Yemin
Allah (Cc) Adına Olmalıdır:
Allah
(Cc) Adına Yeminin Çeşitleri:
Keffaret
Olarak Verilen Ayn Üzerinde Mülkiyet:
Yeminden
Dönmeden Keffaret Verilmesi:
Unutarak
Ve Zorlanarak Edilen Yeminler:
Yemin
Harfleri Ve Yeminin Ne İle Oluşacağı Bahsi
Allah
(cc) ın Sıfatlan Île Yemin:
Allah
(Cc) Dan Başkası Adına Yemin:
Mukaddes
Şeyler Üzerine Yemin:
Yahudi
Veya Hıristiyan Olmaya Yemin:
Yemin,
Şehâdet, Azm, Kasem Kelimeleriyle Yemin:
Dinden
Çıkanın Ve Gayrimüslimin Yemini:
Bir
Yere Girmemeğe Veya Bir Yerden Dışarı Çıkmamaya Yemin Etmek
Karısının
Akrabalarım Ziyaret Etmemesine Yemin:
Üzerine
Giymiş Olduğu Elbiseyi Giymemeye Yemin Etmek
Kur'ân
Okumak Ve Tespih Konuşma Sayılmazlar:
Yeminlerde
Selâm Vermek Konuşmaktır, Mektup Vs. Değildir:
Hîn,
Zaman, Dehr Kelimeleriyle Edilen Yemin
Yeme
Ve İçme Üzerine Edilen Yeminler
Nehirden
Su İçmekle Alâkalı Yeminler:
Küp
Ve Kuyudan Su İçmekle Alâklalı Yeminler:
Yeminlerde
Balık Yumurtası Yumurta Sayılmaz:
Haram
Yememeğe Yemin Edenin Zaruret Halindeki Durumu:
Göklere
Çıkmaya Ve Bunlara Benzer Şeylere Yemin Etmek
Yapılabilecek
Veya Yapılamayacak Şeylerle Yemin:
Zinet
Kullanmamaya Yemin Edenin Gümüş Ve İnci Kullanması:
Oruç
Tutmamaya, Namaz Kılmamaya Yemin Etmek
Birinin
Gelişini Haber Vermekle Azad Olmak:
Henüz
Mülkiyette Olmayan Cariye İle Alâkalı Yemin:
Evlendirmekle
Alâkalı Yeminler:
Malı
Satmakla Ve Borcu Ödemekle Alakalı Yeminler:
Meydana
Gelmesi Beklenmeyen Adaklar:
Kişinin
Mâlik Olmadığı Şeyi Adaması:
Yemin kelimesi lügatte kuvvet mânasındadır. (Allah (cc) şöyle buyurmuştur):
"Elbette onu kuvvet ve kudretimizle yakaladık. "(Hakka: 45). Bir başka âyet-i kerîmede de şöyle buyurmuştur:
"Siz bize sağdan gelirdiniz. "(Saffât: 28). Yani bize karşı birbirinizi takviye ederdiniz. Yemin kelimesini bir şâir de şiirinde şöyle kullanmış:
"Şeref için bir bayrak yüceltildiğinde Arabe [1] onu kuvvetle karşılar."
Yemin kelimesi sağ el, sağ taraf mânalarına da geldiği gibi, organ mânasına da gelir. Her hangi bir şeye tahsis etmekten mutlak yemin mânasına da gelir.
"Bunun üzerine yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi)." (Saffat: 93). Bu âyet-i kerîmede geçen yemin kelimesinin sağ el, kuvvet ve bizzat yemin olmak üzere üç mânaya ihtimali vardır.
"Allah (cc) a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir.oyun oynayacağım. "(Enbiya: 57). [2]
Şer'îistilanda yemin iki çeşittir:
1- Kasem: Bu, üzerine yemin edilenin büyük olmasını gerektirir. Bu sebeple biz; 'Allah (cc) dan başkası üzerine yemin etmek caiz olmaz' dedik. Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Kim yemin edecekse, Allah (cc) a yemin etsin, yoksa bıraksın. [3]
Bunda lügat mânası da vardır. Çünkü bunda yemin vardır. Bunda kuvvet mânası da vardır: Zira insanlar Allah (cc) a yemin ettikleri zaman, sözlerini kuvvetlendirip tevsik ederler. Antlaşma ve muahede yaptıkları zaman sağ ellerini tutarlar.
2- Şart ve ceza: Cezayı öylesine şarta bağlamaktır ki, şart bulununca, ceza gelir. 'Yarın sana gelmezsem, kölem hür olsun' ifadesinde olduğu gibi... Bu türlü yemin Şer'î istilanda sabit olur. Bu türlü şart koşmalarda da kuvvetlendirme ve tevsik etme mânalan vardır. Ancak lûgatçilerden böyle bir mâna nakledilmemiştir. Zira yemin kişiyi; üzerine yemin edilen şeyi yapmaya veya ondan menetmeğe sevketmek için akdedilir. Doğrusu insan bir işin maslahat olduğunu bilir. Ama tabiatı o işten nefret ettiği için o işi yapmaz. Yine bir işin fesatlı olduğunu bilir, ama o işe olan meyli ve şiddetli arzusu sebebiyle o işi yapmaktan geri durmaz. Bu sebeple o işi yapmaya ya da o işden geri durmaya olan azmini pekiştirmek için yemine ihtiyaç duyar. Nitekim Allah (cc) a yemin etmek, kişiyi o işi yapmaya sevk eder. Yahut Allah (cc) adına ettiği yemini çiğnediği takdirde mâruz kalacağı vebaldan dolayı o işi yapmaktan geri durur. Gerekirse, keffaret öder.
Aynı şekilde şart ve cezada da kişiyi; nikâhın sona ermesi, kölesi üzerindeki mülkiyetinin ortadan kalkması ve diğer bazı neticelerle karşılaşmaması için bir işi yapmaya veya o işden geri durmaya sevkeder.
Bu iki çeşit yeminden her biri kişiyi bir işi yapmaya sevkettiğinden veya o işi yapmaktan menettiğinden; şart ve cezayı da yemin grubuna kattık. Çünkü şart ve ceza da kasemle ortak mânadadır.
Muahede ve dâvalarda sözü pekiştirip tevsik etmek için yemin meşru görülmüştür. Bu hususda Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
"(Allah (cc) kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi mes 'ûl tutmaz). Fakat bilerek ettiğiniz yeminlerden dolayı sizi mes'ûl tutar. "(Mâide: 89).
Bir hadîs-i şerîfde de Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Babalarınız ve tâğutlar adına yemin etmeyin. Kim yemin edecekse,
Allah (cc) adına yemin etsin, yoksa bıraksın. [4] En iyisi Allah (cc) adına az yemin etmektir. [5]
Allah (cc) dan başkası adına yemin etmeğe gelince; bunun mekruh olduğu söylenmiştir. Zira bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Talâka yemin eden ve ettiren meî'ûndur."
Bir görüşe göre denildi ki; yemin gelecek zamana izafe edilirse mekruh olmaz da, geçmiş zamana izafe edilirse mekruh olur. Bu güzel bir görüştür. Çünkü gelecek zamana tevcih edilen yemin müslümanlar arasındaki sözleşme ve antlaşmalarda yadırganmaksızm kullanılmaktadır. Yukarıda geçen hadîs-i şerîf geçmiş zamana müteveccih olarak edilen yemin mânasına hamledilmiştir. Bu hususda icmâ edilmiştir. Ayfıca bu, hafif hareketli kimselerin yeminidir. [6]
Allah (cc) a yemin etmek üç kısımdır;
1-Gamûs: Geçmiş veya şimdiki zamanda yapılan bir iş için yalan yere yemin etmektir ki, bunun keffareti yoktur.
2-Yemin-i lağv: Bir kimsenin bir iş hakkında o işin söylendiği gibi olduğunu zannederek yemin etmesidir. Halbu ki o iş dediği şekilde değildir. Bu yeminden dolayı Allah (cc) in kişiyi hesaba çekmeyeceğini umarız.
3- Mün'akid: Gelecek zamana âit bir işi yapmak yahut da yapmamak üzere edilen yemindir: Yeminini bozan kişinin keffaret vermesi gerekir. Bunun açıklaması şöyledir: Edilen yemin ya geçmiş zamana, ya şimdiki zamana, ya da gelecek zamana dâir olur. Geçmiş zamana veya şimdiki zamana dâir ise, yemin ederken ya kasten yalan söyler -ki, bu birinci şıkta anlatılan yemin-i gamûstur-. Ya da yalan söylemeyi kastetmez -ki, bu da ikinci şıkta anlatılan yemin-i lağvdır-.
Edilen yemin eğer gelecek zamana dâir ise -ki, bu üçüncü şıkta anlatılan yemin-i mün'kiddir- kasten de, unutarak da, zorlanarak da, gönüllü olarak da yemini bozarsa -inşâallah ileride açıklanacağı gibi-keffaret ödemesi gerekir.
Yemin-i gamûs: Bu hakikatte yemin değildir. Çünkü açıkladığımız gibi olursa, yemin meşru bir akiddir. Oysa bu çokça edilen bir yemindir ve meşru değildir. Buna yemin adını vermek mecazîdir. Çünkü bunda yemin sureti vardır. Nitekim Hz. Peygamber (sas) hür insanm satılmasını yasaklamış ama buna 'satış' adını mecazen vermiştir.
Âlimler dediler ki; bu yemine 'yemin-i gamûs1 adı verilmiştir. Çünkü bu yemin yüzünden sahibi cehennem azabına gams eder (dalıp katar). Bu sebeple biz; 'bu yeminde keffaret yoktur1 dedik. Geçmiş zamana dâir yalan yere yemin olan yemin-i gamûsa misal; kişinin yaptığını bildiği halde; 'vallahi, ben bu işi yapmadım' ya da bir kimseye borçlu olduğu halde; 'vallahi şu adamın bende alacağı yoktur' demesi gibidir. Bu yemin akdedilmez. Bundan dolayı keffaret yoktur. Ancak tevbe, istiğfar etmek gerekir ve bu iş Allah (cc) a havale edilir. Bununla alâkalı olarak Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Beş şey büyük günahlardandır. Bunlarda keffaret yoktur. Allah (cc) a ortak koşmak, ana-babaya kötü davranmak, müsîümana bühtan atmak, savaşta cepheden
kaçmak ve yemin-i gamûs [7]
Bir başka hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Yemin-igamûs yurdu boş ve ıssız bırakır. "Bu hadîs-i şerîfde keffaretten bahsedilmemiştir. Eğer bu yeminden dolayı keffaret vermek vâcib olsaydı, Hz. Peygamber (sas) bunu bize öğretmek için söylerdi.
Ya da şöyle diyebiliriz: Eğer yeminin keffareti olsa idi, bu yemin yurdu boş ve ıssız bırakmazdı. Çünkü keffaret; günahı örten şeyin adıdır. Tevbe ve istiğfarda bulunmak; diğer günahlarda olduğu gibi, bu günahı ortadan kaldırır, cezayı da yok eder. Çünkü hadîs-i şerîfde de bildirildiği gibi; bu büyük bir günahtır. Keffaret de bir ibadettir ve bu da oruç tutmakla edâ edilmiş olur. İbadette de niyyet şarttır. Bunun ise, ibadetle bir alâkası yoktur. Zira Allah (cc) bir âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:
"Fakat bilerek ettiğiniz yeminlerden dolayı sizi mes'ûl tutar." (Mâide: 89). Bilerek yapılıp akdedilen şeyde, yani akidde çözülmek ve bağlanmak tasavvur edilir. Geçmiş zamana dâir edilen yeminde, yani yemin-i gamûsda böyle bir şey tasavvur olunamaz.
Yemin-i lağv: Kişinin, hakikatin kendi bildiği gibi olduğunu zannederek; 'vallahi ben eve girmedim' veya; 'ben Zeyd ile konuşmadım' demesi ama, gerçeğin kendi bildiğinin tersine olması halinde etmiş olduğu yemindir. Şimdiki zaman için edilen yemin de böyledir. Meselâ; 'vallahi şu gelen adam Zeyd'dir' deyip de, gelen kimsenin Abdullah olduğunun anlaşılması gibi... Bunun delili şu âyet-i kerîmedir:
"Allah (cc) kasıtsız olarak ağzınızdan çtfcıveren yeminlerinizden dolayı sizi mes'ûl tutmaz." (Mâide: 89). İmam Muhammed'in Ebû Hanîfe'den rivayet ettiği görüşe göre; yemin-i lağv; insanlar arasında; 'yok vallahi, hayır vallahi' şeklinde cereyan eden yemindir. Hz. Âişe'den de bunun gibi birhadîs-i şerîf mevkuf ve merfu olarak rivayet edilmiştir.
İbn. Abbas (ra) in şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Kişinin doğru söylediğini zannederek yalan yere yemin etmesine; yemin-i lağv denilir.1 Âyet-i kerîmede Allah (cc) yemin-i lağvden dolayı insanlan mes'ûl tutmayacağını bildirdiği halde nasıl olur da İmam Muhammed; 'yemin-i lağvden dolayı Allah (cc) in insanlan mes'ûl tutmayacağını umanz' der? diye sorulacak olursa, buna şu iki cevabı veririz:
a- Âlimler 'lağv' kelimesinin tefsiri hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir: İmam Muhammed lağv kelimesinin başka mânaya gelebileceği ihtimaline binâen bu kelimeyi tefsir ettiği şekilde dedi ki; 'umanz ki, bu yeminden dolayı Allah (cc) insanlan mes'ûl tutmaz.'
b- Ummak; tamahlanarak ummak ve tevazûen ummak olmak üzere iki çeşittir. İmam Muhammed bunu tevazûen ummak şeklinde söylemiş olabilir. îbn. Rüstem'in rivayetine göre; İmam Muhammed; 'lağv ancak Allah (cc) adına yemin etmekle olur' demiştir. Lağv kelimesini açıklama Sadedinde Kerhî şöyle demiştir; 'yeminin bozulmasını kendisi adına yemin edilen gerekli kılıyorsa, bunda lağv olmaz. Zira bir kimse Ahmed'in evinde bulunmadığını sanarak; Vallahi Ahmed evde değildir1 diye yemin eder de Ahmed'in evde olduğu ortaya çıkarsa; üzerine yemin edilen husus lağv olur ve ortada sadece 'vallahi' kelimesi kalır. Yemin edene de bir şey lâzımgelmez.
Allah (cc) dan başkası adına böyle bir yemin etmeğe gelince; meselâ bir kimse Ahmed'in evde bulunmadığını sanarak; 'eğer Ahmed evde ise, kanm boş olsun'veya;'...kölem azad olsun'veya;'...haccetmek üzerime vâcib olsun' der de, Ahmed'in evde olduğu ortaya çıkarsa; üzerine yemin edilen şey, yani Ahmed'in evde olmayışı sözü lağv olur. Geride karısının boş olması, kölesinin azad olması ve haccetmesi kalır. Bunlan yapması veya bunlann vukûbulması kendisine lâzımgelir. [8]
Mün 'akidyemin birkaç çeşittir:
1- Yerine getirilmesi veya uyulması vâcib olan yemin: Farzları yapmaya ve günahlardan sakınmaya yemin etmek gibi. Zira bu gibi şeyler yemin sahibine zaten farzdır. Yemin etmesiyle bu farizalar daha da tekid edilmiş olur.
2- Kendisini yerine getirmemenin vâcib olduğu yemin: Kötülükleri, günah olan işleri yapmak ve farzları terk etmek için edilen yemin gibi. Bu hususda Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Allah (cc) a itaat edeceğine yemin eden kimse, O'na itaat etsin. Allah (cc) a isyan edeceğine yemin eden kimse O'na isyan etmesin."
3- Uyulmaması uyulmasından hayırlı olan kısım: Müslümana küsmek vb. şeylere edilen yemin gibi. Bununla alâkalı olarak da Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Kim bir şey için yemin ettikten sonra o şeyin aksini yapmayı daha iyi görürse, daha iyi olan şeyi yapsın da, yemininden dolayı keffaret versin. [9]Yemini bozmak keffaretle tamir edilir. Ama günahın tahribatını tamir edecek bir şey yoktur.
4- Uyulması ile uyulmaması müsavi olan kısım; Ancak bunda yemini muhafaza etmek daha iyidir: Zira Allah (cc); "Yeminlerinizi muhafaza edin." (Mâide: 89). Yani onları bozmaktan koruyun, diye emir buyurmaktadır.
Mün'akid yeminden dönen kimsenin keffaret ödemesi gerekir:
Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
"Fakat bilerek ettiğiniz yeminlerden dolayı sizi mes'ûl tutar."
(Mâide: 89). [10]
Yeminini bozduğundan dolayı keffaret vermesi gereken kimse dilerse bir köle azad eder, dilerse on fakiri giydirir veya yemek verir. Bunlara gücü yetmeyen üç gün peş peşe oruç tutar: Bununla alâkalı olarak Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
"Yeminin keffareti; çoluk çocuğunuza yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle azad etmektir." (Mâide: 89). Mükellefe seçim hakkı verilmiştir. Bunlardan birini yapması gerekir. Âyet-i kerîmenin devamında da şöyle buyurmuştur: "Bulamayan kimse ise, üç gün oruç tutar." İbn. Mes'ûd (ra) yukarıdaki âyet-i kerîmenin sonuna kelimesini ekleyerek okumuştur. Keffaret olarak tutulması gereken orucun buna göre üç gün peş peşe tutulması gerekir. İbn. Mes'ûd (ra) un kıraati meşhurdur. Dolayısıyla bu haber-i meşhur gibi olmuştur.
Keffaret olarak azad edilecek köle ve yedirilecek yemek hususundaki teferruatlı bilgiler zihâr bahsinde verilmişti. Giysiye gelince; bu, giyilen şeyin adıdır. Bunlardan maksat; çıplaklığı örtmektir. Kişinin giyinik sayıldığı her elbiseye 'kisve' denilir. Giyinik sayılmıyorsa, giydiği şeye kisve denmez. Yeminini bozan kimse keffaret olarak kisve vermeyi tercih ederse; on düşküne kisve denebilecek elbise giydirmesi gerekir. Bununla alâkalı olarak Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf dan rivayet edildiğine göre; kisvenin en ednası (düşüğü, azı); kişinin bedenini tamamiyle örtenidir. Sadece şalvar veya pantolon vermek caiz olmaz. Çünkü sadece bunları giyen kimse örfe göre çıplak sayılır.
İmam Muhammed'in görüşüne göre; giysinin en azı kendisiyle namazın caiz olabileceği giysidir. Buna göre mest ve takkenin giysi olarak verilmesi caiz olmaz. Çünkü bunları giyen kimse giyinik sayılmaz. Bu sebeple bir başka şey giymeyip sadece bunları giyerek kılınan namaz caiz olmaz.
Denildi ki; keffaretle mükellef olan kimsenin her düşküne bir izar, bir rida ve bir gömlek vermesi gerekir. Kimi elbise vermesi gerekir, demiş, kimi kaftan vermesi gerekir, demiş; kimi de şöyle demiştir: Eğer kendisiyle örtünebiliyorsa, izar vermek caiz olur. Ama bu kişinin bedeninin tamamını değil de, sadece avret yerlerini kapatıyorsa, pantolon veya şalvar gibi caiz olmaz. İmam Muhammed'in kavline göre caiz olur. Çünkü bunlarla namaz kılmak caiz olur.
Giysi olarak sadece sarık verilip verilmemesinin caiz olmasına gelince; Ebû Hanîfe'den rivayet edildiğine göre; sarık eğer tam bir izar kadar uzun ise, veya ondan bir gömlek çıkarılacak kadar uzunsa, caiz olur. Aksi halde olmaz. Keffarette kıymet nazar-ı itibara alındığında giysi vermeğe yetmeyen para, niyyet edildiği takdirde yiyecek vermeğe yeterli olabilir. [11]
Keffaret; mükellefin vermesi gereken ayn üzerindeki mülkiyetini sona erdirecek bir fiil işlemedikçe, ödenmiş sayılmaz. (Mükellef tarafından) keffaret olarak verilmesi gereken ayn üzerindeki mülkiyeti sona ermelidir ki, bu; yeminini bozmuş olan kimse için caydırıcı olsun ve bunda ceza mânası tahakkuk etsin. Şu halde keffaret olarak verilecek ayn, düşkün kimseye mülk olarak verilmelidir. Ödünç olarak verilirse, caiz olmaz. Çünkü bu takdirde mükellefin o ayn üzerindeki mülkiyeti sona ermemektedir. Ama yiyeceklerde hüküm bunun hilâfmadır. Yiyeceklerde ibaha; yani muhtacın o yiyeceği yemesine imkân tanımak caizdir. Çünkü sahibi bunları muhtaca temlik ederken, bunlar üzerindeki mülkiyeti sona erdiği gibi, ibahada bulunması halinde de sona ermektedir.
Mükellefin emri üzerine başkasının onun keffaretini ödemesi caiz olur. Ama onun buna dâir bir emri yoksa, caiz olmaz, tıpkı zekâtta olduğu gibi... Çünkü bu bir ibadet ya da cezadır. Dolayısıyla keffareti mükellefin kendisinin ya da naibinin vermesi gerekir. Naibinin verebilmesi için de, kendisinin ona izin vermesi lâzımdır ki5 onun fiili naibine intikal etmiş olsun. [12]
Yeminden dönmeden evvel keffaretini verip sonra yeminden dönmekle, yeminin keffareti verilmiş olmaz: Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Kim bir şey için yemin ettikten sonra o şeyin aksini yapmayı daha uygun görürse; daha iyi olan şeyi yapsın da, yemininden dolayı keffaret versin [13] Başka bir rivayette ise; "... daha iyi olan şeyi yapsın, sonra da keffaretini ödesin." buyurulmaktadır. Bu bir emirdir, vâciblik ifade eder. Yeminden dönmeden keffaret Ödemek vâcib olmaz.
Ya da şöyle diyebiliriz: Bir kimse yeminden dönerse, dinin bir emri olarak keffaret ödemesi vâcib olur. Çünkü keffaret, örten şeydir. Bu da bir günahtan ve suçtan dolayı olur. Yeminden dönülmeden evvel günah ya da cinayet işlenmiş değildir. Çünkü Allah (cc) in adını hiçe saymaktan dolayı işlenen cinayetin kendisi yemini bozmaktır. Yemin, cinayetin işlenmesine mânidir. Dolayısıyla yeminin kendisi, yeminin bozulmasına sebebiyet vermiş olmamaktadır. Ama caninin darbeyi vurduktan sonra fakat maktulün canını vermesinden evvel keffaret vermesi halinde hüküm bunun hilâfmadır. Yani bu durumda verilen keffaret sahih olur. Çünkü yaralama umumiyetle ölüme yol açar. Nisabın tamamlanmasından sonra, fakat senenin dolmasından evvel zekâtın verilmesi de aynı şekilde sahih olur. Çünkü bunda sıhhatin sebebi, malın var oluşudur. [14]
Yemin hususunda unutan, zorlanan ve kasten yapanlar arasında fark yoktur: Bununla alâkalı olarak Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Üç şey var ki, bunların ciddisi de ciddidir, şakası da ciddidir: Talâk, nikâh ve yeminler. " Rivayet edildiğine göre Hz. Ömer (ra) de bu hususda şöyle demiştir: Dört şey var ki; onlar (hemen vâki olduklarından) tekrar söylenmelerine gerek yoktur.1 Böyle derken o dört şey arasında yeminleri de saymıştır.
Rivayet edildiğine göre; müşrikler Rasûlullah (sas) a yardım etmemeleri hususunda Huzeyfe (ra) ile babasına yemin ettirmişlerdi. Bu durum Hz. Peygamber (sas) e anlatılmış, o da şu cevabı vermişti: "Onlara ettikleri yeminin gereğini yerine getirsinler. Biz de onlara karşı Allah (cc) dan yardım dileriz. "Böylece Efendimiz zor altında edilen yeminin sahih olduğuna hükmetmiş oluyordu. Zorlama ile alâkalı açıklamalar ikrah bahsinde verilmişti.
Yemini bozmanın şartı; yemine aykırı fiilin işlenmesidir. Bu fiilin hakikaten var olmasını, zorlama ve unutma ortadan kaldırmaz. Talâk bahsinde de söylendiği gibi- çocuğun, delinin ve uyumakta olan kimsenin
yenlini sahih olmaz. [15]
Yemin harfleri: 'bâ, vav ve ta'dır: Alışılagelen yemin bu harflerle oluşur. Yeminler Kur'an-ı kerîm'de de bu harflerle yer almaktadır. Şöyle ki;
"Rabbimiz Allah (cc)hakkı için. "(En'am: 23).
"Allah (cc) adı ile yemin ederler, "(Nisa: 62).
"Allah (cc) andolsun,enden (peygamberler) göndermişizdir. "(Nahl: 63).evvelki ümmetlere de Kelimesi de yemindir. Çünkü buradaki (lam) harfi (bâ) harfinin yerine geçmiştir. Çünkü Kur'an-ı kerîm'de hem; 'âmentüm bih've hem de; 'âmentüm leh' tâbiri geçmiştir. Bunda asıl kaide şudur; vaz'ediliş itibarıyla 'bâ' harfi ilsak (bitiştirme) içindir. 'Vav' harfi onun bedelidir ve cem' içindir. İlsakta cem' mânası da vardır. 'Ta' harfi de 'vav'ın bedelidir. Meselâ tiiras ve ticah kelimelerinin başındaki (tâ) harfi, Vav'ın bedelidir. 'Bâ' harfi asıl olduğuna göre; Allah (cc) admın başında da, diğer isimlerin başında da yemin için yer alabilir.
'Bâ' harfi kinayelerin başında da yemin için yer alabilir. Meselâ: Sana yemin ederim ki, ben falan işi yapacağım." demek gibi. Bedeli olduğu için, 'bâ' harfine göre 'vav'da noksanlık vardır. Dolayısıyla Vav' harfi kinayelerin değil, sarih isimlerin baş kısımlarında yemin harfi olarak yer alabilir. 'Ta' harfinin bedelin bedeli olması sebebiyle bu harf sadece Allah (cc) adının baş kısmında yemin harfi olarak yer alabilir. Diğer isimlerin ve kinayelerin başında yemin harfi olarak yer alamaz.
Bu harfler bazan gizlenerek 'esre ile yetinildiği de olur. Allah bu işi yapmayacağım demek gibi: Başdaki cerr harfi gizlendiği için, 'Allah(e)' de denilebilir. 104 Yemin harfinin gizlenmesi
delaletiyle ' de denmektedir. Bu; Basra ekolü ile Küfe ekolü [16] arasındaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır.
Hz. Peygamber (sas); 'elbette ki karımı boşadım' diyen bir adama şu şekilde yemin ettirmişti; 'Allah(i) elbette ki kelimesiyle sadece bir talâkla boşamayı kastettim.' Araplar, hafiflik olsun diye, bazı harfleri kelimeden çıkarıp hazfetmeyi âdet haline getirmişlerdir.
Olumlu cümlelerdeki yemin; 'lâm' ve 'nun' harflerinden oluşan tekid ile bitişik olarak yapılır "Allah (cc) a yemin ederim ki ben muhakkak şu işi yaptım."
Veya; mutlaka yapacağım."
"Allah (cc) a yemin ederim ki, ben şu işi Çünkü ismin sonunu esre okutan âmil, başa gelen harfdir. Bu âmil
hazfedilip kaldırılınca, esre yerine (başdaki harf kaldırıldığı için) fetha (üstün) gelebilir. Bu Arapçada bir kaidedir.
Yahut "Allah (cc) a yemin ederim ki, bugün ben şu işi yapacağım." der de o işi yapmazsa, keffaret ödemesi gerekmez. Çünkü olumlu cümlelerdeki yemin ancak lügate göre tekid harfleri ile olur. Burada da tekid nûn'u yoktur.
Olumsuz cümlelerdeki yemin ise şöyle olur: (cc) a yemin ederim ki, bu işi yapmam."
"Allah Veya; "Allah (cc) a yemin ederim ki, şu işi yapmadım." demek gibi.
Yemin Allah (cc) lâfzı ve bir de O'nun diğer güzel isimleri ile olur: Çünkü Allah (cc) adını tazim etmek gerekir. Adının saygınlığını çiğnemek caiz olmaz. Bu bilinen ve alışılagelmiş bir husustur.
Yeminler örf temeli üzerine kurulurlar. Yemin olduğunu insanların örfen kabul ettikleri şey yemindir. Örfen yemin olarak kabul etmedikleri şey yemin değildir. Yemin ederken insanların kasıt ve niyyetleri örfî hakikatlere yönelir. Aynı şekilde Örfün bulunmadığı hususda da lûgavî hakikate yönelir. Zira örfî hakikat, -anlayış daha evvel kendisine yöneldiği için- lûgavî hakikatin üstündedir.
Alîm, Hakîm gibi Allah (cc) dan başkalarına da isim olan kelimeler müstesna; yeminde niyyete ihtiyaç duyulmaz: Alîm ve Hakîm kelimeleriyle yemin edilirken, niyyete ihtiyaç duyulur. Bir görüşe göre denildi ki; Allah (cc) m her hangi bir ismi ile edilen yeminde niyyete ihtiyaç olmaz ve kişi bunlan söylemekle yemin etmiş olur. Ancak kişi bu isimleri söylerken Allah (cc) dan başkasını kastetmiş olursa, yemin etmiş olmaz. Çünkü bu sözü ile Allah (cc) dan başkasını kastetmiş olması muhtemeldir.
İmam Muhammed'den rivayet edildiğine göre; 'Allah (cc) in emanetine yemin olsun ki...' demek yemindir. Kendisine bunun mânası sorulduğunda; 'bilemiyorum. Öyle zannediyorum ki, Araplar âdeten böyle yemin ediyorlardı' demiş ve bunu yemin saymıştır.
Ebû Yûsuf dan rivayet edilen bir görüşe göre; bu yemin değildir. Bunu söyleyen kişinin farizaları kastetmiş olma ihtimali vardır. Ebû Yûsuf un bu görüşünü Tahavî nakletmiştir. [17]
Allah (cc) in zatî sıfatları ile de yemin edilir. 'Allah (cc) in izzeti ve celâli hakkı için' demek gibi... O'nun ilmine edilen yemin yemin olmaz. Allah (cc) in rahmetine, gazabına ve hışmına da yemin edilmez
Şunu bilmeliyiz ki; Allah (cc) in sıfatlan zatî ve fiilî olmak üzere iki kısımdır. İkisi arasındaki fark şudur: Zıddı ile Allah (cc) in vasıflandırılnıasının caiz olmadığı sıfatlar, zatî sıfatlardır; kudret, izzet, ilim ve azamet gibi sıfatlar. Hem kendisiyle, hem de zıddı ile Allah (cc) m vasıflandın İmasının caiz olduğu sıfatlar, fiilî sıfatlardır; rahmet, şefkat, gazap ve hışım gibi sıfatlar. Bir kimse zatî sıfatlardan biri ile yemin ettiğinde yemin etmiş sayılır. Ancak Allah (cc) in ilmine yemin eden kimse yemin etmiş sayılmaz. Bunun haricindeki zatî sıfatlarla edilen yemin yemindir. Çünkü Allah (cc) in sıfatları da zâtı gibi kadîmdir. Kendisiyle yemin etmeyi insanların örf haline getirdikleri şeyler; Allah (cc) in isim ve sıfatlarına katılır ve yemin olur. Bunun tersi olursa, yemin sayılmaz. Allah (cc) in ilmine yemin etmek, insanlar arasında örf haline gelmemiştir. Hatta ulemânın çoğu demişler ki, kişi yemine niyyet etmiş olsa da; Allah (cc) in ilmine yemin etmesi halinde yemin etmiş sayılmaz. Çünkü bununla yemin etmek, insanlar arasında örf haline gelmemiştir. Bazüanna göre ise, diğer sıfatlarda olduğu gibi, Allah (cc) in ilmine yemin eden kimse de yemin etmiş sayılır. Zatî sıfatların Allah (cc) in zatından başka mânaları olmadığından, bu sıfatlar söylendiğinde Allah (cc) m zatı söylenmiş gibi olur. Buna göre; 'Allah (cc) in kudretine yemin ederim ki...' diyen bir kimse; 'Kadîr olan Allah (cc) a yemin ederim ki...' demiş gibi olur. Bu ilim sıfatına da kıyaslanabilir. Çünkü bu zatî sıfatlardandır. Ancak âdete göre ilim kelimesi söylendiğinde onunla; 'bilinen şey' kastedilir. Allah (cc) tarafından bilinen şey ise Allah (cc) in zatından başka bir şey değildir.
Nesefî dedi ki; 'ehl-i hak mezhebine göre bu açıklama doğru olmaz. Doğrusu bunların hepsi Allah (cc) in sıfatlan olup, O'nun zatı ile kâimdirler. Bunlarla yemin etmek, Allah ile yemin etmektir.1
İmam Muhammed aradaki farkı doğru bir biçimde ortaya koymaktadır- 'bu kelimelerle Allah (cc) m sıfatlanndan başka şeyler kastedilir Bundan dolayı ve şüphe içerdiği için, bunlarla yemin etmek vemin olmaz. Meselâ rahmet kelimesiyle yağmur, nimet ve cennet mânaları kastedilebilir. Bir âyet-i kerîmede Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
"Onlar Allah (cc) m rahmeti içindedirler, orada ebedî kalacaklardır." (Âl-i İmrân: 107). Hışım ve gazap ile cehennem ateşine düşme, rıza ile de cennet nimetlerine kavuşma mânası kastedilir. Bu kelimeleri söyleyen bir kimse bu bakımdan Allah (cc) dan başkası adına yemin etmiş olur. [18]
Nebi, Kur'an-ı kerîm, Kabe gibi Allah (cc) dan başkası adına edilen yemin, yemin sayılmaz. Fakat bunlardan beri (uzak) olmaya edilen yemin, yemindir: Bunda kaide şudur; rivayet ettiğimiz hadîs-i şeriflerde ifade edildiği gibi, Allah (cc) dan başkası adına yemin etmek caiz olmaz. Rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (sas) Hz. Ömer (ra) in kendi babası adına yemin ettiğini duyunca, ona şöyle buyurmuş: "Allah (cc) sizi babanız adına yemin etmekten meneder. Bir kimse yemin edecekse, ya Allah (cc) adına yemin etsin, ya da sussun." [19] Bir başka hadîs-i şerîfde de şöyle buyurmuştur: "Allah (cc) dan başkası adına yemin eden kimse şirk koşmuştur." [20] Kendisi adına yemin edilen zat tazim olunmaktadır. Tazimi ise, Allah (cc) dan başkası haketmiş olamaz. Allah (cc) dan başkası adına yemin etmek caiz olmadığına göre, O'ndan başkası adına edilen yeminin bozulması halinde de keffaret ödemek lâzımgelmez. Çünkü bu yemin değildir. Böyle bir yeminin bozulması halinde çiğnenmesi ebediyyen yasak olan bir haramlık çiğnenmiş olmamaktadır. Söylediklerimiz bu kapsama dâhil olmaktadır.
Nebi ve Kabe adına edilen yeminin yemin olmadığı apaçıktır. Kur'an-ı kerîm adına edilen yemine gelince; Kur'an-ı kerîm Arapça mushafta yazılıp toplanan şeyin adıdır. Kur'an kelimesi (kur1) kökünden gelip, toplamak mânasındadır. Ve yine bu ekleyip tâkib etmeyi gerektirir. Bu da sonradan var olan bir şeyin sıfatlarmdandır ve Allah (cc) m hem zâtından, hem de sıfatlanndan başka bir şeydir. Çünkü Allah (cc) in sıfatlan O'nun zatı ile kâim olup, O'nun gibi ezelîdirler. Hatta bir kimse; 'Allah (cc) m kelâmına andolsun ki...1 diye yemin ederse, yemin sayılır. Zira O'nun kelâmı, O'nun zatı ile kâim olan bir sıfatıdır; dillerden her hangi bir şey ile vasıflandınlamaz. Çünkü dillerin hepsi sonradan yaradılmış olan mahlûklardır. Ya da ihtilâf üzere ıstılahîdirler. Dillerin kadîm olması caiz değildir. Aksine diller; Allah (cc) in kadîm olan kelâmının bir ifadesidirler. Arkadaşlanmızdan olan ehl-i sünnet ve camaatin bu hususdaki görüşü böyledir.
Keza, Allah (cc) m dini Allah (cc) m taati, Allah (cc) m şeriatleri, peygamberleri, melekleri, arşı, hududu, namaz, oruç, hacc, Beyt, Kabe, Safa, Merve, Hacer-i esved, kabir, minber gibi şeyler üzerine edilen yemin de böyledir. Çünkü bu saydıklanmız Allah (cc) dan başka şeylerdir.
Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Ne babalarınız, ne tağutlar, ne de Allah (cc) m hadlerinden birine yemin edin. Ancak Allah (cc) adına yemin edin. [21]Ebû Hanîfe dedi ki; 'yemin ederken ancak tevhid ve ihlas ile Allah (cc) adına yemin edilir.'[22]
Yukarıdaki sayılan şeylerden berâete, yani 'uzak olmaya1 edilen yemine gelince; bu yemin sayılır. Meselâ bir kimse; 'ben şu işi yaparsam, Kur'an-ı kerîm'den beri (uzak) olayım1 veya; 'Kabe'den beri olayım' veya; 'kıbleden...' ya da; 'peygamberlerden beri olayım' demek gibi... Çünkü bu gibi şeylerden beri olmak küfürdür. Keza; 'ben şu işi yaparsam, Mushaftakilerden...1 veya; 'Ramazan orucundan...' veya; 'namazdan...' veya; 'haccdan beri olayım' demek de yemindir.
Bunda kaide şudur; inanılması küfür olan ve Şeriatin haram kıldığı şeyler üzerine edilen yeminin bozulması halinde keffaret lâzımgelir. Çünkü Allah (cc) in hakkından, dolayı küfrün mubah kılınması ebediyyen caiz olmaz. Dolayısıyla bu yeminlere de Allah (cc) adına edilen yeminler gibi saygı göstermek gerekir.
Bir kimse; 'ben şu işi yaparsam, haça tapayım' veya; 'Allah (cc) dan başkasına tapayım' derse; yemin etmiş olur. Galip durumdaki talip; 'şu işi yaparsan...' dediğinde muhatabı da yukarıdaki sözleri söylerse, yemin etmiş olur. Bu örfün gereğidir.
'Allah (cc) hakkı için1 demek yemin değildir: Ebû Yûsufun bu hususdaki görüşünün şu olduğu rivayet edilir: 'Allah (cc) hakkı için' demek yemindir. Çünkü hak; Allah (cc) m sıfatlanndandir ve o hakikattir. 'Allah (cc) hakkı için1 diyen kimse; 'hak olan Allah (cc) a yemin ederim ki...' demiş gibi olur. Bu şekilde yemin etmek itiyad haline getirilmiştir. Örf esas alındığında muhtar olan görüş budur.
Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'in görüşlerinin dayanağı şu rivayettir: Allah (cc) m kulları üzerindeki haklarının ne olduğu sorulduğunda Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurdu: "O'na ibadet etmeniz ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanızdır." Allah (cc) hakkı için1 diyen kimse; 'Allah (cc) in taatine, ibadetlerine yemin ederim ki...' demiş gibi olur. Evet, böyle diyen kimse yemin etmiş olmaz.
Fakat; 'hak için1 demek yemindir: Çünkü hak; Allah (cc) in isimlerindendir. 'Hakkan' yani 'hak olarak' derse, yemin sayılmaz. Çünkü bu kelime ile sözün pekiştirilmesi ve vaadin gerçekleştirilmesi kastedilir. Tahavî dedi ki; 'hakkan' kelimesi; 'vâciben aleyye, (üzerime vâcib olsun)' demek gibi olup, yemindir.'
Bir kimsenin; 'şu işi yaparsam, Allah (cc) m laneti üzerime olsun' yahut; 'zina etmiş olayım' veya; 'şarap içmiş olayım' demesi yemin olmaz: Keza, 'şu işi yaparsam, Allah (cc) in gazabı, öfkesi üzerime olsun' demesi de yemin sayılmaz. Çünkü bu gibi kelimelerle yemin etmek, örf haline gelmemiştir. [23]
Fakat; 'yahudi...' veya; 'hıristiyan olayım' demesi yemin olur:
İbn. Abbas (ra) dedi ki; 'bir kimse bir işi yapma veya yapmama hususunda yahudilik veya hiristiyanlık ile yemin ederse, yemin etmiş olur.' Şartı küfür delili kıldığına göre; o şarttan imtina etmenin vâcib olduğuna inanmış demektir. Helâli haram kılmada dediğimiz gibi, bunu yemin kılarak başkası için vâcib kılmak da mümkün olmaktadır.
Bir kimse yaptığı bir iş için; 'eğer ben bu işi yapmışsam, yahudi...' veya; 'hıristiyan olayım' derse; bu yemin-i gamûs olur. Sonra gelecek zaman nazar-ı itibara alınarak bu durumda yemini bozmuş ise, kâfir olur, denilmiştir. Başka bir görüşe göre denildi ki; kâfir olmaz. Bunu diyen kimse, 'ben bu işi yapmışsam, yahudiyim' demiş gibi olur. Çünkü bu şeyi geçmiş zamana talik etmek geçersizdir. Doğrusu şu ki; böyle diyen bir kimse bu sözünün yemin olduğunu bilirse ve yalan konuşup yeminini bozmuşsa, kâfir olur. Şayet yeminini bozma sebebiyle kâfir olacağına inanıyorsa, her iki halde de kâfir olur. Çünkü o yeminini bozmaya cür'et ederken, kâfir olmaya razı olmuştur. Buna göre o yahudi, mecûsî, kâfir veya bunlara benzer biri olur.
Allah (cc) m ömrüne, Allah (cc) m yeminlerine, ahdine, misakma yemin etmek, yahut; 'üzerime adak olsun' veya; 'Allah (cc) in adağı üzerime olsun' demek yemindir: Allah (cc) m ömrü O'nun bekasıdır. Beka da Allah (cc) in sıfatlanndandır. Allah (cc) da ömür üzerine yemin etmiştir.
"(Rasûlüm!) ömrün hakkı için onlar sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı. "(Hicr: 72).
EymüUahi1 kelimesinin mânası; 'eymânullahi'dir. Eymün ise; yemin kelimesinin çoğuludur. Ve bu örfen bilinen bir şeydir.
'Allah (cc) in ahdine andolsun' demek de yemindir. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
"Antlaşma yaptığımz zaman Allah (cc) m ahdini yerine getirin." (Nahl: 91). Bu âyet-i kerîmenin devamında da şöyle buyurulmuştur:
"Yeminlerinizi bozmayın." (Nahl: 91). Bu âyet-i kerîmede ahd kelimesine yemin adı verilmiştir. Misak kelimesi de örfe göre ahd mânasındadır. Nezr kelimesi de yemin mânasmdadır. Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Nezr yemindir, keffareti de
yemin keffaretidir [24] Bir başka hadîs-i şerîfde de şöyle buyurmuştur:
"Kim ki bir şeyi adar ve adlandınrsa; adadığı şeyi yerine getirsin. Ama bir kimse adlandırmadan bir adakta bulunur (ve gereğini yapmazsa)
yemin keffareti Ödemesi gerekir. [25]
'Yemin ederim , 'kasem ederim veya; 'şehâdet ederim' demek veyahut da bunlara Allah (cc) in da adını ilâve etmek yemin olur:
Keza; 'azmederim' veya; 'Allah (cc) ile azmederim' veya; 'yeminim olsun ki' yahut; 'Allah (cc) in yemini üzerime olsun ki1 demek de yemin olur. İmam Muhammed'in bununla alâkalı olarak şöyle dediği rivayet edilir: 'bir kimse; 'azmederim ki' veya; 'Allah (cc) ile azmederim ki' derse; Etû Hanîfe'nin bu sözlerin yemin olacağına dâir bir şey söylediğini bilmiyorum
İmam Züfer dedi ki; 'yemin ederim ki...', 'kasem ederim ki...', 'şehâdet ederim ki...' demek yemin sayılmaz.1 Ancak Allah (cc) adını bunlarla beraber söylerse, yemin olur. Allah (cc) adıyla beraber söylenmezse, bu sözler Allah (cc) adına yemin etme mânasına gelebilecekleri gibi, Allah (cc) dan başka şeyler adına yemin etme mânasına da gelebilirler. [26]
Şüphe ile yemin olmaz. Bizim bu hususdaki delillerimiz şu âyet-i kerîmelerdir:
"Onlardan razı olasınız diye yemin edecekler. "(Tevbe: 96).
"Şâhidlik ederiz ki, Sen Allah (cc) peygamberisin, derler." (Münafıkûn: 1).
"Yeminlerinikalkan edindiler. "(Münafıkûn: 2).
"Hani onlar (bahçe sahipleri) sabah olurken onu (mahsullerini) devşireceklerine yemin etmişlerdi. Onlar istisna da etmiyorlardı." (İnşâaîlah demiyorlardı, veya yoksulların payını ayırmıyorlardı). (Kalem: 17-18).
İmam Muhammed dedi ki; 'yeminde istisna olmaz. Çünkü sözün bir kısmını hazfetmek, hafifletmek açısından araplar arasında caizdir. Zira bu malum şey gibidir. Çünkü yemin ancak Allah (cc) adı ile olur. Böyle olunca da yukarıdaki âyet-i kerîmede kendilerinden bahsedilen bahçe sahipleri; 'inşâaîlah' demiş gibi olurlar.'
'Azmederim' veya; 'Allah (cc) adı ile azmederim ki' sözlerine gelince; azm kelimesi vâcib kılma mânasındadır. Zira;
"Boşamaya karar verirlerse..." (Bakara: 227). Bu karar vâcib kılma mânasındadır. Vâcib kılmak, yemindir. İmam Muhammed'in; 'bir kimse, 'azmederim ki...' veya; 'Allah (cc) adı ile azmederim ki...' derse; Ebû Hanîfe'nin, bu sözlerin yemin olacağına dâir bir şey söylediğini bilmiyorum' sözünü kendisinden Hasan rivayet etmiştir.
'Yemin ederim ki...1, 'Allah (cc) in yemini üzerime olsun ki...1 sözlerine gelince; bunlarla kişi yemini açıkça kendi üzerine vâcib kılmıştır. Yemin de ancak Allah (cc) adı ile olur. Arapların nezdinde mûtad olan da budur. Şâir der ki;
"Yemin ederim ki, senin için çıkış yolu yoktur." [27]
Allah (cc) m veçhi ile yemin etmek yemin sayılır. Bunu îbn. Semmâa Ebû Yûsuf tarikiyle Ebû Hanîfe'den rivayet etmiştir. Çünkü bu kelime ile Allah (cc) m zâtı kastedilir. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
"Ancak Rabbinin zatı (yüzü) bakî kalacaktır. "(Rahman: 27).
"Onun yüzünden (zatından) başka her şey yok olacaktır."(Kasas: 88). Hasan Ebû Hanîfe'nin bununla alâkalı şu görüşünü nakleder: Bu yemin değildir. Çünkü buna dâir örf yoktur. Çünkü vech kelimesiyle Allah (cc) dan başkasının zâtı da kastedilebilir. Vech kelimesi; Allah (cc) in rızası ve sevabı mânasına da gelir. Meselâ bir kimse bir işi Allah (cc)
nzası için yaptığında ona; Yani; "Bu işi Allah (cc) in sevap ve mükâfatına nail olmak için yaptı." denilir. Şüphe ile yemin olmaz.
İbn. Şücâ Ebû Hanîfe'nin bu hususdaki şu görüşünü nakleder: Bu, düşük karakterli kimselerin yeminidir. Yani onlar vech kelimesiyle yüz organını kastetmekte olduklarından, bu Allah (cc) dan başka bir şeye yemin etmek olur. [28]
Bir kimse sahip olduğu bir malı kendisine haram eder ve sonra onu ve onun bir kısmını mubah sayarsa, üzerine keffaret lâzımgelir:
Meselâ bir kimsenin; 'malım, falan cariyem, elbisem veya şu bineğe binmek bana haram olsun' demesi ya da bunlara benzer bir şey söylemesi gibi...
Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Kişinin helâl bir şeyi kendisine haram kılması yemindir. Bunun keffareti de yemin keffaretidir." Bu yemini eden kişi sahibi bulunduğu malın kendisine haram olduğunu bildirmiş, kendini o helâl şeyi kullanmaktan alıkoymuş ve o şeyi başkasına da yemin icabının ispatı sebebiyle haram kılma imkânını doğurmuştur. Çünkü yemin de onu o şeyi kullanmadan alıkoyar. Bu şekilde yemin edenin söylediği sözlerin lağv olmaması için böyle bir hüküm getirilmiştir. Bu, müebbed bir haramhktan evlâdır. Çünkü Şeriatte bunun benzeri hükümler vardır ve bu yemin eden kişi için daha fazla kolaylık sağlar. Sonra haramlık o helâl şeyin bütün cüzlerini kapsamma alır. O şeyin hangi cüz'ünü kendisine mubah kılarsa, yeminini bozmuş olur. Meselâ; 'su içmeyeceğim' diyen bir kimse suyu hiç içemez. Ama suyu başkasına hibe eder veya sadaka olarak verirse, yeminini bozmuş olmaz. Zira haram kılmaktan kasıt örfen o şeyden yararlanmanın haram kılınmasıdır. Yoksa başkasına hibe edilip sadaka olarak verilmesi haram değildir.
Bir kimsenin; fher helâl bana haram olsun' demesi; başka şeylerde de niyyeti olmadıkça, yalnız yenilecek ve içilecek şeylere yorumlanır: İmam Züfer dedi ki; 'boş durduğunda da yeminini bozmuş olur. Çünkü bu durumda o helâl bir fiil işlemiş olmaktadır ki, o da nefes almaktır.
Bizim görüşümüze göre; 'her helâl bana haram olsun' yemininden kasıt; bu yeminin gereğini yapmaktır ki, o da her helâlden uzak durmaktır. Bu mümkün olamayacağından, helâllerin tamamı kapsam hâricine çıkar ve bu yemin yeme ve içmeye yorumlanır. Çünkü bu yemin âdeten kullanılan helâl şeyleri kapsamına alır. Karısını da kendisine haram kılmaya niyyet ederse, kansı da yiyecek ve içeceklerle beraber bu yeminin kapsamma girer ve bu sebeple karısına îlâ etmiş olur. Ama bu yeminiyle sadece karısını kendisine haram kılmaya niyyet ettiğini söylerse, bu sözü diyaneten doğrulanır; yeme ve içme sebebiyle yeminini bozmuş olmaz. Meşayıhımız [29] dediler ki; bu onların örfüne göredir. Bizim Örfümüze göre bu, örfen boşamak olur. Bu durumda boşamaya niyyet edilmese de, yemin sahibinin zevcesi boş olur. Çünkü onlar bunu örf haline getirmişlerdir ve bu sarih lâfızlarla boşamak gibidir. Fetva da buna göre verilmiştir.
Bir kimse; 'falanın malı bana haramdır1 der de o adamın malını yer veya infak ederse; yeminini bozmuş olur. Ancak; 'o adamın malını yemek bana helâl olmaz' demeye niyyet etmişse, onun malını yeme durumunda yeminini bozmuş olmaz. Haram bir fiili işlememeğe yemin eden kimsenin bu sözü zina etmemesine yorumlanır. Eğer penisi kesikse, bu sözü haram öpücüğe vb. şeylere yorumlanır. Haram bir cinsî münasebette bulunmamaya yemin eden bir kimse âdet halindeki kansı ile veya zihâr yapmış olduğu kansı ile cinsî münasebette bulunursa, yeminini bozmuş olmaz. Meğer bu haldeki kansı ile cinsî münasebette bulunmamaya da niyyet etmiş olsun... Zira bu durumda yapılan temasın haramlığı arızîdir. Yoksa normal şartlarda kansı ile cinsî münasebette bulunması haram değildir. [30]
Gayrimüslim olarak yemin eden bir kimsenin bu yemininden dönmesinin keffareti yoktur: Çünkü gaynmüslim yemin etmeğe ehil değildir. Çünkü yemin Allah (cc) ı tazim etmek ve O'nu ululamaktır. Küfür haliyle bir kimsenin Allah (cc) i tazim etmesi düşünülemez. Böyle bir kimse keffaret vermeğe de ehil değildir. Çünkü keffaret ibadettir. Öyle ki bu oruç tutarak da edâ edilir. Oysa gaynmüslim kimse oruç tutma ehliyetine sahip değildir.
Bir kimse müslümanken yemin eder de, daha sonra bu kişi dinden çıkarsa, yemini ortadan kalkar. Daha sonra yine İslama dönerse, o yeminin hükmü kendisini bağlamaz. Çünkü dinden çıkmak;
müslümanken işlenmiş olan amelleri iptal eder. [31]
Yeminine bitişik olarak; 'inşâallah' diyen bir kimse için de yemini bozmak diye bir şey yoktur: Bu mes'ele talâk bahsinde de anlatılmıştı. 'İnşâallah1 kelimesinin yemine bitiştirilmesi şarttır. Zira sucunca söz tamamlanmış olur. Ondan sonra istisna etmek, yani 'inşâallah' demek, söylenenden geri dönmek olur. Yeminde ise, geri dönmek olmaz. [32]
Çıkmak; bir mekânın içinden dışarı çıkmak demektir. Girmek ise, dışarıdan bir mekânın içine girmek demektir. Yürüyerek veya binek üzerinde olarak kapıdan veya damdan veya duvardaki bir gedikten yahut duvara tırmanarak da olsa; yani, her ne şekilde olursa olsun, dışarı çıkıldığında çıkış gerçekleşmiş olur. Ancak 'evin kapısından' demiş ise; başka yerlerden çıkmış olsa bile, kapıdan çıkmadıkça yeminini bozmuş olmaz.
Dışarı çıkmayacağına yemin eden kimse başkasına çıkarmasını emredip o da çıkartırsa, yeminini bozmuş olur: Çünkü o adama emretmiş olmakla, çıkma fiili kendisine izafe edilmiş olur ve bir bineğe binerek dışarı çıkmış gibi olur. Fakat o kişi onu zorla çıkartırsa, yemini bozulmaz: Emir vermediğinden dolayı, dışarı çıkma fiili kendisine izafe edilemez. Bu durumda o çıkmamış, çıkartılmıştır.
Bir görüşe göre denildi ki; 'zorlandığında direnebiliyorsa; dışarı çıkarsa, îmam Muhammed'e göre yeminini bozmuş olur. Çünkü direnebildiği halde yine içeri girerse, kendiliğinden bineğe binmiş gibi içeri girmiş sayılır. Ebû Yûsuf a göre o kişi kendiliğinden içeri girmediği için yeminini bozmuş sayılmaz. Sahih olan görüş de budur.
İmam Muhamnıed'in Ebû Yûsuf dan rivayet ettiği bir görüşe göre; yemin sahibinin rızasıyla bir başkası onu kaldırıp içeri koyacak olursa; giriş fiilini yemin sahibinin kendisi yapmadığından dolayı, yeminini bozmuş olmaz. Yemin; nza ve iradeden ayrı olarak fiilin kendisi üzerine akdedilmiş olur. Ya da şöyle diyebiliriz: İşlenen fiil ancak kendisinin emretmesi sebebiyle kendisine izafe edilir. Bu durumda yeminin bozulacağını söyleyenler de olmuştur. Bir mekâna girme ile alâkalı edilen yemin bu şekillerde olur.
Cenazeden başka şey için dışarı çıkmayacağına yemin eden kimse cenazeye çıkar ve sonra başka bir işini görürse, yeminini bozmuş olmaz: Çünkü bulunduğu mekândan dışarı çıkması, üzerine yemin ettiği şeyden başkası için olmamıştır. O ancak cenaze için dışarı çıkmıştır ve cenaze yeminden istisna edilmiştir. Cenaze için çıktıktan sonra başka işe gitmesi, yeminini bozan bir çıkış olmaz.
Mekke'ye gitmek için yola çıkmayacağına yemin eden kimse gitmeyi kastederek yola koyulur ve sonra da geri dönerse, yeminini bozmuş olur: Çünkü Mekke'ye gitmek maksadıyla bulunduğu mekândan dışarı >çıkmıştır. Esahh kavle göre, çıkmak, yerine gitmek kelimesini kullanmak da böyledir: Çünkü bu kelime de bir yerden bir yere intikal etmek ve bulunulan yerden başka bir yere gitmekten ibarettir. (Zira âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur):
"Ey ehl-i Beyti Allah (cc) sadece sizden günahı gidermek ister." (Ahzâb: 33). Bu izale ve giderme kelimesi; çıkış kelimesine benzemektedir.
Mekke'ye gelmeyeceğine yemin eden kimse, oraya girmedikçe yeminini bozmuş olmaz: Çünkü gelmek, ulaşmak demektir. Bir âyet-i kerîmede Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
"Firavun' a gelin (ulaşın)." (Şuarâ: 16). Halk arasında da; 'falan şehire çıktım, ama oraya gelmedim' denilirken, bununla; 'ben o şehire gelmek üzere yola koyuldum, ama oraya ulaşmadım1 denmek istenmiştir. Kullanma bakımından gitmek de çıkmak gibidir.
Bir kimse; 'vallahi, şu evden çıkmayacağım' diye yemin eder de, kendisi evin içinde oturmakta iken ellerini ve ayaklarını dışarı çıkarırsa; kendisi dışan çıkmış sayılmadığından, yemini bozulmaz. Ama sırtüstü veya yüzüstü uzanmış yahut yan tarafı üzerine uzanmış olarak ellerini ve ayaklarını evin dışına çıkanrsa; vücudunun çoğu dışan çıkmış olduğundan, ve çoğu tamamının yerine kâim olduğundan, yeminini bozmuş olur.
Ebû Yûsuf dan rivayet edilen bir görüşe göre; bir kimse, 'vallahi, falan evden çıkmayacağım' diye yemin ederse, yemini; kendi bedeniyle o evden çıkmamasını gerektirir. Ama; 'vallahi, şu evden dışan çıkmayacağım' diye yemin ederse; yemini, kendi bedeniyle ve ailesiyle o evden çıkmamasını gerektirir. Bununla alâkalı örf böyledir. [33]
Bir kimse karısının haksız yere evden çıkmamasına yemin ederse, bu yemini insanlann vâcib olarak değil de, hak olarak saydıklan, kadının ana, baba ve mahrem akrabalannı ziyeret etmesine, onlann düğünlerine ve hasta ziyaretlerine gitmesine mâni olmaz. Ebû Yûsuf dan rivayet edilen bir görüşe göre; bir kimse kansının, ailesini ziyaret etmemesi için yemin ederse, kansı -başkalanm değil- sadece anne ve babasını ziyaret edemez. Anne ve babası yoksa, mahrem akrabalannı ziyaret edemez. Boşanmış annesi de ailesi sayılır. Babası annesinden başka bir kadınla, annesi de babasından başka bir erkekle evlenmişse; annesinin evi değil de, babasının evi âilesidir.
Bir kimse Bağdat'a gitmemeğe yemin eder de oraya gitme kastıyla evinden çıkıp yola koyulursa, bulunduğu şehrin varoşlannı geride bırakmadıkça yeminini bozmuş olmaz. Ama cenaze için evden Çıkmamaya yemin etmesinde hüküm bunun hilâfınadır. Bu şekilde yemin eden kimse evden dışan çıkmakla yeminini bozmuş olur. Çünkü Bağdat'a gitmek seferdir. Şehrin varoşlannı geride bırakmadıkça sefere başlanmış olmaz. Ama cenazeye gitmek böyle değildir.
Bir kimse izni olmadan kansının içeri giremiyeceğine yemin edince, karısının her içeri girişte izin alması gerekir: Çünkü bu yasak kadının bütün girişlerini kapsar; ancak izinli girişi hâriç... Zira bu sanki kadına; binek üzerinde giriş ve duvardaki bir gedikten içeri giriş hâriç, demek gibidir. Bununla da yemin bozulmaz.
Her girişte izin alması şarttır. Yemin eden erkek sadece bir giriş için izin vermeğe niyyet ettiğini söylerse, sözü doğru kabul edilir. Çünkü sözünün bu mânaya gelmesi muhtemeldir.
Ebû Yûsufdan rivayet edilen bir görüşe göre; erkeğin bu sözü diyaneten doğru kabul edilmez. Çünkü bu sözü zahirin hilâfınadır. Evden çıkmamak için edilen yemin de böyledir. Eğer erkek; 'her istediğinde izin almalısın' diye yemin eder de, kansı bir çıkıştan sonra bir daha çıkarsa, yemin bozulmaz. Bundan sonra onu yasaklar ve kadın dışan çıkarsa, yemin bozulur. Eğer; 'sana izin vermem müstesna* derse; tek bir izin vermesi yeterli olur: 'Ben sana izin verinceye kadar çıkamazsın' diye yemin etmesi halinde de aynı hüküm geçerlidir. Böyle demekle, izni yeminin gayesi yapmış olur. Zira 'kadar' kelimesi gaye ve intiha mânasındadır. Gaye mevcud olunca, yemin sona ermiş olur.
Kansı uyumakta iken eve girmesine izin verirse, sahih olur. Bu, sağır olması halinde kadına verilen izin gibi olur. Bir görüşe göre denildi ki; bu durumda kadın o izin hakkında bilgi sahibi olmadığından dolayı, verilen bu izin sahih olmaz. Koca eve girme izni verir de, kadının bu izinden haberi olmaksızın eve girerse, yemin bozulur.
Ebû Yûsuf dedi ki; 'verilen izin mutlak olduğu için yemin bozulmaz ve bu giriş hakkı nzada olduğu gibi, izin vermekle tamamlanır.'
Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'e göre izin; bildirimde bulunmaktır. Burada böyle bir şey mevcut değildir. Çünkü bilgi vermeden ve anlatmadan bildirim tahakkuk etmez. 'Eve giremezsin; ancak benim nzam hâriç' dedikten sonra; 'razı oldum' demesi, ama bunu kansının işitmemesi durumundaki nzada ise, hüküm bunun hilâfınadır.
Çünkü nza, hoşnutsuzluğu gidermektir ve bu kadının duymaması, bilmemesi ile de tahakkuk eder. Çünkü nza; kalbî bir iştir.
'Emrim olmadan eve giremezsin' der de sonra eve girmesini emreder, ancak kansı bunu duymaksızın eve girerse, yemini bozulmuş olur. Bu hususda icmâ edilmiştir. Çünkü emir; memuru ilzam etmektir. Şer'î emirlerde olduğu gibi, memurun (yani kendisine emir verilenin) bunu duyması şarttır. 'Benim bilgim olmadan evden çıkmayacaksın' diye yemin eder de, kansı onun gözü önünde evden çıkar ve o da karısına mâni olmazsa, yemini bozulmaz. Çıkmasına izin verir de, kansı ona bilgi vermeden çıkarsa; İmam Muhammed'e göre yemini bozulmaz. Çünkü ona izin verince, onun evden çıkacağını bilmiş ve kansı da onun bilgisi ile çıkmış olmaktadır.
'Şu dara girmeyeceğim' diye yemin eden kimse; orası sonradan harap olup boş bir arsa haline gelse de, o yere girmesiyle yemini bozulur. Fakat belirtilmeksizin her hangi bir dâr için bu yemin edilmişse, o zaman yemin bozulmaz. Ev için edilmiş yeminlerde ise, yukarıdaki her iki durumda da yemin bozulmuş olmaz: Çünkü dâr kelimesi hakikaten ve örfen arsanın adıdır. Bina ise, ondaki bir sıfattır. Çünkü bina arsa ile ayakta durur. Bu sebeple bina yıkılıp gittikten sonra da, oraya dâr adı verilir. Arap şiirlerinde yıkılıp harap olmuş diyarlara ağıt yakılırken oralara dâr denmesi de bunun en kuvvetli şahididir. Yalnız gaip vasıfta muteberdir. Bilindiği gibi tarif ve belirleme işaretlerle de yapıldığından, hazırdaki şey için vasıflamada bulunmak alışılmadık bir şey olup, geçersizdir.
Ev (beyt) kelimesi ise, içinde gecelenen yerin adıdır. Arsa; eğer üzerinde bina varsa, gecelemeğe elverişli bir yer olur. Bina yıkılıp yok olduktan sonra orada ev vasfı kalmaz. Hatta demişler ki; tavan yıkılsa da duvarlar kalsa, orada geceleme imkânı hâlâ mevcud olduğundan yemin bozulur. Ev yıkıldıktan sonra yeniden yapılsa, oraya girmekle yemin bozulmaz. Ama dâr'a girmemeğe yemin edilmişse, yukandaki durumlarda yemin bozulur. Çünkü yıkıldıktan sonra ev adı ortadan kalkar. Ama yıkıldıktan sonra dâr adı devam eder. Bunu daha evvel anlatmıştık.
Dâr; bostana, hamama, mescide veya eve çevrilir de oraya girerse; başka bir isim ve sıfatın meydana gelmesiyle eski isim ve sıfat değişikliğe uğradığından dolayı yemin bozulmaz. Orası denize veya nehire çevrilirse, aynı hüküm geçerli olur. Bahçeye ve hamama çevrildikten sonra orada başka bir dâr inşa edilmesi durumunda da aynı hüküm geçerlidir. Yani açıkladığımız sebepden dolayı, yemin bozulmaz.
Eve girmeyeceğine yemin eden kimse Kabe'ye, mescide, havraya, kiliseye girerse; yemini bozulmaz: Çünkü örfe göre bu gibi yerlere ev denilmez. -Evvelce de açıkladığımız gibi- ev; içinde gecelenen ve gecelemek için hazırlanmış olan yerdir. Yukanda sayılan yerlerde ise, böyle bir mâna yoktur.
Bir kimse falanın evine girmemeğe yemin eder ve kendisi ile falan adam seferde olup çadır, hayme ve otağ kurmuşlarsa; ev kelimesiyle bu gibi şeylere niyyet ettiğini söylerse, sözü hüküm bakımından değil de, diyaneten doğru kabul edilir.
'Şu dara girmeyeceğim' diye yemin eden bir kimse oranın damına çıksa, yemini bozulur: Çünkü dam da, dânn bir bölümüdür. Tıpkı itikâftaki kimse için de mescidin damının mescidin bir bölümü sayılması gibi... Kapı üzerine kilitlendiğinde kişinin dışan çıkma imkânını bulamadığı her yer dâr'dan sayılır. Darın holüne girse de, üzerine kapısı kapanabilse, darın kendisine girmiş sayılır ve böylece de yemini bozulur: Çünkü orası da dardan sayılır. Aksi halde dara girmiş sayılmaz: Çünkü orası dardan sayılmaz. Sadece bir ayağını içeri koysa; dişansıyla içerisi aynı seviyede ise veya dışansı içerisine nisbetle daha aşağı seviyede ise, yemini bozulmaz. Ama içerisi dışansına nisbetle daha aşağı seviyede ise, yemini bozulur. Zira bu durumda bedeninin ağırlığı, içerideki ayağının üzerine gelir ve dolayısıyla içeri girmiş sayılır.
'Şu eve girmeyeceğim* diye yemin eden kimse o anda evin içinde bulunuyorsa, oturması ile yemini bozulmaz: Çünkü söylediğimiz gibi, bu durumda yeminden sonra o içeriye girmiş olmamaktadır.
Falanın evine girmemeğe yemin eden ve oraya girme niyyeti de olmayan bir kimse, falanın mülkü olsa da, olmasa da; onun kalmakta olduğu eve girerse, yemini bozulur. Çünkü ev örfen ona izafe edilmektedir. Ama falanın bineğine binmemeğe veya onun kölesini kendi hizmetinde kullanmamaya yemin eden bir kimse ondan kiraladığı bineği biner veya onun kölesini ücret karşılığında kendi hizmetinde kullanırsa, yemini bozulmaz. Çünkü bu takdirde binek ve köle âdete göre ona izafe edilmez.
Falanın mülkü olan ama, bir başkasının kalmakta olduğu bir eve girerse; bir rivayete göre yemini bozulmaz. Çünkü ev, içinde oturmakta olan kimseye izafe edilir.
İmam Muhammed'den rivayet edilen bir görüşe göre; ev, aslına mâlik olması sebebiyle sahibine ifzafe edilir. Menfaatine mâlik olması sebebiyle de kiracısına izafe edilir. Bunların ikisi de doğrudur.
Falanın evine girmemeğe yemin eden bir kimse kendisiyle falanın müşterek malı olan ve fakat içinde falanm ikamet etmekte olduğu bir eve girerse, yemini bozulmaz.
Falanın arazisini ekmemeğe yemin eden bir kimse kendisiyle falanın müşterek malı olan bir araziyi ekerse, yemini bozulur. Çünkü arazinin her bir parçası arazidir. Ama evin her bir bölümüne nominal olarak ve örfen ev denilemez.
Falan kadının evine girmemeğe yemin eden bir kimse o kadına âit olup ancak kocasının ikamet ettiği bir eve girerse, yemini bozulmaz. Çünkü ev, içinde ikamet eden kimseye izafe edilir.
Bir kimse falanın evine girmemeğe yemin eder de, o şahsın içinde oturmakta olduğu bir evi ve bir de gelir getiren bir evi varsa; ve kendisi de onun gelir getiren evine girerse, yemini bozulmaz.
Bir kimse falanın dânna girmemeğe yemin eder de, o dardaki bir bahçeye girerse; o bahçe darın bitişiğinde ise, yemini bozulmaz. Ama bahçe o darın ortasında ise, yemini bozulur. [34]
Elbise üzerinde iken; 'bu elbiseyi giymeyeceğim' diye yemin eden bir kimsenin hemen onu çıkarması gerekir. O elbise bir müddet kendisinin üzerinde kalırsa, yemini bozulur. Evde oturmamaya ve bineğe binmemeğe edilen yemin de böyledir: İmam Züfer dedi ki; 'az da olsa, üzerine yemin edilen şey mevcud olduğundan dolayı her iki şekilde de yemin bozulur.' Bizim görüşümüze göre; yeminin gereğinin ifasının tahakkuk edebileceği bir müddet bundan müstesnadır. Çünkü yemin, gereğini ifa etmek için edilir. Ama o halde iken elbise üzerinde bir müddet kalırsa, hüküm bunun hilâfınadır. Zira bu takdirde yemin sahibi o elbiseyi giymiş, o bineğe binmiş, o evde ikamet etmiş sayılır. Bozulma şartı tahakkuk ettiği için yemini bozulur.
'Şu evde oturmayacağım' diye yemin edenin bütün aile efradı ve eşyasıyla o evden çıkması gerekir: Çünkü ikamet etmek; yerleşik olarak bir mekânda kalmaya denilir. Öyle ki, bir mescitte veya bir handa oturan ya da bu yerlerde geceleyen bir kimse buralarda ikamet etmiş sayılmaz. Yerleşik olarak ikamet etmek ancak aile efradı, ev eşyası ve edevatıyla birlikte olur. Kişi, ailesi nazar-ı itibara alınarak, evde ikamet ediyor sayılır. Meselâ falan adam şu mahallede veya şu caddede yahut şu konakta ikamet ediyor, denilir. Oysa, o adamın gününün çoğu çarşı-pazarda geçmektedir. Onun o evde aile efradından veya eşyalarından biri dahi o evde varsa, orada ikamet ediyor sayılır. Çünkü ikamet bu şeylerin tamamıyla sabit olur. Yine bu şeylerin tamamı o evden çıkınca ikamet de sona erer. Hatta Ebû Hanîfe; 'o evde bir çivisi kalsa dahi, orada ikamet devam eder ve yemini bozulur' demiştir.
Ebû Hanîfe'den rivayet edilen başka bir görüşe göre; süpürge ve çivi gibi ehemmiyetsiz şeyler o evde kalırsa, ikameti devam etmez, yemini de bozulmaz. Çünkü bunlarla, o evde ikamet ettiği söylenemez. Ebû Yûsuf ikametin çoğunu, ikametin tamamı olarak kabul etmiştir. Çünkü kişinin aile efradının ve eşyasının tamamı ile taşınması çok zor, hatta imkânsızdır. İmam Muhammed, evde kullanmada kendisine ihtiyaç duyulmayan aletlerin değil de, kullanmada kendisine zaruri olarak ihtiyaç duyulan şeylerin eve taşınmasıyla o evde ikamet edilmiş sayılacağını kabul etmiştir. Âlimler bu görüşü müstahsen saymışlardır. Çünkü bu, insanlar için daha fazla kolaylık sağlayan bir görüştür.
Kişi zengin olup yemin ettiği andan itibaren eşyaları taşımaya başlar ve bu hal bir ay sürerse, yine yemini bozulmaz. Bu görüş İmam Muhammed'den rivayet edilmiştir. Keza, başka bir ev aramaya başlamış ve bu arayış bir kaç gün sürmüşse, nihayet bir ev bulmuşsa ve bu günler zarfında ev arama işini bırakmamışsa; yemini bozulmaz. Ancak bulunca da yeni bulduğu eve hiç ertelemeksizin taşınması gerekir. Sokağa veya mescide taşınırsa; bir görüşe göre yeminini yerine getirmiş ve başka bir eve taşınmış gibi olur.
Başka bir görüşe göre yemini bozulur. Çünkü başka bir vatan elde edilmediğinden, ilk vatanı onun vatanı olmakta devam eder. Tıpkı bir yolcu gibi ki; bu yolcu ailesiyle beraber kendi şehrinden çıkıp gider ve başka bir vatan edinmez ve nihayet kendi şehrine gelirse, namazını kasretmeksizin (kısaltmaksızın) tam olarak kılar. Çünkü bunun da vatanı değişmiş olmamaktadır.
Ebû'l- Leys'in anlattığına göre bu kimse caddeye taşınır ve evi sahibine teslim ederse, ya da evini bir kimseye kiraya verip teslim ederse, -başka bir ev edinmiş olmasa bile- yeminini yerine getirmiş olur. Çünkü artık o evde oturuyor sayılmaz. 'Şu şehirde oturmayacağım' diye yemin eden bir kimse aile efradım ve ev aşyasını o şehirde bırakıp kendisi başka bir yere intikal ederse, yemini bozulmaz. Çünkü adamın kendisi bir şehirde, aile efradı da başka bir şehirde oturuyor olabilir. Kasaba; köşk ve konak hükmündedir. Muhtar kavle göre şehir hükmündedir. [35]
Bir kimse diğerini; 'otur, yanımda yemek ye1 diye davet eder de o; 'eğer yemek yersem kölem hür olsun* der ve dönüp onun evinde yemek yerse, yeminini bozmuş olmaz. Kadın dışarı çıkmak ister de kocası ona; 'eğer çıkarsan, boşsun' derse, o da oturup sonra çıkarsa; boş olmaz: Keza, bir kimse kendi kölesini dövmek ister de, bir başkası ona; 'eğer köleni döversen, benim kölem hür olsun1 der, o da kölesini o anda bırakıp sonra döverse; kendisine o sözü söylemiş olanın kölesi hür olmaz. Buna yemin-i fevr denilir.
Bunu ilk ortaya koyan Ebû Hanîfe'dir ve şöyle olur: Bu yeminden maksat, davet edilen yemeği yememek, yani dâvat edenin o anda yanında yemeğini yememektir. Bu cevap, suale mutabıktır. Aynı şekilde (yukarıda geçen) koca dışarı çıkmak isteyen karısını dışarı çıkmaktan alıkoymak istemektedir. Kölesini dövmek isteyen adama o sözü söyleyen
kimse ise, onu, kölesini dövmekten alıkoymak istemektedir. Örf ve âdet de buna şâhidlik eder.
İmam Muhammed'den rivayet edilen bir görüşe göre; bir adam bir başkasına; 'sen beni dövsen de, ben seni dövmem' veya; seninle karşılaşırsam, sana selâm vermem' veya; 'benimle konuşursan, sana cevap vermem' veya; 'bineğini ödünç istersem, bana verme' veya; 'eve girersem, ben oturmam' veya; 'senin bineğine binsem, ben kendi bineğimi sana vermem' derse; örfe göre bunlar o an için geçerli olan bir yemin-i fevr olur. Bunlara benzer sözlerde de hüküm buna göredir.
Koca karısıyla cinsî münasebette bulunmak istediğinde, karısı onun bu isteğine uymaz da, kocası ona; 'benimle beraber eve girmezsen, boşsun' der ve karısı kocanın şehvetinin dinmesinden sonra içeri girerse, boş olur. Çünkü kocanın maksadı şehvetini tatmin etmek için karısının içeri girmesini temin etmek idi. Ne var ki, bu maksat gerçekleşmemiştir. Yeminin bozulmasının, yani kadının boş olmasının şartı; erkeğin şehvetini tatmin etmek için, kadının kasten içeri girmemesidir ve bu şart tahakkuk etmiştir.
"Falan adamın hayvanına binmeyeceğim' diye yemin eden onun ticarete izinli kölesinin hayvanına binse; köle ister bir başkasına borçlu olsun, ister olmasın; yeminini bozmuş olmaz: Bu Ebû Hamfe'nin görüşüdür. Bu köle kendisinin kıymetinin tamamını kapsayacak miktarda borçlu ise, yemin bozulmaz. Çünkü bu durumda efendinin o köle üzerinde mülkiyeti yoktur. Bu husus köle bahsinde anlatılmıştı. Ama kölenin borcu kendisinin kıymetinin tamamını kapsayacak miktarda değilse veya hiç borçlu değilse; bineğin mülkiyeti her ne kadar efendiye aitse de, köleye izafe edilir. Dolayısıyla yemin bozulmaz. Ancak buna niyyet etmişse, kölenin efendiye izafe edilmesine
halel geldiğinden dolayı, yemin bozulur.
Ebû Yûsuf dedi ki; 'niyyet etmişse, bütün bu durumlarda yemini bozulur.' İmam Muhammed'e göre niyyet etmiş olmasa da yemini bozulur. Çünkü ona ve Ebû Hanîfe'ye göre köie borçlu da olsa, mülkiyeti efendisine âit olur. Ancak Ebû Yûsuf dedi ki; 'mülkiyetinin efendiye izafe edilmesine halel gelmiş olduğundan, niyyete ihtiyaç vardır.'
Falan kimsenin kazancından yememeğe yemin etme mes'elesine gelince; kazanç o kişinin satma, satın alma, icare, hibe, sadaka, vb. akidlerde kabul etme gibi, kendi fiiliyle mal edindiği ve mubah olarak aldığı şeylerdir. Miras olarak kendisine intikal eden mallara gelince; bunlar onun fiili olmaksızın kendisinin mülküne dâhil olurlar, ama onun kazancı sayılmazlar. Kazancı yenmemeğe yemin edilen şahıs ölür ve onun kazancı mirasçısına intikal eder de, yemin sahibi mirasçıya intikal eden o maldan yerse, yemini bozulur. Çünkü bu mal ölenin kazancıdır. O mal mirasçının yanında iken üzerine başka bir kazanç da gelmemiştir. Bu mal mirasdan başka bir yolla başkasına intikal eder de, yemin sahibi ondan sonra bu maldan yerse; yemini bozulmaz. Çünkü bu mal o adamın ikinci bir kazancı olur.
Keza, bir kimse bir başkasına; ben senin mülk edineceğin...'veya; 'mülk edindiğin...' veya; 'mülkünden olan şeyleri yemeyeceğim1 diye yemin ederse ve bu mallar o şahsın mülkiyetinden çıkıp başkasının mülkiyetine geçerse, yemin sahibi de bundan sonra o maldan yerse; yemini bozulmaz. Çünkü bir nesnenin üzerindeki mülkiyet yenilendiğinde ilk sahibine olan aidiyeti iptal olup, yeni sahibinin mülkü olur.
Aynı şekilde bir kimse; 'Mehmed'in mirasından yemeyeceğim' diye yemin ederse ve bu mallar o şahsın mülkiyetinden çıkıp başkasının mülkiyetine geçerse, yemin sahibi de bundan sonra o mallardan yerse; yemini bozulmaz. Çünkü bir nesnenin üzerindeki mülkiyet yenilendiğinde ilk sahibine olan aidiyeti iptal olup, yeni sahibinin mülkü olur.
Aynı şekilde bir kimse; 'Mehmed'in mirasından yemeyeceğim1 diye yemin eder de, Mehmed ölüp malı Ahmed'e miras kalırsa, yemin sahibi bu mirasdan yerse; yemini bozulur. Ancak Ahmed de ölüp bu malı Ömer'e miras kalırsa, yemin sahibi Ömer'in yanındaki bu mirastan yerse, yemini bozulmaz. Çünkü son miras ilk mirası iptal eder. Evvelkine âit izafet sona ermiş olur. [36]
'Konuşmayacağım' diye yemin eden; Kur'an-ı kerîm okur, tesbihatra bulunur, lâ ilahe illallah derse; yemini bozulmaz: Çünkü yeminler örf esası üzerine kurulurlar. Konuşmak, Kur'an-i kerîm okumaktan ve tespih çekmekten ayrı bir şeydir. Meselâ denilir ki, ro konuşmaz, ama Kur'an-ı kerîm okur ve tespih çeker.' Kıyasa göre bir kimse bu şekilde yemin etmişse, Kur'an-ı kerîm okuduğu veya tespih çektiği takdirde yemini bozulur. Çünkü bunlar da kelâm (konuşma) dır. Zira konuşmak, susmanın ve ahraslığm zıddıdır. Bunun cevabı bizim söylediğimizdir.
Bir görüşe göre denildi ki; namazda iken Kur'an-ı kerîm okur ve tespihatta bulunursa, yemini bozulmaz. Ama namaz hâricinde bunları yaparsa, yemini bozulur. Çünkü namazda konuşmak, namazı bozar. Halbu ki, namazda iken Kur'an-ı kerîm okumak ve tespihatta bulunmak, namazda iken zarurî olarak konuşmak sayılmamıştır. Ama namaz hâricinde iken böyle bir zaruret söz konusu değildir.
Ebû'l- Leys dedi ki; Arapça konuşmamaya yemin etme durumunda da aynı hüküm geçerlidir. Farsça konuşmamaya yemin ederse, Kur'an-ı kerîm okuyup tespihatta bulunma durumunda yemini bozulmaz. Çünkü bunları yapan kimseye 'konuşuyor' denilemez.
Birisi ile bir ay konuşmamaya yemin edilince, bunun zamanı yemin edilen andan itibaren başlar: Bir ay demezse, yemini müebbed olur. Bir ay denilince, ondan sonraki yemin olmaktan çıkar ve bir ay yürürlükte kalır. İcar da böyledir. Ama oruçta hüküm bunun hilâfmadır: Çünkü bir ayı söylemezse, yemini müebbed olmaz ve belirlemek ona kalır.
Birisi ila konuşmamaya yemin eden uykuda da olsa, onun işitebileceği kadar konuşunca, yeminim bozmuş olur: Muhatabı sağır olsa bile, aynı hüküm geçerlidir. Çünkü yemin sahibi onunla konuşmuş ve onun sesi, onun kulağına gitmiştir. Ancak o uykuda olduğu veya sağır olduğu için bu konuşmayı anlayamamıştır. Bu onun dalgın veya deli olması gibi bir halidir.
Bir rivayete göre yeminin bozulması için yemin sahibinin konuşurken uyumakta olan o şahsı uyandırması şarttır. Çünkü onu uyandırdığında sesini muhakkak ona duyurmuş olacaktır. Muhatabına sağır bir kimsenin duyamayacağı bir mesafeden seslenince, yemini bozulmaz. Keza, kulak verdiği zaman duyamayacağı bir mesafeden seslenmesi halinde de yemini bozulmaz. Çünkü karşılıklı konuşma; dinlemekten ve söylenenleri işitmekten ibarettir. Ancak bu işin bâtını tarafıdır. Dinlemeye yol açan sebep dinlemenin yerine kâim olmuştur. Bu da onun kulak verdiği zaman işitebilir olmasıdır.
Yemin sahibi kişi bir eve girer de o evde üzerine yemin ettiği şahıstan başkası bulunmuyorsa, 'şunu kim buraya koymuş?1 veya; 'bu da nereden geldi?' derse, bu sual sorma şeklinde bir konuşma olduğundan dolayı, yemini bozulur. 'Bunu şuraya kimin koyduğunu ah bir bilsem!' derse, yemini bozulmaz. Çünkü bu durumda kendi nefsine hitap etmiş olmaktadır. Eğer o evde kendisiyle konuşmamaya yemin ettiği şahıstan bir başkası da varsa, yemin sahibinin her iki halde de yemini bozulmaz. Başkası ile konuşup onun duymasını kastederse; yemini bozulmaz: Çünkü hakikatte onunla konuşmuş değildir. [37]
Bir cemaate selâm verir de, konuşmayacağı adam da oralarda bulunuyorsa, yemini bozulur: Çünkü selâm vermesi, onların hepsi ile konuşması demektir. Onu hâriç tutup diğerlerine niyyet ederek selâm vermişse, yemin bozulmaz: Böyle bir niyyeti bulunduğunu söylerse, -onunla konuşmaya kastı bulunmadığından dolayı- bu sözü hüküm bakımından değil ama, diyaneten doğru kabul edilir. Çünkü zahiren o selâmını cemaate vermiştir. Hâkim niyyetinin ne olduğunu bilemez.
Kendisiyle konuşmamaya yemin ettiği kimseye mektup yazar veya işaret verir yahut ulak gönderirse, -bunlar konuşma sayılmadığından dolayı-yemini bozulmaz. Çünkü konuşma; sesle duyulup anlaşılan dizili harflerin adıdır. Burada ise böyle bir şey mevcut değildir.
Başkasıyla konuşmamaya yemin eden kimse bir imamsa, namazı tamamlayıp selâm verdiğinde kendisiyle konuşmamaya yemin ettiği kimse arkadaşı ise, imam sağına ve soluna selâm vermekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü iki tarafa selâm vermek namaz fiillerindendir, konuşmak değildir. Konuşmamaya yemin eden kimse cemaattense, yine aynı hüküm geçerlidir. İmam Muhammed'den rivayet edilen bir görüşe göre; yemini bozulur. Çünkü imam selâm verince, o namazda imama tâbi olmaktan çıkar. Ancak Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf bu görüşe muhaliftirler. İmam namazda takılırsa, onunla konuşmamaya yemin eden kimse de ona tâbi olan cemaatten biri ise, âyet-i kerîmeyi ona hatırlatır veya yanlış yaptığında 'sübhânallah' diyerek ona hatırlatmada bulunursa, yemini bozulmaz. Ama namaz hâricinde böyle bir şey yaparsa, yemini bozulur.
Kendisiyle konuşmamaya yemin ettiği kimse yemin sahibinin kapısını çalar da, yemin sahibi; 'kim o?' derse, -Kudurî'nin anlattığına göre- yemini bozulur. Ebû'l- Leys dedi ki; eğer Farsça 'kim o?1 derse, bu bir hitap olmadığından, yemini bozulmaz. Ama; 'sen kimsin?1 derse, bu bir hitap olduğundan dolayı yemini bozulur. Muhtar olan görüş budur.
Bir kimse geceleyin; 'falan adamla bir gün konuşmayacağım' diye yemin ederse; bu yemini, yemin ettiği andan ertesi gün güneşin batışına kadar devam eder. Aynı şekilde bir kimse gündüzleyin; 'onunla bir gece konuşmayacağım' diye yemin ederse, bu yemini yemin ettiği andan ertesi gün fecrin doğuşuna kadar devam eder. Çünkü yemin mutlak bir vakte talik edildiğinde yeminin geçerlilik vakti, yemin edildikten hemen sonra başlar. Tıpkı îlâda olduğu gibi... Çünkü bir müddete talik edilen her hüküm kurbet yoluyla olmadığında -icarede olduğu gibi- sebebin hemen ardından yürürlüğe girer. Kişi günün bir kısmında yemin ederse, konuşmamaya yemin ettiği kimse ile o günün kalan kısmında ve ertesi günün gündüzünde o vakte kadar konuşamaz. Aynı şekilde gecenin bir kısmında yemin ederse, o gecenin kalan kısmında ve ertesi günün gecesinde o vakte kadar konuşamaz. Çünkü bu durumda o, belirli olmayan bir gün için konuşmamaya yemin etmiştir. Dolayısıyla o günü tamamlaması gerekir. Ertesi gün de o vakte kadar konuşmaması gerekir. Buna tâbi olarak aradaki gece de bu müddete zarurî olarak dâhil olur. Günün bir kısmında; 'bir gün onunla konuşmayacağım' diye yemin ederse, günün kalan kısmında ve gecede onunla konuşmaması gerekir. Çünkü o bu durumda belirli bir zaman (gün) konuşmamaya yemin etmiştir. Dolayısıyla o günün kalan kısmında konuşmaması gerekir. Zahiren ve örfen bundan kastedilen de budur. Çünkü o günün yemin edilen vakte kadar geçmiş olan kısmı zarûreten yemin kapsamından çıkar.
Bir adamın kölesi ile konuşmamaya edilen yeminde yeminin edildiği gün değil de, bozulduğu günki mülkiyetine itibar edilir. Elbise ve ev hakkında edilen yeminler de böyledirler: Çünkü konuşmama yemini o adama izafe edilen bir mülk üzerine akdedilmiştir. îzafe orada mevcud olduğu müddetçe, o adamın kölesiyle konuşulunca yemin bozulur. Aksi halde bozulmaz. Çünkü yemin konuşmayı menetmek içindir. Konuşulunca da konuşma vaktinde o kölenin kimin malı olduğuna bakılır.
Fakat; 'falanın şu kölesi...' veya; 'şu evi... diyerek bir belirleme yapılmışsa, onlar satıldıktan sonra yemin bozulmaz: Zira köle veya ev satıldıktan sonra eski sahibi ile olan bağlantısı kopar. Konuşmama veya içeri girmeme yemini bunların kendilerine sirayet etmez. Çünkü bunların eski sahiplerine aidiyeti nazar-ı itibara alınamaz. Ama bir hadîs-i şerîfde de anlatıldığı gibi, uğursuzluğu sebebiyle o kölenin kendisi ile konuşmamaya veya o evin içine girmemeye yemin
etmişse; bunlara dâir ettiği yeminin aksini yaparsa, yemini bozulur. [38]
Falanın dostu, hanımı ve kocası ile konuşmamaya yemin edildikten sonra dostların arası açılsa, yahut evliler arasında ayrılık meydana gelse de ondan sonra konuşulsa, yemin bozulur: Hanım veya dostun kendilerindeki bir ezâ ve huzursuzluktan dolayı onlarla konuşmamaya kastedilmiştir. Hanımın kocasına, dostun da dostuna izafe edilmesi tanıtma maksatlıdır. Onlan işaretle tanıtmak daha uygundur.
İmam Muhammed dedi ki; 'muayyen biri ise, 'falanın kölesi ile konuşmayacağım' diye yemin eden bir kimse o köle ile konuştuğu takdirde yemini bozulur.' Çünkü konuşmama yemini kölenin kendisinden ötürü yapılmış olabileceği gibi, efendisinden dolayı da olabilir. Dolayısıyla yemin her iki tarafa da taalluk eder. Hanım ve dost hakkında yemini mutlak olarak ettiği takdirde onlarla konuşursa; Ebü Hanîfe'ye göre yemini bozulmaz. Ama İmam Muhammed'e göre bozulur. Çünkü konuşma engeli bazan hanımdan ve bazan kocasının veya bazan dostun birinden ve bazan diğerinden kaynaklanmaktadır.
Ebû Hanîfe'ye göre hanımın kocasına, dostun da dostuna izafe edilmesi, koca ve diğer dost ile konuşmamak için değil, tanıtma ve belirleme içindir. Bu sebeple yemin ederken; 'şu hanım' veya; 'şu dost1 dememiştir. Dolayısıyla diğer koca veya dostla konuşursa, yeminin bozulmaması muhtemeldir. Ama bu izafe koca ve diğer dosta küsme maksatlı da olabilir. Bu sebeple yemin sahibi bunlarla konuşursa, yeminin bozulması muhtemeldir. Ama şüphe halinde yemin bozulmaz.
'Ahmed'in karısıyla veya dostuyla konuşmayacağım' diye yemin edildiğinde Ahmed bekârsa veya dostu da yoksa, ama daha sonra evlenmesi veya bir dost kazanması halinde, yemin sahibi kişi Ahmed'in karısıyla ya da dostuyla konuşursa; -İmam Muhammed'in hilâfına-yemini bozulur.
Bir kimse; 'onunla bugün bir ay veya bugün bir sene konuşmayacağım' diye yemin ederse; diyelim ki cuma gününde yemin etmişse, o ayın ve o senenin bütün cuma günlerinde konuşmaması gerekir. Çünkü bir günün bir ay veya bir sene olması mümkün değildir. Bundan da anlıyoruz ki; o adamın maksadı bir ayın veya bir senenin içinde yemin ettiği gün gibi olan günlerde, yani bu misaldeki gibi, cuma günlerinde konuşmaması gerekir.
Bir kimse cumartesi günü; 'seninle cumartesi günü on gün konuşmayacağım' diye yemin ederse; iki cumartesi günü onunla konuşmaması gerekir. Çünkü o gün içinde cumartesi günleri en fazla iki tane olur. Aynı şekilde; 'seninle cumartesi günü iki gün konuşmayacağım1 diye yemin ederse, onunla sadece iki cumartesi konuşmaması gerekir. Zira bir cumartesi iki gün olamaz. Onun maksadı; muhatabıyla iki cumartesi günü konuşmamaktır.
Keza, 'seninle cumartesi günü üç gün konuşmayacağım' diye yemin ederse, -açıkladığımız sebepden dolayı- onunla üç cumartesi günü konuşmaması gerekir.
Bir kimse 'Ahmed'in kızı ile evlenmeyeceğim' diye yemin eder de, ondan sonra Ahmed'in başka bir kızı daha doğarsa; bu sonradan doğan kızı ile evlenirse, yemini bozulmaz. Çünkü yemini o esnada mevcud olan kızına yönelir. Ama; 'Ahmed'e ait bir kızla...1 veya; 'Ahmed'in kızlarından biri ile evlenmeyeceğim' diye yemin etmişse, Ahmed'in yeminden sonra doğan kızı ile evlenirse; yeminin bozulup bozulmayacağına dâir Ebû Hanîfe'den iki rivayet gelmiştir.
Bir kimse; 'falanın kardeşleri ile konuşmayacağım' diye yemin ederse, yemin mevzuu olan kimsenin, yemin vaktinde mevcud olan kardeşleriyle konuşamaz. Daha sonra doğacak olan kardeşleriyle konuşabilir. Bu şahsın çok kardeşleri varsa, hepsi ile konuşmadıkça, yemini bozulmaz.
'Falanın köleleri ile konuşmayacağım' veya; 'falanın bineklerine binmeyeceğim' diye yemin eden bir kimse tamamına niyyet etmemiş ise, bunların bir çeşidinden üçünü yaptığı takdirde yemini bozulur.
İki mes'ele arasındaki fark şudur: Birincide; yani, 'falanın kardeşleri ile konuşmayacağım' mes'elesinde kardeşlerin falana izafe edilmesi tanıtma maksadıyladır. Dolayısıyla yemin kardeşlerin kendilerine taallûk eder. Onların hepsi ile konuşmadıkça, yemini bozulmaz. İkincide, yani köleler, binekler ve elbiseler mes'elesinde bunların falana izafe edilmesi, mülkiyet izafesidir. Binek ve elbise şuursuz ve cemadattan, köle de hür insanlara nisbetle kıymetsiz sayılmakta olduklarından, bunların bizzat kendilerinden küsme maksadı güdülmez. Asıl maksat bunların mâlikleridir. Dolayısıyla yemin, aksine hareket edildiği anda bu mâlike âit nesneleri kapsamına alır. Mensubiyet çoğul lafzıyla söylendiğinden, en azından üç sayısını içine alır.
Muallâ Ebû Yûsufdan şöyle bir görüş rivayet etmiştir: Ademoğlundan başka şeyler için yemin cem' lâfzı ile yapılsa da, bir tane için olur. Ama Âdemoğlu için yapıldığında üç kişi için olur. [39]
Hîn, zaman ve dehr kelimeleri mârife (belirli) veya nekire (belirsiz) oldukları zaman altı ayı gösterirler: Bu görüş İbn. Abbâs (ra) ve Saîd b. Müseyyeb (ra) den nakledilmiştir. Hîn kelimesinin tefsirinde orta yol budur. Bunu kabul etmek evlâdır. Zaman da hîn gibidir. Çünkü bu da onun kullanıldığı yerlerde kullanılmaktadır. Meselâ; 'seni bir hînden...' veya; 'zamandan beridir görmüyordum'demek gibi. Burada da hîn ile zaman aynı mânadadırlar. Bu kelimeleri söyleyen kimse bir şeye niyyet ederse, niyyetine göre olur. Çünkü bu da muhtemeldir.
Bir görüşe göre denildi ki; yeminde hîn kelimesini kullanan bir kimse bu kelime ile az bir zamanı kastetmiş olduğunu söylerse, sözü doğru kabul edilir. Ama zaman kelimesi için böyle bir şey söylenemez. Çünkü zaman kelimesi hîn mânasında da kullanılmaktadır.
Bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur:
"Haydi siz akşama ulaştığınızda, sabaha kavuştuğunuzda Allah (cc) ı teşbih edin. "(Rûm: 17). Burada kastedilen sabah ve ikindi namazlarıdır. Zaman kelimesi ile alâkalı bir örf yoktur.
Ebû Yûsufdan rivayet edilen bir görüşe göre; 'zaman' kelimesi mahkemede altı aydan az bir müddet mânasında kabul edilmez.
Ed- dehr kelimesi ise ebedî demektir: Bir hadîs-i şerîfde Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: "Dehr orucu tutan kimse oruç tutmuş sayılmaz. "Yani ömür boyunca oruç tutan kimse oruç tutmuş sayılmaz.
Ebû Hanîfe; 'dehr kelimesi nekire, yani belirsiz olduğu zaman onun ne olduğunu bilmiyorum* der: İmameyn'e göre ise; dehr kelimesi de zaman gibidir. Çünkü bu da onun kullanıldığı yerlerde kullanılmaktadır. Ebû Hanîfe'ye göre zaman kelimesi hakkında örf yoktur. Dolayısıyla bu da dehr kelimesine tâbidir. Lügatler kıyasen bilinemezler. Bunlardaki deliller birbirleri ile çelişmektedirler. Bu hususda durup düşünmek gerekir.
Ebû Yûsuf Ebû Hanîfe'nin şöyle bir görüşünü rivayet etmiştir: Her hangi bir şeye niyyet edilmemesi halinde (belirsiz, nekire olan) dehr kelimesi ile (belirli, mârife olan) ed- dehr kelimesi birbirleri ile müsavidirler. Ama bunu söyleyenin başka hususî bir niyyeti varsa, niyyetine göre muamele olunur.
El- eyyam (yani günler), eş- şuhür (yani aylar), es- sinûn (yani seneler) mârife (belirli) olarak söylendikleri zaman on sayısını gösterirler: Zamanlar kelimesi de böyledir. Bunlar çoğul şeklinde nekire (belirsiz) oldukları zaman üç sayısını gösterirler: İmameyn dediler ki; 'el- eyyam kelimesi yedi günü, eş- şuhûr kelimesi on iki ayı, diğerleri ise ömrün tamamını gösterirler. Çünkü günler yedi ile, aylar ise on iki ile sona ererler ve sonra yeniden başlarlar. Bunlardan başka kelimelerde ise, bilinen bir sayı olmadığından dolayı, ömrün tamamını kapsarlar. Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre bu lâfızların lâm-ı tarifli çoğulları en fazla on sayısını gösterirler. Fazlasında lâfız değişikliğe uğrar ve on'dan fazla olamazlar. Bu lâfızların nekire (belirsiz) çoğulları ise, en az cem' sayısını, yani üçü gösterirler. Mebsut'daki bir rivayette ise, Ebû Hanîfe'ye göre bu üç sayısını gösterir. Muhtar olan görüş ise, bizim anlattığımızdır.
'Şu vakte kadar onunla konuşmayacağım' diye yemin ederse, niyyet ettiği vakte kadar onunla konuşmaması gerekir. Ama bununla her hangi bir vakte niyyet etmemişse, onunla bir gün konuşmaması gerekir. Çünkü bu sayıların en azıdır. Ama; 'şu vakte ve şu vakte kadar onunla konuşmayacağım' diye yemin etmişse ve belli bir vakte niyyeti yoksa, onunla bir gün bir gece konuşmaması gerekir.
Bir kimse; 'hasada kadar onunla konuşmayacağım' diye yemin ederse, ilk biçimi yapınca yemini sona erer. Aynı şekilde; 'hacıların gelişine kadar onunla konuşmayacağım' diye yemin ederse; bir hacı gelince yemininin vakti sona erer. 'Onunla bir seneye yakın konuşmayacağım' diye yemin ederse, aradan altı ay bir gün geçince, yemini vakti sona erer. 'Onunla yakma kadar konuşmayacağım' diye yemin ederse; bir aydan bir gün eksik bir müddet onunla konuşmaması gerekir. 'Onunla uzağa kadar konuşmayacağım' diye yemin ederse; bir aydan fazla bir müddet onunla konuşmaması gerekir.
Ebû Yûsuf dan rivayet edilen bir görüşe göre; bu da hîn kelimesi gibidir (altı aylık bir müddet onunla konuşmaması gerekir). Onunla bir vâdeye kadar konuşmayacağım' diye yemin ederse; bir aydan fazla bir müddet onunla konuşmaması gerekir. 'Onunia acilen konuşmayacağım' diye yemin ederse; onunla bir aydan eksik bir müddet konuşmaması gerekir. Çünkü bir ay vâdenin en azıdır. Onunla; '... küsur konuşmayacağım' diye yemin ederse; onunla üç... konuşmaması gerkir. Çünkü küsur; üçden dokuza kadar sayıyı gösterir. Üçten fazla dokuza kadar bir sayıya niyyet etmemişse; bundan üç ile dokuz arasındaki en az sayı anlaşılır. [40]
Şu buğdaydan yemeyeceğim' diye yemin eden bir kimse onu dişleri ile tane olarak yemedikçe; yemini bozulmaz: O buğdayın ekmeğinden veya kavutundan yerse, yemini bozulmaz. İmameyn dediler ki; 'o buğdayın ekmeğini yerse, örfen yemini bozulur.' Ebû Hanîfe'ye göre burada kelime hakiki mânasında kullanılmıştır. Bu buğday kavrularak (meselâ kavurga olarak) veya kaynatılarak (hedik şeklinde) tane halinde yenebilir. Yenilince de yemin bozulur. Kelimeyi hakiki mânasında kullanmak, mecazî mânada kullanmayı hükümsüz kılar.
'Şu undan...' diye yemin edilmişse, unun kendisinden değil de ekmeğinden yerse, yemini bozulur: Unun kendisinden yemek alışılmış bir şey olmadığından; bu yemin o undan yapılan şeye, yani ekmeğe yönelir. O buğdaydan yapılan bulamaç, helva veya kadayıfı yerse, yemini bozulur. Ancak o unun kendisini yemeyeceğine niyyet etmişse, o şeyleri yemekle yemini bozulmaz. Çünkü o sözünün hakikatine niyyet etmiştir. Aynı şekilde bir kimse âdeten yenilmeyen bir şeyi yememeğe niyyet etmişse; ettiği yemin o şeyden imal edilen yiyecekleri yemesine mâni olur. Çünkü örfen makbul olan mecaz, metruk hakikate tercih edilir.
Ekmek denilince de o belde halkının yemeği âdet edindiği ekmek anlaşılır: Çünkü yemin; âdet temeli üzerine kurulur. Yeme yasağı; yeminin mânası tahakkuk etsin diye mûtad olan şeyin üzerine vâki olur. Ekmek yememeğe yemin eden bir kimse tirid yerse; Ebû'l-Leys'e göre Örfden dolayı yemini bozulmaz. Tirid bir taamdır. Taam ise; yenilip tadı alınan şeydir. Örfe göre taam; yenilen şeylerin bir kısmına verilen addır. Bilindiği gibi ilaç da yenilir ama, ona taam denmez. Gül macunu ve benzeri şeyler her ne kadar yenilip bunlarla gidalanılsa da, bunlara da taam (yemek) denilemez. Zeytinyağı, sirke ve tuz âdeten ekmeğe katık yapılıp yenildiklerinden, kendilerine taam denilir.
Ebû Yûsuf a göre nebiz bir meşrubattır. Ama İmam Muhammed'e göre taamdır. Meyve de taamdır. Taam satın almamaya yemin eden bir kimse buğday, un ve ekmek satın almadıkça, yemini bozulmaz. Bu hüküm istihsanen verilmiş olup, örfe uygundur. Bizim örfümüze göre bu kişi arpa, dan vb. şeyleri satın almakla da, yeminini bozmuş olur.
Kebap denilince, etten olana yorumlanır. Çünkü kebap denilince mutlak olarak bu mâna anlaşılır. Bilindiği gibi, kebapçı denilince başka şey değil, pişmiş eti satan kimse akla gelir. Bir kimse pişmiş eti yemedikçe; pişmiş patlıcan ve balık yese de, onun hakkında; 'kebap yemedi' demek doğru olur. Ama kebap yemeyeceğine yemin eden bir kimse bununla pişmiş her şeyi kastederse, niyyeti sahih olur. Kıyasa uygun olan da budur. Çünkü kebap; yemesi kolaylaşsın diye ateşte pişirilen şeye denir ki, bu her şeyde mevcuttur. Ancak örfe göre -evvelce de açıkladığımız gibi- kebap kelimesi sadece pişirilmiş ete verilen bir isimdir.
Yahni denilince de suda pişmiş et yemeği olduğuna yorumlanır: Bu örfe göre böyledir. Ama bu kelimeyi söyleyen kimse bununla haşlanan her şeye niyyet ettiğini söylerse, sözü doğru kabul edilir. Çünkü bu durumda o, işi kendisine zorlaştırmış olmaktadır. Ve (yahninin) suyundan yemekle de yemin bozulur: Çünkü bu suyun içinde de etin cüzleri vardır.
Nevâdir'de denildi ki; 'bir kimse haşlanmış hiç bir şey yememeğe yemin eder de, kuru bir kavurma yerse ve bunun içinde et suyu yoksa; yemini bozulmaz. Çünkü et suyu yoksa, bu yediğine haşlama denilemez, buna kavurma denilir. Ancak suda kaynatılana haşlama denilir.
Suda kaynatılmış balık yerse; yine yemini bozulmaz. Çünkü kesinlikle buna da haşlama denmez. Bunula alâkalı olarak İbn. Semmâa'nın şöyle dediği rivayet edilir; haşlama iç yağı ile yapılandır. Meselâ mercimek veya pirinç etin yağı ile haşlanırsa, buna haşlama denilir. Ama sade yağ veya zeytin yağı ile yapılırsa, buna haşlama denmez. Aslında bunda örf nazar-ı itibara alınur.
Tabîh (pişirici) ateşi tutuşturan kimsedir. Yoksa ocağa tencereyi koyup içine eti, suyu ve diğer malzemeleri boşaltan kimse değildir. Habîz (ekmekçi) hamuru yoğurup açan değil, ekmeği tandıra süren kimsedir.
'Falanın yaptığı yahniden yemeyeceğim' diye yemin eden bir kimse falan ile bir başkasının beraberce yaptıkları yahniden yerse, yemini bozulmuş olur. Çünkü yediğinin her bir cüz'üne yahni denir. Keza, 'falanın yaptığı ekmekten yemeyeceğim' diye yemin eden bir kimse falan ile bir başkasının beraberce yaptıklan ekmekten yerse, yemini bozulmuş olur. Yine, 'falanın satın aldığı nardan yemeyeceğim' diye yemin eden bir kimse falan ile bir başkasının beraberce satın aldıklân nardan yerse, yemini bozulmuş olur. Aynı şekilde; 'falanın dokuduğu elbiseyi giymeyeceğim' diye yemin eden bir kimse falan ile bir başkasının beraberce dokuduklan bir elbiseyi giyerse, yemini bozulmuş olur.
Ama, 'falanın yaptığı miktarda o yahniden yemeyeceğim' derse; falanın bir başkası ile beraber yaptığı yahniden yerse, yemini bozulmaz. Çünkü falanın bir başkası ile beraberce yaptığı yahninin her cüz'ü onun yapacağı miktardan değildir. Keza, 'falanın yaptığı pideden...' veya; 'falanın satın aldığı nardan...' veya; 'falanın dokuduğu bir elbiseden...' demişse, yemini bozulmaz. Bunun sebebini açıklamıştık.
Falan kadının büktüğü ipten dokunan bir elbiseyi giymeyeceğine yemin eden bir kimsenin yemininin bozulması için, giydiği elbisenin tamamının o kadının büktüğü ipten dokunmuş olması şarttır. Hatta o elbisenin binde bir parçası başkasının büktüğü ipden dokunmuşsa, yemini bozulmuş olmaz. Bunu Hişam İmam Muhammed'den rivayet etmiştir.
Falanın mükiyetinde bulunduğu müddetçe şu yiyecekten yemeyeceğine yemin eden bir kimse, falanın o yiyeceğin bir kısmını satmasından sonra kalan kısmını yerse yemini bozulmuş olmaz. Bunu Hasan anlatmıştır. 'Falanın malından şu yiyeceği yemeyeceğim' diye yemin ettikten sonra bir kimse bir kaç arkadaşıyla aralarında para toplayarak o yemeği alıp beraberce yerlerse, yemini bozulmuş olmaz. Çünkü bu durumda Örfen o kendi malını yemiştir. Bunu MuallâEbû Yûsuf dan rivayet etmiştir.
Falan ile ortak bir kaç dirhemi bulunan bir kimse, 'falandan bir şey yemeyeceğim' diye yemin eder de, o dirhemlerden biri ile bir şey satın alıp yerse, yemini bozulmuş olmaz. Ortağının yemeğinden yememeğe yemin eden bir kimse, ikisinin müşterek malı olan bir yemekten yerse, yemini bozulmuş olmaz. Çünkü o kendi hissesini yemiştir. Bilindiği gibi o kendi hissesini alma hakkına sahiptir.
'Kelleleri yemem' denilince de fırınlarda pişirilip çarşılarda satılanlar anlaşılır: Zira örf bu şekilde caridir. Ebû Hanîfe'den rivayet edilen bir görüşe göre; sığır ve deve kelleleri bu yeminin kapsamına girerler. İmameyn'e göre ise, bu yeminin kapsamına sadece koyun kelleleri girer. Bu ihtilâf âdete ve çoğa göredir.
Taze hurma, üzüm, nar, hıyar ve acur meyve değildir: İmameyn dediler ki; 'taze hurma, üzüm ve nar meyvedir. Zira diğer meyveler gibi bunları yiyen kimse meyve yemiş olur. Hatta bunların satıcısına da 'meyveci' denilir. Ebû Hanîfe bunların meyve olmadıklarını söylerken şu âyet-i kerîmeye dayanmaktardır;
"İkisinde de her türlü meyveler, hurma ve nar vardır. "(Rahman: 68). Bu sebeple başka bir âyet-i kerîmede de meyve kelimesi üzüm üzerine atfedilmiştir. Yani Abese sûresinin 28. âyet-i kerîmesi; "Üzüm bağları, sebzeler...", 31. âyet-i kerîmede olan; "Meyveler ve çayırlar..."'âyet-i kerîmesine atfedilmiştir. Çünkü atfedilen şey, üzerine atfedilenden başka bir şeydir. Bu âyet-i kerîmeler Allah (cc) m kullarına lûtfunu bildirme sadedinde zikredilmişlerdir. Kerem ve hikmet sahibi Allah (cc) aynı şey için lûtrunu iki kez bildirmeyi tekrarlamaz. Zira meyve, yemekten evvel ve sonra yenen şeyin adıdır. Tazesi ve kurusu doymak için yenilmez. Oysa üzüm ve hurma gıda olmak ve doymak için yenilir. Nar ise, ilaç maksadıyla yenilir. Bunlarda meyve mânası eksik kalır. Mutlak olarak söylendiklerinde bunlar meyve kapsamına girmezler. Ama meyve yemeyeceğine yemin eden bir kimse bunları da yememeğe niyyet ederse, niyyeti sahih olur. Çünkü o kendisini zora sokmuştur.
Kuru hurma, kuru üzüm ve nar tanesi katıktır, meyve değildir. Bu hususta icmâ vardır. Elma, armut, ayva, kayısı, şeftali ve incir ise, meyvedirler. Çünkü bunlar doymak için değil, eğlenip lezzet almak için yenilirler. Kavun meyvedir. Ağaçlardaki ürünlerin kurusu da meyvedir. Ama kavunun kurusu -yenmesi mûtad olmadığından dolayı- meyve değildir. Hıyar, acur, havuç ve taze bakla ise, bakliyattır.
İmam Muhammed dedi ki; 'dut meyvedir. Çünkü o da meyve gibi yenir, şeker kamışı ve kırmızı hurma çağlası meyvedir.1 Bizim örfümüze göre ceviz meyve değildir. Çünkü o meyve niyyetiyle yenmez. Muallâ'nın İmam Muhammed'den rivayet ettiği bir görüşe göre; kuru ceviz meyve değildir. Çünkü o ekseriyetle ekmekle beraber yenir. Ama tazesi sadece meyve olarak yenir. Ebû Yûsuf dan nakledilen bir görüşe göre; badem ve innab meyvedir. Tazeleri taze meyvelerden, kurusu da kuru meyvelerdendir.
İmam Muhammed'den rivayet edilen bir görüşe göre; bir kimse; 'bu senenin meyvesini... ' veya; 'ürününü yemeyeceğim1 diye yemin eder de, bu yemini taze meyve zamanında ederse, taze meyve yemekle yemini bozulmuş olur. Ama bu yemini taze meyve zamanı geçtikten sonra ederse, kuru meyve yemekle yemini bozulmuş olur. Örf bu şekilde câridir. Ama yeminini taze meyve zamanında etmiş ise; ne taze ne de kuru meyve yememesi daha münasip olur. Çünkü meyve adı kurusunu da içine alır. Ancak bu görüş istihsana göredir. Çünkü onların, 'bu senenin meyvesi' demelerinde âdet eğer taze meyve zamanında bulunuluyorsa, bununla kuruyu değil de, taze meyveyi kastetmiş olurlar. Eğer yemin etme zamanında taze meyve yoksa, ortada kuru meyve kalır ve kuru meyve yenilince yemini bozulmuş olur. [41]
Katık; tuz, zeytinyağı ve sirke gibi kendileri katık yapılan şeylerdir: Katık kelimesinde uyum ve yapışma mânası vardır. Katılan şeyle içine katıldığı şey birleşip tek şey gibi olur. Katığın Arapçası olan 'idam' kelimesi muvafakat mânasmdadır. Yanyana mânasına gelen 'mücaveze' kelimesi ise, hakiki mânada bir muvafakat değildir. 'Edeme'îlahü beyneküma' denildiğinde bu;'Allah (cc) aranızda bir uyum ve muvafakat meydana getirsin' mânasına gelir. Bir kadınla evlenen Muğîre (ra) ye Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: "Eğer ona baksaydm, bu sizin aranızda uyum ve muvafakat meydana gelmesi
bakımından daha uygun olurdu. [42]
Yenmesinde başka bir yiyeceğe uyumuna ihtiyaç duyulan şeyler katıktır. Ama yalnız olarak yenilebilen şeyler ekmekle beraber yenseler de, katık değildirler. Meselâ; ekmeği ekmekle yemek gibi... Bu durumda ekmek katık olamaz. Sirke, zeytinyağı, süt, bal ve et suyu -açıkladığımız sebepden dolayı- katıktırlar. Tuz da böyledir. Çünkü tuz yalnız olarak yenemez. Zira o ekmeğe katılınca erir ve ona tâbi olur. Et, kebap, yumurta ve peynir katık değildirler. Çünkü bunlar yalnız olarak yenebilirler ve ekmeğe karışmazlar.
İmam Muhammed'den rivayet edilen bir görüşe göre; âdeten ekmekle yenilebilen her şey katıktır. Örfe uyulduğunda muhtar olan görüş budur. Ebû Yûsuf dan rivayet olunduğuna göre; kuru ceviz katıktır. Aynı zamanda Ebû Yûsufdan rivayet edilen bir görüşe göre İmam Muhammed dedi ki; 'kuru hurma, ceviz, innâb, kavun, bakliyat ve diğer meyveler katık değildirler. Çünkü bunlar ekmeksiz olarak yenirler, ekmeğe tâbi değildirler. Hatta bunlar ekmekle beraber bir yerde yeniyorsa, o yerdeki halkın örfüne uyularak bunlar katık olurlar. Bu bâbda asıl kaide budur. [43]
Ğadâ, yani kahvaltı; fecrin doğuşundan öğleye kadar olan zaman içinde yenilen yemektir: Çünkü bu kahvaltı olarak yenen yemektir. Günün yarısından sonra yenen yemeğe kahvaltı denmez. Aşâ, yani akşam yemeği; Öğleden gece yansına kadar olan zaman içinde yenilen yemektir: Çünkü bu akşamleyin yenen yemektir. Bunun vakti de zevalden sonra başlar. Rivayet olunduğuna göre Peygamber Efendimiz (sas) iki aşâ namazından birini iki rek'at olarak kılmıştır. Buradaki aşâ kelimesiyle öğlen veya ikindi namazı kastedilmiştir.
Sahur; gece yarısından fecrin doğuşuna kadar olan zaman içinde yenilen yemektir: Bu seher kelimesinden türemiştir. Böyle olunca sahur; sehere yakın zamanda yenilen yemeğe denilir.
Sonra ğadâ ve aşâ normalde doymak maksadıyla yenilen yemeklerden ibarettirler. Bir-iki lokma yenen şeye yemek denmez. Ancak yandan fazla doyunca, yemek yenmiş olur. Meselâ; 'ben ğadâ yemedim, sadece bir-iki lokma yedim' denir. Bu hususda her beldede oradaki insanların âdeti nazar-i itibara alınır.
'Ğadâ yemeyeceğim' diye yemin eden bir kimse nazarî 'M olup süt içerse, yemini bozulmuş olmaz. Bedevi [44] ise, -âdet nazar-ı itibara alınarak- yemini bozulur. Kerhî dedi ki; 'ğadâ yemeyeceğine yemin eder de, kuru hurma, pirinç yahut başka bir şeyi doyuncaya kadar yerse, yemini bozulmuş olmaz. Ekmek yemedikçe ğadâ yemiş olmaz. Keza, eti ekmeksiz yerse -örf nazar-ı itibara alınarak- yemini bozulmuş olmaz. [45]
Nehirden su içmek; ağzı nehire dayayarak su içmektir:
Dicle'den veya Fırat'dan içmemeye yemin eden bir kimse o nehirlere eğilip ağzı ile sudan içmedikçe yemini bozulmuş olmaz. Eliyle veya bir kapla nehrin suyunu içerse, yemini bozulmuş olmaz. İmameyn dediler ki; 'bütün bu durumlarda yemini bozulur.1
Bunda asıl kaide şudur: Yeminin kullanılan bir hakikati ve mecazı varsa; Ebû Hanîfe'ye göre bunda özellikle hakikî mânası nazar-ı itibara alınır. Çünkü zaruret hali haricinde hakikî mânanın heder edilip boşa çıkarılması caiz olmaz. Bu da unun kepeği misalinde söylediğimiz gibi, kelimenin hakikî mânası terkedilmiş, kullanılmaz olmuşsa; o zaman mecazî mânası nazar-ı itibara alınır. İmameyn'e göre kullanıldığı yer ve örf sebebiyle kelimenin hem hakikî hem de mecazî mânası nazar-ı itibara alınır.
Ebû Hanîfe der ki; 'ağzı nehre dayayarak su içmek kullanılan bir hakikattir. Bu sebeple yemin sahibi ağzını nehre dayayarak su içerse, yemini bozulur. Bu hususta icmâ vardır.1
İmameyn dediler ki; 'bu hususda mecazî mânanın kullanılması daha fazladır. Bu sebeple mecazî mâna da nazar-ı itibara alınır. Çünkü su kaplarının bulunmaması durumunda hakikî mâna ile mecazî mânadan her biri nazar-ı itibara alınır.' [46]
Ashabımızdan [47] şöyle diyen de vardır: 'Ebû Hanîfe Kûfe'de
Arapların mûtad olarak apaçık bir surette ağızlarını nehre dayayarak su içtiklerini görmüştür. Su içmeme yemini bu mânaya yorumlanır. İmameyn ise bundan sonra insanların nadiren ağızlarını nehre dayayarak su içtiklerini görmüşlerdir. Dolayısıyla su içmeme yeminini bu mânaya yorumlamışlardır. Dicle veya Fırat'dan su içmemeğe yemin eden bir kimse, suyunu bu iki nehirden birinden alan başka bir nehirden su içerse, yemini bozulmuş olmaz. Bu hususta icmâ vardır. Çünkü bu suyun Dicle veya Fırat'a izafesi, bu suyun başka bir yere intikal etmesiyle ortadan kalkar. Bu durumda yemin sahibi kişi sanki; 'şu testiden içmeyeceğim' diye yemin etmiş de, bu su başka bir testiye aktarılmış ve o testiden içmiş gibi olur. Bu mes'ele onlara göre Ebû Hanîfe'yi teyid eder ve yemini Dicle'ye mahsus kılar. Ama Dicle'nin suyu başka bir yere intikal edince, o sudan içmekle yemini bozulmuş olmaz. Bu, kişinin yemin ederken, 'Dicle'nin suyundan...' demeyip, 'Dicle'den içmeyeceğim' demesi halinde geçerli olan bir hükümdür. Ama; 'Dicle'nin suyundan içmeyeceğim' diye yemin etmişse; ağzını Dicle'ye dayayarak veya avuçlayarak veya kapla alarak veya Dicle'nin suyu başka nehre intikal edip de, o nehirden içerse; yemini bozulur. Çünkü yemin su üzerine akdedilmiştir, nehir üzerine değil... Suyu içmekle de yeminin bozulma şartı meydana gelmiştir. [48]
Küpten veya kuyudan su içmemeğe yemin eden bir kimse, kapla onlardan su içerse, yemini bozulmuş olur: Bu hüküm kuyu hakkında apaçıktır. Çünkü kap olmadan kuyudan su içmek mümkün değildir. Hatta demişler ki; 'yemin sahibi kuyuya inip ağzını suya dayayarak içerse, yemini bozulmuş olmaz. Çünkü burada hakikat ile mecaz bir lâfızda bir araya gelmez. Burada hakikî mâna terk edilmiştir.'
Küpe gelince; eğer su ile dolu ise ve ondan içmek de mümkün ise; belirlendiği için ondan avuçlayarak veya kapla alarak içerse, yemini bozulmuş olmaz. Şu şu kaplardan içmemeğe yemin eder de, ayniyle o
kaplardan içerse; yemini bozulmuş olur. Çünkü bu örf haline gelmiştir.
Balık ve koyun kuyruğu etten sayılmaz: Et yememeğe yemin eden bir kimse balık haricinde her hangi bir hayvanın etini pişirilmiş, haşlanmış veya kavrulmuş olarak yerse; yediği et helâl de olsa; leş, domuz eti, insan eti, besmelesiz kesilmiş veya bir mecûsî tarafından kesilmiş yahut Harem'de avlanmış bir hayvan eti gibi haram da olsa; yemini bozulmuş olur. Zira et adı bunların tamamını içine alır. Etin ve kesen kimsenin vasfının değişmesiyle bu hüküm değişmez.
Balık ve suda yaşayan hayvanlara gelince; et yememeğe yemin eden bir kimse bunları yerse, yemini bozulmuş olmaz. Çünkü bunlar mutlak et adının kapsamına girmez. Görülmez mi ki; balık yemiş olan bir kimse; 'ben et yemedim' der. Kur'ân-ı kerîm lâfzı hâriç, bunda muteber olan hakikattir. Görülmez mi ki; yürüyen bir canlıya binmemeğe yemin eden bir kimse bir kâfire binerse, -her ne kadar Allah (cc) kâfiri yürüyen canlı olarak adlandırmışsa da- yemini bozulmuş olmaz. Nitekim; "Allah (cc) katında yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır." (Enfal: 55). buyurulur.
Keza, ev yıkmamaya yemin eden bir kimse Örümcek evini yıkarsa, yeminini bozulmuş olmaz. Aynı şekilde kandil ışığında oturmamaya yemin eden bir kimse güneş ışığı olan bir yerde oturursa, yemini bozulmuş olmaz. Bunda muteber olan Örftür.
Aynı şekilde et yememeğe yemin eden bir kimse koyun kuyruğu ve iç yağı yerse, yemini bozulmuş olmaz. Çünkü bunlar et değildirler, et gibi de kullanılmazlar. Etle yapılan yemekler bunlarla yapılamaz. Örfen bunlara et adı da verilmez. Ama et yememeğe yemin eden bir kimse bunları da yememeğe yemin etmişse, bunları yediği takdirde yemini bozulur. Çünkü bu durumda yemin sahibi kendisini zora sokmuştur.
İşkembe, karaciğer, akciğer, yürek, böbrek, kelle, paça, barsaklar ve dalak et sayılır: Çünkü bunlar etle beraber satılırlar. Bu, Ebû Hanîfe'nin zamanında Kûfe'de var olan bir örftür. Bunların etle beraber satılmadıktan beldelerde bir kimse et yememeğe yemin eder de, bunları yerse; her beldede ve her zamandaki örfe nazaran yemini bozulmaz. Sırttaki iç yağı ettir. Buna yağlı et de denilir ve bu, etin kullanıldığı yerlerde kullanılır.
Şahm; iç yağıdır: Şahm yememeğe yemin eden bir kimse sırttaki iç yağını yerse, yemini bozulmuş olmaz. Çünkü bu etten sayılır. -Evvelce de açıkladığımız gibi- buna yağlı et denilir. îmameyn dediler ki; 'bu durumda yemini bozulmuş olur. Çünkü iç yağı bunu da kapsar. Bu, onların örfüne göre böyledir. Bizim örfümüze göre iç yağı sırttaki iç yağını hiç bir halde kapsamaz. İmam Muhammed'den rivayet edilen bir görüşe göre; bir kimse bir başkasına kendisine iç yağı satın almasını emreder de, o gidip sırttaki iç yağını alırsa; emri veren şahıs bu alış verişi kabul etmekle mükellef olmaz. Bu da Ebû Hanîfe'nin 'sırttaki iç yağı şahmın kapsamına girmeyeceğine dâir' görüşünü teyid etmektedir.
Koyun eti yememeğe yemin eden bir kimse keçi eti yerse, yemini bozulmuş olur. Çünkü koyun adı, keçiyi ve diğerlerini de kapsar. Fakîh Ebû'l- Leys'in ifadesine göre; bu durumda yemini bozulmuş olmaz. Çünkü örf, koyun ile keçiyi birbirinden ayrı olarak kabul eder. Muhtar olan görüş budur. Sığır eti yememeğe yemin eden kişi manda etini yerse, yemini bozulmuş olmaz.
Şu hurma çağlasını yemeyeceğim' diye yemin eden bir kimse onu olgun yaş hurma olarak yerse; yemini bozulmuş olmaz. Olgun yaş hurma kuru hurmaya, süt de yoğurda dönüştüğü zaman durum yine böyle olur: Çünkü bu sıfatlar yemin sebepleridirler. Yemin bu sıfatlarla mukayyed olur.
Ya da şöyle diyebiliriz: Süt, kendisi içilen bir şeydir. Yemin ondan yapılan bir şeye yönelmez. Fakat; 'bu kuzudan yemeyeceğim' diye yemin edip, sonra onu koç olunca yerse, yemini bozulmuş olur:
Çünkü kuzuluk vasfı yeminin sebebi değildir. Zira kuzunun etini yemekten imtina etmek, koçun etini yemekten imtina etmekten daha azdır. Kuzuluk vasfının yemin sebebi olması imkânsız olunca; bu hayvanın kendisi yemin mevzuu olur ki, bu da mevcuttur. Eti yenilince de yemin bozulur.
'Şu hurma ağacından yemeyeceğim' diye yemin eden bir kimse onun meyvesi ve kaynatılmamış şırası için yemin etmiş olur: Buna seylan denilir. Çünkü bu durumda o kişi yemini yenilmeyen şeye izafe etmiştir. Şu halde yemini o hurma ağacından çıkan şeylere yönelir. Zira yeminin sebebi odur ve o mecaz olmaya elverişlidir. Hurma ağacının yağını yerse, yemini bozulur. Çünkü bu yağ o ağaçtandır. Ama kaynatılmış nebiz, sirke ve şıra gibi o ağaçtan elde edilip üzerinde işlem yapıldıktan sonra imal edilen şeyleri yerse, yemini bozulmuş olur. Çünkü bunlar o ağaçtan hakikaten elde edilmiş şeyler değildirler. O ağaçtan çıkarılan şeyler olduğu gibi, o ağaca bitişik olarak mevcud olan şeylerdir. Ama yukarıda sayılan şeylerin kaynatılmamış olanları ve üzüm şırası böyle olmayıp, bu hükme tabidirler. Çünkü bunlarda olduğu gibi, ağaçlarına bitişiktirler. Ancak bu vasıf şıra ile ortadan kalkar.
'Şu hurma ağacından yemeyeceğim' diye yemin eden kimse o ağacın bir parçasını yerse, yemini bozulmuş olmaz. Çünkü o ağacın kendisini yemek terk edilmiş bir hakikattir.
Şu koyundan yememek için böyle bir yemin edilmişse; etini, sütünü ve tereyağını içine alır: Bunun gerekçesi daha evvel anlatılmıştı. İstihsana göre bu yemin sadece eti içine alır. Çünkü koyun yenilen bir şeydir. Bu yemin sadece onun etine yönelir. Bu yemin sahibi o koyunun sütünü, kaymağını ve tereyağını yemekle yeminini bozmuş olmaz. [49]
Balık yumurtası esas yumurtaya dâhil değildir: Bu örfe göre böyledir. Doğrusu örfe göre yumurta adı; tavuk, kaz ve kuş yumurtasını, yani kabuklu yumurtaları kapsamına alır. Bu hususda yemin sahibinin bir niyyeti yoksa, balık yumurtası bu kapsama girmez. Çünkü hakikatte o da bir yumurtadır. Niyyeti varsa; yemin sahibi bunu da yiyemez. Çünkü o kendisini zora sokmuştur.
Satın alma üzerine edilen yemin; yeme üzerine edilen yemin gibidir. [50]
Haram yememeğe yemin eden bir kimse leş yeme veya içki içme
rivayet edilen bir görüşe göre; bunlar haram olduğu için yemini bozulur. Ancak zaruret durumundaki kimsenin üzerinden -çocuğun ve bunağın fiilinde olduğu gibi- bunların günahı kalkar. Her ne kadar bu durumda bunların günahı kalksa da, haram bir şey helâl vasfıyla vasıflanamaz.
Ebû Hanîfe'den rivayet edilen bir görüşe göre; bu durumda yemin bozulmaz. İmam Muhammed'den rivayet edilen bir görüş de buna delalet etmektedir. O ikrah (zorlama) hususunda demiştir ki; 'Allah (cc) zaruret halinde leş yenmesini helâl kılmıştır. Zorlanma halinde kişi haram bir şeyi yemekten imtina ederse, günahkâr olur. Haram yemeyeceğine yemin eden bir kimse gasbedilmiş bir yemeği yerse, yemini bozulmuş olur. Ama gasbedilmiş bir dirhemle satın alınmış bir yemeği yerse, yemini bozulmuş olmaz. [51]
Bir kimse mutlaka göğe çıkacağına veya havada uçacağına yemin ederse, yemini sahih olup, hemen yemininden dönmüş sayılır:
Züfer dedi ki; 'bu yemin sahih olmaz. Çünkü bu âdeten imkânsız bir şeydir ve hakikaten imkânsız olan bir şey gibidir.'
Bizim görüşümüze göre yemin, akidlerden bir akiddir. Üzerine akid yapılan şey mevcud veya vehmi ise, akid tamamlanmış olur. Ama mevcud veya vehmî değilse, akid tamamlanmaz. Görülmez mi ki; mubah aynlann satılması sahih ve mün'akid olmaktadır. Çünkü burada üzerine akid yapılan şey mevcuttur. Müdebber kölenin satılması mün'akid ohr. Çünkü müdebberin hükmen akid altına girmesi vehmedilmektedir. Bu
akdi yapanın fiili ile olmasa da böyledir. Hür kimsenin satılması mün'akid olmaz. Çünkü bu akde dâhil olmaz, dâhil olması vehmolunamaz da... [52]
Keza, yemin de yapılabilecek olan veya yapılabilirliliği vehmolunan fiil üzerine mün'akid olur. Yapılamayacak olan veya yapıiabilirliliği vehmolunmayan fiiller üzerine edilen yemin mün'akid olmaz. Bahse konu olan göğe çıkma; yapılabilen ve yapıiabilirliliği mevhum olan bir iştir. Bunu yapabilenler yaparlar. Bilindiği gibi bazı peygamberler göğe çıkmışlardır. Melekler her vakitte göğe çıkıp inerler.
Üzerine yemin edilen iş yapıiabilirliliği mevhum olan bir iş ise yemin mün'akid olur ve hemen sonra hükmen yeminini bozmuş olur. Çünkü yemin sahibinin yemininin gereğini yapmasından evvel ölmesinde olduğu gibi, onun bu işi yapmaktan âciz oluşu da âdeten sabittir. Bu kaideye bakarak derin düşünenler bu cinsden daha bir çok mes'eleler daha ortaya çıkarabilirler.
Birisine, güç bulursa geleceğine yemin eden kimsenin bu gücü bulması sıhhate yorumlanır: Yani hastalık ve devletin mâni olması vb. bir mâni ile karşılaşmadan gelmezse, yemini bozulur. Zira örfe göre güç bulmak; vücud organlarının salim olması ve mânilerin bulunmamasıdır. Güç bulursa, geleceğine yemin eden kimse bununla kaza ve kader bakımından güç bulmayı kastetmiş olduğunu söylerse; bu sözü zahirî durumun hilâfına olduğundan dolayı -hüküm bakımından değil-diyaneten doğru kabul edilir. Bir rivayete göre bu sözü hakikat olduğundan, hüküm bakımından da sahih olur. Çünkü sahih mezhebe göre organların güç bulması, takdirî güç bulma ile yerine gelir.
Bir kimseye mutlaka kendisine geleceğine yemin edip de sonra gitmez ve ölürse; hayatın son anında yeminim bozmuş olur: Çünkü yeminin bozulması ancak ölümle tahakkuk eder. Zira ondan evvel yeminin gereğinin yapılacağına hâlâ ümit vardır.
Ahmed Mehmed'e geleceğine yemin eder de Mehmed'in evine veya dükkânına gelirse; orada onunla karşılaşmış olsa da olmasa da, yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Çünkü gelmek; onun mekânına ulaşmaktır, onunla karşılaşmak değil...
İmam Muhammed'den rivayet edilen bir görüşe göre; bir kimse bir başkasına; 'yarın sana ulaşacağım' derse, ona gidip de onu bulamazsa, yemini bozulur. Bir kimse; 'karım düğüne gelmeyecektir' diye yemin eder de, karısı düğün başlamadan oraya gider ve düğün başlayıp tamamlanıncaya kadar orada kalırsa, yemini bozulmaz. Çünkü karısı düğüne gitmemiş, düğün onun karısına gitmiştir.
İmam Muhammed'den rivayet edilen bir görüşe göre; bir kimse, 'yarın falanı ziyaret edeceğim' diye yemin eder de onu ziyarete gider ama yanına girmesine izin verilmezse, yemininin gereğini yapmış olur. Keza, gelmeğe yemin eder de gelir ama içeriye girmesine izin verilmezse, yine aynı hüküm câri olur.
Bir kimse karısının baba evine gitmemesine yemin eder de karısı baba evinin kapısına kadar gider ama içeri girmezse, kocasının yemini bozulmuş olmaz. Ebû Yûsuf dan rivayet edilen bir görüşe göre; bir kimse 'falana refakat etmeyeceğim' diye yemin ederse; bu yemini, onların aynı mekânda ikamet etmeleri halinde yemekte veya birlikte yapabilecekleri bir işte bir araya gelmeleri üzerine yapılmış olur. İkisi aynı gemide olduklarında yemekleri topluca yemiyorlarsa ve ikisi aynı masada yemiyorlarsa; buna refakat denmez.
İmam Muhammed'den rivayet edilen bir görüşe göre; ikisi aynı mahfede iseler veya katarları veya binekleri bir ise; buna refakat denilir. Ama aynı yöne gitseler de binekleri ayrı ise, buna refakat denmez. [53]
Bir kimse; 'eğer yersem..., içersem..., giyersem konuşursam..., evlenirsem...' veya; 'çıkarsam...' der ve bu sözü ile belirli bir şeye niyyet ettiğini söylerse, sözü kabul edilmez. Şayet; 'yiyecek yersem...', 'içecekiçersem...' veya; 'giyecek giyersem...'der
ve buna benzer şeyler söyleyip bu sözleri ile belirli bir şeye niyyet ettiğini söylerse; bu sözü sadece diyaneten doğru kabul edilir: Bunda asıl kaide şudur: Genel bir lâfız söyleyen kimse bu lâfzındaki umumî mânayı özellemeğe niyyet ederse; bu hususdaki iddiası diyaneten doğru kabul edilir. Ama hüküm bakımından kabul edilmez. Çünkü bir kimse genel bir lâfız söylerken, özel bir şeyi kabul etmiş olabilir. Böyle bir şeye niyyet ederse, niyyeti genelin özellenmesindeki Şer'î delalet gibi özellemeğe delalet eder. Ancak bu lâfızdan açıkça anlaşılan şey genel mâna olduğundan, onun buna dâir olan iddiası hüküm makamınca doğru kabul edilmez. Çünkü bu zahirin hilâfınadır. Ama söylediği genel lâfzın kapsamında bulunmayan özel bir şeye niyyet ederse, buna dâir olan iddiası asla doğru kabul edilmez. Çünkü özellik mânalara değil, lâfızlara tâbidir. Söylediği genel lâfzın kapsamında bulunmayan özel bir mânaya niyyet etmesi asla sahih olmaz.
Evvelki asıl metnin birinci bölümünde yiyecek ve giyecek söylenmemiştir. Yemin sahibi telâffuz ettiği genel lâfzın kapsamında bulunmayan Özel bir şeye niyyet ettiğine dâir iddiada bulunduğu için bu iddiası doğru kabul edilmez. İkinci bölümde;'ben ekmeğe...'veya;'ete niyyet etmiştim' derse, bu iddiası -açıkladığımız sebepden dolayı- hüküm bakımından değil de, diyaneten doğru kabul edilir.
'Su içmeyeceğim' veya; 'kadınlarla evlenmeyeceğim' diye yemin eden bir kimse bir damla su içmekle veya bir kadınla evlenmekle yeminini bozmuş olur. Bu yemin su cinsinin ve kadın cinsinin tamamını kapsayamayacağına göre, bu cinslerin en azma yorumlanır. Yemin sahibi bu bu cinslerin tamamına niyyet ettiğini söylerse, sözü doğru kabul edilir. Çünkü o her ne kadar zahirin hilâfına ise de, kendi kelâmının hakikatine niyyet etmiştir. Çünkü hakikat iki zahirden biridir. Hakikate niyyet etmişse, sözü doğru kabul edilir.
Reyhan lügate göre gövdesi olmayan bir çiçektir. Ona yemin edildiğinde gül ve yasemin ile yemin bozulmaz: Bir görüşe göre denildi ki; bizim örfümüze göre bu durumda yemin bozulur. Doğrusu reyhan örfen kokusu güzel bir bitkinin adıdır. Reyhan koklamamaya yemin eden bir kimse gül, yasemin ve anber veya sultanî reyhanı koklarsa; yemini bozulur. Örfe göre mersin ağacı reyhan adını almaz.
Gül ve menekşeye yemin edildiğinde bunların yaprağına yemin edilmiş olur: Bu örfen böyledir. Ashabımız dediler ki; menekşe satın almamaya yemin eden bir kimse menekşe yağını satın alırsa, yemini bozulmuş olur. Ancak menekşe yaprağını satın alırsa, yemini bozulmuş olmaz. Kûfe'lilerin örfü de böyledir. Bizim örfümüz ise, yukarıda anlatıldığı gibidir.
Esans koklamamaya yemin eden bir kimse esansı sakalına sürerse, yemini bozulmuş olmaz. Çünkü bu örfen koklama sayılmaz. [54]
Gümüş yüzük zinet sayılmaz, fakat altın yüzük zinettir: Zinet takınmamaya yemin eden bir kimse gümüş yüzük takınmakla yeminini bozmuş olmaz. Çünkü gümüş yüzük sünneti yerine getirmek ve mühürlemek maksadıyla takınılır. Zinet maksadıyla takınılmaz. Zinet; kendisiyle süslenilen şeydir. Ama altın böyle olmayıp, onunla süslenilir. Takınılan yüzük kadınların takındıkları taşlardan veya gümüşten yapılmış ise; bir görüşe göre denildi ki; yemini bozulmuş olur. Çünkü bu zinet için takınılmıştır. Başka bir görüşe göre ise bozulmaz. Çünkü böyle bir yüzük erkeklere helâl değildir. Onların zinetlerle süslenmeleri helâl olmaz.
İnciden yapılmış gerdanlık işlenmiş ve yaldızlanmış değilse, zinetten sayılmaz: Yeminde nazar-ı itibara alınan hakikat değil, örftür. Kur'ân-ı kerîm lâfzı evvelce de açıkladığımız gibidir. İmameyn dediler ki; 'bu işlenmiş ve yaldızlanmış olmasa da, zinettir. Kur'ân-ı kerîm'in adlandırmasından da anlaşıldığı gibi, bu zinettir. Fetva da bunun üzerinedir. Çünkü bu mûtad olmuştur ve bu âdete ve zamana göre değişir. Ebû Hanîfe'nin kavline göre işlenmemiş ve yaldızlanmamış gerdanlığı erkeğin takınmasının caiz olması gerekir. Çünkü bu zinet değildir. Kadın işlenmemiş bir altını boynuna asarsa, yemini bozulmuş olmaz. Gümüşle işlenmiş kemer ve yaldızlanmış kılıç zinet değildir. Bunun sebebini açıklamıştık.
Bir döşekte uyumamaya yemin eden bir kimse onun üzerine başka bir döşek koyup uyursa, yemini bozulmuş olmaz. Fakat çarşaf koyup uyursa, yemini bozulmuş olur: Çünkü çarşaf ve nevresim döşeğe tâbi şeylerdir. Bilindiği gibi çarşaf ve nevresim Taberiye kumaşından olup, döşek de ipektense; 'falan adam ipek döşek üzerinde uyudu' denilir. Üstteki döşek ipek, alttaki döşek ibrişimse; yine, 'falan adam ipek döşek üzerinde uyudu' denilir.
El- Emalî'de Ebû Yûsuf dan rivayet edilen bir görüşe göre; döşekte de uyursa, yemini bozulmuş olur. Çünkü bu durumda o hakikaten iki döşek üzerinde uyumuştur ve bu durumda o; 'falan adam ile konuşmayacağım' diye yemin edip, falanla ve başka biri ile aynı hitapla konuşan bir adamın durumuna benzer.
Buna cevaben deriz ki; bir şeyin kendi misline tâbi olması beklenemez. Örfte ise uyumak ancak üstteki döşeğe nisbet edilir. Konuşmada ise, yemin sahibi hakikaten, örfen ve Şer'an o iki şeye hitab etmiş olmaktadır. Kanepe, seki ve satıh da döşek gibidir. Kanepe üzerine başka bir kanepe koyup, satıh üzerine başka bir satıh yapıp üsttekinin üzerinde uyuyan kimse yemini bozulmuş olmaz. Bunun gerekçesini açıklamıştık. Ama kanepenin, sekinin veya sathın üzerine bir yaygı ve döşek koyup üzerinde uyursa, yemini bozulmuş olur. Çünkü o kişi hakikatte kanepenin, sathın veya sekinin üzerinde uyumuştur. Yerde oturmayacağına yemin eden bir kimse kendisini yerden ayıran bir şeyin üzerinde oturursa, yerin üzerinde oturmuş sayılmaz. Ancak kendi elbisesinin üzerine oturursa, yeminini bozmuş olur. Elbisesi onu her ne kadar yerden ayırmakta ise de, elbisesi kendisine tâbi olduğundan, ayırıcı bir mâni sayılmaz. Bu sebeple; 'o kişi yerin üzerinde oturuyor' denilir.
Dövmek, konuşmak, giymek ve yânına girmek fiilleri hayat hali ile kayıtlıdır: Çünkü dövmek; incitici bir fiildir ve bu ölü üzerinde icra edilemez. Konuşmaktan maksat da, muhataba bir şeyi anlatmaktır ve bu hayattaki kimseye mahsustur. Giyimden maksat da, bu kelime mutlak olarak söylendiğinde -keffarette olduğu gibi- giysiyi karşıdaki adama mülk olarak vermektir. Ama ölüye mülk olarak verilemez. Giymek kelimesiyle örtünmeye niyyet ederse, bu sahih olur. Çünkü giymek kelimesinin bu mânaya gelmesi muhtemeldir. Falanın yanma girmek sözüne gelince; bu söz örfe göre falanı oturmakta olduğu yerde ziyaret ve tazimde bulunmak maksadıyla yanına gitmek mânası kastedilir. Ama yanma girme kastı olmaksızın başkasının yanına girer veya ziyaretten başka bir maksatla falanın yanına girer veya falanın oturmadığı bir yerde ziyaret maksadıyla onun yanma girerse, yanma girmiş sayılmaz. Mescitte, dehlizde veya gölgelikte onun yanına girerse, bu yanma girmek sayılmaz. Ancak ziyaretçi kabulü maksadıyla buralarda oturmayı âdet haline getirmişse, buralarda onun yanına girerse, yanına girmiş sayılmaz.
Kerhî, İbn. Semmâa'dan bunun zıddı bir görüş naklederek dedi ki; 'falanın yanma girmemeğe yemin eden bir kimse falanın da aralarında bulunduğu bir topluluğun yanına girerse; bunu bilmese dahi, yemini bozulmuş olur. Çünkü o, üzerine yemin ettiği kimsenin yanma girmiştir. Falanın o topluluğun arasında bulunduğunu bilmesi şart değildir. Falanla konuşmayacağına yemin eden kimsenin bilmeden ve tanımadan onunla konuşması da böyledir ve bu durumda yemini bozulmuş olur.' Ama mezhebin görüşü, ilk olarak naklettiğimiz görüştür.
İki adamdan her biri diğerinin yanma girmemeğe yemin eder de, ikisi birlikte eve girerlerse; yeminlerini bozmuş olmazlar. Bir kimse bir başkasına; 'seni yıkarsam, kölem hürdür' derse; bu sözü muhatabının hem ölüm hem de hayat halini kapsar. Çünkü yıkamak; temizlemek maksadıyla onun üzerine suyu akıtmaktır ki, bu durum ölüde de, diride de mevcuttur.
Ölünceye veya öldürünceye kadar birisini dövmeğe yemin edenin bu dövmesi; dövmenin en şiddetlisine yorumlanır: Çünkü örfe göre dövmekten kasıt, şiddetle dövmektir. Bayılmcaya veya ağlayıncaya yahut altını ıslatmcaya veyahut 'imdat' diye bağinncaya kadar döveceğine yemin etmiş ise; yemininin bozulması için hakikaten bu şartların meydana gelmesi gerekir. 'Seni öldürünceye kadar kırbaçla döveceğim1 demişse, bu mübalağa için söylenmiştir. 'Sana ölünceye kadar kılıçla vuracağım1 demişse, bu onun hakikaten öldürülmesi mânasmdadır.
Ebû Yûsuf dan rivayet edilen bir görüşe göre; bir kimse karısına; 'eğer seni ne sağ ne de ölü haline gelinceye kadar dövmezsem,..1 derse, bununla o kadını incitecek şekilde dövmek mânası kastedilmiş olur.
Karısını dÖvmemeğe yemin eden bir kimse onun boğazını sıkar, saçlarını çeker veya ısırırsa, yemini bozulmuş olur: Çünkü dövmek; elem verici bir fiilin adıdır. Belli bir şekli yoktur. [55]
Oruç tutmayacağına yemin ettiği halde niyyet ederek bir saatini oruçlu geçiren, yemini bozulmuş olur: Çünkü oruç tutmak; niyyet ile birlikte orucu bozan şeylerden uzak durmaktır ki, burada da bu şart mevcuttur. Eğer bir oruç tutmayacağına yemin ederse, bir günü tamamlamadan, yemini bozulmuş olmaz: Bir oruç sözüyte tam bir oruç kastedilir ki, bu da bir günük oruçtur.
Namaz kılmayacağına yemin eden bir kimse namaza durup; kıyam, kıraat ve rükû ederse; secde etmedikçe yemini bozulmuş olmaz: Çünkü namaz rükünlerden ibarettir. Rükünleri yerine getirilmezse, kılınan şey namaz olmaz. Oruçta ise, hüküm bunun hilâfınadır. Çünkü oruç; orucu bozan şeyleden uzak olmaktır ki, bu günün ilk cüz'ünde mevcuttur. İkinci cüz'de ise, bu tekerrür etmektedir. Bir namaz kılmayacağını söylemişse, iki rek'atı tamamlanmadan yemini bozulmuş olmaz: Çünkü bir namaz sözüyle Şer'an muteber olan namaz kastedilmektedir ki, bunun en azı iki rek'attır.
Efendi cariyesine; 'çocuk doğurursan, hürsün* der ve o da ölü bir çocuk doğurursa; hür olur. Boşamak da böyledir: Çünkü cariyenin hürriyete kavuşması şartı tahakkuk etmiştir ki, o şart da çocuğun doğmasıdır. Görülmez mi ki (doğum yapan kadınlar için); 'ölü bir çocuk doğurdu1 veya; 'diri bir çocuk doğurdu' denilir. Doğacak çocuk hürdür1 der de, cariye evvelâ ölü bir çocuk, sonra da diri bir çocuk doğurursa; diri çocuk hür olur: (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Bu hüküm Ebû Hanîfe'ye göredir.
İmameyn dediler ki; 'diri çocuk hür olmaz. Çünkü yemin; şartın meydana gelmesi ile çözülüp ortadan kalkmıştır ki, o şart da ölü çocuğun doğmasıdır. Yemin çözülünce, diri çocuk hür olamaz. Ölü çocuk ise, zaten hürriyet mahalli değildir.'
Ebû Hanîfe'nin bu mes'eledeki görüşünün gerekçesi şudur: Hürriyet şartı çocuğun diri olarak doğmasıdır. Çünkü efendi onu hürriyetle vasıflandırmıştır. Hürriyetin zaruretlerinden biri de, hayatta olmaktır. Bu durumda efendi cariyesine; 'sen diri bir çocuk doğurursan, o hürdür' demiş gibi olur. Öyle dediğinde diri çocuk hür olduğu gibi, böyle dediğinde de hür olur. Ama doğuran ananın hürriyetinde ve talâkta hüküm bunun hilâfınadır. Çünkü; 'çocuk doğurursan, sen hürsün' veya; '...boşsun1 demede, çocuğun diri doğması kaydı konulmamıştır. Dolayısıyla bu iki mes'ele arasında fark vardır. [56]
'Falanın gelişini kim bana müjdelerse, o hürdür' der de, bir topluluk ayrı ayrı ona bu müjdeyi verirlerse; ilk müjdeyi veren hürriyete kavuşur. Ama hepsi birlikte ona bu müjdeyi verirlerse, hepsi hürriyete kavuşurlar. 'Bana kim haber verirse...' demişse; her iki şekilde de hepsi hürriyete kavuşurlar: Çünkü örfe göre müjde; kendisine müjde verilen kişinin bilmediği sevindirici ve doğru bir haberdir. Beşaret (müjde) kelimesi; yüzdeki beşere (deri) nin sevinçden dolayı değişikliğe uğramasından alınmış bir kelimedir. Sevinç ancak kişinin hakkında bilgi sahibi olmadığı doğru bir haberi almasıyla hâsıl olur, yalan haberle hâsıl olmaz.
Haber; mutlak haber vermenin adıdır. Kişinin bu hususda daha evvel bilgi sahibi olup olmaması, farketmez. Bu doğru olanına da, yalan olanına da denilir. Birinci mes'elede müjde; haberi ilk veren kişinin bildirimi ile hâsıl olmuş ve müjdeci de azad olmuştur. Ondan sonraki habercilerin bildirmeleriyle müjde hâsıl olmaz. Çünkü alâkalı kişi birinci müjdecinin bildirimiyle konu hakkında bilgi sahibi olmuştur. Sonrakilerin verdikleri habere müjde denemez.
İkinci mes'elede ise müjde; habercilerin hepsinin birlikte bildirimde bulunmaları sebebiyle hâsıl olmuştur ve böylece hepsi azad olurlar.
. Habere gelince; yani, 'bana kim haber verirse, o azad olur' demişse; ayrı ayrı da olsalar,, topluca da olsalar; ona bildirimde bulunduklarında haber vermiş olurlar ve hepsi, de hürriyete kavuşurlar. Bu her iki durumda da böyledir. İlâm da müjde vermek gibidir. Bu durumda sadece ilk ilâmda bulunan azad olur, diğerleri değil... Çünkü ilâm; kendisiyle bilgi hâsıl olan şeydir ki; bu da ilk şahsın ilamıyla hâsıl olur.
Müjde ve haber şifahen olduğu gibi, mektup ve ulak marifetiyle de olur. Muhadese ise, ancak şifahi (ağızla konuşarak) olur. Bu sebeple; 'haddesenallahu' (Allah (cc) bize konuştu) denmez de, 'ahbaranallahu' (Allah (cc) bize bildirdi) denilir.
Bir kimse; 'hangi köle bana falanın geldiğini müjdelerse, o hürdür' der de, kölesi falanın geldiğini mektupla bildirirse, o köle .azad olur. Yukarıdaki sözü söyleyenin bir kölesi başka bir kölesini kendisine gönderir de, gelen köle efendisine; 'falan köleniz falanın geldiğini size bildiriyor' derse, ulak köle değil de, gönderen köle azad olur. Çünkü ulak köle mektup gibidir. Ulak köle, 'falan köle beni size gönderdi' demeyip, sadece; 'falan adam geldi' derse, sadece kendisi azad olur. [57]
Cariye ile cinsî münasebette bulunursam, o hürdür' deyip, mülkünde olan bir cariyesi ile cinsî münasebette bulunursa, azad olur. Eğer sonradan bir cariye satın alır ve onunla temasta bulunursa, bu cariye hür olmaz: İki mes'ele arasındaki fark şudur: Birinci mes'eledeki cariye efendisinin mülkiyetinde bulunduğundan dolayı, yeminin kapsamında bulunmaktadır. İkinci mes'eledeki cariye ise, yemin esnasında yemin sahibinin mülkiyetinde bulunmadığından dolayı; yemin kapsamına girmez. Züfer (ra.a) dedi ki; 'bu cariye her iki halde de azad olur. Çünkü cinsî münasebeti söylemek; cariye üzerindeki mülkiyeti söylemek gibidir. Zira cinsî münasebette bulunmak; ancak mülkiyette bulunan cariye ile sahih olur.'
Bizim görüşümüze göre; cinsî münasebetin sahihliğinin zaruretinden dolayı, mülkiyet de söylenmiş gibi olur ve onun miktannca takdir olunur. Ancak bu mülkiyet, hürriyet hakkında zuhur etmez ki, bu da cezadır. Çünkü zaruretle sabit olan, zaruret miktannca takdir olunur.
Evlenmemeğe yeminli olanı, emri olmadan başkası evlendirir ve o da sözü ile kabul ederse, yemini bozulmuş olur: Zira -fuzulî şahsın tasarruflarından da bilindiği gibi- bir iş yapıldıktan sonra onu kabul etmek; iş yapılmadan evvel ona izin vermek gibidir. Mehir vererek ve benzeri bir iş yaparak fiili ile izin verirse, muhtar olan görüşe göre yemini bozulmuş olmaz: Çünkü akidler sözlere mahsustur. İlgilinin fiili akid olmaz, ancak rıza olur. Yeminin bozulmasının şartı rıza değil, akiddir. Yani evlenmeğe rıza göstermek değil, evlenme akdini yapmaktır.
İmam Muhammed'den rivayet edilen bir görüşe göre; her iki halde de yemini bozulmaz. Ulemânın bazısı da bununla fetva vermişlerdir. Çünkü kabul etmek; hakikaten akdi inşâ etmek değildir. Bu ancak rıza göstererek akdin hükmünü tatbik etmektir.
Başkasına kendisini evlendirmesini emrederse; yemini bozulmuş olur: Nikâhda vekil olan, -ilgili bölümde de malum olduğu gibi- elçi ve ifade edicidir. Yemin sahibi; 'ben bu sözümle, onunla konuşmamayı kastetmiştim' derse; sözü diyaneten doğru kabul edilir. Ama hüküm bakımından kabul edilmez. Çünkü bu iddiası, zahirin hilâfinadır.
Boşamak ve azad etmekte de hüküm böyledir: Kitabet, hul', hibe, sadaka, vedîa, âriye, karz ve istikraz gibi, haklan vekile râci olmayan her akid ile; darp, boğazlama, öldürme, giydirme, ödeme, ödeme talebinde bulunma, davalaşma, ortaklık gibi hukuku olmayan her fiilde de yemin sahibinin kendisinin yapmasını veya yapılmasını başkasına emretmesiyle yemini bozulmuş olur.
Sulhde ise iki rivayet vardır: Bir rivayete göre bu satış mesabesindedir. Başka bir rivayete göre ise, nikâh mesabesindedir. [58]
Kölesini veya cariyesini evlendirmemeğe yeminli olan kimse, evlendirmesi için bir başkasına icazet ve vekâlet vermekle yemini bozulmuş olur: Çünkü bunlar kendisine izafe edilirler. Bunlar üzerinde mülkiyet ve vekâlet hakkına sahip olduğundan dolayı, bunların evlendirilme akdi kendisinin ifadesine bağlıdır.
Küçük oğlu ve küçük kızı hakkında da durum böyledir: Çünkü bunların velisidir. Büyük oğlunu ve kızını ise, bizzat kendisi evlendirmedikçe, yemini bozulmuş olmaz: Çünkü bunların velisi değildir, bunlara (velilik bakımından, bu hususda) yabancı biri gibidir. Dolayısıyla yemini, fiilin hakikatma taallûk eder.
Kölesini dövmeyeceğine yemin edip, bu işe başkasını vekil tayin ederse, yemini bozulmuş olur: Çünkü bunun faydası kölenin mâlikine döner. Dolayısıyla köleyi bizzat kendisi dövmüş gibi olur. Zira dövmede vekile râci olan bir hak yoktur. Bu işi bizzat kendisinin yapmayacağını kastettiğini söylerse, bu sözü hüküm bakımından kabul edilir: Çünkü bu hissî bir fiildir. Bu fiili bizzat kendisi işlemeğe niyyetlenmişse, hakikate niyyetlenmiş olur ki, buna dâir iddiası hem hüküm bakımından hem de diyaneten doğru kabul edilir. Evvelce anlatılan nikâh vb. mes'elelerde ise, hüküm bunun hilâfmadır. Çünkü o mes'elelerdeki yemin sahibi nikâha veya boşamaya yol açan bir söz söylemiştir. Bunun yapılmasını emretmek de, bunu söylemek gibidir. Bunu söylemeğe niyyet etmişse, genelden özele niyyet etmiş olur ki, bu hüküm bakımından değil de, diyaneten doğru kabul edilir.
Oğlunu dövmeyeceğine yemin eden bir kimse başkasına dövmesini emrederse, yemini bozulmuş olmaz: Zira buradaki dövme fiilinin faydası çocuğa döner ki, o fayda da çocuğun eğitilip terbiye edilmesi ve kültür sahibi kılınmasıdır. Bu fayda dövme emrini verene dönmez. Evvelki misalde geçen köleyi dövme emrini vermede ise, hüküm bunun hilâfinadır.
Koyunu kesme hakkındaki yemin de köleyi dövmede olduğu gibidir: Hür bir kimseyi dövmeyeceğine yemin eden bir kimse başkasına emredip onu dövdürür ise, yemini bozulmuş olmaz. Çünkü o hür kimseyi dövme ve dövdürme salahiyetine sahip değildir. Meğer ki, bu emri veren sultan veya kadı olsun... O zaman yemini bozulur. Çünkü bunlar hür kimseyi hadd veya tâzir cezası olarak dövme salâhiyetine sahiptirler. Bu hususda emir vermeleri de sahihtir.
Bir malı satmayacağına yemin eden, sonra o malın satımına başkasını vekil tâyin ederse, yemini bozulmuş olmaz. Diğer karşılıklı malî mübadeleler de bunun gibidir: Çünkü akid, akdi yapan tarafından yapılan bir iştir. Ki, alış veriş bahsinde de geçtiği üzere bununla alâkalı haklar kendisine râci olsun. Burada şart mevcud olmamıştır. O şart da, yemin sahibinin yaptığı akiddir. Meğer ki, yemin sahibi buna niyyet etmiş olsun... Çünkü bu durumda o kendisini zora sokmuştur. Yada yemin sahibi sultan veya perde arkasında oturup dışarı çıkmayan bir kadın gibi, akidleri bizzat yapmayan biri ise, bunu vekil aracılığı ile yaptırır. Yemin sahibi akdi bazan bizzat kendisi yapıyor, bazan da vekili aracılığı ile yaptınyorsa; en fazla hangi yol ile yaptınyorsa, ona itibar edilir. [59]
Malını satmamaya yemin eden sonra malını satar ve müşteri de kabul etmezse; yemini bozulmuş olmaz. Kiraya verme, sarf, selem, rehin, nikâh ve hul* hakkında edilen yeminler de böyledirler. Fakat bağışlasa, sadaka verse veya ödünç verse de, bunlar kabul olunmazsa, yemini bozulmuş olur: Çünkü malî mübadele iki tarafdan her birinin malı bir diğerine mülk etmesidir. Bunda kabul rükün olur ki, karşılıklı mübadele tahakkuk etmiş olsun... Karşılıklı mübadeleden başkasında ise, yalnızca mülk eden karşı tarafa mülk etmektedir.
Züfer dedi ki; 'malım satmamaya yemin eden bir kimse malını hibe eder veya sadaka olarak verse, yine yemini bozulmuş olmaz. Çünkü bu akdin tamamlanması kabul ile olur ve bu satış gibi olmuş olur.1 Biz deriz ki; bu akid mülk etmekle tamamlanır. Mülkiyetin sübûtu için hibenin mevcudiyetinden ayrı olarak kabul şarttır ve bu vasiyyet gibi olur. İkrar, satış akdinin hilâfinadır. Zira açıkladığımız gibi, bu mülk etme ve mülk edinmedir.
Malını satmamaya yemin eden kimsenin malını karz -olarak vermesi durumunda yemininin bozulup bozulmayacağı hususunda EbûJIanîfe'den iki rivayet vardır: Bu yemin sahibi malını fasid bir satışla satar veya fasid bir akidle hibe ederse, yemini bozulmuş olur. Ebû Yûsufdan rivayet edilen bir görüşe göre; yemini bozulmuş olmaz. Züfer-dedi ki; 'karşı taraf malı kabzetmeden yemini bozulmuş olmaz. Çünkü maksat, karşı tarafın o malı mülk edinmesidir ki, bu da o malı kabzetmekle olur.'
Biz deriz ki; icab ve kabul mevcud olduğu için bu hakikaten bir satıştır. Muhayyerlik şartı ile yapılan satış da bu hükme tâbidir.
Mutlaka yakın zamanda borcun ödeneceğine yemin edilirse; bu 'bir aydan az bir müddetle1 demektir. Uzak zaman ise bir aydan çoktur: Çünkü bir aydan eksik olan müddet az bir müddettir. Bir aydan fazla olan ise, uzun müddettir. Bu hususda mûtad olana itibar edilir.
Borcunu bugün mutlaka ödeyeceğine yemin edip o gün borcunu öder, fakat ödenen paranın bir kısmı devlet hazinesinin kabul etmeyip tüccarın kabul ettiği cinsden âdî bir para veya tüccarın da kabul etmediği düşük bir para olur yahut onun başka bir sahibi çıkarsa; yemini bozulmuş olmaz: Çünkü bunlar dirhemlerdir ve kabzedilmeleri sahihtir. Geri verilmeleri ile de yeminle hakedilen ilk kabz bozulmaz. Fakat kalay veya iki tarafı gümüş olup, ortasına bakır konulmuş para cinsinden olursa, yemini bozulmuş olur: Çünkü bu ikisi dirhem değildirler. Hatta bu iki para ile caiz dense de caiz olmaz. Bu paranın bakır kısmının fazla olması halinde câri olan bir hükümdür. Ama büyük kısmı gümüş olursa, yemini bozulur.
Falandan mutlaka hakkını alacağına yemin eden bir kimse hakkını onun vekilinden ya da onun emri ile kefilinden yahut borcun kendisine havale edildiği kimseden borçlunun emri ile alırsa; yemininin gereğini yerine getirmiş olur. Ama kefalet ve havale borçlunun emri ile olmuş değilse, yemini bozulur. Çünkü bu durumda hak üzerine yemin edilen kişiden alınmış değildir. Bilindiği gibi ödemeyi yapan bu ödediğini üzerine yemin ettiği şahıstan geri almamaktadır. Birinci fasılda borçlunun vekilinden tahsil etmek, borçlunun kendisinden tahsil etmek gibidir. Zira -evvelce de açıkladığımız gibi- kazâî haklar; emredilene râci olmazlar. Keza, borçlunun emri ile kefili olan kimse, onun vekili gibidir. Bu sebeple kefil ödediğini gidip borçlunun kendisinden alır.
Aynı şekilde bir kimse falana hakkını vereceğine yemin eder de, ödemeyi yapması için başkasına emir verir veya ödenecek parayı ona havale eder ve alacaklı da o parayı teslim alırsa; yeminin gereği yerine getirilmiş olur. Alacaklısına bir malı satar da, o bu malı kabzederse; yeminin gereği yerine getirilmiş olur. Çünkü malı satmakla, bedeli onun zimmetinde borç olur. Böylece ikisi ödeşirler. Bu da bir çeşit borç ödeme şeklidir. Alacaklı onu bu borçdan ibra eder veya borcu kendisine bağışlarsa; yemini bozulmuş olur. Çünkü bu; alacaklının borcu düşürmesidir, yemin sahibinin ödemesi değildir. Ama -evvelce de açıkladığımız gibi- satışta hüküm bunun hilâfınadır. Hakkını almadan borçlusunun yanından ayrılmayacağına yemin eden bir kimse borçlusundan kaçarsa; yemini bozulmuş olmaz.
Alacağını parça parça almayacağına yemin edip bir kısmını kabzederse, kalanım almadıkça yemini bozulmuş olmaz: Çünkü yeminin bozulmasının şartı; tamamını parça parça almasıdır. Burada ise bu şart meydana gelmiş değildir. Bilindiği gibi borçlusunu borcun kalan kısmından ibra eder veya bu kısmı ona hibe ederse, borcun tamamını kabzetmiş olmaz. Birbirini müteakib iki ölçekle alırsa, yine yemini bozulmuş olmaz: Çünkü tamamını bir ölçekle bir defada alması mümkün değildir. Bu sebeple bu miktar yeminden müstesnadır ve yemin bununla bozulmaz. Ama iki ölçek arasında başka bir işle meşgul olursa, yemini bozulmuş olur. Çünkü bu durumda yemin sahibinin bulunduğu yer değişmiş ve ödeme de muhtelif olmuştur.
Bir işi yapmayacağına yemin eden; yeminini bozmamış olmak için o işi hiç bir zaman yapamaz: Çünkü bu yeminle o bu işi mutlak olarak yapmamayı kastetmiştir ve onun bu yemini bütün zamanlan içine alır. Onu mutlaka yapacağına yemin eden, bir kere yapmakla kurtulur: Bu yemin olumlu bir cümle düzeniyle yapıldığından dolayı, yaptığı her hangi bir işle yemininin gereğini yapmış olur. Bu işi yapmadan ölür veya iş mahallinin yok olması sebebiyle o işi yapmaktan ümidini keserse, yemini bozulmuş olur. [60]
Vali bir adamı mutlaka bütün fesatçıları bildireceğine yemin etmeğe çağırırsa, bu sadece valiliğinin müddetine bağlı olacaktır:
Çünkü bundan maksat; fesadı ortadan kaldırmak, yasaklayıp caydırarak kötülüğe mâni olmaktır. Bu da onun salahiyetli olduğu zamana bağlı olur. Vali Ölür veya vazifeden azledilirse, bu yeminin hükmü sona erer.
Bir malını mutlaka hibe edeceğine yemin eder de, hibesini kabul etmezlerse; keffaretten kurtulur. Sadaka, karz ve âriyede de hal böyledir: Bunun izahı daha evvel geçmişti. [61]
Nezir; meşru bir kurbettir. Namaz, oruç, hacc, köle azadı ve sadaka gibi insanı Allah (cc) a yaklaştıran bir şey olduğundan dolayı; buna kurbet denilmiştir.
Meşruiyetinin sebebine gelince; bu, nezrin yerine getirilmesinin emredilmiş olmasıdır. Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
"Adaklarını yerine getirsinler." (Hacc: 29). Bu hususda Peygamber Efendimiz (sas) de şöyle buyurmuştur: "Bir kimse ismini vererek bir şeyi adarsa; adağım yerine getirmesi gerekir.", "Allah (cc) a itâatta bulunmayı
adayan kimse, O'na itaat etsin. " [62]
Bu hususda başka nasslar da vardır. Adağın meşruiyeti hususunda ictnâ vardır.
Adak ancak, (adanan şeyin) cinsinden ibadet bulunan bir şeyle sahih olur. Tesbihde bulunmak, hamdetmek, hasta ziyaretinde bulunmak, ölüyü kefenlemek, cenazeyi teşyî etmek, cami yaptırmak vb.
Bunda asıl kaide şudur: Kulun icabı, Allah (cc) in icabı ile muteber olur. Çünkü işin başında kulun icabda bulunma salahiyeti yoktur. Ancak biz adakla alâkalı maslahatı tahsil etmek için Allah (cc) in vâcib kıldığı şeylerin emsalinde kulun icabını, yani kendisine vâcib kılmasını sahih gördük. Günah şeyleri adamak sahih olmaz. Zira Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: Allah (cc) a mâsiyet hususunda adakta bulunmak olmaz. [63]
'Bir ay oruç tutmak adağım olsun' diyerek veya benzeri bir şey söyleyerek şartsız ve tâliksiz bir şekilde mutlak olarak adakta bulunan bir kimsenin -evvelce açıkladığımız sebepden dolayı- adağını yerine getirmesi, üzerine düşen bir borçtur. Adağın bir şarta bağlanması ve şartın da meydana gelmesi ile adağı yerine getirmek yine borç olur: Çünkü şarta bağlanan bir şey şartın gerçekleşmesi halinde meydana gelmiş gibi olur. Zira adakta bulunmak; cezaya nazaran mevcut gibidir. Aslolan cezadır, şart ise ona tâbidir. Aslın muteber olması evlâdır ve asıl kesin olarak mevcut olan gibidir. [64]
Ebû Hanîfe'den son rivayet edilen görüşe göre; meydana gelmesi matlub olmayan bir şarta bağlanan adaklar için yemin keffareti ödemek yeterli olur: Meselâ; 'falan adamla konuşursam...' veya; 'eve girersem, bir sene oruç tutmak...1 veya;'sahibi bulunduğum şeyi sadaka olarak vermek üzerime adak olsun'demek gibi... Bulmam Muhammed'in kavlidir. Umumî belva ve zaruret sebebiyle bazı âlimler de bu kavli benimsemişlerdir. Adak sahibi taahhüdünü yerine getirirse, yine mes'ûliyetten kurtulmuş olur. Çünkü bunda yemin mânası vardır ki, o da işin yapılmasını menetmektir. Bu, lâfzen adak olur. Dolayısıyla adak sahibi ikisinden birini tercih edebilir. Adağını (meydana gelmesi) matlup olan bir şarta bağlarsa, meselâ; 'Allah (cc) hastama şifa verirse...'veya; 'borcumu ödememi nasib ederse...1 veya; 'bu yolculuğumdan dönersem.... adağım olsun' derse; söylediği şartın meydana gelmesi halinde ancak, adadığı şeyi yerine getirmesi gerekir. Çünkü o bunu lâfzı ile adamıştır. Bunda yemin mânası yoktur. [65]
'Bu işi yaparsam, malımdan bir dirhem sadakadır' der ve o işi yapar da, mülkiyetinde sadece yüz dirhem varsa, bu paradan başkasını sadaka olarak vermek gerekmez. Çünkü kişinin mâlik olmadığı bir şeyi adaması sahih olmaz. Ömrü boyunca oruç tutmayı adayan bir kimse geçim işleriyle meşgul olduğu için zayıf düşer de, farizalarım ihlal etmemek için orucunu açar ve Ramazan ayındaki pir-i fâni gibi fidye verir, mes'ûliyetten kurtulur.
Bir kaç kez haccetmeyi adayan bir kimse bunu yapma imkânına sahip olmadığını bilirse, başkasına kendisine niyabeten haccetmesini emretmez. Çünkü o, yapamayacağı hacc sayısının kaç olacağını bilemez. Oruçta ise, hüküm bunun hilâfınadır. Ebû Hanîfe dedi ki; 'bir kimse 'on düşkünü doyurmak...' veya; 'on düşkünü giydirmek Allah (cc) için adağım olsun' derse, yemin keffaretinde kendisi için yeterli olan, ancak bu durumda kendisi için yeterli olur.' Zira -evvelce de açıkladığımız gibi-adak; Allah (cc) in vâcib kıldığı şeylerin cinsinden olduğu takdirde muteber olur.
Yine bir kimsenin; 'Allah (cc) için miskinlerin yemeği benim üzerimedir1 demesi; 'Allah (cc) için miskinlerin yedirilmesi benim üzerimedir' demesi gibidir. Çünkü taam (yemek) bir ayn adıdır. Ancak fiilin, yani düşkünlere yemek yedirmenin vâcib kılınması sahih olur. Ebû Yûsuf dedi ki; bir kimse; 'Allah (cc) için yemek yedirmek adağım olsun' derse; bir lokma dahi olsa, dilediği şeyi yedirir. Sayı kastetmeksizin oruç tutmaya veya sadaka vermeğe niyyet ederek; 'üzerime adak olsun1 derse; oruca niyyet etmesi halinde üç gün oruç tutması, sadakaya niyyet etmesi halinde ise yemin keffaretindeki vacibe itibar olunarak on düşküne yemek yerdirmesi gerekir. Çünkü bunlarda en az sayı budur ve kesin olan da budur.
Bir kadın hayızlı günlerinde oruç tutmayı adar veya; 'Allah (cc) için yarın oruç tutmak adağım olsun' der de, yann hayız hali başlarsa; bu adağı İmam Muhamnıed ile Züfer'e göre bâtıldır. Çünkü bu durumda o kadın orucu, oruç tutmanın düşünülemeyeceği bir vakte izafe etmiştir.
Ebû Yûsuf dedi ki; 'ikinci mes'elede orucunu kaza eder.' Çünkü orucu kendisine vâcib kılması, oruç tutmaya aykırı olmayan bir halde sahih olarak kendisinden sâdır olmuştur. Ve orucu; oruç tutmaya aykırı olan bir zamana izafe etmemiştir. Çünkü o zaman da oruç tutması düşünülebilir. Ancak bu kadın hastalık gibi muhtemel bir ânza sebebiyle orucu tutmaktan âciz kalmıştır. Dolayısıyla orucunu daha sonra kaza eder ve bu durumda o kadın bir ay oruç tutmayı adamış gibi olur. Ancak o ay içindeki hayızlı günlerinin oruçlarını daha sonra kaza eder. Zira bir ay içindeki günlerin tamamının hayızsız geçmesi imkânsızdır. Dolayısıyla bir ay oruç tutmayı kendisine vâcib kılması sahih olur.
Bir kimse, falan adamın geleceği günde oruç tutmayı adar da, falan şahıs geceleyin gelirse, adakta bulunanın oruç tutması gerekmez. Aynı şekilde falan şahıs gündüzün zevalden sonra veya evvel gelir de, adak sahibi bir şeyler yemişse; İmam Muhammed'e göre o adamın bir şey yapması gerekmez. Çünkü bir işi bir şarta bağlayan kimse o şartın meydana gelmesi ânında o işi yapacağım söylemiş gibi olur.
Ebû Yûsuf dedi ki; 'son iki fasılda orucunu kaza eder. Yann oruç tutmayı adayıp da, yann hayız görmüş gibi olur. Falan adam Ramazanda veya Ramazan bayramının ilk gününde gelirse; daha sonra orucunu kaza etmesi gerekir. Ramazanda veya Ramazan bayramının ilk gününde oruç tutarsa; adağını yerine getirme bakımından bu onun için yeterli olmaz. Çünkü sahih bir şekilde o orucu kendi üzerine vâcib kılmıştır.
Bir rek'at namaz kılmayı veya yanm gün oruç tutmayı adarsa; iki rek'at namaz kılması veya bir gün oruç tutması gerekir. Çünkü Allah (cc) in zikrini, kıraatini ve bazılarına göre vitir gibi şeyleri kapsadığından dolayı, bir rek'at de genel olarak ibadet ve namazdır. Yanm gün oruç tutmak da kuşluk yemeğini yememek gibi bir kurbet ve ibadettir. Bunlan adamak sahihtir. Sonra adayanın bir günlük orucu tamamlaması gerekir. Çünkü oruç tutmak ve namaz Şer'an bölünme kabul etmez. Bu, zaruretten dolayı namazı iki rek'ate, yanm günlük orucu da bir güne tamamlamak gerekir.
Üç rek'at namaz kılmayı adayanın; Ebû Yûsuf a göre dört, Züfer'e göre iki rek'at namaz kılması gerekir. Abdestsiz namaz kılmayı adayanın adağı bir hüküm ifade etmez. Ebû Yûsuf a göre bu şahsın abdest alıp namaz kılması gerekir. Çünkü namazın aslını kişinin kendisine vâcib kılıp adaması sahih, vasfın; yani abdestsizliğin adanması bâtıldır. Kıraatsiz veya çıplak olarak namaz kılmayı adarsa, -Züfer'in hilâfına- bu adak sahih olur ve Örtünmüş olarak kıraatle namaz kılması gerekir. Çünkü -evvelce de açıkladığımız gibi- genelde bu namaz ümminin ve elbise bulamayan kimsenin namazı gibi ibadettir ve adanması sahihtir. [66]
Oğlunu kesmeyi ve kurban etmeyi adayan kimsenin bir koyun kesmesi gerekir: Bu Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'in görüşüdür. Kişinin kendisini veya kölesini kurban etmeyi adaması da İmam Muhammed'e göre böyledir.
Kişinin anne ve babasını kurban etmeyi adamasının sahih olup olmadığı hususunda Ebû Hanîfe'den iki rivayet nakledilmiştir: Esahh kavle göre böyle bir adakta bulunmak sahih değildir. Ebû Yûsuf ile Züfer dediler ki; böyle bir şey yapmak doğru değildir. Çünkü bu mâsiyettir. Bu sebeple böyle bir adak sahih olmaz.
Kişinin oğlunu kurban etmeyi adamasının saihih olduğu, ancak onun yerine bir koyunu kurban etmesi gerektiğini söyleyen Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed'in gerekçeleri şudur: Hz. Ali (ra), İbn. Abbas (ra) ve diğerlerinden oluşan bir grup sahabi de bu görüştedirler. Bunun gibi başka bir adağın şahinliği kıyasen bilinmediği için, bu sımâî olarak sahihtir. Zira kişinin oğlunu kurban etmeyi kendisine vâcib kılması; bir koyun kesmeyi kendisine vâcib kılmasından ibarettir. Hatta oğlunu Mekke'de kurban etmeyi adamışsa, Mekke hareminde bir koyun kesmesi gerekir. Bunun açıklaması Hz. İsmail (as) in kurban edilmesi kıssasında mevcuttur. Doğrusu Allah (cc) Hz. İbrahim'e oğlunu kurban etmesini emretmişti:
"(Babacığım!Emrolunduğunişiyap."'(Sâffât: 102). Sonrada;
"Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin." (Sâffât: 105). diyerek oğlunun yerine bir koç kesmesini emretmişti. Böylece bu da bizim dinimizde bir hüküm haline gelmiştir.
Bu ya şu âyet-i kerîmeden dolayı bizde bir hüküm haline gelmiştir;
"Sonra da sana; doğru yola yönelerek İbrahim'in dinine uy! O müşriklerden, değildi, diye vahyettik." (Nahl: 123). Ya da bizden evvelkilerin şeriatleri neshedilmedikçe, bizim için de bağlayıcı olduğundan dolayı, bu bizim dinimizde de bir hüküm haline gelmiştir. Bunun benzeri adaklar da vardır.
Kabe'ye adakta bulunmak; hacc ve umreden ibarettir. Hedy adamak da bir koyun kesmeyi adamaktır. Bunun benzerleri çoktur. Hal böyle olunca bir kimse oğlunu kurban etmeyi adayınca, bu bir koyun kesmekten ibarettir. Bu mâsiyet olmaz. Aksine bu bir kurbet ve ibadettir. Hatta İsbicabî ve diğer âlimler dediler ki; oğlunu kurban etmeyi adayan bir kimse bizzat onu boğazlamayı kasteder ve bunun günah olduğunu bilirse, adakta bulunması sahih olmaz. Buna benzer olarak pir-i faninin oruç tutmayı adaması kendisinin helakine yol açacağından dolayı mâsiyet olup, sahih olmaz. Bu kişinin adağı sahihtir. Ancak oruç tutmayıp fidye vermesi gerekir ve bu da aynı şekilde fidye vermeyi taahhüt etmek gibi olur.
Kişinin kendini veya kölesini kurban etmeyi adamasına gelince; İmam Muhammed'e göre bu kişi velayeti sebebiyle oğlunu kurban etmeyi adayabildiğine göre, kendisini veya kölesini kurban etmeyi adaması haydi haydi caiz olur. Ebû Hanîfe'ye göre bu durumda koyun kesmenin caiz olması kıyasa muhaliftir. Biz bunu Hz. İbrahim (as)in kıssasından istidlalde bulunarak öğrenmiş bulunuyoruz. Bu kıssa da kişinin kendi oğlunu kurban etmesine münhasırdır. Bu hüküm sadece bununla alâkalıdır.
'Oğlumu öldürmek adağım olsun1 diyen bir kimsenin bir şey yapması gerekmez. Bu hususta icmâ vardır. Çünkü buna dâir nassda öldürme değil, boğazlama lâfzı vardır. Nahr kelimesi de zebh (boğazlama) kelimesi gibidir. Öldürme kelimesi ise böyle değildir. Çünkü zebh ve nahr kelimeleri Kur'ân-ı kerîmde kurbet ve ibadet sadedinde söylenmişlerdir. Öldürme kelimesi ise, ancak ceza, intikam ve yasak sadedinde söylenmiştir. Zira bir kimsenin bir koyunu kurban etmeyi öldürme lafzıyla adaması sahih olmadığına göre; kendi oğlunu kurban etmeyi bu kelime ile adaması evleviyetle sahih olmaz.
Doğrusunu, noksanlıklardan münezzeh olan Allah (cc) daha iyi bilir. [67]
[1] Arabe: Evs kabilesine mensup Ensardan bir zat (ra).
(Mütercim).
[2] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/337-338.
[3] Bu hadîsi Buharı, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî,
İbn. Mâce, Mâlik ve Ahmed rivayet etmiştir.
[4] Bu hadîsi Müslim ve Neseî rivayet etmiştir
[5] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/338-339.
[6] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/340.
[7] Bu hadîsi Ahmed ve Deylemî rivayet etmiştir
[8] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/340-343.
[9] Bu hadîsi Buharî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî,
İbn. Mâce, Mâlik ve Ahmed rivayet etmiştir
[10] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/343-344.
[11] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar,
Ümit Yayınları: 3/344-346.
[12] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/346.
[13] Bu hadîsi Buharî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî,
İbn. Mâce, Mâlik ve Ahmed rivayet etmiştir.
[14] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/346-347.
[15] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/347-348.
[16] Basra ve Küfe ekolü; Arap Dilinin sarf ve nahvi
(kelime ve cümle bilgileri vs.) hususunda araştırmalar, çalışmalar ve
tartışmalar yapmış iki ekoldür. Bunlara 'Basriyyûn' ve 'Kûfıyyûn' denilmiştir.
Ne gariptir ki; bu ekollerin en ileri gelenleri -kendi lisanları ile
ilgilenmeyi bırakarak- Arapça ile alâkalı çok değerli çalışmalar yapan
acemlerdi.
[17] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/348-351.
[18] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/351-352.
[19] Bu hadîsi Buharî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî,
îbn. Mâce, Mâlik ve Ahmed rivayet etmiştir.
[20] Bu hadîsi Tirmizî, Ahmed ve Hâkim rivayet etmiştir.
[21] Bu hadîsin ilk maktamı Müslim ve Neseî rivayet
etmiştir
[22] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/352-353.
[23] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/354-355.
[24] Bu hadîs Ahmed ve Taberânî rivayet etmiştir. no- Bu
hadîsi Ebû Dâvud ve İbn. Mâce tahrîc etmiştir.
[25] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/355-356.
[26] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/357.
[27] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/357-358.
[28] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/359.
[29] Hanefî
mezhebinde meşayıhdan kasıt;
Ebû Hanîfe devrine yetişe-meyenlerdir
[30] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/359-361.
[31] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/361-362.
[32] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar,
Ümit Yayınları: 3/362.
[33] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/362-364.
[34] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/364-368.
[35] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/369-370.
[36] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/370-373.
[37] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar,
Ümit Yayınları: 3/373-374.
[38] Ahmed b.
Hanbel'in rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfde; 'uğursuzluğun evde,
kadında ve atta' olduğu ifade edilmiştir.
[39] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar,
Ümit Yayınları: 3/374-379.
[40] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/379-381.
[41] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/381-389.
[42] Bu hadîsi Tirmizî, Neseî, Ahmed ve İbn. Hibbân tahric
etmiştir.
[43] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/386-387.
[44] Hazarı; şehir ve köy halkı gibi yerleşik olarak bir
yerde oturan ve sefer halinde bulunmayanlara-denilir. (Mütercim).
[45] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/387-388.
[46] Bedevî; otlak ve sulan bulunan geniş arazilerde konup
göçerek yaşayanlara denilir
[47] Hanefî mezhebinde 'ashabımız (ashabıma) tâbirinden;
meşhur olan üç imam (Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed) anlaşılır
[48] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/388-389.
[49] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/389-392.
[50] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/392-393.
[51] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/393.
[52] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/393-394.
[53] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/394-395.
[54] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/395-397.
[55] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/397-400.
[56] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/400-401.
[57] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/401-402.
[58] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/402-403.
[59] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/403-405.
[60] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/405-407.
[61] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/407-408.
[62] Bu hadîsi Buharî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn.
MâceveAhmed rivayet etmiştir
[63] Bu hadîsi Tirnıizî, Ebû Dâvud, tbn. Mâce ve Ahmed
rivayet etmiştir
[64] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/408-409.
[65] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/409.
[66] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/410-412.
[67] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 3/412-414.