüşün üzerinde bir dirhem fazla olsa; o bir dirhemin kırkda biri zekât
olarak verilir. Yirmi miskal altından fazla olan bir kırat için de aynı
miktarda zekât verilir. Zira Hz. Ali (ra) nin rivayetine göre Hz. Peygamber
(sas) şöyle buyurmuştur:
“İki yüz dirhemden
beş dirhem zekât verilir. Fazlası da aynı nisbette hesaplanarak zekâtı verilir.”
[41] Ebû Hanîfe'nin bu hususdaki dayanağı ise; Hz.
Peygamber (sas) in Amr b. Hazm (ra) a yazdığı şu hadîs-i şerîfdir; “İkiyüz
dirhemde beş dirhem zekât vardır. Ve her kırk dirhemde de bir dirhem zekât varıir.” Bu hadîs-i şerîfdeki ikinci cümlenin
başında ibtidaya delalet eden bir alâmet bulunmamaktadır. Şu halde 'iki yüz
dirhemde beş dirhem zekât vardır' cümlesinden sonraki ikinci cümle, 've sonraki
her kırk dirhemde de bir dirhem zekât vardır' mânasında anlaşılmalıdır. Çünkü
kırk dirhem gümüş yalnız başına olduğunda zekâtdan muaf olan bir miktardır. Ama
iki yüzden sonra olduğunda zekâta tâbi bir nisabdır. Daha az miktardaki gümüş
ise; hem tek başına olduğunda, hem de iki yüz dirhemden sonra mevcud olduğunda
saime hayvanlarda olduğu gibi zekâtdan muafdır. Çünkü zerrenin, habbenin, danik
(dirhemin altıda biri) in, dirhemin onda birinin çeyreğini ve sair miktarları
hesaplamak zordur. Zorluk ise, dinden uzaklaştırılmıştır.
Diğer madenlerle
karışık olan altın ve gümüş paralarda maden çeşitlerinden hangisi diğerlerinden
çoksa, hüküm ona görev verilir. Eğer
karışık maden fazlalığı teşkil ediyorsa, bu paralar ticaret malları hükmünde
olur. Çoğu gümüş ise gümüşe göre, altın ise altına göre zekât verilir: Çünkü
altın ve gümüşe az miktarda başka maden karıştırılmadan para olarak
darbedilmeleri mümkün değildir. Altın ve gümüş paralarda çok değil ama, az
miktarda yabancı maden mutlaka vardır. Bu durumda ayırıcı ölçüyü yarıdan
fazlalığa bağladık. Buna göre züyuf ve nebehrece [42] zekâta
tabidirler. Çünkü bunların yarısından fazlası gümüşdür. Setoke [43]
ise zekâta tabi değildir. Çünkü bu
paranın yarısından çoğu yabancı madendendir. Ancak bir kimsenin yanında çok
miktarda setoke parası var ve bu paralardaki gümüş miktarı nisaba varırsa, ya
da bu paralar ticaret için alınmışsa ve kıymeti de iki yüz dirheme varırsa; o
zaman zekâta tâbi olur.
Altın ve gümüş
paralara karıştırılmış olan yabancı madenler eğer altın veya gümüş ile eşit
miktarda ise, zekât vermek gerekmez. Çünkü bunlarda aslolan zekâtın farz
olmayışıdır. Zekât vermenin sebebinde ki o da nisabdır şüphe meydana
geldiğinden dolayı zekât vermek bu durumda gerekmez. Sarf bahsinde de
anlatılacağı gibi, bey'; yani alış-veriş hususunda hüküm bunun hilafınadır.
Saime hayvanlara sahip olanların durumu ile arazinin dalyalarla ya da
akarsularla sulanması halinde zekât verme sebebinde, yani nisabda şüphe meydana
geldiği gibi, bu meselede de şüphe meydana gelmiştir. Bu hususlara ileride
gelinecektir.
Dirhemlerde muteber
olan; on dirhemin yedi miskal ağırlığında gelmesidir: Bu meselede şu rivayet
esas teşkil etmektedir; Hz. Peygamber (sas) in zamanında dirhemler değişik
ağırlıkda idiler. Hz. Ömer (ra) bazı dirhemleri on iki kırat, bazılarını da
yirmi kırat olarak kabul etti. Bu yüzden insanlar dirhemlerle yaptıkları muamelelerde
anlaşmazlığa düşüyorlardı. Ömer (ra) ashabla bu hususda istişare etti; ashabın
bazıları ona, “Her dirhemin üçde
birini al ve birbirine kat.” dediler. Öyle yaptı; on dört kırat meydana
geldi. Sonra bunu bir dirhem olarak itibar etti. Bu yeni dirhemin on tanesi yüz
kırk kırat etti ki; bu da yedi miskaldir. Çünkü bir miskal yirmi kırattır.
Mallar ticaret malı
olmadıkça ve kıymetleri de altın veya gümüş nakitlerinden birinin nisabına
varmadıkça, zekâta tabi değildirler. Ticaret malının kıymeti de altın ve
gümüşün kıymetine ilâve edilir: Çünkü
zekât ancak aslî ihtiyaçlardan fazla olan ve nemâlanıp ziyadeleşen malda farz
olur. Nemâlanma altın ve gümüşde olduğu gibi ya da Allah (cc) ın hazırlamasıyla
olur. Allah (cc) bu iki madeni nema için hazırlamıştır. Çünkü aslında bunları
eşyanın semeni (bedeli) olarak yaratmıştır. Bu madenlerle yapılan muamele ve
tasarruflarda mübadele ve değer takdirine ihtiyaç duyulmaz.
Her ne durumda olursa
olsunlar; bu iki maden zekâta tabidirler. Nemâlanma ya da kulun hazırlamasıyla
olur ki; bu hayvanları kırda beslemek (dediğimiz isame) ile, ya da ticaret
niyyetiyle olur. Bu gibi hallerde nemâlanma zahiren veya gâliben tahakkuk eder.
Ticaret metâında
belirlenmiş bir nisab yoktur. Çünkü bununla ilgili olarak belirleyici Şer'î bir
hüküm vârid olmuş değildir. Öyle ise bu emtianın değerini takdir etme yoluna
baş vurulur: Eldeki ticaret mallarının altın veya gümüş nakidlerden biriyle
değeri takdir edilirse, değeri muteber olur. Kişi ticaret malının kıymetini;
altın veya gümüş paraların hangisiyle dilerse, onunla takdir eder. Çünkü
zekâtın vücûbu ticaret eşyasının maliyetine göredir. Eşyanın kıymeti maliyet
örfüne göre belirlenir. Kıymet belirlemede altın veya gümüş paralar hüküm
bakımından aynıdırlar. Mal sahibi malının kıymetini bu paralardan dilediğiyle
belirler.
Rivayete göre Ebû
Hanîfe şöyle demiştir; “Tüccar malının
kıymetini fakirlerin daha fazla yararına olacak paralarla belirler.” Yani
fakirler açısından hangi parayla nisaba ulaşacaksa, ticaret malının kıymetini
onunla belirler. İmam Muhammed'in ise bu hususda şöyle dediği rivayet
edilmiştir; “Tüccar malının kıymetini
bulunduğu beldede en çok tedavülde dolaşan para ile belirler. Çünkü bu daha
kolaydır.” Doğruyu en iyi bilen Allah (cc) dır. [44]
Az olsun, çok olsun;
yağmur suları veya akar suyla sulanan ekin ve meyvelerden öşür, yani onda bir
nisbetinde zekât alınır (İmam ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Kalıcı olanlar ve
olmayanlar bu bakımdan aynı hükme tabidirler. İmameyn dediler ki; ancak kalıcı
olan (yani bir sene dayanabilen) ve beş vesk miktarına ulaşan mahsulattan öşür
vermek farz olur. Bir vesk; altmış ölçekdir. Baklagiller ve reyhanlar öşre tâbi
değildir. İmameyn'in bu hususdaki delilleri; Hz. Peygamber (sas) in şu hadîs-i
şerifleridir:
“Beş veskden az
olan mahsulatta sadaka (zekât) yoktur.” [45]
“Yeşilliklerde öşür
yoktur.” [46]
Öşür bir zekâttır. Diğer zekâtlarda olduğu gibi, verilmesi için zenginlik tahakkuk etsin diye, verilmesinin vücûbu için nisab şarttır. Ebû Hanîfe'nin bu mevzudaki delili şu âyet-i kerîmedir;
“Kazandıklarınızın
iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın.” [47] Yerden rızık olarak çıkan mahsulatın zekât olarak
sadece onda biri veya bunun yarısı verilir ki; bundan murad öşürdür. Yerden
çıkarılan mahsulatın azı da çoğu da, yanıklı olanı da olmayanı da; bu hususda
aynı hükme tabidir. Ebû Hanîfe'nin bu mevzudaki delillerinden biri de şu hadîs-i
şerîfdir;
“Semanın
suladığına öşür vardır.” [48] Öşür tıpkı haraç gibi yerin vergisidir. Yerden
çıkan az da olsa çok da olsa; dayanıklı da olsa, dayanıksız da olsa; haracı
verilir. Öşür de aynen böyledir.
'Yerden çıkan mahsulün
beş vesakdan az olması halinde sadaka yoktur' diyen birinci hadîs-i şerîf zekât
mânasında anlaşılmalıdır. Çünkü sadaka kelimesi mutlak olarak zikredildiği
zaman zekât mânasında anlaşılır. Asr-ı saadette insanlar vesklerle alış-veriş
yaparlardı. Bir vesk (altmış ölçek) ekinin değeri kırk dirhemdi. Beş vesk
ekinin değeri ise, iki yüz dirhemdi.
'Yeşilîikde öşür
yoktur'diyen ikinci hadîs-i şerîf ise; öşür toplama memuru bu gibi şeyler için
mal sahibinden öşür almaz; ancak mal sahibinin kendisi bunu fakirlere verir,
mânasında anlaşılmalıdır. Ebû Hanîfe'nin görüşü budur. İmameyn ise, şöyle
dediler; “Bir kimsenin zekât veren bir
zengin sayılması için, nisab miktarına sahip olması şarttır.” Biz
deriz ki; öşürde mal sahibi nazar-ı itibara alınmaz. Öyle ki; vakıf arazisinde,
çocuğunun ve delinin arazisinde yetiştirilen ekinlerden de öşür alınır. Şu
halde mâlikin vasfı nazar-ı itibara alınmaz. Aynı şekilde ekinlerin ve
meyvelerin hasadının üzerinden bir sene geçmesi de şart değildir. Çünkü hasadla
birlikde nema da tahakkuk etmiştir. Ve elde edilen ürünün tamamı nemadır.
Acem kamışı, odun ve
ot bu hükmün dışındadır: Çünkü bunlar tarlaya zarar verir ve toprağı
gevşetirler. Ama bir kimse tarlasını odunluk ve kamışlık haline getirirse, o
zaman öşür vermesi gerekir. Kendir otu da bu bakımdan ot hükmündedir.
Dolap ve dalya ile
sulanan ekin ve meyvelerde zekât olarak öşrün yarısı verilir: Zira Hz.
Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Göğün
suladığından öşür alınır. Büyük kovalar ve dalyalarla sulanan üründen öşrün
yarısı alınır.” [49]
Büyük kovalar ve dalyalarla yapılan sulama sebebiyle masraf çoğaldığı için
zekât nisbeti de azalmaktadır. Yemle beslenen hayvanların masraflarıyla, saime
hayvanların masraflarının farklılığı gibi. Akar su ve dalya ile sulanan
ürünlerde senenin çoğu esas alınır. Senenin yarısı süresince sulama yapılmışsa,
saime hayvanlarda olduğu gibi, mal sahibi nazar-ı itibara alınarak, bu üründen öşrün
yarısının verilmesi gerekir.
Saman ve yapraklardan
öşür alınmaz: Çünkü bunlar ekin ekmekle elde edilmek istenen asıl şeyler
değildirler. Kavun, karpuz ve hıyar çekirdeği de böyledirler. Çünkü asıl elde
edilmek istenen şey bu çekirdekler değil, bunların meyveleridir. [50]
Yapılan masraf ve
harcamalar zekâtdan düşürülmez: Zira
Hz. Peygamber (sas) ekinlerden öşür verilmesini farz kılmıştır. Dolayısıyla
öşür, ekinin tamamını kapsar. Elde edilen ekinin toplamının onda birinin zekât
olarak verilmesi gerekir. Ve yine Hz. Peygamber (sas) ekinlerin zekâtını
masrafları göz önüne alınarak bir defa yarı nisbetinde hafifletmiştir. İkinci
defa hafifletme olmaz.
Ebû Yûsuf dedi ki;
safran ve pamuk gibi vesk ile ölçülmeyen ekinlerin kıymeti, vesk ile ölçülen
darı ve mısır gibi şeylerin en ucuzunun beş vesk miktarındaki değeri kadar
olması halinde, öşürlerini vermek gerekir. Çünkü bunlardan öşür vermek
gerektiğine dair bir nass yoktur. Nisapların, kişilerin görüşlerine göre
belirlenmesi mümkün değildir. Zekât hususunda nisabları olmayan ekinlerin
kıymeti, nisabları hakkında nass bulunan ekinlerin nisab miktarındaki kıymeti
kadar olduğunda, öşürleri verilir; tıpkı
ticaret mallarının zekâtında olduğu gibi. Fakirler durumu nazar-ı itibara
alınarak, en ucuz ekinlerin kıymeti
esas alınır,dedik.
İmam Muhammed dedi ki; yerden biten nesne kendi türünün değerinin kendisiyle ölçüldüğü ekinin en iyisinin beş misli kadar olduğu takdirde, öşür vemek gerekir. Meselâ pamuk beş yük olduğunda öşür vermek gerekir. Bir yük, üç yüz men (bir men; takriben 884 gram) dir. Başka bir rivayete göre de, üçyüz yirmi men'dir. Safran ve şeker beş men olduğunda öşür vermek gerekir. Nitekim nisabı hakkında nass bulunan en kıymetli ekinin miktarı ne ile ölçülüyorsa; o ölçü burada esas alınmıştır ki, o da veskdir. Bu toparlayıcı bir mânadır; buna kıyas yapmak sahihdir.
Öşrü vermenin farz
oluş vakti, Ebû Hanîfe'ye göre ürünün göze görünür hale geldiği vakittir. Ebû
Yûsuf’a göre, ürünün olgunlaştığı vakittir. İmam Muhammed'e göre ise, ürünün
toplama yerine getirildiği vakittir. Hanefî imamları arasındaki bu ihtilafın
faydası şurada tezahür eder; öşrün vücûbundan sonra ürün sahibi öşür olarak
vermesi gereken ürünü tüketirse, vermekle mükellef olur. Ama vücûbundan evvel
tüketirse, vermekle mükellef olmaz. İmameyn'e göre bu ihtilafın faydası bu
noktada ve nisabın tamamlanmasında tezahür eder.
Öşür arazisinden
çıkarıldığı zaman; az olsun, çok olsun, baldan da öşür alınır: Zira Hz.
Peygamber (sas) baldan öşür alınması gerektiğini Yemen ahalisine bir mektupla
bildirmiştir. Ebû Yûsufdan gelen bir rivayette anlatıldığına göre; baldan Öşür
alınacağı hakkında Rasûlullah (sas) ın emri vardır. Bunda ittifak vardır,
ihtilaf yoktur. Ebû Yûsuf dedi ki; “Bal
on rıtıl (bir rıtıl 130 dirhem, yani 442 gramdır) miktarına ulaşırsa, bir rıtıl
öşür verilir.” Kitabü'z-Zekât'da yer alan bir rivayette anlatıldığına
göre; beş vesk (bir vesk 60 sa'dır) olduğu takdirde; balın onda biri öşür
olarak verilir.
Kudurî bu ibareyi
şöyle açıklamıştır; yani elde edilen balın kıymeti beş vesklik bal değerinde
olunca, onda biri öşür olarak verilir. Çünkü bal ölçekle ölçülmez. Şu halde
aslı üzere kıymet nazar-ı itibara alınır. Ebû Yûsufdan başka bir rivayete göre;
bal on kırba miktarında olduğunda öşür vermek farz olur. Zira Hz. Peygamber
(sas) Beni Seyyare'den bu miktarda öşür almıştır.
İmam Muhammed dedi ki;
“Bal beş kırba miktarında olduğunda öşür
vermek farz olur.” Başka bir rivayette de; bal, beş fırka (büyük ölçek.
Bir fırka 36 rıtıl, yani 159.120 kg.dır) miktarınca olduğunda öşür farz olur.
Çünkü bu, bal miktarının kendisiyle ölçüldüğü en pahalı ürünün ölçüsüdür.
Haraç arazisinden elde
edilen üründen öşür alınmaz ki; aynı arazide elde edilen üründen hem öşür hem
de haraç alınmış olmasın. [51]
Öşür arazisini bir
zımmî satın alınca, orası haraç arazisi haline gelir (İmam ebû Yûsuf, İmam
Muhammed): Bu hüküm Ebû Hanîfe ile İmam Züfer'e göredir. Ebû Yûsuf ile Hasan'a
göre bu durumdaki zımmî iki öşür vermekle mükellef olur. İmam Muhammed dedi ki;
tek öşür vermekle mükellef olur. Çünkü öşür araziye göre verilen bir vergidir.
Sahibine göre miktarı değişmez; tıpkı haraç gibidir. İbn. Semmaa'nın rivayetine
göre öşür, haraç mevkiindedir, onun yerine konur. Kitabü's- Siyer'de
anlatıldığına göre öşür, zekât mevkiindedir, onun yerine konur. Bu durumdaki
zımnimin iki öşür vermesi gerektiğini söyleyen Ebû Yûsuf’un bu hususdaki
gerekçesi şudur; müslümanlardan alınması gereken şey, zımmîden iki kat alınır;
zekât memuruna uğradığı zamandaki gibi. Tağlib hıristiyanlarında olduğu gibi;
zımmîden alınan iki katlık öşür, haraç yerine konur. Zımmînin satın aldığı öşür
arazisinin haraç arazisine dönüştüğünü söyleyen Ebû Hanîfe'nin gerekçesi ise
şudur; ürün veren araziler ya öşür ya da haraç arazisidir. Zımmî ise, öşür
vermeye ehil değildir. Çünkü öşür vermek ibadettir. Allah (cc) buyurdu ki;
“Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin.” [52]
Zımmînin öşürden
ziyade, haraç vermesi kendisi için daha uygun olur. Bu sebeple o, haraç vermekle mükellef
kılınır. Öşür arazisini Tağlib hıristiyanlardan biri satın alırsa, iki kat öşür
vermekle mükellef olduğu hususunda icmâ vardır. Çünkü onlar, müslümanların iki
katı vergi vermek üzere müslümanlarla sulh anlaşması yapmışlardı. Tağlibliler
Bizans sınırı yakınında yaşayan hıristiyan bir kavimdi. Hz. Ömer (ra) onlardan
cizye ödemelerini istedi. Ancak onlar vermek istemediler ve şöyle dediler; “Eğer
bizi cizye vermekle mükellef kılarsan, düşmanın olan Bizanslılara katılırız.
Ama bazılarınızın bazılarınızdan aldığı vergileri bizden de almak istersen,
işte bu olur.” Ömer (ra) bu teklifi ashabla istişare etti; onlar da bunu
ittifakla kabul ettiler. Hz. Ömer (ra) dedi ki; “Bu cizyedir. Ama siz buna dilediğiniz adı koyabilirsiniz.”
Ama haraç arzisi asla öşür
arazisi haline gelmez: Çünkü öşür arazinin vazifesidir. Müslüman da, zımmî de
haraç ödemeye ehildir. Bunu değiştirmeye gerek yoktur. [53]
İnci, anber, mercan gibi denizden çıkarılan şeyler için zekât verilmez (Ebû Yûsuf): Bunlar kâfirlerin elinde değildir ki, ganimet olsunlar. Bundan dolayı, denizden altın ve gümüş de çıkarılsa, zekât vermek gerekmez. Ebû Yûsuf dedi ki; beşde birinin verilmesi gerekir. Çünkü Hz. Ömer (ra) denizden çıkarılan anber için beşde bir nisbetinde zekât alırdı.
İnci, denizde bulunan
şeylerin en üstünü ve en kıymetlisidir. Karada bulunan şeylerin en üstün ve en
kıymetli olan madenlerle ki onlar da altın ve gümüştür değeri kıyaslanarak
belirlenir. Sonra denildi ki, inci baharda yağan bir yağmurdur ki; bu yağmur
suyu sedefin içine düşer ve inci olur. Bir görüşe göre sedef canlı bir
hayvandır ve inci onun içinde yaratılmaktadır.
Anbere gelince; İmam
Muhammed dedi ki; “Anber,
balığın yediği bir deniz otudur.” Bir görüşe göre anber; denizde
kırılıp, dalgaların sahile attığı bir ağaçtır. Başka bir görüşe göre ise, anber
bir deniz hayvanının dışkısıdır. Ağaçlarda meydana gelmez. Ama dışkı bir
nesnedir. İbn. Abbas (ra) a anberi sormuşlar; o da şu cevabı vermiş: “Anber denizin dışarı attığı bir şeydir.
Beşde birinin verilmesi gerekmez.”
Alçı, kireç, yakut,
göz taşı ve zümrüt gibi dağlardan çıkarılan şeyler için de zekât verilmez:
Çünkü bunlar yerdendirler. Toprak ve taş gibidirler. Bu taşlar da parlak
taşlardır. [54]
Âşir; şartların
tahakkuku ve hırsızların şerlerine karşı emniyetin sağlanması halinde, yoldan
geçen tüccardan zekât toplamak için devlet başkanı tarafından yol güzergâhında
durmak üzere vazifelendirilen memurdur. Müslümanlardan kırkda bir, zımmîlerden
yirmide bir, harbîlerden de onda bir nisbetinde zekât alır: Eğer harbîlerin
bizim tüccardan daha fazlasını veya daha azını aldıklarını öğrenirsek, biz de
aldıkları kadarını onlardan alırız. Bunun mesnedi şudur: Rivayet olunduğuna
göre Hz. Ömer (ra) âşirleri tayin ederken, onlara şöyle demiş; “Müslüman tacirlerin getirdikleri malların
kırkda birini, zımmîlerin getirdikleri malların yirmide birini alın.” “Ya harbî
tacirlerden ne kadar alalım.” (denildiğinde) “Onların bizden aldıkları kadarını
alın. Eğer bunu tesbit etmek size zor gelirse, mallarının onda birini alın.”
Hz. Ömer (ra) bu
talimatını ashabın içinde vermiş ve hiç bir itirazla karşılaşmamıştı. Eğer
harbîler bizden vergi almazlarsa, biz de onlardan almayız. Çünkü yüksek ahlâkî
hasletlere uymak ve müsamahakâr davranmak hususunda biz onlardan önce geliriz.
Tüccarımızdan mallarının tamamını alırlarsa, biz de onların tüccarının
mallarının tamamını alırız. Ancak tüccarlarını emniyette olacakları yere kadar
ulaştıracak miktarda malı kendilerine bırakırız.
Bir görüşe göre; tüccarın malları tamamen alınmaz. Çünkü bu gadre uğratmak olur. Tüccarımızın az miktardaki mallarından bir şey alırlarsa, biz de onlann tüccarlarından aynı nisbette vergi alırız. Kitabü'z-Zekât'da yer alan bir rivayete göre; harbîlerin tüccarlarının az miktardaki mallarından vergi alınmaz. Çünkü az miktardaki mal vergiden muafdır ve korumaya ihtiyacı yoktur.
Bir tacir senesinin dolmadığını yahut borçlu olduğunu veya zekâtını başka bir memura verdiğini yahut şehirdeki fakirler verdiğini iddia ve yemin ederse, iddiası doğru kabul edilir: Yani bir başka âşir mevcud olur da, zekâtını başka bir âşire verdiğini yemin ederek söylerse, sözü tasdik edilir. Ama başka bir âşir yoksa; sözünün yalan olduğu açıkça görüldüğü için, tasdik edilmez. Saime hayvanları olan bir kimse de, ancak bu hayvanların zekâtını fakirlere verdiğini iddia ederse, tasdik edilir. Çünkü zekât sırf Allah (cc) için yapılan bir ibadettir. Mal sahibi bu hususda emin kişidir. Bu hususda söz yemin etmesi şartıyla emin kişinin sözüdür.
Ebû Yûsuf dedi ki; “Nasıl ki, bir kişi 'oruç tuttum, namaz
kıldım' derken yemin etmesi gerekmiyosa, bu durumda da yemin etmesi gerekmez.”
Biz deriz ki; bu durumda âşir onu yalanlar. Ama burada böyle bir yalanlayıcı
yoktur. Aynı şekilde 'bu mal benim değildir' veya, 'bu mal ticaret için
değildir' der ve yemin ederse, sözü tasdik edilir. Hasan'ın rivayetine göre mal
sahibinin iddiasının doğruluk alâmeti olduğu için, berat çıkarmak şarttır. Biz
deriz ki; yazı yazıya benzer. Bu sebeple berat yazısı da doğruluk alâmeti
sayılmaz. Ancak saime hayvanların zekâtının fakirlere mal sahibi tarafından
verildiği iddiasının hükmü üzerinde ihtilaf edilmiştir. Çünkü zekâtı toplama
salahiyeti devlet reisine aittir. Şu halde sahipleri saime hayvanların zekâtını
fakirlere kendisi veremez. Ama kişi diğer mallarının zekâtını fakirlere kendisi
verebilir.
Bu hususda müslümanlar zımmîlerle eşit haklara
sahiptirler: Çünkü zımmî, memleketimizde
yaşayan insanlardandır. Bu sebeple o muamelât ve ahkâmı bakımından müslüman
gibidir.
Harbî ise;
cariyelerin, kendisinin ümmü veledleri olduğu hakkındaki iddiasından başka
şeyde tasdik olunmaz: Çünkü kendisinden alınan zekât harbînin ticaret malını
koruma karşılığında alınır. Harbî tacirin beraberinde getirdiği malların tamamı
korunmaya muhtaçtır. Harbînin malından zekât almak için bir seneyi doldurma
şartı yoktur ki; ona yurdumuzda bir sene ikamet etme imkânını vermeyelim. Borca
gelince; yurdumuzda harbîden borç ödemesini taleb edecek kimse yoktur.
'Malım ticaret malı
değildir' diyen kimseye gelince; görüntü onu yalanlamaktadır. Çünkü zahire
bakılırsa o, ticaret için yurdumuza mal getirmiştir. Harbî tacir ancak
cariyelerin kendi ümmü veledleri ve bunların doğurdukları çoculkarın da kendi
evlâdı olduklarını söylerse, sözü tasdik edilir. Çünkü bu iddiası doğru ise,
mesele yok; ama doğru değilse, cariye ve çocuğu hürriyetlerine kavuşurlar. Ve o
da bunlar üzerindeki mal sahibi olma hakkını yitirir.
Harbî tacirin malının
onda biri âşir tarafından alındıkdan sonra bir sene geçmeden ikinci bir tahsilat
yapılmaz ki; sermayesi tükenmesin. Ancak harbî tacir dâr-ı harbe döner, sonra
aynı günde olsa bile yurdumuza giriş yaparsa; ikinci bir tahsilat yapılır.
Çünkü bu giriş ona verilen yeni bir emandır. Aynı şekilde ilk tahsilatın
üzerinden bir sene geçince, ikinci defa tahsilat yapılır. Çünkü evvelce de
anlatıldığı gibi, aradan bir sene geçmekle eman yenilenmiş olur.
Bunlardan domuz hariç (İmam
ebû Yûsuf, İmam Züfer), şarabın kıymetinin onda biri zekât olarak alınır: İmam
Züfer dedi ki; “Gayr-ı
müslimlere göre mal sayılma bakımından şarapla domuz aynı mesabede olduklarından,
hem şarabın hem de domuzun onda birinin kıymeti onlardan zekât olarak alınır.”
Ebû Yûsuf dedi ki;
eğer domuz ve şarap birlikde ticaret malı olarak âşirin yanına götürülürse,
şaraba bağlı olarak domuzun da kıymetinin onda biri zekât olarak alınır. Ama
ayrı ayrı götürülürlerse; domuzun değil, sadece şarabın kıymetinin onda biri
zekât olarak alınır. Burada anlatılan iki durum arasında fark vardır: Zekât,
malın devletçe korunması karşılığında alınır. Müslüman, sirkeye dönüştürmek
için elindeki şarabını koruma hakkına sahip olduğu gibi, başkasının da şarabını
koruma hakkına sahip olur. Ama domuzda durum böyle değildir. Çünkü domuz, kıyemî
mallardandır. Kıymetinin hükmü kendisinin hükmü gibidir. Ama şarap mislî
mallardandır. Kıymetinin hükmü, kendisinin hükmü gibi olmaz. Hz. Ömer (ra)
şarap hakkında; “Eğer şarabı
satmaya yeltenirse, bedelinin onda birini alın.” demiştir. Ama
domuz hakkında böyle bir şey nakledilmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah
(cc) dır. [55]
Müslüman veya zımmî
bir kimse öşür veya haraç arazisinde altın, gümüş, demir, kurşun veya bakır
bulursa; bunların beşde birini devlete verir; kalanı kendisinin olur: Hz. Peygamber
(sas) şöyle buyurmuştur: “Definelerden
beşde bir nisbetinde zekât alınır.” [56]
Bu hadîs-i şerîfde geçen ve define diye tercüme ettiğimiz rikaz kelimesi,
gömüleri ve madenleri kapsar. Çünkü rikaz, yer altında gizlenip görünmez hale
gelen şeyden ibarettir. Bu tarif gömüler ve madenler için geçerlidir. Çünkü
bunlar daha evvel kâfirlerin elinde idi. Ama biz buralara hâkim olunca, bunlar
ganimet oldular. Beşte birinin verilmesi gerekir. Zira bunları bulan kişi,
ganimet elde etmiş gibidir. Beşde dördü ise kendisine kalır. Zira bunu elde
etmek için zahmet çekmiş değildir.
Bu madenleri evinde
bulursa, bir şey vermesi gerekmez (İmam ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Ev bütün
cüzleriyle sahibinin mülküdür. Bulunan madenler de evin cüzlerindendir. Kendi
arazisinde bulunca, bir şey vermesi gerekmez: Câmiü's- Sağîr'de anlatıldığına
göre; evde bulunan değil, ama arazide bulunan madenin beşde birinin devlete
verilmesi gerekir. Aradaki fark şudur; evde bulunan madene masrafsız sahip
olunmuştur. Araziden elde edilen mahsulden dolayı öşür veya haraç verilir.
Çünkü bu ekinlerin elde edilmesi için mutlaka masraf yapılır. Madenler de aynen
böyledirler. Dolayısıyla onlar için de zekât verilmesi vâcib olur.
Ebû Yûsuf ile İmam
Muhammed dediler ki; “Bu hususdaki
hadîs-i şerîf mutlak olduğu için; hem evde hem arazide bulunan madenler için
zekât vermek farzdır.” Buna verilecek cevap, bizim yukarıda
söylediklerimizdir. Çünkü zekâtı verilmez dediğimiz şey, kişinin kendi mülkü
olarak kabul edilmemektedir.
Bu madenleri İslâm ülkesinde bir harbî bulursa, bulduğu şey tamamen devletin olur: Çünkü harbî ganimet elde etme hakkına sahip kimselerden değildir. [57]
Bir hazine bulunur ve
üzerinde müslüman malı olduğuna dair alâmetler bulunursa; meselâ içinde mushaf-ı şerif bulunur, yahut üzerinde kelime-i
şahadet, veyahut müslüman hükümdarlardan birinin adı yazılı ise; bu hazine bulunmuş yitik mal sayılır: Çünkü
o hazineyi oraya gömenlerin müslüman olduklarını anlamış oluruz. Bu sebeple o
hazine ganimet sayılamaz.
Bulunan hazinenin üzerinde
haç, put vb. gayr-ı müslimlere, müşriklere âit alâmetler varsa, bu ganimet
sayılır: Beşde biri devletin, geri kalanı da bulanın olur.
Üzerinde alâmet
olmayan hazinelere gelince; bir rivayete göre denilmiş ki; arada uzunca bir
zaman geçişi olduğundan dolayı o hazine bulunan yitik mal hükmündedir. Zahir
kavle göre kâfirlerin yere gömdükleri şeyler, artık günümüze kadar yer altında
kalmış değildir. Zayıf olan bir başka görüşe göre de; bulunan bu gibi mallar
cahiliyye devri malları hükmündedir. Çünkü gömüler umumiyetle kâfirlerin
mallarıdır. Bu anlattığımız hükümlerin tamamı; gömülerin, kimsenin mülkiyetinde
olmayan çöl arazisinde bulunmaları halinde geçerlidir.
Bir kimsenin hanesinde
cahiliyyet devrine ait gömülü bir mal bulunursa, bu o hane sahibinindir (Ebû
Yûsuf). O yerin sahibi de, orası feth edildiğinde devlet başkanı tarafından
sınırları çizilerek ilk olarak kendisine verilen kimsedir: Ebû Yûsuf dedi ki; “Bulunan bu gömü, bulanın olur. Çölde
bulunan gömülere kıyaslanarak bu gömünün de beşde biri devlete verilir. Çünkü
bu gömüyü bulan ve elde eden odur. Devlet başkanı bu mala mâlik değildir.
Devlet başkanı araziyle birlikde bu gömüye de mâlik olursa, bu adalete uygun
olmaz.”
Ebû Hanîfe ile İmam
Muhammed dediler ki; “Ülke sınırları belirlenirken devlet başkanı tarafından
arazinin kendisine verildiği kimse, o arazinin altına da üstüne de sahib olur.
Ama daha sonra orayı satın alan kimse o araziye satın alma akdi ile mâlik
olduğundan, oranın altına değil; üstüne sahib olur. Oradaki gömü ülke sınırları
çizilirken o arazinin devlet başkanı tarafından kendisine ilk teslim edildiği
kimsenin mülkiyetinde kalmakda devam eder.
'Devlet başkanı
arazisiyle birlikde bu gömüye de mâlik olursa, bu adalate uygun olmaz' sözüne
gelince; biz deriz ki; devlet başkanı gücü yettiği kadarıyla adaleti tatbik
etmekle vazifelidir. Gücünün üstündeki şeylere gelince; bunları yerine getirme
imkânına sahip değildir. Ülke sınırları belirlenirken o araziye ilk sahib olan
kimse bulunamazsa, bu gömü onun mirasçılarına, o da yoksa miraşçısının
mirasçılarına ilh. verilir.
Eğer o kimsenin kim
olduğu bilinmiyorsa, o yere sahib olduğu bilinen en uzak mâlikinin olur. [58]
Kendilerine zekât
verilecek olan kimseleri Allah (cc) şöyle belirlemiştir:
“Sadakalar (zekâtlar) Allah (cc) dan bir farz olarak
ancak yoksullara, düşkünlere, ((zekât toplayan) memurlara, gönülleri (islâm'a)
ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere,
borçlulara, Allah (cc) yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya mahsusdur. Allah
(cc) pek iyi bilendir, hikmet sahibidir).” [59] Ancak 'gönülleri
(İslâm 'a) ısındırılacak olanlara' zekât verilebilir hükmü sonraları
kaldırılmıştır. Çünkü Allah (cc) İslâmı kuvvetlendirip aziz kılmış,
müslümanlığı onlara muhtaç olmakdan kurtarmıştır. Hz. Ebûbekir (ra) in hilafeti
zamanında Hz. Ömer (ra) onlara zekât verilmesini menederek şöyle demiştir; “Dinimize
zillet getirecek işleri yapmayız. Gönüllerinizi İslâm'a ısındırmak maksadıyla
Rasûlullah (sas) size zekât verirdi. Ancak bugün Allah (cc) Dinimizi
güçlendirip aziz kılmıştır. Eğer İslâmda sebat ederseniz ne âlâ. Aksi halde
sizinle aramızda kılıç konuşur.” Bu hususda Hz. Ömer (ra) e Ebûbekir (ra)
ve diğer sahabeler de muvafakat ettiler.
Böylece bu bir icmâ oldu. [60]
Zekât kimlere verilir?
Bunlar yedi sınıfdır:
1- Fakir: Nisab
miktarına ulaşamayacak miktarda az mala sahip bulunan kimse.
2- Miskin: Hiç bir şeye sahib olmayan kimse: Ebû Yûsuf,
Ebû Hanîfe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Fakir, dilenen kimsedir. Miskin ise, dilenmeyen kimsedir.” Hasan
ise Ebû Hanîfe'nin bunun tam tersini söylediğini rivayet etmiştir. Çünkü fakir
dilenmekle yoksulluğunu ve muhtaçlığını ortaya koyar. Miskin ise kendisinde kötürümlük bulunduğundan dolayı
dilencilik edemez. Hülâsa; miskin fakire nisbetle daha perişan durumdadır.
İmamlar arasında
fakirle miskinin tarifi hususunda ihtilafın faydası; zekâttan ayrı olarak
bunlar için kurulacak vakıflar ile, edilecek vasiyetlerde ortaya çıkmaktadır.
3- Zekât toplama memuru; yaptığı iş kadarıyla kendisine
zekât verilir: Memurun kendisine ve yardımcılarına tahsilatından az da
olsa, çok da
olsa; yetecek miktarda zekât verilir. Çünkü bu memur kendisini fakirler
için çalışmaya vermiştir. Mücahid ve kadılarda olduğu gibi, ihtiyacı onların
mallarından karşılanır. Zekât toplama
memurluğu icarla yapılmaz. Çünkü bu çalışma belli olan bir iş değildir.
Hâşimî sülalesinden
olmaması şartıyla, zengin kimse de zekât memurluğu yapabilir. Zekât olarak
toplanan malda manevî bir kir ve necaset bulunduğundan şüphe edildiği için,
Hâşimî sülalesinden olan kimsenin zekât toplama memurluğu yapması helâl olmaz.
Hâşimîler manevî kir ve necasetlerden uzak ve nezih kalması gereken şerefli
kimselerdir. Zenginler bu hususda onlara kıyaslanamazlar.
Topladığı zekât malları
memurun elinde telef olursa, ücreti düşer; bir şey alamaz. Çünkü hak ettiği
ücret topladığı zekât malındadır. Telef ettiği şey ücretinin yerine geçer.
Çünkü memur bu işde hem devlet başkanının hem de fakirlerin vekilidir.
4- Fakir olup
savaşa katılamayan mücahidler ve hac yolunda muhtaç kalan hacılar: Ayet-i kerîmede geçen; 'Allah (cc)
yolunda çalışıp cihad edenler' sözüyle bunlar kasdedilmiştir. Ebû Yûsuf dedi
ki; “Bunlardan kasıt; sadece fakir
mücahid ve gazilerdir; başkaları değil. Çünkü âyet-i kerîme mutlak olarak
okunduğunda bu mâna anlaşılmaktadır.”
İmam Muhammed dedi ki;
adamın biri bir devesini Allah (cc) yolunda çalıştırmak üzere tahsis etti. Hz.
Peygamber (sas) de ona devesiyle hacıları taşımasını emretti. Haccda Allah (cc)
ın emirlerine uyulduğu, O'na itaat edildiği, Allah (cc) ın düşmanı olan nefisle
mücadele edildiği için, hacc Allah (cc) yolunda yapılmış sayılır.
5- Mükâtep köleye, kölelikden kurtulması için yardım
edilir: Âyet-i kerîmede geçen; '(hürriyetlerini
satın almaya çalışan) kölelere' sözüyle kasdedilen budur. Tefsirciler bunu
böylece tefsir edip, şöyle demişlerdir: Hâşimî bir efendinin mükâteb kölesine
zekât verilmez. Çünkü ona verilen mal, efendisine mülk olmaktadır.
Ebû'l- Leys dedi ki; “Zengin bir efendinin mükâteb kölesine zekât
verilmez.” Âyet-i kerîmede bu hususda bir kayıt bulunmayışı, hepsine de
zekât verilmesini gerekli kılmaktadır ki, sahih olan da budur.
6- Fakir borçlu: Âyet-i kerîmede geçen; 'borçlulara'
sözüyle kasdedilen budur. Âyet-i kerîmede sınırlayıcı bir kaydın bulunmayışı,
zekâtın her hangi bir boçluya verilmesini gerektirmektedir. Ancak bunun böyle
olmayacağına dair bir delil vardır ki; o da Hz. Peygamber (sas) in şu
buyruğudur;
“Zengine
zekât vermek helâl olmaz.” [61] Şu
da var ki; borcundan fazla olarak nisab miktarı mala sahib olan kimseye zekât
vermek caiz değildir.
7- Yolcu; yani malından uzakta kalıp elinde bir şey
bulunmayan kimse: Bu, yolda kalan ve yararlanmak için malına ulaşamayan
kimsedir. Bu fakir gibidir. Ama malının bulunduğu yerde zengindir. Eşi
kendisinin yanında ise, eşine fakir nafakası verir. Ama eşi malının bulunduğu
yerde ise, eşine zengin nafakası verir.
Zekâtını verecek olan
kimse bunların hepsine zekât verebileceği gibi ki; bu hususda ihtilaf yoktur,
bunlardan sadece birine devredebilir: Zira
zekât Allah (cc) ın hakkıdır. Aslında zekâtı alan O'dur. Allah (cc) şöyle
buyurmuştur:
“Allah (cc)
ın sadakaları da alacağını hâlâ bilmezler mi?” [62] Rasûlullah (sas) da şöyle buyurmuştur:
“Doğrusu verilen
sadaka dilencinin eline düşmeden evvel Rahman'ın eline düşmektedir.”
“Sadakalar
fakirler içindir.” âyet-i
kerîmesinde geçen fukara kelimesinin başındaki lâm harf-i ceninin bulunması,
fakirlerin ve kendilerine zekât verilmesi gereken diğer sınıfların zekâta
müstahak olduklarını beyan etmek için değil de, bunlara zekâtın sarfedileceğini
açıklamak içindir. Fakirlik ve ihtiyaç sebebiyle bunlara zekât verilir. Gaye,
fakiri zengin etmek ve muhtacın ihtiyacını gidermektir.
Bu hususda Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Zekâtı onların
zenginlerinden al ve fakirlerine ver.” [63] Bu sebepledir ki; zekâtın bu sınıflardan olup, zengin
sayılan kimselere verilmesi caiz olmaz. Bundan da anlaşılıyor ki; maksat
ihtiyacın giderilmesidir. Bu hepsini içine alan genel bir mânadır. Bu maksat
mezkûr sınıflardan bazısına zekât vermekle elde edilir. Ama zekât memuru böyle
değildir; çünkü o zekâtı zekât olarak değil, işin karşılığı olarak almaktadır. [64]
Kişi zekâtını zımmîye veremez: Bu hususda Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Zekâtı zenginlerden alıp fakirlere vermekle emrolundum.” [65] Ancak zımmîye keffaret, adak ve fıtır sadakası gibi zekâttan başka sadakalar verilebilir. Ebû Yûsuf tıpkı zekât gibi, bunların da zımmîye verilemeyeceğini söylemiştir.
Bizim görüşümüze göre,
âyet-i kerîmede kendisine zekât verilecek sınıflar sayılırken, fakirler
kayıtsız olarak anılmışlardır. Ancak fakir de olsalar, zımmîlere zekât
verilemeyeceği hadîs-i şerîfde hususî olarak belirlenmiş olduğundan, zekât
dışındaki sadakalar zımmî fakirlere de verilebilir. Ancak bu sayılan
sadakalardan ve zekâttan hiç bir şey harbîye verilemez. Zira Allah (cc) şöyle
buyurmuştur:
“Allah (cc)
yanlız sizinle din uğrunda savaşanları dost edinmenizi yasaklar.” [66] Zekâtta olduğı gibi öşürde de zımmîye bir şey vermek
caiz değildir. Bu hususda icmâ vardır.
Kişi zekâtın zengine
veremez: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Zengine sadaka
(zekât) vermek helâl olmaz.” [67] Kişi zekâtını zengin
kimsenin küçük çocuğuna veremez: Zira örfe göre babasının zenginliğiyle bu
çocuğun kendisi de zengin sayılır. Öyle ki; bu çocuğun nafakasının sadece
babası tarafından karşılanması vâcib olmaktadır. Ama zenginin büyük evladı
böyle değildir. Babasının zenginliğiyle bu zengin sayılamaz. Öyle ki; bunun
nafakasının babası tarafından değil, kendi oğlu tarafından karşılanması vâcib
olmaktadır. Bir kimse zekâtını zenginin
kölesine verenmez: Çünkü bu köleye verilecek olan zekât, onun zengin
efendisine mülk olur.
Usul ve fürû
bakımından aralarında yakınlık olanlar da birbirlerine zekât veremezler: Meselâ
kişi kendi babasına, dedesine, annesine ve iki tarafdan ninelerine zekâtını
veremez. Çocuğuna, torununa ilh. da zekât veremez. Bu hususda icmâ vardır.
Çünkü iki tarafdan da aralarında cüz'iyyet vardır; yani birbirlerinin
parçalarıdırlar. Öyle ki; birinin diğeri için şâhidliği caiz olmaz. Biri
diğerinin malını çalınca, eli kesilmez. Zekâtta şart koşulan Verme'nin
tamamlanması için, verenle alan arasında menfaat birliği bulunmaması gerekir.
Oysa bu durumda her iki tarafın menfaati birbirine bitişiktir.
Bir kimse kendi
ailesine zekâtını veremez. Çünkü eşlerin menfaati birbirine bitişiktir. Kişi
kendi eşinin malıyla zengin sayılır. Bu hususda Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Seni fakir
bulup zengin etmedi mi?” [68] Tefsirciler dediler ki; yani Allah (cc) Peygamberini
eşi Hatice (ra) nin serveti ile zengin kıldı. Aynı şekilde kadın da kocasına
zekâtını veremez. Çünkü kadın da kocasının kendisine yiyecek ve giyecek nafakası vermekle
mükellef olması sebebiyle zengin sayılır. Eşlerin ikisi de çocuklarının aslı ve
kaynağıdırlar. Bu asıllardan çoğalanlara
zekât veremezler. Aynı şekilde türeyip çoğalanlar da, asıllarına zekât
veremezler. Bu sebeple eşler usul ve furûda olduğu gibi hacbe (engellemeye)
uğramaksızın birbirlerine mirasçı olurlar.
İmameyn dediler ki;
kişi zekâtını eşine verebilir. Zira kocasına sadaka verip veremeyeceğini soran
İbn. Mes'ûd (ra) un zevcesi Zeyneb (ra) e Hz. Peygamber (sas) verebileceğini
beyanla şöyle buyurmuştur:
“Bu durumda senin
için iki sevap vardır: Zekât verme sevabı ve yakınlara iyilikde bulunma sevabı.” [69]
Biz deriz ki; bu hadîs-i şerîfde kasdedilen zekât değil, diğer nafile
sadakalardır. Çünkü karı-koca arasında menfaat birliği vardır. Ve Ebû Hanîfe'ye
göre kadının kocasına sadaka vermesi caizdir.
Ve kişi kendi mükâtep
kölesine de zekâtını veremez: Çünkü bu mükâtep köle bir bakıma kendisinin
mülküdür. Bu sebeple zekâtı verenle alanın ayrı olması şartı gerçekleşmiş
olmamaktadır. [70]
Hâşimîlere zekât
verilmez: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Ey Hâşimoğulları! Doğrusu Allah (cc) size insanların
kirlerini haram kıldı ve bunun yerine size (ganimetlerin) beşde birinin beşde
birini verdi.” [71] Hâşimîler; Abbas oğulları, Ali oğulları, Âkil
oğulları, Cafer oğulları ve Haris b. Abdülmuttalib oğullarıdır. Bunların hepsi
Haşim b. Abdülmenaf’dan gelmektedirler. Bunlar ganimetlerin beşde birinin beşde
birini hak ederler. Ki, bu da Hz. Peygamber (sas) in diğer yakınlarından ayrı
olarak bu akrabalarına verilen paydır. Allah (cc) bunlara zekât verilmesini haram
kılmış, onun yerine bunlara ganimetlerin beşde birinin beşde birinin
verilmesini emretmiştir. Hz. Peygamber (sas) in sadece bu akrabalarına zekât
vermek haram kılınmış, diğer akrabaları ise, yabancılar gibi telakki edilerek,
onlara zekât vermek helâl kılınmıştır. Sadaka-i fıtır, keffaret, öşür, adak
gibi zekât dışındaki diğer vâcib sadakalarda da hüküm aynıdır. Çünkü bunlar da
zekât manasındadırlar. Zekâtı veren kimse farzı yerine getirip vacibi edâ
etmekle kendi nefsini temizlemekte ve abdestte yahut gusülde kullanılan
müstamel su gibi, alan kimse kirlenmektedir.
Ama nafile sadakalar
böyle olmayıp, bunların Hâşimîlere verilmesi helâldir. Çünkü bu sadakalar serinlemek
maksadıyla alınan abdest suyu gibi alan kimseyi kirletmezler.
Hâşimilerin kölelerine
de zekât verilmez: Zira bu mes'eleyi kendisine soran azadlısı Ebû Râfî (ra) e Hz.
Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Doğrusu
sadaka (zekât) Muhammed'e ve Muhammed (sas) in âline haram kılınmıştır. Bir
kavmin kölesi de o kavimdendir.” [72]
Arkadaşlarımızdan
bazıları dediler ki; Ebû Hanîfe'ye göre Hâşimî bir şahsın malının zekâtını yine
Hâşimî birine vermesi caizdir. Ama Ebû Yûsuf bu görüşe muhalifdir. Ebû
Hanîfe'nin bu görüşünün gerekçesi şuıdur: Hâşimîlere zekât verilmesini
yasaklayan hadîs-i şerîfde geçen 'insanların mallarının kiri' sözüyle,
Hâşimîler dışındaki insanlar kasdedilmiştir. Bundan anlaşılan mâna budur. Buna
göre Hâşimîler dışındaki insanların zekâtlarını Hâşimîlere vermeleri haram
olmaktadır. Bundan anlaşılan budur, başka değil.
El- Münteka adlı
eserde Ebû İsmet'in Ebû Hanîfe'den naklen anlattığına göre, Hâşimîlere zekât
vermek helâldir. Onların fakirleri de başka sülaleden gelen fakirler gibidir.
Bu görüşün izahı
şöyledir; zekâtın karşılığı olan ganimetlerin humusunun humusu, insanların
ganimet edinme, ganimeti paylaştırma ve hak sahiplerine ulaştırma işini ihmal
etmelerinden dolayı, onlara ulaşmaz. Ulaşmayınca da, âyet-i kerîmenin mutlak
hükmüyle amel edilerek karşılığa (bedele) değil de, aslolan zekâta dönerler.
Bedeli alma muarazasından salim kalırlar. Çünkü Hâşimî fakirlere ganimetlerin
humusunun humusu, yani beşde birin beşde biri ulaşmayınca, açlıkdan helak
olurlar. Bu zararı bertaraf etmek için, onlara zekât vermek caiz olur.
Şunu bilmek lâzımdır
ki; zekâtın verilen kimseye temliki, yani mülk edilmesi şarttır. Zira Allah
(cc)
“Zekâtı veriniz.” [73] buyurmuştur. Vermek ise, temlik demektir. Şu halde
temklîkin gerçekleşmesi için; fakirin veya vasisinin ya da babası gibi naibinin
kabzetmesi (zekâtı eliyle teslim alması) zaruridir. Yakını olsun, yabancı
olsun; küçük yaşdaki fakirin geçimini sağlayan kimse de naib hükmündedir.
Yitiği bulup yerden kaldıran kimse de böyledir. Çünkü temlik, tesellümsüz
olmaz.
Zekât malıyla mescid, çeşme, köprü ve kervansaray gibi yerler yapılmaz, zekât parasıyla ölüye kefen alınmaz, zekât malıyla ölünün borcu ödenmez. Azad olması için köleye zekât verilmez. Çünkü onun mülk edinme hakkı yoktur. Zekât malıyla fakirin borcunun ödenmesi caizdir. Bu durumda zekâtı kabzeden alacaklı kimse, fakirin vekili gibi olur.
Bir fakire bir defada
nisab miktarı veya daha çok zekâtın verilmesi mekruh olmakla birlikde, caizdir
(İmam Züfer): İmam Züfer dedi ki; caiz değildir. Çünkü bu durumda zengin
kimseye zekât verilmiş gibi olmaktadır. Ki; böylece verilen şeyin zekât olarak
tahakkukuna mani bir durum meydana gelmiş olmaktadır.
Bizim kanaatimize göre
bu durumda verilen kişinin zenginliği, zekâtın kendisine verilmesinden sonra
tahakkuk etmektedir. Çünkü zenginlik zekâtın tesellümüyle, tasellüm ise mal
sahibinin vermesinden sonra hasıl olmaktadır. Ancak zenginliğin meydana gelişi
zekâtın verilişine yakın olduğu için, kerahet meydana gelmektedir. Bu durumda böyle
birine zekât veren kişi, necaset
yakınında namaz kılanın durumuna düşmüştür.
Meşayıhdan biri dedi
ki; bir fakire bir defada nisab miktarı veya daha çok zekât verilir de, o fakir
borçlu olup, borcunu ödediği takdirde, elinde nisabdan az mal kalırsa; veya
çoluk-çocuğu alıp da, aldığı zekâtı onlara dağıttığı takdirde; her birine nisabdan
az mal düşerse, mekruhluk söz konusu olmaz. Çünkü bu durumda zekâtını veren
kimse o fakire o zekâtın tamamından sadece bir pay vermiş olmaktadır. [74]
Nisaba mâlik
olmayınca; sıhhatli ve çalışıp kazanan kimselere de zekât verilir: Çünkü bu
gibi kimseler fakirdirler. Şunu bilmek gerekir ki; zenginler üç mertebede
mütalaa edilirler:
1- Dilenmesi haram, ama zekât alması helâl olan zengin:
Bu, içinde bulunduğu gündeki azığına ve avretini örtecek giysisine sahip olan
kimsedir. Sıhhatli ve çalışıp kazanan kimse de böyledir. Zira Hz. Peygamber
(sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse zengin olduğu halde dilenirse, cehennemin
ateş korunu kendisi için çoğaltmış olur.” Bu durumda zenginliğin ölçüsü nedir, ya Rasûlallah (sas)? diye
sorulunca, buyurdu ki;
“Ailesinin yanında öğlen ve akşama yetecek kadar
yemeklerinin bulunduğunu bilmesidir.” [75]
2- Dilenmesi ve zekât alması haram, sadaka-i fıtır
vermesi ve kurban kesmesi vâcib olan zengin: Bu; elbiseler, ev eşyaları,
akarlar, katırlar, eşekler vb. zekât mallarından başka, aslî ihtiyaçlarından
fazla nisab miktarı malın kıymetine sahip olan kimsedir. Hz. Peygamber (sas);
“Zengine sadaka
(zekât) vermek helâl olmaz,” derken, kendisine; zengin kimdir? diye
sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur:
”İkiyüz dirhemi
bulunan kimsedir.”
3- Dilenmesi, zekât alması haram, sadaka-i fıtır ile
zekât vermesi ve kurban kesmesi vâcib olan zengin: Bu açıkladığımız gibi
nemâlanan bir maldan tam nisab miktarına sahib olan kimsedir.
Fakir zannedip de
zekât verdiği kimsenin zengin veya Hâşimî sülalesinden olduğu ya da harbî veya
zımmî olduğu anlaşılırsa, yahut karanlık da verir de sonra babasına veya oğluna
vermiş olduğu meydana çıkarsa; bu
kimse zekât borcunu vermiş olur (İmam ebû Yûsuf): Ebû Yûsuf dedi ki; “Kesin olarak hata ettiği anlaşıldığından
dolayı, bu kimse zekât borcunu ödemiş sayılmaz. Bu; kullanıldıkdan sonra necis
olduğu anlaşılan suya benzer.”
Bizim bu meseledeki
gerekçemiz şudur: Bu kişi vecibesini yerine getirmiştir. Vazifesi; zekâtın
kendi içtihadına göre fakir bildiği kimseye vermesidir. Kendisinin işin iç yüzüne
vakıf olması mümkün değildir. Çünkü bir kimsenin elinde gördüğümüz bir mal,
başkasına ait veya gasbedilmiş bir mal olabilir. Ya da elinde mal gördüğümüz
kimse borçlu biri olabilir. İçtihad ettikden sonra zekâtı verirse, zekât
borcunu ödemiş sayılır. Tıpkı ictihadda bulundukdan sonra, kıble zannederek
yanlış tarafa yönelerek namaz kılan kimsenin namazının sahih oluşu gibi; bu
kişinin verdiği zekât da geçerli olur.
Ayrıca bu hususda Muaz
b. Yezid (ra) in rivayet ettiği hadîs-i şerîf de bunu teyid eder; Muaz der ki;
“Babam, zekâtını
düşkünlere dağıtması için bir adama vermişti. Adam da bana o zekâttan birazını verdi. Babam
bunu öğrenince, benden geri almak istedi, ama ben vermedim. Muhakeme olunmak
üzere Hz. Peygamber (sas) in huzuruna
çıktık. Rasûlullah (sas) buyurdu ki;
“Ey Muaz! Aldığın
senindir. Ey Yezid! Sen de neye niyyet ettiysen, onu elde ettin.”
Fakat yanlışlıkla
kölesine veya mükâtebine verirse, yeniden zekât vermesi gerekir: Çünkü verdiği
zekât malı sahih bir şekilde kendi mülkiyetinden çıkmış değildir. Bu hususda
icmâ vardır. [76]
Zekâtı başka bir
beldeye nakletmek mekrûhdur: Bunun gerekçesi Muaz (ra) ın rivayet ettiği
hadîs-i şerîfde geçti. Ayrıca zekât verecek olanın kendi beldesindeki fakirler,
onun akraba ve komşuları hükmündedirler. Bunlar o kimsenin malından ve
servetinden haberdar olmuş ve tamahlanmışlardır. Bu sebeple zekâtını bir başka
beldeye nakletmeyip, bunlara vermesi daha uygundur.
Ancak kişi kendi
akrabasına verirse, bunda farizanın yerine getirilmesinin yanı sıra sıla-i
rahim de yerine getirilimiş olur.
Veya bulunduğu
beldedeki insanlardan daha muhtaç kimselere götürüp verecekse, o zaman zekâtın
başka beldeye nakli mekruh olmaz: Bu
Muaz b. Cebel (ra) in rivayet ettiği hadîs-i şerîfde anlatılmaktadır. Çünkü
Muaz topladığı zekâtı Yemen'den Medine'ye gönderiyordu. Çünkü Medine fukarası
daha muhtaç ve daha şerefli idiler. Nasslar mutlak olduğu için; zekâtın, içinde
bulunulan beldeden başka bir beldeye nakli caizdir. [77]
Fıtır sadakası; aslî
ihtiyaçlarından fazla nisab miktarı bir mala sahib olan hür ve müslüman herkese
vâcibdir: Nitekim bunu açıklamıştık. Burada hür olma şartı vardır. Çünkü köle
mülk sahibi olmadığı için, bu emre muhatap değildir. Burada müslüman olma şartı
da vardır. Çünkü fıtır sadakası ibadettir. Bu sadakayla alâkalı olarak Hz.
Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“O, (fıtır sadakası) oruçlunun kötü sözlerinden
temizliktir.” [78] Bu
sadakayı müslüman ve zengin olan kimseler vermekle mükellefdirler. Zira Hz.
Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Zengin olunmadan
sadaka verilmez.” [79] Diğer bir rivayete göre de şöyle buyurmuştur:
“Sadaka ancak
zengin olunduğunda verilir.” [80]
Sadaka-i fıtrin vâcib olmasının delili şu hadîs-i şerîfdir:Abdullah b. Salebe
b. Suayr (ra) Hz. Peygamber (sas) in şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
“Büyük, küçük
her hür ve köle için buğdaydan yarım sa' veya hurma yahut arpadan bir sa'
verin.” [81]
Hz. Ömer (ra) in bu
hususda şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûlulîah (sas) fıtır zekâtını (sadakasını) erkek, kadın, hür ve köleye;
hurma veya arpadan bir sa' olarak farz kıldı.” [82] Bir hadîs-i şerîfde de Hz. Peygamber (sas)
şöyle buyurmuştur:
“Yahudi veya
Hıristiyan da olsalar, her hür ve köle için fıtır sadakası verin.”
Bu kimseler
kendilerinin fitrelerini vermekle mükellef oldukları gibi, küçük çocuklarının,
hizmet için kullandıkları kölelerinin ve kendilerinden çocuğu olan
cariyelerinin; müslüman olmasalar bile, fitrelerini vermekle
mükellefdirler: Kişinin bu sayılanların fitrelerini vermesinin vâcib
oluşunun sebebi; bunların geçimlerini temin edip, veliliklerini yapmasıdır.
Çünkü başkalarına karşı korunma ve müdafaada kendisi gibidirler. Bu hususda Hz.
Peygamber (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Geçimlerini
temin ettiğiniz kimselerin fıtır
sadakalarını verin.” [83] Bu sebeple
kişinin kendi küçük çocuklarının, müslüman ve kâfir kölelerinin fıtır sadakalarını
vermesi gerekir. Müdebber ve ümmü veledler de köle hükmündedirler. [84]
Kişinin kendi ana ve
babası, büyük çocukları, eşi ve mükâtep kölesi için fıtır sadakası vermesi
gerekmez. Çünkü kişinin bunlar üzerinde velayeti yoktur. Ama babası fakir ve
deli olursa, babasının fıtır sadakasını vermesi gerekir. Çünkü bu durumda
babasının geçimini temin etmek ve ona velayet etmekle mükellefdir. Babaları
varken torunların fıtır sadakalarını vermek gerekmez ama babaları vefat
etmişse, torunların fıtır sadakalarını vermek gerekir. Bir görüşe göre
torunların fıtır sadakasını vermek büyük babaya asla vâcib değildir.
Fıtır sadakasıyla
ilgili olarak İmam Ebû Yûsuf’un şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir kimse
emirleri olmaksızın karısının ve geçimlerini temin etmekde olduğu büyük
çocuklarının fıtır sadakalarını verse, geçerli olur. Çünkü adete göre bu
hususda o, izinlidir. [85]
Buğdaydan veya buğday unundan
yarım sa' veya arpadan ya da arpa unundan kuru hurma veya kuru üzümden bir sa' verilir: Buğday, arpa ve kuru hurmadan
fitre verileceği rivayet ettiğimiz hadîs-i şerîfde bildirilmektedir. Una
gelince; o tane gibi, hatta ondan daha iyidir. Arpa ve buğdayın kavrulmuş unu
da böyledir. Kuru üzümden de fitre verilebileceği, Ebû Saik el- Hudrî (ra) nin
rivayet etttiği hadîs-i şerifde bildirilmektedir; “Veya kuru üzümden birsa'.” [86] Kuru
üzümden fitre verilmesi halinde Ebû Hanîfe'nin “Yarım sa' verilir.” dediği
rivayet edilmiştir. Çünkü kuru üzüm çekirdeğiyle yenmektedir ve bu bakımdan da
buğdaya benzemektedir.
Ya da bunların
kıymetleri fitre olarak verilir: Bu zekât bahsinde de anlatıldı. Ebû Yûsuf dedi
ki; “Un benim için buğdaydan, dirhem
de undan daha iyidir. Çünkü böylesi zengin için daha kolay, fakir için daha
faydalıdır.” Ama en ihtiyatlı olanı, buğday olarak vermekdir ki; ihtilaf
dışına çıkılmış olsun.
Fitrenin ekmek ve
çökelek olarak re'sen verilmeleri caiz değildir. Çünkü fitrenin bunlardan
verileceğine dair nass yoktur. Ancak fitre olarak verilen nesnelerin kıymeti
olarak bunlar verilebilir.
Bir sa', sekiz (İmam
Ebû Yûsuf) Irak rıtlına eşittir: İmam Ebû Yûsuf dedi ki; 5: 1 3 rıtıl
Medinelilerin sa'ıdir. Medineliler bunun böyle olduğunu babadan oğula aktarma
yoluyla Hz. Peygamber (sas) den böyle rivayet etmişlerdir. Zira Rasûlullah
(sas) bu hususda şöyle buyurmuştur:
“Bizim sa'ımız sa'ların
en küçüğüdür.” Bizim bu
mes'eledeki dayanağımız, Sünen adlı eserinde Darekutnî'nin Enes (ra) den
rivayet ettiği şu hadîs-i şerîfdir:
“Rasûluîiah (sas)
bir müd su ile abdest alır, sekiz rıtıllık bir sa' ile de guslederdi.” Hz. Ömer (ra) keffaret vermek için bir sa'ı ashabın
huzurunda sekiz rıtıl olarak belirlemiştir ve bu Hâşimî ölçeğinden daha
küçüktür.
Fıtır sadakası Ramazan
bayramının birinci günü fecrin doğusuyla vâcib olur: Buna fıtır sadakası deniliyor; fıtrat ise, geceleyin değil,
gündüzün yenilenir.
Bundan evvel vermek de
caizdir (İmam Şafiî): Çünkü kişi beslediği ve idare ettiği başların varlığı
sebebinden ki bu fitrenin veriliş sebebidir sonra vermiştir. Bundan dolayı da
caizdir. Hasan bunun caiz olmadığını söylemiştir. Nuh b. ebî Meryem'den gelen
rivayete göre; Ramazan ayının yarısı geçtikten sonra fitre verilmesi caiz olur.
Halef b. Eyyûb'dan gelen bir rivayete göre; fitrenin Ramazanda verilmesi
caizdir. Ramazandan önce verilmesi caiz değildir.
Zamanında verilmezse,
sonra vermek yine vâcibdir: Çünkü bu, mânası anlaşılan malî bir ibadettir.
Zekât gibidir. Geciktirme sebebiyle ortadan kalkmaz. Ama kurban böyle değildir.
Çünkü kanı akıtmanın mânası aklen anlaşılamaz.
Malı olan küçük
çocuğun velisi onun ve ona ait kölenin fitrelerini çocuğun malından verir: Çünkü bu cinayet diyeti ve zevce
nafakası gibi verilmesi mecburî olan bir vergidir. İmam Muhammed dedi ki;
zekâtta olduğu gibi, çocuğun malından fıtır sadakası verilmez. Bu hususda deli
de, çocuk gibidir.
Fıtır sadakasını
bayram günü namazgaha gitmeden evvel vermek müstehabdır: Biz bunu bayramlardan
bahsederken açıklamıştık. Doğruyu en iyi bilen Yüce Allah (cc) dır. [87]
[1] Tevbe:
9/103.
[2] Bakara:
2/43.
[3] Tevbe:
9/103.
[4] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/197-198.
[5] Bu hadisi Ahmed b. Hanbel, Ebü Davud, Nesei, İbn Mace
ve Hakim rivayet etmiştir.
[6] Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[7] Tevbe: 9/60.
[8] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/198-199.
[9] Bu hadisi Nesei tahric etmiştir.
[10] Bu hadisi Darekutni rivayet etmiştir.
[11] Bu hadîsi Ebû Dâvud ve Dârekutnî rivayet etmiştir.
[12] Bu hadisi Buhari, Ebü Davud ve Nesei rivayet etmiştir.
[13] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/200-203.
[14] Bu hadisi Ebü Davud ve Darekutni rivayet etmiştir.
[15] Bu hadîsin bir kısmını Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[16] Tevbe: 9/103.
[17] Hamis; beş zira uzunluğunda bir elbise, lebis ise uzun
elbisedir.
[18] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/203-206.
[19] Bu hadîsi Buharî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî,
İbn Mâce, Dârimî ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[20] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/206-207.
[21] Abdullah b.
Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:
1/207-208.
[22] Tevbe: 9/103.
[23] Bu hadîsi Buhari, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî,
İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[24] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/208-209.
[25] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/209-210.
[26] Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[27] Bint-i mehad; anası hâmile olan deve yavrusudur.
[28] Hıkka; yüke, binmeye ve çiftleşmeye müsait yaşa gelmiş
devedir.
[29] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/210-211.
[30] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/211-212.
[31] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/212-213.
[32] Bu hadîsi Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud,
Tirmizî, Neseî ve İbn Mâce rivayet etmiştir.
[33] Tevbe: 9/103.
[34] Bu hadîsi Dârekutnî ve Beyhakî rivayet etmiştir.
[35] Zilzal: 99/7.
[36] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/213-217.
[37] Tevbe: 9/34.
[38] Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[39] Bu hadîsi Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî, İbn Mâce ve
Ahnıed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[40] Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[41] Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
[42] Züyuf ve nebehrece; içine yarıdan az miktarda yabancı
maden karıştırılmış gümüş para nevileridir.
[43] Seteko; içine yarıdan fazla miktarda yabancı maden
karıştırılmış gümüş para nevidir.
[44] Vebhe Ez-Zuhayli’nin El-Fıkhu’l- İslami ve Edilletuh
adlı eserinde anlattığına göre; ticaret şirketlerinin hisse senetleri, alış
verişteki değerleri hesaplanarak verilecektir. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el-
Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/218-223.
[45] Bu hadîsi Dârekutnî ve Müslim rivayet etmiştir.
[46] Bu hadîsin tahricini Dârekutnî yapmıştır.
[47] Bakara:
2/267.
[48] Bu hadîsi Neseî rivayet etmiştir.
[49] Bu hadîsi Neseî rivayet etmiştir.
[50] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/223-225.
[51] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/225-227.
[52] En'am: 6/141.
[53] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/227-228.
[54] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları :1/228-229.
[55] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları :1/229-231.
[56] Bu hadîsi Buharî, Müslim, Mâlik, Ebû Dâvud, Tirmizî,
Neseî, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[57] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/232.
[58] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/233-234.
[59] Tevbe: 9/60.
[60] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/234.
[61] Bu hadisi Ebü Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, İmam
Malik ve İmam Ahmed rivayet etmiştir.
[62] Tevbe: 9/104.
[63] Bu hadîsi Buhari, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî,
İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[64] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/235-238.
[65] Bu hadîsi Ebû Dâvud ve Neseî rivayet etmiştir.
[66] Mümtehine: 60/9.
[67] Bu hadîsi Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî, İbn Mâce, Mâlik
ve Ahmed rivayet etmiştir.
[68] Duha: 93/8.
[69] Bu hadîsi Müslim ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[70] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/238-240.
[71] 56- Bu hadîsi Ebû Nuaym rivayet etmiştir.
[72] Bu hadîsi Ebû Dâvud, Neseî, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel,
İbn. Huzeyme ve İbn. Hibban rivayet etmiştir.
[73] Bakara: 2/43, 83, 110
[74] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/240-243.
[75] Bu hadîsi Ebû Dâvud ile İbn. Hibban rivayet etmiştir.
[76] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 1/243-244.
[77] Cami, Dernek ve
Cemiyete Hizmet Eden Müesseselere Zekât Verilmesi: Zekâtın verileceği
yerler geçen mevzularda, yukarıda anlatıldı. Bunların hâricinde kalan; cami,
dernek ve cemiyete hizmet eden müesseselere zekât verilmez. (Bakınız: H.
Günenç, günümüz Mes'elelerine Fetvalar, C: 1, S: 243). Ve yine hükümete verilen
vergiler de şartları oluşmadığı ve zekât niyyeti ile toplanmadığı için, zekât
yerine geçemez. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar,
Ümit Yayınları:1/245.
[78] Bu hadîsi Ebû Dâvud, İbn Mâce ve Sahih’inde Hâkim
rivayet etmiştir.
[79] Bu hadîsi Buhari ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[80] Bu hadîsi Neseî ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[81] Bir sa’ 2917 gramlık ölçektir. Bu hadîsi Ebû Dâvud ve
Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
[82] Bu hadîsi Buharî, Müslim, Mâlik, Ebû Dâvud, Tirmizî,
İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir. Bu hadis-i şerifin ravisi
hakikatte Abdullah b. Ömer (r.a) dir.
[83] Bu hadîsi Dârekutnî ve Beyhakî rivayet etmiştir.
[84] Müdebber; hürriyeti efendisinin ölümüne bağlanan
köledir. Ümmü veled ise; efendisine
çocuk doğuran cariyedir.
[85] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/245-247.
[86] Bu hadîsi Buharî, Müslim, Mâlik, Ahmed b. Hanbel, Ebû
Dâvud, Tirmizî, Neseî, İbn Mâce rivayet etmiştir.
[87] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:1/247-249.