49- KERÂHİYET (YAPILMASI MEKRUH OLAN İŞLER)
Avret Yerine Bakması Haram Olmayanlar:
Tabibin, Kadının Avret Yerine Bakması Ve Kadınlara
Tedaviyi Öğretmesi:
Avret Yerleri Ve Daha Galiz Olanları:
Kadının, Kadın Ve Erkeklere Bakabileceği Yerleri:
Karının Ve Cariyenin Vücudundan Faydalanma:
Hayız Halinde Ve Makaddan Münasebet:
Erkeğin, Ebedî
Mahrem Kadınlarda Bakabileceği Yerler:
Mahremler Arasında Şehvet Korkusu:
Başörtüsü Hür Kadın İçindir, Cariye Îçin Değil:
Erkeğin, Yabancı Bir Kadının Eline Ve Yüzüne Bakması:
Hâkim Ve Şahidin Kadına Bakması:
El Ve Yüze El Sürmek Ve Tokalaşmak:
Küçük Kız Çocuğuna Bakmak Ve Dokunmak:
Evlenmek İstediği Kadına Bakmak:
Köle, Buruk Ve Zekeri Kesiklerin Haramlığı:
Erkeğin, Erkeğin Ağzını Öpmesi Ve Kucaklaması:
El Öpmek, Yer Öpmek Ve Hükümdar Huzurunda Secde Etmek:
İpeği Yere Sermek, Resimli Yaygı Ve Elbisenin Hükmü:
İpekli Kumaşlar Ve Savaşta İpek Elbise Giymek:
Kadın Ve Erkeğin
Altın Ve Gümüşü Kullanabileceği Yerler:
Yüzüğün Sünnet Oluşunun Şartı Ve Şekli:
Dişleri Altın Ve Gümüş Telle Bağlamak:
Çocuğun Altın Ve İpek Kullanması:
Gümüş Yaldızlı Kap, Eğer, Kürsü Ve Divan:
Altın Ve Gümüş Kaplamalı Kaplar:
İhtikâr (Karaborsacılık) İn Tarifi Ve Şartı:
Şehre Yiyecek Getirenleri Yolda Karşılamak:
İhtikâr Yapana Edilecek Muamele Ve Fiat Tahdidinin
Hükmü: \
Şarapçıya Şıra Satmak Ve Zımmîye Âit Şarabı Taşımak:
Evi; Havra Veya Kilise Olarak Kiraya Vermenin İçki
Taşımaya Kıyası:
Kuru Hayvan Gübresi Satmanın Hükmü:
Mekke Arazisini Satmak Ve Kiraya Vermek:
Harem, Hz. İbrahim (As) İn Vakfıdır:
Koca, Karısının Îzni Olmadan Azil Yapamaz:
Hadımın Hizmetçiliği Ve Hadım Etmenin Hükmü:
Satranç, Tavla Ve Diğer Oyunları Oynamak:
Törpülemek, Yüzden Kıl Aldırmak:
Allah (Cc) Dan Başkası Hakkı İçin İstemek:
Kadın Ve Erkeğin Selamlaşması Ve 'Yerhamükellah' Demesi:
Kur'ân-I Kerîm Okuyana Selâm Vermek:
Kadıya, Valiye Emirlere Ve Ders Verene Selâm Verilmemesi:
Zımmîlere Selâm Vermek Ve Almak:
Gayrimüslimleri Ziyaret Ve Onlara Duâ:
Sultanın Makamında Hak Olmayan Şeyi Söylemek:
Düğünde veya Çocuğa Def Çalmak:
Devlet Reisinin, Evinde Fâsıklık Yapana Müdahalesi:
Münker İşleyenin Kendisi Gibi Birine Mâni Olması:
Mushafa İşaret Koymak, Noktalamak Ve Yaldızlamak:
Camileri Nakışlayıp Süslemek Ve Sıvamak:
Camide Dünya İşleri Ve Tâziyet Yapmak:
Camide İlim Talebi Ve Kitab İstinsahı:
Camilerin Kapılarının Kapatılması:
Müşrik Ve Zımnimin Mescid-İ Haram'a Ve Diğer Mescidlere
Girmesi:
Müslümanların Uymaları Gereken Kurallar
Tırnak, Koltukaltı, Kasık, Sakal, Bıyık Temizliği Ve
Traşı:
Kesilen Tırnak Ve Saçlann Gömülmesi:
Karında Teşekkül Etmiş Çocuğu Almak:
Ölü Kadının Karnından Canlı Çocuğu Çıkarmak:
Başkasına Âit Değerli Malı Yutup Ölen:
Vücudu Belirmemiş Çocuğu Almak (Kürtaj):
Hıristiyan Babayı Kiliseye Götürüp Getirmek:
Zâlimlerin Yanma Gidip Gelmek:
Atı Koşturmak, Burmak Ve Terbiye Etmek:
Peygamberler Ve Ashabın Büyükleri Çalışır, Sebeplere
Tevessülle Kazanırlardı:
İlim Talebi, Farziyeti Ve Kısımları:
Evde Azık Saklamak Ve Depolamak:
Doyumdan Fazla Yemek Gereken Yerler:
Zaruret Halinde Leş Yemenin Hükümleri:
Tedavi Olmayıp Ölüme Gitmenin Hükmü:
Yemek Hazırlama ve Ekmekte İsraf:
Dilenciliğin Meşruiyeti, Şartları:
Devlet Adamlarının Hediyelerini Kabul Etmek:
Bu bölümde yapılması mekrüh olan işlerle mekrüh olmayan işler açıklanacaktır. Bu bölüme Kerâhiyet adı verilmiştir. Kendisinden sakınmak vâcib olduğu için mekrühun açıklanması çok mühimdir. Muhtasar adlı eseri ve bu eserinin şerhinde Kudurî bu bölüme; 'El- Hazru ve'l- İbâha' adını vermiştir. Bu doğrudur. Çünkü hazr kelimesi menetmek, ibâha kelimesi de serbest bırakmak mânasındadır. Bu bölümde dinimizin menettiği şeylerle serbest bıraktığı şeyler açıklanacaktır.
Bazıları buna istihsan adını vermişlerdir. Çünkü bu bölümde dinimizin güzel gördüğü şeylerle çirkin gördüğü şeyler açıklanmaktadır. Bu bölümde ad olarak istihsan kelimesinin kullanılması daha güzeldir. Ya da bu bölümdeki mes'elelerin çoğu istihsanî olduklarından ve bunlarda kıyasa yer olmadığından dolayı, bu bölüme bazıları 'istihsan' adını vermişlerdir.
Bazıları da bu bölüme;
'Kitabü'z- Zühd ve'l- Verâ' adını vermişlerdir. Çünkü bu bölümdeki mes'elelerin
çoğunu Şeriat serbest bırakmıştır. Ama zühd ve verâ onların yapılmamasını
gerektirir. İmam Muhammed'e göre mekrüh, haramdır: Ancak o bu hususda bir nass
bulamadığı için, bunun mutlak surette haram olduğunu söylememiştir. Ebû Hanîfe
ile Ebû Yûsuf’a göre ise, harama yakın olan şeydir: Zira bu hususdaki deliller birbirleri ile çelişmektedirler
ve haramlık tarafı ağır basmaktadır. Bununla alâkalı olarak Peygamber Efendimiz
(sas) şöyle buyurmuştur:
“Helâllik ve haramlık delilleri bir araya geldiğinde
mutlaka haramlık delili, helâllik delilini alteder.” [1]
Tabip, sünnetçi, kadın sünnetçisi ve ebelerin bakması gibi bir zaruret dışında; bir kimsenin avret yerine bakmak haramdır. Biz avreti namaz bahsinde açıklamıştık: Bunun delili şu âyet-i kerîmelerdir:
“(Rasûlüm) mü'min erkeklere; gözlerini (harama)
dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle.” [2]
“Mümin kadınlara da söyle, (gözlerini (harama
bakmaktan) korusunlar. Namus ve iffetlerini esirgesinler).” [3]
Yani avret yerlerini
açılmaktan korusunlar ki, başkaları onların avret yerlerine bakmasınlar. [4] Bu mâna
müfessirlerden nakledilmiştir. Bu hususda Peygamber
Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Kardeşinin avret yerine bakan mel'ûndur.” [5]
Zarüret haline gelince; zarüretler mahzürları mübah kılarlar. Bilindiği gibi Allah (cc) açlık veya boğaza lokmanın tıkılması halinde şarap içmeyi; leş, domuz eti ve başkasının malını yemeği mübah kılmıştır. Çünkü zarüret halleri istisnaîdir. Bunula alâkalı olarak Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Allah (cc) din hususunda size hiçbir zorluk yüklemedi.”
[6]
“Allah (cc) her şahsı ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar.” [7] Zarüret halinde rahatlıkta olmayan zorluk ve mükellefiyetler vardır. Zarüret halinde kişi yukarıda sayılan şeyleri yapması vacibtir. Diğer bazılarına göre ise müekked sünnettir. Çünkü yukarıda sayılan tababet, sünnet etme ve doğurtma işleriyle ilgili kimse avret yerine bakmadan yapma imkânına sahip değildir. Şu halde bu işleri yapma emri; avret mahalline bakma emri demektir. Bundan da o yerlere zarüret halinde bakmanın mübahlığı gerekli olmaktadır. [8]
Tabibin bu gibi yerlerin nasıl tedavi edileceğini bir kadına öğretmesi uygun olur. Çünkü kadının kadına bakması, erkeğin ona bakmasına nispetle daha hafiftir. Zira bu usul fitneden daha uzaktır. Ama erkek tabibin kadın hastaya mutlaka bakması gerekiyorsa; hastasının avret yerine mümkün mertebe bakmaktan sakınmak için gözlerini mümkün mertebe yummalıdır. Bekâret kontrolü yaparken ve doğum yaptırırken ebe de böyle yapmalıdır. Bilindiği gibi, zina için şehâdette bulunmak için avret mahalline bakmak caizdir. Burada böyle bir zarüret bulunmadığı için, bakmaması daha iyidir. [9]
Dizdeki avret baldıra göre daha hafiftir. Dizini açana böyle yapmaması yumuşak bir dille söylenir. Sonra baldır gelir. Baldırı açana böyle yapmaması gerektiği sertçe söylenir. Sonra tenasül organı gelir; orasını açan tedip edilir.
Bir erkek diğer erkeğin avret yerinden başka bedeninin her yerine bakabilir: Bakılması yasak olan bedenin her tarafı değil, sadece avret yerleridir. Bu hüküm üzerinde icmâ edilmiştir. Ebû Hüreyre (ra) Hz. Ali (ra) nin oğlu Hasan (ra) ın göbeğini öpmüş ve; 'burası Rasülullah (sas) ın öptüğü bir yerdir' demişti. Erkekler de her zaman sokaklarda peştemal ile dolaşır ve hiç de yadırganmazlar. [10]
Bir kadın erkeklerin birbirlerinin bakabildikleri yerlerine kadar diğer kadının ve erkeğin yerlerine bakabilir: Birbirlerine şehvet duymadıkları, hamam vb. yerlerde birbirlerine bakmalarında zarüret olduğu için; kadının kadına bakmasında sakınca yoktur. Erkeğe bakmasına gelince; avret olmayan yere bakmanın mübahlığı açısından eşit oldukları için bunda da bir sakınca yoktur. Zira erkekler insanlar arasında tek bir peştemalle dolaşmaktadırlar. Kadın şehvetlenmekten kesin olarak korkar veya şehvetlenebileceğini kesin olarak zannederse; fitneden sakınmak için ona bakmaz. Bakması caiz olan yerleri ellemek de caizdir. Çünkü bakmakla ellemenin hükmü aynıdır. Ancak kadın şehvetten korkarsa, bunu yapmaz. [11]
Bir erkek karısının ve kendisine helâl olan cariyesinin bütün vücuduna bakabilir: Ellemesi, tenasül âletinden ve diğer yerlerinden faydalanması da helâldir. Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Ve onlar ki, iffetlerini korurlar. Ancak eşleri ve
ellerinin sahip olduğu (cariyeleri) hâriç. (Bunlarla ilişkilerden dolayı)
kınanmış değillerdir.” [12] Bu
hususda Peygamber Efendimiz (sas) de şöyle buyurmuştur:
“Zevcen dışında diğer kadınlara gözlerini kapat
(onlara bakma).” [13]
Kişinin kendi
karısının veya cariyesinin makadından ve hayız halinde de vaginasından
faydalanması helâl olmaz. Zira bir hadîs-i şerîfde Peygamber Efendimiz (sas)
şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse hayızlı (karısı) ile veya (karısına) makadından cinsî münasebette bulunur ya da bir kâhine gidip onun sözlerini tasdik ederse; Muhammed'e indirileni inkâr etmiş olur.” [14]
Karı kocanın birbirlerinin tenasül organlarına bakmaları mübahtır. İbn. Ömer (ra) in; 'tenasül âletine bakmak şehevî lezzeti elde etmek bakımından daha tesirlidir’ dediği rivayet edilir.
Bir görüşe göre denildi
ki; 'tenasül âletine bakmamak daha iyidir. Çünkü oraya bakmak insanda
unutkanlık meydana getirir.’ Bir hadîs-i şerîfde Peygamber Efendimiz (sas)
şöyle buyurmuştur:
“Biriniz zevcesiyle temasta bulunduğunda yapabildiği kadarıyla örtünsün. Eşek gibi soyunmasınlar.” [15]
Bir erkek kendisine mahrem olan kadınların ve başkalarına âit cariyelerin yüzlerine, başlarına, göğüslerine, dizlere kadar bacaklarına, omuzlara kadar kollarına ve saçlarına bakabilir: Bunun delili şudur:
“Zinetlerini kocalarından başkasına göstermesinler.” [16] Burada zinetten kasıt, zinet takılan yerlerdir. Zira elbise, takı, sürme ve diğer zinetlerin kendilerine bakmak; kadının yakınları için de, yabancılar için de helâldir. Burada maksat, zinet mahallidir. Muzâaf olan mahal kelimesi hazfedilip muzâafun ileyh olan 'zinet’ kelimesinin yerine kâim kılınarak âyet-i kerîmede kastedilen mâna zinetin takıldığı mahal olmuştur. Baş, tacın yeridir. Saç tokanın, kulak küpenin, boyun gerdanlığın, göğüs broşun, pazular pazubendin, bilek bileziğin, bacak da halhalın yeridir.
Rivayet edildiğine göre Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra), kızkardeşleri Ümm-ü Külsûm (ra) saçını taramakta iken yanına girerlermiş. Bu hususda nesep mahremiyeti ile süt ve hısımlık mahremiyeti arasında fark yoktur. Çünkü bunların hepsinde mahremiyet ebedîdir. Bakma ve ellemenin mübahlığı hususunda bu mahremiyletler derece bakımından birbirlerine eşittirler.
Şehvetten emin olduğu zaman bakmasında bir mahzur olmayan yerlere dokunmasında da bir mahzur olmaz: Çünkü onlarla birlikte yolculuk yapmanın helâl olduğu nass ile bildirilmiştir. Yolculukta bunları bineğe bindirip indirirken dokunma mecburiyeti vardır. Rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sas) sefer dönüşünde Hz. Fâtıma (ra) nın başını öpermiş, Hz. Ebûbekir (ra) de Hz. Âişe (ra) nin başını öpermiş. Muhammed b. Hanefiyye (ra) de annesinin başını öpermiş. [17]
Mahrem bir kadın
âdeten şehvet uyandıracak bir durumda değilse, erkek makamında olur. Ama bir
kimse şehvetleneceğinden korkar veya şehvetleneceğini kuvvetle zannederse; bu
gibi şeyleri yapmaması, aksine bunlara gözünü çevirmemesi uygun olur. Çünkü
koruluğun etrafında yayılan, yakın zamanda korunun içine düşer. Bununla alâkalı
olarak Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Seni şüphelendiren şeyi bırak, şüphelendirmeyen şeye yönel.” [18]
Kişinin kendi mahremleriyle başkasının cariyesinin göbekle diz aşağısına kadar olan yerlerine bakması caiz olmaz. Çünkü bu kısım avret mahallidir. Bunların karnına ve beline bakması da caiz olmaz. Çünkü zihârın hükmü; kişinin karısının belini annesinin beline benzetmesiyle sabit olur. Eğer bunların beline bakmak haram olmasaydı, zevciyetin mahremiyeti sabit olmaz ve onu annesinin eline ve ayağına benzetmesi gibi olurdu. Belin haramlığı sabit olunca, karnın haramlığı evleviyetle sabit olur. Çünkü karında şehvet daha fazladır. Şu halde haramlığı önceliklidir. Oysa burası zinet mahalli değildir. Erkek bunlarla yolculuğa çıkarsa; bunları bineğe bindirip indirirken bellerini ve karınlarını tutmasının bir sakıncası olmaz. Çünkü giysilerin üzerinden ellemek şehveti mûcib kılmaz ve bu bakmak gibi olur. Ama kadın çıplak olur veya üzerinde ince giysiler bulunur da, vücudunun sıcaklığı bu giysilerin üzerinden hissedilirse, fitneye düşmemek için ona elini dokundurmaz. Başkasının cariyesine gelince; o, dışarı çıkıp ihtiyaçlarını giderme, alış veriş yapma ihtiyacı hissettiği için, mahremlerde olduğu gibi, zaruri olarak gözler ona takılabilir ve elimiz değer. [19]
Rivayet edildiğine göre İbn. Ömer (ra) baş örtülü bir cariye gördüğü zaman, baş örtüsünü atar ve ona; 'alçak kadın, hürlere benzeme!' dermiş. Başkasına âit bir cariyenin karnına ve beline bakılmaz. Çünkü buralar şehvet mahallidir. Kendilerine karşı normalde şehvet duyulmadığı halde mahrem kadınların bu kısımlarına bakmak caiz olmadığına göre, başkasına âit cariyenin bu kısımlarına bakmak haydi haydi caiz olmaz, haram olur. Ancak evvelce de açıkladığımız gibi şehvet duyulmaması halinde bu mübah olur. Ancak bir erkek satın almak istediği bir cariyeye şehvetle bakabilir ama dokunamaz. Çünkü şehvetle dokunmak; başkasına âit cariyeden şehevî bakımdan istifade etmek olur ki, bu da haramdır. Ama bakmak faydalanmak değildir. Dokunmak ise; istimtâa, yani cinsî münasebete yol açacağı için haram kılınmıştır.
Başkasının cariyesiyle yolculuk yapmaya gelince; bir görüşe göre bu mahrem kadınlarla yapılıyormuş gibi helâldir. Başka bir görüşe göre ise, helâl değildir. Muhtar olan görüş budur. Çünkü başkasının cariyesine karşı çokça şehvet duyulur ama, mahrem kadınlara karşı duyulmaz. Ayrıca, başkasının cariyesiyle yolculuğa çıkıp onunla baş başa kalma mecburiyeti yoktur. Mahrem kadınlar için ise, açıkladığımız gibi böyle bir zaruret vardır.
Aynı şekilde cariyenin de kendisine yabancı olan bir erkeğin avret yeri hâriç bedeninin her tarafına bakması, ellemesi, dokunması şehvetle olmamak şartıyla helâldir. Çünkü âdete göre kadının cariyesi, kadının kocasına hizmet eder. Vücudunu elleyip ona yağ sürer. Bu da söylediğimiz şeyin caiz olduğuna delalet etmektedir. [20]
Erkeğin, kendisine yabancı olan bir kadına bakması caiz olmaz. Ancak şehvetten emin olursa, yüzüne ve ellerine bakabilir: Ebû Hanîfe'nin el ve yüze ayakları da eklediği rivayet edilmiştir. Zira bir şey alıp vermek için geçimini temin edecek biri bulunmadığında geçimini sağlamak, dünyevî ve uhrevî işlerini görmek, muamelelerini yapmak durumunda yüzünü tanıma, elini, ayağını ve yüzünü görme zarureti vardır. Bunda asıl delil şudur:
“Görünen kısımlar müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler.” [21] Sahabelerin büyük bir çoğunluğu dediler ki; meselâ sürme ve yüzük bir zinettir. Âyet-i kerîmede kastedilen bunların teşhiri değil, bunların sürüldükleri ve takıldıkları yerin teşhiridir. Sürmenin yeri yüz (yani yüzde bulunan gözler), yüzüğün yeri de eldeki parmaktır. Ayağa gelince; rivayet edildiğine göre ayak mutlak surette avret değildir. Çünkü kadın ayak üzerinde yürümek mecburiyetindedir. Yürürken de ayakları görünür. Ele ve yüze karşı daha fazla şehvet duyulmasına rağmen oralara bakmak helâl olduğuna göre, ayağa bakmak evleviyetle helâl olur. Bir rivayete göre ayaklar namazda avret değildir. Ama bakan kimse hakkında avrettirler. [22]
Ama şehvet duymaktan korkarsa, o kadının eline ve yüzüne hâkim ve şahitten başkasının bakması caiz olmaz: Şahidin şehâdette bulunmak, hâkimin de hüküm vermek için ilgili kadını tanımasında zarüret vardır. Zina dâvasında şehâdette bulunmak için erkeğin, kadının avret mahalline bakması da caiz olur. [23]
Şehvet duymayacağından emin olsa bile, nâmahrem kadının elini ve yüzünü elleyemez: Çünkü ellemek, bakmaktan daha ağır ve galizdir. Bakmaya nisbetle ellemekle daha fazla şehvet duyulur. Bir erkek şehvet uyandırmayacak derecede yaşlı bir kadınla veya bir kadın kendisinde şehvet kalmamış bir erkekle tokalaşabilir. Zira rivayet edildiğine göre Hz. Ebûbekir (ra) kocakarılarla tokalaşırmış. Abdullah b. Zübeyr (ra) de hastalandığında kendisine bakıcılık yapan bir kocakarıyı ücretle tutmuştu. Bu kadın tedavi için onun vücudunun gerekli yerlerine elini sürüyor, saçını düzeltiyor ve başındaki bitleri ayıklıyordu. [24]
Şehevî arzu uyandırmayan küçük yaştaki bir kız çocuğuna dokunup ona bakmanın bir sakıncası yoktur. Çünkü bu durumda fitne korkusu yoktur. [25]
Bir kadınla evlenmek
isteyen bir kimse kendisinde şehevî duygunun uyanmasından korksa bile o kadına
bakabilir. Çünkü Peygamber Efendimiz (sas) bir kadınla evlenmek isteyen Muğîre
b. Şu'be (ra) ye şöyle buyurmuştur:
“O kadına bak; çünkü ona bakman, aranızda ülfet meydana gelmesine daha çok vesile olur.” [26]
Köle, (sahibesi olan) hanımına karşı nâmahrem bir erkek gibidir: Çünkü o hanıma yabancı bir erkekten ne kadar fitne gelecekse, köleden de o kadar fitne gelir. Hatta çokça bir araya geldiklerinden dolayı, daha fazla fitne gelebilir. Bunun haramlığmı bildiren nasslar mutlaktırlar.
“Mümin kadınların ellerinin altında bulunanlara zinetlerini gösterebilirler.” [27] 'Ellerinin altında bulunanlar' sözüyle kadınların köleleri değil, cariyeleri kastedilmiştir. Hasan ile İbn. Cübeyr böyle demişlerdir. Bu hususda buruk, zekeri kesik ve sağlam erkek aynıdırlar: Çünkü âyet-i kerîme bunların tamamını içine almaktadır. Küçük çocuk nass ile istisna edilmiştir. Buruk, cinsî münasebette bulunabilir. Zekeri kesik olan da sevişir. Şu halde sağlam yapılı erkek gibi, bunların da fitnesinden emin olunamaz. [28]
Bir erkeğin başka bir
erkeğin ağzını veya her hangi bir yerini öpmesi yahut onu kucaklaması mekrühtur:
Ebû Yüsuf’dan rivayet edilen bir görüşe göre; bunda bir sakınca yoktur. Bazı
âlimlerden naklolunduğuna göre, iyilik ve ikram maksadıyla yapılıp da,
şehvetten korkulmazsa; erkeğin erkeği öpüp kucaklamasında bir sakınca yoktur.
Zira rivayet edildiğine göre Hayber fethedildiğinde Rasûlullah (sas)
Habeşistan'dan gelen amcazadesi Cafer b. ebî Tâlib (ra) i kucaklamış, iki
gözünün arasını öpmüş ve şöyle buyurmuştur:
“Bilemiyorum hangisine sevineyim? Hayber'in fethine mi, yoksa
Cafer'in gelişine mi?”
Bu hususdaki zahir kavlin izahı şöyledir: Rasûlullah (sas) erkeklerin öpüşmelerini ve kucaklaşmalarını yasaklamıştır. Cafer'le alâkalı rivayet bu yasağın konulmasından evveldir.
Erkeğin erkekle tokalaşmasında bir sakınca yoktur: Bu ilk kuşaktan günümüze kadar müslümanlar arasında var olagelen kadim bir sünnettir. [29]
Âlimin ve adaletli sultanın elinin öpülmesinde de bir sakınca olmaz: Zira sahabeler Rasûlullah (sas) ın elini öperlerdi. Süfyan b. Uyeyne'nin; 'âlimin ve âdil sultanın elini öpmek sünnettir’ dediği, onun böyle demesi üzerine Abdullah b. Mübarek'in de kalkıp başını öptüğü rivayet edilir.
Sultanın veya adamlarından birinin huzurunda yer öpmekle kâfir olunmaz. Çünkü bu bir selamlamadır, ibadet değildir. Hükümdarın huzurunda secde etmeye zorlanan kimse için en iyisi secde etmemektir. Çünkü bu küfürdür. Ama sultanın huzurunda selâmlama şeklinde secde etmekle bir kimse kâfir olmaz. [30]
Kadınların ipek elbise
giymesi helâl, erkeklerin giymesi ise haramdır. Ancak erkekler bir işaret
olarak dört parmak kadar bir parçayı kullanabilirler: Bunula alâkalı olarak Hz.
Ali (ra) nin şöyle dediği rivayet edilir; 'Rasûlullah (sas) sol eline bir parça
ipek, sağ eline de bir altın aldı. Sonra
ellerini kaldırıp bu iki şeyi göstererek şöyle buyurdu:
“Doğrusu bu iki şey ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helâldir.” [31]
Hz. Ömer (ra) in de şöyle dediği rivayet edilmiştir; 'Rasûlullah ipek giymeyi erkeklere haram kıldı. Ancak şu kadar ve şu kadar hâriç.' Böyle derken üç veya dört parmak gösterdiği rivayet edilir. Bir rivayette anlatıldığına göre; Rasûlullah (sas) iki, üç veya dört parmak miktarı hâriç, ipek elbise giyilmesini yasaklamış ve bu az miktarla da, işaret için giyilebileceğini kastetmiştir. [32] İskenderiye hükümdarı Mukavkıs da Rasûlullah (sas) a kenarı ipek olan bir cübbe hediye etmiş, Peygamber Efendimiz (sas) de bu cübbeyi giymişti. Çünkü insanlar şâir zamanlarda da üzerinde işaretler bulunan elbiseleri giymeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. İşaretli kısım elbiseye tâbi olduğu için, hükümsüzdür. [33]
İpekten yastık ve yatak yapmakta bir mahzur yoktur: İpek perde kullanmak ve böyle bir perdeyi kapıya asmak da böyledir. İmameyn dediler ki; 'yasak umumî olduğu için, ipeğin bu şekilde kullanılması da mekrühtur. Çünkü bu acemlerin giysilerindendir ve bu bize yasak kılınmıştır.' Ebû Hanîfe'nin bu mes'eledeki görüşünün gerekçesi şudur; yasak, ipek elbise giymek hakkında konulmuştur. İpeğin bu anlatılan şekilde kullanılması giymek sayılmadığından, yasak kapsamına girmez. Zira az miktarda ipek giymek helâldir. Bu da işaret maksadıyla olur. Aynı şekilde az miktarda kullanmak da helâldir. Ancak bunu çoğaltmanın caiz olmayacağı hususunda icmâ vardır. [34]
Rivayet edildiğine göre İbn. Abbas (ra) ın yerdeki yaygısı üzerinde ipekten bir yastığı varmış. İpeğin yere serilmesi onu hafife almaktır. Bu, yerdeki yaygı üzerinde bulunan resimler gibi olur. Resimli yaygı üzerinde oturmak caizdir. Ancak resimli elbise giymek caiz olmaz. [35]
Uzatma ipleri ipek ve dokuma ipleri pamuk veya yünden olursa, böyle bir kumaştan elbise giymekte bir mahzur yoktur: Çünkü kumaş dokumayla, dokuma da uzatma iplikleriyle olur. Burada uzatma ipleri değil de dokuma ipleri nazar-ı itibara alınır. Uzatma iplikleri ipek, dokuma ipleri ipekten başka bir şeyse; böyle bir kumaştan yapılan elbisenin savaşta da, başka zamanlarda da giyilmesi icmâen caizdir. Bunun tersi olursa; böyle bir elbisenin hususî olarak savaşta giyilmesi yine zarüret dolayısıyla icmâen caiz olur. Böyle bir elbiseyi savaşta giyen daha heybetli görünür ve silahın zararı daha fazla bertaraf edilir.
İmameyn dediler ki; 'savaşta ipek elbiseler giymek caizdir. Zira Şa'bî'nin rivayetine göre Rasûlullah (sas) savaşta ipek ve ibrişim elbiseler giyilmesine ruhsat vermiştir. Çünkü bu silahın zararına fazlasıyla mâni olur, kişiyi düşmanın gözüne daha heybetli gösterir. Dolayısıyla giyilmesine ihtiyaç vardır.'
Ebû Hanîfe dedi ki; 'bu hususdaki yasak umumî olduğundan dolayı, ipek elbise giymek caiz olmaz. Haram, zaruret olmadan helâl olmaz. Bu zaruret ipeğe başka bir maddenin karışmasıyla ortadan kalkmış olmaktadır. Hâlis ipek katıksızlık meziyetine sahipse de, karışık ipek de sağlamlık ve kalınlık meziyetine sahip olduğu için, ikisi birbirine eşit ve denk olur. Giyilen ipek elbise ince ise, düşman onunla ürkütülemeyeceği için, giyilmesinin caiz olmadığı hususunda icmâ vardır.
Nevâdirü'l- Hişam'da İmam Muhammed'den nakledilen bir görüşe göre; elbisenin yakasının ipekten, uçkurunun da ipek veya ibrişimden olması mekrühtur. Çünkü bu tam bir kullanmadır. Atabî kumaşı gibi, uzatma iplikleri ipekten olup, görünür vaziyette olan bir kumaştan yapılmış elbiseyi giymek bir görüşe göre mekrühtur. Çünkü bunu giyen görünüşe göre ipek giymiştir ve bunda böbürlenmek vardır. Başka bir görüşe göre mekrüh değildir. Çünkü evvelce de açıkladığımız gibi uzatma ipliği değil de, dokuma ipliği nazar-ı itibara alınır. Bu kumaşın da dokuma ipliği ipek değildir. [36]
Teri ve sümüğü silmek için ipek mendil kullanmak mekrûhrtur. Çünkü bu kibirden sayılan işlerdendir. Ama ipek mendili pislik ve kazuratı silmek için kullanmanın sakıncası yoktur. Müslümanlar öteden beri alışkanlık haline getirdikleri için, abdestten sonra ipek mendille kurulanmanın da bir sakıncası yoktur. Bunu kibirlenmek için yapıyorsa, bağdaş kurup sırtı duvara vermede olduğu gibi mekrüh olur; ama ihtiyaçtan dolayı bunu yapıyorsa; mekrüh olmaz, demişlerdir. [37]
Kadınların altın ve gümüş zinet takınması helâldir. Erkekler ise naklettiğimiz hadîs-i şerîfden dolayı haramdır. Ancak erkeklerin gümüş yüzük ve kemer takmaları, kılıçlarına gümüşten süs koymaları, altından veya gümüşten elbiseye yazı koymaları, dikiş atmaları ve dişlerini gümüşle bağlamaları helâldir: Erkeklerin gümüş yüzük ve kemer takmaları ve kılıçlarını gümüşle süslemelerinin caiz olduğu hususunda icmâ vardır. Rasûlullah (sas) ın gümüş bir yüzüğü vardı ki; üzerine Muhammedün Rasûlullah ibaresi nakşedilmişti. Peygamber Efendimiz (sas) altın yüzük kullanılmasını yasaklamıştır. [38]
Sonra yüzük takmak; sultan, kadı ve bunların makamlarında olanlar için sünnettir. İhtiyacı olmayanların ise, yüzük takmamaları daha iyidir. Sünnet olan; yüzüğün bir miskal veya daha az ağırlıkta olması, kadınların aksine kaşın elin iç tarafına dönük olmasıdır. Çünkü kadınlar yüzüğü zinet için takarlar ama, erkeklerinki zinet değildir.
Yüzüğün kaşının akik, fırûzec, yakut vb. taşlardan olması caizdir. Yüzüğün kaşına sahibinin adını veya Allah (cc) ın güzel isimlerinden birini yazdırması caizdir. İnsanlar bunu teamül haline getirmişlerdir ve bu teamül hiç bir itirazla karşılaşmamıştır. Kaşın deliğini altın çivi ile tıkamanın bir sakıncası yoktur. Çünkü bu az bir miktardır ve işarete benzemektedir. [39]
Erkeklerle kadınların demir ve tunç yüzük takmaları mekrühtur. Çünkü bu cehennemliklerin zinetidir ve yasaklanmıştır. Rasûlullah (sas) ın kılıcının kabzasının gümüşten olduğu rivayet edilmektedir.
Elbiseye altından veya gümüşten yazı koymak da elbisede işaret için ipek kullanmanın câizliğinde açıkladığımız gibi caizdir. Gümüş kaplar mes'elesindeki ihtilafa binâen Ebû Yûsuf bunu mekrüh görmüştür. [40]
Dişleri gümüş telle bağlamanın câizliği Ebû Hanîfe'nin görüşüdür. İmameyn buruna kıyasla dişlerin altın telle bağlanmasının caiz olduğunu söylemişlerdir. Rivayet edildiğine göre Kulâb savaşında ashapdan Arfece (ra) burnunu kaybetmiş, o da gümüşten bir burun yaptırmış; ne var ki bu da pis koku vermişti. Bunun üzerine Rasûlullah (sas) ona altından bir burun yaptırmasını emretmişti. Bu bir zarüret olduğu için caizdir.
Ebû Hanîfe'nin bu mes'eledeki görüşünün gerekçesi şudur; dişlerin bağlanmasında zarüret ednâ olan şeyle (gümüşle) giderilir. Ama burunda durum böyle olmadığı için, ikisi arasında fark vardır. [41]
Çocuğun altın zinetler takınması ve ipek giyinmesi ise mekrühtur: Ki, bunu alışkanlık haline getirmesin. Bilindiği gibi çocuk hayırlı işleri yapmaya ve haramları terketmeye alışsın diye namaz kılmak ve oruç tutmakla emrolunur, içki içmekten de menedilir. Burada da aynı durum söz konusudur. Günah; ona bu elbiseyi giydirenedir. Çünkü giydirme fiili ona izafe edilir. [42]
Altın ve gümüş kapları kullanmak caiz değildir: Bu hususda Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “Altın ve gümüş kaptan içen kimse karnında cehennem ateşini dolandırıp gürletmiş gibi olur.” [43]
Buhurdanlık, kaşık, yağdanlık, mil, sürmedanlık, ayna vb. şeyler de bu hükme tabidirler. Yasaklayıcı nasslar her ne kadar bu kaplardan içmekle ilgili iseler de, kullanma bakımından müsavi oldukları için diğer kaplar da bu mânadadırlar.
Hülâsa; bunlar kibirli kimselerin kılığı ve lüks içindeki kimselerin kullandıkları konfor eşyalarıdır. Bu da yasaktır ve hepsi, bu yasağın içine girerler. Yasak genel olduğu için, bu hususda erkeklerle kadınlar arasında fark yoktur ve bunun üzerinde icmâ edilmiştir.
Akik taşından, billurdan, camdan, kurşundan yapılmış kaplar kullanmada bir sakınca yoktur: Bunları kullanmada övünme olmadığı için, altın ve gümüş kaplar hükmünde olmazlar. [44]
Gümüş yerinden sakınıldığında, gümüşle yaldızlanmış bir kaptan su içmek ve gümüş yaldızlı divana oturmak caizdir (Ebû Yûsuf): Yani içerken ağzını gümüş yaldızlı yerden sakındırarak içmesi caizdir. Bir görüşe göre denildi ki; gümüş yaldızlı yeri eli ile tutmayıp sakınırsa, o kaptan su içmesi caiz olur. Ebû Yûsuf bunun mekrüh olduğunu söylemiştir. İmam Muhammed ise bu hususda tereddüt göstermiştir.
Gümüş yaldızlı eğer ve kürsü, altın ve gümüş tellerle raptedilmiş kaplar da bu ihtilaf ve tafsilâta tabidirler. Ebû Yûsuf’un bu mes'eledeki görüşünün gerekçesi şudur; bir kimse böyle bir kabın bir kısmını kullansa da tamamını kullanmış gibi olur. Dolayısıyla altın ve gümüş kap kullanmış sayılır. Ebû Hanîfe'nin bu mes'eledeki görüşünün gerekçesi ise şudur; bu eşyalardaki gümüş, eşyanın kendisine tâbidir. Esas' ise, tâbi olan değil, tâbi olunandır ve bu elbisedeki ipek işaret; yüzüğün kaşındaki altın çivi gibidir. Gümüş yaldızlı gem, üzengi ve eğerin kuyruğa bağlanan kayışı da bu hükme tâbidir. Gümüşten yapılan gem ve üzengiye gelince; bunların kullanılması haramdır. Bunları kullanan ayniyle gümüşü kullandığı için caiz olmaz. [45]
Altın ve gümüş kaplamalı kapları kullanmak icmâen caizdir. Çünkü altın ve gümüş bu kapların içinde istihlâk edilmekte, belli bir yerde saf olarak kalmamakta ve âdeta yok olmaktadır. Altın veya gümüş bir kapta bulunan çöven otunun suyu veya yağ ele dökülürse; İmam Muhammed; 'ben bunu mekrüh görürüm, ama böyle kaplarda bulunan misk, anber gibi kokuları kullanmayı mekrüh görmem. [46] Çünkü kişi elini veya çöpü daldırıp biraz koku çıkarır ve eline sürer. Böylece de o kabı kullanmış sayılmaz. Ama yağ ve çöven otu suyunu bu kaplardan elle dökmekle, kaplar kullanılmış olmaktadır' demiştir. [47]
İhtikâr kelimesi (ihtekere) fiilinin masdarı olup, bir şeyi toplayıp bir yerde saklamak ve alıkoymak mânasındadır. Hukre kelimesi de bunun ismidir. Halkına zararı dokunan bir bölgede insan ve hayvanların gıda maddelerinde ihtikâr yapmak mekrühtur. Bunun delili şu âyet-i kerîmedir:
“Kim orada (böyle) zulüm ile haktan sapmak isterse, ona
acı azaptan tattırırız.” [48] Hz.
Ömer (ra); 'Mekke'de gıda maddesini ihtikâr etmeyin. Çünkü bu sapmaktır'
demiştir. İbn. Ömer (ra) de Peygamber Efendimiz (sas) in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
“Gıda maddelerini halkın ayağına getiren bol rızıklıdır.
Halkın muhtaç olduğu şeyleri toplayıp ortadan
kaldıran kimse Allah (cc) ın
rahmetinden yoksundur.” [49]
Başka bir rivayete göre; “Melundur” denilmiştir. Başka bir hadîs-i şerîfde de Peygamber Efendimiz (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Bir yiyecek maddesini kırk gün stok eden kimse Allah
(cc) dan uzaklaşmış olur ve Allah (cc) da ona yakınlık göstermez.” [50] Ebû
Ümâme el- Bâhilî Rasûlullah (sas) ın gıda
maddesi ihtikârını yasakladığını rivayet etmiştir. Hz. Ömer (ra) Rasûlullah
(sas) ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Müslümanların gıda maddelerini saklayıp stok eden kimseyi Allah (cc) cüzzam ve iflâs ile vurur.” [51] ihtikârla insanlar darlık ve sıkıntıya düşürüldüğünden dolayı, caiz değildir. [52]
İhtikâr; şehirden veya şehire gıda ürünleri gelen yerden yiyecekleri satın alıp, bunları pahalanacağı vakte kadar saklayıp depolamaktır. Bunun şartı; saklanıp depolanan yerin, halkın ihtikârdan zarar görecek bir yerde yapılmasıdır. Çünkü bu yiyeceklere halkın hakkı taallûk etmektedir. Bazıları da ihtikâr yapmış sayılmak için; gıda maddesinin pahalı olduğu vakitte satın alınıp, daha da pahalanacağı vakte kadar bekletilmesinin şart olduğunu söylemişlerdir. Bunların hepsi de mekrühtur.
Hülâsa; yapılan stoklamanın ihtikâr sayılabilmesi için; bunun şehir halkına zarar vermiş olması şarttır. Ama büyük şehirdeki bir kimse gıda maddelerini depolarsa, ihtikâr yapmış olmaz. Aksine o kendi malını depoda bekletmiştir ve bunun başkasına zararı yoktur. [53]
Şehire yiyecek maddesi getiren kimseleri şehir dışında karşılayıp bu yiyecekleri onlardan satın almak da bu tafsilata tâbidir. Zira Rasûlullah (sas) bunu da yasaklamıştır.
Bir kimsenin kendi çıkardığı mahsulü ve şehire uzak bir yerden getirdiği malları depolaması ihtikâr olmaz: Çünkü istemese uzak yerden yiyecek maddesi getirmez ve tarlasına ekin ekmez, bahçesinde ürün yetiştirmez. Getirdiği veya yetiştirdiği ürünleri satmama hakkına da sahiptir.
Ebû Yûsuf dedi ki; 'uzak yerden getirdiği gıda maddelerini ihtikâr etmesi de mekrühtur. Zira bu hususdaki yasak umumîdir.’ İmam Muhammed dedi ki; 'genelde oradan şehre getirilen bir yerde gıda maddesini satın alıp stok ederse, şehirdeki halkın hakkının o gıda maddelerine taallûk etmesinden dolayı ihtikâr yapması mekrüh olur. Ama genelde oradan şehre gıda maddesi getirilmiyorsa, oradan satın aldığı gıda maddelerini depoda bekletmesi mekrüh olmaz.' [54]
Muhtekirin durumu hâkime arzedildiği zaman hâkim ona kendisinin ve ailesinin azığından fazlasını satışa arzetmesini emreder. Eğer satmaya yanaşmazsa, hâkim onun adına malları satışa arzeder: Çünkü kendisinin ve ailesinin erzakını saklaması ihtikâr sayılmaz. Hâkim malî durumları nisbetinde erzakları bırakır, gerisini sattırır.
Bir görüşe göre denildi ki; muhtekirin durumu ilk olarak hâkime arzedildiğinde hâkim onu ihtikârdan meneder. İkinci defa arzedildiğinde hâkim insanları zarardan korumak için onu bu suçtan caydıracağına kanaat getireceği şekil ve miktarda tâzir edip hapse atar.
İmam Muhammed dedi ki;
'muhtekirleri, depoladıkları malları satmaya zorlarım, ama fiat tahdidi yapmam.
Ona denir ki; 'depoladığın malları insanların sattıkları fiattan alıcının
normalde azıcık aldanabileceği kadar fazla bir fıata sat.' Ama daha fazla
fiatla satmasına müsaade etmem.’ Bunun delili şudur; rivayet edildiğine göre
bir zaman Medine'de fiatlar yükselmişti. Halk; 'yâ Rasûlallah (sas) keşke fiat
tahdidi yapsan' deyince, Peygamber Efendimiz (sas) onlara;
“Doğrusu fiat tahdidi yapan Allah (cc) dır.” [55] cevabını vermiştir. Fiat tahdidi satıcıyı bir nevi kısıtlılık altına almaktadır. İmam Muhammed'in; 'muhtekirleri, depoladıkları malları satışa zorlarım' sözü ya cemiyetin faydası göz önüne alındığı için, ya da İmameyn'in kısıtlılıkla ilgili görüşlerine binâen söylenmiş bir sözdür.
Devlet reisinin insanlara karşı fiat sınırlaması getirmesi uygun olmaz. Ancak yiyecek maddeleri satanlar kıymet takdirinde aşırı giderlerse, bu konunun bilir kişilerine danışarak fiat sınırlaması getirilebilir: Böyle yapmakla müslümanların hukuku zayi olmaktan korunmuş olur. Ashabımız dediler ki; devlet reisi şehir halkının zayi ve telef olmasından korkarsa, gıda maddelerini muhtekirlerden alıp halka dağıtır. Bilâhare bulduklarında o miktarda gıda maddesini sahiplerine geri verirler. Bu, kısıtlılık zamanında olduğu gibi bir zarürettir. Devlet reisi ekmek fiatlarına tahdit koyar da; adamın biri firmadan devletçe belirlenen fiattan ekmek satın alırsa ve fırıncı da fazla fiata sattığı takdirde yetkililerin kendisini dövmelerinden korkarsa, müşterinin o ekmeği yemesi helâl olmaz. Çünkü fırıncı zorlanan (mükreh) kimse gibidir. Alış verişin sahih olması için müşterinin ona; 'ekmeği istediğin fiata bana sat’ demesi uygun olur.
Bir beldenin halkı et ve ekmek fiatı üzerinde anlaşıp ittifak ederler ve bu haber aralarında yayılır da, onlardan biri gidip bir dükkân sahibine bir dirhem para verip et veya ekmek satın almak ister; dükkân sahibi de ona vermesi gerekenden daha az miktarda et veya ekmek verir de, müşterinin de fiatlardan haberi yoksa; bu durumu öğrenince eksik verdiği kısmı gidip dükkân sahibinden alır. Çünkü o, bu alış verişe ancak o beldedeki fiata göre razı olmuştur.
Ebû Yûsuf dedi ki; 'zararın aslına bakılırsa, stok edilmesinde halka zarar verecek her şeyin depoda bekletilmesi ihtikâr olur.' İmam Muhammed dedi ki; 'kastedilen zarara bakılırsa; hurma, buğday ve arpa gibi insanların azıklarının; yonca gibi hayvanların yeminin stok edilip bekletilmesi ihtikâr olur.' [56]
İhtikâr müddetinin ne kadar olduğu hususunda âlimler ihtilâfa düşmüşlerdir: Bir görüşe göre denildi ki; hadîs-i şerîfde de ifade edildiği gibi, bu müddetin en azı bir gündür. Malın bundan daha az bekletilmesi ihtikâr sayılmaz. Çünkü az bir müddet bekletmede zarüret yoktur. Başka bir görüşe göre denildi ki; ihtikârın en az müddeti bir aydır. Bir aydan daha az bir zaman ise, vâde sayılmayıp, âcildir.
Sonra denildi ki; müddet az olsa bile, erzakı depoda bekletmekle kişi günahkâr olur. Burada müddetin beyan edilmesi, dünya ahkâmım açıklamak içindir.
Hülâsa; gıda maddelerinin ticaretini yapmak mekrühtur. Çünkü bu dünyada gazaba, âhirette de günaha sebebiyet verir. [57]
Şarap yapacağı bilinen kimseye şıra satmakta bir sakınca yoktur: Çünkü günah, şırayı içmekle tahakkuk etmez. Aksine bu şıranın şaraba dönüşmesinden sonra içilmesiyle tahakkuk eder.
Zımmîye âit şarabı taşıyan hamalın aldığı ücret helâldir (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): İmameyn dediler ki;'şarap yapacağı bilinen kimseye şıra satmak mekrühtur. Çünkü satmakla onun günah işlemesine yardımcı olunmaktadır. Bir hadîs-i şerîfde içki ile ilgili olarak Allah (cc) ın on kimseye lanet edeceği ve onlardan birinin de içkiyi taşıyan kimse olduğu bildirilmiştir.'
Ebû Hanîfe'nin bu mes'eledeki görüşünün gerekçesi şudur; günah olan içkinin içilmesidir. Bu, taşımanın getirdiği bir mecburiyet değildir. İçmek; serbest iradeli bir kimsenin yaptığı bir iştir. Taşıyanın da lanetlendiğini bildiren hadîs-i şerîf, mâsiyet kastıyla taşıyan kimse hakkındadır. Ama içkiyi dökmek veya sirkeye dönüştürmek maksadıyla taşımak caizdir. [58]
Bu ihtilaf çerçevesinde biz deriz ki; bir kimse şehir dışındaki bir evi mecûsî ateşgedesi, havra veya kilise olarak kullanacak olan birine kiraya verirse; İmameyn'e göre ev sahibi kiracının günah işlemesine yardımcı olduğu için, caiz olmaz. Ebû Hanîfe'ye göre ise, kira akdi evin menfaati üzerine yapılmıştır. Ev kiracıya teslim edilmekle kira bedelinin verilmesi gerekir. Bu bir mâsiyet değildir. Mâsiyet kiracının yaptığı iştir ve o da bu işi yapıp yapmamakta serbesttir. [59]
Kuru hayvan gübresini satmak caizdir: Çünkü bu kendisinden faydalanılan bir şeydir; daha fazla ürün elde etmek için tarlaya atılır. Bunda esirgeme ve cimrilik cereyan eder. Bunu elde etmek için bedel ödenir. Bedel ödendiği için de mal olur ve diğer mallar gibi satışı caizdir. Ama insan tersinde hüküm bunun hilâfınadır. Bu ancak başka şeyle karıştırıldıktan sonra kendisinden faydalanılabilir. Karıştırıldıktan sonra satılması caizdir. Muhtar olan görüş budur. Karıştırıldıktan sonra içine necaset düşen zeytinyağında olduğu gibi, kendisinden faydalanılması caiz olur. [60]
Mekke'deki evlerin
binasını satmak caizdir. Fakat arazisini satmak mekrühtur (Ebû Yûsuf, İmam
Muhammed): Kiraya verilmesi de böyledir. Hasan'ın Ebû Hanîfe'den rivayet ettiği
görüşe göre Mekke:'deki evleri satmak caizdir ve bunlarda şüf’a cereyan eder.
Hacc mevsiminde bu evlerin kiraya verilmesi mekrühtur. İmameyn dediler ki;
'Mekke arazilerini satmakta bir mahzur yoktur. Sahiplerine Şer'an mahsus
kılındığı için bu araziler onların mülküdür. Binalar gibi arazilerin de
satılması caiz olur.' İbn. Ömer (ra) den
rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Mekke saygı gösterilmesi gereken bir yerdir.
Evlerinin ve mahallelerinin satılması haramdır.” Darekutni’nin senediyle ettiği bir rivayete göre,
Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Mekke mübah bir beldedir. Menzil ve mahalleleri
satılmaz, evleri kiraya verilmez.” [61]
Dârekutnî dedi ki; Rasûlullah (sas) ile Hz. Ebûbekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) zamanında Mekke'nin mesken ve mahallelerine 'serbest yerler' denilirdi. Bu meskenlerde muhtaç olanlar oturur, muhtaç olmayan başkasını oturturdu. Çünkü buralar Harem'den sayılırlar. Orada avlanmak haramdır. Hacc veya umre niyyetiyle oraya giren kimsenin ihramsız olarak girmesi helâl olmaz. Tıpkı Kabe, Safa, Merve ve Mes'a gibi, o evlerin ve mahallelerin satılması haramdır. [62]
Ancak o araziler üzerinde yapılan binaların satılması caiz olur. Çünkü haram kılınan o yerlerdir. Oraları Hz. İbrahim (as) vakfetmiştir. Binalarsa, inşâ edenlerin mülküdür. Mâliklerin o binalarda tasarrufta bulunmaları caizdir. O binalar her ne kadar o yerlerden elde edilen çamur ve harçla yapılmışsa ve vakıf cümlesinden iseler de; bir kimse vakıf arazisinin çamurunu kendi binasının inşaatında kullanırsa, o bina diğer mülkleri gibi kendi mülkü olur.
Hasan'ın rivayeti şöyle açıklanabilir: İnsanlar diğer asırlarda da hiç yadırganmadan ve itirazla karşılaşmadan o evleri satıyorlardı. [63]
Muamelatta fasık
kimsenin sözü kabul edilir: Çünkü insanlar çokça muamelâtta bulunurlar. Bunda
adaleti şart koşacak olursak, insanlar sıkıntıya düşerler. Oysa dinde zorluk
yoktur. Muamelâtta fâsık olsun, âdil olsun; hür olsun, köle olsun; erkek olsun,
kadın olsun; müslüman olsun, gayrimüslim olsun; sıkıntı ve zorluğu bertaraf
etmek için bir kişinin sözü kabul edilir.
Diyanet sahasında ise; hür olsun, köle olsun; kadın olsun, erkek olsun; ancak âdil olanın sözü kabul edilir: Çünkü aklı ve dini nazar-ı itibara alınarak, bunda kişinin doğruluğu tercih edilir. Özellikle kişiye fayda temin etmeyen ve onu bir zarardan korumayan muamelâtta hüküm budur. Bu sebeple böyle bir durumda adalet sahibi bir kişinin sözü kabul edilir. Bunu teyid edici hadîs-i şerîfler vardır. Bu hususda kişinin adaletli olmasını şart koştuk. Çünkü insanlar arasında diyanet sahasına giren işler muamelât kadar çokça vukûbulmazlar. Zira fasık itham altındadır. Kâfir ise, bu işelerle alâkalı bir taahhütte bulunmuş değildir. Müslüman kimse onun sözü ile ilzam edilemez. Muamelâtta ise, hüküm bunun hilâfınadır. Gayrimüslim İslâm ülkesinde ancak muamelâtta bulunmak sebebiyle ikamet eder. Sözü kabul edilmezse, muamelâtta bulunamaz. Diyanet sahasına giren işlerde ise, hüküm bunun hilâfinadır.
Muamelâta misal olarak; hayvan kesimini haber vermek, vekâlette bulunmak, hibe etmek, hediye etmek, izin vermek vb. işleri gösterebiliriz. Diyanet sahasına giren işlere ise; kıble yönünü, suyun temiz olup olmadığını bildirmeyi misal olarak gösterebiliriz.
Zımmî bir kimse bir suyun necis olduğunu müslüman bir kimseye bildirirse, zımmînin sözü kabul edilmez. Çünkü zahire göre o din düşmanlığı sebebiyle müslümana zarar vermek için söylüyordur ki, müslüman onun sözüne kanarak araştırma yapmasın. Müslümanın kalbinde onun doğru söylediğine dâir bir inanç belirirse, o suyu dökmedikçe teyemmüm edemez. O su ile abdest alırsa da caiz olur. Fâsık ya da adaleti bilinmeyen bir kimse suyun necis olduğunu ona bildirir de, o bunun doğru söylediğini zannederse, sözünü dinler, yoksa dinlemez. Ama ihtiyata uygun olan, o suyu döküp teyemmüm etmesidir.
İzin ve hediye mevzüunda çocuğun, kölenin ve cariyenin sözleri de kabul olunur: Çünkü buna ihtiyaç vardır. İslâmın ilk zamanlarından zamanımıza kadar insanlar arasında teamül böyledir. [64]
Cariyenin izni olmadan efendisi azil [65] yapabilir. Fakat karısından izin almadan azil yapamaz: Şehvetini tatmin etmek ve çocuk sahibi olmak için, kadının cinsî münasebette hakkı vardır. Öyle ki; kocası iktidarsız veya zekeri kesik olursa, kadın evliliği feshetme hakkına sahip olur. Ama cariyenin böyle bir hakkı yoktur. Rasûlullah (sas) kişinin hür karısının iznini almadan azil yapmasını yasaklamış ve cariyenin efendisine de şöyle buyurmuştur: “İstersen onanlar cinsî münasebette bulunurken azil yapabilirsin. Ama onun için takdir edilen, ona gelecektir.” [66]
Testisleri alınmış buruk kimselerin hizmetçi olarak kullanılması mekrühtur: Bu gibi kimselerin hizmetçi olarak kullanılması mekrüh olmazsa, insanların testislerinin burulmasına teşvikte bulunulmuş olur. Oysa, bir işkence sayıldığından dolayı, testislerin burulması dinen yasaklanmıştır. [67]
Satranç, tavla ve diğer bütün oyunları oynamak mekrühtur:
Bu hususda Peygamber Efendimiz (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Âdemoğlunun bütün oyunları haramdır. Ancak üç oyun
hariç; erkeğin karısıyla oynaşması, yayından ok atması ve atını terbiye
etmesi.” Oyun bir şey karşılığında
oynanırsa, kumardır. Karşılıksız oynanırsa, boş bir şeydir; bunların hepsi de
haramdır. Bir hadîs-i ş.erîfde Peygamber Efendimiz (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Ben oyundan değilim, oyun da benden
değildir (oyunla alâkam yoktur).” [68]
Başka bir hadîs-i şerîfde ise şöyle buyurmuştur:
“Seni, Allah (cc) ı anmaktan alıkoyan şey, kumardır.”
Oyun; insanı cuma ve
cemaatten alıkoyan şeylerden olduğu için, haramdır. Rivayet edildiğine göre Hz.
Ali (ra) satranç oynamakta olan kimselerin yanından geçerken onlara selâm
vermemiş ve;
“Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?” [69] âyet-i kerîmesini okumuştur. İbn.Ömer (ra) hakkında da böyle bir rivayet vardır.
Ebû Hanîfe kendilerini oyundan bir nebzecik de olsa alıkoyuş olmak için satraç oynamakta olanlara selâm vermekte bir sakınca görmemiştir. îmameyn onları küçümseyip tahkir etmiş olmak için onlara selâm verilmesini mekrüh saymışlardır.
Çocukarın bayram gününde oynadıkları cevizler eğer kumar yoluyla elde edilmemişlerse, yenilebilirler. Zira bir rivayette anlatıldığına göre İbn. Ömer (ra) oynamaları için Ramazan bayramında çocuklarına ceviz satın alır ve kendisi de o cevizlerden yerdi. Ama bu cevizlerle kumar oynarlarsa, yenmesi haram olur. [70]
Saça insan saçı takmak
bu, kişinin kendi saçı da olsa, başkasının saçı da olsa; haramdır: Bununla
alâkalı olarak Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Saça saç ekleyene, eklettirene; dövme yapana, yaptırana; dişleri törpüleyene, törpülettirene; yüzden kıl alana, aldırana Allah (cc) lanet etsin.” [71]
Allah (cc) dan başkaları hakkı için istekte bulunmak ve duâ etmek mekrühtur: Meselâ; bir kimse duâ ederken; 'yâ Rabbî! Falanın hakkı için...' veya; 'meleklerin hakkı için...' yahut; 'peygamberlerin hakkı için...' dememelidir. Bunlara benzer ifadeler de kullanılmamalıdır. Çünkü yaradılanın yaratıcı üzerinde hiç bir hakkı yoktur.
Bunun gibi duada;
'Arşında izzetin makamı hakkı için Senden istiyorum' demek de mekrüh olur.
Allah (cc) dan ancak Allah (cc) hakkı için istenir: Ebû Yûsuf’dan rivayet
edilen görüşe göre; duada bu gibi ifadelerin kullanılması caizdir. Bir
rivayette nakledildiğine göre; Hz. Peygamber'in dualarından biri de şudur:
“Allahım! Arşında izzetin makamı, Kitab'ında rahmetin vardığı
son mertebe, ism-i âzamın ve tam kelimelerin hakkı için Senden diliyorum.”
Ebû Hanîfe'nin; 'bu şekilde duâ edilemez' demesinin izahı şöyledir; 'Arşında izzetinin makamı hakkı için Senden istiyorum' sözü; Allah (cc) ın izzetinin Arşa bağlı olduğu vehmini meydana getirir. Oysa, Allah (cc) kıdemi sebebiyle bütün sıfatlardan kadîmdir. Şu halde ihtiyat gereği bu şekilde duâ etmekten uzak durulmalıdır. Yukarıdaki rivayet âhad bir haberdir. Âhad habere dayanılarak da ihtiyat bir kenara bırakılamaz. [72]
Selâmı işiten herkesin
selâmı alması farzdır. Topluluktan biri selâmı alınca; farziyet diğerlerinden
düşer. Selâm vermek ise sünnettir: Selâmı almak farzdır. Almamak; selâm verene
ehemmiyet vermemek ve onu hafife almaktır ki, bu haramdır. Selâm verenin aldığı
sevap ise, alanınkinden daha fazladır: Peygamber Efendimiz (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Selâm verene on, alana ise bir sevap vardır.”
Selâmı alan cevabını selâmı verene duyurmalıdır. Yoksa selâmı sahih olarak almış olmaz. Çünkü bu ancak muhatap duyduğu takdirde bir cevap olur. Ancak selâm verilen kimse sağırsa, muhatabı dudaklarını oynatarak selâmını almalıdır. Hapşırana; 'Allah (cc) sana rahmet etsin' mânasına gelen, 'yerhamükellah' cevabını vermek de böyledir.
Bir kimse aralarında çocuk bulunan bir topluluğa selâm verir de, selâmını o çocuk alırsa, o da aklı eren biri değilse; selâmı alması sahih olmaz. Aklı eren ise sahih olur mu? Bu hususda ihtilaf vardır. [73]
Kadının erkeğin selâmını alması gerekir. Ama avret olduğu için sesini yükseltmemelidir. Kadın erkeğe selâm verirse; bu kadın eğer kocanıış biri ise, erkek sesini ona duyurarak selâmını alır. Eğer bu kadın genç ise, o erkek ona duyurmayacak alçak bir sesle selâmını alır.[74] Hapşıran kadına erkeğin, hapşıran erkeğe de kadının, 'yerhamükellah' demesi de bu tafsilâta tâbidir. [75]
Dilencinin selâmını almak gerekli değildir. Çünkü o selâmlamak niyyetiyle değil, aksine bir şeyler istediğini ihsas ettirmek niyyetiyle selâm verir. [76]
Hazırda olmayan bir
kimsenin selâmı kendisine tebliğ edilen bir şahsın; selâm gönderene de getirene
de selâm vermesi gerekir. Rivayet edildiğine göre Hz. Ali (ra) nin oğlu Hasan
(ra) Rasülullah (sas) a gelerek; 'yâ Rasûlallah (sas) babamın sana selâmı var'
demiş, Rasülullah (sas) da şu cevabı vermişti;
“Sana da babana da selâm olsun.” [77]
Kur'ân-ı kerîm okuyan bir kimseye selâm vermek gerekmez. Çünkü bu onu Kur'ân-ı kerîmi okumaktan alıkoyar. Ama kendisine selâm verilirse, selâmı alması gerekir. Çünkü selâmı almak farzdır, ama Kur'ân-ı kerîmi okumak farz değildir. [78]
Edebü'l Kazâ'da Râzî der ki; 'bir kimse mahkemede kadı'nın makamına girdiğinde heybet ve ihtişamından dolayı ona selâm vermeyebilir. Resmî geleneğe göre valilerle ümerânın makamına girildiğinde bunlara selâm verilmez. Hassâf da bu görüşe meyletmiştir. Emîrin karşılaştığı kimselere selâm vermesi ve böyle bir vazifesi bulunduğu gerekçesiyle sünneti terketmemesi gerekir.
Kadı hüküm vermek üzere mescidin bir köşesinde oturursa, hasımlara selâm vermeyeceği gibi, hasımlar da ona selâm vermezler. Çünkü o, hüküm vermek için oraya oturmuştur. Selâm, ziyaretçileri selâmlamak için verilir. Kadı oraya ne iş için oturmuşsa, o işle meşgul olması gerekir. O tıpkı Kur'ân-ı kerîm okuyan durumundadır. Kendisine selâm verilirse, selâmı alması gerekmez. Bu noktadan hareketle deriz ki, bir kimse talebesine Kur'ân-ı kerîm ve fıkıh dersi vermek üzere ders yerine oturursa, o esnada bir kimse yanına girip selâm verirse, selâmını almayabilir. Çünkü o oraya selâm almak için değil, ders vermek için oturmuştur. [79]
Zımmîlere selâm vermek mekrühtur: Selâm vermekle onlara tazimde bulunulmuş olur ki, bu mekrühtur. Müslümanlarla gayrimüslimler bir yerde toplu olarak bulunuyorlarsa, müslümanlara niyyet edilerek selâm verilir. Gayrimüslimlerle karşılaşan bir kimse; 'hidayete tâbi olanlara selâm olsun' derse, caiz olur.
Zımmîlerin verdiği selâmı almakta bir sakınca yoktur: Selâmlarını almadığımız takdirde onları incitmiş oluruz. Selâmlarını almak bir ihsandır, onları incitmek ise, mekrühtur. Onlara ihsanda bulunmak ise menduptur. Selâmlarını alırken; 've aleyküm' kelimesinden fazla bir şey söylenmemelidir.
Bir görüşe göre denildi ki; onlar, 'Ölüm üzerinize olsun' mânasında; 'es- sâmü aleyküm' diyorlar. Bunun cevabı olarak onlara; 've aleyküm' denilir. Peygamber Efendimiz (sas) in onlara bu şekilde cavap verdiği rivayet edilmektedir. [80]
Rasûlullah (sas) örnek alınarak gayrimüslimleri ziyaret etmekte bir sakınca yoktur. Ziyaret etmekle onlara iyilikte bulunmuş oluruz ki, bundan menedilmiş değiliz. Bir kimse ömrü uzasın da müslüman olsun veya cizye ödesin niyyetiyle bir zımmîye; 'Allah (cc) senin ömrünü uzatsın’ derse caiz olur. Çünkü bu onun müslüman olması için edilen bir duadır. Aksi niyyetle söylenmesi caiz olmaz. [81]
Sultanın veya emirin
bazı şeyler sormak üzere makamına çağırdığı kimsenin hak olmayan şeyleri
söylemesi gerekmez: Bu hususda Peygamber
Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir zâlimin yanında onu razı edecek şekilde hak olmayan şeyleri söylerse, Allah (cc) o zâlimin kalbini ona karşı gayrete getirir ve zâlimi ona musallat kılar.” Fakat bu kişi öldürülmekten veya organlarından bazısının telef edilmesinden yahut malının alınmasından korkarsa; o zaman yalan konuşabilir. Çünkü bu durumda o zor ve baskı altındadır. [82]
Eğlence âletlerini
dinlemek haramdır: Elle veya sopa ile davul ve def çalmak, zurna öttürmek vb.
âletleri dinlemek haramdır. Bu hususda Peygamber Efendimiz (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Eğlence âletlerinin sesini dinlemek mâsiyettir. Bu maksatla orada oturmak fasıklıktır. Bundan lezzet almak küfürdendir.” Bu hadîs-i şerif bu suçun ne kadar büyük ve cezasının da ne kadar şiddetli olduğunu ifade etmektedir. Ama ansızın böyle bir sesi duyan kimse mazurdur. Duymamak için çaba sarfetmesi gerekir. Zira rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sas) zurna sesini duymamak için parmaklarını kulaklarına tıkamıştır. [83]
Hasan b. Ziyad'dan nakledildiğine göre; düğünü yapmak ve nikâhı ilân etmek için def çalmanın bir zararı yoktur. Ebû Yûsuf’a; 'düğünlerin hâricinde fıska saplanmadan kadının çocuğa def çalması mekrüh mudur?' diye sorulduğunda o; 'hayır, fakat müzikten fazla bir coşkunluk gelirse, mekrüh görürüm' dedi. Yine dedi ki; 'bir evden çalgı ve zurna sesleri duyuluyorsa, izin almaksızın içeri girilir. Çünkü münkerâtı nehyetmek farzdır. İzinsiz içeri girmek caiz olmasa, insanlar bu farizayı yerine getirmekten imtina ederler.' [84]
Bir adam evinde fâsıklık izhar ederse, devlet reisinin ona müdahale etmesi gerekir. Bu fasıklıktan vazgeçerse, ne âlâ. Aksi halde devlet reisi dilerse onu hapseder, dilerse onu sopalar, dilerse onu evinde rahatsız eder. [85]
Kendisi münkerâtı irtikâb eden bir kimse başkasının münkerât işlediğini görürse, bu işi yapanı yasaklaması gerekir. Çünkü hem münkerâtı terk etmesi hem de başkasını münkerâttan nehyetmesi gerekir. Bu ikisinden birini terk ederse, diğerini yapma mükellefiyeti düşmez. [86]
İnsanları eğlendirmek için güzel konuşanın veya ağıtçılık yapan bir kimsenin bir şart koşulmadan kendisine verilen malı alması mübahtır. Ama şart koşarak alması mübah olmaz. Çünkü bu mâsiyet karşılığı alınan bir ücret olur. [87]
Mushafa her on âyette bir işaret koymak ve noktalamak mekrühtur: Zira İbn. Mes'ûd (ra) ve diğer sahabeler; 'mushafı yalın kılın’, bir başka rivayette ise; 'Kur'ân-ı kerîmi yalın kılın' demişlerdir. Noktalamak ve her on âyette bir işaret koymak Kur'ân-ı kerîmden değildir. Dolayısıyla bunları yapmak yasaktır. Onu yaldızlamakta ise, bir mahzür yoktur: Çünkü bu Kur'ân-ı kerîmi tazim etmektir. [88]
Camileri nakışlayıp süslemenin de bir sakıncası yoktur: Bir görüşe göre bunun güzel ve hayırlı bir iş olduğu söylenmiştir. Başka bir görüşe göre denildi ki; bu mekrühtur. Ama esahh olan birinci görüştür. Çünkü böyle yapmakla camiler tazim edilmektedir. Camiyi kireçle sıvamaya gelince; bu güzeldir. Çünkü bununla camiin binası sağlamlaştırılmış olmaktadır. Ama mihrabı süslemek; namaz kılanlar oraya bakıp kalbleri meşgul olacağından, mekrühtur. Ama kişi nakışlamak için beyaz üzerine siyah veya siyah üzerine beyaz desenler koyma işini kendi parasıyla yaparsa, mahzüru yoktur. Ama vakıf malından karşılayarak bunları yaparsa hoş karşılanmaz. Çünkü bu takdirde vakıf malı zayi edilmiş olmaktadır. [89]
Camide dikiş dikmek ve diğer dünyevî işleri yapmak mekrühtur. Çünkü cami bu işler için yapılmış ve bu maksatla vakfedilmiş değildir. Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Allah (cc) (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir.” [90] Tâziyetleri kabul için camide üç gün müddetle oturmak mekrühtur. Ancak camiden başka yerde bu maksatla oturmaya izin verilmiştir. [91]
İlim taleb etmek ve kitap istinsah etmek için camide oturmaya gelince; eğer bu hasbî olarak yapılırsa, bir sakıncası yoktur. Ancak ücret karşılığı yapılırsa, mekrühtur. Ancak başka bir yer bulamamak gibi zarüret halinde bu kerahet kalkar. [92]
Âlimler camilerin kapılarının kapatılmasını mekrüh görürlerdi. Ama zamanımızda namaz vakitleri hâricinde kapıların kapatılmasında bir sakınca yoktur. Çünkü zamammızdaki insanlar bozulmuşlardır ve camideki eşyalar hususunda emin değiliz. [93]
Zımmînin Mescid-i
Haram'a ve diğer mescidlere girmesinde bir mahzür yoktur: Rivayet edildiğine
göre Rasûlullah (sas) Sakîf kabilesinin heyetini Mescid-i Nebevî'de
ağırlamıştır. Halbu ki, o hey'ette bulunanlar gayrimüslim idiler. Onlar
hakkında da;
“Pislikleri Mescid'e bulaşmadı.” buyurmuştur.
Müşriklerin pislik olduklarını ve Mescid-i Haram'a yaklaşmamaları gerektiğini bildiren âyet-i kerîmeye gelince [94] bu âyet-i kerîme onların müstevli (işgalci) olarak oraya girmemeleri veya orayı ötedenberi âdet edindikleri gibi, çıplak olarak tavaf etmemeleri gerektiği şeklinde tevil edilebilir. [95]
Tırnakları kesmek, koltuk altlarını yolmak, kasık ve bıyığı traş etmek sünnettir. [96] Bıyığı kısaltmak, traş etmekten daha güzel olur: Bunlar Hz. İbrahim (as) in sünnetlerindendir. Peygamber Efendimiz (sas) de bunları yapmış ve yapılmasını emretmiştir. Bir görüşe göre denildi ki; ilk olarak bıyığını kısaltan, sünnet olan, tırnaklarını kesen, saçında, sakalında beyaz teller gören İbrahim (as) dir.
Şerhü'l- Âsâr'da
Tahavî dedi ki; 'bıyığı kısaltmak güzeldir. Bu, üst dudağın ucu görünecek kadar
bıyığı kırpmaktır.' Yine Tahavî dedi ki; 'bıyığı traş etmek sünnettir. Traş
etmek; kısaltmakdan daha güzeldir.' Bu ashabımızın da kavlidir. Bir hadîs-i
şerîfde Peygamber Efendimiz (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Bıyıklarınızı kazıyın, sakallarınızı salıverin.” [97]
Kazımak; kökten traş etmektir. Salıvermeye gelince; İmam Muhammed, Ebû Hanîfe'den naklen dedi ki; sıklaşıp çoğalıncaya kadar sakalı bırakmaktır. Onu kısaltmak sünnettir. Bir tutamdan fazlası kesilmelidir. Çünkü sakal, zinet için bırakılır. Çokluğu ile zinet tamamlanmış olur. Aşırı derecede uzatılması sünnete aykırıdır. Koltuk altındaki tüylerin yolunması sünnet gereğidir. Traş edilmesinde bir sakınca yoktur. Kasığa gelince; sünnet olan göbek altından başlayarak traş edilmesidir. [98]
Tırnaklarını kesen veya saçlarını traş eden kimsenin bunları yere gömmesi uygun olur. Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Biz yer yüzünü dirilere ve ölülere toplanma yeri yapmadık mı?” [99] Kesilen tırnakların ve saçların yere atılmasında bir sakınca yoktur. Ama tuvalete ve banyoya atılması mekrühtur. Böyle yapılırsa, hastalık meydana getireceği söylenmiştir. Düşmanın gözüne daha heybetli görünmek için dâr-ı harpde tırnakları ve saçları uzatmak mendubdur. Silah bulunmadığında tırnaklar da silahtır. [100]
Sünnet olmak erkekler için sünnettir. Bu fıtrattandır. Kadınların sünnet olmaları da iyi bir şeydir. Bir şehir halkı sünnet olmama hususunda anlaşıp ittifak ederlerse, devlet reisi onlarla savaşır. Çünkü bu İslâmın sembol ve özelliklerindendir.
Sünnetin vakti hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir; kimi bulûğa erildiğinde, kimi dokuz, kimi on yaşına varıldığında sünnet olmak gerektiğini söylemişlerdir. Kimi de demişler ki; sünnet olmanın acısına ne zaman dayanabilecekse, o zaman sünnet olmalıdır. Aksi halde hayır.
Bir çocuk sünnet olmuşa benzer bir vaziyette doğarsa, artık hiç bir yeri kesilmez. Ancak zekerin baş kısmı et ile örtülü olursa, o zaman örten kısım kesilir. [101]
Kız çocuklarının kulaklarına delik açmanın bir sakıncası yoktur. Bu her ne kadar ona acı verse de, bunda zinet faydası vardır. Sünnet etmek, hacamat etmek, çıbanını yarmak gibi kendisine dokunacak bir fayda için hayvana elem vermek caizdir. Bu Rasûlullah (sas) ın zamanında da yapılmış ve O bunlara karşı çıkmamıştır. [102]
Hâmile bir kadının karnında çocuk teşekkül eder de bu çocuğu çıkarmak ancak çocuğu parçalamakla mümkünse, ve annesinin tehlikeye mâruz kalmasından korkuluyorsa; çocuk ölü ise, bunun bir sakıncası yoktur. Ama çocuk canlı ise; parçalanarak çıkarılması caiz olmaz. [103]
Hâmile bir kadın ölür de, karnında çocuk hareketlenirse; kuvvetli görüşe göre çocuk büyükse, ölü kadının sol tarafı yarılarak çıkarılır. Çünkü bu ameliyat, hürmete lâyık bir canın hayatını muhafaza etmeye sebebiyet vermektedir. [104]
İmam Muhammed'den rivayet edilen bir görüşe göre; bir kimse bir başkasına âit inci veya dinarları yutar ve sonra da ölüp, geride mal bırakmazsa, yuttuğunu çıkarmak için karnı yarılmaz. Ancak bunların kıymeti onun üzerine borç olur. Çünkü malı korumak için bir insanın hürmetini iptal etmek caiz olmaz. Cüzcanî'nin ashabımızdan rivayet ettiği görüşe göre; karnı yarılır. Çünkü kul hakkı Allah (cc) hakkından evvel gelir. Yine masum bir kulun hakkı zâlim ve mütecaviz bir kulun hakkından evvel gelir. [105]
Bir kadın karnında vücudu belirmemiş çocuğunu düşürmek için bir ameliye yaparsa, günahkâr olmaz.
Bir koyun boynuzunu bir kazana sokar da oradan çıkarılması mümkün olmazsa; koyunla kazanın kıymetine bakılır: Koyunun kıymeti çoksa, sahibine kazanın kıymetini ödemesi emredilir. Kıymet ödeyerek hem koyunun hem de kazanın sahibi olan kimse, bunlardan dilediğini telef eder. [106]
Doğan ve diğer yırtıcı kuşları eğitmek maksadıyla bunların pençesine canlı hayvanları bırakmak mekrühtur. Çünkü bunu yakalayıp eziyet eder. Ama boğazlanmış bir hayvanı bunların pençesine bırakarak eğitmek mekrüh olmaz. [107]
Erkeklerin ve kadınların peştemal sarındıkları ve gözlerini sakındıkları takdirde hamama gitmelerinde bir sakınca yoktur: Çünkü bunda temizleme ve süsleme mânası vardır ve insanlar hiçbir itirazla karşılaşmadan eskiden beri hamama gitmektedirler. Hamamda vücudun bazı yerlerini ovalatıp masaj yaptırmak mekrühtur. Çünkü bu nimet içinde şımaranların ve mütekebbirlerin âdetidir. Ancak bir acı veya yorgunluk gibi bir mazeret sebebiyle bunu yaptırmanın bir sakıncası yoktur. [108]
Mezarlar üzerine oturmak mekrühtur. Çünkü bu yasaklanmıştır. Bir kimsenin hilâli gördüğünde ona işaret etmesi mekrühtur. Bu câhiliye âdetindendir. Onlar aya tazimde bulunmak için böyle yaparlardı. Ama gördüğü hilâli arkadaşına işaret etmesinde bir sakınca yoktur. Şarabın sirkeye dönüşmüş olduğuna değil ama, sirkenin şarapdan dönüştüğüne ihtimal verebiliriz. [109]
Leş, kedinin önüne atılmaz, ama kedi o tarafa sürülebilir. Bir kimse mescidin fanusu ile kendi evine gidemez. Ama mescidin fanusu kendi evinde ise, onunla mescide gidebilir. [110]
Bir kimse hıristiyan babasını kiliseye götüremez, ama onu kiliseden eve getirir. [111]
Öğle ile ikindi
arasında istirahat için yatmak (kaylûle) müstehabdır. Bunula alâkalı olarak
Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Kaylûle yapın; doğrusu şeytan kaylûle yapmaz.” [112]
Bir kimse kendisine gelecek şerrinden ve zulmünden korunmak için şerli ve zâlim kimselerin yanlarına girip çıkarsa; bu meşhur ve örnek alınan bir kimse ise, böyle davranması mekrühtur. Çünkü insanlar bunu o zâlim ve şerli kimsenin emrine razı olduğunu zannederler ve bu da hak yoldaki kimseler için bir zillet olur. Ama bu adam meşhur biri değilse, böyle davranmasında inşâallah bir sakınca yoktur. [113]
Yaya olarak yarış
düzenlemek, at, katır, eşek, deve yarışları ve atıcılık müsabakaları düzenlemek
caizdir: Bu câizliğin delili şu hadîs-i şerîfdir: “Ebû Hüreyre (ra) Peygamber Efendimiz
(sas) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir;
“Yarış ancak tabanlı (deve) da, ok ve mızrak atışında,
toynaklı (at, katır ve merkep) da olur.”
[114]
Zührî'nin şöyle dediği
rivayet edilir: Rasûlullah (sas) ın ashabı yaya olarak, atlar, develer ve
merkepler üzerinde koşu müsabakaları düzenlerlerdi. Çünkü cihadda hamle yapmak
ve ric'at etmek için buna ihtiyaç duyulur. Cihad sebebi olan her şeyi öğrenmek
mendubdur. Rasûlullah (sas) ın devesi Adba'yı hiç bir deve geçemezdi. Yavru bir
deve üzerine binmiş bir bedevi gelip yarışa katıldı ve Adba'yı geçti. Bu
müslümanların ağırına gitti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurdu:
“Allah (cc) bir şeyi yüceltince, mutlaka alçaltır.” [115]
Bir rivayette anlatıldığına göre; Rasûlullah (sas) ile Hz. Ebûbekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) koşu müsabakası düzenlemişlerdi. Rasûlullah (sas) birinci, Hz. Ebûbekir (ra) ikinci ve Hz. Ömer (ra) de üçüncü olmuşlardı.
Bir hadîs-i şerîfde
Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Atış ve koşu müsabakaları hâriç, melekler hiç bir eğlencede hazır bulunmazlar.”
İki tarafdan birinin; 'sen beni geçersen, sana şu kadar mal vereceğim. Ama ben seni geçersem, senden bir şey almayacağım diyerek yarışa ücret şartını koşması yahut dışarıdan üçüncü bir şahsın yarışı kazanacak olana mal vaadetmesi caizdir: Bu şekilde ücret veya mükâfat şartını koşmak caiz olur. Çünkü bununla insanlar savaş ve cihad âletlerini öğrenmeğe ve öğretmeğe teşvik edilmiş olurlar. Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “Müminler şartlarının yanındadırlar.” [116]
Kıyasa göre ise bu caiz olmaz. Çünkü bu durumda mal risk altına sokulmaktadır. Fakat yarışa katılan her iki tarafdan da; 'ben kazanırsam, şu kadar alırım', 'sen kazanırsan, şu kadar alırsın' demek şeklinde ücret şartı konması kumardır ve bu haramdır. Ancak aralarında ikisinin atına denk ve ikisini de geçmesi umulan muhallil, yani iddialaşmayı helâl kılan bir atın bulunması müstesnadır. Bu at ikisini de geçerse; ikisinden de mükâfat alır. Fakat ikisi onu geçerse; onlara bir şey vermez. Bu arada o ikisinden hangisi diğerini geçerse, geri kalandan mükâfat alır: Bu caizdir. Çünkü muhallilin araya girmesiyle bu yarış kumar olmaktan çıkar.
Bir görüşe göre denildi ki; muhallil o ikisini geçerse, onlardan bir şey alamaz. Ama diğer ikisi onu geçerlerse; onlara mükâfat verirse, naklettiğimiz gerekçeden dolayı caiz olur. Muhallil onların emsali değilse, yarışa sokulması caiz olmaz. Bu durumda sokulmasının bir faydası da yoktur. Sokulması, yarışı kumar olmaktan çıkarmaz.
Yukarıdaki tafsilât
gibi, iki fıkıhçı bir mes'elede ihtilâf edip mevzüyu bir âlime götürürler ve
bunun için de tek taraflı mükâfat koyarlarsa,
caiz olur: Atları yarıştırmak cihadı alâkadar eden bir mânayı içerdiğinden
dolayı caiz olduğuna göre; bir nevi bilgi yarışması olan bu mes'elede de
insanlar ilim tahsili için çalışmaya teşvik edildiklerinden dolayı, bu yarışma
da caiz olur. Zira din cihad ile kâim olduğu gibi, ilim ile de kâim olur.
Kendilerini yormayacaksa, eğitim ve spor maksadıyla atları yarıştırmak mendûbdur.
Atıcılık ve koşu müsabakaları da aynı şekilde mendûbdur. Bununla alâkalı olarak
bir hadîs-i şerîfde Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Doğrusu Allah (cc) bir ok sebebiyle üç kişiyi cennete koyar; onu yapanı, düzelteni ve onu atanı.” [117] Bu hadîs-i şerifi Ukbe b. Âmir el- Cühenî rivayet etmiştir. [118]
Cihad ve benzeri sahih
bir maksatla bineği mahmuzlayıp koşturmak caizdir. Ama eğlenmek maksadıyla bunu
yapmak mekrühtur. Müşteriye arzetmek maksadıyla bineği zorla koşturmak da mekrühtur.
Zira böyle yapmak müşteriyi aldatır.
Bir hadîs-i şerîfde
Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Binek hayvanı ürküp kaçtığında dövülür, ama tökezlediğinde dövülmez.” Çünkü tökezlemesi, süvarinin gemi kötü tutmasından dolayı olur. Serkeşlik edip kaçması ise, kendi huysuzluğundandır; bundan dolayı da terbiye edilmesi gerekir.
Hz. Ömer (ra) bir mektubunda Saad b. ebî Vakkâs (ra) a şunları yazmıştı: 'Atları burmayın, onları sür'atle koşturmayın.' Yani atın kişnemesi düşmanı korkutur. Burulması ise, kişnemesine mâni olur. Yoksa, burulması haram değildir. Çünkü Peygamber Efendimiz (sas) in zamanından günümüze dek atların burulması, yadırganmayacak bir örf haline gelmiştir. Buruk atın satın alınması ve ona binmek ittifakla caizdir, ikinci yasak ise; atı, gücünün yetemeyeceği bir hızla koşturmak hususundadır. [119]
Muhammed b. Semmâa der
ki; Muhammed b. Hasan'dan işittim: Diyordu ki; 'ilim peşinde koşmak gibi, kazanç
peşinde koşmak da farzdır.’ İbn. Mes'ûd (ra) un Peygamber Efendimiz (sas) den
rivayet ettiğine nazaran bu doğru bir sözdür. Peygamber Efendimiz (sas);
“Kazanç peşinde koşmak her müslümana farzdır.” buyurmuştur. Yine Peygamber Efendimiz (sas); farz namazdan sonra kazanca koşmak farizasının geldiğini bildirmiştir. Yani kazanca koşmak; farzdan sonra gelen yeni bir farzdır. Çünkü insan kazanç olmadan namaz kılamayacağına göre, o da farz olmuş olur. Zira insan ibadetlerini ancak bedenindeki kuvvet sayesinde yerine getirir. Bedenin kuvveti de ancak yaradılış ve âdet itibarı ile azık sayesinde meydana gelir. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Biz insanları bir şey yemeyen cesetler olarak
yaratmadık.” [120]
Azık elde etmek; çalışma ve kazançla olur. Abdest almak için su kaplarına, namazda da avret yerlerini örtecek elbiselere ihtiyaç duyulur. Bütün bunlar da kendiliğinden gelmez, yalnız çalışma ve kazançla elde edilir. Peygamberlerin hepsi de kazanmak için çalışırlardı. Meselâ; Hz. Âdem (as) buğdayı ekip suladı, biçip dövdü, öğütüp hamur haline getirdi ve pişirip yedi. Hz. Nûh (as) marangozdu, Hz. İbrahim (as) ise bez dokurdu, Hz. Dâvûd (as) zırh yapardı, Hz. Süleyman (as) hurma yaprağından zenbil yapardı ve Hz. Zekeriyya (as) da yine marangozdu. Peygamber Efendimiz (sas) de koyun güderdi ve nitekim peygamberlerin hepsi kendi kazançlarını yerlerdi.
Hz. Ebûbekir (ra) bez dokurdu, Hz. Ömer (ra) dericilik yapardı, Hz. Osman (ra) tacirdi; gıda maddeleri getirip satardı. Hz. Ali (ra) de çalışır, kazanç peşinde koşardı. Sahih rivayette anlatıldığına göre amelelik yapardı. Bu halini yadırgayanlara da aldırış etmezdi. Halbu ki onlar gözlerini ve ellerini insanların ellerindeki mallara dikip uzatır, camilerde oturur, kendilerini de mütevekkil olarak vasıflandırırlardı. Ama hakikatte onlar mütevekkil değillerdi. Onlar şu âyet-i kerîmeye yapışmışlardı;
“Semâda rızkınız ve size vaadedilen şeyler vardır.” [121] Ancak onlar bu âyet-i kerîmenin mânasını bilmiyor ve hatalı te'vil ediyorlardı. Oysa bu âyet-i kerîmede geçen rızık kelimesinden maksat; rızkın yerden bitmesine sebep olan yağmurdur. Yani yağmur semadan iner. Şayet rızık semadan inseydi, çalışma ve kazanç yolları peşinde koşmakla emrolunmazdık. Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah (cc) ın rızkından
yiyin.” [122]
“Kazandıklarınızın iyilerinden hayra harcayın.” [123] Bir hadîs-i kudsîde de şöyle buyurulmuştur:
“Ey kulum! Elini hareket ettir ki, üzerine rızık indireyim.” Ve yine başka bir âyet-i kerîmede;
“Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün.” [124] Allah (cc) hurma dalını kendisine doğru silkelemesine gerek kalmadan da Hz. Meryem'i rızıklandırmaya kadîrdi. Ama insanlara rızkın sebeplerine tevessülü terketmemeleri gerektiğini öğretmek için bunu ona emretti. Doğrusu rızkı veren yine Allah (cc) dır. Bunun bir benzeri de insanların yaratılmasıdır: Şüphesiz Allah (cc) insanı Hz. Âdem (as) gibi hiç bir sebebi bir sebebe katmaksızın yaratabilirdi. Havva anamız gibi anasız olarak bir erkekten meydana getirebilirdi. Hz. İsa (as) gibi babasız olarak bir kadından meydana getirebilirdi. Bunlarda olduğu gibi, ve diğer insanlarda da olduğu şekilde; çocuğu bir kadınla bir erkekten de meydana getirebilmektedir. Kişinin evlenerek çoluk çocuk sahibi olmak istemesi, asıl yaratanın Allah (cc) olmasına mâni değildir. Aynı şekilde insanın rızkı sebeplere sarılarak talep etmesi de, asıl rızkı verenin Allah (cc) olmasına mâni değildir. Buna dâir deliller ve bu hususda rivayet edilen hadîs-i şerifler çoktur. Bunlar bu kitaba sığacak gibi değillerdir; bu kadarı yeterli ve ikna edicidir. [125]
İlim talep etmek
farzdır: Peygamber Efendimiz (sas);
“İlim talep etmek her müslüman erkeğe ve kadına farzdır.” [126] buyurmuştur. İlim talebi bir kaç kısma aynlır.
1- Farz olan ilim talebi: Farzları yerine getirmek, hakkı bâtıldan ve helâli haramdan ayırdetmek için ihtiyaç duyulan miktarda ilim öğrenmek farzdır. Hadîs-i şerîfde kastedilen mâna da budur.
2- Müstehab ve sevap olan ilim talebi: Kişinin kendisinin ihtiyaç hissetmediği; ancak, ihtiyaç hissedenlere öğretmek için ilim öğrenmesi. Meselâ; fakirin, kendilerine farz olan kimselere öğretmek üzere hacc ve zekât ahkâmını öğrenmesi gibi. Ezan, ikamet, cemaat, sünnetçilik vb. fazilet ve sünnetleri öğrenmek de böyledir.
3- Mübah olan ilim talebi: Zinet ve olgunlaşmak için bundan fazlasını öğrenmek.
4- Mekrüh
olan ilim talebi: Alimlere karşı öğünmek ve beyinsizlerle tartışmak maksadıyla
ilim öğrenmek ise mekrühtur. Bu hususda Peygamber Efendimiz (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Onunla âlimlere karşı öğünmek ve beyinsizlerle
tartışmak için ilim öğrenen kimse kıyamet gününde ateşten bir gem ile gemlenir.” [127] Bu
sebeple Ebû Hanîfe ihtiyaçtan fazla
miktarda kelâm ilmini öğrenmeyi ve kelâm münazarası yapmayı mekrüh saymıştır.
Ama farzı yerine getirmek için ihtiyaç miktarınca öğrenmek farzdır. Zira Peygamber
Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Kendisinde ilim bulunan bir kimse insanların ihtiyaç duydukları ilim kendisine sorulur da bildiğini gizlerse; kıyamet gününde ateşten bir gem ile gemlenir.” [128]
Hatta demişlerdir ki; efendinin kölesine farzları edâ etme hususunda ihtiyaç duyduğu miktarda Kur'ân-ı kerîm ve ilim öğretmesi vâcibdir. Alimlerin, talebelerin anlayıp ezberleyeceği ve tam zaptedeceği şekilde ilim öğretmeleri farzdır. Çünkü lüzumlu bilgiyi tam öğrenmeden farizayı tam yerine getirmek mümükün değildir. Cevap verecek başka biri varsa, fakîhin kendisine sorulan her soruya cevap vermesi vâcib değildir. Ama cevap verecek başka birisi mevcut değilse, kendisinin cevap vermesi vâcib olur. Zira fetva vermek ve ilim öğretmek farz-ı kifâyedir. [129]
En faziletli kazaç
yolu cihaddır: Çünkü cihad etmekle hem kazanç temin edilmiş, hem din kuvvetlendirilmiş,
hem de Allah (cc) ın düşmanları
kahredilmiş olur. Sonra sırasıyla ticarettir. Zira Peygamber Efendimiz
(sas) ticareti teşvik ederek şöyle
buyurmuştur:
“Dürüst tüccar (mahşerde) değerli ve güvenilir
kimselerle olacaktır.” [130]
“Doğrusu Allah (cc) dürüst tüccarı sever.” Sonra ziraattır, İlk ziraatçi Hz. Âdem (as) dir. Bu
hususda Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Ziraatçi Rabbi ile ticaret yapar.” Başka bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurmuştur:
“Rızkı yerin altında, derinliklerinde arayın.” [131] Ve San'attır: Çünkü Peygamber Efendimiz (sas) isanları san'at öğrenmeğe teşvik ederek şöyle
buyurmuştur:
“San'at fakirliğe karşı bir emniyettir.”
Bazıları ziraati
ticaretten daha üstün görmüşledir. Çünkü ziraatın faydası daha umumîdir.
Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir müslüman bir ağaç eker veya diker de; bir insan veya hayvan yahut bir kuş ondan yerse, mutlaka bu onun için bir sadaka olur.” [132]
Sonra kazancın
mertebeleri şöyledir: Farz olan kazanç; kişinin kendisine ve çoluk çocuğuna
yetecek ve borçlarını ödemeğe kâfi miktarda kazanç sağlamasıdır: Zira daha
evvel de açıkladığımız gibi, farzları yerine getirmek ancak kazanç temin
etmekle olur. Bu da borçları ödemeğe ve kişinin nafakalarını vermekle mükellef
olduğu kimselerin nafakalarına yetecek miktarda kazanç temin etmesidir. Çünkü
bunda fazlasını kazanma mecburiyeti yoktur. Bununla alâkalı olarak Peygamber
Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Can ve malından emin ve hastalıktan salim ve günlük azığı da yanında mevcut olduğu halde sabahlayan bir kimseye bütün dünya verilmiş gibi olur.” [133]
Malî durumu iyi olsa bile; kişinin kendisi ve çoluk çocuğu için azık saklaması caizdir. Sahih rivayette anlatıldığına göre; Peygamber Efendimiz (sas) aile efradının senelik azığını depolarmış.
Müstehap olan kazanç;
fakirlerin ihtiyacını gidermek, yakınlarına bağışta bulunmak maksadıyla farz
miktardan daha fazla kazanç temin etmektir. Böyle bir kazancın peşinden koşmak;
kişinin çalışmayıp kendisini nafile ibadete vermesinden daha faziletlidir.
Çünkü nafile ibadetin faydası kişinin sadece kendisinedir. Ama kazancın faydası
hem kendisine, hem de başkasınadır. Bu hususda Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “İnsanların
en hayırlısı, insanlara faydalı
olandır.” [134]
“İbadetler birbirlerine karşı övündüler: Sadaka; 'ben
ibadetlerin
en faziletli olanıyım' dedi.”
“İnsanlar yer yüzünde Allah (cc) ın aile efradıdırlar. O'nun en fazla sevdiği; aile efradına en faydalı olandır.” [135]
Mübah olan kazanç;
nimetlenmek ve güzelleşmek için müstehab miktara ek kazanç temin etmektir: Bu
hususda Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Salih kimsenin helâl mal sahibi olması ne güzeldir.”
“İffetini koruyarak helâl yoldan dünyayı elde etmek
isteyen
kimse; yüzü, ayın onbeşinci gecesindeki dolunay gibi (parlayarak) Allah (cc) ın
huzuruna varır.” [136]
Mekrüh olan kazanç;
helâlinden olsa bile böbürlenmek, çokluğuyla öğünmek, şımarmak ve taşkınlık
yapmak için mal toplamaktır. Bununla alâkalı olarak Peygamber Efendimiz (sas)
şöyle buyurmuştur:
“Böbürlenmek ve çokluğuyla öğünmek için dünyayı elde
etmek isteyen kimse, Allah (cc) kendisine kızgın olarak huzur-u ilâhîye çıkar.”
Sonra şunu bilmeliyiz ki; Allah (cc) insanı yemeden, içmeden ve giymeden yaşayamayacak bir mahlûk olarak yaratmıştır. Yeme, içme ve giyme de; mübah, sakıncalı ve diğer kısımlara ayrılır. Allah (cc) ın tevfîkiyle bu kısımları açıklayacağım. [137]
Yemeğe gelince; onun
da şu mertebeleri vardır: Farz olan yeme; ölmeğe mâni olacak kadar yemektir:
Bedenin varlığını devam ettirebilmek için bu miktarda yemek mecburîdir. Bedenin
varlığının devamı bunsuz mümkün değildir. Evvelce de açıkladığımız gibi insan
bu miktardaki yemekle farîzaları eda etme imkânını bulur ve bu sebeple de sevap
kazanır. Bu hususda Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Allah (cc) her şeyde insana sevap ihsan eder. Kul; kaldırıp ağzına götürdüğü lokmadan dahi sevap kazanır.” Çünkü yemeği, içmeği bırakıp ölen kimse günahkâr olur. İnsan böyle yapmakla kendisini tehlikeye atmış olur. İnsanın böyle yapması Kur'ân-ı kerîmin muhkem âyetiyle yasaklanmıştır.
Sevap olan yemek;
orucu kolaylıkla tutma ve ayakta namaz kılmaya kuvvet kazanmak derecesinde,
farz olan miktara ilâve olan yemektir: Bununla alâkalı olarak Peygamber
Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Kuvvetli mü'min Allah (cc) a zayıf müminden daha sevimlidir.” [138] Çünkü Allah (cc) a itaat etmek için kuvvet kazanma yolunda didinmek ve uğraşmak da bir itaattir. Ebû Zerr el- Gıfarî (ra) ye amellerin en üstünü soruldu: O da bu dediğimize işaret olarak; 'namaz kılmak ve ekmek yemek' dedi.
Mübah olan yemek;
bedeni kuvvetlendirmek için doyuncaya kadar yemektir: Bu miktardaki yemeği
yemekten dolayı kişi ne sevap ve ne de günah kazanır. Bunu helâlinden elde
etmişse, bunun için ufak bir hesaba çekilir. Rivayet edildiğine göre; üzerinde
kuru ve taze hurmalar bulunan bir ağaç kökü kendisine getirildiği zaman,
Rasûlullah (sas);
“Bunun için de mutlaka hesaba çekileceksiniz!” buyurmuştur. Hz. Ömer (ra) buna karşılık o kökü
kaldırıp; 'bunun için mi hesaba çekileceğiz?’ deyince, Peygamber Efendimiz
(sas) şöyle buyurmuştur:
“Evet, vallahi. Canım kudret elinde bulunan Allah (cc)
a yemin ederim ki, (içtiğiniz ve kullandığınız) soğuk suyun, sıcak suyun dahi
kıyamet gününde hesabını vermeniz istenecektir. Yalnız avretinizi örttüğünüz
bez parçası, kendisiyle açlığınızı giderdiğiniz ekmek parçası, kendisiyle
susuzluğunuzu giderdiğiniz bir yudum su bundan hâriçtir.”
Başka bir hadîs-i
şerîfde de şöyle buyurmuştur:
“İnsanoğluna, belini ayakta tutmak için yediği bir kaç
lokma yeterlidir. Yetecek miktarda yemek yemekten dolayı kişi kınanmaz.”
Haram olan yemek;
doyduktan sonra yenen yemektir: Çünkü fazla yemekle mal zayi edilmiş, beden de
hastalığa sürüklenmiş olur. Bu ise, israf ve savurganlıktır. Bu hususda
Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “Âdemoğlu karından daha kötü bir kap doldurmuş değildir. Şayet bu
mutlaka yapılacaksa, karnın üçte biri yemeğe, üçte biri içmeğe, üçte biri de soluk alıp vermeğe ayrılmalıdır.” [139]
Adamın biri Rasûlullah (sas) ın meclisinde
geğirdi: Peygamber Efendimiz (sas) ona öfkelenerek şöyle buyurdu:
“Geğirtini bizden uzak tut Kıyamet gününde insanların en uzun müddet azap çekenlerinin dünyada en çok tok olanlar olduğunu bilmez misin?!” [140] Hz. Ömer (ra) e denildi ki;
“- Cevariş almaz mısın?” Sordu;
“- Cevariş de ne oluyor?”
“- Yemeği sindiren hazmettirici bir nesnedir.” (Dedi ki);
“- Sübhânallah! Müslüman kişi doygunluğun ötesinde yer mi hiç?!” [141]
Ancak ertesi günkü oruca dayanmak veya misafiri utandırmamak maksadıyla yemeğe devam etmek haram sayılmaz: Çünkü yemek sahibi yemeği bırakırsa ve misafir de doymamışsa; belki de misafir utanıp çekindiği için yemez. Şu halde ağırlama vazifesini aksatanlardan olmamak için, misafirin yanında doygunluğun üzerinde yemesinin bir sakıncası yoktur. Ağırlama vazifesini aksatmak; aklen ve dinen kınanan bir şeydir. [142]
Farizaları yerine
getirmekten âciz kalacak şekilde yemeği azaltarak riyazette bulunmak caiz
değildir: Bununla alâkalı olarak Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Nefsin senin bineğindir. Ona merhametle muamele et.” Onu aç bırakıp eritmek merhamete aykırıdır. İbadeti terk etmek caiz olmadığı gibi, ibadeti terke sebep olan şeyleri yapmak da caiz olmaz. İbadetleri edadan âciz bırakmayacak derecede nefsi aç bırakmak mübahtır. Bununla nefse riyazet yaptırılmış ve yemeğe karşı iştah da arttırılmış olur. Ama evvelkinde hüküm bunun hilâfınadır. Çünkü o derecedeki bir açlık sebebiyle nefis helak edilmiş olur. [143]
Aşırı şehvetten korkan gencin de şehvetini kırmak için, ama ibadetleri edadan âciz kalmayacak derecede kendisini aç bırakmasının sakıncası yoktur. Peygamber Efendimiz (sas) in de buyurduğu, gibi, bununla şehvet de kırılmış olur. [144]
Zarüret halinde leş yemekten sakınan yahut oruçlu olup bir şey yemeyen ve bu yüzden ölen günahkâr olur: Çünkü nefsini telef etmiştir. Zira açıkladığımız gibi kişi yemek yemeden hayatını sürdüremez. Zarüret halinde leş yemek helâldir. Ya da başka bir deyişle günah sayılmaz. Hayatta kalmanın tek çaresi leş yemek olursa, onu yemekten sakınmak caiz olmaz. Bu hüküm Mesrûk'dan, bir grup ulemâ ve tabiînden rivayet edilmiştir. Böyle bir durumda leş yemediği için günahkâr olan bir kimsenin boğazlanmış bir hayvanın etini ve helâl olan diğer şeyleri yemeyip açlıktan ölmesine ne dersiniz?! [145]
Fakat bir kimse tedavi olmaz ve ölürse, günahkâr olmaz: Çünkü o ilacın kendisini iyileştireceği kesin değildir. Belki ilaç olmadan da sağlığına kavuşabilecektir.
Çeşitli meyvelerden tatmanın bir sakıncası yoktur: Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Verdiğimiz güzel nimetlerden yiyiniz.” [146]
“Allah (cc) ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri
(siz kendinize) haram kılmayın.” [147]
Ama bunu yapmamak daha iyidir: Ki, bunu yapmanın derecesi noksanlaşmasın ve;
“Dünya hayatındaki bütün güzel şeyleri harcadınız.” [148] âyet-i kerîmesinin kapsamına girmesin. [149]
Çeşit çeşit yemekler hazırlamak ve sofraya ihtiyaçtan fazla ekmek koymak israftır: Zira Peygamber Efendimiz (sas) bunu kıyamet alâmetlerinden saymıştır. Hz. Âişe (ra), Rasûlullah (sas) ın bunu yasakladığını söylemiştir. Ancak misafirleri sofraya grup grup çağıran kimse, insanlar peş peşe gelip yesinler diye, sofraya ilk grubun ihtiyacından fazlasını koyabilir. Çünkü böyle yapması faydalıdır.
Ekmeğin ortasını yiyip kenarlarını bırakmak veya şişkin yerlerini yiyip diğer yerlerini bırakmak israftır. Çünkü bunu yapmak bir nevi ceberutluktur. Ancak bir başkası o kısmı yiyecekse, bunun bir sakıncası yoktur. Zira bu, birkaç ekmek arasından birini seçmek gibidir ve normaldir. [150]
Tuzluğu ekmeğin
üzerine koymak, parmağı ve bıçağı ekmekle silmek mekrühtur. Ancak tuz ekmeğin
üzerine bırakılır: Çünkü başkaları bu hareketten tiksinir ve bununla ekmeğe hor
bakılmış olur. Oysa biz ekmeğe saygı göstermekle emrolunmuşuzdur. Zira
Peygamber Efendimiz (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Ekmeğe saygılı olun: Çünkü o yerlerin ve
göklerin bereketlerindendir.” [151]
“Bir kavim ekmeği hafife alırsa, Allah
(cc) mutlaka onları açlıkla imtihan eder.” Ekmek sofraya geldiğinde diğer katıkları beklemeden yemeğe başlamak,
ekmeğe saygının gereğidir. Yere düşen lokmayı almayıp bırakmak israftır. Zira
Peygamber Efendimiz (sas) yere düşen lokmayı kastederek şöyle buyurmuştur:
“Üzerindeki tozu sil ve ye.” [152]
Yemeğin Sünnetleri: Yemeğe başlarken besmele çekmek, sonunda Allah (cc) a hamdetmek; Yemeğe başlarken besmele çekmeyi unutan kimse hatırladığında; 'bismillahi alâ evvelini ve âhirih’ demelidir.
Zira buna dâir hadîs-i
şerîf vârid olmuştur. [153]
Hamd; rızıklandığı zaman müminin
şükretmesidir. Bu hususda Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Allah (cc) kendisine yemek takdim edildiğinde
evvelinden besmele çekip sonunda Allah (cc) a hamdeden mümin kulundan razı
olur.”
Yemekten önce ve sonra
elleri yıkamak: Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Yemekten önce abdest almak fakirliği yok eder. Yemekten sonra abdest almak ise, küçük günahları yok eder.” [154] Bu hadîs-i şerîfdeki abdestten maksat; elleri yıkamaktır. Yemeğe başlarken evvelâ gençlerin, yemeğin sonunda ise yaşlıların ellerini yıkamaları edebdendir. Yemekten evvel yıkanan elleri mendille silmemek gerekir ki, yemek esnasında yıkamanın eseri kalsın. Yemek sonrası yıkanan elleri ise mendille silmek gerekir ki, yemeğin eseri tamamıyla yok olup gitsin.
Evlere su taşımak için kaplar edinmek müstehabdır: Çünkü kadınların abdest almak ve içmek için suya ihtiyaçları vardır. Onlar avret olduklarından, dışarı çıkmaktan menedilmişlerdir. Allah (cc) onlara şu emri vermiştir:
“Evlerinizde oturun.” [155] Kadının diğer ihtiyaçlarını karşılaması gerektiği gibi, su ihtiyacını karşılamak da erkeğin vazifesidir. [156]
Bu (su kabının) testi
olması daha iyidir: Bu kaplarda israf ve böbürlenme
yoktur. Bir hadîs-i şerîfde Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse evinin kaplarını topraktan edinirse, onu melekler ziyaret eder.” Evde kullanmak üzere bakır, tunç gibi madenlerden ve deriden kaplar edinmek caizdir. Ama daha evvel belirtilen sebeplerden dolayı; altın ve gümüşten kaplar edinmek caiz değildir. [157]
Bir erkek kendisine ve aile ferdlerine israfa kaçmadan ve aynı zamanda kısıp sıkmadan harcama yapmalıdır: Çoluk çocuğunun bütün isteklerini karşılamak için kendisini zorlamaması gerektiği gibi, onları tamamen de mahrum bırakmamalı, orta yolu takib etmelidir. Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“(O kullar) harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik
ederler; ikisi arasında bir orta yol tutarlar.” [158] Devamlı
tok olmamalıdır. Zira Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir gün aç kalır, bir gün de tok olurum.” [159] Özetle müslüman kimsenin kazancını ifsad etmesi, savurganlık yapması ve kazancıyla mütekebbirlik yapması haramdır. Bu hususda Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama.” [160]
“Allah (cc) bozguncuları sevmez.” [161]
“İsraf etmeyin. Çünkü Allah (cc) israf edenleri
sevmez.” [162]
“Gereksiz yere saçıp savurma. Zira saçıp savuranlar
şeytanların dostlarıdırlar.” [163]
Şiddetli derecede acıkıp azık dilenmekten âciz kalan bir kimsenin durumunu bilen herkese, ölümden kurtarmak maksadıyla onu doyurmak yahut doyuracak kimseye onu göstermek farz olur: Bunu yapmazlar da o adam ölürse, hepsi müştereken günahkâr olurlar. Bu hususda Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “Komşusu yanı başında aç iken kendisi tok yatan kimse Allah (cc) a hakkıyla iman etmiş değildir.” [164] Bir kimse zenginler arasında açlıktan dolayı zayi olup ölürse; onlar Allah (cc) ın ve Rasûlünün zimmeti dışında kalırlar.” Onlardan biri o adama yemek yedirirse, diğerleri de mes'ûliyetten kurtulurlar.
Keza; bir kimse sokağa bırakılıp ölmek üzere olan bir çocuğu veya bir çukura düşmek üzere olan âmâ bir insanı görür de onu kurtarırsa; boğulmak üzere olan bir insanı kurtarmış gibi olur. [165]
Çalışmaya gücü olanın
çalışıp kazanması gerekir: Bunun gerekçesini açıklamıştık. Çalışıp kazanmaya
gücü olmayanın da dilenmesi gerekir: Çünkü bu da bir nevi kazanç temin etme
yoludur. Ama yalnız, çalışmaktan âciz kalma halinde dilenmek helâl olur. Zira
Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Dilenmek kulun en son kazancıdır.” Dilenmeyi bırakıp ölürse, günahkâr olur: Çünkü bu
durumda o kendisini tehlikeye atmış olmaktadır. Zira dilenmesi bu durumda onu,
tıpkı kazanç gibi kendisini ayakta tutabilecek şeye kavuşturmaktadır. Böyle bir
durumda dilenmekte zillet yoktur. Allah (cc) Hz. Musa (as) ile arkadaşının bir
kasabaya varıp ora halkından yiyecek istediklerini bildirmektedir. Rasûlullah
(sas) da kendi ashabından bir adama;
“Senin yanında bir şey var mı? Yiyeyim,” diye sormuştur.
Bir günlük yiyeceği
olanın dilenmesi haramdır: Zira Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Dilendiği şeye ihtiyacı olmadığı halde insanlardan
dilenen kimse; dilendiği şey kendisinin yüzünden yırtık, ısırık veya tırmalama
izi olarak kıyamet gününde (haşir yerine) gelir.” [166]
Çünkü zarüret olmaksızın o kendi nefsini zelîl kılmıştır ki; bu da haramdır. Zira Peygamber Efendimiz (sas)
şöyle buyurmuştur:
“Müslümanın kendi nefsini zelîl kılması helâl olmaz.” [167]
Camilerde dilenenlere
bir şey vermek mekrühtur: Bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurulmuştur:
“Kıyamet gününde Allah (cc) ın buğzettiği kimse ayağa kalksın! diye seslenilir. Bunun üzerine cami dilencileri ayağa kalkarlar.” Ancak insanları ezip çiğnemez ve namaz kılanların önlerinde gezip dolaşmazsa, mekrüh olmaz: Muhtar olan görüş budur. Anlatıldığına göre Rasûlullah (sas) zamanında bazı kimseler mescidde dilenirlermiş. Hatta rivayet edilir ki Hz. Ali (ra) namazda iken kendi yüzüğünü sadaka olarak vermiş ve bunun üzerine şu âyet-i kerîme nazil olmuştur:
“Ve onlar rükû halinde iken zekât (sadaka) verirler.” [168] Dilenci eğer namaz kılanların önünden geçiyorsa, insanları ezip çiğniyorsa; ona bir şey vermek mekrüh olur. Çünkü bu durumda onun insanlara eza vermesine yardımcı olunmaktadır. Hatta denilir ki; ona verilen bir kuruş için yetmiş kuruş keffaret vermek gerekir. [169]
Zâlim ümerânın verdikleri hediyeyi kabul etmek caiz olmaz: Çünkü onların malları genelde haramdır. Ancak malının çoğunun helâl olduğu bilinirse, kabul edilebilir: Meselâ; ticaret ve ziraatla uğraşıyorsa, o zaman hediyesini kabul etmenin bir sakıncası yoktur. Zira insanların mallarında az da olsa mutlaka haram vardır. Muteber olan malının çoğunluğudur. Çoğunluğu helâlsa, verdiği hediye kabul edilebilir. Verdikleri yemekleri yemek de böyledir. [170]
Düğünde yemek vermek
kadim bir sünnettir: Bu yemeği vermekte büyük sevap vardır. Bu hususda
Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir koyunla da olsa, düğün yemeği ver.” Bir kimsenin kendi zevcesi ile gerdeğe girerken komşularını, yakınlarını ve dostlarını çağırarak onlar için hayvan kesip yemek yapmasına velîme; yani düğün yemeği denilir.
Düğüne davet edilenin
bu davete icabet etmesi gerekir. İcabet etmezse, günahkâr olur: Zira Peygamber
Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Davete icabet etmeyen Allah (cc) a ve Rasûlullah
(sas) a karşı gelmiş olur.” [171] Eğer davet edilen oruçlu
ise, davete gider ve sahibine hayır duada
bulunur. Oruçlu değilse, yemeği yer ve yine hayır duada bulunur. Oruçlu
olmadığı halde yemezse, günahkâr olur ve davet sahibini incitmiş olur. Çünkü
böyle davranan kimse yemek sahibi ile alay etmiş olur. Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir parçaya da çağrılsam, o davete mutlaka icabet
ederim.” [172]
Sahibinin izni olmadan düğün yemeklerinden bir şey alınıp götürülemez ve dilenciye de bir şey verilemez: Çünkü davetliye sadece yemek izni verilmiştir. Yemeği alıp götürme veya başkalarına verme izni verilmiş değildir. [173]
Bir düğüne davet edilen kimse orada oyun ve eğlence olduğunu biliyorsa, oraya gitmez: Bu durumda dâvetçinin icabet etme hakkı dâvetli için bağlayıcı olmaz. Haberi olmadan gidip orada bir oyun ile karşılaşırsa; gücü yeterse bu oyunlara mâni olur: Zira böyle yapması münkeri nehyetme; yani kötülüğü menetme vazifesinin kapsamına girer. Gücü yetmez ve oyun da sofraya karşı oynanırsa, sofraya oturmaz: Çünkü eğlenceyi seyredip dinlemek haram, davete icâbetse sünnettir. Haramdan sakınmak, sünneti yerine getirmekten önce gelir.
Davetli kendisine uyulan önder bir kimse ise; oyun sofranın yanında olmasa bile, o sofraya oturmaz: Oturursa, dini lekelemiş ve müslümanlara günah kapısını açmış olur. Ebû Hanîfe'nin şöyle dediği rivayet edilir; 'bir defasında böyle bir bela ile karşılaştım, sabrettim.' Ebû Hanîfe nümûne-i imtisal (örnek bir şahsiyet) olmadan önce o durumla karşılaşmıştı. Böyle değilse; yani önder bir kimse değilse, bu durumda orada oturmasında bir mahzür yoktur. Bu, üzerine ağıt yakılan bir cenazeyi mezara uğurlamaya benzer; üzerine ağıt yakılan bir cenazeyi mezara uğurlama vazifesi nasıl terkedilemezse, böyle bir davete icabet vazifesi de terkedilemez. [174]
Farz olan giyim; avret yerlerini örtecek, soğuk ve sıcağın zararını giderecek kadar giyinmektir: Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Her secde edişinizde gûzeİ elbiselerinizi giyinin.” [175] Yani namaz kılacağınız zaman avret yerlerinizi örtecek elbiseler giyinin. Zira insan avret yerini örtmeden namazını edâ edemez. İnsan bedeni sıcağa da, soğuğa da dayanamaz. Sıcağın ve soğuğun zararını gidermek için giysiye ihtiyacı vardır. Şu halde giyim de yiyecek ve içecek gibi olup, farzdır. [176]
Elbise ketenden veya pamuktan
olmalıdır: Selef-i sâlihînin giyimleri de böyle idi. Böyle giyinmek kibirden
uzaktır. Elbise en iyi ile en kalitesiz
arasında orta derecede olmalıdır ki, insan kötü elbise giyerek hakir düşmesin
ve en iyisini giyerek de kibirlenmesin. Rasûlullah (sas) iki şöhretten
nehyetti; o da nefasetin, güzelliğin son derecesi ile; adiliğin, bayağılığın en
sonudur. Her şeyin hayırlısı orta olanıdır. Her zaman temiz giyinmek fakat hep
yeniye düşmemek gerekir. Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Eski elbise giyinmek imandandır.” [177] Bundan maksat; giyimde mütevazı olmak ve elbise ile
kibirlenmemektir.
Müstehab olan giyim;
avret yerlerini örttükten sonra ziynet temin eden elbise giyinmektir: Peygamber
Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Allah (cc) nimetlerinin eserini kulunun üzerinde
görmeyi sever.” [178]
Mübah olan giyim; toplantılarda, cuma ve bayramlarda güzel olmak için güzel elbiseler giyinmektir: Rivayet olunduğuna göre; Rasûlullah (sas) ın tilki derisinden ve bayram günü giyindiği bir cübbesi vardı. Yine cumalarda, bayramlarda ve heyetleri karşılamada giyindiği, Mukavkıs tarafından kendisine hediye edilen kenarı ipekli bir kaftanı vardı. Ancak masraflı ve pahalı olduğu için her zaman böyle elbiseler giyinmekte zorluk ve meşakkat vardır. Bazan muhtaç kimseler bu gibi elbiseleri giyenlere öfke duyacakları için, bunları giymekten sakınmak daha iyidir.
Mekrüh olan giyim;
kibirlenmek ve kendisini beğenmek niyyetiyle elbise giyinmektir: Bunun sebebini
açıklamıştık. Ayrıca Rasûlullah (sas) Mikdam b. Mâdikerb'e şöyle buyurmuştu;
“Kibirîenmeksizin ye, giy ve iç.”
Beyaz elbise giyinmek
müstehabdır: Peygamber Efendimiz (sas)
şöyle buyurmuştur:
“En hayırlı elbiseniz, beyaz renkli olanıdır.” [179]
“Şüphesiz Allah (cc) beyaz renkli elbiseyi sever ve
doğrusu O cenneti beyaz renkli olarak yaratmıştır.”
Aspurla boyanmış ve kırmızı renkli elbiseyi giymek mekrühtur: Kış mevsiminde bir kimsenin daha azı ile yetinebiliyorsa, iki veya daha fazla sayıda cübbe giyinip ortaya çıkmamalıdır. Çünkü böyle yapmasında kibirlilik vardır. Hz. Ömer (ra) hep kaba kumaşlardan elbiseler giyerdi. Kışın kaba kumaştan yapılmış elbiseleri tercih etmek daha iyidir. Çünkü bu tip elbiseler insanı soğuktan daha iyi muhafaza ederler. Yazın teri daha iyi çekeceği için, yumuşak kumaştan yapılmış elbiseler tercih edilmelidir. Ama her iki mevsimde de yumuşak kumaştan yapılmış elbiseleri giyinmenin de bir sakıncası yoktur. Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“De ki; Allah (cc) ın kulları için yarattığı süsü ve
temiz rızıkları kim haram kıldı?” [180]
Sarığın sargısının ucunu iki omuz arasına sarkıtmak sünnettir: Rasûlullah (sas) da böyle yapmıştır. Sonra denildi ki, sarkıtılan kısmın uzunluğu bir karış kadar olmalıdır. Belin ortasına kadar uzatılmalıdır, diyenler olduğu gibi, oturağa kadar uzatılmalıdır, diyenler de vardır.
Sarığını yeniden sarmak isteyen onu sardığı gibi açar: Onu bir defada yere bırakmaz. Rasûlullah (sas) ın böyle yaptığı nakledilir. [181]
Allah (cc) ı tesbîh etmek, O'na hamdetmek, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîf okumak, fıkıh ilmini okumak gibi sözler insana sevap kazandırır: Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Allah (cc) ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah (cc) bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” [182] Bu hususda bir çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vârid olmuştur.
Bir insan yapageldiği
bir şeyi gidip de fâsıklar meclisinde de yaparsa, bununla sevap yerine günah
kazanmış olur: Çünkü bu davranışta alay ve zikrin gereğine muhalefet vardır.
Eğer topluluğa Allah (cc) ı tesbîh etmeğe itibar ettirmek, yaptıklarını
protesto etmek ve bulundukları fısk durumundan ayrılmalarını sağlamak için
böyle bir yerde Allah (cc) ı tesbîh ederse, güzel olur: Çarşıda insanlar
gaflete dalıp dünya işi ile meşgulken onları uyarmak maksadıyla zikir ve
tesbîhatta bulunan kimse de böyledir. Böyle yapması tenhada yalnız başına zikir
ve teşbihle meşgul olmasından daha iyidir. Peygamber Efendimiz (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Gafiller arasında Allah (cc) ı zikreden,
Allah (cc) yolunda cihad eden gibidir.” [183]
Tüccarın malları açarken zikir ve tesbîhde bulunması mekrühtur: Şarapçının da şarap kabını açarken böyle yapması aynı şekilde mekrühtur. Bunlar mallarını açarken; lâ ilahe illallah, sallallahü alâ Muhammed derler. Böyle demeleri mekrühtur. Çünkü bunlar yaptıkları işin karşılığında para kazanmaktadırlar. Ama gazi harbederken, âlim de ilim meclisinde tekbir getirirse, hüküm bunun hilâfınadır. Çünkü bunlar böyle yapmakla dini yüceltmek, saygı göstermek ve dinî şiarları ortaya koymaktadırlar.
Kur'ân-ı kerîm
okunurken sesi yükseltip alçaltarak tegannide bulunmak ve böyle okunan Kur'ân-ı
kerîmi dinlemek mekrühtur: Çünkü Kur'ân-ı
kerîmi böyle okumak; fasıkların fisk-u fücür esnasında yaptıkları fiile, yani
teganniye benzetmektir. İslâmın başlarında böyle bir şey yoktu. Bu sebeple ezan
okurken de teganni mekrüh görülmüştür. Bunun mekrüh olmadığını söyleyenler de
vardır. Zira Peygamber Efendimiz (sas) şöyle
buyurmuştur:
“Kur'ân-ı kerîmi sesinizle süsleyin.” [184] Ama başka bir rivayette anlatıldığına göre, Rasûlullah (sas); Kur'ân-ı kerîm okuma, cenaze, harp ve vaaz esnasında sesi yükseltmeyi mekrüh saymıştır. Bu mekrüh olduğuna göre, adına vecd dedikleri haram şarkıyı dinleme esnasında sesi yükseltmenin hükmü sizce ne olabilir?! [185]
Ebû Hanîfe kabirlerin yanında Kur'ân-ı kerîm okunmasını mekrüh saymıştır. Çünkü bu hususda Rasûlullah (sas) dan rivayet edilen sahih bir hadîs-i şerîf yoktur. Ancak İmam Muhammed'e göre bu mekrüh değildir. Biz de İmam Muhammed'in görüşünü benimsiyoruz. Çünkü mezarların yanında Âyete'l- kürsi, İhlâs, Fatiha ve diğer bazı sûrelerin okunabileceğine dâir rivayetler vardır. Ayrıca bunun ölüye faydası da vardır. Ehl-i sünnet ve cemaata göre; insan işlediği amelin sevabını başkasına bağışlayabilir. Has'amiye'nin Hacc bahsinde geçen hadîsinden de anlaşıldığı gibi, sevap; kendisine bağışlanan kimseye ulaşır. Başka bir rivayette de anlatıldığına göre; Rasûlullah (sas) iki alaca koçu kurban etmiştir. Bunlardan biri kendisi, diğeri de ümmeti içindi.
Rivayet edildiğine göre adamın biri şöyle demiş;
“- Ya Rasûlallah (sas), annem vefat etti. Kendisi için sadaka versem, sevabı ona ulaşır mı?” (Buyurdu ki);
“- Evet. Sen de sevap kazanırsın.”
Kadının biri çocuğunu kaldırıp şöyle sormuştu;
“Ya Rasûlallah (sas), bunun haccı sahih olur mu?” (Buyurdu ki);
“Evet. (Ona yaptırınca) sen de sevap kazanırsın.” Buna dâir haberler çoktur. Bazıları mezarların yanında Kur'ân-ı kerîm okumanın caiz olmayacağını ve okunan Kur'ân'ın sevabının ölüye ulaşmayacağını söylemişler ve şu delilleri ileri sürmüşlerdir:
“İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”
[186]
“İnsan öldüğü zaman ameli sona erer. Ancak dünyada iyi
evlat bırakanların, faydalanılan bir ilim bırakanların ve
sadaka-i câriye bırakanların
amelleri müstesna.” [187]
Yukarıdaki âyet-i kerîmede zikredilen delile bir kaç madde halinde cevap vereceğiz;
1- Bu âyet-i kerîme;
“Yoksa Müsa'nın ve ahdine vefa gösteren İbrahim'in sahifelerinde yazılı olanlar kendisine haber verilmedi mi?” [188] âyet-i kerîmesinin ardı sıra gelmektedir. Dolayısıyla Müsa (as) ve İbrahim (as) peygamberlerin şeriatlerindeki hükümleri bildirmektedir ve bu hükümler bizi bağlamaz. Hele Peygamber Efendimiz (sas) den bunun hilâfına bir rivayet vârid olmuş ise, o hüküm bizi hiç mi, hiç bağlamaz. Hz. Ali (ra) demiştir ki; 'bu hüküm Müsa (as) ve İbrahim (as) peygamberlerin kavimleri içindir. Bizim ümmete gelince; hem kendi yaptıklarının, hem de kendisi için yapılanın sevabını kazanırlar.’
2- Bu âyet-i kerîme;
“Onların nesillerini de kendilerine kattık.” [189] âyet-i kerîmesiyle neshedilmiştir. Nesiller atalarının iyilikleri sebebiyle cennete konuldular. Bunu İbn Abbâs (ra) söylemiştir.
3- Reb'i b. Enes dedi ki; 'bu âyet-i kerîmede 'insan' kelimesiyle kâfir kastedilmiştir. Mümin kimseye gelince; o hem kendi yaptığının, hem de kendisi için yapılanın sevabını kazanır.’
4- Âyet-i kerîmede geçen lil insan kelimesinin başında bulunan lâm, misalinde olduğu gibi (alâ) harfi mânasına
gelir ve böylece
âyet-i kerîmenin mânası da;
“İnsan üzerinde kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” olur. Böylece bu âyet-i kerîme ile hadîs-i şerifler arasında mutabakat sağlanmış olur. Bu sahih bir mâna olduğu için, caizdir. Bunda ihtilaf yoktur ve buna tahsis de girmez.
5- Kişi amelinin sevabının başkasına ulaşması için çalışır ve bu âyet-i kerîme ile amelen de kendi çalışmasının sevabı kendisinin olur.
6- Sa'yin;
yani çalışmanın çeşitleri vardır:
a- Kişinin fiili ve sözü ile çalışması.
b- Kişinin yakınları sebebiyle yaptığı çalışma.
c- Kişinin dostu sebebiyle dostu uğruna yaptığı çalışma.
d- Kişinin hayırlı ve iyi işler, dinî işler yaparak meydana getirdiği çalışma. Bu sebeple insanlar onu sever, onun için hayır duada bulunur, amellerinin sevabını ona bağışlarlar. Bütün bunlar da onun ameli sebebiyle olur.
Bu âyet-i kerîmenin gereğini söyledik. Bu bize karşı bir delil olmaz. Mezkûr hadîs-i şerîf ölen kimsenin amelinin sona erdiğini bildiriyor. Buna karşı bir diyeceğimiz yoktur. Bizim diyeceğimiz; başkasının amelinin sevabının kendisine ulaşacağıdır ki; mezkûr hadîs-i şerîf bunu reddetmiyor. Kaldı ki, baştan sona bütün insanlar bunu güzel görmektedirler ve hadîs-i şerîf de bunu güzel görüyor. [190]
Bir kısım sözler vardır ki; ne sevabı vardır, ne de günahı vardır. Bunlar da; kalk, otur, yemek yedim, su içtim gibi sözlerdir: Çünkü bunlar ne ibadettir, ne de mâsiyettir. Sonra denildi ki; sevap ve ikabı olmadığı için bu sözler kişinin amel defterine yazılmazlar. İmam Muhammed'in de buna delalet eden sözler söylediği rivayet edilmiştir. Hişam'ın İkrime'den rivayet ettiğine göre İbn Abbâs (ra) şöyle demiştir; 'melekler ancak sevabı veya günahı olan şeyleri yazarlar.' Başka bir görüşe göre denildi ki; bu gibi sözler de kişinin amel defterine yazılır. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız.” [191] Sonra cezası olmayanlar silinir. Cezası olanlarsa, yazılı kalır. Sonra denildi ki; cezası olmayanlar her pazartesi ve perşembe günlerinde silinir. Çünkü ameller bu günlerde Allah (cc) a arzedilir. Çoğunluğun görüşüne göre bunlar kıyamet gününde silinirler. [192]
Söz vardır ki, insan
onunla günaha girer. Sövmek, yalan konuşmak, gıybet etmek ve koğuculuk yapmak
gibi: Zira bütün bunlar mâsiyet olup,
aklî ve naklî delillerle haram kılınmışlardır. Sonra yalan söylemek mahzurlu
kılınmıştır. Ancak savaşta hile yapmak, iki kişiyi barıştırmak, erkeğin
karısını razı etmek ve zâlimi zulümden alıkoymak için yalan konuşmak caizdir:
Zira Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Yalan söylemek şu üç yerde uygun olur; iki kişiyi barıştırmakta, savaşta ve erkeğin karısını razı etmesinde.” [193] Zâlimi zulümden alıkoymak için yalan söylemek sulh babından olduğu için caiz görülmüştür.
İhtiyaç hali dışında yalan söyleyerek tarizde bulunmak mekrühtur: Meselâ; 'gel yemek ye' denilen bir adamın, dünkü yediği yemeği kastederek; 'yedim' demesi gibi. Bunda bir sakınca yoktur. Çünkü kastettiği mânayı doğru ifade etmiştir. Bunun mekrüh olduğunu, çünkü zahiren bunun bir yalan olduğunu söyleyenler de vardır. [194]
insanlara söz ve
fiilleriyle eziyet eden zâlimin kötülüklerini anlatmak gıybet sayılmaz:
Rasûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Fâcir kimsenin vasıflarını (ve kötülüklerini) anlatın
ki, insanlar kendisinden sakınsınlar.”
Böyle bir kimseyi sakındırması için devlet reisine ihbar etmek günah değildir: Böyle yapmak kötülükleri nehyetmek ve zulmü menetmek babındandır. Ancak belli kimselerin gıybetini etmek gıybet olur. Bu bakımdan bir köy halkının gıybetini etmek, gıybet olmaz: Çünkü burada kastedilen belli bir kimse yoktur ve bu kazf (iftira) gibi olur.
İmam Muhammed eve perde asmayı mekrüh saymıştır. Çünkü bu bir nevi tekebbürdür ve bunda süs vardır. Soğuktan korunmak için evin duvarlarını keçe ve benzeri şeylerle örtmenin bir sakıncası yoktur. Bunda fayda vardır, ama bunu süs maksadıyla yapmak mekrühtur. Bu daha evvel anlatılmıştı.
Bir kimsenin farz olan vazifeleri yerine getirmesinden sonra güzel ve güzel yüzlü cariyelerden faydalanmak istemesinde bir sakınca yoktur: Zira yanında hür zevceleri varken, Rasûlullah (sas) oğlu İbrahim'in annesi Mariye (ra) yi cariye olarak yatağına almıştı. Hz. Ali (ra) de yanında hür zevceleri varken oğlu Muhammed b. Hanefiyye (ra) nin annesini kendisine ümm-ü veled bir cariye edinmişti. Bunun câizliğinin delili şu âyet-i kerîmedir:
“De ki, Allah (cc) ın kulları için yarattığı süsü ve
temiz rızıkları kim haram kıldı?” [195]
Bu hususda az ile
yetinmesi ve artan malını âhirette kendisine faydalı olacak şeylere sarfetmesi
daha iyi olur: Zira Allah (cc) katındaki şeyler daha kalıcı ve daha hayırlıdır.
Şunu bilmeliyiz ki; kişinin kendisine yetecek en az şeye kanaat etmesi
azimettir. Refahlanmak ve lezzetlere ulaşmak için daha fazlasını yapmak ise,
ruhsattır. Bu hususda Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah (cc) azimetlerin yerine
getirilmesinden hoşlandığı gibi, ruhsatların yerine getirilmesinden de hoşlanır.” [196]
“Kolay ve toleranslı Hanif dini ile gönderildim.
Zor ve katı ruhbanlıkla gönderilmedim.”
[197]
“Kıyamet günü kendisine dört şey sorulmadan kulun
ayakları bir adım öteye gidemez: Ömrünü nerede
tükettiği, gençliğini nerede tükettiği, malını nerede kazandığı ve
nereye harcadığı (sorulur).” [198]
Müslümamn şu hususları yerine getirmesi gerekir:
1- Gizlisiyle, açığıyla bütün fuhşiyyatı irtikâb etmekten sakınmalıdır.
2- Haramdan ve malı helâl olmayan yollardan kazanmaktan sakınmalıdır.
3- Müslüman olsun, zımmî olsun; hiç kimseye zulmetmemelidir.
Bu anlatılanlar haricinde kalan hususlarda Allah (cc) bize kolaylık ve genişlik tanımıştır. Ne kendimize ve ne de müslümanlardan birine işi zorlaştırmamalıyız. Bir rivayette anlatıldığına göre; günün birinde Rasûlullah (sas) insanlara vaazetmiş, bunda onlara kıyameti anlatmıştı. Cemaat de dayanamayıp ağlamıştı. Bunun üzerine şu on kişi Osman b. Maz'un (ra) un evinde toplanmıştı; Hz. Ebûbekir, Hz. Ali, İbn. Mes'ûd, İbn. Ömer, Abdullah b. Amr b. As, Ebû Zerr, Ebû Huzeyfe'nin azadlısı Salim, Mikdad, Selman-i Fârisî ve Mâkil b. Harun (r. anhum). Bunlar râhibâne bir hayat sürmek, zekerlerini kesmek, bornoz giymek, her gün devamlı oruç tutmak, geceleri hep namaz kılmak, yatakta uyumamak, et ve yağ yememek, kadınlara ve esansa yaklaşmamak, yer yüzünde seyyah olup dolaşmak hususunda kendi aralarında söz birliği etmişlerdi. Rasûlullah (sas) bunu duyunca onlara buyurdu ki;
“- Sizin şu ve şu hususlarda anlaştığınız bana haber
verildi. Bu doğrumudur?”
“- Evet, ama bizim maksadımız hayırdan başka bir şey değildir.” (Buyurdu ki);
“- Ben size bunu emretmiyorum. Doğrusu nefsinizin sizin üzerinizde hakkı vardır. Bazan oruç tutun, bazan tutmayın. (Geceleri) bazan namaz kılın, bazan kılmayın. Çünkü ben hem namaz kılarım, hem de uyurum. Oruç tuttuğum da olur, tutmadığım da. Et de yerim, yağ da. Kadınlarla cinsî münasebette bulunurum. Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.” Onlara böyle dedikten sonra kalkıp şu hutbeyi irad etti:
“-Bazılarına ne oluyor ki; onlar kadınları,
yiyecekleri, esansı, uykuyu ve dünyevî arzuları kendilerine haram saymışlardır.
Ben size keşiş ve rahip olmanızı emretmiyorum. Doğrusu Benim dinimde et yemeyi
ve kadınları terketmek, manastırları (mesken) edinmek yoktur. Ümmetimin
seyahati oruçtur. Ruhbanlığı cihaddır. Allah (cc) a ibadet edin, O'na hiç bir
şeyi ortak koşmayın. Haccedin, umre yapın. Namaz kılın, zekât verin. Ramazan
orucunu tutun. İstikamet üzere olun ki, işleriniz yolunda gitsin. Doğrusu
sizden evvelkiler (dinî hayatı) zorlaştırma yüzünden helak oldular. Onlar
kendilerine zorlaştırdı, Allah (cc) da onlara zorlaştırdı.”
Bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nazil oldu:
“Ey iman edenler! Allah (cc) ın size helâl kıldığı iyi
ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah (cc)
sınırı aşanları sevmez. Allah (cc) ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan
yiyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah (cc) dan korkun.” [199]
[1] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/119-120.
[2] Nur: 24/30.
[3] Nur: 24/31.
[4] Vücudun rengini gösterecek şekilde naylon veya çok
ince bir şey giyerek namaz kılmak ve dışarıda dolaşmanın caiz olup olmadığı
hususunda şöyle denilmiştir: 'Vücudun siyah veya beyazlığını gösterecek şekilde
naylon veya ince bir kumaşı giyip dışarıda gezmek haramdır. Ahlâkın bozulmasına
vesile olduğu gibi, fitne ve fesada da vesiledir. Namus ve şeref mefhûmuna
sahip bir kimse erkek olsun kadın olsun böyle bir elbise ile gezemez.
Aynı zamanda böyle bir
elbise ile namaz kılmak caiz değildir. Meselâ; kadının saç rengini gösteren
ince tülbent ile başını örtüp namaz kılması sahih değildir.' (H. Günenç,
Günümüz Mes'elelerine Fetvalar, C: 1, S: 143-144).
[5] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/120-121.
[6] Hacc: 22/78.
[7] Bakara: 2/286.
[8] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/121.
[9] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/121-122.
[10] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/122.
[11] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/122.
[12] Mü'minûn: 23/5-6.
[13] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/123.
[14] Bu hadîsi Tirmizî, Ebû Dâvud, Neseî, İbn. Mâce, Hâkim
ve Ahmed rivayet etmiştir.
[15] Bu hadîsi İbn. Mâce tahric etmiştir. Abdullah b.
Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:
4/123-124.
[16] Nur: 24/31.
[17] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/124-125.
[18] Bu hadîsi Tirmizî Neseî, İbn. Hibbân, Taberânî
Hilye'de Ebû Nuaym, Tarih'inde Hatîb ve Ahmed rivayet etmiştir.
[19] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/125-126.
[20] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/126.
[21] Nur: 24/31.
[22] Kadına aynada bakmanın caiz olup olmadığı hakkında
şöyle denilmiştir: 'Aynaya akseden kadının yüzü veya vücudunun başka bir
tarafına bakmak dinen caizdir. Çünkü o hakiki değil, hayalîdir. Ancak fitneye
vesile olduğu takdirde, hayalî de olsa haram olur. Kadının fotoğrafı ile
televizyonda görünen kadın da böyledir. Yani hayal olduğu için, fitneye vesile
olmadıkça ona bakmak İslâm dininde söz konusu olan haram nazar sayılmaz. Ama
fitneye ve ahlâkın bozulmasına vesile olursa, haram olur.' (H. Günenç, Günümüz
Mes'elelerine Fetvalar, C: 1, S: 140). Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el-
Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/127.
[23] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/128.
[24] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/128.
[25] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/128.
[26] Bu hadîsi Tirmizî, Neseî ve İbn. Hibbân rivayet
etmiştir. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/128-129.
[27] Nur: 24/31.
[28] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/129.
[29] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/129-130.
[30] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/130.
[31] Bu hadîsi Ebû Dâvud ve Neseî rivayet etmiştir
[32] Bu hadîsi Müslim, Tirmizî ve Ebû Dâvud rivayet
etmiştir
[33] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/130-131.
[34] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/131.
[35] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/132.
[36] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/132-133.
[37] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/133.
[38] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/133.
[39] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/133-134.
[40] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/134.
[41] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/134.
[42] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/135.
[43] Bu hadîsi Buharî, Müslim, Dârimî İbn. Mâce ve Ahmed
rivayet etmiştir.
[44] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/135.
[45] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/135-136.
[46] 'Kolonya; içinde alkol maddesi bulunduğundan,
necistir. Üzümden imal edilmiş şarap ile diğer maddelerden imal edilmiş sekr
veren her türlü rakı ve alkollü şeyler arasında fark yoktur, hepsi necistir.
Hanefî mezhebinde üzümden imal edilmiş olan şarap kesinlikle necistir. Başka
maddelerden imal edilmiş olan alkollü madde hakkında üç görüş vardır:
1- Şarap gibi
necaset-i muğallazadır,
2- Necaset-i
muhaffafadır,
3- Tâhirdir.
En kuvvetli görüş; şarap gibi olması görüşüdür. Binâen aleyh; Şafiî olan bir
kimsenin kolonyayı asla kullanmaması gerekir. Hanefî mezhebinde fetva var ise
de; Hanefînin de ondan sakınması daha evlâdır.' (H. Günenç, Günümüz
Mes'elelerine Fetvalar, C: 1, S: 133-134).
[47] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/136-137.
[48] Hacc: 22/25.
[49] Bu hadîsi İbn. Mâce rivayet etmiştir.
[50] Bu hadîsi Ahmed, Ebû Ya'lâ, Bezar ve Taberânî rivayet
etmiştir.
[51] Bu hadîsi İbn. Mâce tahrîc etmiştir.
[52] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/137-138.
[53] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/138.
[54] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/138-139.
[55] Bu hadîsi Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn. Mâce ve İbn. Hibbân
rivayet etmiştir.
[56] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/139-141.
[57] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/141.
[58] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/141-142.
[59] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/142.
[60] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/142.
[61] Hâkim ve Beyhakî de böyle bir rivayette
bulunmuşlardır.
[62] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/142-143.
[63] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/143.
[64] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/144-145.
[65] Azil; cinsî münasebet esnasında meni geldiğinde onu
rahme değil de, dışarıya boşaltmaktır.
[66]Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir. Abdullah b. Mahmûd
b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/145.
[67] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/145.
[68] Bu hadîsi Buharî El- Edebü'l- Müfred'de, Beyhakî
ve Taberânî rivayet etmiştir.
[69] Enbiya: 21/52.
[70] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/146.
[71] Bu hadîsi Buharî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud, Neseî,
İbn. Mâce, Taberânî ve Ahmed rivayet etmiştir. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el-
Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/147.
[72] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/147-148.
[73] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/148.
[74] Kadının sesi hakkında çeşitli mütalâalar
serdedilmiştir: Hanefî mezhebinde ihtilaflıdır. Ed- Durru'l- Muhtar ile İbn.
Âbidîn'e göre en kuvvetli görüş; kadının sesi avret değildir. Nevazil ve El-
Kâfi ismindeki kitaplara göre avrettir. Bazı ulemâya göre namazda avrettir,
onun dışında avret değildir. Alûsî; 'kanaatıma göre kadının sesi avret
değildir, ancak sesi şehveti tahrik edip fitneye vesile olursa, o zaman haram
olur' demektedir. Muhammed Ali es-Sâbûnî de şöyle diyor; 'kadının sesi fitneye
vesile olmazsa, avret değildir. Zira Peygamber Efendimiz (sas) in zevceleri
Peygamber Efendimiz (sas) in hadîs-i şeriflerini nakledip rivayet ederler ve
içinde yabancı erkek bulunan cemaate konuşurlardı.' (Bkz. H. Günenç, Günümüz
Mes'elelerine Fetvalar, C: 1,S: 140).
[75] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/148-149.
[76] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/149.
[77] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/149.
[78] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/149.
[79] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/150.
[80] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/150-151.
[81] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/151.
[82] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/151.
[83] Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir. Abdullah b.
Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:
4/151-152.
[84] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/152.
[85] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/152.
[86] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/152.
[87] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/152-153.
[88] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/153.
[89] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/153.
[90] Nur: 24/36.
[91] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/153-154.
[92] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/154.
[93] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/154.
[94] Tevbe: 9/28.
[95] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/154.
[96] Cünüb olan bir kimsenin yıkanmadan evvel traş olup
tırnak kesmesi haram değilse bile hoş görülen bir şey değildir. Bunlar
gusletmeden kesilmemelidirler. Hatta gusülsüz olarak vücuttan hiç bir parça,
kıl ve kan vb. şeylerin kesilip ayrılması uygun değildir. (Mütercim).
[97] Bu hadîsi Müslim, Tirmizî, Neseî, İbn. Adiyy rivayet
etmiştir.
[98] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/155.
[99] Mürselât: 77/25-26.
[100] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/156.
[101] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/156.
[102] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/157.
[103] Dördüncü aydan, yani hamilelikten yüz yirmi gün sonra
özürsüz olarak çocuğu düşürmenin haramlığı üzerinde ittifak vardır. Bu aynı
zamanda gurre verilmesini gerektirir. Çünkü bu bir cana kıymak ve bir insanı
öldürmektir. Bu hususda çağdaş âlimlerden Vehbe ez- Zuhaylî çocuğu aldırmayı
hamileliğin başlamasından itibaren caiz görmemektedir. Ona göre, bu şekilde
cenin teşekkül etmiştir ve onda artık hayat vardır. Ancak bundan; mühim bir
özür, hastalık, kanser vs. yi hâriç tutmuştur.
Hanefîlere göre; henüz
hiç bir şeyi yaratılmamış çocuğu hamilelikten sonra düşürmek mübahtır. Hilkatin
belli olması ise, yüz yirmi günde ortaya çıkar. Bu aynı zamanda çocuğa rûh
üfürüldüğü zamandır. Bundan evvelki cenin ise, henüz 'insan' hükmünü
almamıştır. Ancak bunu da özürsüz olarak düşüren günahkâr olmaktadır. (Bkz. El-
Fıkhu'l- İslâmî ve Edilletuhu, Dr. Vehbe ez-Zuhaylî, Cinsî Münâsebet Bahsi).
Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit
Yayınları: 4/157.
[104] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/157-158.
[105] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/158.
[106] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/158.
[107] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/158.
[108] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/158-159.
[109] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/159.
[110] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/159.
[111] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/159.
[112] Bu hadîsi El- Evsat'da Taberânî ve Et- Tib'da Ebû
Nuaym rivayet etmiştir. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/159.
[113] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/160.
[114] Bu hadîsi Tirmizî, Ebû Dâvud, Neseî, İbn. Mâce ve
Ahmed rivayet etmiştir.
[115] Bu hadîsi Buhari, Ebû Dâvud ve Neseî rivayet etmiştir.
[116] Bu hadîsi Ebû Dâvud, Hâkim ve Taberânî rivayet
etmiştir.
[117] Bu hadîsi Tirmizî, Ebû Dâvud, Neseî ve İbn. Mâce
rivayet etmiştir.
[118] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/160-162.
[119] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/162.
[120] Enbiyâ: 21/8. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el-
Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/163.
[121] Zâriyat: 51/22.
[122] Mülk: 67/15.
[123] Bakara: 2/267.
[124] Meryem: 19/25.
[125] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/163-165.
[126] Bu hadîsi El- Kâmil'de İbn. Adiyy, Şuabu'l- İman'da
Beyhakî, Elü Kebir, El- Evsat ve Es- Sağîr'de
Taberânî, Târih'de Hatîb, İbn. Mâce ve El- İlim'de İbn. Abdi'l- Berr
rivayet etmiştir.
[127] Bu hadîsi Tirmizî ve İbn. Mâce rivayet etmiştir.
[128] Bu hadîsi Tirmizî ve İbn. Mâce ve Ahmed rivayet
etmiştir.
[129] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/165-166.
[130] Bu hadîsi Tirmizî ve Hâkim rivayet etmiştir.
[131] Bu hadîsi Müsned'inde Ebû Yala, El- Kebîr'de Taberânî
ve Şuâbu'l- İman'da Beyhakî rivayet etmiştir.
[132] Bu hadîsi Ahmed ve Huzeyme rivayet etmiştir. Abdullah
b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit
Yayınları: 4/166-167.
[133] Bu hadîsi Edebü'l- Müfred'de Buharî, Tirmizî ve İbn.
Mâce rivayet etmiştir. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/167-168.
[134] Bu hadîsi Müsned-i Şihâb'da Kuzaî rivayet etmiştir
[135] Bu hadîsi Ebû Yala, Bezzar ve Taberânî rivayet
etmiştir.
[136] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/168-169.
[137] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/169.
[138] Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.
[139] Bu hadîsi Tirmizî, İbn. Mâce, Ahmed ve Hâkim rivayet
etmiştir.
[140] Bu hadîsi Tirmizî, İbn. Mâce ve Müstedrek'inde Hâkim
rivayet etmiştir.
[141] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/169-171.
[142] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/171.
[143] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/171-172.
[144] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/172.
[145] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/172.
[146] Bakara: 2/57.
[147] Mâide: 5/87.
[148] Ahkâf: 46/20.
[149] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar,
Ümit Yayınları: 4/172-173.
[150] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/173.
[151] Bu hadîsi Tirmizî, El- Kebîr'de Taberânî ve En-
Nevâdir’de Hâkim rivayet etmiştir.
[152] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/173-174.
[153] Bu hadîsi Tirmizî ve Ebû Dâvud tahrîc etmiştir.
[154] Bu hadîsi Evsat'da Taberânî rivayet etmiştir.
[155] Ahzab: 33/33.
[156] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/174-175.
[157] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/175.
[158] Furkan: 25/67.
[159] Bu hadîsi Tirmizî ve Ahmed rivayet etmiştir.
[160] Kasas: 28/77.
[161] Bakara: 2/205.
[162] En'am: 6/141.
[163] İsrâ: 17/26- 27. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el-
Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/175-176.
[164] Bu hadîsi Taberânî ve Bezzâr rivayet etmiştir.
[165] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/176-177.
[166] Bu hadîsi Tirmizî, Ebû Dâvud, Neseî, İbn. Mâce ve
Dârimî rivayet etmiştir.
[167] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/177-178.
[168] Mâide: 5/55.
[169] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/178.
[170] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/178.
[171] Bu hadîsi Buhari, Müslim, Ebû Dâvud ve Mâlik rivayet
etmiştir.
[172] Bu hadîsi Buharî, Müslim ve Ahmed rivayet etmiştir.
[173] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/179.
[174] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/179-180.
[175] Araf: 7/31.
[176] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/180.
[177] Bu hadîsi Hâkim, İbn. Mâce ve Ahmed rivayet etmiştir.
[178] Bu hadîsi Tirmizî ve Hâkim rivayet etmiştir.
[179] Bu hadîsi İbn.
Mâce, Dârekutnî, Taberânî, Hâkim ve Ahmed rivayet etmiştir.
[180] Araf: 7/32. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî,
El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/180-182.
[181] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/182.
[182] Ahzab: 33/35.
[183] Bu hadîsi El- Kebîr'de Taberânî ve Hilye'de Ebû Nuaym
rivayet etmiştir.
[184] Bu hadîsi Ebû Dâvud, Neseî ve İbn. Mâce rivayet
etmiştir.
[185] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/183-184.
[186] Necm: 53/39.
[187] Bu hadîsi Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud, Neseî ve Ahmed
rivayet etmiştir.
[188] Necm: 53/36-37.
[189] Tür: 52/21.
[190] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/184-187.
[191] Yâsîn: 36/12.
[192] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/187.
[193] Bu hadîsi Buhari, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud ve Ahmed
rivayet etmiştir.
[194] Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar
Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/187-188.
[195] Araf: 7/32. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî,
El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/188-189.
[196] Bu hadîsi Ahmed, Beyhakî ve Taberânî rivayet etmiştir.
[197] Bu hadîsi Hatîb rivayet etmiştir.
[198] Bu hadîsi Tirmizî tahrîc etmiştir. Abdullah b. Mahmûd
b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları:
4/189-190.
[199] Mâide: 5/87-88. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el-
Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta'lîlî'l-Muhtar, Ümit Yayınları: 4/190-191.