Nun Yayıncılık
1- Kur'ân-ı Kerîm'i Herkesin Anlayabilmesi
4- "Haşr Süresi"nin Son Âyetleri
5- Kur'ân-ı Kerîm Okuma Karşılığı Ücret Almak
aa- Sosyo-Psikolojik Bir Değinme Ve Yakınmalar
ab- Yahudi Ve Hfristiyanları Taklit Perspektifi
ac- "Az Bir Paha" (Semen-i Katıl)
b- Kıraata Ücreti Caiz Gibi Gösteren Deliller Ve Tartışması
1- İbni Abbâs'tan Rivayet Edilen "Lediğ" Hadisi:
2- Buhârî Ve Müslim'in Rivayet Ettikleri Sehl B. Sa'îd Hadîsi:
3- Ahmed B. Hanbel'in Hâlid b. 'Adiyy'den Rivayet Ettiği:
c. Kıraata Ücreti Haram Kılan Deliller
f- Zaruret Açısından Kıraata Ücret
2- Toplantı Halinde İken Ezan Dinlemek
4- Namazda İken Okuyuşun Duyulması
6- Namaz Kılmayanın Cenaze Namazı
7- Sünnetler Yerine Kaza Namazı Kılmak
8- Mescidlere Bitişik Odalarda Namaz
ba- Bu Konudaki Değişik Rivayetler
bb- Rivayetlerin Değerlendirilmesi
c- Değişik Görüş Olarak Hanefî İçtihadı
d- Diğer Mezheplerin Görüşleri
11- Cuma Günü Cemaatle Öğle Namazı
Kılmak
13- Kadının Namazdaki Farklı Durumu
1- Farziyeti, Hikmeti Ve Faydaları
2- Keyfiyeti İle İlgili Hikmetleri
3- Dünya Ve Âhirete Yönelik Faydaları
2- Bilinmeyen Kul Hakkı Ve Haram Para İle Hacc
4- Kurban Bayramında Tıraş Olmak
5- Kurbanlık İçin Alınan Hayvanın Sütü
2- Kadir Gecesi Ve Değerlendirilmesi
b- Mahiyeti Ya Da "Kadr" Ne Demektir?
2- Evlenmede Kardeşlerarası Sıra
6- Amca-Dayı Hanımları Ve Kayınvalidenin Mahremliği
8- Fıkıh Açısından Avret Ve Giyinme
a- Avret Kavramı Ve Dayandığı Esaslar
b- Mahremi Olan Erkeklere Göre
f- Kendisiyle Evlenmek İsteyen Erkeğe Göre
h- Ellerin Ve Yüzün Avretlıği Tartışması
e- Avret Olan Yere Dokunma Ve "Musâfaha"
5- Avretle İlgili Bazı Terimler
f- Kadın Elbisesinin Belirlenebilen Özellikleri
g- Erkek Elbisesi İçin Söylenebilecekler
h- Konu İle İlgili Sorular Ve Cevaplar
i- Resûlullah'ın (Sav) Giyim-Kuşam Biçimi
1-
Camilerin Eskimiş Halılarını Kullanmak
2- Yılbaşı Kutlamalarına Katılmak, Hindi Vb. Satmak
3- Kıble Ve Tuvaletlerin Yönü Meselesi
5- Peynir Mayası Ve İthal Peynirler
6- Günümüzde Hukuk Tahsili Ve Hakimlik Yapmak
16. Faiz Parasının Verileceği Yer
18. Dükkânını Bankaya Kiralama
19- Banka Reklâmı Ve Mason Danışman
22- Yalanın Caiz Olduğu Yerler
24- Horoz Dövüşü Ve Boğa Güreşi
34-Telif Ücreti Ve Telif Anlaşmaları
35- Hayvan Yemlerinin Temizliği
36- Hayvanlarda Sunî Tohumlama
37- Belediye Otobüslerine Parasız Binme
b- Mubah Diyenlerin Delilleri Ve Bunlara Gelebilecek İtirazlar
c- Haram Diyenlerin Delilleri Ve Bunlara Gelebilecek İtirazlar
d- Mekruh Olduğunu Söyleyenlerin Delilleri
e. Görüşlerin Değerlendirilmesi Ve Sonuç
1- "Küçük Cihad", "Büyük Cihad”
2- İmam Ebû Hanife, Şafiî ve Tasavvuf (I)
3. İmam Azam, Şafiî ve Tasavvuf (2)
6- Uyanıklık Halinde Rasûlüllahı Görme
5- Hiç Ölmeyecekmiş Gibi Çalışmak
Müslümanların Garyimüslimlerle Muameleleri
d. Onları Kendi İşinde Çalıştırmak
1- Dövize Endeksli Tahvil-Gelir Ortaklığı Senedi
Gelir Ortaklığı Senedi (G.O.S.) Örnek: Hasan Uğurlu Barajı G.O.S.
6- "Tasarrufu Teşvik Fonu" Faizi
11- Faizsiz Fin Ans Kurumları
(I)
13- Kiralama Akdini Tek Yönlü Bozmak
a- Saça Zeytinyağı Sürme-Sürme Çekme
c- Namazlardan Sonra "Yâ-sîn" Okuma Ve Musafaha
3- Müslümanlar Arası İlişkiler
İmam Merğinanî Ve "El-Hidaye" Adlı Kitabı
1- İslâm Hukukunda Rüşvetin Durumu
İbn Nüceym
2. İslâm Hukukuna Göre Paranın Değişmesi Ve Bununla İlgili Hükümler
a. Altın Ve Gümüş Paraların Değişmesi
b- İtibarî (Istılahî) Paraların Değişmesi
Kur'ân-ı Kerîm Ve Sayısal İ’cazı
"Fıkıh"
Arapça "fe-ku-he" maddesinden gelir. Sözlük anlamı ile "bir şeyi
iyi kavramak, anlayışlı olmak, bilmek" demektir. Bu açıdan "ilim’den
biraz farklıdır. "İlim" nasıl olursa olsun bilmek, "fıkıh"
ise, işin esprisini kavramak, inceden inceye bilmek, demektir.
"Fıkıh" sonradan şeriat ilimlerini (Kitap ve Sünneti) bilmeye ad
olmuştur. Daha sonra da hüküm isteyen furû meselelerine ve onları bilmeye
denmiştir. Rasûlullah (sav) döneminde "fıkıh", bugünkü tahsîsî
(spesifik) anlamında değildi. Meselâ o:
"Allah kime hayır dilerse onu dinde fakîh
kılar", "İnsanlar madenler gibidirler. Cahiliyette seçkin olanları,
fıkhettikleri takdirde İslâm'da da seçkin olanlardır." İbn Abbas
için:
"Allah'ım, onu dinde "fakîh" kıl ve
ona Kur'ân'ın te'vilini öğret" buyururlarken "fıkhı", hep bu
genel anlamda, yani iyice anlama ve kavrama anlamında kullanmıştır. Fıkıh,
tabiîn dönemine kadar bu anlamda kullanılmış olacak ki, İmam Azam onu:
"Kişinin lehine
ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir" diye tarif etmiş ve itikad
esaslarından bahseden eserine "el-Fıkhu'l-Ekber" yanî, iyi
anlaşılması gereken en önemli meseleler adını vermiştir. Daha sonra, ilimlerin
çok detaylı ihtisas dallarına ayrılmasıyla da fıkıh, "şer"î ve amelî
meseleleri bilmektir" diye tanımlanmıştır.
Her ne olursa olsun,
fıkıhla ilgisi olmayan bir müslüman düşünülemez. İşte bu mülahaza ile bizler
"fıkıh" penceresini biraz aralayacak ve onun genellikle tahsîsî anlamıyla,
günübirlik mes'elelerimize çare arayacağız. Şimdilik yapacağımız sadece nakil
anlamında fıkıhtır. Yani bizler şu anda, fıkıhla meşgul olduğumuz için mecazî
mânâda fakihiz. Halimize, şu ana kadar aldığımız yola, yapılması gerekenlere
göre yaptıklarımıza baktığımızda hakiki anlamda fakîh, yani müctehid
olamayacağımızdan korkuyoruz. Ama Allah'ın lütfûnu, bize: "Ya Rab, bizi
muttakilere imam kıl" diye dua öğretmesini ve O'nun sonsuz hazinesini
düşündükçe yani olana değil, oldurana baktıkça da bunun zor olmadığını görüyoruz
ve istiyoruz.
İşin diğer yönüne
gelince:
"Fetvaya en
cüretkâr olanınız ateşe de en cüretkâr olanımzdır" hadîs-i şerifini
biliyorum. Bu cüretkârlığı göze alamam. Onun için yazacaklarım terim anlamıyla
"fetva" olmayacaktır. Çünkü gerçek anlamı ile "fetva"
"müfti 'nin işidir. Müftî ise müctehid olmalıdır. Biz şimdilik müctehid
olmadığımıza göre yapacağımız işe de "fetva" vermek değil, fıkıhtan
verilmiş fetvalardan aktarmalarla güncel meselelerimize çareler teklif etmek
olacaktır. Şimdilik müctehid değiliz, dememiz iddialı olarak karşılanmamalıdır.
Çünkü biz bunu söylerken kendimizi değil, işaret ettiğimiz gibi verecek olanı
düşünerek söylüyoruz. O'nun vergisine sınır getirme hakkına sahip değiliz.
Yukarıda söylediğimiz
gibi, yazmaya çalışacaklarımız, hakiki anlamda "fetva" olmayacağı
için sorulan bir meselede soru ile sınırlı kalmayacak ve meselenin muhtemel
boyutlarını da hesaba katarak her türlü ihtimale cevap aramayı deneyeceğiz.
Esas alacağımız mezhep Hanefî Mezhebi olacak ve sorularda açıklık olmadıkça
hepsini bu mezhebe göre sorulmuş sayacağız. Ancak mukayese ve "hîn-i
hacette" istifade imkânı için başka mezheplerin görüşlerini de verdiğimiz
olacaktır.
Bulabildiğimiz kadarı
ile, verdiğimiz her hükmün, Kitap'tan ve Sünnet'ten delilini de zikretmeye
çalışacağız. Böylelikle hem mesele daha iyi anlaşılmış olacak hem de "ölen de bir delille ölecek, yaşayan da bir
delille yaşayacak" [1].
Okuyanların duaları bereketîyle
O'nun tevfikini umuyoruz.
Dr. Faruk Beşer [2]
Birinci baskısı Fıkhî
Risaleler adıyla Seha Neşriyat tarafından yayınlanan elinizdeki bu ikinci cilt;
değişik zamanlarda muhtelif ilmî toplantılarda sunulmuş, ya da sunulmak üzere
hazırlanmış tebliğlerden ve gerçek sorulara istinaden Zaman gazetesinde
neşredilmiş fıkıh araştırmalarından oluşmaktadır. Bir bakıma da eski ulemâmızın
"risaleler" geleneğinin bir halkası sayılabilir.
Bilindiği gibi birkaç
yüzyıldan beri İslâm âlimleri ve bu arada fıkıhçılarımız, yazdıkları hacimli
eserlerin yanında, zaman zaman kaleme aldıkları kitapçıkları ve genellikle
sorulan sorular üzerine yazdıkları fetva boyutlarını aşan kısa araştırmalarını,
"resâît-muhtelif risaleler" adı altında kitaplaştırmalardır. İbn Teymiyye
(728/1327), İbn Abidîn (1252/1836), İbn Nüceym (970/1563) ve Lüknevfyi
(1304/1886) bunlara örnek gösterebiliriz. Bu kitapçığımızın da onlara benzeyen
yönü, belki de sadece ihtiyaçlara binaen yazılmış olmasıdır.
"Kılık-kıyafet"le
ilgili tebliğ, başörtüsünün sıkça sözü edildiği bir hengâmede ve buna binaen
aktedilen bir toplantıya sunulmak üzere hazırlandı. "Kur'ân-ı Kerîm
tilâvetine ücret meselesi"nin temelleri, imamlık yaptığını yıllarda, bir
Ramazan öncesi, bolca vakî olan hatim taleplerinin şer'î hükmünü öğrenmeye
ihtiyaç duymama dayanır. Tabiî bu çalışmanın ilk semeresi, onca maddî
meblâğdan mahrum olmamız oldu.
"Dâr-ı harpte Cuma namazı" meselesi, 'kılmayanların da dayandığı
meşru bir temel olmalıdır', düşüncesiyle kılmadığını iki cuma namazı ile motive
edilmiş ve bu adla tertiplenen bir ilmî toplantı için hazırlanmıştır. Sonuç,
burada da başlama noktasının aksine gelişti. Diğerleri için de buna yakın
şeyler söyleyebiliriz.
Bir kısmı
"sahavetimizde" hazırlanan bu risalelerde, ehl-i ilmin tashihine
muhtaç birçok noktanın bulunmaması anormal olur. Bu itibarla samimî ikazlara
şimdiden teşekkür ederiz. Doğru olanlarını ilham eden Allah'a hamdeder,
yanlışların kaynağı nefsimizden O'na sığınırız. "O ne güzel
vekîldir".
Dr. Faruk Beşer İstanbul
1989 [3]
Kelime olarak
"mezhep", girilen ve gidilen yol demektir. Kişinin bir konuda
herhangi bir görüşe sahip olması, o yöne doğru dönmesine ve gitmesine benzediği
için, mecazi olarak kişisel görüşler de "mezhep" diye isimlenir. Bu
anlamda meselâ, "Ebu Hanife'nin mezhebi" demek, sözkonusu edilen
meselede onun görüşü, demek olur. Daha sonra "mezhep" terimi; dinî
konularda bir şahsa ait görüş ve yorumların bütünü ve bilâhere de, usûl
bakımından bir şahsa ait görüş ve yorumlara katılan ve ilgili bütün zamanları içine
alan tüm görüş ve yorumlar bütünü ve sistemi anlamlarını kazanmıştır. Bu
anlamda meselâ "İmam Ebu Hanife'nin mezhebi" veya "Hanefî
mezhebi" denebilir. Ama Ebu Hanife'nin ve diğer müctehid imamların
zamanında bu anlamda bir mezhepten sözedilemez. Onun ya da bunun görüşleri
vardır ve herkese ait görüşler diğerlerinden ayrı bir ünite halinde değildir.
Tıpkı birçok ortağı bulunan katışık bir sürü gibi...
İslâm'ın asıl kaynağı
Kur'ân-ı Kerîm ve onun açıklayıcısı olan hadîs-i şeriflerdir. İcma, kıyas ve
diğer şer’î deliller de Kur'ân'a tâbi olduklarından, aslolan yine Kur'ân'dır ve
bu anlamda Kur'ân İslâm'ın yegâne kaynağıdır. Her müslüman fert için aslolan da
Kur'ân'a göre yaşamaktır.
İslâm bütün insanlara
ve geldiği andan itibaren bütün zamanlar için gönderilmiştir. Bu süre içerisindeki
olanlar sürekli ve sonsuzdur. Halbuki, Kur'ân-ı Kerîm'in ifade ettiği hükümler;
bu hükümlerin esası olan ve bizim telâffuz ettiğimiz kelimeler itibarıyla,
sınırlıdır. Sınırlı hükümler sınırsız olayları anlatamayacağına göre; yenilenen
olaylara paralel olarak hüküm üreten bir kaynağın olması gerekir ki, o da
"ictihat"tır. İçtihad, İslâmî hükmü belli olmayan bir olayın hükmünü
Kur'ân'a uygun olarak ortaya koyma çabası olduğuna göre, içtihat yapacak şahsın
esas kaynak olan Kur'ân-ı Kerîm'i, onun açıklaması olan sünneti ve bu ikisinin
onayladığı icmaı yeterince bilmesi gerekir. Tâ ki, asıl kaynaklarda belirtilen
bir hükümden habersizce ve kendi görüşünde aslolana zıt bir hüküm ortaya koymasın
ve olaylar arasındaki ilgiyi görerek isabetli hüküm verebilsin. Demek ki, bu
oldukça zor ve herkesin ulaşamayacağı bir seviyedir. Allah (c.c) da:
"Bilmiyorsanız zikir ehline sorun" [4] buyurduğuna
göre İslâm toplumunda, hükmü bilinmeyen olayların sorulacağı bir bilenin ya da
bilenlerin bulunması gereği ortaya çıkar. İşte bunlar müctehidlerdir ve genel
kabul gören görüşe göre her devirde yeterli sayıda müctehid yetiştirmek, İslâm
milleti üzerine "farz-ı kifâye" düzeyinde bir borçtur. Çünkü her
devirde hükmü belli olmayan meseleler ortaya çıkabilmektedir.
Allah Rasûlü hayatta
iken vahiy devam ettiği için yeni yeni ortaya çıkan meselelerin hükmünü
öğrenmek problem değildi. Rasûlullah'ın vefatından sonra ve ona yetişen
arkadaşlarının (sahabe) varolduğu sürede ortaya çıkan meselelerin hükmü,
onlara soruldu ve onların müctehid olanları âyetler ve hadisler ışığında
görüşlerini açıkladılar. Arkasından onları izleyenler (tâbi'ûn) geldi-
Meseleler de çoğaldıkça çoğaldı. Bu meseleleri de tâbi'ûnun müctehidleri
cevaplandırdılar, bu meseleler hakkındaki görüşlerini, yani mezheplerini
açıkladılar ki, İmam Ebu Hanife ve İmam Malik
bunlardandır ve o dönemde onlar gibi daha yüzlerce müctehid vardır. Meselesi
olan vatandaş gidip onlardan herhangi birisine sordu ve davranışını ona göre
ayarladı. O dönem bu açıdan çok zengin bir dönem oldu ve bu dönemin
müctehidleri onbinlerce meselenin hükmünü tesbit etme başarısını gösterdiler.
Büyük imamlar olan Ebu Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel (Allah onlardan
razı olsun) hem birçok meziyetleriyle halk tarafından benimsendikleri, hem de
daha çok mesele halfettîkleri için onların görüşlerine, yani mezheplerine daha
çok başvurulur oldu ve onların görüşleri yazılıp tesbit edilebildi.
Diğerlerinin görüşleri ya unutulup gitti veya başkalarının ağzından çok
sıhhatli olmayan yollarla ve tektük aktarılabildi. Dolayısı ile ictihad adına
en önemli dönem olan o dönemden bize ütünüyle sağlıklı olarak sadece 'dört
imam'ın ve arkadaşlarının görüşleri aktarılabildi. Onlardan sonra da yüzlerce
müctehid gelmiş olmakla beraber henüz onlar kadar kapsamlı müctehidler çıkmadı.
Çünkü onlar işin kaynağına yakın idiler, hadislerin sahih olan ve olmayan yollarını
tanıyor, kendilerinden önceki sahabenin ittifak ettikleri noktaları iyi
biliyorlardı. Sonradan zorunlu olarak ortaya çıkan bir sürü hadis ilmine
ihtiyaçları yoktu. Arapçanın henüz bozulmadığı bir dönemde yaşıyorlardı ve ictihad
için çok önemli olan Arapçayı, çaba göstermeksizin iyi biliyorlardı. İslâm
hayata hâkimdi, çaba göstermeden, adi bilgi olarak zaten çok şey biliyorlardı.
Ve belki de bütün bunlardan ve daha benzeri meziyetlerden ötürü Allah Rasûlu
Efendimiz (sav) onların da "hayırlı asır"da bulunduklarını haber vermişti.
Halbuki, daha sonra gelen müctehidlerin sözünü ettiğimiz konularda fazla
bilgiye ihtiyaçları oldu. İşleri arttığından ötürü seviyeleri de öncekilere
göre küçük kaldı. İctihad etmelerine rağmen onlar kadar kapsamlı olamadılar.
Ve o "dört imam" hep zirvede kalmaya, tabir caizse rekoru ellerinde
tutmaya devam ettiler.
Böyle bir özetten
sonra başlıkla ilgili soruya dönelim:
Madem ki, esas olan
Kur'ân-ı Kerîm ve onu açıklayan sünnet-i seniyyedir; öyleyse bir müslümanın
ille de "dört imam'dan birini taklid etmesi ve "kitap" ve
"sünnet"e değil de onun görüşlerine uyması şart mıdır? Böyle bir
soruya cevap olarak söyleyeceğimiz ilk şey; onlara uymanın Kitap ve Sünnete
uymaktan başka birşey olduğu izlenimini vermenin, yanılgı ya da yanıltmaca
olduğudur. Çünkü onlara uymak ve onları taklid etmek, Kitap ve Sünnet karşısında
onların görüşlerini benimsemek demek değil, Kitap ve Sünnete onların yorumu ve
anlayışı ile bağlanmak demektir. Tâbi olunan yine Kitap ve Sünnettir. Herkesin
Kitap ve Sünneti yeterince bilip kavraması zor (imkânsız değil) olduğundan
herhangi bir büyük imamı (müctehidi)
taklid etmek, pratik anlamda (dinî anlamda değil) vacip, yani gerekli
görülmüştür. Ancak bu gerekliliği dinî anlamda "farz" görme
yanılgısına da dikkat çekmek gerekir. Çünkü birşeyin farz ya da haram olduğuna
hüküm verme hakkı sadece Allah'a ve O'nun, kendi adına hüküm koyma yetkisi
verdiği Resulüne aittir. Bu konuda genel kabul gören görüşün özeti şudur: Esas
olan, Sünnet doğrultusunda Kur'ân-ı Kerîm'e uymaktır. Bu yoldan başka bir
yolun olduğunu söylemek ve bu yolu herhangi bir kimseye kapatmak mümkün ve
insanların yetkisinde değildir. Ancak herkesin her konuda ilgili âyet ve
hadisleri ve anlamlarını, nâsih ve mensûh olanlarını, çelişkili hadislerin ve
öyle görülen âyetlerin aralarını bulmayı, icma yapılan konuları bilmesi ve
bunlardan, rehbersiz olarak istifade etmesi de mümkün değildir. Öyleyse Kitabı
ve Sünneti yaşamada bir mezhep imamını rehber edinmesi gereklidir ve bunun dört
mezhepten biri olması konusunda da âdeta icma vardır. Çünkü belli bir dönemden
bize sıhhatli olarak aktarılan içtihatlar onların içtihatlarıdır. Bu, onların
herhangi bir meselede bu dört görüş mecmuasının dışında bir görüşün
olamayacağında ittifak yani icma etmeleri anlamına gelir ki, fıkıh usûlünde
"mürekkep icma" diye tabir edilir. İcma ise genel kabul gören görüşe
göre bağlayıcı bîr delildir. Bu, elbette onlardan sonra ortaya çıkan
meselelerde ictihad yapmama ve onların görüşlerinin delillerini araştırıp güçlü
olanına uymama anlamına gelmez. Hatta onların ittifakı örften kaynaklanmış ise
ve bu örf de değişmiş ise, onların ittifak ettikleri görüşün aksine görüş de
ortaya çıkabilir.
Ancak şunu itiraf
etmeliyiz ki, herkesi rehbersiz olarak Kitaba ve Sünnete gönderme hatasına
düşüren sebeplerden biri de, hiçbir mezhebin ve mezhep imamının kabul etmediği
"mezhep taassubu" olur. Herşeyden önce bilmek gerekir ki, mezhepler
birer din değil, Allah'ın kelâmını anlamaya götüren yollardan ibarettirler.
Şahıslar birer mezhebe bağlı olabilirler, olmalıdırlar ama İslâm'da meselâ
Hanefî devleti, Şafiî devleti vb. olmaz. İslâm devleti olur ve devlet kamu
yararını hesap ederek hangi mezhebin görüşü uygunsa onu alır, uygular.
Maalesef mezhepler zaman zaman birer din gibi görülmüş, "mezhebimizin
görüşüne uymayan nasları mensuh sayarız ya da uyacak şekilde te'vil
ederiz" denebilmiş, Hanefî olan bir erkeğin Şafiî bir kızla evlenemeyeceği
söylenebilmiş, bir mescide dört ayrı mihrap dikilip İslâm cemaatı bölünebilmiş
ve ne yazık ki, kıyıda köşede de olsa, mezhepler arası kavgalar görülebilmiş
ve bir mezhepten öbür mezhebe geçmek, ya da diğerinden bir hüküm almak dinden
çıkmakla eşdeğer görülebilmiştir. Bunlar elbette hiçbir zaman genel kabul
halini almamıştır. Ama az da olsalar bir başka ifratın çıkmasına sebep olmuşlar
ve mezhepleri hiç tanımayan bir diğer ucun doğmasına neden olmuşlardır.
Halbuki, bu konuda en
makul ölçü şudur:
Bir mezhepten digerine
geçiş, ya mukallidin muhtaç olduğu bir meselede o mezhebin görüşünü taklid
etmek şeklinde olur ki, bunda bir beis yoktur ve caizdir.
Ya mezheplerin kolay
taraflarını araştırmak ve ihtiyaç yokken sırf nefsinin arzusuyla işine
gelenleri almak şeklinde olur ki, bu caiz değildir. Çünkü bu bizi, kabul
edilmeyen telfike ve "mürekkep icma" ile caiz olmadığında ittifak
edilen sonuçlara götürür. Ancak bunu yapanı dahi dinen lanetlememiz mümkün
değildir. Yaptığında değil, yaptığının sonucunda hata vardır.
Ya da bir meselede
araştırma ve ictihad sonucu olarak ortaya çıkar. Bu durumda araştırıcı bu
makama, yani müctehidlerin delilleri arasında tercih yapabilme makamına ehil
ise ve tarafsız ise bunda da bir beis yoktur. Değilse bu da caiz olmaz,
denmiştir.
Hatta "avamın
mezhebi yoktur" esasınca, avamdan olan birisi, ilk defa önüne çıkan
herhangi bir meselenin hükmünü herhangi bir müctehid imama soruyormuş gibi,
herhangi bir mezhepten alabilir ve artık ona göre yaşar. Elbette bu görüşleri
daha geniş ve daha dar tutanlar da vardır. Ama en güzeli "orta yol'u izlemektir.
Özetlersek, herkes
için aslolan yaptığı hareketin gerekçesini (delilini) bilmek ve sünnetin
açıklamaları doğrultusunda Kur'ân-ı Kerîm'e göre yaşamaktır. Allah, "ölen de bir delille ölsün, yaşayan da bir
delille yaşasın" buyurur.
Dolayısı ile bir
mezhebe bağlı olarak yaşamak dinî anlamda bir farz değildir, ama kolaylık
esasına göre pratik anlamda bir farzdır.
Mezhepler sayesinde
sünnetin her çeşidi uygulama alanı bulur ve İslâm'ın her yere ve zamana göre
yaşanabilen bir din olduğu ortaya konulmuş olur.
Bir mezhebe göre
yaşama sayesinde İslâm toplumunda birlik, ahenk, tecanüs ve ittifak oluşur,
toplumun ömrü uzun olur. Osmanlıyı belki bununla izah edebiliriz.
Mezhep, Kur'ân'da ve
Sünnette bulunup açık olmayan, ya da hiç bulunmayan konular hakkındaki görüş
demek olduğuna göre, "dört mezhep de nereden çıktı?" deyip herkesi
güya Kur'ân'a ve Sünnete göndermek aslında dört değil, dörtyüz milyon mezhep
kabul etmek demektir. Çünkü herşey Kur'ân'da bulunsaydı zaten mesele olmazdı.
Bu yüzden, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, meselâ Hanefî mezhebine bağlı
yaşamak, Kur'ân'ı ve Sünneti bırakıp Ebu Hanife'ye uymak demek değil, belki
Kur'ân'ı ve Sünneti onun anlayışı ile kabullenmek, yani Kur'ân'a ve Sünnete Ebu
Hanife penceresinden bakmak demektir.
Tek bir konuda
Resûlullah Efendimizden değişik uygulama ya da takrirler bulunabildiğine göre,
tek bir mezhebin bulunmasını istemek, Sünnetin bir kısmını budamak demektir.
Halbuki buna bizim hak ve yetkimiz yoktur.
Sünnetin bu değişik
uygulamalarına göre bazen değişik görüşlerden oluşan mezhepler bir zenginlik
ve kolaylık sebebi olmuşlardır. Çeşitli zaman ve zeminlere göre birisinde
tıkanan yol diğerinde devam ettirilebilmektedir.
Öyle ise, İslâm'ın bir
alternatif güç olarak kendisini gösterme kabiliyetinde olduğu günümüzde benzer
zamanlarda, müslümanların meselesi mezheplerin meşruluk ya da gayrimeşrûluğunu
tartışma olmamalıdır. Böyle zamanlarda bu meseleler kasıtlı olarak
körükleniyor ve müslümanların birbirleriyle uğraşmaları ve dağılmaları
sağlanmış oluyor olabilir. Bu, müslümanların bir iç meselesidir ve hariçte
uğraşacak meseleleri kalmayınca bunu kendi aralarında tartışabilirler. [5]
Soru: Fıkıh
kitaplarımızın "Elfâz-ı küfür" başlığı altında verdikleri ve çok
basit fiilleri dahî küfür sayan ifadelerle, "bir kimsenin doksan dokuz işi
kâfirce, biri müslümanca olsa onu yine müslüman saymalıyız" kanaatini
nasıl bağdaştıracağız? Bir kimseyi kâfir sayabilmemiz için ne yapmış olması
gerekir?
Cevap:
Birçok yönü olan ve pekçok izahlar gerektiren bu meselenin bazı yönlerini
belirtip, bir-iki ölçü vermeye çalışacağız:
Öncelikle insan için
en büyük olayın ve varlığın "iman" en korkunç şeyin de
"imansızlık" olduğunu bilmek gerekir. "Bir kişinin imanına vesile olabilmek, insan için üzerine güneşin doğup
battığı herşeyden daha hayırlıdır" buyurulmuştur. Müslümanlar,
olabildiğince çok kişinin iman nimetine kavuşmasını ve küfür karanlıklarından
kurtulmasını arzu ederler. Esasen o bunun için yaşar, bunun için yaşamalıdır.
"Her günahta
küfre açılan bir kapı vardır" denmiştir. Küfür ise insanın bütün iyi
amellerini götürür. Bu kadar korkunç bir uçuruma düşülmemesi için âlimlerimiz
âdeta titremişler ve küfre açılan her kapıyı küfür diyerek kapamak
istemişlerdir. “Elfâz-ı küfür”
denilen sözlerin çoğu bununla beraber aynı zamanda "ulûhiyyet"
dairesine tecavüz sayılabilecek anlamlar taşırlar. Meselâ "Ben onunla
Cennet'e dahi girmem" ifadesinde dolaylı olarak Allah'ı reddetme anlamı
vardır. Eğer o Cennet'e girerse, onu oraya koyacak olan Allah'tır ve yaptığını
bilerek yapmıştır (Alîm'dir), yaptığı yerli yerindedir (Hakîm'dir). Bu sözü
söyleyen adam sanki, "Bu, Cennet'e girmeye lâyık değildir, oraya konulursa
isabetsizlik yapılmış olur" demiş gibidir. Bu da Allah'a hata nisbet
etmektir kî, küfürdür. Bu söz de dolayısı ile küfür olmuş olur, ancak -Allah'u
â'lem- bunu şöyle anlamak gerekir: Bu söz, dolaylı olarak ifade ettiği mânâ ile
küfür anlamı taşır. O dolaylı mânâyı ancak kâfirler öyle düşünebilirler.
Müslüman öyle düşünemez, düşünmemelidir. Yoksa, "Bu sözü söyleyen hüküm
bakımından kâfir olmuştur. Yani, bütün amelleri boşa gitmiştir, karısı boş
olmuştur, katli gerekmiştir, mirastan mahrum olmuştur..." vb. demek doğru
değildir. Belki, "Böyle tehlikeli bir zemine götürecek bir adım atmıştır,
İslâm bağına küfür ormanının dikenini dikmiştir. Derhal tevbe etmeli ve
papatyaları kurutacak bu dikeni oradan söküp atmalıdır" biçiminde
anlamalıdır. Bu ifadenin sahibi bununla bizzat küfrü (Allah'ı kabullenmemeyi)
kastetmiş olmadıkça kâfir sayılmaz. [6]
"Elfaz-ı küfür" denilen bu sözlerin pekçoğu ile de "küfür"
fetvası verilemez denilmiştir. [7]
Diğer söze gelince:
Halk arasında böyle
söyleniyorsa bu yanlıştır. Çünkü "yüz amelinden birisi müslümanca
olmayan" hiç kimse düşünülemez. En katmerli kâfirlerde bile, merhamet, cömertlik,
iyilikseverlik, büyüğe saygı... vb. müslümanca bir davranış mutlaka bulunur.
Bu takdirde kimseye kâfir denilememesi gerekir. Oysa bu söylentinin aslı şudur:
"Bir kimsenin küfür mü, değil mi, diye tereddüt edilen bir işi, ya da
sözü, doksan dokuz ihtimalle küfre yorulsa (hamledilse), bir ihtimalle de imana
hamletme imkânı bulunsa biz onu imana hamleder ve o iş ya da sözüyle ona
kâfir denilemeyeceğini söyleriz." Bu gerçeği Ö. N. Bilmen merhum şöyle
anlatır:
"Herhangi bir
müslümanın sözünü güzel bir vecihle tefsir ve te'vil kabil oldukça fena bir
cihete hamletmek, ona göre fetva vermek caiz değildir. Hatta bir hususta küfrü
müstelzim (gerektiren) birçok vecihler bulunduğu halde küfre münâfi (zıt)
yalnız bir vecih bulunsa, bu bir veçhe göre fetva verilmesi muvafık olur.
Hakikat-i halin (işin gerçeğinin) neden ibaret olduğu ise ilm-i ilâhiye havale
olunur." [8]
Yoksa İslâm'dan olduğu
açıkça (bedîhi olarak) bilinen bir esası inkâr eden birisi, yüz işinin
doksandokuzu müslümanca olsa dahi maalesef, kâfirdir.
"Müslümanın her
fiili müslümanca olmayabilir. Müslüman kâfire ait fiiller de işleyebilir. Kâfirin
de her fiili kâfirce olmayabilir. Onda da müslümana ait meziyetler
bulunabilir" mealinde bir söz vardır. Fıkıh, ya da akâid kitaplarında
zikredilen "Elfâz-ı küfür"ün (küfür sözlerinin) anlaşılmasına bu söz
de yardımcı olur. Yani bu sözler kâfire ait fiillerdendir. Bunu müslüman
yaparsa, kâfire ait bir vasfı üzerinde taşımış olur. Ama sırf bununla zahiren
onun kâfir olduğuna hükmedilemez. İçini ise ancak Allah bilir. Tıpkı,
"Münafıkın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, vaadettiğinde cayar,
emanet edildiğinde hıyanet eder" hadis-i şerifinde olduğu gibi. Yalan,
hulf ve hıyanet münafık işidir. Ama bir müslüman bunları sırf yapmakla münafık
olmuş olmaz, bir münafık işi yapmış olur. Bu konuda İbn Nüceym der ki,
"Küfür sözlerin çoğu İhtilaflıdır. Böyle ihtilaflı sözlerle insanlar
tekfir edilemez. Ben böyle bir fetva vermemeye kesin kararlıyım." [9] Bizim
ilk imamlarımızın koyduğu ölçü şudur:
"Kişiyi imandan
çıkaran şeyler ancak onu imana sokan şeyleri inkâr etmektir." İbn Âbidîn
Câmiu'l-Fusûleyn'de bunun bir ölçü olarak kaydedildiğini söyler. [10]
Ayrıca, "Müslümandan küfür ithamını kaldıran her söz, zayıf olsa bile
tercihe daha lâyıktır.” [11]
Meselenin fıkıh usûlü
kitaplarımızı ilgilendiren yönü de vardır. Meselâ farzları inkâr etmenin küfür
olduğu söylenir, ama hemen şu ölçüye dikkat çekilir:
"Farzların bedîhi
(apaçık) olanları vardır ki, bunları her kim inkâr ederse kâfir olur. İman,
namaz, hacc, zekât... gibi. Buna göre meselâ, "Namaz, dua demektir; böyle
yatıp kalkmak diye birşey yoktur" diye te'vil eden dahi kâfir olur. Ya da
meselâ, "Erkek kardeşim babamın mirasından iki alırken ben bir almayı
kabul etmem; böyle şey olmaz" diyen kadın kâfir olur. Çünkü bu bedîhidir.
Ama arkada kızını ve oğlunun kızını bırakan varisin kızı mirasın yarısını
değil de, tamamını istese ve diğerinin hakkını reddetse kâfir olmaz. Çünkü bu
bedîhi değildir. Bunu çoğu hocalar bile bilemezler. Böyle bedîhi olmayan
farzları inkâr eden te'vil ederek inkâr ediyorsa, kâfir olmaz. Kesin delillerle
sabit olmuş böyle bir farzı tutarsız te'villerle dahi te'vil eden ve
farziyetini kabul etmeyen kâfir olmaz, fasık olur. [12]
Ayrıca bir de ictihadî farzlar vardır. Meselâ Hanefîlere göre erkeğin diz kapağı
ile göbeği arasını kapatması, gusülde ağzına-burnuna su vermesi farzdır.
Birincisi Malikî, diğeri Şafii mezhebinde ferz değildir.
Bunlardan birisini
benimseyenin, diğerinin farz dediğini inkâr etmesi küfür de değildir, fısk da
değildir. Bunun gibi, zannî delillerle sabit olan vacipleri (amelî farzları)
zannî oldukları için inkâr edenler de kâfir olmazlar Meselâ, kurban kesme
hakkında dalaleti kesin bir delil yoktur, onun için "ben kurban diye
birşey kabul etmiyorum ve kesmiyorum" diyen birisi kâfir olmaz, ama fasık
olur. Ancak bunu böyle değil de, "kurban kesme, caniyâne birşey. Ben öyle
bir ibadet kabul etmiyorum" diye delilinin zannîliğine bakmaksızın
küçümsemek küfürdür.
Bir de İslâm'ın
duyurulmadığı bir ülkede herhangi bir farzı bilmediği için reddeden, ama
İslâm'dan olduğu söylendiğinde kabul eden birisi de (Allah'u a'lem) kâfir olmaz.
Hatta İslâm'ın duyurulmuş olduğu yerlerde bile bedîhi (apaçık) olmayan farzlar
için de aynı şey söylenebilir.
Görüldüğü gibi, küçük
bir söz ya da fiilden dolayı müslümanları tekfir etmek, müslümanca bir davranış
değildir. Rasulüllah (sav) hiç böyle yapmamıştır. Ashabı arasına giren ve
kimliklerini tanıdığı münafıkları dahi ifşa etmemiştir. Onun ashabı, tabiîn ve
tebe-i tabiîn de tekfirden şiddetle kaçınmışlardır. Bu iş daha çok hicrî 8.
asırdan sonra yaygın bir hastalık haline gelmiştir. [13] İmam
Ebu Hanife oğlu Hammâd'ı itikadı konuları tartışmaktan yasaklarken, oğlunun
kendisinin de konuştuğunu hatırlatması üzerine, "Biz tartışırken, aman
karşı tarafı küfre nispet ederiz endişesiyle, kafamızda kuş varmış da uçacakmış
gibi konuşuyoruz, oysa siz, pervasız davranıyorsunuz" cevabını vermiştir.
Aliyyu'l-Kârî der ki,
"Bid'at ehlinin kötü taraflarından biri, birbirlerini tekfir etmeleridir.
Ehl-i sünnetin güzel yönlerinden biri
ise tekfir etmeyip, hatalı saymalarıdır." [14] Onun
için ehl-i sünnet olarak bizler itikaden bozuk mezhepleri bile kâfir değil,
batıl mezhepler olarak vasıflandırırız. Bu yüzden, "Bir kâfiri müslüman
sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok
daha hafiftir" denmiştir.
Böyle hassas ve
tehlikeli bir konuda Rasûlüllah'ın şu öğütlerini gözönünde bulundurmak gerekir:
"Bir mü'mini küfr
ile itham eden onu öldürmüş gibi olur." [15]
"Bir kimse
müslüman kardeşini tekfir ederse, küfür ikisinden biri üzerine döner." [16]
"Herhangi bir
müslüman diğer bir müslümanı tekfir ettiğinde o kâfirse kâfirdir, değilse
kendisi kâfir olur." [17]
Soru:
Özellikle cenaze gibi merasimlerde imamlar kâfir olduğu bilinen mevtaya dua ve
istiğfar ediyorlar. Cemaat da "âmin" diyor. Bu mahzurlu değil midir?
Cevap:
Rasûlüllah efendimiz küfür üzere ölen bir yakını için "Eğer Allah
yasaklamazsa ona mağfiret dileyeceğim" [18]
deyince şu âyet-i kerîme nazil oldu:
"Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra
akraba dahi olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek peygambere ve mü'minlere yaraşmaz."
[19]
Münafıklardan Abdullah
b. Ubey b. Selüfün cenaze namazını Rasûlüllah Efendimiz kıldırmıştı. [20] (O,
münafıkları tanıdığı halde, siyaseten davranışta onları mü'minlerden ayırmıyordu).
Bu konuda da şu âyet-i kerîme geldi:
"Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma!
Mezarı başında da durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Rasulünü inkâr ettiler, fasık
olarak öldüler." [21]
Şu âyetin de aynı konu
ile alâkalı olarak geldiği söylenir:
"Onlara ister bağışlanma dile, ister dileme,
farketmez. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen de Allah onları asla bağışlamayacaktır.
Bu, onların Allah'ı ve Rasulünü inkâr etmesinden ötürüdür. Allah fasıklar
güruhuna hidayet vermez." [22]
Bu naslar karşısında,
özellikle Malikî İmam Karafî meseleyi bütün detayı ile ele almış ve özet
olarak, "Kafirin bağışlanması için dua etmek küfürdür (dua eden kâfir
olur). Çünkü, Kur'ân-ı Kerîm birçok âyetle müşrikleri Allah'ın
bağışlamayacağını, kâfirlerin Cehennem'de ebedî kalacağını kesinkes haber
verdikten sonra böyle birşey istemek, Allah'ı yalanlamak ve sanki, 'Yâ Rab! Sen
öyle diyorsun, ama bağışlasan daha iyi edersin' demek olur. Bu da küfürdür. Tüm
mü'minlerin bağışlanmasını istemek de haramdır. Çünkü günahkâr mü'minlerin
Cehennem'de, bir süre için de olsa, kalacakları sahih hadislerle bildirilmektedir.'
[23]
Bu görüş Hanefîlerce
biraz ağır bulunur ve "Kâfirin bağışlanması için dua etmek küfürdür, tüm
mü'minlerin bütün günahlarının bağışlanması için dua etmek ise haram
değildir" denir. İbn Âbidin buna açıklık getirirken der ki, "Mesele
şuradan kaynaklanıyor:
Allah'ın vadinden
dönmeyeceğini kendi kelâmıyla biliyoruz. Ama acaba vadinden (azab edeceği
sözünden ve tehdidinden)' de dönmez mi? İşte Karafî ve onu izleyenler,
Allah'ın vadi gibi vadinden de dönmeyeceğini düşünerek, eğer Allah kâfirleri
Cehennem'e koyacağını ve onların orada ebedî kalacağını bildiriyorsa bunun
aksini istemek Allah'ı isabetsizlikle suçlamak ve onu tekzib olur, bu ise
küfürdür" diye düşünmüşlerdir, Hanefi İbn Emîr el-Hâc'da [24]
kâfire dua konusunda onlar gibi düşünmüş tüm mü'minlere dua konusunda biraz
daha müsamahalı davranmıştır. Doğrusu da budur. [25] Buna
göre kâfir olarak ölen birisi için dua etmek küfürdür. Ancak küfrü açık (bevâh)
olmayanlara günahlarıyla küfür damgası vurup onları mü'min saymamak da bizim
hakkımız değildir. Meselâ Allah'ın birliğine, Hz. Muhammed (sav)'ın
peygamberliğine, Kur'ân'ın bütününe inanan birisi Haccâc gibi zalim de olsa onu
kâfir saymak bizim elimizde değildir. Ama bunlara olduğu gibi inanmamış, ya da
bunları tahkir etmişse, onu da mü'min saymak bizim elimizde değildir.
Mesele ölmüş gitmiş
kâfirler için böyledir. Hayatta olan kâfirlerin doğru yolu bulmaları için dua
etmenin ise caiz olduğu görüşü hâkimdir. Çünkü Rasûlullah efendimiz Uhud Günü
mübarek dişleri kırılıp, yüzü yaralandığında, müşrikler için "Allah'ım kavmimi
bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar" diye dua etmişlerdi. İbn Abbas da,
"Mü'minler kâfir olarak ölmüş yakınlarına dua ediyorlardı. Bunu
yasaklayan âyet [26] geldi, onlardan duayı
kestiler. Ama bu âyet onların, hayatta olan kâfirlere dua etmelerini
yasaklamıyordu" demiştir. [27] Ama
bununla beraber, Buharî'nin nakline göre, Rasûlüllah Efendimiz (sav)'in
Uhud'daki bu sözü, kendi duası değildir. O bunu, "daha önce de bir peygamber
yaralanmış ve böyle demişti" tarzında söylemiştir [28]
şeklinde söyleyip kâfirin hayatta olanına dahi dua edilemeyeceği görüşünde
olanlar da vardır. [29]
Fakat böyle dahi olsa, önceki bir peygamberin sözü bizim şeriatimizde neshedilmedikçe
bizim için geçerli olacağından (Allah'u a'lem) hayattaki bir kâfirin hidayete
ermesi için dua etmekte bir mahzur olmamalıdır. Çünkü onun hidayeti bulması
muhal değildir ve Allah kâfir olanların dünyada iken mü'min olamayacaklarını
söylememiştir ki, bizim bunu istememiz, Allah (cc)'ın olmaz dediğinde ısrar
etmemiz anlamına gelmiş olsun. Bir sonraki âyette bildirildiği üzere, Hz.
İbrahim'in babası için mağfiret dilemesini de böyle anlamak gerekir. [30]
Soru: İçkili
bir insanın teri bir başkasının elbisesine sürüldüğünde o elbise ile namaz kılınır
mı?
Cevap:
İslâmda pislikler kaba (muğallaza) ve hafif olmak üzere ikiye ayrılır ve
nelerin kaba, nelerin hafif pislik olduğu, fıkıh kitaplarımızın daha ilk
başında bütün teferruatıyla sayılır, ahkâmı bildirilir. Burada onlardan
birisine dikkat çekmek istiyorum:
Birşeyin temiz olması,
onun ille de yenebilmesi demek değildir. Belki, insanın üzerinde ya da namaz
kılacağı yerde bulunması halinde namaza mani olmaması, temizleyici suya düşmesi
halinde suyun temizleyiciliğine mani olmaması, yiyeceklere ve içeceklere düşmesi
halinde onların yenebilirlik özelliğini bozmaması demektir. Bunu böylece tesbit
ettikten sonra, insan; canlısı da cansızı da, küçüğü de büyüğü de, kâfiri de
mü'mini de, hayızlı ve cünup olanı da olmayanı da temizdir. [31]
Elverir ki, üzerinde başka pislik bulunmuş olmasın. Ağzı (meselâ içki ile)
pislenmiş olsa dahi, bir-iki defa tükrüğünü yuttuktan sonra ağzı dahi temiz
olur ve artığı pis olmaz. Ne var ki, İmam
Muhammed'e göre tükrük temizleyici olmadığından, böyle bir insanın artığı mekruh
olur. [32] Ter
ise içilen sıvının olduğu gibi çıkması demek olmadığından, aynı tahavvüle,
kimyasal değişmeye uğrayarak çıktığından pis değildir. Hatta hayvanlardan da
sadece ve sadece domuzun, bir de köpeğin teri pistir. [33]
Soru: Son
zamanlarda bazı insanlar Kur'ân-ı Kerîm’in bizler tarafından anlaşılamayacağını,
Kur'ân'la ilgili meseleleri büyüklerimize sormamız gerektiğini, hatta
tefsircilerin dahi bunu anlamadığını, tefsirlerin yakılması gerektiğini,
meallerin hiç okunamayacağını söylüyorlar, ne dersiniz?
Cevap: Allah
ve Resulü doğru söylüyor, onların dediğinin aksini söyleyen yalan söylüyor,
deriz ve Allah'ın yardımı ile meseleyi şöyle açıklarız:
1- Öncelikle
böyle söyleyen ve bunu savunan insanların hepsinde art niyet aramamak gerekir.
Bir kısmı Kur'ân'ın yanlış anlaşılacağı endişesinden, bir kısmı meseleyi
bilmediğinden, bir kısmı da İslâm'ın anlaşılacağı endişesinden bu hataya
düşmektedirler. Son ikisini bir grup sayarsak bir büyüğümüzün şu beyanlarıyla
aynı şeyi söylemiş oluruz:
"Kur'ân-ı
Hakîm'in esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatini anlamamışlar diye açıklanan
fikrin iki yüzü vardır ve onu söyleyenler iki taifedirler:
Birincisi hak ve
tedkik ehlidir, derler ki;
Kur'ân bitmez ve
tükenmez bir hazinedir. Binaenaleyh, anlaşıldığı nasıl iddia edilebilir. Bundan maksadın ne olduğunu
ileride açıklayacağız.
İkinci taife ya
akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor veya şeytan akıllı bir
düşmandır ki, İslâmî hükümlere ve imanî hakikatlere karşı gelmek istiyor."
2- Meselenin
özüne geçmezden önce ikinci olarak şu noktanında iyi bilinmesi gerekir ki, işin
esası kavranabilsin:
Tarih boyunca ifratlar
tefritleri, tefritler ifratları ya da ifratlar başka ifratları
doğuragelmişlerdir. Eğer herhangi bir fikrin iki ucu isabetle tesbit
edilebilirse, orta noktasının İslâm olduğuna hükmedilebilir. Buna göre
rahatlıkla denilebilir ki, tarihte ya da günümüzde birtakım insanlar Kur'ân-ı
Kerîm'i âdeta bir beşer kelâmı derekesine indirmiş ve "Anlaşılmayacak
nesi var? İşte şu şu âyetlerin bütün demek istedikleri şundan
ibarettir..." gibi bir ifrat göstermişlerdir. Oysa Allah'ın sonsuzluğu
gibi O'nun kelâmının mânâları da sonsuzdur. Her geçen gün o mânâları bizlere
sürekli açıklayacağını yine kendisi haber vermektedir. [34]
İlimler geliştikçe Kur'ân'ın mânâları da sürekli açılacak, ama hiç bitmeyecektir.
İşte bu ifratı gösterenler bunu kavrayamamış ve bir tefritin doğmasına zemin
hazırlamışlardır. Bunun doğru olamayacağını ve insanı tehlikeli noktalara
götürdüğünü gören tefritçiler de bu tehlikeli noktadan öyle bir kaçış kaçmışlar
ki, saatin rakkası gibi orta yerde duramamış ve orta noktaya aynı uzaklıktaki
öbür uca kadar gitmişlerdir. Kelâmıyla da kâmil ve mükemmel olan Allah'ın, yani
O'nun sözlerinin, nakıs olan insan tarafından hiç anlaşılamayacağını
söyleyerek İslâm'ı anlamsız ve anlaşılmaz göstermişlerdir. Tefsircilerin dahi
anlamadığı Kur'ân'ı "büyüklerimiz" denen zatlar nasıl
anlayacaklardır? Ya da müfessirler de büyüklerimiz değiller midir? Bize
gönderilen gazete kupürlerinde bir meslektaşımız meseleyi böyle vaz'ediyor ve
Türkçe bir tercümeden alınan âyet mealini, "Gazâlfden naklen, Allah
Kur'ân-ı Kerîm'de buyuruyor ki" gibi bir ifade garabetiyle veriyor. Ne
gariptir ki, aynı yazıda verilen fikri delillendirmek için yine Türkçe bir
tercümeden alınan pekçok âyet meali zikrediliyor. İfrat ve tefrit rakkası
haline sokulan meselenin orta noktasını bulmaya çalışacağız.
3- Bizlerin
Kur'ân-ı Kerîm'i anlayamayacağımız iddiasını bizzat Kur'ân-ı Kerîm
reddetmektedir:
"Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri
üzerinde kilitleri mi var?" [35]
Bu hitap sadece
âlimlere ve "büyüklerimize" yönlendirilmemiştir. Herkesedir, hatta
müşriklere ve kâfirleredir. Akıl ve zekâ ayrı ayrı şeyler kabul edilirse
"çoğu akılsız" [36] olan
müşrik ve kâfirler Kur'ân'a çağrılır ve onu düşünüp anlayamayacağı nasıl
söylenebilir?
"Andolsun biz Kur'ân'ı zikir (öğüt, düşünme
ve hatırlama) için çok kolay kıldık. Hiç düşünen yok mudur?" [37]
âyet-i kerîmesi, herhalde bir hikmetten ötürü Kur'ân'da dört defa tekrar
edilir. Usul-ü fıkıh okumuş olanlar bunun da umuma hitap ettiğini
anlayacaklardır.
"Bak onlara âyetleri nasıl apaçık
açıklıyoruz, sonra da nasıl çevriliyorlar." [38]
Allah'ın âyetlerini
apaçık kıldığı konusunda Kur'ân-ı Kerîm'de otuzdan fazla âyet-i kerîme vardır.
[39]
4- Kur'ân'ın
en büyük muallimi ve tatbikatçısı olan Resûlullah Efendimiz de hem sözleriyle, hem fiili ile Kur'ân'dan
herkesin anlayabileceğini beyan buyurmuştur. Veda Hutbesi'nde öyle ya da
böyle, her mü'mine şu duyuruyu yapmışlardır:
"Sîze iki şey bırakıyorum. Onlara
tutunduğunuz sürece sapmayacaksınız: Allah'ın Kitabı ve O'nun Resulünün sünneti."
[40]
"İleride
kapkaranlık geceler gibi fitneler zuhur edecektir. (Ravi diyor ki) Dedim ki:
Ey Allah'ın Resulü,
onlardan kurtuluşun yolu nedir? Buyurdular ki: Allah'u Teâlânın kitabına
sarılmak)dır." [41]
Allah Resulünün
elçileri gittikleri yerlerde muhatap oldukları her türlü insana İslâm'ı Kur'ân ile
anlattılar. Meselâ Habeşistan'a hicret eden Cafer b. Ebi Talib, oradakilerin
"İslâm nedir?" sorusunu Meryem sûresinin ilk âyetlerini okuyarak
cevapladı. Müslüman olacaklar ilk önce hep Kur'ânla tanıştırıldı. Ebu Zer,
Kur'ân'ı dinleyerek müslüman oldu. Tufeyl ed-Devsî, Kur'ânla tanışarak doğruyu
buldu, Ömer'in kini ve buğzları Kur'ân'la eridi... Hatta anlayışsız, hoyrat ve
ilkel insanlar olan bedeviler (arabîler) dahi Kur'ân'la muhatap kılmıyorlardı.
Oysa Kur'ân-ı Kerîm'de onlar için şöyle buyuruluyordu:
"Bedeviler (çöl arapları) küfür ve münafıklıkta
daha katı, Allah'ın Resulüne indirdiklerinin sınırını tanımamaya daha
müsaittirler..." [42]
Allah'ın böyle vasıflandırdığı
insanlar Kur'ân-ı Kerîm'den anlayabiliyor ve onunla yumuşuyorlarsa, diğer bütün
insanlar evveliyetle anlar ve etkilenebilirler.
5- Kur'ân
bazı insanların kendisini anlamayacağını söylemediği, Resûlullah'tan bu yönde
birşey sadır olmadığı gibi, sahabe, tabiîn, müctehid imamlarımız ve müfessirler de böyle birşey
söylememişlerdir. Onların söylemediği birşeyi söylemek, eğer onlara muhalif
değilse, bir içtihattır ve ancak ehlinden kabul edilir, hele içtihat yapılamaz
diyenlerin buna hiç hakkı yoktur. Onlara muhalif ise, ki konumuz öyledir, hiç
dinlenmez ve nazar-ı itibara alınmaz. "Eskiden yok idi iş bu rivayet yeni
çıktı". Binaenaleyh, böyle bir fikir akımı Kur'ân'a karşı gaflet ya da
ihanet anlamı taşıyan tehlikeli bir akımdır. Bu konuda haram ve mahzurlu olan
şey "Kur'ân'ı kendi re'yine göre tefsir etmek" ve "Kur'ân
hakkında mira, mesnetsiz tartışma" yapmaktır ki, onun sınırlarını da
açıklamaya çalışacağız. Binaenaleyh, eşya ve hâdiselere müslümanca bakış
Kur'ân'la sağlanır, İslâm'ı şümullü bir kavrayış Kur'ân'la elde edilebilir.
6- Kur'ân,
ezelî, ebedî, hakîm olan Allah'ın kelâmı olması itibarıyla o derecede eksiksiz
ve o derece hakîmânedir. Kendi beyanı ile "apaçık, çok kolay" olması
ile birlikte, kolaylığı "sehli mümteni" türünden bir kolaylıktır ve
kelimelerin seçimi ve dizilişi, hatta harflerin dizilişi ile, matematikteki
ihtimal hesapları andırır tarzda namütenahi ve sonsuz mânâlara işaret eder.
Her harfin, her kelimenin ve her âyetin yeri itibariyle baktığı o kadar çok
yön, gözettiği o kadar çok itibar olur ki, bunların bütününü beşer aklının
kavraması mümkün değildir. Ancak Kur'ân'ın bu özelliği, insanların o yönlerden
birini ya da birkaçını kavramalarına mani de değildir. Usûlüne uygun olarak
anlaşılan mânâlar doğrudur, Kur'ân'dadır. Yanlış olan, "bu âyetin mânâsı
bundan ibarettir", diye düşünmek ve söylemektir. "Kur'ân-ı Hakîm her
asırdaki beşer tabakalarının herbirine, sanki sırf o tabakaya bakıyor gibi
hitap eder... Esas hedefi marifetullah olan Kur'ân'ın her cinse, her gruba
uygun bir ders vermesi lâzımdır. Oysa ders birdir. Öyle ise aynı derste
tabakaların bulunması gerekir. Derecelere göre herbiri Kur'ân'ın perdelerinden
bir perdeden ders payını alır.
Meselâ, İhlâs sûresini
düşünelim. Pekçok tabaka olan avamın bundan anlayabileceği şey, Cenab-ı
Hakk'ın; baba, oğul, akran ve zevceden münezzeh olduğudur. Daha orta bir
seviyede bundan, İsa (as)'nın, meleklerin ve doğan varlıkların ilâh
olamayacaklarını da anlar... Daha yüksek bir seviye, bu sûreden Cenab-ı
Hakk'ın, ezelî, ebedî, evvel ve âhir olduğunu, hiçbir yönden ne zâtının, ne
sıfatlarının, ne de fillerinin benzeri, dengi, misli, misali olmadığını
anlar...[43] İnsanların ilimde ve
marifetullah da dereceleri yükseldikçe Kur'ân'dan anladıkları mânâlar da
artar.
"İkinci bir misal, "Muhammed sizin
erkeklerinizden birinin babası değildir"
[44]
âyet-i kerîmesi ile ilgili olarak ilk seviyedeki insanlar bundan; Resûlullah'ın,
ona peygamberliği yönünden "çocuğum" dediğini, binaenaleyh, Zeyd'in
kendine denk görmediği için boşadığı zevcesini Allah'ın emriyle almakla çocuğunun
karısını almış olmayacağını anlarlar... İkinci seviyedeki insanlar bundan; bir
büyük amir raiyyesine bir baba şefkati ile bakar. Bu amir bir de bir zahir ve
batın ruhanî lider olursa o zaman babadan yüz defa daha şefkatli olur. Böylece
o raiyyenin ana-baba olarak bakması onu koca olarak görmelerine, kadınlara da
onun kızı olarak bakmaları, zevce olarak bakmalarına kolayca donüşemediğinden,
Kur'ân der ki, Peygamber (sav) siz ilâhî rahmetin tecellisi olarak,
peygamberlik adına baba şefkati gösterir ama şahsı itibariyle babanız değildir
ki, sizden olan kadınlara zevce olması münasip düşmesin... diye bir mânâ
çıkarırlar. Üçüncü seviyedeki insanlar ise şunu anlayabilirler: Peygambere
intisap edip, onun kemâlatına
dayanarak, onun pederane şefkatine güvenle kusur ve hata yapmamalıyız... Hatta
bir kısım insanlar bundan peygamberimizin (rical) denecek yaşta erkek çocuğunun
kalmayacağını ve neslinin bir hikmete binaen kızından devam edeceğini de
çıkarabilirler..." [45]
Bunu şöyle bir misalle
de açıklayabiliriz:
Deniz suyu almak isteyen
insanlar düşünelim. Bunlardan denize kadar ulaşabilen her-biri beraberindeki kabın
hacmi kadar su alabilecektir. Fincanı olan fincan kadar, kazanı olan kazan
kadar, tankeri olan da tanker kadar su alacaktır ve bütün bu sular aynı
özelliği taşıyacaktır. Fark sadece miktarlarındadır. Ama kimse, kabı küçük
olana, senin aldığın su deniz suyu değildir, diyemez.
7-
"Arapçaya dair ilimlerin kaidelerine uygun, belagatın prensiplerin ve
usûl-i ilmin muvafık ve mutabık olmak şartıyla" Arapça bilen herkes
Kur'ân'dan ilmî seviyesine göre birşeyler anlar. Ancak, daha önce de ifade
ettiğimiz gibi, Kur'ân bu anlaşılanlardan ibarettir denemez. "Malûmdur
ki, Kur'ân-ı Azimuşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur.
Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, beşerin bütün tabaka ve sınıflarına
şâmildir..." [46] Bu
yüzden "zeki, gabî, takî, şakî, zâhid, gayri zahid bütün insan tabakaları
bu ilâhî hitaba muhataptır ve Rahmaniyyet eczanesinden ilaç almaya hakları
vardır..." Binaenaleyh, Kur'ân-ı Kerîm'den anlaşılan "mânalar Arapça
kaidelere, nahiv esaslarına ve dinin bilinen usûlüne muhalif olmamak şartıyla o
mânâlar o kelâmdan bizzat muraddır, maksuttur..." [47]
8- Meallere
gelince, "Kur'ân'ın Arapça olduğunu bildiren âyet-i kerimeler buna "Tâ ki, akledesiniz, iyi
anlayasınız" diye sebep gösterirler. Demek ki, ilâhî maksat Kur'ân'ın
anlaşılmasıdır. Bu da Arapça bilmeyenlere kendi dilleriyle mümkün olduğunca
anlatmakla, yani onu diğer dillere çevirmekle olur. Ancak bu meal ve
tercümelerin Kur'ân olması mümkün değildir ve "Türkçe Kur'ân",
"Farsça Kur'ân" gibi ifadeler onun "Arapça" oluşunu inkâr anlamı
taşır." [48] Ancak mealler âyetin
sonsuz mânâlarından sadece birini verebileceği için sağlam bir mealden
okuyanlar, sadece meali yapanın yakaladığı bir mânâya muttali olabileceklerdir.
Oysa âyette kelimelerin dizimi, seçimi, karakteri, etimolojisi ve semantiğine
bağlı olarak belki sonsuz ihtimaller vardır. "Tâ ki, muhtelif anlayış ve
istidatlar zevklerine göre hisselerini alabilsinler." Müfessirierin
farklı anlayış ve tesbitleri de buradan kaynaklanır. Herşeye rağmen Arapça
bilmeyenler için meal de bir kolaylaştırıcıdır, faydadan hali değildir. Aslını
anlayamayanlar sağlam bir mealden bu yolla istifade etmeli ve aslını da
öğrenmeye çalışmalıdırlar. Meallerin de Kur'ân olmadığını bilmelidirler.
9- Bu konuda
Gazâlî'nin tesbitleri bize ışık tutabilir:
"Kur'ân'ın
anlaşılmasını engelleyen hususlar dörttür:
1) Harfleri
mahreçlerinden çıkarma kanununa lüzumundan fazla önem vermek ve tüm gayreti bu
yönde harcamak...
2) Herhangi
bir mezhebi (görüşü) taklid yoluyla benimsemek ve taklit ettiği konuda katı
olmak... Bu adam öyle birisidir ki, inandığı görüş ile bağlı kalır ve başka
türlü de olabileceği aklına bile gelmez. Eğer Kur'ân okurken bir ışık parıldar
ve Kur'ân'ın mânâlarından bir mânâ, bildiğinin aksine ona zahir olursa şeytan
onu hemen taklide zorlar ve "sen nasıl olur da bunu böyle anlarsın, oysa
babaların, (büyüklerin) bunun aksi kanaattedirler" dîye onu aldatmaya
çalışır...
3)
Günahlarda ısrar etmek, kibirle muttasıf bulunmak, dünya konusunda nevasına
uymak...
4) Kelime
anlamı ile bir tefsir okumuş olup, Kur'ân kelimelerinin İbn Abbas, Mücahid ve
başkalarından nakledilen anlamlarının dışında bir mânâlarının olmadığına itikad
etmek. Onlardan nakledilenlerin dışındakilerin "Kur'ân'ı kendi görüşüne
göre tefsir etmek" bunu yapanların ise Cehennemde yerlerini hazırlamaları
istenenenlerden olduğunu sanmak- işte bu da Kur'ân'ın anlaşılması önündeki
büyük perdelerdendir. Oysa "Kur'ân'ı kendi görüşüne göre tefsir
etmek" ayrı bir şeydir.
10- "Kur'ân'ı kendi görüşü ile tefsir eden Cehennemdeki
yerine hazırlansın" [49]
mealindeki hadis-i şerif, Gazâlî'nin de dediği gibi bazılarınca yanlış
anlaşılmaktadır:
Hadisin ne demek
olduğunu anlamaya çalışalım. Zira, eğer bunu -sahih olduğu takdirde- genel
anlamı ile alacak olursak, sahabe dahil, bütün tefsircilerin bu durumda
olduğunu görürüz. Bunu ise hiç kimse söylememiştir. Görebildiğim kadarıyla bu
konuyu en güzel açıklayan İmam Gazalî ile İmam Birgivî olmuştur. Biz de
onların söylediklerini özetleyerek toparlamaya çalışacağız. Gazâlî diyor ki:
"Bilmiş ol ki,
Kur'ân'ın zahir (kelime anlamı) açıklamasından başka mânâsı yoktur, ama bütün
insanları kendi derecesine indirmekle de hata ediyor... Gerçek şu ki,
anlayabilenler için Kur'ân'ın mânâları çok geniştir... Hz. Ali de bu konuda
Allah'ın kendisine bir anlayış verdiği kimseleri sınırlı mânâlar anlamaktan istisna
etmiştir... Sözkonusu hadis ve Hz. Ebubekir'in, "Kur'ân'ı kendi görüşüme
göre tefsire kalkışırsam beni hangi yer taşır,
hangi gök gölgeler?" sözüne gelince, bunların mânâsı, ya Kur'ân'ı akılla
anlamaya çalışmayı ve mânâlar çıkarmayı bırakıp sadece menkul açıklamalarla
yetinmektir, ya da başka birşeydir. İmdi, birincisinin olması mümkün değildir,
çünkü Kur'ân'ın açıklaması hakkında duyduklarından başka hiçbir şey
söylememenin batıl olduğu pekçok sebepten dolayı açıktır:
1) Eğer
böyle olacak olsa Kur'ân'ın açıklaması ile ilgili olarak bizzat Resûlullah'tan
duyulan şeyler onun ancak bir kısmını açıklamış olur, kalan anlaşılmamış
kalır.
2) Sahabe ve
tefsirciler bazı âyetleri anlamada ihtilâflar etmiş ve pekçok görüş ileri
sürmüşlerdir. Bunların hepsi Resûlullah'tan nakledilmiş olamayacağına göre
onları bu hadisin tehdidine dahil edebilir miyiz?
3)
Resûlullah Efendimiz (sav) İbn Abbas için "Allah'ım onu dinde anlayışlı (fakih) kıl ve ona (Kur'ân'ın) te'vilini
öğret" [50] buyurmuşlardır. Eğer
zahirî mânâsından öte bir de te'vili (muhtemel mânâları) olmasaydı bu sözün ne
anlamı olurdu?
4) Kur'ân'ın
kendisi de, "Onların sonuç çıkarabilenleri
(istinbat gücü olanları) onu bilebilirlerdi..." [51] buyurmuştur.
Binaenaleyh, te'vilde (muhtemel mânâlar çıkarmada) sadece duyulanlarla menkule
dayanma iddiası batıldır ve herkesin Kur'ân'dan, anlayışının gücüne ve aklının
kapasitesine göre mânâlar çıkarması (istinbatı) caizdir. (Yeter ki, yukarıda
işaret edilen usûle muhalif olmasın). Öyleyse bir tehdidin anlamı nedir? Bu iki
şekilde anlaşılmalıdır:
1) Ya
kişinin (dinden olmayan) kendine has bir görüşü (felsefesi, inancı) vardır ve
Kur'ân'ı o görüşü takviye etmek için, zahirine muhalif olarak yorumlar,
zorlar. Bu da âyetin mânâsının o olmadığını bile bile olabileceği gibi bilmeden
de yapılmış olabilir.
2) Ya da
Kur'ân'ı, sırf Arapçaya dayanarak, bazı
mücmel meselelerdeki hadis ve nakillere bakmaksızın açıklamaya kalkışır. Çünkü
nüzul sebebi vb. bazı nakiller bilinmeden bazı âyetleri anlamak mümkün
değildir. [52]
Konumuzu İmam Birgivî
de özetle şöyle açıklar:
"Bilmiş ol ki,
Kur'ân'ın 'görüş'le tefsir edilmesinin yasaklanması, bu konuda sadece
Resulullah'tan (sav) duyulanlarla (nakillerle) yetinilmesi anlamında değildir.
Çünkü bu çok çok azdır. Öyle olsaydı kimse Kur'ân'la delil getiremezdi ve ictihad
kapısı kapanırdı. Bu ise icma ile batıldır. Fakih Ebulleys'in el-Bustan adlı
eserinde dediğine göre bu yasak, Kur'ân'ın bütününe değil, sadece 'müteşabih'
âyetlere yöneliktir. Nitekim Kur'ân'da, “Kalplerinde
sapma olanlar onun müteşabih olanına uyarlar..,” [53]
buyurulur. Durum böyle olunca Arapçayı ve Kur'ân'ın nüzulü ile ilgili bilgileri
bilenlerin Kur'ân'ı tefsir yetkileri vardır ve bu tefsirleri, 'kendi
görüşlerine göre açıklama sayılmaz. Baksanıza, müctehitler nice âyetlerin
tefsirinde ihtilâf etmişler ve kendi anlayışlarına binaen “Veya kadınlara dokunursanız (mülemese)” [54]
İfadesini İmam Şafiî, elle dokunma (ten teması) anlamış ve bunun abdesti
bozduğuna hükmetmiştir. Oysa Ebu Hanife bunu cinsel ilişkiye (cima) yormuş ve
ten temasının abdesti bozmayacağına hükmetmiştir. Bunun örnekleri pek
çoktur." [55]
Mezkûr hadiste geçen
"el-Kur'ân" ifadesinin umumundan (istiğrak) hareketle bu yasağın,
Kur'ân'ın tamamını kendi görüşü ile tefsir etmeye yönelik olması da
düşünülebilir ki, bu da iki imamı destekler. Yani müteşabih âyetleri ya da
nakilsiz anlaşılamayacak âyetleri
kendi görüşüne göre tefsir etmeyenler, Kur'ân'ı, yani tamamını, kendi
görüşleriyle tefsir etmemiş sayılırlar ve bu tehdidin dışında kalırlar. [56]
Soru:
Kur'ân-ı Kerîm okurken "Teğannî" yapmanın bazıları haram olduğunu söylerken
bazılar da haram olmaması gerektiğini söylüyorlar. Bunların hangisi doğrudur?
Cevap: Bu
meselenin hükmünü birbirine muarız iki ayrı şekilde gösterir gibi olan
hadisler vardır. Farklı izahlar da, herhalde bu hadislerin herkes tarafından
çok iyi anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Biz Allah'ın izni ile iyi
anladığına inandığımız alimlerimizin görüşleri ile meseleyi acıktığa
kavuşturmaya, ya da daha doğru ifade ile varılan açıklığı anlamaya çalışacağız.
Konu ile ilgili olarak
Kur'ân-ı Kerim'de önemli bir ayet-i kerime vardır:
"... Kur'ân'ı da açık açık, tane tane (tertîl
ile) oku" [57]
"Tertil ile
oku" bir ilahî emirdir, uyulması gerekir (vücup ifade eder). Peki
"tertîl" nedir? "Tertîl"; "ratel" kökünden gelir.
"Ratel", bir şeyin tertibinin uyumlu ve güzel olması demektir.
Buradan alınan "tertîl" de:
Sözün ifadesinin
(telifinin) güzel olması, açık, anlaşılır ve acelesiz bulunması [58],
harflerin özellikleriyle belirlenerek, harekelere hakkının verilip rahat ve
sakin okunması [59] demektir. Tane tane, dizi
dizi ve mütenasip dişleri de papatya çiçeğinin taç yapraklarına benzetilerek "es-seğrul-murattel"
denir. [60]
Kısaca kelimemiz hep tenasübü, acelesizliği, sakinliği, tane taneliği ve
intizamı anlattr. Yani Rasulüllah'a Kur'ân'ı böyle okuması emredilmiştir. Bu
emir elbette onun şahsında bütün müminleredir ve O, bu emri yerine
getirmiştir. Aişe validemize onun nasıl Kur'ân okuduğu sorulmuş o da:
"Eğer
dinleyen saymak istese bütün harflerini sayardı" diye tarif etmiştir.
[61] Enes
bin Malik, "Rasulüllah uzata uzata okurdu", Ümmü Seleme, "Onun
okuyuşu harf harf idi" demişlerdir. [62]
Demek ki, Rasulüllah Efendimiz bu emri bu şekilde uygulamışlardır. Öyleyse
tertîl ile okuma budur ve muhalif mefhumu ile, bunun dışındaki okuyuşlar
Allah'ın isteğine aykırıdır. Meselenin birinci ve en önemli noktası burasıdır.
Bu nokta iyi kavrandıktan sonra geriye kalan kısmını anlamak kolay olur.
Kur'ân'ı Kerim'in
"teğanni" (elhan, melodi, ahenk, ezgi) ile okunmasını ister, ya da
iyi gösterir gibi değerlendirilen hadisi şerifler vardır:
1- "Kur'ân ile teğanni etmeyen (başkalar,
Kur'ân'ı açıktan okumayan, ilavesini de verirler) bizden değildir." [63]
2- "Allah Kur'ân'ı teğanni eden bir peygambere
verdiği kadar hiç bir şeye ihsanda bulunmamıştır." [64]
3- “Kur'ân'ı
seslerinizle [65]
4- "Rasulüllah
(sav) Fetih Senesi yürüyüşü sırasında "Feth" sûresini okuyordu ve okuyuşunda
"tercî" yapıyordu." [66]
"Tercî Kamusa göre, sesi boğazda titretmekten (terdid) ibarettir ki,
Kur'ân okurken yahut beste söylerken nağme ve ahenge çalmaktır." [67] Buharî
"tercf'nin (â) sesini (â-â-â) diye çıkarmaktır, diye tarif edildiğini
söylemiştir. [68]
5- Rasulüllah
(sav) bir gece Ebu Musa el-Eş'arî'nin Kur'ân okuyuşunu dinlemişti.
Karşılaştıklarında ona buyurdular ki,
"Gerçekten sana Davud (as) ehlinin
kavallarından bir kaval verilmiştir." O da:
Eğer senin dinlemekte
olduğunu bilseydim onu daha süslü bir sesle okurdum (tahbîr ederdim) karşılığını
verdi. [69]
Nağmeli ve melodili
(teğanni ile) Kur'ân okuyuşun caiz olabileceğini söyleyenlerin tutundukları
delillerin en önemlileri bunlardır. Şimdi bunları teker teker ele alıp bu
konuda delil olamayacaklarını anlatmaya çalışacağız.
Verdiğimiz hadislerin
sırasına göre:
1- "Teğannî" kelimesi birinci
hadisimizin anahtar kelimesidir. Kur'ân'ın nağme ve makamlarla okunmasının caiz
olmadığında ittifak olduğu için bu kelime çok değişik şekillerde anlaşılmaya
çalışılmıştır. Bazılar "teğanni'nin sesi güzelleştirip zinetlendirmek
demek olduğunu söylerken bazılar da onunla yetinip başka şeye ihtiyaç duymamak
(istiğna) anlamına geldiğini söylemişlerdir. [70]
Hatta Ebu Cafer et-Tahavî meseleyi uzun uzun inceledikten sonra diyor ki:
"Anlaşılmış oldu
ki bu konuda iki ihtimal düşünülebilir. Teğannî ya nağmeli okuyuştur, ya da
Kur'ân'la yetinme (istiğna)'dır. Bunlardan birincisinin olamayacağı
delilleriyle ortaya çıktıktan sonra ikincisinin olduğu kesinlik kazanmış olur
ki o da Kur'ân'ın dışındaki şeylerden Kur'ân ile müstağni olmaktır." [71]
Bazılarına göre "teğannî" Kur'ân okumakla geçmiş milletlere ait
haberlerden ve eski kitaplardan müstağni kalmaktır. Diğer bazılarına göre
meşgul olmak, yani Kur'ân'a ilgi duymak, bir diğerlerine göre faydalanmak,
yani Kur'ân'ın emir ve nehiylerine uymakla ondan istifade elde etmek, bir
kısmına göre de zengin ve tok (gani) olmak demektir. [72]
Elbette
"ğinâ" kökünden gelen "teğannî" de bu manaların her biri
için bir ton, bir işaret ve bir koku vardır, ancak kanaatimizce bunların çoğu
zorlama mahsûlü yorumlardır. Çünkü "teğanni" de asıl olan ve ilk akla
gelen mana sesi bir takım tasarruflarla güzelleştirmektir. [73] Bu
matiub ve merğûb olan bir şeydir. Daha sonra da açıklayacağımız gibi, Allah'ın
kelâmı elbette, ses de dahil, her bakımdan en güzel şekilde okunmalıdır. O
halde hadisimizin manası şöyle olur:
"Her bakımdan bizim gibi olmak isteyenler
Kur'ân'ı, "tertîl" emrine riayet etmek şartıyla, en güzel ses tonları
ile okumalıdırlar."
Yani
"teğannî" sesle ilgili bir durumdur. İlk başta gördüğümüz gibi
"tertîl" ile okumamız emredildiğine, onun da ne demek olduğunu
Rasûlüllah'tan öğrendiğimize göre, "teğannî"ye öyle bir anlam
vermelidir ki, Kur'ân okurken hem "teğannî" yapılmış, hem de
"tertîle riayet edilmiş olsun.
Bunun nasıl olabileceğini-inşallah-müteakip hadislerin izahında anlatmaya
çalışacağız.
2- İkinci
hadisimiz, mana itibari ile birinciden farklı bir şey anlatmamaktadır.
3- Üçüncü
hadisimiz, bizce aynı zamanda "teğanni'nin
ne demek olduğunu da anlatmaktadır. Yani Kur'ân mademki Allah kelâmıdır,
öyleyse yine Kur'ân'ın kendisiyle istenmiş ilk ve en önemli şart olan
"tertîl"e riayet edilmek üzere, ses dahil, mümkün olan en güzel
kıvamda okunmalıdır. "Kur'ân-ı seslerinizle güzelleştirip, çünkü güzel ses
Kur'ân'ın güzelliğine güzellik katar" [74]
"Güzel ses Kur'ân'ın süsüdür" [75]
mealinde hadisler de vardır. Öyleyse sesi güzel olmayanlar okumayacaklar
mıdır? "Onlar da becerebildikleri kadar güzel sesle okuyacaklardır."
Bu söz İbn Ebi Müleyke'den nakledilmiştir. [76]
Beşinci hadisimizde zikredilen Ebu Musa el-Eş'arî'nin sözü de böyle anlaşılır.
Yani:
"Eğer senin dinlemekte olduğunu bilseydim,
Kur'ân ile sesimi güzelleştirir, onu süsler ve tertîl yapardım" demek
olur. Çünkü "Tahbîr":
Güzelleştirme ve
süsleme demektir. [77] Bu izahtan
anlaşılan bir şey daha vardır ki burada zikredilmeye değer: Hadiste geçen
"Kur'ân" ifadesi ya "kalb" sanatı yapılıp yer değiştirilmiş
olarak, ya da "kıraat" manasında mastar olarak anlaşılmıştır.
Birinci duruma göre Kur'ân sesle değil, ses Kur'ân'la güzelleşmektedir.
İkinciye göre ise yine Kur'ân değil okuyuş, yani "kıraat"
güzelleşmektedir. Yoksa insanların sesleri elbette Kur'ân'a-haşa-güzellik
katacak değildir. [78]
Durum bu olunca
"teğanni" kelimesinin iki anlamı ortaya çıkmış oluyor.
1) Genel
olarak makam ve titreşimlerle yapılanlhn, melodi, ezgi. Bu, "teğanni'nin
hakikî mânâsıdır.
2) Bu genel
içerisinde de bir cüz olarak sesi normal söyleyişin dışında bir eda ile
güzelleştirme. Bu da kelimemizin mecazî manasıdır. İşte Kur'ân için caiz olan bu
ikincisidir ve Rasulüllah bizden bunu istemektedir. Birinci anlamda Kur'ân ile
"teğanni" yapmak caiz olamaz. Çünkü bu herşeyden önce
"tertîl" emrine muhalif olur.
"Teğannî"yi
hüzünlü okuma diye tarif edenlerin dedikleri de bu anlattığımızı destekler.
"Bu Kur'ân hüzün ve keder ile inmiştir. Binanaleyh onu okuduğunuzda ağlayın. Ağlayamazsanız
ağlar gibi yapın" [79]
"Kur'ân-ı hüzünle
okuyun, çünkü o hüzünle inmiştir" [80]
"İnsanların
kıraatça en güzeli, Kur'ân okuduğunda hüzünlü okuyanıdır. [81]
Kısaca sesi I. konuşma
ve hitabet üslûbunun dışına çıkarıp hüzünlü ve ahenkli okuma ile 2. çeşitli
makamlarla sesi titrettirme, tecvid ve tertîlin gereği olmayacak tarzda
uzatma, kısaltma (tar'îd, tadrîb) ayrı ayrı şeylerdir. "Teğanni"
kelimesi bunların her ikisini de içine alır. Aralarındaki ortak özellik, normal
konuşmanın dışında bir üslûb ve eda kullanılmasıdır. Hadisler bize Kur'ân-ı
"teğannî" ile okumamızı emretmektedir. "Teğannî"yi bu iki
anlamının ikincisiyle uygulamamız, Kur'ân'ın "tertîl" emrine aykırı
olduğu gibi, biraz sonra göreceğimiz üzere, bunu yasaklayan hadisi şerifler de
vardır. Öyleyse bizden istenen "teğanni son izahımıza göre birinci anlamda
"teğanni'dir. Yani Kur'ân; düz konuşma ve hitap üslûbu ile değil, sadece
ona has ahenkli ve hüzünlü bir eda ile okunmalı, şarkı-türkü makamları ile, bir
sesi birçok ses yapacak biçimde titreşimli, tecvid kurallarına aykırı uzatma ve
kısaltmalı okunmamalıdır. Bu kendine has makamın "Arap ağzı" olduğunu
biraz sonra göreceğiz.
4- Resulüllah'ın
"terci'ile okuyuşu bir defaya hastır ve oda İbnül-Esir'in dediği gibi,
isteyerek değil, deve üzerinde bulunduğu için devenin ahenkli sallayışından
ötürü elinde olmayarak husule gelmiştir. [82]
5- Ebu Musa
el-Eş'arfye, Ehli Davud kavallarından bir kaval verilmiş olması, ya da Kur'ân-ı
daha süslü okumak istemesi, yasaklanan anlamı ile "teğannî" ile
sesin güzel olması, güzel okumaya çalışma ayrı ayrı şeylerdir. Bu farka
yukarıda işaret ettik.
"Teğanni'yi böyle
anlamaya bizi zorlayan sebeplerden biri, buraya kadar anlattığımız "tertîl"
emri ise, bir diğeri de, yine işaret ettiğimiz üzere, Rasûlüllah'ın fiili
uygulaması ve şu haberlerdir:
"Kur'ân'ı Arabın
ona özel nağmesiyle (lahn) ve sesiyle okuyun, aşıkların fısk ehlinin ve
Yahudilerle Hıristiyanların nağmeleriyle okumayın. Benden sonra bir takım
insanlar gelecek, Kur'ân'ı türkü gibi dalgalı ve ölü ağıtı gibi okuyacaklar.
Kur'ân onların gırtlaklarını öte geçmez. Onların da, onların bu halini beğenenlerin
de kalpleri saptırılmıştır.” [83] Abis
el-Gifarî der ki:
"Rasûlüllah,
kendisinden sonra ümmeti için korktuğu bazı hasletler saydı. Onlardan biri de:
'Kur'ân'ı türkü gibi
okuyup kazanç sağlamak isteyenlerdir." [84]
Saîd b. Mûseyyib, Ömer
b. Abdilazîz'in imam olup insanlara namaz kıldırdığını ve okuyuşunda rastgele
uzatma ve kısaltmalar (tatrîb) yaptığını duydu da ona:
Allah iyiliğini
versin, imamlar böyle okumazlar, dedi. [85]
İbn Abbas'tan
nakledildiğine göre, Rasulüllah'ın bir müezzini vardı. Okuyuşunda gelişigüzel
uzatma ve kısaltmalar yapardı da Rasulüllah ona:
"Ezan düz ve pürüzsüzdür. Ezanın düz ve
pürüzsüz olacaksa oku, olmayacaksa okuma" buyurdular. [86]
Rasulüllah (sav) bunu
ezanda yasaklamış olursa Allah (cc)'ın koruması altında olan Kur'ân'da yasaklanmış
olması haydi haydidir. [87]
Rasûlüllah'ın ashabı Kur'ân okurken sesi yükseltmeyi kerih görürlerdi. [88]
Kaldı ki, Kur'ân okurken gelişi güzel uzatma ve kısaltmalarda (tatrîb) sesi
dalgalandırmada (tercî), hemzesiz yere hemze getirme, çekilmeyecek olanı çekme
vardır. Böylece bir elif birkaç "elif, bir "vav" birkaç
"vav" olmuş olacaktır. Bu da Kur'ân'da ilave yapmaya götürür ki o da
haramdır. [89] Serahsî, "Ezanda
lahn yapmak mekruhtur" başlığı altında şu hadisi nakleder:
"Bir adam Ömer'e
geldi ve ben seni Allah için seviyorum dedi. Ömer'de ben de sana Allah için
buğzediyorum, dedi. Niçin? diye sorunca, Ömer:
Duyduğuma göre sen
ezan okurken teğannî yani lahn yaptyormuşsun", diye cevap verdi. [90]
Kur'ân'ın manasına
birazcık aşina olan birisi; Kur'ân'ı kendine has hüzünlü güzel eda ile, tane
tane ve mananın akışına göre "teğannî" yapmadan şekillendirerek
okumakla, gelişi güzel uzatmalar, bağırmalar, kıvırmalar ve "teğanni"
ile okuma arasındaki korkunç farkı rahatlıkla sezer. Birincide mest olur,
Kur'ân ruhuna işler, saatlerce dinlemekten usanmaz. O Kur'ân'ın ruhu ve lafzı
ile birlikte muhatabıdır. Hatta Arapçayı bilmeyen dahi bundan sonsuz bir haz
alır. Etkiyi Kur'ân'ın kendine has ahenginde değil de kendi sesinde arayıp, bir
sürü zorlama ve tasannularla güzel okuyor görünmeye çalışanlar ise, en çok iyi
okunmuş bir şarkı ya da türkü kadar etkili olabilirler. Çünkü onlar etkinin
Kur'ân'ın ruhundan değil kendi nağmelerinden olacağını sanırlar ve bir hoca
arkadaşımızın (Ahmet A. Çığman) ifadesi ile Kur'ân'ın ruhunu ve manasını
teğannîye feda ederler. Meselâ "Rabbena âtina" derken bazan seslerini
öyle yükseltirler ki, manasını biten bu üslûptan (haşa!) "Yâ Rab, ver,
yoksa şöyle şöyle olur hâ!" gibi komik ve çirkin bir tehdit manası
çıkarır. Bunların çoğu ya artistik okuyuşlardır. Yani sanatsallık Kur'ân'ın
ilahiliğinden üstün tutulmaktadır. Ya da dinleyenleri mestedip ulufeyi biraz
daha artırmak içindir. Bu eskiden beri hep böyle olagelmiştir. [91]
Nevevi'nin ifadesi ile "Kur'ân'ı böyle haram teğannîlerle okumak bir takım
cahil, aşağılık ve zalim kimselerin mübtela olduğu bir musibettir. Onlar
cenaze ve (mevlid gibi) törenlerin okuyucularıdırlar. İşte bu açıkça haram bir
bidattir ve -Kadılar Kadısı Mâverdî'nin de dediği gibi-böyle okuyuşu her kim
dinlerse oda günahkâr olur." [92] Oysa
Rasulüllah Efendimiz de:
"Ey nâs! Rahat ve normal sesle okuyun
(bağırıp çağırmayın). Çünkü siz sağır ya da gaipteki birisini çağırmıyorsunuz"
[93]
buyurmuşlardır.
Sonuç olarak:
1-
"Kur'ân-ı Kerim'i güzel sesle ve tecvid kaidelerine göre, yani Arap elhanı
ile okumak, arzu edilen okumak tarzıdır. Yoksa "profan" teğannî ile,
şarkı söyler gibi Kur'ân'ı Kerim okumak caiz değildir. [94]
2- Kur'ân-ı
Kerim’i, düz yazı, hitabet, şarkı ve türkü makamlarından biriyle değil, [95]
kendine has bir eda ile, olabildiğince güzel bir sesle ve Arap aksanı ile
okumalıdır.
3- Uzaklardakilere
duyurma gibi bir maksat yoksa, Kur'ân'ı Kerim'i bağırıp çağırmadan ve sesi
manaya ayarlayarak okumalıdır.
4- Dinleyenlere
sesinin nağmesi ve kıvırmaları ile değil, ihlâs ile, hüzünle ve Kur'ân'ın
ruhunu aktarma gayretiyle tesirli olmaya çalışmalıdır. Bunun da birinci şartı
Kur'ân okuma karşılığında kesinlikle maddi menfaat beklememek, kendiliğinden
gelse dahi kabul etmemektir. Bunun çok çirkin bir haram olduğunu, özellikle
İmam Birgivî ve İbn Abidin'e dayanarak bir başka yadınızda etraflıca anlatmaya
çalışmıştık. [96]
Soru: Hatim
sonlarında vs. İhlas sûresi niçin üç defa tekrarlanır? Evlerde sohbet yapan bir
hanım, Kur'ân okumasını bilmeyenlerin her satıra bir "İhlas" okuyarak
hatim yapmış olacaklarını söylediler, doğru mudur?
Cevap: Önce
şunu söylemek gerekir ki, Kur'ân-ı Kerim kendi ifadesiyle "hayatta olanları inzar etmek, uyarmak için”
[97] gelmiştir.
Bu uyarılmanın, ders almanın olabilmesi, onun bütününün okunmasına, hatta
manası düşünülerek alınmasına bağlıdır. Elbette Kur'ân'ı Kerim okumanın bir de
"ta'abbudî" (ibadet olma) yönü vardır. Hatta her bir harfi için
okuyana "on sevap" verileceği vadedilmiştir. Ama bunca büyük bir
sevap onun asıl geliş gayesi yanında belki de çok küçük kalır. Bu yüzden her
satıra bir "ihlâs" okunarak hatim yapmakla Kur'ân'ı Kerim hatmedilmiş
olmaz, belki satırları sayısınca "ihlâs" okuma sevabı alınmış olur.
Bu kadar "ihlâs" okuyacak sûre içerisinde Kur'ân'ı Kerim okumayı
öğrenmeye çalışmak, Allah'u a'lem insana çok daha fazla sevap kazandırır.
"İhlâs"
sûresinin üç defa okunmasına gelince, bakabildiğimiz kadarıyla bunun böyle
olması gerektiğini söyleyen bir hadis ya da seleften bir söz yoktur. Ancak
"İhlâs Sûresi'nin Kur'ân'ın üçte birine denk olduğunu söyleyen sahih
hadisler vardır. [98] Bu
surenin üç defa okunması da bundan ötürü düşünülmüş olsa gerektir. Ama İhlâs
Sûresi'nin, Kur'ân'ın üçte birine denk olması; herhalde onun bir defa
okunmasının, Kur'ân'ın üçte birinin, üç defa okunmasının da tamamının okunması
kadar sevap kazandıracağı şeklinde anlaşılmamalıdır. Gerçi bunu böyle söyleyen
hadisler de vardır ve İmam Serahsî'de bunlardan birini meşhur "el-Mebsût"una
almıştır [99], ama surelerin
faziletlerine dair çoğu hadisin sahih olmadığı, hatta uydurma olduğu
söylenmiştir. Bunun en güzel örneklerinden biri İbn Salah'ın kaydettiği şu
olaydır:
"Ebu İsmet'e -ki,
Nuh b. Ebî Meryem'dir- [100] sordular:
Kur'ân'ın sûre sûre
faziletlerine dâir İkrîme'den, o da İbn Abbas'dan diye naklettiğin bu hadîsleri
nereden aldın? O da cevap verdi:
Baktım ki insanlar Kur'ân'dan
yüz çevirip Ebu Hanife'nin fikhı ve İbn İshak'ın Meğazi'si ile meşgul
oluyorlar, ben de iyi niyetle bu hadisleri uydurdum. [101]
Bu konuda daha makul
şöyle bir açıklama vardır:
"Kur'ân üç ana
bölümden oluşur:
Üçte biri ahkâm, üçte
biri tehdit ve müjde (va'd ve va'id), üçte biri de Allah'ın sıfatları ve
isimleridir. İşte "ihlâs bu son üçte birin hûlâsasıdır." [102]
Yoksa" üç İhlâs
okumanın, sevap bakımından, Kur'ân'ın tamamını okumaya denk olduğunu söylemek,
dirayet bakımından da sahih değildir. Çünkü Kur'ân'ın tamamı içerisinde
"İhlâs" da vardır. Buna göre bir "İhlâs" okumak, Kur'ân'ın
üçte birini okumak ise, "üç İhlâs" okumak Kur'ân'ın tamamı, artı,
üçte birini okumak olmalıdır. [103]
Soru: Sabah
ve akşam namazlarından sonra çeşitli "Eûzü'lerle "Lev-enzelnâ" okunuyor.
Her yerde de ayrı uygulanıyor. Bunun aslı var mıdır, doğrusu nasıldır?
Cevap: Bu
konuda kitaplarımızda bulunan çeşitli rivayetlere baktığımızda şu hadis-i
şerife benzer çeşitli hadislerin olduğunu görürüz.
"Malik b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle
buyurmuştur: Kim sabahleyin üç defa "euzubillahis-Semî'il-Alîmi
mineş-Şeytanirracîm" der, sonra Haşr sûresi'nin sonundaki üç ayeti okursa
Allah kendisine yetmiş bin melek vekil kılar, bunlar akşama kadar o kişiye dua
ve istiğfar ederler. Eğer o gün vefat ederse şehid olarak ölür. Bunu akşamleyin
okuyan da aynı derecededir." [104]
Rivayetlerin çoğunda
son üç ayetten bahsedilmekle beraber, "Levenzelnâ'dan aşağısı" diyen
rivayetler de vardır. [105] Bazı
rivayetlerde de sadece "Haşr sûresinin sonu" denir ve ayet sayısı
bildirilmez. [106]
'İsm-i A'zam' Haşr
Sûresinin son altı ayetindedir," rivayeti de vardır. [107] Ama
bu, sabah-akşam okunmasıyla alakalı değildir. Yine "on defa e'uzü çekerek"
diyen rivayet de vardır. [108]
Dikkat çeken bir nokta da, bu ayetlerin sabah ve akşam namazlarını müteakip
okunacağına dair bir açıklığın bulunmamasıdır. Sabah ve akşam denmiş ama sabah
ve akşamın neresinde okunacağı söylenmemiştir. Bunun sabah ve akşam namazlarının
bitiminden sonraya alınması, alimlerimizce belli bir yer tesbitiyle düzenli
okunmalarını sağlamak için olmalıdır.
Bütün bu rivayetlerden
çıkacak sonuç şudur:
Rivayetler çok sahih
olmamakla beraber sabah ve akşamleyin, tercihen namazların bitiminde,-üç defa
"Euzü billahi's-semfil-Afimi mine'ş-şeytânirracîm..." diyerek
"Lev-enzelnâ"dan aşağı dört ayeti (iki rivayetin arasını bulmuş
olarak) okumak müstehaptır. [109] Bu
"Eûzü"nün değiştirilip, "Merdûdil-mekhûril-la’inır-racîm"
gibi ilaveler yapılması, ya da ayetlerin sonuna başka sûrelerden ayetler
katılması bidattir ve keyfî davranışlardır. [110]
İnsanda, kendine hâkim
görünmez bir güce inanma ihtiyacı fıtrîdir. Bu yüzdendir ki, değil batıl
dinlere inananlar, dinsiz sayılan cemiyetlerin insanları bile, hayalî de olsa
bu tür bir kuvvet icadeder ve hayatlarını onunla istikrara kavuşturmaya ve
motive etmeye çalışırlar.
Dîni temelinden
reddeden komünizm gibi idare sistemlerinde bile bu fıtrî ihtiyaç, halka
sezdirilmeden, sun’i yollarla giderilmeye çalışılır. Meselâ Marks, Lenin,
Stalin vs. gibi komünist liderlerin büyüklüğü, menkıbeleri, vecizeleri birer
vird gibi terennüm ettirilip durulur. Bunlar ve benzerleri, aralıksız
telkinlerle mitleştirilirler ve âdeta insanüstü birer varlık olarak telkin
edilirler. Devrim için, komünizm için ölenler birer şehittirler. Halk,
maveraya inanmayan bir sistemin şehitlikle ne kastedilebileceğini düşünmeye
bile fırsat bulamadan, bu telkinlerle avutulmaya çalışılır.
Aynı özellik, komünizm
gibi direk olmasa bile, dini dolaylı olarak reddeden sistemlerde de
sözkonusudur. Dinin ve mutlak kudretin
vereceği motivasyon, güven ve huzur, kişilerin veya başka mitlerin hayalî
kuvvetlerinde aranır, onlara saygı duyulur, duyulması istenir. Sebebin; insanın
moralman kuvvetli, icat ve üretimde motive edilmiş olabilmesi için gerekli
olan, beşer üstü kuvveti oluşturmaya çalışmak ve bunu dinle karşılamaya karşı
duyulan kin olduğu söylenebilir.
Bu konuda Mevdûdî
şunları söyler:
"Tarih bize
hiçbir şüpheye yer vermeden gösteriyor ki, eğer Allah'a inanmazsanız, düşünce
ve davranışlarınızda O'nun yerini sun'î bir ilâh alacaktır. Hatta bir tek
gerçek ilâh yerine, birçok sahte tanrıların, ilâh ve rablerin, size kendilerini
kabul ettirmeleri bile mümkündür. ... Modern insan tabiata tapmaktan vazgeçmiştir,
ama hâlâ insana tapmaktadır..." [111]
Bütün bu
söylediklerimizle, başlık yaptığımız konu arasındaki ilişkiyi belirtmeye
çalışacağız. Şöyle ki:
Temelde dini kabul eden,
Allah'a inanan, fakat pratik hayatta bir kapitalist, bir müşrik, bir
materyalist olarak yaşayabilen insanlarda bile -ki bugün cemiyetimizin çoğunu
böylelerinin oluşturduğu söylenebilir- aynı konu, çeşitli belirtilerle kendini
göstermektedir.
Sene boyu hem inanç,
hem eylem olarak İslâmdan uzak bir hayat yaşayıp, Ramazan'da ve belki de oruç
bile tutmadan, sırf teravihlerle, bayramlarla ve daha ötesi, ölümlerinin
kırkıncı, elli ikinci... gecelerinde geçmişlerine bir sürü bid'at ve haramlarla
dolu, şamatalı bir mevlit düzenlemekle manevî hazza kavuşmuş görünenler az
değildir. Kur'ân-ı Kerîm'i kafasında kimbilir ne efsanevî vasıflarla
niteledikten sonra, kendisi okuyamadığı için başkalarına okutmak suretiyle,
geçmişlerini bir nefeste rahmet ve mağfirete gömdüğünü sananlar azımsanamazlar.
İşte bu sosyo-psikolojik olgunun belirtileri ile, başta anlattıklarımız
arasında pekâlâ ilişki kurulabilir.
Birbuçuk asır önceki
İslâm toplumu için İbn Abidîn şöyle diyordu:
"Asrımızın
insanfarı bu işi (parayla mevlit, Kur'ân vs. okutmak gibi şeyleri) Allah'a
yaklaştırıcı en büyük ibadetlerden sayar oldular. Bunu diğerlerine tercih
ettiler. Halbuki birçoğu malının zekâtından bir kuruş bile vermez. Gücü
yettiği halde haccını yapmaz. Üstelik zimmetinde bir sürü keffaret, kurban ve
nezir vardır. Üzerinde zorla gasbettiğî bir sürü kul hakkı mevcuttur. Ama görürsünüz
ki, buna rağmen bu tür vasiyetlere önem verir... Ne diyeyim? Böyle, fitnenin,
fesadın, fışkın, hıyanetin, güvensizliğin ve dinden uzaklaşmanın yaygınlaştığı
bir zamanda bu iş çok görülmemeli!...
Allah'ımdan, dininde
sebat dilerim. Bizi ölüm gelinceye dek sapmaktan korusun. Öyle zannediyorum ki,
bu belânın bu kadar yaygın hale gelmesinin sebebi, mallarımızın ve
yediklerimizin çoğunun helâl olmayan yollardan gelmesindendir." [112]
"Bunların hepsi
bir tarafa, bir de Kur'ân okuma bahanesi ile zamanımızda işlenen münkeratı
düşünün:
Okuyoruz diye yetimlerin
evlerinde tertiplenen müzik, raks, eğlence ve oyun âlemleri... Defler,
komşuları rahatsız etmeler... Parlak ve güzel yüzler... Âşıkların maşuklarını
görmeye fırsat bulabildikleri yegâne toplantı...
Ve daha neler neler..." [113]
İbn Abidîn'in bu
yakınmasına Akif de nazımla katılır:
"Enfâs'i
habîsiyle beş on rûh-ı leîmin solsun mu o parlak yüzü Kur'ân-ı Hakîm'in." [114]
"İbret olmaz
bize, hergün okuruz ezber de, Yoksa bir maksat aranmaz mı bu âyetlerde? Lâfzı
muhkem yalnız anlaşılan Kur'ân'ın Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz mânânın. Ya
açar Nazm-ı Celîl'in, bakarız yaprağına, Yahut üfler geçeriz, bir ölünün
toprağına. İnmemiştir hele Kur'ân bunu hakkıyla bilin Ne mezarlıkta okunmak, ne
de fal bakmak için." [115]
Öyleyse niçin indirilmiştir? Bunu yine Kur'ân-ı Kerîm'den öğrenmek mümkündür:
"Bu Kur'ân (Muhammed'e) canlı
olanları uyarması ve kâfirlere vadedilen azabın hak olması için indirilmiştir."[116]
Şair yine:
"O doymak
bilmeyen mabuda kurbadan haya hissi, Hamiyyet, âdemiyyet hissi, ulvî hislerin
hepsi" diyerek konunun bir başka boyutuna dikkat çeker. Ziya Paşa da:
"Lanet ola ol
mala ki, tahsiline ânın,
Ya din ola, ya ırz, ya
namus ola âlet" diye lanet eder. [117]
Konumuzun fıkıhla
alâkasına geçmezden önce, bazı âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflere değinmek,
konunun daha başka boyutlarını da gösterme açısından yararlı olabilir.
Kurıân-ı Kerîm, uslanmaz ruhun temsilcisi ve
her türlü değeri maddeye feda eden bir millet olarak yahudilerden sık sık söz
eder ve ibret unsuru olarak, özellikle maddeperestliklerini gözler önüne serer.
Bu açıdan onlarla beraber hıristiyanlardan da söz eden bir âyet-i kerîmede
şöyle denir:
"Ey iman edenler, şu muhakkak ki,(yahudi)
bilginlerinin ve (hıristiyan) rahiplerinin birçoğu batıl (yollar)la insanların
mallarını yerler, onları Allah'ın yolundan men ederler. Altını ve gümüşü yığıp
ve biriktirip de, onları Allah yolunda harcamayanlar (yok mu?) İşte bunlara pek
acıklı bir azabı muştula!" [118]
Burada dikkati çeken
bazı noktalar vardır:
Batıl yollarla
insanların mallarını yiyenler, din bilginlerinin bazılarıdır ve bu iş için bu
vasıflarından yararlanmaktadırlar. Bu yollarla insanların mallarını yemeleri,
onları aynı zamanda Allah'ın yolundan da uzaklaştırmaktadır. Yani bu yolla
malını kaybeden insan yolunu da sapıtmaktadır. Din adamlarının bu yola girmelerine
sebep, maddî ihtiraslarıdır, altın ve gümüş yani para biriktirme arzularıdır.
"Bu âyet-i
kerîmenin ve açıklaması olarak söylediklerimizin konumuzla olan ilişkisinin, şu
hadîs-i şerîfle'daha net olarak anlaşılacağı kanaatindeyim:
"Sizden öncekilerin yollarına karış karış,
arşın arşın uyacaksınız. Hatta onlar bir keler deliğine girseler, siz de
onların arkasından gireceksiniz. Biz, 'Ya Rasûlullah, yahudilerle Hıristiyanlara mı?' dedik. 'Ya kime (olacak)!'
buyurdular." [119]
Nevevî bu hadisin
şerhinde bu izlemenin, küfür derecesine varmayan günahlar ve muhalefetlerde
olduğunu söyler ve "Bu Rasûlullah'ın (sav) açık bir mucizesidir; haber
verdiği gibi çıkmıştır" [120]
der.
Bu takip, Allah'ın
kitabını kazanç konusu yapmada olduğuna göre, yahudiler şu âyet-i kerîmelere
yegâne muhatap olmaktan çıkmış olmalıdırlar. Hitap aynı anda, takibi karış
karış sürdüren müslümanlaradır da:
"Yanimzdakini (Tevrat'ı) doğrulayıcı olarak
indirdiğim (Kur'ân'a) iman edin; onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın. Âyetlerimizi
az bir paha ile (semen-i kafîl) değişmeyin. Ancak Benden korkun."
"Kendinizi bilip dururken hakkı batıla karıştırıp
da gerçeği gizlemeyin.
"Dosdoğru namaz kılın, zekât verin, rükû eden
(mü'min)lerle beraber rukü edin."
"(Ey yahudi bilginleri) Siz, insanlara iyiliği
(gerçeği ve peygamberlere iman etmeyi) emredersiniz de kendinizi unutur musunuz?" [121]
Âyetleri az bir paha
(semen-i kalîl) karşılığında satmak... Hakkı batıla karıştırmak... Gerçekleri
gizlemek... Dosdoğru namaz kılmamak... Zekâtı vermemek (paraya harîs olmak)...
Başkasına doğruyu emrettiği halde, kendini (kendi çıkarı için) unutmak... Ve
bunların hepsini Kitab'ı okuyup dururken yapmak... da sözkonusu takibin
tamamlayıcılarından sayılabilir mi? [122]
Âyetteki "az bir paha ile satmayın"
ifadesinin mefhum-u muhalifi düşünülürse, "çok paha ile satın"
anlamı çıkar. Ancak Kur'ân naslarının "mefhum-u muhalifinin"
alınamayacağını, başta Hanefîler olmak üzere, birçok İslâm hukukçusu
söylemiştir. Ayrıca tefsirciler de bunu şu şekilde açıklamışlardır:
1- "Âyetlerimizi
az bir paha ile değişmeyin" ifadesinin anlamı, açıklama, izah etme ve
faydalı ilmi gizlemeyip, insanlara yayma karşılığında birşey almayın, demektir.
Nitekim Ebû Davud'un Sünen'inde Ebû Hureyre'den nakledilen bir hadîs-i şerîfte
şöyle denir:
"Rasûlüllah (sav)
şöyle buyurdu:
“Her kim Allah'ın rızası için öğrenilmesi gereken bir İlmi, sadece bir
dünya metaı elde etmek için öğrenirse, Kıyamet Günü'nde Cennet'in kokusunu duyamaz."
[123]
2- Allah'ın
bunu "semen-i kaltl" diye isimlendirmesi, bu karşılıkların ya
aslında az olduklarından, ya da verdikleri zarara oranla az olduklarındandır. [124]
3- Hasan
el-Basrî'ye âyetteki "semenen kalîlen"in mânâsını sordular da,
"Semen-i kalîl, herşeyiyle beraber dünyadan ibarettir" dedi. [125]
4- Sa’id b.
Cübeyr:
"Âyetlerimizi semen-i kalîl ile değişmeyin"
mealindeki âyet-i kerîmede geçen "âyât"tan maksat, Allah'ın onlara
indirdiği kitabıdır. "Semen-i kalîl" ise, dünya ve lezzetlerinden
ibarettir" demiştir. [126]
5-
Ebu'l-Âliye, "Âyetlerimizi semen-i kalîl ile değişmeyin" mealindeki
âyet-i kerîme için, "yani karşılığında ücret almayın, demektir"
demiştir. [127]
6- Diğer bir
âyet-i kerîmede:
"Allah'ın indirdiği kitaptan (Peygamberin
vasıflarına dair) birşeyi gizleyip de onla az bir pahayı (âdî bir menfaati)
satın alanlar (yok mu?) onlar karınlarına ateşten başka (birşey) yemiş
olamazlar" buyurulmaktadır.[128]
Bu âyet-i kerîme ile
ilgili başka bir rivayet daha vardır:
İbn Abbâs diyor ki:
"Bu âyet-i kerîme
Yahudi liderlerinden Kâ'b b. el-Eşref, Kâ'b b. Esed, Malik b. es-Sayf, Hayy b.
Ahtab ve Ebû . Yâsir b. Ahtab haklarında nazîl olmuştur. Taraftarlarından hediyeler
alırlardı. Muhammed (sav) peygamber olarak gönderilince bu menfaatlarının
kesilmesinden korktular da, Allah Rasûlünün (sav) ve getirdiği şerîatın
mahiyetini gizlediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. [129]
Bugün de Kur'ân-ı Kerîm tilâvetine ücret almanın haram olduğunu duyan
okuyucular, aldıklarına ücret değil de, "hediye" adı vermektedirler.
[130]
Rasûlullah'ın
ashabından bir grup, bir suyun yanına uğramıştı. Orada bulunanlardan birini yılan sokmuştu. Bir adam
onlara gelip:
"İçinizde 'rukye'
(okuyarak tedavi) yapan kimse var mı? Buradakilerden birini yılan soktu"
deyince içlerinden birisi çıktı ve bir koyun karşılığı 'Fâtiha'yı okudu. Koyunu
alıp arkadaşlarının yanına gelince, onlar bunu hoş görmediler ve:
'Allah'ın Kitabı
karşılığı ücret aldın ha?' dediler. Medine'ye döndüklerinde de, Rasûlüllah'a
(sav):
Bu adam Allah'ın Kitabı'na ücret aldı" diye şikayette bulundular. Bunun üzerine Rasûlüllah
(sav):
"Ücret almanıza en lâyık olan şey Allah'ın
Kitabı'dır" buyurdular. [131]
Münakaşası:
Bu hadîs-i şerîf,
ifadenin umumîliğine bakıldığında, Kur'ân-ı Kerîmi hem öğretme, hem de okuma karşılığı
ücret almayı caiz kılar gibi görülür. Ancak az sonra sıralayacağımız, haram
kılan hadislerden sonra, onlarla çatışır gibi görünen bu hadîs-i şerîfin şu
mânâda olduğu anlaşılır:
a- Burada
karşılığında ücret almak caiz olan şey, Kur'ân okumak değil, rukye yapmaktır. [132]
Rukye'de Kur'ân'dan unsurlar bulunması, bu hükmü değiştiremez. [133]
Ayrıca rukye tedavi için yapılır. Tedaviden ücret almak ise caizdir. [134]
b- Bu nassın
Kur'ân okuma karşılığı ücret almayı tecviz ettiği düşünülse bile, -biraz sonra
kaydedileceği üzere- ücreti men eden bir kısım haberler de vardır. "Birisi
haram, diğeri helâl kılan iki
haber tearruz ettiğinde, helâl kılanın mensuh olduğuna hükmedilir.” [135]
c- İbnü'l-Cevzi
de, kendi mezhep imamlarından naklen, buna şöyle cevap vermiştir:
"Suyun yanında
bulunan ve rukye yaptıran insanlar kâfir idiler. Kâfirin malını almak caizdir.
Sonra misafiri ağırlamak farzdır; onlar buna riayet etmemişlerdi. Binaenaleyh,
misafir, kendisini ağırlamayanın malından, ihtiyacı miktarı alabilir. Ayrıca
rukye, salt ibadet değildir. Yani rukyeye ücret alınabilir."
Kurtubî de;
"Rukyeden ücret almanın caiz olmasını, Kur'ân'dan ücret almanın cevazına
delil kabul etmeyiz" diyor. [136]
d- Hanefîlerden
bazıları: "Ücret almanıza en lâyık olanı Allah'ın Kitabı'dır" sözü,
ifadenin gelişine bakarak, "rukye yapmak istediğinizde..." takdiriyle
düşünülmelidir, demişlerdir. [137]
Bazıları buradaki
"ücret"ten muradın "sevab" olduğunu söylemişlerse de,
hadîs-i şerîfin söyleniş sebebi buna engeldir. Yine bu hadîs-i şerîfin ücreti
men eden diğer hadîs-i şerîflerle neshedildiği görüşü de, "sırf ihtimalle
nesh sabit olmaz" denilerek tenkide uğramıştır. [138]
Bu uzun hadîs-i
şerifte Rasûlüllah'ın (sav) evlenmek isteyen bir kadını, yanında bulunan bir
istekliye: "Kur'ân'dan bildiğinle
onu sana nikahladım." [140] Bir
başka rivayette,
"...Mülküne verdir” [141]
Müslim'in bir rivayetinde,
"Ona Kur'ân öğretmen karşılığında onu sana
eş yaptım", [142]
Ebû Davud'un bir
rivayetinde, "Ona yirmi âyet öğretirsen,
o senin karındır", [143]
Ahmed'in bir rivayetinde, "Kur'ân'dan
bildiklerine karşılık, onu sana nikahladım" buyuruyor. [144]
Münakaşası:
Buradan mutlak cevaz
anlamak isteyenler olmuşsa da, cevap olarak:
a- Rasûlullah
(sav) bu kadını adı geçene, ona Kur'ân öğretmesini mehir yaparak değil,
Kur'ân'dan birşeyler ezbere bilmesine ikram için, aslen mehirsiz olarak
nikâhlamıştır. [145]
b- Bu
muamele, sadece o kadın ve o erkeğe hastır. Sa'îd b. Mansûr'un Nu'mân
el-Ezdî'den rivayet ettiği şu hadîs-i şerif de bunu gösterir:
"Rasûlullah
(sav), bir kadını, Kur'ân'dan bir sûre karşılığında evlendirdi ve buyurdu ki,
"(Kur'ân) Senden sonra hiç kimse
için mehir olmayacaktır.” [146]
İşte bu hadîs-i şerif
için bu görüşler serdedilmektedir; ancak Ebû Dâvûd rivayeti, birinci izahı yersiz
kılmaktadır.[147]
"Kime, istemeksizin ve gönlünden de arzu
etmeksizin kardeşinden birşey gelirse, onu kabul etsin; reddetmesin. O ancak
Allah'ın ona gönderdiği bir rızıktır" [148]
mealindeki hadîs-i şerif:
Ve yine aynı mânâda
İbni Ömer hadîsi:
"Bu maldan (zekât malından) istemeksizin ve
gönlünden de geçmeksizin sana birşey gelirse onu al. Böyle olmazsa alma ve onu
kendin için kullanma" [149]
Münakaşası:
a- Her iki
hadîs-i şerif de umumîdir; konunun diğer hadisleriyle tahsis edilirler. [150]
b- İbni Ömer
rivayetindeki "Böyle olmazsa alma..." kaydından da anlaşılacağı
gibi, ücretle Kur'ân okuma, bu hükmün yine dışında kalır. Zira okuduğunun
karşılığında, tesadüfen, bir iki defa birşeyler alanlar, çok nadir bir
ihtimalle, böyle bir bekleyiş içinde olmayabilirler ama, başkaları tarafından
bu işin parayla icra edildiğini bilen bir okuyucunun, işin sonundaki ücreti
düşünmemesi, muhal derecesinde nadirattandır. Binaenaleyh, tecviz konusundaki
bu kapalı ve "amm" naslarla, Kur'ân-ı Kerîm tilâvetine ücret
alınabileceğine fetva vermek, ne nasla amel, ne de sağlam içtihat olmuş olur. [151]
Birtakım fetva
sahipleri, sağlam olmayan mesnediere binaen fetvalar vermişler ve bunları yazdıkları
fetva mecmualarına geçirmişlerdir. Ancak bu konudaki cevaz ağırlıklı
fetvaların, el-Haddâdî'ye nisbetinin bir yanlışlık eseri olduğunu da vurgulamak
gerekir. Bu türden bazı fetvalar ve bunlara verilen cevaplar şunlardır:
1-
"Hadîs-i şerîfe göre "Müslümanların güzel gördüğü, Allah'ın katında
da güzeldir." Bu hadîs'e binaen fukaha, kıyasa muhalif olmakla beraber,
istisna akdine, hamama girmeye vs., cevaz vermişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'e ücret
alma meselesi de, insanlar arasında bir teamül (örf) hafini aldığından, buna
binaen cevazına hükmedilemez mi?"
Cevap:
"Önce şunu bilmek gerekir:
Örf, hâs ve âmm olmak
üzere iki kısımdır. Örf-i hâssa itibar konusu, ihtilaflı olup, muteber
tutmayan görüş sahih görülmüştür. Örf-i âmmın itibarında ise şüphe yoktur. Hâl
böyle iken, buna örften destek arayanlara, "Birşey öğrendin ama,
bilmediğin çok şey var" demek lâzım. Öyle ya, insanların içki satışını ve
faizi teamül (örf) haline getirmelerini, bunların helâl olmalarına gerekçe
sayabilir miyiz? Akıllı birisi, örfün bu meseleye delil olabileceğini
söyleyebilir mi? O takdirde zalimlerin ve fâsıkların alışılagelen zulüm ve
isyanlarını, naslara rağmen meşru görmeli değil miyiz?" [152]
2-
"Surratü'l-Fetâvâ"da el-Mebsût'tan naklen:
"Ücret
belirtmeden birisinin hatim isteyene "ecr-i misil" lazım geleceği,
nassın anlamının da bu olduğu, okuyanın kırk dirhem-i şer'îden az almasının
caiz olmadığı, kırk dirhemden az bir meblağ zikretmişlerse, zikredilenin
gerekeceği, ancak nassa(!) muhalefet ettiklerinden dolayı, her iki tarafın da
günahkâr olacağı vs., kaydedilir. [153] Bu
ayrıca ez-Zâhidinin el-Hâvisine dayandırılır." [154]
Cevap:
"Surratü'l-Fetâvâ"da ez-Zâhidinin el-Hâvî'sinden naklen verilen bu
söz, diğer bütün metin ve şerh kitaplarında aktarılan gerçeklere zıt ve
değersiz bir sözdür. Bu yüzdendir ki İbnü Vehban ve başkaları, Zahidinin
muhalif görüşlerine itibar edilmeyeceğini söylemişlerdir.
Bunun el-Mebsût'a
dayandırılmasına gelince:
Bilindiği gibi her ne
kadar aslı İmâm Muhammed'in kitabı ise de, bunun birçok şerhleri vardır ve
hepsi de mebsût olarak bilinir.
Diğer taraftan böyle
bir hadîsin (Kur'ân-ı Kerîm'e ücret olarak 40 dirhem-i şer'îden eksik
verilmeyeceğini belirten hadîsin) olup olmadığını da Allah bilir. Ancak olmuş
olsaydı, bu büyük zatların ona muhalefet etmemeleri gerekirdi. Hidâye sahibinin
"Kur'ân'ı okuyun; onu dünyalık yemeye
âlet etmeyin" hadîs-i şerîfiyle istidlali ortadadır...[155] Bu
hadîs-i şerîf, o var olduğu söylenene muarız durumdadır. Artık o var olsa bile,
biri haram, diğeri helâl kılan iki nas çatıştığında, haram kılan tercih edilir..."
[156]
3-
"el-Kunye" adlı kitapta hatim için vasıyyetin caiz olduğu
söyleniyorsa da, bunun sevabı satmak değil, harcama yerlerini tesbitten ibaret
bulunduğu açıktır... el-Bahr sahibi [157] ve
Şeyh Alâuddîn, şaz olarak kıraata ücretin caiz olduğuna kail oluyorlar.
Cevap:
"Evet, onlar böyle diyor ama, onlardan delil istersen, dünyanın şarkını
garbını tarasalar, örften ve el-Kunye'deki ifadeden başka mesned bulamazlar.
Örfün durumunu daha önce söyledik. el-Kunye sahibinin kendisi de, bizzat bir
başka yerde, vasiyyetin batıl olduğu görüşüne varmış ve ez-Zâhîriyye'deki, ücreti
caiz kılan görüşün zayıflığını bildirmiştir.'' [158]
İbn Abidîn
eleştirisine devamla diyor ki:
"Bir süre sonra
Tarîkat-ı Muhammediye sarihi Allâme Şeyh Recep b. İsmetüllah'ın da,
el-Kunye'nin ibaresiyle ilgili olarak, benim söylediklerimin benzerini
söylediğini gördüm. O şöyle diyordu:
Rasûlüllah (sav) dünya
için "Mel'ûn bir cîfedir" [159] demiştir.
Artık O'nun ümmetinin, kelamullahı bu mel'ûn cîfe ile değiştirmesi uygun olur
mu? Bundan daha büyük hatife alma var mıdır? Böyle yapanlar, Kıyamet günü
Rasûlüllâh'ın (sav) yüzüne nasıl bakacaklardır?!" [160]
Kur'ân-ı Kerîmi okuma,
hattâ öğretme [161]
karşılığında ücret almayı men eden haberler, aslında konumuzla ilgili olarak,
açık kapı bırakmayacak kadar çok ve açıktır. Bu cümleden olarak:
1- Ahmed b.
Hanbel ve daha birçoklarının, Abdurrahman b. Şibl'den rivayet ettikleri:
"Kur'ân-ı Kerîm'i okuyun, onu (dünya
menfaatlarına vesile kılmak suretiyle) yemeyin!" [162] Hadîs-i
şerîfi.
2- Ubeyy b.
Kâ'b hadîsi:
"Bir adama Kur'ân-ı Kerîm öğrettiydim de,
bana bir yay hediye ettiydi. Durumu Rasûlüllah'a söylediğimde:
Onu aldıysan, ateşten bir yay almışsın demektir,
buyurdular, ben de geri iade ettim."
[163]
3- Beyhakî'nin
Bürayda'dan (ra) rivayetine göre, Rasûlüllah (sav):
"Her kim Kur'ân okuyup, Hz. Kur'ân'ı nâsın
malını yemeye vesile edinirse, Kıyamet Günü'nde yüzü etten âri bir kemikten
ibaret olarak Arasat Meydanı'na gelir" buyurmuştur. [164]
4- Tirmizî'nin
İmrân b. Husayn'dan rivayet ettiği:
"Kur'ân okuyan onunla Allah'tan istesin. Zira
birtakım insanlar gelecek,
Kur'ân'ı
okuyacaklar ve onunla insanlardan menfaat temin edeceklerdir.” [165]
5- "Kur'ân-ı Kerîm'i okuyunuz; onunla amel
ediniz; ondan asla uzaklaşmayınız, onun hakkında haddi de aşmayınız; onun tilâveti
karşılığında ücret alıp vermeyiniz, onunla dünya malını çoğaltma yoluna
gitmeyiniz." [166]
Bu hadîs-i şerîflerin
her biri, belki rivayet tarîkındaki bir yönüyle tenkide uğramıştır ama, birbirlerini
destekleyince, ortak, mânâ sıhhat kazanmış olur. İbn Abbâs:
"Onu ticaret
aracı yapmanızı uygun görmem. Ancak elinin sanatı karşılığı olanda (yazmaya
alınan ücrette) bir mahzur olmamalıdır" [167]
der.[168]
Bu konu üzerinde enine
boyuna duranlardan birisi de Allâme İmâm Birgivî merhumdur. Bu konuda çeşitti
eserlerinde malûmatlar vermiş, İstanbul'da devrin uleması ile münazaralarda bulunmuş
ve "Seyf-i Sârim" adında müstakil bir de risale yazmıştır. [169]
Onun söylediklerini şu cümlelerle özetlemek mümkündür:
"Müddeamıza
Kitap'tan (Kur’ân-ı Kerîm'den), sünnet'ten, icmadan ve kıyastan delillerimiz
vardır:
Kitaptan delilimiz:
"Ayetlerimizi az
bir paha karşılığı yemeyin." [170]
(K.K. 11/41) Sünnetten delilimiz:
"Kur'ân'ı okuyun,
onu dünyevî menfaatları yeme aracı kılmayın."
"Onlardan her kim
ahiret işini dünyalık için yaparsa, artık âhirette onun hiçbir payı
yoktur."
Binaenaleyh, böyle bir
okuyuşun sevabı olmadığına göre gerçekte sevabın satışı olan bu icâre nasıl
caiz olabilir? Ma'dumun satışı ise caiz değildir. Var olduğu kabul edilse bile,
teslimi mümkün değildir. [171]
İcmadan delilimiz:
Bu ümmet,
"Ameller ancak niyetlere göredir ve herkes için, neye niyyet etmişse o
(nun karşılığı) vardır" meşhur hadîs-i şerifine binaen, niyetsiz amelin
olmayacağında ittifak etmiştir ki, niyyet amele bâis olan ve kastetme ve
azmetme tabir edilen şeydir ve bahsini ettiğimiz meselede de bu yoktur. Sonra
okuyanın, ben sadece Allah rızası için okuyorum, ücret verenin de, ben sadece
Allah için veriyorum demelerine de itibar edilmez. Zira riyanın (olduğundan
başka türlü görünmenin) haramlığında da ittifak etmişlerdir. Bunların böyle
demeleri de riyadan başka birşey değildir. Binaenaleyh, bir masıyet
karşılığında ücret almak nasıl caiz olabilir?
Kıyastan delilimiz:
1- Kur'ân-ı
Kerîm okumak da, bedenî bir ibadet olma bakımından, namaz ve oruç gibidir.
Binaenaleyh, nasıl namaz ve oruca ücret almak caiz değilse, Kur'ân-ı Kerîm
okumaya ücret almak da caiz değildir.
2- Bu,
gerçekte bir sevap satma ameliyesidir ki, insanın geçmiş zamanlarda yaptığı
amellerinin sevabını satışa çıkarmasına benzer. Bunun da caiz olamayacağı nasıl
ihtilafsız bir gerçekse, berikinin caiz olmadığı da aynıdır. el-İhtiyâr'da:
"Şayet kabrini
sıva ile yapmasını ve üzerine bir kubbe yerleştirmesini ve kabri başında
Kur'ân okutup, okuyana birşeyler vermesini vasiyyet etse, böyle bir vasiyyet
batıldır' zira muhkemleştirmek için kabirlerin üzerine bina yapmak helâl
değildir denilmektedir.[172]
İbn Abidin, aynı
konuda haram oluşun aklî delili olarak şu açıklamayı da ilâve eder:
"...Sevabın
varlığı malûm değildir. Birisi sevabını kendinin, ya
da ölmüş bir yakınının ruhuna bağışlamak
üzere birisine hatim okutup ücret verse, bu okuyuştan bir sevabın husulü belli
değildir ki, ücret vermesi gereksin. Hasıl olsa bile, okuyan için hasıl olmuş
olur ve ücret karşılığı satılması yine caiz olmaz. Ya belli olmadığı zaman
nasıl sahîh olacaktır? Kaldı ki, böyle bir okuyuştan sevabın hasıl olmayacağı
açıktır. Zira sevabın bulunmasından amelin hâlis Allah için olma şartı vardır.
Ücretle okuyan ise, dünyalık için okumuştur, Allah rızası için okumamıştır.
Bunu şuradan da anlayabiliriz:
Okutanın kendisine
birşey vermeyeceğini bilse -bilhassa bu işi meslek haline getirenler- bir harf
bile okumaz."[173]
İbn Abidin'in nakline
göre İmâm Nevevî "Kitâbu't-tıbyân fi âdâp-ı hameleti'l-Kur'ân" adlı
eserinde, müstakil bir bölüm altında şunları söyler:
"Son derece
kaçınılması emredilecek şeylerin en önemlilerinden birisi de, Kur'ân'ın bir
kazanç aracı haline getirilmesidir." [174]
Tâcü'ş-Şerîa:
"Ücretle Kur'ân okumanın, ne okuyana, ne de ölüye sevabı dokunur."
Ayni:
"Dünyalık için Kur'ân okuyan, okumaktan alıkonulur. Bu durumda alan da
veren de günahkârdır." [175]
Şeyhu'l-İslâm Ankaravî Mehmed Efendi: "Kıraat ya tâattır, ya ma'sıyettir, ya da
mubahtır. Bir dördüncü şık düşünülemez. Eğer Kur'ân-ı Kerîm okumak, hadîs-i
şerîf okumak gibi bir tâatsa, bunların karşılığında ücret almak, tâata ücret
almak olur ki, tâat üzerine icâre akdi yapmak sahîh değildir. Eğer şarkı, türkü
gibi bir ma'sıyyetse, o
zaman bu, ma'sıyete ücret almak olur. Bu ise bâtıldır. Yok eğer edebiyat vs.,
kitapları okumak gibi bir mubah okumaksa, o zaman da ücretle tutanın ücret
vermeden bile sahip olduğu bir şeyi, ücretle yaptırması olur ki, bu da mün'akid
olmaz." [176]
El-İhtiyar ve Mecmau'l-Fetâvâ'da: "Kur'ân için herhangi bir şey almak caiz
değildir. Zira bu ücret gibidir" denmektedir. Ücrete benzeyen caiz
olmazsa, ya ücret olarak alınan nasıl caiz olacaktır?
el-Hulâsa'da:
"Kur'ân okumasını bilen birisine kabri başında Kur'ân'dan birşeyler okumasını
vasiyyet etse, bu vasiyyet bâtıldır. Aynı şey Tatarhâniyye'de de mevcuttur.
Orada ayrıca:
Sahîh olan caiz
olmamasıdır. Velev ki okuyan muayyen bile olsa, denilmektedir" [177]
denir.
İbnü Kayyım el-Cevziyye: "Ölüye gönderilecek en güzel hediye, köle
azadı, sadaka, onun için istiğfar etmek ve onun için hac yapmaktır. Nafile
olarak Kur'ân okuyup sevabını ona bağışlamaya gelince, eğer ücretsiz olursa, bu
da diğerleri gibi ulaşır."
Şeyhu'l-İslâm Takıyyü'd-Din (İbn Teymiyye): "Kıraata ücret ve sevabını ölüye gönderme sahih
değildir. Çünkü bu hususta hiçbir imamımızdan menkul bir izin yoktur. Hattâ
ulemâ, okuyan, bir mal karşılığı okursa, bunun bir sevabı yoktur demişlerdir.
Peki ölüye gidecek olan nedir? Ölüye ancak amel-i sâlîh gidebilir. Kur'ân
okuma karşılığı ücret alınamayacağında imamlarımız ittifak halindedirler.
İhtilâf, öğretmeye verilecek ücret konusundadır." [178]
İmâm Birgivî:
"Bunun için vasıyyette bulunmak bâtıldır. Alınan alana haramdır... Bu
yolla Kur'ân okuyan da, onu dünyanın bayağı metaına âlet ettiği için
âsîdir." [179]
"Allah'tan da
utanmazlar, bu Kur'ân-ı Azimü'ş-Şânı birkaç değersiz dirhem için, hayır,
bilakis, talibi köpekler olan kazurat ve leşler için okurlar. Bu yolla
insanları aldatabilirler ama, gaybın ve görünenlerin âlimi olan Allah'ı nasıl
aldatacaklardır?!" [180]
Abdurrahman el-Cezîri: "...Bütün bunların hülâsası şudur:
Hanefî mezhebi,
tâatlar üzerine ücreti men esasına dayanır. Bu yüzdendir ki, başkası yerine
yapılan haccın, ücret yoluyla değil, inabet yoluyla olduğunda ittifak vardır.
Binaenaleyh, başkası yerine hac yapan, bu farzı yerine getirmede, onun naibi
olarak iş görmekte ve onun malından kendisine ihtiyaç miktarı harcayabilmektedir.
Eğer artan birşey olursa, onu da olduğu gibi naibi bulunduğu zâta iade
etmektedir. Eğer bu ücret akdi olsaydı, artanı iade etmeyecekti." [181]
İbrahim en-Neha’i: "Mushaf varislere değil, kurralar için terkedilir, ya da murisin
ehl-i beytinden kurra olanlara kalır. Mushafın yazılmasına, okunmasına ve
arzına ücret şartı da caiz olmaz." [182]
Son olarak, kıraata
ücret alanların her nasılsa mesned gösterdikleri Ebu's-Su'ûd Efendi'den,
aksine bir fetva nakletmek istiyorum:
"Zeyd-i cüz-hân
(Kur'ân okuyan herhangi birisi) tilâvet-i Kur'ân-ı
Azîm'i mücerred ücret içün eylese (sırf ücret almak için okusa) aldığı akçe
şer'an helâl olur mu?
el-Cevap:
Olmaz. Sahibine (okutana) istirdâd (geri verme) lâzımdır. (Ebu's Su'ûd).
Bu surette Zeyd, sevap
mülahazası ile olmayup, Kelâmullah'ı dünyaya vesile ittihaz eylemekle, mezbûra
(adı edilene) ne lâzım olur?
el-Cevap: İstihfâf-ı
Kelâmullah'tır (Allah'ın Kelâmını hafife almaktır); Küfür lâzım olur. (Ebu's
Su'ûd)
Diğer cevap:
Küfür lâzım olmaz; havf-i küfür (Küfür olma endişesi) vardır. Zira istihfaf
sarih (açık) değildir, zımnîdir (dolayısıyladır). Mushaf-ı Şerîfi kazurata ilka
(pisliğe atma) değildir. (Harrarahü Muhammed Birgivî)[183]
Aslında Ebu's-Su'ûd
Efendi, kendi görüşü olarak "küfür lâzım olur" dedikten sonra, İmâm
Birgivî'nin, "küfür değil, havf-i küfür lâzım olur" şeklinde ifade
edilen görüşünü, sadece değişik görüşlerin de bulunduğunu nakil için değil, itibar
edilmeyecek mercûh bir görüş olduğunu hatırlatmak için zikretmiş olmalıdır. Bu iki
yaştaş âlimin birbirleriyle pek anlaşamadıkları, hattâ Kâtip Çelebi'nin
anlattıklarına bakılırsa birbirleriyle dargın olarak vefat ettikleri gözönünde
bulundurulduğunda, bu fikrin doğru olması ihtimal çerçevesine alınır. [184]
İbadetler ya sırf mâlidir: Zekât, öşür, keffaret... gibi.
Ya sırf bedenîdir: Namaz, oruç, itikâf, Kur'ân okumak, zikrullah yapmak gibi.
Ya da hem malî, hem de
bedenîdir: Hac gibi...
Hâfizü'd-Dîn
en-Nesefî'nin ifadesine göre niyabet (başkası adına yapma), malî olan
ibadetlerde acz halinde de, kudret halinde de caizdir.
Bedenî ibadetlerde
hiçbir halde caiz değildir.
Hem bedenî, hem de
malî (mürekkep) ibadetlerde ise, sadece acz halinde caizdir ve aczin ölüme dek
uzanan devamlı bir acz olma şartı vardır. [185]
İmâm Zeyla'î bunu
şöyle açıklar:
"Zira malî
ibadetlerden maksat, muhtacın ihtiyacını gidermektir. Bu ise bizzat mükellefin
fiili ile hasıl olabileceği gibi, naibinin fiili ile de hasıl olabilir.
Böylece imtihanın özelliği yine tahakkuk etmiş olur. Dolayısı ile her ikisi de
eşittir. Bedenî ibadetlerde ise niyabet hiçbir halde caiz değildir. Zira
bunlardan maksat, Allah'ın (cc) rızasını talep amacıyla, nefs-i emmâreyi güçsüz
düşürmektir. Çünkü o Allah'a (cc) düşman olarak ortaya atılmıştır.
Hadîs-kudsîde, "Nefsine düşman ol!
Zira o Bana düşman olarak
dikilmiştir" buyurmaktadır. İşte bu gaye, naibin fiili ile
asfâ hasıl olmaz. Dolayısı ile böyle ibadetlerde bir fayda temin etmediğinden
dolayı niyabet cereyan etmez. [186] Bu
yüzdendir ki, müctehit İmamlar, ölmüş birisi yerine hiç kimsenin namaz
kılamayacağında ve oruç tutamayacağında müttefiktirler. Bizim mezhebimizde,
diri olması halinde de durum aynıdır. Binaenaleyh, bu durumda ücretle tutmanın
caiz olmayacağı daha açıktır. Zira niyabet isti'cardan kolaydır." [187]
İmâm Birgivîde
"İkâzu'n-Nâimîn" adlı risalesinde:.
"Sadece bedenî
bir ibadet olup, bir vesile olmayan namaz, oruç, Kur'ân okumak. Tehlil, teşbih,
tekbir ve tasliye gibi bir ibadete; bir mal almak amacıyla, sevabını da
verdiğini, sadece bu sevabın kendisine ulaşması içni verene bağışlamak
niyyetiyle koyulmak ve başlamak, ne İslâm mezheplerinden bir mezhebde, ne de
semavî dinlerden birinde caizdir" [188]
der. [189]
İmâm Birgivî, öğretmede
imamette ve müezzinlikteki zarureti ve bu zaruretten dolayı bunlara ücret
almanın caiz olabileceğini açıkladıktan sonra şöyle der:
"Hiç bir kitapta,
Kur'ân-ı Kerîm okuma karşılığındaki ücretin ve bu yolla başkasına sevap
göndermenin caiz olduğu zikredilmediğine göre bu, nehyedilenler cümlesinde
kalmaktadır... Okuyan da bu okuyuşla bir sevabı hak edemez. Zira okuyuşunda bu
niyyet yoktur. 'Ameller niyyetlere göredir' hadîs-i şerîfine binaen
de, amellerin ancak niyyetle sevaba
vesile olacaklarında icma vardır. [190]
Molla Hüsrev de,
el-Muhîtü'l-Burhânî adlı kitabının Kitabû'l-istihsân'ından naklen:
"Başlarken niyyet
sadece Allah için olmak üzere, şartsız alınan mal mubah olmalıdır. Zira bu,
verileni isteyerek ve bir akid olmaksızın vermektir" [191]
diyorsa da, okunan hatimlere ücret verilmesi âdet halini alan bir memlekette,
sonunda mutlaka bir ücretle karşılaşacağını bilmeden, bunu düşünmeden, ya da
daha olumlu bir bakışla, okuyuş sebebleri arasında talî de olsa bu da
bulunmadan okuyabilenlerin olması, cidden nâdir bir olaydır.
Diğer yönden bir
ibadete niyet, muhtelit (katışık) bir halde de bulunabilir. Yani, herhangi bir
amele götüren duygu ve dürtü, hem Allah rızası, hem de sair dünyevî menfaatler
olabilir. Bu nokta, niyyetin belirlenmesine yarayan çok hassas bir noktadır.
Öyle ki insan bazan kendisini bile kandırabilir. Onun için bu noktanın iyi
tesbit edilmesinde fayda vardır. Niyyet, bir işe başlarken, sırf ben bunu
şunun için yapıyorum, demek değildir. Hattâ sahîh bir niyyet olsun diye, Allah
rızası için yapmış olayım şeklinde aklından geçirmek de değildir. Niyyet, işin
aslında, başlanılan işe sebep, bâis, yani dürtü teşkil eden duygu ve maksattır.
İşte böyle karışık
niyyetle başlanılan amel makbul mü, yoksa merdût mudur? İbnü Abdis-Selâm, böyle
karma bir niyyetle başlanılan amelin mutlak surette merdût olduğu
kanaatindedir. İmâm Gazâlî ise, bunu bir ayırıma tabî tutar:
"Bir amele
götüren niyyette ortaklık (yani birden çok maksat) varsa bakılır, eğer dünyevî
maksat niyyetin çoğunluğunu teşkil ediyorsa, böyle bir amelde herhangi bir
uhrevî ecir yoktur.
Niyyetteki çoğunluğu
dinî maksat teşkil ediyorsa, karşılığında nisbetine göre ecir vardır.
Niyyetin her iki
kanadı eşitse, birbirlerini sıfırlayacaklarından yine herhangi bir ecir
sözkonusu değildir." [192]
Fakat İbn Abidîn'in şu
izahını da göz önünde bulundurmak gerekir:
"Ahiretle ilgili
ameller iki kısımdır:
Birincisi bizzat
kastedilmiş bîr kurbet olan ibadetler:
Namaz, oruç, Kur'ân
okuma, teşbih, hac ve benzeri bir gruba girer. Bunlardan ücret almak caiz değildir.
Çünkü bunlar ancak ve ancak ibadet vasfıyla Allahu teâlâ'ya has olmak üzere
teşri edilmişlerdir. Bunlarla dünyanın kastedilmesi, mevzuu ait üst çevirmek
olur.
İkincisi, birincilere
bir vesile ve âlet olan ibadetlerdir:
Öğretme, imamlık ve
benzerleri gibi... Bunlarda niyyet Allah için olduğu takdirde, bunlar kurbet
olurlar ve sevaba vesile bulunurlar.” [193]
Bu izah İmam
Gazâlî'nin ifadesini tamamlar mahiyettedir. [194]
İbadetler karşılığında
ücret alma konusunda Hanefî mezhebinin dayandığı esas şudur:
"Müslümanın
yapmakla mükellef olduğu bir ibadet karşılığında ücret alması caiz
değildir."
Ya da Serahsî'nin
ifadesiyle:
"Müslümana has
her tâat karşılığında ücret almak bâtıldır." [195]
Ama Hanefîlerin
"sonraki" âlimleri, sonraları ortaya çıkan zaruret haline bakarak,
bazı ibadetler karşılığında ücret almanın caiz olduğuna fetva verdiler. Kur'ân
öğretme, ilim öğretimi, ezan, imamet ve va'z bu türdendir. Aslında önceleri
bunlar karşılığında bile ücret almanın caiz olmadığında ümmet ittifak halinde
idi ilmin ve Kur'ân okumanın zayi olması korkusu, "sonraki" âlimlerin
zaruret sayıp caiz görmesine mesnet teşkil etmiştir. Zira: "Zaruretler haram
olan şeyleri mubah kılar.” [196]
"Ancak Kur'ân
okumak özellikle de mezarlıklarda, cemiyetlerde ve vefatının filân ya da falan
gecelerinde okumak karşılığında ücret almaya zorlayan bir zaruret
yoktur." [197]
Buna karşılık Şâfiîlerdeki
genel kaide ise şudur:
"Yapılması, ecîr
(ücretle çalışan) üzerine bizzat gerekli olmayan herşey karşılığında onun ücret
alması caizdir."[198]
Fakat bunun yanında
İmâm Şafiî ve Mâlik'ten (ra) yapılan bir nakil, kıraat ve benzeri ibadetlerde
sevabın başkasına, ücret alınmasa bile ulaşmayacağı yolundadır. Binaenaleyh,
alınması halinde nasıl ulaşacaktır? [199]
Diğer yönden
Kemâlüddîn İbn Hümâm, eğitim, ezan ve imamette, zarurete binaen ücreti caiz
görenlerin söylediklerinde bile düşünülmesi gerektiği görüşündedir. [200]
Ama:
"Açık olan gerçek şu ki, Kur'ân ve fıkıh öğretimi, ezan ve imamet
karşılığında ücret almayı caiz kılan illet, zaruret ve insanların buna olan
ihtiyacıdır ve sadece bunlara hastır. Binaenaleyh, bunlar dışındaki tâata
ücret almak için bir zaruret yoktur." [201]
"Zira, sevabını ücret
verene hediyye etmek için Kur'ân okumaya ücreti men etmekte, Kur'ân'ın
kaybolması söz konusu değildir. Binaenaleyh, okumayı öğretmeye kıyaslamak da
sahih değildir." [202]
"Asırlar boyu
birisi diğerine bunun için ücret vermese, bir zarar doğmuş olmaz. Aksine,
Kur'ân'ın bir kazanç kaynağı ve para kazanılan bir meslek edinilerek, ondan
ücret almakta zarar vardır." [203]
İmâm Birgivî der ki:
"Açlıktan helak
olma tehlikesi ile karşı karşıya olan okuyucunun aldığı da haram olur mu? Derseniz,
biz de deriz ki:
Aslında bu durumda
birisini bulamazsınız. Bulunur derseniz ona sözümüz yok. Çünkü bu durumda ona
leş, domuz eti ve izinsiz olarak başkasının malını yeme helâl olmuştur. Ancak
zaruretlerde sınır aşılamaz." [204]
"Sıla"
nedir?
"Sıla"
"varmak, ulaşmak" anlamındaki (va-sa-le) fiilinden
olarak "atiyye, mükâfat"[205] bir
yakınlıktan dolayı verilen bir bağış demektir... Sanki iki tarafı birbirine
bağladığı ve ulaştırdığı için buna "Sıla" denmiştir.[206]
"Sıla, ibtidâen,
yani birşeyden ötürü değil, ilk hareket noktası olarak verilen ve verdiği
kimsenin iyi amellerden birini yapıyor olduğu için, ya da yapması için verilen
hediyyedir. Kadıların, öğretmenlerin, imamların ve müezzinlerin
beytü'l-maldan, ya da bunlardan biri için şartlı vakıflardan aldıktan maaş
gibi...
Bu işlerden herhangi
birisini Allah'a takarrup için yapanın "sıla" olarak aldığı
kendisine helâl olur. Ahirette de Allahu Teâlâ'dan sevabı hak eder. Ama bu
işleri, bu "sıla"yı almak için yaparsa aldığı haram olacağı gibi,
sevabı da hak edemez." [207]
"Böylece ücretle
sıla arasındaki fark anlaşılmış olur:
Ücret, herhangi bir
amel karşılığı tayin edilen, onun karşılığı sayılan ve çalışanın çabasını
kendisi için harcadığı şeydir. Binaenaleyh, veren sadece çalışanın çalışması için
verir. Ücretli de sadece onu almak için çalışır. Dolayısıyla çalışan, bu
çalışmasıyla Ahirette sevabı hak edemez; ancak dünyada ücreti hak eder ve onun
için çalışır. [208]
"Bu durumda
veren, verdiğinin sıla olmasına niyyet edemez mi? Bu caiz değil midir?
Cevap olarak deriz ki,
caiz değildir. Çünkü veren bu hareketiyle muradına ermek istemektedir. Nitekim
bu yolla Kur'ân okumasını istediğini şahsın okuyup okumadığını izler. Bir gün
okumasa kızar haram para yiyorsun, der. Belki de onu azleder,
onun yerine başkasına okutturur. Daha az
okumasını isteyebilir. Filanca hoca daha az okuyor, der. Okuyan ise çok çok
okumak ister. Ve derken aralarında, ücretle çalıştıranla çalışan arasındaki
gibi anlaşmazlıklar olabilir. Ücretin bundan başka bir anlamı var mıdır?" [209]
İbn Abidin de benzer
şeyler söyledikten sonra:
"Örfümüze göre
bunun "sıla" değil ücret olacağını, bu icârenin de bâtıl ve önce
geçenlerden hiç kimsenin yapmadığı bir bid'at olduğunu kaydeder. [210]
Kaldı ki,
"sıla" sayılması mümkün değildir. Eğer olsaydı, okuyanın okumayı tek
taraflı terketmesi caiz olurdu. Para verip hatim okumasını isteyen,
okunmadığını bilse, tek kuruş bile vermez. Zamanının insanlarını tanımayan
cahilidir" [211]
der.
Allâme Ramlî de, bunun
"sıla" da her halükârda helâl olmaz. Nitekim, az önce de denildiği
gibi:
"İlimle iştigal
eden kimse, çalışması kendisini ilim yapmaktan alıkoyduğu takdirde, tahsili ve ilmî
araştırmaları için sılayı alabilir. Aksi halde, yani "sıla" için
tahsil yaparsa, aldığı yine haram olur." [212]
Kur'ân'ın ücretle
okunmadığı takdirde unutulacağı da kesinlikle bir zaruret sayılamaz. Zira
ücretsiz okumak da mümkündür. Ücret almadan okumak zor oluyor iddiası, sırf bir
tenbelliğin tezahürüdür. [213]
İbn Abidîn'in şu
ifadesinden, konumuzla ilgili bir ölçü ve kıstas edinilmesi mümkündür:
"Bazıları, okuyan
belirli olursa ücret caizdir, değilse değildir, demişler, Zâhidî, bu da kıraata
ücretin caiz olduğunu gösterir, diyor. Bunu nasıl anlayacağız denirse şöyle
cevap veririz:
Bizim yerleşmiş bir
kaidemiz vardır ki, şudur:
Fıkhî meselelerin
kaynağı, Kitap'tan, Sünnet'ten ya da icmadan, meşhur ve malûm bir esas ise,
artık bu hiçkimse için tartışma konusu değildir. Yok eğer kaynak içtihada
dayanan bir esas ise bakılır, nakleden müctehid ise delilini aramaksızın
uyulması gerekir. Nakleden değil de, kendisinden nakledilen müctehitse ve
naklin ondan yapıldığı sabitse, durum yine aynıdır. Ama kendi görüşüyse, ya da
bir başka mukallitten nakledilmişse veya mutlak zikredilmişse ve fakat şeri
bir delil de gösteriyorsa, buna da bir diyeceğimiz yoktur. Aksi halde bakılır;
eğer belli temel kaidelere ve muteber kitaplara uyuyorsa, onunla amel caizdir,
âlim için de delilini araştırması gerekir. Bütün bu zikredilenlere uymuyorsa
nazar-ı itibara alınmaz."
Hasan Basri merhumun
şu sözleri bu konuya ışık tutabilir:
"Duada
ciğerlerini parçalayacak ve dinleyenlerin kulak zarlarını patlatacak gibi
bağırıp çağırmak, süslü olsun ve beğenilsin diye tumturaklı tasannulara, seci'
ve kafiyelere yer vermek caiz değildir. Bu, niyaz ettiğimiz Allah'ı
saymamaktır. "Na'ra kemter zen ki, nezdîkest Huda = Duada bağırma ki,
Allah uzak değil, yakındır." [214]
Buraya kadar
aktardığımız naslar, içtihatlar ve tahlillerden anlaşılan şudur:
İnsanlarda, hak olsun,
bâtıl olsun, din ile tatmin arayışı fıtrîdir. Kendisini müslüman olarak
bulmuş, fakat İslâmı sağlam temelleriyle bilmeyen insanların hatim ve mevlit
gibi dinî görünümlü uygulamalara başvurmaları, ya da sığınmaları, bu fıtrî
duygunun eksik bilgi ile bütünleşmesi sonucudur. Âdeta bir meslek olarak, para
ile Kur'ân-ı Kerîm, ya da mevlit okuma, ekonomik değil, psikolojik ve itikadî
kökenlidir ve hadiste sözü edilen yahudi ve hiristiyan din adamlarını taklid ve
izleme cümlesinden sayılabilir. Buna zaruretlere binaen cevaz vermek de mümkün
değildir. Konu üzerinde Hanefî mezhebinin görüşü, takdir ve tercihe şayandır.
Çünkü mesele etraflıca sadece bu mezhepte ele alınmış, enine boyuna tedkik edilmiştir.
Hattâ "Es-Seyfu's-sârim" ve "Şifa'u'f-alîl" gibi müstakil
risaleler yazılmıştır. [215]
Soru:
Mikrofonla ezan okunmaz. Müezzinlik de olmaz deniyor. Böyle diyenler ezan,
kamet, vaaz ve Kur'ân okumada mikrofon kullanmıyorlar. Bunun ne gibi bir
mahzuru olabilir? Bu, ibadeti aletle yapmak mıdır? Zararı yararından fazla
mıdır?
Cevap:
Mikrofon konusunda titizlik gösterenler ve mikrofon kullanmayanlar bunu elbette
bid'atlara düşeriz korkusu ile yapıyorlar. Böyle bîr endişe takdir edilir.
Çünkü müslümanlar için en kötü şey bid'atlere düşmektir. Ancak bid'atten
kaçarken de bid'ate düşüldüğü olabilir. Onun için bid'atın iyi tarif edilmesi
gerekir. Rasulüllah Efendimiz (sav):
"Kim bu işimizde onda olmayan bir şey ihdas
ederse o reddolunur" demiştir.
"Bu işimiz" diye buyurdukları,
O'nun getirdiği ve öğrettiği dindir. Demek ki, bid'at dine dinden olarak
yapılan ilâve ya da çıkarmalardır. Meselâ mikrofon ezanın sünneti, müstehabı
ya da adabı görülerek kullanılıyorsa, yani o olmayınca sünnet terkedilmiş görülüyorsa
bu bid'at olmuş olur. Ezanın sünnet olan şekli bellidir, gayesi bir ilândır.
Kelime anlamı da zaten duyurma demektir.
Öyleyse, sünnet olan
şekli tam yapıldıktan sonra duyurma ne kadar tam olursa gayesi de o kadar tam
gerçekleşmiş olur. Minarede aynı gaye ile yapılmıştır. Bu gayeyi Rasulüllah
Efendimiz de kendi zamanındaki tekniklerle gerçekleştirmiştir. Bir başka deyişle
Efendimiz'de kendi zamanındaki mikrofonu kullanmıştır. "Mikrofon"
(mikros ve phone) kelimelerinden oluşur, manası "küçük ses"i uzağa
ulaştırma, yani duyurucu demektir. "Hoparlör"de (haut+parleur)
"yüksek konuşucu" yani sesi büyültücü demektir. Rasulüllah Efendimiz
(sav)'in "mükebbire" kullandığı vakidir. İşte bu, o zamanki mikrofon
tekniğidir. Mânâsı da "büyültücü" böylece sesi uzaklara ulaştırıcı
demektir. Görüldüğü gibi farklılık tekniktedir, "bu işimizin" yani
dinin aslında değildir. Öyleyse bunun bid'atle alakası yoktur. Araba, uçak vb.
vasıtalar da aynıdır. Meselâ hac ibadeti bellidir. Onda eksiltme ya da ekleme
bid'at olur, ama oraya ulaşma, yaya olabileceği gibi uçakla da olabilir. Uçak,
araba vb. insanı çabuk ulaştıran, mikrofon da sesi ulaştıran bir vasıtadır. Bu
bakımdan aralarında bir fark yoktur. Gaye ile vasıtaları birbirine
karıştırmamak ve gayeyi olabildiğince tam elde etmek gerekir. İşte biz bu
yüzden bid'atın güzelinin olamayacağını da söylüyoruz. "Her bid'at
dalâlettir."
Ancak mikrofonu normal
sesi duyamayana ulaştırmaktan başka bir gaye için, mesela sesini güzel
göstermek ve dikkat çekmek için kullanmak da -özellikle mescidlerde- edebe
muğayîr ve çirkin bir davranış olur. Camilerde lüzumsuz sesler çıkarmak ve gereği
yokken yüksek sesle okumak ve konuşmak mekruhtur. Sahabe, bastonlarının ucunu
dahi mescidde yavaşça yere koyarlarmış. Gerek yokken mikrofonsuz müezzinlik ya
da imamlığın eksik olacağını sanmak ve çok küçük mescidlerde üç-beş kişilik cemaatle
dahi mikrofon kullanmak, yani onda ibadeti tamamlayıcı
bir özellik görmek bid'at olur. Huzuru
kaçırır, maneviyatı bozar. Bazan ihlâs ve samimiyetle sade olunmanın tesirini
bilemeyen zavallı imam ve müezzinler şamata, tegannî ve makamlarla cemaatı cezbedecek
ve celbedeceklerini sanırlar. İşte bu iyi niyetli bîr hatadır. [216]
Soru:
Müslüman bilim adamlarının konuşmacı olarak bulunduğu bir panelde, ezan için
konuşmayı kesmemeleri dikkatimizi çekti. Yoksa İslâmı anlatan konuşmalar yapıyor
olmaları, ezanı dinlemelerine ruhsat verir mı?
Cevap:
Normal ve anormal ölçülerini bir şeyin alışagelmesiyle tespiti herhalde hoş
olmayan avamca bir hüküm olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında -tabir hoş değil
ama- İslâmın "İstiklâl Marşı" diyebileceğimiz ezan için durmayı ve
dinlemeyi küçümsemek, en-tellektüelliğin değil avamlığın bir belirtisi
olmalıdır.
Fıkıh kitaplarımıza
baktığımızda "Ezana İcabet" konusunda söylenenler arasında şunlar da
vardır:
Ezana icabet aslında,
ezanla çağrılan namaza gitmektir, ama bizzat ezanın sözlerini dinleyip
müezzinin söylediklerini söylemek de icabetin bir parçasıdır. Hatta bu
yüzdendir ki, cünup olan kimse ezan okunurken onun sözlerini tekrarlar ama,
hayızlı ve nifaslı kadın tekrarlamaz, çünkü onlar o hallerinde ezana asıl
icabet sayılan namaza ehil değillerdir.
Resulullah Efendimiz
(sav):
"Ezanı duyduğunuzda müezzinin dediği gibi
deyin" buyurur. [217]
Buna göre Hanefiler bunun, vacip
olduğunu söylerler, çünkü emir "vücup" ifade eder. Malikilerden bazıları
ve Zahirilerin mezhebi de budur. İmam Malik, Şafii, Ahmed ve Hanefilerden Tahavinin
de içinde bulunduğu cumhura göre sözle icabet vacip değil, müstehaptır. [218]
Kendi kendine Kur'an
okuyan ve teşbih çeken kimse de bunları bırakıp ezana icabet etmelidir. Ama
mescidde (başkaları dinlerken) Kur'an okuyan, okumasına devam edebilir. Dini
bir konuda konuşan ve vaaz eden de konuşmasına devam edebilir mi? Bunu
açıklayan bir fıkıh ibaresine rastlamadım. Herhalde vaazlarda anlatılan şey
Kur'an'ın açıklaması olduğu, daha doğrusu olması gerektiği için, ona kıyasla bu
tür konuşmalar devam ettiriliyor olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında İslâm'ın
her hangi bir müessesesini ya da bir meselesini inceleyen seminerler, ya da
paneller de böyle sayılabilir. Zaten ezan esnasında konuşmanın mekruh olmadığı
da söylenmiştir. [219] Ama
okunmakta olan ezana hiçbir türlü icabet etmemek, bir an için olsun durup ona
iştirak etmemek mahzursuzdur, denemez. Bunun için elbette ezanın, lahnsız,
tegannîsiz, yani sünnet üzere okunan bir ezan olması gerekir. Böyle sünnet
üzere olmayan ezanı dinlemek zorunlu değildir. [220]
Ayrıca, hepsini dinlemesi gerekir diyenler varsa da, sadece ilk duyduğu ezanı
ya da sadece kendi mescidinin ezanını dinlemesi yeterli olur.[221]
Soru:
Genellikle otobüslerle yolculuk yapıyoruz. Vakit namazları için bazısı duruyor,
bazısı durmuyor. Biz durup kılmak istersek yolculardan itiraz edenler oluyor.
Bu durumda namazlarımızı nasıl kılmalıyız?
Cevap: Fıkıh
kitaplarımızda "binek (hayvan) üzerinde namaz" diye bir başlık vardır
ve mes'elenin esası bu başlık altında incelenir. Özetlemeye çalışırsak şunları
söyleyebiliriz:
Seferde binek üzerinde
nafile namaz kılınabileceğine mezhepler ittifak halindedir. Çünkü Resûlüllah
Efendimiz kendileri binek üzerinde nafile namaz kılmışlar ve ashabına da
kılmalarını emretmişlerdir. Bununla ilgili rivayetler fıkıh kitaplarımızın az
sonra çeşitli vesilelerle atıfta bulunacağımız yerlerinde bolca bulunmaktadır.
Bu meyanda Kenzü'l-Ummâl konuyla ilgili onüç kadar rivayeti bir araya getirmiştir.
[222]
Bütün bu rivayetleri ve belki de daha başkalarını bir arada değerlendiren
fıkıhçılarımız şu sonuçlara varmışlardır:
Şehir dışına çıktıktan
sonra, sefer süresinden daha kısa bir yolda olsa dahi (en az diyenler bunu bir
mile kadar indirir) [223] nafile
namazlarını, bineği üzerinde, ima ederek kılabilir. İmayı, ruküda biraz,
secdede daha fazla eğilmek suretiyle yapar. Çünkü nafileler için belli bir
zaman yoktur. Nafile kılmak için bineğinden inmesini söylemek, nafile kılma
azmini kırabilir ve yolculuğuna engel olabilir. [224]
Binek üzerinde nafile kılmakla hiç bir zarar etmiş olmaz. Halbuki, kılarken
sırf dilini koruması, kendini vesveseden ve
kötü duygulardan muhafaza etmesi bile bir kazançtır. [225] Bu
mülâhazalarla nafilenin binek üzerinde her halükarda kılınabileceğine cevaz
verilmiştir. Ne tarafa dönebilirse kıblesi o taraftır. Bineği üzerindeki
pislik de ekseriyete göre namaza mani değildir. [226]
Atların çektiği araba da binek gibidir. [227]
Böyle nafile bir namaza yerde başlayıp bineğinde devam etmek namazı bozar ama,
binekte başlayıp yerde bitirmek bozmaz. [228]
Mes'ele kıyasa muhalif bir mesele olduğu ve böyle durumlarda ona başkası kıyas
edilemeyeceği için İmam Azam'a göre binek üzerinde iken şehir içinde nafile
kılamaz. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre kılabilir ancak Muhammed bunun mekruh
olacağını söyler. [229]
İmam Azam vitiri de binek üzerinde kılamayacağını söylerken bu iki imam onu da
kılabileceği görüşündedirler. Çünkü Resulüllah'ta bu uygulamanın örneği vardır.
[230]
Kenzü'l-Ummâl da bu doğrultuda Abdurrezzâk ve İbn Ebi Şeybe'den iki rivayet
nakleder. [231]
Farzlara gelince: Genellikle fıkıhçılarımızın, özellikle de Hanefi fıkıhçılarının görüşü
şudur:
Sefer süresi yolda
dahi olsa kişi, farz namazları, özrü (zaruret) olmaksızın binek üzerinde
kılamaz. Çünkü farzların belli vakitleri vardır. O vakitlerde biraz durup
namazı kılmak zor değildir. Arkadaşı
varsa onlar da zaten ona destek olacak ve beraberinde kılacaklardır. [232]
Cabir b. Abdillah hadisinde:
"Resulüllah (sav)
bineği üzerinde iken, kendisini ne tarafa çevirirse o tarafa doğru nafile
kılardı. Farz kılmak istediğinde ise bineğinden iner ve kıbleye dönerek
kılardı" [233]
denmektedir. Vitir için indiği rivayeti de vardır. [234]
Sonra, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, binek üzerinde nafilenin kılınması kıyasa
rağmen nas ile sabittir. Öyleyse farz ona kıyas edilemez, netice itibari ile de
zaruret (özür) bulunmadan binek üzerinde kılınamaz. Burada, eskilerin binek
dedikleri ile, günümüzdeki ulaşım vasıtaları arasında bu konularda fark
olmadığını da söyledikten sonra bu mesele için nelerin özür kabul edildiğini
görelim:
Yol arkadaşlarının
inip kendisini beklememesi, inmesi halinde hırsız, yırtıcı hayvan, düşman
korkusu bulunması, ortalığın yağmur ve çamur olması, ihtiyar olup, inip binmede
yardımcısının bulunmaması, bineğinin huysuz olması... vb. şeyler özür olarak
görülmüş ve böyle durumlarda farzların da binek üzerinde (otobüste)
kılınabileceği söylenmiştir. [235]
Buna göre namaz vakitlerinde durmayan bir otobüs yolcusu koltuğunda ima ile
farzlarını kılabilecek ve bu, şehir dışı için bir ruhsat olmuş olacaktır, ima
ederken ön koltuğa secde etme yerine, dönebildiği kadar kıbleye dönüp, rüku
için biraz, secde için ise biraz daha fazla eğilerek kılacaktır. Oturduğu
koltuğun pis olması zarar vermez. Ama yolcu işin fetvasından
önce azimeti deneyecek, şoförü güzellikle
iknaya çalışacak, gerekirse yolculardan da destek arayacak, duraklarda namaz
kılmayanları huzursuz edecek şekilde geç kalmayacak, diğerlerini namazdan ve
namaz kılandan nefret ettirmeyecektir. Böyle bir endişe söz konusu ise bütün
sünnetleri bırakıp sadece farzları kılacaktır. Ama şoföre hatırlatma işini her
seferinde yapacak ve gerekirse tutumunu, ilerideki yolculuklarında firma
seçimi için ölçü alacağını sezdirecek, ama kesinlikle çekişmeye ve tartışmaya
girmeyecektir. Güzel bir ikazı nazarı itibara almayan şoför, huysuz bineğe
fevkalade kıyas edilir ve bu, farzı arabada kılmak için bir özür sayılabilir.
(Allah'u a'lem). [236]
Soru:
Namazlarda gizli okumamız gereken yerde sesimizi başkası duyarsa, ya da
namazda iken tebessüm edersek namazımız bozulur mu? Namazda okumamız gereken
duaları terkedersek namazımız ne olur?
Cevap: İmam
olan kimsenin Sabah, Akşam ve Yatsı namazlarının farzlarının ilk iki
rekatlarında Fatiha ve Zamm-ı Sûreyi açıktan okuması, Cuma ve Bayram dışında,
diğer bütün namazlarda imamın da, cemaatin de, tek başına kılanın da gizli
okuması vaciptir. Vaciplerin terkedilmesiyle namaz bâtıl olmaz. Terketme unutarak
olmuşsa "sehiv secdesi" ile telafi edilir. Kasten olmuşsa kötü bir
iş yapılmış ve günaha girilmiş olur. Ama namaz yine tamamdır. Namaz kılanın,
yanındaki bir-iki kişinin duyacağı kadar fısıldaması açık değil gizlidir. Açık
okumak -İbn Abidîn'e göre-meselâ birinci saftakilerin hepsine duyurmakla olur. [237] Ya
da fısıldama gizli okuma, ses çıkararak okuma da açık okumadır, denebilir.
Namazda sessizce tebessüm etme, dudaklar oynamasa da namazı bozmaz. Titreme
olur ve kendi işitecek kadar da olsa gülme bulunursa namazı bozulur. Sesli
(kahkaha) ile gülerse hem namazı, hem de abdesti bozulur. Dualardan maksat
Fatiha ve Zamm-ı Sûre ise terkedilmeleri halinde sehiv secdesi yapılır ve namaz
tamam olur. Çünkü bunları okumak vaciptir. Sübhaneke, teşbihler ve
"sahi" ve "barikler" ve ara rekâtlardaki tahiyyat ise,
sünnet olduklarından, terkedilmeleriyle sehiv secdesi gerekmez. [238]
Soru: Kot
pantolonla kılınan namaz sahih midir?
Cevap: Kot
pantolonla namaz kılmaya gelince:
Şart olan, avret
sayılan mahallerinin, cildin rengi belli olmayacak şekilde örtülmesidir. Vücut
hatlarının belli olması, cildin rengi görülmedikten sonra, namaza mani
değildir. [239] Yani kot pantolonla da
namaz kılınabilir. Ancak avret yerlerinin şeklini belli eden elbise kadın
için mahzurlu olduğu gibi, erkek için de mahzurlu olur. Bu, tesettürü
sağlamadığından değil, tahrike sebep olduğundan ötürüdür ve mahzuru da tahrike
sebep olma gücü nisbetinde artar. Yoksa vücut hatlarını hiç belli etmeyecek bir
elbise giymek mümkün değildir. [240]
Soru:
Ömründe bir kez olsun camiye gelmeyen kişinin cenaze namazı kılınır mı? Eğer
kılınmazsa, kıldırmış olanın kıldırmaktan
dolayı sorumluluğu İslâm'a göre nedir? Kılanların da bîr sorumluluğu var
mıdır?
Cevap: Fıkıh
kitaplarımızda bir ölüye cenaze namazı kılınabilmesinin şartları sayılırken
birinci olarak müslüman olması zikredilir. [241]
Bize göre "amel imandan bir cüz olmadığından" yani ibadet ve hayır
adına hiç birşey yapmayan birisi dahi Allah'a ve Rasulüne eksiksiz inanmakla
müslüman olacağından, ölünce namazı kılınır ve müslümanca defnedilir. Yeter
ki, müslüman olduğu bilinsin. Bu da üç yolla olur:
Müslüman olduğu ya
kendisinden duyulmuş olur, ya ebeveyninden biri müslüman olmuş olur, ya da bir
müslüman ülkesinde (halkının kahir ekseriyeti müslüman bir ülkede) bulunmuş
olur. Bunların hiçbirisi bilinmese ve mükellef yaşa gelmiş bir gence İslâm'ın
ne olduğu sorulduğunda birşey söyleyemese ve bu durumda oluverse, namazı
kılınmaz. [242] Çünkü ölünün üzerine
namaz kılmak, onun için Allah'tan mağfiret ve şefaat dilemek demektir.
Halbuki, Allah "yetmiş defa mağfiret
dilense dahi onları bağışlamayacağını" [243] söylemektedir.
Ayrıca "Onlardan ölen kimsenin
üzerine sakın namaz kılma" [244] demektedir.
Bu yüzden İbn Abidîn, Karafî'den naklen, kâfir olarak öldüğü bilinen birisi
için "mağfiret" duasında bulunmanın küfür olduğunu söyler. Çünkü
Allah "bağışlamayacağını" derken, onun hâlâ bağışlama dilemesi,
sanki Allah'a "sen iyi yapmıyorsun, gel bu fikrinden vazgeç" demek,
dolayısı ile ona eksiklik isnad etmek [245]
demektir. Bu konuyu ilk sayfalarda anlatmaya
çalışmıştık.
Ayrıca ırk üstünlüğüne
dayalı kavgalarda ölenin namazı da- yıkansa dahi-kılınmaz. Ebu Yusufa göre,
birisinin malını çalarken ya da aşırırken ölenin ve kendini öldürenin (intihar
edenin) namazı da kılınmaz. Diğer imamlar, intihar, dayanılmaz bir ağrıdan (ya
da müslümanlar aleyhine sır vermemek için) ise namazı kılınır derler. Çünkü bu
mü'mindir, olsa olsa günahkâr olmuş olur. (Sır vermemek için intihar eden belki
ecir de alır.) Ebeveyninden birini kasten öldürenin, meşru idareye isyan
halinde öldürülen bâğînin (teröristin), bu suçu işlemekte olduğu halde yol kesicinin,
müslümanları pusu kurup öldürenin de namazları kılınmaz. [246]
Soru: Bazı
çevreler ya da hocalar, üzerinde namaz borcu (kaza) bulunanın sünnet kılamayacağını,
sünnetler yerine kaza namazı kılması gerektiğini söylerken bazıları da kazası
olanın da sünnet kılabileceğini söylüyorlar. Bu iddiaların hangisine
inanacağız?
Cevap:
Okuyucularımız bu soruyu, çeşitli eski ve yeni kitaplardan ve gazetelerden
aldığı bir dosya dolduracak kadar fotokopi ile birlikte sormuşlardı. Böylece
bir bakıma kaynak tespitinde bize yardımcı olmuşlardı. Biz de uzun süre daha
değişik kaynakları taradık ve gördük ki:
Mesele hakkında -ulaşabildiğimiz
kadarıyla-naslarda bir açıklık yok. Yani ictihadî bîr mesele ve müctehitleri
ilgilendiriyor, ilgilendirmiş. Onlar da iki farklı görüşü temsil edenler olarak
şunları söylemişlerdir:
"Bir kişi özürsüz
yere bir namazı kaçırırsa, o şahsın kazaya kalan namazını kılmadan nafile
kılması caiz değildir. Çünkü kaza fevrî bir vaciptir. (Derhal kılınmalıdır.)
Nafileye zaman ayırırsa bu fevriyeti kaçırmış olur. Üzerinde kaza bulunan kişi
bütün zamanını kazaya harcamalıdır. Bundan sadece yaşayabilmesi için gerekli
olan işler İstisna edilir. Kaza namazı olan, eğer kaza sebebi özür ise, revâtib
olsun, başka nafile olsun, o kaza ile beraber nafileleri de kaza edebilir.
Çünkü bize göre gece ve gündüz kılınan vakitli nafilelerin kaza edileceği
sabitleşmiş bir husustur." [247]
"Bir namazı
özürsüz olarak fevt olan kimse, bu namazı kaza ederken önce onun ilk sünnetini
kaza etmesi, önceliği sünnete verdiği (yani farzın kazasına mübaderet
etmediği) için haram edilmiş olur mu?
Cevap:
Olmaz. Hatta bu, caiz olmaktan öte menduptur." [248]
Bunlar konunun Şafii
mezhebindeki izahıdır ve görüldüğü gibi birer ictihatdırlar. Yani Şafii'yi
taklit edenlerin bunlara uyması ve saygı duyması gerekir. Ancak daha iyi
anlaşılması için bu görüşle ilgili bir iki noktaya işaret etmek istiyorum:
1- Bu ibarelerden
anlaşıldığına göre kazada namazın özürsüz yere kazaya kalmasıyla özürlü olarak
kazaya kalması farklı hükümler doğuruyor. Namaz özürsüz olarak kazaya kalmışsa
onlar kılınmadan hiçbir sünnet kılınmıyor. Özrü varken kazaya kalmışsa, kazaya
kalan namazın sünnetleri dahi ön sünnet iseler, farzdan önce kaza
edilebiliyorlar. Buna göre, kazaya kalmış sünnet, ferzin kazasından önce kilınabiliyorsa
revatip sünnet nasıl kılınamaz? Öyleyse bu konuda en azından özürlü olarak terk
edlenle özürsüz olarak
terkedileni birbirinden ayırmak gerekir.
2- Kazası
olan hiçbir sünnet kılamaz denecek olursa, farzlarla beraber yapılan
sünnetlerin de terkedilmeleri gerekir. Meselâ tekbirde elleri kaldırmayı,
"Sübhaneke" okumayı, kıraati yetecek miktardan fazla uzatmayı, rükû
ve secde teşbihlerini yapmamalıdır. Oysa bunu söyleyen kimse yoktur.
Bu konuda Hanbeli ve
Maliki mezheplerinin görüşleri de Şafii'ninkine yakındık [249] ve
onlar için de aynı sorular akla takılır. Keza onlar da bir ictihatdır ve içtihadın
gerektirdiği ölçüde saygıya layıktır.
Hanefi mezhebine
gelince; bu konuda ilk kaynaklarda pek açıklık olmamakla beraber, Fetevâyı
Hindiye'de "el-Hucce"ye dayandırılan aşağıdaki görüş eğer İmam
Muhammed'in "el-Hücce ala ehlî'l-Medine"sinde ise mezhebin ilk
dönemine ait olmuş olur. Ancak biz karıştırabildiğimiz kadarıyla orada bu
görüşü bulamadık. Deniyor ki:
"Fevt olmuş (kazaya kalmış) namazlarla meşgul olmak nafilelerle meşgul
olmaktan daha önemli ise evlâdır. Ancak bilenin (revatip) sünnetler, Duhâ,
Teşbih vb., nafileler bu hükümden müstesnadır." [250] Bu
içtihat Hanefi mezhebinin daha sonraki kaynaklarında değişik ifadelerle de olsa
yer alır ve Merhum Ö. Nasuhi Bilmen tarafından en güzel açıklaması ile
özetlenir.
Kaza namazları ile
iştigal, nafile namazlar ile iştigalden evladır, ehemdir "daha
mühimdir." Fakat farz namazların, müekkede olsun, olmasın, sünnetleri
bundan müstesnadır. Yani bu sünnetleri terk ederek bunların yerine kazaya niyet
edilmesi evlâ değildir. Bilakis bu sünnetlere niyet edilmesi evlâdır. Hatta
Kuşluk, Teşbih namazları gibi
haklarında asar varid olan (hadis bulunan) nafile namazlar da böyledir. Bunlara
da böyle nafile olarak niyet etmek evlâdır. Çünkü bu sünnetler farz namazlarını
ikmal eder, bunların telâfisi mümkün değildir, kaza namazlarının ise muayyen
vakitleri olmadığı için telâfileri mümkündür.
Böyle olmakla beraber
namazları kazaya bırakmak bir günahtır. Bu günahtan mümkün mertebe kurtulmak
için sünnetleri feda etmek münasip olmaz. Böyle bir günahı işleyen kimsenin
fazla ibadette bulunarak Allah'ın afvına sığınması gerekirken, hakkında
Resûlullah'ın şefaatinin tecellisine vesile olacak bir kısım mübarek
sünnetleri terketmesi nasıl uygun olabilir? Hem bir kısım vakit namazlarını
kazaya bırakmak, hem de diğer bir kısım vakit namazlarını kendilerini ikmâl
eden sünnetlerden tecrid etmek iki kez kusur olmaz mı? Bunun aksine olan bazı
nakiller muteber değildir, fetva verilen görüşe zıttır.
Hem sünnetleri, hem de
kaza namazlarını kılmaya müsait vakit bulamadıklarını iddia eden bulunursa,
bunlar insaflıca bir iddiada bulunmuş sayılmazlar. Beyhude yere en kıymetli
vakitlerini zayi eden insanlar bilmem böyle bir iddiaya ne yüzle cüret
edebilirler. [251]
Görüldüğü gibi,
kaçırılan namazların kaza edilmelerinin fevrîliğini (derhal yapılması
gereğini) herkes kabul ediyor. Ancak bu fevrîliğe engel olup olmayacak şeylerde
ihtilâfa düşüyorlar. Diğerlerinin aksine Hanefiler, sünnetleri kılmanın
fevrîliği engellemeyeceğini söylüyorlar.
İşte meselenin özeti
bundan ibarettir. Hal böyle iken bu konuda herkesi kendi mezhebinin görüşüne
uymaya zorlamak, Hanefilerin dahi kendi mezheplerinin görüşüne göre amel
edemeyeceklerini söylemek İslâmı ve mezhepleri bilen ve akıllı olan adamların işi
değildir. Üstelik böyle bir içtihadı, günümüzde ictihat yapılmasına karşı
çıkanlar yaparlarsa daha ayıp olur. Kısaca mesele naslarla değil, içtihatlarla
belirlenmiştir ve herkes benimsediği ve tabi olduğu mezhebi tatbik eder.
Hanefiler için fetva ise yukarıda verdiğimiz görüştür. Ancak, Allah bilir ya,
şöyle diyen birisinin de haklılık payı olabilir:
Mesele hakkında Hanefi
mezhebinden İbn Nüceym gibilerin Şafii görüşüne meyletmeleri de hesaba
katılarak, kırkbeş-elli yaşlarından sonra namaza başlamış birisi gibi çok
fazla kaza namazı olanların, sünnet yerine terkettiği farzların kazalarını
kılmaları daha uygundur. Ancak bu görüşü ta'mim etmek ve bununla fetva vermek
doğru olmaz. [252]
Soru:
Mescidlere bitişik olarak, ya da mescidlerin altında veya üstünde yapılan
odalar da mescidden sayılır mı? Abdestli olmayanların, ya da muayyen hallerinde
kadınların bu tür odalara girmeleri caiz olur mu?
Cevap: Bir
yerin mescid olabilmesi için;
1) Oranın
özel mülkiyetten (sözle de olsa), çıkarılması (ifraz),
2) Halkın
orada namaz kılmasına izin edilmesi gerekir. İfraz edilmesi de oraya müstakil
bir kapı ayrılmasıyla olur. Böylece ifraz edilip, namaz kılmaya izin
verildikten sonra artık orası mescid olmuş, kişinin mülkiyetinden çıkmış,
satılamaz ve varis olunamaz hale gelmiş olur.
Mescidlerin üstü
sonsuza kadar mescid sayılacağı için, artık mescidin üzerine ev yapılamaz.
Mescidin üzerinde hela ve cinsellik ihtiyacı gibi ihtiyaçlar giderilemez.
Ancak üstünde ve
altında ev ya da bodrum olan bir ara kat mescid
yapılırsa imameynin zarurete binaen verdikleri fetvaya göre orası da mescid
olur ve mescid hükmünü afır. Altı ve üstü de ne ise yine o şekilde kullanılmaya
devam eder. [253]
Mescidin ihtiyaçlar)
için yapılan bitişik odalara ya da mescidin bodrumuna gelince, buralar
bidayette mescid olarak değil de cami ile ilgili çeşitli ihtiyaçlar, kültürel
faaliyetler, ders ve sohbet yerleri olarak inşa edilmiş ve oralara ayrı kapılar
yapılmış ise oralar; imama uyma bakımından mescid olmakla beraber, diğer, konularda
mescid sayılmazlar. Yani böyle bitişik yerlerdeki insanlar, saflar ayrılmış
olsa dahi, camideki imama uyarak namaz kılabilirler.
Diğer yönden böyle
yerlere, abdestsiz, cünup ya da abdestli olarak girmelerinde mahzur olmaz. [254]
Soru:
Mahallemizdeki camide namaz bittikten sonra cemaat teket teker ellerini
bağırlarına koyuyor ve imamı âdeta selâmlayıp öyle ayrılıyorlar. İmam da buna
aynıyla mukabele ediyor. Bu hareket doğru mudur? Değilse, daha böyle doğru
olmayan cami içi hareketler nelerdir?
Cevap:
Yerleşen her bid'at karşılığında bir sünnet gider. Bu gerçeği hiç unutmamak
gerekir. "Her bid'at da dalalettir." "Resûlullah'ın getirdiği
dinde bulunmadığı halde, dindenmiş gibi yapılan her davranış merduttur",
yapanın yüzüne çarpılır. Maalesef, camilerimizde, mescidlerimizde çeşitli
bid'atlar işlenmektedir ve muhtemelen
çoğu iyi niyetle yapılan bu bid'atlar, sünnetlerin oralardan çıkarılmasından
başka da birşeye yaramazlar. Bunlardan bazılarını saymaya çalışalım.
1- Dediğiniz
gibi, namazdan sonra, imam henüz mihrapta iken, eli göğüse getirmek suretiyle
selâmlama faslı. Bu, bid'atliğinin yanında başka dinlerde ibadet olan bazı
hareketleri de akla getiriyor. Ayrıca yapmayanlar, İmam efendiye dargınlığı
var, zannedilecek diye sıkıntıya düşüyorlar. Bu davranış namaz sonrası serbestliği
ortadan kaldırarak, ibadete bir merasim havası veriyor.
2-
"Kametten" önce "İhlâs sûresi" ya da daha başka şeyler
okumak. Camide Kur'ân okumak ve dinlemek elbette güzel bir davranıştır ve bu
sadece camiye has değildir. Ama sünnetle farz arasında, sanki namazın ya da
müezzinliğin gereklerindenmiş gibi okunması bid'attır. Bu tür okuyuşlar zaten
klişeleşmiş hâle geldikleri için kimse onları, şuuruna vararak Kur'ân gibi
dinlememektedir. Bazı yerlerde buna başka âyetler veya başka sûreler de eklenir.
Bunların bid'at olduğunun en açık delili; bunlara alışılan camilerde bir defe
terkedilecek olsalar, hemen tepki görmeleriyle müezzinliğin eksik olduğu
sanılmasıdır.
3- Farzdan
sonra müezzinlerin -İstanbul'un bazı büyük camilerinde olduğu gibi- koro halinde
teşbihleri okumaları, "âmin, âmin, âmin" diye bağırmaları, mesnun ve
me'sür olmayan birtakım nakaratlar söylemeleri, hatta "Ayete'I-Kürsî"
ve herkesin kendi başına yapması gereken tesbihatı yüksek sesle ve bağırarak
okumaları, böylece cemaatı bunları okumaktan mahrum etmeleri ve onları kendi
gürültülü seslerini dinlemek zorunda bırakmaları.
4- Namazlardan
sonra, namazın bir tetimmesi olarak, herkesin herkesle musafaha etmesi.
Musafaha aslında sevgi doğurucu bir sünnet olmakla beraber, namazlardan sonra,
namazın bir parçası ve bütünleyicisi gibi icra edilmesi, ibadete bir katma
anlamı taşıdığından bid'at olmuş olur.
5- Cumanın
iç ezanından önce çeşitli safatü selâmlar ve temannalar okumak.
6- Erzurum
ve havalisinde olduğu gibi, ezanlardan sonra "sala" okumak. [255]
Bunlar camilerimizde
işlenen bid'atların ilk aklımıza gelenleridir. Başka münasebetle,
başkalarından da söz edeceğiz. Ancak şunu da bilmek gerekir ki, Kâtip
Çelebi'nin de ısrarla anlatmaya çalıştığı gibi, avam bunlara farzdan daha çok
değer verirler ve kaldırılmalarına asla müsaade etmezler. Bu yüzden adeta
"dinde devrim" gibi gelecek tarzda bunların üzerine sertçe gitmeli,
şuurlu imam ve müezzinlerin bunları yavaş yavaş, tedricen kaldırmaları
gerekir. Bir büyüğümüzün dediği gibi, "Bunlar folklor müslümanlığı
çıkıncaya kadar olmayan, ondan sonra ortaya çıkan adetlerdir." Ve
ibadetlerin adeta dönüşmüşlüğünü gösterirler. Bu konularla ilgili olarak şu
kaideyi akılda tutmak yararlı olur:
"Eşyada aslolan
ibahadır, ibadetlerde aslolan ise men'dir. Çünkü ibadet koyma yetkisi sadece
şari'e has bir keyfiyettir. [256]
Son yıllarda, kötü
niyetlerinden ötürü böyle davrandıklarına inanmak istemediğimiz bazı kimseler,
"dâr-ı harp" olduğu gerekçesiyle, Türkiye'de Cuma Namazı
kılınamayacağı fikrini yaymakta ve bu fikre taraftar toplamakta İslam adına bir
başarı elde edeceklerini iddia etmekte ya da sanmaktadırlar.
Biz bu çalışmamızda
cuma ile ilgili diğer konulara hiç değinmeden, son derece tahsîsî (spesifik)
olarak, sırf bu noktaya temas edecek, bu iddianın delilleri üzerinde bazı
değerlendirmeler yapıp, önemli bir çelişkiye de temas ederek bir sonuca varmaya
çalışacağız.
Türkiye'nin
"dâr-ı harp" mı, "dâr-ı İslâm" mı olduğu konusu, ayrı bir
platformun konusudur ama hemen söylenebilecek hükmüyle ihtilaflı bir konudur.
Fakat biz iddia sahiplerinin kanaatlerini doğru farzedersek, meseleye o açıdan
bakılması halinde sonucun ne olacağını irdelemeyi deneyeceğiz.
Bu kanaate göre;
ülkemiz İslâm ahkâmıyla idare edilmediği için, "dâr-ı harp"tir,
Allah'ın ahkâmını reddedenler mü'min değildir. Mü'min olmayanların, mü'minler
üzerinde velayet hakkı yoktur, yani;
"Ulü'l-emr"
ancak mü'minlerden olur. Cuma namazını ancak "Ulü'l-emr" ya da vekili
kıldırabilir. Bunun delili İbn Mâce'de geçen ve "...âdil ya da zalim,
İmamı olduğu halde cumayı terkeden..." [257] 'in
cezaya uğrayacağını haber veren hadistir
Cumanın Mekke
döneminde farz kılındığı halde, orada eda edilmeyip, ancak Medine'de kılınması
da, hem cumanın bir devlet namazı olduğunu, hem de "Ulü'l-emr"
bulunmadan kılınamayacağını gösterir. Devletçi görüşlere sahip olan Hanefîler
de bunu kabul etmiş ve uygulayagelmişlerdir. Bu devletçi görüşlere sahip
olduklarından ötürüdür ki, İslâm tarihi boyunca devlet kurabilen görüş hep
Hanefî mezhebi olabilmiştir. Sütçü İmam'ın cumayı kıldırmayıp, halkı
Fransızlara karşı ayaklandırması bunun son örneğidir... vs., vs.
Bunlar, sözünü
ettiğimiz iddia sahiplerinin tutundukları delillerin önemli olanlarıdır. Bir
paragrafa indirgediğimiz bu özetin elbette bazı cümleleri de doğrudur. Ancak
biz; işin esasını teşkil eden iki temel noktaya: ilk kılınan cuma namazı
meselesine ve işaret edilen hadisin; hadisçilerle yapılan kritiğine değinerek,
ikisinin bir arada düşünülmesiyle, karşı fikirde farkedilen bir çelişkiye
temas etmek suretiyle meseleye açıklık getirmiş olacağız kanaatindeyiz.
Hanefilerin tarihî süre boyunca hep aynı fikirde olmadıklarını da birkaç
nakille görmeye çalışacağız. [258]
İlk cuma namazının
nerede ve kimler tarafından kılındığı konusunda değişik rivayetler mevcuttur.
Bu rivayetleri şöylece özetleyebiliriz:
1- Resûlüllah
hicret etmeden önce cumanın kılınmasına izin verdi. Kendisi Mekke'de cumayı
kılmaya kadir olamamış ve cumayı izhar edememişti. Mus'ab b. Umeyr'e:
"Yahudilerin
cumartesi günleri Zebur'u açıkça okuduklarını göz önünde bulundurarak,
kadınlarınızı ve çocuklarınızı toplayın ve cuma günü, güneş zevalden yarıyı
geçince, iki rek'atle Allah'a yaklaşın" diye yazdı. [259] Tabakât-ı
İbn Sa'd'da aynı rivayete:
"...ve Sa'd b.
Usâme'nin evinde oniki kişi ile cuma kılındı" [260]
ilâvesi de mevcuttur.
Bu rivayet nazar-ı
dikkate alındığında, cumanın Mekke döneminde farz kılındığı, izhar edilmesi
gereken bir ibadet olduğu, Yahudilere karşı bir onur meselesi ve bir şiar
olduğu söylenebilir.
Cumanın izhar edilmesi
gerekliliği, kısaca bir onur, bir varlık gösterisi namazı olduğu, diğer
nakillerde de göze çarpıyor.
Meselâ Allâme İbn
Hacer "Tuhfetü'l-Muhtâçta:
"Cuma namazı
Mekke'de farz kılındı ama sayı yetersizliğinden ya da şiarı izhar olduğundan,
orada kılınamadı" [261]
diyor. Sayı yüzünden kılınmadığı ihtimalini İbn Hacer sâliki bulunduğu Şafiî
mezhebinin, cumanın kılınabilmesi için kırk hür erkek cemaat şartını koşmuş
olmasından dolayı zikretmiş olabilir. Ama her ikisi de birer ihtimalden
ibarettir.
2-
Abdurrahman b. Kâ'b:
"Gözlerini
kaybettiğinde babamı cumaya ben götürüyordum. Ezanı duyduğunda Ebû Ümâme Es'ad
b. Zürâra'ya dua edip mağfiretini istiyordu. Bir ara durdu ve yine böyle yaptı.
Sebebini sordum. Yavrum, Medine'de Benî Beyâdâ yurdunda bize ilk cuma namazını
kıldıran odur, dedi. O gün kaç kişi idiniz? dedim. Kırk kişi idik, dedi." [262]
3-
"Umdetü'l-Kâri"deki şu rivayet de bunu tamamlar:
"İbn Şîrîn
anlattı:
Medineliler Resulullah
(sav) gelmeden ve cuma âyeti inmeden önce toplandılar. Cumaya ilk defa bu adı
verenler onlar oldu. Dediler ki, Yahudilerin her hafta toplandıkları bir
günleri var. Keza Hıristiyanlar da öyle. Gelin biz de bir gün toplanıp Allah'ı
zikredelim, namaz kılıp O'na şükredelim. Derken bunun için
"Yevmü'l-arûbe"yi seçti ve Es'ad'ın evinde toplandılar. O da onlara
iki rekat namaz kıldırdı. Bu toplantıda bu güne "Cuma" adını
verdiler. Sa'd da bir koyun kesip onlara yedirdi. Zira sayıları azdı." [263]
Tebyînü'l-Hakâik haşiyesi
Şelebî'nin, "cuma namazına ilk defa 'cuma' adını veren Kâ'b b.
Lueyy'dir" [264]
şeklindeki rivayeti buna muhalif değildir. Zira Kâ'b'ın aynı toplantıda
bulunması ve bu ismin onun buluşu olması muhtemeldir.
4- Bazı
kaynaklarda bu konuda değişik rivayetler de vardır:
"el-Ma'rife'de
şöyle denir:
Zührî anlattı;
Resulullah (sav) Mus'ab b.
Umeyr'i, Medine'ye, onlara Kur'ân öğretmek üzere gönderdiğinde, Mus'ab onlara
cuma namazı kıldırdı ve Resûlullah gelmezden önce Medine'de ilk cuma namazını
kıldıran Mus'ab oldu". [265]
Allâme Alûsî bu
rivayetleri sıraladıktan sonra, "Bu konudaki haberlerin en sağlamı
Medine'de ilk cumayı Es'ad'ın kıldırdığını bildirenler olmalıdır" diyor.
Bu takdirde ilk cuma
namazı Yahudi ve Hristiyanlara karşı bir varlık izharı şeklinde kılınmış
oluyor. Burada; "Acaba hangi şekilde olursa olsun, Medine'de ilk kılınan
cuma namazı, öğle namazının yerini almış ve onun farziyetini düşürmüş
müdür?" diye bir soru akla gelebilir. İlk kılınan cuma namazının farz cuma
olup olmadığını tesbit için, bu sorunun cevabı önemlidir.
5- Bizzat
Resûlullah'ın kıldırdığı ilk cuma namazı ise, Küba'dan ayrıldıktan sonra Benî
Salim yurdu'nda, öğle vaktinde, cuma olması üzerine kıldırdıkları cuma
namazıdır. Bu mescid de bu münasebetle "Cuma Mescidi" adıyla bilinmeye
başlanmıştır. İşte Resûlullah'ın kıldırdığı ilk cuma budur. [266]
6- Bir başka
itibarla ilk cuma diyebileceğimiz cuma namazı da, Bahreyn köylerinden olan
el-Cuvâsâ'daki Abdulkays'taki cuma namazıdır. [267]
Rivayetler arasında
ihtilaflı gibi görünenler, Medine'de ilk cuma namazını Es'ad b. Zürârâ, ya da
Mus'ab b. Umeyr'in kıldırdığını bildiren haberlerdir. Ancak Merhum Elmalılı'nın
da temas ettiği gibi [268]
anlaşılan Es'ad b. Zürârâ, Resûlullah'tan izin gelmeden
önce ilik kıldıran; Mus'ab b. Umeyr ise
Medine'de izinle ilk cuma namazı kıldıranlardır. [269]
Bu rivayetlerin tümüne
birden baktığımızda şu sonuçlara varabiliriz:
Cuma namazının
Mekke'de farz kılındığı konusu kesin değildir. Mekke'de farz kılındığını kabul
etsek dahi, orada kılınmayışının sebebi, devletin bulunmayışı olduğuna dair bir
delil olmadığı gibi, bu aklen de mümkün görülmemektedir. Çünkü Allah Resulü,
Kubâ ile Medine arasında ilk cuma namazını kıldırdığında henüz yoldadır.
Medine'de de bir devlet sözkonusu değildir. Henüz Medine'ye yerleşilmemiş ve
Müslümanlar insiyatifi ele almamışlardır. Ancak cumanın bir şiar ve bir varlık
gösterisi anlamı taşıdığı doğrudur. [270]
Daha önce de işaret
ettiğimiz gibi Hanefîler, genellikle, sultan ya da vekilinin bulunmasını,
cumanın sıhhatinin şartlarından sayarlar ve buna delil olarak, adı geçen İbn
Mâce hadisini getjrirler. İllet olarak da; Cuma namazına büyük bir çoğunluğun
katılacağından, namazı kıldıranın sulta (iktidar) sahibi birisi olmaması halinde,
tartışma ve olay çıkma ihtimali bulunmasını zikrederleri. [271]
Mekke'de farz kılınan cumanın, Medine'de eda edilmesini de bunun
hikmetlerinden sayarlar. Bunlar üzerindeki değerlendirmeyi, bu konudaki Hanefî
görüşünü naklettikten sonra yapacağız:
Ebû Ca'fer et-Tahâvî
delil zikretmeksizin:
"Cumayı sulta
sahibi olmayan kıldıramaz" der. [272]
es-Serahsî, Cumanın
sıhhatinin şartlarını sayarken:
"...Biri de
sultandır. Bu yüzden öne geçenin sulta sahibi olmaması halinde, cumaları
geçerli olmaz" [273]
diyor ve delil olarak cemaat arasında vukuu muhtemel münazaa ile cumanın fevt
olmaması gereğini gösteriyor. [274]
Hanefi mezhebinde
genel geçer görüş bu olmakla beraber, son asırlarda şartların değişmesiyle, hep
cumanın kılınması istikametinde olmak üzere fetvalar de değişmiştir.
Meselâ: Mecmu'a-yı
Cedîde'de:
"Bil-cümle vülât
ve hükkâmı gayr-ı müslim olan beldelerde sakin müslimîne, cuma ve bayram
namazlarını kılmak caiz olur mu? El-cevap, olur" [275]
denmektedir.
"Ahdi, yani
menşuru olmayan müteğallibe, eğer raiyye arasında ümeranın takip ettiği yolu
takip ediyorsa ve vülatın hükmü gibi hükmediyorsa, cumayı kılmak câizdir"
[276]
denmiştir. Ancak Tahtâvinin ibaresinde geçen "ahd",
"menşur", "vülâtın hükmü" kavramları açıklanmaya muhtaçtır.
Miftâhu's-Sa'âde,
Mecmau'l-Fetâvâ'dan naklen:
"Müslümanlara
kâfir idareciler hakim olsa, Müslümanların cuma ve bayram namazlarını kılmaları
caizdir ve kadı, Müslümanların rızasıyla kadı olur. Müslümanların da Müslüman
bir vali aramaları vacip olur." [277]
Gerçi bu ifadede de, müslümanların rızasıyla kadı sayılacak statüsü ve
başlangıçta kim tarafından tayin edildiği açık değildir, ayrıca genel bir
ifadedir.
Aynı ibareyi Fetâvây-ı
Kâdıhan da zikreder. [278]
Şafiîlere göre,
cumanın sıhhati için, sultan şart değildir; Zira Hz. Ali, Hz. Osman'ın
muhasarası sırasında cumayı kıldırmıştır. Sonra cuma namazı da diğer namazlar
gibi bir farizadır, nasıl onlarda sultan şartı aranmıyorsa, cumada da aranmaz.[279]
İmâm Mâlik:
"Allah'ın
yeryüzünde vazettiği bir takım farzları vardır ki, birisinin onları üzerine
alması, ya da almaması, onları ortadan kaldırmaz" diyor.n[280]
İbn Hazm da şu
malûmatı veriyor:
"Muhtar b. Ubeyd,
Ubeydullah b. Ziyâd, Hubeyş b. Dilce ve benzerlerine yetişen sahabenin
hiçbiri, bunların arkasında namaz kılmaktan geri durmamışlardır. Halbuki
bunlar fâsıkların ne fâsıkı idiler. Muhtar ise, dini konusunda müttehem ve
mazınne-i küfür birisidir." [281]
Cumanın ancak imamın
arkasında, ya da imamın izniyle kılınabileceği görüşünün, İmam Nevevî şâz ve
münker bir görüş olduğunu söyler. [282]
Buraya kadar
söylediklerimiz, konuyla ilgilenen herkesin bilebileceği bir özet ve bir
değinmeden ibarettir. Şimdi sözkonusu hadis hakkında kritikleri görecek ve çok
önemli bir çelişkiye temas ettikten sonra, vardığımız sonucu maddeler halinde
özetlemeye çalışacağız:
Adı geçen hadisin
senedinde Ali b. Zeyd b. Cüd'ân ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî de
bulunmaktadır ve bu zatlar hadîs tenkitçileri tarafından en azından zayıf
görülmüşlerdir:
"İmam Zehebînin
tesbitine göre; Ali b. Zeyd:
Şu'be: Ali
b. Zeyd raffâ (hadisleri çokça merfu' zikreden) idi.
Murra: Ali,
ihtilatından önce bize rivayette bulundu. İbn 'Uyeyne onu zayıf sayardı.
Hammâd b. Zeyd:
Ali b. Zeyd hadislerde taklîb yapardı.
el-Fellâs: Yahya
el-Kattân Ali b. Zeyd'den hadîs almaktan çekinirdi.
Yezid b. Züray'dan,
Ali b. Zeyd'in râfızî olduğu da rivayet edilmiştir.
Ahmed:
Zayıftır.
Osman b. Sa'id, Yahya'dan rivayetle: Kavî değildir.
Abbâs Yahya'dan: Değeri yoktur.
Ahmed el-'Aclî:
Şialığı vardır, kuvvetli değildir.
Buhari ve Ebu Hatim: Onunla ihticac olunmaz.
el-Fesevî:
İleri yaşlarında bunamıştır.
İbn Huzeyme: Hıfzı
kötü olduğu için onunla ihticacda bulunmam..." [283]
Abdullah b. Muhammed
el-'Adevî:
Buharî: Münkeru'l-hadistir.
Vekî: Hadis
vaz'edenlerdendir.
İbn Hibbân:
Haberi ile ihticac olamaz. [284]
Ayrıca Şevkânî, hadisi
el-Bezzâr'ın da başka bir yolla tahriç ettiğini ve ed-Dârekut'nî'nin, her iki
yolun da gayr-i sabit bulunduğunu kaydeder. [285]
Münekkid hafızların
ihticaca lâyık değildir kararına vardıkları ravilerin rivayet ettiği hadis,
böyle bir konuda ne derece delil olabilir?
Hadisin senedi
açısından durum budur. Metnine gelince:
Aynı hadis aslında: "Cuma namazı Mekke'de farz kılındığı halde, henüz İslâm devleti,
dolayısıyla "Ulü'l-emr" sözkonusu olmadığı için eda edilememiş ve
Medine'ye bırakılmıştır. Binaenaleyh, Türkiye Şartlarında da cuma namazı sahih
olmaz" diyenleri yalanlamakta ve çelişki içerisinde olduklarını göstermektedir.
Şöyle ki:
Hadiste:
"Ey insanlar, bilmiş olun ki, şu
yerimde, şu günümde, şu ayımda ve bu yıldan itibaren Kıyamete dek Allah cumayı
sizin üzerinize farz kılmıştır..." dendikten sonra devamla "...onun (cumayı terkedenin) ne namazı
olur, ne zekâtı olur, ne haccı olur, ne orucu olur, ne de iyiliği olur..."
denmektedir. Daha Medine'ye henüz girilmektedir. Halbuki, biz bu ibadetlerin
çoğunun Medine'de seneler sonra ferz kılınacağını bilmekteyiz. Henüz farz kılınmayan
bir ibadetin olmayacağını söylemek de anlamsızdır. Kaldı ki, buraya aldığımız
birinci cümlede cumanın "burada", yani Medine'de farz kılındığı
açıkça söylenmektedir. Bu hadis sahih ise cuma Mekke'de farz kılınmamış ve ona
istinad ettirilen fikirler de doğru olmamış olur. Tarihî açıdan ihtiva ettiği
çelişkiden ötürü sahih değilse, cumada imamın şartı koşulması söz konusu olmaz.
Görüldüğü gibi, "hadis"in, yukarıda zikrettiğimiz sebeplerden ötürü
ihticaca mesned teşkil edemez olduğunu müdekkik ulemâ tesbit etmiştir. Meselâ
yukarıdakilerden ayrı olarak İbnü Abdilberr de bu hadisin vâhi'l-isnad olduğunu
söyler. [286] Dolayısıyla bu hadisi
mesned olarak sultanın şart olduğunu söyleyen görüş zayıf olmuş olur.
Ayrıca cumayı emreden
hadisler mutlaktır. Mukayyed olanlarda cumanın kendilerine farz olmadığı
sayılanlar arasında imamı olmayan yoktur.
Meselâ: Ebu
Davud'un Abdullah b. Amr (ra)'dan rivayet ettiği:
"Cuma, ezanı duyan herkes üzerinedir."
(Dârekut-nî bunu:
"Cuma ancak ezanı duyanlaradır..."
şeklinde zikreder.) Nesâi'nin Hafsa'dan (ra) rivayet ettiği:
"Cumaya gitmek her itilam olana (yani baliğ
olana) vaciptir..." hadis-i şerifleri, cumanın alel ıtlak herkese
vacip olduğunu bildirirken, kimlere farz olmadığını bildiren hadisler de
şunlardır:
Târik b. Şihab'ın
rivayet ettiği:
"Cuma, cemaatle
olmak üzere her Müslümana farzdır; ancak şu dört kişi müstesna:
Mülkiyeti başkasına
ait köle, kadın, çocuk ve hasta," [287]
Görüldüğü gibi bunlar arasında imamı olmayan kimse sayılmamıştır.
Ebu Hureyre:
"Cuma meselesini sormak için Bahreyn'den
Hz. Ömer'e mektup yazdık, o da bize cevaben:
'Nerede olursanız
olun, cumayı kılın' diye yazdı" diyor. [288]
Cuma meselesinin
sadece bîr noktası üzerinde durduğumuz bu araştırmamızda vardığımız sonucu ve
tercihimizi şöyle özetleyebiliriz:
1- Cuma,
kılma imkânı bulunulan her yerde mutlaka kılınması gereken "şiar"
bir ibadettir.
2- Cuma
kılmama fikrini yaymaya çalışanların tutundukları deliller çelişkili ve
zayıftır. Bu fikri benimseyenler iyi niyetli de olsalar, başlattıkları hareket
yanlış, tehlikeli, gençleri camiden koparıp kahveye alıştıran ve birlik bozucu
bir harekettir.
3- Münferit
hadiseler dışında cumanın tarih boyunca kılınmadığı hiç olmamıştır.
4- Resûlullah'ın
hadisleriyle kendilerine cumanın farz olmadığı bildirilen zümreler içerisinde,
sultanı bulunmayan diye bir zümre yoktur.
5- Cuma
kılmayanları acı azap ve cezalarla tekdîr eden hadisi şerifler mutlaktır.
6- Aksi
fikirde olanların tutundukları hadis, hem kendi içinde, hem de bu fikirle
çelişki halindedir. Senedi dolayısıyla zayıftır.
Ayrıca
"ibaresi" ile cumanın "imamı" yokken kılınmayacağı değil,
terkedilmesinin tehlikesini anlatmaktadır.
7- Cumayı
emreden âyet "ibaresi" ile cumanın mutlak anlamda kılınmasına
çağırmakta, sözkonusu hadiste ise "işaretiyle" imamdan
sözedilmektedir. "İbare" ile 'işaret"in tearuzunda "ibare"nin
dediğine itibar edileceği, bilinen önemli bir usûl kaidesidir.
8- Türkiye'den
başka hiçbir ülkede böyle bir fikir ortaya atılmamış ve böyle bir yönteme
başvurulmamıştır.
9- Bu konuda
söyleneceklerin tamamına yakın bir çoğunluğu, onlarca sahih nassın karşısındaki
zayıf bir nassa dayanan içtihatlar üzerinde, nas gibi görülerek yapılmış
spekülasyonlardır.
10- Cumanın
özellikleri konusunda müstakil kitap yazan ve cumanın özelliğinden sözeden
Suyûtî, böyle bir özellikten bahsetmemiştir.
11- Dolayısı
ile cumanın farziyeti, mükelleflerin üzerinden hiçbir zaman kalkmaz. Bu konuda
sultanı şart koşmayanların görüşü ile amel etmek gerekir. Sonra madem ki, cuma
bir devlet namazıdır, devletin ezhebi olmayacağına göre, bu mezhepte ısrar
etmenin anlamı yoktur.
12- Sözkonusu
hadiste "İmâmı olmayan cuma kılmasın" denliyor. Bu şart ifadenin
mefhumu muhalifinden çıkarılıyor. Halbuki Hanefi'ler "mefhum-u
muhalife" itibar etmemektedir.
13- Hanefîler
bu hükme illet olarak, hep cuma ve bayram namazlarının kalabalık olacağını,
sultanın bulunmaması halinde münazaa çıkabileceğini göstermişlerdir. İlletin
bulunmayacağı yerde malûlün dahi olmayacağı, dolayası ile münazaa ihtimalinin
herhangi bir yolla ortadan kaldırılması halinde, sultana da ihtiyaç kalmayacağı
açıktır. [289]
Soru:
Herhangi bir sebeple cumaya gidemeyenler öğle namazını cemaatle kılamazlar mı?
Bu olmazsa kıldığımızı kaza mı etmeliyiz?
Cevap: Cuma
günü herhangi bir özrü sebebiyle cumaya gidemeyenler, şehirlerde ve
şehirlerdeki hapishanelerde, gerek cuma namazı kılındıktan sonra, gerek önce,
öğle namazını cemaatle kılamazlar. Çünkü bunda cuma cemaatını bölme anlamı
vardır. [290]
Zira bazılarına göre
cuma, bir şehirde bir yerde sahih olur. Ama tercih edilen görüşe göre (ki, İmam
Serahsi’nin görüşüdür) bir şehirde birden çok yerde de cuma namazı sahih olur.
Buna göre de öğle namazının cemaatle kılınmamasının izahı şudur:
Herhangi bir camide
kılınan cumayı kaçıran, muhtemeldir ki, öbür camilerden birine yetişebilir. Binaenaleyh,
öğleyi cemaatle kılmamalıdır. Çünkü birisi cumaya gitmemekte mazur olabilir
ama, öğleyi cemaatle kıldırırsa kendisine uyacak olanları da muhtemelen
yetişebilecekleri bir cumadan alıkoymuş olur. [291]
Soru: Bazı
tarikat mensupları yatmadan önce "kabir namazı" diye oturarak iki
rekât namaz kılıyorlar. Türkçe ilmihal kitaplarında sünnet ya da müstehap
namazlar arasında böyle bir namaz bulamadık. Öyleyse bunun aslı yoktur
diyebilir miyiz?
Cevap: Hadis
kitaplarımıza ve Rasûlüllah Efendimiz (sav)'ın yaşayış tarzını anlatan kitaplara baktığımızda, yer
yer değişik kelimeler içermekle birlikte şöyle bir hadis-i şerifin olduğunu
görürüz:
"Allah Rasûlü vitirden sonra oturarak iki
rekat namaz kılardı." Bazı rivayetler bunu "bağdaş kurarak"
diye de verir. [292]
Beyhakî de:
"Gece de onüç
rekât namaz kılardı. Dokuz rekâtı ayakta kılar ve onlarda vitir yapardı. İki
rekât da oturarak kılar, secde yapmak istediğinde ayağa kalkıp rükû yapar ve
secdeye giderdi. Bunu vitirden sonra yapardı." Diğer bir rivayette:
"O iki rekâtta
oturarak kıraat ederdi", bir diğerinde:
"Bu iki rekâtta
(kul yâ-eyyühel-kâfirün ve izâ zülziletil ardu) sûrelerini okurdu"
ilaveleri de vardır. Hatta bazı haberlerde:
"Yatağına yatmak
istediği zaman oraya emekleyerek gider ve uyumadan önce yatağının üzerinde iki
rekât namaz kılardı, bu rekâtlarda (İzâ zûlziletil-ardu ve Tekâsür) sûrelerini
okurdu" denir. [293] Az
farkla bu hadisleri Ahmed bin Hanbel [294],
İbn Mâce [295], Tirmizî [296].
Darimî [297] ve Dârekutnî de [298]
rivayet etmişlerdir. İbnü'l Kayyim ise bunları değerlendirirken şunları
söylemiştir:
"Rasûlüllah gece
namazını üç türlü kılardı:
1- Ayakta.
En çok yaptığı da budur.
2- Kıraatı
oturarak, rükü'u da oturarak.
3- Kıraati
oturarak ve kıraattan az bir miktar kalınca kalkıp rükü'u ayakta iken. Bu üç
türlü kıldığı da doğrudur."[299]
Ancak İmam Mâlik bu
iki rekât namazı münker görür (kabul etmez), İmam Ahmed de:
Ben kılmam ama, kılana
da mani olmam, der. Çünkü "Gece son
kıldığınız namaz vitir olsun" diye bir hadis-i şerif vardır. Onlar bu namazı
bu hadise uymuyor sayarlar. Bir grup alim de Rasulüllah'ın bu iki rekâtı sırf,
vitirden sonra da" namaz kılmanın caiz olduğunu göstermek için kılmıştır
görüşündedir. Doğrusu ise (İbn Kayyim'e göre) şu olmalıdır:
Bu iki rekât, sünnet
gibi değerlendirilmeli ve vitrin (son namaz vitir olmakla beraber)
tamamlayıcısı görülmelidir. Çünkü vitir, -özellikle de vacip sayanlara göre-
müstakil bir ibadettir. Binaenaleyh, bu iki rekât tıpkı akşamın sünneti gibi
olmuş olur. Zira o da gündüzün vitri (tekli namazı)dır. Ve sondaki sünneti
onun tamamlayıcısıdır. (Yani sonunda sünnet kılmış olduğu halde kişi, son
kıldığım namaz akşam namazıdır diyebilir.) Bu iki rekât da gecenin vitrinin
tamamlayıcısı olmuş olur (ve son kılınan namaz yine vitirdir denebilir) Allah'u
a'lem.
Sonuç olarak böyle bir
namaz kılanlara biz, bid'at işliyorlar diyemeyiz. Olsa olsa, Ahmed b. Hanbel
gibi "kılmıyorum ama kılana da bir şey diyememem" deriz- Hatta
Rasûlüllah'ın böyle bir namaz kıldığı sahih rivayetlerle sabit olmuş olunca,
kılanlar kılmayanlardan daha iyi yapıyorlar da diyebiliriz. Ancak bu namaza
"Kabir Namazı" dendiğine dair bir bilgiye, bakabildiğimiz kaynaklarda
rastlayamadık. Yoksa o daha başka bir namaz mıdır, bilgilendirirseniz memnun
oluruz.
Bu namazın
ilmihallerde, -hatta fıkıh kitaplarında- geçmediğine gelince; onların bunu
bilmediklerinden değil, sadece en önemli olup, Rasûlüllah'ın hemen hemen
devamlı kıldığı ve tavsiye ettiği sünnet ve müstehap namazları kitaplarına
almış olmalarındandır. Yoksa Rasûlüllah'ın kıldığı daha başka namazlar da vardır.
Durum bu olunca şöyle diyebiliriz:
Farz namazlar İslâm'ın
asgarî şartıdır ve kulluğun ilk barajıdır. Farzların sünnetleri (revâtip
sünnetler) farzların koruyucusu ve
mükemmelleştiricisidir. Teheccüd, Duhâ (kuşluk), İşrak, Tahiyyetül mescid gibi
müstehap namazlar Allah'a yaklaştırmada etkili nafile namazlardır. Sizin sözünü
ettiğiniz namaz ve benzerleri de farz, sünnet ve nafilelere tam alışmış, ehli
takva insanların fırsat bulabilenlerinin yaptıkları amellerin üzerine bir de
kaymak sürme kabilinden bir şeydir. Ancak hiç namaz kılmayanlara, ara sıra
kılanlara, namaz borcu olanlara böyle namazları tavsiye etme yerine, kulluğun
asgari şartını yerine getirmelerini telkin etme daha isabetli olsa gerektir. [300]
Aslında ibadetlerde
mükellef olma bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur. Her ikisi de
bulûğa erdikten ölünceye dek aynı ibadetleri yapmaktan sorumludurlar. Ma'bud'un
aynı oluşu, ibadetlerin de aynı olmasını gerektirir. Zaten ibadet, ibadet
edenle (abid), ibadet edilen (ma'bud) arasında ve daha çok öbür âleme bakan bir
ilişki olunca; onun yerini, zamanını, şartlarını, rükunlarını ve sebeplerini
belirlemek de sadece Ma'bud'un hakkı olmuş olur. Diğer bir ifade ile
yaratılanların, ibadetlerin bu yönlerine müdahale hakları yoktur. Yani, bu
noktalarda ictihad yapılamaz. Çünkü ictihad, akıl yürütme (nazar) yoluyla
sebepler ve sonuçlar bulma ameliyesidir. Oysa ibadetlerin keyfiyet ve
kemmiyetleri akılla kavranamaz. Ancak şartlar ve sebepler dışındaki konularda,
yani bizzat ibadetin değil de onu en mükemmel şekilde gerçekleştirilen dış
teferruatında daha doğrusu Sari tarafından belirlenen sebep, şart ve rükunların
uygulama biçiminde yani, Şari'nin bu konudaki naslarını anlamada ictihad
yapılabilir, yapılmalıdır. Fıkrhçıların, "Kıyasla taabbüd (ibadeti kıyasla
belirleme) caizdir" [301]
sözlerinin mânâsı da bu olsa gerektir. Bu teferruatta Resulullah Efendimizin
(sav) zaman zaman farklı davrandığı da hesaba katılırsa bir uygulama farkı da bu
farklı sünnetin müctehitlere ulaşmasından kaynaklanmış olacağı anlaşılacaktır.
Ayrıca cinsiyet
farklılığının yükseldiği rol oranında değişikliklerin olması da tabiidir.
Mesela kadın adetli iken namaz kılmayacak ve oruç tutmayacaktır. İşte bu
cinsiyet rollerinden kaynaklanan durumların sadece namaza ait olanlarını tekrar
yazmayı deneyeceğiz. Daha önce bir münasebetle yazmıştık. [302]
Ancak onun eksik olduğunu muhterem bir hoca efendinin ikazından da anlamış
olduğumuzdan meseleyi biraz daha aslına götürmeyi düşündük.
Tarih sırasına göre
alacak olursak, Hanefi kaynaklarından "Tebyin"de, kadının, namaz
konusunda erkekten on yerde farklı davrandığı söylenir ve şunlar zikredilir:
"Tekbirde
ellerini omuz hizasına kaldırır, sağ elini memelerinin altında (doğrusu üstünde
olacak) solunun üzerine koyar (kavrayıp tutmaz), secdede karnını uyluklarına
değdirir, ayırmaz. Rükûda ellerini, parmak uçları dizine ulaşacak şekilde
uyluğu üzerine koyar (dizini tutmaz) el parmaklarının arasını açmaz, secdede
dirseklerini kaldırmaz, tahiyatta teverrük yaparak oturur (sol kalçası üzerine
oturarak ayaklarını sağına doğru yan yatırır), erkeklere imam olamaz, kendi
aralarında cemaat yapmaları da mekruhtur, yaparlarsa imamları önde değil
ortada bulunur." [303]
İbn Nüceym (970/1562),
kadının erkekten farklı olduğu hususları genel olarak sayarken namaz konusuna
da değinir ve bunlara ilave olarak beş tane daha fark zikreder ki, şunlardır:
"...Ezanı ve
kameti mekruhtur, cehri namazlarda sesli okumaz, rükûda ve secdede kendini
toplu tutar, imamı uyarması gerekirse teşbihle değil, el çırpma ile ikaz eder,
evde namaz kılması daha iyidir." [304]
Haskafi'nin onbeş fark
zikrettiğini söylerken İbn Abidin (1252/1836) onun şerhine yaptığı haşiyede
bunları yirmibeşe çıkarır ama bunların bir kısmını namazdan saymamız zordur.
Dolayısıyla oradaki farklı maddeler sadece şunlardır:
"...ellerini yenlerinden
çıkarmaz, rükûda az eğilir, dizlerini (rükûda) kırar... " [305]
el-Bahr"dan
yaptığı bir nakille de kadının secdede ayak parmaklarını dikmeyeceğini söyler. [306]
Buna göre kadın secdede ya ayaklarını parmakları üzerine dikmeyip, ayaklarının
üstleri yere gelecek şekilde yatırır ya da "teverrük"e hazırlık olmak
üzere ayaklarını parmak uçlarını sağa çevirerek ayaklarını yana yatırır. Bu
konuda bir açıklık göremedik. Ancak alışılagelen birinci uygulamadır. Keza
kadının rükûda ayaklarını dört parmak açmayıp bitiştireceğine dair de bir
ifadeye rastlamadık. Ancak İbn Nüceym'in "rükûda ve secdede kendini toplu
tutar" (büzülür) ve İbn Abidin'in de buna yakın ifadesi bir toplama ve
büzülmenin ayakları da bir araya getirmeyi gerektireceği şeklinde anlaşılmış
olabilir. Bu durumda kadın ayaklarını rükûda bir arada tutar, secdede dikmeyip
üstleri üzerine ya da sağa doğru yan yatırır.
Bütün bu
farklılıkların dayanağına gelince:
Doğrusu bunun,
Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilmediği gibi, sahih hadis kitaplarında rastlanılması
da zordur. Buna Hindiyye'de açıkça temas edilir:
"Namazın ne
farzları ne vacipleri ne sünnetleri ne de edepleri konularında kadınla erkek
arasında bir fark yoktur. Dolayısı ile bu zikredilen farklar kadını daha
tesettürlü kılar gerekçesi ile fıkıhçıların güzel bulduğu farklardır."[307]
Ama bazı fıkıh
kitaplarında bu farklara sünnetten bir delil bulmaya kadar gidilir. Meselâ Zeylai,
Tebyin'de, Yezid b. Ebi Habib'den şu hadisi nakleder:
"Resulullah namaz kılan iki kadın gördü ve
'secdeye gittiğinizde vücudunuzu bir araya toplayın, çünkü kadın bu konuda
erkek gibi değildir', buyurdu." [308]
Yine Tebyin haşiyesi
Şelebi'de kadının tekbirde ellerini omuz hizasına kadar kaldıracağı
zikredildikten sonra: Bunun hür kadınlar için sünnet olduğunu söyleyenler
vardır, denir ki: [309] Bu
ifade de farkın aslının sünnete kadar dayandığına işaret eder. Bu ifadeyi
Kadıhan, "Bu konuda bir hadis de rivayet edilir" şeklinde verir ki, [310] bu
işin aslının sünnet olduğu konusunda daha açık bir ifadedir.
Taberani'den alınan
bir hadiste Resulullah Efendimizin bir sahabiye "Ellerini kulaklarının
hizasına kadar kaldır, kadın ise memelerinin hizasına kadar kaldırır" [311]
dediği aktarılır. Görüldüğü gibi burada da bir farktan sözedilir, ama hadisin
senedinde meçhul birisinin bulunması hadisi sahih olmaktan çıkarır. Yani bu
hadis zayıf bir hadistir. Ancak Buhari'nin "elleri kaldırma cüzü"
diye bir risalesinden yapılan bir nakilde, Ümmü Derda'nın ellerini omuz
hizasına kadar kaldırdığının görüldüğü nakledilir. Bu
hadisi nakledenlerin sağlam (sikat)
oldukları söylenir. [312] Ama
bu, kadınların hiç olmazsa bu konuda erkeklerden farklı olduğunu da göstermez.
Çünkü Resulullah'ın kendilerinin de ellerini omuz hizasına kadar kaldırdığına
dair pekçok sahih hadis vardır. [313]
İbn Kudame'nin
(620/1223) sahabeye dayandırdığı şu (mevkuf) hadisler de farkın olduğunu bir
ölçüde destekler: "Ali efendimiz, kadın namaz kıldığında derlî toplu
dursun, azalarını gevşetmeyip biraraya toplasın, demiştir." "İbn Ömer
de kadınlara namazda bağdaş kurmalarını emrederdi." [314] Ama
İbn Kudame bunları nakletmesine rağmen şunları söyleme ihtiyacı da hisseder:
Bunlara şu rivayetleri
de ilave ederek bir sonuca varmamız kolaylaşır:
"İlim (hadis)
ehlinin benimsediği görüş erkeğin rükûda ve secdede ellerini yanlarından uzak
tutmasıdır." [315]
Resulullah (sav)
buyurdular ki, "Adam (racul) namaz
kılarken rükûda ve secdede sırtını dümdüz yapmazsa namazı olmaz." [316]
Buradaki "racul" ifadesi "kadına da erkeğe de şamil olan
adam" anlamına gelebileceği gibi, kadın değil de erkek anlamına da gelebilir.
İkinci durumda sanki kadınların sırtlarını rükûda ve secdede dümdüz yapmaları
istenmemiş olur.
Şimdi bütün bu
yazılardan şunları çıkarabiliriz:
1- Namaz,
diğer ibadetler gibi kadına da erkeğe de aynı şekilde farzdır. Namazın
şartlarında, rükünlerinde, farzlarında, vaciplerinde, sünnetlerinde, hatta
edeplerinde kadınla erkek aynıdır.
2- Cinsiyet
farklılığından doğan bazı ayrılıklar ise vardır. Mesela kadın, adet günlerinde
namaz kılmaz, namazda sesli okumaz, erkeklerin arkasında saf tutar, sesli
namazlarda da içinden okur. Namazda kapatacağı yerleri farklıdır. Ancak bu
farklar bizzat namaz ölçü alındığında fark olmaktan çıkar. Şöyle ki, cünüpken
erkek de namaz kılamaz, kadın da. Ne var ki, kadının hayız hali de cünüp
hükmünde olduğu için, onun bu sebeple namaz kılamadığı zamanlar daha çok olur.
Namazda erkek de avretini örter kadın da. Ne var ki, avret yerleri farklı
olduğundan, örtecekleri yerler de farklı olacaktır.
Görüldüğü üzere,
meseleye bu açıdan bakarsak, bu konuda da aralarında fark olmadığını
söyleyebiliriz.
3- Sünnet,
hatta edep derecesinde bile olmayan ve fıkıhçıların güzel bulması anlamında
"müstehap" görülen bazı teferruatta kadınlar erkeklerden biraz farklı
davranırlar ki, bu detay farklılıklar şunlardır:
Ayakta iken ellerini
sağ solun üzerine konacak şekilde bağlarlar, tutmazlar, rükûda dümdüz olacak
kadar eğilmezler ve elleriyle dizlerini kavramayıp, parmak uçları diz
kapaklarına varacak biçimde uylukları üzerine koyarlar. Rükûda ayaklarını
birarada tutarlar. Hem rükûda hem secdede vücutlarını olabildiğince toplu ve
birarada tutarlar. Secdede karınlarını uyluklarına yaklaştırırlar ve kollarını
yere koyarak toplu vaziyetlerini muhafaza ederler. Yine secdede ayaklarını
parmakları üzerine dikmeyip üstleri üzere, ya da uçları sağa gelecek şekilde
yanları üzere yatırırlar Oturuşta "teverrük" yaparlar, yani sol
kalçaları üzerine oturarak ayak uçlarını sağdan dışarı çıkarırlar.
4- Bu
farklılıkların esas sebebi (illeti) kadınların tesettür şartını tam olarak
yerine getirmeleridir. Çünkü namazda tesettür farzdır. Ve sözü edilen
farklılıkların yapılmaması durumlarında bu farzın zedelendiğine şahid
olunmuştur. Ancak bu, kadın elbise biçimiyle de çok alakalıdır. Özellikle de
bu farklılıkları sözkonusu eden fukaha zamanlarında bu durum daha belirgin idi.
Meselâ:
Kadın ellerini fazla kaldırırsa cilbabından kolları acıtabiliyordu. Rükûda
fazla eğilirse bacakları açılabiliyordu, secdede ayaklarını dikerse yine
bacakları görülebiliyordu vb. Onun için fukaha sünnetlerle farzlar arasındaki
çatışmalarda farzların ikmalinden yana tavır almışlar gibi gözüküyor. Yani
elleri kulak hizasına kadar kaldırmak (Hanefilere göre) sünnet, ama avret
bölgelerinin kapanması farzdır. Eğer bir sünnet işlenirken farza bir halel
geliyorsa sanki onun icabına bakmak için sünnetten tamamen vazgeçmeyip ama onu
biraz farklı uygulamışlardır.
5- Bu
izahlardan şöyle bir mânâ da çıkar:
Madem ki, bu farklar
sünnet, hatta müstehap derecesinde değildirler ve oluşmalarının illeti
(sebebi) tesettürü daha iyi sağlamalarıdır, öyleyse bunun, meselâ elbise
biçimini değiştirmekle sağlanması ve bu farklar olmadan dahi tam olarak
uygulanabilmesi halinde bu farkların da olmaması gerekir. Çünkü hükümlerin
illetleri bulunmadığında hükümler de bulunmazlar. Böyle söylemekte bir mahzur
olmasa gerektir. Zaten İmam Ebu Hanife'den bir nakle göre "Kadın da
tekbirde ellerini kulak hizasına kadar kaldırır, çünkü elleri avret
değildir."[317]
Hatta bu rivayet kadının namazda mutlak olarak erkek gibi olduğu şeklinde de
nakledilmiştir. [318]
Görüldüğü gibi mesele sadece tesettüre bina edilmiştir.
6- Ancak bu
farkların bir kısmının en azından "mevcut hadis"lere dayandırıldığı
düşünülürse adı geçen farklara kadınların her zaman riayet etmeleri yine de
fukahanın müstahsen görmesi anlamında müstehaptır demek daha uygun olur.
(Allahü alem) [319]
Soru:
1- Zekatımı
memur olan ve evlenmek için paraya ihtiyacı bulunan bir yakınıma verebilir miyim?
Verebilirsem hepsini aynı kişiye verebilir miyim?
2- Gelinimin
93 gr. altını var. Onun zekâtından da ben mi sorumluyum? Yoksa kendisinin mi
vermesi gerekir?
Cevap: Zekat
Tevbe Sûresi'nin (9) 60. ayetinde sayılan sekiz sınıfa veya bunlardan sadece
birine verilir. Hanefi mezhebine göre bu sınıflardan birine giren tek bir şahsa
da verilebilir. Şafiî mezhebinde olduğu gibi o sınıftan en az üç kişiye
dağıtılması şart değildir. [320]
Çünkü adı geçen ayette "fakirlere", "miskinlere" gibi cemî
(çoğul) kalıbı kullanılması, zorunlu olarak onlardan bir çoğuna verileceği
anlamına gelmez. Belki, o cinse verileceğini gösterir. Dolayısı ile kişi
zekâtını bir fakire de verebilir. Buna göre sözünü ettiğiniz yakınınız usûl ve
furuûnuz, yani ana-baba ve onların ana-babaları..., evlat ve onların
evlatları... ve eşiniz değilse
zekâtınızı onlara verebilirsiniz. Üstelik zekâtta yakınlardan başlamak daha
evla olduğu için zekâtınızı en iyi şekilde ödemiş olursunuz. Ancak bilindiği
gibi zekât zengine verilmez. Zenginliğin sınırı da kişinin "nisab"a
sahip olmasıdır. Bir diğer ifade ile, ihtiyaç mallarından fazla, elinde 85 gr.
altını veya 200 dirhem gümüşü, ya da bunlardan birine denk herhangi bir parası
veya ticaret malı bulunan adam zengindir. Şimdi sizin verdiğiniz para tek başına
ve sınırın üzerinde ise, ya da onun elindeki bir miktarla beraber bu sınırın
üzerine çıkarsa, o kişi aldığı para ile zengin durumuna yükselmiş olacağından,
ona o miktar zekat vermek caiz olsa bile mekruhtur. [321]
Caizdir, çünkü zekatın sıhhatında şart olan, onu fakire vermektir ve zekât
verdiği anda o fakir idi. Dolayısı ile fakire verme şartı yerine gelmiş olur.
Zenginlik ise, verdikten sonra oluşan bir durumdur. Mekruhtur (yani hoş
değildir) çünkü zekâtı ona verirken nisab miktarını aştıktan sonrası sanki
zengine verilmiş gibi olur ve yakınında pislik varken namaz kılan adamın
durumuna benzemiş olur. [322]
Dolayısı ile İmam Azam'ın (ra):
"Bir kişiye
verilip onun zengin edilmesini daha güzel bulurum" sözündeki, "zengin
edilmesi" ifadesini, o anda istemeye muhtaç bırakılmaması şeklinde anlamak
gerekir. [323] Ama İmam Züfer bir
kişiye "nisab"ı geçecek şekilde zekât vermenin hiç caiz olmadığını
söyler. [324] Ancak sonraki fıkıhçı
imamlarımızdan bazıları, alanın borcu olsa ve borcu çıkarıldıktan sonra kalan,
"nisab"ı aşmasa, veya çoluk-çocuğu bulunsa ve onlara dağıtması
halinde, her birilerine düşen, "nisab"ı aşmasa, "nisab"ın
üstünde zekât verilmesinde bir mahzur olmadığını söylemişlerdir.
İkinci sorunuza
gelince:
İslâmda kadınlar da
müstakil şahsiyet ve müstakil mükelleftirler. Malları olur, alır-satarlar,
şirket kurar ticaret yaparlar. Meşru oldukça buna kocaları dahi karışamaz.
Kendi mallarından da kendileri sorumludurlar. Binaenaleyh, eğer toplamı
"nisab" miktarına ulaşan altın-gümüş cinsinden süs eşyaları ve
paraları varsa onlardan kadın sorumludur. Harcamak onun elinde olduğu gibi
zekâtı da ona gerekir. Ama kadına İslâm'ın tanıdığı hakların tanınmadığı,
kadının ezildiği, erkeğin hakimiyeti değil de baskısının bulunduğu ailelerde,
hanıma ya da geline, altınlar bir kandırmaca olarak verilmişse, istendiğinde
zorla da olsa alınabiliyor ve kadının isteğine hiç bakılmıyorsa demek ki, o
altınlar aslında kadının değildir. O onlarla sadece kandırılmaktadır, o
takdirde zekâtlarını da erkeğin, ya da bu durumda olan kayınpederin vermesi,
kurbanı onun kesmesi gerekir. [325]
Soru:
Ağabeyimin çoluk-çocuğu yardıma muhtaç, okuyorlar. Ama 4-5 milyon değerinde
hisseli bir arsası var. Fakat hisseli olduğu için satamıyor, üzerine ev
yapacak durumu da yok. Bu yıl afyon ekti, ama onun da ne getireceği belli
değil. Bu durumda ben zekâtımı abime verebilir miyim?
Cevap:
Burada sanıyorum tereddüt konusu olan şey abinizin arsasının ve afyonunun var
oluşu. Arsa, arsa olduğu için zekâta tabi değildir. Alım-satımı yapılır, yani
arsa ticaretiyle uğraşılırsa o zaman ticaret malı olur ve zekâta tabi olur. Bu
durumda ağabeynizin arsası,
değeri ne olursa olsun, zekâta tabi değildir. Ektiği afyonun ise, sizin de
dediğiniz gibi, ne getireceği belli değildir. Kaldı ki, onun zekât (öşür)
ölçüleri ayrıdır ve "hasat günü" sözkonusu olur. Bu durumda, zekâta
en yakınlardan başlamanın evla olduğunu da düşünürsek, zekâtınızı öncelikle
sözünü ettiğiniz abinize verebilirsiniz, vermelisiniz. [326]
İnsanların ve cinlerin
niçin yaratıldıklarını bizzat yaratıcı bildirir:
"O'na ibadet etsinler, yani O'nu tanısınlar diye." [327]
Ancak sınırlı bir
akılla sınırsız bir varlığın tanınması zor, hattâ hakkıyla tanınması imkânsız
olduğundan nasıl tanıyacağımızı ve nasıl kulluk edeceğimizi de bize yine O
öğretmiş ve kullukla ilgili bazı fiilleri zorunlu (farz) kılmıştır.
Yani Allah'ı (cc)
tanımanın ve O'na kulluğun asgarî şartı bu zorunlu ibadetlerdir. Oruç da bu
ibadetlerden biridir. Allah Resulü (sav), bir mübarek sözlerinde, bu temel
ibadetleri bir arada anar ve buyurur ki:
"İslâm beş şey üzere kuruludur: Allah'ı birlemek
(tevhid), namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve hac
yapmak." [328]
Tek başına bu hadis
bile, orucun farz olduğunu bildirmeye yeter. Ancak bundan önce Kur'ân-ı Kerîm
de orucun inananlar için bir farz olduğunu vurgulu bir ifade ile bildirmiştir:
"Ey mü'minler! Oruç, sizden öncekilere farz
kılındığı gibi, size de farz kılınmıştır ki, sakınasınız.” [329]
Daha önceki semavî
dinlerde de oruç bulunduğu için, Allah Resulü Efendimiz orucu biliyordu ve
Medine-i Münevvere'ye hicret etmezden önce, Aşure orucuna da devam ediyordu.
Hicretten sonra, ikinci yıl Muharrem'in onunda, çocuklara varıncaya kadar
bütün müslümanlara oruç tutturmuş ve aynı yıl Ramazan orucu farz kılınınca:
"Aşure günü dileyen oruç tutsun,
dileyen terketsin" buyurmuşlardır. Yani Ramazan orucu ilk defa
Hicretin ikinci yılı içerisinde farz kılınmıştır. Farz kılınışı büyük Bedir Harbinden
bir ay ve birkaç gün önceye rastlar. Bedir Harbi ise, aynı yıl Rarnazan'ın
onyedinci Cuma günü vuku bulmuştur. Buna göre Ramazan orucunun farz kılınışı,
Şaban ayı içerisinde olmuş olur. [330]
Allah Resulü dokuz sene Ramazan ayı orucunu tuttuktan sonra vefat etmiştir. [331] Bu,
farz olan Ramazan orucudur. Bunun dışında vacip, sünnet, müstehap, nafile,
mekruh ve haram olan oruçlar da vardır. [332]
Farz olduğu, kitap ve
sünnetin kesin delilleriyle sabit olduğu için, orucu inkâr küfürdür, insanı
dinden çıkarır. Hafife ve alaya almanın da aynı olduğunu söylemişlerdir. Hatta,
inanmakla beraber, ibadetleri yapmamak insanı dinden çıkarmasa bile, herkesin
göreceği yerlerde açıkça oruç yemenin, orucu hafife alma anlamına
geleceğinden, küfür olduğunu söyleyenler de vardır.
Özürsüz olarak bozulan
bir günlük Ramazan orucunun kaçırılan sevabı, bütün zaman sürecini oruçla
geçirmekle dahi karşılanamaz. [333]
Diğer yönden,
tutulması halinde, "Orucun sevabı, Allah'tan başka kimsenin takdir
edemeyeceği kadar büyüktür.."
"Her iyiliğin
karşılığı on ilâ yediyüz katıyla verileceği halde, orucun karşılığını ancak
Allah bilir.",
"Oruçlunun
acıkmaktan doğan ağız kokusu, Allah için miskten daha güzeldir.",
"Oruç, ateşten
koruyan bir kalkandır, tutana Kıyamet günü şefaatçidir.",
"Oruçlu, duası
geri çevrilmeyen üç gruptan biridir.",
"Ramazan orucunu
dünya ile ilgili faydalardan ötürü değil de, sadece Allah için tutanın geçmiş
günahları bağışlanır",
"Ramazanda
yapılan nafile bir ibadet, sevap bakımından diğer günlerdeki farzlara denktir.
Farz ise, diğer günlerdeki yetmiş farza denktir." [334]
Orucun hikmetleri,
aynı zamanda faydası sayılacağından, bu ikisini birlikte ele alıp, bazan fayda,
bazan da hikmet diye açıklayacağız. Ancak anlaşılmasını kolaylaştırmak için,
konuyu bir başka açıdan ikiye ayırarak işleyeceğiz:
a) Orucun keyfiyeti
ile ilgili hikmetler,
b) Dünya ve
ahirete yönelik faydaları.
Ancak burada çok
önemli bir noktaya değinmek zorundayız:
Orucun esas hikmeti -diğer
ibadetlerde olduğu gibi- herşey-den önce "Hakîm" bir zat tarafından
emredilmiş olmasıdır. Ya da onu emreden "Hakîm'dir, yani her yaptığı yerli
yerindedir; bir hikmete dayalıdır, işlerin en yerinde olanıdır. Öyle ise oruç
da böyledir. Bu yüzden oruç aklımızın kavrayacağı talan ya da filan
faydalardan ötürü farz kılınmıştır demek çok hatalı olur.
"Onlar ki, görmeden inanırlar."[335],
"Görmedikleri halde Rahman'dan ve Rablerinden
korkarlar." [336]
Kaldı ki, ibadetler
hikmetlere değil, illetlerine binaen farz olunurlar. Hikmetler çoğu zaman
akılla kavranılsa bile, illetler, farz kılan (Sâri) açıklamadıkça kesin olarak
kavranılamaz. Bu yüzden orucun illeti, ya da en büyük hikmeti, farz olduğunu
bildiren âyette gösterilen hedef olmalıdır.
"Allah'tan şakırlasınız, yani takva sahibi
olasınız diye..." [337].
Aynı âyetin "Ey iman edenler..." hitabı ile
başlaması da, orucun maddî tayda ve hikmetlerinden ötürü değil, ancak imandan
ötürü tutulabileceğini gösterir. Nitekim modern tıp, orucun bazı faydalarını
te'sbit etmiş olmakla beraber, inanmayanların hiçbirisi müslümanlar gibi oruç
tutuyor değillerdir. Allah Resulü de makbul olan orucu, iman ve ihtisab (sadece
Allah için yapma) şartına bağlamıştır. [338]
Ancak aslolan bu olmakla beraber, orucun akılla kavranan birçok hikmetleri de
yok değildir. [339]
Oruç sıkıntılı Mekke
döneminde değil, imkânların oldukça bollaştığı Medine döneminde farz
kılınmıştır, tâ ki oruç [340]
iktisadî şartların zorlaması ile konulan bir farzdır, denmesin. Bundan,
imkânları bollaşıp, karnı doyan insanın, gayesini unutabileceği anlamı da
çıkarılabilir. Farz olan oruç ise panzehirdir. İlacın fazlası zararlı, azı
faydasızdır. [341]
Orucun bir ay oluşunda
İslâmın her şeyde orta yolu tuttuğunun işareti de vardır. Çünkü daha önceki
dinlerde de oruç vardı, ancak
bazısında çok uzun, bazısında da çok kısa idi.
Oruç günün belli bir
zamanıi sınırlandırılabilecği gibi, yemeyi içmeyi azaltmakla da olabilirdi.
İslâm birinciyi seçti. Çünkü ikinciyi tayin ve uygulama zor olduğu gibit
insanların vücud yapıları ve ihtiyaçları değişik olduğundan, bunda
adaletsizlik de söz-konusu olurdu. [342]
Oruç herkesin kendisi
için seçeceği bir ayda, ya da güneş yılına göre bir ayda değil de, senenin her
mevsimini dolaşan Ramazan ayında farz kılındı. Böylece hem cemaat şuuru
sağlandı. Çünkü bazı zor işler, topluca yapıldığında, zorluğu hissedilmeden kolaylıkla
yapılır. Hem de dünyanın değişik bölgelerindeki insanların bir kısmının devamlı
uzun ve sıcak günlerde, diğer kısmının da devamlı kısa ve serin günlerde oruç
tutmaları gibi bir adaletsizlik önlendi.
Ayrıca; insana
misyonunu öğreten, doğruyu yanlıştan ayıran Kur'ân-ı Kerîm, Ramazanda inmiş ve
onu şereflendirmiştir. Oruç için bir ay seçilecekse, elbette ondan daha uygunu
bulunamayacaktır. [343]
İnsan diğer varlıklara
göre çok daha değişiktir ve o merkez durumundadır. Havyanlarda sadece iştiha
(arzu, şehvet) vardır, akıl yoktur. Melekler ise sırf nurdan yaratılmışlardır,
çeşitli arzulara (şehvetlere) sahip olmayan yüce varlıklardır. İnsan bu iki konumdan
da nasibi olan varlıktır. Akla, ruha ve şehvetlere birlikte sahiptir. Onun için
melek, yüceliği; hayvan da aşağılığı temsil eder. Ama meleklerinkini aşan
yücelikler bulunduğu gibi, hayvanları çok yücelerde bırakan aşağılıklar da
vardır. İşte insan, bu uçsuz bucaksız arenada, kendi yerini seçme hürriyetine
sahip tek varlıktır. Arzularını aklının ve ruhunun emrine vermekle, yükseldikçe
yükselecek, belki de melekleri bile aşacaktır. Zıddı ile aklını ve ruhunu
arzularının eline vermekle de "hayvanlardan da aşağı" olacaktır.
Yaratıcısının istediği; onun, münker adına üzerinde bulunan ağırlıklarını
atarak, olabildiğince yükselmesi ve Rabbini "Yakîn" ile bilmesidir.
Bu vasıf meleklerin vasfıdır. İşte oruç, insanın meleklik yönünü güçlendiren
ibadetlerin başında gelir. Çünkü onlar da yemezler ve içmezler. Yine çünkü
aşırı yeme içme ve nefsî arzuları tatmin ile aşırı meşgul olma, hayvanî
nitelikleri geliştirir, nefsi besler ve güçlendirir. Nefis ise Allah'ın düşmanıdır
ve "İşi gücü kötülükleri emretmektir."
[344]
Öyle ise ona
yenilmemek ve başını ezmek gerekir. Bunun en kestirme yolu da açlıktır. Nitekim
bir hadis-i şerifte, Allah'ın nefse: "Ben
kimim, sen kimsin?" diye sorduğu, nefsin de:
"Sen sensin, ben
de benim" dediği, buna karşılık Allah'ın onu Cehenneme atmak gibi bir sürü
eziyetlerle cezalandırmasına rağmen onun, her seferinde sorulan bu soruya aynı
cevabı verdiği, nihayet onu açlıkla deneyince, "Sen benim merhametli
Rabbimsin, ben ise Senin âciz bir kulunum" dediği nakledilir. [345]
Oruç insanın gafletten
uyanmasını, başıboş olmadığını anlamasını, ve Rabbini tanımasını sağlar.
Oruç, Allah'ın
nimetlerini hatırlayarak O'na olan teşekkür borcunu ödemektir. Çünkü her zaman
her istediğini yiyebilen insan, oruç tutmakla:
"Bu nimetler
benim mülküm değil, ben bunları yiyip içmekte hür değilim, başkasının
malıdırlar, yemek için O'nun emrini bekliyorum" demiş ve manevî bir şükür
yapmış olur.
Oruç zenginlere
fakirlerin durumunu hatırlatmak; böylece sosyal dayanışmayı, yardımlaşmayı,
sevişmeyi ve toplum düzenini kolaylaştırmak demektir. Zira başka yolla
"zengin fakirin halinden bilmez." Bu yüzden Mısır'ın kıtlık
yıllarında, Hz. Yusuf un bütün zahire ve erzak ambarları elinde olduğu halde,
üç günde bir yemek yediği ve sebebini soranlara;
"Benim karnım tok
olursa, zahire almaya gelen zavallılara acıyabilir miyim?" dediği nakledilir.
[346]
Oruç, gücüne,
kuvvetine, varlığına güvenip ululuk taslayanları, firavunlaşma ve karunlaşma
istidadında olanları, açlığın kırbacıyla acıtıp onlara âciz olduklarını ve bir
Kadîre muhtaç bulunduklarını hatırlatır. Zira:
"Dünyada açlık
kadar müessir ma'şeri bir vicdan oluşturan başka bir motif yoktur." [347]
Yine "Bu yolla insanın mayasında bulunan kibir, gurur, enaniyet ve
üstünlük gibi şeytanî tekebbürü de mahviyet, tevazu ve teslimiyete
dönüştürür." [348]
Oruç, maddî ve manevî
bir perhiz ve bu itibarla önemli bir ilaçtır, nitekim Allah Resulü "Sıhhat bulmak için oruç tutun" buyurmuştur.
[349]
Oruç zor zamanlarda ve olağanüstü durumlarda, uzun süre açlığa tahammülü
sağlayacak iyi bir eğitim ve cihad hazırlığıdır.
Oruç, vücutta bir
fabrika durumunda olan mideye hizmetçi pozisyonundaki bir sürü organın, fabrika
sanki yıllık bakıma alındığı için, onunla irtibatlarının kesilmesi, onların
sırf mideye hizmet için yaratılmadığını, melekleşme yolunda da görevlerinin bulunduğunu
hatırlatmaktadır. "Ayrıca oruç, şehvanî arzuların doruk noktasında
bulunan genci, sapık ilişkilere zorlayan hormon birikimini ta'dil eder",
"...Kimin evlenme
masraflarına gücü yetmezse oruca sarılsın. Çünkü orucun şehveti kırıcı
özelliği vardır. [350]
hadis-i şerîfi buna işaret eder. [351]
Ramazan, özellikle
Kur'ân ayıdır ve Kur'ân'la tam bir ilişkisi vardır;
Kur'ân-i Kerîm onda
inmiştir. Kur'ân bütün hayırları kendisinde toplar. Ramazan da öyledir. Kadir
Gecesi ise Ramazan'ın özü ve lübbüdür. [352]
Ramazan, Ahiret yurdu
için kârlı bir pazar, hasat için münbit bir zemin, amellerin gelişip yeşermesi
için bahardaki nisan yağmuru, Mevlânın saltanatına karşı beşer kulluğunun
resm-i geçiş yapması için en parlak ve kudsî bir bayram hikmetindedir. [353] Bu
ayda sâlih amellere muvaffak olanlar, bütün sene muvaffak olurlar. Bu ayda
manevî hayırları kaçıranlar, bütün sene kaçırırlar. [354]
Her iyiliğin karşılığı
10 ilâ 700 katı ve fazlasıyla verileceği halde, Allah Teâlâ orucu
diğerlerinden ayırmış ve "O benim
içindir" buyurmuştur. Çünkü, oruç bir şeyi yapmak değil, yapmamak
şeklinde bir ibadet olduğu için, görünen bir ibadet değildir. Bu yüzden sırf
riya için yapılamayacak, belki de tek ibadettir. Sonra oruç Allah'ın düşmanları
olan Şeytanı, nefsi, dolayısıyla şehvetleri kahretmektedir. Bu yüzden ona
nisbet edilmesi uygundur.[355]
Yeme, içme ve cinsî
ilişki gibi dünyevî ihtiyaçları terketmekle, insanda Allah'ın bu vasıflarının
tecelli etmesiyle de Oruç O'nun olmaya lâyıktır. Allah'dan başkasına
yapılmayan tek ibadet oruç olduğundan, böyle buyurulmuştur da denmiştir. Ya da
oruçta, oruçlunun nefsinin hiçbir payı olmadığı için böyle denmiştir denilebilir.
[356]
Ancak bilmek gerekir
ki, oruç için sayılan bu menfaatların çoğuna, iftar ve sahurda yemeği fazla
kaçırıp letâif i (rahmet alıcılarını) öldürmemekle ulaşılabilir. Yoksa normal
öğün adedi zaten iki olduğundan, orucun sair zamanlardan bir farkı
kalmayabilir. Nitekim nafaka ve fidyeler iki öğün hesabıyla verilir. [357]
Soru: Hacc-ı
Ekber ne demektir, fazileti konusunda sahih rivayetler var mıdır?
Cevap:
Hacc-ı Ekber, Arapça "el-Haccü'l Ekber" terkibinin Osmanlıca
söylenişidir ve kelime olarak "En Büyük Hac" demektir. Kur'ân-ı
Kerim Tevbe suresi 3. ayette söz konusu edilmektedir. Bu sûre, dolayısı ile bu
ayet-i kerime Hicretin 9. senesi Medine'de nazil olmuştur. O yıl Rasulüllah
(sav) Efendimiz kendileri hacca gidememiş, Hz. Ebu Bekir'i hac emiri olarak
göndermişlerdir. Bu sûre, müşriklere karşı bir ültimatom olarak nazil olunca,
bunu onlara duyurmak üzere Hz. Ali'yi görevlendirdi ve bizzat kendi devesine
bindirerek Mekke'ye gönderdi. O da Kurban Bayramının birinci günü, hala müslümanlarla
beraber hac yapmakta olan müşriklere surenin ilk kırk (ya da otuz) ayetini ültimatom
olarak okudu. Üçüncü ayette -mealen- şöyle deniyordu:
"Ve bu, Hacc-ı Ekber günü Allah'ın ve Rasûlü'nün
bir ilâmıdır ki, Allah ve Rasûlü müşriklerden beridir..." Burada görüldüğü gibi "hacc-ı ekber
günü" bilinen (marife) birgün olarak zikredilmekte ve Rasûlüllah'ın bulunmadığı,
Hz. Ebu Bekir'in Hac emiri olduğu o yılkı Hacca "hacc-ı ekber"
denilmektedir.
Çünkü ültimatomun
ilâmı o yıl yapılmıştır. "Hacc-ı ekber günü bir ilâmdır" dendiğine
göre "hacc-ı ekber" o yılki hacdır. Ancak niçin o yıla "hacc-ı
ekber" denmiştir? O yıldan sonra da "hacc-ı ekber" var mıdır? Bu
konudaki rivayetler tarandığında çok değişik değerlendirmeler ortaya çıkar.
Peşinen bunlara biz de şu nokta-ı nazarımızı ilave edelim:
Rasûlüllah'da Kabe'yi
ertesi sene Hicrî onuncu yılda haccetmişler ve Ebu Davud'un rivayetine göre,
Kurban günü cemreler arasında durmuş, "bu
gün ne gündür?" diye sormuş. Kurban günüdür, demişler, O'da bunun üzerine,
"bugün hacc-ı ekber günüdür"
buyurmuşlardır. [358]
Durum böyle olunca, Hz. Ebu Bekir'in hacet yaptığı bir önceki yıl haccına
"hacc-ı ekber" dendiğini adı geçen ayetin işareti ile, Rasûlüllah'ın
hac yaptığı yılın haccına "hacc-ı ekber" dendiğini de, mezkûr hadîsin
ibaresiyle anladığımıza göre "hacc-ı ekber" hem Hz. Ebu Bekir'in
haccına has değildir, hem de her yıl tekerrür eden bir şeydir. İki yıl peşpeşe
kurbanın birinci günü cumaya rastlamayacağına göre hacc-ı ekberin cuma ile de
ilgisi olmamalıdır. Gerçi Hâzin'in bir ifadesine göre:
"Hacc-ı ekber
Rasûlüllah'ın veda hacadır ve o gün bir cuma günü idi" denmişse de [359] bu
bir tarihi tevafuktan ibarettir. [360] Bu
durumda "hacc-ı ekber", kurban bayramının birinci günüdür, şeklindeki
değerlendirme ve rivayetlerin daha isabetli olması gerektiği ortaya çıkar.
Zaten tefsircilerin çoğu da "hacc-ı ekber"in bayramın birinci günü
olduğu görüşündedirler. Bu konuda ayrıca şu görüşler rivayet edilmiş ve
serdedilmistir;
1- Umreye
"hacc-ı asğar" (küçük hac) denirdi. Ona nispetle hacca da
"hacc-ı ekber" (büyük hac) dendi. Bu izaha göre "hacc-ı
ekber" her yıl mevcuttur.
2- Herbir
haccın en önemli nüsûküne diğer menasikine nisbetle, haccın en önemli yönü
anlamında "hacc-ı ekber" denmiştir ki, bu da ya "hac Arafat
demektir" hadis-i şerifine binaen arefe günüdür. Çünkü Arafat'ta o gün
durulur. Ya da haccın şeytan taşlama, kurban kesme, tavaf-ı ziyaret gibi en önemli
öşlerinin yapıldığı, bayramın birinci günüdür. Bu son izah da baştaki açıklamamızı
desteklemektedir. Bu izaha göre de "hacc-ı ekber" her
yıl vardır.
3-
Müslümanlarla beraber Yahudiler, Nasraniler ve Müşriklerin bayramlarının hep
aynı güne rastladığı ve Hz. Ebu Bekir'in hac emirliği yaptığı hacdır. Çünkü
geçmişte ve gelecekte ilk ve son olarak böyle bir hac yaşanmıştır. [361]
Ancak bu ismin verilme sebebi olarak böyle bir izahın yapılması bazı
noktalardan ötürü isabetli olmasa gerektir. Çünkü hac, kâfirlerin ve
müşriklerin katılması ile niçin "büyük" olmuş olsun? Ayrıca daha önce
verdiğimiz Ebu Davûd rivayetinin de gösterdiği gibi, Rasûlüllah'ın haccettiği
ertesi yıl haccına da "hacc-ı ekber" denmiştir. Halbuki, önceki yıl
verilen ültimatom gereği o yıl hac'da müşrikler ve diğer gayrı müslimler
yoktur.
4-
"Hacc-ı ekber" İslâm'ın izzetini ve şirkin zilletini ortaya koyan
hacdır. [362] Bu izaha göre Hz. Ebu
Bekir'in haccına da, Rasûlüllah'ın hacctna da "hacc-ı ekber"
denebilir. Daha sonra da böyle izzetli bir hac yapılabilir. Hatta her hac bir
bakıma bu anlamı bir nebze taşır.
Pek güçlü görülmeyen
diğer bazı izahlara göre de "hacc-ı ekber"; Şa'biye göre, Ramazan'da
yapılan bir umredir. [363]
Mgcahid'e göre "hacc-ı ekber" "kıran" hacadır, "hacc-ı
asğar" ise "ifrad" hacadır. [364] İbn
Sîrin'e göre Rasûlüllah'ın "Ehli Veber" ile beraber haccettiği
hacdır. [365] Süfyân es-Sevri'ye göre
hacc-ı ekber bütün Mina günleridir. Kur'ân-ı Kerim'de "hacc-ı ekber günü"
diye müfred (tekil) zikredilmesi tıpkı "Sıffin günü", "Cemel
günü", "Bu'âs günü"... tabirlerinde olduğu gibi bir ifade
biçimidir. Bu isimlerle zikredilen olaylar da tek günlük olay olmadıkları halde
"ün" onlar için de müfred olarak kullanılmıştır ki, "zaman"
anlamındadır. [366]
Sonuç olarak ağırlık
kazanan görüş şudur:
Her hac ve özellikle
de bayramın birinci günü bir "hacc-ı ekber" dir. Yeter ki, şuuruna
varılsın, Allah'ı ziyaret ediyormuşcasına yapılsın, mebrûr ve makbul
kılınabilsin. Arafesi cumaya rastlayan haccın faziletine dair rivayet edilen
hadise gelince:
"En faziletli gün cuma gününe rastlayan Arafe
günüdür ki, cumaya rastlamayan yetmiş hacdan daha üstündür" mealinde,
halk dilinde meşhur bir söz vardır. [367]
Ancak meseleyi tedkik eden ulema böyle bir hadisin aslı olmadığını, batıl
olduğunu söylerler. İbn Kayyirr [368],
el-Münav [369] ve
Elbanî [370]
mes'eleyi bu yönde açıklığa kavuştururlar.
Yazının buraya kadar
olan kısmını yazdıktan bir süre sonra değerli İmam Aliyyül-Kâri'nin bu konu
hakkında müstakil bir risalesine muttali oldum. "el-Hazzûl-evfer fil-haccı-ekber"
[371]
adlı bu risalesinde, bizim burada özetlediğimiz görüşleri zikrediyor ve:
"Hülâsa, Haccı-ı ekber hakkında dört
görüş vardır:
a. Arefe
günüdür,
b. Kurbanın
birinci günüdür,
c. İfâda
Tavafının yapıldığı gündür,
d. Bütün
hacc günleridir.
Bu görüşler birbiriyle
çelişiyor da değildir. Çünkü küçüklük büyüklük nisbî (görevli) kavramlardır.
Buna göre cumaya rastlayan hac, rastlamayan dan, haccı kıran ifraddan, mutlak
hac umreden daha büyüktür. Bu itibarla hepsine "hacc-ı ekber" denebilir...
Ama Arafe günü cumaya rastlayan hacca hacc-ı ekber denmesi ise sonradan ortaya
çıkmış örfî bir kavramdır" [372]
dedikten sonra bunu da bütün bütün reddetmeyip diyor ki:
"Fakat halkın
dili Hak'kın kalemidir, müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir...
Arafesi cumaya rastlayan haccın hacc-ı ekber olduğunu ve yetmiş hacca denk
bulunduğunu bildiren hadise "mevzu" denmesi yersizdir. Zayıf
olabilir. Ancak sahih olması halinde zarar vermeyecek böyle bir konuda zayıf
hadisle de amel edilir. Bunu destekler mahiyette, arafenin ve cumanın ayrı ayrı
faziletlerine dair çok rivayetler vardır. Ezcümle cuma haftanın, Arafe ise
senenin en faziletli günleridirler. Bu iki günün birleşmesi halinde "nur
üstüne nur" olacağı açıktır...' [373]
İşte Aliyyül-Kârî'nin risalesinin özeti budur. Özellikle son açıklaması
çok güzeldir. Cumaya rastlayan Arafede
faziletlerin cuma, artı, Arafe diye katlanacağı muhakkaktır. Ancak hadis
kritiği açısından bakıldığında bu hadis (söz) kanaatimizce mevzu olmasa dahi
asılsız bir hadistir. Çünkü dirayet bakımından da kalbi tırmalayan bir anlam
taşır. Zira böyle bir hac yirmi-otuz yılda bir olacağına, dolayısı ile ona
ulaşmada herkes aynı imkâna sahip bulunmayacağına göre, sanki-haşâ-taksim-i
ilahide bir gadr olmuş olur. [374]
Soru: Hacca
gitmek niyetindeyiz, paramıza haram karışmadığından emin değiliz. Ayrıca
üzerimizde bilmediğimiz ya da helâllik isteyemeyeceğimiz bir sürü kul hakkı
var. Bu durumda ne yapmalıyız?
Cevap:
Bilindiği gibi, kabul olunmuş bir hac, insanın kul hakkı dışındaki bütün
günahlarının silinmesine yetiyor, insan günah yönünden dünyaya adeta yeniden
geliyor. Ama bunun için asgari şu beş şarta riayet etmesi gerekiyor:
1) Hacca son
derece halis bir niyetle, yani sadece Allah için gidiyor olmak. Adeta Allah'ı
ziyarete gidiyor gibi O'nun dışındaki her şeyi gözünden çıkarmak.
2) Tertemiz
(tayyib) bir para ile hacca gitmek.
3)
Üzerindeki kul haklarını ödemek ya da helallik almak, Allah'a olan namaz ve
oruç gibi borçlarını da kaza etmek ya da kaza etmeye kesin karar verip
başlamak.
4) Hac
boyunca boş ve çirkin söz, niyet ve davranışlardan (rafes ve fusîk) uzak
durmak.
5) Haccı
diğer zahir ve batın şartlarına uygun olarak tamamlamak.
İşte böyle bir haccın,
bütün günahları sildikten sonra insana kazandıracağı sevabın miktarını da ancak
Allah bilir. Bu şartlarda ne derece eksiklik olursa haccın sevabında da o
derece azalma olur. Hatta bazılarının hacları, farziyeti üzerlerinden düşürmekten
başka bir işe yaramaz. Bazılarının ki ise bunu bile yapamayıp sahibine günah
dahi kazandırır. Bundan dolayıdır ki, malına haram karışan ya da şüphelilik
bulunan zenginlerin hacca borç para alarak gitmeleri ve borçlarını döndükten
sonra kendi mallarından ödemeleri tavsiye olunmuştur. Bununla beraber İmam
Gazalî şu tavsiyede de bulunmuştur:
"Haram ya da
şüpheli malla hacca giden, hiç olmazsa yiyeceğinin tertemiz helaldan olmasına
çaba göstersin. Bunu bütün hac süresi boyunca yapamazsa ihrama girdiği andan
çıkacağı ana kadarki sürede yapmaya çalışsın. Onu da başaramazsa Arafe günü için
yapmaya uğraşsın. Bunu da yapamazsa böyle bir malla hac yapmak zorunda kaldığı
için her an korku üzüntü ve pişmanlık duysun, umulur ki, rahmet nazarları
Arafat'da ona da çevrilir." [375]
Kul hakkına gelince: İnsanın ödenebilme imkânı olan bütün hakları ödemesi
ya da sahiplerinden helâllik alması gerekir. Bu meyanda, üzerinde tanımadığı ya
da bulma imkânı olmayan kimselerin borç, emanet, gasp, unutup terkedilme...
vb. hakları olsa, bulup vermek imkânı olduğu takdirde tekrar vermeyi kabullenerek
onları, sevabı sahiplerine olmak üzere fakirlere verir. Ayrıca tevbe eder ve
hem kendisi hem de o hakların sahipleri için Allah'tan mağfiret diler. Kâdıhan
fetvalarında denir ki:
"Üzerinde hakkı
olan birisi vefat etmiş ve mirasçısı da bulunmamış olsa üzerinde hak olan, onun
hakkı kadar bir meblağı tasadduk eder ki, Allah katında emanet olarak saklansın
ve Kıyamet gününde de üzerinde hakkı olanlara verilsin." Hulâsa adlı fetva
kitabında da şöyle söylenir:
"Birisi diğerine,
bütün haklarını bana helâl et dediğinde o da, helâl olsun, hiç birini
istemiyorum, dese, eğer o hakların ne olduğunu biliyorsa, hem hukuken hem de
dinen o kimse o haklardan kurtulmuş olur. Ama bilmediği hakları için böyle
söylemiş olsa hukuken artık bir hak iddia edemez ama İmam Muhammed'e göre dinen
(yani Allah huzurundaki hesapları bakımından) o haklardan kurtulmuş olamaz.
İmam Ebu Yusufa göre ise dinen de kurtulmuş (beri olmuş) olur. Fetva da Ebu Yusuf’un
görüşüne göredir. Çünkü el-Asl adlı kaynak kitabımızda, bize göre bilinmeyen
hakların ibrası caizdir. İbra (vazgeçme) ister birşey karşılığında, isterse
karşılıksız olsun, denir. [376]
İftira, gıybet ve namusa dokunan sözler gibi haklarda, iyi bir tevbe ile beraber,
bundan sahipleri haberdar edilerek helâllik istenmesi gerekir. [377] Ama
söylenilmesi daha kötü durumlara yol açacaksa söylemeden helâllık alır ve onun
sevabına o miktarda sadaka vererek, kendisi için de onun için de mağfiret
dilerse Allah'ın, hak sahibi olanı kendi lütfundan razı ederek hakkından
vazgeçireceği ümid edilir. [378]
Soru:
Annemin bir milyon lira civarında parası var. Hacca gitmek istiyor, ama babam
götürmüyor. Hiç olmazsa umre yapayım diyor. Ben de o parayı İslâm için
harcamasının çok daha fazla sevap olacağını söylüyorum, o da bana itimat
ediyor. Bu durumda ne yapmalıyız? Bir de bir "alt üst" inancı var.
Önce "altımı üstümü" ver. Sonra infak et diyor. Bunun aslı nedir?
Cevap:
Anlaşılan annenize hac farzolmuş değil. Çünkü bilindiği gibi, hacca gidecek
kadının, refakatçı mahreminin masraflarını da kendisi ödemesi gerekir. Buna
göre bir milyon lira, değil iki kişiyi, bir kişiyi dahi hacca götürmez. O
parayı dediğiniz şekilde haracamakla daha çok sevap alacağı kanaatiniz, hele de
inancın boğulmak istendiği ve her yanı küfür ateşinin sardığı günümüzde, Allah'u
a'lem, doğrudur. Ama ortada bir anne evlat münasebeti vardır. Evladına olan
şefkat dolu sevgisi onun kalbine galip geldiğinden böyle söylemiş olabilir.
Günümüz Anadolu kadını bir umreden çok daha fazla şeyler haketmiştir.
Genellikle ezilmiştir. Erkeğin yapacağı işleri yapmıştır. Bunları hesaba
katarak, anne bulunduğunu ve diğer mezheplerde umrenin de hac gibi bir defa
farz olduğunu düşünerek, sanırım genel bir fetva değil ama, böyle özel bir
durumda onu umreye götürmeniz de çok güzel olur. Haccını yapmış olanların ve
bir defadan sonra umreye gideceklerin yapacağı umre için sizin söylediğiniz
doğru olur ve daha rahat uygulanır. (Allah'u alem) [379]
Soru: Kurban
Bayramında tıraş olunmaz diye bir söylenti var. Bu sadece hacca gidecekler
için midir, yoksa gitmeyenler de tıraş olmamalı mıdırlar?
Cevap: Bu
konu ile ilgili olarak Müslim'de şu hadis-i şerifler vardır:
"Zilhiccenin ilk on günü girer de biriniz
kurban kesme niyetinde olursa artık saçından ve cildinden hiçbir şeye dokunmasın
(yani tıraş olmasın, tırnak kesmesin)",
"Bu on gün girdiğinde kesmek istediği kurbanı
olan kimse artık asla bir kıl almasın, sakın bir tırnak kesmesin.", "Zilhicce'nin
hilâlini gördüğünüzde, kurban kesme niyetinde olanınız artık saçına ve
tırnaklarına dokunmasın.”[380]
Görüldüğü gibi bu
hadis-i şerifler hacca gitmeyecek olanlardan kurban kesmek isteyenlerin,
Zilhiccenin başından kurban kesecekleri ana kadar (ki, on gün eder) saçlarını
ve tırnaklarını kesmemelerini ister. Bunun hikmeti şöyle izah edilir:
Kurban kesecek kişi,
sanki kendisini azaba layık ve günahkâr gördüğü, günahlarına karşılık
kendisini de öldüremeyeceği için, kendisinin fidyesi olarak kurban kesmektedir.
Vücudundan kıl ve tırnak kesmemekle, en küçük parçalarının dahi, kurbanın
parçaları, tüyleri ve tırnakları karşılığında ateşten azâd olmasını
sağlayacaktır.[381]
Bu elbette bir izah
biçimidir. Böyle olmayabilir de. Hatta bu talebin şimdilik anlamadığımız başka
hikmetleri de bulunabilir. Rasûlüllah'ın böyle söylediği sabit olduktan sonra
müslümana düşen, hareketini ona göre ayarlamaktır.
Bu hadisler Müslim'de
rivayet edilmektedir ve sahih hadislerdir. Ancak fıkıhçılar bu konuda değişik
bakış açıları ile değişik görüşlere varmışlardır. Meselâ:
a. Said
b. Müseyyeb,
Rabîa, İmam Ahmed, İshak, Davud ez-Zahirî ile bir kısım şafiîler kuşluk vakti
hayvanı kurban edinceye kadar, kurban kesecek olanın kıl ve tırnaklarından bir
şey alması haramdır, derler, b. İmam Şafiî'ye göre haram değil, tenzihen mekruhtur,
c. İmam Azam
mekruh olmadığı görüşündedir,
d. İmam
Malik'ten bir rivayet mekruh olduğu görüşünde olduğunu, diğer bir rivayet ise
mekruh olmadığı görüşünde olduğunu bildirir. [382]
Bizler Hanefi
olduğumuza göre elbette imam Azam'ı taklid eder ve adı geçen günlerde tıraş
olmanın, tırnak kesmenin mahzurlu olmadığını söyleyebiliriz. Ancak imam
Azam'ın gerçekten bu görüşte olduğunu "zahir rivayet" (ona ait olduğu
kesin kaynaklar) kitaplarında henüz bulmuş değiliz. Eğer ona ait böyle
"zahir rivayet" yoksa bu sahih hadislere muhalefet etmemizi gerekli
kılacak bir delil bulunmadığından bu günlerde tıraş olmanın en azından mekruh
olduğu görüşü ağırlık kazanıyor. Hidâye hadislerini tahriç eden Zeylai'de
konunun ilk hadisi olarak yukarıya aldığımız hadisi veriyor ve sıhhatinde bir
kusur zikretmiyor. [383] Her
ne olursa olsun, Hanefiler olarak bizler de, eğer kurban keseceksek,
Zilhiccenin ilk on gününde tıraşı ve tırnak kesmeyi bırakırsak, Hanefi
mezhebine muhalefet etmeden diğerlerine de uymuş oluruz. Çünkü Hanefiler de
kesilmemesinin mahzurlu olduğunu söylemiyorlar. Yeter ki kasık ve tırnak
temizliği bu on günle kırk günü aşacak olmasın.
Ne var ki, Hz. Aişe
validemizden gelen bir hadiste:
"Ben Rasûlüllah'ın
Mekke'ye göndereceği kurbanın gerdanlık bağını ellerimle ördüm. Sonra o
gerdanlığı ona taktı ve Mekke'ye gönderdi. Kurban kesilinceye kadar Allah'ın
ona helâl kıldığı hiçbir şeyi de kendisine haram görmedi" denmektedir. [384]
Ancak haddimizi aşmış olmasaydık derdik ki, bu hadisin tıraş vb. nin o
günlerde mahzurlu olmadığına delaleti dolaylıdır. (Çünkü hadis tıraş vs. nin
hükmünü zikretmemiş ve o konuda susmuştur) Halbuki diğer hadislerin mahzura
delaletleri sarihtir ve o konuda nastırlar. Ayrıca Hz. Aişe hadisinin daha önce
söylenmiş olması da mümkündür.
Fakat kurban kesecek
olanların elbise giyip, koku sürünebilecekleri konusunda icma vardır. [385] Bu
da o günlerde tıraş olmamanın hacdaki ihramlılara benzeme ile ilgili
bulunmadığını, hikmetinin bu olmadığını gösterir. [386] Dolayısı
ile; dikişli giyme ve koku sürünme mahzurlu olmadığında ittifak vardır. Halbuki
bunlar ihramlıya yasaktırlar. Öyleyse ihramlıya yasak olan tıraş ve tırnak
kesme de, ihramlı olmayana mahzurlu olmaz, şeklindeki bir kıyaslama isabetli
olmamalıdır. Halbuki İbn Kudâme İmam Azam'ın konu ile ilgili delili olarak bu
kıyaslamayı zikreder. [387]
Soru: Biz
her yıl kurbanımızı bir iki ay önceden alıp, daha temiz olsun diye kendimiz
besliyoruz. Yalnız bu bazen sağılmakta olan bir inek oluyor. Bu durumda onun sütünü
sağıp yiyebilir miyiz?
Cevap:
Kurbanlığı önceden alıp bizzat beslemek, özellikle günümüzde imkânı olanlar
için güzel bir şeydir. Çünkü bugün yemlerin dahi temizliği tartışılabilir.
Oysa İslâmda hayvana dahi temiz gıda yedirmek mecburiyeti vardır. İmdi:
Fıkıh kitaplarımızda
denir ki:
Kurban kesmek üzere
alınan bir hayvanın, ta onu kesinceye kadar sütünden, yününden ve benzeri
şeylerinden yararlanmak mekruhtur. Çünkü insan onu kurban niyetiyle alınca
sanki onu her şeyiyle Allah (kurbet) için ayırıp belirlemiş, yani tayin etmiş
olur. Binaenaleyh, yününü kırkması adeta ibadet için belirlediği hayvanın bir
parçacığını bu niyetten çıkarmış ve onu dünya için kullanmış olur. Sütünü de
bazıları böyle saymışlar ve az olup, memeye su serpmekle hayvana zarar vermeden
kurutulabilecekse kurutulur. Bu mümkün değilse sağılıp, sadaka olarak verilir,
böylece Allah (kurbet) için aldığı kurbanlığının her parçası Allah için
kullanılmış olur, demişlerdir. Kendisi içecek olursa bedelini sadaka eder. Bu
Hanefi fıkıhçılarının çoğunluğunun görüşüdür. Ama yine bazı (Zeyla’i’ye göre
"ashab" Hindiye'ye göre "meşayih") Hanefi fikıhçılara göre,
kurban kesmek kendisine vacip olan (zengin) birisi böyle bir hayvan satın
alırsa, o bunun sütünden ya da yününden yararlanabilir. Çünkü onun için vacip
olan şey kurban kesmektir. Zimmetindeki borç budur. Onun için herhangi bir hayvanın
belirlenmesi (tayini) sözkonusu değildir. Kurban zamanı o, onu değil de bir
başka hayvanı da kurban edebilir. Binaenaleyh kurban keserim diye aldığı hayvanın
sütünü de içebilir. Ama fakir öyle değildir. Ona kurban kesmek vacip
olmadığından o, kurban kesmek için bir hayvan satın aldığında, bizzat o
hayvanı adeta her şeyiyle Allah için ayırmış (tayin etmiş) olur ve sütünden
kendisi yararlanırsa, o hayvanın o kadarı ibadet (kurbet) için kullanılmamış
olacağından, mekruh işlemiş olur. Çünkü onunu zimmetinde (üzerinde) kurban
borcu yoktur, kurbanlık almakla o bir kurban kesmeyi değil, bizzat o hayvanı
kesmeyi vacip kılmış gibidir.
İşte bu da bazı
Hanefilerin görüşüdür. Ama İbn Abidîn buna itiraz eder ve zenginin kurbanlık
için aldığı hayvanın da taayyün ettiğini (bizzat belirlemiş olduğunu) söyler,
dolayısıyla onun da kurbanlığın sütünden ve yününden yararlanmaması gerektiğini
anlatır. [388]
Diğerlerine gelince: Hanbeliler derler ki:
Kurbanlık kesmek için
aldığı hayvanın sütü ve yavrusu varsa, yavrusuna yetecek kadar sütünü içmelidir.
Yavrusunun içeceğinden fazla olanı ise içebilir. Çünkü birisi Hz. Ali'ye:
"Ey mü'minlerin
emiri, şu ineği kurban keserim diye satın aldım ve şu yavruyu doğurdu. Ne
yapmalıyım?" diye sormuş, o da:
"Sütünün
yavrusuna yetecek kadarını alma, fazlasını al. Kurban günü gelince de yavrusunu
da kendisiyle beraber kes" diye cevap vermiştir. Şafiiler de aynı
görüştedirer [389] Onlar için de kurbanlığın,
yavrusu varsa ondan arta kalan sütünden, yavrusu yoksa sütünün tamamından
yararlanmak mekruh değildir. Ama hem Hanbelilere hem de Şafilere göre kurbanlık
için alınan hayvanın sütünden bizzat yararlanmayıp, başkasına tasadduk etmek
daha iyidir. [390]
Not: Farklı
görüşleri, avamı şaşırtmak için değil, meseleyi başkalarına anlatma durumunda
olanlar için yazdık. Tefferruata daima ihtiyaç duymamız bu konuda olduğu gibi
başka konularda da bunun içindir. Yazdıklarımız birince dereceden avama hitap
etmiyor da diyebiliriz. İyi anlaşılmalıdır ki, iyi anlatılabilsin ve o zaman
"ölen de bir delille ölsün, yaşayan da bir delille yaşasın." [391]
Soru: Siyasî
liderler ve bazı büyük zatlar geldiğinde, ya da temel atmalarda kurban kesiliyor.
Bu caiz midir? Eti yenir mî?
Cevap: Alimlerimiz,
hükmü bildirilmeyen şeylerde asıl olan onların mubah olmasıdır anlamındaki
"el-Aslu fil-eşyâi el-iba-hatü" şeklindeki fıkıh kaidesine bir de,
ibadetlerde asıl olan ise kaçınmaktır, yapmaktır, anlamında "Vel-aslu
fil-ibâdâti el-men'u" cümlesini eklerler. Bunun mânâsı şudur:
İbadet ancak şâriin
(şeriat koyucunun) koymasıyla olur. O'nun koyduğu ibadetleri yapmakla mükellef
olduğumuz gibi, koymadıklarını da yapmamakla mükellefiz. İbadet anlamında dinin
ne kendisini, ne zamanını ne de mekânını, O'nun bildirmesi olmadan Allah'ın Resulü
(sav) dahi tayin edemez. Bunlar "tevfîkî"dir, yani ancak şâriin
belirlemesiyle ve belirlediği kadar bilinebilir. Kurbanın da nerede, nasıl ve ne
için kesileceğini yine Şeriat sahibi bildirmiştir. Yani kurban da bir
ibadettir. Onun gerçeğini biz akılla kavrayanlayız. Öyleyse onu şeriat
sahibinin belirlediği alanın dışına da çıkaramayız. Çıkarmamız bid'at veya
küfürle sonuçlanır. Küfür mutlak cehennemdir. Bid'atın varacağı son nokta ise
yine orasıdır. Bu yüzden:
"Bir insan için
kurban kesilmesi küfürdür ve kesilen meyte (leş) hükmündedir, yenmez...
Hacıların ya da gazilerin kudümü (gelişleri) için hayvan kesilmesi de
küfürdür" denmiştir. [392]
Yeni alınan araba, ev, atılan temel vb. şeyler de aynıdır. Yalnız bazı alimler
burada bir inceliğe dikkat çekerler. Efendim, Resûlullah Efendimiz: "Allah'tan başkası için boğazlayana Allah
lanet etsin" buyurmuşlardır. [393]
Başkası için demek, başkasının adı zikredilerek boğazlanmak, yani "Bismillah=Allah'ın
adıyla" yerine "Bismi filan=falanın adıyla, falanın adına"
diyerek kesmektir. Binaenaleyh, bir büyük zatın gelişine, ev ya da araba
almasına duyduğu sevinçten ötürü kurban keserse bu küfür olmadığı gibi, kesilen
hayvan da meyte (leş) hükmüne girmez, eti yenir [394] derler.
Durum böyle olmakla
beraber bunun mahzursuzunu, mahzurlusundan ayırmak zor olduğu ve avam
insanlara bid'at kapısını açmamak için bu tür vesilelerle kurban kesmemek
gerekir. İlle de kesmek istenirse gelişine sevindiği kimsenin yolunda ya da
önünde değil, böyle sevinçli bir günü kendisine bahşeden Allah için ayrı bir
yerde kesip etini tasadduk etmeli veya yemelidir. Aksi halde "Bismillah=Allah
adına" diyerek kesse dahi bir kimsenin yoluna, bir evin temeline, bir
arabanın tekerine vs. kesilen, kanı oraya buraya sürülen kurban en azından
çirkin bir bid'attır, küfrü gerektirmese dahi günahı gerektirir ve etinin
yenmesi de şüpheli olur. Zaten bu kurbanı görenler, filan falanın gelişi için,
ya da filan iş için kurban kesti derler ki, bu da onun kesiliş gayesinin Allah
için olmadığını gösterir. [395]
Soru: Bugün
camilerimizde "tesbihat" namazdan sonra ve müezzinin önderliğinde
topluca yapılmaktadır. Bu, sünnete uygun mudur? Peygamberimiz devrinde nasıl
yapılırdı? Yine bugün camilerimizde namazdan önce ihlasların okunması sünnete
uygun mudur? Bir de müezzinin görevleri hakkında bilgi verir misiniz?
Cevap: Bütün
hadis ve fıkıh kitaplarımızın "Salat" yani namaz bölümlerinde
"Namazın arkasından Dua" bahsine bakıldığında şu anda yapılmakta olan
duaların hemen hemen hepsinin'aslının bulunduğu görülür. "İstiğfar"
(üç kere), "Allahümme entesselam...", "Ayetülkürsî",
teşbih, tahmîd, tekbîr, tehlil, elleri kaldırma ve dua bunların en meşhur
olanlarıdır. Bizim sözünü ettiğimiz kitaplardan gördüğümüz kadarıyla
Resûlüllah Efendimiz namazların arasında cemaate dönmüş ve duada
bulunmuşlardır. Ancak "tesbihât" müezzin ya da bir başkasının
öncülüğünde yapılmamıştır. Efendimizin, "Kim namazdan sonra şu kadar teşbih söylerse" şeklindeki
hadislerinden şu olmalıdır. Bunları herkesin kendi başına, düşünerek ve hatta
en iyisi gizlice söylemesi istenmiştir.
Sonraları Kur'ân
diliyle dua vs. okumayı beceremeyen yabancıların müslüman olmasıyla
alimlerimiz, cemaate öğretme gayesiyle imamın bu tesbihatı seslice söylemesinde
beis olmadığını söylemişlerdir. Ancak bu dua ve tesbihatın her birerlerini
herkesin söylemesi müstehap olduğundan, günümüzde uygulanan biçimiyle cemaatın
sadece teşbihleri okuyup diğerlerini müezzinin söylemesi sünnete uygun
değildir. Herkes, söyleyebiliyorsa müezzine uymayı gerekli görmeden,
söyleyemiyorsa müezzinle beraber ve de düşünerek bu duaları okumalıdır.
Müezzinin yaptığı sırf bir hatırlatmadır ve bunu aslında imamın yapması daha
uygundur. Müezzinlerin tesbihattan önce ilave ettikleri "bi kemâli
zâtihi..." vb. sözlerse sünnette aslı olmayan lüzumsuz ve bid'at
sözlerdir. Özellikle Ramazan'da bazı İstanbul camilerinde yapıldığı gibi müezzinlerin
bir sürü gazel okuyup "ses şovları" yapmaları ve tesbihatı koro
halinde okumaları, ihlâsı ve duanın ruhunu öldürücü tezahürlerdir. Bunda en
büyük etken, mevlütçülüğe pazar arama sevdası olmalıdır. Namazdan önce "İhlâs"
okumaya gelince:
İhlâs suresi
Kur'ân'dan bir parça olmakla pis olmayan her yerde okunabilir. Namazdan öncesi
de bu yerlerdendir. Ancak sanki namazı ikmâl eden ve namazın gereklerinden
olarak görülüp, kabul edilirse, yani günümüzde olduğu gibi, okunması sünnete
aykırıdır, bid'attır. Üstelik bunda sünnet kılanları teşvik kerahati de vardır.
Ancak "namazın bir parçası gibi görülmesi" meselesine çok dikkat
etmek gerekir. Yoksa dediğimiz gibi "İhlâs" okumakta haddizatında
bir beis yoktur. İhlas gibi olan şeyleri de buna kıyas etmek gerekir. Bu
yüzden İbn Abidîn:
"Herhangi bir
mubahın yapılması, cahil halk tarafından sünnet ya da vacip gibi görülecekse
onu yapmak mekruh (haram) olur" [396]
demiştir. Bende canlı bir misalini
kendi hayatımdan vereyim. Erzurum'da ezanların ardından, ezanın bir devamı
imiş gibi "Salat-ü selâm" okunur. Bendeniz bir defasında muhterem
hocamın ders okuttuğu Gez camiinde ezan okumak zorunda kalmış ve
beceremeyeceğini için de "salât-ü selâm"ı bırakmıştım. Namazdan sonra
bir zat beni cemaatin içerisinde "sen
bizim dinimizi yıkamazsın! Salât-ü selâmı niçin terk ediyorsun?!" diye
azarlamıştı. Bu, bu uygulamanın o yörede gerekli görüldüğünün bir delilidir ve İbn
Abidin'e göre terk edilmesi gerekmektedir. Müezzinin vazifesine gelince, isminden
de anlaşılacağı gibi ezan okumaktan ibarettir. Sahih örfün yüklediği görevler
de şer'an görev sayılır. Mevcut kanunların yüklediği görevleri ise Dib
mevzuatından öğrenmek gerekir. [397]
Soru: Kadir
Gecesinin değeri ve değerlendirilmesi konusunda sahih bilgiler var mıdır?
Cevap:
Sorunun cevabı için şu açıklamalara girmek zorundayız: [398]
Birtakım zamanlarda
mesai yapanlara, normal zamanların birkaç katı fazla ücret verilir. Bazı
olayların yıldönümleri ikramiye günleridir. Bazı krallar tahta çıkışları ya da
işbaşına gelince cülus bahşişi
dağıtırlar. Bazan genel af ilân edilir ve çok büyük cezalar dahi bağışlanır.
Bazı pazar, panayır ve yerlerde yüzdeyüzleri çok aşan kârlar sağlanır... Bütün
bunlar bizim Kadir Gecesi gibi zamanları anlamamızda sadece bir fikir
verebilirler. Çünkü o gecenin sahibi Sanî'dir, Cevvâd'dır, Kerîm'dir,
Gaffâr'dır... O'nun hazinesi, cömertliği, keremi, bağışlaması başkalarınınkine
benzemez. O, insanlara göre ne kadar büyükse, O'nun bahşişi ve affı da
onlarınkine göre o kadar büyüktür. Hazineler O'nun olduğuna göre, kime ne
kadar vereceğini de O bilir. İşte Kadir Gecesi, O'nun Muhammed Ümmetine bir
bahşişi, bir genel af ilanı ve bir ikramiyesidir. Bu, ayrıca Allah (cc)'ın
kullarına ne kadar acıdığını ve kurtuluşlarını nasıl istediğini de gösterir. [399]
Arapça bir kelime olan
"Kadr"; aslında güç yetirme demek olmakla beraber; hüküm, takdir,
şeref, ululuk ve tazyik anlamlarına da gelir.
Hüküm anlamını
düşünmekle Kadir Gecesine, hüküm ve takdir gecesi denir ki, Duhân sûresinde
geçen, "Kur'ân'ı Kerim'in indirildiği, büyük işlerin belirlenip hükme
bağlandığı..." söylenen gece buna işaret eder. Ancak Kur'ân'ı Kerim
olaylara göre yirmi-üç küsür senede indiğine göre, Kadir Gecesinde indirilmesi,
topluca dünya semasına indirilmesi demektir.
Şeref ve ululuk
anlamını taşıması, bu gecenin bin aydan daha şerefli ve daha büyük olduğu veya
kadri kıymeti ve şerefi olmayan birisinin dahi o geceyi ihya etmekle şeref ve
değere kavuşacağı içindir. [400]
Tazyik anlamına
gelmesi ise, o gece meleklerin inmesi ile yeryüzünde büyük bir izdiham ve
daralmanın olmasındandır. Bu ayrıca, sonu kurtuluş olan büyük ve şerefli
olayların, büyük şiddet ve baskılar sonucu olabileceğini de gösterir. Kadir
Gecesinde bu üç anlam da vardır ve "Kadir Gecesi" tabirinin sûrede üç
yerde tekrarlanması buna işaret ediyor olabilir. [401]
Cuma gününde
"İcabet Saati", ameller içerisinde Allah'ın rızası, günahlar
içerisinde gazabı, Kıyametin kopma zamanı, insanın nerede ve ne zaman öleceği,
beş vakit namaz içerisinde "Vüstâ" namazı, Allah'ın isimleri
içerisinde "İsmi Azam"ı, kulları içerisinde salih ve veli kulu
gizlendiği gibi Kadir Gecesi'nin hangi gece olduğu da gizlenmiştir. [402]
Bunun hikmetlerinden birisi, insanların ona güvenip diğer zamanlarda isyana
dalmamaları, bir diğeri de yine buna bağlı olarak, Kadir Gecesine tesadüf etme
ümidiyle bütün bir Ramazanı ihya etmelerini istemek olabilir. Ama yine de en
sağlam rivayetler onun Ramazan'da ve Ramazan'ın da yirmiyedinci gecesinde
olduğuna işaret eder. Çünkü "Kadir" suresinde Kur'ân-ı Kerim'in
Kadir Gecesinde indirildiği, Bakara suresinde de Ramazanda indirildiği
bildirilir. Demek ki, Kadir Gecesi Ramazan içerisinde bir gecedir. Gerçi birçok
sahabi ve büyük imam Kadir Gecesinin Bedir Savaşı günü olan Ramazan'ın onyedinci
gecesi, ayrıca yirmi, yirmibir, yirmiiki... yirmidokuzuncu gecesi olduğunu
rivayet etmişlerdir, ama yirmiyedinci gecedir diye rivayet edenler daha açık ve
daha çoktur. Diğerlerinin rivayetlerini, o seneki Kadir Gecesi'nin o güne
rastladığı şeklinde anlamalıdır. Kadir sûresinde üç defa tekrarlanan
"Leyletü'l-Kadr -Kadir Gecesi" ifadesinin harflerinin toplamının
yirmiyedi etmesi, keza aynı surede Kadir Gecesini gösteren "Hiye- o"
zamirinin surenin yirmiyedinci kelimesi olması da buna işaret ediyor olabilir.
Allah Rasûlün'ün Ramazanın son on gününü itikafa girip cehd ve gayretle
geçirmesi, Kadir Gecesinin hem o günlerde olduğuna, hem de kesinlikle bir
geceye tahsis edilemeyeceğine işaret eder. Zaten Allah Rasûlü "Kadir gecesi bana gösterildi de sonra unutturuldu"
buyurur.
Kadir Gecesi Kur'ân-ı
Kerim'in indirildiği gece olduğuna göre o bir kez olmuş geçmiştir diye akla
gelebilir. Ancak Kadr sûresinde, "o gece melekler iner de iner..."
denmesi, "inmiştir" denmemesi onun tekerrür ettiğini gösterir. Öyleyse
bunu; Kur'ân'ı Kerim indiği için o gece Kadir Gecesi oldu, şeklinde değil de,
Kur'ân'ı Kerim'in inmesi Kadir Gecesine rastladı şeklinde anlamalıdır.
Şah Veliyyullah'a güre
ise Kadir Gecesi ikidir; biri bütün sene içerisinde, diğeri ise Ramazanın son
on günü içerisinde saklıdır. [403]
Kadir Gecesinin bir
takım işaretlerinin olduğu da söylenmiştir. Gece, saf, sakin ve ay varmış gibi
aydınlıktır. Çok soğuk ve çok sıcak olmayıp mutedildir. Sabahında güneş göz
kamaştırmayıp, şekli belli olarak ay gibi ve soluk doğar, kızarık doğar. [404]
Kadir Gecesi bin aydan
hayırlıdır denilmesi, bin ayın onun hayrının
ölçüsünü vermesi için değil, hayrının çok fazla olduğunu göstermek içindir.
Çünkü "daha hayırlı" olunca, onun hayrının bin ayla beraber danasının,
yani fazlalığının da olduğu anlaşılır. İşte bu fazlalığın miktarını ancak
Allah (cc) bilir. Bununla beraber "bin ay" denmesi konusunda bazı
rivayetler de vardır. Müslümanların eski İsrailoğullarından bir erin bin ay
cihad etmesine, ya da dört kişinin seksen yıl (yaklaşık bin ay) durmadan ibadet
etmelerine gıpta etmeleri, veya Allah Rasûlün'ün kendi ümmetinin ömürlerini
kısa görüp bu kısa ömürde yeterli ahiret azığı hazırlayamayacaklarından endişe
etmesi, "bin ay" denmesinin sebebidir. Böylece Allah (cc), Elçisi
Muhammed (sav)'ı ve onun ümmetini mükafatlandırmıştır denir. [405]
Kadir Gecesinin
Muhammed (sav) ümmeti için, Arafe ve cuma da dahil, bütün gün ve gecelerden
üstün olduğunu hemen herkes kabul etmiştir. Ancak Allah Rasûlü'nün kendisi için
Miraç Gecesi daha üstündür. [406]
Öyle ise böyle bir geceyi değerlendirmenin kazancı da elbette çok büyük
olacaktır. Allah Rasûlü:
"Kim inanarak ve sırf Allah rızası için Kadir
Gecesinde kalkarsa geçmiş günahları bağışlanır" [407]
buyurur. Demek ki, bu geceyi değerlendirmenin birinci şartı kalkmak, yani
uyumamaktır. Kalkılıp ne yapılacağı konusunda bir tahsis yapılmamıştır. Namaz
kılmak, Kur'ân okumak, dua etmek ve tefekkürde bulunmak sünnetle sabit olan
şeylerdir.'Allah Rasûlü bunların hepsini yapmıştır. [408]
Ramazanın son on günü
gelince o geceyi ihya eder, çoluk-çocuğunu kaldırır ve ibadet konusunda çok
gayret gösterirdi. [409] Keza,
Ramazanın son on gününde itikafa girmesi de Kadir Gecesini bulmaya ve İhya
etmeye yönelik bir sünnettir. Bu yüzden hepsinden bir parça yapmak belki en
güzelidir. Aişe (ra) validemiz Allah Rasûlüne (sav) Kadir Gecesine
rastlanıldığında ne söylenmesi gerektiğini sormuş ve:
"Allahümme inneke
afüvvun tuhibbül-afve fa'fü-annî: Allah'ım,
Sen çok bağışlayıcısın, afvı seversin, beni bağışla" [410] de,
cevabını almıştır. Demek ki o gecede yapılacak duaların en güzeli bağışlanma
isteğidir. Yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılmak, o geceyi ihya etmek
anlamına geleceğinden asgari olarak bunu yapmalıdır. Allah Rasûlü belki de
buna işaret etmek için, "Kadir
Gecesi yatsı namazında cemaatte hazır bulunan ondan nasibini almıştır"
buyurur. [411] Bununla beraber Ramazanın
her gecesinde yapılacak bu duanın çok büyük bir ihtimalle Kadir Gecesine
rastlayacağından, kabul olması kuvvetle umulur. Bu yüzden, "ondan mahrum olan, çok büyük bir şeyden
mahrum olmuştur" buyurulur. [412]
Ayrıca insanın bu müstesna gün ve gecelere saygısının ifadesi olarak
Ramazan'da diğer bütün günlerden daha gayretli, Kadir Gecesinde ise Ramazan’dakinden
de daha gayretli olması gerekir. Hatta Kadir Gecesinin gündüzünü dahi diğer
günlerden daha çok dua ve ibadetle geçirmek sünnet, bütün müslümanların
sorunları için çare duasında bulunmak müstehaptır. [413]
Soru: Evlenecek
eşler arasındaki kefâetin (denkliğin) bulunup bulunmadığına kim karar
verecektir? Aynı fakülteden mezun iki genç ailelerinin ekonomik güçlerinin farklılığı
yüzünden evlenemeyecek mi?
Cevap: Aile
huzurunu teminde çok büyük hikmetler içeren denklik, İslâm'da sadece kadından
yana ve onun ve ailesinin onurunu korumayı hedefleyen bir müessesedir. Nikâhın
sahih olmasının değil geçerli olmasının şartıdır. Yani denklik bulunmasa da
nikah sahihtir. Ancak kadının velisinin onayına bağlıdır. Buna göre; nesep,
dindarlık ve takva, meslek, hürriyet ve servet konularında kendisinden daha
aşağı itibar edilen bir erkeğe nikahlanan kadının velileri, denksizliği bahane
ederek evliliğe mani olabilirler. Kabul ederlerse sahih olan bu nikah yürür ve
artık vazgeçme hakları olmaz. Denksizliğe bir İslâm ülkesinde kız velisinin
başvurusu ile mahkeme karar verir. Diğer yerlerde bunu "Eminül-kavm"
yani inananların güvendiği ehli ilim belirler. Ancak bunun bir bağlayıcılığı
olmaz. Bu yüzden günümüzde imam Serahsinin tercihiyle, dengini bulmadan nikah
yaptıran kadının nikahını velileri –istemiyorlarsa- hepten geçersiz saymaları
ve kabul etmemeleri
uygun olur. Buna göre dini bütün ve kapalı bir bayan, namazsız-nivazsız
birisine, toplumda cazip, itibar edilen bir meslek erbabının kızı, bayağı
sayılan bir meslek erbabına, zengin bir aile kızı, kendisinin nafakasını dahi
teminden aciz bir erkeğe sırf kendi isteğiyle varması ve meselâ dinî nikah
yaptırmaları halinde velilerin bu nikahı hiç hesaba katmamaları mümkündür ve
doğru olandır. Nesep ve hürriyet şartı ülkemiz için artık geçerli değildir.
Yalnız bu müessesenin iyi anlaşılmaması halinde başkalarınca istismar edilmesi
mümkündür. Onun için şu noktaların tekrar hatırlatılmasında yarar vardır:
1- Denkliğin
bulunmaması nikahın sıhhatine mani değildir. Binanaleyh, kız da velileri de
istiyorlarsa kadın istediği ile evlenebilir.
2- Denklik
müessesesi kadın lehine bir sonucu hedefler. Çünkü genellikle kadın ve onun
velileri daha aşağı itibar edilen birisine eş ya da hısım olmayı kendilerine
yediremezler ve böyle bir şeyin olması halinde kadın erkeği küçümseyici ve
hukukunu tanımaz bir tavır alır, huzur ortamı olması gereken aile, Cehenhem'e
dönüşür, boşanmalar ve yıkımlar olur.
3- Meşru
olan her türlü işin adisi ve şereflisi olmaz. Şeref, insanlara ve Hakk'a
hizmetle ölçülür. İbadet'du'ygusu ile sokağı süpüren bir çöpçü şerefli,
istediği parayı veremeyen hastasını ameliyat etmeyip ölüme terkeden doktor ise
şerefsizdir. Ancak halkın genel kabullenişinin bu müessese için etkisi vardır.
Bu yüzden sırf öyle itibar edildiği için hesaba katılması aklın gereğidir.
4- Günümüzde
velilerinin kabulü olmadan kendi kendisini evlendiren kadının velileri,
güvenilir bir ehli ilimden onun dengine gitmediğini tesbit ettirmeleri halinde
kendi başına yaptırdığı dini
nikahı geçersiz sayar ve kızlarını geri alabilirler. Ancak denksizlik sözkonusu
olmaması halinde kendi rızası ile evlenen bir kadının nikahını geçersiz saymak
kimsenin elinde değildir. Böyle bir durumda velilerin kızlarını almaları, erkeğin
de boşamıyorum demesi halinde kadının bir başkası ile evlenmesi -Hanefi
mezhebine göre- gayr-i meşru olur ve zinayı sonuç verir. [414]
Soru:
Kendisinden büyük bekâr bir abisi ya da ablası bulunan bir kız evlenemez rni?
Bu gerekçe ile vermiyorlarsa kaçırılabilir mi?
Cevap: Dengi
ve talibini bulan herkes, evlenmesinde mahzur olmayan karşı cinsi ile
evlenebilir. Buna evlenemîş abla ya da abiler engel değildir. Bu düşünce,
günümüzün evlenmeyi zorlaştıran şartlarının doğurduğu sakat bir düşüncedir. Ve
cahil anne-babaların, çocuklarının evde kalacağı endişesinden kaynaklanır.
Kızlarını evlendirmede İslâm? Esasları ölçü almayan anne-babaların, başka
dünyevî gerekçelerle vermemeleri halinde kızlarını karşılıklı rıza ile
kaçırarak evlenmek Hanefî mezhebine göre caizdir. Şafiî mezhebine göre
değildir. Ama İslâm'a zıt hareket etmeyen anne-babanın kızı da Allah (cc)ın
rızasının babanın rızasına bağlı olduğunu bilmelidir. [415]
Soru: Kadın,
resmî nikahını başkası ile evlenebilmesi için kocasına verirse ondan şer'an da
boşanmış mı olur? Cevap: Önce biz;
İslâm hukukunun müeyyidesi bulunmayan böyle
bir ortamda ne resmî nikâh olmadan asıl nikâhın (dini nikahın) yapılmasını, ne
de çok özel durumlar olmadıkça, birden çok evlenilmesini uygun görüyoruz. Bunu
gerekçeleri ile daha önce yazdık. İkinci olarak; nikâhın ve talakın (boşamanın)
şakasının dahi ciddi sayılacağını ve hüküm ifade edeceğini hatırlatalım. Bir
diğer ifade ile rol icabı dahi karısını boşadığını söylese yine boş olur. Bunun
insaniliği, hikmet ve felsefesi ise ayrı bir konudur. Buna göre, birinci
karısının resmî nikâhını diğerine vermesinin, yani resmen boşanmış olmasının
ne şekilde cereyan ettiğini de bilmemiz gerekir. Eğer hakim huzurunda ve sözlü
olarak olmuş ve meselâ hakimin:
"Boşanmayı kabul
ediyor musun?" gibi bir sorusuna, "evet, ediyorum, boşadım
boşuyorum" gibi sözlü bir cevap vermişse karısını gerçekten boşamış olur.
Ancak sözle ifadesi mümkün olan bir yerde kalben boşamadığı halde bir evraka
boşadığım yazsa, ya da yazılı bir evrakı imzalasa (diyaneten) boşanmış olmaz. [416] Ne
var ki, sözlü olan ifadesinde de başkasına niyet etmiş olmadıktan sonra, bir
ric"î (dönüşlü) talakla boşamış olacağından, yeni bir nikâha gerek
kalmadan karısıyla yine beraber olabilir. [417]
Soru: Daha
evlenmeden evleneceği kadını boşamak olur mu? Öyle bir şey söylediğimi hatırlar
gibiyim de?
Cevap: Önce,
söylediğini kesin olarak bilmediği böyle bir sözden dolayı hiç bir şey
gerekmez. Çünkü "şek ile yakîn zail olmaz." Yani şüpheli bilgi kesin
bilineni değiştirmez. Burada kesin olan şey, böyle bir sözün hükmüne aslen
muhatap olmadığıdır.
(Berâet-i zimmet asıldır) Şüpheli olan da
söylemiş olmasıdır. İkinci olarak, söylediğini kesin bilmesi halinde, bu sözle
yemin kastetmiş ise yemin kefareti gerekmez. Çünkü bile bile yalan yere yemin
keffareti aşan bir günahtır, (yemin-i gamûs) Ancak iyi bir tevbe ile
affolunabilir. Üçüncü olarak bu sözün zahir mânâsı olan "talak"
kalmış olur. Ancak bu durumda da "nasip olmasın" anlamında bir beddua
olarak söylenmiş olabilir. Nasip olursa demek ki, olmasının kabul olmadığı
anlaşılır, başka bir şey gerekmez. "Alırsam boş olsun" anlamında
söylenmiş olabilir. Bütün bu durumlar söyleyene niyeti sorularak anlaşılır ve
bu sözün kesin söylendiği bilinmesi halinde bir şey ifade eder. Bu anlamda
söylenmiş ise bir müslümanla evlenmesi halinde nikahın kıyılmasıyla (bu sözle
üç talaka niyet etmemişse) bir talakla boş olurlar. Duhûl (zifaf) vakit
olmadığından kadının iddet beklemesi gerekmeden hemen bir nikah daha yapılır
ve iki talak hakkıyla evliliklerine devam ederler. (Allah'u a'lem) [418]
Soru:
Kalbimden evleneceğim kadını boşanmış olarak düşünüyordum. Şimdi evlenince
onunla boşanmış mı olurum?
Cevap: Sırf
kalpten niyyet edilmesiyle boşama olmaz. Talakın rüknü olan (yani onsuz
talakın olmayacağı) irade beyanı (icap) açık ya da kapalı kelimelerle
söylenmedikçe ya da yazılmadıkça talak vaki olmaz. [419]
Soru:
1- Eşimin
amca ve dayı hanımları ve kızları, hala ve teyze karşısında tutumu ne olmalı?
Hangi ölçülerde oturup yiyip-içebilir?
2-
Kayınvalidenin damadına göre tesettürü nasıl olmalı?
Cevap:
1- Eşiniz de
beraber oturduğu diğerleri de kadın olduğuna göre kadının müslüman kadına göre
avreti olan göbekle diz kapağı arası kapalı olduktan sonra beraber
oturmalarında bir mahzur yok. Oturmanın; dedikodu yapmamak, kendi kocaları ile
olan ilişkilerini anlatmamak gibi adabı ise, sanırım sorulmuyor. Ya da ben
soruyu iyi anlayamadım.
2-
Kayınvalide damada ebediyyen haram olduğu için, onun yanında, saçını, başını,
kollarını, böğrünü açarak oturabilir. Ancak kapalı bulunup fitneye açık kapı
bırakmaması daha güzel olur.
3- Diğer
sorularınız, herhangi bir ilmihalden kolaylıkla bulunabileceği için onları
cevaplamıyor ve hiç olmazsa ilmihallerle ilişkinizi kesmek istemiyoruz. [420]
Soru: Dayı,
teyze, amcaoğlu gibi akrabamızla ailecek oturabilir miyiz?
Cevap:
Kadınların süslerini, dolayısıyla süs yerlerini, yani; el, kol, yüz, kulak,
saç, boyun ve bacaklarını kime gösterip kime gösteremeyecekleri Kur'ân'ı Kerim Nûr Suresi 31.
ayetinde açıklanmıştır. Buna göre kadın, sayılan yerleri açıkken dahi ayette
adı geçen erkeklerin yanında oturabilir, konuşabilir. Mezkûr ayette amca ve
dayının sayılmaması dikkat çekicidir. Halbuki onların da mahrem oluşu Nisa
Suresi 23. ayette zikredilmektedir. Diğer yönden kadının zinet yerlerini
sayılan kimselere, mahrem (nikahı kendisine ebediyyen haram) oldukları için
gösterebildiği de bir gerçektir. Öyleyse amca ve dayı da mahremdir ve öyleyse
onlara da gösterebildiği de bir gerçektir. Cumhurun görüşü budur. [421] Ama
yine de bu ayette sayılmamaları anlamlı olmalıdır. Müfessirler bunu irdelemiş
ve çeşitli şeyler söylemişlerdir. Bu konuda en makul olan izah şudur:
Ayette sayılan
erkeklere kadının zinet yerlerini-göstermesi caiz olmakla beraber, bu konuda
hepsi eşit değildir. Bu yüzden en önce kocası zikredilmiştir ki, ona her yerini
gösterebilir. Ondan sonra kadınlarının kendi babaları, sonra da kocalarının
babaları sayılır ki, bunların ikisi arasında da fark vardır. Çünkü insanın
fıtratı akraba ve hısım olarak kendine en yakın olana en az cinsel ilgi duyacak
şekilde ayarlanmıştır. Bu izaha göre amca ve dayı "mahrem" olmakla
beraber, sanki mahremlik hududunun sonunda yer almakta ve kadının onların
yanında bir derece daha dikkatli olması istenmektedir. Buna:
"Amca, baba
makamında sayıldığından" [422],
dayı da amca gibi olduğundan zikredilmelerine gerek kalmamıştır. Binanaleyh,
zinetini gösterme konusunda babadan farkları yoktur, diye de cevap verilebilir.
Ama Tabiîn Müfessirlerinden Şa'bî ve İkrime'nin amca ve dayıyı mahrem
saymamaları da birinci görüşü destekler. Onlara göre amca ve dayı ayette
zikredilmemiştir, çünkü onlar kendi oğulları mesabesindedirler. [423]
Bunu böylece tesbit ettikten, sonra bilinmelidir ki, müslümanlardan istenen şey
kadınlarının zinetlerini bu ayette sayılanların dışındakilere göstermemeleridir.
Şimdi sorunuza dönersek; amcaoğlu kadın için mahrem sayılmadığından zinetlerini
onun yanında açamayacağı anlaşılır. Ama zinetlerini, dolayısı ile zinet
yerlerini, ayet ve hadislerin istediği ölçüler içerisinde ve özellikle de el-Ahzâb
59. (cilbâb ayeti) gereği kapadıktan sonra, kadınların, erkeklerin yanında,
halvet de değillerse, oturamayacaklarını söyleyen bir nas yoktur. Ama bu yine
de kötü duygulara sebep olmuyorsa kaydına bağlanmış, heryönüyle cazip ve latîf
bir varlık olan kadında, koku, teberrüc (süs) vb. bulunmaması şartıyla caiz
görülmüştür. Bunların yanında ayetle tesbit edilen çok önemli bir nokta da,
kadının sesiyle dahi dikkat çekecek tavır almasının, nazu-neşve ile, kadınsı
kadınsı, kırıla-döküle konuşmasının dahi mahremi olmayanlar yanında haram
olmasıdır. Çünkü böyle bir ses hasta kalpleri tahrik edebilir. (el-Ahzâb 32)
Bütün bunlara riayet edildikten sonra kadının, yanında yakınları varken,
yabancılarla aynı sofrada yemek dahi yiyebileceğine fetva verilmiştir. Ancak
buna gerek olup olmadığı ayrı bir konu olduğu gibi, takvaya uygun olan da
elbette, tabiîliği aşmayan "haremlik-selamlık" uygulamasıdır,
denebilir. [424]
"Avret"
sözlükte gedik ve benzerindeki aralık ve kendisinden zarar ve fesat beklenen
şey demektir. Âyette geçen "Evlerimiz
avrettir." [425] ifadesi;
"Boştur ve orada fesat ve kötülükten endişe edilir" anlamındadır.
Kadın ise, görülmesi ya da sesinin duyulmasıyla fesat vaki olabileceği için
avrettir. Yoksa -bazılarının dediği gibi- "Avret";
"çirkinlik" anlamındaki "aver"den gelme değildir. Çünkü,
"avret" aslında, güzel olan ve canların arzuladığı kadınlarda da
vardır. Ancak buradaki çirkinlik -yaratılış gereği meyi olsa bile- şer'î
çirkinliktir de denebilir. [426]
İnsanın avret sayılan
kısımlarının örtülmesi konusunda, fıkıhçılar arasında ihtilâf yoktur. Çünkü bu
konuda vucûb ifâde eden açık naslar mevcuttur.
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı
Kerîm'inde Hz. Peygamberin kadınlarına hitaben;
"Evlerinizde (vekar ile) oturun. Evvelki
cahilliyyet devri kadınlarının kınla döküle, süslerini göstere göstere
yürüyüşü gibi yürümeyin." [427] buyuruyor.
Diğer bir âyette de yine Hz. Peygamber'in kadınları ile ilgili olarak
inananlara hitaben:
"O'nun (Hz. Peygamberin) zevcelerinden
lüzumlu bir şey istediğiniz vakit perde arkasından isteyin" [428] buyuruyor.
Bu emirleri biraz daha
izah eder şekilde:
"Ey peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve
mü'mînlerin kadınlarına, "Cilbablarını" üstlerine örtmelerini söyle."
[429] Yine:
"Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini (harama
bakmaktan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, zinetlerini açmasınlar.
Bunlardan görünen kısmı müstesna, başörtülerini yakalarının üstünü (kapayacak
şekilde) koysunlar..."
[430] buyuruyor.
Ayrıca: .
"Ey Adem oğulları, her mescide gidişte
zînetlerinizi takının" [431] âyetinin
namazda avreti örtmenin farz olduğuna delâlet ettiğinde cumhur müttefiktir. [432]
Mutlak olarak avreti örtmenin vücûbuna delâlet ettiğini söyleyenler de vardır.
[433]
Yine en-Nûr Sûresi,
58. 59. ve 60. âyetler de bu konu ile ilgilidir.
Hz. Peygamber de
meselâ Hz. Ali'ye hitaben, tasarlamaksızm olan birinci bakıştan sonra vuk'u
bulacak kasıtlı bakışı yasaklıyor. [434]
Cerîr b. Abdullah ansızın bakışın hükmünü sorduğunda, gözünü çevirmesini
emrediyor. [435] Şehvetle bakışı gözün
zînası sayıyor, [436] bir
kadının güzelliklerine şehvetle bakanın gözüne kurşun eritilip döküleceğini
bildiriyor. [437] Mutlaka yollarda bulunulması
gerekli hallerde gözü kapamayı yolun hakkı olarak gösteriyor, [438]
öbür yönüyle de bakmamayı, ecre ve imanın tadını duymaya vesile sayıyor. [439]
İşte bu ve benzeri
naslar İslâm âlimlerinin, avreti örtmenin farz olduğu konusunda ittifaklarına
sebeptir. Ebû Vetîçi b. Rüşd, bu konuda ulemanın ittifak ettiklerini söylüyor. [440]
Böylece bu, fiilî icma haline de gelmiş demektir.
Ancak "avret'in
sınırı nedir, kadınlara "zînefleri ve örtmeleri emrinden istisna edilen
"zahir zînetleri" neresidir, ilk câhiliyet süsü sayılan ve yasaklanan
"teberrüc" nedir? Ve nihayet kadınının örtünmesi konusunda "örtünsünler"
emriyle yetinilmeyip "Üstlerine atmaları'-emredilen
"cilbabları"nın keyfiyeti nedir? Bu noktaların açıklanması gerekir.
Önce mezheplere göre avretin sınırını tesbit ettikten sonra, bu konuları izaha
çalışacağız. [441]
ba- Namazda: Erkeğin
ve cariyenin avreti, göbekle diz kapağı arasıdır. Göbek ve diz kapağı avret
değildir. Ancak her ikisinden de bir parça kapatılmalıdır ki avretin onlara
sınır olan kısımları tamamen kapatılabilmiş olsun.
Hür kadının avreti
bütün bedeni olup, bundan sadece yüz ve iki el istisna edilir.
Namazda iken kapatma
imkânı olduğu halde avreti açılırsa namazı bâtıl olur. Ancak rüzgâr vs. ile
açılır da hemen ânında kapatırsa veya yanılarak açar da yine hemen kapatırsa,
namazı bâtıl olmaz. Ama bunun haricinde, hayvan veya çocuk vb. tarafından
açılırsa bâtıl olur.
Avretini kapatacak
kadar elbisesi olmaz, fakat vakit çıkmadan bulacağını ümid ederse, namazı
vaktin sonuna kadar beklemesi vacibdir. Örtünün şartı, cildin rengini
göstermemesidir. [442]
bb. Namaz dışında: Yabancı erkeklere karşı,
kadının yüz ve elleri dahil, bütün bedeni avrettir. Ancak kâfir olan kadına
karşı yüzü ve elleri avret değildir. Ahlâkı bozuk kadınlar, müslüman olsalar
bile, avret hususunda kâfir gibidirler. Müslüman kadının, evindeki hizmeti
esnasında açılan boynu ve kolları avret değildir.
Erkeğin namaz dışında
avreti, bakana göre değişir. Mahremi olan kadınlara ve erkeklere göre, göbekle
diz kapağı arasıdır. Yabancı kadınlara göre ise, bütün bedeni avrettir.
İhtiyaç olmaksızın
kendi avretine bakmak mekruhtur.
Kadının avreti
konusunda biraz daha açıklık getirirsek, şunları söyleyebiliriz. Kadının erkeğe
karşı avreti yedi grupta mütâlâa edilir:
1- Yabancı
erkeğe karşı her tarafı avret olmakla beraber, Şâfiîlerin çoğuna göre de,
kadının yüzü ve elleri avret değildir. Avret olan kısımlar, kadından kopmaları
halinde de avrettirler. Bakılması haram olan yere dokunulması da öncelikle
haramdır.
2- Kocasına
karşı hiçbir yeri avret değildir. Ancak karı-kocanın birbirlerinin tenasül
uzuvlarına bakmaları bazılarına göre mekruhtur.
3-
Mahremlerine karşı, göbekle dizkapağı arası avrettir. Mahremin kâfir olup
olmaması aynıdır. Ancak mahremin nikâhını caiz gören bir kâfir olursa, ona
açılamaz ve onunla halvette bulunamaz.
4- Evlenme
gayesiyle bakan erkeğe, kadın, yüzünü ve ellerini gösterebilir. Hattâ bu
sünnettir.
5- Tedavî
halinde, ihtiyaç duyulan her yerini, ihtiyaç miktarınca gösterebilir.
6- Şahitlik
ve alış-veriş vs. muamelelerde sadece yüzünü gösterebilir.
7- Câriye
satışında, tanınmasını temin edecek kadar yerlerine bakılabilir.
Ayrıca kadın ya da mahrem
öğretici yoksa ve perde arkasıdan öğretmek de mümkün değilse, vâcib olan
ilimleri öğretme gayesiyle, erkek kadına bakabilir. [443]
ca. Namazda:
Kadına göre de, erkeğe göre de namaz için avret, kaba ve hafif olmak üzere
ikiye ayrılır. Her birinin hükmü de değişiktir. Erkeğe göre kaba (muğallaza)
avret, sadece ön ve arka uzuvlarıdır. Hafif avret ise, bunların dışında göbekle
diz kapağı arasında kalan yerlerdir.
Hür kadına göre kaba
avret, baş, kol ve bacaklarla göğüs hariç bütün bedenidir. Hafif avret ise
göğüs, göğüsün arka hizası, boyun, baş, ayakların dizlerden aşağısıdır. Yüz ve
eller ise, hiçbir halde avret değildir.
Buna göre, örtebilme
imkânı varken, kaba avretinden birazı bile açık olarak namaz kılanın namazı
bâtıl olur. Hafif avreti açık olduğunda kılınan namaz ise, -her ne kadar buraları
açmak haram ise de- bâtıl olmaz, fakat iadesi müstehaptır.
Örtünün ilk bakışta
cildi göstermemesi şarttır. Ancak dikkatli bakma halinde gösteriyorsa onunla
namaz kılmak mekruhtur. Vakit içinde iadesi menduptur. Fakat rüzgârın yapıştırması,
ya da ıslaklık sebebiyle vücudu belli ediyorsa, zarar vermez.
Başka elbise
bulamadığı zaman, karanlığı elbise sayıp, karanlıkta namaz kılması vaciptir.
cb. Namaz dışında: Kadının, mahremi olan erkeklere göre avreti, baş, boyun, eller ve
ayaklar dışındaki bütün bedenidir. Dolayısıyla kadın, mahremine, dahi
memelerini, göğsünü ve bacaklarını gösteremez. [444]
Kadının yabancı erkeğe
karşı avreti, elleri ve yüzü dışında bütün bedenidir. Ancak evlâ olan,
ta'mimdir (her yerini kapatmasıdır). Kâfire gelince, ona müslüman kadın, yüzü
ve elleri dahil hiç bir yerini gösteremez. [445]
Kâfir kadınlara ise,
hür ve müslüman kadın, sadece yüzünü ve iki elini gösterebilir. Kendi
cariyesine karşı avreti ise, müslüman kadına karşı olduğu gibi, diz kapağı ile
göbeği arasında kalan kısmıdır. Malikî imamlarının çoğunluğunun görüşü budur.
Fakat şöyle söylemek daha güzeldir:
Müslüman kadının kâfir
kadına karşı avreti de, müslüman kadına karşı avreti gibidir. Ancak onun
yanında yüzünden ve ellerinden fazlasını açamaz. Çünkü açmasının haram olması,
oranın avret olmasını gerektirmez. [446]
Kadının namaz dışında
ve yalnız başına iken de muğallaza (kaba) avretini örtmesi -meleklerden ötürü-müstehapır;
ihtiyaç olmaksızın açmak mekruhtur. [447]
İmam Mâlik: "Kadın,
mahremi olmayan erkekler ve uşağıyla beraber yemek yiyebilir. Kocasıyla
beraber iken kocasının yemek yediği kimselerle yemek yiyebilir" der. [448]
Erkeğin yabancı
kadınlara göre avreti, baş, eller ve ayaklar dışındaki yerlerdir. Kadının,
yabancı erkeğin göğsüne, yanına (cenbine), sırtına, bacağına, lezzet korkusu
olmasa bile bakması caiz değildir. [449]
Erkeğin erkeklere göre avreti ise, bazılarına göre ön ve arkadan ibarettir. [450]
Hayatta iken kopan bir
avret parçaya bakmak caizdir. Öldükten sonra kopana bakmak ise, haramdır.
Çocuğun namaz dışındaki
avreti, hallere göre değişir. Erkek için 8 yaşın altındakilerin avreti yoktur.
Meselâ kadın onları çıplak yıkayabilir. 9-12 yaş arasındakilerin (bakma
olarak) her tarafına bakabilir, ama yıkayamaz. I 3 yaştan yukarı olanlar, erkek
hükmündedir. Kızlar için 2 yaş 8 ayın altında olanlar için avret yoktur. Üçten
dört yaşa kadar onların bakma açısından yine avreti yoktur. Dokunma açısından
kadın gibidirler. 6 yaşındakiler yani müştehat olanlar ise, kadın hükmünü alır.
Namaz için de erkek
çocuğunun avreti, ön ve arka ile uylukları, kız çocuğunun avreti ise, göbekle
diz kapağı arasıdır. Ancak ebeveynin onlara örtünmelerini emretmeleri vaciptir.
[451]
da- Namazda:
Bu konuda Hanbeliler, Mâlikilerle aynı görüştedirler. Ancak kadının namaz
içerisindeki avretinden sadece yüzü istisna ederler. Namazda kendi kasdı
olmaksızın açılan avret az ise, namaza mani olmaz; çok ise zamanın uzaması
halinde namazı bozar.
db. Namaz dışında: Kadının mahremlerine karşı avreti; yüz, boyun, baş, eller, ayaklar ve
bacaklardan başka, bütün vücududur. Yabancı erkeklere göre ise, elleri ve
yüzleri dahil bütün bedenidir. [452]
Müslüman kadınlarla kâfir kadınlar arasında, avreti gösterme bakımından fark
yoktur. Dolayısıyla kadın, kâfir kadına bile göbek ve diz kapağı arası hâricini
gösterebilir. Erkeğin avreti konusunda Hanbelî mezhebinde uygun görüş, Hanefilerde
olduğu gibi göbekle diz kapağı arasının avret oluşudur. Mezhepte erkeğin
avretinin ön ve arka uzuvlardan ibaret olduğu görüşü de vardır. [453]
Bedenden ayrılan avret bir uzuv, avret olma niteliğini kaybeder.
7 yaşın altındaki
çocuklar için avret yoktur. 7-9 arası erkek çocuğun avreti, namaz içinde de
namaz dışında da, sadece ön ve arka uzuvlardır. Kız çocuğun namazda ve namaz
dışında mahremlerine karşı avreti, göbekle diz kapağı arası, yabancı erkeklere
karşı baş, boynu, dirseklere kadar eller, bacak ve ayakları dışındaki bütün
bedenidir. [454]
Erkeğin namazdaki
avreti, namaz dışındaki olduğu gibi, göbekle diz kapağı arasıdır. Diz kapağı
avrettir, göbek ise avret değildir. Cariyenin avreti ayrıca karnını ve sırtını
da kapatmak üzere, erkeğinki gibidir. Hür kadının avreti ise, yüzü, ellerinin
içleri, ayaklarının ise üstleri hariç, bütün bedenidir. Hatta kulağı hizasından
aşağıya sarkan saçlarının açılması, bazılarına göre namaza mâni değilse de,
sahih olan görüşe göre avrettir. Avret olmadığını söyleyenlere göre de,
mahremi olmayanın saçına bakması haramdır. Bu haramlık avret oluşundan değil
saçın fitneye sebep olabileceğinden ötürüdür. [455]
Namazda iken kaba avretin -ki, ön ve arka uzuvlar ve etraflarıdır- ya da hafif
avretin -ki, avretin geri kalan kısmıdır- dörtte biri, kendi fiili ile olmasa
bile, bir rükün edâ edebilecek kadar açık kalırsa, namazı fasit olur. Kerhî
ise, galiz avretten bir dirhem miktarının, hafif avretten ise, dörtte birinin
açılmasının namaza mâni olacağını söyler. [456] Ama
bu kadarı, ya da daha azı kendi fiili ile açılırsa, açılma süresi bir rükün
edâ edecek zamandan kısa bile olsa, namazı hemen fâsid olur. Ancak uzvun dörtte
biri namaza girmeden önce açıksa bu, namaza başlamaya mânidir. Avretin kişinin
kendi nefsine karşı da örtülmesi şart değildir. Mekruh olmakla birlikte,
elbisesinin yakasından avretini görmesi, namazını iptal etmez. Bu durumda
namazı fâsid olur diyenler de vardır. [457]
Kadının yabancı
erkeklere göre avreti, yüz ve elleri hariç, bütün bedenidir. Ebû Yusuftan bir
rivayette ve el-İhtiyâr'ın tercihine göre, zarurete ve bilezik mahalli
olmasına binaen zira', yani dirseklere kadar kollar avret değildir. Ancak
el-Mebsût'a göre, sahih olan avret olmasıdır. Bazılarına göre de namaz içinde
avrettir, ama namaz haricinde avret değildir. [458]
Ayaklar konusunda da aynı ihtilaf vardır. Fakat sahih görülen, kadının'
ayaklarının da avret olmadığıdır. [459]
Fitne söz konusu ise, yüz ve ellerini de göstermez. [460]
Mahremi olan, yani bir
kadının ebeddiyen evlenemeyceği erkeklere göre avreti, erkeğin erkeğe göre
avreti gibidir. Bununla beraber, ayrıca karnını ve sırtını da göstermez. Çünkü
buralar zîynet yeri değildir. [461]
Âyette erkeklerin,
mahremleri olan kadınların ziynetlerine, yani ziynet yerlerine bakabilmelerine
müsaade vardır. Dolayısıyla, mahremlerinin (yani nikâhı kendilerine ebeddiyyen
haram olan kadınların) şehvetten emin olma şartıyla, baş, yüz, göğüs, bazu,
boyun, bağır (nahr), kulak, el, kol, ayak ve bacaklarına bakabilirler. Baş,
tac ve iklil; saç, saçbağı; boyun, bağır ve göğüs, gerdanlık (zîra gerdanlık
bazen göğüse kadar iner) kulak, küpe,
bazu, bazubend; kol, bilezik; el, yüzük ve kına; bacak, halhal; ayak ise yine
kına mahallidir. [462]
İbrahim en-Nehaî'ye ve
O'nu takip eden bazılarına göre, mahremlerine kadın, ancak göğsünün üst kısmını
gösterebilir. Göğüslerini gösteremez. [463]
Çünkü göğüsleri ziynet yeri saymak çok zordur. Göğüslerin mahremlere
gösterilebileceğini söyleyenler de, gerdanlığın bazen göğüslere kadar
inebileceğini düşünerek söylemişlerdir. Nitekim daha sonra "zîynet"
anlatılırken bu konuya değinilecektir. [464]
Kadının "kendi
kadınlarına" göre avreti, mahremi olan erkeklere göre avreti gibidir.
Ebû Hanîfe'den bir
rivayete göre, kadının kadına bakışı, erkeğin mahremi olan kadınlara bakışı
gibidir, karnına ve sırtına bakamaz. [465]
Bir kadının diğer bir
kadının karnına şehvetle bakması caiz değildir. Sâliha bir kadına fâcire bir
kadının bakması da caiz değildir. Sâliha bir kadına fâcire bir kadının bakması
da caiz değildir. Cilbabını ve baş örtüsünü onun yanında indiremez. [466]
Ancak, Nûr sûresi, 31.
âyetle kadının, zînetini gösterebileceği "Kendi kadınları", kendi
dininden olan müslüman kadınlardır. [467]
Kurtubî de aynı şeyi
söyler, [468] buna göre bu hükümden
zimmî olsun, başkası olsun, müşrik kadınlar çıkarılmıştır. Binaenaleyh, mü'min
bir kadının, müşrik bir kadının önünde açılması caiz değildir, der. Bu konuda
Hanefî mezhebinin görüşü de budur.
Hz. Ömer, Ebû Ubeyde
b. el-Cerrâh'a yazdığı mektupta:
"Öğrendiğime
göre, zimmîlerin kadınları, müslüman kadınlarla beraber hamamlara
giriyorlarmış. Bunu yasakla ve buna mâni ol. Zîra zimmî bir kadının, müslüman
bir kadının avretini görmesi caiz değildir" diye emir buyurmuş, Ebû Ubeyde
de bunun üzerine kalkıp yakınmalı bir edâ ile;
"Hangi kadın özrü
olmaksızın, sırf yüzünü parlatmak amacıyla hamama girerse, yüzlerin aklanacağı
günde Allah onun yüzünü kara eylesin" diye ilân etmiştir. [469]
İbn Abbas;
"Müslüman bir kadını, yahûdî ya da hıristiyan bir kadının görmesi helâl
değildir, zîra gider kocasına anlatır" demiştir.
Râzi, Alûsî ve
İbnü'l-Arabî "kendi kadınlarından maksadın bütün kadınlar olduğunu söyler.
Alûsî bunu ta'lil sadedinde:
"Selefin, kadın
gayr-i müslim kadınlara açılma sözü, açılmaması müstehaptır, şeklinde
anlaşılmalıdır" der. [470]
Ancak Mevdûdî bu
konudaki üç görüşü özetleyerek şunları söyler:
"Bir grup, bu
kadınların sadece müslüman kadınlar olduğunu söylerler. İbn Abbas, Mücâhid ve
İbn Cüreyc bu görüştedirler. Delilleri Hz. Ömer'in Ebû Ubeyde'ye yazdığı
mektuptur. İkinci bir grup, bunların tüm kadınlar olduğunu söylerler Fahru'r-Râziye
göre en doğru görüş de budur. Ancak bu takdirde biz âyet-i kerîmede niçin
"kadınlara" değil de, izafetle "kendi kadınlarına"
denmesini izah edemeyiz. Bir üçüncü grup, bu kadınların, -müslüman olsun,
gayr-i müslim olsun- kendi sohbetlerinde ve hizmetlerinde bulunan ve ahlâk ve
âdetleri bilinen kadınlar olduğu görüşündedir. Buna göre müslüman kadınlar, tanıdıkları
ahlâklı ve hayâlı kadınlara -gayr-i müslim olsalar bile- ziynetlerini
gösterebilirler. Tanınmayan, bilinmeyen, ya da müslüman olmakla beraber
ahlâksız olan kadınlara ise, göstermezler."
Günümüz âlimlerinden
Sabûnî de bu görüşün güzel olduğunu söylerler. [471]
M. Ali es-Sâyis de bu
meseleyi tedkikten sonra:
"Buna göre, müslüman kadın, zînetini
müslüman kadına gösterebileceği gibi, (ahlâkını bildiği) kâfir kadına da
gösterebilir. Bu, Ebû Hanife ile Şafii'nin iki ayrı görüşlerinden biridir.
Şafîîlerden Gazalî, Maliklerden de İbnü'l-Arabî bunu doğru bulmuşlardır"
der. [472]
Müslüman kadınlar ve
bir görüşe göre de, müslüman olsun kâfir olsun, iyi ahlâkı ile tanınan kadınlar
dışında kalan kadınlar "yabancı kadın" demektir ve müslüman kadının
onlara göre avreti, aynen yabancı erkeğe göre avreti gibidir. Saçını, başını,
kolunu vs. onların yanında da açamaz. [473]
Evinde tek başına
bulunduğunda, kadının başını açma ruhsatı vardır. Ancak bazılarına göre
kapatması daha evlâdır. Elbette ki, Allah açığı da görür, kapalıyı da görür.
Ancak açanı edebî terketmiş olarak, kapatanı da edepli olarak görür. [474]
Ancak yabancının
bulunmadığı evde kocası, kadının açılmasını ve süslenmesini istiyorsa ona
icabet edip saçını-başını açması daha evlâdır. [475]
Kadın, kendisiyle
evlenmek isteyen erkeğe, şehvet duyulacak olsa bile, ellerini ve yüzünü
gösterebilir, hattâ göstermelidir. Ömür boyu sürmesi düşünülen bir müessese
için bu, gerekli bir sünnettir. [476]
Aleyhine şahitlik ve
hâkimin görerek ikrarını dinlemesi söz konusu olduğunda da durum aynıdır. [477]
"Hayızdan, evlâttan kesilmiş, artık nikâha
ümitleri kalmamış olan yaşlılara gelince, gizli zînetlerini erkeklere
göstermemeleri (yani teberrüc yapmamaları) şartıyla, dış elbiselerini bırakmalarında
onlar için bir günah yoktur. (Bununla beraber bundan da) sakınmaları (ve
örtünmeleri) kendileri için daha hayırlıdır." [478]
İhtiyar kadınların
teberrüc yapmama şartıyla bırakabilecekleri elbiseleri, fıkıhçtlar ve
müfessirlerin ittifakıyla, zînetlerini örtmekle emrolunduklan cilbâblarıdır.
Yoksa mahremlerine gösterebilecekleri iç zînetlerini göstermeleri demek
değildir. [479]
Hanefî ve Mâlikî
mezheplerine göre kadının avreti elleri ve yüzü dışındaki bütün bedenidir,
elleri ve yüzü avret değildir. Onların bu konudaki delilleri şunlardır:
1- Âyetti
Kerîme'de geçen (açılan müstesna) ifâdesi. Bu açılmasına ve gösterilmesine
ihtiyaç duyulan şey demektir. Bu da yüz ve iki elden ibarettir. Zira bazı
sahabiler bunu böyle tefsir etmişlerdir.
2- Hz. Aişe
hadisi; "Ebu Bekr'in kızı Esma, üzerinde ince bir elbise varken Allah
Resûlü'nün yanına geldi de, Allah Resulü yüzünü ondan çevirde ve;
"Yâ Esma! Kadın kısmı hayız yaşına ulaşınca,
şurası ve şurasından başka yerinin görülmesi uygun değildir" derken
yüzünü ve ellerini gösterdi." [480]
3- Ellerin
ve yüzün avret olmadığının bir delili de akıldır. Zira kadının yüzü ve elleri
açıkken namaz kılması caizdir, halbuki namazda avreti örtmek farzdır. Keza
ihramlı iken de kadın yüzünü açık tutar. [481]
Şafiî ve Hanbelî
mezheblerine göre ise, eller ve yüz avrettendirler. Onların delilleri de
şunlardır:
1- "Zînetlerini
göstermesinler" âyet-i kerîmesi:
Zînet, tabiî ve yapma
olarak ikiye ayrılır. Yüz, yaratılıştan olan tabiî zinettir. Bununla beraber
güzeiliğin aslı ve fitnenin kaynağıdır. Âyet, kadının zînetini göstermesini
mutlak olarak yasaklamış ve erkek önünde zînetinden hiçbir şeyini açmamasını
emretmiştir. "Açılan müstesna" ifadesi kasıt ve tasarlama olmadan
açılan yerleri demektir. Rüzgârın boynunu, bacaklarını vs. açması gibi.
2- Câbir b. Abdullah hadisi: "Allah Resûlü'ne ansızın bakışı sordum,
gözünü çevir" buyurdu. [482]
3- Hz. Ali hadisi: "Ya Ali! Bakışı bakışa ekleme. Senin olan
ancak birinci bakıştır, ikincisi senin değildir.” [483]
4- İbn Abbas hadisi: "Allah Resulü, Fadl b. Abbas'ı kurban günü sağrısına
almıştı. Fadl, güzel, saçlı parlak ve yakışıklı bir erkekti. Has'amlı bir
kadın gelip Allah Resûlü'ne fetva sordu. Fadl, ona bakıyor, o da Fadl'a
bakıyordu. Allah Resulü, Fadl'ın yüzünü öbür yana çevirdi." [484]
5- "Onlardan birşey istediğiniz zaman perde
arkasından isteyin" [485] âyet-i
kerîmesi.
Bu âyet-i kerîme
bakmanın caiz olmadığına açık delildir. Ayet her ne kadar Allah Resûlü'nün
zevceleri hakkında inmişse de, hüküm,
kıyas yoluyla diğerlerine de şâmildir. İllet, kadının her yerinin avret
oluşudur.
6- Aklî delil: Kadına bakmak, fitne
korkusu yüzünden caiz değildir. Yüz ise, fitne açısından, ayaktan, saçtan ve
bacaklardan daha ileridir. Bu kısımlara bakmak ittifakla haram olduğuna göre,
yüze bakmanın da öncelikle haram olması gerekir. [486]
Çünkü yüz fitnenin aslı ve güzelliğin kaynağıdır.
M. Ali Sabûnî bu
konuda Şafiî ve Hanbelilerin görüşünü tercih ederek şunları söyler:
Âyet-i kerîmeye Şafiî
ve Hanbelîlerin yaptıkları izahı kabul etmeyip, bunda yüzün ve ellerin avret
oluşuna bir delil yoktur desek bile, diğerlerinin delilleri de zayıftır,
şöyle, ki:
Esmâ hadisinin isnadı
münkatı'dır, bazı ravileri zayıftır ve hadis tenkide uğramıştır. Sahih
olduğunu kabul etsek bile, hicâb âyetinden önce olması ve âyetle neshedilmesi,
yüze ve ellere bakılması bir özre mebnî olması, meselâ evliliğe talip olma
gibi-mümkündür. İbnü'l-Cevzî de bu istikamette açılamalarda bulunur've namazda
açılmasına meşakkati i-âle illetini gösterir. [487]
Sonra yüzün ve ellerin
avret olmadığını söyleyenler de o uzuvlarda zînet adına hiçbir şeyin
bulunmamasını şart koşmuşlardır. Yine bazılarının yüz ve eller avret değildir
demeleri, buraların açılmaları gerekir, kapatmak bid'attır demek değildir.
Bunu hiçbir müslüman söylememiştir. Bunun anlamı, fitneden emin olmak
şartıyla, zaruret bulundukça açılmalarında mahzur yoktur demektir. Ancak bugün
için böyle bir zaruretten ve fitnenin bulunmadığından hiçbir akıllı bahsedemez.
[488]
Konunun bir
değerlendirmesi
Hanefi fukahasından
Kuhistânî "Zamanımızda şehvetle bakış olmasa bile, genç kız yüzünü açmaktan
menedilir" diyor.[489]
Elmalılı, el ve yüzün
açılmasının cevazını zarurete dayandırarak:
"Binaenaleyh,
zaruretler kendi miktarınca takdir olunmak üzere bunların zuhurunda beis
yoktur" [490] demekle el ve yüzün
zaruret olmaksızın açılmaması gereğine işaret ediyor.
M. A. es-Sâyis de
esasta Hanefilerin görüşünü benimsemekle beraber "Fakat bunu fitneden emin
olduğu hallere tahsis etmek gerekir. Fitne olduğunda, ya da sokakların fâsıklarla
dolduğu zamanlarda, kadının yüzünü açarak ve zinetinden herhangi birşey
göstererek çıkması caiz değildir" diyor. [491]
İhramlı iken
kadınların eldivenlerini giymemelerinin ve yüzlerini kapatmamalarının
emredilmesi de, yüzün ihramlı bulunulması dışında kapatılması gereğini
gösterir. Hanefî fıkıhçısı Aliyyü'1-kârî buna dikkat çekip görüşünü bu yönde
açıklar ve el-Muhît'ta da böyle olduğunu bildirir. [492] (İrşadü's-sârî
78-79) İbn Teymiye de, elin ve yüzün avret olduğuna bu hadisî delil
göstermiştir.
İfk hâdisesini
nakleden Hz. Aişe:
"Safvan'ın
istircal ile uyandım, hemen cilbabımla yüzümü örttüm, Safvan, hicâb âyeti
gelmezden önce gördüğü için beni tanıdı" [493]
demesi de keza yüzün avret olduğuna işaret eder. [494]
Erkeğin, erkeğe göre
de, kadına göre de avreti, göbekle dizkapağı arasında kalan kısımdır. Göbek
avret değildir, dizkapağı ise avrettir. [495]
Erkeğin mahremi olan
kadınlarla sefer müddeti yola çıkması, şehvetten emin olunması halinde caizdir.
Kadın da sefer müddeti yola ancak mahremiyle çıkabilir. [496]
Mahreminin köle ya da kâfir olması hükmü değiştirmez. Dolayısı ile kadın,
zengin olsa dahi, yanında mahremi yokken hacca gidemez. [497]
Bîr erkeğin, yabancı
ve hür bir kadınla, bir evde başbaşa kalmaları, harama yakın mekruhtur. [498]
Ancak bulundukları odaların araları kesikse ve herbirinin ayrı ayrı kilidi
varsa; ya da kilidi yoksa da aralarında duvar ve perde gibi bir engel olup,
erkek de güvenilir birisi ise veya kadının yanında bir mahremi, ya da cinsel
ilişkide bulunamayacak, ancak saldırıyı önleyebilecek derecede yaşlı bir kadın
varsa, veya erkek o derece (yaşlı kadın gibi) yaşlı ise veya yanında bulunduğu
kadın borçlu olup, erkek onu takip için orada bulunuyorsa, halvet haram
değildir. [499]
Erkeğin, mahremi olan
kadınla halvette bulunmasında ise, Şehvetten emin olunması halinde mahzur
yoktur. Ancak süt kız kardeş, genç kayınvalide ve eşinin başka kocadan olan
kızı gibiler bunlardan istisna edilmiştir [500]
Erkek, yabancı
kadınlarla, birden çok olsalar da bir arada bulunamaz. [501] Bu
yüzden erkeğin; içlerinde başka erkek ya da kendi hanımı ve annesi gibi bir
mahremi bulunmayan kadınlara, ev gibi bir yerde imam olup namaz kıldırması,
mekruh görülmüştür. Ancak bunun camide olması halinde mekruhluk ortadan
kalkar. [502]
Serahsî'nin bu ifadesine
dayanarak bazıları; bir erkekle bir kadının halveti, yabancı da olsa, bir
başka erkeğin bulunmasıyla önlenmiş olur, ancak mahremi ve güvenilir bîr yaşlı
kadın dışındaki yabana kadınlarla ortadan kalkmaz ve erkeğin birden çok yabancı
kadınla başbaşa kalması da, harama yakın mekruh olur demişlerdir. [503]
Bakma konusunda
kadının kocasına göre avreti, hayızlı iken de temiz olduğu zamanı gibidir.
Tutma ve yararlanma konusunda ise farklıdır. Kocanın hayızlı karısı ile cinsî
ilişkide bulunması, âyetle belirlendiği için [504] ittifakla
haramdır; helâl sayan küfre girer. Birleşmenin dışındaki cinsel oynaşma, tutma
ve karısının eli vs. ile tatmin olma, kadının göbekle diz kapağı arası örtülü
olmak üzere, herkese göre caizdir. Örtü varken, göbekle dizkapağı arasından da,
örtünün üzerinden olmak üzere her türlü yararlanabilir. İmam Muhammed'e göre
ise, hayızlı iken yasaklanan, sadece kadının cima organını kullanarak yapılacak
cinsel ilişkidir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de bu yasağa gösterilen illet
"eziyet"tir. Bu ise ancak cima organını kullanmakta bulunur.
Binaenaleyh, koca karısının cima organı dışında her yerinden örtü olmaksızın
da yararlanabilir. [505]
Kocasının ölmesi
halinde, ölümünün ardından, karısının "bâin talâk"la boşanmış
olmasını gerektiren bir durum bulunmarmşsa, erkek yıkayıcı bulunmaması
durumunda karı, kocasını yıkayabilir, ama aynı durumda koca karısını yıkayamaz.
[506]
Genel kaide olarak,
"bakılması helâl olan yere dokunmak da helâldir." Bundan sadece
erkeğe göre yabancı kadınlar istisna edilir. Meselâ erkek, Hanefi mezhebine
göre yabancı bir kadının eline ve yüzüne beili şartlarla bakabildiği halde,
dokunması caiz değildir.
Buna göre:
Kadınla musâfaha,
kadın genç ve şehvete sebep olabilecek durumda ise, haramdır. Zira Allah
Resulü, yabancı bir kadının elini tutanın, eline Kıyamet Günü ateş konacağını
haber vermiştir. [507]
Kendisi de biat esnasında kadınlarla musâfaha yapmamış ve "Sizden söz ile biat alıyorum"
buyurmuştur. Hz. Aişe yemin ederek, Hz. Peygamber'in elinin biat esnasında
hiçbir kadına dokunmadığını söyler. [508]
Ancak şehvet
duyulmayacak derecede ihtiyar olan kadınla musâfaha etmekte bir beis yoktur.
Hz. Ebû Bekir, süt annesinin kabilesinden olan ihtiyar kadınlarla
müsafahalaşırdı. Allah Resulü'nün de biatta ihtiyar kadınlarla musâfaha yaptığı
rivayeti mevcuttur. [509]
Erkeğin erkekle
musafaha etmesi ise caizdir. Çünkü sahabe musâfahalaşırlardı. Muânakaları
(birbiri boynuna sarılmaları) ise, belden yukarıları açık olması halinde
ihtilaflıdır. Ancak çıplak olmaması kaydıyla caizdir. Zira Allah Resulü ile
sahabe muânaka yapmışlardır. [510]
Doktor, kadının
hastalık mahalline ihtiyaç miktarı bakabilir. Ancak bu, tedavi yapacak bir
kadının bulunamadığı anlar içindir.
Ebenin doğum anında
kadının avretine bakması, sünnetçinin sünnet anında baliğ olanın sünnet
mahalline bakması caizdir. [511]
Zira hitan (sünnet olma) erkek için fıtrat cümlesinden olan bir sünnettir. [512]
Bakma konusunda kâfir
kadın da müslüman kadın gibidir. Ancak kâfir kadının saçına bakılabileceğinî
söyleyenler de vardır. Süfyanü's-Sevrî, "Mü'minlerin kadınlarına..." [513] âyetini
delil tutarak, zımmî kadınların ziynetlerine bakmakta mahzur yoktur. Bunun
yasak olması fitne endişesindendir, haram olduğundan değildir, der. [514]
Avret olan herhangi
bir kısım, bedenden ayrılması halinde de avrettir, bakılması haramdır.
Çocuğun 4 yaşına kadar
avreti yoktur. Bundan sonra şehvet duyacağı yaşa kadar avreti sadece ön ve
arkadır. Şehvet sınırına geldiğinde ise kız olsun, erkek olsun, namazda da
namaz dışında da avreti, cinsinden olan baliğin avreti gibidir.
Erkek, annesinin,
kızının ve kız kardeşinin odalarına izinsiz giremez. Resim haline getirilen avret
mahallere bakmanın haramlığı konusu, İbn Abidin'e göre tereddüt mahallidir. [515]
Saça insan saçı takmak
(peruk kullanmak) haramdır. Takılan, insan saçından başka birşey ise, ruhsat
vardır. Güzellik amacıyla yüz vs. yerlerinden tüy yoldurması, estetik ameliyat
ve dağlama usutü ile dolgu yaptırması haramdır. Bu işleri icra etmek de haramdır.
[516]
Avret olan kısmın,
doğuracağı zararlar itibariyle, haramlık derecesi de farklıdır. Diz uyluktan,
uyluk da ön ve arka taraflardan haramlıkta daha hafifdir. Buna göre dizini açan
birisini her müslüman yumuşakça ikaz etme durumundadır. Israr etmesi halinde
üzerine varmaz. Uyluğunu açtığmı görürse,
sertçe ikaz eder; ama ısrarı halinde dövmez. Ön ve arka uzuvlarını açanı
görürse örtmesini emreder. İsrarı halinde terbilesini verir denmiştir. [517] Bu
durumda öldürülebileceğini söyleyenlerin bile bulunması [518]
dikkat çekicidir. [519]
"Zinet" ister
doğuştan olsun, ister yapma olsun, insanı başkalarının gözünde süsleyen ve
güzelleştiren şeylerdir. Avret ve örtü kurallarını belirleyen âyet-i kerime [520] iki
kez kadınların zinetinden sözetmekte ve birincisinde, "Kendiliğinden
açılanı müstesna, zinetlerini açığa vurmasınlar", ikincide ise bu istisna
zikredilmeksizin "Zinetlerini... den başkalarına açmasınlar"
denmekte ve kadınların mahremleri sayılmaktadır. İşte fıkıhçılar bu ikilemden
hareketle kadınların, herkesin görebileceği "kendiliğinden açılan"
bir "dış zinetleri" bir de sadece âyette sayılan mahremlerine
gösterebilecekleri "iç zinetleri" bulunduğunu söylemişler ve
herkesin görebileceği diş zinetin ne olduğu konusunda biraz değişik yorumlarda
bulunmuşlardır.
Bu "dış
zineti", çoklarına ve bu meyandan Hanefîlere göre eller ve yüzden
ibarettir. Çünkü kadının tabiilik ve zorunluluk dolayısıyla kendiliğinden
açılan yerleri buralardır. Namazda avreti örtmenin farz olduğu herkesin
malûmudur. Eller ve yüz açıkken namazın caiz olduğunu da herkes bilir. Öyleyse
dış zinetten maksat buralar
olmalıdır:
Aslında zinet buralara
takılan süslerdir, ancak zinetin kendisi kastedilmeyeceğine göre -çünkü
vitrindeki zinetlere bakmanın haram olduğunu kimse söylememiştir- kastedilen
onun kullanıldığı yer olacaktır.
Diğer bazılarına göre
ise, açılmasına müsaade edilen dış zinet, âyette kullanılan "zahara"
fiilinin özelliği gereği, kendiliğinden açılan zinettir ki, bunun, kapatma
imkânı olduğu için kendiliğinden açılması sözkonusu olmayan eller ve yüz
olması mümkün değildir. Bu, kadının iradesi dışında rüzgâr vs. ile açılan
zineti olmalıdır. Sözkonusu âyette zinetin ikinci zikredilişinde bu istisnanın
olmaması da bunu gösterir. Yahut da bu; zaten kapatma imkânı olmayan dış
elbiseden ibarettir. [521]
Kur'ân-ı Kerîm'de
avret ve mahremlikle ilgili yasaklardan birisi olan teberrüc bkz., [522] nedir?
Kelime olarak
"Teberrüc" zuhur ve inkişafa delalet eder. Şer'î istılahta kazandığı
mânâ ise, Zemahşerî"nin izahına göre, kadının zinetlerini erkeklere açması
ve güzelliklerini göstermek amacıyla açılmasıdır. [523]
Yani kadının güzel görünmek için yaptığı herşey teberrüctür ve yabancıya karşı
yapılması haramdır. Kadın yaşlı bile olsa durum aynıdır. Zira gerçekten çok
ileri yaşlarda bile kadınlar, çeşitli makyaj malzemeleri sebebi île cazip görünebilmekte
ve şehvetin uyanmasına sebep olabilmektedirler.
Kurtubî:
"Kadının vücudunun şeklini belirten ince iki elbise giymesi de "Teberrüc"
cümlesindendir. Zira Allah Resulü böylelerini, giyen çıplaklar olarak
vasıflamıştır" der.
İbnü'l-Arabî:
"Giyili olarak sayılmaları, üzerlerinde, elbise bulunduğndan, çıplak
olarak nitelenmeleri ise, elbiselerinin ince olup içlerini belli etmelerinden
ve çekici yönlerini belirtmelerindendir" der. [524]
Ya da giyili olmaları,
elbiseli olmalarını, çıplak sayılmaları da takvadan soyulmuş olmalarını
gösterir. Zira Allah, "Takva elbisesi
daha hayırlıdır" buyurur. [525]
Katâde ve İbn Ebi
Nacîh:
Kadınların kırıtarak,
kırıla-döküle nâzu neşve yapmaları;
Mukâtil:
Kadının baş örtüsünü bağlamadan başına koyması, böylece gerdanlığının,
küpelerinin ve boynunun açılması;
el-Müberrid; kadının
örtmesi gereken güzelliklerini göstermesi "teberrtic"dür, derler. [526]
Kadının mahremine
açabileceği, zînetini gösterebileceği sınıflardan birisi olarak sayılan
"Ulü'l-irbe", saf ve aptal olup, kadının dünyasından birşeyler
bilmeyen, bedenî iktidarsızlıklardan, aklî zaaflarından ve fakr ve
meskenetlerinden ötürü, kadınlara karşı bir meyil ve arzuları olmayan
kimselerdir.
İbn Abbas, "Aptal
olan ve kadına ihtiyaç duymayandır."
Mücâhid,
"Karnından başka derdi olmayan ve kadınlardan birşey bilmeyen
eblehlerdir" diyorlar. [527]
Kadının zînetini
gösterebileceği sınıflardan bîri de "Kadınların avretlerine muttalî
olmayan çocuklardır." Bunun sınırı için bazıları, şehvet sınırına
ulaşmayanlardır, demiştir. Ayrıca, neyin avret olduğunu neyin olmadığını
bilmeyenlerdir, denmiştir ki bu doğruya daha yakındır. Kadının vücûdu,
hareketleri ve duruşları, kendisinde hiçbir arzu uyandırmayan çocuklardır,
diyenler de vardır.
Ancak âyette yaş
sınırı belirtilmemesi ve sadece, "Kadınların avretlerine muttalî
olmayanlar" denmesi zamana ve mekâna göre bu yaşın değişik tutulmasına
müsait olmalıdır. [528]
Kur'ân-ı Kerîm'in,
erkek elbisesi konusunda hiçbir teferruattan söz etmezken, kadın elbisesi için
oldukça teferruat sayılacak özellikler ihtiva etmesi ilginçtir. Bunun elbette
belirleyici ve kalıcı bir anlamı olmalıdır. Bu yüzden el-Ahzâb 33/59 âyetinde
müs-üman kadınların bürünmeleri emredilen "cilbâb"ın ana özellikleriyle
bilinmesl gerekir. [529]
Cilbâb sözlükte;
kamîs, hımâr (başörtü), hımâr'dan geniş, ridâ'dan küçük, kadınların başlarını
ve göğüslerini örttükleri elbise, milhafe (çarşaf), milhafeden küçük geniş
elbise, kadının elbisesini örttüğü milhafe gibi üst elbise. [530]
Kâmus'a göre:
Nisvân taifesine mahsus bir nevî sevb-i vâsi'a denür ki, çâr'dan sağir olur.
Üstlük dedikleridir, diye tarif edilir.
İbn Abbâs:
Vücudu baştan sona örten şey.
İbn Cerîr:
Mikna'a (peçe).
Elmalılı.
Baştan aşağı örten çarşaf, ferace, çâr gibi dış kisve.
İbn Kesir: Başörtünün
üzerinden örtülen ridâ.
el-Cevheri: Milhafe.
İbnü’l-Esîr:
İzâr ve ridâ (etek ve uzun üstlük) veya milhafe (tek parça çarşaf) ya da
mikna'a (peçe) gibi, kadının, başını, sırtını ve göğsünü örttüğü şey.
el-Merâğî:
Kadının, gömleğinin ve baş örtüsünün üzerinden büründüğü çarşaf.
"İdnâ" ise, sarkıtmak ve salıvermektir, derler.
Aynî ve İbn Hacer de
benzer tarifler getirirler. [531]
Cilbâbı giyiş şekli
olarak tarif edenler de şunlarr söylerler:
İbnü'l-Cevzt:
Başlarını ve yüzlerini örterler. [532]
Ebû Hayyân:
Cilbâbın idnâsı bütün cesede şâmildir, (üzerlerine) ifadesi ile yüzleri
kastedilmiştir. Zira câhiliyyet döneminde açık olan kısımları yüzleri idi. [533]
Ebu's-Su'ûd:
Cilbâb, başörtüden geniş, ridâdan küçük bir elbisedir. Kadın onu başına atar,
bir miktarını da göğsüne sarkıtır. Bu âyet, kadınlar, herhangi bir sebeple
çıkarlarsa, yüzlerini ve bedenlerini örterler anlamına gelir, diyorlar.
Süddî'den de:
Bir gözleri hariç, bütün yüzlerini kapatırlar, sözünü naklediyor. [534]
İbn Kudâme, cilbâbın
entari üzerinden (giyilmeksizin) kuşanıldığını vurgular. [535]
Celâleyn'de de
cilbâbın tarifi yapıldıktan sonra,
İbn Abbas'ın:
"Kadınlar hür olduklarının bilinmesi için, tek gözleri hariç, başlarını
ve yüzlerini örtmekle emrolundular" sözü naklediliyor. [536]
İbn Şîrîn:
"Ubeyde es-Sem'ânî'ye cilbâb âyetini sordum. Üzerindeki bir milhafeyi
(Elmalılı "çarşaf diye tercüme etmiştir) kaldırıp kuşandı. Başının
tamamını kaşlarına kadar örttü. Yüzünü örttü. Sol gözünü açık bıraktı"
der. [537]
Ebû Hayyân, İbn Abbas'tan: "Cilbâbı kadın kaşlarına kadar indirir ve
bağlar. Sonra burnuna sarkıtır. Gözleri açıkta kalırsa da göğsünü ve yüzünün
büyük bir kısmını kapatır" der. [538]
Es-Süddî:
"Kadın gözlerinden birini, yüzünü ve yüzünün açık kalan göz kısmındaki
tarafını kapatır. Sadece bir göz açık kalır" diyor.
Ebû Hayyân:
"Endülüs'te de adet böyle idi. Kadının bir gözünden başka hiçbir yeri
görünmezdi” diyor. [539]
Elmalılı, âyette geçen
"cilbâbın idnâsı"nı tarif
ettikten sonra şunları söylüyor:
"Bu beyânda da iki suret vardır: Birisi kaşlarına kadar başını örttükten sonra, büküp
yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir gözünü açık bırakmak. (Bizler yetiştiğimiz
zaman memleketimizde validelerimizin tesettür tarzı bu idi.) İkincisi de
alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra, burnunun üzerinden dolayıp gözlerinin
ikisi de açık kalsa bile, yüzünün kısm-ı âzamini, göğsü tamamen örtmüş bulunmaktadır.
(1310'da İstanbul'a geldiğim zaman İstanbul hanımlarının bir peçe ilâve
edilmek ve elde açık bir şemsiye bulunmak şartıyla tesettür tarzları da bu
idi.) [540]
Cilbâbın tarif ve
şekli ile ilgili olarak M. Ali Sâyis'in ifadeleri de şöyledir:
"Selef, cilbâbın
ne olduğu konusunda birbirine yakın ifâdelerle ihtilaf etmişlerdir.
Birleştikleri nokta, cilbâbın, kadının bedeninin tamamını örten ve bununla
beraber yürüdüğü zaman yolunu görme imkânı veren örtü olduğu noktasıdır." [541]
es-Sâyis devamla
şunları da ilâve ediyor:
"Bilinen bir
gerçektir kî, bu cilbâb âyeti, şeriatın, avreti örtmesinin vacipliğini
bildiren emri istikrar bulunduktan sonra nazil olmuştur. Öyle ise, burada
emredilen örtme, vâcib olan avreti örtmeden fazla bir örtme olmalıdır. Bu
yüzdendir ki müfessirlerin ifadeleri değişik olsa da, "cilbâb"dan
maksadın günümüzde bilinen "mülâ'e" (tek parça çarşaf) gibi kadının
elbisesi üzerinden örtündüğü bir dış elbise olduğu noktasında
birleşmektedir."
Bütün tarifleri ve
uygulamaları gözününde bulundurursak, memleketimizde şu anda giyilmekte bulunan
bazı giysi çeşitleri, kanaatimize göre cilbâbın tarifine uygun elbise
çeşitleridir. Bunlardan birisi, çarşaf olarak bilinen ve birbirine ekli
olmakla beraber, beldeki lastikle iki parçayı andıran mahut giysi, bir diğeri
ise doğu illerimizde ve bilhassa Bayburt, Erzurum ve Erzincan dolaylarında
giyilmekte olan ve yöresel lehçesiyle "ehram” denen tek parça giysidir.
Şekil itibariyle bu ikincisi, bütün bedeni kaplar biçimde bürünüldüğü için, cilbâb
tariflerine belki de daha yakındır. Yine bazı bölgelerde kadınların başlarına
attıkları "atkı" tabir edilen,
bazı yörelerde "şal" denen örtünme şekli de cilbab denebilecek
örtüdür. Vücûdun en az belden yukarısını kaplayabilecek geniş bir başörtü dahi
-başın önce birinci bir başörtü ile örtülmesi şartıyla- özellikle İbnü'l-Esir'in
tarifine göre "cilbâb" sayılabilir. [542]
Naslarla cilbâbın
rengi tayin edilmiş değildir. Binaenaleyh, bunda olsa olsa örfün bir tayini
sözkonusu olabilir. Ancak cilbâbın tarifiyle ilgili olarak buraya kadar
gördüğümüz ifâdelerden cilbâbın asıl fonksiyonunun, kadının zînetini saklamak
olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Bunun da siyah ya da koyu renklerle daha iyi
yapılacağı açıktır. Bu yolda bize ışık tutacak bazı rivayetler de mevcuttur.
Meselâ:
1- Abdurrezzâk ve başkalarının Ümmi Seleme'den tahric ettikleri
şu rivayet:
"Cilbâb âyeti
indiği zaman Ensar kadınları siyah elbiseler giydiklerinden dolayı başlarında
kargalar varmış gibi çıktılar." [543]
2- Şiirlerde
gecenin karanlığının hep cilbaba benzetilmesi de [544]
cilbâbın ilk uygulamalarda siyah olduğunu gösterir.
3- İbn
Sa'd'ın Habibe binti Abbad'ın, "Aişe'nin üzerinde siyah bir başörtü
gördüm" [545] şeklindeki rivayetinin
bir değeri olabilir.
4- Daha önce
de değindiğimiz gibi, cilbâbın görevlerinden birinin de zineti örtmek olduğu,
binaenaleyh zinetten en uzak rengin de siyah olduğu gerçeği de hesaba
katılırsa, cilbâb için siyah veya en azından koyu renk istihbab ve tavsiye
derecesini ihraz edebilir. Nitekim bu konuya ışık tutması bakımından Allame
Alûsî'nin şu sözleri önemlidir:
"Sonra bilesiniz
ki, bana göre, zamanımızda müreffeh hayat yaşayan birçok kadının evlerinden
çıkarken elbiselerinin üzerinden örtündükleri örtüler de, gösterilmesi
yasaklanan zinetler kabilindendir Bunlar ipekten dokunan birkaç renkli altın ve
gümüş nakışlı ve gözü büyüleyici elbiselerdir. Benim görüşüme göre,
erkeklerin karılarının bu şekilde çıkmalarına imkân vermeleri, bunu
arzulamaları, onların da yabancı erkekler arasında bu şekilde dolaşmaları,
gayret azlığındandır. Bu, yaygın bir musibet halini almıştır. Bunun gibi yaygın
musibet haline gelen şeylerden biri de, kadınların, kocalarının kardeşlerinden
sakınmamaları, kocaların da buna aldırmamaları, çoğu zaman da bunu bizzat emretmeleridir...
Bütün bunlar Allah'ın
ve Resûlü'nün müsaade etmediği şeylerdir. Lahavle velâ kuvvete illâ
billâh." [546]
Hz. Hafsa'dan gelen: "Kızkardeşim sordu, ya Resulullah! (Bayram vs. ye) birimiz cilbâb
bulamadığı için cilbâbsız çıksa, bunun mahzuru var mıdır? Allah Resulü de:
Arkadaşı cilbâbını ona versin, o da hayırlı bir işe öyle
çıksın, buyurdular"[547]
şeklindeki rivayet, cilbâbın, dışarı çıktıklarında kadınlar için gerekli bir
elbise olduğunu vurgular.
Cilbâb âyetinde
"giyinsinler" yerine, "idnâ etsinler, yani sarkıtsınlar,
yaklaştırsınlar" ifadesi kullanılıyor. Bu ve cilbâb âyeti nazil olduğunda,
Hz. Aişe'nin nakline göre kadınların elbiselerini yırtıp cilbâb yapmaları [548] cilbâbın
kolsuz ve giyilenden ziyâde bürünülen bir elbise şekli olduğunu gösterir. Yine
bu son nokta cilbâbın şeklini örfe bırakmamış ve anahatlarıyla tesbit etmiştir
denebilir.
Diğer bir husus da
"Cilbâb âyeti"nde geçen (rrtin) harf-i cerrinin ifade ettiği
anlamdır. Beydâvî, "(min) teb'îz içindir. Çünkü kadın cilbâbın bir kısmını
sarkıtır, bir kısmıyla da başını örter" diyor. [549] Bu
ise cilbâbtan başa ayrılan kısmın azlığını, büyük bölümünün bedene ayrıldığını
ifâde eder.
Alûsî:
u(min)'in teb'iz için olması iki ihtimale imkân verir:
Biri, bu ba'z,
cilbâblardan bir cilbâb olur ve bunu kadınların üzerlerine idnâ etmeleri,
bütün bedenlerine giymeleri anlamına gelir. İkincisi, ba'z ile muradın cilbâbın
bir parçası olması halidir. Bunun üzerine idnâsı da ciibâbın bir bölümünü
başörtü yapıp onunla başlarını ve yüzlerini örtmeleri, geri kalan kısmını da
bedenlerinin geri kalan kısmına sarkıtmalarıdır." [550]
diyor ki, bundan da cilbâbın başla beraber vücudu örten bir elbise olduğu
anlaşılır.
Bütün bunlara rağmen
"cilbâb"ın, İslâm coğrafyasının çeşitli bölgelerinde, Ebu Hayyân'ın
Endülüs'ünde, Elmalılı'nın İstanbul'unda biraz da olsa farklılık arzetmesi,
bizi bu konuda iki önemli sonuca vardırabilir:
1- Bu konu,
zamana ve zemine göre değişiklik göstermektedir; yani, bütün özellikleriyle
sabit bir kadın elbisesi istenmemiştir.
2- Cilbâb'ın
anlayış ve uygulayımdaki farklılık çok az olduğundan, kadının dış elbisesi
bindörtyüz yılda çok az değişim göstermiştir. [551]
Bütün bu izahları
gözönünde bulundurarak bazı âlimlerin bu konuda yaptıkları tesbitleri birleştirirsek,
genellikle üzerinde ittifaka varılan hususları şöyle maddeleyebiliriz:
1- Bütün bedeni örten bir elbise olması,
2- İnce ve
şeffaf olmaması:
Zira böyle olan bir
elbise, görmeye mani değildir. Ya da daha doğru bir ifadeyle "göstermesinler"
nehyinin icabına uygun değildir. Çünkü altını gösterir. Hz. Resûlullah, ince
elbise ile yanına giren Esma'dan yüzünü çevirmiştir. [552] Hz.
Aişe, yanına ince bir başörtü ile giren Hafsa binti Abdurrahman'ın başörtüsünü
yırtmış ve ona kalın bir başörtü örtmüştür. [553]
3- Dar
olmakla vücut hatlarını belli etmemesi:
Dar elbiseler giyen
kadını Allah Resulü çıplak saymış ve cehennemlik olduğunu bildirmiştir. [554]
"Allah'ın lanetine uğradığı" ve "cehennemde olacakları"
bildirilen, "giyinik çıplaklardı, Serahsî, "ince elbiseler
giydiklerinden dolayı çıplak gibi olan kadınlar" diye açıklamıştır. [555] Hz.
Ömer, halka dağıttığı bir çeşit elbisenin, vücut
hatlarını belli edeceği için, kadınlara giydirilmemesini emretmiştir. [556]
Kadının vücut hatlarını belli eden elbisesine bakmak, o uzuvlara bakmak
sayılmıştır. [557] İbn Abidin, "Kim bir kadını arkadan hayâle dalar,
elbisesini görür, nihayet kemiklerinin şekli kendisine belirirse, cennetin
kokusunu duyamaz" hadisini delil tutarak, uzuvların şeklini belli
eden elbise, kalın olsa ve cildi göstermese bile yasaktır, diyor. [558]
4- Kokusunun
duyulmaması:
Aslında Allah Resulü
kokuyu çok meth-ü sena etmekle beraber, başkaları duysun diye koku sürünüp
çıkan kadını zina etmiş olarak nitelemişi'' [559] ve
koku sürünüp camiye giden kadının namazının kabul olunmayacağını bildirmiştir.
5- Erkek
elbisesine benzememesi:
Allah Resulü, hem erkeğe
benzeyen kadına, hem de kadına benzeyen erkeğe lanet etmiş ve böyle
davrananların evlere sokulmamasını emretmiştir. [560]
Modern tıbbın bu kabil
davranışları dengesizlik sayması ve gerek giyim kuşamında, gerekse tuvaletinde,
karşı cinse benzeme eylemini, homoseksüellikle izah ederek seksüel slimulus bozuklukları
cümlesinde değerlendirmesi, bu maddenin izahı için ilginçtir. [561]
6- Elbisenin
bizzat kendinin de zînet olmaması:
Zira zînetlerin
gösterilmesi âyetle yasaklanmıştır. [562]
Allah Resulü, kendisine biat eden kadınlardan, câhiliye kadınları gibi
zînetlerini göstererek dışarı çıkmamaları için biat alıyordu. [563]
7- Gayr-i
müslimlerin özel elbiselerine benzememesi:
Zira bu konudaki
naslar, biraz sonra göreceğimiz gibi mutlaktır; kadına da erkeğe de şâmildir.
8- Üzerine
Kur'ân ibareleri işlenmemesi. [564]
Kadın giyimini en
azından ana hatlarıyla belirten nasların bulunmamasına karşılık, erkeğin
elbise şeklinden bahseden pek o kadar nas mevcut değildir. Kur'ân-ı Kerîm bu
mesele üzerinde durmaz. Sünnet'te de birkaç ana esasa temas edilmekle, mesele
gayrimüslimlere benzememe şartıyla örfe bırakılmıştır. Mamafih, fukaha mevcut
naslardan hareketle, yine de bazı genel hükümler çıkarmışlardır. Buna göre
elbisenin:
1- Avreti
örtecek ve insanı sıcak ve soğuğa karşı koruyacak kadarı farzdır. Tıpkı yeme ve
içmenin ihtiyaç miktarının farz olduğu gibi.
2- Zaruret
miktarını aşarak, zineti temin edecek ölçüde izâr, ridâ, sarık ve gömlek
giyerek takımı tamamlamak müstehaptır. Zira Allah, nimetinin eserini kulu
üzerinde görmekten hoşlanır. [565]
3-
Bayramlarda, cum'alarda muhtaçları rahatsız eder görünümler olmaması kaydıyla,
güzel ve kaliteli elbiseler giymek mubahtır.
4- Kırmızı
ve bazılarına göre sarı renkte elbiseler giymek mekruhtur. Dürrü'l-Müntekâ'da
sünnetin hilâfına giyilen her türlü elbisenin mekruh olduğu da ilâve
edilmiştir. [566]
5-
Kibirlenmek amacıyla giyilen elbise, erkeğin saf ipekten dokunmuş olarak
giydiği elbise ve gayr-i müslimlerin özel elbiselerine benzeyen elbise
haramdır. [567]
Erkek elbisesi
konusunda söylenebileceklerin bazıları da şunlardır;
Erkek elbisesinin
darlığı konusundaki nehiyler, kadın elbisesinde olanlar kadar sarih değildir.
Hatta İmam Şa'râni’nin nakline göre Ebû
Zerr'in:
"Allah Resulü, sert ve dar giy ki, iftihar
sende mesağ bulamasın, buyurdu" dediği vakidir. Ancak kadınların giymelerinin
yasaklanışını gerektiren illetin erkeğin dar giymesi halinde de mevcut olması,
erkek elbisesinin de dar olmasını mekruh kılar. Fakat bunun erkekte de avret
sınırı için gerekli olduğu, bedenin avret olmayan yerlerini örten elbiselerin
dar olmasının ancak sahih örfe muhalefeti halinde mekruh olacağı açıktır. Baş
açık gezmenin kerâhatı da keza örfle sabit olabilir. Çünkü bu konuda hükme
mesned olacak bir nas yoktur. Hatta İmam Şa'r'âninin nakline göre Abdullah b.
Avf, yaz-kış başı açık gezerdi. Sarığı da, takkesi de yoktu. Bir yığın saçı
vardı. [568]
Bu konuda İmam Şâtıbî
şunları söyler:
"Meselâ
erkeklerin başlarının açık olması, yerine göre değişir. Bu hareket doğudaki
memleketlerde mürüvvet sahipleri hakkında çirkin bir hareket sayıldığı halde,
batıdaki (İslâm) memleketlerinde çirkin sayılmaz. Bu değişikliğe göre, şer'î
hükümde değişiklik arzeder. Onun içindir ki doğuda erkeğin başının açıklığı,
adalet vasfını lekelediği halde, batı (İslâm) memleketlerinde adaletini
lekelemez." [569]
Altın yüzük ve altın
süs eşyası, erkekler için haramdır. Kibri için olmamak kaydıyla sümkürmek, ya
da abdest ıslaklığını silmek gayesiyle, üzerinde mendil taşımakta bir mahzur
yoktur. [570]
Avreti örten kadarı
kîfayet etmekle beraber, erkeğin kamis (gömlek), izâr ve sarık olmak üzere üç
parça elbise içerisinde namaz kılması müstehaptır. Bunlara gücü yeterken, sadece
izârla namaz kılması mekruhtur. [571]
Kadının da kâmis, izâr ve başörtü olmak üzere yine üç parça içerisinde namaz
kılması müstehaptır.
Altını gösterecek
kadar ince elbiseyle kılınan namaz caiz değildir. [572]
es-Subkî, Şafiî
fukahâsından Ahmed b. İsa'nın kadınların cilbâb örtünmelerini emreden âyetteki
hükme gösterilen, "Hür ve namuslu oldukları tanınıp, fâsıkların onlara
eziyet etmemesi" illetinden, âlimlerin ve sâdâtın uyguladıkları değişik
elbise ve sarık giyme işinin (ilmiyye kisvesinin) -her ne kadar selef bunu
yapmamışsa da- güzel birşey olduğu hükmünü istinbat etmiştir. Çünkü bunda
onların tanınmaları, böylece de söyledikleriyle amel edilmesi için
belirlenmeleri sözkonusudur. Bu güzel bir istinbattır" der. [573]
Sirvâl (bacağın
yarısına kadar uzanan donlar) sünnettir. [574]
Kalensuve (takke,
terlik) giymekte bir beis yoktur. Bunun tilki gibi hayvanların kürkünden
olması da mahzursudur. Yabani hayvanların derilerinden kürk yapmak caizdir. [575]
Kadın baş açık okuyabilir
mi? İslâm'a hizmet etmek gayesiyle (ekmek parası için değil) okuduğunu
söyleyen bir bayan aksine müsaade edilmiyorsa, başını açarak okuyabilir mi?
"Evet" denirse, okuyabileceği okullar sınırlı mıdır?
Cevap: Bu
soruya birkaç açıdan bakılabilir:
1- Setr-i
avret farz-ı ayn; emir bi'l-ma'ruf ise, farz-ı kifâyedir. Kişinin önce farz-ı
ayn'la mükellef olacağı açıktır. Sonra farz-ı kifâye ile mükellef olanlar,
şarktan garba kadar öncelikle o meseleyi bilenlerdir. [576]
2-
Kadınların başlarını açmaları halinde mefsedete sebep olacakları açıktır. Çünkü
bunda naslara doğrudan muhalefet vardır. Bu şekilde okumaları durumunda
İslâm'a hizmet edecekleri ise kesin değildir. Yarın, yaşadıkları gibi inanmaya
başlamayacaklarını kimse garanti edemez. Zira yaşadığının doğru olduğunu savunmak,
insanın tabiatında olan psikolojik bir vakıadır. Allah Resulü,
"Giyim şekilleri birbirine benzerse, kalpler
de birbirine benzer" buyurur. [577]
Öyleyse, kesin olan bir maslahat, zannî olanla nasıl değiştirilebilir.
3-
Halihazırda İslâm'a hizmet etmek isteyen bayanların, bu işi
gerçekleştirebilecekleri yegâne yolun, başlarını açma zorunluluğunu koyan
okullardan mezun olmak olduğunu kabul imkânsızdır. Öğrenmek ve kültür ayrı
şeydir diplomalı olmak ayrı şeydir. Bu işi diplomasız, sırf hasbî olmak
kaydıyla, ama bilerek yapanların çok daha başarılı olduğu söylenebilir.
Binaenaleyh, gaye hizmetse, yapılacak iş, bu yolla kültürlüleşmeyi ve İslâm'ı
sahih esaslara göre öğretmeyi temine çalışmaktır. [578]
İslâmi bir elbise
şekli teklif edilebilir mi? Ya da bunun için alternatifler ne olabilir?
"Belli yerlerini şu vasıf ve şekilde örtersen tesettür hasıl olmuştur. Ne
ile örttüğün, kaç parça ile kapattığın önemli değildir" denebilir mi?
Cevap:
Elbise modeli konusunda bir nas olmadığı gibi, fukahanın çizdiği bir şekil de
mevcut değildir. Bilakis Allah Resulü, İzar, ridâ, kamîs, cübbe vb. lerden
elbise adına bulduğunu giyerdi. [579]
denilmektedir.
Tek elbise içerisinde
namaz kılınıp-kılınamayacağını soran sahabiye Allah Resulü,
"Her biriniz iki elbise bulabilir mi?"
diye mukabelede bulunarak bunun caiz olduğunu anlatmıştır. [580]
Elbise tek bir parça
olsa dahi, hem erkek [581] hem
de kadın için, [582]
namaz kılmaya yeterlidir. Ancak elbise her ideoloji ve kültürde olduğu gibi,
İslâm'da da esas fonksiyonu dışında bazı fonksiyonlar icra edebilir ve pekâlâ
tebliğ aracı haline getirebilir. Bu açıdan bakıldığında, dinine hizmet
gayesiyle başını açarak okuma durumunda olan kızlarımızın, İslâm'ı özel
suretlerle öğrenip, arzuladıkları bu hizmeti pasif bir tebliğ yolu olarak,
örtüleriyle yapmalarının çok daha tesirli olacağı söylenebilir. Zira "Hal
dili, kaal dilinden daha tesirlidir." [583]
"Teşebbüh"te
zaman ve mekâna göre değişme olabilir mî? Meselâ şapka dün teşebbüh alâmeti
iken bugün böyle olmaktan çıkmış mıdır?
Cevap:
Teşebbühü iki grupta mütâlâa etmek gerekir:
Birincisi:
Şi'âr sayılan, yani ibadetle ilgili olan noktalarda teşebbüh ki, bu noktalarda
teşebbüh zahiren küfrü gerektirir.
İkincisi:
Şi'âr sayılmayan noktalarda teşebbüh ki, bunun da -teşebbüh maksadıyla olması
halinde- fısk ve isâet olduğunda ittifak vardır.
Şi'âr olan noktalarda,
önceden başkalarının şi'ârı olduğu bilindiği sürece teşebbüh yasağının devam
edeceği, şi'ar olmayan hususlarda ise, teşebbühün her an değişebilecği
söynebelir. Hattâ belli bir tarihte belli bir gruba şi'âr olmakla beraber, bu
durumu ancak tarih sayfalarından öğrenilen, yaşanması halinde hiç bir dinin ya
da grubun kendisi ile öğünmeyeceği hususlarda da teşebbühün değişebileceğini
kabul etmek daha gerçekçi bir yol olmalıdır, kanaatindeyim. Fakat, ibadetle
ilgili olarak, İslâm'ın şi'ârı sayılan hususlarda değişmenin olacağı
düşünülemez. Sakalı buna örnek gösterebilirz. Müşriklerin hep sakallı olması
halinde, onlara benzememek için sakalın kesilmesine kail olmak, onların
dişlerini misvaklamayı, ya da temizlemeyi âdet edinmeleri durumunda misvak
kullanmayı terketmemiz gerektiğini söylemek demektir. Bunun ise hiçbir
akıllının kabulü olamayacağı açıktır. Sakaldaki muhalefetin boyamakla temin
edilmesinin istenmesi de, bu hikmete mebni olmalıdır. Anadoluda köylülerimizin
giydiği şekliyle şapkaya gelince, bu mütefekkirlerimizin ifadesiyle "o
artık ihtida etmiştir", bizim malımız olmuştur. Ama sırf başkalarına benzemek
maksadıyla giyilmesi mahzurdan hâlî değildir. [584]
Elbisede altını
vasfetmeme şartının sınırı nedir? Vasfetmekten maksat nedir? Meselâ bugünkü
çarşaf, rüzgârlı bir günde vücuda yapışıyor ve uzuvları belli ediyor. Şu halde
vücut çizgilerini devamlı belli eden ile, rüzgâr vb. durumlarda belli eden
giysiler bu bakımdan farklı mıdır?
Cevap: el-Haraşî,
Malikî mezhebinin görüşünü açık ifadelerle anlatır. Bütün vücût hatlarını
belirten elbiseyi giyinmek mekruhtur. Eğer vücut hatları, rüzgâr sebebiyle, ya
da yağmurdan dolayı belli oluyorsa, bunda mekruhluk yoktur. [585]
İbn Kudâme, cildin
rengini göstermeyecek birşeyle avretin kapatılmasının farz olduğunu söylerken [586]
zımmen vasfetmemeyi, hacmini değil, rengini belli etmeme şeklide anladığını gösterir.
Bir başka münasebetle buna açıklık getiren İbn Kudâme:
"Vacip olan,
cildin rengini örten bîr şeyle örtünmektir. Eğer sırtındaki, cildin rengini
belirtir ölçüde ince olur da beyazlığı ya da kırmızılığı gözükürse, namazı caiz
olmaz. Zira örtünme bununla hasıl olmaz. Eğer rengi örter de hacmi belirtirse
namazı caizdir. Çünkü, örtü kalın dahî olsa, bundan kaçınma mümkün
değildir" der. [587]
Kitabımızın
"Kadın elbisesinin belirlenebilen özellikleri" başlığı altında da
bahsettiğimiz gibi, "Dar elbiseler giyen kadını Allah Resulü çıplak
saymış ve cehennemlik olduğunu" bildirmiştir. [588] Hz.
Ömer, halka dağıttığı bir çeşit elbisenin vücut hatlarını belli edeceği
gerekçesi ile kadınlara giydirmemesini emretmiş [589] ve
"Kettan ve Kubâtî'yi kadınlarınıza giydirmeyin; bunlar şeffaf değildir
(cildin rengini göstermez), ama şeklini belirtir" [590]
demiştir. Serahsî buna dayanarak, "Kadının vücûduna yapışan ve şeklini
belli edecek şekilde bedenini vasfeden elbisesiyle de kadına
bakılamayacağını" söyler. [591] Bu
konuda buraya kadar söylenenleri, fıkıhçıların diliyle şöylece özetleyebiliriz:
Elbisenin ince
(şeffaf) olmasında ölçü olarak "tenin rengini belirtmesi"
gösterilmiştir. Dışarıdan bakıldığında elbisenin içinden insanın teni
görünüyorsa -elbise ister kalın, ister ince olsun- böyle bir elbise ile setr-i
avretin hasıl olmayacağı belirtilmiştir. [592]
Elbisenin dar olmasına
gelince, Halebî Sağir'de elbise kalın olsa (teni belirtmese) ancak uzva yapışsa
ve uzvun şeklini alsa, bu durumda örtme hasıl olduğu için menedilmemesi
gerekir, denir. [593]
Haşiyesi Hilye'de ise "uzvun şeklini alsa" sözü, "aynen uzvun
şekli görünür hale gelse, bu durum namazın cevazına mani değildir" diye
açıklamıştır.
İbn Abidîn,
"Yabancı kadının çarşafına (mulâe) şehvetle bakmak haramdır" sözünü
açıklarken şöyle diyor: "Zehîre ve diğerlerinden, daha önce de
zikrettiğimiz gibi, eğer kadının üzerinde elbise olsa -vücuda yapışık olup
altını göstermedikçe- cesedini teemmülde bir beis yoktur. Çünkü bu durumda
kadının elbisesine ve kametine (boyuna) bakılmış olur. Tıpkı içinde kadın
bulunan çadıra bakması gibi. Ama elbise altını vasfediyorsa o zaman uzuvlarına
bakmış olur. Bu husus, "şehvet olmaksızın bakma" şeklinde kayıtlanmalıdır.
Şehvetle bakılırsa mutlak olarak men edilir. İllet, -Allahu a'lem- fitne
korkusudur. Çünkü şehvetle çarşafına (mülâe) veya elbisesine bakmak, boy-bosuna
vb. düşünmek, kişiyi kadınla konuşmaya, sonra da başka davranışlara itebilir.
İlletin, zaruret yok iken helâl olmayan şeyle yararlanma olması da
muhtemeldir." [594]
Kibir için giyilen
kıyafetin ölçüsü var mıdır? Bir zaman ve bölgede kibir alâmeti sayılan giysi,
başka yer ve zamanda böyle sayılmıyorsa hüküm ne olacaktır?
Cevap: Kibir
için giyilen elbiseye bir ölçü tayin etmek zordur. Bayağı elbiselerle insan
kibre kapılabileceği gibi, çok değerli elbiselerle kibir duymadığı da olabilir.
Allah Resulü, kalbinde
zerre miktarı kibir olanın Cennete giremeyeceğinden haber verirken, elbise ve
benzeri şeylerin güzel olması insanın hoşuna gider diyen sahabiye de, "Bunlar güzel şeylerdir. Allah güzeldir,
güzeli sever. Fakat kibir, Hakkı tanımamak ve insanları hakir görmektir"
buyurmuşlardır. [595]
Aynı anlamda İbn
Hacer, "izarını kibirle çekene Allah rahmetle nazar etmez" hadis-i
şerifini şerh sadedinde şöyle der:
"Bu konudaki
delillerden anlaşılan şudur ki, Allah'ı düşünerek, O'na şükrederek, kendisi
gibi olmayanları hakir görmeksizin, üzerinde Allah'ın nimetini izhar gayesiyle
giydiği güzel elbiseler, son derece değerli olsalar bile, mubah olan şeyler
oldukları sürece kişiye zarar vermez." [596]
Nevevî de,
"Hadisin zahiri, elbiseyi kibirle çekmekle mukayeddir. Bu da haramilğin
kibre bağlı olduğunu gösterir. Şafiî de bunu böyle tasrih etmiştir" der. [597]
İzz b. Abdisselâm,
"Kesinlikle riyaya düşmeyeceğinden eminse, âlim ve sâlihlere has
elbiseleri giymekte bir beis yoktur. Ama bu konuda endişeli ise, âlîm ve sâlih
olsa bile, bu özel kıyafetleri terketmeli" [598]
derken kibrin elbise şeklinden çok, kişinin niyetiyle alâkalı olduğunu
anlatır.
Ebu'l-Abbas el-Kurtubî
de bu sadedde, "Kişinin nefsini beğenmesi (kibir) Rabbi'nin nimetlerini
unutmak, kendisini kâmil ve güzel mülâhaza etmektir. Eğer kendini yüceltip
başkasını hakir görürse, işte mezmûm kibir budur." [599]
Hidâye'de,
"Terini, abdest ıslaklığını vb. silmek için taşıdığı mendil, bîr çeşit
büyüklenme ve kibirlenme olduğundan mekruhtur" dendikten sonra,
"Kibir için değil de, ihtiyaca binaen taşınsa mekruh değildir"
denmektedir. [600] Kibrin olmayışını
"elbiseyi giydikten sonra da giymeden önceki psikolojik hal üzere
olma" şartıyla belirlemeye çalışan İbn Abidin ise, daha net bir sınır
çizer. [601]
Ancak işin ifratı ve
tefriti, zannı gâlible kibre medar olacağından, ya haram ya da mekruh görülmüş
ve Allah Resûlü'nün, "kim şöhret
elbisesi giyerse, kıyamet günü Allah ona horluk elbisesi giydirir; sonra da
onun içerisinde ateşe atılır" [602]
hadisi şerifleri bu konuda delil gösterilmiştir.
Selef, şöhret
elbisesini en lüks ve en paspal olmak üzere işin iki ucu olarak anlamıştır. [603] Bu
yüzden (hoş karşılanmayan bir beldede) yamalı elbise giymenin şer"an
mekruh olduğu, bunun, zühdünü izhar için giyilmesi ve talep aracı olarak
kullanılması halinde ise, haram bile olabileceği söylenmiştir. [604]
İzz b. Abdisselâm,
"Yenleri uzun tutmak sünnete muhalif bir bid'attir ve israftır" demiş
[605],
Kâdî lyâz da ulemâdan naklen, "Elbisede ihtiyacı ve mutad olanı aşan
uzunluk ve genişlik gibi herşeyin mekruh olduğunu" söylemiştir. [606]
Allah Resulü,
elbisesini kibirle çekene Allah'ın rahmetle bakmayacağını söylerken, Hz. Ebu
Bekir'in elbisesinin sarkık olduğunu söylemesi üzerine, Resûlullah "Sen bunu kibirden ötürü yapmıyorsun"
buyurmuştur. [607]
Çalışan kadınlar
örtünmekte câriye ile bir tutulamaz mı? Cariyenin açılmasına dört mezhepte de
müsaade ediliyor. Bu bir nassa mı dayandırılıyor, yoksa sahâbi sözüne mi? Bir
zarurete dayan dinliyorsa, aynı zaruret bugün için geçerli değil midir?
(Çalışan kadınlar vb. için)
Cevap:
Cariyelerin avretlerinin erkeğin avreti gibi sayılmasının delilleri şunlardır.
a- el-Ahzâb,
59. "...Mü'minlerin kadınlarına da
söyle, cilbâblarını üzerlerine sarkıtsınlar..." âyet-i kerîmesi. Allah
Teâlâ bu âyet-i kerîme ile,
hür kadınların cariyelerden ayrılması için cilbâb edinmelerini emretmiştir. [608]
Nüzul sebebi de bunu gerektirir. Binaenaleyh, cariyeler bu hükme dahil
değildirler. [609]
b- Hz. Ömer
başını örten bir câriye gördüğünde, ona sopasıyla vurarak, "başörtüsünü
at! A kokmuş!" demesi. [610]
Bazı rivayetlerde "Hür kadınlara benzemek mi istiyorsun?" ilâvesi de
vardır.
c- Enes,
"Ömer'in cariyeleri misafirlere, başları açık, bedenleri oynak halde
hizmet ederlerdi [611]
demesi.
Bu deliller her ne
kadar cariyenin avretini tayinde muknî değilse de, bu sahabî uygulamasına ihtilâf
bilinmemekte ve mesele böylece hükmî bir icma halini almaktadır. İbn Hazm, İbn
Kayyim el-Cevziyye ve Ebû Hayyân gibî âlimlerin daha sonraki ihtilâfları icma'ı
bozar nitelikte değildir.
Ancak Hanbeli
el-Makdisî, "Biriniz cariyesini
kölesine, ya da ücretle çalıştırdığı adamına nikahlarsa, artık onun avretine
bakmasın. Çünkü, onun göbekle diz kapağı arası avrettir" mealindeki
Darekutnî hadisini, cariyenin avretine nas kabul eder ve bu hadiste avretinden
sözedilenin, câriye olduğunu söyler. [612] Aynı
hadis, el-Muğnî'de de sözkonusu edilmiştir. [613]
Bu konuya cariyenin ev
dışında çalışma zorunluluğundan dolayı açılma zaruretinin bulunması da deli
olarak gösterilmişse de bu Hidâye sahibinin âdeti olduğu üzere, menkul delillere
ma'kulle de destek arama [614]
kabilinden olsa gerektir. İlletin zaruret olduğunu kabul etsek bile, bu câriye
için olan zaruret şeklinde kayıtlanmalıdır. Tıpkı namazın kasrına sebep olan
meşakkatin, mutlak meşakkat değil de, seferdeki meşakkat olduğu gibi.
Binaenaleyh, zarureti
ortak illet kabul edip, kıyas yoluyla, bugünün çalışan kadınlarını da onlar
gibi saymamız imkânsızdır. Bu imkânsızlığın bir sebebi daha vardır:
Bilindiği gibi kıyasın
şartlarından birisi, fer'in, aslın benzeri olmasıdır. [615] Bu
konuda bu şart mevcut değildir. Zira cariyenin birçok hususlarda hür kadının
yarı hakkına sahip olduğu başka naslarla sabittir.
Kıyasın bir başka
şartı da, fer'in hakkında nas bulunmamasıdır. [616]
Halbuki, hür kadınların herhangi bir zaman ve mekânla kayıtlı olmaksızın
kapanmalarına âmir bir sürü nas vardır. Binaenaleyh, böyle bir kıyasın ma’a’I-fârık
olacağı açtktır. [617]
Sarık, sakal, bıyık
bir örf müdürler, yoksa İslâmî şi’âr mıdırlar?
Cevap: Bu
soruda adı geçen sakal, bıyık ve sarığı ayrı ayrı ele almak gerekir:
a- Sarık:
Sarığı, namaz sarığı şeklinde düşünmek gerekir. Ancak hemen kaydedelim ki,
sarıkla kılınan namazın faziletinden bahseden
bütün hadisler, ya "Mevzudur, ya da "Sabit değildir" damgasını
yemişlerdir. Fakat bu, sarıkla namaz kılmanın memnu' olduğu ya da genel olarak
sarığın şiar olmadığı anlamına gelmez. Gerçi namazın bir sünneti olduğunu
söyleyenler de vardır. Nitekim Allah Resûlü'nün sarıkla namaz kıldığı
sabittir. Bahsi geçen görüş sahipleri de bunu sünnet derecesinde
değerlendirmişlerdir.
Fakat genel olarak,
sarığın bir İslâm şiarı olduğunda çoğunluk müttefiktir. Bazan hadis olarak,
bazan da Hz. Ali'ye nisbeten söylenen, "Sarık Arabın tacıdır"
anlamındaki, sangı kavmî bir şiar olarak gösteren haber ve bütün benzerleri,
mevzuat kitaplarında yer alır ve hepsinin zayıf olduğu söylenir. [618]
Ebû Davud'un ve daha
başkalarının rivayet ettikleri:
"Müşriklerle
bizim aramızdaki fark, kalansüveler üzerindeki sarıklardır" hadis-i
şerifi, her ne kadar sahihlik derecesini ihraz etmiş değilse de, birçok
rivayetlerle desteklendiği için, zayıf olarak da görülmemiştir. Meselâ Süyûtî,
mezkûr hadisi andıktan sonra, Beyhakî'nin rivayet ettiği "Sarık sarın, sizden önceki milletlere
muhalefet edin" hadisi ve yine Beyhakî'nin tahrîci olan, "Size sarık gerekir, çünkü o meleklerin
simasıdır (görünümüdür)" hadisini buna şahid olarak zikreder. [619] İbn
'Asâkir, Tarihinde İmam Mâlik'in, "Sarığın terki uygun olmaz. Ben daha yüzümde
tüy bitmemişken sarık sardım" [620]
sözünü nakleder.
İmam Suyûtî, sadece
siyah renkle alâkalı bir sadette ve tek bir yerde, Resûlullah'ın ve sahabenin
sarık giydiklerine dair elliye yakın
rivayeti verir. [621]
Keza Hz. Cebrail'in sarıklı olarak indiği meleklerin sarıklı olarak yardıma
geldikleri hakkındaki rivayetler de sarığın bir şiar olduğunu gösterir. [622]
Yine Resûlullah'ın
kendisini temsilen gönderdiği kimselere bizzat kendi eliyle sarık sarması [623]
şeklî temsilin de matlup olduğuna bir delildir.
El-Münâvî, "Sarık
peygamberlerin sünneti, nebilerin de sâdâdın âdetidir' der.
İbnü'l-Arabîde
"Sarığın, başın sünneti, peygamberlerin ve sâdâtın âdeti" olduğunu
söyler.
Sarığın vazgeçilmez
bir şiar olduğundandır ki, yahudiler ve hıristiyanların da sarık giymeleri
halinde, onlara muhalefetin, sarığı terkle değil, rengini değiştk tutmakla
olduğu söylenmiştir.
Aliâme Muhammed Bahît
bu konuda yazdığı müstakil bir risalede, sarık hakkındaki haber ve
uygulamaları naklettikten ve Abdullah b. Ömer'in "sarık sünnet
midir?" sorusuna "evet!" cevabını verdiğini naklettikten sonra,
"Bütün bunlardan anlaşılmış, oldu ki, sarık giymek bir sünnettir; sarık
müslümanların şiârıdır; müslüman başkalarından onunla ayrılır" hükmünü
veriyor. [624]
b. Sakal:
Sarığa göre daha özel bir durum arzeder. Zira sakalın bırakılması ve
salıverilmesi hususundaki hadis-i şerifler, son derece sahih olmaları yanında,
sayıca da çoktur. Sakalı âmir olan
bu haberlerden başka Müslim, Ebu Davud ve daha başkalarının rivayet ettikleri
ve on şeyin fıtrattan olduğunu bildiren sakalı da bunlardan birisi sayan hadis-i
şerifi [625] kanaatimize göre sakalın
bulunması gerektiği hususunda şüpheye mahal bırakmayacak kadar açıktır. Yani,
sakal fıtratın gereğidir. Bir başka deyişle, Allah'ın kendi yaratışı olarak
görmek istediği şeklin de tamamlayıcısıdır. Kadının saçına saç takması,
kaşlarını alması, vücutta kalıcı döğmelerle süslenmeler yapması... hep fıtratı
bozdukları gerekçesiyle yasaklanıyor, lânet ediliyor; dişlerini güzellik için
seyrelten, keza yaratılış yani fıtratı bozduğu için lanete uğruyor. [626]
Sakal da fıtrattan olduğuna göre, aynı gaye ile traş edilmesi, onlar gibi
nehyedilmiş olur.
Ebu Davud sârini
Mahmud Muhammed Hattâb es-Sübkî, sakalı emreden on kadar sahih hadis
zikrettikten sonra, aksine deill olmadığı için, bu emirlerin vücûb ifade
ettiğini, bu yüzden sakalı kesmenin dört mezhebe göre de haram olduğunu
söyler. [627] Daha sonra da dört
mezhepten çeşitli fukahanın görüşlerini naklederek, söylediklerine destek arar.
Keza bir kabzeden az olan sakalından almanın muhanneslik ve bazı Mağribliler'e
benzemek olduğunu, bir kabzeden fazlasının ise alınması gerektiğini
delilleriyle anlatmaya çalışır. [628]
c. Bıyık:
Bıyık çoğu zaman sakalla beraber zikredilmiş ve bıyık için bazen
"Kass" bazen de "ihfa" istenmiştir. Birisi kısaltmak,
diğeri ise tamamen kesmek demektir. Meselâ Tahavî, bıyığı
kısaltamanın güzel, kazıtmanın ise sünnet
olduğundan daha güzel olduğunu söylemiş, İbnü'l-Kasım da Mâlik'ten kazıtmanın
müsle olacağını, ihfayı aşırı kısaltmak şeklinde anlamak gerektiğini bildirmiştir.
Binaenaleyh, bıyığı kesmekle, dudakları kapatmamak üzere uzatmak arasındaki
tercih kişiye aittir denebilir. Ya da her iki emre imtisal için bazan kesip
bazan kısaltmak tavsiye edilebilir. [629]
Ancak bütün bunlar, sakalla beraber olarak düşünülen bıyığın durumudur. Sakal
yokken bıyığı da kazımak, kadına benzemek sayılacağından, muhanneslik olması
itibariyle ikinci bir mahzurlu iş olmalıdır. [630]
Kıyafet, müslümanlar için
alâmet-i farika olmalı mıdır?
Cevap:
Kıyafetin ayırıcı unsur olması meselesi, tersine dönen şartlar muvacehesinde,
derinlemesine incelenecek bir konudur. İslâm'ın kültürüyle ve kısaca her
şeyiyle hakim olduğu zamanlarda, gayr-i müsümlerin giyim kuşamlarında, bineklerinde,
eğerlerinde, başlıklarında... müslümanlardan ayrılmaları sağlanır ve zorunlu
kılınır idi. Buna da Hz. Ömer'in itirazsız hüsn-ü kabul gören uygulamaları
esas teşkil ederdi. Bu ayırım gar-i müslümleri küçültme ve müslümanların
zayıflarını onlardan meftun olmaktan koruma gayesiyle yapılırdı. Hîdâye şerhi inâye'de:
"Dînî bütün
olmayan müslümanların gözünde büyüyüp de, müslümanlar onların geniş hayat
seviyeleri sebebiyle küfre meyletmemeleri için" giyim-kuşamda ayrı
tutuldukları kaydedilir. İbn Hümâm daha açık bir ifade ile "Müslümanın
kâfirden ayrıldığı bir yönü olması zorunluluğu vardır. Tâ ki saygı ve ta'zimde
kâfir, müslüman gibi muamele görmesin. Ya da bir kâfirin ansızın ölmesi
halinde, üzerine namaz kılınma durumu olmasın" [631]
der.
İbn Teymiyye:
"Müşriklerle bizim aramızdaki fark,
kalensüveler üzerine sarık giymektir" hadis-i şerifini şerh sadedinde:
"Bu, açıkça
gösteriyor ki, müslümanın elbisede de müşrike muhalefet etmesi, şâr'i
tarafından matlub olan bir şeydir. Zira sarık olmasa bile fark, zaten amelde
ve itikatta mevcuttur. Eğer matlub olmasaydı, bunda bir fâide olmazdı [632]
der.
Hz. Ömer, Yahudilerle
yaptığı anlaşmada, giyim kuşamlarında müslümanlara benzememeleri şartını kabul
ettirmiş, anlaşmayı öyle yapmıştır. [633]
Diğer yönden, teşebbüh
kesinlikle yasaklanmışken, elbisenin ayırıcı bir unsur olmaması zaten mümkün
görülemez. Ancak başta da söylediğimiz gibi zamanımızdaki durum, (müslümanların
hakim pozisyonda olmaması) itibarıyla değişiklik arzeder. Bunun izahı da en
azından şu anda bizi aşan bir meseledir. [634]
Avret konusunda diğer
mezheplerden yararlanılabilir mî? Açılma konusunda dört mezhebin dışındaki
mezheplerde farklı görüş var mıdır? (Şia ve Zâhiriyye gibi)
Cevap:
Avretin sınırları konusu naslarla sabit olduğu için, dört mezhebin dışındaki
mezheplerde de durum aşağı-yukarı aynıdır.
Zâhiriyye mezhebinde
yabancı erkeğe karşı kadının elleri ve yüzü müstesna, bütün bedenî avrettir.
Zira Allah fercin hıfzını farz kıldığı gibi, bunun yanıbaşında gözü korumayı da
farz kılmıştır. Bu hüküm 'âmm'dır. Ancak sahih bir nas ile tahsis edilebilir.
Bu nas da sadece, evlenme kasdıyla bakıldığında elleri ve yüzü istisna
etmiştir. Ancak, kadının mahremi olan erkeklere, kadınlara ve erkeğin de
erkeklere karşı avreti sadece ön ve arkadan ibarettir.
Zeydiyye mezhebinde
kadının yabancıya karşı eli ve yüzü dahil her yeri avrettir. Kadının şehvet
duyabilecek yaşa gelmiş çocuklardan dahi örtünmesi farzdır.
"İbâdiyye'de ise,
yabancı kadının et ve yüzü dışındaki yerlerine bakmak, haramlığından öte,
abdesti dahi bozar.[635]
Ancak, şahsen ehl-i
sünnetin, bu konuda başka mezheplerden görüş arayacak kadar zaruret içerisinde
olduğu kanaatinde değilim. Asr-ı saâdet'ten bugüne, ne kadın ve erkeğin
tabiatlarında, ne de ihtiyaçlarında bir değişiklik olmuştur. Cihanşümul ve
ahkâmı kıyamete dek sürecek olan bir dinin orta yolu olan ehl-i sünnet
mezheplerinin çaresiz kaldığı, ya da görüşlerinin geçerliliğinin sona erdiği
bir mesele düşünülemez. Binaenaleyh, ortada bir zaruret meselesi yoktur ki,
başka türlü bir çâre aransın. Aksi halde bu çığırın da sınırını tayin zor olur.
O takdirde birisi çıkıp pekâlâ şöyle diyebilir:
İki hafta önce bir
gazetenin verdiği habere göre, Türkiye'de 338 bin hayat kadını icra'yı faaliyet
etmektedir. Bu durum büyük bir zaruret halini almış ve umumî bir belvâ
oluşturmuştur. Binaenaleyh bunca kadını bu işten vazgeçiremeyeceğimize göre,
Şîa mezhebindeki mut'a nikahını tatbik etmek suretiyle, bu kadınları ve bunun
birkaç katı erkeği zina etmekten kurtarmış oluruz. Bu, nasıl hiçbir akıllının
kabul edemeyeceği bir yolsa, diğeri de aynıdır. [636]
Sonraları Hz. Ali'ye
giydirdiği "es-Sehâb=Bulut" adında bir sarığı vardı. Sarığın altından
takke (kalensuve) giyerdi. Takkeyi sarıksız, sarığıda takkesiz giydiği olurdu.
Sarık giydiği zaman ucunu iki omuzu arasından sarkıtırdı. Nitekim Müslim
"Sahih"inde 'Amr b. Hurays'ten şunu nakleder:
"Allah Resulünü
minberde, başında siyah bir sarık varken gördüm. Sangın iki ucunu iki omuzu
arasına sarkıtmıştı." Yine Müslim'in Câbir b. Abdillah'tan bir rivayeti de
şöyledir:
"Allah Resulü
Mekke'ye, başında siyah bir sarık varken girdi."
Câbir hadisinde
sarığın sarkan ucunun (zü'abe) zikredilmesi, Allah ve Resûlü'nün onu her zaman
omuzları arasında sarkıtmadığını gösterir.
"Mekke'ye
girdiğinde üzerinde harp levazımatı (ühbetü'l-kıtâl) ve başında miğferi
vardı" rivayetleri de vardır ki, bu da her yerde, oraya münasip şeyler
giydiğini gösterir.
Üstadımız Ebu'l-Abbas
b. Teymiyye (kr) sarığın sarkan ucu için çok ilginç bir şey anlatırdı:
"Allah Resulü
bunu, Medine'de rüyasında Rabbü'l-İzzet'i gördüğü gecenin sabahında
uygulamıştı. Rüyası şöyle idi:
"Allahü Tealâ
bana, "Yâ Muhammed, mele-i A'lâ hangi konuda münakaşa ediyor biliyor
musun?" diye sordu. "Bilmiyorum" dedim. Bunun üzerine elini iki
omuzum arasına koydu, ben de yerle gök arasında olup bitenleri bildim."
Hadis Tirmizî'dedir.
Buharî'ye sorulduğunda sahih olduğunu söylemşitir.
İşte Allah Resulünün,
sarığının ucunu omuzları arasından sarkıtması bu yüzdendir ve bu, cahillerin
dillerinin kabule yanaşmadığı ilimler cümlesindendir. Ancak, sarığın ucunu
sarkıtma konusunda bu faydanın ondan başkası için geçerli olduğunu sanmıyoruz.
Uzun gömlek (kamîs)
giydi. En çok sevdiği elbise de gömlekti. Gömleğinin yeni bileğine kadardı.
Cübbe ve yırtmaçlı
kaftan (ferrûc) ve ferace giydi. Kapama tabir olunan kaftan da giydi.
Seferde yenleri dar
bir cübbe giydi. Peştemal (izar-fota) ve üsttük (rida) giydi.
Vâkidî:
"Ridâsının ve hırkasının (bürd) [637]
ebadı, altı zira'a üç zira' ve bir karış idi." İzârı "Umman dokuması
ve dört zira' bir karış uzunluğunda, iki zira' bir karış genişliğinde idi"
der.
Kırmızı bir hülle (alt
üst takım) giydi. Hülle izâr ve ridâdan ibarettir ve ancak iki elbiseye birden
verilen isimdir. Fakat bu hüllenin, başka renginin karışmadığı, sade kırmızıdan
olduğunu zannedenler yanılmışlardır. Bu "Kırmız Hülle" diğer Yemen
hırkaları gibi kırmizı-siyah çizgiler halinde dokunan iki Yemen hırkasından
ibarettir. Üzerinde kırmızı çizgilerin bulunması itibarıyla bu adla
bilinmektedir. Yoksa sade kırmızı, son derece yasaklanmıştır. Buharînin
"Sahih"inde:
"Allah Resulü
kırmızı atkıları (meyâsir) yasakladı" rivayeti vardır. Ebu Davud'un
"Sünen"inde ise şunlar mevcuttur:
Abdullah b. Amr'dan: "Allah Resulü üzerimizde usfurla kırmızıya boyanmış tek en bir
örtü (rayta) gördü de, "Nedir bu üzerindeki rayta?" dedi.
Hoşlanmadığını yüzünden hemen anladım. Derhal aileme gittim. Fırını
yakmışlardı. Onu fırına atıverdim. Sonra ertesi gün geldiğimde Allah Resulü,
"Abdullah, o örtüyü ne yaptın?"
dedi. Yaptığımı anlatınca, "Keşke
onu hanımlarından birine giydirseydin, çünkü onu kadınların giymesinde mahzur
yoktur" buyurdular." Müslim'in "Sahih"inde de yine aynı
raviden şu rivayet mevcuttur:
"Allah Resulü, üzerimde usfurla boyanmış iki
elbise gördü de "Bu, kâfirlerin elbiselerindendir, bunları giyme"
buyurdular."
Yine Müslim'in
"Sahih"inde Hz. Ali'den şu rivayet vardır:
"Allah Resulü
usfurla boyanmış elbiseyi yasakladı."
Usfurla ancak kırmızı
boyanın yapılacağı bilinen bir şeydir.
"Sünen"lerin
birinde de şu rivayet vardır:
Ashab bir seferde
Allah Resulü ile beraber bulunuyordu. Develerinin üzerierinde kırmızı yollu
elbiseler gördü de, "Bu kırmızının
size hakim olmasını uygun görmüyorum" buyurdu. Biz de Allah Resûlü'nün
bu sözü üzerine öyle çabuk kalktık ki, bazı develerimiz ürktü, hemen o
elbiseleri onlardan soyup çıkardık. (Ebû Davud)
Kırmızı elbise, çuha
ve benzeri şeyler giymenin caiz olduğu tartışma götürür. Mekruh oluşu ise çok
kuvvetlidir. Artık nasıl olur da Allah Resûlü'nün saf kırmızı giydiği
düşünülebilir? Halbuki Allah O'nu bundan kurtarmıştır. Allah'u âlem bu fikir,
"Kırmızı Hülle" denen elbisesinin varlığından kaynaklanmaktadır.
Desenli ve sade aba
(dikdörtgen siyah elbise, hamîsa) giydi.
Siyah elbise giydi.
Eteği simli atlasla
(sündülüs) geçilmiş kürk giydi.
İmam Ahmed ve Ebu
Davud, kendi senetleriyle Enes b. Mâlik'ten yaptıkları nakilde şunu
kaydederler:
"Rum Kralı, Allah
Resulüne ince atlastan uzun yenli bir kürk (mesteka) hediye etti. O da giydi.
Ellerinin açık kaldığını görür gibiyim."
el-Esma'î,
"Mesteka"ların uzun yenli kürkler olduğunu söyler.
el-Hattâbî:
"Bu (mesteka), eteği ince atlasla geçilmiş olanlara benzemeli; çünkü kürk
ince atlastan olmaz" der.
Bir başka bölüm
Donlar (sirval) satın
aldı. İfadenin zahirine bakılırsa, giymek için satın almıştır. Birçok hadiste
don giydiği nakledilmektedir. Sahabe de O'nun izniyle don giymişlerdi.
Mest giydi.
"Tâsûme" adı
verilen ayakkabı giydi.
Yüzük taktı. Ama yüzük
sağ elinde mi idi, yoksa sol elinde mi idi? Bu konudaki hadisler muhteliftir.
Ancak hepsinin senedi sahihdir. "Hûze" dedikleri çelik başlık
(beyda-eşk) ve "zerdiyye" (örme zırh) giydi.
Uhud günü üstüste iki
zırh giydi.
Müslim'in
"Sahih"indeki bir rivayette:
"Ebubekir'in kızı
Esma, "Şu, Allah Resûlü'nün cübbesidir" dedi ve yumuşak atlas
ilaveli, Kisralarınki gibi taylasan cinsinden bir cübbe çıkardı.Yırtmacının iki
yanı atlasla şeritlenmişti. "Bu, ölünceye dek Aişe'nin yanında idi"
dedi. "O ölünce ben aldım. Allah Resulü bunu giyerdi. Biz bunu hastalar
için yıkıyoruz ve bundan şife umuyoruz."
Allah Resûlü'nün iki
yeşil hırkası vardı. Siyah bir kisâsı (elbise), kırmızı keçe bir kisâsı bir de
tiftikten bir kisâsı vardı.
Gömleği pamuktandı;
boyu ve yenleri kısa idi. Kabarık bulutlar gibi bu geniş ve uzun yenlere
gelince, bunları ne O giydi, ne de kesinlikle sahabeden birisi giydi. Bunlar
O'nun sünnetine muhaliftir ve câiz olmaları tartışma götürür. Çünkü bunlar
gösteriş cinsinden şeylerdir.
En çok sevdiği elbise,
uzun gömlek (kamîs) ve yol yol işlemeli hırka idi. (Hibara) Bu sonuncusu, bir
nevî hırka olup, renginde kırmızılık vardır.
En çok sevdiği renk
beyazdı. "En iyi elbiseniz budur,
bunu giyin; ölülerinizi de bununla kefenleyin" buyurdu.
Hz. Aişe'den gelen
sahih bir haber şöyledir:
"Aişe, keçe bir
kisâ (elbise) ve kaba bir izâr (peştemal) çıkardı ve:
"Allah Resûlü'nün ruhu, bu iki elbisenin
içinde iken kabzedildi" dedi."
Altın yüzük taktı;
sonra bunu attı ve altın yüzük kullanmayı yasakladı. Sonra da gümüş yüzük
edindi ve onu yasaklamadı. Fakat Ebu Davud'un rivayet ettiği ve:
"Allah Resulü bir
takım şeyleri yasakladı" diye başlayıp, bunlar arasında "Sulta
sahibi olanlardan başkasının yüzük takması..."nı da ihtiva eden hadisin
ne durumunu biliyorum, ne de yönünü, Allahu âlem.
Yüzüğünün taşını, el
ayası tarafında tutardı. Tirmizi, helaya girdiğinde yüzüğünü çıkardığını
zikreder ve bu haberi sahih sayar. Ebû Davud ise münker görür.
Taylasan'a (şal) [638]
gelince, ne kendisinin, ne de ashabında birinin giydiği hakkında herhangi bir
nakil vardır. Aksine Müslim'in "Sahih"inde, en-Nüvvâs b. Semân
hadisi mevcuttur ki, şöyledir:
"Allah Resulü,
Deccâl'ı andı ve buyurdu ki, 'Onunla
beraber, üzerlerinde taylasanlar olan yetmiş bin İsfahan Yahudisi de çıkacaktır'."
Enes de, üzerlerinde
taylasanlar olan bir grup görmüş ve "Hayber Yahudilerine ne kadar da
benziyorlar" demiştir. Bu noktadan hareketle, ayrıca Ebû Davud'da ve Hakim'in
"Müstedrek"inde İbni Ömer'den rivayet edilen, "Kim hangi kavme
benzerse onlardandır" hadis-i şerifi ife, Tirmizî'deki, "Bizden başka
bir kavme benzeyen bizden değildir" hadis-i şerifini de gözönünde
bulundurarak seleften ve haleften bazıları taylasan giymeyi mekruh
saymışlardır.
"Hicret"
hadisinde ifade edilen, "Öğle sıcağında Allah Resulü başörtüye bürünmüş
olarak Ebubekir'e geldi" meselesi ise, Allah Resulü bunu ihtiyaca binaen o
saatte korunmak gayesiyle yapmıştır, şeklinde anlaşılmalıdır. Yoksa başörtü
bağlamak O'nun âdetinden değildi. Ancak Enes de Allah Resûlü'nün başörtüyü
çokça kullandığını zikreder. Bu da, Allahu a'lem, sıcak ve benzeri şeylerden
ötürü, ihtiyaca binaen yapılmış olmalıdır. Hem başörtü kullanmak, taylasan
giymek demek değildir.
Kendisinin ve
ashabının çoğunlukla giydikleri pamuklu dokumalardı. Yünden ve ketenden
dokunanları da giydikleri vardır.
Ebû İshak el-İsfehânî,
Câbir b. Eyyûb'den sahih bir isnadla şunları zikreder:
"es-Salt b.
Râşid, üzerinde yünden mamul bir cübbe, bir izar ve bir de sarık olduğu halde
Muhammed b. Sirin'in yanına girdi. Muhammed tiksintili bir ürperişle,
"Zannediyorum bir takım insanlar Meryem oğlu İsa giydi diye yün
giyiyorlar. Benim bizzat gördüğüm kimseler bana, Allah Resûlü'nün keten, pamuk
ve yün giydiğini anlattılar. Bizim peygamberimizin sünneti uyulmaya daha
lâyıktır" dedi."
İbnü Sirîn'in bundan
kastı şu idi:
Bazı gruplar yün
giymenin daima başka şeyler giymekten efdal olduğu görüşünü taşıyorlar
ve onu diğerlerine tercih edip, başka şey
giymeyi kendilerine yasaklıyorlardı. Keza, elbise çeşidi olarak tek bir tipi
yeğliyor, bîr takım görünümleri, vaziyetleri ve şekilleri seçerek, onlardan çıkmayı
münker sayıyorlardı. Halbuki münker, onlara bağlı kalmak, onları korumak ve
onlardan ayrılmayı kabul etmemekti.
Doğrusu, yolların en
efdalt, Allah Resûlü'nün sünnet kıldığı, emrettiği, teşvik ettiği ve devamlı
üzerinde bulunduğu yoldur. O da:
Bazen yünden, bazen
pamuktan, bazan da ketenden olmak üzere mümkün olanı giymesi şeklindeki
uygulamasıdır.
Yemen hırkaları
(Bürd-i Yemân?) giydi. Yeşil hırka giydi. Cübbe, kaftan (kaba kapama), gömlek,
don (sirval), izâr, ridâ, mest ve ayakkabı giydi. Sarığının ucunu bazan arkadan
sarkıttı, bazan sarkıtmadı.
Sarığını çenesi
altından doladı.
Yeni bir elbiseye
kavuşunca, onu kendi adıyla söyler ve:
"Ya Rab! Bu gömleği, ya da ridâyı veya sarığı
bana Sen giydirdin. Senden bunun ve kendisi için yapıldığı şeyin hayrını istiyorum.
Bunun ve kendisi için yapıldığı şeyin şerrinden de Sana sığınıyorum"
derdi.
Gömleğini giydiği
zaman sağından başlardı. Siyah tiftik giydi. Nitekim Müslim
"Sahih"inde Hz. Aişe'den şunu nakleder:
"Allah Resulü,
üzerinde siyah tiftikten yollu bir aba (murtun murahhal) varken çıktı."
"İki
Sahih"te de Katade'den şu rivayet vardır:
"Enes'e Allah
Resûlü'nün en çok sevdiği elbise hangisidir?" dedik. "Hibara"dır
(Yemen malı bir nevi hırka) cevabını verdi. Çünkü onların elbiselerinin çoğu
Yemen dokumalarındandi. Zira Yemen onlara yakındı.
Zaman zaman Şam'dan
gelen elbiseler, Mısır'dan gelen ketenden mamul ve Kıptîler'in dokuduğu Kubatî
gibi elbiseler giydikleri de olmuştur.
Nesaî'nin
"Sünen"inde "Hz. Aişe'nin Allah Resûlü'ne yünden bir hırka
yaptığı O da onu giydiği ve terleyince yün kokusu duyduğundan çıkarıp
attığı..." rivayeti mevcuttur. O güzel kokuyu severdi.
Ebû Davud'un
"Sünen"inde Abdullah b. Abbas'ın:
"Allah Resûlü'nü
çok güzel bir hülle (takım izâr-ridâ) ile gördüm" dediği, Nesai'nin
"Sünen"inde Ebu Ramse'nin, "Allah Resûlü'nü üzerinde iki yeşil
hırka varken hutbe irad ettiğini gördüm" dediği nakledilir. "Yeşil
Hırka" üzerinde yeşil çizgiler bulunandır. Tıpkı "Kırmızı
Hulle"nin kırmızı çizgili olduğu gibi... Binaenaleyh, bu "Kırmızı
Hulle"den sade kırmızıyı anlayanın, bu "Yeşil Hırka"dan da sade
yeşili anlaması gerekir. Halbuki bunu kimse söylememiştir.
Yastığı, içi hurma
lifi dolu bir deri idî. Binaenaleyh, Allah'ın mubah kıldığı giyecekleri,
yiyecekleri ve nikâhları zühd olsun, ibadet olsun diye kendilerine yasak
edenler ile, bunların tam karşısında, sadece lüks elbiseler giyen, sadece en
nefis yemekler yiyen, katı ve sert yiyecek ve giyecekleri, tekebbür ve gururundan
ötürü yemeyen ve giymeyen bir grup... Her iki taifenin yolu da, Allah
Resûlü'nün yoluna muhaliftir. Bu yüzendir ki, seleften bazıları elbisenin
şöhrete varacak iki ucunu hoş görmezlerdi:
En üstünü ve en alçağını...
"Sünen"de
İbni Ömer'in, Allah Resûlü'ne ref ettiği şu rivayet mevcuttur:
"Kim şöhret
elbisesi giyerse, Kıyamet Günü Allah ona horluk elbisesi giydirir, sonra da
onun içerisinde ateşe atılır." Bu, o kimsenin bununla kibir ve gurur
kastettiğindendir. Allah da bunun zıddıyla onu cezalandıracak ve horlayacaktır.
Tıpkı, elbisesini böbürlenmek için uzatanı yere batırıp, orada Kıyamete dek
çırpınmakla cezalandıracağı gibi...
"İki Sahih’'te İbni
Ömer'in şöyle dediği nakledilir:
"Allah Resûlü
buyurdular ki, kim böbürlenerek elbisesini sürütürse, Kıyamet Günü Allah ona
(rahmetle) bakmaz."
es-Sünen'de yine ondan
şu rivayet mevcuttur:
"Kim izârının,
gömleğinin ve sarığının bîr bölümünü, kibirlenerek sarkıtırsa, Kıyamet Günü
Allah ona (rahmetle) bakmaz..."
es-Sünen'de yine İbni
Ömer'in şöyle dediği nakledilir:
"Allah Resûlü'nün
izâr için söylediği, uzun gömlekte de aynen geçerlidir."
Adi elbiseler de bir
yerde övülür, bir yerde yerilir. Şöhret ve kibir için olduğu yerde yerilir.
Tevazu ve alçak gönüllülük için giyildiğinde de övülür. Nitekim yüksek
elbiselerde kibirlenme, övünme ve ululanma için giyildiğinde yerilir.
Güzelleşme (tecemmül) ve Allah'ın nimetine izhar için giyildiğinde de övülür.
Müslim'in "Sahih'inde
İbnü Mes'ud'un şöyle dediği nakledilir.
"Allah Resulü
buyurdular ki, "Kalbinde hardal
tanesi ağırlığınca kibir bulunan, Cennet'e giremeyecektir. Kalbinde hardal tanesi
ağırlığınca iman bulunan da, Cehennem'e girmeyecektir." Bir adam,
"Ey Allah'ın
Resulü! Ben elbisemin güzel olmasını, ayakkabımın güzel olmasını isterim. Bu da
kibirden midir?" dedi.
"Hayır, Allah güzeldir, güzelliği sever.
Kibir, ancak büyüklenerek hakkı kabul etmemek ve insanları küçük görmektir"
buyurdular." [639]
Soru: Bir
hayırsever, camimizi tek tip halı ile donattı. Eski halılar da fazlalık olmuş
oldu. Bu halıları imamların, müezzinlerin kullanması, ya da talebe evlerine
verilmesi veya satılması caiz olur mu?
Cevap:
Camilere bağışlanan halı, kilim, avize ve benzeri şeyler, ihtiyaç duyulmaz ve
kendilerinden yararlanılmaz hale gelince; İmam Muhammed'e göre sahiplerin ya da
sahiplerinin varislerine iade edilir, imam Ebû Yusufa göre başka bir mescide
nakledilir. [640] Halı, kilim, avize vb.
gibi gereçlerde İmam Muhammed'in, yıkılan mescidin bizzat kendisinin enkazı
konusunda da İmam Ebu Yusufun görüşüyle fetva verilir. [641]
Buna göre sözü edilen eski halıların sahipleri biliniyorsa onlara, ölmüşlerse
varislerine verilmelidirler. Bilinmiyorlarsa onların hayrına müslüman talebe
evlerine verilebilir. Ancak sahipleri bilinmesi halinde dahi onlardan izin
alınarak da buralara verilebilir. Caminin mütevellisi bulunup da onların izni
olmadan bunları İmam ya da müezzinlerin kendi evlerinde kullanmaları uygun
olmaz. [642] Çünkü bu suistimallere
yol açabilir. [643]
Soru:
Yılbaşı münasebetiyle hindi alıp satma, tebrikleşme, tebrik satma, yılbaşı
programları için sipariş edilen davetiye, kart, poşet vb. imal etme caiz midir?
Cevap: Bu
meseleyi iyi kavrayabilmek için önce şu âyet ve hadisleri gözönüne getirmek
gerekir:
1- "İyilik ve takva konusunda yardımlasın, günah
ve haddi aşmada yardım (aşmayın ve Allah'tan korkup sakının.” [644]
2- "Zulüm yapanlara en ufak meyil
göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz de
yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz." [645]
3- "O (Allah) size Kitapta: "Allah'ın
âyetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir
başka söze geçip dalıncaya dek onlarla oturmayın, yoksa sîz de onlar gibi
olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Allah münafıkların da, kâfirlerin de
tümünü cehennemde toplayacaktır" [646]
Buraya kadar olanlar
âyet mealleridir. Konuyu başkalarına benzeme noktasından ele alan sayılamayacak
kadar hadis-i şerifler vardır. Bunlardan birinin mealini vermekle
yetinebiliriz:
4- "Kim herhangi bir gruba benzeşirse o da
onlardandır.” [647]
Özellikle bu hadis-i
şerif çok önemli psiko-sosyal gerçeklere işaret eder. Şeklî benzeşmenin sonucu
itkadî benzeşmeye götüreceğini anlatır. İbn Haldun da konuyla ilgili olarak
önemli tarihi gerçeklere parmak basar. Mağluplerin galipleri taklid etme psikolojisi
yaşadıklarını anlatır. [648]
Sonuç şudur:
İnsan ancak sevdiğini,
takdir ettiği ve büyük gördüğünü taklit eder. Şeklî taklit itikadî taklide
götürür. Bu ilmi gerçeğe de dikkat çektikten sonra genel bir fıkhî kaideyi
hatırlatıp, mesele hakkında âlimlerimizin istinbatlarını (bir kısmını
verdiğimiz naslardan çıkardıkları hükümleri) nakledeceğiz. İttifakla kabul
edilen bu fıkhî kaide şudur:
"Müslümanın, bir
başka dinin şiarı (alametifarikası) olan bir fiili kendi ihtiyarı ile yapması
küfürdür."
Nevruz ve yılbaşı
kutlamaları alimlerimizce başka dinlerin ve inanç sistemlerinin şiarları olarak
görülmüş ve bu konudaki hüküm ona göre verilmiştir. Görebildiğimiz kadarıyla,
Buhara bölgesi âlimlerimizden Baytekin et-Türkmeni bu tür konularda en geniş
bilgiler veren âlimlerimizden biridir. Buna benzer meseleleri müstakil bir
kitapla anlatmış ve sözünü ettiğimiz konu üzerinde özellikle ve sayfalarca
durmuştur. "Bazı Hanefî âlimleri demişlerdir ki, adı geçen bütün bu (başka
inançların gereği olan bayram ve kutlamalara) katılan ve bundan tevbe etmeyen
onlar gibi kâfirdir. İmam Mâlikin arkadaşlarından biri de demiştir ki, nevruz
günü (o günü ta'zim için) bir karpuz kesen sanki domuz kesmiş gibidir. Dolayısı
ile müslüman, böyleleriyle oturması, kesmede ve pişirmede onlara yardımcı
olması ile günahkâr olmuş olur."
[649]
Meselenin hem hukukî hem de itikadî yönü bulunduğu için fıkıh kitaplarımızın
"mürtedle ilgili hükümler", ya da "Küfür sözler" yer alır
ve özet olarak şunlar söylenir:
"Mecûsilerin
Nevruz (yeni gün, yeni yıl, yılbaşı) kutlamalarına katılmakla da kâfir olur.
Çünkü bunda onların o gün yaptıkları şeylere muvafakat anlamı vardır. Daha önce
satın almamakta olduğu birşeyi Nevruz'da, o günü lâzım için -yeme içme için
değil- satın alması, keza yine o günü kutlayan şirk ehline Nevruz Günü, velev
bir yumurta olsun, birşey hediye etmesi de aynıdır." [650]
"Nevruz'da
(yılbaşı gününde) bir müslüman diğerine birşey hediye etse, ama bununla da o
günü tazîmi (kutlamayı) düşünmüş olmasa, fakatbir takım insanların o güne
mahsus böyle bir uygulaması bulunmuş olsa bunu yapan kâfir olmaz, ancak o günlerde
yapmaması, daha önce veya daha sonra yapması gerekir. Ta kî onlara benzemiş olmasın.
İbadette muvafakat, yani, onlara has ibadet saatleri olan üç vakitte namaz
kılmak haram olursa, ibadet olmayanları bir düşünün!? İmam Ebû Hafs demiştir
ki, bir adam Rabbına elli yıl ibadet etse, sonra nevruz (yılbaşı) geldiğinde,
o günü kutlamak için şirk yapanlardan birine bir hediye gönderse kâfir
olur." [651]
İmam Rabbanî de benzer
şeyleri kendi zamanındaki Hindistanlı müslüman kadınların yaptıklarını, başka
inançlarda olanlar gibi belli günlerde, o günlere has hediyelerle
hediyeleştiklerini anlatır ve bütün bunların şirk ve İslâm dinini inkâr demek
olduğunu söyledikten sonra şu mealdeki âyeti zikr eder: [652]
"Onların çoğu şirk koşmaksızın Allah'a iman
etmezler." [653]
Bu Allah'a inandığını
söyleyenlerin de şirk koşuyor olabileceklerini, ya da şirk koşanların da
Allah'a inandıklarını söyleyebileceklerini anlatır.
Hülâsa:
1- Yılbaşı
gibi başka inançların şiarı olan günlere, o güne tazîm ve kutlama maksadıyla
katılmak, aynı maksatla o günlerde tebrikleşmek ve hediyeleşmek, yine aynı
maksatla hindi vb. almak, yemek, ziyafet çekmek, aynı maksatla bu tür
kutlamalara katılmak küfürdür. Bunu yapmış ve tevbe etmemiş bir insanın
imanından, nikâhından, ibadetlerinin boşa gitmesinden korkulur.
2- Böyle
zamanlarda, böyle zamanlara has hindi vb. şeyleri sırf gıdalanmak için almak,
PTT'nin ucuz hizmetinden yararlanmak için tebrikleşmek küfür değilse de,
onlara (istiyerek şirk yapanlara) benzeme ve onların uygulamalarını
yaygınlaştırma ve meşru gösterme anlamı taşıdığından tehlikeli ve mahzurludur.
Müslümanların, hangi maksatla olursa olsun, o günlere mahsus birşey yapmamaları
gerekir.
3- Hindi
gibi sırf o günlere mahsus şeyleri, o günlerde satmak, fasıklara "günahta
yardım" anlamı taşıdığından, haram ya da tahrimen mekruhtur. Ancak alacağı
para haram değildir. Haram ve günah olan o işi yapmasıdır. Bu hindilerin
besmele ile kesilmiş olması halinde de böyledir. Besmele ile kesîlmemişse
"meyte" olacaklarından satılmaları hiçbir surette caiz olmaz.
4- Yılbaşı
kutlamaları için matbaa sahiplerinin davetiye, afiş, kart vb. şeyleri basmaları
da aynıdır. Yani bunlar sırf yılbaşına özel
olarak kullanılacaklarsa yapılıp satılmaları aynı derecede mahzurludur.
Eşantiyon eşya için de aynı şey söylenir. [654]
Soru:
Yıllardır Almanya'da kazandığım paralarımla Gebze'de bir daire aldım.
Tuvaletinin yönü Kıbleye doğru olduğu için yıkıp çevirmem gerektiğini
söylediler. Ne yapmalıyım?
Cevap: Önce
konuyla ilgili şu hadislere işaret etmeliyiz:
"Sahabi Selman'a
dediler ki, Peygamberiniz size tuvalette oturuşa varıncaya kadar herşeyi
öğretiyor mu? O da, evet, dedi. Allah Rasûlü bizim küçük, büyük abdestlerde
Kıbleye dönmemizi, sağ elle taharet almamızı, üç taştan az ile temizlenmemizi,
tezek ve kömürle taharetlenmemizi yasakladı." Allah'ın Rasûlü (sav) buyurdu:
"Ben sizin babanız yerindeyim. Size
öğretiyorum. Biriniz tuvaletini yaparken Kıbleye dönmesin, ona arkasını da
çevirmesin." Sahabi diyor ki, Şam'a geldik oralardaki tuvaletlerin
Kıbleye karşı yapılmış olduğunu görünce yanlanarak ihtiyacımızı giderir,
Allah'tan da bağışlanma dilerdik. "Resulûllah küçük büyük abdestlerde iki
kıbleye (Kabe ve Kudüs Mescidine) dönmemizi yasaklamıştı." Mervan diyor
ki, İbn Ömer'i gördüm, bineğini kıbleye karşı durdurmuş, kendisi de kıbleye
karşı küçük abdestini yapıyordu. Bu yasaklanmadı mı? diye sordum. Evet, ama
açık arazide yasaklandı. Seninle kıble arasında gizleneceğin kadar birşey
(duvar, perde, bina vb.) varsa mahzuru yoktur, dedi." [655]
Abdullah b. Ömer diyor
ki, "Evimin damına çıkmıştım, Rasulûllah'ın iki kerpiç arasında Beyt-i
Makdise (Kudüs Mescidine) doğru dönük olarak ihtiyacını gidermekte olduğunu gördüm."
[656] İbn
Ömer, yukarıdaki görüşünü bu müşahedesinden almış olmalıdır.
Bütün bu ve benzeri
hadisleri topluca değerlendiren fıkıhçılar bu konuda pekçok farklı görüş ve
izahlar getirmişlerdir:
1- Açık arazide defi hacet yaparken kıbleye dönmek haramdır,
ama bina içlerinde haram değildir. (Abbas b. Abdulmuttalib, Abdullah b. Ömer,
Şa'bi, Malik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel)
2- Bu, açık
arazide de binada da caiz değildir. (Ebu Eyyûb el-Ensârî, Mücahid, İbrahim en-Nehaî,
Süfyan es-Sevri, Atâ, Ebu Hanife ve bir rivayette de Ahmed b. Hanbel) Konu ile
ilgili olarak attı farklı görüş daha vardır ama en güçlü görüşler bunlardır. [657]
Durum bu olunca:
Bir medeniyetin, birleşik
kaplarda olduğu gibi, her sahasıyla alçalacağıni, ya da her sahasıyla
yükseleceğini hesaba katarak, kendine has mimarî üslûbu ve görüşü olmayan bir
sistemin bir medeniyete damgasını vuramayacağını bilmek gerekir. Binaenaleyh,
müslüman mimarlar yıllardır unutulan ve ihmal edilen bu gerçeği, tekrar
hatırlamalı, gündeme getirmeli ve hal çaresi bulmalıdırlar. Tuvalet taşları
dahi İslâmî temizliğe elverişsiz, idrarı insanın üzerine sıçratan tarzlarda
imal edilmektedir. Lavaboların modeli, abdestte ayakların yıkanılması hiç
hesaba katılmadan çizilmekte, inananlar da buna mahkûm olarak yaşamaktadırlar.
Bu olayı küçümseyenlere Selman Hadisini hatırlatmamız
yeterlidir. O zaman da bir müşrik bu
meseleyi küçümsemiş ve alaylı bir tavırla, peygamberiniz sizin bu tür
işlerinize de mi karışıyor? Demişti.
Sorunuzun cevabına
gelince:
Aldığınız evi
satmanız, ya da tuvaletinizi yıkıp yönünü değiştirmeniz, bu merhalede,
gerekmez. Birinci görüşe göre zaten mahzurlu bir iş yapmış olmazsınız. Çünkü
tuvalet kapalı bir mekândadır. Daha ihtiyatlı olan ikinci görüşe göre hareket
etmek isterseniz, sahabenin Şam diyarında yaptığı gibi mümkün olduğu kadar yan
oturmaya çalışır ve istiğfar edersiniz. [658]
Soru:
Futbola müslümanların bakışı nasıl olmalıdır?
Cevap:
Konuyu en azından üç yönüyle ele alıp değerlendirmek mümkündür.
1- Futbol
oynamak.
2- Futbol
oyununu seyretmek, ya da takım tutmak.
3- Futbolu
bir hükümet politikası ya da bir din haline getirmek.
I. Futbol oynamak: Bu konuda önce şu hadisi şerifleri hatırlamamız yararlı olur:
"Üçü hariç, müslümanın her türlü eğlencesi
haramdır. Hanımıyla oynaşması, atını eğitmesi ve atış yapması." [659]
"Melekler atıcılıktan başka hiçbir
eğlencede hazır bulunmazlar." [660]
"Allah'a taattan alıkoyan her eğlence
batıldır." [661]
Birinci hadisi şerife
dikkat edilirse meşru eğlencede bulunması gereken üç özelliğe işaret ettiği
görülür.
I. Kişinin evine huzur ve neşe temin etmesi.
2. Hayatla
ya da düşmanla vereceği mücadele için gereç (alt yapı) tedarik etmesi.
3.
Hazırladığı gereçleri kullanma eğitimi yaparak bu mücadeleye bizzat hazırlanması.
İslâm'da abesle iştigal olamayacağına göre, caiz görülebilecek spor ve
eğlencenin de öncelikle bu özellikleri ya da birini taşıyor olması gerekir.
Diğer hadisler de bu mânâyı tamamlayıcıdır. Bunu futbola uygularsak o; (Eğer
evde ya da tenha bir yerde beraber oynamıyorlarsa) hanımıyla oynaşmak ve
mücadele araçlarının temini anlamı taşımadığına göre, geriye sadece mücadeleye
hazırlanmak özelliği, yani kişinin kendisini zinde ve sağlıklı tutma gayesi
kalıyor. Bir diğer ifade ile, futbol vücudun ihtiyacı olan spor gayesi ile
yapılır ve başka mahzurlar da ihtiva etmezse mubah (helâl) bir eğlence
sayılabilir. Başka mahzurlar şunlar olabilir:
Futbolu spor
ihtiyacından fazla oynayarak hem faydalı şeylerle değerlendirebileceği zaman
nimetini, hem de yine yararlı işlerde kullanabilecği enerji (güç, kuvvet)
nimetini israf etmek. (Bilindiği gibi, israf her çeşidi ile haram kılınmıştır.)
Oyun sebebiyle ibadetlerini aksatmak, oyun sebebiyle dünyevi ödevlerini
aksatmak ve bakmak zorunda olduğu fertlere karşı görevlerini ihmal etmek.
Oynarken giyeceği elbiselerde avret sınırına riayet etmemek. Futbolu bir
kazanç aracı olarak görmek ve uygulamak... Bu ve buna benzer mahzurlar futbol
oynamayı, mahzur olma derecelerine göre, mekruh ya da haram hâle getirmiş
olurlar. Böyle mahzurlar olmaksızın futbol oynamakta bir beis olmayacağı gibi
bazan sevimli ve istenen (merğub) bir spor dahi olabilir. Ancak bugünkü
şekliyle futbol bir spor değildir. Çünkü oynayanlar
onu vücudu güçlendirmek için oynamamakta,
seyredenler ise hiçbir hareket yapmamaktadırlar.
2. Futbol
oyununu seyretmek ya da takım tutmak:
Bu
konuda da oynanmasına bağlı olarak
değişik hükümler düşünülebilir. Yukarıda sözü edilen mahzurlar varsa, futbolun
oynanması gibi seyredilmesi de derece derece mahzurlu olabilir. Seyretmekle
spor yapmak gibi bir gaye olamayacağından seyretmenin faydalı ve güzel olma
ihtimali daha azdır. Ancak oynayan tarafların birinin yenme ya da
yenilmesinden fazla etkilenmeyecek birisi için seyretmek, olsa olsa bir nebze
dinlendirici olabilir ve dinlendirici olduğu ölçüde de mahzursuz olur. Herhangi
bir tarafın diğerine galip gelmesini arzulamak ise, en büyük arzusu bu olmadıktan
sonra, fıtrî bir duygudur ve bir dereceye kadar normaldir. Ne var ki, futbol
seyretmekteki mahzurlar, oynamaktaki mahzurlardan genellikle daha fazladır.
Futbol seyretmekteki faydalar, genellikle oynamaktaki fadalardan daha azdır da
diyebiliriz. Hele günümüzde futbol seyretmek, daha doğru ifadesiyle takım
tutmak ve taraftar olmak (Çünkü böyle olmayan insanlar seyretmekten de zevk
almazlar) bir heyecan ve tutku halini almış ve insanlardaki müteal (aşkın)
heyecanların yerini işgal eder olmuştur. Bu ise din'le eşanlamlıdır. Çünkü din
herhangi birşeyi, ilâh dinmedir. İlâh edinme ise, herhangi bir güce gönüllü ve
kayıtsız şartsız boyun eğme demektir. Buna göre bir fert, meselâ bir futbol
takımını her şeyden önde görüyor; canına, malına, aklına, ırzına, dinine gelen
zarardan ziyade takımının mağlubiyetine üzülüyorsa, aksiyle; takımının
başarısına diğerlertndeki salahtan çok seviniyorsa, o takım onun için bir din
halini almıştır ve böyle bir insanın oluşumu, itikaden tehlikededir. Bugünde
zaten futbol yeni bir dünya dini olarak görülmektedir. Adına din denmese dahi
futbol bu haliyle bir fonksiyonu
görmektedir. Nitekim bazı maçlarda "Haftada bir sana tapınmaya
geliyoruz" ibareleri dahi duyulur olmuştur. "En büyük ABC, başka
büyük yok" ibaresi tevile muhtaç bir ibaredir. Bununla nisbi bir büyüklük
kastedilmiş ve "takımlar arasında en büyük" anlamında söylenmişse
bunda bir mahzur olmayabilir. Ama takımına karşı duyduğu coşku ve heyecanla
bunu mutlak anlamda söylüyorsa, ya da o anda takımını gerçekten tüm varlıklar
içerisinde en büyük olarak hissediyorsa bu da itikaden tehlikeli bir noktadır.
Coşkunun sarhoşluğu ile, alel-itlak söylenmişse belki tevil edilebilir, ama
Allah'ı da (cc) hesaba katarak söylenmişse küfür olur ve her şeyi altüst eder.
3. Futbolu
bir hükümet politikası ya da bir din haline getirmek:
İşin bu yönü
"hükümetlerin hükümet etmeye" devam arzusuyla, hatta bazan devletin
temel nizamıyla ilgili olabilir. Bu durum insanlardaki din ihtiyacını ve onun
herhangi bir yolla mutlaka giderilmesi gerektiğini de anlatır. İnsanların
ihtiyaçları sadece fizikî değildir, manevî ihtiyaçları da vardır ve din
bunların başında gelir. Fizikî ihtiyaçlardan meselâ D vitamini eksikliğinde
kemik hastalığı, B vitamini eksikliğinde göz hastalığı, saç dökülmesi olursa,
manevî ihtiyaçların giderilmemesi halinde de bir takım ruh ve sinir
hastalıkları zuhur eder. İnsanlar nihilizme ve anarşiye meylederler, düzen
tanımazlık ve anomi başgösterir. Bu da mevcut hükümetler, hatta rejimler için
tehlikeli boyutlara varabilir. Tıpkı gerekli proteini almayan tavukların
kendilerini yemeleri gibi, insanlar da birbirlerini yemeye başlarlar. Sonunda
da hükümetlerin, hatta rejimlerin de başını yiyebilirler. Bu noktada
Franko'nun, "Futbol sayesinde ülkeyi onbeş yıldır idare ediyorum"
sözü çok anlamlıdır. İşte böyle kötü sonuçlara meydan vermemek için hükümetler
insanların manevî boşluklarını bu tür yapma
dinlerle doldurmaya ve hükümetlerini ya da rejimlerini biraz daha sürdürmeye
çalışırlar. Çünkü açlık hisseden bir bebek yalancı meme ile de bir süre
oyalanabilir. Daha sonra yalancı memenin yerini bir başka oyuncak alır ve
oyalama alabildiğince uzatılmak istenir. Peki neden bu ihtiyaç ana sütü yerine
yalancı meme ile karşılanmaya çalışılır? Ya da manevî ihtiyaçlar fıtrat dini ile
değil de yapma dinlerle giderilmek istenir? Bu sorunun cevabı da açıktır. Her
düşünce sisteminde önemli olan iktidarın başkalarına kaptınlmamasıdır. Yapma
dinlerle oyalanmayıp, hiçliğe ve anarşizme kayan gençtik, kurulu sistemler için
tehlike olduğu gibi fıtrat diniyle beslenen gençler (bireyler) de tehlikedir,
önemli olan, sistemin devamı olduktan sonra ona da imkân verilmemelidir.
Düşünen insanlar için
futbolun ve benzer etkinliklerin bu yönü, diğerlerinden daha önemlidir. Bu
noktada kafa yanılırsa, devletlerin spora trilyonlar harcaması, radyo ve
televizyon programlarının saatlerini ayırması kendileri açısından haklı ve
zekice (akıllıca değil) bir tutum olduğu anlaşılmış olur. Kimseden futbol
yerine, gerçek dinî teşvik edipte başına belâ alması beklenmemelidir. Önemli
olan bireylerin (fertlerin) avunuyor olması değil, sistemlerin sürmesidir. Ama
ne zamana kadar? Allah bilir. Yalancı meme ile susturulan çocuk, bir süre
sonra ya baygın düşer, ya da öyfe bir çığlık atar ki, kendini avutanların kulak
zarlarını patlatır. Ya da, fertler veya sistemler... [662]
Soru: Dış
ülkelerden peynir ithal ediliyor. Bu peynirlere domuz yavrularının mayası
katıldığı söyleniyor. Bunlara karşı tavrımız ne olmalıdır.
"Başkalaşım" var diye yiyebilir miyiz?
Cevap: İslâm
ümmeti domuz etinin her parçasının haram olduğunda ittifak etmiştir. [663] Dolayısı
ile domuzdan birşeyîn karıştığı bilinen hiçbir şey yenmez, ya da içilmez. Ancak
pis olmayan kimyevî maddelerden elde edilen, ya da ehli kitabın (Yahudi ve
Hristiyanların) boğazladiğ eti yenen hayvan yavrularının kursaklarından
yapılan maya ile mayaladıkları eti yenen hayvan sütünün peyniri yenebilir.
Hatta Hz. Ömer'e ölmüş hayvan (meyte) kursağı mayası katılarak yapılan peynirin
durumunu sorduklarında:
"Siz Bismillah
deyip yiyin" demiştir. [664]
Aynı kaynakta vaktiyle müslümanların, mecûsilerin yaptığı peynirleri de
yedikleri anlaşılıyor. Ebu Hanife de ölü (meyte) yavrunun mayasının temiz
olduğu kanaatindedir, ancak Şafiî "Meyte
(ölü hayvan) size haram kılındı" [665]
âyetinin şümulüne bakarak bu tür mayaların pis olduğunu söyler. [666]
Gerçi; Rasulûllah
Efendimizin (sav) ve ardından gelen müslümanların Acem diyarından gelen peynirleri
yedikleri, halbuki mecusî olan bu acemlerin kestiklerinin meyte (ölü) olduğu,
buna rağmen ilk müslümanların yedikleri peynirlerin mayasının boğazlanmış ya
da meyte olan hayvan kursağından kurutulduğuna aldırmadıkları rivayeti vardır. [667]
Ancak bu iki şekilde izah edilmiştir. Bir; Peynir yapılan süte katılan kursak
mayası, peynire oranla çok azdır. Bu kadar az bir pislik ise "çok
sıvı" içerisinde bağışlanmıştır. Ya da bu İslâm'ın ilk yıllarında olan bir
durumdur. Yoksa sahabenin, Acem Diyarından gelen peynirleri yediklerini kimse
söyleyemez. Çünkü peynir Arapların gıda maddelerinden değildi. Müslümanlar Acem
beldelerini fetihle bunu öğrendiler. Binaenaleyh, Rasulûllah'ın (sav) ve
sahabenin değil acemlerden gelen ve onların boğazladıkları hayvanların
mayalarıyla yapılmış peynirleri yediklerini, herhangi bir peynir yediklerini
dahi söyleyemeyiz. [668]
Hatta Ebu Ömer:
"Putperestlerin, mecusilerin ve diğer kitapsızlarıın boğazladıkları
dışındaki yemekleri yenir. Peynir şer'i boğazlamaya ihtiyaç duyulur, çünkü o
kursaktan yapılan maya ile mayalanır" der. [669]
Keza bir başka
rivayette de Hz. Ömer; ehli kitabın yaptığından başka peynirlerin yenmemesini,
çünkü peynirin kuzu kursağıyla mayalandığını, onun da ancak ehli kitabın ya da
müslümanın kesmesiyle temiz olacağını, başkası keserse pis sayılacağını söyler.
[670]
Netice olarak:
1- Domuz mayasından olduğu bilinen peynir yenmez.
2- Yahudi ve
Hıristiyanların dinlerine uygun olarak boğazladıkları eti yenen hayvan
kursaklanyla, ya da pis olmayan kimyasal maddelerle mayalanan peynirler
yenebilir. [671] Ancak özellikle gıda
konusunda müslümanlar titiz davranmalı ve başkalarına bağımlı olmamalıdırlar.
İç âlemleri (letaifleri) ancak bu sayede duyarlı olabilir.
3- Eti yenen
hayvanların meytelerinden (boğazlanmadan ölenlerinden) alınan maya ile yapılan
peynirler de İmam Azam'a göre temizdir, İmam Şafiî'ye göre ise pistir.
4- İçerisine
çözücü olarak alkol katılan sun'i peynir mayaları da şuruplar hükmünde
olduğundan Hanefîlere göre (Allah'u a'lem) kullanılabilirler. Tâ müslümanlar
bunun alternatifini buluncaya dek. [672]
Soru: Bir
müslümanın günümüz şartlarında Hukuk Fakültesi'nde öğrenim görmesinin fıkhî
açıklaması nedir?
Günümüz şartlarında
bir müslümanın avukat, savcı, hakim gibi hukukî mesleklerde bulunmasının fıkhî
açıklaması nasıldır? Lüften avukat, savcı, hakimlik gibi birimleri ayrı ayrı
açıklar mısınız?
Alternatif ve
tavsiyeleriniz nelerdir?
Cevap:
Öncelikle Allah'a ve O'nun indirdiklerine icmalen de olsa, inanan, bunu kalbi
ile tasdik dili ile ikrar eden herkes mü'mindir. Bu hal üzere-devam ettikçe
mü'min olmaya da devam eder ve Ehli sünnet inancına göre günahlar insanı kâfir
yapmazlar. Her günahta küfre açılan bir kapının olması ise ayrı bir konudur.
Birinci olarak bu meselenin iyi kavranılması gerekir.
İkinci olarak herhangi
bir ilmin mücelled öğrenilmesi de insanı kâfir yapmaz. Bu konuda herhalde en
tehlikeli ilim sihirdir, onun da insanı küfre götürmesi, sırf öğrenilmesi
sebebiyle değildir. Bunu da böyle belirledikten sonra:
İleriye dönük, fayda
ve zararlarını bir tarafa bırakarak günümüzde Hukuk Fakülteleri gibi okullarda
okumak, fıkhın yorumsuz hükmüyle caizdir. Ondan sorası gayeye göre değişir.
Mutlak adaleti tamamen ya da kısmen uygulamak, zulmü alabildiğince azaltmak,
haksızlığa uğrayanları savunmak, korumak, kollamak... Gayesiyle okunması bir
görev ve bir ibadet olur. Aksi olan iki ihtimale göre fısk da olabilir, küfür
de olabilir.
Bu okullarda okununca
mezun olunacak ve bu istikamette göreve alınacaktır. Hakim olunması halinde
durum yine aynıdır. Binaenaleyh "Allah'ın
indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirdir" [673] mealindeki
âyetin hükmü bunlar için kayıtsız şartsız geçerli değildir. Yani birtakım
kayıtlar ve itibarlar sözkonusudur:
1- Önce bu
insanlara "hâkim" denmesi mecazendir. Bunlar gerçek anlamda hâkim
değillerdir. Gerçek anlamdaki hâkimler tarafından belirlenmiş bir hükmü
uygulama durumundadırlar. Sözkonusu hüküm eğer "mutlak adalet"e
aykırı ise ve hâkimin takdir hakkı da yoksa onu kerhen uygulayacak ve gerçek
adaleti uygulama fırsatı bulduğu yerlerde de zulmü, yani gerçek adaletin
hilafına verilmiş hükümleri olabildiğince azaltmış olacaktır. Bu ise küfür
değil, zulmü hafifletme ve hukuk ifadesiyle "ehven-i şerreyni ihtiyar
etme"dir. Ancak mutlak hayrı uygulamaya imkânı olduğu hengamda şerri
ihtiyar eder ve onun güzelliğine inanırsa kâfir olmuş olur.
2- Yukarıda
belirttiğimiz şekilde İman eden ve bu imanında berdevam olan bir insanın,
imansızlık dışında yapacağı en büyük isyan dahi küfür olmaz, olsa olsa büyük
günah olur. Binaenaleyh, Allah'ın koyduğu ahkâmın doğruluğuna inanarak bir
insanın Sad-dam'ın, Hitler'in, Lenin'in, Haccac'ın hükümlerini uygulaması bile
küfür değildir. Belki sadisttir, katmerli zalimdir. Hiçbir iyi niyeti olmadan
bu mesleği seçenler için en fazla böyle denebilir.
3- Allah'ın
indirdikleri ile hükmetmeyenieri hiçbir kayıt ve itibara tabi tutmadan kâfir
ilan edecek olursak, bu yargıdan faraza bir İslâm ülkesindeki müslüman
hakimler dahi kurtulamazlar. Zira her konuda Allah'ın açık hükmünü
bulamayacaklar, çoğu yerde takdir ve içtihatlarını kullanacaklar ve bunların
bir kısmında da isabet edemeyebileceklerdir. Böyle bir durumda Allah'ın
hükmüyle hükmettiklerini söyleyemeyeceğimize göre kâfir olduklarını mı
söyleyeceğiz? Asla.
4- Öyleyse
özellikle Hukuk Fakültelerinde okumak, bunu yaparken de zulmü adım adım izole
etmeyi, mutlak adaleti yerleştirmeyi, mağduriyetleri önlemeyi hedeflemelidir.
Bu niyetle bu tahsilin dahi ibadet olacağına inanıyoruz. Evet bataklığa girip
çamurlanmamak mümkün değildir. Ama çamursuz bir ortama geçebilmek için
bataklığa girmekten başka çare yoksa ne yapılır?
Savcı ve noterlerin
durumu hakimlerden daha tehlikeli değildir. Yeter ki, niyyet iyi tutulsun ve
zulme bulaşmamak için azamî gayret gösterilsin.
Avukatlığa gelince; Bu
bir bakıma daha avantajlıdır, bir bakıma da daha tehlikelidir. Çünkü
avukatları, açık haksızlık ve zulüm olan bir davayı savunmaya zorlayan bir güç
yoktur. Bu olsa olsa para kazanma ihtirası olur. O da onu böyle bir zulüm yapmaktan
kurtaramaz.
"Hainlere müdafaa vekili olma, avukatlık etme"
[674] anlamındaki
âyet bunu açikça yasaklar. (Konu ile
ilgili olarak yaptığımız açıklamalar yukarıda sözkonusu edilen âyetin
tehirlerinde de görülebilir. Örnek olarak bkz., Kurtubî, VI/190. [675]
Soru:
Estetik ameliyat yaptırmanın hükmü nedir?
Cevap:
Kur'ân-ı Kerim'de bir ayet-i kerimenin meali şöyledir:
"... Allah şeytanı rahmetinden kovdu. O da; senin
kullarından belli bir pay edinecek ve onları saptıracağım. Kuruntulara
boğacağım, onlara emredeceğim ve onlar da davarlarının kulaklarını yaracaklar,
emredeceğim de Allah'ın yarattığını bozacaklar. Allah'ı bırakıp, şeytanı dost
edinenler apaçık kayba uğramıştır. " [676]
Rasûlüllah Efendimiz
(sav)'de bir hadislerinde:
"On şey fıtrattan (yani Allah'ın yaratması ve
adeta görmek istediği şekilden)'dir: Bıyıkları kesmek, sakalı uzatmak, misvak
kullanmak, buruna su çekip sümkürmek, tırnakları kesmek, mafsalları yıkamak,
koltuk altını yolmak, kasığı tıraş etmek, su ile istincada bulunmak"
buyururlar. Ravi,
"Onuncuyu unuttum ama ağzı çalkalamak
olabilir" der. [677] Bir
başka hadisde:
"Allah güzellik(estetik) için iğne vs. ile kakma
yapan ve yaptıran kadına, (yüzünden, kaşından vb.) tüy yolan ve yolduran
kadına, dişlerini seyrelttiren ve bütün yollarla Allah'ın yaratmasını bozan
kadına lanet etsin (onu rahmetinden kovmuştur.” [678]
buyurulmaktadır. Bir diğerinde:
"Saç (peruk) takan ve taktıran"a da lanet
edilir. Bu son hadisin vürûd sebebi şöyledir:
"Ebu Bekr'in kızı
Esma anlattı:
Bir kadın gelip, ey
Allah'ın Rasûlü, benim gelinlik bir kızım var. Hastalıktan dolayı saçı döküldü.
Ona saç ekleyebilir miyim? diye sordu da, Rasûlüllah böyle buyurdu". [679] Bu
naslardan hareketle fıkıhçılar vücuda uygulanacak kına, boya ve sürme gibi
kalıcı olmayanların dışındaki ameliyelerin estetik maksatla yapılanlarını,
Allah'ın yaratışına (Fıtrata) müdahele saymış ve haram olduğunu söylemişlerdir.
Zira hadisteki "güzellik için"
kaydı bunu gösterir. İslâmi, yani insanî olan da budur. Çünkü Allah, bu dünya
sahnesinde herkese rolüne göre bir biçim ve tip vermiş ve o rolü adeta en iyi
oynamasını istemiştir. Zaruret yokken tipini ve biçimini değiştirmeye kalkışan,
bununla verilen rolü kabul etmediğini ihsas etmiş olur. İşin bir yönü budur.
Diğer yönü israfla ilgilidir, islâm'da harcama, kazanmanın fonksiyonu değildir.
Yani kazanan, kazandığını istediğr gibi harcama yetkisine sahip değildir. Her
devirde gerekli tedavi ve ameliyat masraflarını karşılayamadığı için ölen
binlerce insan varken, "Komşusu aç iken sabahlayan bizden değildir"
prensibini koyan islâm'ın, güzelleşmek için yapılan estetik ameliyatlara
yüzmilyonlar verilmesini onaylaması elbette beklenemez. İşin bir başka yönü
daha vardır: Estetik ameliyat yaptıranlar genellikle kadınlardır ve bunu
genellikle başkaları için yapmaktadırlar. Halbuki, İslâm kadının, kocasından
başkaları için süslenmesini yasaklamıştır. Yabancılara görünmeyen, yani müslümanca
yaşayan bir kadın buna zaten ihtiyaç duymayacaktır. Ancak yasak olan ameliyat,
fıtratı bozan ve güzelleşmek için yapılan olunca,
her nasılsa bozulan fıtratı düzeltmek ve zaruretten ötürü tedavi olmak
maksadıyla yapılan ameliyatlar caiz görülmüştür. Meselâ bir hastalık sebebiyle
(hormon bozukluğu vb.) kadının yüzünde ve bıyığında erkek sakalı gibi kalın
tüylerin bitmesi halinde onları yolmak fıtratı bozmak değil, aksine bozulan
fıtratı tedavi etmek olacağından caizdir, hatta İbn Abidin'in dediğine bakılırsa
müstehaptır. [680] Çünkü bunda hem erkeğe
benzemekten kurtulmak, hem de, eğer istiyorsa kocası için süslenmiş olmak
vardır ki, ikisi de vacip olan şeylerdir. Ama tabi? Olarak her kadının yüzünde
ve ayağında bulunan ayva tüylerini yolmak caiz değildir. Zarar ve ızdırap
veren eğri ve bozuk dişini aldırmak ya da düzelttirmek, doğuştan olmakla
beraber zarar ve acı veren, meselâ bir altıncı parmağını aldırmak da fıtratı
bozma sayılmayacağından caizdir, denmiştir. [681]
Zaruretten ötürü takılan diş, protez vs. de aynıdır. Çünkü Rasûlüllah
Efendimiz, savaşta burnu kesilen bir sahabinin, üstelik altından bir burun
edinmesine izin vermiştir. [682]
Kadının ayaklarındaki erkek tüyü gibi kılları almasının da, eğer kocası istiyorsa
caiz olduğu söylenmiştir. Çünkü kadın ayağını zaten yabancıya göstermeyecektir.
Kadının saçını erkeğe
benzeyecek ölçüde kısaltması, ya da tıraş etmesi de tedavi gayesiyle olmadıkça
haramdır. [683] Peruk olarak insan
saçından başka birşey kullanmasına izin verilmiştir. [684]
Güzellik için bu tür ameliyatların caiz olmaması erkekler için de geçerlidir-
Sakalla beraber bıyıkları da kazımak suretiyle tüysüz (emred) bir hat alıp kadına benzemeleri de
(Allah'u alem) caiz görülemez. [685]
Soru: Organ
nakli caiz midir?
Cevap: Organ
nakli mes'elesi bir çok yönüyle yeni bir mes'ete olmakla beraber, bazı
yönleriyle de eskiden beri bilinmekte ve İslâm Fıkıhçıları tarafından bu
yönüyle ele alınmış bulunmaktadır. Konu açısından en önemli nokta elbette
insanın değeri ve konumu mes'elesidir. Herhangi bir makine gibi insanın bir
parçasını söküp diğerine takma, ya da beğenmeyip değiştirme, herhalde onun
"keramet"ine nakîsa getirmediği ölçüde yapılabilmeli, ya da
yapılamamalıdır. Yahut bir başka deyişle, bir organ nakli ameliyatı yapılırken
bilimsellik putunu tatmin amacıyla, yapılanın doğru olup olmadığına bakmadan,
insanın neler yapabileceğini değil, insana neler yapılabileceğini hesap etmek
gerekir. Bu girişten sonra:
İslâm'da Allah'ın
yarattığı en değerli varlığın insan olduğunu, onun "zübde-i âlem"
bulunduğunu, diğer her şeyin onun için yaratıldığını, ayet-i kerimeler de,
hadis-i şerifler de, bunlara bağlı olarak İslâm uleması da enine boyuna
açıklamıştır. İnsanın genel anlamda üstünlüğü ve kerameti yanında; şekil güzelliği,
yer yüzünde Allah'ın halifesi olması, ilimle şeref kazanması, meleklerin ona
secde etmesinin istenmesi, yiyeceği ve içeceği şeyler bakımından üstünlüğü,
gibi yönleriyle onun varlık aleminin odak noktası olduğu bildirilmiş, canının
korunması, dinin ana hedeflerinden (maslahat) sayılmış, hayatî uzuvlarına
tecavüz dahi canına tecavüz kabul edilmiş, haksız yere bir insanın öldürülmesi
bütün insanların öldürülmesi, ölümden kurtarılması da bütün insanların
diriltilmesi gibi görülmüştür. Hatta Rasulüllah (sav), "Bir kardeşine silâh çekene melekler lanet
eder" [686]
buyurarak onu korkutmanın dahi ne büyük günah olduğuna işaret etmiştir. İnsanlara
kendilerini tehlikeye atmamaları emredilmiş, hastalıklara çare ve tedavi
aranması istenmiştir. Bu yüzden İslâm alimleri insanın tek tek uzuvlarının
dahi mal kabul edilemeyecekleri için satılamayacağını, eşya gibi
kullanılamayacağını, bağışlama yetkisinin bile insanın elinde olmadığını hükme
bağlamışlardır. Hatta ikrah (ölümle tehdit) durumuyla karşılaşan birisi,
öldürülme endişesiyle başkasının, değil canına, bir uzvuna dahi tecavüzde bulunamaz.
Tek tek her insan mükerremdir Bu hükümlerden bir insan olarak kâfirler dahi
ayrı tutulmaz. Birinin hatırına diğerinin kerametine halel getirilemez. Hatta
açlıktan ölme durumunda olan birisi, başka insanın etini yiyemeyeceği gibi,
Safilerden çok azı dışında bütün İslâm hukukçularına göre, kendinin bir uzvunu
da kesip yiyemez. Çünkü insan kendisinin maliki değildir. Ayrıca bu onun
tamamen ya da kısmen satılamamasının da bir sebebidir. Çünkü satılan şeyin
mülk olması gerekir. İnsanın bu değer ve şerefi ölmekle de kaybolmaz. Onun için
Rasulüllah Efendimiz (sav), "ölünün
kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir" [687]
buyurur. Buna göre doktorların sahipsiz cenazeler üzerinde yapakları deneyler,
kadavra vs. ye cevaz bulmak mümkün değildir.
Bütün bu ve benzeri
sebeplerden ötürü bir insandan bir başkasına herhangi bir uzuv
aktarılamayacağına diğeri zaruret içerisinde de olsa bunun caiz olamayacağını
fıkıhçılar çeşitli ifadelerle ve hemen hemen ittifakla söylemişlerdir. [688]
İnsanın kendi vücudundan kopan bir parçasının yerine takılmasına ise caiz demişlerdir.
Delil olarak Rasûlüllah Efendimiz (sav)'ın Bedir harbinde gözü çıkan
Katâde'nin gözünü kendi elleriyle yerine iade etmesini göstermişlerdir. [689] Yapay
organlar ve domuz dışındaki kemik vs. lerini bu gaye ile kullanmakta da sakınca
olmadığını söylemişlerdir. [690]
Yenilerde de bu görüşleri savunan fıkıhçılar tedavinin bu yöne kaydırılması
gerektiğini, insandaki rahatsızlıklar için başka insanları kullanmanın,
İslâm'ın "zarara zararla mukabele edilmez" esasına ters düştüğünü ve
tıbbın şu anda ulaştığı noktanın sanki son aşama gibi görülüp, başka hal
çareleri arama kapısını kapayacağını, dolayısıyla buna cevaz vermenin aslında
meşru yoldan ilmin ilerlemesine de engel teşkil edeceğini söylemişlerdir. En
ihtiyatlı görülen bu izaha göre:
İnsanın tek hedefi,
nasıl olursa olsun yaşamak değil, ne kadar yaşarsa yaşasın bir gün nasılsa
ayrılacağı bu dünyadan, asıl dünyasını kazanarak ayrılmaktır. Halbuki,
insanları bir makine gibi parçalarına ayırıp, diğerine monte etmek isteyen
mantalite bunu, insana olan saygısından değil, her türlü gücün üstünde olan
bilme merakını tatmin ve dünyayı ölümsüzleştirmek için yapmaktadır. Bu yüzden
yetişilemeyip ölenlerin artık işi bitmiştir. Hiç olmazsa işe yarar parçaları
bir başkasına takılmalıdır. Böylece belki onu ölümsüzleştirmek mümkün
olabilir. Çünkü ölüm (ona göre) safi kayıp ve herşeyin bitmesi demektir. İki-üç
ay önce Mısır'da basılan ve Dr. Abdüsselam'a ait olan konuyla ilgili bir kitap
da bu ihtiyatlı, görüşü benimsemiş görülmektedir.
Ama geçtiğimiz yıl
yine Mısır'da tartışılıp kabul edilen doktora tezinde Dr. Muhammed
Zeynelabidin ise bazı şartlarla organ naklini caiz görmekte ve bunları:
Zaruretin bulunması,
iki zarardan hafif olanının alınması diye özetlemektedir. Bizce ancak adil
tabiplerin de katılacağı bir heyet icmaının halledebileceği bu mes'elede son
söz henüz söylenmemiştir. Ancak caiz olmadığını savunan görüşün delilleri daha
güçlü, daha ihtiyatlı daha insanî görülmektedir. [691]
Soru: Organ
nakli konusunda İslâmî açıda bu tereddüdün sebepleri ne olabilir?
Cevap: Organ
nakli mes'elesinin henüz yermi-otuz yıllık bir ömrü var. Bu bir bakıma çok kısa
bir zaman dilimi, bir bakıma da bu mes'ele ile beraber doğan bir çocuğun
şartlarının bulunduğu bir ortamda nemalanmış olması halinde müctehid
olabileceği ve onu ve benzen bir çok mes'eleyi halledebileceği kadar uzun bir
süre... Ama teoride böyle olsa da bütün kompleks bir mes'ele, böyle karışık bir
zamanda ancak "heyet içtihadı" ile hükme bağlanabilir. Çünkü
mes'elenin; biyolojiyi, tıbbı, ahlâkı, hukuku, akideyi vb. ilgilendiren
yönleri vardır. Şöyleki:
1- Hangi
organ kişinin hayatiyetinde ne derece fonksiyona sahiptir? Doku uyumu ve nakil
başarısı açısından bu operasyonların başarı, ya da kâr ve zarar oranı nedir?
Bir insanı oluşturan canlı hücrelerle diğer insanınkiler birbirine ne ölçüde
benzer?
2- Ölen bir
insanın teorik olarak bütün uzuvlarının başkalarına dağıtılması halinde o
insan yakınlarına göre ne derece onlarındır? Ölüye ihtiramın sınırı nedir?
Diğer yönden, önemli bir organını başkasından alarak yaşayan birisi kendi
yakınları için ne derece kendisidir? Elinin nakil olduğunu düşünürsek; çocuğunu
okşarken, hanımına dokunurken ne ölçüde bir baba ve bir koca olarak
davranabilir, ya da karşısındaki tarafından öyle algılanabilir? Organ naklinin
sınırı ne olmalıdır? Aynı mülâhazalarla (eğer bağışlanırsak) faraza, kendisine
başkasının "zekeri" nakledilen kocanın hanımı karşısındaki durumu, ya
da meselâ rahmi nakil olan bir kadının kocası ve çocuğu karşısındaki durumu ne
olacaktır?
3- Böyle bir
babadan olacağı varsayılan çocuğun nesebi şaibeli olacak mıdır? Vefat eden ve
uzuv alınacak olan tarafın ölümü nasıl tespit edilecektir? Bu, tıbba mı yoksa
hukuka mı havale edilecektir? Lütfi Doğan hocamızın da değindikleri gibi,
komaya giren ve doktarlarca yaşamasından ümit kesildiği için kalbi, böbreği vb.
alınmasına karar verilen ama haddizatında ölmeyen bir kimsenin, o sırada
doğacak, ölecek ya da bir başkasıyla nikahlanacak eşi ve yakınlarıyla
aralarında ne gibi veraset ve sıhriyyet problemleri doğacaktır? Faraza
kendisine babasının eli takılan (aksi de düşünülebilir) çocuğun zevciyet
ilişkilerindeki ten teması, "hurmet-i masahara"ya yol açacak mıdır.
Nakledilecek organ için kimin yetkisine başvurulacaktır? Ölmeden önceki kendi
beyanına mı? Velilerin mi? O ya da öbürleri bu yetkiye sahip midir?
Milyonlarca insanı ve
bir o kadar da başka canlıyı bir anda öldürmenin tekniğini üreten teknolojinin,
hasta bir insanın kısa bir süre daha yaşamasını bu yolla sağlamaya çalışması
insanî bir çaba mı yoksa öbür dünyaya inanmamanın ve burada ebedî kalma çırpınışlarının
tezahürü mü? Bu yılın başlarında İngiltere'de yaşanan "böbrek satışı
skandalı" ve yine kısa bir süre önce Afrika'dan organları alınmak üzere
Amerika'ya götürülen çocuklar olayı, çok
daha büyük boyutlarda tezahürlerle insanlık önüne çıkmayacak mı? (1990
başları)
4- Haşrin
cismanî olduğunu söyleyen ehli sünnet ulemasına göre nakledilen bir organ,
meselâ kalb, tekrar dirilmede kimin organı olarak dirilecek? Mü'minden kâfire,
kâfirden mü'mine organ nakli yapılabilecek mi? Diyelim bir kâfirin kalbinin
mü'mine takılması onun imanına etki edebilecek mi? Ya da bir mü'minin hayatî
bir organının bir kâfire takılması iman açısından caiz görülecek mi? Görülürse
Akaid kitaplarımızda yer alan "kâfirin ömrünün uzun olmasına duâ
edilmez" ve benzeri hükümler yeniden ele mi alınacak?
Bu ve benzeri
ihtimallerin bir kısmı elbette çok teferruattır, hatta gülünç de görülebilir.
Ama yine de düşünülüp bir heyetçe karara bağlanmaları gerekir. Bu ihtimallerin
hepsine müsbet sonuç göstermek de organ naklinin cevazı için elbette şart
değildir.
Bütün bu noktaları ve
-bilebildiğimiz kadarıyla nasları- göz önünde bulundurduğumuzda olur ya da
olmaz sonucuna varmadan ve sırf o sonuca varma yolunda olanlara fikrî katkıda
bulunmak gayesi ile şu bulgulardan söz edebiliriz:
1- Organ nakli ve aynı kategorideki operasyonlar hakkında
açık (ibaresi, işareti, delaleti ve iktizasıyla bilgi veren) nas bilinmemektedir.
Bu da bu mes'elenin -en menfi ihtimali alınsa bile- dinin temel esaslarını
zedelemeyeceğini gösterir (mi?). Yine aynı itibarla Hanefîlerin
"istihsan"mı ya da Malikîlerin "masalih-i mürsele"sini
ilgilendirdiğinden maslahata uygun olan uygulamayı tespit, sözkonusu heyet için
zor olmayacaktır.
2-
"Ölünün kemiğini kırmak, günahta canlısını kırmak gibidir",
diğer bir rivayette "... canlı iken kırmak gibidir" [692]
anlamındaki hadis-i şerif, hiç bir surette organ naklinin olamayacağını göstermez.
Çünkü çeşitli ameliyatların yapılabileceğini, kangren olmuş bir uzvun
kesilebileceğini kabul etmeyen yoktur.
3- Fıkıh
kitaplarımızda değişik mes'eleler için sarfedilen bazı ibareler konuya müsbet
bazan da menfî yönde ışık tutar gibidir. Meselâ:
a-
Başkasının olan bir malı yutan birisinin; bunun ödeneceği terikesi, ya da
ödeyecek birisi bulunmaması halinde karnı yarılıp o mal çıkarılabilir. [693]
b- Malikîler
ve Hanbelîler, yukarıda geçen hadise dayanarak ölen hamile bir kadının çocuğunu
almak için karının yarılamayacağını söylerler. Çünkü böyle bir çocuk adeten
yaşamaz. Kesin olan bir saygıya (hürmete) mevhum (olabilmesi vehimden ibaret)
bir işi sebebiyle saygısızlık edilemez. Şafiîler ise hem bunun için hem de
yuttuğu mal için karnının varılabileceğini söylerler. [694]
Malikîlerin; ölümünden önce-başkasına ait çok bir malı (zekat nisabı),
kaybından korkma ya da bir özür sebebiyle yutanın karnının varılabileceğini,
hatta bunu mirasçıları ondan mahrum etmek için yutmuşsa az da olsa yarılacağını
düşünürsek [695], hamile ile alakalı
hükmün illetinin (dayanağının) kesin bilememe olduğunu anlarız. Eğer durum
bugün bunun aksine ise hükmün de değişeceği ortaya çıkar.
c- Aç kalan
bir insan, kanı masum bir insandan başka yiyecek bir şey bulamazsa, o mü'min olsun, kâfir olsun, onu
öldürmesi, ya da bir organını telef etmesi helâl olmaz. Çünkü o da onun gibi
bir insandır. Binanaleyh, kendini yaşatmak için onu imha edemez. Bunda ihtilaf
yoktur. (Bu ifade bu konuda icmaın bulunduğunu ve canlıdan canlıya organ
naklinin caiz olamayacağını gösterir.) Bulduğu kişi harbî ve mürted gibi kanı
helâl birisi ise bazılarına (kadı) göre öldürüp yiyebilir. Çünkü öldürülmesi helâldir.
Şafiî "ashap" fıkıhçılar da bu görüştedir. Çünkü onun saygınlığı
yoktur ve yabaniler hükmündedir... Eğer masum birini ölmüş olarak bulursa
Hanbelî "ashab" fıkıhçılara göre yenmesi helâl olmaz, İmam Şafiî ve
bazı Hanefîlere göre helal olur. Evla olan da budur. Çünkü dirinin saygınlığı
daha büyüktür. (Hükümde birbirine denk görülemezler.) [696] (Bu
sonuncuların görüşüne göre ölümle karşı karşıya olan birisi bir ölüden organ
alabilir.)
d-
Hanbelîlere göre, yiyecek birşey bulamayıp zor durumda kalan kimsenin, kendi
bazı organlarını yemesi caiz değildir. Çünkü bir organını kesmesi belki de
onun ölümüne sebep olur ve kendini öldürmüş sayılır. [697]
Ama
"el-Minhâc" da Neveviye göre, daha sahih (esah) olan, hepsini değil
ama organının bir kısmını kesmesinin caiz olmasıdır ve bunun iki şartı vardır:
1. Meyte ve benzerinin bulunamayışı.
2. Kesmedeki
tehlike, yemeyi terketmedeki tehlikeden az olması. Tehlike eşit, ya da kesmeden
daha fazla olursa kesinlikle haram olur. Ama insanın aynı durumda olan
başkaları için organlarını kesmesi de kesinlikle caiz değildir. Çünkü bu
tamamı kurtarmak, parçayı feda etmek gibi değildir. [698]
e- Şafiîlere
göre insanın kırılan kemiği, temizi bulunamadığı için pis bir madde ile
bağlanırsa sahibi mazurdur ve zaruretten ötürü namazı sahihtir, onu çıkarması
gerekmez. [699] Eğer işin ehli (uzman
doktorlar), insan eti ancak köpek gibi bir şeyin kemiği ile bağlanırsa çabuk
tutar derse bu, Esnevî'nin de dediği gibi, özür sayılır. Bağlamasının haramlığı
ve çıkarmasının gerekip gerekmeyeceği konularında kendi dışındaki bir insanın
(ifadeye göre mü'min olsun kâfir olsun) kemiği (vs. si) de pis olan kemik
hükmündedir. Bu ifadenin zahirine bakılırsa muhterem olan insanla olmayan
arasında da bir fark yoktur. [700]
f- Gazali aç
kalan insanların, ölmemek için içlerinden birini yemelerinin "garip mürsel
bir maslahat" olduğunu, binanaleyh, caiz olmayacağını söyler. [701]
Sonuç:
I. Bu fıkıh
ibarelerini naslar gibi bağlayıcı saymak zorunda olunmadığı gibi, bütünüyle
gözardı etmek de mümkün değildir. Özellikle İbn Kudâme'nin "ihtilaf
yoktur" dediği mes'ele canlıdan canlıya organ naklinin olamayacağını
göstermesi açısından önemlidir.
2. Organ
naklinin bir kalemde caiz olduğunu söylemek, aynı zamanda alternatif çarelerin
de önünü tıkamak ve insanî gibi görülen bir uygulamanın, daha insanî olana
engel olması anlamına gelebilir. Nitekim yakınlarda dinlediğim bir radyo
haberine göre ABD'de kadavra görevi üstlenecek yapay bir vücut geliştirilmiştir.
[702]
Soru: Diş
dolgusu yaptırmak, diş protezi kullanmak, altın diş yaptırmak caiz midir?
Bunun için Hanefî olanların Şafiî Mezhebine geçmesi gerekir mi?
Cevap:
Günümüzde ifrata düşülen ve İslâm'ın yaşanılmaz gösterilebildiği konulardan
biri de bu sözünü ettiğiniz mes'eledir.
Konu birden çok yönü
olan bir mes'ele olduğu için bazı İslâmî esasları hatırlatmamız gerekir:
1- Cünüp olan insanın (Hanefî mezhebine göre ağzının içi
dahil) bütün bedenini, iğne ucu kadar kuru kalmayacak şekilde yıkaması
farzdır.
2- Müslüman
erkeklerin iktisadî bir mübadele aracı olması dışında altın kullanmaları
ittifakla haramdır.
Mes'eleye günümüzde
öyle ya da böyle fetva verenler bu esasları düşünerek fetva vermektedirler.
Ancak müctehid imamlarımız dönemlerinde mes'ele, günümüzde olduğundan biraz
farklı bir görünümde idi. Meselâ önceleri altın diş ve diş dolgusu yaptırmadan
söz edildiğini pek görmüyoruz. Çıkan dişi yerine iade etme, bir başka diş
kullanma, bunu sabitleştirmek için altın tel kullanma, dişleri altınla
birbirine bağlama gibi mes'elelerden sözettiklerini görüyoruz. Özet olarak
önceleri mes'eleye sadece bu işi için altın kullanmanın cevazı noktasından
bakılmış ve bunun gusul için bir problem çıkaracağından hiç sözedilmemiş olduğunu
görüyoruz. İşte bu noktada bir esası daha hatırlatmalıyız.
3- Zaruretler haram olan şeyleri mubah kılar.
İlk fıkıh alimlerimiz
bu mes'elede bu esası işletmiş ve İmam Muhammed, bir rivayette de Ebu Yusuf
dişlerin altınla bağlanabileceğine cevaz vermişlerdir. Diğer üç İmam da onlarla
beraberdir. Yani bu, cumhurun görüşüdür. [703]
Ortada henüz protez olarak altın diş kullanma olmadığından, ondan söz
etmemişlerdir. Delilleri, Sünen kitaplarımızda mevcut meşhur Arfece hadisidir.
Bu zatın cahiliyye döneminde Kütâb isimli vadide geçen savaşta burnu kesilmiş,
bunun üzerine gümüşten bir burun edinmiş, bu, koku yapınca da Rasulüllah
Efendimiz (sav) kendisine altından bir burun edinmesini emretmişlerdir. [704]
İmam Azam Efendimize göre bu sadece Arfece'ye ait bir durumdur. İmam Muhammed'e
göre ona ait olduğunu gösteren bir delil yoktur, öyleyse gümüş, ya da bir başka
maden kullanıldığında, koku yapması veya sıhhata zarar vermesi söz konusu ise
dişlerini altınla tutturmak herkes için caizdir. Bu sadece Hanefî Mezhebinde bulunan
bir görüş değildir, diğer mezheplerden bir çok zevata, bu arada Ahmed b.
Hanbel'e göre de böyledir. Selefimizden bir çok kişi de dişlerini altınla
bağlamışlardır. [705]
Alimlerimiz genellikle
sözkonusu olaya dayanarak bunun caiz olduğu kararına varmışlardır. [706]
Sonraları protez olarak altın diş yapma tekniği gelişince de Arfece'nin yapma
burnuna kıyas ederek bunun da caiz olduğu söylenmiştir. [707]
Hattâbî, zaruret bulunduğunda erkeklerin az mikdarda (zaruret miktarınca) altın
kullanabilmelerinin mubah olduğu bu olaydan anlaşılır. Dişleri altınla bağlama
ve altının yerini alacak şeylerin bulunmadığı yerde altın kullanma bunun
örneğidir, der. [708]
Zaten İmam Kerhî dişin altınla bağlanması caizdir, demiş [709] ve
ihtilaftan söz etmemiştir. İmam Muhammed ise bu konuda sadece İmam Azam'ın ayrı
görüşte olmasına adeta izah getirir ve der ki:
"Dişin gümüşle bağlanması (herkese göre)
caizdir. Erkeğin altın ve gümüş kullanmasının haramlığı, yüzük dışında, eşittir.
Öyleyse diş altınla da bağlanabilir". [710] Bu
takdirde İmam Azam'ın haram demesi, mutlak (istisnaları olabilecek genel)
anlamda anlaşılmalıdır ve zaruret hali ondan istisna edilir. İşin altınla
ilgili yönü budur.
Diğer yönden, başta da
değindiğimiz gibi, önceleri mes'eleye gusülle hiç alaka kurulmamış ve bu açıdan
bakılmamıştır. Hatta çıkan dişin yerine bağlanmasında ihtilaf edilmiş olsa
bile, şer'î usûllerle boğazlanmış bir koyun dişi veya gümüş bir diş edinmekte,
ihtilaf yotur. [711]
Halbuki, ister koyun dişi olsun ister gümüş diş olsun, çıkan diş yerine
koyulduğunda orayı kapatacak ve dibine suyun ulaşmasına engel olacaktır. Bu hoş
görülmüştür, çünkü İslâm'da sıhhat başta gelen nimetlerdendir. Tedavî emredilmiştir
ve bugün artık ağzın, hastalıklar açısından iç bünye için adeta bir gümrük
kapısı görevi yaptığı, dişlerin de bu kapıyı çevreleyen demir teller durumunda
bulunduğu, bir çok tehlikeli hastalığa çürük dişlerin sebep olduğu kesin
bilinen bir gerçektir. Dolgular da zaten altınla yapılmamaktadır. Buna göre
dişi çürüyen adama dişini hemen çektirmesini, dolgu yaptırmasının caiz
olmadığını söylemek cahillik değilse de
bir ifrat ve bir cinayettir. Bütün fıkıh kitaplarımızın "yara sargısına
mesh" bölümlerinde, nasıl yara olursa olsun, açık kalma ya da su
değmesinden zarar görecekse sargısının üzerine meshedileceği, yaranın ömür boyu
sürmesi halinde meshin de ömür boyu süreceği yazılıdır. Hatta ufacık bir yara
için, başka imkân yoksa, meselâ bütün bileği saran bir sargı kullanabilir ve
sadece yaranın üzerinde değil, sargının diğer taraflarına da mesh edilir. Bunun
için sargıyı abdestsizken, hatta cünüpken sarmak bile hiç birşeyi değiştirmez.
Başka hiçbir delil ve içtihat olmasa dahi, sırf bu sargı mes'elesinden diş
dolgusuna, ya da kaplamasına intikal edip onun da caiz olduğunu anlamak,
müçtehidane yapılmış bir kıyas değil, herkesin anlayabileceği "ifadenin
delaletiyle delaleti" kabilindendir.
Ancak şunu da ilave
etmek gerekir, bu gün sağlık açısından altının yerini alabilecek madenler
bulunmuş ise ve kişinin de bunları kullanma imkânı varsa diş rengindeki
protezler aynı görevi yapıyorlarsa erkeklerin altın diş kullanmaları yine caiz
görülemez. Kadınlar ise kullanabilirler. Ama bunun bir ihtiyaçtan kaynaklanması,
süs için yapılmış olmaması şarttır. Çünkü Rasulüllah Efendimiz, "güzellik için dişlerini seyreltenlere (dişte
estetik operasyon yaptıranlara) lanet" etmiştir. Dolgunun, yani asıl
dişin yerini alabilecek bir uygulama bulunamayacağı için dolgu (Allah' a'lem)
her zaman caiz olacaktır.
Görüldüğü gibi Hanefi
Mezhebinin usulü ne altın dişe ne de dolguya cevaz vermez durumdadır. Bir
Hanefî de zaruret varsa bunları yapabilir. Öyleyse, cumhura göre gusülde ağzı
yıkamak farz değildir, bu yüzden dolgu yaptıracak olan abdestte mezhebini
değiştirmelidir, demeye de hiç gerek yoktur. Ama sadece altın konusunda diğer
imamlarla beraber Ebu Hanife'ye de uymak isteyenler
altını kullanmayabilirlerse herhalde daha iyi ederler. Dolgu ise zaten hepsine
göre caizdir. [712]
Soru:
1- Alkolün haricen kullanılması halinde durum ne olur?
Gargarada, enjektabı olarak ve dezenfektede kullanılabilir mi?
2- İçinde
alkol olduğu terkibinde belirtilen ve belirtilmeyen ilaçlara karşı tavrımız ne
olmalıdır? Günümüzde kullanılan şurupların çoğunda çözücü olarak alkol
bulunmaktadır.
3- İmalinde
alkol kullanılan fakat sonra uçan ilaçların hükmü nedir (kapsül, tablet,
draje).
4-
Kullandığımız jelatin kapsüllerde domuz derisinden yararlanılıp
yararlanılmadığı kesin değil. Bu durumda ne yapmalıyız?
5- Hazım
kolaylaştırıcı ilaçlarda, enzim preperatlarında domuz, koyun ve sığırdan
(pankreas ve midelerinden) faydalanılıyor. Kullanacağımız ilacın domuz kaynaklı
olduğunu bilemememiz halinde durum ne olur? Bunların sentetikleri de
mevcuttur. Mevcut olmadığı zaman durum değişir mi?
6- İçinde
M.S.S.ni inhibe edici madde olan (codein, autihistaminik) şurup ve tabletlerin
kullanımı caiz midir? Alışkanlık yapanlarının durumu nedir? Uyuşturucu, normal
hareketi engelleyici codein, öksürük şuruplarında teskin edici özellik gösterir.
7- Bütün bu
tür ilaçların alım-satımı caiz midir?
Cevap:
Latince terimleri kullanmada yanlışlık yapmadı isem sorularınızı böylece özetledim.
Aslında sırf bu sorulara bakmak bile müslümanların günümüzde hal-i pür-meiâlini
anlamaya yeter. Tıbba ve eczacılığa ait yazdıkları kitaplar Batıda asırlarca
ders kitabı olarak okutulan müslümanlar bu hallere düşmemeli ve sağlıklarını
dahi onların formüllerine teslim etmemeli idiler. Olan olmuş noktasından
hareket etme durumunda isek, mutlak olarak "ümit kesmemekle"
emrolunan mü'minler bu mesafeyi kapatmanın ve hiç olmazsa geleceklerini bu
zilletten kurtarmanın çabasında ve formül arayışında olmalı, ilacına da
(adına) kendi damgasını vurmanın yolunu bulmalıdırlar. Yıkılan İslâm binasının
yeniden inşasında tabiplere ve eczacılara düşen görev de bu olmalıdır. Yoksa
türbanından ya da sakalından bil-İstifade, o kesimi müşteri edinip,
paracıklarından yararlanma imkânı aramak değil.
Sorularınızın cevabına
geçmeden şunu da ilave edeyim. Sözünü ettiğiniz ilaçlar, hangi hastalıklar
için kullanılıyorsa o hastalık için yegane ilaç olduklarından değil, bize göre
haram olan maddeleri kullanmada bir sakınca görmeyen kişi ve zihniyetlerce öne
sürülüp, alternatifsiz sanıldıklarındandır.
İmdi Rasûlüllah
Efendimiz;
"Tedavi olun, zira Allah hiç bir hastalık
yaratmamıştır ki, çaresini de yaratmış olmasın" diye buyurlarken:
"Şüphesiz Allah şifanızı size haram kıldığı
şeylerde yaratmamıştır" [713]
diye de buyurmuşlardır. Târik b. Süveyd adlı sahabî ona şarabı (hamr) sordu da
o da yasakladı. Târik, "ama ilaç olarak kullanıyoruz" deyince de,
"o deva değil derttir" [714]
buyurdular. Buharî'nin naklettiğine göre İbn Mes'ûd, "Allah ilacınızı
size haram kıldığı şeylerde yaratmamıştır" [715]
demiş ve Rasûlüllah (sav)'ın "kim
şarapta (hamr) tedavi ararsa Allah ona şifa vermesin!" buyurduğunu
zikretmiştir,
Bu hadis-i şerifler
ışığında cumhur (fıkıhçılar çoğunluğu) pis ve haram şeylerle bu arada içki
(hamr) ile (olağan durumlarda) tedavi olunamayacağı görüşüne varmışlardır.
Olağan durumlar; alkol ya da başka pis maddeler ihtiva eden ilaçların yerine
başkası bulunabildiği, ya da bulunamasa dahi hasta için hayatî bir durumun
söz konusu olmadığı zamanlardır. Ama alkol ihtiva eden ilaçların yerini tutacak
başka ilacın olmadığı, hastanın da böyle bir ilacı almadığı zaman hayatî
tehlike geçireceği mütehassıs (nâzik) bir müslüman doktor tarafından
söyleniyorsa böyle ilaçların zaruret mikdarı alınacağını hemen hemen bütün
fıkıhçılar kabul ederler.
Alkollü içkiler
konusunda Hanefi Mezhebinin görüşleri çok farklı ve detaylıdır:
Seki (sarhoş edici
alkol) ihtiva eden içkiler dörde ayrılır:
1- Hamr: Yaş üzüm suyunun çiğ olarak bekletilip keskinleşmesi
ve mayalanması (fermantasyon) ile köpük atması şeklinde elde edilir. Bu
maddesiyle (li-aynihi) kaba pisliktir. Sirkeleştirilmeksizin, ne gaye ile
olursa olsun yararlanılması haramdır, satışı caiz değildir. Dezenfekte ve saç
bakımı gibi şeylerde kullanılamaz. Kaynatılması ile istihale (kimyasal
reaksiyon ile bir başka maddeye dönüşme) oluşmuyorsa kaynatılarak da
kullanılamaz. Mezhepte mutemet görüşe göre tedavi gayesiyle de yararlanılamaz.
Bunun Türkçedeki karşılığı üzüm şarabıdır. Bu hükümlerde azı da, çoğu da
eşittir.
2- Tılâ: Yaş
üzüm suyundan içte ikisi ya da daha azı buharlaşıncaya kadar kaynatılıp, sonra
da sarhoş edici hale gelen içkidir. Üçte ikisinden azı gidecek kadar kaynamışsa
"bazik", yarısı gidecek kadar kaynamışsa "munassaf' adını alır.
Bu ikisi ittifakla haramdır. Üçte ikisi gidecek kadar kaynarsa
"müselles" adını alır kî, esas "tılâ"da budur. İmam
Muhammed'e göre haramdır diğerlerine göre helâldir. Fetva İmam Muhammed'in
görüşüne göredir. Dolayısı ile "Tıiâ"da "hamr" gibi
pistir.
3- Seker:
Yaş hurma suyundan çiğ olarak yapılan ve keskinleşip (mayalanıp) köpük atan
içkidir.
4- Nakî:
Kuru üzümden çiğ olarak elde edilen ve kabarıp köpük atan sudur. Bu son ikisi
haram olmakla beraber, pis oluşları Serahsî'ye göre hafiftir. Ayrıca
"hamr" dışında kalan üçü kabarıp keskinleşmedikçe ittifakla helâl ve
temizdirler. [716]
Hanefî mezhebine (İmam
Azam ve Ebu Yusuf a) göre bu dört çeşit mayiin dışında kalan meşrubat helâl ve
temizdir, alım-satımı caizdir. Buna göre bu yöntemlerin dışında bir madde ve
yolla elde edilen ispirto, kolonya, dezenfekte de ve çözücü olarak şurup ve
esanslarda kullanılan alkol türleri temizdir, alınıp satılabilir. Ancak hangi
maddeden olursa olsun, sarhoş edecek miktarı ittifakla haramdır ve cumhura
(fiki ha çoğunluğuna) ve Hanefî mezhebinde fetva verilen İmam Muhammed'in
görüşüne göre her çoğu sarhoş edenin azı da haramdır, pistir, alım-satımı caiz
değildir. Bazı fıkıhçılara göre de içki (sarhoş ediciler) haram olmakla
beraber pis değildirler, dezenfektede ve haricen kullanılabilirler. Dolayısı
ile Hanefî Mezhebi bu konuda "orta yol" olmakla" özellikle
günümüz için uygulanabilecek bir kurtarıcıdır. Ama cumhurun ve bu meyanda İmam
Muhammed'in görüşünü gözardı edemeyeceğimize göre Hanefî mezhebi dediğimiz İmam
Azam ve Ebu Yusuf görüşünü ihtiyatla karşılamak, sadece ve geçici olarak
tedavide ve dezenfektede kullanmalıdır. Bu söylenenler sıvı meşrubat için
geçerlidir. Banotu (bene) ve afyon gibi katı olanlar ise müstahzar ilaç olarak
mubah sayıldığından tedavi gayesiyle ve sarhoş etmeyecek miktarda
alınabilirler. Temiz olduklarından satılmaları da caizdir. [717]
(Allah'u a'lem)
Haramlığında ve pis
oluşunda ittifak edilen hamr (şarap)ın tedavi maksadıyla kullanılmasına
gelince, bir grup Belhli İmamdan nakledildiğine göre, bakılır. Eğer fayda
sağlayacağı kesin ise alması helâl olur. [718]
Çünkü insanın zaruret halinde haram olan şeyleri, zaruret miktarınca yemesi,
boğulmakta olanın, helâl sıvı bulamazsa boğazını açacak kadar içki (hamr)
içmesi caizdir.
İmam Muhammed'e göre
insan ve domuz dışındaki canlıların kemiklerinden herhalükarda ilaç olarak
yararlanılabilir. Bazılarına göre de eti yenmeyen hayvanlar ancak şer’iusûlde
boğazlanmaları, kemikleri de kuru olması halinde onlardan ilaç yapılabilir. [719]
Pis ve haram olduğunda
ittifak edilen "hamr" (şarap) zaruret olmadıkça tedavide
kullanılamayacağı gibi, saç parlatmada, gargarada ve şırınga olarak (enjektabl)
da kullanılamaz. [720]
Domuzdan vb. haram
şeylerden maddeler ihtiva eden ilaçların terkibini iyi bilmek gerekir. Eğer
başkalaşım (istihale=kimyasal tepkime) varsa pisliği gitmiş olacağından
kullanılması haram olmaz. İstihale yoksa zaruret bulunmadıkça ya da bazılarına
göre kesin çare olduğu, alternatifi de bulunmadığı adil mütehassisi tarafından
söylenmedikçe kullanılması haram olur. Fıkıh kitaplarımızda; hınzırın tuzda
kalıp tuzlaşması, gübrenin toprağa karışıp topraklaşması, tezeğin yanıp kül
olması, şarabın sirkeleşmesi, mis ahusunun kanının misk olması, pis olan
zeytinyağının sabun yapılması gibi olgular istihaleye örnek olarak gösteriIir. [721] Ancak
Ebu Yusuf istihaleyi bir temizlenme sebebi olarak görmez. Ama fetva onun
görüşüne göre değildir.
Bu söylediklerimizle
bütün sorularınızı bir ölçüde cevapladığımızı sanıyoruz. Ancak mes'elenin ne
kadar kompleks ve hassas olduğu da ortada. Bu itibarla ilaç alanların mes'eleyi
bilinçli olarak soruşturması, ilaç yazanların da, alternatifi olmayan haram
maddeli ilaçlara alternatif bulma, olanların da alternatifini ve varsa
sentetiğini kullanma konularında çok titiz davranması gerekir. Ne derece doğru
ve tıbba uygun bilmiyorum ama Konyalı bir hocamız şöyle bir olay nakletmişti:
Arkadaşımın annesine
bir doktor mübtela olduğu
bir göğüs hastalığı için ısıtıcı olarak bira içmesini, bunun yerini alacak
başka bir şeyin olmadığını söylemiş, mes'ele bir müslüman doktora (Dr. A. K.
Belviranlı) aktarılınca o sulandırılmış pekmezin bu işi çok daha tesirli olarak
göreceğini anlatmıştı. Sonuç da çok iyi oldu. [722]
Soru: Günlük
hayatta kullanılan, kolonya, şampuan, krem, parfüm, ispirto ve bunun gibi
maddelerde belli oranlarda alkol bulunmaktadır. Bunlar namaza mani midir?
Abdesti bozarlar mı?
Cevap:
Kolonyanın ve bu gibi maddelerin pis olup olmaması, içkinin (hamr) pis olup
olmamasıyla ilgili bir mes'eledir. Bilindiği gibi dinimizde içki (hamr), aklı
koruma gayesiyle haram kılınmış ve büyük günahlardan sayılmıştır. İçkiden
bahseden ayetlerin sonuncusunda şöyle duyurulur:
"Ey
İman edenler! İçki, kumar, putlar, kısmet çekilen zarlar hep şeytan işi pis
şeylerdir. İçki ile kumarda, şeytan srrf aranıza düşmanlık ve kin sokmayı ve
sizi Allah (cc)'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymayı ister. Artık vazgeçiyorsunuz
değil mi?" [723]
Görüldüğü gibi burada
içki (hamr) "pis" diye nitelendirilmiştir. Konumuzla ilgili birinci önemli
nokta budur. İçkinin "pis" olduğunu kabul edersek, neyin içki (hamr)
olduğu mes'elesi karşımıza çıkar. İkinci önemli nokta da budur. Bunların
izahına geçmeden şu hususu da hatırlatmakta yarar vardır:
İslâm'ın yasakladiğı içki,
en geniş anlamıyla "hamr", yani sarhoş eden alkoldür, yoksa her
çeşidiyle "alkol" değildir. Binanaleyh, sarhoş etmeyen alkol türleri
varsa ki, bildiğimiz doğru ise metilalkol böyledir, onlar haram içki sınıfına
girmezler, yani "hamr"
değillerdir. Ayrıca bir şeyin pis olması ile içilememesi ayrı ayrı şeylerdir.
Onun için içilemeyen her şey pis demek değildir. Bu yüzden eski ve yeni bazı
alimler; içkinin (hamr) içilmesi haram olmakla beraber kendisi pis değildir,
üste-başa bulaşması namaza mani olmaz, kanaatin dedi. Her meselâ, eskilerden
Rabî'a, Leys b. Sa'd, İmam Şafiî'nin arkadaşı el-Müzenî, sonrakilerden de bazı
Bağdat ve Kayravan alimler [724],
daha sonra da San'ânî, Şevkânî [725] ve
Sıddık Hasan Han [726]
bunlardandır. Çok azınlıkta kalan bu alimler delil olarak şunu söylerler:
Ayette içkiye
"pis" (rics) denmesi onun maddî pislik olduğunu değil, manevî pislik
olduğunu anlatır. Keza haram kılındığı zaman Medine sokaklarına dökülmesi de
temiz olduğunu gösterir. [727]
Çünkü pis olsaydı sokakların onunla pisletilmesine müsaade edilmezdi.
Bu alimlerin çok azınlıkta
olmaları bir yana, görüldüğü gibi, tutundukları deliller de güçlü değildir. Bu
yüzden, "Müctehid imamlar, içkinin (hamr) haram ve pis olduğunda icma
(görüş birligi) halindedirler" [728]
denmiştir.
Çünkü:
1- İçkinin
(hamr) pis oluşu "rics" kelimesiyle ifade edilmiştir. Arapçada
"rics", pis koku, dışkı ve kazurat yanında hem maddî hem manevî
pislik için, "ricz" ceza için, "riks"de maddî pislik için
kullanılır. Kastedilen sadece manevî pislik olsaydı "rics" kelimesi
seçilmezdi. [729]
2- Rasûlüllah
(sav)'a müşriklerin kaplarından yemek yeme sorulduğunda, yıkayın sonra yiyin,
buyurmuşlardır. Onlar bizden ayrı olarak içki ve domuz eti kullandıklarına
göre, kaplarının yıkanması bunlardan dolayı istenmektedir, demek ki, bunlar
pistir. [730]
3- Ayette
içkiden (hamr) mutlak olarak "kaçınılması" istenmiş, sadece
"içmeyin", denmemiştir. Kaçınmak hem içmemek, hem de ona bulaşmamakla
olur. [731]
"Hamrın" pis
olduğunu cumhura (fıkıhçıların kahir ekseriyetine) göre böylece tesbit
ettikten sonra neye "hamr" dendiğini de öğrenirsek, baştaki
mes'elemizin cevabı ortaya çıkmış olur.
İmam Ebu Hanîfe ile
bazı Küfe alimlerine göre "hamr" sadece üzümden yapılan ve
pişirilmeden, bekletilip keskinleşerek köpük atan sarhoş edicinin adıdır.
Diğerlerine "nabîz" denir. Hemen hemen diğer bütün fıkıhçılar ise
her sarhoş edicinin "hamr" olduğu görüşündedirler. Çünkü:
1- Her
sarhoş edicinin "hamr" ve haram olduğunu söyleyen değişik hadisler ve
rivayetler vardır. [732]
2- Enes
Hadisinde: "İçki haram kılındığında üzümden çok az içki (hamr)
yapılıyordu. İçkilerimiz (hamrlanmız) genellikle yaş ve kuru hurmadandı" [733]
denir ki, burada hurmadan yapılana da "hamr" adı verilmektedir.
3- İbn Ömer
Hadisinde: "İçki (hamr) yasağı indiğinde o, beş şeyden yapılıyordu:
Üzüm, hurma, buğday,
arpa ve mısır.
Hamr aklı örten
(mahmurlatan) şeydir." [734]
denir ki, bu konuda bu çok daha açıktır.
4- Bir
önceki hadiste de geçtiği gibi, kelime manası itibariyle "hamr",
örtmek, kapatmak demek olduğundan, sözlük anlamı itibariyle aklı örten, yani
sarhoş eden her şeye "hamr" denmelidir. Fahruddin Râzî bunu bu
anlamda en güçlü delil sayar ve, "bunu bir çok hadisin desteklediğini de
düşünün" der. [735]
5- İçki ile
beraber kumarı da yasaklayan ayette, bu yasağa illet olarak (ya da hikmet
olarak), şeytanın bunlarla insanlar arasına düşmanlık ve kin sokması
gösterilmiştir. Bu da her sarhoş edicide bulunduğuna göre, hiç bir konuda
birbirlerinden farkları olmamalıdır.
6- Yine aynı
ayetle kumar yasaklanmış ve alimler buradan harekette her türlü kumarın haram
olduğunda icma etmişlerdir. [736]
Binaenaleyh, içki hakkında da aynı şey düşünülmelidir. Zaten "çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır"
[737]
hadisi vardır. Üç mezhebin görüşü bu olmakla beraber, Hanefî mezhebinde de
fetva verilen görüş budur. [738]
Bunlar ve benzeri
birçok hadisle sarhoş eden her şeye "hamr" dendiğini, hamrın ise
cumhura göre pis olduğunu öğrenmiş olunca, sarhoş etme özelliği olan kolonya,
ispirto vb. alkollerin cumhura göre pis ve haram olduğu ortaya çıkar. Ancak
Hanefîler ve özellikle de İmâm Azam ve Ebu Yusuf (bu konularda İmam Muhammed
genellikle diğer mezheplerde olduğu gibi düşünür) mes'eleyi adeta bir kimyager
edası ile tahlil ve tasnîfe tabi
tutmuşlar ve meşrubat cinsini özelliklerine göre yedi ayrı gruba ayırmışlardır.
Onların da bu konudaki delil ve izahları hafife alınacak ve yabana atılacak
gibi değildir, imam Serahsi'nin El-Mebsût'una (XXIV/2 vd.) ve İmam Kâsânî'nin
Bedâyi'ine (V/l 12 vd.) bakanlar bunu açıkça görebilirler. Onların tasnifine
göre:
1- Şarap
(hamr) çiğ yaş üzüm suyunun, kabarıp keskinleşerek köpük atmış halidir. (Ebu
Yusuf ve Muhammed'e göre hamr olabilmesi için köpük atması şart değildir.) Bu,
bütün imamlara göre kaba (muğallaza) pisliktir. Bir dirhem mikdarından fazla
miktarı namaza manidir. [739]
2- Yaş ve
kuru hurmadan ve kuru üzümden yapılan içkiler (seker, fadîh, nakî). Bunlar da
aynen şarap gibi kaba pisliktirler. Pis olmadıklarına dair bir rivayet de
vardır. Ebu Yusufa göre ise (hafif pislik olup) sadece fazla miktarı namaza
manidir. [740]
3- Yedi grup
içkinin geriye kalanları ise-sarhoş edenlerini içmek haram olsa dahi-pis
olmayıp, namaza mani değildirler.
Bütün bu
söylediklerimizden çıkaracağımız sonuç şu olabilir; üzüm ve hurmadan yapılan
alkollü (sarhoş edici) içkiler ittifakla haramdır ve pistir.
Hanefî Mezhebinin
dışında kalan mezheplere göre çoğu sarhoş eden her içkinin azı da haramdır ve
pistir.
Hanefî Mezhebinde,
özellikle Ebu Hanîfe ve Ebu Yusufa göre üzüm ve hurma dışındaki şeylerden
yapılan içkiler, sarhoş edenlerini içmek haram olsa bile, pis değildirler.
Şimdi tekrar sizin
sorunuzu ele alırsak:
Kolonya, ispirto, şampuan,
esans, mürekkep, parfüm, krem vb. sıvılar üzüm ve hurma dışında bir şeyden
yapılıyorlarsa-ki, şu anda hepsinin öyle olduğunu sanıyorum-veya bu iki şeyden
yapılsa dahi sarhoş edici alkol ihtiva etmiyorlarsa bu iki imama göre pis
değildirler, namaza mani olmazlar. Alkol ihtiva etmeleri halinde diğer bütün
imamlara göre pistirler. Bu durumda müslümanların önünde iki yol vardır:
1- Ya
bunlardan dahi kaçınmayı başarabilen birisi ise takvaya ve ihtiyatlı olana
sarılıp cumhurun (müctehitler çoğunluğunun) yoluna girmek, "Şüpheli olanı
bırak, olmayana git" [741]
"Helâl da, haram da bellidir...
Arada şüpheli şeyler vardır. Onlardan sakınan dinini ve ırzını korur"
[742]
hadislerini ölçü edinmek.
2- Veya;
bana İmam Azam ve Ebu Yusuf un bu görüşte olması yeter. "Dinde kolaylık vardır" [743]
buyurulmuştur. "Umumî belvâ" (kaçınılmaz derecede yaygın) hal almış
şeylerde, cevaz kaprsı varsa caiz demek daha evlâdır. "Zamanımız şüpheli
şeylerden kaçabilme zamanı değildir" [744]
diyerek bu tür sıvılardan kaçınmamak. Her ikisine de bir şey denilemez. [745]
Görüldüğü gibi mes'ele biraz daha
fertlerin İslâmî titizlikteki dereceleriyle alakalıdır. Ancak şunu da
belirtmek gerekir:
Bu tür sıvıların
kolonya ve ispirto (etil-alkol) dışındakilerinde alkolün diğer maddelerle yeni
terkipler oluşturup (istihale, kimyasal tepkime) sarhoş edicilik özelliğini
kaybetmesi kuvvetle muhtemeldir. Başta da söylediğimiz gibi, bileşiminde alkol
olduğu yazılan ya da söylenen her şey haram ve pis demek değildir. Bu tür
maddelerin tahlili konusunda müslüman kimyacılara ihtiyacımız vardır. [746]
Soru:
Traştan sonra kolonya kullanıyoruz, caiz midir? Bize traştan sonra gönül
rahatlığı ile kullanabileceğimiz bir krem ismi verebilir misiniz?
Cevap:
Sadece Hanefî Mezhebindeki bazı imamlara göre kolonya kullanabilirsiniz. Belki
daha önce "traş olabilir miyiz?" diye sormak gerekirdi. Ama polis
olduğunuza göre mazeretiniz var demektir. Fakat cumhura (fıkthçı çoğunluğuna)
uyarak kolonya kullanmayanlar her
halde daha ihtiyatlı davranmış olurlar. Krem konusuna gelince, şu anda
terkibini kesin bildiğini bir krem olmadığından bir şey söyleyemeyeceğim. [747]
Soru:
1- Babam
bankada benim adıma vadeli hesap açtırıyor ve işlemlerini bana yaptırıyor. Aldığı
faizin bir kısmını da bana zorla veriyor. Aynı işte çalışıyoruz ve bazan
tartışmaya giriyoruz. Ne yapmamı tavsiye edersiniz?
Cevap:
İslâm'ın faizi en büyük günahlardan saydığını biliyoruz. [748]
Anaya-babaya iyi davranmanın, Allah (cc)'a ibadetin hemen ardından geldiğini
de biliyoruz. [749]
Öyleyse bu dengeyi iyi ayarlamak zorundayız. "Yaratana isyan sözkonusu
olan yerde yaratılana itaat edilmez" [750]
esasını ayar olarak kullanırsak, işler biraz daha kolaylaşır. Faizin sadece
yenmesi değil, hesabının tutulması, alınması, verilmesi, yardımcı olunması...
vb., de haram olduğuna ve haramları yapmak, Allah (cc)'a isyan sayılacağına göre,
bir kimse, babası dahi olsa, bir kulu memnun etmek için bunları yapamaz.
Öyleyse hem babanızı kırmayacak, onunla münakaşaya girmeyeceksiniz, hem de
faiz alıp yemeyeceksiniz. Babanıza söylemeniz gereken şeyleri, onun da saygı
gösterdiği bir büyüğünüzle söyletirseniz daha isabetli olur:
Çünkü büyüklerin,
küçüklerin söylediklerini kabul etmeleri çok zordur. Buna rağmen münakaşalarınız
sürerse, babanızın iznini alarak ayrı bir iş yapmanız
tavsiye olunabilir. Faiz parası olarak
verdiklerini alıp, çok fakir olan birisine veya umuma ait bîr tuvalet inşaatı
gibi bir yere verebilirsiniz.
2- Şafiî
mezhebindenim, boğazımda sık sık anjin olduğundan abdest alınca ağzı çalkalama
sünnetini yapamazsam namazımda bir eksiklik olur mu?
Namazda ağzı yıkamak
sünnet, sıhhati korumak ise farzdır. Ağzınıza su almanızın, boğazınızdaki
hastalığa zarar vereceğini adil bir doktor söylemişse, hangi mezhepte olursanız
olun, ağzınızı çalkalamayabilirsiniz.[751]
Soru: Benim
babam faiz alıyor, bana da köyden yiyecek getiriyor. Söylemeye bile utanıyorum.
Bu durumda benim ne yapmam lazım?
Cevap:
Malına herhangi bir yolla haram karıştığı bilinen birisinin ikramını, ya da
hediyesini kabul etmek için bakılır, eğer malının veya kazancının çoğu
haramdan değilse alınır ve yenilir. Bu durumda ikram ettiği şeyin haramdan
olduğu bilinse, malının çoğu helâldan olsa dahi kabul edilemez, yenemez. Aksine,
malının çoğu haramdan olsa ve fakat ikram ettiği şeyin helâldan olduğu bilinse,
ya da ikram eden öyle olduğunu söylese alınır ve yenilir. [752]
Faizle para kazanan için de durum aynıdır. [753]
Helâl kazancı daha çoksa ikramı alınır, değilse alınmaz. Durumu bilinmiyorsa,
bir mü'min ancak helâl yolla kazanır diye hüsn-i zan edilir ve yine kabul
edilir.[754]
Soru: Bir
arkadaşımın 100.000.- TL. faiz parası var. Bu para ile fakir olan bir arkadaşın
kirasını verebilir mi? Ev sahibi gayri müslimdir?
Cevap: Her
ne maksatla olursa olsun, faize ve faiz muamelesi yapan kuruluşlara para
yatırılamaz. Her nasılsa bankaya yatırılan bir paranın faizi de bankaya
bırakılamaz. Böyle bir davranış, belki de faiz alıp yemekten daha büyük bir
günah olur.
Çünkü faizin haram
oluş hikmetlerinin başında, onun sömürüye, zulme sebep olması, servet
sahiplerinin fakiri ezmelerine imkân sağlamasıdır. Biriken faizi almamak, bu
sömürü ve zülüm mekanizmasını iki kere güçlendirmek olur. Alınca da bunu kişi
şahsına ve hayır işlerine harcayamaz. Sözünü ettiğiniz şahsa, arkadaşınız
için-Allah'u a'lem-verilebilir. En doğrusu, faiz parası halkın sırtından
soyulduğu için yine halka çevrilmeli ve kötü bir para olduğuna dikkat çekmek için
de, meselâ umuma ait tuvalet gibi yerlere harcanmalıdır. Ne gariptir ki,
duyduklarımız doğru ise, özellikle doğudaki vatandaşlarımızın bankalardan
milyarlarca faizsiz yatırılmış mevduatları varmış. Bu, cahil müslümanın maskara
oluşunun tarihi bir delili sayılmaya sezadır. [755]
Soru:
Dâru'l-harp'te faiz olmaz, diyorlar. Türk bankalarından faiz alıp yiyebilir
miyiz?
Cevap:
Dâru'l-harp'te faizin cereyan edip etmemesiyle Türk bankalarından faiz alıp
yemek ayrı ayrı şeylerdir. Önce bu hüküm sadece İmam Ebu Hanife ve İmam
Muhammed'in kabul ettiği ve İmam Ebu Yusuf dahil, Şafiî, Malik ve Ahmed gibi
diğer imamların karşı olduğu bir hükümdür. "Dâru'l-harp'te müslümanla
harbî arasında faiz olmaz" anlamındaki bir hadise dayandırılır. Hadis,
"Nasbu'r-râye" sahibi Zeyla’nin ve Aliâme İbn Hümâm'ın tesbitlerine
göre "âhad" bir haberdir ve garîbtir (sahih değildir). [756] İmam
Şafiî böyle bir hadisin sabit olmadığını, binaenaleyh, delil olamayacağını
söyler. Nitekim hadis, meşhur on hadis kitabında bulunmadığı gibi,
"dâru'l-harb" ifadesi de bunun dışında hadislerde geçmemektedir.
"Dâru'l-harb", "Dâru'l-İslâm" gibi terimler sonradan
müctehid imamlar döneminde ortaya çıkan terimlerdir. Nitekim İbnü'l-Esîr de
"en-Nihâye" adlı değerli eserinde "dâr" kelimesi ile
ilgili böyle bir terimden söz etmemektedir. İşin bir yönü budur. Diğer bir
yönü de bu hükmün usûl kaideleriyle çelişmesidir. Çünkü "haber-i vahidle
ziyade, nesih sayılacağından caiz olmaz." Bu haber de haber-i vahiddir.
Kabul edilmesi halinde faizi ayırım yapmadan (mutlak olarak) yasaklayan
naslara ziyade bir hüküm getirmiş olur ki, bu caiz değildir. İşin, Aliâme İbn'
Hümâm'ın da irdelediği [757] bir
üçüncü yönü vardır ki, sorunun cevabı açısından önemli olan da budur:
İmam Azam ve İmam
Muhammed bu hükmü verirken, parayı iktisadî bir silâh olarak düşünüp,
müslümanın onu kafirin ülkesinde ve onun rızasıyla, herhangi bir yolla alabileceğini,
böylece onu iktisaden zayıf düşüreceğini, müslümanın hiçbir surette faiz veremeyeceğini,
yani fazlalığı müslümanın alması halinde bunun caiz olabileceğini
kastettiklerini, arkadaşları olan imamlar açıklamışlardır. Nitekim İmamı Azam
kumarı da aynı kategoriye sokmuş ve yüzde yüz kazanacağını bilmesi halinde
müslüman Darü'i-Harpte bir
harbî ile kumar oynayabilir, demiş ve mes'eleye Rum Sûresinin başında işaret
edilen ve Hz. Ebu Bekr'in Şirk diyarı olan Mekkelilerle girdiği bahsi delil
göstermiştir. Çünkü bahsin kumardan başka bir anlamı yoktur ama Hz. Ebu Bekr
kazanacağını Allah Rasûlünün haber vermesiyle kesinlikle bilmektedir. Durum
böyle olunca İmam Azam ve İmam Muhammed'in cumhurun karşısındaki bu görüşlerini
alsak dahi, günümüzde müslümanın hiçbir yerde onların görüşüne göre de banka
faizi alıp yiyemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü faiz sistemi artık
değişmiş ve fertlerin yerini müesseseler almıştır. Diyelim ki Almanya'da bir
müslüman 100 markını bankaya yatırmış ve meselâ yılda %I0 faiz almış, sene
sonunda da parası I 10 mark olmuş olsun. Banka, hali hazırdaki sisteme göre bu
sayede bu mevduatın (ankes hesabı ayrıldıktan sonra) yaklaşık 5 katı kredi
verebilecek ve daha yüksek, meselâ %I5 faiz uygulayacağından 5x15=75 DM. kazanmış
olacaktır. Yani müslüman Ahmet kendi kazandığı 10 DM. karşılığında Alman Hans'a
65 DM. kazandırmış olacaktır. Görüldüğü gibi buna caiz diyen hiçbir İslâm
hukukçusu yoktur. Türkiye için durum daha da değişiktir. Darül-harp olduğunu
söyleyen görüşten hareket etsek dahi, faiz müessesesi dediğimiz gibi bir banka
olacaktır ve banka Yahudi Mişon'un ve Mişonlaşan Türkün olsa bile bir taraftan
Ahmet Ağa yatırıp, öbür taraftan Mehmet Ağa almış olacağından, bir yönüyle
müslüman faiz vermiş, öbür yönüyle de müslüman, müslümandan faiz almış
olacaktır. Bu ise hiç caiz görülemez. [758]
Soru:
Dükkanımı bankaya ya da içki satacak olan marketçiye kiraya verebilir miyim?
Cevap:
Mes'elenin maslahat-ı âmme ve insan iradesine ve hürriyetine saygı gibi iki
önemli yönü vardır. Ebu Hanife tek başına kaldığı bu konuda daha çok hür
iradeye, ama bir yönüyle de maslahata ağırlık veriyor gibidir. Ona göre:
Bir müslüman arabasını
ve hayvanını kilise tamiri için zimmîye (hıristiyan ve yahudi azınlığa) kiraya
verebilir, kendisi ücretle çalışabilir, bunu ona içki taşımak için de
yapabilir. Çünkü bu durumda yapacağı işin bizzat kendisi ma'siyet değildir.
Meselâ taşımaya ücret
ma'siyet değildir. Bu, ma'siyete sebep de değildir. Ma'siyet, içenin ihtiyarı
ile oluşur. Zira taşımak bazan dökmek ya da sirke yapmak için de olabilir. Ama
şarap için üzümü sıkmanın bizzat kendisi haramdır.
Yine İmam Azam'a göre
halkının çoğu zimmî olan bölgelerde müslümanın binasını kilise olarak ya da
içki satılmak üzere kiraya vermesi de caizdir. Çünkü icare (kiralama akdi) evin
menfaati üzerine yapılmıştır. Böyle olduğundandır ki, sırf teslimle ücret
gerekli olur. Bunda bir ma'siyet yoktur. Ma'siyet kiralayanın fiilindedir ve o
da kendi fiilinde ihtiyar sahibidir. Ama halkının çoğu müslüman olan bölgede
bunlar caiz değildir. Çünkü böyle olan yerlerde zimmilerin kilise bina
etmelerine, açıktan içki satmalarına imkân verilmez. Binasını bankaya kiraya
vermek de içki satışına kiraya vermek gibidir. [759]
İbn Kudâme, İmam
Azam'ın bu görüşünü naklederken, halkının çoğu zimmî olan bölge yerine, kırsal
kesimi zikreder ve kırsal kesimde caiz olupta diğer yerlerde olmayacağının
izahında Ebu Hanifi'nin arkadaşları da anlaşamamıştır der ve bu meyanda havra
ve kumarhaneyi de zikreder. [760]
İmam Azam'ın tv.
görüşünün Hanefî usûlüne yansımasına bakılırsa bu konuda kırsal kesim, ya da
halkının çoğu zimmî olan bölge diye bir ayırım yapmak bile zordur. Çünkü bunun
usûldeki dayanağı şu esastır:
Sebeple hüküm
arasındaki illet, ihtiyarî bir fiil olursa bu sebep hakiki sebeptir ve hüküm,
yani fiilin sonucu ona nisbet edilmez, hükümle sebep arasındaki illete nisbet
edilir. Bu yüzden meselâ, hırsıza çalacağı malın yerini gösterenden o mal
tazmin edilmez. [761]
Burada "tazmin" bir hükümdür. İlleti hırsızlık, sebebi ise malın
yerinin gösterilmesidir. Hükme, yani tazmine gerekçe olan hırsızlık tamamen en
muhtar birisinin fiili olduğundan hüküm sebebe, yani malın yerini göstermeye
nisbet edilemez.
Diğer iki imamımıza ve
üç büyük imama göre binasını kilise, havra, içki dükkanı, kumarhane (banka) vb.
işler yapmak isteyene kiraya vermesi caiz değildir. [762]
Çünkü bu, ma'siyete yardımdır. Allah Rasûlü'de içki konusunda on kişiye lanet
etmiştir, biri de taşıyıcısıdır. [763] Ebu
Hanife'nin bu konudaki görüşü kıyasa, İmaimeyninki istihsana dayanır. Bu
türden çoğu yerde itimad istihsanadır.
Görüldüğü gibi
dükkânını içki satıcıya ya da bankaya kiraya vermek İmam Azam'ın dışındaki cumhura
(fıkıhçı çoğunluğuna) göre mutlak anlamda caiz değildir. İmam Azam'da bunun
için bir takım şartlar ileri
sürmüştür ki, onun nokta-i nazarına göre de bu gün için buna fetva
verilemeyeceği kanaatindeyiz. İhtiyata, cumhurun görüşüne, maslahat-ı âmmeye uygun
olan ve seddü'z-zerâyi'in gereği de caiz olmamasıdır. (Allah'u a'lem) [764]
Soru:
Müslümanlar çıkarıyor diye bildiğimiz ve hergün para verip aldığımız bazı
gazetelerde çeşitli bankaların reklamları çıkıyor, ya da mason işçi ve
danışmanlar çalıştırdıklarını duyuyoruz. Onların bunu yapmaları bizim de böyle
gazeteleri almamız caiz midir?
Cevap: Bir
Müslümanın, her ne suretle olursa olsun, faizi ve faiz müesseselerini reklâm ve
terviç etmesi caiz olamaz. Bankalar, her çeşidiyle alkollü içkiler, sosyal
sigortalar gibi yardımlaşma esprisi üzerine değil de kazanç esası üzerine
kurulan ve bir çok yönden haram unsur ihtiva eden özel sigorta şirketleri, İslâm'ın
haram saydığı muamele ve eşya alım-satımı yapan tüm ticarethaneler ve
şirketler buna dahildirler. Hatta alım satımını yaptıkları eşya haram eşya
olmamakla beraber, kazançlarıyla kendi milletine kasteden gayri müslimlerin
firmalarını bile müslümanların reklâm etmesi caiz görülmez. Rasûlüllah
Efendimiz (sav):
"Kim kimin karartısına katılıyorsa (yani
onlarla oturuyor, onlarla muaşeret ediyor, onlarla yardımlaşıyorsa) [765] o da onlardandır"
buyurmuştur. [766] Vücuduyla sırf onların
kalabalığını, yani karartısını fazla gösteren müslümana bu denirse, dili ile,
dili olan yayın organı ile onları teşvik ve reklâm eden müslümana ne
denir? Diğer yönden faizi Allah (cc)
zülüm ve Allah (cc)'a ve Rasûlü'ne harp açma olarak nitelerken, Rasûlüllah
Efendimiz (sav) de faizin uygulanmasına yardımcı olan herkesi lanetlerken, zulmün
müesseseleşmiş biçimi olan bankaları, kendi maddî çıkarı için reklâm etmek müslümanca
olmaz.
Mason işçi ve danışman
çalıştırmaya gelince; önce işçi olmaya tenezzül edecek, ya da daha doğru ifade
ile işçi olarak masonluğu kabul edilmiş bir masonun bulunamayacağını bilmek
gerekir. Farzı muhal, bulunsa onu, ya da herhangi bir gayri müslimi, karşılıklı
anlaşılan bir ücretle ve müslümanlar için sır özelliği taşımayan bir işte
çalıştırmakta beis yoktur. Bu tür konularda esas olan espri, Allah (cc)'ın
mü'mini aziz, kafiri hakîr kılmış olmasıdır. Bunun aksini gösterecek bir
uygulamayı müslümanlar yapamaz ve Kur'ân'ın ifadesi ile müslümanlara kötülük
konusunda en küçük fırsatları dahi kaçırmayan gayri müslimleri danışmanlıkta,
yazışmalarda, müslümanların çalıştıkları birimlerin amirliklerinde iştahdam edemezler.
Özellikle danışmanlık Kur'ân-ı Kerim'de açıkça zikredildiği için, müslümanların
yine Kur'ân'ın ifadesi ile "kendilerinden
olmayanları" [767]
danışman tutamayacaklarında ittifak vardır. Masonun müslümanı olur mu, olmaz mı?
Diye tartışan müslüman çıkabilir ama İslâm'ı, bir şeriat düzeni olarak bütünüyle
kabul eden bir masonun olmadığı açıktır. Buna Abdülhamid'in "Masonluk
kıpkızıl gâvurluktur" sözünü de eklersek masonların, müslümanların
"kendilerinden" olup olmadıkları anlaşılmış olur. Artık buna rağmen
biz yapıyoruz da oluyor, diyenler çıkarsa onların "abdestsiz namaz
kılınmazmış, ben kıldım da oldu" diyenden farklarının olmadığı anlaşılmış
olur.
Faiz müesseselerinin
reklâmını "darül-harp" telakkisi ile yapmak da -eğer varsa- caiz
olmaz.
Bu tür gazeteleri
almak ise ayrı bir olaydır ve alanın niyyetine göre değişir. Sözü edilen
konular ve benzerlerinde, çocuklara islâm'a zıt giyinen ve zıt düşünen
dansözleri, aktristleri, artistleri sevdirmeye çalışmalarında hikmet ve keramet
aramadan, bunları yanlış bilerek ve yanlışlarına müslümanca dikkat çekmek için
alınmasında -Allah'u a'lem- beis olmaz.
"Kalb", her
yöne dönmeye, inkilâb etmeye müsait olduğu için ona kalb denmiştir ve Rasulüllah
Efendimiz (sav) bize:
"Allah'ım, facirin bana bîr nimetini nasîb etme
ki, kalbim onu sevmesin"
duasını öğretmiştir. Şimdi binlerinin kalpleri birilerine niçin meylediyor,
anlaşılmış olmalı. [768]
Soru: Kaparo
almak dinimizce caiz midir?
Cevap:
Türkçede pey ya da pey akçesi, Arapçada; arabön, urbon, urban, arbon, arbon
olarak bilinir. Asıl Arapça'da "teslîf' ya da "takdim"
olmalıdır. Müşterinin satın alma konusunda anlaştıkları bir şey karşılığında
satıcıya önceden bir şey vermesi demektir. Öyle ki, eğer aralarında bu satış
gerçekleşirse verdiği şey fiyata hesab edilir, gerçekleşmezse müşteri bunu
satıcıya hibe etmiş olur, geri alamaz. Yani kaparo, satıcının değil, müşterinin
muhayyer olduğu bir satıştır ve muhayyerliğin süresi belli değildir. [769]
Bu tür bir satış
fukaha çoğunluğu (Cumhur) na göre batıl, Hanefilere göre de fasittir. Çünkü çok
sahih olmayan bir hadisde Rasulüllah Efendimiz (sav)'ın arbon satışını
yasakladığı nakledilir. [770]
Çünkü bu satış meçhûliyetten kaynaklanan aldanma (ğarar, muhatara) ihtiva
etmekte ve başkasının malını ivazsız yeme anlamı taşımaktadır. Ayrıca bunda
iki fasit şart vardır:
Biri hibe şartı,
diğeri, bunu kabul etmemesi halinde geri verme şartı. Bu ise satana bir şeyi
ivazsız olarak şart koşmak demek olur ki, sahih değildir. [771]
Sahabe ve tabiî'nin cumhuru da aynı şeyi söylemişlerdir. [772]
Ahmed b. Hanbel'e göre
ise kaparolu satışta bir beis yoktur. Çünkü (zayıf) bir hadiste Rasulüllah
(sav)'a satışta urban sorulmuş ve o da helâl olduğunu söylemiştir. [773]
Ayrıca Nâfi1 b. Abdi'l-Haris, Ömer efendimiz için, halifeliği döneminde, Safvân
b. Ümeyye'den dörtbin dirheme bir hapishane satın almış ve Ömer'in kabul
etmemesi halinde Safvân'a dörtyüz dirhem verilmesinde anlaşmışlardır. [774] Ama
bunun Nâfi'in Ömer'e sormadan yaptığı bir uygulama olduğu gerekçesiyle delil
olamayacağı söylenmiştir. [775]
Hadis ise zayıftır.
Kaparo ile yapılan
satış gerçekleşip kesinleştikten sonra her ne kadar başlangıçta fasit olsa dahi
fesat ortadan kalktığı ve kaparo fiyata mahsup edildiği için akit sahih hale
gelmiştir, denilmektedir. [776]
Çünkü artık başkasının malını ivazsız yeme gibi bir durum ortada kalmamıştır.
Hanbelilerin caiz gördüklerinin de bu olduğu söylenmektedir. Yoksa Senhûrî'nin
Mesadıru'l-Hak'da sandığı gibi, onlar bidayetteki şartı kabul etmiş değillerdir.
Düşünülen satış akdi
gerçekleşmezse kaparo alanın onu geri vermesi gerekir, yemesi haramdır. [777]
Soru: Hava
Parası almak helal olur mu?
Cevap:
İslâm'da mülk edinme yollarının esasını emeğin teşkil ettiği, "insan için
emeğinden başkası bulunmadığı" ve hava parası gibi mücerred haklarda,
satılan şeyde (mebî) bulunması gereken şartlar bulunmadığı için Hanefi
fıkıhçıları bunu caiz görmemişler ve hava parası diye alınan şeyin helâl
olmadığını söylemişlerdir. Hatta rehin alanın hapsetme hakkı gibi kesin bir hak
olmadıktan sonra sırf bir hakkı itlafın da tazmini gerektirmediğini söylerler.
[778]
Şufa hakkı da böyledir. Satılırsa hakkını iptal etmiş olur. İslâm'ın
"amele göre ecir" prensibi düşünüldüğünde de hava parası gibi
"avanta" kazanç yollarının onun ruhuna uygun olmadığı görülür.
Azimetle amel etmek isteyen takva ehli bir müslümanın tavrı da herhalde bu
olmalıdır. Ancak epeyce eskilerden beri bu tür uygulamalar İslâm ülkelerinde
görüldüğü ve hatta yer yer kaçınılması müşkil bir zaruret halini aldığı için,
İbn Abidin gibi büyük bir Hanefi Fıkıhçı konuyu enine boyuna incelemek lüzumu
hissetmiş ve ağırlık olarak caiz olmadığı noktası üzerinde durmakla beraber,
son zamanlarda Hanefî alimlerinden de bazılarının; zarureti, müslümanların bunu
örf haline getirmelerini, kadının kendi geceleme hakkını kumasına devretmesini
hesaba katarak, İmam-hatiplik ve müezzinlik gibi görevlerin parayla başkasına
devredilebileceğine fetva verdikleri görülmüştür ki, hava parası da bundan
başka bir şey olmamalıdır. Karafi, Mâliki mezhebinden Lekkânî'nin örfe
dayanarak bunu tercih ettiğini ve onun tercihlerine güvenilebileceğini söyler. [779]
Şafiî Mezhebinde de bu doğrultuda fetvalar vardır. [780]
Bütün anlatılanlardan anlaşılan şudur:
Hava parası ve benzeri
uygulamalar Rasulüllah (sav) döneminde yoktu. Olmayışı, İslâm'ın ruhuna
uymadığından ve İslâm toplumunda buna ihtiyaç duyulmadığından olmalıdır. Tümüyle
kapitalizmin olmasa dahi, kapitalist ruhun yer yer kendini göstermesiyle
sonraları ortaya çıktı ve azınlığı teşkil eden bazı İslâm alimleri caiz
olduğunu ispata çalıştılar. Ama bunu da ancak böyle bozuk bir toplum için geçici
bir fetva olarak görmek gerekir. Bununla birlikte zaruretin sözkonusu olamadığı
durumlarda alınması caiz değildir. Kira sözleşmesi süresi dolan kiracının alması
da -caiz görenlere göre- ancak mal sahibinin izniyle caiz olabilir. Onun izni
olmadan ve anlaştıkları kira süresi dolduktan sonra kiracının hava parası
alamayacağında ittifak vardır. Caiz görenlere göre dahi sadece mal sahibi, ya
da kira sözleşmesindeki süre dolmayan kiracı alabilir. Hava parası verme
durumunda, müslümanların piyasadan silinme endişesi bir zaruret sayılabilir.
Alma durumunda ise, başka bir yere hava parası vermek
zorunda kalmanın dışında zaruretten
sözetmek zordur. Bu durumda bir taraftan alır ve öbür tarafa verirse (Allah'u
a'lem) kötünün en hafifini seçmiş olur. Ama aslolan müslümanların azimetle
amel etmeleridir. [781]
Soru: Yalan
söylemenin caiz olduğu yerler var mıdır?
Cevap:
Müslim'deki bir hadiste "insanların
arasını bulan ve hayır söz taşıyan yalancı değildir" buyurulur. Hemen
bunun yanı başında İbn Şihab şöyle der:
"İnsanların
söylediklerinden hiç birinde yalana ruhsat verildiğini duymadım. Ancak üç şey
müstesna:
Harpte, insanların
arasını bulmakta, kocanın karısına, karının kocasına söylediklerinde". [782]
Tirmizî de de Müslim'dekine benzer şu hadisler vardır:
"Yalan sadece üç yerde helâl olur: Kişinin
karısını memnun etmesi konusunda, harpte, insanların arasını bulmakta",
"İnsanların arasını bulmak için hayır söyleyen ya da hayır söz taşıyan
yalancı değildir" [783]
Bu hadislere dayanarak
Kadı İyâd gibi alimler, bu üç yerde yalan söylemenin caiz olduğunda ihtilaf
olmadığını söylemişlerdir. Ancak bu yerlerde söylenilebiiecek yalanın nasıl
olduğu konusunda görüş ayrılığı vardır. Bazı alimler; bu üç yerde her türlü
yalan caizdir. Bunların dışında da bir maslahata binaen caiz olabilir. Meselâ
yanında saklanan birisini öldürmek isteyen bir zalime, sorduğunda bilmiyorum
demesi ittifakla vaciptir. Mezmum yalan, zararlı olan yalandır. Hz. İbrahim
(as) putlar için "Onları büyükleri
kırdı, ben hastayım" demişti [784].
Karısını elinden almak isteyen
zalimlere de onun kızkardeşi olduğunu söylemiş (içinden de dinde kardeşi
olduğunu kastetmiş) [785]
derler. Diğer bazı alimler de:
Yalan hiç bir yerde
caiz olmaz. Bu üç yerde de ancak tevriyeli, yani Hz. İbrahim (as)'ın sözünde
olduğu gibi doğruya da ihtimali olacak şekilde caiz olabilir. Meselâ koca
karısına elbise, mobilya vs. sözü verir, içinden de, "imkân bulursam günün
birinde alabilirim de" diye düşünür ve ya sevdiğine, dünyada bir tane
olduğunu söyler ve bununla içinden bu sözün doğruluk yönünü düşünür. Harpte
ise düşmana meselâ, başkomutanınız öldü, der, bununla daha önce ölen
komutanlarını kasteder vs... derler [786] ki,
Taberi bunlardandır. Ama sözkonusu hadiselerde bir ayırım yapılmamıştır. [787]
Cevap: Birer
nimet olarak ekmekle başka şeyler, meselâ fasulye arasında aslında fark
olmamakla beraber, herhalde gıda maddelerinin esasını oluşturduğu için, İslâm
terbiyesinin ekmeğe bakışı, diğer gıdalara bakışından farklı olagelmiştir. Bir
de sebze, meyva ve hububat gibi nimetler tabii şekilleriyle yerlerde de bulunabilecekleri,
hatta zaruretten çiğnenebilecekleri ne cevaz verilmesi de ekmeğe, biraz da
psikolojik olarak bir ayrıcalık kazandırmıştır. Büyük nimete büyük şükür
gerekeceği esası da bunda etkili olmuş olmalıdır. Belki de bu son noktaya
işaret etmek üzere Allah Rasûlü Efendimiz ikramda ve saygıda ekmeği özellikle
zikrederler:
"Ekmeğe ikramda bulunun (saygı gösterin)".
Suyûti bu konuda bundan başka üç hadis daha zikreder, Münavi de bu hadisleri
şerhederken başka hadisler ve başka rivayetler nakleder. Ancak anlamını
verdiğimiz dışındakiler için zayıf ya da mevzu hükmü verümiştir. Ekmeğe ikramın
nasıl yapılacağını da alimler şöyle açıklamışlardır: Ekmeğin üzerine
tabak-çanak vs. nin, kirletecek et ve sulu maddelerin konulmaması, ayak altına
ve pis mahallere atılmaması, o hazırken katığın beklenmemesi [788]
günümüz için söylersek, çöpe ve tuvalet lağımına ulaşan lavaboya atılmaması,
kırıntı ve düşen parçalarının, pislenmedikçe toplanıp yenmesi ve en önemlisi,
nimet olduğunu düşünerek buradan o nimeti vereni (Mün'imi) hatırlaması...
Üzerine tuzluk, hurma vb- şeylerin konulmasında ise bir beis görülmemiştir. [789]
Rasûlüllah Efendimiz (sav)'de bir ekmek diliminin üzerine bir meyva koymuş ve
"bu bunun katığıdır"
buyurmuşlardır. [790]
Ekmeği öpmek dini bir anlam ifade etmemekle beraber mahzurlu da değildir. Ekmek
için "öpülmesi değil, çiğnenmesi mekruhtur" [791]
sözü darbı mesel olmuştur. Bıçakla kesilmesine gelince:
Münavî her ne kadar
Derakutnî'den, "Rasûlüllah ekmeğin bıçakla kesilmesini yasakladı"
anlamında bir hadis naklediyorsa da [792] bu
zayıf görülmüş ve bunda kerahet olmadığı söylenmiştir. Bıçağın, parmağın ve
tabağın ekmekle silinmesi halinde, kendisiyle silinen ekmek yenecekse bunda
bir mahzur yoktur, yenmeyecekse mekruhtur. [793]
Soru:
Horozları, ya da diğer hayvanları dövüştürme caiz midir?
Cevap: Allah
(cc)'ın her şeyi insanlar için yarattığı doğrudur. [794]
Ancak her şeyden, yaratılmış olduğu gaye doğrultusunda ve insanın sağlam
fıtratının ihtiyaçlarına göre yararlanmak gerekir. Bozulmuş fıtratların,
vahşileşmiş, sadistleşmiş, merhamet, haya, adalet duygularını yitirmiş
insanların istek ve arzuları bu konuda ölçü olamaz. Kur'ân-ı Kerim bazı
hayvanlardan söz ederken, onların yaratılış gayelerine de işaret ettiği olur.
Binme, etinden, sütünden ve zinet oluşundan yararlanma, öğretilip avda
kullanma.. [795] gibi. Bunların her
birerleri fıtratı sağlam insanın ihtiyaçlarıdır. Köpeğin etinden yararlanılamayacağı
gibi, koç da boyunduruğa vurufmaz, kirpi ile top oynanmaz...
İbn Abbas'ın naklettiğine göre: "Rasûlüllah Efendimiz (sav) hayvanları birbirine
kışkırtmayı yasaklamıştır". [796]
Sebep (illet), hiç bir fayda söz konusu değilken bir canlının canını acıtmak ve
abesle iştigal etmektir. [797]
Horoz, deve, boğa, köpek, koç vb. hayvanları dövüştürme hep bu yasak içerisinde
yer alır. Böyle şeylerle meşgul olmak, hafif akıllıktan, basitlikten ve
karakter bozukluğundan kaynaklanır. [798]
Bunlar bir para kazanma aracı haline getirilirse elde edilen gelir helâl olmaz.
[799]
Dövüşün sonucuna göre tarafların şart koşacağı meblağ kumar olmuş
olur [800] boğa
güreşi gibi bir tarafta insanın diğer tarafta hayvanın yer aldığı ve hayvana
eziyetten başka bir yararı bulunmayan oyunlar da helâl olmaz. Çünkü bunlar da
vahşice ve faydasız taşkınlıklardır. Fıtratı sağlam bir insan bunlara ihtiyaç
duymayacağı gibi, bunlardan tiksinir ve ızdırap duyar. Çünkü onun her şeye
merhamet ve şefkatle muamele etmesi istenmiştir. Bu tür taşkınlıkların ve
"haddi aşmaların" sonucu, dünyada bile çok çirkin ve korkunç
noktalara taşır. Eski Romalılarda olduğu gibi, seyreden asillerin keyfi için
tutsak insanların arenalarda aç arslanlara parçalatdmasına kadar gider.
İhtiyarlamak istemeyen Çavuşesku ve eşinin, yeni doğan bebeklerin kanını alıp
kendi damarlarına zerkettirmelerine kadar varır. "Yerde olanlara merhametli olun ki, gökte olanlar da size merhametli
olsunlar" buyurulmuştur. [801]
Madem ki herşey insan için yaratılmıştır, öyleyse bazı hayvanların
boğazlanmaları da kaçınılmazdır. Ama bu konuda vaz'edilen şu ölçü, ne kadar
yüce, ne kadar güzel ve ne kadar müteal bir ölçüdür:
"Allah her konuda güzelliği (ihsanı) emretmiştir.
Binaenaleyh, boğazladığınızda güzel boğazlayın, öldürdüğünüzde güzel öldürün.
Biriniz boğazlamak isterse bıçağını biletsin, boğazlayacağı hayvanı rahat
ettirsin (yormasın)" [802]
"Can
taşıyan herhangi bir şeyi atış için hedef yapmayın" [803]
Soru: Bir
günlük gazetenin vermiş olduğu takvim yaprağında, dilencilere para verilmemesi
gerekir, diye yazılı. Ne yapmalıyız?
Cevap: Hangi
yaprağında yazıldığını belirtmediğiniz için orada verilen hükmü bütünlüğü
içerisinde bilemiyoruz. Ancak konuyu özetlersek şöyle diyebiliriz:
1- Öncelikle dilenme İslâm nazarında çok kötü bîr kazanç
yoludur. Rasûlüllah Efendimiz (sav):
"Kişi ister, ister., nihayet kıyamet gününe
yüzünde bir parçacık et yokken gelir",
"İhtiyacı yokken dilenen, ateş topluyor demektir" [804]
buyururlar. Kur'ân-ı Kerim; iffetlerinden ötürü ihtiyaçsız sanılan, insanlardan
ısrarla istemeyen fukarayı över ve verilecek olanların onlar olduğunu
bildirir. [805] Dilenmenin kötülüğü
konusunda ayrıca çok ve açık hadisler mevcuttur. [806]
2- Ancak
bazı Kur'ân ayetlerine, Rasûlüllah (sav)'ın fiiline ve sözlerine baktığımızda
dilenene verilmemesini ve onun reddedilmesini değil, aksinin olması
gerektiğini görürüz:
Kur'ân'da iyiliğe
(birre) ulaşma yolları sayılırken, akraba, yetimler, miskinler ve yolda
kalmışlarla beraber dilenenlere de malı gönül hoşnutluğu ile vermekten söz
edilir. [807] Aynı ayette arkasından
zekât da zikredildiğine göre, onlara verilen zekâtın dışında bir verme olacaktır.
Ayrıca iki ayette daha takva ehli ve cennet ikramına lâyık insanların
özellikleri sayılırken "onlar ki, mallarında dilencinin ve
mahrumun bir hakkı vardır" ifadesi
kullanılır. [808] Demek ki, hakikaten
mahrum olana da, mahrum olup olmadığı bilinmeyen dilenciye de vermek gerekir.
Ayrıca Kur'ân'da: "İsteyeni (dilenciyi) de
azarlama" diye bir ayet daha vardır. [809]
Gerçi bunu "dilenen" değil de "soran", yani dini öğrenmek
için soru soran şeklinde anlayanlar da olmuştur. [810]
Ama ilk akla gelen
mânâ dilenendir ve bunda diğer mânâ bulunsa dahi dilenci mânâsını da içermediğine
dair hiçbir işaret yoktur.
3-
Rasûlüllah Efendimiz fiili hayatı boyunca kendisinden kibarca isteyenlere
verdiği gibi, kabaca isteyenleri de boş çevirmemiş ve "bunlar ya çirkin sözlerle benden mal istemek
ya da beni cimri göstermek arasında beni muhayyer bıraktılar. Ben cimri değilim"
buyurarak onlara da vermiştir. [811]
4-
Efendimizin sözlerinden anlaşılan da budur:
"Sizden biriniz (kendisinden) dileneni boş
çevirmesin ve istediğinde vermemezlik etmesin, hatta kolunda iki altın bilezik
görse dahi" [812],
"Eğer miskin (dilenciler) yalan söylemiyor
olsalardı, onları boş çeviren iflah olmazdı" [813]
"Dilenciyi az (da olsa) bir şeyle ya da
güzellikle geri çevirin. Çünkü insan ve cin olmayan (melek) size uğrayıp Allah
(cc)'ın bahşettiği nimetler konusunda nasıl davrandığınıza bakıyor olabilirler"
[814]
"Kimden Allah (cc) için diye istenir de verirse
ona yetmiş hasene yazılır" [815]
"Allah (cc) için, deyip dilenen mel'undur,
Allah (cc) için diyerek dileneni boş çeviren de melundur, yeterki bir kötülük
istemiş olmasın", "Allah
(cc) için diye, sadece cennet istenir" [816]
Bu hadislerin sıhhat
derecelerini tek tek araştırmış değiliz. Ancak çok ve aynı anlamda oluşları
aksi yönde de bir hadisin bulunmayışı dilencilere de vermenin uygun olduğunu
gösterir.
5- İbrahim
b. Edhem:
"Dilenciler ne
iyi adamlardır; ahirete bizim için azık taşıyorlar" dermiş. İbrahim
en-Nehaî de:
"Dilenci ahiretin
postacısıdır. Kapınıza kadar gelir ve yakınlarınıza bir şey göndermek istiyor
musunuz? Diye sorar" dermiş. [817]
6- Ancak
kişi yollarda oturup herkese el uzatanlara birşey vermek zorunda değildir.
Bizzat kendisinden dilenen olur ve "Allah (cc) için, Allah (cc) rızası
için" diye dilenirse ona az da olsa mutlaka bir şey vermeli ve öyle
diyerek dilenmesinin çok kötü olduğunu ona uygun bir dille anlatmalıdır. Cami
içlerinde dilenenlere ise bir şey vermemesi -Allah'u a'lem- daha uygun olur.
Çünkü böylece bir, bidatin önüne geçmiş olur. İhtiyacı olmadığı halde dilenmeyi
bir meslek haline getirdiğini bildiği kişilere de -bizzat kendisinden istemedikçe-
vermemesi daha uygundur. Ama her halükârda dilenciyi azarlamamak bir Allah
emridir. Dilenciye hem verip, hem de onu inciten bir davranışta bulunmaktansa
güzel bir sözle onu savmak da Allah (cc) emridir. [818]
Soru: Av
hayvanlarını vurduktan sonra içleri doldurularak vitrinlerde saklanması caiz
midir?
Cevap:
Bizzat bu konu hakkında gelen bir nas bilmediğimizden bunun için haramdır
diyemeyiz. Ancak mes'elenin başka boyutlarına baktığımızda bunun mekruh, hatta
harama yakın bir mekruh olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki, resmin gölgeli
(heykel halinde) olanının haram olduğunda ittifak vardır. Bunun sebebi (illet
anlamında) büyük ihtimalle putatapıctlığa benzeme ya da putperestliğe meyletme
olasılığıdır. Bu şekilde içi doldurulan bir hayvan, bu konuda insanların
yaptığı heykellerden geri değildir. Sonra bu uygulama insanları meşru sebepler
(ihtiyaç) dışında av yapmaya, avı meşru olmayan tarzda boğazlamaya, ona eziyet
etmeye götürür. Halbuki bunlar mekruhtur ya da haramdır. Ayrıca bunun meşru
bir faydasından da söz edilemez. Yani faydasız, abes bir iştir. Halbuki,
"Abesi terketme, kişinin İslâm'ının güzelliğindendir." [819]
Soru:
Diyanet Gazetesi ve takvimlerinin satış ilânı hutbelerin yarı konusu haline
geldi. Hutbeden herhangi bir şeyin satışını ilân etmek ve camide, ya da cami
önünde bir şey satmak caiz midir?
Caiz değilse aldığımız
takvim, ya da hocaların bundan aldıkları para haram mı olmuş olur?
Cevap:
Rasûlüllah Efendimiz (sav):
"Küçük çocuklarınızı, delilerinizi,
alış-verişinizi, sesinizi yükseltmeyi, hadlerinizi uygulamayı mescidlerinizden
uzak tutun..." [820]
buyurmuştur. Yine:
"Şu mescidler... Ancak Allah (cc)'ı
zikretmek, namaz kılmak ve Kur'ân okumak içindir". [821]
"Mescidde alım-satım yapan birisini görürseniz
ona deyin ki, Allah ticaretine kazanç vermesin. Kaybettiği bir şeyi soran
birisini görürseniz ona deyin ki, Allah onu sana geri getirmesin" [822]
buyurmuş ve "mescidlerde alışveriş yapmayı, kayıp ilânını ve şiir
okumayı..." yasaklamıştır. [823]
Buna göre; her ne
olursa olsun, mescidde alım-satımını yapmanın yasaklandığı anlaşılır. Ancak bu
yasağın derecesi farklı anlaşılabilmiştir. Meselâ:
Hanefi fıkıh
kitaplarının muteberlerinden Halebî Kebir'de bu hadislere işaret edilerek bir
yerde:
"Mescid, içinde
alış-veriş yapmaktan... korunmalıdır" denirken [824],
daha sonra bir yerde de, mescidde alış-veriş yapmanın haramlığına işaret
edilir. [825] Fetavay-ı Hindiyye'de
aynı ibare tekrarlanır. [826] Ama
İbn Abidin; mescid bir pazar havasına çevrilirse mekruh olur, diyecek kadar
mes'eleyi hafif tutanların olduğunu söyler. [827]
Kısaca mescidde satış
yapmak Hanefiler ve Malikîlere göre (tahrimen) mekruhtur. Ama bu çirkin ve
günah bir iş olmakla beraber, satana kazandığı, alana aldığı helâl olur. Çünkü
bu bizatihi çirkin değil, başka çirkinliğe sebep olduğu için (ligayrîhi) çirkindir.
Hanbelilere göre ise haramdır. Akid gerçekleşse dahi badir.)
Mescidde itikâfta
bulunan birisi ise ticaret gayesi ile yapmadığı, orada-bulunabilmesi için
muhtaç olduğu için yaptığı alış-verişlere mecbur olduğundan bunlar caizdir. [828]
Durum bu olunca;
hutbelerden, vaazlardan takvim, kitap ya da mecmua satış ilanı yapmak, bunları
satmak en azından mekruh derecesinde çirkin bir iştir, yapmamak ve yaptırmamak
gerekir. Çünkü bunlar berberlerinde başka çirkinlikleri de getirir. Şimdiden
birçok mescidimizde bunlara ilave olarak kitap vb. şeyler de satılmaya
başlanmıştır bile. Hatta bu cami içi tezgahlara İslâm'a muhalif kitapların
dahi girebilmesi çok ilginç bir olaydır. "Bir bid'at ihdas edene o bid'at
sürdükçe günah yazılır." [829]
Soru: Cami
yapıyoruz diye halktan toplanılan paralarla camilere çok pahalı tezyinat
yapılıyor. Bunun bir mahzuru yok mudur?
Cevap: Bir
şeyin yapılıyor olması onun mahzuru olmadığını göstermez. Önce bunu söylemiş
olalım. Ondan sonra:
Ne hikmetse İslâm'da
genellikle binaya İhtiyacı aşan tarzda ehemmiyet vermek, fazla yüksek binalar
yapmak, elbisede olduğu gibi binada da gösteriş unsuruna kaçmak pek hoş
karşılanmamış ve bunda hep fanilik inancına zıt bir görünüm aranmıştır. Bu
hususta pek çok hadis-i şerif yanında bazı ayet-i kerimeler de vardır. Meselâ
Şu'ara Suresi 128. ve 129. ayetlerinde, Peygamberleri yalanlayan geçmiş
milletlere hitaben: "Her yüksek yerde bir
alamet bina edip eğlenir misiniz? Ebedi kalacakmışsınız gibi muhkem köşkler,
kaleler, mi edinirsiniz?" buyurulur ve onların bu tutumları kınanır.
Mevdudî bu ayetleri açıklarken der ki: "... Bu bağlamda, mimarîde israfın
bir halk içinde rastgele ortaya çıkmayıp maddî amaçlar ve bencil kazançlar
uğrunda servet yığma ve çılgınlığın sonucu olduğu belirtilmelidir. Bir millet
bu noktaya geldiği zaman tüm sosyal sistemleri bozulur ve çöküntüye
uğrar".[830] Nitekim en yakınımızdaki
Osmanlı buna örnek teşkil edebilir.
Diğer yönden
Rasulüllah (sav)'in mescidi sade olduğu gibi, ta Selçukluların sonuna kadar tüm
İslâm cjünyasındaki meseidiar.de genellikle sade
idiler. Selçuklunun "Ulu Cami" tipi bunun şahididir. Ania daha
sonraları san'at Batıda başdöridürücü bir propo-ganda aracı haline gelince,
resim ve heykel yasağıyla karşılaşan müslümanlar, hem estetik zevk, hem de
san'atla üstünlük kurmaya, çalışan Batı düşüncesine, aynı silâhla karşılık
verme aracı olarak mimariye ve özellikle de cami mimarisine yöneldiler. Doğrusu
bu yolla gereken cevabı da en güzeliyle verdiler. Mamafih bu da tartışılabilir
ve İslâm'ın üstünlüğünü ortaya koyacak gerçek dinamikler yitirildiği için
mimariye muhtaç olundu, denebilir. Ama yine denilebilir ki, "kâşaneler
bina etmek" lizatihi değil, sebep olacakları ahlâki bozulmadan ötürü
(ligayrihi) yerilen bir şey olabilir. Dolayısı fle müslümanların kafa
yapılarında hakimiyet kurmak isteyen kültürlere cevap teşkil etmesi halinde
"li-ğayrihi kabîh" değil, "ligayrihi hasen" bir şekle
dönüşür ve güzel sayılır. Sonra dikkat edilirse mimarisinin israf olup olmadığı
tartışılabilecek camilerimizin daha çok görkemli olan tarafları, iç kı-sımlan
değil, genellikle dış görünüşleridir. Zaten camilerin süslenmesinin hoş
karşılan mayısının fanilik duygusuna ve tevazua zıt oluşundan başka bir esas
sebebi daha zikredilir kt, o da süslemelerin, namaz kılanların dikkatini
çekmesi ve namazın huşuunu bozmasıdır. Fıkıh kitaplarımızda mes'eleye daha çok
bu açıdan bakılmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de mescidlerin sadece "imarından"[831] ve
"tesisinden"[832]
bahsedilir. Hadis-i şerifler süsleme konusunda daha detay bilgi verirler.
"Benim tezyin edilmiş bir eve girmem olmaz."[833]
"Ben muhteşem mescidler yapmakla emrolunmadim"[834] Bu
hadisi şerhederken Münavî der ki: İbadethaneleri süslemek ehli kitabın işidir.
Yahudiler ve Hıristiyanlar kitaplarını tahrif ettikten sonra mabetlerini
süsleyip tezyin ettiler... Müslümanların bu konudaki tavrı da İtidal
olmalıdır. Hz. Ömer onca maddî devlet gücüne rağmen mescidi değiştirmemiştir.
İslâm'da mescîdleri ilk tezyin eden Velid b. Abdülme-lik'tir.
"Selefimizden çoğu insanlar fitne korkusundan ona bir şey
diyememişlerdir".[835] Bu
hadisle ilgili olarak Ebu Davud'un nakline göre İbn Abbâs: "Ama siz yine
de Yahudi ve Hıristiyanlar gibi mescidleri süsleyeceksiniz." Yani ihlası
terkedecek, onlara uyacak ve mescidleri övünme vesilesi yapacaksınız[836]
demiştir. Hatta Ebu Davud'un müteakip hadisi de bunu destekler: "İnsanlar
mescidler konusunda birbirleriyle Övünmedikçe Kıyamet kopmaz."[837]
Mescidleri süslemenin, dinin gereklerini yaşamadaki zayıflıktan
kaynaklandığını gösteren bir hadis-i şerif de şudur: "Hangi milletin işi kötüleştiyse, onlar
mescidlerini süslediler»[838]
Fıkıhçtlar elbette bir
konuda hüküm vermek için mes'eleye naslar açısından da pozisyon açısından da
çok yönlü bakarlar. İbn Abidin: "Mescidi-mihrap duvarı hariç-nakışlamakta
beis yoktur. (Yani yapılmasa daha iyi olur) Mihrap duvarını süslemek
(tahrimen) mekruhtur, çünkü namaz kılanların dikkatini dağıtır. Süslenen
yerlerinde de detaylı ve girift nakışlar yapmak yine (tahrimen) mekruhtur".[839]
Süslenebilecek kısımların badana ya da altın suyu ile bezenmesi mekruh değilse
de bu camiye vakfedilen (cami yapılması için verilen) paralardan yapılamaz.
Kişiler bunu ancak kendi hesaplarına yaptırabilirler[840]
der.
Böyle kişilere ses
çıkarılmamasının sebebi de şudur: Mescid süslemek (temizleme ve güzelleştirmeyi
buna karıştırmamak gerekir) için para ve zaman israfında bulunan insanlar
zaten dindarlığı zayıf ve bu konuda bilgisi az insanlardır. Onları bundan da
menetmek kendilerini mescidlerden bütün bütün koparacaktır. Binaenaleyh hiç
olmazsa paralarını buralara harcasınlar, diye düşünülür.[841]
Özetlersek:
1- Mescidlerin cemaatine, cemaati yetiştirmeye değil de
mescidleri süslemeye özen göstermek dini gevşekliğin belirtisidir.
2- Mescidde
namaza duranların görebileceği yerleri süslemek, yaldızlamak ve çeşitli
tablolar asmak mekruhtur. .
3- Diğer
kısımların süslenmemesi, ama temiz ve güzel tutulması süslenmesinden daha
iyidir.
4-
"Cami yapmak üzere" diye alınan paralar süslemelere har-canamaz. Mahzuru
olmayacak süslemeleri kişiler ancak kendi ceplerinden yaptırırlar, ya da parayı
verene süslemede kullanılacağı söylenilerek alınır.
5- Cami için
toplanan paraların, tezyinat yerine cemaata ve çocuklarına hakikatleri
öğretmede kullanılması daha iyidir.[842]
Soru:
Bakkalım. Bağkur'a kaydolmamız zorunlu. Kaydoldum ve pirim ödüyorum. Devam
edersem bir gün emekli olup emekli maaşı alacağım. Bu maaşı almam caiz midir?
Değilse nasıl bir yol takip etmeliyim, alacağım parayı ne yapmalıyım?
Cevap:
Devletin kontrolünde bir sosyal güvenlik müessesesi olması bakımından Bağkur
ile Sosyal Sigortalar ya da Emekli sandığı arasında bir fark yoktur. Bunlar
kapitalist ekonomik sistemlerin zorunlu kıldığı ve bu sistemlerin doğurduğu
aksaklıklardan sadece birini gidermeye yönelik müesseselerdir. Bunları zorunlu
kılan arızalar olmasaydı bunlara da gerek duyulmayacaktı. Her neyse, bu
sistemin günahı olan bu arızalar bulunduğuna göre bu müesseselerde zararı
hafifletmek üzere var olacaktır. Önce bir müslüman olarak konumuza dikkat
çekmiş olduk.
Müslümanın müslüman
olarak iradesine itibar edilmeyen bir. düzende yaşayabilmesi için ona, imanına
mal olmamak üzere, zorla yaptırılan uygulamalardan sadece yaptıranlar
sorumludur. Öyleyse; iş yeri açmak, ya da helâl bir işte çalışmak için Bağkur'a
(Sosyal Sigortalara, Emekli Sandığına) kaydolma zorunluluğu getiriyorlarsa
kaydolunur. Kaydolanın iradesine rağmen kesilen pi-rimler verilir. Verildikleri
zamanlardaki değerleri (en az yanıltan altına göre) hesaplanır. Emekli olunca,
verdiklerinin tamamını, â^ğer olarak tahsil edinceye kadar emekli maaşı almaya
devam eder. Çünkü bu onun kendi parasıdır. Böylece kendinden pirim-ler olarak
kesileni bitirdikten sonra durumuna bakar. Fakir ise, çalışma gücü ve İşi de
yoksa almaya devam eder. Çünkü bu durumda devlet zaten ona bakmakla
görevlidir. Fakir değilse veya geçinecek kadar para alabileceği bir işte
çalışma İmkânı varsa ondan sonra alacağı aylıklar şüphelidir. Takvaya uygun
olanın onu alıp, hayır kurumları vasıtasıyla tekrar millete iade etmek olduğu
söylenmektedir. Hiç almamak ise uygun değildir. Çünkü devlete geri donenin kötü
yerlerde kullanılması kuvvetle muhtemeldir.[843]
Soru:
Günümüzde yaygınlık kazanan "Hayat sigortası" (Halk sigorta ve
Anadolu sigorta gibi) caiz midir?
Cevap:
Sözünü ettiğiniz iki sigorta kurumunun mahiyetini ve çalışma biçimini
bilmiyorum. Ancak genel olarak "hayat sigortası" için şunları
söyleyebiliriz:
Sigorta bir takım risk
(tehlike)lerin zararlarından korunma müessesesidir ve Türkiye için "Sosyal
Sigortalar" ve "Özel Sigortalar" diye ikiye ayrılır. Sosyal
Sigortalar; Emekli sandığı, İşçi Sigortası ve Bağkur olmak üzere üç birimden
oluşur ve resmi bir kurumdur. Kâr düşüncesi yoktur, ideal şekliyle yardımlaşma
320 b fıkıh penceresinden fetval (sosyal
dayanışma) ve sosyal risklerin zararlarını daha çok kişiye dağıtarak azaltmayı
hedefler. Kapitalizmin doğurduğu haksızlıklar ve sosyal riskler sonucunda zorunlu
olarak ortaya çıkmıştır. İslâm'da böyle bir müesseseye hiç ihtiyaç yoktur,
ancak yardımlaşma esprisi taşıdığı için İslâm'la idare edilmeyen ülkelerdeki
müslümanlar adına tartışılmış ve birçok çağdaş İslâm alimince caiz görülmüştür.
Sizin sorunuzda sözü
edilen özel hayat, yangın, araba vb. sigortalar ise bünyelerinde taşıdıkları
birçok haram unsurdan dolayı gayr-i İslâmîdir, caiz değildir. Çünkü bu
sigortalar "garar" (taraflardan biri için aldanma ve zarar) içerir.
Kumar, faiz, başkasının malını bedelsiz alma, lüzumlu olmayanı lüzumlu kılma,
borcu borca karşılık satma, müşterek bahis ve Allah (cc)'ın gücüne karşı
koyma... gibi ma'nâlar ihtiva eder ki, bunların hepsi haramdır. Çok büyük
suistimallere, yakmalara ve tahriplere sebep olur ki, bunlar da hem haram hem
de ekonomik açıdan gayri makuldür. [844]
Soru: Dört
yıllık işletme eğitimini babamın gönderdiği faiz karışık parayla tamamladım.
Şimdi bu diploma ile bir işe girebilir miyim, meselâ maliye müfettişi olabilir
miyim?
Cevap:
Diploma belli bir ilmi ya da mesleği öğrenmiş olmanın belgesidir. Ehil olma
açısından hakederek alınmış olduktan sonra, haramla beslenerek alınmış olsa
bile onu kullanmamak, bildiklerini
unutmakla eş anlamlıdır. Bu olmayacağına göre, söz konusu diplomadan
yararlanmamak da olmaz. Ama ne var ki, haram yapacağı tahribatı yapar. İçe
doğru olan duyuların, alıcıların (letaif) paslanıp körelmesine vereceği
zarardan da geri durmaz. Bunun için de ondan sakınarak çok tevbe edip
bağışlanma dilemek gerekir. İşi daha sağlama bağlamak isteyenler için, (Allah'u
a'lem) bir de yediği paraya karışan faiz (haram) miktarını hesap ederek eline
para geçtikçe, ne olduğunu söylemeden halka yönelik meşru hizmetlere (çünkü
faiz bütün bir milletten sömürülmektedir) vermek iyi olur. Bu konuda
fıkıhçılarımız şöyle açıklamalarda bulunmuşlardır:
"Birisine bir
hediye ya da ziyafet verenin, malının çoğu haramdan ise alanın kabul etmemesi
ve yememesi gekerir. Ama ona verdiği kısmı, miras ve karz gibi helâl yoldan
edindiği bir malından ise onu almasında ya da yemesinde mahzur yoktur. Malının
çoğu helâl olandan ise almasında ve yemesinde zaten mahzur yoktur. Yeter ki
bizzat verdiği kısmın haramdan olduğunu biliyor olmasın. O takdirde onu da alamaz
ve yiyemez. Böyle olmadıkça yer çünkü az da olsa malına haram bulaşmayan insan
(özellikle de günümüzde) yoktur." [845]
"Böyle bir
durumda hediyesi ya da ziyafeti kabul edilmeyecek olan kişi kırılacaksa, hediye
ya da ziyafet verilen yiyeceğinin tutan [846]
kadar bir hediyeyi ona götürür ve adeta kendi malından yemiş olur." [847]
Soru: Alım
satımı kanunen yasaklanmış olan eski ve değerli halıların camilerden çalınıp
satıldığı oluyor. Cami malı olduğu üzerindeki işaretlerden belli olan bu
halıları alıp satmak caiz midir? Bazan da cami görevlileri camiin masraflarını
karşılamak için satıyorlar. Bunun hükmü diğerinden farklı mıdır?
Cevap:
Sattığı malın haram ve gayr-i meşru yoldan elde edilmiş bir mal olduğu bilinen
birisinin bu malını satın almak caiz değildir. Çünkü bu gasbetme, çalma,
haksız kazanç elde etme fiillerini teşvik ve bunları yapana yardım anlamı
taşır. Rasulüllah Efendimiz (sav):
"Çalıntı bir malı, çalıntı olduğunu bilerek
satın alan onun günahına ve ayıbına ortak olmuş olur" [848]
buyurmuşlardır. Hele bu çalıntı camiden olmuş olursa günah kat kat daha artar.
Çünkü bu sanki bütün bir ümmetin hakkına tecavüz sayılır. Bunda zamanaşımı da
söz konusu değildir. Çünkü zamanın geçmesi haramı helal kılmaz. Ancak nereden
alındığını bilmediğimiz malların kaynağını tahkik etmek zorunda değiliz. Ne var
ki, büyük şehirlerde ve özellikle de İstanbul'da apartmanlardan ayakkabı
çalınması yaygın bir musibet halini aldığı günümüzde, Topkapı ve iskele önleri
gibi kalabalık merkezlerde çok ucuza satılan müsta'mel ayakkabıların bu yolla
elde edildikleri kuvvetle muhtemel olduğundan bu gibilerden kaçınmak da takva
gereğidir. Cami görevlilerine gelince:
Camilerde mevcut halı
vb. demirbaşlar genellikle vakfedilmiş mallar olduğundan, mütevelliye benzeyen
cami görevlilerinin onları satması, ancak onların veriliş gayelerini yerine
getiremez hale gelmiş olmaları ve yerlerine daha az değerde olmayan yine bir
demirbaş alınmasıyla mümkün olabilir. Çünkü vakfın esprisi devamlı olmasıdır.
Ama camiye verilenler camiin her türlü ihtiyacını karşılamak üzere verilmişse
onlar bilirkişilerin değer tesbitinden sonra satılabilir ve alınabilirler.
Bunun benzeri konular fetva kitaplarımızda ele alınmış ve hükme bağlanmıştır:
Zehira'da şöyle denir: İnsan, başkasının malını satan birisinden bilmeden
bir elbise satın alsa öğrendikten sonra onu giymesi haram olur.
Bezzâziyye'de:
Birisi kamunun malını satan bir idareciden haram bir mal satın alsa, idarecinin
o malı başka şeylerle karıştırmamış olması halinde ahirette hem bu idareci,
hem de ondan bu malı alan hesaba çekilir, karıştırmış ise sadece idareci mesul
olur, denmektedir. [849]
Soru:
Evlerde kuş beslenmesi ya da ticaretinin yapılması caiz midir?
Cevap: Bu
mes'elenin iki yönü vardır:
1- Eti yenen
ya da avcılık gibi başka meşru bir gaye ile kullanılan bir kuşun evde
beslenmesi ve alım-satımı helâldir. Çünkü "yeryüzündeki her şey insanlar için yaratılmıştır." [850]
2- Bir süs
unsuru olarak evde kuş beslemek ve böyle bir kuşun ticaretini yapmak. Bunun
caiz olmadığına dair de bir şey yoktur. Hatta Enes b. Malik'in rivayetine göre:
"Rasulüllah (sav)
onun Ebu Umeyr denilen kardeşini gördüğünde:
Ebu Umeyr! Ne yaptı
Nuğayr? diye latife ederdi". [851]
Nuğayr, serçe büyüklüğünde bir kuşun adıdır. Enes'in kardeşinin böyle bîr kuşu
varmış ve onunla eğlenirmiş.
Bu hadisi şerhedenler,
hadisten çıkarılan hükümler arasında, "çocukların serçe ile oynamasına
müsade etmek caizdir" diye zikrederler. [852]
Fıkıh kitaplarımızdaki ibarelerden de serçe gibi kuşların satın alınabileceği
(satılabileceği) ve mal sayılabilecekleri anlaşılıyor. [853]
Ancak sırf bir süs unsuru olarak ve göz zevkini tatmin için, hayvan dahi olsa
bir can sahibini ömür boyu hapse mahkûm etmenin, İslâm'ın ciddiyetiyle ve acıma
duygusuyla bağdaşmayacağı da açıktır. Bunda fıtrata müdahale de vardır.
İstediği gibi gezîp-tozma ve çiftleşme kuşun da hakkıdır. Kendi ekstra zevkleri
için başkasının tabiî zevklerine engel olma egoistçe, belki de sadistçe bir
davranış olur. Sözü edilen hadisten hüküm çıkarırken "çocukların
oynamasına müsade edilmiştir" demeleri, bunun çocukça bir zevk olduğunu
gösteriyor olmalıdır. Her haram olmayan şeyin yapılması güzel demek değildir.
Bu tür kuş alım-satımı ile uğraşanların işlerini değiştirmeleri uygun bir davranış
olur kanaatindeyiz. (Allah'u a'lem) Akvaryum balıkları için de aynı şeyler
söylenir. Ebu Yusuf un av hakkında:
"Oyun ve eğlence
için olursa hayrı yoktur. Mekruh (haram) olduğu görüşündeyim" [854]
demesi de söylediklerimizi doğrular mahiyettedir. [855]
Soru:
Yayınlanmış telif ve tercümelerini var. Kitap piyasasının genellikle ticarî
olduğunu biliyorsunuz. Kitab evleriyle anlaşmamız sonucu bunların her
baskısından belli bir yüzde oranında ücret alıyorum. Kendim öğretmenim. Aldığım
telif ücretlerinden % 20 oranında infakta bulunuyorum. Bu telif ve
tercümelerden alınan para caiz ve helâl mıdır?
Cevap: Telif
hakkı mes'elesi günümüzden önceki fıkıhçılar tarafından tartışılıp hükme
bağlanmış bir konu değildir. İlk benzer mes'eleler Karafi'ye (684/1280) kadar
götürülür. Bu yüzden konu hakkında söylenenler henüz son söz sayılmayabilir.
Ancak ilk Hanefîler
dışındaki cumhura göre mes'elenin hükmü bellidir. Onlara göre bir şeyin
"mal" sayılmasında, dolayısı ile satılıp, karşılığında bedel
alınmasındaki ölçü, o şeyde insan için menfaat bulunması ve örfen kabul
görmesidir. Fikir ürünlerinde de bu özellikler vardır, öyleyse onları da satmak
caizdir. Yani onlarda "ayn" gibi "mütekavvim" maldırlar.
İlk Hanefilerde ise
bir şeyin "mal" olabilmesi için "mütekavvim" olması,
"mütekavvim" olabilmesi için de "ayn" olması yani maddi
varlığının bulunması esastır. Ama bundan da "istihsan"a ve zarurete
bağlı olan; icrare ve İmamlık, müezzinlik, Kur'an öğretme gibi şeyleri istisna
ederler. Yani bunlarda da karşılığında para alınan şey bir madde değildir,
menfaattir. Daha sonraki Hanefiler ise, Cumhurun tarifi doğrultusunda malı
mücerred "değer" diye açıklarlar. [856]
Yani değerli itibar edilen herşey maldır ve satılabilir.
Ayrıca hakkında nas bulunmayan
konularda "örf muhakemdir." Günümüz örfünde ise telife ücret almak
tabiî ve gerekli bir şey olarak görülmektedir. Öyleyse bu bir ölçüdür. Sonra
ilk fıkıh eserlerinde telif ücretinden söz edilmemiş olsa bile ilk hadisçilerden
rivayet ettiği hadisler karşılığında ücret alan, rivayet konusunda bazılarına
izin verip bazılarına vermeyenler vardır. [857]
Diğer yönden, telife
ücret alınmaması, her isteyenin istediği kitabı rahatlıkla basması demektir.
İlmî bir esere ömrünü ve göz nurunu vermiş bîr müellifin hiç bir şey almaması,
ama bunu basan yayınevinin yüksek oranlarda kâr sağlaması İslâm'ın kabul etmeyeceği
bir mantıksızlıktır. Bu aynı zamanda ilme ve ilmî araştırmalara rağbeti
öldürür. Basılan kitap vb. şeylerde keşmekeşliğe, yanlış aktarmalara, eksik
basmalara, çeşitli suistimallere sebep olur.
Ancak müellifle
yayıncı arasında yapılan telif anlaşmalarının da İslâmî olması, akdin batıl ya
da fasit olmasını gerektirecek şartlardan ve bilinmezliklerden uzak olması
gerekir. Meselâ:
"İlk baskıda
üzeri fiyatının % 10'u, sonraki baskıda % 7'si, yayıncı tarafından müellife
telif hakkı olarak verilir. Buna göre müellife verilecek meblağın 1/4'ü kitap
piyasaya çıktıktan iki ay sonra, l/4'ü, basılan kitabın üçte biri satıldığında,
kalan 2/4'ü ise kitabın yarısı satıldığında ödenir..." gibi anlaşma
maddelerinin her biri akdi fasit kılmaya yeterli bilinmezlik ve
"garar" ihtiva eden maddelerdir. Böyle maddeler ihtiva eden bir
akdin henüz uygulanmamışken şer'an hiç bir hukukî bağlayıcılığı yoktur.
Bunlara şu şekilde meşruluk kazandırılabilir: "Müellif x adlı, şu kadar
sayfadan oluşan kitabını 10.000 adet basma yetkisiyle, şu kadar liraya falancaya
satmıştır. Söz konusu meblağ altı ay içerisinde müellife eşit
taksitlerle ödenir..." Artık
müellifin alacağı miktar ve bunu tahsil edeceği zaman, nizaa yer bırakmayacak
şekilde bellidir. Yayıncı üzeri fiyatını istediği miktarda koyabilir.
Günümüz fıkıhçılarından
Dr. Fethî ed-Düraynî, Ebu'l-Nassen en-Nedevî, Dr. İmadüddin Halil, Vehbî
Süleyman Gavci, Abdülhamid Tohmaz, Dr. Vehbe ez-Zuhaylî gibi zevat telif ücreti
konusunda bu özetlediğimiz görüşe sahiptirler. [858] Ama
Takıyyüddin en-Nebhanî gibi telife ücret almanın caiz olmadığını söyleyenler
de vardır. [859]
Aldığınız teliften %
20 oranında infakta bulunmanıza gelince, bu mecbur olmadığınız bir tatavvu'dan,
bir hayırseverlikten ibarettir. Aldığınız telif nisaba ulaşır ve üzerinden bir
yıl geçerse zekata tabi olur ve o zaman onun zorunlu olarak zekâtının verilmesi
gerekir. (Allah'u a'lem) [860]
Soru: Tavuk
yemi üretiyorum. Yeme belli oranlarda balık unu ya da kan katıyoruz. Bunların
katılmaması halinde tavuklarda vitamin eksikliği yüzünden bir hastalık oluyor
ve birbirlerini yiyorlar. Aslında bu ihtiyaç balık unuyla karşılanıyor, ama onu
bulmak her zaman mümkün olmadığından kanı tercih ediyoruz. Ama kan kullanmanın
da mahzurlu olduğunu öğrendik.
Cevap:
Sorunuzu ya da sorununuzu sizi ve bütün müslümanları ilgilendiren iki farklı
yönüyle ele almayı deneyeceğiz:
1- Genel
esaslar ve mes'elenin tahlili.
2- Olayın,
halihazırdaki durumun vehametinden haber veriyor olması.
Kur'ân-ı Kerim'de
murdar ölü eti (meyte), kan, domuz eti ve Allah (cc)'ın adıyla kesilmeyen etler
aynı kategoride olmak üzere birden çok yerde yasaklanır ve haram oldukları
bildirilir:
"De ki, bana vahyolunanlar içinde bir yiyenin
yemesi için ölü eti (meyte), akıtılan kan, domuz eti -ki, bu gerçekten murdardır-
ya da Allah (cc)'tan başkası adına kesilmiş iş bir fısk dışında haram kılınan
bîr şey bulamıyorum...” [861]
Buradan hareketle
alimler; hayvan boğazlandığında, akıtılan kanın murdar olduğu, yenmeyeceği ve
ondan (herhangi bir yolla) yararlanılamayacağı konusunda ittifak etmişlerdir. [862] Bu
ittifakın icma halinde olduğu ifade edilmiştir. [863] O
kadar ki, meşhur Hanefi fıkıhçısı Cessâs, bu maddelerin haram kılınışının her
türlü yararlanmaya şamil olduğunu, binaenaleyh ölmüş hayvan etinden hiç bir
suretle yararlanılamayacağını, hatta köpeklere ve diğer et yiyenlere dahi
yedirilemeyeceğini, çünkü bunun da bir nev'i yararlanma olduğunu söyler. [864]
Yine Cessâs'ın
naklettiği şu haber de bu görüşü destekler:
"Rasûlüllah (sav)
Mekke'ye gelince iç yağlarını toplayan Hıristiyan asıllılar ona gelerek:
Ey Allah (cc)'ın
Rasûlü, biz ölmüş ve kokmuş hayvanların iç yağlarını alırız ve sadece deri ve
gemi yağlamada kullanırız, ne dersiniz? dediler. Rasûlüllah Efendimiz (sav) de:
"Yahudilerin Allah canını alsın, onlara da
etler yasak edilince onları sattı ve parasını yediler" diye
memnuniyetsizliğini bildirdi" [865]
Gerçi "Meytenin haram olan kısmı
sadece etidir", bir başka rivayette, "Haram olan sadece onu yemektir" hadis-i şerifleri de rivayet
edilmiştir. [866] Ama cumhur (fıkıhçılar çoğunluğu)
diğer haberlerin yanında bunlara itibar etmemiştir ya da bu haram maddeler
bizzat yenmeseler dahi, bunlardan başka bir yolla yararlanmak dahi netice
itibariyle yeme sayılmıştır. Bu konuda Yahudilerin kınanma biçimi de bunu
gösterir. Bununla birlikte "içilmesi
haram olanın satılması da haramdır" hadis-i şerifi de vardır. [867]
Zorunlu olarak satınalınması da haram olmuş olur. Bu konudaki icmaı ve Malikî
görüşünü Kurtubî de bu doğrultuda açıklar:
"Artık bunlardan
ve her türlü murdar şeylerden ne şekilde olursa olsun yararlanmak caiz
değildir. Hatta pis su ile ekin de [868],
hayvan da sulanmaz, murdar şeyler davarlara yem olarak verilmez. Ölen hayvan
köpeklere ve yırtıcı hayvanlara verilmez. Ama bunları yerse engel de olunmaz.
Bu, "size ölü hayvan... Haram
kılındı" ayetinin zahir ma'nâsıdır ve bunlardan hiçbir türlü
yararlanma ayrı tutulmamıştır" [869]
Ayrıca, hiçbir
tefsirde temas edilmemekle beraber, yukarıda mealini verdiğimiz ayette haram
olarak sayılan maddelerin kime haram olduğu, "bir yiyenin yemesi
için" gibi ilginç bir Kur'ân ifadesi ile anlatılır. Hayvanlarda birer
"yiyen" olduklarına göre bu ayetle bu maddelerin onlara da haram
olduğuna işaret olsa gerektir. Burada: "Haramlık" mükelleflerin
fiilleriyle ilgli bir kavram olduğuna göre bir şeyin hayvanlara haram olduğu
nasıl söylenebilir? Diye bir itiraz akla gelebilir. Bunu kısaca:
Haram olan onların
yemesi değil, onların insanlar tarafından yedirilmesidir, diye
cevaplayabiliriz. Tıpkı "Erginlik yaşına girmemiş çocukların,
ebeveynlerinin odalarına girerken izin istemekle emrolunmala [870]
Orada da mükellef olanlar çocuklar değil onları öğretme durumunda olan
ebeyevndir.
İmdi durum bu olunca;
serbest dolaşan tavuğun (decâce munallat) ve pislik yiyen ineğin (cellâfe)
etleri kokmadıkça, ya da pislikle beraber normal yiyecek ve alaflarını da yiyor
ve pislik, bütün yediklerinin yarısından azı kalıyorsa, mekruh olmakla beraber
etlerini yemek helâldir. Hatta domuz sütü emmiş kuzunun durumu da böyledir
hükmüne kıyasla, kan gibi maddelerin tavuk ve hayvan yemlerine yarıdan az olmak
üzere karıştırılabileceğini söylemek doğru olmasa gerektir. Çünkü bunların
kendiliğinden yemiş olmaları sözkonusudur. Halbuki, yukarıda da söylediğimiz
gibi dökülen kan ve benzerlerinden, hangi yolla olursa olsun yararlanılması
haramdır. Kan haram olduğuna, yani "mütekavvim mal" olmadığına göre
satışı ve alışı haramdır.
Öyleyse, hangi oranda
karıştırırsa karıştırsın, yem yapmak üzere kan almak isteyen bir müslüman onu
nasıl satın alacak, satan nasıl satacaktır? Görüldüğü gibi bu iki tarafın
yaptığı muameleyi meşru kılacak bir yol yoktur. Bu konuda olsa olsa bu yemlerle
beslenen hayvanları alıp yiyenler açısından bir meşruiyetten
sözedilebilir ve mekruh olmakla beraber
bu hayvanlar yenir, denebilir. Bu ikisi farklı şeylerdir.
Kaldı ki, serbest
dolaşan tavuğun ve pislik yeme alışkanlığı olan inek ya da davarın belli bir
süre hapsedilmeksizin -mekruh da olsa- yiyilebileceği görüşü
"cumhur" görüşü değildir ve bu konuda çok farklı düşünenler vardır.
Bu konudaki rivayetler de daha çok yenmeyeceğini söyleyenleri destekler:
1- İbn Abbas: "Rasûlüllah (sav),'dışkı yeme alışkanlığı olan inek ya da davarın
(cellâle) sütünü içmekten yasakladı" .[871] Bir
rivayette "binilmesini yasakladı" der. "
2- Amr b. Şu'ayb babasından, o da dedesinden: "Rasûlülla,h
(sav) ehli merkeplerin etlerini, "cellâle"ye binilmesini ve etinin
yenilmesini yasakladı" diye rivayet eder.
Hanefiler bu
haberlerdeki yasaklamayı haram anlamında almazlar ve özetle şöyle derler:
Dışkı yiyen hayvanın
eti kokmadıkça yenmesi helâldir. Nitekim domuz sütü emen kuzu da, eti değişmeyeceği
için yenir. Ama serbest dolaşan tavuk (muhallat) üç, dışkı yiyen koyun dört,
inek de on gün hapsedilip temiz gıdalarla beslenmelidir. Bir hapis gününü daha
değişik tutanlar da vardır. Ama Serahsi, bu gün tayininin bîr dayanağı
olmadığını, mühim olanın koku gidinceye kadar beklemek olduğunu söyler. Tavuk
hiç bekletilmeden yenirse hafif (tenzihen) mekruh olur. [872]
Malikilerin görüşünü
temsil eden Kurtubî'ye göre:
Etinin tadında ya da
kokusunda pisliğin belirtisi olursa yenmesi haramdır, olmazsa helâldir.
Hattabi, bu hadislerdeki yasağın hafif bir yasak olduğunu söylemiştir. Bu durumlar, yediğinin çoğu
pislik olması halinde böyledir. Ama ot otluyor, tahıl yiyor, bununla beraber
zaman zaman da pislik yiyorsa ona "cellâle" denmez. O serbest tavuk
gibidir. Buradan hareketle, hayvanların dolaştıkları yerlere pislik atılması
yasaklanmıştır. Rivayete göre adamın biri bahçesini insan dışkısı ile
gübrelerdi. Hz. Ömer'de ona:
"Sen insanlardan çıkanı onlara yedirmeye kalkışan
birisisin!" diye çıkıştı. [873]
Hanbelilere göre,
Ahmed b. Hanbel'in ifadesi ile:
"Cellâle'nin etini de sütünü de haram
(mekruh) görürüm". [874]
Aynı görüş Sevrî'den de nakledifmiştir. [875]
Şafiîler de
"cellâle'din etinin yenmesinin haram olduğu görüşündedir. Nevevi,
alafının çoğu temiz ise "cellâle" adını, dolayısı ile bu hükmü
almayacağını söyler. İzz b. Abdusselam da; bir koyun on yıl haram şeyler yese,
onu yemek ne sahibine ne de başkasına haram olur [876]
demiştir.
Şevkânî ise:
"Bu hadislerin
zahiri, (cellâleyi yemenin, sütünü içmenin) haram olduğunu anlatır. Çünkü
nehyin hakiki anlamı budur. Binaenaleyh hapsedilmeden kesilmesi caiz değildir.
Eğer hapsetmeden kesilirse eti haram olur" [877]
der.
Gerçi Hanefi
mezhebinde şöyle bir görüş daha vardır:
Kuyuda ölüp şişmiş
bir hayvan bulunsa, onun görülmesinden sonra o su ile hamur yapılmış olsa zayıf
bir görüşe göre o hamur köpeklere atılır veya hayvanlara yedirilir. Bazılarda
hamur, o kuyunun suyu bununla pis olmadığı görüşünde olan Şafiîlere satılır,
demiştir. [878] Ancak burada da
hayvanlara yedirme kastı yoktur, görüş kuvvetli bir görüş değildir. Dolayısı
ile ne maksatla olursa olsun, kan satmak ya da satın almak, hayvan yemlerine
katmak yoluyla da olsa yedirmek (Allah'u a'lem) caiz değildir. Bu hükmün
hikmetlerinin neler olacağı buranın konusu değildir ve biraz da müslüman tabip
ve veterinerleri ilgilendirir.
Ö. Nasuhi Bilmen'in şu
ifadesi de, yukarıda söylediklerimizi destekler:
"Pak olmayan
şeyleri, meselâ bozulup temizliğini kaybeden kokmuş etleri vesaireyi, etleri
yenilebilen hayvanlara yedirmek caiz değildir." [879]
Mes'elenin diğer yönü
Türkiye'de müslümanca yaşamak isteyen müslümanların halihazırdaki içler acısı
durumuyla ve geleceklerini belirleme ile ilgilidir. Şu andaki yem uygulamasına
naslar zorlanarak belki zayıf bir cevaz bulunabilir. Ama o takdirde İslâm'ın
alternatifi iği ve şahsiyet bağımsızlığına en çok değer verişi ne ifade etmiş
olacaktır. İslâm eğer yaşatılmak, isteniyorsa onun sanayide ve iktisadî kalkınmada
dahi alternatif olduğu ispatlanmalı değilmidir? Hormonlu etler ve gıdalar
skandalı Batı ekonomisinin bir aybı olmayı öteye geçmemelidir. Etrafımızdaki
çok küçük teşebbüslerle dahi, helal ve temiz gıda üretilebildiğini, helal et ve
tavuk kesilip satılabildiğini müşahede edebiliyoruz. Bu tür müslüman
müteşebbislerin güç ve beyin birliği yaptıklarını, yani bilgili ve bilinçli
olarak örgütlendiklerini düşünürsek temiz gıda yemenin o kadar zor olmadığını,
bunun için gerekli entagrasyonun rahatlıkla kurulabileceğini söyleyebiliriz.
Laf aramızda, müşterisi hazır böyle bir entegre sistemin çok büyük ekonomik
kazanç sağlayacağı da fizibilite raporlarına dahi gerek duyurmacak ölçüde
açıktır. Yeter ki, birçok müslüman müteşebbisin düştüğü hataya düşülmesin ve
müslümanca başlayan teşebbüsler paranın tadı alınınca kapitalistleşmesin.
Bundan başkalarda istifade eder ve sevmedikleri müslümanlar sayesinde onlar da
temiz gıda yemiş olurlar. Onun için müslümanca yaşamak ve yaşatmak isteyenler
böyle bir entegrasyona önce meselâ balık unu fabrikası kurmakla başlayacaklar,
sonra yemlerinde kan yerine balık unu ya da bir başka alternatif protein
maddesi kullanacaklar, temiz gıda ile beslenen hayvanlar sıhhî ve temiz bir
kesimhanede müslümanca kesilecek, temiz ambalajlanacak, temiz mahallerde satılacak,
temiz sofralarda yiyilecek, temiz düşünen temiz nesiler yetiştirilecektir. Onun
için sanayiden sözeden ve buna imkânı olan müslümanların ilk el atmaları ve
halletmeleri gereken sanayi kolunun bu olduğu kanaatindeyiz. Bunun çok kolay ve
ekonomik olduğunu da sanıyorum. Ülkemizdeki bir avuç yahudi bunu kendi
inançları açısından başarabiliyorlarsa, müslümanca yaşamak isteyen müslümanlar
niçin başaramasınlar?
Bu konuyu
kitaplarımızdan araştırırken mes'elenin bir üçüncü boyutuna daha muttali
oldum. İslâm'ın hayvanların hukukunu dahi düşünüp gözetmesi ve batının, kadını
bile insan saymadığı dönemlerde onun hayvan hukukunu dahi kanunlaştırıp, müeyyideye
bağlamasıdır. Bunu herkes -Türkçe olduğu için- Ömer Nasuhi Bilmen Hocanın
Hukuk-u İslâmiyye Kamusu 111/51 l'de rahatlıkla müşahede edebilir. [880]
Soru: Bizler
Veteriner Fakültesi beşinci sınıf talebesiyiz... Mesleğimizle alakalı
sorularımız olacak... Birincisi sun'î tohumlama mes'elesi. Bildiğiniz gibi
erkek dişi çiftleşmesi olmadan spermanın özel yöntemlerle alınarak yine özel
alet ve usullerle dişiye verilmesi?
Cevap: Bu
konu hakkında, bilebildiğimiz kadarıyla, klasik fıkıh kitaplarımızda bir hüküm
yoktur.
"Eşyada aslolan ibahadır", yani Allah her şeyi insanlar için yaratmış
olduğuna göre [881] haram
kılınmış olmayan şeylerin helâl olmakta devam ediyor olması gerekir. Sözü
edilen suni tohumlamanın da direkt olarak haram olduğuna dair bir nas
bulunmadığına göre bunun da helâl olması gerekir, diye düşünülebilir. Ancak
mes'ele o kadar da basit değildir. Yine Kur'ân-ı Kerim'de "Allah (cc)'ın yaratışını (fıtratı)"
bozanlar şeytanın dostu olup hüsrana uğrayanlar olarak nitelendirilirler. [882] Bu
da acaba fıtrata müdahale değil midir? Hayvanların normal çiftleşmesine engel
olunması halinde, erkeklerinin hakkına ve tabiî ihtiyacına tecavüzden
sözedilebilir. Ama bunun için denebilir ki, onlar da insanlar için
yaratıldığına göre spermalarının bu yolla alınması daha yararlı ise bu yolla
alınır, fazla gelenleri de kesilerek değerlendirilir ve artık onların ihtiyaçları
da söz konusu olmaz. Sonra hayvanların erkeklerinin semirmesi ve bu yolla daha
faydalı olmaları söz konusu ise birçok alim burulmalarının caiz olduğunu ve
bunun fıtratı değiştirme sayılmayacağını söylemişlerdir. [883]
Ama yine de ilerleyen zooloji
ve özellikle de genetik ilminin verileri
kesin sonuçlara varmadan nihaî sözü söylemek imkânsızdır. Kiloda biraz daha
ağır, süt veriminde biraz daha fazla bir hayvan türü geliştirelim derken,
insana da, çevreye de ve hatta o türe de zararfı bir sonuç ortaya çıkabilir.
Günümüzde çokça sözü edilen hormon skandalı bunun bir başka açıdan tezahürü sayılmalıdır.
Diğer yönden
mes'efenin, bir ölçüde ağaçların aşılanması olayına benzerliği de yok
değildir. Bilindiği gibi Rasulülah Efendimiz (sav) Medine'ye geldiklerinde
halkın hurma çiçeklerini aşıladıklarını görmüş ve:
"Bunun faydalı olacağını sanmıyorum",
ya da, "bunu yapmasanız belki de
daha iyi olur" buyurmuş, onlar da aşılamayı terketmişlerdi. Sonunda
verimin düşük olduğu kendilerine hatırlatıldığında da "faydalı ise
yapsınlar. Ben sadece zanla konuştum. Zandan dolayı beni muahaze etmeyin. Ama
size Allah (cc)'tan gelen bir şeyden sözedersem onu hemen alın... “Siz dünya işinizi iyi bilirsiniz" [884]
buyurmuştu. Hayvanların sun'i yolla tohumlanması da bir bakıma buna benzer.
Ancak benzemediği yönler de vardır. Meselâ hurmanın aşılanmasında yapılan şey
tabiî olanı kolaylaştırmak ve çabuklaştırmaktır. Erkek hurma ve onun hakkına
tecavüz söz konusu değildir. Çiftleşme ve ondan doğacak tabiî etkileşimden söz
edilemez. Kimbilir, belki de hayvanların tabî çiftleşmelerinde bilinen sperm
alışverişinin dışında başka psikolojik ve genetik etkileşimler vardır ve bu
etkileşimler neslin sıhhatli devamında bir takım fonksiyonlara sahiptirler.
İşte bunlar özellikle genetik ilminin ve müstakbel fıkıh heyetlerinin ileri de
halledecekleri meselelerdendir. Şimdilik mahzurlu olduğunu gösteren bir delil
yoktur. (Allah'u a'lem)
"Hayvanların spermlerinin (melakîh) ve
ceninlerinin (medâmîn) satışı yasak edildi" [885]
diye bir hadis vardır, ama bununla anlatılan sun'i dölleme değil, sağlam
doğumla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı bilinmeyen sperm ve ceninin satılmasıdır. [886]
Soru: İçinde
yaşadığımız bozuk düzenin hakkını yemek caiz olur mu? Meselâ otobüse 200
liralık yerine 100 liralık bilet atmak gibi. Caiz değilse şimdiye kadar
yaptığımız haksızlıkları kime helâl ettireceğiz?
Cevap: Düzen
ne kadar bozuk olursa olsun devlet, hakiki değil hükmî bir şahsiyettir ve
yaptığı harcamaları ve hizmetleri kendi parasından değil yine halkın parasından
yapmaktadır. Dolayısı ile devletindir denilip aşırılan paralar, ya da elektrik,
su, ulaşım vasıtaları vb. şeylerden yararlanıldığı halde verilmeyen bedelleri
aslında milletin fertlerinden aşırılmış olur. Onun için buna caizdir
diyebilmek, millet fertlerinin fırsat bulabilenleri, bulamayanlarını soyabilir
demek olur. Öyleyse bunu inananların yapmaması gerekir. En zayıf düşünenlere
göre bile, bu şüpheli bir konudur. Halbuki, Rasûlüllah Efendimiz (sav), "Şüpheli şeylerden kaçınan dinini ve ırzını
korumuş olur" [887]
buyurmuştur. Kendileride, somut bir küfür düzeni olan Mekke toplumunda bulunmuş
olmasına rağmen her konudaki güvenilirliği ile "Muhammedü'l-Emîn=Güvenilir
Muhammed" unvanını atmışlardı. Bu noktayı inananların çok iyi düşünüp
değerlendirmesi gerekir. Çünkü öyle
bir yönteme iki düşünceden biriyle başvurulmuş olabilir:
1. Mevcut sistemlerin ekonomik tercihleri "vahşi
kapitalizm" olduğu, zengin fakir demeden halktan topladıkları paraların
çok büyük bir yekûnunu ya mutlu azınlığın israf harcamalarına, ya da
kazandıklarının çoğunu İsviçre'de, Amerika'da, İsrail'de bloke eden oralarda
harcayan, milletini düşünmeyen zenginlere, gerçek anlam da karşılıksız
denebilecek kredilerle verdiği için devletten aşırmak, asılnda bu tür
israflara engel olmak, dolayısı ile "Hakça Düzen"in kurulmasını
kolaylaştırmak demektir diye düşünülmüş olabilir.
2. Biz de
devletin vatandaşlarıyız. Devlet, vatandaşlarına bakmak zorundadır. Öyleyse bu
hizmetlerden bedava yararlanmalıyız, denebilir. Bu mülâhazaları şöyle
cevaplandırabiliriz:
1. İslâm, sadece gayenin değil, gayeye götüren vasıtanın
da meşru olmasını emreder. Eğer gaye, "Hakça" denen düzene kavuşmaksa
en kestirme yolun haklara riayet etme olduğu bilinmelidir.
2. Devlet
(bizim anlayışımızda) herkese değil, muhtaç olan vatandaşına bakmak zorundadır.
Malı olana, malı olmasa dahi iş bulup çalışabilene, o da yoksa yakınlarından
nafaka alma durumunda olana bakmak zorunda değildir. Bunların hiçbirine sahip
olmayana bakmak zorundadır. Eğer siz de öyle iseniz, ihtiyacınız kadarını
verilmese dahi alabilirsiniz, değilseniz alamazsınız. Şimdiye kadar
aldıklarınızı ise millete (hayır kurumlarına) iade edeceksiniz. [888]
Soru: Evlerimizdeki
duvar saatlarının saat başlarında çıkardıkları sesin kilise çanına benzediği,
bu yüzden mahzurlu olduğu söyleniyor, doğru mudur?
Cevap:
Saatinin sesini dahi başkalarına has seslere benzetmek istemeyen ve yeni
ifadesi ile özgün olmasını isteyen bir sisteme ancak temenna çekilir ve saygı
duyulur. İşin bir yönü budur. Diğer yönden Rasulüllah Efendimiz (sav)'in zil
(ceras) hakkında şunları söylediği sahih hadis kitaplarında sabittir:
"Melekler, aralarında köpek ve çan bulunan
yolcularla arkadaşlık etmezler". [889]
"Çan şeytanın düdükleridir". [890]
"Her çan ile beraber bir şeytan vardır".
[891]
"Çan (zil, ceras) bulunan eve melekler girmez"
[892]
Buharî zilin (çanın)
mahzurunu anlatmak üzere açtığı başlık altında Rasulüllah Efendimiz (sav)'in,
develerin boynuna gerdanlık (zille beraber olam kastediyor olmalıdır)
asılmasını yasaklamasını zikreder. [893]
Bundan hareketle zilin hoş görülmeyişindeki sebebi (illeti) bazılar, hayvanın
boynunda ses çıkararak düşmanın yer tesbiti yapmasına imkân vermesi [894]
bazılar da göz değmesini önlemede tesirin ondan görülmesi şeklindeki batıl
inanç olarak anlamışlardır. [895]
Bazılar da zilin kilise çanına benzediği için sesinin çirkin olması yüzünden
meleklerin ondan nefret etmesini illet saymışlardır. [896] Zil
(çan) olan eve meleğin girmeyeceğini bildiren hadis-i şerifi göz önünde
bulundurursak, birinci sebebin, nazarlık olarak sadece zilin takılmadığını
düşünerek de ikinci sebebin illet (hükmün sebebi) olmaktan uzak olduğunu
söyleyebiliriz. O takdirde bu hükmün illeti olarak önümüzde sadece zillerin
kilise çanına benzemeleri kalır. Öyleyse evlerde ve camilerdeki duvar
saatlerinin saat başlarında ya da yarım saatlerde kilise çanını andıracak
biçimde sesler çıkarması mahzurludur diyebiliriz. Çünkü kilise çanı duymuş
olanlar, ikisi arasındaki son derece benzerliği hemen farkedeceklerdir. Yoksa
zilin yani ceras'ın kök anlamındaki "ses çıkarma" [897]
ma'nâsına bakarak "zil" denen her şeyin yasak olduğunu sanmamak gerekir.
O durumda kapı zili, telefon zili, bizi uyandırmak için kurduğumuz saatin zili
vb. de mahzurlu zannedilir. Oysa biz Harun er-Redişid'in çalar saat
kullandığını, hatta Alman Kralına hediye olarak gönderdiğini biliyoruz. Ezanın
ilk okunuşunda, çan çalınması teklifinin reddedilmiş olması da bize, bundaki
illetin hıristiyanlara benzemek olduğunu gösterir. Ne var ki, böyle çana
benzeyen zillerin kullanılmasındaki mahzur tenzihen mekruh olma düzeyindedir,
büyük haram değildir. Şam'ın eski ulemasından bir cemaat büyük çanın mekruh
olduğunu, küçüğünün mekruh sayılmadığını söylemişlerdir. [898] Ama
büyüğü ile küçüğüne bir sınır çizilmediğine göre biz çan sesini andıran bütün
saat zillerini mekruh kabul edebiliriz. (Allah'u a'lem) [899]
Sigara:
Patlıcangillerden bir bitki olan tütünün yapraklarından elde edilen bir
keyifverici olduğu herkesin malûmudur. Tütünün ilk kez Amerika yerlilerince
bilindiği ve kullanıldığı ve Amerika'nın Avrupalılarca öğrenilmesinden sonra
Avrupa'ya da götürüldüğü ilk götürenin ise Christopher Colombus (1506) olduğu
kaydedilir. [900] Bazı fıkıh kitaplarında
da ilk kez 1015 Hicri yılında ortaya çıktığı söylenir. [901] Bu
da M. 1506'lara rastlar ve İslâm âleminin tütünü Avrupa'dan takriben yüzyıl
sonra tanıdığını gösterir. Gerçi Avrupa'da da iyiden iyiye tanınma tarihi 1586'dır.
[902]
Bu durumda aradaki
fark yirmi yıldan aza düşmüş olur. Tütünün süs bitkisi ve tıbbî gayeler için
de kullanılmış olması, [903]
konumuz açısından önem arzedecektir.
Tartışmasız büyük
müctehitlerin tanımadığı tütün diyebiliriz ki, biraz da bu yüzden İslâm
âleminde de hızla yayılmış ve H. II. asrın
başından itibaren kullanılır olmuştur. Buna paralel olarak dinî hükmü konusunda
da pekçok görüş beyan edilmiş, risaleler ve kitaplar kaleme alınmıştır.
Hatta denebilir ki,
sonradan ortaya çıkan bu tür konularda hakkında
tütün kadar söz söylenen, yazılı beyan ortaya çıkan bir başka konu yoktur.
Sadece "Keşfu'z-Zunûnnun zeyline kitap adlarına göre bir göz gezdiren
buna şahit olur. Bu yazılanlara bütün mezhepler ortaktır ve sigara hakkında
her mezhepten, zikredeceğimiz her üç görüşe sahip âlimler bulunduğu için,
meselenin mezheplere göre hükmü diye ayırım yapmak da hem mümkün hem de
isabetli görülmemektedir. Diğer yönden bizce tartışılabilir bir görüşe göre de
zaten sigaranın ortaya çıktığı tarihten beri müctehit bulunmadığı için
söylenenlerin hüküm açısından bir değeri yoktur. Biz şimdilik bu görüşü
tartışma dışı bırakacağız ve hesaba katmayacağız. Değişik görüşleri üç
kategoriye ayırarak delilleriyle ve bu delillerin tartışmasıyla birlikte
serdedecek ve bir sonuca varmaya çalışacağız. [904]
Sigarayı mubah gören
İslâm âlimleri mevcut olmuştur. Onlara göre:
1- "Eşyada aslolan ibahadır". Zira Allah (cc)
yeryüzündeki herşeyi insanlar için yarattığını haber vermiştir. [905]
Binaenaleyh ibadetler dışında herhangi bir şey sâri' tarafından menedilmemişse
insanların onu haram sayması mümkün değildir. Kur'ân açıkça şöyle söylemektedir.
"De ki, bana vahyolunanlar arasında kan, domuz
eti -ki o pisliktir- ya da bîr günah olarak Allah'tan başkası adına kesilen
hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair birşey bulamıyorum..." [906]
Binaenaleyh, sigaranın
haram olduğunu söylemenin bir dayanağı yoktur.
2- Kur'ân-ı
Kerîm'de Allah:
"De ki, Allah'ın kulları için çıkardığı
zineti ve rızıkları kim haram kılabilir?.," [907]
buyurmuştur ki, bunu bir önceki âyetle birlikte düşündüğümüzde sigaraya haram
denemeyeceği anlaşılır. Bunu destekler mahiyette Hz. Peygamber de şöyle
buyurmuştur:
"Allah birtakım farzları mecbur tutmuştur,
onları zayi etmeyin. Bir takım sınırlar koymuştur, onları aşmayın. Bazı
şeylerden de, unuttuğu için değil ama sırf size merhametinden ötürü söz
etmemiştir, onları da araştırmayın... " [908]
Buna göre şeriat
koyucunun sigaradan söz etmemesi onun haram olmadığını gösterir.
3- Sarhoş
edici ve zararlı şeyler haram olsa dahi sigaranın sarhoş ediciliği ve zararı
sabit değildir.
4- Bazı
insanlar için zararı sabit olsa dahi bu sadece onları ilgilendirir. Yani
mahzuru onlar içindir. Bu, sigaranın herkes için haram olmasını gerektirmez.
Ancak meseleye bu
açıdan bakanlar dahi "Eşyada asiolan ibahadır zararlılarda aslolan ise
hürmettir" kaidesini kabul ederler ve zaran kesinkes sabit ve mutarrif
olan birşeyin haram olacağını söylerler. Meseleye yumuşak bakan İbn Abidin de
bu esası vurgular. [909]
5- Sigaraya
haramdır demek şer'i bir hüküm koymaktır. Bu ise ya bedihi delillerle ya da
nazar ve istidlal ile mümkün olabilir. Birincisi sözkonusu değildir. Çünkü
böyle bir delil yoktur. İkincisi de yoktur. Çünkü nazar ve istidlal ya
müctehidden ya da müctehit olmayandan sadır olur. Bunların da birincisi
sözkonusu değildir. Çünkü müctehidlerden böyle birşey sadır olmamıştır.
İkincisinin ise değeri yoktur. Zira şeriat adına söz hakkına sahip olanlar
müctehitlerdir. [910]
Ebu Said el-Hadimi'nin
bu tesbiti, Bininci Hicrî, yıldan sonra müctehid çıkmadığı esasına bina
edilmiştir ki, tartışılabilirliğine daha önce işaret etmiştir. [911]
Bu delillere itiraz
sadedinde şöyle söylenebilir:
"Eşyada aslolan
ibaha" olmakla beraber bu hakkında nas bulunmayan herşeyin mubah olduğunu
göstermez. Nitekim rakının, uyuşturucuların, pekçok habis hayvanın tenavülleri
hususunda nas bulunmadığı halde kıyas yoluyla haramlıklarında da şüphe yoktur.
Allah'ın yarattıkları içerisinde kulların haram kılamayacakları, âyetinde
işaretinden anlaşılacağı üzere, "zinet" ve "güzel
rızıklardır".
Sigarayı güzel rızık
ve zinet olarak görmek mümkün müdür? Allah'ın sükût ettiği ve hükmünü
araştırmamızın güzel olmayacağı şeyler zararlı olmayan ve kıyaslanacak bir
aslı bulunmayan şeylerdir. "Allah temiz rızıkları helâl kılar, habis
olanları ise haram kılar" derken sigara için de elbette ilk akla gelen şey
onun bu iki kategoriden hangisine dahil olacağıdır. Eğer habis kategorisinde
olduğu selim akıllarca kabul edilirse artık onun araştırmamamız istenenlerden
olmayacağı ortaya çıkmış olur. Ayrıca bugün sigaranın herkes için zararlı
olduğu kesin olarak ortaya konmuştur. Binaenaleyh, sigarayı mutlak mubah
görmenin imkânı gözükmemektedir.
Bunlar sigaraya mubah
diyen görüşün delillerine varid olabilecek itirazlardır. Haram diyenlerin
delillerine varid olacak itirazlar ise yerinde gelecektir. [912]
Şunu hemen belirtelim
ki, sigara hakkında yazan ve konuşanların çoğu sigaranın haram olduğu görüşüne
varmışlardır ve sigaranınn "mutlak haram" olduğunu söyleyenlerin
tutundukları deliller, onun mutlak mubah olduğunu iddia edenlerin
delillerinden hem daha çok hem de daha tutarlıdır. İleride bunların tartışmasına
girecek olmakla beraber bundan hemen şöyle bir sonuç çıkarmamız da mümkündür:
Sigaranın hükmü
"mutlak haram"la "mutlah mübah"ın orta noktasından
"mutlak haram"a daha yakındır. Buna da "tahrîmen mekruh"
denebilir.
Mutlak haram olduğunu
söyleyenler şu delilleri ileri sürüyorlar. [913]
1- Hadis-i
Şerif de soğan ve sarmısak için:
"Şu iki bitkiden yiyenler mescidimize
yaklaşmasın, çünkü insanların rahatsız oldukları şeylerden melekler de
rahatsız olurlar" [914]
buyurulmuştur. Sigaranın kokusu soğan ve sarımsaktan daha az rahatsız edici
değildir ve üstelik sürekli ve kalıcıdır. İnsanlarla devamlı beraber olmak
zorunda olan melekler de vardır. Sigara içen insan kısa zamanda ağız kokusunu
gideremez. Ağzı kokarken de camiye gelmesi yasaklanmıştır. Bu da onun sürekli
camiye gelmemesini gerektirir. Böyle sonuçlara sebep olan birşeyin haram olmaması
düşünülemez.
2- Buna
bağlı olarak her türlü canlıya ve öncelikle de insana eziyet vermek haramdır.
Âyet-i Kerîme'de:
"Mü'min erkekler ve mü'min kadınlara
haketmedikleri bir şeyle eziyet edenler Şüphesiz açık bir bühtan ve günahtan
yüklenmişlerdir'' [915]
buyurulmuştur. "Her eziyet veren
ateştedir" denmiştir. Sigara içenler içmeyenler için küçümsenmeyecek
bir eziyettir. Özellikle de sigara içen bir eş, içmeyen hayat arkadaşı için
bitmez tükenmez bir eziyettir.
3- Eza veren
şey aynı zamanda pisliktir. Pis olan bir şeyin hakkı ise haram kılınmaktır.
Ayette "habis" (murdar) şeylerin haram kılındığı bildirilmiştir. [916] Hz.
Peygamber de soğan ve sarmısağa kokularının ağır olmasında ötürü "şu iki
habis bitki" diye tabir etmiştir. [917]
Rahatsız edici koku sigarada da fazlasıyla vardır. Öyleyse o da
"habis"tir. Habis olan şeyleri ise Allah haram kılmıştır.
4- Sigaranın
teneffüs edilen kısmı dumandır, yani ateştir. Oysa bunların yenilmesi ve
içilmesi haramdır. Ayette haksız yere yetim malı yiyenlerin karınlarıyla ateş
yiyecekleri söylenirken, [918]
ateşin bir ceza aracı olduğu anlatılıyor. Bu ise helâl bir nimet olamaz. Keza
"Artık semanın açıkça bir duman
getireceği günü gözle" [919]
denirken dumanın (duhân) yine bir ceza ve tenkil aracı olduğu anlatılır.
Suçlulara ceza aracı olarak yaratılan şeyler insanlar için nimet olamazlar. Hz.
Peygamber'de sıcak yemekten hoşlanmazlar ve "Allah bize ateş yedirmemiştir"
derler. [920]
5- Sigara
hiçbir faydası bulunmayan safi bir israftır. Allah'ın insanların kıyamını
(yaşayabilmelerini) sağlaması için bahşettiği "mai"ın [921]
ziyanıdır. Bazan çoluk çocuğunun nafakasını kısmaktır. Oysa pekçok âyet ve
hadislerle hem israf hem de malı ziyan etmek yasaklanmış [922]
yani haram kılmmıştır. Dolayısı ile bu durumda olan sigaranın da haram olması
iktiza eder.
6- Sigara
abesle iştigaldir. Allah ise insanları boş yere (abesle iştigal için)
yaratmadığını bildirmiştir. [923]
7- Sigara
"bid'at"tir. Çünkü bid'atın bir göstergesi de, yapıldığında ona karşılık
bir sünnetin kaybolmasıdır. Sigara için insanlarda önemli bir sünnet olan ağız
temizliği kaybolmaktadır. "Her bid'at ise dalalettir. Her delalet de
cehennemdedir". [924]
Cehenneme müncer olan birşeyin haram olması gerekir.
8- Sigara
İslâm âlemine Hıristiyan ve Yahudilerden geçmiştir ve onların bir
uygulamasıdır. Oysa müslümanlar başkalarına benzemekten menedilmişlerdir.
Binaenaleyh, sigara bu açıdan da menedilmiş yani haram kılınmış olur.
9- Hepsinden
önemlisi, sigara insan için zararlı birşeydir. "Bütün zararlılar ise
haramdır". Gerçekten de bugün artık sigaranın kimseye yarar sağlamadığı,
aksine pekçok zararlarının olduğu tıp uzmanlarınca ortaya konmuştur. [925]
Zararlılarda aslolan hükmün "haram" olacağında ise İslâm âlimleri
arasında adeta ittifak vardır. Çünkü "zarar ve zarara mukabil zarar yoktur".
[926]
Allah "Kendi kendinizi öldürmeyin" [927]
"Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye
atmayın" [928]
buyurmuştur.
10- Sigara
bütün bütün sarhoş etmese dahi bir nevi gevşeme ve uyuşturma tesiri
yapmaktadır. Bütün sarhoş ediciler haram olduğu gibi, uyuşturucu ve fütur
verici şeyler de haramdır. Ne var ki, sigara içene, sarhoş edicilere verilen
ceza verilemez.
11- Hadis-i Şerifte "Helâlin da haramın da belli olduğu, aralarında şüpheli şeyler
bulunduğu, onlardan sakınanın dinini ve ırzını koruduğu, onlara düşenin ise
harama düşeceği..." bildirilmiştir. [929]
Sigara ise en azından böyle bir durumdadır ve netice itibariyle harama
götürür.
12- Sigara
konusunda İslâm Halifesinin yasaklaması mevcuttur. Şeriate muhalif olmayan
konularda veliyyu'l-emrin isdar edeceği
buyruklara şer'an uyma zorunluluğu vardır, aksine hareket ise naslarla haram
kılınmıştır. Binaenaleyh, sigaranın da haram olması gerekir.
13- Sigara
insanı, Allah'ı zikretmekten ve O’na karşı kulluk görevlerini ifa etmekten
alıkoyar. Sigara tiryakisi oruca çok zor tahammül eder. Bu yüzden pekçok kişi
oruç tutmaz. İtikata hiç cesaret edemez. Allah'ın zikrinden alıkoyan birşey ra
batıldır, haramdır. [930]
Mutlak haramdır
diyenlerin delillerine de -her ne kadar diğerlerinden çok güçlü olsalar dahi-
pekçok yönden itiraz edilebilir. Meselâ:
Sigaranın
soğan-sarmısağa kıyas yoluyla haram görülmesi biraz önce açıkladığımız
sebeplerden ötürü mümkün değildir. Sigaranın her halükârda başkasına eziyet
olacağı söylenemez. Bu illetten hareket edilirse başkalar ile hiç irtibatı
olmayanlar, mescidlere beili bir özürden ötürü gitmeyenler ve özellikle de kadınlar
için bir hükmün geçerli olmayacağı sonucu ortaya çıkar ki, böyle muttarit
olmayan bir hükme itibar edilmez. Sigaranın maddesinin pis olduğunu kimse
söylememiştir. Yani üzerinde sigara taşıyan birisi, necaset taşıyor değildir,
dolayısı ile bu durum onun temizlik isteyen ibadetlerine, meselâ namazına engel
teşkil etmez. Gerçi işaret edilen âyette Allah (cc) "habis"in haram
olduğunu bildirmiştir. Ama soğan ve sarımsağın "habis" olan yönleri
maddeleri değil, kokularıdır. Nitekim onlar için Hz. Peygamber'den
"habis" nitelemesini duyan sahabe "Haram kılındı! Haram
kılındı!" diye ilân edince Hz. Peygamber:
"Ey cemaat! Allah'ın bana helâl kıldığı
birşeyi haram etmek benim elimde değildir. Şu var ki, ben bu bitkinin
kokusundan hoşlanmıyorum" [931]
buyurmuştu. Sigaranın onlara benzediği yönü kokusudur. Binaenaleyh,
"habis" olan yönü de kokusu olmuş olur. Bu da aslını isti'mal etmenin
haramlığını gerektirmez. Duman ve ateşle ilgili âyet ve hadisler ise fıkıh
usulü ilmi ile bilinen hiçbir delalet yolu ile sigaranın haramlığına delalet
etmezler. Öyle olsaydı bu konuda âlimler arasında zâten ihtilaf olmazdı.
Sigaranın mutlak bir israf olduğu da tartışılabilir. Zira hayatî ihtiyaç
bulunmamakla beraber helâl gıdalardan pekçok çeşidi ile telezzüz haram görülmemiştir.
Meselâ normal gıdasını alan bir insanın yanında sürekli ananas gibi birşey
bulundurup ondan zaman zaman alması haramdır denemez. Sigara çoluk-çocuğun
nafakasını keserek içilirse bu durumda da haram olan sigara değil, onların
nafakalarını kısmak olur. Bunu kahvede çay içerek de yapsa yine böyledir. Sigara
da -eğer bir başka delille haramlığı ya da mahzuru ispatlanmazsa- bu helâl
telezzüz araçlarından biri sayılabilir. Kaldı ki tiryakiler için sigara
ekmekten ve sudan daha öncelikli bir ihtiyaç halini alabilir. Yine bu durumda
abesle iştigal olmaktan da çıkar.
Sigaranın bid'at
olduğunu söylemek ise hiç mümkün değildir. Çünkü terim olarak
"Bid'at"; sünnet karşıtı olarak, din koyucunun açıkça ya da dolayısı
ile, sözlü ya da fiili izni olmaksızın sahabeden sonra dinde görülerek ortaya
çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmalardır. [932]
Sigaranın hiç kimse tarafından dinden bir hareket olarak uygulanmadığı
açıktır.
Gayri müslimlere
benzeme konusunda yasak olan, onlara has şeylerde onlara benzemeye çalışmaktır.
Mubah olan şeyleri tenavülde benzeme sözkonusu değildir. Sigaranın insanlar
için zararlı olması iddiası eğer ispatlanırsa -ki bugün ispatlandığı söyleniyor-
bunu ciddiye almamak mümkün değildir. Ancak zararlar arasında da bir meratim
(hiyerarşi) vardır ve haram olan zararlıların yanında mekruh olan zararlılar
da bulunmaktadır. Helâlin ve haramın belli olduğunu, aralarında ise şüpheli
şeyler bulunduğunu söyleyen hadis zaten haramların belli olduğunu söylemekle
sigarayı haramlar cümlesinden bizzat çıkarmıştır. Çünkü naslarla belirlenen
haramlar arasında sigara bulunmamaktadır. İslâm Halifesinin yasaklamış olduğu birşey,
eğer naslarla sabit bir husus değilse tabiî olarak "raiyyenin maslahatında
menuftur" ve bu yüzden de sırf kendi zamanını ilgilendirir. Bir başkası
bir başka hüküm ısdar edebilir. Bu defa da ona uymak zorunlu olur. Sigara
Allah'a zikri ve kulluğu bazı konularda zorlaştırsa dahi insanların mükellef
oldukları ibadetler öncelikle farzlar ve vaciplerdir. Pekçok sigara içen
kimseler ibadetlerini de tamıtamına yapmaktadırlar. Binaenaleyh, bu da bir
haram sebebi olamaz. [933]
Haram ve mubah
diyenlerin yanında sigaranın mekruh olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Onlar
da şu delillere tutunurlar:
1- Sigaranın
kokusu kerihdir. Binaenaleyh, pırasa soğan ve sarımsağa kıyasla mekruh olması
gerekir.
2- Kesin
haram olduğunu bildiren deliller bulunmamaktadır. Binaenaleyh, sigaranın hükmü
şüpheli bir konudur, şüpheli olan şeyleri yapmak ise en azından mekruha
götürür. Öyleyse sigaranın da mekruh olması gerekir. [934]
Vakıaların hükmünü
belirlemede ehli sünnet çizgisindeki mezheplerin ittifakla kabul ettikleri
deliller kitap, sünnet, icma ve kıyastır. "Masalih-i mürsele" ve
"istihsan" ise tartışmalı olmakla beraber yine bu mezheplerin öyle
ya da böyle baş vurdukları delillerdendir. Akıl ise olayların hükmünü
belirlemede tek başına bir delil değildir. Ehl-i Sünnet çizgisinin görüşü
budur. Aklın şer'i bir delil olması sadece Mutezile ve Şia görüşüdür. Buna
göre:
Hicri 11. Asrın
başlarında ortaya çıkan sigara hakkında kitap; sünnet ve icma delilinin
bulunmaması tabiîdir. Diğer bir ifade ile, filan âyetin veya hadisin herhangi
bir dalalet yoluyla delâletine, ya da müctehidlerin icmaına binaen sigara haram
veya mubahtır, denemez.
Kıyasa gelince,
şüphesiz bu, üç asıl delilden sonra ahkâm belirlemede en önemli delildir ve
şartlarına uygun kıyasın işletilmesi de bir içtihattır, dolayısı ile kıyas
yapmak ehlinin, yani müctehidlerin işidir. Hükmü nasların delâletlerinin
delâleti ile anlaşılacak kadar açık olan konular ise bundan müstesnadır. Bu
durumda sigaranın kıyas edilebileceği –edildiği- en yakın asıl pırasa, soğan
ve sarımsaktır. Yukarıda da kaydettiğimiz gibi, Hz. Peygamber (sav) bu
bitkilerden yiyenlerin, ağız kokularıyla meleklere ve insanlara eziyet edecekleri
için mescide gelmemelerini emretmiş, hatta bu durumda gelenler olmuşsa onları
mescitten çıkartarak Bakî Mezarlığı istikametine göndermiştir. Çoğu insanlarca
sigaranın ihdas edeceği ağız kokusu da bundan daha az rahatsız edici değildir.
Öyleyse sigara da aynı hükmü almalıdır. Ama bu hüküm nedir? Soğan-sarımsak
konusunda (asıl) baktığımızda onların yenmelerinin yasak edilmediğini, hatta
bir hadisle teşvik edildiğini, dolayısı ile mekruh dahi görülmediğini müşahede
ederiz. Yasak edilenin onları yiyenin henüz ağız kokusu çıkmamışken camiye
gelmeleridir ve bu hükmün (haram ya da mekruh) illeti de "eza
vermek"tir. İmdi sigarayı buna uygularsak; önce sözkonusu illetin onda da
aynı ölçüde bulunup bulunmadığı tartışma konusu olabilir. Çünkü sigara içen
herkesin nefesi ra hatsız edici ölçüde kokmamaktadır. Bu açıdan kıyasın
"aslı" ile "fer'i" arasında küçük de olsa bir fark vardır.
İkinci olarak "illetin bulunmayacağı yerde hükmün de bulunmayacağı"
esasına göre, ister soğan-sarımsak'ta, ister sigarada herhangi bir yolla ağız
kokusunun izalesi mümkün olursa bu, hükmün de kalkmasını gerektirir. Kaldı ki
"asıl" daki hüküm, soğan-sanmsak yemenin haramlığı ya da mekruhluğu
değildir. Binaenaleyh, sigaranın onlara kıyaslanmasının uygun olması halinde
bile bu, tek başına sigaranın içiminin haram ya da mekruh olmasını
gerektirmez. Ne var ki, sigara içenin ağız kokusu, diğerleri kadar çabuk
çıkmayacağı dolayısı ile mescidlere sürekli gidemeyeceği ve şeairden olan bir
sünnetin -cemaate gitmek gibi- sürekli terki de mekruh ya da haram olacağı
için, [935] bu sebeple sigara içmek
de aynı hükmü alır. Ancak bu esasa göre de yine kokusunun izale yöntemi bulunuyorsa
hüküm de ortadan kalkar.
Sonuç olarak sigaraya
hüküm vermede en güçlü delil görülebilecek kıyas da nihaî hükmü belirlemede
yeterli olmamaktadır.
Geriye ihtilaflı
deliler kalır ki, bunlar da Hanefîlerin "İstihsan"ı ile Malikilerin
"istislahf (masalih-i mürsele)'dir. Sigara için istihsanın işletilebilecek
yönleri zaruret, umumî belva ya da kıyas-ı hafîdir. Sigara içmekte bir zaruret
olmadığı herkesin kabulüdür. Umumî belvanın olup olmadığı tartışılabilir. Çünkü
sigaranın bir "fısk" sayılması halinde günümüzde o ölçüdeki
fısklardan sakınan dinî bütün insanlar çok yüksek oranda sigara da içmemektedirler.
Bu kesimde içenler azınlıktadır. Bunun dışındaki müslümanlar ise fısk olduğu
sabit olan benzeri konularda dahi tesahül göstermektedirler. Binaenaleyh,
onların sigara içmeleri de umumî belvadan değil, tesahül ve laubalilikten
kaynaklanıyor denebilir. Böylece zaruret ve umumî belva tarzındaki bir istihsanla
da sigaranın hükmüne ulaşmak mümkün görülmemektedir. Kıyas-ı Hafi tarzındaki
bir istihsan ıstıslahla aynı şey olur ki, bu da sigaranın zararının kesinkes
sabit olmasına bina edilebilir ve açık naslarla haram kılınan nesnelerdeki
ortak özellik, insan için hayatî zarar taşımalarıdır. Aynı şey sigarada da
mevcuttur, ya da böyle bir "asıl" bulunamazsa dahi sigaradaki
mefsedet yönü daha ağırlıklıdır. Binaenaleyh mahzurludur ve "memnu"
olması gerekir denebilir. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi bu delilerde de
ittifak yoktur ve bu yolla sigara kesin haramdır, hükmünü vermek zordur. [936]
Buraya kadar
serdettiğimiz delillere ve tartışmalarına bakarak diyebiliriz ki
1- Sigaranın
mahzurlu olduğuna işaret eden deliller, mubah sayılması gerektiği istinbat
edilen delillerden hem çok daha fazla, hem de delâlet yönleri daha açıktır.
Mübahlığı istinbat edilen deliller çok umumî delillerdir ve pekçok yönden
tahsis edilmişlerdir. Binaenaleyh, sigaranın mahzuruna işaret eden delillerle
ayrıca tahsis edilebilirler. Buna göre sigaranın mutlak mubah olduğunu
söyleme imkânı kalmaz. Zaten mubah olduğunu söyleyenlerde, ondaki zararın
mevhum olduğunu, muhakkak olmadığını, muhakkak
olması yani zararının ispat edilmesi halinde haram olacağını, çünkü
"zararlılarda asıl olanının" haram olmak olduğunu söylerler. Meselâ İbn
Abidin bunlardan birisidir.
Herhangi birşeyi
"mubah kılan bir delille haram kılan bir delil çatışırsa haram kılan
diğerine tercih edilir" ve "haram ile helâl çatışırsa haram galip
gelir" gibi fıkıh kaideleri de sigaranın yerinin mubah yönünde olmadığına
işaret eder. Böylece sigaranın şer'an mahzurlu olduğu ortaya çıkmış olur. Ancak
bu mahzurun hiyerarşideki yeri neresidir. İşte bunu tayin etmek zor gözükmektedir.
2- Bazılarına
göre zarar "kerahati", bazılarına göre de haramlığı gerektirir. Ama
herhalde bunu da tafsil etmek ve kerahat ve haramlığını zararına göre tesbit
etmek gerekir. Konuyla ilgili olarak Mustafa Zerka'nın ölçüsü şudur:
"Zararı kesine yakın (zannı galip) olan haram, zararı şüpheli ve hafif
olan ise mekruhtur." [937]
Ancak sigara hakkında, makbul delâlet yollarından biriyle onun haram olduğunu
gösteren bir nassın bulunmadığını da hesaba katarsak onun için haramdır dememiz
de tehlikeli olabilir.
3- Netice
itibariyle en az yanılma ihtimali olan hüküm olarak sigaraya "mekruh"
denmesi gereği ortaya çıkıyor. Ama bu durumda da tenzihen bîr mekruh
olabileceği gibi tahrimen bir mekruh da olabilir. Doğrusu; insanın sağlığına
pekçok yönden zararı, tiksindirici kokusu, (habisliği) israf oluşu vb., yönleri
hesaba katıldığında iki mekruh arasındaki yerinin "tahrimen mekruh"
olana daha yakın olduğunu söylemek bize daha isabetli gelmektedir. Konu
hakkında yazılan risalelerin en derli-toplu olanının yazarı İmam Lüknevi de
sigaranın mekruh olduğu sonucuna vardıktan sonra bu kerahatin tahrimen mi yoksa
tenzihen mi olduğu konusunda mütereddid olduğunu anlatır. [938]
4- Bunlara
bağlı olarak sigara ile ilgili başka hükümler de sözkonusu olur. Şöyle kî:
a- Sigaranın
mubah olduğunu söyleyenlere göre tütün ziraatı ve sigara âlım satımı yapmak da
mubah ve helâl olmuş olur. Tabiatıyla sigaranın mekruh ya da haram olduğu
söylendiğinde de, ziraatı ile ticareti de aynı hükmü alacaktır. Ne var ki
tütünün bitkisinden yaş ya da kuru olarak tıp, kozmetik ve hayvan yemi gibi
başka maksatlarla da yararlanılıyorsa o takdirde onun zîraatinin mahzurlu
olmadığı anlaşılır. Fakat her halükarda tütün ziraatı ve sigara alım satımı
yapmaktaki mahzur içilmesinden daha azdır. Çünkü sigaranın maddesi bizzat (liaynihi)
pis değildir.
b- Oruçlu
olarak sigara içmek ittifakla orucu bozar ve keffareti gerektirir. Çünkü
cevfine duman kaçmakla, dumanı bizzat yudumlamak ayrı ayrı şeylerdir.
c- Sigaranın
mubah olduğunu söyleyenler, kadının sigara içmesi halinde, kocanın vereceği
nafakaya onun sigara harcamalarını da eklemesi gerektiğini kabul etmek
zorundadırlar. Mekruh ve haram olduğunu söyleyenlere göre ise böyle bir
zorunluluk yoktur.
d- Sigaranın hükmü ne
olursa olsun kocanın bundan rahatsız olması durumunda karısını sigara içmekten
men etme hakkı vardır. Bu bir insanlık hakkı olduğundan ötürü kadının da aynı
hakkı bulunmalıdır.
e- Sigara
içmenin haram ya da mekruh olduğu kabul edilmesi halinde bu küçük ya da büyük
bir günah olacak ve ısrarı ile daha da büyüyecektir. [939]
Soru:
"Küçük cihaddan büyük cihada yani, nefisle cihada döndük" anlamında
bir hadis var mıdır?
Cevap:
Yanlış anlaşılmaktan korktuğum için önce şu hususu hatırlatmayı yararlı
görüyorum:
Hadis deyince biz -en
dar anlamıyla- Rasulûllah'ın (sav) bizzat söylediği sözlerini, fiillerini ve
takrirlerini (gördüğü halde ses çıkarmamasını) anlıyoruz. Binaenaleyh, bu
anlamda bir sözün hadis olabilmesi için onu bizzat Rasulûllah'ın mübarek
ağızlarıyla söylemiş olması gerekir. Onun söylemediği bir sözü -ne kadar doğru
olursa olsun- bile bile ona isnad edenin, yani hadistir, diyenin, cehennemde
yerini hazırlaması buyurulmuştur. [940]
İmdi, bu söz mânâsı
bakımından bir yönüyle doğrudur. Çünkü bir hadisi şerifte, "Mücahid (gerçek mücahid) Allah'a itaat yolunda
nefsiyle cihad edendir. Muhacir (gerçek muhacir) de Allah'ın yasakladığı
şeylerden hicret edendir (kaçandır)" [941]
buyurulmuştur. Demek ki, asıl mesele nefisle cihad edip onu yenebilmektir.
Zaten bunu başaramayan diğerini de başaramaz.
Kur'ân-ı Kerîm'de
"Allah yolunda hakkıyla cihad edin"
[942]
buyurulmuştur. Cihadın "hakkıyla" ve "gereği gibi" olması
nasıl olur? Sorusunu alimlerimiz, bütün şartlarıyla anlamaya çalışmışlar ve bu
şartları tek tek saymışlardır. Meselâ Abdullah b. Mübarek:
"Hakkıyla cihad
etmek kişinin nefsi ve havasıyla cihad etmesidir" diyor. [943]
Bu açıdan bakıldığında
nefisle cîhad önemli bir olaydır, işin esasıdır. O olmadan, diğerimin de
olamayacağı açıktır. Ama bütün bunlar nefisle cihadın, zahir düşmanlarla
cihaddan daha büyük olduğunu da göstermez. Çünkü bir şeyin asıl ve ilk şart olması
ayrı bir şeydir, daha büyük olması ise ayrı bir şeydir. Nitekim Rasûlüllah
Efendimiz (sav) zahir düşmanlarla cihadı "İslâmın zirve noktası" olarak vasıflandırmıştır. [944]
Kurtuluşun yolu nefisle cihad edip onu tezkiye etmektir. [945] Ama
hakiki cihad yaparken ölenler, sadece kurtulanlar değil, ölümsüzleşenler [946] ve
en yüce hayatı yaşayanlardır. Bunu da böylece tespit ettikten sonra şimdi de
sorudaki "söze" gelelim:
Bu söz çok eskilerden
beri dillerde meşhur olmakla beraber. [947]
"Kütüb-i Sitte"yi birinci derece alırsak, üçüncü derecedeki hadis
kitaplarımızda dahi yer almamaktadır. "İhya" ve "Tarihu
Bağdat" gibi kitaplarda vardır. Hadis hakkındaki en hafif değerlendirme
...ki'nindir ve hadisin zayıf olduğunu söyler. [948]
Aliyyu'l-Kâri bu sözü:
"Küçük cihaddan
büyük cihada döndük, buyuruldu. Nedir büyük cihad? diye sordular. Kalbin
cihadıdır, buyruldu" şeklinde alır. [949]
Tarihu Bağdat'taki
rivayetinde bu soruya:
"Kulun, havası
ile mücahedesi'dir diye cevap verilmiştir. [950]
Daha sonra Aliyyu'l-Kâri, İbn Ebi Abla'nın (v. 152 H.) bir sözü olduğunu söyler.
[951]
Adünî, aynı bilgileri tekrar eder. [952]
Aliyyu'l-Karfnin el-Esraru'l-merfuâ adlı kitabını tahkik eden Muhammed b. Lutfî
es-Sabbâğ, aynı hadis münasebetiyle bunun hakkında bir kitapçık yazdığını ve
orada hadisin zayıf bile değil hatta "batıl" olduğunu ortaya
koyduğunu söyler. [953]
(Allahu a'le-mü bis-savâb) [954]
Soru: Tarikata
girmeden İslâm yaşanamaz. Müctehitler bile buna muhtaçtır. Bu yüzden İmam Azam,
tarikata intisab ettiği son seneleri için "son iki senem olmasaydı helak
olurdum" demiş, İmam Şafiî de Şeyban isimli bir çobandan tarikat dersi
almıştır... Deniyor, bu doğru mudur?
Cevap: Rasûlüllah'ın
(sav) ashabının yaşadıkları zühal, nefis tezkiyesi, verâ, zikir ve nafileleri
yaşama anlamında (ise) tasavvufu ve onun bir mezhebi olan tarikatı kabul ve
ispat, her halde bu sorunun cevabı değildir ve ehli ilmin bunda şüphesi de
yoktur. Fıkıh, hadis ve tefsir gibi ilimlerdeki ıstılah ve metodların sahabe
döneminde bulunan asıllarına göre gelişme
ve değişme göstermesi gibi, sözkonusu ilimde de ıstılahların ve metodların
geliştirilmesi, daha kestirme metodlar ve disiplinler bulunması da normaldir
makuldür. Bunlara da kimsenin söyleyeceği pek fazla bir-şey yoktur.
Ancak bütün bunları
anlatabilmek için müslümanlarca "delil" sayılmayan yöntemlere
başvurmanın da gereği yoktur. Bilindiği gibi İslâmda ilmin yolları üçtür:
1. Sağlam duyular,
2. Doğru haber,
3. Akıl.
Sözünü ettiğiniz
bilgiler sağlam duyuların ve aklın konusuna değil, haberin konusuna girerler.
Haberin doğru olabilmesinin de belli şartları vardır. Bunun için de
müslümanlar "isnad ilmi" diye bir ilim geliştirmiş ve bu yolla
sağlamlığını tespit ettikleri haberleri, kitaplarda tescil etmişlerdir. İmdi,
sorudaki iddiaları böyle bir belge ile ispat etmemiz (ya da etmeleri) mümkün
değildir. Çünkü ilmi ölçülerle doğru diyebileceğimiz bir sağlam kaynakta böyle
bir şey kaydedilmemiştir. Gerçi İmam Gazali (her nedense):
"İmam Şafiî Şeyban-ı Râî'nin önünde
mektebe giden bir çocuk gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı.
Kendisine:
Senin gibi bir zat,
böyle bir bedeviden bilgi alır mı? Diye sorulduğunda bu adam bizim
bilmediğimizi biliyor, cevabını verirdi" [955]
diyor ama:
Bu haberin doğru
olduğunu kabul etsek dahi bu, İmam Şafiî'nin ondan tarikat dersi aldığını ve
bugünkü anlamda onu mürşit edindiğini göstermez. Aksine İmam Şafiî'nin
tevazuunu ve kendi ifadesinden de anlaşılacağı üzere, bilmediği bir şeyi bilen,
bîr çoban dahi olsa, "bilmiyorsanız ehli zikir olan ilim sahiplerine
sorun" emri ilâhisine uyarak ona sorma nezaketi gösterdiğini
anlatır.
Yine Gazalinin, aynı
yerde, "Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Main, Marufu Kerhi'ye başvurur, ondan
sorarlardı" ifadesini de aynı şekilde anlarız. Çünkü "her bilenin
üstünde bir bilen daha vardır". Bazı konularda onların bu imamlardan fazla
biliyor olması mümkündür.
Kaldı ki durum tarihi
açıdan öyle de değildir. Meselâ Sehavî der ki:
"Şafiî ve Ahmed'in,
Şeyban er-Râî ile buluştukları ve ondan birşeyler sorduklarına dair haberler
ehli marifetin ittifakı ile batıldır. Çünkü bu imamlar Şeyban'a
yetişmemişlerdir". [956]
Aynı şeyi Aliyyu'l Kâri de hem "el-Masnû", hem de
"el-Esraru'l-merfu'a" adlı eserlerinde naklederler. [957]
İmam Azam'ın
"Eğer iki sene olmasaydı Numan helak olurdu" anlamında:
"Lev'lâ senetân
le-heleke Nu'man" dediğine dair de hiçbir güvenilir kaynakta bir kayda
rastlanmadığını Muhakkik Kevseri söyler. [958] Ama
sahih kabul edildiği takdirde dahi İmam Ebu Hanife'nin bu sözle neyi kastetmiş
olabileceği açık değildir. Tarikata girip, bir şeyhe intisap ettiği için bunu
kurtuluş saymış ve öyle demiş olduğu bundan anlaşılmaz.
Kısaca o büyük
zatların böyle kurtarıcılara ihtiyaçlarından çok onların bunlara ihtiyaçları vardır.
"Dürru Muhtar sahibi Allame Hankafî'nin Kuşeyri'den naklettiği gibi,
tasavvufun makbul tarikatlarının da Davud Tâî ve Maruf Kerhi gibi büyük
veliler vasıtası ile dayanağı İmam Azam'dır." [959]
İçtihadında şu metodu benimseyen İmam Azam'ın, hayatının sonuna doğru bu
metoddan vazgeçtiği rivayet edilmiştir.
Kitap'tan sonra herhangi
bir meselede bir hadis varsa onu alırız. Bir mesele hakkında sahabeden birden
çok görüş gelmişse, Kitaba ve sünnete daha uygun olanı tercih ederiz.
Bunlardan biri yoksa tabiî ki
taklid etmeyiz, biz de onlar gibi içtihat ederiz," [960]
Bu iki imamın
hayatlarını en geniş anlatan kaynaklarda bunların üstadlarına baktığımızda
sözü edilen zevattan, ya da benzerlerinden ders aldıklarına dair de birşey
göremeyiz. [961]
Soru: Onbeş
gün önce bu sütunda, bu adla neşredilen yazıya gelen olumlu ve olumsuz
tepkiler.
Cevap:
Takdirlerden sözetmemin bir anlamı yok. Tenkitlere gelince:
Önce şunu ifade etmek
zorundayım:
Tasavvufu benimseyen
ve yaşadığını söyleyen insanlar olarak öyle bir yazıdan böyle bîr sonuç
çıkarmanız tasavvuf adına iyi bir puan değildir. Bereket ki, sizin gibi anlayan
kardeşlerimizin sayısı cidden çok az. İmam Azam ve İmam Şafiî'ye nispet edilen
söz ve fiillerin onlara ait olmadığını ilmi delilerle söylemekten, daha
doğrusu söylenenleri nakletmekten tasavvufu tenkit mânâsı nasıl çıkartılır.
Böyle bir su-i fehmi ben yine de bütün tasavvuf ehline teşkil etmiyor ve
bunu diğer kardeşlerime kırılma vesilesi
görmüyorum. Şimdi halk arasında hadis olarak dolaşan:
"Hz. Peygamber Hz. Aliye buyurdu ki, Ya Ali!
Allah sana öyle büyük dört haslet vermiştir ki, onları benden dahi esirgemiştir"
[962]
sözünü bir ehli ilim araştırsa ve bu söz mevzudur (uydurmadır), Resulûllah
böyle birşey söylememiştir dese (ki, vakıa da böyledir), birileri de bundan;
Bu adam Hz. Peygamberin Hz. Ali'yi övdüğünü inkâr ediyor, onu sevmediğini
söylüyor, diye bir mânâ çıkarsa su-i fehm etmiş olmaz mı? İmdi:
Eğer tasavvuf Hz.
Peygamber'in yaşadığı ve ashabına öğrettiği zikir, zühd, tezkiye-i nefs, verâ
ve takva hayatı ise, bu iki büyük imamın bu konuda en önde olanlardan olduğunu
ispata çalışmak bile çok yersizdir. Bunun aksini söylemek mecnunluk olur. Ama
onlara ait olmayan bir söz ya da davranış halk arasında ya da kıssa
kitaplarında onlara nispet ediliyor da, Kevseri, Sehavi, Aliyyu'l-Kâri gibi
müdekkik ve muhakkik âlimler bunların onlara nispetinin yanlış olduğunu ortaya
koyuyorsa bu onların manevî yönünü inkâr etmek mi olur? Karadeniz Dağları'nın
birinde bir kaya üzerinde ayak izi şeklindeki bir çukur için "bu, Hz.
Ali'nin, kesik başı öldürmeye giderken adımını attığı taştır" dense,
birisi de:
"Hz. Ali'nin
hayatı bellidir. Onun hayatında böyle bir olay yoktur, bu uydurmadır"
dese, ona:
"Vay sen,
sahabenin kerametini inkâr mı ediyorsun?!" demek ve onu keramet
düşmanlığı ile suçlamak doğru olur mu?
Bendeniz size sadece
nakilde bulundum ve her ne kadar bu sözler şayi ise de, meseleyi tedkik eden
âlimler bunların asit olmadığını söylüyor dedim. Bizlere düşen de nakil
ilminin kanunlarına uymak ve bu kanunlara göre doğruya doğru, eğriye de eğri
demektir. Efendim, o imamların öyle zatlardan ders almaları niçin mümkün
olmasın? Bunun aklen ne mazuru var? Üstelik bu onların benliklerini yıkıp,
hakikate teslim olmaları demektir... gibi ifadelerin ilmi hiçbir değer
taşımayacağı, en ufak muhakeme taşıyanlarca müsellemdir. Vakıa öyle olmuşsa
elbette öyledir. Ama bunun için delil gerekir. Gazali söylemişse bu muavazası
olmadan iktidaen söylenmiş bir sözdür bir tedkik ve tespit değildir. Ya da
usul dilî ile istishaba münafî bir ispattır. Diğerlerinin ki ise meseleyi bu
söze binaen (iktidaen değil) tedkik ve nefidir. Müsbit ile nafinin tearuzunda
nâfiye itibar edileceği de önemli bir usul kaidesidir. İşte bu da bir kanundur.
Bizim, ilmin yolları
üçtür, dememize Cemil Erdoğan kardeşimiz itiraz etmiş ve "bunu şöyle
düzeltmek zorundayım:
Müslüman için
izlenilecek yol dörttür:
1. Âyetler,
2.
Sünnetler,
3. Sahabinin
yaşantısı,
4. Mensup
imamların içtihatları (kendi sözleri ile) demiştir. İfade biçiminin sıhhatini
tartışmayalım ama kardeşimizin hükmünü kabul edelim ve ona:
Bu saydığınız dört
yoldan hangisini izlersek, adı geçen söz ve fiillerin o imamlara ait olduğunu
anlayabiliriz? diye soralım. Acaba ne cevap verebilir?
İlmin yollarının üçe
hasredilmesi benim tasnif ve tasarrufum değil, bütün ehli sünnet âlimlerinin
kabul ettiği bir vakıadır. Hal böyle iken Ruşen Ürgüplüoğlu kardeşimiz de;
"Bu tasnif bana çok sınırlı geliyor. Bu bakımdan ben, size naklolan
ilimlere baktığımda Kitap, sünnet ve bunlara bağlı kıyas ve icmayı daha
tutarlı görüyorum" diyor. Ona da aynı şeyleri söyleyebiliriz. Ayrıca sizin
kitap, sünnet ve icma dediğiniz nakli deliller yani "doğru haber"dir.
Kıyas ise bir bakıma aklın bir bakıma da yine naklin konusudur. Yani bunlar o
tasnifin dışında değildir. Seviyeli ve edibane mektubunda bu kardeşimiz ayrıca
"Neden hâlâ delil aramak peşindesiniz?" diye soruyor. Buna hemen,
sizin daha tutarlı gördüğünüz kitap, bizden bunu istiyor da onun için, diye
cevap verebiliriz. "Ölen de bir
delille ölsün yaşayan da bir delille yaşasın. " [963]
Keza, sayfalarca
verdiğiniz bilgilerde yorulmuşsunuz, çünkü onlar güzel şeyler ama bu mesleğin
ilk mertep bilgileri sayılırlar ve o duygularınız da size katılmamak mümkün
değil. Kitaplarının broşürlerini gönderdiğimiz zatı gıyaben tanıyor, seviyor
ve takdir ediyorum. Tevafuk bu ya, birkaç gün önce Bursa Kitap Fuarından bir
kitabını aldım okudum ve istifade ettim. Müsade eder misiniz, ben de sizin
duanızı tekrarlayım:
"Allah aczimizi
ve cehlimizi bize göndersin."
Saffet Çolakel
kardeşimize de mezar taşlarının edille-i şer'iyyeden olmadığını söylemek
isterim. İmam Azam'ın kabrini ziyaret edenler orada bu ibareye rastlamışlar
diyor. Ben de ziyaret ettim görmedim. Görsem de birşey değişmezdi. Her halde
İmam Azam kendi kabrine kendisi yazı yazmış değildir.
Son olarak sizler ve
sizler gibi temiz yolda olan diğer temiz kalpli kardeşlerime şu tavsiyede
bulunmamı mazur görün:
Tasavvuf bir âlilmidir.
Bid'at karışmamış şekliyle, Rasulûllah Efendimizden itibaren şu ya da bu adla
varolagelmiştir. Binaenaleyh, onu aslı olmayan, zayıf ve gülünç delillerle
ispata kalkışmanın gereği yoktur. Selef-i salihinin yaşadığı anlamda
tasavvufun böyle zayıf delil ve savunmalara ihtiyacı da yoktur. Bu tutumlar
tasavvufu benimsetmeye değil, olsa olsa nefret ettirmeye yarar. Buna da bizim
hakkımız yoktur.
Tekrar ilgilerinizi ve
dualarınızı beklerim. [964]
Soru: Zaman
Gazetesi'nde Sabri Yılmaz imzasıyla yazılan bir dizinin bazı kısımlarını
işaretleyerek size gönderiyorum. Bunları şeriatle bağdaştırmamız mümkün müdür?
Meselâ
a. Beyazid-i
Bistamî, birgün ayağını uzatarak oturmuştu. Müritlerinden biri de müsaade
almadan öyle yaptı ve bir daha ayağını doğrultamadı,
b. Ayağını
uzatmış otururken birisi onun ayağının üzerinden geçti, ayağında bir hastalık
çıktı ve nesillerine dahi sirayet etti.
c. Kendisini
arayan bir garibe tanıyanlar onun faydasız, yaramaz ve aşağılık birisi
olduğunu söylediler, d. Evini öğrenen bu yabancı gittiğinde gözleri kan
çanağına dönmüş bir pir ile, yanında huriler kadar güzel bir genç kız, elinde
de dolu bir kadeh buldular. Hayrette kalan yabancıya durumu izah etti. Küpteki
sıvının şarap olduğunu, ancak onu Cenab-ı Hakk'tan aldığı bir nurla bir bakışta
sarhoşluk etme özelliğini alarak içtiklerini, kızın ise kendi kızı olduğunu
vs. söyledi.
Cevap:
1- Tasavvuf ricalini anlatan ilk kaynaklara baktığımızda
Bâyezîd (Ebu Yezîd) el-Bistamî'yi gönderdiğiniz yazıda verilenden daha değişik
bîr imajda görüyoruz. İlk büyük sofilerden, ehl-i hal, Kitabt ve Sünneti ölçü alan
bir örnek zat, meselâ Risale-i Kuşeyride hayatı anlatılırken sizin
yazdıklarınızdan hiç birine yer verilmiyor, hatta onun şu sözü aktarılıyor:
"Kişinin havada
uçacak kadar kerametlerle donatıldığını görseniz dahi buna kanmayın. Siz onun
Allah (cc)'ın emirleri ve yasakları karşısındaki tavrına, hududu koruyup
korumadığına, şeriatı uygulayıp uygulamadığına bakın". [965]
2- İslâm'a has, "İsnad ilmi" diye bir
ilim vardır. İslâm şeriatı adına değer verilip hesaba katılabilecek haberlerin
hangi mevsukiyet düzeyinde ve hangi şartlarla bulunması ve zaptedilmiş olması
gerektiğini inceler ki, cidden akılları hayrete düşürecek bir titizliğin ürünü
ve kısaca İslâm'ın bozulmadan sürüp gitmesini murad eden Allah (cc)'ın
müslümanlara ilham ettiği bir lütfûdur. Müslümanlar bu ölçülere uymayan
peygamber sözlerine dahi itibar etmemişlerdir. Bu açıdan baktığımızda,
Bistamî'den kaç yıl, belki kaç yüzyıl sonra ona isnad edilen sözlerle onu lehte
ya da aleyhte yargılamamızın hiç bir anlamı olmaz. O, yukarıya aldığımız
sözleriyle ölçüyü kendisi vermiştir, ruhu şadolsun.
3- İç
duyularını (letaifini) geliştiren Allah (cc) dostlarında hatta bazan sıradan
insanlarda bizim fizik dünyamızı aşan bir takım algılama ve hissedişlerin olabileceğini
bugün artık pozitif bilimler dahi kabul ediyorlar. Bu satırları karaladığını
saatlerde 18 Mart 1989 Cumartesi günü BBC'nin 19-19.30 yayınında (tevafuken)
parapsikoloji konu edinildi ve onbeş dakikalık bir özel programda zamanı ve
mesafeyi aşan, fizikötesi güce sahip insanların bu gücünden, ya da böyle
güçlerden yararlanmak ve bunları özellikle askerî istihbaratta kutlanmak için
Amerika'da, İngiltere'de, Rusya'da ve diğer bazı teknikte gelişmiş ülkelerde
yapılan çalışmalardan, bu iş için ayrılan üniversite kürsülerinden ve kendini
bu işe vermiş profesörlerden sözedildi. Öyle ise bu seçkin taifenin bizim
hissedemediğimiz bir takım özellikler edinmiş olmaları gayet normaldir. Ancak
içine girdikleri ya da yükseldikleri bu manevi atmosfer tabakasının etkisiyle
bazı sarsıntılar geçirip, o halin verdiği sorhoşlukla şeriatın zahirine uymayan
hatalar mırıldandıkları da çokça görülmüştür. Ama bunların, İmam Rabbani'nin İbn
Arabî için dediği gibi, affolunacağı ümidi beslenmiş, onlar bu yüzden defterden
silinmemiş, fakat şeriatın zahirine uymayan hiçbir şey de başkalarına ölçü
gösterilmemiştir. Tıpkı Bistami'nin dediği gibi...
O haller onların
kendilerini ilgilendirir. Meselâ Halfâc, nasıl olduğunu bilmediğimiz bir halde
"Enel-Hakk=ben Hakkım" demiş ise o Allah katında mazur görülebilir
ama hangi halde olursa olsun sırf Hallaç gibi bir zatın böyle söylediği için
bunu söyleyen (Allah'u a'lem) bağışlanmaz. Mevlânâ'nın ney'i ve seması (eğer
varsa), bir başkasının defi, raksı ve narası içinde aynı şeyi söyleriz. Buna
göre, vaki değil ama, evliyaullah'tan olarak bilinen birisini dahi, cezayı
gerektirecek şartlarda şarap içmesi halinde İslâm muhakeme eder ve
kırbaçlatır. Hakem, Kitap ve Sünnetten süzülen İslâm fıkhıdır. Ona sorduğunuzda
şarabın sirkeleştirilerek içilmesinin caiz olduğunu söyler ama, bakışlardaki
manevî nüfuzla sekrinin alınıp içilebileceğini kabul etmez. Gerçi bu Allah
(cc)'ın lutfuyla mümkün olmayan birşey değildir, ama uygulanabilecek
objektifliği yoktur.
4- Böyle
konularda işe yarayacak güzel bir ölçüyü İmam Birgivî'nin bir hatırası olarak
kaydedelim. Peygamberlerden başka hiç kimse günahtan masum değildir. (Masum
imam akidesi bizde yoktur) Ama Allah (cc)'ın keramet ehli veli kulları bile
bile haram işlemez ve haramda ısrar etmezler. Kendilerini gizlemek için
haramla kamuflaj yapmazlar. Mamafih bazı büyük zatlar, cahillerin onları
insanüstü görmeleri karşısında kendilerini basit göstermek için bazı çarelere
başvurdukları vakıadır. Fakat bunlar aslında mubah olan, fakat halk arasında
küçük düşürücü davranışlar olmayı öteye geçemezler. İmam Birgivî buna kendi
zamanından bir örnek verir. Kendisini çok uzaklardan ziyarete gelen birisinin
gözünde tehlikeli boyutlarda yüceltilen bir Allah (cc)
dostunun, onun yanında çabuk çabuk ve
üzerine döke döke yemek yemesini anlatır. Bu haram değildir, ancak
küçültücüdür. Ayakta şu içmeyi, hatta mekruh olmakla beraber sol elle yemek
yemeyi de buna misâl gösterebiliriz. Binaenaleyh o, bilerek bir haramı
işleyenin keramet ehli ve mürşit olamayacağını anlatır. Buna göre; kadınlarla
tokalaşmaktan, halvette bulunmaktan sakınmayan, altın yüzük kullanan, haram
olduğu nasla sabit benzeri günahları mazeretsiz yapan birisinden keramet değil
olsa olsa istidrac sadır olur. Hiç bir veli, içki içerek, kadınla halvette bulunarak,
ya da başka açık bir haramı işleyerek kendisini gizlediğini iddia edemez.
Ederse de buna cahillerden başkası inanmaz. Bu ölçü ehli şeriat için çok işe
yarar, hatırda tutulmalıdır. [966]
Soru:
İslâm'da ilham, keşif ve keramet diye bir şey var mıdır? Varsa bunun dînî
değeri nedir? Herkeste bulunur mu?
Cevap:
Keramet Allah (cc)'ın velî kullarında görülen, tabiat kanunlarına ve normal
hallere aykırı, olağanüstü bir kerem-i ilâhîdir. Velî (evliya), imkân
ölçüsünde Allah (cc)'ı ve sıfatlarını tanıyan, O'na itaatte daim olan ve
isyandan kaçınan, fakat hiç isyan etmeyen anlamında değil de, tevbe etmedik
isyanı bulunmayan, mubah olan lezzet ve şehvetlere dahi düşkünlük göstermeyen,
yani bu konuda ihtiyacı olanla yetinip yeme, içme, şehvet vb. ni bir zevk aracı
olarak görmeyen kul demektir. [967] Yani
"velî" ma'sum
değildir. Günah işlemesi ve isyanı mümkün ve muhtemeldir. Ancak bu ihtimal
onda diğer insanlara göre asgariye inmiştir. Kazara yaptığı bir hatadan da
hemen tevbe eder. Haram ve isyanda ısrar etmez. Böyle olan insanlar da Allah
(cc)'ın bir hediyesi ve avansı olmak üzere bir takım olağanüstü haller görülebilir.
Bir anda uzak mesafelere varır, ya da oraları görebilirler (tayy-ı mekân), aynı
anda birden çok yerde görülebilirler (tayy-ı zaman), kabirde yatanın kim
olduğunu, karşısındakinin ne düşündüğünü bilebilirler [968],
(keşf-i kubur ve's-sudûr) havada uçar, denizde yürüyebilirler... vs. Bunların
olmayacağını söylemek naklen mümkün olmadığı gibi aklen de uygun değildir.
Bilim böyle peşin bir reddedişi onaylamaz. Her geçen gün -hatta Allah (cc)’a
inanmayan insanlarda bile- olağan dışı nice vakıalara rastlanıyor ve bunların
bilimsel izahları yapılmaya çalışılıyorken (telepati ve hipnotizma gibi), Allah
(cc)'a inandıktan sonra O'nun dostlarını daha büyük olağanüstülüklerle
ödüllendirmeyeceğini söylemek gülünç olur.
Kaldı ki, keramet
kitap ve sünnetle sabit, tarihen vâki bir olgudur. Allah (cc) insanı çok çok
keremli (kerametlere, üstünlüklere mazhar, mükerrem) yarattığını haber verir. [969]
Kur'ân'da zikredilen Meryem kıssası [970],
Ashab-ı Kehf olayı [971],
Hz. Süleyman döneminde Asâfın tahtı uçurması vakası [972],
Hz. Musa devrindeki Bel'am gerçeği... [973] Hep
Kur'ân'da anlatılan keramet örneklerindendirler. Hz. Ömer'in hutbe okurken ta
uzaklardaki Sâriye'yi görüp ona seslenmesi, askerî taktik vermesi ve sesini ona
duyurması sahih tarihi bir vakadır. [974]
Halid b. Velid'in zehir içip etkilenmediği meşhurdur. [975] Bu
konuda ciltler dolusu müstakil kitaplar yazılmıştır. [976]
Bütün ehli sünnet alimleri bu konuda ittifak halindedir ve akaid kitaplarının
ilgili bölümleri "Kerâmâtü'l-evliyâi hakkun - Evliyanın kerametleri
hakikattir, sabittir" cümlesi ile başlar.
Peygamberlere verilen
mucizelerde hiç bir mü'minin şüphesi yoktur. Evliyanın kerametleri de, tâbi
oldukları peygamberin mucizelerinin bir parçası olmaları itibarı ile
mucizelerden destek görür. Yoksa bazılarının zannettiği gibi, kerametin varlığı
mucizeye muhalif olmaz. Yani mucize peygamberliği ispat eden delillerden ise,
kerametin varlığı kabul edilmesi halinde delil olmaktan çıkar, çünkü mucize
gibi olan kerametin de evliyanın peygamber olmasını gerektirir, denemez. Çünkü
her veli kerametini o peygambere inandığı için elde etmiştir ve kendi kerameti
dahi onun mucizesinin bir parçasıdır. Dolayısıyla her keramet, peygamberin
mucizesinin sonuç itibarı ile de peygamberliğinin hak ve gerçek olduğunu da
gösterir. [977] Harikuladelik bakımından
mucize ile keramet arasında bir fark olmamakla beraber, mucize şu gibi
yönlerden kerametten ayrılır:
1- Aralarında kaynak ve isimlendirme bakımından bir fark
vardır; peygamberden sâdır olana "mucize", veliden sâdır olana da
"keramet" adı verilir.
2- Mucize
sahibi, mucizesini gizlemez, hatta açıklar ve onunla, davasının doğruluğu
konusunda muhaliflerine meydan okur. Keramet sahibi ise kerametini gizlemeye
çalışır. Kerameti veliliğinin ispatı için bir delil değildir.
3- Mucize
sahibinin mucizesi elinden alınmaz, o küfürden ve isyandan masumdur
(korunmuştur). Keramet sahibinin hali değişebilir, kerameti elinden
alınabilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in de işaret ettiği ve biraz önce adı geçen
Bel'am b. Bâ'ura, keramet konusunda başkalarının ulaşamadığı bir dereceye yükselmişken
Hz. Musa'ya ihaneti sebebiyle hayatı "şakî" olarak son bulmuştur. [978]
4- Kerametin
istenmesi de, izhar edilmesi de pek hoş karşılanmamış, hatta kadınlar için
hayız hali ne ise evliya için de keramet öyle görülmüş ve gizlenmiştir. Çünkü
keramet hedef ve gaye değildir. Az sonra göreceğimiz üzere bir delil olarak da
kullanılamaz. İmam Rabbanî, kerametlerin çoğalması hastalığından yergi ile söz
ederken, "Oysa bu taifenin başları olan Cüneyd, Serî es-Sakatî vb.
gibilerden nakledilen ve keramet denilebilecek ondan fazla olaydan
sözedilemez" der. Yine:
"Keşif, keramet
ve mevâcid (bir takım bulgu ve tezahürler) maksat değildirler. Belki,
kendisine zor bir iş verilen çocuğun, o işi bıkmadan sonuna kadar götürebilmesi
için, iş esnasında ona verilen incik-boncuk ve oyuncak kabilinden
şeylerdir" diye vasıflar.
Ebu Ali el-Cûzcânî bu
konuda şunları söyler:
"Sen istikamet
(dinde dosdoğru olma) iste, keramet isteme. Çünkü nefsin keramet için
uğraşmakta, halbuki, Rabbin senden "istikamet" istemektedir."
Sûhreverdî de Avârif inde:
"Bu, bu konuda
önemli bir kuraldır. Zira
nice gayretli âbid insanlar vardır ki, Selef-i salihine keramet ve
harikuladeliklerden bir şey verilmediğini duymalarına rağmen, bir parça
keramete nail olabilmek için yanıp tutuşurlar, can atarlar. Hatta bu konuda
inkisarı kalbe uğrayan, olağanüstü bir hal görmediği için amelinin sıhhatinden
şüphe edenler bile vardır. Eğer işin sırrını bilselerdi bunu hiç önemsemezlerdi..."
diye anlatır. Bunları nakleden Ali el-Kârî de der ki, "Velhasıl, insana
şer'î ilimleri bilme yolunun açılması, kainatın gizli yönlerine ait ilmin
açılmasından daha iyidir. Üstelik birincinin yokluğu ya da eksikliği dine
zarar verir. Oysa ikinci öyle değildir. Hatta olmaması onun için bazan daha
yararlıdır..." [979]
Doğrusu sahabenin
tamamından, keramet olarak sahih yollarla nakledilen olayların sayısı, iki
elin parmaklarını –hatta bazılarına göre üç vakayı- öte geçmez. Halbuki,
sahabenin en küçüğü bile sair evliyaullah'tan büyüktür. Bu bile kerametin gaye
olmadığını göstermeye yeter. Ancak cahil insanlar büyüklüğü "istikamet"te
değil de "keramet"te aradıkları için, büyüklerinden habire keramet
gözler dururlar. Hatta başka her şeyi unutur ve bu yolda gözlerini bozarlar da
normal olayları keramet gibi görmeye başlarlar. Bu da (Allah'u a'lem) bu yolun
afetlerindendir ve "şeyhi müritler uçurur" sözünün muhatabı bunlar
olsa gerekir. İlmî kapasiteleri ve düşünebilme güçleri çok dar ve sınırlı olduğundan
kerameti kendilerinin anladığı manâda, zahir olmayan mürşidin mürşit
olamayacağını zannederler de böyle olan birisini ya terkedip giderler, ya da az
önce söylediğimiz "keramet hastalığıma yakalanırlar.
"Keşif ise
kerametin bir türü olmaktan başka bir şey değildir. Şöyle tarif edilir:
"Sözlükte
perdenin kaldırılması demektir. Istılahta ise, fizik perdesinin ötesindeki
gaybî ma'nâlara, gerçek ve var olan işlere muttali olmak, müşahede etmek demektir."
[980]
Konumuzla ilgili bir
de "ilham" tabiri vardır. "İlham" da yine kerametin bir
nevidir ve:
"Feyiz yoluyla
içe doğan duyuş, kalbe gelen bilgi" diye tarif edilir. [981]
Mes'elemizin bir başka
yönü müşahhas (somut, objektif) bir ölçüsü bulunmayan ve keramet cümlesinden
sayılabilecek keşif ve ilhamın delil olma gücü ve bağlayıcılığıdır.
Tasavvuf sözlüğüne
bakarsak sufilerin dışındaki ulemanın ilhamı hiçbir surette delil
saymadıklarını görürüz .[982]
Yani ilham yok olan bir şeyi ortaya koymaz, bir davayı ispatlamaz. Zaten ne
dört temel şer'i delil (edille-i erbaa: Kitap, sünnet, icma, kıyas), ne de en
geniş tutanların kabulü ile diğer şer deliller arasında "ilham" diye
bir şey vardır. Mustafa Sabri Efendinin ifadesi ile:
Kelâm kitapları şu
anlamdaki cümlelerle başlar:
"İlmin yolları üçtür:
Sağlam duyular, doğru
haber ve akıl. İlham, ehli hakka göre bilgi yollarından birisi değildir."
Ve bu gerçek bir kural haline gelmiştir. [983]
Demek "ilham" şer’î delillerden olmadığı gibi, bilgi yollarından da
değildir.
Mes'ele fıkıh usulü
ilminde de konu edilir ve denir ki:
"Peygamberin
ilhamı vahyin bir kısmı olduğu için hüccettir ve bağlayıcıdır. Ama evliyanın
ilhamı öyle değildir. Şeytandan kaynaklanmış ve yanıltıcı olabilir. Bu yüzden
onların ilhamı başkalar için hiçbir surette
delil oluşturmaz. Kendileri hakkında da ancak şeriate uygun olursa bir delil
teşkil eder. Muhalif olursa kendileri için de bir şey ifade etmez" [984]
Aslında şeriate uygun olması halinde de delil yine şeriatin delilidir.
Binaenaleyh ilham o
takdirde bile bir delil değildir denebilir. Fıkıhçılarımızın biraz sert ve
rasyonalist gibi görünen bu kuralları doğrusu çok isabetli ve çok hikmetli bir
tespittir. Gerçi ilhamın sadık olanı ve veralardan ilahî bilgiler huzmeleri
taşıyanı elbette vardır. İlham diye bir şey varsa bunun böyle olmaması zaten
mümkün değildir. Ama o sahibinin sağlam şer’î bilgilerine -tabir caizse- bir
tuz lezzeti, bir itminan ve bîr ferahlık vermekten\öte geçmemelidir. Aksi
takdirde şeriat bilgilerine lezzeti tamamlayan tuz yerine şap da
karıştırılabilir ve şeriat sofrası ifsad edilebilir. Elini fizik aleminin
verasına uzatmayı başarabilen herkes, şap ile tuzu birbirinden ayırmayı
başaramayâbilir de. Çünkü evliya masum değildir ve şeytanın etki alanından
çıkarılmamıştır.
Netice olarak:
"Velînin başkasını kendi ilhamına çağırması, kendi ilhamına göre
davranmasını istemesi ve sahih olarak ictihad eden bir müctehidi -kendi ilhamı
ile onun içtihadının hata olduğunu bilmiş olsa dahi- içtihadı ile amel etmekten
alıkoymak istemesi caiz olmaz" [985]
Mustafa Sabri Efendi'nin şu ifadesi bunun sebebini açıklamaya yeter:
"Çünkü akıl,
Allah (cc)'ın kanunu ve insan katında O'nun resmî sefiri olmakla, Allah
(cc)'tan gelecek ilhamın ilk ve tabiî uğrak yeridir. Tasavvufla elde edilen
ilham ise özel bir ihamdır. Elbette Allah (cc)'ın ilhamı, kendisine muhalif
olacak olân özel ilhama tercih edilecektir. Bunun anlamı şudur:
(Naslara bağlı akla)
muhalif olan ilham değil. [986]
Konumuz hakkında belki de en güzel ölçüyü İmam
Rabbani verir. Çünkü kendisi, yine kendi ifadesi ile hem "zahir
ilimler" hem de "batın ilimler" de otoriterdir.
"Salikin
(tasavvuf yoluna girenin), işin künhüne ulaşıncaya kadar, Hak ehli alimleri
taklid etmesi, bunu kendisi için gerekli görmesi, keşfine ve ilhamına da
muhalefet etmesi (itibar etmemesi) gerekir. Bu konuda alimlerin haklı
olduğunu, kendisinin ise hata ettiğini kabullenmelidir. Çünkü alimlerin
dayanağı, vahiy ile desteklenen, hata ve yanlıştan korunan peygamberlerdir.
Onun keşfi ve ilhamı sabit hükümlere- muhalif olması halinde hatadır yanlıştır.
Binaenaleyh, keşfi alimlerin görüşlerinden önde tutmak, gerçekte onun Allah
(cc)'ın indirdiği kesin hükümlere tercih etmek demektir ki bu, hüsranının ve
sapıklığın ta kendisidir." [987]
"Bazı meşayihten
(ks) galebe ve sekir halinde sadır olan ve isabetli ehli hakkın görüşlerine
muhalif bulunan bazı bilgi ve ilimlerin kaynağı keşif olduğu için onlar bunda
mazurdurlar. Kıyamet Günü bu muhalif davranışlarından ötürü muaheze edilmezler
diye umarız. Hatta –inşaallah- hata eden müctehid muamelesi görür ve bir de
sevap alırlar diye düşünürüz. Hakk ve doğru ise, ehli hak alimlerin yönündedir.
Allah (cc) gayretlerini makbul buyursun. Zira alimlerin ilimleri, kesin vahiy
ile desteklenen Peygamberlik mişkatından süzülme ve alınmadır. Sufilerin
bilgilerinin kaynağı ise, hatanın yol bulabileceği keşif ve ilhamdan ibarettir.
Keşif ve ilhamın sahih olduklarının belirtisi, ehli sünnet vel-cemaat
alimlerinin ilimlerine uygunluklarıdır. Buna göre eğer -bir tüy kadar dahi-
farklılık söz konusu olursa isabet (savab) çemberinden çıkılmış demektir. İşte
doğru ilim ve açık gerçek budur." [988]
Soru: Bir
araştırma dergisinde bir hadis profesörünün, Rasûlüllah (sav)'ın cesediyle
alâkalı, alışmadığımız üslûpta şeyler söylediğini, uyanıklık halinde Rasûlüllah
(sav)'ı gördüğünü söyleyen ulemayı alaylı ifadelerle tenkit ettiğini okuduk.
Mes'ele gerçekten onun dediği gibi midir? Meselâ günümüzdeki insanların
uyanıkken Rasûlüllah (sav)fı görmeleri mümkün değil midir?
Cevap: Sözünü
ettiğiniz yazıyı derginin ilk çıktığında bendeniz de okumuştum. Sizin
mektubunuz üzerine tekrar okudum. Adıgeçen yazıda ilmî cevabı gerektirecek şâz
mütalaalar var denebilir. Zaten muhterem müellifin bir mesaî arkadaşından öğrendiğime
göre, makaleye ilk koydukları başlık oldukça ağır kelimeler ihtiva ediyor
imiş, başlığı haklı ikazlar üzerine değiştirivermişler. Bu ve aynı yazıda
yapıcı tenkitler beklediğini söylemeleri hem hakşinas olduklarını, hem de bu
söylediklerinde tartışmasız isabetli olduklarını iddia etmediklerini gösterir.
Fakat bizim bu kısa ve acele yazımızda yapabileceğimiz, mes'eleninin sadece bir
yönüne temas edebilmek ve şu anda Rasûlüllah (sav)'ın görülüp-görülemeyeceğini
anlatmaya çalışmaktan ibaret olacaktır. Ancak bir kardeşiniz olarak şu ikazımı
da hoş karşılayacağınızı umarım:
Dinin aslını
oluşturmayan böyle teferruat mes'elelerde farklı düşünebilmek mezmum değildir
ve ulemanın şiarındandır. Binaenaleyh, nice on yıllarda yetişen öyle
üstatlarımızı -ki biz onların talebesi nesliyiz- öyle ağır dille, itham etmemiz
yakışıksız olur.
İmdi: Mes'elenin
önce amelî (içtihada mecal) ve itikad esaslarıyla ilgili bir konu olmadığını söylemekle
başlayalım. Yani Rasulüllah Efendimiz (sav)'in "yakaza" halinde
görülebileceğine ya da görülemeyeceğine inanmak ya da inanmamak mecburiyetinde
değiliz. İman esaslarımız arasında böyle bir şey yok. Bunlardan herhangi bir
yönü herkes için "yakîn ilim" ifade edecek biçimde bildiren şer'i
deliller de yok. Binaenaleyh, mes'ete sadece genel olarak ilgilenen insan için
"işaret" ve "delâletlerden istinbat edilen bir "zann-ı
galip" ve "itmi'nan,", bizzat yaşayan insanlar için ise
başkalarını ilzam etmeyen, ilgilendirmeyen bir nevî "yakîn" ifade
edebilir. Öncelikle bunu böylece tespit etmemiz gerekir.
İkinci olarak, varlık
alemini beş duyumuzun algı alanıyla sınırlamak ve olmuş ve olacak olan her
olayı bu alemde geçerli "tabiat kanunlarıyla" bağımlı görmek, akla
aykırı olduğu gibi Allah için de bir "ta'til" ve O'nu, kendi
yarattığı kanunların haricinde hareket edememekle ta'ciz ve tenkis olur.
Çeşitli İslâm
alimlerinin, Allah (cc)'ın dışındaki varlıkları bîr takım kategorilere
ayırdıkları bilinmektedir. Meselâ İmam Rabbani (ks) şöyle bir ayırım yapar:
"Mümkün (yani
varlığı başkasının var etmesine bağlı) alem üçe ayrılır:
1. Alem-i
ervah (ruhlar afemt)
2. Alem-i
misâl (ma'nâların temessül etmesi görünüm kazanması alemi)
3. Alem-i
escâd (bedenler, maddî varlıklar alemi). Alimlerin dediğine göre "âlem-i
misâl", ruhlar alemi ile bedenler alemi arasında bir ara alemdir ve bu iki
alemin ma'nâları ve hakikatleri için ayna durumundadır. Ruhlar ve bedenler
alemlerinin ma'nâları "alem-i misâl'de latif (kesif ve elle tutulur
olmayan) imajlarla (suret)
tezahür eder. Yani her ma'nânın ve her hakikatin (gerçek varlığın) orada bir
sureti ve heyeti vardır... Kısaca "alemi misâl" sadece müşahade ve
görüntü içindir. Orada oluş yoktur. İşaret edildiği gibi orası diğer iki aleme
aynalık eder..." [989] Ruh
bedenle ilişkiye geçmeden önce de geçtikten sonra da misâl aleminin aynasında
tecelli edebilir. Hatta Hz. Adem'den önce varlıklarından söz edilen Ademler,
beden aleminde var olan zatlar değil Hz. Adem'in ruhunun temessülünden
ibarettirler. [990]
Cinlerin ve meleklerin lâtif görüntüler olarak "temessül" ettikleri
bir vakıadır. Cinler temessül edebilirken kâmil insanların ve daha da ilerisi
peygamberlerin ruhlarının "misâl alemi" aynasında görülebilmesinin
şaşılacak ne yönü vardır? [991]
Yani görülen onların kendileri (alem-i ebdan) olmadığı gibi, ruhları da (alem-i
ervah) değildir, belki onun "misâli" (dublesi, perisprisi)'dir. Bu
anlamda olmak üzere Rasulüllah (sav)'ın yakaza (uyanıklık) halinde
görülebileceğini söyleyen bir çok alim ve böyle bir çok vaka vardır. [992]
Büyük alim Şah
Veliyyullah Dehlevî, değerli eseri "Huccetu'llahi'l-bâliğa"da
"Alem-i misâl" diye bir bölüm açmış ve Kur'an-ı Kerim sureleri, rahm,
namaz oruç gibi ameller, maruf ve münker, günler ve benzeri manâların nasıl
temessül ettiklerini, hatta ölümün dahi bir koç suretinde temessül edeceğini
hadisle anlatır ve "bir çok hadisin delâlet ettiği üzere, varlık içerisinde
maddî (unsurî) olmayan bir alem vardır ve ma'nâlar orada kendilerine uygun
imajlarla temessül ederler..." der. [993]
Ve"Biz Meryem'e ruhumuzu (Cebrail'i)
göndermiştik te O, kendisine yaratılışı tam bir beşer şeklinde görünmüştü" [994]
ayetine işaret eder. [995]
Sonra da der ki:
"Bu hadislere
bakanlar, ya bunları zahirleri (kelime anlamları) ile kabul edip, sözünü
ettiğimiz biçimde bir alemin varlığını itiraf zorunda kalırlar ki, hadis
ehlinin kuralı da bunu gerektirir, Suyutî buna dikkat çekmiştir. Ben de aynı görüş
ve kanaatteyim.." [996]
Görüldüğü gibi mes'ele
varlık alemini beş duyu ile sınırlı görüp görmeme, Allah (cc)'ı yine kendi
yarattığı kanunlarla "mecbur" bilip bilmeme mes'elesi olduğu kadar
hayatı ve onun safhalarını tanıma mes'elesidir de. Bu noktada Bediüzzaman'ın
hayatın tabakaları ile ilgili açıklamaları ilginç ve ikna edicidir. Özetle:
Birinci Tabaka:
Bizim hayatımızdır ve (yeme, içme gibi) birçok kayıtlara bağlıdır.
İkinci Tabaka:
Hz. Hızır ve İlyas (as)'ın hayatlarıdır ve bir dereceye kadar serbesttir. Yani
bir anda pek çok yerde bulunabilirler.
Üçüncü Tabaka:
Hz. idris ve isa (as)'ın hayatlarıdır ki, beşeriyetin ihtiyaçlarından
sıyrılmış, melek hayatı gibi bir hayata dönüşerek nurani bir letafet
kesbetmiştir.
Dördüncü Tabaka: Şehidlerin hayatıdır. Kendilerinin öldüklerini bilmezler, belki daha
iyi bir aleme geçtiklerini sanırlar. Hz. Hamza'nın, çok vakalarda kendisine
sığınan adamları koruması, bununla izah edilir.
Beşinci Tabaka:
Kabir ehlinin ruh hayatlarıdır. Ölüm tebdif-i mekândır, ruhun salıverilmesidir,
görevden terhistir. Yokluk ve fena
değildir. Sayısız vakalarla evliyanın ruhlarının temessül etmeleri ve keşif
ehlinde bizlerle münasebetleri ve gerçeğe uygun olarak bizlere haberler uçurmaları
gibi pek çok delil bu hayat tabakasını aydınlatır ve isbat eder..." [997]
Buhari, Müslim, Ebu
Davud ve daha başkalarının rivayet ettikleri bir hadis-i şerif de anlatmaya
çalıştığımız şeyi destekler:
"Beni rüyasında
gören bir süre sonra uyanıkken de görecektir. Çünkü şeytan benimle temessül
edemez." [998]
Gerçi bu hadisin ma'nâsi beş-altı ihtimali akla getirebilir. Hadis Sarihleri de
hadisi bu ihtimallere göre anlamaya çalışmışlardır, ama, dünyada iken ve
"yakaza" halinde görülebilmesi de bu ihtimallerden biridir. [999]
Durum böyle olunca,
sözünü ettiğiniz sayın müellifin ifadesi ile "yazdığı eserleri
taşıyabilmek için araba tahsisi gereken" Suyuti gibi bir alimin sözünü
yine sayın müellif naklediyor:
"Ey kardeşim
bilesin ki şu ana kadar ben Rasulullah'la yetmişbeş defa uyanıkken konuşmada
bulundum..." Şâzelî:
"Eğer bir an
göremeyecek olsam kendimi müslüman saymam", diyor. [1000]
İbn Abbas'ın Rasulullah'ın vefatından sonra ona ait olan aynaya baktığında
kendisini değil onu gördüğü rivayet ediliyor. [1001] İbn
Hacer'in, İmam Rabbaninin, Said Nursi'nin anlattıklarına göre nice salih
kişilerden "Rasulüllah (sav)'ı uyanık iken gördükleri onunla konuştukları,
korktukları bazı şeyleri ona arzedip ondan tavsiye
aldıkları" duyulmuş ve
nakledilmiştir. [1002]
Hem İslâm hukukunda hem de İslâm ahlakında Suyutî ve benzerlerinin değil,
sıradan insanların dahi doğruya hamledilebilecek sözlerine hakikat olarak
bakılır (yalan olması ihtimaline binaen hüküm verilmez). Bir anlam ifade eden
sözler mutlaka bir işlem görür. "Kelamın i'mali ihmalinden evladır."
Buna göre Suyutî ve benzerlerinin bu ifadelerini başka yoruma tabi tutmadan,
hem de alaylı bir ifade ile reddetmek, onları yalancılıkla itham etmek
demektir. Ehli hadis bunu yapmaz. Öyleyse şöyle diyebiliriz:
Bu salih kişiler
hiçbir şey görmeden gördük diyemezler. Mutlaka bir şey görmüşlerdir. Ama bu
elbette Rasulüllah (sav)'ın canı ve bedeni ile olan görüntüsü değildir. Çünkü
o da herkes gibi ölümlüdür. [1003]
Ebubekr Efendimizin ilanı ile, "Kim Muhammed (sav) ölmedi sanıyorsa,
bilsin ki o ölmüştür." Rasulüllah (sav)'ı o şekilde gördüğünü iddia eden
de yoktur. Suyutî de "canlı" olarak gördüğünü değil
"yakaza" halinde gördüğünü söylemektedir. Öyleyse "Hz. Peygamberi,
asırlar sonra canlı olarak gördüğüne, onunla konuştuğuna inanan bahtiyarlar
arasında işbu Suyutîmiz de bulunmaktadır" gibi bir ifade hem onun sözünü
saptırmak (ya da anlamamak) hem de istihza etmek olur. En zayıf ihtimalle o
insanlar bir hayal görmüşlerdir. Ama hayal de bir şeydir. Keşke böyle bir hayali
sayın müellifle beraber bizler de görebilseydik. Ama bunun için herhalde bu
konuda Goldziher'den çok Buhari ile, Müslim ile hatta Rasulüllah (sav)'la
rabıtalı ve onların imajlarına konsantre olmak gerekir. Rasulüllah Efendimiz
(sav) bir hadislerinde:
"Beni gören hakikat görmüştür" [1004]
buyurduklarına ve bunu konu
ile ilgili diğer hadislerinde olduğu gibi "menâm" (rüya) ile
kayıtlamadıklarına göre, onların gördüklerine hayal dememiz de mümkün değildir.
Belki onlar Rasulüllah (sav)'ın ruhunun "alem-i misal"deki
temessülünü görmüşlerdir. Bu ruh ve cesetten oluşan bir "abd" olarak
Rasulüllah değildir. Gidilse, öpülmek için eline ayağına kapanılsa (Allah'u
a'lem) kesif bir madde ile temas kurulamayacaktır. Abd ve Rasül olarak onu
görme gerçekleşmiş olmadığından da gören "sahabî" olmayacaktır. Ama
bunun için bu bir taltif ve bir tekririndir. Fakir de, birisi çok yakın
arkadaşım olmak üzere, yalan söylemelerine asla ihtimal vermediğim en az üç
kişiden bu tür müşahadeler dinlemişimdir. Bu insanların, istisnasız, ehli hâl
insanlar olması bana bu işin bir seviye işi olduğunu da anlatmaktadır. Misâl
alemindeki bu görüntü ile konuşma mes'elesi ise şimdilik bizim meçhulümüzdür.
Suyutî ve başkaları konuştuklarını dahi söylüyorlar (Allah'u a'lem). Ancak şunu
da ilave edelim ki bu durum şer'i bir hüccet, bir delil değildir. Naslara
muhalif olmak üzere bu yolla bir hüküm ispat edilemez. Zaten ruhları orada
burada, hatta birden çok yerde "temessül" eden zatlar (Rasulüllah
(sav)'da öylemi, bilemiyorum), ruhlarının bu temessüllerinden kendileri haberdar
olmayabilirler de [1005]
Öyleyse mes'eleye sadece bir keramet olarak bakmalı ve bu durumu reddedenlere
Aliyyülkârî'nin kerameti kabul etmeyen Mutezileye dediğini söylemeli:
"Kendilerinde
görmediler de kabul etmediler." [1006]
Kaldı ki, böyle şeyleri reddederken -Allah'u a'lem- etkisinde kaldığımız Batı
bir diğer cephesi ile de bu kabil şeylerle ilgileniyor ve muhtemel gördüğü her
şeyin peşine düşüyor. Meselâ aynı olayı çok ufak bir hata ile onlar da şöyle
anlatıyorlar:
"Ruhun tezahürü
bazan uyanık halde de meydana gelir ve duyu organlarının sınırları ötesinde
hissetmek, görmek, anlamak yeteneğine sahip olanlarda "ikinci görüş
dediğimiz olayı meydana getirir." (Allan Kardec) Bu konudaki [1007]
dersleri henüz "alem-i misâl"e çıkmamıştır.
'"Klervoyans"
ya da "durugörü", suje tarafından elde edilen enformasyonun
telepatideki gibi bir diğer şahsın zihninden ya da beyninden değil de dışsal
bir fizik kaynaktan doğrudan alındığı varsayılan bir Esp biçimidir.
"Klervoyans için
özel yeteneği olan kişilere de "Klervoyan" ya da "durugörü
medyumu" denir." (Encyclopedia of Psichofogy. Vol I, A-K.) [1008]
"Parapsikolojide
durugörü, normal duyuların sınırı dışında kalan, geçmiş zamana ve şimdiki
zamana ait fizik objelerin para normal algılanışı olarak tanımlanır." [1009]
"Durugörü denilen
gözsüz görüş yeteneği, insan varlığının sayısız normal üstü duyularından
biridir. Gözleriyle görmeye alışmış olanlar, bu türlü bir melekenin nasıl bir
görme olabileceğini, eğer başlarından durugörü deneyimi geçmemişse pek
anlayamazlar ve diyebilirler ki, "böyle bir şey nasıl olur?" Oysa
rüya olayını anımsayıp hiç değilse bir yaklaşım kurabilirler konuya." [1010]
Kısaca:
1- Rasülallah (sav)'ın, hatta bazı evliyanın ruhları,
bazı insanlara temessül edebilir. Bu, onların ne bedenleri ne de ruhlarıdır
belki ruhlarının misâlidir.
2- Ruhların
temessülü bir anda birden çok yerde gerçekleşebilir ve bundan o ruhun
sahibinin haberi de olmayabilir.
3- Ancak
dinimizde bütün bunlara inanma zorunluluğu yoktur. İnanmayanı, itikadî
bozuklukla itham edemeyiz, belki, henüz dersi oraya çıkmadı diyebiliriz. [1011]
Soru:
"Ehven-i şer" ne demektir?
Cevap: Bu
ifadenin aslı "ehven-i şerreyn" yani, iki kötünün hafif olanı,
şeklindedir. Önemli bir fıkıh yani, İslâm hukuku kaidesidir. İslâm hukukuna
göre hazırlanan "Mecelle" mize; "ehven-i şerreyn ihtiyar
olunur" diye geçmiştir ki, başka ihtimal (alternatif) yoksa ve yapmak
zorunda olduğumuz şeyler kötü şeylerse en hafifini seçmek mecburiyetindeyiz,
demektir. (Md. 29) Aynı zamanda Mecellemizde üç madde daha vardır:
"İki fesatla
karşı, taşıldığında hafif olanı yapılır, büyüğünün çaresine bakılır",
"Büyük zarar küçük zararla giderilir", "Genel zararı önlemek
için kısmî zarar seçilir." (Md. 26, 27, 28) Bugünkü Türkçe ile aktardığım
bu maddeler İslâm hukuku açısından önemli maddelerdir ve bilinmeleri halinde
günlük hayatımızda birçok problemimizi hallederler. Ancak ifadelerden de
anlaşılacağı gibi, iki kötüden hafif olanının yapılabilmesi için, hayır olan
ihtimal (alternatif) bulunmaması ve ikisinden birini mutlaka yapmak zorunda
kalması şartları vardır. Buna göre; serlerin yanında bir de hayır varsa veya
hayır olmasa bile serlerin hiç birini yapmadan da olunabiliyorsa şerrin hafif
olanı da yapılamaz. Meselâ:
Yaralı bir adamın,
secdeye gidince yarası akıyorsa ima ile oturarak kılar. Çünkü secdeyi
terketmek namazı abdestsiz kılmaktan daha hafif bir zarardır. Bir adamın tavuğu
başkasının değerli bir incisini yutsa, incinin sahibi tavuğun parasını verip
onu kesebilir, diğeri vermemezlik edemez. Hamile bir kadın öldüğünde, çocuğunun
canlı olduğu umuluyorsa kadının karnı yartlıp çocuk çıkarılır. Etrafa yayılmasından
endişe edilen bir yangını söndürmek için gerekirse itfaiye birisinin evini
yıkabilir. Susuzluktan ölmek üzere olan birisi, şaraptan değil de biradan
ölmeyecek kadar içer. Millete ve inanca en az zararlı olan partiye rey verir.
Sünnetten ya da farzdan birinin mutlaka gideceği yerde, kalbi kan ağlayarak
sünneti bırakır farzı yapar... [1012]
Soru:
Rüyanın mahiyeti nedir? Bize ne derece ışık tutabilir?
Cevap: Rüya,
akıl ve deney ötesi alemin dünyadaki en güzel örneği olarak Allah (cc)'ın
varlığının ve kudretinin delillerinden bir delil, zaman ve mekânın izafi
(göreli) olduğunun isbatı, ruhu vasıtasıyla insanın iki hatta üç buutlu irrasyonel
hayatının güzel bir örneğidir. İbn Şirin rüyaları ikiye ayırır, diğer İslâm
âlimleri genellikle üçe ayırırlar:
1- Allah
(cc)'tan, açık-seçik ya da bir sembol suretinde gelen müjde ve uyanlar.
Resulüllah Efendimiz (sav)'ın "Artık
vahiy yok, sadık rüyalar vardır", "Sadık rüyalar Nübüvvetin kırkaltı parçasından biridir" dediği
rüya budur. Rüyanın nübüvvetle ilgisi olduğu için yalan rüya anlatanın
peygamberlik iddia etmek gibi büyük bir günah işlediği söylenmiş, Efendimiz,
"iftiranın en çirkini, görmediği rüyayı görmüş gibi anlatmaktır"
buyurmuştur.
2- Şeytanın
korkutmaları aslında herhangi bir şeye işaret etmeyen ve bir anlam taşımayan
korkunç rüyaların çoğu bu kabildendir. Bunda cinler de etkili olabilir ve
insana yanıltıcı ya da korkulu rüyalar gösterebilir. Bazı insanların büyük bir
zat olduklarını kendilerine ve başkalarına rüya ile telkin edebilir ve şeriata
zıt fikirlerle sapan ve saptıranlar yetiştirebilir. Böyle durumlarda şeriatın
zahirini ölçü almak gerekir. Tarih boyunca kendisi de inanarak mehdi
olduklarını söyleyen yüzlerce insan ve belki de meşhur Ahmed el-Kadıyani bu tür
şerir güçlerin esiridirler.
3-
Yorgunluk, korku, açlık, susuzluk, sıkıntı, fazla yemek yeme gibi çeşitli
sebeplerden ötürü insanın kendi nefsinin anlamsız ve asılsız konuşmaları, hayal
ve hülyalar.
Bu üç tür rüyanın
sadece birincisi değer taşıdığı ve hangisinin sahih hangisinin sakat olduğu bilinemediğinden
Ehli Sünnet itikadınca rüya ile ihticac edilmez, yani rüya delil tutulamaz.
İstiharenin rüyaya yatma şekli ise sünnetle anlatılan istihareye uygun değildir.
Adetli kadının,
cünubun, kâfirin, sarhoşun ve çocuğun gördüğü rüyalar da sahih olabilir. Bunun
çok örnekleri vardır.
Sadık rüyalar
genellikle sabaha karşı ve özellikle de öğle kaylülesinde görülür. Açıkseçik
rüyalar makbuldür.
Böyle sadık rüyalar
görmek isteyenlerin doğru sözlü olması, yalan, gıybet ve koğuculuktan kaçınması
gerekir.
Rüya te'vil ilmi başlı
başına bir ilimdir ve bilenleri çok azdır. Allah (cc) bu ilmi meselâ Yusuf
Efendimize ilham ettiğini ve öğrettiğini söyler.
Sadık rüyalar;
zamanla, mekanla, mevsimle, insanın içinde bulunduğu hal ve şartlarla ilişkili
olduğu için tabir edenin bunları iyi değerlendirmesi ve tabircinin bu itibarla
alim ve nasihat ehli bir kimse olması gerekir. Yalancı ve düşman kimselere rüya
anlatmamak salih ve işin ehli kimselere anlatmak gerekir.
Rüya tabirinde en iyi
yol Kur'ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden işaretler aramaktır. Bu da rüyanın
bir alime anlatılmasını gerektirir.
Kendisine rüya
anlatılan şahsın da hayır dileyerek dinlemesi ve her işareti değerlendirerek
rüyayı tabir etmesi gerekir.
Gördüğü hoşa giden bir
rüya için kalktığında Allah (cc)'a hamdeder. Çünkü bu bir nimettir. Sonra bunu
dilerse anlatır, dilerse anlatmaz. Kötü rüya görürse onu kimseye anlatmaz. Böylece
rüya zararsız olur. [1013]
Bazı rivayetlerde kötü rüya gördüğünde kalkıp sol tarafına tükürür ve rüyasını
kimseye anlatmaz denir. Bu durumda bir miktar sadaka vermek ve muhtemel belaya
onu siper edinmek de güzeldir. [1014]
Soru:
Talebeyim, dersimi anlamakta güçlük çekiyorum. Anladığım dersi de çabuk
unutuyorum, ne yapmalıyım?
Ceyap:
İnsanlardaki anlayış ve kavrayış kapasitesi büyük ölçüde doğuştandır ve
farklıdır. Bu bir nimet ve Allah (cc) vergisi olduğuna göre kimse kendisine
daha az verildiği için şikayetçi olamaz. Kendisine verilen kadarına şükretmesi
gerekir ve ondan sorumlu
olur. Ancak biz, bu işin insanı ilgilendiren hem maddi, hem de manevi
yönlerinin bulunduğuna da inanıyoruz. Öncelikle gıda rejiminin anlamada ve
unutmada etkili olduğunu bilmeliyiz. Hem yeterli ve düzgün gıda alınmalı, hem
de mideye zararlı ve fazla yığınak yaparak, özellikle ekmeği fazla kaçırarak
maddî ve manevî letâifi (alıcıları) köreltmemelidir. Allah Rasulü Efendimiz
(sav) bu konuya çok dikkat çekmiş ve, "İnsanoğlunun
doldurduğu kapların en kötüsü midedir" [1015]
buyurmuştur. Çalışma sistemindeki dağınıklık, plansızlık, çaltşma sırasındaki
zihni konsantrasyon bozukluğu, birçok şeyi birden düşünme ve bir anda birçok
şeyi halledeceğini sanma, karışık bîr odada, karışık bir masada, gürültülü bir
yerde, müzik eşliğinde çalışma... Aşırı üzüntü ve yorgunluk, sıkıntılı bir
hayat.. Hep anlamayı ve anlaşılanın kalıcı olmasını kötü yönde etkileyen
unsurlardır. Bunlar işin hep maddî ve fiziksel yönüdür. Bizler işin bir da manevî
tarafının olduğuna inanıyoruz. Bütün bütün olmasa bile, bellemenin, belleneni
kafada tutmanın takvadan, ya da aksiyle, günahlardan etkilendiğini kabul
ediyoruz. Allah (cc) Kur'ân-ı Kerim'de:
"Allah (cc)'a karşı takvalı olun, Allah (cc)
size öğretir" [1016]
buyurur. Rasulüllah Efendimiz (sav) de:
"Bildiği ile amel
edene Allah (cc) bilmediklerini öğretir" [1017]
der. İmam Şafiî hafıza bozukluğundan hocasına dert yanmasını ve onun cevabını
şu beyitleriyle anlatır:
"Şekevtü ilâ
Vekî'in sû'e hıfzî feevsânî ilâ terki'l-me'âsî ve hıfzu'l-ilmi fadlun min ilahin
ve fadlullahı lâ-yü'tâ liûsî." Bu beyitleri Taşköprüzâde'nin oğlu yine
vezinli olarak devrinin Türkçesine aktarmış ve şöyle demiştir:
"Varup
Vekî'a ittüm nisyandan şikayet,
Bana vasiyyet itti kim
işleme me'âsî
Hıfzeyiemek ulûmi
fazl-i azîm-i Haktır,
Fazl-ı Hûda'ya irmez,
her kim ki, ola âsî". [1018]
Ayrıca, Allah (cc)'ın
"... Yok mu şunu isteyen, yok mu
bunu isteyen..." diye seslendiği teheccüd saatlerinde ısrarla tekrarlanan
duaların bir gün mutlaka şifreye denk gelip lütuf hazinesini açacağına inanmak
gerekir. Bu noktada benzer şikayetlerde bulunan Ali Efendimize Rasulüllah
(sav)'ın öğrettiği dua ve namazı da hatırlatmak faydalı olabilir. (Bunun için
bk., Tirmizî, da'avât, 115, c. V, s. 563-565) [1019]
Soru: Allah
(cc)'ın itaat etmemizi istediği "ulü'l-emr" kimlerdir? Bugün için
onların yetkisi kimdedir?
Cevap:
"Ulü'l-emr" işin sahipleri, yani duruma ve vaziyete hakim olanlar,
yetkililer, emir sahipleri anlamında Kur'ân-ı Kerim'de Nisa suresinde olmak
üzere iki yerde geçer:
1- "Ey iman
edenler, Allah (cc)'a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir
sahiplerine de itaat edin..." [1020]
2- "Onlara eminlik ya da korku haberi geldiği
zaman onu yayıverirler. Halbuki bunu Peygambere ve mü'minlerden olan emir
sahiplerine döndermiş olsalardı onu arayıp yayanlar bunu elbet onlardan
öğrenirlerdi.." [1021]
Aynı terim hadislerde
de, çok fazla olmamak üzere yer alır. Ancak "ulü'l-emr" yerine bazen
"ulatu'l-emr" [1022],
bazan "vâli'l-emr" [1023],
bazan da "zu'l emr" [1024]
ifadeleri geçer.. Bunlar da hemen hemen "ulü'l-emr"le aynı ma'nâda
ifadelerdir. Ne var ki, bu terimin hadislerde daha çok idareci ve komutan
anlamında kullanıldığı Kur'ân'daki kullanımına göre daha açık olarak görülür.
Kur'ân'daki anlamının ya da, daha doğru ifade ile kapsamının belirli olmayışı,
alimlerin bu terimi aynı anlamda ama farklı kapsamlarda açıklamalarına yol açmıştır.
"Ulü'l-emr"e itaat etmemiz istendiğine ve bunun Allah (cc)'a ve
Rasulüne itaatla beraber zikredildiği için farz olduğuna göre bu zümre kimdir?
Önce sizden, yani müsIümanlardan olan, sizin yetki verdiğiniz idareciler
"ulü'l-emr" cümlesindedirler. Bu her tarifin kapsamında mevcuttur.
İlgili hadislerden ilk akla gelen de budur. Buna göre müslümanlardan olan ve
hak ve adaletle emreden idareciler "ulü'l-emr" dirler ve onların
Allah (cc)'a isyan anlamı taşımayan emirlerini yerine getirmek ferzdir.
İslâm'da yasama (teşri) yetkisi sadece Allah (cc)'a aittir. O tek otoritedir.
Rasulünün ve ulü'l-emrin emirleri O'nun yetki vermesiyle teşri anlamı taşır.
Yani bizim Rasulüllah (sav)'a ya da ulü'l-emre itaatimiz farzdır. Çünkü Allah
(cc) öyle emretmektedir. Allah (cc) dinin zaten koruyucusudur. Rasulüllah
(sav)'ın yanlış bir şey söyleyemeyeceğini de bize O haber veriyor. Ulü'l-emr
ise yanlış yapabilir, isyana sevkedebilir. Onun için onlara itaat, isyan emretmemeleriyle
kayıtlıdır ve bu konuda çok hadis-i şerifler vardır. Kısaca "Yaratana
isyanda yaratılana itaat olmaz". [1025]
Bunun Rasulüllah (sav)'ın hayatında güzel bir örneği de vardır: Hz. Ali
Efendimiz anlatır:
"Rasulüllah bir
seriyye çıkarmış, başına da Ensardan birisini koymuştu. Seriyyeye katılanlara
onu dinleyip ona itaat etmelerini emretmişti. Bir konuda onu kızdırdılar. O da
yetkisine dayanarak odun toplamalarını ve ateş yakmalarını emretti. Emri
yerine gelince bu defe da ateşe girmelerini emretti... Onlar da bu emri yerine
getirmediler... Durum Rasulüllah (sav)'a arzedilince:
Eğer o ateşe
girselerdi bir daha asla çıkamazlardı. İtaat ancak ma'rufta (dine uygun
konularda) olur, buyurdular.[1026]
Rağib; "Ulü'l-emri'in,
Rasulülah (sav) zamanında onun tayin ettiği emirler (vali ve komutanlar)
olduğunu söylemiştir. Ehli beyt imamlarının olduğunu söyleyenler de vardır.
Ancak bu sınırlamanın bir delili yoktur. İbn Abbas:
Onlar fukaha ve Allah
(cc)'a itaatkâr din öğreticileridir, demiştir. Bu görüşlerin hepsi doğrudur.
Şöyle ki: İnsanların karşısında kendilerine çekidüzen vermek zorunda kaldıkları
"ulü'l-emr" dört gruptur:
1. Peygamberler: Bunların hükümleri hem
avamın hem de havasın hem dış (zahir), hem de içleriyle (batın) ilgilidir.
2. Yöneticiler: Bunların hükümleri
herkesin dışıyla (zahiri) ilgilidir.
3. Alim ve düşünürler (hukema): Bunların
hükümleri havassın iç dünyası (batını) ile ilgilidir.
4. Öğütçü vaizler: Bunların hükmü de
avamın sırf iç dünyası ile ilgilidir der. [1027]
Görüldüğü gibi bu izah ulü'l-emr'in en geniş muhtevasını çizen açıklamadır. Bu
çerçevede kalmak üzere:
İmam Malik: Ulü'l-emr'in
alimler olduğunu söyler. [1028]
Tabiinin çoğu bu görüştedirler. Ümera (devlet yöneticileri) olduğunu
söyleyenler de vardır. [1029] İbnü'l-Arabiye
göre ulema ve ümerâ ikisi
birden ulü'l-emrdir. Çünkü işin esası ümeranın elindedir. Onların hükmü geçerli
olur. Bu bakımdan onlar ulü'l-emr'dirler. İnsanların alimlere danışmaları,
onların cevap vermeleri ve o cevaplara göre hareket edilmesi de bir
zorunluluktur. Bu bakımdan da onlar ulü'l-emr'dirler. Hatta bu açıdan koca da
karısı için öyledir. [1030]
Yine aynı çerçevede
olmak üzere:
Ma'rufu emreden, münkerden
alıkoyan din âlimleri, fıkıhçılar ve hayır sahipler [1031],
insanların işlerini idare eden akıl ve görüş sahipler [1032],
askerî birliklerin komutanları [1033] da
ulü'l-emr kapsamındadırlar. Ancak ümeranın dışındakilere "ulü'l-emr"
denmesi mecazen olmalıdır. Onlara da bir bakıma itaat gerektiği için "ulü'l-emr"
sayılmış olmalıdırlar.
Özetlersek; başta adil
müslüman yöneticiler hakikî anlamı ile; müslümanların askerî komutanları,
takva, nasihat ve ıslah ehli alimler, fıkıhçılar ve düşünürler, seriyye (küçük
birimler) başkanları, yerine göre grup yöneticileri, İslâmî cemaatların
liderleri ve onların tayin ettikleri alt yöneticiler de mecazî anlamıyla hep
"ulü'l-emr" cümlesindendirler ve her müslümanın ona ya da buna itaat
etme zorunluluğu vardır. Bunlardan biri ya da bir kaçının bulunmadığı yerde
diğerler var olurlar ve onlara itaat gerekli olur. Yani özellikle günümüz için
söyleyecek olursak, kendi mes'elelerini bütünüyle kendisi haliedebilen alimler
dışında herkesin bir ulü'l-emrinin bulunması gerekir. Bu sözkonusu ayetin
muktezasıdır. Böyle olan alimler da zaten
ulü'l-emr olduklarına göre herkes ya ulü'l-emr ya da ona itaat eden olmak
zorundadır da diyebiliriz. Aksi halde sözkonusu ayetin hükmünün çoğu kimseler
hakkında sona ermiş olması gerekir.
Ancak, daha önce de
işaret ettiğimiz gibi, bütün bu itaatlar, Allah (cc)'a isyan edilmeden olmalıdır.
Bu yüzden Nisa 59. ayetinde geçen ulü'l-emr'i, bir önceki ayetin ma'nâsı ile
açıklayanlar da vardır. Meselâ İbn Cerir'in nakline göre Mekhûl demiştir ki:
"Sizden olan ulü'l-emr şu ayette
anlatılanlardır: 'Şüphesiz ki, Allah (cc) size emanetleri (amme hizmetlerini)
ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi
emreder." [1034]
Demek ulü'l-emr'in hem
işinin ehli yani bileni, hem de adil olması gerekir. Adil, hakkı gözeten, zulmetmeyen
demektir. Allah (cc)'ın indirdiği ile hükmetmeyenlere zalimler dendiğine göre [1035]
itaat edilecek ulü'l-emr'in Allah (cc)'ın ahkamına uygun davranma gereği bu
ayetten zaten anlaşılır. Aslında ulü'l-emr'e itaati emreden ayetin
kendisinden, hatta bir sonraki bölümünden de bu ma'nâ anlaşılır. Sözkonusu 59.
ayette Allah (cc)'a ve Rasulüne itaat, her birerlerinde "itaat" kelimesi
zikredilerek emredilir. "Allah
(cc)'a itaat edin, Rasülün (sav)'e itaat edin" buyurulur. Ulü'I-emr'e
gelince "itaat" zikredilmeden diğerlerindeki itaata atfedilir
(bağlanır) ve "ulü'l-emre de" denmekle yetinilir. Bu da ulü’l-emre
itaatin, Allah ve Rasulüne itaata bağlı olduğuna işaret eder. Aynı ayetin
devamında ise ".. eğer bir şey
hakkında münazaaya düşerseniz onu Allah (cc)'a ve Rasulü (sav)'ne havale edin,
eğer Allah (cc)'a ve ahiret gününe inanıyorsanız..." denmekle
ulü'l-emr'in söylediklerine itiraz edilebileceği,
onlara uymanın, Allah (cc)'ın kitabına ve Rasulü (sav)'nün sünnetine uygun
olmalarına bağlı olduğu anlatılmış olur.
Sonuç olarak
"ulü'l-emr" Allah (cc)'a ve Rasulü (sav)'ne itaat eden üstlerimizdir
ve ulü'I-emr'e itaat etmemiz vaciptir. [1036]
Soru: Hemen
her hutbede ve her vaazda duyduğumuz bir hadise, hoca efendinin biri
"uydurmadır" demiş. Böyle meşhur bir hadisin uydurma olması mümkün
müdür? Sözkonusu hadis şöyle:
"Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyan için, yarın
ölecekmiş gibi de ahiretin için çalış."
Cevap:
"Meşhur" olan bir hadis elbette uydurma olamaz. Ama hadîs dilinde
"meşhur" deyince Rasulülah (sav)'dan itibaren her devirde en az üç
ravinin rivayet etmiş olduğu hadis anlaşılır. [1037]
Sizin meşhur dediğiniz, halk arasında yaygın anlamındadır. Aslında uydurma
olan bir söz, sonradan halk arasında yaygın, yani meşhur hale gelebilir. Bu
onun "sahih" olduğunu göstermez.
Önce bu
"söz" altı değil, meşhur dokuz hadis kitabında da yoktur. Gerçi
Beyhakî ve İbn Kuteybe zayıf senetlerle rivayet etmişlerdir, ama Elbanî -biraz
tereddütle karşılamak gerekse de-"Bu hadisin Rasulüllah (sav)'a varan bir
aslı bilinmemektedir" der. [1038]
Yani hadis rivayet yönünden çok şaibelidir. Dirayet yönüne gelince:
Önce hadisin arapçası
fasîh değil, yapma bir Arapçayı andırır. İkinci ve daha önemli olarak, ma'nâsı
en az iki Kur'ân ayetiyle zıtlık arzeder:
1. Geçmiş
milletlerin hatalı tutumları kınanırken onlara "hiç ölmeyecekmiş gibi yüksek köşkler, kaleler mi ediniyorsunuz?"
[1039]
denir. Demek ki, hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmak yerilen bir vasıftır.
2. Karun
kıssası münasebetiyle:
"Allah (cc)'ın sana verdiği (varlıkta) Ahiret
yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma" buyurulur. [1040]
Demek ki, esas olan
ahiret yurdunu aramaktır. Dünya Ahirete nispetle ne ise önem derecesi de o
olacaktır. Binaenaleyh, sözü edilen hadis, en azından çok zayıf olmuş olur
(uydurma olmaya daha yakındır) ve buna hiçbir hüküm bina edilemez. (Allah'u
a'lem) [1041]
Soru: Rasulüllah
Efendimiz (sav)’ın:
"Arapları sevin, çünkü ben Arabım..."
buyurduğu doğru mudur?
Cevap: Sahih
hadisleri toplamakla meşhur olmayan bazı hadis kitaplarında bu anlamda şu
hadisfer zikredilir: "Arapları üç şey için sevin:
Ben Arabım, Kur'ân
Arapçadır ve Cennet ehlinin konuşma dili Arapçadır", "Eğer Araplar
zelil otursa İslâm da zelil olur". [1042]
Ancak hemen farkedildiği gibi bu hadisler (sözler) Kur'ân-ı Kerim'e muhalif oldukları
gibi, sahih hadislere ve akla da uymamaktadırlar. Kur'ân-ı Kerim'de "Allah katında en değerliniz, en takvalı
olanınızdır" [1043]
buyurulur. En takvalı insanın,
Arapların dışındaki
milletlerden çıkmasında bir engel yoktur. Rasulüllah Efendimiz (sav) de Veda
Hutbesinde: "Ey insanlar! Dikkat edin. Rabbiniz birdir. Bakın, babanız
birdir. İyi anlayın, hiçbir Arab'ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab'a, hiçbir siyahın kırmızıya, kırmızının da
siyaha "takva" dışında bir üstünlüğü olamaz. Şüphesiz sizin Allah
(cc) katında en değerli olanınız, en takvalı olanınızdır. İyi dinleyin,
anlatabildim mi? Evet, ey Allah (cc)'ın Rasulü, dediler. Öyleyse duyanlarınız,
duymayanlara ulaştırsın buyurdu." [1044]
Suyutî bu anlamda daha
pek çok hadis nakleder. [1045] Sözünü
ettiğiniz hadisler (sözler) rivayet bakımından da çok şaibelidirler. Bu yüzden
onları değerlendirenlerin kullandıkları en müsbet ifade "çok
zayıftır" biçimindedir. [1046]
Çoğunluk ise bunların zayıftan da öte "mevzu" (uydurma) olduğu
kanaatindedir. [1047]
Soru: Bir
dizi hayır işleri için kurulmuş bir mülhak vakfın mütevellisiyiz. Vakfımıza
çeşitli gayri menkuller bağışlanıyor. Bunları ihtiyaç duyduğumuzda satabilir
miyiz? Ya da bir başkası ile değiştirebilir miyiz?
Cevap:
Vakıf, kelimenin karekterinden de anlaşılacağı üzere, yararlanılabilen bir malı
kişinin mülkiyetinden çıkarıp, belli bir hayır için ayırması, sabitleştirmesi
yani habs ve vakfetmesi (durdurması) demektir. İslâm'da ilk vakıf sayılan Hz.
Ömer'in vakfı:
"Satılmamak, hibe
edilmemek, varis olunmamak... üzere..." denilerek vakfe dilmiştir. [1048] O
halde vakıfta esas olan ebediliktir yani, satılmaması ve değiştirilememesidir.
Buna dayanarak fıkıhçılarımız şartnamesinde satma sözü edilmeyen vakıfların
zaruret olmadıkça asla satılamayacağı kanaatindedirler. Çünkü vakfedenlerin
şartnameye koydukları meşru şartlar, amel, mefhum ve delalet bakımından şâriin
(şeriat koyucunun) nassı gibidir. [1049]
Daha açık bir ifade ile vakfın meşru şartnamesi, bağlayıcılık açısından
Kur'ân-ı Kerim gibidir. Uyulması gerekir. [1050] Ne
var ki vakfın şer'i şerife muvafık olmayan şartları muteber değildir, rivayet
gerekmez. [1051] Sahih ve lâzım bir
vakfın şartlarını, vakfeden bile değiştiremez, tahsis edemez. Çünkü vakıf artık
onun mülkiyetinden çıkmıştır. [1052]
Ancak şartnameye değiştirme şartı koymuşsa değiştirebilir. [1053] Bu
yetki şartnamede mütevelliye de verilebilir ve o takdirde onlar da
değiştirebilirler. [1054] Ancak
şartname mutlaksa bir defa değiştirebilirler, "devamlı" kaydı
konulmuşsa, devamlı değiştirebilirler. [1055]
Vakfın satılmasına
gelince:
Satılıp, bedeliyle bir
başka mal olarak onu diğerinin yerine koymaya, yani vakıf yapmaya
"istibdâl" denir.
Vakfın şartlarını
vakfeden (vâkıf) dahi değiştiremeyeceği için, şartnamede satabilme şartı yoksa
kendisi dahi satamaz. [1056] Ancak
"satabilmek" ten maksat, satıp parasıyla yerine başkasını almaktır.
Yoksa vakfın, yerine başkasını almamak üzere satılması caiz olmayacağında
meselâ, vakfeden kendi ya da mütevellinin satabilmesi şartıyla vakıf yaparsa
vakıf batıl olur. Çünkü bu, vakfın sona ermesi demektir. [1057]
Halbuki, vakıfta ebedîlik şarttır. [1058]
Ama şartnameye, satıp,
başkasıyla değiştirme şartı koyarsa bu caizdir. [1059]
Ancak bunun caiz olabilmesi de, şartnamede bulunmanın yanında, satın alınanın,
değerde, satılandan aşağı olmamasına bağlıdır. Daha düşük değerde olursa caiz
olmaz. [1060]
Keza, şartnamede
İstibdâl yetkisi zikredilse, ama ne ile istibdâl edileceği zikredilmese
mütevelli onu ancak değeri birinciden az olmayan bir akar ile istibdâl
edebilir. [1061]
Vakfın ğabn-ı fahişle
(normal insanların düşmeyeceği bir aldanma ile) satılması halinde satış
geçersizdir, vakıf devam eder. [1062]
Vakfiyede mütevellinin
vakfı satabilmeleri şartı olsa -şartnameyi değiştirmede olduğu gibi- bir defe
satabilirler. Bedel olarak aldıklarını tekrar satamazlar. [1063]
"Devamlı" kaydı olursa satabilirler. [1064]
Vakfeden birisine
(mütevelliye) vakfı satma yetkisini vekalet olarak verse, vakfeden ölünce
vekalet düşer. Öldükten sonrası için
de izin vermişse satabilir. [1065]
Şartnamede vakfın para
(nukûd) ile istibdaline izin olsa yine satılabilir. Alınan bedel, meşru bir
yolla çalıştırılmak ve kân tayin edilen yöne harcanmak üzere vakıf olarak
kalır. [1066] Ancak bu mes'ele
tartışmalı bir mes'ele olagelmiştir. Günümüzün enflasyonist şartlarında daha da
naziktir. Olsa olsa (Allah'u a'lem) değerini koruyabilecek bir para birimi ya
da altın, ölçü alınarak olabilir.
Şartnamede istibdal
yetkisi yoksa vakıf istibdal edilemez (satılıp, yerine bedeli vakıf
yapılamaz). Ancak vakıf, şartnamede belirtilen gayesini gerçekleştiremez hale
gelir ya da, yıkılır harap olursa veya geliri, masraflarını karşılamaz olursa -günümüz
için- ilim ve amel ehli bir alimin uygun görmesiyle satılabilir. Ancak satışta
emsaline göre fahiş fiyat farkı bulunmaması gerekir. [1067]
Vakfın satılmadan, değişik gaye ile kullanılmasına "tağyir" denir.
Meselâ bir evi bostan veya dersane, bir hanı hamam yapma gibi. İmdi,
şartnamede mütevelli için vakfın tağyiri yetkisi konulmuşsa yapabilirler,
konulmamışsa yapamazlar. [1068]
Harap olan vakıf aynı
cinsten diğer bir vakfa ilhak edilebilir, ayrı cinsten bir vakfa ilhak
edilemez.(52) Meselâ dersane, yurt haline getirilemez. [1069]
Soru:
Karakoldayız. Sokaklarda sarhoş gezenleri, sarhoşluktan bağırıp nara atanları
götürüp dövüyoruz. Çünkü elimizden dövmekten başka bir şey gelmiyor. Emniyet ve
asayişi ancak sopa ile sağlayabiliyoruz. Acaba doğru bir hareket mı yapıyoruz?
Dövmemiz gerekirse nerelerine ve ne kadar vurmalıyız?
Cevap: Bir
karıştırma olmuş olmasın. İçki içene sopa atılması, içkinin yasak edildiği ve
içkiye götürecek her yolun kapatıldığı bir İslâm ülkesinde devletin muhakemesi
sonunda verilen cezai bir müeyyidedir. Biz yönetim itibarı ile bir İslâm
ülkesinde yaşamıyoruz. Her türlü alkollü içkinin resmî ve gayri resmî bol bol
reklâmı yapılıyor, içilmesi her fırsatta özendiriliyor. Yılbaşında devletin
polisi sarhoşların emrine veriliyor, "sarhoşum, gel!" telefonları
anons ediliyor.
Bütün bunlardan
sonra"siz içki içene tutar sopa atmaya kalkarsanız dinen bir çelişki ve
bir cinayet işlemiş olursunuz. Zaten devletin fonksiyonları arasında olan cezai
bir mes'elede fertlerin kendi başlarına hareket etmeleri mümkün değildir. Yani
salt bir akademik değerlendirme ile, siz bunu bir İslâm ülkesinde dahi
yapamazsınız. Ancak bugünkü kanunların size bu konuda verdiği bir yetki varsa
onu bilemiyorum. [1070]
Soru: Ben
bir asker olarak namazlarımı eda etmeye çalışıyorum. Fakat bazılar bana işte
bir saat nöbet bilmem kaç senelik ibadete bedeldir, namaz kıImasan da olur diyorlar.
Aynı kişiler geçen Ramazan ayında da, sen hem askerlik yapıyor hem oruç
tutuyorsun? Halbuki sen asker olarak kutsal bir vazife yerine getiriyorsun
demişlerdi. Bu sözlerin aslı var mıdır?
Cevap:
İnsanları Allah (cc) sadece kendisine ibadet etmeleri için yarattığını yine
kendisi söylüyor. Bunun sağlanabilmesi için de kişilerin canı, malı, ırzı, aklı
ve dini korunmuş olmalıdır. Aksi haide fertler yaradılış gayelerini
gerçekleştiremezler. Müslüman için askerlik de bunları korumaya yönelik bir iş
olduğundan değerlidir ve nöbet, yerinin gerçekten arzettiği tehfike oranında
kişiye sevap kazandırır. Şimdi askerliğin gayesi ibadeti korumak olduğuna
göre, askerlik yaparken ibadete gerek yok denebilir mi? Bu takdirde vasıtayı
gaye görmek gibi bir akılsızlığa düşülmüş olmaz mı? Tıpkı aydınlanmak üzere
evinize elektrik bağlattıktan sonra sizin lamba takmanıza gerek yok, çünkü
binlerce lamba yakacak elektriğe sahipsiniz denmesi gibi. Şimdi bu söz akıllıca
mıdır? Sonra askerlikte emirlerin çakışması halinde astın değil üstün dediğine
uyulur. -Tabir mazur görülürse- en büyük üst Allah (cc) olduğuna göre önce O’nun
emirleri yerine getirilmelidir. Bu yüzden Rasûlüllah Efendimiz (sav) "Yaratana isyan konusunda yaratılana itaat
edilmez" buyurmuşlardır. Yani astın emrini yerine getireceğim diye
üste saygısızlık yapılmaz demektir. Ayrıca bazı işlere bu kabil sevap yüklenmesinin
diğer ibadetleri düşüreceğini kim söylemiştir? Meselâ "Kabe mescidinde
kılınan bir vakit namaz sevapta bin (bir rivayyette onbin) namaza denktir"
hadisine binaen birisi, ben Kabe'de on vakit namazı kıldım, bu on bin vakite
(belki yüz bin vakite) denk olduğuna göre benim artık namaz kılmama gerek yok,
demesi doğru mudur? Öyle ise siz de yapabileceğiniz bütün ibadetlerinizi
yapacak, amirleriniz yaptırmadığından dolayı yapamadıklarınızı kaza
edeceksiniz. Zamanında yapamamanızın günahı da onlara ait olacaktır. [1071]
Soru:
Yayınlanmış eserlerimizde bazı hatalar olabiliyor. Temele taalluk etmese de bu
hatalar oluyor. Bazan dergilerde yazdığım açıklamalarla bunları duyuruyorum.
Ama yine de acaba bu tür kitaplarımızı geri çekmek mi gerekir?
Cevap: Keşke
herkes bu hassasiyeti yaşıyor olsa. Beşer hatadan masun olmayacağına göre
piyasaya yanlışsız kitap sürmek mümkün değil demektir. Bu da hiç yazmamayı
gerektirir diyecek olursak bu da binlerce kütüphanelik İslâm tarihini reddetme
anlamına gelir. Öyleyse müellif olarak birinci görevimiz yazdıklarımızda çok
iyi tebeyyün etmek ve lügat anlamı ile içtihadımızda kusur etmememizdir. Buna
rağmen fıtratımız gereği olacak olan hatalarımızı, hatırlatıldığında sizin de
yaptığınız gibi, tashih etmek, doğrusunu yazmak, bunu imkânımız dahilinde olan
en geniş neşir aracıyla duyurmak ve daha da önemlisi, yazdıklarımızı, istişarî
mahiyette bilenlere okutup ya da özetleyip tenkidlerini almak şeklinde
çalışmalıyız. Bilmem, başka ne yapabiliriz?
Hadis diye rivayet
edilen, fakat asiı bulunamayan bir sözde:
"Allah sadece
kendi kitabının doğru olmasında kararlıdır" denir. İmam Sahavî, bunun
aslını bulamadım ama, "(Kur'ân) eğer
Alah (cc)'tan başkasının katından olsaydı onda çok çelişkiler bulurlardı"
[1072] ayetinin
bu anlamda olduğunu söyler. İmam Şafiî de:
"Şu kadar kitap
yazdım ve elimden gelen tüm gayreti gösterdim. Ama onlarda hatanın bulunması
kaçınılmazdır. Çünkü Allah: “Eğer Allah (cc)'tan başkasının katından
olsaydı..." buyurmuştur.." [1073]
Şairin biri de:
"Nice kitaplar
yazdım, sayfa sayfa tarayarak ve çok iyi olmuş dedim, kendi kendime Ama ikinci
kez karıştırınca Hatalar buldum ve düzelttim" [1074]
demiştir. [1075]
Soru: Bir
müslüman, ehli kitap olan ya da olmayan gayri müslimlerle ne derecede ve ne
tür ilişki kurabilir?
Cevap: Ali-İmrân
suresi I18. ayetinin meali şöyledir:
"Ey İman edenler, kendi (din kardeş)
lerinizden başkasını (dost ve) sırdaş edinmeyin. (Çünkü) Onlar size şer ve fesat
yapmakta hiç kusur etmezler, size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler.
Hakikat onların (kin ve) buğzları ağızlarından (taşıp) ortaya çıkmıştır.
İçlerinde sakladıkları (düşmanlık) ise daha büyüktür. Size ayetlerimizi
açıkladık, eğer düşünürseniz. İşte siz o kimselersiniz ki onları seversiniz,
halbuki onlar sizi sevmezler..."
Bu ayet-i kerime,
cahiliyet döneminde tanıdıkları Yahudilerle gidip gelmeyi kesmeyen müslümanları
ikaz için gelmiştir. [1076]
Onlarla aralarında hâlâ komşuluk, arkadaşlık, antlaşma vb. ilişkiler vardı. [1077]
Mealde "sırdaş" diye terceme edilen "bitâne" kelimesi;
içli-dışlı olunan, iç durumunu bilen, kendisi ile ülfet ve ünsiyet kurulup
neşelenilen kimse anlamlarına gelir. [1078] Bunu
açıklar mahiyette Rasulüllah Efedimiz
(sav) de
"Müşriklerin ateşi ile aydınlanmayın" [1079]
buyurmuştur ki; işlerinizde müşriklere danışmayın, onlardan danışman istihdam
etmeyin, diye açıklanmıştır. [1080] Bu
manaları destekleyen birçok ayet ve hadis vardır. Bütün bunları göz önünde
bulunduran fıkıhçılarımız müslümanın gayr-i müslimle olacak ilişkileri
konusunda şunları söylemişlerdir: [1081]
Yemek konusunda
"ehli kitap", yani Yahudi ve Hıristiyan olan gayri müslimlerle
diğerleri, yani ateistler, mecusiler, putperestler vb. gayri müslimler
birbirlerinden biraz farklıdırlar:
Ehli kitap olan Yahudi
ve Hıristiyanların, yenmesi haram olan bir hayvan ya da madde olmadıktan sonra
kestikleri ve pişirdikleri yenir. Yahudilik ve Hıristiyanlık esaslarına inanmış
iseler şu andaki Yahudi ve Hıristiyanlar da ehli kitaptırlar. Hatta Mesih ve
Uzeyir adına kesmiş olsalar bile kestikleri yenir denmiştir. [1082] Bu
itibarla günümüzde uluslararası uçak yolculuğu yapma durumunda olan
müslümanlar, uçağın müslümanlara özel menüsü yoksa, Yahudilere özel menusunu
isteyebilirler. Fakat daha ihtiyatlı görüş, nasıl kestikleri bilinmiyorsa
yenmemesi, Mesih adına vb. diye kestikleri ve pis olduğu bilinenlerin ise hiç
caiz olmamasıdır. Genel olarak yemeklerinin yenmesinin ise mekruh olduğudur. [1083]
Ehli kitap olmayan gayri müslimlerin kestiği yenmez. Ama boğazlama gibi
olmayıp, dinden dine değişmeyen ekmek, yemek, kızartma, meyve vb. şeyleri, eğer
başka bir haram madde ihtiva etmiyorlarsa yenir. [1084]
Ancak bazılar bundan sadece onların peynirlerini -hınzır kursağı ile mayalanmış
olması halinde- istisna etmişlerdir. [1085]
Kâfirin her türlüsünün
yaptığı ya da kullandığı kaplarla, yıkadıktan sonra, altından, gümüşten ve
hınzır derisinden de değillerse yemede ve içmede mahzur yoktur. Ancak toprak
cinsinden olan kaplarını, eğer kullanmışlarsa, takvaya uygun olan kullanmamaktır.
Çünkü onlar müslümânlarca pis sayılan şeyleri yerler ve içerler. Toprak ve
çömlek cinsi kapların çekme özelliği olduğundan içine konan pis şeyleri emmiş
olabilirler. [1086]
Ama bu tür kaplar boş olarak yakılırsa, Allah'u a'lem, temizlenmiş olurlar. [1087]
Bakara suresi 221.
ayetinin bir bölümünün meali şöyledir:
"(Ey mü'minler) müşrik kadınlarla, onlar imana
gelmedikçe evlenmeyin... Müşrik erkeklere de, onlar imana gelmedikçe (mü'min
kadınları) nikahlamayın... Onlar sizi Cehennem'e çağırırlar..."
Bazılarına göre Yahudi
ve Hıristiyanlar (ehli kitap) müşrik sayılmadığından, bazılarına göre onlar da
müşrik olmakla beraber, evlenme konusunda daha sonra gelen Mâide suresi 5.
ayeti ile bu ayetin kapsamından (umumundan) çıkarıldıkları için onların
kadınları ile evlenmek caizdir ve bunda selefin hemen hemen ittifakı (icma)
vardır. Hatta Hz. Osman, Talha, Huzeyfe gibi, kitabî kadınlarla evlenmiş
sahabîler de mevcuttur. [1088]
Ancak çocukların
terbiyesinde ortaya çıkacak risklerden dolayı bunu da mekruh görenler, harp
halinde olunanlarla evlenmenin hiç helâl olmadığını söyleyenler de vardır. [1089] Mecusî,
putperest ve ateislerin kadınları ile evlenmek ise ittifakla caiz değildir ve
sözügeçen Bakara 221. ayeti ile evlenilmesi yasak edilenler arasında bunların
bulunduğu konusunda kimsenin şüphesi yok gibidir. [1090]
Rasûlüllah Efendimiz (sav)'ın mecusîfer hakkında "Kanlarını nikahlamaksızın, boğazladıklarını da yemeksizin onlara ehli
kitaba davrandığınız gibi davranın" [1091] buyurması,
hem ehli kitabın kadınlarının alınabileceğini, hem de mecusîlerin kadınlarının
alınamayacağını gösterir. [1092]
Genel anlamda yani
gayri müslimin müslümanı tahkir ve tezlili sözkonusu olmadığı zaman ve mekanda,
müslümanın ücretle herhangi bir zimmiye çalışması caizdir. Hz. Ali, kuyudan
çektiği her kova karşılığında bir hurmaya bir Yahudiye çalışmış, aldığını
Rasûlüllah (sav)'a getirmiş ve o da bundan yemiştir. Ensardan olan bir başka
sahabî aynı şekilde çalışmış, aldığını Rasûlüllah (sav)'a getirmiş o da bunu
inkâr buyurmamıştır. [1093]
Çünkü bunda müslümanı küçük düşürücü bir durum yoktur. Ama birgün, bîr ay vb.
süreli ve bağlayıcı bir iş akdi ile çalışmasına gelince; bu
noktada İslâm hukukçuları farklı
görüştedirler. Bazılar:
Bu sahih olmaz, çünkü
bunda kâfirin müslümana hakimiyeti ve onu satın almış gibi küçük düşürmesi
sözkonusudur, derler. Bazılar da:
Sahih olur, çünkü bu
kendi iradesi ile bir ücret karşılığında çalışmadır. Onun mülkiyetine
geçmekten ziyade, kendi zimmetinde çalışmaya benzer. Çünkü malik olmak, ona
her bakımdan sahip olmak demektir diye düşünürler. İbn Kudame'ye göre bu
ikinci görüş daha isabetlidir. [1094] Doğrusu
da budur. Çünkü bir saatlik çalışmada da hakimiyet sözkonusu olabilir. Bir
aylık, bir yıllık... Çalışma ile bir anlık çalışma arasında sadece süre farkı
vardır.
Bu açıdan bugün
Avrupa'da ve benzerî yerlerde çalışan müslümanları düşünürsek, çoğunluğu
itibarı ile oralarda çalışmaları her iki görüşe göre de gayri sahihtir. Çünkü
hem belli bir süre bağlayıcı iş akdi imzalamaları, hem de gerek yaptırılan iş,
gerekse davranış bakımından tahkir ve ihanete (horlanmaya) uğramaları
sözkonusudur. Belli bir statü kazanarak bu iki kötü durumdan kurtulanların
çalışması ise, birinci görüşe göre yine gayri sahih, ikinci görüşe göre
sahihtir. Ama hiç bir surette mekruhluktan kurtulamaz. Ayrıca İslâm fıkıhçıları
bu hükümlere, müslümânın bir İslâm ülkesindeki zimmîlere çalışması açısından
bakarak varmışlardır. Yoksa "küffar diyarına" (darü'l-harbe) gitme
ve orada ikâmet etme konusunda ayrıca yasaklar vardır.
Müslümânın zimmîye,
onun özel hizmetinde çalışması caiz değildir. Bu, Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür.
O, ama ona belirli bir işi yapmak üzere çalışması ise caizdir, der. İmam Şafiî'nin
iki görüşünden biri de budur. Onun, özel hizmeti de caizdir, görüşü "de
vardır. Bu konuda Hanbelîlerin izahı şudur:
Bu durum, müslümânın
kâfire bağımlı (mahpus) olmasını ve şahsiyetinin rencide edilmesini (izlâlini) gerektiren bir akiddir.
Onun hizmetinde çalışması, ona satılması gibi bir şeydir. Ama onun belirli bir
işini ücretle yapması caizdir. Delilleri ise yukarıda geçen Hz. Ali ve Ensarî hadisleridir.
[1095]
Yukarıda da işaret
edildiği gibi ve aynı delillerden ötürü, İslâm ülkesinde ve küçük düşülme
sözkonusu olmadığı durumlarda müslümânın zimmîlere ücretle çalışmasının caiz
olduğu konusunda farklı görüş yoktur. [1096]
Hatta havra ya da kilise inşa ve tamirinde çalışmasında dahi "beis"
yoktur, buradan alacağı ücret helâldir. Çünkü amelin bizzat kendisinde bir
masiyet bulunmamaktadır. [1097]
Ne var ki
çalışabilmesinin caiz ve mümkün olması, bunun iyi bir şey olduğunu da
göstermez. Zaten "beis yoktur" tabiri fıkıhta, yapılmasa daha iyi
olur anlamında kullanılır. Bunun içindir ki:
"Bir müslüman her
gün beş dirhem karşılığında nâkus (çan) çalmak üzere bir hıristiyanla iş
anlaşması yapsa, bir dirhem alacağı bir başka iş daha bulsa, İbrahim b. Yusuf
diyor ki, nâkus çalması uygun olmaz, rızkını öbüründen aramalıdır." [1098]
"Allah kâfirlere mü'minler üzerinde asla bir
salahiyet vermeyeceği" [1099]
için kâfir, müslümana amir olabilecek işlerde ve gizlilik özelliği bulunan
görevlerde istihdam edilemez. En başta mealini verdiğimiz Ali İmrân 118.
ayetine binaen de kâfir, ehli
kitap ve hevaperestin danışmanlık ve müslümanların umurunu yönetme mevkiinde
çalıştırılmayacağı, özel işlerde ve yazışmalarda onlardan yardım alınamayacağı
anlaşılır.b[1100]
Hz. Ömer bir zımmîyi katip olarak çalıştıran Valisi Ebu Musa el-Eş'arî'ye sert
bir mektup yazarak şu ikazda bulunmuştur: "Allah'ın zelil kıldıklarını siz
tekrar aziz etmeyin, Allah'ın uzaklaştırdıklarını siz yaklaştırmayın, Allah'ın
horladıklarına siz değer vermeyin, Allah'ın hain ilân ettiklerini siz emin
görmeyin. [1101] "Müşriklerin
ateşiyle aydınlanmayın" hadis-i şerifini Hasen b. Ebi'l-Hasen:
"Kendi işleriniz
için onlara danışmayın" şeklinde anlamıştır. [1102] Bu
bağlamda yapacağı önemli işler için İstanbul'daki Rus elçisine danışıp, hep
onun dediğinin aksini yapan ve isabet eden Yedi-sekiz Hasan Paşa'yı hatırlatmak
güzel bir espri olur.
Peki müslüman gayri
müslüme danışman olabilir mi? Doğrusu bu konuda fıkıh ve tefsir kitaplarımızda
açık bir ifadeye rastlayabilmiş değiliz. En muteber fetva kitaplarımızdan
Bezzâziye'de:
"Bir zimmî müslümandan
havranın nerede olduğunu sorsa, müslüman ona havranın yerini gösteremez"
denir. [1103] Buna göre; hayır
olmayan ve müslümanların manen ve madden zelil ve zayıf olmasını sonuç veren
konularda müslüman gayrî müslimlere akıl ve fikir veremez, danışmanlık yapamaz
olmalıdır (Allah'u a'lem). Gayri müslimin madden güçlü olması müslümanların
aleyhine bir durumdur. [1104]
Ehli kitapla (Yahudi
ve Hıristiyanlarla) iş ortaklığı kurulabilir. Ancak şirkete ya da ortaklık
konusu olan mala müslüman vaziyet etmelidir. Buna gerekçe (illet) olarak
onların malı faizde, içki ve hınzır gibi İslâm'da mütekavvim mal sayılmayan
konularda kullanır olmaları gösterilir.
Günümüzde yaygın hisse
senedi meselesini de bu açıdan değerlendirmek gerekir. Bu, Ahmed b. Hanbel'in
görüşüdür. Şafiî ise onlarla ortaklığı her halükârda mekruh görür. Ahmed b.
Hanbel ise:
Mahzurlu olmasının illeti
bellidir, bu da şirket konusu olan mala müslümanın vaziyet etmesiyle
giderilmiş ve mekruhluk ortadan kalkmış olur der. Ehli kitap olmayan mecuslier
(batıl din salikleri) gibi insanlar her konuda ehli kitaptan daha olumsuz bir
konumda oldukları için, diğerleriyle ortaklık kurmayı -belli şartla- caiz
gören Ahmed b. Hanbel dahi böyleleriyle ortaklığı kerih görür, ancak kurulmuşsa
sahih olacağını söyleri. [1105] Ateistler
(dinsizler) ise hepsinden daha kötüdür. [1106]
Müslümanla zimmî
(İslâm hakimiyetini kabul etmiş ehli kitap vatandaş) arasında zorunlu olan her
türlü muameleyi yapmak caizdir. [1107]
Müslüman, onların
ömürlerinin uzun, işlerinin iyi olmasına vb. dua edemez. Onların
bağışlanmalarına da dua edemez. Çünkü Allah (cc) müşrikleri asla
bağışlamayacağını bildirmiştir. [1108]
Buna rağmen
bağışlanmalarını istemek, Allah'ı yanlış hüküm vermekle suçlamak olur kî, buna
"küfür" diyenler bile vardır. [1109]
Ancak onların hidayetine dua edilebilir. [1110]
Yahudi ve hıristiyan
bir hastayı ziyaret edebilir. Mecuside ihtilaf vardır. Rasulüllah'ın ziyaret
ettiği vakidir. Amcasını da ziyaretetmişlerdir. [1111]
Kâfiri bir ihtiyaç ya
da yolculuk durumunda misafir etmesinde beis yoktur. [1112]
Bir kâfirden
müslümanın hediye alması, eğer dini salabetini kıracak ve onu ona medyun hale
getirecekse caiz olmaz. Böyle bir durum yoksa caiz olur. [1113]
Zira:
"Allah'ım, bana bir facirin nimetini nasib
etme ki, kalbim onu sevmesin" [1114],
buyurulmuştur. Kâfir ise facirden daha şediddir.
Bir hıristiyanın bir
müslümanı evindeki ziyafete çağırması durumunda; birbirlerinden ticaret
yapmaları dışında aralarında bir dostluk ve beraberlik bulunmuyorsa, bazılarına
göre bu ziyafete gitmek helâldir. Çünkü bu bir nevî iyiliktir. Mahzurlu
olmadığı gibi menduptur. Bazılar da:
Müslümanı bir Mecusî
ya da Hıristiyanın yemeğe çağırması halinde, eti çarşıdan (İslâm ülkesinde) almış
olduklarını söylemiş olsalar bile, müslümanın o yemekten yemesi mekruhtur,
demişlerdir. Çünkü mecusî boğularak ve dövülerek ölen hayvanın etini de yer.
Nasraninin ise özel bir boğazlama şeklî yoktur. Ya boğarak, ya da müslümanın
kestiğini yer. Ama çağıran
Yahudi olursa, müslümanın onun yemeğinden yemesinde beis yoktur. Çünkü Yahudi, ancak
Yahudinin ya da Müslümanın boğazladığını yer. [1115] Ne
varki, kâfirin yemeğini sürekli yemek mekruhtur. Mecburiyet halinde bir-iki
defa yemede mahzur olmayabilir. [1116]
Avrupa Topluluğu dış
görünüşü itibariyle dinî esaslara dayanmayan (seküler) bazı devletlerin,
iktisadî, hukukî, ileriye doğru askerî ve beşerî sahalarda güç birliği ve
organizasyonu olarak görülüyor. Din, kültür, örf ve âdet unsurları, en azından
resmî düzeyde ve şimdilik öne çıkarılmıyor. Ancak fertlerin lâik olamayacakları
hesaba katılır ve bu organizasyonun aynı zamanda fertler arası ilişki
oluşturacağı düşünülürse, safi akademik bir değerlendirme ile bunun müslümanlar
için kabul ve cevaz düzeyi ne olabilir? İşte biz, ayetler, hadisler ve onlara
dayalı yorumlar ışığında bunu ortaya koymayı deneyeceğiz.
Fertlerde dini
duyguları tamamen silinemeyeceğine göre, bu devletlerde yaşayan halkların
birbirleriyle olan ilişkilerini dinüstü (seküler) bir açıdan
değerlendireceklerini sanmak, insanın tabiatına zıttır. İdarî mekanizmalardaki
insanlar, farz-ı muhal, böyle bir iyi niyete kaptlsalar dahi, tarihin hiç bir
döneminde gerçekleşmeyen bu ideal bu gün de gerçekleşecek görülmüyor. Çünkü ne
Müslümanlık ne de Yahudilik ve Hıristiyanlık karşı dine bu kadar taviz
verebilir. Öyleyse devlet düzeyinde olmasa dahi alt
organizasyonlar ve fertler düzeyinde ideolojik
çatışmanın olacağı ve bir tarafın hakimiyeti ve diğerini asimile çabalan, ya da
parçalanma mukadder gibi görülüyor.
İş biraz da kelle
sayısına bağlı olunca Yahudi ve Hıristiyan kültürü açısından avantajlı bir
durum bulunduğu için, onlar kesin bir galibiyet beklentisi içerisinde buna göz
yumuyor görülebilseler de, mes'elenin müslümanlar açısından hiçte öyle olduğu
söylenemez.
Nitekim geçtiğimiz
hafta bu söylediklerimizin en açık kanıtını en yetkili ağızlardan duymuş olduk.
Ve bu düşüncede olanların yanılmadıkları anlaşılmış oldu. AT Komisyon Başkanı
Jacques Delors (jak Delör) Avrupa Konseyi Parlementerler Meclisinde (26.9.1989
Salı) yaptığı ve topluluğun "Hıristiyan Birliği olduğunu"
belirterek, genişlemeyi ve yeni üye alımını düşünmediklerini söylediği
konuşmasına şunları ekledi:
Kanaatime göre Roma
anlaşması bir, "Avrupa Toplum Modeli" ortaya koymaktadır. Bu,
bildiğimiz gibi "müşterek değerler" ile ekonomik ve sosyal
ilişkilerle ilgili geniş ölçülü bir kavramdır. Bu kavram, insan ile toplum
arasında bir denge sağlayan filozofinin eski temeline dayanmaktadır. Tarihçi
Ferdinand Braudel bu Avrupa'nın, "Hıristiyan dini ile akılcı
düşüncenin" birleşmesinden doğacağını söyler. Böyle bir Avrupa'nın
doğması, kıtada aynı kaderin paylaşılması, toplumsal devrim ve sosyal eşitlik
anlayışına bağlıdır." [1117]
Ertesi gün bir
başyazarımız bu konuşmayı yorumlayan yazısında:
"Müslüman!
Türkiye, hıristiyanlaşıp Avrupa'nın ortak değerlerini kabul etmedikçe AT'a
giremezsin" cümlesi bu güne dek bu
kadar açık ifade edilmemişti" diye yazdı. [1118]
Belki de bundan daha önemlisi, aynı yetkili tarafından "Bulgaristan'daki
etnik ve müslüman azınlığın durumu" başlıklı rapor bu konuda açıkça
Türkiye'yi suçluyor ve Bulgaristan'ın adeta masum olduğunu, içerisindeki etnik
azınlıkların Türkiye tarafından kışkırtılması ile karşı karşıya bulunduğu
iddiasını içeriyordu. Ve parlamentodan, oy çokluğuyla kabul gördü. Bunu da,
kanaatimize göre Bulgar halkının temelde Hıristiyan olmasından, yani Haçlı
zihniyetinden başka bir şeyle izah etmek mümkün gibi görülmüyor.
Müslüman için Kur'ân,
Allah (cc)'ın Kitabıdır ve doğruluğunda şüphe yoktur. Kur'ân'ın daha ilk
suresinde yer alan ve müslümanın günde on yedi ile kırk defa tekrarlaması istenen
şu ayet bile, onun müslüman olarak diğerleriyle bir arada bulunmasının mümkün
olmadığını anlatmaya yeter:
"Ya Rab, bizi gazap ettiklerinin
(Yahudilerin) ve sapıkların (Hıristiyanların) yoluna sokma” [1119]
tekrarlanan bu cümlenin, hele anlamını bilerek söyleyen "Müslüman Adam”ın
ruh derinliklerinde imanın ötesinde oluşturacağı şartlı refleks bile buna mani
olmaya yeter. Allah (cc)'ın müslümandan bu ahitleşmeyi (misakı) her gün bu
sayıda alması ile onun AT gibi bir organizasyona girmeyi kabullenmesi arasında
açık ve net bir çelişki vardır.
AT'na dahil diğer
bütün ülkelerin Hıristiyan ülkeler olmasına karşılık, yine bu ülkelerde çok
etkili düzeyde ekonomik ve kültürel Yahudi gücünün mevcut olması, bizim onları
Yahudi ve Hıristiyan diye nitelememize sebep teşkil ediyor. Hatta belli bir ırka
has görüldüğü için diğer milletlere "tebliğ" (misyonerlik) özelliği
bulunmayan Yahudiliğin, "Allah tüm milletleri Yahudilere
hizmet edecek merkepler olarak
yaratmıştır" İnancından hareketle, dini tebliğ yerine Siyonizm ülküsü
için Masonluğu kullandığı ve bu yolla Hristiyan devletlere dahi damgasını
vurduğu inkâr edilemez...
İmdi, kendi kitabında;
"iman edenlere en şiddetli düşman
olanların, Yahudiler ve müşrikler olduğunu görürsün..."[1120]
Beyanını okuyan
"Müslüman Adam", buna inanacağına göre, onlarla beraber olması için
ya onların kendi dinlerini ve inançlarını terketmeleri, ya da kendisinin
terketmesi gerekeceğini, birincinin hiç mümkün görünmediğine göre ki, -bunun
en güzel örneği beşyüz yıldan beri içimizde yaşayan azınlık Yahudilerdir-
ikinci durumda da onların inancı gereği "onlara hizmet edecek merkep"
durumuna düşeceğini bilir. Ya da şu hadis-i şerifin sözünü ettiği günün
geldiğini anlar:
"Sizler, sizden
önceki milletlerin yollarına adım adım, karış karış gireceksiniz. Hatta onlar
gidip bir keler deliğine girseler siz de gireceksiniz. 'Yahudi ve
Hıristiyanları mı demek istiyorsunuz?' diye sordular, 'ya kimi olacak?' diye
buyuruldu." [1121]
Bağımsızlık ya da iç
ve dış hâkimiyet esası devleti ve özellikle de İslâm Devletini başka şeylerden
ayıran en önemli belirtidir. Mekke'deki müslümanlar bir çekirdek devlet
oluşturacak güce ulaştıktan sonra, onların başkalarının iradesine ve idaresine
bağlı olarak yaşamalarına razı olunmamış, önce hicret etmeleri istenmiş, sonra
da Medine'de sayıca azınlıkta olmalarına rağmen Kurucu Medine Anayasası'nın
ihtiva ettiği maddeler gereği, insiyatifi onlar
ellerine almışlardır. Çünkü Kur'ân ifadesi ile:
"Allah kâfirlere mü'minler üzerinde asla bir
yol (velayet) yetkisi vermemiştir." [1122]
"İzzet (güç ve onur) Allah (cc)'ındır, Rasulünündür
ve mü'minlerindir". [1123]
"Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları
veliler (hakim ve dost) edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir." [1124] "Mü'minler, müzminleri bırakıpta kâfirleri
veli (hakim ve idareci) edenmesin” [1125]
“Onların yanında izzet mi arıyorlar? İzzet bütünüyle Allah (ındır."
[1126]
"Sizin, Allah .(cc)'ın dışında velileriniz
(dost ve hakiminiz) yoktur. Sonra (böyle bir şey ararsanız) yardım da
göremezsiniz." [1127]
"Kim Allah (cc)'ı, O'nun Rasulünü ve
müzminleri veli (dost ve idareci) edinirse, (bilesiniz ki,) galip olacak
olanlar şüphesiz Allah taraftarları (Hizbullah)'dır." [1128]
"Ey iman edenler, dininizi alay ve oyun
konusu yapan sizden önceki kitap verilenleri ve kâfirleri dostlar (veliler)
edinmeyin ve eğer inanıyorsanız Allah (cc)’dan korkup sakının." [1129]
"Allah (cc)'a ve Ahiret gününe iman eden hiç
bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, onlar, Allah (cc)'a ve Resulüne karşı baş
kaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar ister
babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri
(soyları) olsalar dahi..." [1130]
Özellikle bu ayet,
mü'rninlerin, Allah (cc)'a ve Rasulüne baş kaldıran Yahudi ve Hıristiyanlarla
"Bir sevgi ve dostluk bağı" kuramayacağını açıkça ifade ediyor. AT’nun
esasını teşkil eden Roma anlaşmasının daha ilk başında yer alan ve topluluğu
"communaute" yani, "gerçekten sevenler arasındaki ortaklık"
diye niteleyen ifade ile bu ayet yan yana düşünüldüğünde, naslarda "mefhum-u
muhalefeti" kabul etmeyen Hanefîlere göre bundan: "Müslümanlar böyle
bir topluluğa girme gibi büyük bir cürümü işleyemezler", "mefhum-u
muhalefeti" kabul eden Şafiîlere göre ise:
"Böyle bir
topluluğa girenler müslüman olamazlar" gibi zorunlu bir sonuç çıkar.
Bu kabil ayetler ve bu
doğrultudaki hadis-i şerifler pek çoktur. Bunlar bir İslâm ülkesinin iç ve dış
hakimiyetine verilen önemi tevile yer bırakmayacak biçimde ortaya koyar. İslâm
bütün yaşama yetkisini Allah (cc)'a verir. "Hüküm sadece Allah (cc)'a aittir." [1131] Ve
bu esas Kur'ân'da defalarca tekrarlanır.
İslâm yarınki muhtemel
bir savaşta müslümanların onlarla aynı safta savaşmasına dahi izin vermez.
Ubâde bin Sâmit'in andlaşmalı olduğu Yahudiler vardı. Hendek harbinde Ubâde
Resulüllah (sav)'a müracaat ederek onlardan yardım görebileceklerini söyledi
de bunun üzerine:
"Mü'minler
mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler" ayet-i kerimesi nazil
oldu. Buna dayanarak Malikî hukukçular harpte kâfirlerden hiç bir surette yardım
alınamayacağına kani olmuşlar, diğerleri (Cumhur) ise Resulüllah (sav)'ın
Kaynûkâ Yahudilerinden yardım gördüğünü hesaba katarak, aynı şartlarda:
Onlara ihtiyaç
duyulması, onlara güvenilmesi ve müslümanların komutasında bulunmaları
şartıyla kâfirlerden yardım görülebileceğini söylemişlerdir. [1132]
Bu, müslüman olmayan bir devlete karşı varsayılacak bir savaştaki durumdur.
Askerî birliğini de gerçekleştirmiş AT'nun bir İslâm milleti ile yapacağı
varsayılan bir savaşta ise Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanın safında kendi
kardeşine vurmak zorunda kalacaktır ki, İslâm hukuku açısından bunun cevazını
düşünmek bile mümkün değildir.
İslâm dininin varlık
gayesi, şu temel hak ve hürriyetleri gerçekleştirmektir:
1- Kişinin
yaşama hakkı olan canını,
2- Doğru ile
yanlışı ayırdetme gücü olan aklını,
3- İnsanca
yaşamasını temin edecek olan malını,
4- İnanç
özgürlüğü demek olan dinini,
5- Soy ve
tarihini sürdürme biçimi olan neslini korumak. İslâm dini bütün bunları
korumayı hedefler biçimde geldiğine göre,
AT'nda müslüman, bu temel hak ve hürriyetlerini İslâm'ın istediği biçimde
korumaktan mahrum olacaktır. Fonksiyonunu yitiren bir sistem yaşıyor
olamayacağına göre ortalıkta makro düzeyde, ya da sistem olarak İslâm diye bir
şey de kalmamış olacaktır.
Ayrıca, İslâm
hukukunun her sahası onun "öbür âlem" merkezli bir hukuk sistemi
olduğunu açık-seçik gösterir. Çünkü onun kaynağı "vahiy"dir. Bu İtibarla
bir İslâm ülkesi vatandaşı olan bir müslümanın özel hayatını düzenleyen hukuk
kuralları tamamen özgün ve ona has hukuk kuralları olacaktır. Zira İslâm
hukukunun gayesi, toplumun, hangi yolla sağlanırsa sağlansın, huzuru değildir.
Diğer bir deyişle İslâm; kötülüğü, onu dünya ölçüleriyle almamız halinde bile,
yapamayacağı için yapmayan, başkalarının hukukuna hukukî müeyyidelerle saygı
gösterme zorunda olduğu için saygı gösteren insanlardan oluşan bir toplum hedeflemez.
Aksine bunlar asıl hedef için birer vasıtadan ibarettir. Bu
yüzden onun kendi toplumunda evlenmesi,
boşanması, miras taksimi, eşyadaki hakimiyet ve tasarrufları, mal itibar edip
aldığı-sattığı şeyler ve alım-satımı, akidleri sahih, fasit ve batıl diye ayırışı,
sosyal güvenlik hukuku, çalışma esasları, vatandaşlarının darlar arası (Dâr-ı
İslâm, dâr-ı harp, dar-ı sulh) ilişkileri hep kendine has ve kendi insiyatifinde
olan ve başka sekili kabul edilemeyecek hukuk normları ile tesbit edilmiştir.
Bu normların esasını nasslar teşkil eder ve "Mevrid-i nassta içtihada
mesağ yoktur." [1133]
Örf ve adet bir
toplumun kültür birikimi ve ruh yapısından kaynaklanan yazılı olmayan hukuk
anlayışıdır. Bir bakıma ruh yapısında, şahsiyette, onurda tek kelimeyle manevî
varlıkta bağımsızlığı ve sağlamlığı ifade eder. Müslümanın en ufak detaylarda
dahi başkalarını taklid etmemesi, başkalarına benzememesi istenmiş ve "Kim kime benzerse ondandır" [1134], "Kalıplar
benzeşince kalpler de benzeşir" [1135]
buyurulmuştur. Bu gerçek Avrupa Topluluğunun esasını teşkil eden ve az önce işaret
edilen Roma Antlaşmasının daha başında Fransızca "Commünaute"
(Almancası gemeinschaft) teriminin ihtiva ettiği "Gerçekten sevenler
arasındaki ortaklık" manasında da görülüyor olmalıdır:
Ali İmran Suresi 118.
Ayet-i Kerîmesi Müslümanlar için hukukî olduğu kadar psikolojik bir kuralı da
bildirir: "Ey iman edenler, kendinizden
başkasını sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve fesat yapmada hiç fırsat
kaçırmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isterler. Kin ve nefretleri ağızlarından
taşmaktadır. İçlerinde gizledikleri ise daha büyüktür.”
“Size ayetlerimizi açıkladık, eğer anlarsanız." Bu ayetin açıklaması
sadedinde tefsirciler iki ilginç hadis de naklederler:
"Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın."
[1136]
"Müşriklerle beraber (aynı iskân bölgesinde)
oturmayın ve onlarla birarada bulunmayın, kim onlarla bir arada bulunursa
bizden değildir." [1137]
Birinci hadisin anlamı
için:
Yani işlerinizde müşriklere
danışmayın, onlarla aynı bölgede oturmayın, onların olduğu yerden hicret edin [1138]
gibi şeyler söylenmiştir. Ama ihtiva ettiği kelimelerin karakterine bakılırsa
bundan, başka manalar anlamak da mümkündür. Enerji ve silah konusunda
müşriklere bağımlı olmayın, onların inayetine muhtaç bulunmayın gibi. Bunu
destekleyen başka hadis-i şerifler de vardır:
"Biz müşriklerden hiçbir şey kabul etmeyiz",
"Biz bir müşrikten yardım talep etmeyiz."
[1139]
"Her kim (bir
rivayette, hangi müslüman) [1140]
müşriklerin arasında oturursa ben ondan beriyim. Dediler ki, o da niçin, ya
Rasûlüllah? Buyurdular ki, “müslümanla
müşriğin ateşleri birbirini görmez." [1141]
Üstü kapalı bu son ifade, hadis sarihlerini, bununla ilgili şu yorumları
yapmaya sevketmiştir:
1- "Nâr" (yani ateş) aydınlıktan ve ışıktan, o
da görüş ve fikirden kinayedir. Buna göre mana şöyle olur: Müslüman ile müşrik,
birbirlerinin görüşü doğrultusunda hareket etmezler, müslüman böyle davranmamalıdır.[1142]
2- Müslümanla
müşrik, biri diğerinin ateşini görecek şekilde yan yana bulunmazlar [1143]
Allah (cc) İslâm'ın ve küfrün diyarlarını ayırmıştır. Artık bir müslümanın
küffar diyarında, onlarla beraber oturması caiz olmaz. [1144]
3- Müslüman
müşriğin belirtilerini üzerinde taşımaz, hal ve gidişte ona benzemez. [1145]
Beraberlikten doğacak şahsiyet, inanç ve görüş transferi, benzeşme ve aynileşme
esprisine binaendir ki, Rasulüllah Efendimiz (sav), değil müşriklerle, Kaderci
müslümanlarla dahi beraber olmayı yasaklamıştır:
"Kader Ehli ile
(yani kaderi inkar edenlerle, Kaderiyye fikrini benimseyenlerle) beraber
oturmayın, onlara açılmayın" (yani onların hükmünü kabul etmeyin), selâma
siz önce başlamayın. [1146]
"Yahudi ve Hırıstiyanlara
selâma sîz önce başlamayın, onlarla yolda karşılaştığınızda, onlara yolun en
dar yerini ayırın." [1147] Bu
ve benzeri naslardan hareket etmiş olacak ki, Ebu Yusuf, devrinin halifesine
bir nevi bilirkişi raporu olarak hazırladığı "Kitabu'l-Harac"ında şu
tenbihlerde bulunur:
"Zimmîlerden hiç
birinin, elbise, binek hayvanı ve kıyafetinde müslümanlara benzemesine müsade
edilmeyeceği kendilerine anlatılmalıdır. Onlar; Müslümanların bellerine
bağladıkları kuşak yerine, kalın iplikten yapılmış kemerleri bellerine
bağlamaya mecbur edilmelidirler. Keza başlarına çizgili kalensüveler giydirilmelidir.
Atlarının eğerlerindeki tümseğin tahtadan yapılması, papuç bağlarının ikili
olması, elbise ve kıyafetlerinde müslümanları taklit etmemeleri tavsiye
olunur... Ey Halife! Vali ve amillerine tamimler
gönder. Zimmîlere bu kıyafetleri emretsinler. Hz. Ömer vali ve amillerine,
zimmîlerin bu kıyafetlerle dolaşmasını emrederdi. Bundan maksat müslüman ile
zimmînin birbirinden tefrik edilmesidir, yoksa maksat sadece zimmîlere muayyen
kıyafetleri mecbur etmek değildir." [1148]
Yukarıdaki hadis-i
şeriflere benzer bir hadis de şudur:
"Mü'minden başkası ile arkadaş olma, senin
yemeğini de ancak takvalı olanlar yesin." [1149]
Allah (cc)'da:
"Sadıklarla
(yani ilahi ölçülere göre doğru olanlarla) beraber olun" [1150]
buyurmuştur. Bütün bu ayet ve hadislerin yanında Tarih Felsefecisi İbn
Haldun'un şu tespitlerini de göz önünde bulundurursak, Türkiyeli müstümanlar
olarak AT karşısındaki konumumuzu daha iyi belirleyebiliriz ve
sosyo-psikolojik açıdan hangi derekeye itildiğimizi görebiliriz: [1151]
Yenilmiş kavimlerin
giyim ve kuşam, mezhep, diyanet ve başkaca hal ve itiyadlarında kendilerini
yenen kavim ve hükümdarları örnek edinmelerine dair.
Bunun sebebi şudur:
Nefis ve kalp daima
kendi kavimlerine galebe çalmış ve kendi kavmine boyun eğdirmiş olanların olgunluk
ve üstünlüklerine inanır. Bu da kendisine galabe çalanı ululamak, kalbinde
yerleşmiş veyahut kendisinin ona boyun eğmesinin tabî sebeplerden olmayarak
kendisini yenen kimsenin kemâl ve fazilet sahibi olmasından ileri gelmiş olduğu
inancında olmasından ve bu hususta yanılmasından ileri gelir. Yenilen kimse bu
hususta yanlı; fikre kapılarak, buna inandıktan sonra, bütün iş ve
hareketlerinde kendisini yeneni örnek
edinir ve ona benzemeye çalışır. Yahut kendisine üstün gelen kimsenin
galebesinin asabiyyetten, şecaat ve kuvvetten ileri gelmeden onun alıştığı
âdet, mezhep ve mesleğinden ileri geldiği vehmine kapılır, bunu da galebesinin
sebepleri ile karıştırır. Yenilgiye uğrayanın bu karıştırması bundan önceki
karıştırması kabilindendir. İşte bu gibi sebeplerden dolayı yenilgiye uğrayan
kimse giyim ve kuşam, hayvana binmek, silahlanmak ve bütün diğer hal ve işlerinde
kendisini yeneni örnek edinir. Oğulların babalarına benzemeleri hususundaki
hallerine dikkat eder isen, oğulların daima babalarını kendilerine örnek
edinmekte olduğunu görürsün. Bu da oğulların babalarının olgunluk ve
üstünlüklerine inanmalarından ileri gelmektedir. Bütün etraf ve ülkelere baktığında,
ahalisinin giyim ve kuşamlarında çoğunlukla, kendilerini koruyanların ve
hükümet askerinin giyim ve kuşamını kendilerine örnek edinmiş olduklarını
görürsün. Çünkü onlar kendilerini yenmişlerdir. [1152]
TC'de yaşayan
Müslümanların AT gibi bir organizasyona dahil olması meselesi için gerek
Kur'ân-ı Kerim'e, gerek hadis-i şeriflere, gerekse bu ikisine dayalı ictihad,
kıyas ve yorumlara salt akademik bir bakışla şunlar söylenebilir:
1- Mevcut
naslar Türkiye'nin, -eğer varsa- her şeyiyle bir İslâm toplumu olduğunu kabul
edenlere hiç bir tevil ve yorum ihtimali bulunmaksızın, bununla asla mümkün
olmayacağını sarahaten bildirir. Onlar için artık uzun söze gerek yoktur.
2- Halkının
kahir ekseriyeti müslüman olmakla beraber; idare, yasama ve yargı açısından
Türkiye zaten bir İslâm ülkesi değildir. Binaenaleyh, AT'na girmesiyle İslâmî
açıdan kaybedecek bir şeyi yoktur, diyenlerin olacağı bir gerçektir. Onlar bu
görüşlerine şu ifadelerle de destek aramaktadırlar:
Müslümanlar için
Avrupalı olmak, AT ile bağlantısız bir Türkiye vatandaşı olmaktan daha kötü değildir.
Çünkü Türkiye'de başını örterek üniversiteye giremeyen kızlarımız AT
bünyesinde bunu yapabileceklerdir. Müslümanlar dinlerinin diğer gereklerini,
davet ve tebliğ görevlerini daha rahat yerine getirebilecekler, lâiklik gerçek
anlamıyla işletileceğinden buna kimse karışmayacak, din ve vicdan hürriyeti
tam anlamıyla yaşanabilecektir. Hıristiyanlığın skolastik ve gayr-i mantıkî
öğretilerinden gına getirmiş ve manevî tatminsizlik içinde kıvranan Avrupalıya
dinimizin güzelliklerini anlatma fırsatı bulmuş olacağız. İnançlarından ötürü
Türkiye'de baskı ve zülüm gören insanlar, haklarını arayabilecekleri merciler
bulacaklardır. Kısaca "Avrupa'yı içten fethetme imkânına kavuşacağız"
vs.
İslâm bir bütün olarak
değerlendirildiğinde bu görüşlere bütünüyle katılmak mümkün görülmüyor. Çünkü:
a- Her şeye
rağmen Türkiye'yi bir Avrupa ülkesinden farksız görmek doğru olmamalıdır.
Çünkü:
Türkiye'de halk
müslümandır, Avrupa'da değildir. Türkiye'de idare edenlerin bazıları müslüman
olduklarını açıkça söylemekte, bir kısmının da en azından diğer dinlerden yana
olmadığı bilinmektedir. Avrupa'da durum bunun aksinedir. Türkiye bazı
mezheplere, meselâ Şafiîlere göre bir İslâm diyarıdır, topraklar gasp olayı
yaşıyor olsa dahi müslümanlarındır, başkalarına verilmesine rıza gösterilemez.
Hanefî Mezhebine göre düşünüp, ülkeye idare biçimine bakarak ad verecek
müslümanlar açısından bakıldığında ise; Türkiye'de idareyi
ve bu idarenin sahiplerini onlar
seçmemişlerdir. AT'na girmeyi istemeleri halinde ise Allah (cc)'ın, "velayetinizi
vermeyin" dediklerini kendilerine hür iradeleri ile kendileri veli edinmiş
olacaklardır.
b- İslâmı
ayakta tutan en büyük gücün "Cihad Ruhu" olduğu, müteaddid naslardan
anlaşılmaktadır. Bu ruhu yaşamayanlara Kur'ân'ı Kerim tehditler yöneltmekte, çok
elim azap ve millet olarak tarihten silinip, yerlerini başkalarına bırakma gibi
kötü bir akıbetle va'îd etmektedir. [1153]
Cihadı canlı tutmamak, millet olarak kendi kendini tehlikeye atmakla eş anlamlı
görülmektedir. [1154]
Rasulüllah (sav) cihad yapmadan ve içinde cihad ruhu taşımadan ölenlerin bir
çeşit nifak üzere öleceklerini [1155]
haber vermiş, "ine alım-satımı
yaptığınız, ineklerin kuyruğuna tutunduğunuz, ziraatla yetindiğiniz ve cihadı
terkettiğiniz zamon, Allah sizin başınıza öyle bir zillet verir ve düşmanlarınızı
size hakim kılar ki, tekrar aslî dininize dönmeden bu zilletten kurtulamazsınız"
buyurmuştur. Buna göre AT'na girmek bu zilleti hak etmekten öte, bir an önce
gelmesi için çırpınmak demek olarak görülebilir. Türkiye'nin iktisadi
şartlarında yaşayan müslümanların, müslümanca kullanılışı belirlenmemiş
tekniğin ve medeniyetin birden bire içine düşmekle, bu ruhtan bütün bütün
uzaklaşacakları söylenebilir.
c- Yapılacak
tebliğ ve davetin kabulünü kolaylaştıracak en önemli unsur, onun güçlüden ve
beğenilenden gelmiş olmasıdır. Bu açıdan Türkiye'li Müslümanların AT ülkeleri
halklarına anlatacakları fazla bir şeyleri yoktur. Dilencinin öğütlerinde
hikmet arayan görülmüş değildir.
d- Yeterli
ve sağlam dini eğitimi alma imkânına sahip olmayan Türkiye'li Müslüman, kahir
ekseriyeti itibariyle Avrupalı'ya dininin güzelliklerini anlatacak bilgi ve
şuur düzeyinde değildir. Bu yüzden etkileyen değil, etkilenen durumuna düşmesi
kaçınılmazdır.
e- Maddî
açıdan da güçlü olan Avrupalı Yahudi ve Hıristiyanlar AT'na girmemiz halinde
yurdumuzun her yöresine kiliseler ve havralar dikme imkanını bulacak ve zaten
hiçbir dinle alakası olmayıp, manevî boşluk hisseden ve çoğunluğu teşkil eden
vatandaşımıza maddî ihtiyaçlarıyla da ilgilenmek suretiyle kendi dinlerinin
propogandasını yapacaklardır.
f- Lâikliğin
gerçek anlamıyla işlemesi ve müslümanların bu gün bazı Avrupa ülkelerinde
olduğu gibi dini faaliyetlerinde bütünüyle serbest bırakılacakları düşüncesi
gerçekleşemez görülüyor. Çünkü bu, müslümanların güçlü -yani başkalarına göre
tehlikeli- olmasıyla ters orantılı bir şeydir. Statükoyu zorlayacakları her
yerde onlara göz açtırılmayacağı görünen bir gerçektir. Batı Trakya mes'elesi
ve yine geçen haftalarda Fransa'da biri yıkılan, bir de yapımına müsaade edilmeyen
cami olayı bunun canlı kanıtlarındandır.
Dini inançları
yüzünden baskı gören, ceza çeken müslümanların bu durumlarında bir değişikliğin
olmasını beklemekde, "İnsan Hakları" gibi isimlerle kurulmuş derneklerin,
Avrupa ülkeleri basın-yayın organlarının, özellikle de BBC'nin Türkiye'de
ilgilendikleri mahkûmlara ve mahkûmiyet sebeplerine göz atıldığında hayal
ürünü gibi görünüyor.
3-
Mütefekkir bir büyüğümüzün, "İstikbâlde Türkiye bir Avrupa Devletine,
Avrupa ise bir İslam devletine gebedir" mealindeki vecizesini, AT'na
girmede istekli olmak için bir delil görmek de İslam nokta-ı nazarından doğru
olmaz. Önce bunun bir keramet mahsulü ve isabetli bir teşhis ve tespit
olduğunu teslim etmek selim akıllar için zor değildir diyebiliriz. Ancak buna
rağmen bu ifade AT'na girmeyi öğütlüyor ve teşvik ediyor da değildir.
Avrupa'nın bir İslam devletine gebe olması ihtimali ayrı bir şey, Türkiyeli
Müslümanların AT ile entegrasyona girmesini istemek ayrı bir şeydir. Yani bu
ifade de öncelikle böyle davranmayı gerektirecek bir anlam yoktur. İkinci
olarak bu ibare şer'î bir nas değildir. Konuya açıkça ışık tutan şer'i nasların
olduğu bir yerde, müslümanın dini emirlerin hiyerarşisine itibar etmesi
istenir. "Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur."
4- Gerçi
Müslümanların AT ülkelerinde dini yönden bütün başarısızlığa uğrayacakları ve
hiç bir varlık gösteremeyecekleri de kesin değildir. Hatta sözkonusu edilen
fetihlerin ve doğumla-nn olması da ihtimal dahilindedir. Ancak delilden
kaynaklanmayan ihtimallere göre hareket etmek, genellikle İslâm'ın, özellikle
de İslâm hukukunun ruhuna uymayan bir davranış biçimidir.
Ve şu âyet-i kerime
bütün bu tespitleri özetler:
"Ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar, sen
onların dinine uymadıkça senden asla hoşnut olmazlar. De ki, (gerçek) hidayet
Allah (cc)'ın hidayetidir (İslam'dır). Eğer sana gelen ilimden sonra onların
arzularına uyacak olursan, artık Allah (cc)'tan gayri sana ne bir dost, ne de
bir yardımcı vardır." [1156]
Maruzatım bundan
ibarettir. Gelme ve dinleme lütfunda bulunan haziruna saygı, şükran ve
selâmlarımla... [1157]
Muhterem Doç. Dr.
Faruk Beşer, çok kıymetli tebliğinde İslam'ın Avrupa Topluluğu içinde hakim
unsur haline gelemeyeceği gerçeği karşısında, Avrupa Topluluğuna girmemizin
uygun olmayacağını ayet ve hadislere dayanarak ifade buyurmaktadır. Bir
müslüman olarak görüşlerine katılmamamız mümkün değildir. Düşüncelerinizin
vuzuha kavuşabilmesi için aşağıdaki sorularımın cevaplandırılmasını istirham
ederim.
Avrupa Topluluğunun bu
günkü statüsünde ileride İngiliz Milletler Topluluğuna benzer "Sui
jeneris" bir devlet haline geldiğinde ve çok daha sonraları federal bir
devlet statüsüne kavuştuğunda (her statüde ayrı ayrı) şu hususlar ne
olabilecektir?
1-
Müslümanlık ülkemizde ne duruma gelecektir? Şia ve diğer sapık mezheplerin
gelişme imkânı ne seviyede olacaktır? Ülkemizde mezhep ve tarikatlar arasında
kavgalar başlayabilecek mi? İslâm üzerindeki baskılar kalkar mı veya başka
baskılar mı ortaya çıkar? Bu durumda gelişmeler müspet veya menfi neler
olabilir?
2- Müslümanlık,
Avrupa Topluluğu ülkelerinde ne şekilde ve ne seviyede gelişebilecektir?
3-
Hristiyanlık, ülkemizde ne duruma gelecektir? Çok miktarda Rum ve Ermeni
göçmeninin ve diğer Hıristiyan unsurların ülkemize yerleşme imkânı bulması
Hıristiyanlığın gelişmesine nasıl tesir edecektir? Ülkemizde de Hıristiyan
mezhep ve tarikatların kavgaları olacak mı? Bu kavgaların ne gibi tesirleri
olabilecektir?
4-
Yahudilik, ülkemizde ne duruma gelecektir? İsrail'in de Avrupa Topluluğuna
girmesi halinde Yahudilerin ülkemizdeki müessiriyeti artacak mı? Bu durum,
ekonomik, sosyal ve siyasî hayatımıza ne gibi tesirler icra edecektir?
5- Tanrı
tanımazlığın ve diğer çok tanrılı dinlerin ülkemizde gelişme durumu ne
olacaktır? Bunların ekonomik, sosyal ve siyasi hayatımıza ne gibi tesirleri
olabilecektir?
6- Bütün bu
gelişmelerin sonunda hâlâ hür müslümanlar olarak kalabilecek ve Cum'a namazı
kılabilme şartlarına sahip olabilecek miyiz?
Hürmetlerimle...
Emk. Tuğgeneral Sami
Karamısır 30 Eylül 1989 (İmza)
Sayın Karamısır Paşa'ya
teşekkür ediyorum. Değerli sorularını yazılı olarak takdim etmesi, cevaplarla
beraber kayda geçmelerini kolaylaştırmış oldu. Halbuki şu ana kadar soru soran
değerli zevatın soruları ve değerli katkıları -eğer bunlardan deşifre
edilmezse- sadece aramızda kaldı.
Sorularınızla ilgili
olarak öncelikle şunu arzedeyim:
AT'nun Türkiye'yi
bünyesine alacağına şahsen bendeniz inanmıyorum. Ama bizi başıboş
bırakacaklarını da sanmıyorum. "Kapıda bekle, senin durumunu görüşüyoruz.
Sakın ayrılıp da başka bir yaramazlık yapma" demektedirler. Ama şunu da
itiraf edelim ki, bizim idarecilerimiz de bulunan yersiz bir İslâm korkusundan
dolayı kapıdan ayrılma şahsiyetini hakikaten gösteremeyecekler ve onlar bekle
dediği sürece de bekleyeceğiz. Görünen bu. Fakat bizde şahsiyetli idareciler,
politikacılar, devlet erkânı yok denemez. Bir gün birisi, yahu bu kapıda daha
ne kadar bekleyeceğiz, kendi başımızın çaresine bakalım, diyebilir. Bu bir.
İkinci olarak:
Farz-ı muhal böye bir
şey olsa, Şia radikal İslâmı propoganda ile güçlenir sanıyorum, kendilerini
Batı karşısında yegâne güç olarak daha rahat lanse edebilirler. Mezhep ve
tarikat kavgaları artabilir,
sun'î olarak artar. Çünkü sistem kendisini destekleyen oluşumlar bulabilir ya
da oluşturabilir. Bunlarla radikaller daha net çizgilerle karşı karşıya
gelebilirler.
İslâm'ın üzerindeki
baskılar sanıldığı gibi kalkmaz. Belki daha sistematik ve sindirici çarelere
baş vurulur. Bunun kanıtlarını Avrupa'da yaşayan çok az sayıdaki müslüman
üzerinde uygulanan politikalarda müşahade ediyoruz. Onlar bu orana bile tahammül
edemiyorlar. Kaldı ki, önceki müzakereci arkadaşımızın da işaret ettikleri
gibi, bizdeki bu baskıcı lâiklik biçimini de Lozan'da bize onlar dikte
ettirdiler.
Müslümanlar AT
ülkelerinde dinlere karşı şartlanmışlığı ve peşin yargıları olmayan insanlara
mesaj götürebilirler. Bu bir ölçüde başarılı olabilir. Ama kendi birlikleri,
cemaatları yara alır, dağılır, şahsiyet erozyonuna uğrarlar ve gelecek
nesilleri dinleri ve şahsiyetleri adına çok büyük risklerle karşı karşıya
kalırlar.
Hristiyanlık elbette
bu topluluğun resmî kültürü olarak sunuluyor. Şu anda bile radyo ve TV'lerimizde
oldukça ağırlıklı olarak takdim ediliyor. Ama onların gerçek hıristiyanlığı
dahi isteyeceklerini sanmıyorum. Ekonomik ve siyasî emellerine hizmet edecek
oranda bir hıristiyanlık, ya da resmî bir hiristiyanhk oluşturmaktadırlar
sanki. Gerçek hıristiyanlığın dahi bizim alınmamıza karşı olacağını sanıyorum.
Yunan Kilisesinin direnmesi bunu gösteriyor olmalıdır.
Diğer yönden çeşitli
Hıristiyan mezheplerin Anadolu toprakları üzerinde bir takım hesapları olduğu
ve bunları gerçekleştirmek için kolları sıvayacakları tahmini, kâhin olmayı
gerektirmez. Ortadoksların Fener Patrikhanesi üzerindeki hayalleri ki,- Türk
hükümetinin bu konudaki tavizkar tutumu da bunu gösteriyor- Ermeni
Hıristiyanların Doğudaki plânları ortada. Ne yazık ki, daha şimdiden Türkiye'de
bu emellerine alet edecekleri insanları, bakan seviyesinde dahi
bulabilmektedirler.
Yahudilik ise her şeye
rağmen bundan yine aslan payını koparmayı umuyor olmalıdır. Mevcut hesaplarla
fazla hayalci de sayılmazlar. Önce daha rahat işletecekleri bir ticari ve
ekonomik ağa sahip olmayı, arkasından da maddi ve manevi emellerinin tek tek
gerçekleştirilmesini ve İsrail'i her bakımdan güvence altına almayı plânlıyor
olmalıdırlar.
Tanrı tanımazlık,
ateistlik daha güçlenmez sanıyorum. Çünkü o bütün dünyada devrini tamamladı.
Dinler kesif bir tebliğ yarışına girerler ve insanlar birinden yana tavır
almak ihtiyacı duyarlar. Zaten ateizm insanlığı artık sıkıyor. Doğu Blokunda
müşahede edildiği gibi dinlerden yana genel bir tavır var.
Hürriyetimiz konusunda
eğer hâlâ kaybetmediğimiz bir şeylerimiz kalmış ise onları da süratle
kaybedeceğimiz söylenebilir.
Cum'a konusunun şu
andaki tartışmalı fıkhî statüsünde
fazla bir şey değişmez.
Saygılarımla... [1158]
Soru: Türk
bankacılık sisteminin arzu edilen randımanı verememesi üzerine hükümet
yetkilileri "Sermaye Piyasasını canlandırmaya yöneldiler. Bunun için:
a-
Şirketleri halka açılmaya teşvik gayesiyle, hisselerinin muayyen bir bölümünü
borsada satan şirketlere kurumlar vergisi indirimi uygulanacaktır.
b- Çeşitli
kamu kuruluşlarının "hisseleri" veya "gelirleri” (Gelir
Ortaklığı Senedi) veya (Tahvil) biçiminde halka satılmaktadır.
1- İster
devlet kuruluşu, ister özel sektör şirketi olsun, hisse senedi ihraç eden bütün
müesseseler şu veya bu şekilde faizle iştigal etmektedirler. Bu durumda bir
müslüman, bu müesseselerin hisselerini satın alıp onlara ortak olabilir mî?
Veya genel olarak, bir müslümanın hisse senedi almasının şartları nelerdir?
2-
Özellikleri açıkladığımız Dövize Endeksli Gelir Ortaklığı Senedi ve Dövize
Endeksli Tahvillerin hükmü nedir, bir müslüman tasarruflarını bunları satın
alarak değerlendirebilir mi? [1159]
a- Barajın
geliri için tahmini bir değer biçiliyor.
578 milyon Alman
Markı, veya 311 milyon ABD Doları
b- Baraj
gelirlerinin muayyen bir kısmı için G.O.S. ihraç ediliyor. Gelirin %18'i İçin
DM üzerinden = 140 milyon DM, gelirin % 18'i için Dolar üzerinden= 56 milyon
Dolar.
c- Senet
satışları, satış günündeki T.C. Merkez Bankası "Efektif Alış Kuru"
üzerinden TL. olarak yapılmaktadır.
d- G.O.S.
beş yıl vadelidir. Gelir payları yılda iki defa TL. cinsinden gerçekleşecek
gelire göre ödenecektir.
e- Anapara
ödemesi 5. yılın sonunda 10. gelir payı ödemesiyle beraber ve T.C. Merkez
Bankası "Efektif Alış Kuru" üzerinden TL. olarak yapılacaktır.
f- Senet sahibleri
senetlerini diledikleri anda banka şubelerinden T.C. Merkez Bankası
"Efektif Alış Kuru" üzerinden hesaplanacak değerine işlemiş gelirin
de ilavesiyle paraya çevirebilirler.
g- Bütün bu
meselelerde döviz (DM veya Dolar) bir ölçüdür sadece. Muameleler baştan sona
TL. üzerinden yapılmaktadır.
h- Senetler
hamiline yazılı olarak düzenlenmiştir,
i) Senet
gelirleri her türlü vergiden muaftır,
k) Senetler
devlet ihalelerinde teminat olarak kullanılabilirler. [1160]
Örnek:
Dövize Endeksli PTT Tahvilleri
a- 104
milyon DM ve 56 milyon dolar tutarında tahvil ihraç edilmiştir.
b- Tahvil
sahipleri, Batı Alman Markı'na endeksli tahviller için yıllık %5, ABD Doları'na
endeksli tahviller için yıllık % 8 faiz alacaklardır. Ayrıca Dolar ve Mark'ın
kur değişmeleri de tahvil gelirlerine aynen yansıyacaktır.
c- Tahvil
satışları, satış gününde Dolar ve Mark'ın T.C. Merkez Bankası'nca uygulanan
"Efektif Alış Kuru" üzerinden Türk Lirası olarak yapılacaktır.
d- Tahviller
6 yıl vadeli olup faiz ödemeleri 6 ayda bir yapılacaktır.
e- Anapara ödemesi
ise, son yıla ait 12 faiz kupon ödemesi ile birlikte ve 6 yıllık vadenin son
gününde T.C. Merkez Bankası'nca uygulanan "Efektif Alış Kuru"
üzerinden "TL"e yapılacaktır.
Cevap:
Sorunun vaz'ediliş biçimi aslında cevaba gerek bırakmamış gibi. Faizli bir
muamelenin İslâm'ca onaylanmayacağı açık. Ancak bir müessesenin faizle iş
yapıyor olması, onunla kurulacak meşru bir şirkete ortak olunamaz anlamına da
gelmez. Elverir ki, kurulacak şirket faiz esasına dayalı olmasın ya da daha
başka haram unsurlar ihtiva etmesin. Herhangi bir şirkete hisse senediyle
ortak olma söz konusu olunca İslâm hukuku açısından "Şirket-i inan"
karşımıza çıkar. Ya da mürekkep bir şirket çeşidiyle karşılaşırız. Bunun gerek
kurucularında, gerekse işleyişinde aranan şartlar fıkıh kitaplarında detaylıca
anlatılır. Sizin sorunuz açısından önemli olabilecek şartını belirtmemiz cevap
için yeterli olur sanıyorum. Bundan sonraki araştırmamızda da daha geniş cevap
arayacağız:
Ortaklardan birine belirli
bir kâr garanti edilmesi caiz değildir. Çünkü ticarette kazanmama, hatta
kaybetme ihtimali de vardır. Böyle bir şartın bulunması, şirketi batıl ve
hükümsüz kılar. Kaybetme, kârdan olabileceği gibi sermayeden de olabilir.
Öyleyse sermayenin garanti edilmesi de akdin batıl olması için yeterlidir.
Binaenaleyh asgari bu şartlara riayet etmeyen bir müessesenin ihraç ettiği
tahviller İslâm hukuku açısından su götürür.
Sözü edilen PTT
tahvillerindeki muamelenin gayr-i İslâmiliği oldukça açıktır sanıyorum.
Öncelikle ortada ortak olunan hiçbir şey yoktur. Bize gösterilen tahvil
örneğine göre konuşacak olursak:
PTT herhangi bir
işletmesini tahvil sahiplerine satıyor değildir. Yapılan şey; şu anda kâr
getiren bir Kit olarak PTT'nin sözü edilmek suretiyle istikraza teşvik ve
garanti'sağlamadan ibarettir. Ayrıca bir taraftan %5 ya da %8 faizden açıkça
söz edilmekte, diğer taraftan da tahviller dövize endekslenerek bu faizin
pozitif ya da reel bir faiz olduğu vurgulanmakta, zımnen de ana para garanti
edilmektedir. Eğer dövize ya da bir başka şeye endeksleme söz konusu olmasaydı
enflasyon yüzdesi gözönünde bulundurularak bir "negatif faiz" den
söz edilir ve hiç olmazsa Ebu Yusuf un görüşüne istinaden bunun İslâm'a göre
faiz olmayacağı söylenebilirdi. O takdirde böyle bir ortaklığın anlamsızlığı da
ayrı bir konudur. Bana öyle geliyor ki, köprü ya da baraj satışlarındaki
durumun PTT tahvillerindekinden farkı, sadece onlardaki faizin sabit oranlı
olmaması ve köprü ya da barajın kârına endeksli olmasından ibarettir. Yine
ortada satılan ya da gerçek anlamda ortak olunan birşey yoktur. Bilebildiğim
kadarıyla yine ana para -ama belki endekslemeden- garanti edilmektedir. Yani
olay, orada da burada da bir iç istikraz olayıdır, faiz olayıdır.
Ne var ki, kanaatime
göre bu tahviller ya da hisse senetlerinin cevazı sözkonusu olduğunda bazı
alimlerimizi müsbet doğrultuda düşünmeye götüren şey, alternatif teklif bulma
zorluğudur. Öyle ya, müslüman bu ortamda parasını oraya vermesin, buraya
vermesin hatta son zamanlarda bazı ciddi itirazların doğurduğu şüphelerden
ötürü faizsiz finans kurumlarına yatırmasın, peki ne yapsın? Enflasyon
canavarına mı kaptırsın ve böylece ekonomik hayattan mı silinsin. İşte -eğer
varsa- cevaza götüren saik bu olmaktadır. Öyleyse bu probleme başka çözüm yolları
aranmalı ve müslümanlar, en azından şüpheli bir muameleye bulaşmaktan
kurtarılmalı deriz. Çünkü caizdir, deyivermek bu arayışın da kapısını kapamak
anlamına gelebilir. Yine de biz meselenin hisse senedi yönünü bir sonraki
soruya vereceğimiz cevapta biraz daha kurcalayacağız. Çünkü tahvil meselesi
açıktır ve bir faiz muamelesidir. [1161]
Soru: Son
zamanlarda bir hayli revaç bulan hisse senedi alım-satımı dinen mahzurlu mudur?
Değilse bizler de bu kârlı piyasadan istifade etmek istiyoruz.
Cevap: Önce,
hisse senetleri gibi ortaya yeni çıkmış ve İslâm Hukukun'da benzer bir akid
bulunmayan konularda nihai hükmü vermenin çabucak mümkün olamayacağına işaret
ederek başlayalım. Dolayısıyla- çeşitli kaynaklardan halka intikal ettirilen
fetva ya da görüşlerin, çok aceleye getirilmiş ve meselenin sadece bir yönüne
bakan sığ açıklamalar olduğunu ilgilenenler hemen anlamışlardır.
Bu girişe şunu da
ilâve edelim:
İstanbul'da bulunan ve
kariyer olarak frkhr seçmiş
zevat, el-Baraka'nın girişimi ile meseleyi birkaç oturumda görüşmüş ve çeşitli
yönlerini ele alarak tartışmıştır. Hasbelkader biz de bu zevat-ı kiramın
beraberinde bulunduğumuzdan, meseleyi her yönüyle aynı görmemekle beraber, vardığımız
sonuçta onların da payı vardır. Bu itibarla kendilerine hem teşekkür borcumuzu
bildirir hem de özür beyan ederiz.
İmdi: Hisse
senetleri temel esprisi itibari ile faize alternatif bir uygulamadır. Zira
çeşitli teşebbüsler ve yatırımlar projelerini gerçekleştirmek için kredi
kullanmak ya da sermaye artırımına gitmek suretiyle, ihtiyaçları olan meblağı
hisse senetleriyle toplamak zorundadırlar. Bunun dışında bir kaynağın
bulunması istisnai bir durumdur. Öyleyse hisse senetleri üzerinde durulmalı ve
zulüm ve haksız kazanç kendisine yasak edilen "müslüman adam" için
bile bir alternatif olabileceği hesaba katılmalıdır. Ancak bizim görebildiğimiz
kadarıyla şu andaki işleyiş şeklinin şer'an mahzurlu yönleri vardır, biz
onlara işaret etmekle yetinecek, hem fetvayı hem de inananlar açısından işin
pratik hallini ehline bırakacağa
1- Fıkhi mezhepler ya da "icma-ı
mürekkep" açısından: Hisse senetlerinin işleyiş biçimine baktığımızda
ve görüşleri bize "zahir" olarak ulaşan dört mezhebe baş vurduğumuzda
her birinin bir yönüyle buna "faizsiz" ya da "bâtıl"
diyeceğini görürüz. O takdirde ictihadi ihtilaflar açısından bunun caiz
olamayacağında âdeta icmâ olmuş olur. Bundan sonra zikredeceğimiz maddeler,
mezheplerin sözkonusu nokta-i nazarları cümlesîndendir.
2- Naslar açısından: Örneği İslâm fıkhında
bulunmayan bir meseleye ihtilaflı içtihatlardan gitme yerine, konuyla ilgili
nasların esprileri (illetleri) araştırılarak cevap bulmak gerekir, denebilir. O
takdirde karşımıza şunlar çıkar: Kur'ân'ı Kerim'de "insanların mallarını bâtıl yollarla yemeyin" [1162]
denir. Spekülatif kazanç ve kumar diye nitelenen, ilgili çevrelerin bir parmak
ve kaş-göz işaretiyle piyasası inip çıkan hisse senetlerinde bunun hiç olmadığını
söylemek mümkün değildir.
Diğer yönden, İslâm'da
temel üretim faktörü emektir. Halbuki bu uygulama bir aylaklar güruhunun
ortaya çıkmasına, dolayısı ile emeksiz kazanca sebep olmaktadır.
Hadislere baktığımızda ise: "Yanında olmayan bir şeyin satışı helâl
değildir", "satın alınan bir şeyin, alındığı yerde satılması
memnu'dur", "serbest piyasanın oluşabilmesi için kırsal kesimden mal
getirenlerin yolda karşılanması menhidir", "spekülasyon
yasaktır" ifadeleriyle karşılaşınz. Bütün bunların özünde haksız kazancın,
aldatmanın, garanti, meçhuliyetin önlenme esprisi vardır. Hisse senedi satışı
bunlardan bütün bütün uzak değildir.
3- Akdi fasit kılan unsurlar açısından: Az
önce sözünü ettiğimiz ğarar, fahiş mechuliyet, faizli muamele gibi unsurlar,
az da olsa bu satışlarda söz konusudur. Garar, mevcut olmama ihtimali de olan
şeyin satışıdır. Piyasaya hisse senedi süren şirketlerin gerçekte pozitif mal
varlıkları hiç olmadığı olabiliyor. Fahiş mechuliyet satın alınap şeyde, nizaa
sebep olabilecek ölçüdeki bilinmezliktir. Bunların herbirerleri akdi fasit
kılan unsurlardır.
4- Şirketi elinde tutanlar açısından: Bu günlerde pek üzerinde durulmayan, gayri müslimle
ortaklık kurma meselesi ehli kitap açısından klâsik İslâm hukukçularınca ele
alınmış ve bazı içtihatlar serdedîlmiştir. Öncelikle müslümanların "ehli
kitap"la ateist ve mecusileri bir tutmadıklarını bilmek gerekir. Ehl-i
kitap (Yahudi ve Hıristiyan) olmayanlar, olanlara
göre her konuda daha olumsuz bir durumdadırlar. Ne hikmetse ehli kitabın
dışındaki gayr-i müslimlerle yapılacak böyle bir muameleden söz edilmemektedir.
Bu, onların bunu meşru görmediklerini anlatır olmalıdır. Masonlar, komünistler
ve ateistleri bu grupta mütalâa edebiliriz. Ehli kitapla ortaklık kurmaya
gelince:
Ortaklığa konu olan
mala müslümanın hakim olması, onun insiyatifinde bulunması şartıyla caiz
olacağını söyleyenler çoğunluktadır. Her halükârda ortak olunması, mekruhtur
diyenler de vardır. Onlarla ortaklığı mahzurlu görenler Atâ'dan rivayet
edilen:
"Rasûlüllah
(sav), alım-satım müslümanın elinde olmadıkça Yahudi ve Hıristiyanlarla
ortaklığı yasakladı" mealindeki rivayeti delil getirirler.
Benzer bir rivayette: "Çünkü onlar faizli muamele yaparlar"
gerekçesi (illet) de zikredilir. Dikkat edilirse "yaparlar" denilerek
inançları sözkonusu edilir, fiilen yapıyor olup olmamaları sözkonusu edilmez.
Bu açıdan günümüzdeki şirketlere baktığımızda şirket idaresini ellerinde
bulunduranların kimliği önemli bir unsurdur.
5- Şirkette çalışanlar açısından:
Bildiğimiz kadarıyla günümüzdeki şirket çalışanlarının yönetici olarak, idare
heyeti üyesi olarak kazanç dışında belirli bir maaş almaları söz konusudur.
Halbuki İbnü'l Münzir şirketten ortaklara sabit bir maaş verilemeyeceğinde
icmâ' olduğunu söyler. Sadece Hanefi mezhebinde, ortakların çalışmaları halinde
şirketten, ancak sene sonu itibariyle kazançtan mahsuben sabit maaş
alabilecekleri, şirketin zarar etmesi halinde ise aldıkları maaşı geri
vermeleri gerektiği söylenir. Görüldüğü gibi bu mesele de akdi fasit kılan
unsurlardan sayılır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: Bu mahzurların her biri teker teker düşünüldüğünde belki
şu ya da bu mezhebe göre ortadan kalkabilirler. Ancak tümü birden hesaba
katıldığında başta da söylediğimiz gibi, şu kadar ya da bu kadar mahzurun
varlığında ittifak edilmiş ve hisse senedi alım-satımı da o ölçüde mahzurlu
olmuş olur. Genel olarak durum budur ve bu günkü şekliyle bu muamele tertemiz
bir kazanç olarak görülmemektedir. Zaten böyle konularda safi hayır, ya da safi
şer olamaz. Birisinin diğerine galibiyeti olabilir. Bu konunun da -bizim
anladığımız kadarıyla- şerri hayrına galip görülmektedir. Bununla birlikte:
a- Doğrudan
faiz muamelesi yapan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla haramdır.
Bankalar, bankerlik ve tefecilik kuruluşları gibi.
b- Şer'an
mütekavvim mai sayılmayan şeylerin üretim ve alım-satımıyla uğraşan şirketlerin
hisse senedini almak da aynıdır; şarap, bira vb. şeyler üreten kuruluşlar
gibi...
c-
Mütekavvim mal üretmekle beraber, bizzat ortak olunan o malı faizli
muamelelerle satan ve faiz sebebiyle elde ettiği kârı diğerine karışan ve
toplam kârının yarısı ve daha fazlası faiz olan şirketlere hisse senediyle
ortak olmak da haramdır.
d- Ortak
olunan şey helâl bir üretim olmakla beraber şirketi elinde bulunduran
müslümanlar başka haram işlerle de uğraşıyorlarsa, onlardan hisse senedi almak
suretiyle onları desteklemek "günahda yardımlaşma" anlamı taşır.
Halbuki bu Kur'ân'ı Kerim'de yasaklanmıştır.
e- Yahudi ve
Hıristiyanların hakim olduğu şirketlerden hisse senedi almak, başka hiç bir
mahzur yoksa en azından mekruhtur.
f- Fıkıh
kitaplarımıza bakıldığında; komünist, mason ve ateistlerin hakimiyetinde
bulunan şirketlerden hisse senedi almak caiz değildir gibi bir sonuç çıkıyor,
araştırılmalıdır...
g- İdaresine
müslümanların hakim olduğu, haramla iştigal etmeyen, daha şeffaf olup, satıma
konu olan şirket varlığını, dolayısi ile satılan senede düşen hisseyi açıkça
bildiren, senetleri ise muharrer olup, ortaklıktan vazgeçmek isteyenlere bü
imkânı sağlayan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla caizdir. Ve bu
Müslüman işadamları, İslâmî teşebbüsler ve helâl sermaye için son derece önemli
bir konudur. Çünkü, işaret ettiğimiz gibi, hisse senetleri, İslâm'a göre en
büyük haramlardan olan faizin şu andaki en önemli alternatifi, işletme ve
yatırım sermayesi temini için en kestirme yoldur. Müslümanlar bunu haram unsurlardan
uzaklaştırarak uygulayabilseler, helal temellere oturmuş, millete hizmeti
ibadet bilen çok büyük işletmelerin doğmasına ve faizin belinin kırılmasına
sebep olabilirler.
h-
Söylediklerimiz bir hüküm ve fetva değil, bu konuda daha sağlıklı düşünecek olanlara
bir fikir beyanından ibarettir. [1163]
Soru: Süper
emeklilik uygulamasına iştirak etmek caiz midir?
Cevap:
"Süper Emeklilik" adıyla bilinen olayı, bir yönüyle normal emeklilik
gibi mütalaa ediyor ve onun için söyleyebileceğimizi bunun için de söylüyoruz:
Emeklilik sistemi,
insana Allah'ın en değerli yaratığı olarak değil, üretimine göre değer veren
materyalist sistemlerin oluşturduğu "risk" ortamı için bir
ihtiyaçtır. Bütün vatandaşları devlet (toplum) garantisinde olan İslâm Toplumu
için bir ihtiyaç değildir ve İslâm'ın uygulandığı dönemlerde uygulanmamıştır.
Başta Rasûlüllah Efendimiz
(sav) olmak üzere bütün Raşit Halifeleri, görevi hep altmış yaşın üzerinde ve
ölümle bırakmışlardır. Çünkü İslâm, gücü olanın çalışmayı bırakmasını ve
devlete ve fertlere yük olmasını yasaklamış ve
"Bir işten boşalınca hemen diğeri için
dikilmeyi" [1164] emretmiştir.
"Kişinin Rabbine kavuşuncaya dek geçimi için
çalışıp didinmek üzere yaratıldığını"
[1165],
"İnsanı Allah'ın bir zorluk ve sıkıntı
içerisinde yarattığı" bildirmiştir. [1166]
O halde:
1- Kişi önce
kendine yeterli olmak için çalışacaktır.
2- Buna gücü
yetmezse menkul-gayr-i menkul, öz sermayesini kullanacaktır.
3- Bu da
yoksa yükümlü olan kişiler ona bakacak ve nafaka verecektir.
4- Bunların hiçbiri
yoksa devlet kendisine zekâtın uygun bir fonundan ödenek verir ve asgari
ihtiyaçlarını karşılar. Bugünkü emeklilik sistemi insanî ve âdil değildir, bu
bakımdan İslâmî de değildir. Çünkü:
a. Sadece iş
bulma nimetine kavuşup prim yatıranların sosyal güvenliği vardır. Kendi suçları
olmadan iş bulamayanları devlet bu her iki nimetten de mahrum etmektedir,
b. Gayri
ahlâkîdir. Bu yüzden kendi hesabına çalışıp ekonomiye katkıda bulunanlar sosyal
güvenliğe sahip değilken, meselâ ruhsatlı fahişeler bile sosyal güvenliğe
sahiptirler,
c. Bazan
kırkbeş yaşında, en güçlü ve verimli çağında birisi emekli olabilip, yatarak
maaş alabilmekte ve elliellibeş yaşındaki çalışan bir zayıftan kesilen primler
ona aktarılmaktadır,
d.
Milyarları olan birisi bile belli primi yatırdığı için emekli sandığından maaş
alabilmekte ve şer'an fakir sayılan ve asgari ücretle çalışan ve belki de kira
da vererek beş-on nüfusu bakmak durumundaki birisinden kesilen primler ona
aktarılabilmektedir. Halbuki, sosyal güvenlik ödenekleri (ivazları), olandan
olmayana doğru transfer anlamı taşır da diyebilmektedirler. Bu mahzurları
çoğaltmak mümkündür. Bu durumda zorunlu sigortalı olanlar kendi iradeleri
dışında kendilerinden kesilen primleri değer olarak alma hakkına sahiptirler.
Aldıkları emekli maaşından, verdikleri değer kadar aldıktan sonra bakarlar; muhtaç
iseler ve bakacak kimseleri yok ise almaya devam ederler. Değillerse maaşlarını
alır ve topluma hizmeti esas alan İslâmî faaliyetlere, yani topluma harcarlar.
Bu işin en ihtiyatlı ve takvaya uygun olan yolu budur.
Süper Emekliliğe
gelince onda, bu mahzurlar aynıyla bakî kalmak üzere ilave mahzurlar da
vardır.
1- Tamamen
isteğe bağlıdır.
2- Yüksek
meblağlarda primi gerektirdiğinden, sadece ihtiyacından fazla parası olanlar
için mümkündür.
3- Bu
ihtiyaçsız kimseler prim olarak yatırdıkları meblağları bir yıl gibi kısa bir
süre içerisinde tamamen almakta, ondan sonra ihtiyaçlı kimselerden kesilen
primlerden onlara maaş verilmektedir.
4- Herkese
teşmil edilmeyip geçici bir süre için uygulanmakta, seçme gerekçesiz
yapılmaktadır, yapılmıştır.
5- Konunun
işleyişine iyice bakıldığında ortada yüksek faizli bir istikraz (iç borçlanma)
olduğu açıkça görülür. Çünkü devlet bu yüksek ve birikmiş sayılan primleri şu
anda paraya ihtiyacı olduğu için almakta ve sonra fazlasıyla ödemektedir.
Bütün bu ve benzeri mütalâalardan ötürü "Süper Emeklilik" ve
"İsteğe Bağlı Emeklilik" uygulamalarının meşru olmadığı
kanaatindeyiz. [1167]
Soru: 320
gr. dolayında bilezik halinde altınım var. Bunun 105 gramı hanımın, düğünden
kalma. Yaklaşık 60 gramı çocuklarımın. 117 gramı bir yurda borç olarak
verilmiş durumda. Ülkenin ve toplumun hali malum. Herhangi bir
durumda kullanmak, çocuklarımın tahsili
ve diğer gerekli masrafları için tutuyorum. Ya da, Allah korusun, kendime
birşey olursa çoluk-çocuğuma kalır diye düşünüyorum. Bu, "kenz" olur
mu?
Cevap:
Takdirleriniz için teşekkür eder, dua ve tenkitlerinizi beklerim. Eğer bir isim
“benzerliği yoksa bizim asıl adıyla tanıdığımız ve eserlerinden istifade
ettiğimiz siz değerli okurumuz, bu ve daha sonra kaydettiğiniz ve bizim de
cevaplamaya çalışacağımız sorularınızı bize olsa olsa bildiklerinizde teekküd
için sormuş olabilirsiniz. Sorularınızı biz bu mülâhaza ile cevaplandırmaya
çalışacağız.
"Kenz;
biriktirilip muhafaza edilen, (depoda ve kasada) toplanıp saklanan, ya da
toprağa gömülen mal, para demektir". Bunu yapma eylemine de
"kenz" denir. [1168]
Tevbe suresi (9) 34. ayetinde:
"... Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip te
(kenz edip te) onları Allah yolunda harcamayanlar (var ya!). İşte onlara pek
acıklı bîr azabı muştula!" buyurulması, kenzi, menfi ve istenmeyen bir
manada anlatmıştır. Yani her "kenz" kötü olur ve yapan için azaba
uğramaya sebeptir. Peki insanın elinde bulundurduğu malın ya da paranın
"kenz" sayılma sınırı nedir?
Bu konuda hemen hemen
bütün sahabe ve sonraki alimler; zekâtı ödenen mal, ne kadar çok olursa olsun,
"kenz" değildir. Nisaba ulaşıp da zekâtı verilmeyen mal ise
"kenz" dir ve bu ayetin tehdidine dahil olur, görüşündedirler.
Doğrusu du budur. Rasûlüllah Efendimizin şu hadis-i şerifleri de bunu teyid
eder:
"Kime Allah mal verir de o onun zekâtını
vermezse, mal Kıyamet gününde tepesinde iki siyah nokta olan dazlak bir yılan şeklinde karşısına çıkar, onu
sarar, avurtlarıyla yakalar ve ben senin malınım, ben senin kerizinim, der." [1169]
Demek ki,
"kenz" zekâtı verilmeden yığılmış, tıkızlanmış maldır.
Bu âyet-i kerime
indiğinde, mânâsını değişik anlayan müslümanlara çok ağır gelmiş, bunun üzerine
Hz. Ömer durumu gidip Rasulüllah'a arzedince şu cevabı almıştır:
"Allah zekâtı, ancak kalan malınız temiz
olsun diye, mirasları da, arkada bıraktıklarınızın olsun diye farz kılmıştır."
[1170]
Yani zekâtı verilen
maf artık kenz değildir, temizdir ve birikmişse, sahibinin ölmesiyle onun varislerine
kalır.
İbn Ömer de aynı
anlamda:
"Zekâtını
verdiğin mal kenz değildir, yedi kat yerin altında da olsa. Zekatını
vermediğin ise kenzdir, yerin üstünde de olsa" demiştir. Aynı söz başka
sahabilerden de gelmiştir. [1171]
Yine Hz. Ömer:
"Uhud Dağı kadar altının olsa, sayısını bilip zekatını verirsen ve Allah'a
taat üzere olursan, gerisine aldırma!" demiştir. [1172]
Büyük Müfessir Taberî
de bu konudaki bütün görüşleri aktardıktan sonra:
"Zekâta tabi olup
zekâtı verilmeyen her mal kenzdi [1173],
der ve zekâtı verilen ise kenz olmaz, diye tercihini bildirir. [1174]
İşin esası ve doğrusu
bu olmakla beraber kenz'e daha değişik çerçeveler de çizilmiştir:
Ayeti kerimenin
başında Yahudi ve Hıristiyanlardan söz edildiğine bakarak kenz sadece onlar
için yerilmiştir [1175],
görüşünde olan Hz. Mua'viye isabetli görülmemiştir. Bu yergiye mü'minler de
ehl-i kitap da dahildir derken kabul gören Hz. Ebu Zerr [1176],
ihtiyaçtan fazla olarak elde tutulan her şeyi kenz sayıp, biriktirmenin en
azına dahi bu ayet tehdittir derken çok sert bulunur ve bütün bir sahabe
içerisinde o bu görüşünde tek başına kalır. [1177]
Onun böyle bir görüş beyan etmesinde, bunu söylediği zaman müslümanların
kâfirlerin karşısında çok zor şartlar yaşıyor olmalarının [1178] ve
belki de daha önemlisi, Hz. Muaviye'nin kenz'i anlamada büsbütün tefriti
temsil edip, biraz da lüks ve refah içinde yaşamasının etkisi olmuş olmalıdır.
Resûlüllah'tan duyduğu bir hadisi de bu istikamette anlaması onu bu kanaate
vardırmıştır. Ebu Zer diyor ki:
"Dostum
(Resûlüllah) bana şöyle buyurdu:
"Ebu Zer, Uhud'u görüyor musun? Görüyorum,
dedim. Uhud kadar altınım olmasını dahi istemem. Olsa, üç dinarı hariç hepsini
infak ederim." [1179]
Ebu Zer bunu yüce
hakikatleri anlatan tavsiye anlamında bir fazilet olarak değil de, bütün ümmet
için bir emir olarak anladığından bu kanaate varmıştır. Oysa bu öyle âli
makamlara layık bir tavsiye ve fazilettir. [1180]
Ali Efendimiz daireyi
ona göre biraz daha geniş tutar ve biriktirilen dörtbin dirhemden fazla mal,
zekâtı verilmiş olsa bile kenzdir, aşağısı ise nafaka sayılır, der. [1181] Bu
da cumhurun doğru dediğine muhaliftir.
Cumhurun dediğine bu
üç görüşten daha yakın bir izah da şudur:
Zekâttan başka,
olağanüstü hallerde mala terettüp edecek, esir kurtarma, açları doyurma
(zekâtın karşılamadığı sosyal güvenlik primi) gibi hakları verilmemiş mal
kenzdir, verilmiş olan ise kenz değildir. [1182]
İmdi, en doğru ve en
çok uygulanabilirliği olan görüş cumhurun görüşüdür. Bu son zikrettiğimiz
görüş, harp hali ve iktisadî konlüktürün yaşandığı olağanüstü zamanlar için en
isabetli görüş olmakla beraber, uygulanabilmesi İslâm Devletinin varlığına
bağlı olduğundan (çünkü sosyal güvenlik ve esir mübadelesi devletin
fonksiyonları arasındadır) günümüz için sözkonusu değildir. Hz. Ali'nin ve Ebu
Zerr'in görüşleri ise olağanüstü olumsuzlukların son derece şiddetlenmesi
halinde, nadiren, uygulanabilir. Bunu da yine devlet tayin eder (Allah'u
a'lem). [1183]
Soru: KDV'ye
bağlı olarak memurlara ödenen vergi iadesinin hükmü nedir? Eksik kalan
faturaların başkalarından tamamlanması caiz midir? Bir satıcıdan bir mal almadan
fatura alıp, vergi iadesinde kullanılabilir mi?
Cevap: Önce
KDV denen olayı şu haliyle benimsemediğimizi ve de İslâmî olmadığını vurgulamak
isterim. Çünkü KDV üreticiden değil, tüketiciden, bir başka ifade ile
fabrikatörden değil, işçiden ve çiftçiden alınan matrahına zarurî harcamaların
da dahil olduğu bir vergidir. Meselâ otuz tane fabrikası bulunan falan ağa,
ürettiği mallara istediği fiyatı koyarak
satar ve ilk el olduğu için devlete böyle bir vergi de ödemez. Beş-on çocuğu
bulunan, kirada oturan ve herhangi bir işe giremediği için sosyal güvenliği de
olmayan, bu yüzden çoluk-çocuğunun tedavisi dahil her türlü ihtiyacını simit
satarak karşılamaya çalışan Veli Efendi çocuğuna 4 aldığı bir lastik ayakkabıyla,
hanımına alacağı basma fistana ve ilaca KDV öder. Bu yolla devletin kasasında
toplanan KDV (enflasyon hesaba katıldığında) yarı fiyatından daha aşağıya yine
o falan ağaya teşvik kredisi olarak verilir. Falan ağa da, gerçekte aldığı
krediye faiz vermemekle beraber hatta bir de üste atmakla beraber, rakamsal
faizi maliyetine yansıtır. Mesela l00.-TL. ye satacağı malı söz konusu faizli l400.-TL.ye
satar. Beri taraftan tüketici Veli Efendi böylece KDV dışında o ağanın kredi
borcunu (faiz demiyorum) da ödemeye ortak edilir. Halbuki fakirden dolaylı ya
da dolaysız hiç bir vergi alınmamalı, mali transfer zenginden fakire doğru
olmalıdır. Şu anda durum tam tersinedir. Herhalde bu kapitalizmin gereği
olarak yapılmaktadır. Buna bağlı olarak tüketiciye ödenen vergi iadesinin en
olumsuz yönü de sadece bir sosyal güvenlik müessesesine bağlı olup prim
ödeyenlere verilmesidir. Böylece sanki devlet, "yüz verirsen on
veririm" demiş olmakta ve temelde insana değil üretime değer verildiği
gösterilmektedir. Bu da müslümanlar olarak bizim sosyal devlet anlayışımıza
uymayan bir durumdur. Buna göre KDV'yi ödeyen bizim simitçi Veli Efendi vergi
iadesi de alamayacaktır. Sebep:
İş bulup devlete prim
ödememiştir. İşte bizim anladığımız sosyal devlet, sadece hakkı olan değil,
görevleri de olan bir devlettir ve vatandaşına iş bulmak onun görevleri
arasındadır.
Sorunun diğer
bölümlerine gelince:
Vergi iadesi devletten
çalınmamakta, devlet bunu bilerek vermektedir. Hatta aldığının
belki, sadece yarısını iade etmektedir.
Bu yüzden alınmasında bir mahzur yoktur. Eksik kalan faturaların başkasından
tamamlanmasının da sakıncası yoktur. Çünkü bu iadeyi veren devlet bunu şart
koşmamakta, sadece maaşından fazla olanı kabul etmeyeceğini söylemektedir.
Onun için önemli olan, belli miktarda KDV'nin yatırıldığının faturalarla ibraz
edilmesidir. Faturalar sahte olmadıktan ve KDV'ye tabi özel fatura olduktan
sonra, şuradan ya da buradan olması önemli görülmemektedir. Herhangi bir mal
almadan fatura almakta da durum aynıdır. Yani iadeyi veren taraf (meselâ
devlet) bundan zarar değil kâr etmektedir ve eğer sorulsa kabul edeceği
açıktır. Çünkü karşılıksız fatura verdiği sanılan esnaf aslında bunu
karşılıksız veriyor değildir, bir başkasına vermesi gerekip de vermediği
faturayı vermektedir ki, bu da devletin işine gelir ve karşılığında alınan
vergi iadesi haksız yere alınmış olmaz, helâl olur (Allah'u a'lem). [1184]
Soru:
"Tasarrufu Teşvik Fonu" adıyla devlet, maaşlarımızdan zorunlu bir
kesinti yapmakta idi. Şimdi bize şu ana kadar birikmiş tasarruflarımızın yüzde
yirmi faizi "nema" adıyla iade edilmektedir ve ilk taksit olarak
bunun üçte biri ödenmektedir. Bu faizi almamız veya kullanmamız helâl olur mu?
Cevap: Önce
şunu bilmek gerekir; İslâm bir takım terimlerle ifade ettiği bîr takım
vakıalara bir hüküm verirken kendi değer yargılarına göre davranır. Daha açık
ifadesi ile, İslâm meselâ, "faiz yasaktır" derken faizin tarifini de
kendisi yapar. Buna göre bir uygulama İslâm'a göre faiz ise, başkaları ona
"kâr" da dese o yine faizdir. Aksine, İslâm'a göre faiz olmayan bir
uygulamaya başkaları faiz de dese o faiz olmaz. Meselâ İslâm'da, ihtiyaç
halinde dörde kadar evlenme vardır. Oysa bugünkü medenî hukuk beraber
yaşanılan ikinci kadını "metres" saymakta, ondan doğacak çocukları da
gayri meşru kabul etmektedir. İşte mevcut sistem böyle diyor diye İslâm bunu
gayri meşru saymaz. Bu bir.
İkinci olarak şunu da
bilmek gerekir. Müslüman kendi iradesi ile faiz muamelesine bulaşmaz. Çünkü
insanın sömürülmesinin ve yine köle haline getirilmesinin en kestirme yolu
faizdir. Bu yüzden, "faiz alana da, verene de, bunun yazışmasını yapana da
Allah lanet eder" ve böyle önemli bir konuda "faiz ihtimali taşıyan
uygulamalar dahi faizdir." Onun için de müslüman kendi iradesi ile faize
bulaşmaz.
Üçüncü olarak da şunu
bilmek gerekir:
Faiz müesseseleri olan
bankalarda her nasılsa tahakkuk eden bir faiz bulunuyorsa, onu almayıp orada
bırakmak ikinci bir hatadır, hatta akılsızlıktır. Çünkü bu sömürünün
güçlenmesine katkıda bulunmak demektir. Öyleyse mutlaka alınmalıdır. Sonra da
bu faiz ya da faiz şüphesi taşıyan para yenmemeli, faiz olduğu söylenmeden bir
hayıra, ya da –varsa- aslında alınmaması gerektiği halde alınan vergilere
verilmelidir.
Dördüncü olarak da
İslâm'ın "faiz" dediği şeyin tarifini verelim ve sizin sorunuzun
cevabına geçebilelim.
Faiz (riba):
Mubadeleli akitlerde taraflardan birisi için şart koşulan karşılıksız
fazlalıktır. [1185]
İmdi bu tarife ve
taşıdığı kayıtlara baktığımızda "Tasarrufu Teşvik Fonu Neması" için
şunları söyleyebiliriz:
1- Ortada
mubadeleli bir akit yoktur, çalışanların arzu ve iradelerine müracaat
e'dilmeden yapılan tek yönlü ve "zorunlu" bir kesinti sözkonusudur.
Sanıyorum bununla hedeflenen şey de çalışanların gelecekte bir tasarruf sahibi
olmaları değil, devletin kaynak temini, yani iç istikrazdır.
2- Devletin
verdiği "nema" için bir şart koşma sözkonusu değildir. Kesintiyi
yapan da nemayı veren de devlettir. Meselâ ben, maaşımdan böyle bir kesintinin
olduğundan dahi habersizdim.
3- Bu
uygulamada karşılıksız bir fazlalık da yoktur. Kesilen paranın-hem de aradan
yıllar geçtikten sonra- %20'si "nema" adıyla verilmekte, onun da
üçte ikisi sonraya bırakılmaktadır. Buna göre bu meblağ gerçekten
"nema" ise, yani devlet bu parayı bir yerlerde çalıştırmış da onunla
kazandığının bir miktarını tasarruf sahibine veriyorsa bu zaten faiz olmaz. Adı
üzerinde "nema" yani kâr olmuş olur. Böyle bir çalıştırma yok da
safi faiz olarak veriyorsa ortada bir fazlalık olmadığından bu yine faiz olmaz.
Çünkü değer kaybının ödenmesi İmam Ebu Yusufa göre gereklidir, yani bu faiz
değildir. Oysa "nema" denen bu "yüzde yirmi", kesilen
zorunlu tasarrufun, enflasyonla kaybolan değerinin çok çok azıdır. Aslında
maaşlarından zorunlu tasarruf fonu kesilen çalışanların bu kalan değer farkını
da isteme hakları vardır. Şunu da ilave etmemiz gerekir:
Herşeye rağmen şüphe
edenler, en azından kendilerinden kesilen kadarını tamamlayıncaya dek alırlar.
Adı ne olursa olsun kendi paralarını almış olurlar. Şüphe, olsa olsa bundan
sonrakinde olur. O kadarını da zaten vermiyorlar.
Sonuç olarak, sözünü
ettiğiniz meblağ faiz değildir, bunda faiz şüphesi de yoktur (Allah'u a'lem).
Ancak siz şüphe ediyorsanız mutlaka alır, ama bir hayıra verirsiniz. [1186]
Soru: Bir
konut kooperatifine katılacağım. Fakat devletten faizli kredi alındığı için
sakıncalıdır deniyor. Katılabilir miyim?
Cevap: Konu,
günümüzün gayr-i İslâmî toplumunun bir meselesi olması yanında bazı yönleriyle
yeni bir konudur. Onun için şahsen benim buna nihâi cevabı vermem mümkün
değildir. Bu meseleyi konu edinen ilmî toplantılara katılmış birisi olarak ancak
bir özetleme yapar ve "fetvayı, müftiler verse de sen vicdanına sor"
[1187]
hadisi şerifi gereği size bırakırım:
Konu enflasyonla
alakalıdır. Ebu Yusuf’un alışverişten ve istikrazdan doğan borçlanmalarda
değere itibar edilir ve alınan rakam değil, alınan değer ödenir, yani enflasyon
farkına itibar edilir, anlamında bir görüşü nakledilir. İbn Abidin meseleyi
inceler ve "Hanefi mezhebinde fetva sadece buna göredir' [1188]
der. Bizzat görüştüğüm, devrimizin en büyük İslâm hukukçularından Üstad Ebu
Senne ise, bu sözün Ebu Yusufa ait olması şüphelidir. Çünkü zahir rivayet
kitaplarında yoktur, demişlerdi. Konuyu bizde tartışanlar ise, İbn Abidin'in de
tercihi üzere, geçmiş borçlarda enflasyona itibar edilip, değer farkının
alınacağında hemen hemen ittifak halinde görülüyorlar. Ancak gelecekte olacak
enflasyonu hesaba katıp, onun altındaki bir faizin faiz olup olmadığı biraz
daha farklı bir mes'ele. Çok ihtiyatlı olanlar; muhtemel enflasyonun hiç olmadığını,
ya da faiz nisbetinden daha düşük puanda gerçekleştiğini varsaydığımızda
devlet belirlenen faizi almamazlık etmeyecektir, demektedirler. Diğerleri bunu
gerçekçi görmemekte ve en yetkili
ağızlar bile enflasyonun %30'dan düşük olmayacağını söylerken, % 15-20 faizli
ve uzun vadeli bir kredide pozitif faizin bulunması binde bir ihtimal bile
değildir. Bu derece zayıf bir ihtimale de hüküm bina edilmez. Sonra
müslümanlar, kendilerinden toplanan vergilerden verilen bu kredileri almamakla
iktisaden sıfırlanmakta ve devamlı zenginlerin lehine bir mali transfer
söz-konusu olmaktadır. Bir müslüman için içinde bulunduğumuz şartlar,
olağanüstü şartlardır ve bir geçiş dönemi sayılır. Binaenaleyh, bunda ayrıca
zaruret de vardır. Ancak burada, enflasyon oranı faiz oranından çok çok düşük
olduğundan pozitif faiz olmasa da bir negatif faiz gerçekleşmekte ve krediyi
alanın faiz vermesi şöyle dursun, para değerinin düşmesiyle, aldığının çok
azını vereceğinden devletten faiz almaktadır. Problem buradadır ve aslında
milletten alınan bu fazlalığın tekrar millete verilmesi şartıyla bu tür
krediler caiz olmalıdır, demektedirler. [1189]
Soru:
Serbest piyasadan, banka fiyatından biraz yüksek fiyata döviz almak caiz midir?
Cevap: Döviz
alım-satımı islâm hukukunda "sarf akdi" ne girer ki, bir paranın
diğer bir parayla satınalınması demektir. Değişik iki parayı, meselâ Türk
lirası ile Markı birbirleriyle değiştirmede ölçü, peşin olmalarıdır. Peşin
olduktan sonra, resmi kurdan, ya da karaborsadan olmasının cevaz konusunda
hiçbir farkı yoktur. Dilediğinden dilediği kârla alabilir ve satabilir. Yeter
ki, faiz maddelerinin (meselâ paranın) cinsleri farklı olanlarında faiz
sebebinin (illet) geciktirme olduğu bilinsin. Allah Rasulü Efendimiz (sav),
"Cinsler değişik olursa, peşin olmak
şartıyla, dilediğiniz gibi satın" [1190]
buyurmuş, fıkıhçılar da bunu esas almışlardır. Ömer Efendimiz (ra) de: Paranın
parayla değişiminde "bir direğin arkasına geçinceye kadar dahi veresiye
yapmayın" demiştir. Buna göre, meselâ altın ve gümüş veresiye alınıp
satılamaz. Çünkü onlar da paradırlar. Ama bunu çoğu müslümanlar, hatta çoğu
kuyumcular bilmezler. Halbuki, kişinin yapmakta olduğu işle ilgili İslâmî
hükümleri bilmesi ona, meselâ namaz kılmak gibi farz-ı ayındır. Ancak, alırken
verdiği kadar ve verdiği cinsi almak üzere borç verilmeleri farklıdır ve
caizdir. [1191]
Soru: Dört
yıl öncesine kadar Libya'da çalışan kardeşim, çalıştığı firmadan alacağı olan
5.500 doları, uzun mahkemeler sonucu, doların o zamanki fiyatı üzerinden
(600TL.) Türk Lirası olarak, şu anda %30 faiziyle birlikte alıyor. Faiziyle
beraber Dolar 900 TL. na gelmiş oluyor. Halbuki, şu anda Dolar yaklaşık 1.600
TL. Aldığı bu fark faiz olur mu?
Cevap:
Anlaşılan kardeşiniz Dolar karşılığı çalışmış, firma da kendisine dolar
borçlanmıştır. Öyleyse alacağı da dolardır. Firma eğer mevcut sistemlerin
açığından yararlanıp bunu borçlandığı zaman itibariyle Türk Lirası olarak
ödemeye kalkışıyorsa haksızlık ediyor ve borcunun bir kısmını vermiyor
demektir. O zamanki hesapla mahkemece terettüp ettirilen faiz aslında pozitif
(gerçek) bir fazlalık olmadığından faiz sayılmaz, alabilirsiniz. Hatta
herhangi bir yolla kalan farkı da alabilirsiniz. Böyle konularda Hanefi Mezhebindeki
fetva Ebu Yusuf’un görüşüne göredir. Ona göre
borçlu borcunu öderken, borçlandığı (yani borcun zimmetine yüklendiği) gündeki
değeri öder. [1192]
Soru: Altı
ay sonra alacağım bir milyon TL. yi şu anda dövize, meselâ dolara çevirebilir
miyiz?
Cevap: Bu
sorunun cevabını anlayabilmemiz için şu bilgileri tazelememiz gerekir:
1. Paranın
para ile veresiye satışı caiz değildir.
2. Sırf
Allah için bir yardım olsun, bir iş görülsün diye başkasına verilen para (ve
misli olan diğer eşya) karz'dır ve karzda, Hanefilere göre, bağlayıcı bir zaman
tayini caiz değildir. Zaten karzı faizden ayıran özellik de budur. Yoksa ben
bin lira borç versem ve buna, altı ay sonra diye bir ödeme süresi belirlesek
bu, verdiğim para ile alacağım paranın veresiye satışı olmuş olur ki, bu
faizdir. Ancak bağlayıcı olmamak üzere bir süre belirlemede de mahzur yoktur.
3. Veresiye
satışlarda zimmete geçen borca ise deyn denir ve bundaki süre bağlayıcıdır.
Türkçede karz'a da, deyn'e de borç tabir edilir. Oysa aralarında zikrettiğimiz
gibi bir fark vardır.
4. Bir
borcun, verecekliden başkasına satılması, ya da bu borç karşılığında
verecekliden başkasından bir mal (ya da hizmet) satın alınması caiz değildir. [1193]
5.
Alacaklının, bir kısım alacağını bağışlamayı kabul etmesi farklı meblağların
satışı değil, hakktnın bir kısmından vazgeçmesi demek olduğundan bu caizdir,
faiz değildir. Buna göre meselâ, bin lira (karz) alacağı olan, şu anda altı yüz
lira ver kalanını istemiyorum diyebilir. Günü gelmiş bin lira (deyn) alacağı
olan da aynı şeyi yapabilir, ayrıca misli ile ileri ve belli bir tarihe
erteleyebilir. Çünkü bu satış değil, hakkından vazgeçmekdir.
6. Günü
gelmiş bin lira (deyn) alacağını daha sonra ödemek üzere, meselâ marka
çeviremez. Çünkü bu farklı paraların veresiye satışıdır ve faiz olur. (Buna
göre, Allah'u alem, bin liralık karz alacağını, hemen kabzetmese bile, başka
bir paraya çevirebilmelidir. Çünkü karzda süre olmadığından bu, farklı
paraların veresiye satışı olmuş olmaz.) İleri bir zamandaki bin lira (deyn)
alacağını, şu anda meselâ altı yüz liraya ya da o miktar mark'a değiştiremez. Çünkü
bu paranın para ile mübadelesindeki zaman farkı, ya da farklı paraların
veresiye satışı olur ki, ikisi de faizdir. Beşinci madde ile bunu birbirine
karıştırmamak gerekir. Orada sozkonusu olan alacak karz'dır. Burada ise
deyn'den sözedilmektedir.
Bütün bunlara göre
altı ay sonra alacağınız bir milyon TL karzın dışındaki bir borç ise onu şu
anda dövize çevirip, borcu döviz olarak sürdüremezsiniz. Çünkü bu farklı paraların
veresiye satışı demektir ki, bu faizdir. Ancak günü geldiğinde onu, üzerinde
anlaşacağınız herhangi bir dövizle tahsil edebilirsiniz. Ama işin başında,
alırken meselâ mark olarak alırım diyemezsiniz. Yok eğer bu alacağınız deyn
değil de karz ise ve bağlayıcı olmasa dahi, bir süre söylenmemişse, onu (Allah'u
a'lem) şu anda herhangi bir dövize çevirmeniz ve vereceklinin artık o döviz
üzerinden borçlu olması, caiz olmalıdır. [1194]
Soru: Günlük
konulara İslâmî açıdan getirdiğiniz yorumlar için Allah sizden razı olsun.
Benim açıklamalarınıza
ihtiyaç duyduğum konu şu:
Faizsiz finans
kurumlarına gönül rahatlığı ile para yatırabilir miyiz? Aslında müslümanların
paralarının bir merkezde toplanmasının, üzerinde durulması gereken bir konu
olduğu kanaatindeyim. Evimizde altın olarak pasif bir şekilde duran küçük
tasarruflarımızın dinamik bîr güç halinde birçok insanın nafakasını temin
edeceği hayırlı ticari işlerde kullanılacağı gibi, ülke ekonomisinde de bir güç
oluşturabilir.
Fakat benim bazı
endişelerim var. Neden bu kurumlar banka faiz oranlarına yakın bîr kâr payı
veriyorlar? Ayrıca diğer bankaların % 85'e varan son faiz ayarlamalarından
sonra, bu kurumlar da kâr oranlarını yükselttiler. Vebali çok yüksek ve hassas
olan bu konuda, bir gazetede çok sık çıkan ilanlarından sonra sîze yazma
ihtiyacı duydum. Bu kurumlara gönül rahatlığı ile para yatırabilir miyiz?
Cevap:
Müslümanların iktisadi yönden de bağımsız ve güçlü olmaları önemli bir olaydır.
Medine Site Devleti'nde teşebbüs edilen ve kazanılan ilk savaş iktisadî
savaştır denebilir. Bu açıdan böyle faize (sömürüye) dayalı kapitalist bir
ekonomi ortamında İslâm'a dayalı bu tür müesseselerin kurulması doğrusu bizim
gönlümüze su serpmiştir. Ancak bunların dayandığı esas prensipler ve çalışma
biçimleri hakkında İslâm iktisatçıları henüz son sözü söylemiş değillerdir.
Belki meselenin detayını iyi bilmediğimiz için bizler gibi canhıraşane bu
müesseseleri savunanlar, faizli sisteme alternatif olduğunu söyleyenler, inancının
gereğini yaşamak isteyenlerin
çalıştıramadı kalan sermayelerinin ancak bu yolla erimekten kurtulacağını,
hatta helâlinden nemalanacağını iddia edenler, hatta daha iyimser davranarak
faizli sisteme öldürücü darbenin ancak bu yolla vurulabileceğine inananlar bulunmakla
birlikte, yine bizim basınımızda ve yine yerli ve yabancı müslüman iktisatçılar
tarafından bunların eleştirildiği ve inananların elinde âtıl halde bulunup,
mevcut kapitalist sistemlerin yaşayabilmeleri için ihtiyaç duydukları paranın,
bu sistemlere kan takviyesi olmak üzere piyasaya kazandırılma hilesi olarak
görüldüğü, bunların, adlarına kâr otaklığı demekle beraber, yaptıklarının netice
itibari ile faiz olmaktan başka bir şey olmadığı, "ihtiyacı olan öküzü,
peşin yüzbin lira bulamadığı için bir yıl vadeli faizle ikiyüz bin liraya satın
almak zorunda kalan çiftçi Mehmet Efendi'nin bu sisteme müracaat etmesiyle,
yine bir yıl sonra ödemek üzere ve yine ikiyüz bin liraya satın alabileceği,
neticede isimden başka bir şeyin değişmeyeceğini" savunanlar da oldu.
Bütün bu olanlar bu kurumların İslâmîliğinin herkesçe kabul edilebilmesi için
daha çok bilgiye ve zamana ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Sözünü ettiğiniz, kâr
oranlarının faize göre ayarlanması aslında işin püf noktasını oluşturuyor
değildir. Her ticari ortaklık kâr etmek için kurulur. Bunun için de piyasa
şartlarını göz önünde bulundurmak zorunda kalır. Eğer bu bir kâr ortaklığı ise
ve kârın dağıtılma oranı da tarafların rızasına bağlı ise, o zamanki pisaya
şartlarına göre o oranda, şu andaki piyasa şartlarına göre de bu oranda kâr
veriyorum diyebilirler. Bunu fıkhî bir baza oturtmak, ya da kitabına uydurmak o
kadar zor değildir. Bizi bu teferruata götüren sebep, bu kurumların biriyle
alâkalı olarak bir tüccarın yaşadığı bir uygulamadır:
Diğer bankalara çok
büyük miktarlarda para yatıran mevduat sahiplerine bankalar, tahakkuk edecek
faizin dışında hediye adıyla çeşitli ödemelerde bulunmaktadırlar. Ben de bunu
emsal göstererek aynı şeyi paramı yatırdığım. [1195]
Finans Kurumundan istedim. Onlar da bir ön şart olarak bana on-beş milyon
değerinde bir bilgisayar vermeyi kabul ettiler. Şimdi benim bunu almam caiz
midir? Diye soruyordu bu tüccar." İşte İslâm nokta-i nazarından kitabına
uydurulamayacak uygulamaların bir örneğidir bu. Bu alışveriş akdinde, akdin
gerektirmediği bir şarttır ve muamelenin fasit (faizli) bir muamele olmasını sonuç
verir. Aslında bu müesseselerin değerli ve güvenilir fıkıh danışmanları
bulunduğuna ve bu gibi uygulamaların onların gözünden kaçmayacağına göre,
"acaba kazanma hırsı müslümanları, menfi cevap alacakları şeylerin hükmünü
sormamaya mı itiyor?" Diye aklımıza takılıyor. Bizi, ihtiyaç kaydını ihmal
etmekle beraber bu müesseseleri; faiz (sömürü) sistemine alternatif olarak
kuruldukları, en az Türkiye'deki hissedarlarının inanan insanlar olduğu,
uygulamalarını güvenilir fıkıhçılara danışarak yaptıkları ve belki de daha
önemlisi elindeki üç-beş kuruş tasarrufu kapitalizmin çarkları arasında eriyen
müslümanlara bir başka alternatif gösteremediğimiz için tavsiye ediyor ve yaşamalarında
fayda görüyoruz. Ama bu tür fasit uygulamalar gördükçe de daha çok kazanma
hırsının, müslümanları dahi fikren müslüman olmakla beraber fiilen kapitalisti
eştireceğin den korkuyoruz. [1196]
Soru:
"Faizsiz finans kurumları hakkında verdiğiniz bilgileri ilgi ile okudum.
Bir miktar rahatlatıcı şeyler söylemiş olmakla beraber, tedirginlik içinde
"yutkunmak" mecburiyetinde kalmışsınız. Şimdi lütfen şu sorularımıza
cevap verin:
1-
Milyonların ihtiyaç içerisinde ızdırap çektiği bîr ülkede, zenginleşebilmek,
bankada mevduat biriktirmek caiz midir?
2- 1400
küsur yıllık İslâm tarihinde "inanmış" zenginlerden bir kaç isim
verebilir misiniz? (İmam Azam'dan sözetmeyin lütfen. Çünkü onun devrinde
çaresizlik içinde kıvrananlar yoktu.)
3- İki yıl
önce bir dergi söz konusu faizsiz banka(!) yöneticilerinden birinin otuz yedi
milyar mal varlığından sözetmişti. Türkiyemizde ilâhî ölçülere bağlı olarak bu
miktarı biriktirmek mümkün olabilir mi?
4- Meşru bir
işe gayri meşrular ölçü alınabilir mi? Bunların kendilerini bankalara
uyarlamaları niçin?
5- Meşru bir
teşebbüs %I00 kâr vereceğim diyebilir mi? Ticaretin sonucu sadece kâr mıdır?
6- Günümüzde
mü'minlerin zengin oluşları beni maalesef sevindirmiyor. Görüyorum ki,
"cîfe" haline getirilmiş zavallı vatanımı ısırarak, kanatarak ve
yırtarak geliyorlar o iğrenç noktalara. (İstisnası oldukça az) Zenginlerin
çoğunu bıçaksız katiller olarak görüyorum. İnşaallah yanılan ben olurum."
Cevap:
Sözkonusu yazımızda biraz "yutkunmak" zorunda kalmış olsak dahi bu
müesseseler hakkında bildiklerimizi söylemeye çalışmış ve bunlardan birisinin
bir müşterisinin bize anlattığı uygulamanın fasit, yani faizli bir akid
olduğunu bunların bankalarla olan irtibatlarının mahiyet ve düzeyini henüz iyi
bilmediğimi, kâr oranı ayarlamalarının tarafların rızasına bağlı olduktan
sonra akde zarar vermeyeceğini, güvenilir fıkıh danışmanlarının bulunduğunu ve
muamelelerinde onlara danışma prensibiyle çalıştıklarını, bizim biraz da müslümanlara
başka alternatif gösteremeyeceğimiz için bunları gözden çıkaramayacağımızı
anlatmaya çalışmıştık. Şimdi çalışma prensiplerini biraz daha yakından
öğrenmemizin gereği anlaşılmış oldu.
Sorularınızın her biri
müstakil bir cevap isteyen sorular olmakla beraber kısaca cevaplamaya çalışayım:
1- Bir şeyin
caiz olup olmaması ile en iyi davranış olup olmaması farklı şeylerdir. Şu anda
meşru ölçülerle çalışan bir kâr ortaklığı sistemine müslümanın parasıyla ortak
olması caizdir. Ama belki bu, en rasyonel seçenek olmamış olabilir. O takdirde ona
alternatif bulmak gerekir. Bunu kendisi bilmiyorsa elinden tutan da yoksa,
iktisaden sıfırlansın mı, yoksa hiç olmazsa mal varlığını korusun mu?
2- İslâm
özel mülkiyete karşı olmadığı gibi servete simr da getirmemiştir. Karşı olduğu
şey insanın malın kulu (abdü'd-dinar) olmasıdır. Bu derekeye düşmeyen bir
müslümanın zengin olması fakir olmasından daha iyidir. Hz. Süleyman, Hz.
İbrahim, Osman ve Abdurrahman b. Avf Efendilerimiz servetin kulu olmayan
zenginlerimize misâldirler. Ne var ki, zenginlerin "abdü'd-dinar"
olmamaları çok zor bir imtihan konusudur ve bunda başarılı olanlar çok çok
azdır. Fakat, Kur'ân-ı Kerim'i bu açıdan baştan sona taramış ve çıkan manzara
karşısında hayrete düşmüştüm. Yüzü aşkın ayet-i kerime zenginliğin
tehlikelerinden, azdırıp helâkına sebep olduğu kavimlerden söz ederken, bir tek
ayetin dahi fakirliğin tehlikelerinden sözetmemesi cidden çok düşündürücüdür.
Halbuki kapitalist sistemlerde zenginlik sosyal ya da iktisadî bir risk
değildir. İslâm'da ferdin zenginliğinden çok toplumun (devletin) zenginliği
istenmiştir. Kapilatizmde olduğu gibi
zengin olmak için çalışma yoktur. Ama Allah zengin ederse, şükür de nimete göre
değişir.
3- Zengin
olmanın yolu bir değildir. Biz bir insanın nereden kazandığını bilemediğimiz
malı için haramdır dersek bu bizi servete, komünizmde olduğu gibi bir karşı
oluşa götürür.
4- Bu
kurumların bankalarla olan ilişkisini, dediğim gibi, araştırmayı deneyeceğim.
Şu anda iyi bilmiyorum.
5- Kâr
baştan garanti edilemez. Ama akıllıca teşebbüslerde bulunarak hiç zarar
edilmeyebilir. Onların söylediği de budur sanıyorum.
6-
Değindiğimiz gibi, tehlikeli olan, mü'minin zengin olması değil, zenginin
mü'minliğini unutması ve daha çok kazanma ihtirasının kurbanı olmasıdır. [1197]
Soru:
Mü'tnin bir kardeşimizin dükkânını 1 Ocak 1989'dan geçerli olmak üzere ayda iki
milyon kira ve on milyon depozito ile kiraladım. Anlaşmamız bittikten birkaç
gün sonra ben kiralamadan vazgeçtim ve anlaşmayı bozmak istedim. Zaten henüz I
Ocak, yani akdin başlama tarihi de gelmiş değil. Karşı tarafın bunu kabul
etmeme hakkı var mıdır?
Cevap:
Kiralama ya da ücret akdi bağlayıcı bir akiddir ve anlaşma bittikten sonra tek
taraflı olarak feshedilemez. Böyle bir akid ileriki bir zamana (sizin
yaptığınız gibi, meselâ önümüzdeki ocağın birine) nisbet edilebilir ve oradan
itibaren başlaması kararlaştırılabilir. Ama bu durumda dahi sözleşme bittiği
andan itibaren akid bağlayıcı olur, vakti gelmedi diye feshe kalkışılamaz. [1198]
Anlaşma süresinin sonu -bir yıl, beş yıl gibi- belli değil de, aylığı şu
kadara, dîye akid yapılmışsa, her ay akid için müstakil bir zaman birimi
olacağından, gelecek ay için her iki tarafın da akdi feshetme hakkı vardır. Ama
her gelen aydan bir-gün ve bir gece geçtikten sonra akid o aya da sirayet
edeceğinden artık ayın sonuna kadar hiç birinin fesih hakkı yoktur. Sözleşmede
ay yerine sene zikredilmişse taraflar için fesih hakkı kaç sene zikredilmişse
ancak o senelerin sonunda doğar. [1199]
Ancak sadece Hanefî
Mezhebinde kiralama akdinin gayesine (mucibine) engel bir özür ortaya çıkarsa
akid münfesih olur ve tek taraflı bozulabilir. [1200]
Meselâ düğün için bir salon kiralayan birisi, gelin adayının ölümü, başkasına
kaçması gibi bir sebeple düğün yapamayacak olsa akdi feshedebilir. Diğer
mezheplerde ise kiralama akdi hiç bir surette tek taraflı olarak fesholunamaz. [1201]
Soru: Sakalı
seyrek olanların sakal bırakması nasıl olacak? Kesmesi mi daha doğru? Sakal
bırakırken hanımlara sorulması gerekir diyorlar?
Cevap: Sakal
bırakmamaya serî bir sebep yoksa seyrektir diye sakal bırakmamak olmaz. Sakalı
seyrek olandan istenen de seyrek sakal bırakmasıdır. Herhalde ona, "Niçin
filanca gibi gür sakal bırakmadın?" Diye sorulmayacaktır. Sakal
bırakmaktan gaye, yakışıklı olmak olsaydı öyle bir şey denebilirdi. Halbuki
sakalı Allah Rasulü Efendimiz "fıtrat"tan, yani Allah (cc)'ın seçtiği
ve görmek istediği yaratılış biçiminden olarak nitelemiş [1202],
Allah da fıtratın değiştirilmesi için uğraşanların cehennemlik olduklarını
bildirmiştir. [1203]
Fıtratın gereği olan bir konuda hanımdan ya da herhangi bir kimseden izin
istemek ise birisinin malı için bir başkasından izin istemesine benzer. Rasûlüllah
Efendimiz (sav) "yaratana isyan söz konusu olduğunda, yaratılana itaat
edilmez" hadis-i şerifiyle bu konuya ışık tutar. Tıpkı bunun gibi, meselâ
kadın da başını kapatmak
için kocasından izin almak zorunda değildir. Ancak farzla sünnet tearuz
ettiğinde farzın tercih edileceği de ittifakla kabul edilen fıkhî bir esastır.
[1204]
Soru:
Sünnete uygun saç nasıl olmalıdır?
Cevap:
Sünnet Rasulüllah Efendimiz (sav)'ın tutunduğu yol, yaptığı, söylediği ve
beğendiği olduğuna göre, bu sorunun cevabı için şunları bilmemiz yeterli olur,
sanırım:
"Onun saçları
omuzlarına inerdi. (Bazen) kulak yumuşağına kadar inerdi. Omuzlarına
yaklaşırdı. Kulakları ile omuzları arasına ulaşırdı. Saçları ne kıvırcıktı ne
de düz, ikisi arası dalgalıydı. (Bazen) kulaklarına ulaşmazdı. Toplu (gür)
saçı vardı. Saçı gürdü ama omuzlarını örtecek kadar da değildi. Saçını dört
betik yaptığı görülmüştü. Ehl-i Kitap saçlarını olduğu gibi sarkıtırlar,
müşrikler de ikiye ayırırlardı. Rasulüllah Efendimiz (sav) emredilmediği
konularda ehli kitaba uymayı yeğlerdi. Bu yüzden saçını ayırmadan sarkıttı,
sonra da ikiye ayırdı ve ayırmayı emretti.” [1205]
Saçı başkalarına benzememek için değişik tutmayı emrederdi. [1206]
Kesilen saçın gömülmesini emredirdi. [1207]
Herşey de... Hatta saçını tarama da sağdan başlamayı severdi. [1208]
Sık sık saç taramayı yasaklamıştı. [1209]
Kendisi de zaman zaman
(aralıklı) tarardı. [1210]
Saçın arkasını alıp önünü bırakmayın [1211] Ya
hepsini kesin veya hepsini bırakın, buyurmuştu. [1212]
Kendisi de başının ya hepsini traş eder veya hepsini bırakırdı. Bir kısmını
tıraş edip, bir kısmını bıraktığı olmazdı. Hac dışında saçının tamamını tıraş
ettiğine dair sahih haber yoktur. [1213]
Ahmed b. Hanbel başın tamamen tıraş edilmesini son derece mekruh görürdü.
Ma'mer'in de mekruh gördüğünü söylerdi ve bu konuda Hz. Ömer'in sözüne
dayanırdı. Ömer (ra) bir adama:
"Eğer (başım)
tıraşlı görürsem senin kafanı kırarım" demişti. [1214]
Saçını çok yağlardı (iyi bakardı) [1215]
Bir defasında saçı dağınık birisini görmüştü de "bu adam saçını düzeltecek bir şey bulamaz mı?" diye
buyurmuşlardı. [1216]
Yahudi ve Hıristiyanlara benzememek için saçın boyanmasını emrederdi. [1217]
Görüldüğü gibi Rasûlüllah Efendimiz müslümanlardan sabit bir saç şekli
istememiş ve bu konuda da başkalarına benzememeyi esas almıştır. İmdi bir kişi
Rasulüllah'a benzemek maksadıyla onun uyguladığı herhangi bir saç biçimini
uygularsa bu konudaki sünneti yaşamış ve sevap almış olur. Ama uygulamanın
ruhunu (illetini) düşünüp şu anda İslâm'ı hatırlatan bir tıraş biçimi benimser,
bir başka ifade ile saçı konusunda da gayr-i müslimlere benzemezse (Allah'u
a'lem) daha güzelini yapmış olur. Çünkü niyyet sağlam olsa dahi başkalarını
hatırlatan, ya da İslâm'ı hatırlatmayan bir saç biçimi,
olsa olsa günah kazandırmamış olur,
şeklen tebliğ sevabından mahrum kılar. [1218]
Soru:
Sarıkla İslâm'ın ilgisi nedir?
Cevap:
Sarığın İslâm'ın bir şiarı (görüldüğünde İslâm'ı hatırlatan bir işaret)
olduğunu İslâm alimleri tescil etmişlerdir. Rasulüllah Efendimiz (sav)'in
sarık sardığı ve sarıkla namaz kıldırdığı sabittir. Ama sarık, namazın değil,
İslâm'ın şiarıdır. Yani sadece namaza has bir kıyafet değildir. Namaz da
saranlar, başka yerlerde saramadıklarından, hiç olmazsa bu şiarı namazda
gösterebilme düşüncelerinden ötürü bunu yapıyor olmalıdırlar. Gerçi sarığın,
namazın bir sünneti olduğunu söyleyenler de vardır. [1219]
Fakat sarıkla kılınan namazın faziletinden sözeden hadisler, ya mevzudur
(uydurma), ya da asılları yoktur. Diğer yönden, bazan hadis olarak, bazan da
Hz. Ali'ye nisbeten söylenen, "sarık Arap'ın tacıdır" anlamındaki,
sarığı kavmi bir şiar olarak gösteren haber ve benzerleri, mevzuat kitaplarında
yer alır ve hepsinin zayıf olduğu söylenir. [1220]
Ebu Davud'un ve daha başkalarının rivayet ettikleri:
"Müşriklerle
bizim aramızdaki fark, kalensüveler üzerindeki sarıklardır", hadisi her
ne kadar şahinlik derecesine ulaşmış değilse de birçok rivayetlerle
desteklendiği için zayıf da sayılmamıştır. Meselâ İmam Suyutî, "sarık
sarın, sizden önceki milletlere muhalefet edin" hadisi ile, "size
sarık yaraşır, çünkü o, meleklerin simasıdır" hadisini buna şahid olarak
zikreder. [1221] İbn Asâkir Tarih'inde
İmam Malik'in "sarığın terki uygun olmaz.
Ben daha yüzümde tüy
bitmemişken sarık sardım" [1222]
dediğini nakleder. Suyutî, sadece siyah renkle alakalı bir sadette ve tek bir
yerde Rasulüllah (sav)'ın ve sahabenin sarık giydiklerine dair elliye yakın
rivayet verir. [1223]
Yine Cebrail'in sarıklı olarak indiği, meleklerin sarıklı olarak yardıma
geldikleri hakkındaki rivayetler de sarığın bir şiar olduğunu gösterir.
Rasûlüllah (sav)'ın kendisini temsîlen gönderdiği kimselere, bizzat kendi
eliyle sarık sarması şeklen de temsil etmenin istendiğine bir delildir. Münavi;
"sarık peygamberlerin sünneti, nebilerin ve sâdâtın adetidir" der. İbnü'l
Arabî de, sarığın başın sünneti, peygamberlerin ve sadâtın âdeti olduğunu
söyler. Sarığın vazgeçilmez bir şiar olduğundandır ki, Yahudiler ve
Hıristiyanların da sarık giymeleri halinde, onlara sarığı terk etmekle değil
de rengini değişik tutmakla muhalefet edilmesinin söylenmesidir. Allâme M.
Bahît bu konuda yazdığı müstakil bir risalede sarık hakkındaki haber ve
uygulamaları naklettikten ve İbn Ömer'in, "sarık sünnet midir?"
sorusuna "evet" cevabını verdiğini aktardıktan sonra, "bütün
bunlardan anlaşılmış oldu ki, sarık giymek bir sünnettir, sarık müslümanların
şiarıdır, müslüman başkalarından onunla ayrılır" hükmünü verir. Ancak
sünneti sünnet olarak görmek ve farza ya da vacibe engel olduğu yerde farzı ya
da vacibi tercih etmek gerektiğini de "nasların tearuzu" çerçevesinde
iyi bilmek gerekir. [1224]
Soru:
Sarıksız olarak giyilen takkelerin papaların takkesine benzediği söyleniyor,
doğru mudur?
Cevap:
Papanın ya da yahudilerin takkesi kafanın tepesinde kalmak üzere oldukça küçük
ve karekteristiktir. Müslümanların giydiği takkeden kolayca ayrılır. Bu
bakımdan aralarında benzerlik yoktur. Kaldı ki, benzerlikte esas olan bizim
onlara benzemememizdir. Onların bize benzemesi onları ilgilendirir. Rasûlüllah
Efendimiz (sav)'ın sarığın altından kalensüve, kalensüvesiz sarık, sarıksız
kalensüve giydiği vakidir. [1225]
Bilindiği gibi takke de kalensüvedir. Rasûlüllah giymiş olduktan sonra müslüman
için örnek tamamdır. Ne var ki, takke ne namazın sünnetlerinden ne de
adabındandır. Namaza kalkılırken giyilmesi iki sebepten birine bağlı olmalıdır:
1. İslâm'da
örf bir hukuk kaynağıdır ve baş açık namaz kılmak örfen hoş karşılanmayan yerde
mekruh olacağından taşıma kolaylığı olan takke bu kerahati önleyecektir.
2. Namazda
başı açmanın örfen kerih görülmediği yerlerde "her namazda zinetinizi edinin" [1226]
ayetine hiç olmazsa bir takke ile uyulmuş olacaktır (Allah'u a'lem).
Ancak namazda ve namaz
dışında diye ayırmadan sırf Rasûlüllah giydi diye giyen, -eğer bununla başka
sünnetlere veya vaciplere mani olmayacaksa- sünnete uymuş olma sevabı alır. [1227]
Soru: Kot
pantolon giymek caiz midir, değil midir? Değilse niçin?
Cevap:
İslâm'da elbise çeşitleri teker teker sayılıp, her birerlerinin hükmü ayrı
ayrı bildirilmiş değildir. Asırlar boyunca binlerce çeşit elbise ortaya
çıktığına ve çıkacağına göre bu zaten mümkün
de değildir. Ancak İslâm'da, her şey için olduğu gibi elbise için de genel
kaideler vardır. Her ortaya çıkan elbise çeşidini alimlerimiz o kaidelere göre
değerlendirirler. Buna göre erkek için:
Avretini örtecek,
sıcak ve soğuğa karşı koruyacak kadarı farzdır. Zaruret miktarını aşıp, bir
müslüman olarak görünümünü güzelleştirecek miktarı, yerine göre izar, rida,
cübbe, gömlek ve sarıkla takımı tamamlaması müstehaptır. Çünkü Allah (cc),
nimetinin belirtisini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır. [1228]
Rasûlüllah Efendimiz (sav):
"Elbisenizi güzel yapın eşyanızı düzgün
tutun ve insanlar içerisinde beyaz tepecikler gibi olun"
buyurmuşlardır. Özellikle cuma ve bayramlarda muhtaçları rahatsız etmeyecek
ölçüde temiz ve yeni giymek mubahtır. Tamamen kırmızı ve bazılarına göre sarı
renkte elbiseler giymek mekruhtur, kibir, caka ve yabancı kadınlara güzel görünmek
gayesi ile giyilen, gayri müslimlerin özel elbiselerine benzeyen ve saf
ipekten dokunmuş elbiseler ise haramdır. Avret olan bölgelerin rengini
gösterecek ölçüde şeffaf olan, hiç giyilmemiş sayılır (haramdır). Kalın olmakla
beraber yine avret mahallerinin şeklini belli edecek ölçüde dar olan elbise
giymek mekruhtur. Baş, kol vb. avret olmayan organların açık ya da kapalı
olması müslümanların örfüne göre hüküm alır. Müslümanlarca anormal görülen
yerde mekruh, görülmeyen yerde mubah olur. [1229] Buna
göre kot pantolon giyilmesinde bir mahzur olmamakla beraber:
1. Bazan
vücuda yapışır ölçüde çok dar olarak giyildiği,
2. Ve
müslümanlarca genellikle hoş karşılanmadığı için mekruh olmaktan, yani tamamen
mahzursuz bulunmaktan da uzak değildir (Allah'u a'lem). Bu mahzurların olmaması
halinde...[1230]
Soru:
Kıravat takmak mahzurlu mudur?
Cevap:
İslâm, şahsiyet istiklâline çok önem verdiğinden Rasulullah Efendimiz (sav) çok
küçük denebilecek hal ve hareketlerde bile başkalarına benzemekten
nehyetmtştir. Çünkü "kalıbı ile başkalarına benzeyenin kalbi ile de
benzeyeceği" psikolojinin dahi kabullendiği bir gerçektir. "Kim bir kavme benzemeye çalışırsa ondandır"
[1231]
hadis-i şerifi de bunu anlatıyor olmalıdır. Ancak bu hadis-i şerifte "benzeyen" değil de "benzemeye çalışan" anlamında
"teşebbehe" kelimesi kullanılmıştır. Öyle ise yasak edilen
benzemenin:
1. Bir kavme
benzeme (ona has bir hal ve hareketi yapma),
2. Benzeme için
özel çaba gösterme (tekellüf) gibi iki şartı vardır, diyebiliriz. Bu açıdan
baktığımızda
a. Kıravat
şu anda bir kavmin özelliği değildir,
b. Kıravat,
falanca kavme benzemek için giyiliyor değildir. Ancak şöyle söylenebilir:
Müslümanların
başkalarına benzemesi haram ya da mekruh olduğu gibi, kendilerine benzemesi
(İslâm'a has elbiseler giymesi) de farz ya da sünnettir. Kıravat ise İslâm'a
has bir giysi olmadığına göre, giyilmesi en azından İslâmî olanı giymeye
engeldir. Öyleyse mahzurludur. Bu mantıkta haklılık payı yok değildir. Binaenaleyh,
nötr, yani giyilip giyilmemesinin bir şey değiştirmeyeceği bir ortamda her
halde en iyisi giymemektir. Ama içinde yaşadığımız ortam nötr değildir ve
özellikle resmî dairelerde çalışanlar ve oralarla çokça münasebeti olanlar
giymemekle bir şey yapmış olacak da
değillerdir. Öyle ise en azından belli yerlerde bulunanlar kıravatsızlığı
mesele yapmamalı ve kibir ve cazibe kazanma gayesiyle giymedikten sonra,
kişilerin elbisesi ile karşılandığı günümüzde gerekiyorsa bunu bazı tüccarlar
dahi kullanmalıdır. Tâ, kabuğa önem veren bu kanaat değişinceye dek. Ancak,
şuna da işaret etmek gerekir ki, temel hak ve hürriyetlerden sözeden resmî
ideolojiler insanların özel hayatlarına, bu arada giysilerine karıştıkları
oranda baskıcı ve diktatörlüktürler. Zira bu hareket kendi dinleri olan
ideolojilerini dikte etme demektir. [1232]
Soru:
Peygamber Efendimiz (sav)'in bazı sünnetlerini bugün yaşayamıyoruz. Bundan ne
ölçüde sorumlu oluruz? Meselâ saçlarımıza zeytinyağı sürmek, ya da sürme çekmek
gibi. Bugünün sanayi zeytinyağı ve eczanelerdeki sürme ile bu sünnet yerine
getirilmiş olur mu?
Cevap: Gerçekten
de Allah Rasulü Efendimiz (sav)'in:
"Zeytinyağı yiyin ve onunla yağlanın, çünkü o
mübarek bir ağaçtandır" [1233]
buyurduğu sahih hadis kitaplarımızda geçmektedir. Bazı kitaplarda:
"Çünkü o hoş ve
mübarektir... Çünkü onda yetmiş derde deva vardır, cüzzam da bunlardan biridir",
"Basura iyi gelir" [1234]
gibi ilaveler de vardır. Sürme hakkında ise "Sürmenizin iyisi ismid'den olandır. O gözü cilalar, tüyü bitirir"
[1235]
buyurulmuştur. Anlaşılacağı gibi, her ikisi de tıbbî birer tavsiye
niteliğindedirler. Yani zevâid sünnetten sayılırlar. Bu yüzden terkeden, eğer
hafife alarak terkediyor değilse, günah işlemiş sayılmaz. Sadece tıbbî
faydalarını düşünerek kullanan, tıbbî faydasından yararlanmış olur. Nitekim
modern tıp, hem
"ismid" denen taştan yapılan sürmenin göze faydalarını, hem de
zeytinyağının saç dibi hücrelerini ve cildi besleyici özelliğini tesbit etmiş
durumdadır. Bunları bir sünnet olarak düşünüp tatbik edenler ise hem tıbbî
faydalarından istifade ederler, hem de sünnet sevabı alırlar.
Zeytinyağı tabii
zeytinyağı olduktan sonra modern sanayi tesislerinde yapılmış olması bir şey
değiştirmez. Sürmeye gelince, bugün bir kozmetik aksesuarı olarak eczanelerde
satılan sürmeler "ismid" olmadığı ve göze ve cilde faydadan çok
zarar verdiği için, ona aynı şeyi söyleyemeyiz. O safi bir süs aracıdır.
Sağlığa zararlı ise mekruhtur. Değilse niçin kullanıldığına bakılır. Eşi için
kullanmışsa müstehap olur (Allah'u a'lem). [1236]
Soru: Selam
verirken eğilmek, bazı insanlara isteyerek ya da istemeyerek saygı göstermek
için ayağa kalkmak, namazlardan sonra imamın, "tekabbelellah"
diyenleri, elini göğsüne koyarak selâmlaması mahzurlu mudur?
Cevap:
1- Rasûlüllah
Efendimiz (sav) bir defasında bastonuna dayanarak bir grup sahabinin yanına
girdi, onlar da ayağa kalktılar. Bunun üzerine:
"Acemlerin birbirlerini yücelterek
kalktıkları gibi siz de ayağa kalkmayın" buyurdular [1237]
2- Bir
defasında da: "Kim insanların
kendisi için hazırola geçmesinden (el pençe divan durmasından) hoşlanırsa
ateşten yerine hazırlansın" buyurdular. [1238]
3- Diğer bir
defasında Sa'd b. Mu'az'ı istemişlerdi, gelince yanında bulunanlara:
"Efendinize
(ya da hayırlınıza) ayağa kalkın" buyurdular. [1239]
Bu hadis-i şerifleri
birarada düşünen alimlerimiz şunları söylemişlerdir: Meselâ Ebul Velid İbn
Rüşd şunları demiştir. Ayağa kalkma dört türlü olabilir.
a- Haram olan: Kibir ve yücelik taslayıp,
ayağa kalkanlar karşısında kendini büyük gören için kalkmak.
b- Mekruh olan: Kendini ayağa kalkanların
karşısında böyle görmemekle beraber bu yüzden kalbine birşeyler gelebilecek
olan ve kalkıldığında zorbalara benzerliği ortaya çıkan için kalkmak.
c- Caiz olan: Kalkılmasını istemeyen ve
zorbalara benzeme sözkonusu olmayan kimseler için bir iyilik ve ikram olmak
üzere ayğa kalkmak.
d- Müstehap olan: Yolculuktan gelen birisi
için sevinç gösterisi ve selamlama niyetiyle ve yan bir nimete kavuşanın
nimetini tebrik, bir musibete uğrayanı teselli etmek için ayağa kalkmak. [1240]
Haram olan kalkmaya
bir de zengine malı-mülkü için kalkmayı katmak gerekir. Rasûlüllah Efendimiz
(sav): "Kim bir zengine eğilir, onu
yücelttiği ve elindekilere göz diktiği için kendini küçültürse şahsiyetinin
üçte ikisi ve dinin yarısı gider" [1241]
buyurmuşlardır.
Bazı fıkıh
kitaplarında; "Mescidde oturanın ve Kur'ân okuyanın da yanlarına giren
için -eğer kalkılmağa layık birisi ise- saygı için kalkmaları mekruh
olmaz" denir. [1242]
Tahavî, "Ayağa
kalkmanın kendisi (liaynihi) mekruh değildir. Mekruh (haram) olan ayağa kalkılmasından
hoşlanmak ve kalkılmayacak kimse için kalkmaktır" derken, İbn Vehbân:
"Bana göre
günümüzde ayağa kalkılması güzel (müstehap) olmalıdır. Çünkü kalkılmaması kin,
buğz ve düşmanlığa -özellikle de kalkma adeti olan yerlerde- sebep
olabilmektedir" der. [1243]
Ezraî ise; "Hatta günümüzde, İbn Abdisselam'ın da işaret ettiği gibi, düşmanlığı
ve ilişkilerin kesilmesini önlemek için kalkmak vacip bile olmuştur, mefsedetleri
önleme cümlesine dahil olmuştur" görüşünü bildirir. [1244]
Ama onun bu görüşünü el-Mekkî, büyük günahları saydığı kitabında "üçyüz
doksan yedinci büyük günah, halkın kendisine saygı ve hürmetle kalkmasını insanın
sevmesidir" başlığı altında verir. Sonra yukarıya aldığımız hadis-i
şerifleri vererek:
"Demek ki, ilim,
şeref, ahlâk, evlat-baba ilişkisi, arkadaşlık vb. duygularla kalkmanın mahzuru
yoktur. Hatta Nevevî'nin bunu kabul etmeyenlere cevap olarak yazdığı bir
risalesi vardır" der. [1245]
Asr-ı saadette
mü'minlerin Hz. Peygamberi gördüklerinde ayağa kalkma adetleri yoktu. Hatta
Enes b. Malik der ki:
İnsanların Hz.
Peygamberden daha çok sevdikleri bir kimse yoktu. Buna rağmen onu gördüklerinde
ayağa kalkmazlardı. Çünkü onun bundan hoşlanmadığını bilirlerdi. Fakat uzaktan
gelen birisini karşılamak üzere ayağa kalkarlardı. [1246]
İmdi hadis-i şerifleri
de gözönünde bulundurarak söylenenleri özetlersek:
1-
İnsanların kendileri için ayağa kalkılmasını ve el pençe divan durulmasını
sevmeleri ve istemeleri haramdır.
2- İlim
ehli, edepli, ahlâklı kimseler, baba, dede gibi yakınlar, yolculuktan gelenler
için bir gönül alma ve ikram için kalkmak güzeldir, (müstehaptır)
3- İnsanlara
zenginliklerinden ötürü ayağa kalkmak haramdır.
4-
Kalkılmadığı takdirde, bu hareketin saygısızlık sayılacağı, kine, buğza ve
düşmanlığa, ya da kalkmayanın başka bir zarar görmesine sebep olacağı yerlerde
ayağa kalkmak, kalkan için mahzurlu değildir, ama kalkılan için haramdır.
Eğilerek selam vermeye
gelince bu da yasaklanmıştır. Bir kardeşiyle karşılaştığında eğilen kişinin
durumunu Rasulüllah'a sordular da:
"Hayır, yapmasın!" buyurdu. [1247]
Çünkü rüku ve secde Allah'tan başkasına yapılmaz. Selâm maksadıyla bunlar,
bizim şeriatimiz dışındaki şeriatlerde yapılırdı.
Namazlardan sonra
elini göğsüne koyarak "tekabbelellah" gibi bir şey söylemek de
selef-i salihimizin yapmadığı bir bid'attır ve terkedilmesi gerekir. Ancak
bid'at olan bunu söylemek değil, -çünkü o bir duâdır- bunu söylerken elini
göğsüne getirmesidir. [1248]
Soru:
Camimizde sabah namazından sonra Yâsîn-i Şerif okunuyor. Bu hal namazın
parçası durumuna geldi. Cemaat beklemek zorunda kalıyor. Bu davranışımız
sünnete uygun mudur? Ayrıca okunan o Yâsîn-i Şeriften sonra musafaha yapılıyordu.
Şimdi sadece cuma günleri yapılıyor. Bunun durumu nedir?
Cevap:
Kur'ân-ı Kerim'den bir sûre, hatta Kur'ân'ın kalbi olarak "Yâsîn"i
şerifi okumak, hele manasını düşünerek okumak güzel bir şeydir. Bu, başka zaman
okunabileceği gibi sabah namazının arkasından da okunabilir. Cemaat sabredip
dinliyorsa, onlar da dinleme sevabı almış olur. Ancak bunu namazın bir devamı
ve tamamlayıcısı gibi okumak da öyle dinlemek de bid'attir. Keşke cemaat
bilinçli olsa, dînleyecekse, zorunluluk olmadığını bilerek dinlese ve sevap
alsa, işi olduğu zaman da rahatlıkla çıksa, çıktığında da diğerleri tarafından
kınanmasa. Ama çoğunlukla böyle olmuyor ve kaş yapayım derken göz çıkarılıyor.
Bunu yapan İmamlar da bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Bunu yapacaklarına
keşke tek bir ayetin manasını açıklasalardı. O zaman Kur'ân'ın sözleri
kulaklarımıza çarpıp, mum alevine çarpan pervaneler gibi yere düşmezdi, biz de
onunla dirilmiş olurduk. Musafaha için de aynı şeyi söyleyeceğiz. Aslında
sünnet olan bir iş olmakla beraber, namazların arkasından namazın bir gereği
gibi görülerek yapılması ve terkedildiğinde kınanmayı gerektiren bir adet
halini alması bid'attır ve terkedilmesi gerekir. Yoksa musafaha namazın
arkasından da yapılır önünden de yapılır. [1249] Bu
tür uygulamaların çoğu insanı camiden ve cemaatten uzaklaştırdığı maalesef, bir
gerçektir ve bunu yapan zavallılar kendilerini kandırmaktadırlar. [1250]
Soru:
Öğrenmek istediğim bir mes'ele daha var. Bir süre önce bir köşe yazarınız
"Muhammed" isminin bilinçsizce kullanıldığına dair bir yazı yazdı.
Halbuki bizim bildiğimize göre Rasûlüllah kendi isminin konulmasını teşvik etmişlerdir?
Cevap:
Sözünü ettiğiniz yazıyı okumak maalesef nasip olmadı. Ancak bu konuda
bilinenleri özetlemeye çalışırsak şunları söyleyebiliriz:
Rasûlüllah Efendimiz
(sav), babaların çocuklarına güzel isimler vermelerini emretmiş, Kıyamet günü
insanların isimleriyle çağırılacaklarını, isimlerin sahipleri üzerinde etkili
olacağını bildirmişti. En güzel isimlerin "Abd'lı İsimler olduğunu,
özellikle de "Abdullah" ve "Abdurrahman" Allah'ın en
sevdiği isimler olduğunu söylemiştir.[1251]
Kendi ismi ile ilgili
olarak da:
"Benim ismimle isimlenin ama künyemle
künyelenmeyin" [1252]
buyurmuştur. Buradan hareketle Şafiî ve Zahiriler onun künyesi olan "Ebu'l-Kâsım"
ile kimsenin künyelenemeyeceğini söylemişler, cumhur ise bunun da Rasûlüllah
(sav)'ın zamanına ait olduğunu, onun vefatından sonra karıştırma ihtimali
bulunmadığından ötürü, künyesinin dahi alınmasında mahzur bulunmadığını
söylemişlerdir. Çünkü yukarıdaki hadis-i şerif birisinin, bir diğerini,
"Ya Ebel-Kâsım" diye çağırması, Rasulüllah (sav)'ın zamanına ait
olduğunu, onun vefatından sonra karıştırma ihtimali bulunmadığından ötürü, künyesinin
dahi alınmasında mahzur bulunmadığını söylemişlerdir. Çünkü yukarıdaki hadis-i
şerif birisinin, bir diğerini, "Ya Ebel-Kâsım" diye çağırması,
Rasulüllah (sav)'ın ona karşı dönmesi ile de, "ben sizi kastetmedim, ya
Rasulallah" demesi üzerine söylenmiştir. Onun vefatından sonra artık
böyle bir karıştırma sözkonusu değildir. Tahavi'nin, "Ashab arasında ismi
Muhammed, künyesi Ebul-Kasım olan bir çok insan vardı" demesi de bunu
destekler. Ayni, bu zevatın teker teker isimlerini verir. [1253]
Ancak Beyhakî, "onun künyesiyle künyelenmenin yasak oluşu mutlaktır (onun zamanıyla
sınırlı değildir) ve bu konudaki hadisler daha çok ve daha sahihtir" der. [1254]
Onun künyesini almanın
sadece ismi "Muhammed" olanlar için yasak olduğu görüşü de vardır. [1255]
Yine Beyhakî'nin rivayet ettiği "ismimi
alan künyemi almasın, künyemi alan da ismimi almasın" [1256]
hadis-i şerifi de bunu destekler. Ama yine de Rasûlüllah (sav)'ın Ali
Efendimize ruhsatı verdiği onun da çocuğuna "Muhammed Ebu'l-Kâsım"
diye isim ve künye verdiği meşhurdur. Taberî, bu da bu yasağın haram
derecesinde değil, mekruh derecesinde olduğunu gösterir, der. [1257]
Gerçi:
"Muhammed adını koyduklarınıza vurmayın ve onları iyilikten mahrum
etmeyin", "Çocuğa Muhammed adını koyduğunuzda ona iyi davranın,
meclisi onun için açın, ona yüz ekşitmeyin" [1258]
ve, "Üç oğlu olupta birisine Muhammed adını koymayan cahillik
etmiştir" [1259]
şeklinde hadisler rivayet edilmiştir. Ama üçü de oldukça zayıftır. Üçüncüsü
için İbnü'l-Cevzî mevzudur uydurmadır, demiştir. Daha başkalar da mevzu
olmadığını söylemişlerdir. [1260] Bu
yüzden bu hadisler pek hesaba katılmasa bile İbn Asakir'in bir rivayetinden
"Muhammed" isminin yine de teşvik edildiğini görürüz:
"Kimin bir oğlu
olur da ona teber-ruken Muhammed adını koyarsa o da çocuğu da Cennet'te
olur." [1261]
Suyutî bu hadisin bu
konuda en örnek hadis olduğunu ve hasen bulunduğunu söyler. [1262]
Kaldı ki, Ezra'î; bazı Hanbeli alimlerinin kendi zamanlarında Muhammed, Ahmed,
Ebubekr, Ömer, Hasan, Hüseyin vb. isimleri Yahudi ve Hıristiyanların almasını
yasakladığını, bazı zayıf Şafiîlerin de bu görüşe uyduklarını naklettikten sonra
der ki, her ne kadar, bunların ilk ikisini almamaları, sövme ve alay konusu
olmaları ihtimalinden ötürü, insanın gönlüne daha yatkın görülüyorsa da böyle
bir görüşe nereden vardıkları bilinmez. Bu görüş su götürür. Çünkü
Yahudilerden İsa, Hıristiyanlardan da Musa adını alanlar vardır ve bu tarih
boyunca kınanmamıştır... İnsan sevdiği ve saygı duyduğu kimselerin ismini
alır. Buna rağmen alay ve hafife alma konusu olan yerde buna engel
olunmalıdır. [1263]
Görüldüğü gibi bu isimleri gayri müslimlerin alamayacağına dair dahi bir şey
yoktur. Ama Muhammed ismini almanın her halükarda yasak olduğunu söyleyenler
de vardır. Bunlar:
"Çocuklarınıza Muhammed adını koyar, sonra da onlara lanet
edersiniz!" [1264]
hadis-i şerifine tutunurlar. Gerçi bu hadisi Suyutî sahih diye işaretlemiştir
ama, anlamı Muhammed isminin alınmasını yasaklamak değil, bu ismi alanlara bu
isimle kötü söylemenin özellikle çirkin bir davranış olacağıdır. Bunu öbür
türlü anlamayı tarih de, bizzat Rasulüllah (sav) da yalanlar. Onun asrı
saadetinden günümüze kadar binlerce insana Muhammed adı verilmiş ve bunu kimse
kınamamıştır. Bir oğlu olan Ensarlı birisi ona Muhammed adını koymak isteyince
hükmünü Rasulüllah (sav)'a sormuş o da "Ensar'a iyilikte bulundun. Elbette ismimi alın, ama künyemi almayın"
[1265]
buyurmuşlardır.
O görüşü destekleyen
bir delil de Hz. Ömer Efendimiz'in bu konudaki davranışıdır. O, Küfe'ye bir
emir göndererek, kimsenin, çocuklarına peygamber adı koymamasını istemiş,
Medine'de de Muhammed isimli çocukları olan bîr grup insana bu isimleri
değiştirin, demiştir. Ama onların, Rasulüllah bu konuda bize izin verdi,
demeleri üzerine bunu bırakmıştır. [1266]
Peki, Hz. Ömer bunun caiz olduğunu bilmiyor muydu, diye akla bir soru gelebilir.
Verilen bilgiye uyması, bilmediğine ihtimal vermiyor değildir. Ama bu isme
karşı gösterilen aldınşsızlıklara, sert mizacının gösterdiği tepki, bildiği
halde bunu ona bir an unutturmuş olması makuldür. Kadı lyad'a göre Ömer bunu
Rasulüllah (sav)'ın ismine hürmetsizlik edilmemesi ve saygılı olunması için
yapmıştır. Bir görüşe göre de, bir gün Muhammed b. Zeyd'e "Sana Allah
yaptı, ya Muhammed!" diye kötü söylediğini duyunca Ömer onu çağırdı ve:
"Bakıyorum senin
yüzünden Rasulüllah (sav)'a sövülüyor. Vallahi bundan sonra Muhammed diye çağrılamazsın,
dedi ve ismini Abdurrahman diye değiştirdi. Onun Muhammed isimlerini değiştirme
fermanı da bu yüzdendir.''[1267]
Ayrıca, meleklerin
isimlerini almak bazı alimlerce mekruh görülmüştür. İmam Malik de, Cibril
(Cebrail) ve Yâsîn gibi isimlerin mekruh olduğu görüşündedir. [1268]
Netice olarak,
Muhammed ismini almak değil, bu isme karşı saygısızlık etmek mahzurludur. Hatta
sırf Rasulüllah (sav)'ın hatırası için teberruken alınması müstehap ve hoş bir
davranıştır. Çocuklarına İslâm terbiyesi vermek arzusunda olanların bu ismi
koymalarında hiç bir mahzur yoktur. Ama genellikle İslâmî terbiyenin
verilemediği bir ortamda buna tepki gösteren "Ömerîler"i de hoş
görmek gerekir (Allah'u a'lem). [1269]
Bu konuda çok daha
değişik görüşleri olan hatta bu isimleri alanların azap görmeyeceğini söyleyenler
dahi vardır. [1270]
Soru; Nüfus
cüzdanlarında "İslâm" yazılı olan insanlara selâm verebilir miyiz?
Veya İslâm'ı yaşamayanların selâmını alabilir miyiz? Elle ve başla selâm
vermek doğru mudur?
Cevap: Daha
sonra kimlere selâm verilebileceğini ve verilemeyeceğini yazacağımız için
şimdi sadece sorduğunuz noktayı cevaplamaya çalışacağım. Rasulüllah Efendimiz
(sav):
İslâm'da hangi hareket
daha güzeldir? diye sorulduğunda:
"Yemek yedirmen ve tanıdığın tanımadığın
herkese selâm vermen” buyurmuştur. [1271]
Müslüman olmayana selâm verilmeyeceğini de başka hadislerden öğrendiğimize
göre, bu hadis-i şerifte sözü edilen "tanıdık ve tanımadık "tan
maksadın müslümanlar olduğunu anlarız. Yani kâfir olduğu bilinen birisine selâm
verilmez. [1272] Gerçi bugün ülkemizdeki
insanların, dış görünüşleriyle müslim, gayri müslim oldukları anlaşılmıyor
ama, sadece kabulleniş olarak da olsa çoğunluk müslüman olduğundan müsait
mekanlarda herkese, müslüman olacağı iyi niyetine binaen, selâm vermekte
mahzur olmadığı gibi, bu İslâm'ı sevdirme bakımından son derece güzel bir
davranıştır. İmanı olduktan sonra hiçbir ameli olmayan da müslümandır. Onun
için biz bu konuda maalesef hüküm veremeyiz. Ancak selâmdan hoşlanmayan birisinin
bu hareketi onun İmanının bulunmadığına, kesin olmasa dahi, bir delil
olduğundan ona selâm vermenin faydası yoktur. Çünkü bu noktada selam kaynaşma
ve sevişme fonksiyonunun tam aksine sonuç vermiş olur. Tanımadan selâm verdiği
kimsenin kâfir olduğu anlaşılırsa,, "selâmım bana dönsün" diye
selâmını geri alması müstehaptır. [1273]
Yoksa bazı cahil kimselerin yaptığı gibi, sadece kendi cemaatinden olanlara
selâm vermek, cahillikten öte bir bağnazlıktır, cemaatı adına bîr eksi puandır.
Müslüman olduğu bilinen herkese, ayırım yapmadan selâm vermek nezaketini
gösterenlerin cemaatlerinin galip geleceğinden şüphe edilmemelidir.
Buharî'nin
"el-Edebü'l-Müfred"inde İbn Mes'ûd'a nisbet edilen bir söz:
"İnsanlar için
bir zaman gelecek, selâm sadece tanıdığına verilecektir" [1274]
şeklindedir. Aynı sözü Tahavî, Taberânî ve Beyhakî (Şu'abu'l-İman'da) İbn
Mes'ud kanalıyla Rasulüllah (sav)'ın sözü olarak şöyle naklederler:
"Kişinin mescide uğrayıp' orada namaz kılmaması ve sadece tanıdığına selâm
vermesi kıyamet alâmetlerindendir." [1275]
Elle ve başla selâm
vermek, Yahudi ve Hıristiyanların adetlerinden olduğundan Müslüman zorunluluk
olmadıkça kendine has selâmı, Allah'ın selâmını kullanmalıdır. Ancak sesini
duyuramayacağı bir yerde olan insana, dili ile selâm vermiş olduğunu anlatmak için,
eliyle ya da başıyla, başkalarının selâmına benzemeyecek bir hareket
yapmasında mahzur yoktur. [1276]
Yine bize selâm veren
herkesin selâmını da almak zorundayız. Kur'ân'ı Kerim'de:
"Size selâm verene, sen mü'min değilsin,
demeyin" [1277]
buyurulmuştur. Yani selâmını cevaplayın, denmektedir. [1278]
Eğer selâm verenin kâfir olduğunu biliyorsak o takdirde sadece, "ve
aleyke" demekle yetiniriz. [1279]
Soru:
Kimlere selâm verilmez?
Cevap:
"Selâm" Allah (cc)'ın güzel isimlerinden (Esmâ-i hüsnâ) bir isim olup
bununla selâm vermek, verilene selamet ve esenlik duasında bulunmak ve Allah'ın
"selâm" isminin onda tecelli etmesini dilemek demektir. Öyleyse
böyle mübarek bir ismi yakışmayan yerlere koyma hakkımızın bulunmadığını
bilmek gerekir. Meselâ kâfire, hidayetini dileme hariç duâ yapılmaz. Selâm da
bir duâ olduğuna göre ona selâm da verilmez. İşin esasının bu olduğunu
bildikten sonra selâm verilmeyecek kimseleri iki gruba ayırabiliriz:
1- Selâm
alıp vermekten daha önemli ve faziletli işlerle meşgul olanlar.
2- Selâmın
konulmasına elverişli ve layık bir mahal olmayanlar. Buna göre:
a- Kur'ân
okuyana, Ezan okuyana, Kamet getirene, Cum'a ve bayramlarda hutbe okuyana,
Namazla meşgul olanlara, (ancak aralarında namaz kılmayan varsa ona selâm
verebilir), Tedrisle ve Şer'i ahkâm halletmekle meşgul olana, her çeşidiyle
zikirle meşgul olana.
b- Kâfire,
sahih görüşe göre zimmiye, fışkını açık açık yapan fasıka, şarkı ve çalgı ile
meşgul olana, mubah olmayan oyunları oynamakta olana, güvercin uçurmakla meşgul
olana, avretini örtmeyenlerin bulunduğu hamama, imameyne göre helada bulunana,
idrarını yapmakta olana, yalan, güldürü, gıybet, dedikodu vb. ile meşgul olana,
insanlara sövene, sokaklarda kadınlara bakakalana.
Satranç oynayana selâm
verme konusunda ihtilaf vardır. İmam A'zam verilir der. Eğer zihin eksersizi
yapmak için oynuyorlarsa zaten caizdir. Zaman öldürmek için oynuyorlarsa selâmla
onları oyundan alıkoymuş olur. Ebu Yusuf ise kötü bir iş yapmakta olduklarını
ima etmiş olmak için selâm vermez, verirse mekruh olur der. Müslüman olan ve
olmayanların ya da selâm verilebilen ve verilemeyenlerin bulunduğu bir gruba
selâm verir ve müslümanları ya da selâm verilebilenleri niyet eder. Yemek
yemekte olanlara uğrayan onların yemeğine muhtaç ise ve selâm verince onu da
yemeğe davet edeceklerini biliyorsa selâm verir, değilse vermez. [1280]
Soru: Yüce
Mevlâ'mızın bizim üzerimize borç kıldığı selâmı kullanıyoruz, arkasından da
"merhaba" diye bir kelime söylüyoruz. Bunun İslâm'da bir yeri var
mıdır? Yoksa kullanılması mahzurlu mudur?
Cevap: Her
milletin bir selamlaşması vardır, İslâm milletinin selamlaşması da
"Selâm" kelimesi ile olan selamlaşmadır. Yani müslümanlar selâm
verirken "selâmün aleyküm" derler. "Selâm" Allah'ın
isimlerindendir. Sesli verilmesi ve sesli iade edilmesi gerekir. [1281]
Elle, parmakla, ayakla selamlaşma olmaz. Müslümanlar karşılaştıklarında ilk
sözleri "Selâm" (selâmün aleyküm) olur. (Es-selâm kablel-kelâm).
"Merhaba ise bir selâmlama değil bir ağırlama terimidir", "yer
genişliği" anlamını ifade eder. Bu itibarla gelen birisine
"merhaba" denir. Yani; darlık çekmeyesin, geniş olasın, rahat
edesin... demek olur. Bazan buna "ehlen" kelimesi de eklenir ve;
yabancılık hissetmeyesin, ehlinin ve
çoluk-çocuğunun yanındaki gibi rahat olasın, anlamına gelir. [1282]
Görüldüğü gibi bu anlamdaki bir kelimeyi, uzaktan gelenin selâm olarak
söylemesinin anlamı yoktur. Gelen, selâm verir. Bulunanlar selâmı "aynen, ya da daha güzeli ile" iade
ederler [1283] sonra da
"merhaba" ya da "merhaba, ehlen" derler. Bu, işaret
ettiğimiz gibi onu ağırlamak ve ona iltifat olmuş olur. "Merhaba"
terimi, bu anlamda Rasulüllah Efendimiz (sav) tarafından da çokça
kullanılmıştır. [1284]
İslâm alimleri de bunlara dayanarak, gelenin selâmı alındıktan sonra ona "merhaba"
demenin de müstehap olduğu hükmünü çıkarmışlardır. [1285]
Anadolumuzun hemen her
yerinde, sünnetten kaynaklanan bu güzel uygulama devam etmektedir. Bir gelenek
olarak değil de, sünnette yer aldığını hesaba katarak söylenmesi halinde söyleyene
sevap da kazandırır. [1286]
Şeyhu'l-İslâm İmâm
Burhânüddîn Ebu'l-Hasan Ali b. Ebîbekr b. Abdilcelil el-Ferğanî el-Merğinânî
(51 1/593-1 117/1 196). Hanefî fıkıhçılarının büyüklerinden, mezhepte müctehid
[1287] ya
da "ashâb-ı tercih"den. [1288]
Ebûbekr (ra) soyundan,
fıkıhta, hadiste, tefsirde, usûlde, edebiyatta mahir, dakîk ve titiz bir âlim,
zühd ve takva sahibi, ilm-i hilafta ve mezhepte yetkili bir isim.
Merğînân'da doğdu.
Merğînân, Türkistan'ın Ferğana eyâletinde bir şehirdir. Doğduğu memlekette
ölmüş ve Semerkand'da toprağa verilmiştir.
Tahsilini zamanında
geçerli olan seyahatler sayesinde elde etmiş ve devrinin önemli âlimlerinden
ders okumuştur:
"Akâid'ün-Nesefiyye"
sahibi Necmüddîn Ebû Hafs Ömer en-Ehseff (537/1 142-43), Sadru'ş-Şahîd
Hüsâmüddîn Ömer b. Abdil-Azîz (536/1141-42), İmâm Ziyâuddîn Muhammed b. Huseyn
el-Berdenicî (Tuhfe sahibi Alluddîn es-Semerkandi’nin öğrencisidir).
"Hulâsatü'l-Fetâvâ" sahibinin babası İmâm Kıvâmuddîn Ahmed b.
Abdirreşîd el-Buhârî ve es-Serahsî'nin talebesi Ebû Amr Osman b. Alî
el-Beykandî (552/1157) bunların meşhurlarıdır. Kendisinden de birçok kişi fıkıh
okumuştur ki, kendisinin değerli nesli Şeyhül İslâm Celâlüddin b. Ebîbekr b.
Merğinanî, Şemsü'l-elmme el-Kerderî, Celâlüddîn Mahmud b. Huseyn el-Estrûşenî,
bunlardan sadece bir kısmıdır. [1289]
Yüceliğini,
çağdaşlarından olan Kâdıhân (592/1195) gibi âlimler kabul etmiş ve
belirtmişlerdir. "Bu derece ilimle megul olmasına karşılık, son derece
zâhid ve takva ehli idi. Geceleri teheccüdle ihya ederdi. Anlatıldığına göre
(biraz sonra anlatmaya çalışacağımız) Hidâye'yi yazarken, onüç yıl, geceleri
hep teheccüde kalkmış ve hiç ara vermeden sürekli oruç tutmuştur. Oruç tuttuğunu
kimseye sezdirmemeye çalışır ve hizmetçi yemek getirdiğinde ona, sen yemeği
bırak git der, gidince yemeği bir öğrencisine, ya da bir başkasına yedirirdi.
Hizmetçi tekrar geldiğinde kabı boş görüp, onun yediğini sanırdı." [1290]
Talebesinden olan Burhânü'l-İslâm ez-Zernûcî, "Ta'lîmü'l-Muteallim"
adlı meşhur eserinde, şu beyitlerin ona ait olduğunu söyler:
"Ne büyük bir
fesat:
Nefsine düşkün olan
âlim/ve bundan daha büyüğü de cahil bir âbid/ikisi de âlemler içinde büyük bir
fitnedir/Dinde onlara tutunan için".
Merğinanî okuduğu bir
hadis-i şerîfe dayanarak, derslerini çarşamba
günleri başlatır ve İmâm Ebu Hanife'nin de böyle yaptığını söylerdi, Talebenin
tahsile ara vermemesi gerektiğini, akranlarını ara vermemekle geçtiğini
söylerdi. [1291] Zehebî'nin ,(748/1374)
"ilim küplerindendi" [1292]
dediği Merğinânî'nin:
Münteikâ,
Neşru'l-Mezheb, et-Tecnîs, el-Mezîd, Menâsiku'l-hac, Muhtârâtü'n-Nevâzif,
Kitabün fi'l-Ferâiz, Bidâyetü'l-Mübtedî, el-Hidâye... gibi eserleri vardır. [1293]
el-Hidâye, tanıtmaya
çalıştığımız el-Merğinânî'nin yine kendi yazdığı "Bidâyetü'l-Mübtedî' adlı
kitabın şerhidir. Ama aslında Kudûrî'nin (428/1036) Muhtasarı ile imâm
Muhammed'in (189/804) el-Câmiu's-Sağir'înin bir araya getirilmiş açıklamalı
şeklidir. [1294] Ayrı ayrı dört cüz ya
da iki büyük cilt halinde birkaç defa basılmıştır. Ayrıca başta Kemalûddîn İbn
Hümam'ın Fethu'l-Kadîr'i olmak üzere, bazı şerhleriyle beraber de, yine birkaç
defa basılmıştır. Hidâye ayrıca çeşitti dünya dillerine tercüme edilmiştir. [1295]
Osmanlı medreselerinde
yıllarca ders kitabı olarak okutulan Hidaye için:
"Zamanın gözü bir
ikincisiyle sürmelenmediği değerli bir kitap" [1296]
denmiştir.
Hidâye'yi yazışının
hikâyesini müellif şöyle anlatır:
"İlk tahsil
yıllarımda istiyordum ki, fıkıhta hacmi küçük, fonksiyonunu büyük ve her
konudan sözeden bir kitap bulunsun.
Derken zaman geçti ve
Kudûrî'nin Muhtasarının en güzel, en az ve en öz kitap olduğunu, küçük-büyük
herkesin el-Câmiu's-Sağîr'ı ezberlemeye teşvik edildiğini görünce, ikisini
birileştirmeye ve zorunluluk olmadıkça da, onlarda olandan başkasını almamaya
karar verdim. Ortaya çıkan kitaba "Bidâyetü'l-Mübtedî-ilk Heveslilere Bir
Başlangıç" adını verdim ve sonra da bunu "Kifâ-yetü'l-Müntehî-Sona
Varanlara Yeterli" adıyla şerh etmeye muvaffak oldum." [1297]
"Bitirince biraz
uzun olduğunu gördüm ve bu yüzden kitabın terkedileceğinden endişe ederek,
gayretleri "Hidâye" isimli bir başka şerhe yönelttim. Bundan ana
rivayetleri ve sağlam içtihatları alarak, her konudaki fazlalıkları bıraktım,
uzun olmasından kaçındım." [1298]
Değerli hocam Ruhi
Özcan merhum, Hanefî mezhebinde sistematiği ve tertibi en güzel olan fıkıh
kitabının Hidâye olduğunu söylemişler ve otuz yılda bitmek üzere plânladığı
fıkıh külliyatını onun tertibi üzere belirlemişlerdi.
Şimdiki adıyla
"Ümmü'l-Kurâ" Üniversitesinde doktorasını tamamlamak üzere olan bir
arkadaşım da, hocalarından bir Arap fıkıhçının "Beni üç tane Mütenebbî
Divanı yazmakla, Hidâye'nin üç sayfası gibisini yazmak arasında muhayyer
bıraksalar, Mütenebbî Divanı gibisine göz kestiririm de, Hidâye'nin üç sayfası
gibisine cesaret edemem" dediğini anlatmıştı. Buna rağmen ibaresinin
"her talebe tarafından anlaşılabilecek sehlü'l-mümtenî kabilinden"
olduğu söylenir. [1299]
Hidâye üzerine onlarca
şerh, haşiye, şerhe haşiye, ihtisar, tahrîç ve ta'lik yapılmış [1300] ve
bu özelliğiyle de o, Hanefî mezhebinde ilk sıralarda yer almıştır.
Merğinânî'nin kendi
oğlu İmâmüddin, Hidâye için:
"Hidâye,
Beleynini hidâyete götürür ve siler körlüğü/Artık ey aklı olan, ondan ayrılma
ve onu belle/Ki, kim, bunu elde ederse, /En uzak arzuyu elde etmiştir"
anlamında bir dörtlük söylemiş, bir başkası da:
"Hidâye Kur'ân
gibi neshetti, /Kendinden önce yazılan şeriat kapılarını. /Öyleyse koru
kıraatini, sarıl tilâvetine/ Ki, sözün hatâ ve yalandan uzak olsun"
demiştir. [1301]
Hidâye'de Merğinânf
nin kendine özgü bir terminoloji ve metodu vardır ki, onu okuyanların bunları
bilmesinde sayısız yararlar mevcuttur:
1- "Kale radıyallahü'anh" dediğinde
kendini kasteder.
Hadisci Dehlevî böyle
öer ama, Ebuu's-Suûd, Merğinânî'nin kendinden olan bir özelikle
"kâlel-abdü'd-daîf..." dediğini, bu ifadeyi, öğrencilerinin diğerine
çevirdiğini söyler. [1302]
Taşköprüzâde ise; Kudûrî, el-Câami'us-Sağîr Hidâye de bulunan meseleler için
"Kale" ifadesini kullandığını söyler. [1303]
2-
Fetvasında İmâm Kâdıhân'ın yaptığının aksine, kendisine göre seçkin olan
görüşün delilini sona bırakır ve böylece son görüş, diğerlerine bir cevap
olmuş olur. Ama görüşleri naklettiğinde, kuvvetli olanı önce söylediği de az
değildir.
3-
"Meşâyihunâ" ifadesi ile Buhâra'dan Semerkand'a kadarki Mâverâunnehir
âlimlerini kasteder. Halbuki, "meşâyih" terimi, İmâm Ebû Hanîfe'ye
yetişmeyen âlimleri anlatır.
4- "Fî
diyarına" dediğinde, Mâverâunnehr şehirlerini kasteder. Şerhi
Fethu'l-Kadir'den anlaşılan budur.
5- Önce
zikrettiği bir âyetten "bimâ televnâ", önce zikrettiği aklî delilden
"bimâ zekernâ vemâ beyyennâ", önce zikrettiği hadisten "bimâ
ruvînâ" diye tâbir eder. Kitap, sünnet ve aklî delile işaret ederek
"lima beyyennâ" ve hepsini içine alacak şekilde "lima
zekernâ" dediği de olur.
6- Sahâbî
sözünden "eser" diye tabîr eder. Bazan haberle eserin arasını
ayırmadan ikisi için de "limâ ruvînâ" der.
7- Çoğu
zaman nassın illetini, iki fayda hasıl elde etmek için meselenin esasına
müstakil aklî bir delil yapar.
8- Aklî
delilden "fıkıh" diye tabîr eder ve, "bu konuda fıkıh
böyledir" der.
9- Bazan
aklî delilden sonra da aklî delil getirir ve sanki birleştireceklerine ima
eder. Bunu "innî" delilden sonra "limmi" delil getirmek
için yaptığı da söylenmiştir.
10-
"Asil" diye zikrettiğinde İmâm Muhammed'in "Mebsût"unu
kasteder.
11-
"el-Muhtasar" dediğinde Kudûrî'nin muhtasarını, "el-Kitâp"
dediğinde ise "el-Câmiu's-Sağîr"ı kasteder.
12- Önce
Kudûrî'nin meselelerini zikreder, konunun sonunda da el-Câmiu's-Sağîr'in
meselelerini zikreder.
13-
Kudûrî'nin ibaresi ile el-Câmiu's-Sağîr'in ibaresi arasında bir çeşit zıtlık
varsa "ve fi'l-Câmi'u's-Sağîr, yani Câmiu's-Sağir'de ise" diyerek
bunu açıklar. Yoksa sonunda "Kale" demekle yetinir.
14- İhtilâf
bulunan meselelerde "Kâlû" ifadesini kullanır.
15-
"Hâze'l-Hadîsü mahmulün 'alâ keza:
Bu hadis şuna yorulmuştur"
derse maksadı, hadîsçilerin yorumudur. "Nahmilühü:
Yorarız" derse
kendini kasteder.
16- "An
fülân: falandan" derse, ondan nakledildiğini, "inde fülân:
Falana göre"
derse, onun görüşü olduğunu anlatır.
17- Mânânın
açıklığına dayanarak "emmâ"nın cevabına "la" getirmez.
18-
"İn-i vasliyye"de "vav"ı kullanmaz. Ancak bu son iki âdeti
sürekli değildir.
19- Bir
meseleye örnek getirir, sonra örneğe, uzağı gösteren işaret zamirini, birinci
meseleye de yakını gösteren işaret zamirini kullanır.
20- Farazî
sorunun cevabını verir ve sorunun ne olduğunu açıklamaz. Meselâ: "eğer...
denirse, biz de şöyle deriz" demez. Ancak bunu üç yerde (ikisi
Edebü'l-Kâdî, biri Kitâbü'l-Gasb'ta olmak üzere) söyler. [1304]
Herşeye rağmen
Hidâye'nin bazı zayıf yönleri de vardır. Meselâ:
1-
"Kefalet", konusunda (bkz., 3/96) "İmam Şafi-î birinciyi
ikinciden saymış, Ebû Yusuf ise ikinciyi birinciden saymıştır" diye bir
ifade vardır. Halbuki, doğrusu tam tersidir. Ancak bu, bizdeki "el-Babiİ'l-Halebi"
baskısında düzeltilmiştir. Fakat "Fethu'l-Kadîr" bu hatânın kitabı
yazanlar tarafından yapıldığını söyler.
2-
"Taksim" konusunda: "el-Esrâr adlı kitapta böyledir" diye
bir ifade geçer, (bkz., 4/50) Halbuki, orada bu ifade, dediği mesele için
değil, ayrı bir münasebet için kullanılır.
3-
"Zebâih" konusunda (bkz., 4/65) "Hulkûm, ot ve suyun gittiği
kanal, merî* ise nefesin gittiği kanaldır" der. Doğrusu tam tersidir.
4-
"Zebâih" konusunda (bkz., 4/66) "Nühâ; boyun kemiğindeki beyaz
bir damardır" der. Doğrusu:
"Boyun kemiğinin
içinde bel kadar uzanan beyaz bir ip (Omurilik)" olacaktır.
5-
"Diyyât" konusunda bir gramer hatası vardır.
6-
"Vasiyyetler" konusunda (bkz., 4/247) "İmâma göre emânet
(vedfa) daha güçlüdür, iki arkadaşına göre ise ikisi de eşittir" denir.
Doğrusu tam tersidir.
7- Yine
"Vasiyyetler" konusunda (bkz., 4/247) "İmam Muhammed'in görüşü
budur" der. Halbuki, onun görüşü aksine zekâtı hacdan öne almaktır.
8- Yine aynı
konuda (bkz., 4/249) "Resûlüllah, Safiyye ile evlenince..." denir
ki, doğrusu:
"Cüveyriye ile
evlenince..." olacaktır.
9-
"Buyu" konusunda (bkz. 3/79): "Bu hadiste Resûlllah:
'Müslümanlar
için olan, onlar için de olduğunu...' diye bir ifade kullanır. Halbuki,
daha önce böyle bir hadîs geçmemiştir."
10-
Hidâye'nin özellikleri ve ondaki hatâlarla ilgili bu maddeler, Hidâye'nin
tarihsiz el-Bâbi'l-Halebî baskısının baş tarafından ve Taşköprüzâde'nin adı
geçen eserinden alınmıştır, Burada
akla; en az okunan kalem hatası bulunan bir kitabın mükemmelliğinden nasıl
sözedilir, diye bir soru gelebilir. Buna öncelikle, demek ki, Hidâye sahibi de
bir insanmış diye cevap vermek mümkündür. Sonra unutmamak gerekir ki, belki de
hiç bir fıkıh kitabı, deyim yerinde ise, tek tek bütün kelimeleri ile, adese
altına alınıp, Hîdâye gibi incelenmiş değildir. Eğer herhangi bir fıkıh kitabı
için böyle birşey yapılacak olsa, pek de büyük hatâ sayılmayacak bu dokuz bulgu
ile Hidâye'nin mükemmelliği daha da büyür sanırım. Özene bezene yazılan doktora
tezleri için, hazırlanan sayfalarca tenkit raporlarının hatırlanması, bu
konuda daha net bir fikir verebilir. [1305]
Sünnetin karşıtı
olarak; şariîn (din koyucunun) açıkça ya da dolayısıyla sözlü ya da fiilî izni
olmaksızın, dinde sahabeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da
fazlalaştırmalar.
Sözlük anlamıyla
"bid'at"; "ibda" masdarından türetilmiş bir İsim olup,
sanat ifade eden birşeyi, geçmiş bir örneği esas almaksızın ilk olarak yapma
ve icad etme anlamına gelir. Bu anlamda Allah Kur'ân-ı Kerîm'de kendisini:
"Bedi'u's-semavâti
ve'l-ard" yani, "gökleri ve yeri itkicad eden ve yaratan" diye
vasıflar.
Bid'atın terim
anlamında, konu edildiği ilmi çeşidine ve ortama göre farklılıklar gözetildiği
de olur. Meselâ inanca ilişkin konularda bid'at deyince; Allah'ın sıfatları,
ahiret, imamet ve sahabe gibi meselelerde "ehli sünnet ve'l-cemaat"
gibi inanmayan hariciler, şia, kaderiyye, mutezile vb. "batıl"
fırkaların inanış biçimleri akla gelir. Kayıtlamaksızın "bid'at",
"bid'atçı (mübtedi)'\ "neva" ve "heva ehli" deyince
ilk akla gelen de bu itikattaki bid'attır. Bu tür bid'atın bir kısmı
"küfür"le eş anlamlıdır. Geri kalan küfür değlise de kati ve zina
gibi büyük günahlardan daha büyük günahtır.
Fıkıhta bid'at; sözlü,
fiili ve takriri olarak anlatılan sünnete sahabe fiili ve sözüne karşıt olan
anlamında kullanılır. Hadiste ise bid'at İslâm'ın ruhuna zıt olan şey ve buna
inatla değil de bir nevi şüphe ve te'vil ile inanmayı anlatır.
Bu tanımlamalardan da
anlaşılacağı gibi, dini bir terim olarak bid'at; aklın ve adetlerin yani günlük
yaşayışı sağlayan davranışların dışında ve sırf Allah'a yaklaşmak için yani,
ibadet maksadıyla yapılan eylemler ve kabulleniş biçimleriyle ilgilidir. Yoksa
sözlük anlamıyla sonradan ortaya çıkan herşey demek değildir. Allah Resûlü'nün
(sav):
"Siz, benim ve raşit halifelerimin sünnetine
sımsıkı sarılın",
"Dünya işlerinizi siz iyi bilirsiniz"
hadisi diyenler çoğunluktadır ve görüşleri diğerlerine oranla ağırlıklıdır.
Örnek vemek gerekirse; ezanda hoparlör kullanmak sonradan ortaya çıkan birşey
olmakla birlikte bid'at kavramına girmez. Çünkü hoparlör "dinin tamamlayıcı
olan ve kullanılmaması halinde, örneğin ezanda bir eksiklik oluşturan"
bir unsur olarak değil, dîni bir emrin faydasını daha yaygın hale getirmek için
uygulanan bir teknik olarak kullanılır. Dolayısı ile ezanın hoparlörsüz
olmayacağını söylemek de bid'at olur. Akıl (ictihad) ve adet sahası dışında
olup, ne emredilen ne de yasaklanan, fakat asılları itibariyle dîni olan ve
dinde benzeri bulunan motifler de dîni bir gerek ya da herhangi bir ibadetin
tamamlayıcısı olarak sanılmadıkça ve öyle görülmedikçe bid'at olmazlarsa da,
böyle sanılır ve görülüp hal alınca terkedilmeleri vacip olan birer bid'at
oluverirler. Farz namazlardan önce camide, müezzinin seslice üç İhlas
okumasını buna örnek verebiliriz. İhlas okumak dîni bir davranıştır. Ancak
farzlardan önce okunması, ya da okunmaması konusunda birşey yoktur. Konu,
günlük hayatın işleyişiyle ilgili ve akılla bilinen bir konu da değildir.
Öyleyse cemaate bunun,
gerekli olduğu ve onsuz namazın tam mükemmel olmadığı intibaını verecek şekilde
okunması bid'attır ve mesela önemli bir Hanefî ftkıhçısı olan İbn Abidin'e
(1250) göre bu gibilerin terkedilmesi vaciptir.
Bid'atı dar anlamda
sünnetin, geniş anlamda dinin karşıtı olarak belirledikten sonra dinde yerilen
ve yok edilmesi için savaşım istenen birşey olduğu kendiliğinden ortaya çıkar:
"İşte benim dosdoğru olarak yolum budur, ona
uyun, diğer yollara uymayın ki bu sizi onun yolundan ayırmasın" [1306] âyetinde
geçen "diğer yollar" bid'atler diye açıklanmıştır. Allah Resulü
(sav) "Bu yolumuzda onda olmayan
birşey ihdas eden olursa bu reddedilir", "Kim, yolumuza uymayan bir iş yaparsa o makbul değildir",
"Sözlerin en iyisi Allah'ın kitabı, yolların
en iyisi Muhammed'in yolu, işlerin en kötüsü de (dinde) sonradan ortaya çıkarılanlardır
ve her bid'at sapıklıktır", "Allah, her bidatçıya, bid'atım
terkedinceye dek tevbe kapısını kapatmıştır" buyurur. Sahabeden
Abdullah bin Mes'ud "sünnete orta hallilik, bîd'atte yorulmaktan iyidir"
demiştir.
İyi (hasene) ve kötü
(kabiha) bid'atın olup olmayacağı konusu, bid'atı karmaşık hale getiren
meselelerin başında gelir. Dînî ve adete ilişkin diye ayırmaksızın
Resûlullah'tan (sav) sonra ortaya çıkan herşeyi bid'at olarak tanımlayanlar
böyle olan herşeyi terketmenin imkânsız olduğunu görünce bid'atı
"hasene" ve "kabiha" diye ikiye ayırmak zorunda kalmış
gibidirler. Halife Ömer'in, cemaatle kıldırdığı teravih namazı için "bu ne
güzel bi'dattır" demesi, Halife Osman'ın cuma günü ikinci bir ezan
okutması, "Kim İslâmda güzel bir yol
(sünnet) oluşturursa hem onu yaptığının sevabını hem de ondan sonra diğer
yapanların sevabını alır, onların sevabından da hiçbirşey eksilmez..."
hadis-i şerifi de bu görüşte olanları destekler gibi görünen delillerdir.
Bu yüzden hatırı
sayılır keyfiyet ve kemmiyette İslâm âlimi bid'atı "hasene = güzel"
ve "kabiha = çirkin" diye ikiye ayıran görüşü benimsemişlerdir ki,
İmam Şafii bunların başında gelir. İz f b. Abdisselam ise daha da detaya inerek
bid'atı beşe ayırmış ve vacip, haram, mendup, mekruh ve mubah bid'atların
olabileceğini söylemiştir ama aslında bu beş türü yine ikiye indirgemek de
mümkündür. Sonraları birçok âlim bu taksimde İz b. Abdisselami izlemiş ve bu
beşli taksimi sürdürmüştür. Meselâ İbn Abidin ve İbnü'l-Esır bunlar
arasındadır. Ama ne varki, konuyu spesifik (tahsisi) olarak inceleyen âlimler
tek bir çeşit bid'at olabileceğini onun da yasaklanan ve çirkin (kabiha) olan
bid'at olduğunu kesin ifade ve delillerle söylemişlerdir. Özellikle İmam Şatıbî
"el-İ'tiram" adlı çok değerli eserinde bu görüşün başını çeker. İmam
Rabbani ve İmam Birgivî gibi önderler de aynı görüştedir. Her iki görüşü
gerekçeleriyle değerlendirenler de ikinciye meylederler. Çünkü; Bid'atı
kötüleyen, her türünün sapıklık olduğunu ve cehenneme götürdüğünü bildiren
hadisler böyte bir ayırım yapmamışlardır. Resûlullah'tan (sav) sonra ortaya
çıkan her şeyi terim olarak "bid'at" kavramına sokmak mümkün
değildir, aksine onlar bid'atın sözlük anlamıyla sonradan-ortaya çıkan
şeylerdir. Halife Ömer, cemaatle kılınan teravihi sözlük anlamıyla bid'at
saymış olabileceği bir yana, sahabenin ve bir hadisi şerifte özellikle de
raşit halifelerin sünnetine de uymamızın istendiğini düşünürsek bid'atın ancak
baştaki tanımından da anlaşılacağı üzere, sahabe dışında olabileceğini görürüz.
Sonra sözkonusu olaya bakıldığında Resûlullah'ın teravihin cemaatle
kılınmasını farz olur endişesiyle terkettiği, bu tehlikenin halife Ömer
devrinde artık kalmadığından yine Resûlullah'ın (sav) arzusuna dönüldüğü söylenebilir.
Sonra sahabe bunu bütünüyle olumlu karşılamış ve icma oluşmuştur. Halif
Osman'ın ezanı için de aynı şeyler söylenebilir. Sözkonusu hadisin vurüd sebebi
gözönünde bulundurulduğunda, yeni bir yol (sünnet) ortaya koymak değil,
kaybolan ve işlenmeyen bir sünneti ihyanın kastedildiği anlaşılır.
Nitekim bu açıklamayı
destekler mahiyetteki bir hadisin meali şöyledir:
"Benden sonra
ölüp kaybolmuş bir sünnetimi kim diriltir ve yaşatırsa onu yapanların
sevabından birşey eksilmeksizin onların sevabı kadar sevap alır. Kim de
Allah'ın razı olmadığı sapıklık bir bid'at ihdas ederse onu yapanların
günahından birşey eksilmeksizin onların günahı kadar günah alır." [1307]
Bid'at terim anlamıyla
mutlaka kötü olduğuna göre diğer masiyetlerle arasında ne fark vardır? Sorusuna
şöyle cevap verilir:
Herhangi bir ma'siyeti
(günahı) işleyen kişinin gayesi bir anlık arzu ve isteklerdir. Bunu, Allah'ı
sevdiği ve afvını umduğu halde bile yapabilir ve yaptığının dinen yasak
olduğunu itiraf eder ve onu dinin gereği saymaz. Halbuki bid'atçı bunun tam
aksi olmakla daha kötü durumdadır. Bu yüzden, bid'atı küfrü gerektiren
bid'atçı tevbe etmiş olsa bile kabul edilmeyip öldürülür. Bid'atı küfrü gerektirmeyen
bid'atçılar bid'atlarının tahrip derecesine göre hapis ve sopa gibi çeşitli
tazir cezalarıya cezalandırılırlar. Bir grup oluşturuyor ve tehlike arzediyorlarsa
ya da bid'atlarını propaganda edip yayıyorlarsa bunların da başı siyaseten
öldürülebilir. İtikadî anlamda bid'atçının imamlık yapması mekruhtur. Buradan,
bid'atın kötülüğünün de derecesi olduğu anlaşılır. Dinin zaruri esaslarından
birine zarar veren bid'at büyük (kebire), vermeyen ise küçük (sağira). Bunun
yanında bid'at şeriatın bütün öğretilerini kapsaması ya da kapsamaması
açısından da "küllî" ve "cüzi olarak ikiye ayrılır.
Bütünüyle kötü kabul
edilmekle beraber bid'at bir başka açıdan da şu çeşitlere ayrılabilir:
Dinde aslen meşru
olmayan birşeyî ihdas etme, Recep ayında Regaip namazı, Aşure Gecesi namazı
gibi, aslen meşru olan birşeye ilave şeklindeki bid'at, Şiilerini ezanda
"Eşhedu enne Aliyyen veliyyullah" eklemesi gibi. Eksiltme şeklinde bid'at,
Arefe gecesi Mina'da gecelemeyi kaldırma gibi. Meşru birşeyin yerini değiştirme
şeklindeki bid'at. Bayram hutbesini namazından öne alma gibi. Mubah ve Mezun
bir şeyi terketme şeklindeki bid'at. Helâl hanımına yaklaşmayı, yemeyi, içmeyi
vs. terketme gibi.
Bu arada bid'atlere ve
bid'atçiliğe götüren sebeplerden de söz etmek gerekir:
Bunları; uydurma ve
zayıf hadislere tutunma, aklın sahasını aşan konularda akla güvenme, Kur'ân
ilimlerini bilmediği halde Kur'ân'ı tahminlere göre yorumlama, kesin nassları
bırakıp müteşabihlere meyletme, nefsi arzularına meşruluk kılıfı bulmayı isteme
vs., şeklinde özetleyebiliriz.
Namazda ta'dili erkanı
terketme, imamı geçme, safları düzeltmeme, şarkı-türkü okuma ve dinleme,
Kur'ân okunurken ve zikir yapılırken lahn (sesi dalgalandırma) yapma, sallanma
ve raks, hutbe okunurken salatu selam okuma, âmin deme, israfçıya ve mescidde
dilenene sadaka verme, hatim ve gösteriş için ziyafet vermek, kadınların
toplanıp sesle "tevhid" okumaları, bir yabancının evinde tebrik, taziye,
hasta ziyareti, kabir ziyareti vs., için toplanmaları, erkeklerin duyacağı
şekilde mevlit okumaları, İmam Birgivî ve ona uyarak Hadîmi bu saydıklarımızı
bid'atların en çirkinleri olarak sayarlar. [1308]
İnsanın duyuları ve
ilmi ile öğrenemediği bir kısmını ancak peygamberlerin haber vermesiyle
bilebildiği bir kısmını ise Allah'tan başka kimsenin bilmediği gizli şeyler,
âlemler.
Sözlük anlamıyla
birşeyin gözden gizli kalması demek olan "ğayb" mastar olmakla
beraber "gâib" ile aynı anlamdadır. Ancak "gayb" sen onu
görmediğin halde o seni gören; "gâib" ise senin görmediğin, onun da
seni görmediği bir şeydir, demişlerdir. Buna göre Allah "gayb"dir,
"gâib" değildir. Şiîlerin; "gayb"dan maksat, Kur'ân'da ve
hadiste va'dedilen ve beklenen Mehdîdir şeklindeki kabullenişlerinin doğrudan
çok uzak olduğu, Fahruddin Razi tarafından ifade edilmiştir. Ayağın alt
koğuğuna, dağlar arasındaki kuytu alçaltılara da ilk bakışta görülmedikleri
için "gayb" denir.
Gayb gerçeği, imanın
belli başlı kaidelerinden ve İslâm düşüncesinin en köklü esaslarından
birisidir. Çünkü İslâm'ın esasını oluşturan iman temelleri altıya indirgenirse
bunların bir bakışa göre en az dördü, diğer bir bakışa göre tamamı gayb
sahasına girer. Bir İslâm düşünürü ve tefsircisinin ifadesiyle:
"Gayba iman,
insanoğlunun hayvanlar âleminden yücelişinin ayrılış noktasını teşkil
eder". [1309]
Bu yüzden Kur'ân-ı
Kerîm'in ilk âyetlerinde gayba inanan mü'minler övülür ve kurtuluşa erecek
olanların ancak onlar olacağı vurgulanır. Çünkü insanın hem bu dünya hem öbür
dünya ile ilgili olarak bilebildikleri, bilmedikleri yanında hesaba katılmayacak
kadar azdır. Onun kapasitesi her şeyi kavramaya müsait olmadığı gibi görünene
inanmak da karşılığında mükâfat olan bir erdem
sayılamaz. Zaten "ona ilimden çok az birşey verilmiştir". İlimde
kendisi için dikilen sınır taşma varsa bile bilemeyeceği daha bir sürü
"gayb" kalacaktır. Ancak bu az ilme oranla da olsa insanların önceden
bilmezken sonradan bildikleri, bir kısmının ibilmediği halde diğerlerinin
bildikleri şeyler bulunduğuna göre, bilinmeyenlerinin yanında, en azından
sözlük anlamıyla gaybın bilinebilenlerinin de olduğu anlaşılır. Öyleyse
"gayb"ın sınırını öncelikle âyetler ve hadislerle çizmek gerekir.
Türevleriyle beraber
Kur'ân-ı Kerîm'de "gayb" kelimesi ellisekiz yerde geçer ve; göklerde
ve yerde olup insanların bilmediği [1310],
tarihin geçmiş olayları [1311],
kocası görmediğinde kadının sahip olduğu değerler [1312] görüp
hissetmeden sezilen ve delille kavranan [1313],
müşahede edilmeyen [1314],
sadece Allah'ın bilgisinde olan şeyler [1315],
kişinin görüp duymadığı yer, gıyabı [1316], insanın
canı, ruhu, iç dünyası [1317],
kalbinden geçirdikleri [1318]
gibi anlamlarda kullanılır. Resûlullah'ın hadislerinde ise; kabrinde azap gören
birinin ne zamana kadar azap görmeye devam edeceği, yani gelecekte olacak şey,
[1319]
Kıyamet saati, yağmurun yağma zamanı, rahimlerdekiler, ölüm zamanı ve yer [1320]
gibi şeyler "gayb" cümlesinden sayılmıştır.
Gaybın özellikle
âyetlerdeki kullanılışına bakıldığında onun her çeşidiyle bilinmeyen birşey
olduğu anlaşılmıyor. Bazı insanlara göre gayb olarak bir şeyin, diğer
bazılarına göre bilinebileceği anlaşılıyor. Meselâ geçmiş bir peygamberin
yaşadığı olaylara Rasûlullah Muhammed'e (sav) göre gayb denirken sözkonusu peygamberin
o olayı görüp bildiği açıktır. İşte bu gerçek gaybın âlimler tarafından
"mutlak" ve "nisbi" (göreli, izafî) diye ikiye ayrılmasına
sebep olmuştur:
Allah'ın bizzat
mahiyeti, künhü. (buna Cürcanî "gaybu'l-hüvviye ve gaybu'l-mutlak
el-gaybu'l-meknun ve el gaybu'l-masûn" der) Ama Allah'ın sıfatlarından
birinin "gâib" olmayışı da ilginç olmalıdır. Hatta bir âyeti kerîmede
"biz gaipler değiliz" [1321] denir.
Onun için bu âyeti tefsir ederken Kurtubi:
"O, bu dünyada
gözlerden gaiptir, görünmez ama, aklı kullanma ve istidlal ile gâîp olmaktan
çıkar" der. Allah'ın (cc) "gâib" diye bir sıfatının olmayışı,
O'nun bir gün görülebileceğini de anlatıyor olmalıdır. Bütünüyle ahiret âlemi,
kıyamet saati, cennet, cehennem, mahşer, mizan, sırat, lika, kevser, melekler
âlemi, istikbalde olacak olaylar, ölüm saatleri ve yerleri gibi şeyler mutlak,
yani herkese göre gaybtir.
Bir hadisi şerif, bir
âyetin açıklaması olarak bunları beşe indirger:
"Beş şeyi
Allah'tan başka kimse bilmez:
1. Kıyametin
zamanı Allah karındadır.
2. Yağmuru
indirir.
3.
Rahimlerdekini bilir.
4. Hiçbir
canlı yarın ne yapacağını bilmez.
5. Kimse
nerede öleceğini bilmez [1322]".
Görüldüğü gibi Rasûlullah (sav) hiç kimsenin bilemiyeceği "gayb"ın
âyette sayılan bu beş maddeden ibaret olduğunu söyler [1323]
Ancak sözkoriusu âyetin 2. ve 3. maddelerindeki üslûbun yumuşaklığı bir yana,
meselâ sarih Münavî, Alusî ve Nevevî, bu maddelerle ilgili gaybın
bilinmezliğinin, her yönlerini kapsayan genel anlamda olduğunu, yoksa bazı özelliklerinin
bilinebileceğini söylerler. Burada sayfları maddeler için bir sahabî "Gayb bu beş şeyden ibarettir, bunun
dışındaki gaybı bazıları bilmese bile bazıları bilebilir" [1324]
demiştir.
Böyle olan gayb için
Allah- (cc) "De ki, göklerde ve
yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez..." [1325],
"Gayb Allah'a mahsustur" [1326],
"Gaybın anahtarı onunu katındadır, onları
ondan başkası bilmez" [1327],
"Allah sizi gaybe muttali kılacak değildir. Fakat
Allah resullerinden dilediğini seçer (ve onlara gaybı bildirir)"[1328],
"Gaybı bilen O'dur. Resullerinden dilediği
dışında kimseyi gaybına muttali kılmaz" [1329]
buyurur. Mü'minlerin annesi Aişe'den nakledilen bir hadiste de:
"...Kim Resûlullah yarın ne olacağını haber
vermiştir derse, Allah'a çok büyük bir iftira etmiş olur..." [1330]
İşte bütün bunlardan
hareketle:
"Hiçbir mahlûkun
ne duyularının ne de ilminin ulaşamadığı gayba gaybı mutlak, muayyen bir
mahlûkun ilminin ulaşmadığı ve ona göre bilinmeyene de gaybı izafî (nisbî,
göreli)" [1331]
demişlerdir. Bazıları da gaybı:
I. Delili
bulunmayan ("gaybın anahtarları onun
katındadır" âyetinde anlatılan budur ve bunu ancak Allah bilir)
2. Delili
bulunan (Sani' olan Allah, sıfatları, Ahiret günü...) diye ikiye ayırmışlardır.
Bunların hepsi birden
gözönünde bulundurulduğunda gayb konusunda şu sonuca varmak hatalı olmayabilir:
Kıyamet saatini Allah Resullerine de bildirmemiştir, yağmurun kesin olarak ne
zaman yağacağını ancak Allah bilir. Ancak âyetin bunu bildirdiği cümlesine
bakıldığında bunun kıyamet saati kadar mutlak olmadığı bazı belirtileri
yardımıyla tahminler yapılabileceği anlaşılır. Belirtilen ortaya çıktıktan
sonra bu gayb olmaktan çıkmıştır da denebilir. Tıpkı, yağmur yağmakta iken
dışarı çıkmak isteyen birisine, ıslanacaksın, demek gibi. Rahimlerdekinin
bilinmesi konusu da aynen yağmurun yağmasının bilinmesi gibidir. Fazlalık olarak
burada neyi sadece Allah'ın bildiği konusu da kapalıdır:
Erkek-dişi olduğu mu?
Sadece uzuvları belirinceye kadar erkekliği dişiliği mi? Said-şaki olduğu mu?
Tam-eksik olduğu mu? Canlı doğup-doğmayacağı mı? Yoksa hepsi mi? İşte en
azından bunların tümünü birden bilmek de insan için mümkün değildir. Kişinin
yarın ne yapacağı, yani istikbalde ne olacağını da -belirtilerden hareketle
yapılan tahminlerin isabet edenleri dışında- Allah'tan başka kimse bilmez.
Kişinin nerede ve ne zaman öleceğini de kimse bilmez. Bu konuda cinler de
insanlar gibidir. Söylerlerse yalan söylerler. Ancak Allah tümüyle olmasa bile
bu tür gaybını bazı noktalarını ve müfredatından bazılarını seçtiği rasûllerine
bildirebileceğini söylemiş ve bildirdiği de olmuştur. Bu türden olmak üzere
(vahye dayanarak) bizim Peygamberimiz de istikbale ait birçok haberler vermiş
ve söylediği gibi çıkmıştır. Ama vahye dayanmadan istikbali peygamberlerin dahi
bilmeyeceğine dair pekçok nas mevcuttur.
Bunların dışındaki
gayb için, belirterek Allah'tan başkasının bilemeyeceğinin söylendiğini
bilmiyoruz. Başta evliyanın kerameti ve İlham olmak üzere, cinlerin istihdamı,
telepati, tekniğin istihdamı, riyazet vs., gibi yollarla, halde mevcut olmak
şartıyla, bazılarına göre gayb ve bilinmez olanlar, başkalarına göre bilinir ve
algılanır. Kur'ân-ı Kerîm’de Hadis'in bildirdikleriyle ilgili olarak
anlatılanlar, Halife Ömer'in İran üzerinde bulunan komutan Sâriye'yi Medine
minberinden görüp ikaz etmesi gibi sabit olaylar bunun delili olarak
gösterilir. Hatta İbn Hacr el-Heytemî gaybın bilinmezliği prensibinin Allah'ın
bazı evliyaya bile ondan haberler lütfetmesine engel olmadığını, bu yüzden bazı
velilerin, meselâ yarın öleceklerini söylediklerini, hatta Halife Ebubekr'in
karısının rahmindeki çocuğun erkek olduğunu söylediğini ve öyle çıktığını yazar.
[1332]
"Mü'minin fırasetinden sakının çünkü o Allah'ın
nuruyla bakar" hadisi ve "Ben kulumu sevince duyan kulağı, gören
gözü, tutan eli, yürüyen ayağı... olurum" [1333]
kudsî hadisi de buna imkân verir gibidir. Hatta Allah'ın nuruyla bakar hale
gelen birisinin karşısındakinin kalbinden geçeni dahi görebileceği
söylenebilir. Nitekim tasavvufta "Şerhu'l-kubur ve's-sudur"
(kabirleri ve kalpleri keşif) velayetin daha ilk basamağı olduğu inancı
meşhurdur.
Ancak Ebu Hanife'ye
nisbet edilen şu söz gerçekten onun ise bu kabullenişi tereddütle karşılamak
gerekir: "Kalplerde olanı Allah ve O'nun vahyettiği bir Rasûlden başka
kimse bilemez. Vahiy olmadan, kalplerdekini bildiğini iddia eden, âlemlerinin
rabbinin ilmine sahip olduğunu iddia etmiş olur..." [1334]
Biraz değişik ifadelerle
Müslim, [1335] İbn Mace [1336] ve
Müsned'de [1337] bulunan bir hadis de
Ebû Hanife'ye nisbet edilen bu hükmü destekler görünür:
Savaşta bir müşrikle
karşı karşıya gelen bir sahabi onu "Allah'tan başka ilah yoktur"
demesine rağmen öldürür, Peygamber (sav) bundan hoşlanmaz ve:
"Karnını yarıpta kalbinde olanı bilseydin ya!" diye üzüntüsünü belirtir. Yine ashabı içerisindeki
münafıkları vahiy yoluyla sadece Peygamber biliyordu ve sadece Huzeyfe'ye
bildirmişti. Sahabenin en ileri gelenleri dahil onları bundan başka kimse
bilmiyordu. Başta Ebû Bekr (ra) olmak üzere, en küçüğü dahi en büyük veliden
daha büyük olan sahabenin bilmediğini
başkaları hiç bilemez şeklindeki iddia ciddi gibidir. [1338]
Niyyete bağlı olarak
yapılmasında sevap olan ve Allah'a yaklaşma anlamı taşıyan özel itaat.
Mükellefin Rabbini yüceltmek için nefsî arzularına zıt olarak yaptığı eylem.
Genel anlamı ile kulun, iradesi ve mabudunun isteğine uygun eylemi. Dar anlamı
ile; tam itaata karşı pratik alıştırma olmak üzere kulun sorumlu tutulduğu
belirli ve özel eylemler (ameller), Sözlük anlamı ile "ibadet"
Arapçadaki a-be-de fiilinin masdarları olarak "abdiyye",
"ubudiyye" ve "ubûde" masdarları ile bazı nüanslarla aynı
anlamda olup, itaat etme demektir. "Ubûdiyyet"in aslı, acizlik ve
güçsüzlüğü belirtmedir. "İbadet"te ise bu anlamlar en ileri ve en belirgin
düzeydedir. Onun için "ibadet" keremi ve iyiliği en fazla olana, yani
Allah'a yapılır. "Ubidiyyet" ise yaratıklara da yapılabilir. Bu
anlamda "ibadet" iki çeşittir:
Zoraki boyun eğdirme
(teşhir), isteğe bağlı boyun eğdirme. Birinciye insan dışındaki varlıkların
Allah'ın kanunlarına itaatları, ikinciye de akıl sahiplerinden istenen şeyler
örnektir.
Yaklaşma (kurbet) ise,
niyyete bağlı olmasa dahi yapılması sevap olan işi (fiîli) kime yapıldığını
bilerek, yani yaklaşmak istediği zatı tanıyarak yapmaktır. Buna göre her ibadet
Allah'a bir yaklaşma (kurbet) ve her kurbet bir taattır. Ama her taat bir
kurbet olmaz ve her kurbet ibadet olmaz. Kur'ân okumak, muhtaçlara yardım etmek,
sadaka vermek, vakıf yapmak ve benzeri niyyete bağlı olmayan işler hem kurbet,
hem taattır, ibadet değildir. Ama namaz, oruç, zekat, hac ve cihad gibi
kendilerinde niyet şart
olan işler hem ibadet, hem kurbet, hem de taattır.
İbadetin "iradeli
olması" kaydıyla, kişinin; mabudunun emrine ve yasağına uymayı hesaba
katmadığı doğal ve adi (sıradan) işleri, ibadet kavramının dışında bırakılmış
olur. Gösterilen boyun eğme ve kabullenişin ibadet olabilmesinde "iradeli"
ve isteğe bağlı olması çok önemli bir şart olduğu için Resûlullah (sav) Adiy b.
Hâtim'e ibadetin ne olduğunu öğretirken "Onlar Allah'ı değil de papaz ve hahamlarını ve de Meryemoğulu Mesih'i
rabler edindiler. Halbuki sadece tek olarak Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı.
İlah olarak ancak O vardır. O icad ettikleri ortaklardan berîdir" [1339] âyetini
okuyunca Adiy onlara ibadet etmediklerini söylemiş, bunun üzerine Resûlullah
da:
"Hayır! papazlar ve hahamlar, helâli haram,
haramı da helâl yaptılar halk da bunu benimseyip onlara uydu. İşte bu onlara
ibadet etmeleri demektir" [1340]
buyurmuş ve Allah'ın buyruklarına zıt olarak konan kuralları, iradeli ve
isteğe bağlı olarak kabullenmeyi ibadet saymış, dolayısı ile de bunun o kuralları
koyanları "rab" edinme, onları kabul etmenin de Allah'a şirk koşma demek
olduğunu anlatmıştır. Ancak şunu da kaydetmek gerekir ki, Allah'tan başkasına
gösterilen bu tür boyun eğiş"ve kabullenişler Allah'a şirk koşup onlara
tapma, "ubudiyyet" anlamında kulluk etme olsa dahi "ibadetsin
özel anlamı ile bunlara "ibadet" değil, "ubudiyyet" ve
Türkçede kullanılan şekliyle "tapınma", "tapma" demek
gerekir. Çünkü özel anlamı ile "ibadet" dini bir terimdir ve:
"İnsanın ruhu ve bedeni ile içi ve dışı ile ve bütün varlığı ile yalnız
Allah'a yaptığı bilinçli itaat ve yaklaşma (kurbet) eylemidir." Hatta bu
anlamda yalnız istekte ve ruhta kalan tefekkür ve anma gibi içe ait bir eylem,
itaat ve kurbet olsa da "ibadet" olamaz. Keza, niyyetle birlikte
bulunmayıp yalnız görünürde yapılan eylemler de, ne dursa olsun, ibadet
değildirler. Buna göre meselâ "sana ibadet ederiz" yerine,
"sana ubudiyyet ederiz" ya da Türkçe olsun diye, "sana
taparız" veya "tapınırız" demek eksik ve dilin inceliklerini
zayi etmek olur. Onun için genellikle tefsirciler "ibadet":
Boyun eğmenin en uzak
noktası, diye tarif ederler ki bu, sebebini sormadan tam itaat mânâsını içerir.
Yani "ubudiyyet", acizlik ve güçsüzlük (tezellül) göstermek,
"ibadet" ise bunun daha kuvvetlisi olarak saygının, boyun eğmenin en
son derecesidir. "İbadet" Allah'ın razı olduğu şeyi yapmak,
"ubudiyyet" ise yaptığına razı olmak, ahdinde durmak, bulunana razı
olmak, kaybedilene sabretmektir, diye de tanımlanmıştır.
İşte insanın
hamurundaki ümit ve korku, saygı ve boyun eğiş duygusu, fıtratındaki
"ibadet" ve "ma'bud" fikrinin kaynağıdır ve insan bu
duygusunu neye bağlarsa "ma'budu" odur. Canlı cansız türlü türlü
putlar ve ma'butlar hep bu duygu ile ortaya çıkmıştır ve Elmalı'nın ifadesiyle:
"Beşer hayatında
hâlâ böyle vicdanlar sanıldığından çok fazladır. Hatta kendilerini
"mabut" ve "ibadet" fikriyle hiç alâkalı değil gibi
sananlar her an böyle bir ma'bud değiştirirler." Tekniği, bilimselliği ve
onların da rabbı insanı farkına varmadan ilahlaştırır, rızık verici, öldürücü
ve diriltici... Olarak onları görür, onlara özel anlamıyla "ibadet"
değilse de "ubudiyyet" ve kulluk eder, bunların ilahlığı yanında
ayrıca Allah'ı (cc) da tanıyorsa şirk koşmuş ve müşrik olmuş, tanımıyorsa
mülhid ve inkarcı (kâfir) olmuş olur. Yine Elmalı'nın deyimiyle:
"Bir tarafta
dilber sevgi mabutları, bir tarafta da kahraman korku mabutları dizilmiştir.
İkisinin arasında kalan zavallı kalp, ikisine de kendini sevdirip, korkusunu
savmak, ümidine ermek için ne heyecanlarla kıvranır, ne mantıksız aşağılanmalar
ne tazimler göstererek çırpınır, tapınır ve onun fikrince bu bir ibadet
olur."
İbadet Kur'ân-ı
Kerîmin ifadesi ile "insanların ve
cinlerin yaradılış gayesi"dir [1341] ve
ilk mükellef insan Adem (as)'den başlamak üzere her mükellef insandan
istenmiştir. Bütün peygamberler bu gayeyi gerçekleştirmek için gelmiş ve hepsine
gelen vahiy, insanları tek olan Allah'a ibadete çağırmıştır. [1342] İbadetin
önemi Kur'ân âyetlerinde türevleriyle beraber sadece "a-be-de"
maddesinden 340 kez geçmesiyle de anlaşılır. Namaz, oruç, hac, cihad vs.,' gbi
müfredatı bu sayının dışındadır. Kelimenin kökünün bu âyetlerde kullanılışına
bakıldığında; hürriyetin zıddı olan kölelik, itaat ve boyun eğme anlamında
ibadet, ilah edinme ve tapınma, bağlı kalma ayrılmama, engellenme gibi anlamlar
ifade ettiği görülür. Bütün bu anlamlara bakıldığında az önce sözü edilen [1343] âyetin
ne demek istediği daha iyi anlaşılır. Yani cinler ve insanlar sadece ibadet
için yaratılmışlarsa halbuki, yeme, içme, yatma, cinsel ilişki... gibi tabiî
ihtiyaçlarını gidermek zorunda da iseler, öyleyse bu eylemlerinin de îbadetleştirilmesi
gerekir. Bu da bütün eylemlerin Allah'ın çizdiği ölçülere göre doğru (sevab) ve
O'nun rızası istikametinde yaşama niyyet ve gayesiyle (ihlas) harekete
geçirilmiş olmasıyla mümkündür, işte bu iki şartla (doğru ve halis O'nun için)
her eylem ibadete dönüşür ve insan da yaratılış gayesini gerçekleştirmiş olur.
Bu bağlamda şu çok önemli noktaya da dikkat çekmek gerekir:
İnsanı ibadete
götüren dürtü; hamurunda (fıtratında) bulunan ibadet ihtiyacı, arzu ve istek,
korku ve ürperti, mabuda karşı duyulan sevgi ve takdir, adetleri taklit ve
gelenekçilik... olabilir. İşte ibadetin makbul bir ibadet olabilmesi için
gelenek ve adet olarak yapılmış olmak gibi bilinçsizlikten, ülfet ve şartlı
refleks olmaktan arındırılmış olması gerekir.
Kur'ân-ı Kerîm, önceki
milletlerin zamanın geçmesiyle ülfet peyda ettiklerini, yani ibadetlerini
alışılagelen bilinçsiz bir şartlı refleks
halini aldığı için, meşru çerçeveden çıkıp fasıklar olduklarını haber verir. [1344] Bu
yüzden ibadetin en makbulü ve en üstünü "halis" olanı, yani mabuda
sırf ma'bud olduğu ve yapılmasını istediği için yapılandır. O'nun cezasından
kurtulmak ve mükafaatını elde etmek için yapılan ibadet de hedef yine O olduğu
için makbuldür ancak derecesi birinciden aşağıdır. Sırf dünyaya ait bir iş için
ya da kişiler için yapılan ibadet ise hiç makbul olmadığı gibi Allah'a şirk
mânâsı da taşıdığından tehlikelidir. İbadete götüren dürtü (esas saik, niyyet)
hem Allah rızası, hem de insanlara gösterme (riya) ya da dünya menfaati
olursa, bazıları dürtünün (niyyetin) en az yarısından fazlası "Allah
için" olmadıkça yapılan ibadetin boşa gideceğini, yarıdan fazlası
"Allah için" olması hafinde oranına göre sevap alabileceğini
söylemişlerdir. Karafi, Allah'a ait olan bir ibadetin sırf insanlar için
yapılmasına "rî-yâu'ş-şirk" niyetin bir kısmının insanlar için
olmasına da "ri-yâu'l-ihlâs" terimlerini kullanır.
Geniş anlamı ile
"kulun, mabudun isteğine uygun iradeli eylemi" diye düşünüldüğünde
ibadetin, değişik bakış açılarına göre değişik taksimleri yapılır.
1. İlgili oldukları şeye göre: Bedeni,
malî ve hem bedenî hem malî diye üçe ayrılır. Bedenî olanları da kalbin, fikrin
ve cesedin ibadetleri diye ayrıca üçe ayrılır. Allah'ın varlığını doğrulama
(tasdik), sıfatlarını (niceliğini) düşünme ve organların ibadet olarak yaptığı
eylemler bunlara birer örnektir. Mali ibadetlere zekât, hem bedenî hem malî
ibadetlere de hac ya da cihad birer örnektir.
2. Konulusuna göre: Kök ibadetler (ya da
şiar anlamı taşıyan ibadetler), dal ibadetler ve mülhak ibadetler diye yine üçe
ayrılır. İman esasları namaz, oruç, hac, şiar olarak da cihad, ezan, cemaat
birinciye; doğruluk, ihlâs, tevekkül gibi diğer mali ya da bedenî ve kalbî
ibadetler ikinciye, günlük hayatta sıradan bir eylemken ibadet niyyetiyle
yapılınca ibadet olan,
meselâ hanımıyla cinsel ilişki de üçüncüye örnektir.
3. Tabiat ve karakterine göre:
Gerekçesini aklın kavrayabildiği (mu'atlel) ve kavrayamadığı (gayrı mu'allel)
diye ikiye ayrılır. Meselâ cihad birinciye, namazların rekât sayıları da
ikinciye örnektir.
4. Hükmüne göre: Farz (vacip) haram, mendup, mekruh ve mubah ibadetler diye beşe
ayrılır. İslâmın beş temeli, salt riya dürtüsü ile yapılan ibadet, nafile
namaz, sünnetlerden soyutlanmış namaz, iyi niyetli bir yemek sırasıyla bunlara
birer örnektir. ,
5. Etki ve belirtisine göre: Şahsî ve
bireysel, genel ve toplumsal ve her ikisine de benzeyen diye üçe ayrılır. Beş
vakit namaz, Allah için cihad, zekât bunların örnekleridir.[1345]
Helâl yollarla elde
edilen malı, ihtiyaca ve dinin gerekli ya da hoş gördüğü yerlere harcama,
sarfetme. Allah'ın bir rızık olarak verdiği görünür-görünmez (zahir-batın)
nimetleri yayma.
Kelime arapça kökenli
olmakla beraber, İslâmî bir terim muhtevası kazandığından bütün müslüman
halklar tarafından aynı kapsamla kullanılır olmuştur. Arapçadaki kökü
"ne-fe-ka" fiilidir. Bu kök "çıkma" ve "gitme"yi
ifade eder. Arap tavşanının çıkış deliğine "nâfika", imandan çıktığı
için ya da kalbinden iman çıktığı için insana "münafık", pantolonda
ayağın çıkış yerine "neyfak", azığın bitip tükenmesine
"infak", yerin altından çıkkış yeri olan tünele "nafak"
denir ki, bunların hepsinin kök, mânâ ile ilişkisi vardır. İnsanın şer'an
bakmakla yükümlü olduğu kimselere elinden çıkarıp vermekle yükümlü olduğu malî
mükellefiyete de "nafaka" denir ki, bunun da bu kökle ilişkisi
açıktır. Terim olarak giriş paragrafındaki anlamların tümünü bünyesinde
bulunduran "infak"
tanımından da anlaşılacağı gibi, insanın sahip olduğu bilgiyi (faydalı ilmi)
yayma ve öğretme anlamına da gelir.
Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'in
daha ilk girişinde [1346]
kurtuluşa eren mü'minlerden sözeden, "bizim
kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler" âyeti
"infak"a bu anlamı da yüklemiştir. Ve bu âyet aslında
"infak"ta bulunması gereken özelliklere de "işareti" ile
dikkat çeker:
Âyetteki "min =
den" eki, infak edenin sahip olduğu herşeyi verip yoksul kalmasını ve
savurganlık etmesini değil, bir kısmını vereceğini, "mâ = şey"
ifadesi, sadece maddî varlıktan değil, ilim gibi manevî varlıklardan da infak
edileceğini, Allah'ın "bizim rızık olarak verdiklerimiz" ifadesi,
"infak"ta başa kakma ve minnet duygusunun olamayacağını, çünkü
verenin aslında Allah'ın malından verdiğini, "infak ederler" ifadesi
de, hem başka harcamalar için değil ihtiyaç (nafaka) için verirler, hem de,
verdikleri çok az olmayıp bir ihtiyacı karşılayacak kadar olur anlamını verir
ki, "infak"ın asıl özellikleri de bunlardır.
Bu nitelikleri taşıyan
"infak"ın, yapıldığı yön (cihet) zaman ve şartlar itibarı ile kendi
içinde bir meratibi (hiyerarşisi) vardır. Meselâ bir yönüyle
"infak"ın farz, (vacip) ve mendup olanları vardır ki, bu sıralamaya
göre "infak"ın farz olanlarının başında zekât gelir, insanın kendine
bakması ve çoluk çocuğuna yapacağı harcama (nafaka) da ikinci derecede farz
olan "infak"tır. Üçüncü farz "infak" ise cihat için
yapılacak harcamadır. Bütün çeşitleriyle sadakalar ise "infak"ın
mendup (hoş ve arzulanan) kısmını oluşturur. [1347]
"İnfak"ın tüm çeşitleri ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'de ikiyüze
yakın âyet-i kerîme vardır ki bu, İslâm toplumundaki maddî transfer, mülkiyet
seyyaliyeti, servet törpülenmesi, gelir hatta servet dağılımı, olandan olmayana
transfer (sosyal güvenlik ödeneği) kısaca sosyal adaletin hangi boyutlarda
motive edildiğinin belirgin bir göstergesidir, "infak"ın mekruh ve
haram olanı ise olmaz. Çünkü bu terimin anlamı bütünüyle olumludur. Mekruh ya
da haram olan harcamalara "infak" değil "israf", "savurganlık"
vs., denir.
Ancak
"infak"ın sadece teberru (tatavvu) şeklindeki harcamalara
denebileceği, zekâtı içine almayacağı da söylenmiştir. Fakat birinci görüş
daha doğrudur. [1348]
Diğer bir yönden "infak"ın hiyerarşisini Allah Rasûlü (sav) bir
hadisleriyle açıklar:
"Gelip, bir dinarım var (ne yapayım?)
diye soran birisine:
Kendine harca (infak et) buyurdu. “İki
dinarım varsa? Ev halkına harca. Üç dinarım varsa? Hizmetçine
(çalıştırdıklarına) harca. Dört dinarım varsa? Ebeveynine harca. Beş dinarım varsa?
Yakınlarına harca. Altı dinarım varsa? Allah yolunda harca, buyurdu"
el-Bakara sûresi 2/2 15. âyeti bu hiyerarşiye daha net bir sıra çizer:
"Ne infak edeceklerini sana sorarlar. De ki,
hayır olarak infak ettiklerinizi ebeveyninize, yakınlarınıza, yetimlere,
yoksullara ve yolda kalmışlara (harcayın)."
Bir başka hadis-i
şerif aynı derecelemeye değişik şartlara göre biraz değişik bir sıra çizer:
"Kişinin infak
edeceği en hayırlı para (dinar) çoluk çocuğuna harcadığı, Allah yolunda
(cihadda) bineğine harcadığı, yine Allah yolunda arkadaşlarına harcadığı paradır."
Bir diğerinde ise:
"Allah yolunda (cihadda) infak ettiğin bir
dinar, bir köle azat etmek için infak ettiğin bir dinar, bir yoksula sadaka
olarak verdiğin bir dinar ve çolukçocuğuna harcadığın bir dinardan ecri en
büyük olanı çolukçocuğuna harcadığındır" [1349]
denir.
Rasulullah'ın
hadislerinde de her çeşidiyle "infak" vurgu ile tavsiye ve teşvik
görür. O herkesin, yarım hurma ile de olsa kendisini kurtarması gerektiğini,
sadakanın rızkı çoğaltacağını, ömrü ve malı artıracağını, Rabbin gazabını
dindireceğini, zafere sebep olacağını, malın bereketi olduğunu söyler. Zaten
Allah da (cc) yapılan bir infakın yerinin Allah tarafından doldurulacağını
haber verir. [1350] Yine
Allah Rasûlü (sav) "infak" etmeyenin rızkının daraltılacağını,
cömertliğin Allah'ın ahlâkından olduğunu, yoksullara arka çıkmanın kötü ölümü
engelleyeceğini, sadakanın (bir paratoner gibi) belayı önlediğini... bildirir. [1351]
Kısaca bütün çeşitleriyle infak İslâmın ikinci temel unsuru,
"köprüsü" ve dünyayı düzene koyma aracı olarak görülür. [1352]
Kalbleri İslâm'a
ısındırılmak için kendilerine zekâttan bir pay ayrılan kimseler.
Kur'ân'da sadece bir
yerde geçen "Müellefetü'l-Kulûb" tabiri, bir isim tamlaması olup,
"müellefe" ve "el-Kulûb" kelimelerinden oluşur.
"Müellefe", ütfetlendirilen, ısındırılan, alıştırılan gibi anlamlara
gelir. "el-Kulûb" ise kalpler demektir. İkisi beraber "kalpleri
ısındırılan" gibi bir anlam ifade eder. Kur'ân-ı Kerîm, Tevbe sûresi (9)
60. âyeti zekâtın kimlere verileceğini sayarken "müellefetü'l-kulûb"ü
de zikreder. Bu âyetin gereği olarak Rasûlullah Efendimiz (sav), zamanında
zekât mallarının bir bölümünü bu
tür insanlara vermiştir.
Bunlar, terimden de
anlaşılacağı gibi, kalbleri İslâm'a ısınmamış kimselerdir. Bunda, müslümanlığı
her nasılsa kabul ettiği halde, ısınmama, ya da hiç kabul etmeme durumları
sözkonusu olabilir. Bu açıdan Rasûlullah'ın (sav) kendilerine bu fondan zekât
verdiği kimselere baktığımızda değişik kategorilerde olduklarını görürüz:
1- Zekât
verilmekle kendinin ya da aşiretinin müslüman olması umulan kimseler. Safvan
b. Ümeyye bunlardandır. "Resûlullâh bana bu kadar mal vermeden önce en çok
buğzettiğini insandı. Sürekli verdi ve benim için insanların en sevimlisi
haline geldi" demiştir.
2- İslâm
adına şerrinden endişe edilip, kendinin ve yandaşlarının kötülüğünden korunmak
istenen kimseler.
3- İslama yeni
girip henüz ısınmamış olanlar. Hatta Zühri'ye "müellefetü'l-kulûb"ün
kim olduğu sorulmuş da: Yahudi ve Hıristiyanların, zengin olsalar bile
müslüman olanlarıdır, demiştir.
4- Sağlam
müslüman olmakla beraber kafir liderlerden dost ve yakınları bulunanlar. Adiy
b. Hatim ve Zibirkan b. Bedr bunlardandır.
5- Lider
kadrosundan olup, müslüman olanlar, ancak imanları zayıf bulunanlar.
6- Sınır
boyu bölgelerde bulunan ve hududu korumaları arzulanan müslümanlar.
7- Zekât
memuru gönderilmeyecek kritik ve uzak bölgelerin zekatını gönüllü toplayıp
getirenler. Bu gruplardan olmak üzere Resûlullah'ın (sav) kendilerine zekâttan
bir pay verdiği kimseler ve her birerlerine ne kadar verildiğinin listesi,
çeşitli kaynaklarla beraber Kadı İbnü'l-Arabî'nin Ahkâm tefsirinde de
zikredilir.
Bütün bunlar
Resûlullah döneminde "müellefetü'l-kulûb" kapsamında mütalaa edilmiş
ve kendilerine zekâttan bir fon ayrılmıştır.
Görüleceği gibi, bu
kategorilerin hepsinde ortak özellik, İslâm'a güç kazandırmak ve yapılması
muhtemel her türlü saldırıyı bertaraf etmektir. Bunların içerisinde Abbas b.
Mirdas gibi şair olanlar da vardır. Bu fondan kendisine az şey isabet ettiği
için şiirleriyle hicivlerde bulunmuş, Resûlullah Efendimiz de:
"Gidin şunun dilini bizden kesin"
buyurmuşlardır. Görevliler de gidip, onu memnun edinceye kadar vermişlerdi.
Bunlardan anlaşıldığına göre "müellefetü'l-kulûb" için âyetle sabit
olan fon, muhtemel her türlü sözlü, yazılı ve fiili saldırılara karşı İslâmı
korumayı hedefleyen bir millî güvenlik, dinî güvenlik ve İslâm düzenini tanıtım
ve propaganda fonudur. Bugünkü basım yayım ve iletişim araçlarının her türlüsü
bu çerçeveye dahil edilebilir.
Ancak Hz. Ömer
döneminde İslâm'ın güçlendiği, propagandaya ve müşriklerin kalbini para ile
ısındırmaya ihtiyacı olmadığı gerekçesiyle, bu türlü insanlara artık zekât
malından verilmez olmuştur. Sahabe de bu uygulamayı görmüş ve karşı
çıkmamıştır. Bu noktadan hareket eden Hanefîlerin çoğunluğu, zekâttan "müellefetü'l-kulûb"
için ayrılacak payın neshedildiğini ve artık bu grubun kalmadığını, böylece
zekât verilecek sınıfların sekiz değil, yedi olacağını söylerler. Bu konuda
İmam Malik de Hanefîler gibi düşünür ve artık "müellefetü'l-kulûb"un
kalmadığını söyler. Taberî ve Şa'bî de aynı görüştedir. İmam Şafiî de "müeliefetü'l-kulûb"a
zekât malından verilemeyeceğini, gerek duyulduğunda onlara başka bir fondan,
fey’den ve kamu yararı için kullanılan diğer gelirlerden verilebileceğini
söyler.
Ama Malikîlerden
Halil, Kurtubî, Kadı Abdulvehhab, Kadı İbnül Arabî ve bazı Hanefîlerin de
içinde bulunduğu fıkıhçı çoğunluğu, bu âyetin neshedilmesinin mümkün olmadığı
kanaatindedirler. İslâm ülkesinin içe ve dışa karşı güçlü zamanlarda Hz.
Ömer'in uygulaması alınıp, "müellefetü'l-kulûb"a zekâttan fon ayrılmaması
"ulu'l-emr"in yetkisinde olan bir şeydir. Ama durumun böyle olmadığı
zamanlarda gerek fertler, gerek millî organizasyonlar, gerekse İslâmî idare bu
fonu kullanır ve bununla iletişim mekanizmaların da, emniyet ve istihbarat
örgütlerinde, kısaca yurt içi ve yurt dışı güç odaklarında destek arar,
düşmanlıklara engel olur, içe ve dışa yönelik tanıtım reklâm harcamlarında
kullanır... derler. Yok kabul edilecekleri zamanlarda ise onlara verilecek pay,
zekâtın verileceği diğer yerlerin tamamına ya da idarenin uygun göreceğine
verilir. Mescid yapanlara verilir diyenler olmuştur ama, delili olmadığından
buna itibar edilmemiştir. [1353]
Dinî konuda zararından
korkulan herşeyden sakınma. Allah'ın cezalandırmasından O'na itaat ederek
korunma.
Kelimenin aslında,
korkulan şeyle kendi arasına kalkan gibi bir koruyucu koymak suretiyle ondan
korunmak anlamı vardır. Şeriatteki terim anlamında da, görüleceği gibi bu vasıf
mevcuttur. Yani kulun, ibadet ve taatı sanki onu ateşten koruyacak siper
durumundadır.
Geniş anlamıyla
"takva" ile, taat konusunda ihlas, masiyetleri sırf masiyet olduğu
için terketme ve sakınma kastedilir. "Takva"ya Mâsiva'dan (Allah'ın
dışında herşeyden) korunma, şeriatın edeplerini gözetme, Allah'tan uzaklaştıran
herşeyden kaçınma, nefsin nasiplerini terketme, nefsinde Allah'tan başka birşey
görmeme ve Allah'tan başka herşeyi terketme, kendini kimseden
üstün görmeme, söz ve fiil olarak
Rasûlullah'a uyma... gibi anlamlar da verilmiştir. Takva'lı olana
"muttakî" (ehl-i tavka) denir. Kimlerin "muttakî" olduğu
konusuna ışık tutan âyet-i kerîmeler vardır:
Meselâ Kur'ân'ın daha
birinci sayfası da "muttakîler":
Gaybe inananlar,
namazı dosdoğru kılanlar, Allah'ın kendilerine verdiğinden infak edenler,
Rasûlullah'a ve ondan öncekilere indirilenlere inananlar ve ahirete yakîn
bilgisi olanlar diye vasıflanır.
Aynı sûredeki 177.
âyette buna ek olarak iman esasları ve zekâtın dışında malın severek
verileceği yerler detayıyla sayıldıktan başka "muttakiler"den
sözleşmelerine riayet edenler, fakirlikte, hastalıkta ve sıkıntı anlarında
sabredenler... dîye sözedîlir. Zümer sûresinde, doğruyu getiren ve onu tasdik eden
de "muttakî" olarak vasıflanır. "Takva" kelimesi türevleri
ile birlikte Kur'ân-ı Kerîm'de 258 yerde geçer. Böylece de Kur'ân'da zikri en
çok edilen hayırlı işlerden biri olduğu anlaşılır. Tek başına, "sonuç,
muttakî olanlarındır" âyeti bile takvanın ehemmiyetini anlatmaya yeter.
Takva'dan sözeden âyetler dünyanın ve ahiretin bütün iyiliklerinin bu haslete
bağlı olduğunu anlatır gibidir. Bu âyetlere örnek olarak şunları
zikredebiliriz:
1- Takva, medhusena edilir: "Eğer
sabreder ve takvalı olursanız, bu azmedilecek büyük işlerdendir."
2- Düşmanlardan korunmaya sebebtir:
"Eğer sabreder ve takvalı olursanız onların planları size hiç zarar
vermez."
3- Allah'ın desteği ve zaferi takvaya
bağlıdır: "Allah takvalı olanlarla beraberdir."
4- Sıkıntılardan halas olmayı ve helâl rızkı
sağlar: "Kim Allah'a karşı muttakî olursa, Allah ona (her türlü
darlıktan) bir çıkış kapısı verir ve onu ummadığı yerden rızıklandırır."
5- Takva kişinin işlerinin düzelmesine yardım
eder: "Ey inananlar, Allah'a karşı takvalı olun ve doğru sözlü olun
ki, Allah da işlerinize salah versin."
6- Günahların bağışlanmasını temin eder:
"...ve de günahlarınızı bağışlasın."
7- Yapılan hayır, dua ve ibadetlerin kabulü
takvaya bağlıdır: "Allah ancak takvalı olanlardan kabul buyurur."
8- Allah'ın sevmesini sağlar: "Allah
muttakî olanları sever."
9- Değer ve keramet takva iledir:
"Allah katında en keriminiz, en takvalı olanınızdır."
10- Ölümde müjde takvaya bağlıdır:
"İnananlar ve takvalı olanlara dünya hayatında da ahirette de müjde
vardır."
11- Ateşten kurtuluş takva iledir:
"Sonra takvalı olanları kurtaracağız, en takvalı olan ondan
uzaklaştırılacaktır."
12- Cennette ebedî kalış takva iledir:
"Cennet takvalı olan için hazırlanmıştır."
13- İnsan doğru olanla olmayanı birbirinden
ayırma gücünü (Furkan'ı) takva ile elde eder: "Allah'a karşı takvalı
olursanız size "furkan" verir... "Bunlar Kur'ân'ın takva için
söylediklerinin bir özeti sayılabilir. Dokuzuncu maddede mealini verdiğimiz
âyete dayanarak ehli sünnet âlimleri, Resûlullah'tan sonra en üstün ve Allah'ça
en değerli insanın Hz. Ebu Bekr olduğu kanaatine varmışlardır. Çünkü "Allah katında en üstün (ekram) olanınız, en
takvalı (etkâ) olanınızdır" âyetini Hz. Ebu Bekr için nazil olan
"en takvalı olanınız, Cehennemden
uzaklaştırılacaktır" âyetiyle birlikte düşününce varılacak sonuç, onun
en üstün ve en mükerrem olduğu sonucudur. Takva, muhtemel tehlikenin
büyüklüğüne göre sakınmayı anlattığı gibi büyüğe büyüklüğü oranında saygılı
olmayı da anlatır. Onun için Allah (cc) "Ey inananlar: Allah'a karşı hakkıyla (nasıl gerekiyorsa öyle) takvalı
olun" buyurmuştur. Bu, onun büyüklüğü ile sizin küçüklüğünüz O'nun
ihtiyaçsızlığı ve zenginliği ile
sizin muhtaçlığınız
arasındaki fark kadar takvalı olun demektir. Bu yüzden İbn Mes'ud
"Hakkıyla takvalı olmayı":
Allah'ın hiç isyan
edilmeksizin itaat edilmesi, hiç küfran-ı nîmet edilmeksizin şükredilmesi ve
hiç unutulmaksızın zikredilmesidir, diye tanımlar. Durum böyle olunca, aslında
olması gereken "takva" sahabeye bile
ağır gelmiş "Allah'a gücünüz
nisbetinde takvalı olun" âyeti meseleyi hafifleterek takvayı olması
gerektiğine göre değil, yapanların gücü ile sınırlandırmıştır. Bu iki âyetin
bu şekilde ayrı ayrı gelmesi belki de yaptıkları ile övünen (ucub) insanların,
takva adına yapacakları şeyleri yeterli görmemeleri içindir.
Ayrıca Kur'ân'da
takvaya üç mânâ yüklenmiş ve bu mânâlar da kullanılmıştır:
1- Korkma, ürperme: "Sadece bana
karşı takvalı olun."
2- Taat: "Ey inananlar, Allah'a
hakkıyla takva gösterin" (yani itaat edin).
3- Kalplerin günahlardan temizlenmesi:
"Kim Allah'a ve Resulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'na karşı
takvalı olursa, işte kazananlar onlardır." Takvanın hakiki olanı, bu üçüncü
olduğu söylenir. Gazali bu sınıflandırmasından sonra da tavkanin mertebelerini
açıklar:
1- Şirkten,
2- Bidatlardan,
3-
Masiyetlerden ittikâ etme (sakınma).
Bunların karşılığında
da:
İman ve Ehli Sünnet
vel-cemaatı ikrar, ihsan ve istikamet vardır. Böylece takvanın kendi içinde bir
takım meratibi olduğu görülür. Rasûlullah'ın şu hadisi de belki bunu anlatır:
"Kul mahzurlu
olana düşerim endişesiyle mahzurlu olmayanı terk edebilecek duruma gelmeden
takvalı olanlardan olamaz." Münavî bunu, harama düşme korkusuyla fuzulî
helâlleri, terketme diye açıklar. Ama takvanın; Nehyedilen ve münker olan
şeylerden kaçınmadan, maruf ve emredilen şeyleri yapmadan olamayacağı da açıktır.
[1354]
Şeriatın kötü saydığı
işlerden, sırf kötü oldukları için pişman olup vazgeçmek ve Allah'a dönmek.
"Tevbe"
kelimesinin sözlükteki asıl mânâsı ilk asla "dönmektir." Bu mânâ ile
bağlantılı olarak tevbe, kula nisbet edildiği zanian, arızî olan günah halini
bırakıp aslî olan salah haline dönmek anlamına gelir. Allah'a nisbet edildiği
zaman da talî olan gazab (bakışından aslî olan rahmet bakışına dönmek anlamını
verir. Bunun için tevbenin serî mânâsında hem kulun, günahını itiraf edip,
ondan pişmanlık duyarak bir daha yapmamaya kararlı olması, hem de Allah'ın da
bu müracaatı kabul ederek günahı bağışlaması anlamları vardır.
“Tevb"de tevbe
demektir. Ancak bunun "tevbe"nin çoğulu olduğunu söyleyenler de
vardır. "İnâbe" terimi de tevbeye yakın bir anlamdadır.
"Tevbe" teriminde sözü edilen, "sırf kötü olduğu için
dönme" özelliğinden ötürü, vicdanında o kötülüğün çirkinliğini
duyduğundan dolayı değil de, bedenine malına veya haysiyetine zarar vermesi
gibi bir korku ya da ümit sebebiyle vazgeçmesi tevbe sayılmaz. Tevbe, yaptığı
bir kabahatin bir menfaatini görse dahi, onun çirkinliğini düşünüp, tiksinerek
vazgeçmektir. Bu yüzden Hz. Ali, bir bedevinin "estağfırullah ve etûbi
ileyk = Allahım, beni bağışlamanı dilerim ve sana tevbe ederim" dediğini
duyunca, "Be adam! Çabuk çabuk tevbe etmek yalancıların tevbesidir.
Gerçek bir tevbede altı şartın bulunması gerekir: Günaha pişmanlık, farzları
kaza etmek, yediği hakları iade etmek, haklarını yedikleriyle helalleşmek, bir
daha dönmemeye karar vermek, nefsi, günahlarla büyüttüğü gibi Allah'a itaatta
eritmek ve ona masiyetlerin tadını tattırdığı gibi taatların acısını tattırmak."
Bu anlamları destekleyen bir âyeti kerîmede:
"Allah'ın kesinlikle kabul edeceğini v'ad
ettiği tevbe ancak bilmeyerek kötülük yapıpta sonra çok geçmeden tevbe eden,
günahında ısrar etmeyen kimselere aittir. Yoksa fenalıkları yapıp yapıpta,
sonunda herbirine ölüm gelip çattığında, ben şimdi tevbe ettim diyenlere ve
de kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur" buyurulur.
Bu
âyetten hareketle İslâm âlimlerinin çoğu
tevbenin "fevrî" (günaha düşülür düşülmez) yapılmasının vacip olduğu
görüşündedirler. Binaenaleyh, bir günaha düşüldüğü anda tevbe edilmemesine de
ayrıca tevbe etmek gerekir.
Bu konuda ölçü şudur:
Hayattan ümit kesme ve
ölüm anından önce küfürden tevbe edip iman etmek makbuldür. Ama can çıkma (nez')
anında küfürden tevbe edip iman etme makbul değildir. İmandan sonra hayırlı işler
yapabilecek bir zaman bulunmalıdır. Fakat fasık mü'minin son nefesindeki
tevbesi de kabul edilebilir. Çünkü mü'minlere "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" buyurulmuştur. Ne var ki,
o andaki tevbenin kabul edileceği kesin değildir. İslâm'da hiç günah işlemeyen
insanların oluşturduğu bir toplum idealizmi yoktur. Hatta bir hadiste:
"Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah
sizi yok eder ve günah işleyip, hemen arkasından da tevbe eden bir kavim
yaratırdı" buyurulur.
"Mü'minlerin
ekine benzediği, küfür rüzgârlanyla eğilip, tevbe ile hemen doğrulduğu"
anlatılır. Yine Allah Rasûlü:
"Hayırlı olanlarınız
çeşitli fitne ve imtihanlara maruz kalıp, çokça tevbe edenlerinizdir",
"Kulunun tevbe etmesinden Allah, korkunç ve ıssız bir çölde her türlü
erzakını taşıyan devesini kaybedip, bulma ümidini kestikten sonra karşısında
gören yokunun sevindiğinden daha çok sevinir", "Günahlarından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir..."
buyurur.
Kur'ân-ı Kerîm'de
"tevbe" ve türevlerinin 86 defa geçmiş olması Allah'ın tevbeye
verdiği önemi anlatır. Tevbe, Hz. Adem'le başlar ve Allah'ın razı olduğu
kulluğun en belirgin vasfını temsil eder. Karşıtı ise inat, kibir ve hatada
bile bile ısrardır ve bunlar da şeytanın ve şeytan tînetindeki insanların özelliğidir.
Adem hata etmiş ve tevbe etmiştir, şeytan ise isyan etmiş ve kibirlenerek
isyanında ısrar etmiştir. Allah da onu ebediyyen ateşte bırakacağını
söylemiştir. Adem (as) ise hatasını anlayıp tevbe etmiş, Allah da onun
tevbesini kabul etmiştir. Bir âyette de "tevbe"nin "nasûh"
olması istenir. "Nasûh" kelimesinin aslında halis ve saf olma, bir
söküğü dikip yırtığı yamayarak düzeltme mânâları bulunduğu için İslâm âlimleri
"nasûh tevbe"nin:
Halis (samimi), ciddi,
temiz ve insanın dinini çok tamir edecek etkili bir tevbe olduğunu söylerler.
Nitekim Allah Resulüne:
"Nasûh tevbe
nasıf olur?" diye sorduklarında:
"Kulun yapmış olduğu günaha öyle pişman olup ve
Allah'a öyle özür dilemesi, sonra da o günaha öyle dönmemesidir ki, sütün
memeye dönmeyeceği gibi"
buyurmuştur. İbn Abbas da "nasûh tevbe"yi:
"Kalp ile
pişmanlık duymak, dil ile istiğfar (bağışlanmayı dilemek), beden ile
günahlardan kopmak, içinden de bir daha dönmemeye karar vermek" diye
tanımlamıştır. [1355]
İnsanın kendine
yüklenen bütün görevleri yaptıktan sonra işin sonucunu Allah'a bırakması, O'nun
yaratacağı neticeyi güven ve rıza ile karşılayıp, insanlardan bir beklenti
içerisinde olmaması. Kısaca Allah'a güvenip, akibetinden endişe etmemesi.
"Tevekkül",
"vekalet" kökünden türemiş bir kelimedir. Aynı kökten olan
"vekîl" kişinin kendi işini gördürmek üzere yetki verdiği insandır.
Avukat da vekildir. "Müvekkil" vekil edinen, "tevkil" ise
vekil kılma, vekil edinme demektir. Aynı kökten olan "ittikâl" biraz
da tembellik içeren ve boşa gidebilecek bir güvenme ve dayanmayı anlatır.
Tevekkülde kelimenin "kalıbı" gereği bir zorlama vardır. Bu da
herhangi bir konuda aklî ve bedenî gücünü, yani metod ve eylem fonksiyonunu
kullanmayı, dayanılıp itimat edilecek yere bunun sonucunda dayanmayı ifade
eder. “Bir kere azmettin mi artık Allah'a
tevekkül et" âyeti buna açıkça işaret eder. Allah'ın sözleri arasında
çelişki olmayacağına göre tevekkülün, hiçbir iş yapmadan Allah'tan birşey beklemekle
bir ilişkisi olamaz. Allah kuluna çeşitli ibadetler yüklemiş, çalışmasını,
ilim öğrenmesini, rızkını aramasını, düşmanlarına karşı güç tedarik etmesini,
bilmediğini bilene sormasını, işlerinde istişare etmesini (şura), kendisine
yakarmasını, dua etmesini, adil olmasını, yani herşeyi en uygun yerine
koymasını, bunun için metod ve yöntem bilmesini emretmektedir. Diğer yönden kendisine
"tevekkül" etmesini istemekte ve tevekkül edenleri sevdiğini
söylemektedir. Demek ki tevekkül bütün bu emirleri yerine getirdikten sonra
duyulan bir iç huzur, itminan ve güven olayıdır. Tamamen metaryalist ve
pozitivist bakışla dahi tevekkülün bulunması birşey kaybettirmeyeceği gibi,
bulunmamasının moral ve psikolojik açıdan kaybı sözkonusudur. Mütevekkil
(tevekkül eden), "insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır"
kuralı karşısında aklî ve bedenî görevini yapacak, bundan öte Allah vekilimdir,
deyip işini O'na havale ederek, sonuç ne olursa olsun ona rıza duygusuyla, bir
de iç yorgunluğu yaşamayacaktır. Mütevekkil olmayanın da maddî plânda fazlalık
olarak yapacağı birşey yoktur. Hatta maddî vesileleri bir emir telakki
etmediğinden belki de daha az esbaba sarılacaktır. Sonra da telaşlı, sıkıntılı
bir bekleyişe girecek ve umduğu sonucu alamadığından da dövünecek ve sinirleri
gerginleşecektir.
Elmalılı bunu:
"Unutmamak
gerekir ki, tevekkül, görevini Allah'a havale etmek değil, emri O'na havale
etmektir. Bir çokları bunu kavrayamayıp tevekkülü, vazifeyi terketme
sanırlar... Bu ise Allah'a tevekkül ve itimat değil, O'nun ilâh olarak emrine
itimatsızlıktır, küfürdür... İyi bilmeli ki, tevekkülün hülasası emre
itimat ederek vazifesini sevmektir"
diye açıklar.
Fahreddin Razi de:
"Tevekkül bazı
cahillerin sandığı gibi, insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle
olsaydı müşavere emri tevekküle zıt olurdu. Tevekkül insanın dış sebepleri gözetmesi,
ama kalbini onlara bağlamayıp Allah'ın ismetine dayanması demektir" der.
Rasûlullah'ın bir
hadisleri bu anlamı daha da açar gibidir:
"Eğer siz Allah'a
hakkıyla tevekkül etseydiniz, O kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de
rızıklandırırdı. Baksanıza, sabahleyin aç çıkıyorlar da tok dönüyorlar. Ve de
dağlar dualarınızla yok olurdu." Sebeplere sarılmadan Allah'a güvenmeye
tevekkül değil "ittikâl" denebilir. Kelime, kalıbı itibariyle
pasifliği anlatır ve bu, yerilen bir durumdur. Onun için Resûlullah (sav)
"Lâilaheillallah diyen herkes
cennete girecektir" deyince Hz. Ömer:
"Ey Allah'ın Resulü,
bunu halka söylemeyelim, "ittikal" ederler, demişti ki, sebeplere
sarılmadan ve Allah'ın diğer emirlerini yerine getirmeden Cennete girmeyi ümit
ederler demektir. Bu konuyu belki de en güzel açıklayan Resûlullah
Efendimizidir:
"Devemi bırakıp
tevekkül edeyim" diyene:
"Bağla da öyle tevekkül et" buyurmuşlardır.
Tevekkülün, Allah'ı olduğu gibi tanımakla, tevhidle ve kaderle sıkı irtibatı
vardır. Yani Allah kuluna bir parça irade vermiş, çalışma ve çabalama diye
özetleyebileceğimiz bir takım görevler yüklemiş ve kendisine güvenip
dayanmasını istemiştir. Diğer yönden de "kulum beni nasıl sanırsa ben
öyleyim" demiş ve kulunun iradesini kullanacağı doğrultuda da, önceden
bildiği için, onun kaderini yazmıştır. Kendisine güveneceğini bildiği kimsenin
kaderini de güvendiğinin mükafaatı olarak yardım edeceği şekilde yazmıştır.
Tevekküle ve tevekkülün yardımı celbedeceğine en güzel misal Hz. İbrahim'in
ateşe atılırken dahi "hasbiyellah = bana Allah yeter" demesi ve
ateşin yakmaması ile yardımı hemen görmesidir.
Kısaca insan tevekkül etmekle bütün ağırlıklarını mutlak güç sahibi Allah'ın
kudret eline emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder,
sonra ebedî mutluluğa girmek için cennete uçabilir. Yoksa tevekkül etmese
dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, esfel-i safiline yuvarlanmasına sebep
olur. Demek ki, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül iki
dünya saadetini gerektirir.
Tasavvufî neşve içinde
tevekkül daha büyük boyutlar kazanır ve Allah'a olan güven kulda kendini
unutacak noktaya varır. Seh! b. Abdillah:
"Tevekkülün ilk
makamı kulun Allah'ın önünde, gassalin önündeki mevta gibi olması, hareket ve
tedbiri bulunmamasıdır" der. Ama herşeyden önce tevekkülün kalbin bir
eylemi olduğu bilinmeli, dış organların yaptığı ya da yapmadığı şeylerin tevekkül
olmayacağı anlaşılmalıdır. Bişr el-Hafî:
"Allah'a tevekkül
ettim diye yalan söylüyorlar. Tevekkül etselerdi Allah'ın yaptığına razt
olurlardı" der. Tevekkül, gözünde azın da çoğun da eşit olmasıdır. Ebu Alt
ed-Dekkâk:
"Mütevekkil için
üç derece vardır Tevekkül, sonra teslim, sonra da tefviz. Tevekkül derecesinde
Allah'ın (her canlının rızkını vereceği) va'dıyla sükun bulur. Teslim sahibi
O'nun ilmi ile yetinir, tefviz sahibi de hükmüne razı olur.
Tevekkül mü'minlerin
vasfı, teslim evliyanın vasfı, tefvîz de muvahhidlerin vasfıdır. Yani, tevekkül
avamın, teslim havassın, tefviz de havasu'l-havâssın sıfatıdır. Mütevekkil,
bebek gibidir, annesinin memesinden başkası ile kanmaz. Mütevekkil Rabbinden
başkasına yönelmez. [1356]
Bir müddet geçtikten
sonra bile olsa Hak'kı zafere erdiren, doğruluğu galip getiren, yalancıları
rezil eden, hakta adaleti yayan ve bâtıla götürenleri engelleyen Allah'a
hamdolsun. Peygamberlerin en şereflisine, onun ehl-i beytine, ashabına,
hepsine salât ve selâm olsun.
İmdi bu; rüşvet ve
kısımları, bu meyanda kadı'nın (hâkimin) alması caiz olan ve olmayan, helâl
olan ve haram olan rüşvet hakkında, rüşvetle hediye arasındaki fark ve rüşvet
olarak alınan bir şeye sahip olunup olunamayacağı, ceza olarak uygulanan
ta'zirin teşhir edilip edilemeyeceği
hususlarında kısa bîr risaledir.
Günümüzde bununla
ilgili bir fetva hadisesi olup ta Hanefîlerden birisi kadıya (hâkime) verilen
rüşvetin de emir'e (hükümet yöneticisine) verilen rüşvet gibi olduğunu
zannederek, nakledilegelen nasların hilafına cevap vermesi üzerine, bizi
sevenlerden bazılarının teşviki, beni bunu yazmaya şevketti. Allah'tan rızasına
muvafık kılmasını dilerim.
Rüşvet'in lugât ve
ıstılahî olmak üzere iki mânâsı vardır. Lugâttaki mânâsı, "cu’l” yani
yerine savaşan gaziye, ya da işçiye verilen şey demektir. Kâmus'ta:
Rüşvet (şın ile) cu'l
demektir. Çoğulu "Ruşan" ve "Rişen" gelir. "Raşa"
(Fiil olarak) çulu ona verdi. "İrteşa" onu aldı ve
"Isterşa" istedi demektir, deniyor. el-Misbâh'ta [1358]
ise:
"Rişvet"
(kesre ile):
Kendi lehine hükmetmesi,
ya da istediğine ulaştırması için kişinin hâkime, ya da başkasına verdiği
şeydir. Çoğulu "Rişan" gelir. Tıpkı “Sidratün"ün çoğulu
"Sider" olduğu gibi. Dammeli olarak "Rüşvet" şekli de
kullanılır. O takdirde çoğulu "Ruşan" gelir. (Ka-te-le) babından
olarak, "Raşevtühü-Raşven", ona rüşvet verdim, demek olur.
"İrteşâ" rüşvet aldı demektir. Aslı "Raşâ-el-Ferhu"
ifadesindendir ki, kuş annesinin kendisini yedirmesi için kafasını uzattı manasınadır,
deniyor. el-Mu'rtbte [1359]
de:
"Rişve" ve
"rüşvet", Cemileri er-Ruşa; "Raşâhu" Yani ona rüşvet
verdi. "İrteşâ" ondan aldı, fiilindendir, denmekle iktifa ediliyor.
Istılahta ise,
el-Misbâh'taki gibi tarif ediliyor.
İmâm Ebû Nasr
el-Bağdâdinin [1360]
Kudûrî şerhinde anlattığına göre, rüşvetle hediye arasındaki fark; rüşveti,
kendisine yardım t etmesi için vermesi, hediyede ise herhangi bir şartın
bulunma-1 maşıdır.
Rüşvet; Kitap, sünnet
ve icmâ ile haramdır. Kitap'ta buna delâlet eden âyet-i kerîme şu mealdedir:
"Ey İman edenler, birbirinizin mallarını
haram sebeplerle yemeyin..." [1361]
el-Kâdî, [1362]
âyet-i kerîme'de geçen el-bâtıl; gasp, ribâ ve kumar gibi Şerîat'ın mubah
kılmadığı yollardır, diyor. [1363]
Yine Allah'u teâlâ:
"Aranızda (birbirinizin) mallarınızı haksız
sebeplerle yemeyin ve kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir
kısmını, günah (ı mucip) sebeplerle yemeniz için onları hâkimlere aktarma
etmeyin." [1364]
buyurur.
el-Bukâ [1365]
el-Münâsebât'ta âyette geçen (ve tüdlü bihâ = onları aktarma etmeyin) kısmını
tefsir ederken, "İdlâ" mastarından olarak mânâsı:
Gizleyeciliğinden
istifade ederek, basiretleri delilleri
görmekten kör eden rüşvetle, hâkimlere sokulmayın, demektir, diyor.
Hulvânî [1366]
ise bunun, su çıkarmak için kovayı gizlice kuyuya sarkıtmak mânâsından
geldiğini söylüyor. Sanki rüşvet veren, rüşvetin kovasını, gizlice hakime
uzatıvermiştir ki, adaletsizliğini çekerek, onunla bir mal yiyebilsin.
Sünnet'te ise rüşvetin
haramlığı hükmüne delâlet eden birçok hadîs-i şerîf vardır. Bu meyanda:
(Allah'ın laneti
rüşvet verenin ve alanın üzerine olsun.)
(Hükümde rüşvet verene
ve alana Allah lanet eylesin.)
(Rüşvet verene de,
alana da, aralarında rüşvet için aracılık yapana da Allah lanet eylesin.) [1367]
hadîs-i şeriflerini zikredebiliriz.
Rüşvetin kısımlarına,
haram olanına ve haram olmayanına gelince:
Kâdî Hân [1368]
fetvalarının el-Kâdâ bahsinde der ki:
"Rüşvet dört
türlüdür. Bir çeşidi vardır ki, her iki taraf içinde haramdır. Kadâyı (yani
hâkimliği) rüşvet ile olsa, bu adam hâkim olamaz. Bu durumda rüşvet, alana da,
kadıya da haram olur. Bu bir, ikincisi, kendi lehine hüküm vermesi için hâkime
rüşvet verse, bu rüşvet de her iki taraf için haramdır. Hüküm ister bi-hakkın
verilmiş olsun, ister olmasın, değişmez."
Diğer bir şekli: Malının ya da canının telef olacağı korkusuyla rüşvet verse, bu rüşvet
alana haramdır ama, verenin vermesi haram değildir. Yine malında gözü olana,
malının bir kısmını rüşvet olarak verip, kalanını kurtaranın durumu da
böyledir.
Bir
diğer şekli: Devlet idarecilerinin nezdinde işini takip etmesi için rüşvet
verse, veren için vermesi helâldir ama, alan için alması haramdır. Bu durumda
verdiği rüşvetin alana da helâl olabilmesi için; veren, alanı, rüşvet vermek istediği
miktarla, birgün geceye kadar ücretle tutar. Çünkü bu nevi icâre sahîhtir.
Sonra müste'cir (ücretle tutan) dilerse onu yaptıracağı bu işte, dilerse başka
işte çalıştırır. Bu, devlet idarecisi nezdinde işini takip etmesi için rüşveti
önceden verirse böyledir. Hiç rüşvet adı etmeden işini takip etmesini istese
ve işi olduktan sonra rüşvet yerse durum ne olur? Bunda ihtilâf vardır. Alanın
alması helâl olmaz diyenler varsa da, sahîh olan, helâl olur diyenlerin
görüşüdür. Zira, bu, bir nevi iyilik, mükâfaat ve ihsandır. Aynen imâma ya da
müezzine, şart koşmadan birşey vermek gibidir.
Fıkıh kitaplarının vasiyyetler
bölümünde fukaha, kişinin canını ve malını zulümden kurtarmak için, kendi
hakkında verdiğinin rüşvet olmayacağını, başkasında olan malını çıkarabilmek
için sarfettiğinin ise rüşvet olacağını söylerler.
el-Hulâsa adlı kitapta
[1369]
denir ki:
Hâkim rüşvet alıp
hüküm verse, ya da hüküm verdikten sonra rüşvet istese ve hâkimin oğlu veya
onun için şehadeti kabul edilmeyecek birisi alsa, hüküm nafiz olmaz. Ancak
tevbe eder ve aldığını geri verirse, verdiği hüküm sahîh olur.
el~Akdiye'de [1370] de
şunlar vardır:
Hediyeler üç türlüdür:
Verene de alana da
helâl olan:
Mücerred sevgiden
dolayı verilen hediyeler gibi. İkincisi, her iki tarafa da haram olan:
Yaptığı zulümde
kendisine yardım için verilen hediye gibi. Üçüncüsü, verene vermesi helâl
olan:
Zalime, zulmünü def
etmek için verilen hediye gibi. Bu alana haramdır.
Bu hususta çıkış yolu
şöyledir:
İşini gördüreceği
adamı iki üç gün gibi bir zaman ücretle tutar. Sonra -eğer yaptıracağı iş,
meselâ bir mesaj götürmek gibi, ücret vermenin caiz olduğu bir iş ise- onu bir
işte çalıştırır. Ama çalışamacağı süreyi tayin etmezlerse, bu caiz değildir.
Bütün bunlar şartlı
olursa böyledir. Ama hediye şartsız olarak verilse ve fakat alan, kendisine,
devlet dairelerinde ona yardım etmesi için hediye verdiğini kesinlikle bilse,
ulemâmız bunda bir beis olmadığı görüşündedirler.
Her hangi bir ön şart
ve bekleyiş olmaksızın ihtiyacını giderse ve ondan sonra hediye verse, bunu
kabul etmekte bir beis yoktur. Bu hususta almanın hoş olmayacağına dair İbn
Mes'ûd'dan rivayet edilen haber, takvanın ileri derecesini bildirir. Bu husus
Bezzâziye'de [1371] de
aynıdır.
Hâkim bir tutanak
yazsa veya bir taksim işini üzerine alsa ve bunları yaptığı için ecr-i misil
istese hakkıdır. Ama küçük bir kızın nikâhına veli olsa, herhangi bir şey alması
helâl değildir. Zira kendisine vacip olan birşeyi yapmıştır. Vacip olan bir
şeyi yapma karşılığında ücret almak ise caiz değildir. Yok eğer üzerine vacip
olmayan bir şeyi yapsa, ücret alması caiz olur.
Fetevâ-yı Kâdîhân'da
el-Bakkâil'den [1372]
naklen şöyle birşey vardır:
Birisi, bu bekâr kızın
nikâhını (velisi olarak) akdettiğimde bir dinar alırım. Dul ise yarım dinar
alırım, dediğinde, kızın başka velisi yoksa, onun bunu alması helâl olmaz. [1373]
Ama bir başka velisi varsa, biraz önce zikrettiğimiz hükme binaen aldığı helâl
olur.
Yetimin malını satsa
da birşey alamaz. Eğer alsa ve bey'de de mezun olsa, alışverişi nafiz değildir.
Fethu'l-Kadîr'deki [1374]
ifadeye göre, rüşvet dört kısımdır. Alana da veren de haram olanı vardır. Kaza
ve imaret makamlarını elde etmek için verilen rüşvet bu kabildendir. Bu
şekilde iş başına gelen kadı olamaz.
İkincisi, kadı'nın
hüküm vermek için rüşvet alması durumudur. Bu da her iki taraf için haramdır.
Rüşvet alarak hüküm verdiği hâdisede hükmü nafiz (geçerli) değildir. İster
bi-hakkın, isterse bâtıl bir hüküm vermiş olsun, değişmez. Eğer haklı bir hüküm
vermişse o, zaten ona vacipti. Binaenaleyh, buna karşılık bir mal alması caiz
olamaz. Bâtıl bir hüküm verdiği takdirde ise, durum daha da açıktır. Önceden
rüşvet alıp hüküm vermesiyle, önce hüküm verip sonra rüşvet alması arasında da
bir fark yoktur.
Üçüncüsü, bir zararı
def etmek, ya da bir menfaati celbetmek maksadıyla, devlet dairesinde bir işi
halletmek için rüşvet almak halidir. Bu, alana haramdır ama, verene haram
değildir.
El-Akdıye'de hediye
kısımlara ayrılırken bu, hediyenin kısımlarından olarak gösterilmiştir.
Dördüncüsü, malına ve
canına karşı korkusu olduğu kimseye, bu korkusundan kurtulmak için verdiği
şeydir. Bu, veren için helâldir ama, alan için haramdır. Zira müslümandan
zararı def etmek vaciptir. Vacibi yerine getirmek için mal almaksa caiz değildir.
El-Kunye'de [1375]
mahzurlu olan şeyler babında şöyle denir:
Zâlimler, halkın
ormanlardan odun yapmasına, kendilerine birşeyler verilmeksizin müsaade
etmiyorlarsa, o şeyi vermek de, almak da haramdır. Zira verilen bu şey
rüşvettir.
Aynı yerde, âşıkların
rüşvet olarak verdiklerinin de mülk edinilemeyeceği yazılıdır.
Bu sağlam nakillerle
anlaşılmış oldu ki, kadı'ya (hâkime) verilen rüşvet, her iki taraf için de
haramdır. İster hükümden önce olsun, ister sonra olsun, ister haklı bir hüküm
vermesi istensin, ister bâtıl ile hükmetmesi istensin, hepsi eşittir. Yine
anlaşılmış oldu ki, hakime verilen hediye de rüşvet gibidir; dolayısıyla her
iki taraf için de haramdır. Meselâ bir adam, hâkime gelip bir miktar mal
vererek, kendi lehine hükmettiği için verse, veren bir haram irtikâp etmiş
olur. Binaenaleyh, hâkim bunu kabul etmese ve onu ta'zi [1376]
ile cezalandırmak istese bu, şu fıkhî kaideden dolayı onun hakkıdır:
"Belli bir had cezası
olmayan bir masiyeti işleyene ta'zir vâcib olur." el-Bedâyelde
kaydedildiğine göre [1377],
ta'zirin vacip olmasının sebebi, şerîatte tayin edilmiş bir haddi bulunmayan
bir cinayeti irtikâp etmesidir. Bu cinayet ister Allah'ın hukukuna, isterse
kul hukukuna karşı yapılmış olsun. Vücûbunun şartı ise, sadece akıldır.
Binaenaleyh, belirli bir had cezası olmayan bir cinayeti irtikâp eden her
akıllıya ta'zir uygulama salâhiyeti var mıdır? Denirse, Câmi'ul-Fusûleyn [1378] ve
daha başka yerlerdeki ifadeye dayanarak, evet vardır, deriz. Aleyhine hüküm
veren kadı'ya, "Rüşvet aldın!" derse, kadı'nın ona ta'zir uygulama
yetkisi vardır.
Ta'zir cezasını teşhir
ederek uygulamak da caizdir. Çünkü bu da bir nevi ta'zirdir. İmâm Ebû
Hanife'nin, yalancı şahidlik yapan için, "Sokaklarda, toplulukların
huzurunda teşhir edilerek ta'zir edilir. Başka cezası yoktur" sözü bunu
gösterir. İmâmeyn ise acıtacak şekilde dövülüp hapsedileceğini söylerler.
Fethu'l-Kadîr'de:
"İmâm Azam'ın
(ta'zir uygulamam) sözü, (Dövmem) mânâsında olmuş oluyor. Neticede ta'zirinde ittifak
vardır. Şu kadar var ki, İmam ta'zir edilenin bu durumunu, sokaklarda teşhir
ettirmekle iktifa etmiştir. Bu da bazan gizlice dövülmesinden daha ağır bir
ceza olur. İmâmeyn ise, buna dövmeyi de ilâve etmişlerdir" deniyor.
Mesele, el-İnâye [1379] de
ve başka kitaplarda da böylece izah edilmiştir. Teşhirin bir nevi ta'zir
olduğunu ifade etmişlerdir. Binaenaleyh, kadı (hâkim), yalancı şahidi
cezalandırmakta başkası için bir maslahat murad etse, bozguncuları men için ona
ta'zir uygulama yetkisi vardır. Çünkü ta'zir, kadı'nın görüşüne bırakılmıştır.
Şöyle bir soru akla
gelse:
Acaba kadi'nın,
ta'zirde yüzü karartma, ya da sakalının bir tarafını traş etme yetkisi var
mıdır? Çünkü bunlar "Müsle" (Uzve keserek cezalandırma) kabilindendir.
Bu ise yasaklanan birşeydir. Evet yapabilir deriz. Zira bunlar müsle cinsinden
değildir. Bunun ne olduğuna verilecek cevap, Hz. Ömer'in şu fiiline verilecek
cevabın tâ kendisidir:
İbni Ebû Şeybe'nin
kendi senediyle rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer (ra) Şam diyarındaki
valilerine, yalancı şahide kırk sopa vurulmasını, yüzünün karartılmasını,
sarığının boynuna atılmasını, kafasının traş edilmesini ve hapsinin uzun
tutulmasını yazmıştır. Abdurrezzak da Musannef inde:
Hz. Ömer (ra) yalancı
şahidin yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını ve kabîleler
arasında dolaştırılmasını emretti, diye rivayet eder. Fethül-Kadîride bunun
"müsle" olup olmadığı görüşü cevaplandırılırken deniliyor ki:
"Müsle"
ancak uzuvları, ya da bedendeki uzuv gibi şeyleri kesmekle olur ve devam eder.
Yıkamakla kaybolacak arazî şeyler "müsle" değildir. Ulemadan
bazıları da Hz. Ömer'in bu yaptığı bir siyaset idi. Binaenaleyh, hâkim bir
maslahat görürse, bunu yapma yetkisine sahiptir, diye cevap vermişlerdir.
Fethu'l-Kadîr'de ise, buna karşı, "Hz. Ömer'in Şam diyarındaki valilerine
yazması, bu görüşü reddeder" denmiştir. Vurulacak sopanın kırka
vardınlması, bunun siyaset olduğunun delilidir. Zira ta'zir, hadler derecesine
vardırılamaz, denmesinin de bir mânâsı yoktur. Zira bu, ihtilaflı bir
meseledir. Alimlerden bunu caiz görenler vardır. Buna göre Hz. Ömer'in
görüşünün de böyle olması caizdir. Buradan anlaşılıyor ki, siyaset, şer’i bir
nas vârid olmaksızın hâkimin, umumun maslahatı için yaptığı şeydir.
Binaenaleyh, şayet hâkim, rüşvetin bu zamanda yaygın olduğunu gözönünde
bulundurarak, bunu azaltmak maksadıyla, başın bu şekilde teşhir edilmesini
umumun maslahatına uygun görürse, bunun için sevabı gerektiren bir iş yapmış
olur. İsterse şer'i bir nas bulunmasın. Kaldı ki, yalan yere şahidlik yapanın
durumu, buna asıl teşkil eder. Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah
en iyisini bilir. [1380]
Nezih Kemal Hammad
1-
Çağımızdaki ekonomik problemlerin en başta gelenlerinden ve dünya
devletlerinin çoğunda bireyi de toplumu da etkileyenlerinden birisi de,
şüphesiz "enflasyon" meselesi ve beraberinde getirdiği, paranın
satınalma gücüne büyük ve tehlikeli düzeydeki etkisidir. Şöyle kî:
Enflasyon yüzünden
satınalma gücü zayıflar, azalır ve sonuçta da bu; satım eşyası (mal),
menfaatler ve hizmetler karşısında paranın değer kaybına yol açar. Nitekim çoğu
ülkenin ekonomik politikası, o ülkeyi, parasının değerini, diğer ülkelerin
parasına veya altına oranla düşürmek zorunda bırakır ve uygun oranda düşürür.
Bazan da bunun aksine, parasının değerini yükseltmek zorunda kalır ve gerekli
nispette yükseltir.
Günümüzde bazı
ülkeler, belirli bir ekonomik politika gereği, sınırları dışında parasının
geçerliliğini yasaklamıştır. Netice olarak da başka herhangi bir ülkeye
götürülmesine engel olmakta, eğer herhangi bir yolla çıkarılacak olursa, bu
sefer de girmesini yasaklamaktadır.
Bazı ülkeler de, kendi
sınırları dahilinde altınla, ya da kendi parasından başka bir parayla muameleyi
yasaklamıştır. Bu uygulama, aksine davranmak caiz olmayan ve aksi yönde
yapılan her türlü ittifakın geçersiz sayılacağı, genel bir rejim olarak
görülür. Bazı devletler de zaman zaman geçerli paralarını iptal eder ve terim
olarak "para" kabul ettiği bir başka parayla değiştirir vs. vs.
İktisadî politikaları
açısından durum budur. Bireylerin muameleleri açısından ise; çoğu zaman kişi,
acıdığı ve yardım etmek istediği
için, beili bir meblağı, belirli bir zamana kadar bir başkasına verir. Gaye,
onun ihtiyacını gidermek ve sıkıntısını bertaraf etmektir.
Ödeme günü geldiğinde,
borç veren görür ki, kendisine dönen meblağ, satınalma gücüne veya altına ve
gümüşe, ya da diğer paralara göre; ona karz alarak verdiğinin, verdiği gündeki
değerinden az, ya da çok fazladır, ya da çok azdır. İsterse rakamda ve
nicelikte ona eşit olmuş olsun.
Yine çoğu zaman bir
tüccar, bir eşyayı, üzerinde anlaştıkları ileri bir zamanda, vadeli olarak
ödemek üzere, belli bir para ile satın alır. Zaman gelip ödeme yaklaşınca,
taraflardan herbiri, üzerinde anlaştıkları meblağın, satınalma gücü bakımından,
ya da diğer paralara oranla kıymeti bakımından durumunun, akdi yaptıkları ve
zimmete geçtiği andaki durumuyla değişiklik arzettiğine şahit olur.
Ya da çoğu İslâm
ülkelerinde âdet olduğu üzere koca, zevcesinin mehrinin bir kısmını, ya da
tamamını zimmetinde borç olarak tutar ve ödeme günü ancak, ölüm, ya da ayrılma
vakalarıyla gelmiş olur ki, buna "müeccel mehir" tabir edilir. Ama bu
müeccel mehir pozisyonlarının hemen hemep hepsinde, işin gerçeği şudur: Mehir
olarak kabul edilen ve kocanın zimmetinde borç olarak kalan bu nakdin,
verilmesi gerektiği gündeki değerinde, zimmette sabit olduğu gündeki değerine
oranla fahiş farklılıklar ortaya çıkmıştır.
Bunlar üzerinde duracağımız
meselenin sadece bazı şekilleridir. Bunun yanında sorunun sayılamayacak kadar
kompleks yan meseleleri, tehlikeli sonuçları ve pekçok boyutları vardır ve değişik
sahalarda bireyi, toplumu ve devleti ilgilendirmektedir... Ancak konunun bizi
burada ilgilendiren yönü -sebebi ve kaynağı ne olursa olsun - para durumlarının
değişmesi halinde, malî muamelelerle ilgili olan tarafı ve bunun zimmetlerdeki
borçlara etkisidir.
Bu yön, gerçekte ve
haddi zatında -özellikle bu asırda-çok fazla önem kazanmış ve son derece
tehlikeli bir hal almış ise de, ana ilkeleri ve temel prensipleri itibariyle
müslümanların muamelelerinde ve fıkıhlarında, geçen bin yıldan daha fazla
zamandan beri bilinmekte olan birşeydir. İslâm fıkfhçılarının bu konuda ele
almaya ve istifadeye sunmaya değer çok önemli görüş ve düşünceleri vardır.
Şöyle ki: [1381]
2- Eğer
zimmette sabit olan borç, altın, gümüş cinsinden belirli ve sözleşmede
söylenen bir para olup, ödeme zamanı geldiğinde değer kazanmış ya da kaybetmiş
ise, borçlunun, zimmetinde sabit olandan başkasını ödemesi gerekmez. Çünkü
bunlar (altın ve gümüş) -fakihlerin tabiriyle- "yaratılıştan
para"dırlar. Değerlerindeki bu değişikliğin borca kesinlikle etkisi
olamaz.[1382]
İbn Abidîn
"Tenbîhu'r-rukûd-alâ-mesâni'n-nukûd" adlı risalesinde der ki:
Zamanımızdaki Frenk
Riyali ve eski altın böyledir. Binaenaleyh, taraflar bunlardan biriyle alış
veriş yapsalar, sonra da değeri artsa, ya da eksilse meselâ 20 Riyale bir elbise
satsa, ya da bu meblağı borç olarak alsa, değeri artsın veya eksilsin, ne kadar
almışsa onu ödemesi gerekir." [1383]
O yine der ki:
"Sakın ola, Ebû
Yûsufun, -Şerîfî, Bundukî, Muhammedî, Küleb ve Riyal gibi paralar hakkındaki-
farklı görüşü, altında ve gümüşte de geçerlidir sanmayın. Çünkü bunlardan
herhangi biriyle borçlananın, başkasını vermesi gerekmediği ittifakla kabul
edilen bir husustur." [1384]
" Kadri Paşa'nın
"Mürşid'ül-hayrân" adlı eserinin 805. maddesi de buunu açıklamakta ve
şöyle denilmektedir:
"Mekîlât (ölçüyle
muamele gören), mevzûnât (tartıyla muamele gören) ya da altın ve gümüş
cinsinden olan meskukât (para olarak basılan)'dan birşeyi borç alanın, aldığı
şeyin değeri artsa da eksilse de buna itibar etmeksizin, aldığını misliyle
ödemesi gerekir."
3- Hattâ bu
parayı piyasaya süren kaynak, çıkardığı paranın değerini kendisi artırsa veya
eksiltse, borçlunun yine sadece üzerinde akit yapılan miktarı vermesi gerekir. [1385]
İbn Abidîn der ki:
"Bilinmesi
gereken bir husus da şudur:
Günümüzde devlet
otoritesi, zaman zaman, bazı geçerli paraların değerini azaltma yönünde
değiştirme emirleri veriyor ve bu konuda fetvalar da farklı oluyor. Ama şu anda
kesinlik kazanan durum:
Üzerinde akit yapılan
paranın cinsi belirli ise, onun ödenmesidir. Meselâ herhangi bir malı Yüz Frenk
Riyali'ne, ya da yüz eski altın'a satınalması gibi." [1386]
4- Bu parayı
piyasaya süren idare, bununla muameleyi iptal etmiş olsa bile, borçlunun,
yapılan akde vefa için, başkasını ödemesi gerekmez. Çünkü üzerine akid yapılan
para, bu paradır, başkası
değildir. Mâlikîler de kendilerince meşhur tutulan görüş olarak bunu beyan
etmişlerdir. [1387]
Şafiî, el-Ümm adlı
kitabında şöyle der:
"Birisi Fefsler
(altın ve gümüş dışındaki madenî paralar) ya da dirhemlerle borç verse veya
satış yapsa, sonra da idare onları iptal etse, borç olarak verdiği veya
kendileri, karşılığında sattığı felsleri ve dirhemlerin mislinden başkasını
alma hakkı yoktur." [1388]
İbnu Rüşd'ün
Nevazilinde şu açıklamaya rastlıyoruz:
Kendisinden (ra)
sordular:
Dinar ve dirhemler
halindeki paralar piyasadan kaldırılıp, başka sikkelerle değiştirilse, geçmiş
borçlar, muameleler ve benzeri, konularda ne yapmak gerekir? Cevap verdi:
Bizim âlimlerimizin ve
diğer ilim ehlinin ifadeleri; neyle muamele yapmışsa, ondan başkasını ödeme
zorunluluğu olmadığı yolundadır. Soru soran şöyle dedi:
Fakat bazı fıkıhçılar
derler ki, ancak son basılan parayla ödeyebilir. Çünkü devlet başkanı öbür
parayla muameleyi kesmiş ve onu yürürlükten kaldırmıştır... Böylece o, sanki
hiç yokmuş hükmünü almıştır. O da buna şöyle cevap verdi:
Bu söze itibar edilmez,
ilim ehlinden birisinin sözü değildir. İslâm ahkâmını bozmaktır. "Malın
batıl yollarla yenmesi" yasağı konusundaki Kur'ân-ı Kerîm âyetlerine ve
Resûlüllah'ın sünnetine muhaliftir." [1389]
Sonra da şöyle dedi:
"Bunu söyleyenin
şöyle demiş olması gerekir:
"Otoritenin, ölçü
birimlerini daha küçük, ya da daha büyükleriyle, tartı birimlerini de daha
hafif, ya da daha ağırlarıyla değiştirmesi durumunda, taraflar arasındaki
muamele, ilk ölçü ve tartı birimleriyle de olmuş olsa, müşteri ancak son kabul edilen birimleriyle
teslim eder. Bunun batıl olduğunda ise şüphe yoktur." [1390]
5- Bir kısım
Mâlikîler de şu görüştedir:
"Bu para iptal
edilir, ya da başkasıyla değiştirilirse kaldırılan paranın altın cinsinden
kıymetine dönülür ve alacaklı, bu değeri
altın olarak alır." [1391]
6- Ama bu
para yok olacak ve piyasadan kalkacak, ya da akdi yapanların ülkesinde
bulunmayacak olursa, o takdirde kıymeti gerekir.
"Muhtasar'u-Halil"
ve Aliş'in buna yaptığı şerhte şu ifadeler vardır:
"Felsler (altın
ve gümüş dışında bir madenden basılan paralar) iptal edilse, misli gerekir.
Bir satış veya istikraz sebebiyle herhangi bir şahsın zimmetine borç olarak
geçtikten sonra felsler, dinarlar (altın paralar) veya dirhemler (gümüş
paralar) akdi yapanların memleketinde piyasadan kalkacak olsa, başka ülkede
bulunsa bile, zimmetinde borç olanın, yeni piyasaya sürülen parayla değerini ödemesi
gerekir ve bunda istihkak ile -ki, ödeme vadesinin geldiği zamandır- paranın
bulunmamasının birleştiği âna itibar edilir. Bunlar da ancak ikisinden daha sonra
oların zamanında birleşirler... Hak doğsa da, piyasada bulunmama ondan sonra
ortaya çıksa, o takdirde değerlendirme, bulunmadığı güne göredir. Önce
bulunmama, sonra istihkak olsa, o zaman da istihkak günündeki değeriyle
hesaplanır." [1392]
7-
"Tamamen ortadan kalkma değil de, azalsa veya insanların elinde nadir bîr
varlık haline gelse; piyasadan çekilmesi, yok olması ve bulunmamasının aksine,
nadirliğine rağmen elde edilmesi mümkün olduğundan, başkasını ödemesi
gerekmez." [1393]
Heysemî'nin
Tuhfetü'l-muhtâc'ında şu malümât vardır:
"Peşin olan
dirhem veya dinarla satsa ve mevcut birşeyi de (satılan eşya olarak) belirlese,
artık nadir bulunur olsa dahi, buna uyulması gerekir." [1394]
Bu arada şu noktaya da
işaret yerinde olur:
Hanbelîler bu görüşü;
alacaklının, borçlu zimmetinde sabit olan nakdin mislini kabul zorunluluğu,
borçlunun da devlet tarafından muamelesine müsaade edilmekle, bu nakdin bulunur
olması halinde, onu ödemesi zorunluluğu ile kayıtlarlar. Ama devlet halka
onunla muameleyi yasaklarsa, artık alacaklı onu kabule zorlanamaz; o takdirde
borcun sabit olduğu andaki değerini değer kendi cinsinden olması halinde
riba'l-fadl cereyan edecekse kendi cinsi dışındaki nakitlerle alır. [1395]
Halk, ister bu nakitle muameleyi bırakmada itttifak etsin, ister etmesin,
değişmez. [1396]
el-Buhûtî'nin
"Müntehe'l-irâdât" adlı eserinde de şu satırlar mevcuttur.
"Borç, devletin yasakladığı, yani onunla muameleyi menettiğifulûs, ya da
kırık dirhemler olmadıkça, halk onunla muameleyi bırakmakta anlaşmasalar bile,
bu durumda alacaklı için, borç verdiği anda açıklanan borcun kıymeti vardır.
Çünkü bu, onun mülkünde kusurlanmıştır. Kıymetinin az veya çok eksilmesi de
birşey değiştirmez. Bunda -yani değerini kendi cinsinden almakta- riba'l-fadl
cereyan ederse; kıymet, onun -yani karzın- cinsinden başka cinsten olur. Meselâ
kırık dirhemlerle borç
olması ve bunların muameleden kaldırılması oluşumunda, borç aldığı gündeki
değerleri, ağırlıklarından eksik ise, bunun değerini altın olarak öder.” [1397]
8- Ama
zimmette sabit olan borç, altın ve gümüş [1398]
dışındaki paralar gibi yaratılıştan değil de, ıstılahî (itibarî) olarak nakid
sayılırsa ve ödeme zamanı geldiğinde, değerinde bir değişme sözkonusu ise, bu
takdirde beş ayrı durum ortaya çıkar.
Birinci durum:
Paranın genel geçersizliği (kesads)
9- Bu,
parayı çıkaran merciin onunla işlemleri durdurması ve diğer ülkelerin de onunla
muameleyi bırakması şeklinde olur ki, fıkıhçıların "kesâdü'n-nakd"
dedikleri şeydir. [1399]
Bu durumda, miktarı
belirli ve malum bir parayla bir eşya satın alsa, sonra bu para borç ödenmeden
tedavülden kalksa veya malum bir parayla borç alsa, sonra bu para, borcunu
ödemeden tedavülden kalksa ya
da malûm bir parayla zimmetinde müeccel mehir sabit olsa, sonra vade gelmeden
para tedavülden kalksa, bu konuda fıkıhçılar dört ayrı görüştedirler.
10- Birinci görüş: Ebû Hanîfenin görüşü:
Tedavülden kalkan
para, herhangi bir alım satımda fiyat (semen) olmuşsa, akd fasid olur ve
mümkün olduğu sürece feshi gerekir. Çünkü tedavülden kalkmakla, bu para, değer
(semen) olmaktan çıkmıştır. Zira değer oluşu (semeniyyeti), para tabir etmekle
(ıstılahla) sabit olmuştu. Dolayısıyle, insanlar onunla muameleyi bırakınca
değer oluş vasfı gider, böylece satılan eşya da değersiz (semensız) kalmış
olacağından, satış fasit hale gelir.
Ancak bu karzdan ötürü
borç, ya da müeccel mehir ise tedavülden kalksa bile, misliyle ödenmesi
gerekir. Çünkü zimmette bulunan başkası değil odur. [1400]
Zeyla’nin "Tebyinü'l-hakâyık"tan
naklettiğine göre, Ebû Hanife'nin delili şudur:
"Karz iaredir.
Gereği ise (iare verilen) ayn'ı, ma'nen iade etmektir. Bu da, -tedavülden
kalkmış olsa bile- ancak mislini geri vermekle gerçekleşir. Çünkü
"semeniyyet" (değer oluş), karzın sahih olmasının
"semeniyyete" dayanmayıp, bilakis "misl'e dayanması itibariyle,
onda ilave bir unsurdur ve tedavülden kalkmakla da misi olmaktan çıkmış
değildir. Bundandır ki tedavülden kalktıktan sonra bile, istikrazı sahihtir.
Ceviz, yumurta ve ölçü, tartı ile işlem gören şeyler gibi semen olmayanların da
-semen olmasalar bile- istikrazı sahihtir. Eğer bu manen iare olmasaydı sahih
olmazdı. Çünkü cinsin cinsiyle, vadeli mübadelesi olurdu ki, bu haramdır.
Binaenaleyh, iade edilen, alınanın hükmen aynısıdır ve artık bunda tıpkı
gasbedilen aynın iadesi gibi revaç şart değildir. Karz da gasb gibidir, çünkü
misliyle tazmin edilir" [1401]
Bedâyıu's Sanâyi'de
şöyle denir. "Geçerli felslerle satın alınıp da bu felsler tesellümden
önce tedavülden kalkacak olursa, Ebû Hanife'ye göre akd münfesih olur,
müşterinin, eğer duruyorsa satın aldığı eşyayı, harcamışsa kıymetini, [1402] ya
da mislini [1403]
geri vermesi gerekir." [1404]
Aynı yerde şunlar da
vardır. "Geçerli felslerle borç alıp tesellüm etse, arkasından bunlar
tedavülden kalksa, Ebû Hanife'nin görüşüne göre, tesellüm ettiği felslerin sayısal
olarak mislini geri vermesi gerekir." [1405]
11- İkinci görüş: Ebû Yûsuf un görüşü, [1406]
Hanbelîler'de tercih edilen [1407],
Malikîler'de de meşhur olmayan [1408]
görüş:
Tedavülden
kalkmasından sonra mislini iade etmek yeterli değildir. Borçlunun; akde konu
olan nakdin değerini, muamelenin yapıldığı gün itibariyle, bir başka para ile
ödemesi gerekir. [1409]
Mürşidü'l-hayrân'ın
805. maddesi bu görüşü almıştır ki, şöyledir:
"Rayiç felslerden
veya karışımı galip paralardan belli bir miktar borç alsa, arkasından bu para
tedavülden kaldırılsa ve onunla işlem geçersiz sayılsa, ödeme günündeki değil,
teslim aldığı gündeki değerini vermesi gerekir." [1410]
Bu görüşe şunlar delil
gösterilir:
1- Çıkaran
merci tarafından bu parayla muamelenin durdurulması, geçerliliğine engel olmak
ve maliyetini iptal etmektir. Çünkü bunlar, itîbari paradırlar, yaradılış
olarak değil. Binaenaeyh bu, onun itlafı demekti. Böylece de
"telâfîler" (el-cevâbir) kaidesine göre bedeli gerekir ki, bu da
kıymetidir.
2- Alacaklı,
faydalanılabilen bir karşılık almak için faydalanılabilen birşey vermiştir.
Öyleyse kendisine faydalanılamayan birşey verilmekle haksızlığa
uğratılmamalıdır.
Muamele günündeki
değere itibar edilmesi, o günün borcun zimmette sabit olduğu zaman
olmasındandır.
İbn Kudame
"el-Muğni" de şunları söyler:
"Karz, felsler ya
da ufaklık paralar olup, otoritenin bunları yasaklaması ve bunlarla muamelenin
terkedilmesi halinde, ödünç verenin bunların değerini almak hakkıdır. İster
borç alanın elinde bulunuyor olsun, ister harcamış olsun alacaklı onu kabule
zorlanamaz. Çünkü onlar onun (borçlunun) mülkünde iken kusurlanmıştır. Ahmed
b. Hanbel ufaklık dirhemlerde bunu tasrih etmiş ve şöyle demiştir:
Bunlara değer tespiti
yapar ve aldığı gün yeni paradan ne kadara eşit olduklarını bulur. Sonra onu
verir. Değerlerindeki düşüşün az
ya da çok olması farketmez." [1411]
13- Bazı
Mâlikîler de satılan malın fiyatı konusunda, satılan eşyanın tesellüm edildiği
gündeki değerinin rayiç (geçerli) para ile ödeneceği görüşündedirler. [1412]
14- Üçüncü görüş: İmam Muhammed [1413] ve
bazı Hanbelilerin [1414]
görüşü:
Akd -hangi parayla
yapılmışsa borçlunun, onun tedavülden kalktığı, yani son revaçta olduğu gündeki
değerini, diğer paradan vermesi gerekir ki, bu da halkın onunla son işlem
yaptığı gündür. Zira bu onun, o gün yeni kıymete geçiş zamınıdır. Öyle ya,
geçerli olduğu sürece mislinin iadesi gerekirdi. Tedavülden kaldırılınca, o
zaman yeni paradan kıymetine intikal etti.
"Cevâhiru'l-Fetâvâ"da
şu bilgiler vardır:
Kadı ez-Zâhidî demiştir ki: Belli bir nakitle bir şey satsa, sonra fiyatını
(semenini) almadan bu nakd tedavülden kalksa, satış fâsid olur. Sonra da
bakılır:
Eğer satılan şey
müşterinin elinde ise, onu geri vermesi gerekir. Herhangi bir yolla elinden
çıkmışsa veya onda müşterinin müdahelesiyle bir artış meydana gelmişse, ya da
onda, meselâ elbise olması halinde dikmek gibi, değer biçilebilecek bir sanat
yapmışsa veya meselâ buğday olup ta öğütülmesi, susam olup ta sıkılması, nil
yaprağı olup da nil yapılması gibi, istihlak yerine geçip, cinsi değişmişse
(hukuken tağyire uğramışsa)
misliyattan olması durumunda -ki, keylî, veznî ve ceviz, yumurta gibi farklılık
arzetmeyen adedî mislidir- mislini iade etmesi, kıyemiyattan olması durumunda
da- elbise ve hayvan gibi- satılan eşyanın kabz günündeki değerini, satış
anında mevcut olup tedavülden kalkmayan bir paradan vermesi gerekir. Satış
değil de kira akdi yapılmışsa, akd batıl olur ve kiralayanın ecr-i misli
vermesi gerekir. Bütün bunlar Ebû Hanife'nin görüşüdür.
Ebû Yûsuf ise:
"Hangi para ile akd yapılmışsa, onun muamele günündeki değerini, başka bir
parayla vermesi gerekir" der.
İmam Muhammed ise: "Halkın elinden son kalktığı günkü değeriyle vermesi"
görüşündedir. [1415]
15- Dördüncü görüş: Şâfiîlerin [1416] ve
kendilerince meşhur olana göre [1417]
Mâlikîlerin görüşü:
Para zimmette sabit
olduktan sonra, ödemeden önce tedavülden kalkarsa, alacaklının ondan başkasını
alma hakkı yoktur. Onun tedavülden kalkması, alacaklının başına elde olmadan
gelmiş bir âfet olarak değerlendirilir. Bu konuda borcun bir karz, ya da
satılan birşeyin değeri veya başka birşey olması arasında fark yoktur.
er-Rami’nin
"Nihâyetü'l-Muhtâc"ında şu bilgiler vardır:
"Şayet devlet
kendisiyle satış yaptığı ya da borç verdiği parayı iptal etse, hiçbir surette
ondan başkasını almaya hakkı yoktur” [1418] Aynı
yerde şunlar da söylenir:
"Mislî olan
borcun karşılığında misil verilir. Çünkü bu, hakkınna daha yakındır. Bu durumda
borç, para (nakd) ise, onunla yapılan muamele batıl olur. Bu, günümüzde
Mısır'da, yeni çıkan paralarla borç verme, sonra da onları tedavülden kaldırıp,
para olmasa bile, başkasını çıkarma şeklindeki kamuyu ilgilendiren problemi de
kapsar." [1419]
Nevevî el-Mecmû'da
şunları söyler:
"Belli bir para
ile satsa veya mutlak bir para ile satsa da, biz onu o bölgenin parasına
hamletsek, sonra da tesellümden önce idare o parayla işlemi durdursa, bu konuda
imamlarımız şöyle der:
Akid münfesih olmaz,
satıcının muhayyerliği yoktur. Akdin kendisiyle yapıldığı paradan başkasını
alma hakkı da yoktur. Tıpkı bir buğday satın alıpta, tesellümden önce buğdayın
ucuzlaması, ya da buğdayda selâm akdi yapıp da, vade gelmeden önce buğdayın
ucuzlama durumunda, başkasının alma hakkı olmadığı gibi; Cumhur burda böylece
kesindir.
Bağavî ve Râfiî,
satıcının muhayyer olduğu yolunda bir görüş naklederler:
Tesellümden önce malın
kusurlanmasında olduğu gibi, dilerse o parayla satışı onaylar, dilerse
fesheder. Ama mezhebin görüşü birinci görüştür.
Mütevelli ve başkaları
da şöyle demiştir:
Müşterinin, idarenin
çıkardığı parayı getirmesi halinde satıcı, onu kabule zorlanamaz. Onda
anlaşmaya varırlarsa o (semenin) bedeli olur ve (semenin değil), semenin
bedelinin hükmünü alır.
Bizim birincisinde ona
karşı delilimiz şudur:
O, müşterinin
kabullendiği (iltizam ettiği)nden başka bir paradır. Dolayısı ile tıpkı
dirhemle satınalıp da dinar getirmesinde olduğu gibi, kabulü şart değildir.
İkincisinde ona karşı
delilimiz şudur:
Akde konu olan şey ortadadır
ve teslimi mümkündür. Öyle ise onun üzerindeki akid de münfesih olmaz. Tıpkı
bir malı pahalılıkta satın alıp sonra fiyatların düşmesi gibi" [1420]
Aliş'in "Minanu'l-Celil'inde
şöyle denir:
"Bir para (nakd)
ile satın alır ya da ödünç alır da, sonra o para iptal edilirse, onun
bulunması halinde başkasını verme mecburiyeti yoktur. Kişi altın ve gümüşten,
ya da başka madenlerden belli ölçülerde basılan paralarla (felslerle) ödünç
alsa veya bunlarla alım satım yapsa, sonra da devlet bu birimi değiştirip,
yerine başka para bassa, bu kişinin borcu ancak, aldığı ve akd günü zimmetine
geçen birimdir.
Orada -yani
el-Müdevvene'de- denir ki:
Birisine altın ve
gümüş dışındaki paralarla ödünç verip, karşılığında bir rehin alsan ve bu
paralar da tedavülden kalksa, senin onda, verdiğin paraların mislinden başka
hakkın olamaz. O bunu verdiği takdirde rehinini alır. Böyle bir parayla bir
şeyi vadeli olarak satsan, senin hakkın ancak satım günündeki bu paranın
mislidir. Tedavülden kalkmasına itibar edilmez." [1421]
İkinci durum; "Bölgesel tedavülden kalkma"
16- Paranın
bütün bölgelerde değil, bir kısmında tedavülden kalkması durumudur. Devletlerin
çıkardığı ve kendi topraklarının dışında tedavülüne engel olduğu paralar,
bunun günümüzdeki örneğidir.
17- Bu
durumdaki kişi, rayiç bir parayla alım satım akdi yapsa, sonra alım satımın
gerçekleştiği bölgede ve ödeme yapılmadan önce bu para tedavülden kalksa, akd
fasid olmaz. Satıcı, alım satımın gerçekleştiği parayı istemekle, onun kıymetini
rayiç bir para ile istemek arasında
muhayyerdir. Hanefî mezhebindeki
"mutemet" görüş budur. [1422]
"Uyûnu'l-mesâil"de
[1423]
şöyle denir:
"Paranın
tedavülden kalkması" bütün bölgelerde olursa, bu akdin fesadını gerekti. [1424]
Çünkü o takdirde para
helak olmuş ve satılan şey bedelsiz (semensiz) kalmıştır. Ama sırf o bölgede
tedavül edilmez de başka bölgelerde edilirse, satım akdi fasid olmaz. Çünkü
para helak olmamış, fakat kusurlanmıştır. Binaenaleyh, satıcı muhayyerdir;
dilerse, "Bana alım-satımın yapıldığı parayı ver, der dilerse o paranın
değerini altın olarak alır."
İbn Abidin diyor ki: "Bazı bölgelerde tedavülde bulunursa akd bâtıl olmaz; ama alım
satım yapanların bölgesinde tedavülden kalkmasıyla para kusurlanır ve satıcı
da muhayyer olur; ister onu alır, ister (altına endeksli gibi) değerini
alır." [1425]
18- Ebû
Hanîfe ve Ebû Yûsuf’tan; para tek bir bölgede tedavülden kalkarsa o bölge
insanlarının terminolojisine (paradaki itibar ölçülerine, ıstılahlarına)
bakarak, orada paraya sair ülkelerdeki "genel iptal" hükmü verilir,
dedikleri nakledilmiştir. [1426]
Üçüncü durum: "Paranın piyasadan kalkması"
19- Bu,
paranın halkın elinde olmaması ve arayanın piyasada bulamaması şeklinde olur. [1427] Bu
durumda:
Kişi belli bir para
ile bir eşya satın alsa, sonra bedelini ödemeden önce para piyasadan kalksa,
fıkıhçılar bunda dört ayrı görüştedirler:
20- Birinci Görüş: Hanbelîlerin [1428] ve
Muhammed b. Hasen eş-Şeybâni'nin [1429]
görüşüdür. Hanefî mezhebinde fetva verilen görüş de budur:
Müşteri, paranın
piyasadan kalkmazdan önce son gündeki değerine eşit değerini vermekle
mükelleftir. Çünkü paranın piyasadan kalkmadan önceki mislini ödemek imkânsız
hale gelmiştir, öyleyse bedeline gidilir ki, o da değeridir. İstikraz ve diğer
durumlardaki borçlanmalar için de aynı şey söylenir.
Değer belirlemede
paranın piyasadan çekilmesinin hemen öncesine itibar edilmesi; o anın,
zimmetteki borcun misilden değere intikal ettiği an olmasındandır.
İbn Abidin "Tenbihu'r-rukûd"unda şöyle der: "Şu dirhemler bu günkü piyasadan kalksa, İmâm
Muhammed'e göre (borçlu), dirhemlerin piyasadan kalkmadan öncesi değeriyle
mükelleftir. Fetva da buna göredir. " [1430]
el-Mudmerât'ta ise: "Bu (para) piyasadan kalksa (borçlunun), piyasadan kalkmadan önce
son gündeki değerini altın ve gümüşe göre vermesi gerekir. Tercih edilen
(muhtar) görüş de budur" [1431]
denir.
21- İkinci görüş: Ebû Yûsuf un görüşüdür:
"Borçlunun, işlemin
yapıldığı andaki kıymetine denk değerini vermesi gerekir. Çünkü zimmette sabit
olduğu zaman o zamandır." [1432]
22- Üçüncü görüş: Ebû Hanife'nin görüşüdür:
Piyasadan’ çekilme de
tedavülden kalkma gibidir, alım-satım akdinin fesadını gerektirir.[1433]
Timurtâşî
"Bezlü'l-mechûdu fi-mes'eleti-teğayyuri'n-nukûd" adlı risalesinde
şunları söyler:
"Paranın halkın
elinde bulunmaması da, tedavülden kalkması gibidir. Dirhemlerin hükmü de
böyledir; dirhemlerle satın alsa, sonra bu dirhemler tedavülden kalksa, ya da
piyasadan çekilse, alım-satım bâtıl olur ve eğer duruyorsa, satılan şeyi geri
vermesi gerekir. Mislî olup tüketilmiş ise, durum yine aynıdır. Değilse
kıymetini öder. Eğer teslim alınmamışsa, bu alım-satımın zaten hükmü yoktur.
Bu, İmâm A'zam'a göredir.
Talebeleri olan iki
imâm ise şu görüştedirler:
"Alım-satım bâtıl
olmaz, çünkü imkânsız olan, paranın tedavülden kalkmasından sonra onu teslim
etmektir. Bu ise; paranın yeniden geçerlilik kazanmakla o vasfının yok olması
mümkün olduğundan ötürü, fesadı gerektirmez." [1434]
23- Dördüncü görüş: Şâfiîlerin ve
Mâlikîlerin görüşüdür:
Bulunmaması ve
piyasadan çekilmesine rağmen, bu para elde edilebilirse ödenmenin onunla
yapılması, aksi halde kıymeti gerekir. Ödünç alınan paradan dolayı borç, satım
eşyası bedeli, ya da bir başka borç olması durumları eşittir.
Fakat bu görüşün
sahipleri, kıymetin ödenmesine gidildiğinde, hangi zamandaki kıymetin ödeneceği
konusunda görüş ayrılığı içindedirler.
Şâfiîler, alacaklının
talebi anındaki değerinin gerekeceğini söylerler. [1435]
Mâlikîler kendilerince
meşhur sayılan görüşlerinde; [1436] ki
sürenin hakedilme zamanına (istihkak) en uzak olanındaki değer gerekir,
derler. Bu iki süre; borcun vadesinin hululü ve paranın piyasadan çekilmesi
demek olan yokluk anıdır. [1437]
Mâltkîlerin bazıları
da, kıymetin hüküm zamanına göre belirleneceği görüşündedirler. [1438]
Ramlî ise
"Nihayetü'l-muhtâc"da şöyle der:
"Para bulunmaz
olsa fakat misli bulunursa, o gerekir. Aksi halde alacaklının talebi
günündeki değeri gerekir. Bu mesele
günümüzde Mısır'daki paralar konusunda zarurî bir hal almıştır (Umumî belvâ). [1439]
Karafı de der ki: "Bu nakit piyasadan çekilse ve nihayet bulunmaz hale gelse,
peşin olması halinde alacaklının piyasadan çekilme günündeki kıymetini alma
hakkı vardır. Peşin değilse vadenin girdiği gündeki değerini alır. Çünkü ondan
önce talep hakkı yoktur." [1440]
"Şerhu'l-Huraşî
alâ-Muntasar'ı Halîl"de şunlar vardır:
"(Para) yok
olursa, borçlu olan şahsa gereken; onun kıymetini, yeni basılıp piyasaya çıkan
parayla vermesidir. Paranın kesâdı ve hak edilmesi zamanlarının farkı olması
halinde, bu iki sürenin en uzağı zamanındaki kıymetine itibar edilîr." [1441]
Dördüncü durum: "Para değerinin artması veya
düşmesi"
24- Bu,
altına ve gümüşe nisbetle paranın değerinin artması, ya da eksilmesidir. [1442]
Fikıhçılar bunu "gala" ve "ı-uhs" terimleriyle anlatırlar.
Bu duruma göre borç;
ödünç alınan bir paradan, bir mehir borçlanmasından, satınalınan bir eşya
bedelinden ötürü zimmette sabit olup, ödemeden önce paranın değeri artma, ya
da düşme şeklinde değiştiğinde, borçlunun ödeme zorunda olduğu şey
konusunda fıkıhçılar üç ayrı
görüştedirler:
25- Birinci görüş: Ebû Hanîfe, [1443] kendilerince
meşhur olan görüşe göre Mâlikîler, [1444]
Şâfiîle [1445] ve Hanbelîlerin [1446]
görüşüdür:
Borçlunun ödemesi
gerektiği şey, ne eksik ne fazla, aynı akidde belirlenen ve borç olarak zimmete
geçen paradır. Alacaklının başkasını alma hakkı yoktur. Kadı Ebû Yûsuf da bu
görüşte idi; ama sonra bundan dönmüştür.
"Bedâyiu's-sanâyî"
de paranın (semen) değişmesinden söz edilirken:
'Tedavülden kalkmasa,
fakat değeri artsa, ya da düşse, ittifakla alım-satım akdi fesholmuş olmaz.
Müşterinin sayı olarak onun mislini vermesi gerekir. Burada kıymete itibar
edilmez. Çünkü değer artışı, ya da düşüşü semen olmayı ortadan kaldırmaz. Öyle
ya, dirhemlerin semen olma özellikleri değişmeden değerleri artıp eksilebilir"
[1447]
denmektedir. Aynı yerde, ödünç alınan paranın değerinin değişmesinden söz
edilirken de şöyle denir: "Tedavülden kalkmasa, fakat değeri düşse, ya da
artsa, borçlu, aldığının mislini (rakam olarak aynısını) vermekle mükelleftir."
[1448]
İbn Kudâme
"el-Muğni"de şunları söyler:
"Paranın
değerinin düşmesine gelince:
Bu ister, -bir danik'a
on (birim) iken, bir danik'a yirmi (birim) olması gibi- çok olsun, ister az
olsun, onun iadesine engel değildir. Çünkü onda birşey meydana gelmemiş, sadece
fiat değişmiştir. Dolayısıyla pahalanan, ya da ucuzlayan buğday gibi
olmuştur." [1449] el-Buhûtî,
"Keşşâfu'l-kınâ" adlı eserinde:
"Felsler eğer
yasaklanmazsa yani devlet otoritesi ile tedavülüne engel olunmazsa, misliyle
(rakam olarak eşit değerle) ödenmeleri gerekir. Değerlerinin artmış veya
eksilmiş olması ya da tedavülden kalkmış bulunmaları eşittir" [1450]
der.
Suyûtî de
"Kat'u'l-mücâdele'inde tağyiri'l-muu'âmele" adlı risalesinde şöyle
der:
"Sahih istikraz
yoluyla olan borçlanmada, her halükârda mislin ödeneceği sabit olmuştur.
Binaenaleyh, diğerinden bir rıtl (birim) fels (altın ve gümüş dışında bir para)
ödünç alanın ödemesi gereken -değeri ister artmış, ister eksilmiş olsun- aynı
cinsten bir rıtl'dır. Artmış olması halinde, karzın selem olmasından ötürü
böyledir. Eksilmiş olması halinde ise "er-Ravda" adlı eserde şöyle
denmektedir:
"Bir nakitle borç
verse, devlet otoritesi de o nakitle tedavülü yasaklasa, alacaklı ancak, ödünç
verdiğini alır. İmâm Şafiî (ra) bunu tasrih etmiştir. Tedavülden kalkması
durumunda böyle olursa, değerinin düşmesi durumunda öncelikle böyle
olur." [1451]
Sonra selemdeki borçlanmayı ele alır ve der ki:
"Selem bu
kabildendir. En sahih görüş; Selem'in, şartı bulunması halinde, dirhem, dinar
ve felslerde de caiz olacağıdır. Süresi dolunca "müslemün fih" olmak
üzere tartı olarak belirlenen miktarı vermesi gerekir. Selem akdinin yapıldığı
zamandaki değeri ister artmış, ister eksilmiş olsun, farketmez. Değeri neye
baliğ olmuş olursa olsun, onun tahsili gerekir.
"Muhtasar'u-Halil"
ve Alîş Şerhinde şunlar vardır:
"Fels cinsinden
paralar tedavülden kalksa, bunlarla zimmetine borç geçmiş olan, bunların
mislini vermekle yükümlüdür. Tedavülü sürmekle beraber değeri değişenler,
öncelikle böyledir." [1452]
"eI-Müdevvene"de
de şöyle denir:
"Keza birisine
fels olarak birkaç dirhem borç versen, verdiği gün bir dirhem yüz felse eşit olsa,
sonra bir dirhem iki yüz fels olsa, o sana ancak aldığının mislini verir,
başkasını değil." [1453]
Hanbelî mezhebine göre
hazırlanan "Mecelletü'l-ahkâ-ümi'ş-şer'iyye" de bu görüşü almıştır.
Meselâ 750. maddesi şöyledir:
"Karz; felslerle,
veya ufakfık dirhemlerle, ya da kağıt (banknotlarla olsa, sonra değerleri
artsa, ya da eksilse veya tedavülden kalksa, ama bunlarla işlem yasaklanmamış
olsa, misillerini ödemek gerekir. Keza diğer borçlarda, tesellüm olunmayan fiyatlar
(semen)da, ücrette, hul' bedelinde, telef edilen şeylerle, tesellüm edilen ve
satıcının geri vermesi gereken fiyatta (semen) hüküm aynıdır."
26- İkinci görüş: Ebû Yûsufun görüşüdür ve
Hanefî mezhebinde fetva da buna göredir: [1454]
Borçlu; değer artışına, ya da düşüşüne maruz kalan paranın, zimmetinde sabit
olduğu gündeki değerini, tedavül eden bir parayla vermek zorundadır. Buna göre;
alım-satım akdinde, akd günündeki değer; istikrazda da, tesellüm (kabz)
günündeki değer esas alınır. [1455]
Timurtaşî
"Bezlü'l-mechûd fi-mes'elet-i tağayyuri'n-nukûd" adlı risalesinde,
uzun bir sözden sonra şöyle der: "Bezzâziyye'de el-Müntekâ'ya atfen denir
ki; fels paraların değeri artsa, ya da düşse,
birinci İmam'a [1456] ve
ilk görüşünde [1457]
ikinci İmam'a [1458]
göre, ondan başkası ile mükellef değildir. İkinci imam [1459],
ikinci olarak [1460]
dirhem üzerinde satış ve tesellüm (kabz) [1461]
günündeki değerini vermelidir" der. Fetva buna göredir.
el-Müntekâ'ya atfen
ez-Zahira'da ve el-Hülâsa'da da böyledir. Üstadımız da bunu
"Bahr"ında nakletmiş ve kabullenmiştir. Birçok muteber kitaplarda
fetvanın bununla olduğu açıklandığına göre, fetvada ve kazada (yargıda) bunu
esas almanın gereği anlaşılır. Çünkü müftünün ve kadının (hâkimin), kendi İmam
ve mukallitlerinin mezhebinde, öne alınan (racih) görüşten yana olmaları
zorunludur. Bunun karşıtını almaları caiz değildir. Çünkü bu ötekine göre daha
aşağı (mercuh) durumdadır. [1462]
27- Üçüncü görüş: Mâlikî mezhebi
içerisindeki talî bir görüştür:
Değiştirme aşırı ise,
artış ya da düşüşe maruz kalan paranın kıymetini, aşırı değilse mislini vermek
gerekir. [1463]
er-Rahvâni,
Mâlikîlerde, paranın değeri, yükselme veya düşme ile değişse dahi mislinin
gerekeceği şeklindeki meşhur görüşe yorum sadedinde şunları söyler:
"Buna göre bunu:
Bu (değişme)nun çok
fazla olmadığı zaman, diye kayıtlamak gerekir. Tâ ki, tesellüm (kabz) eden,
karşıt, görüştekilerin gerekçe olarak gösterdikleri sebebin [1464]
bulunmasından ötürü, büyük bir menfaat bulunmayanı tesellüm eden gibi
olsun" [1465]
28- Bu üç görüşe ve delillere bakarak vardığım
sonuç şudur:
a- Fiyat
artışına ya da düşüşüne maruz kalan paranın, zimmette sabit olduğu gündeki
değerinin ödenmesi gerektiğini söyleyen fıkh? Kabulleniş, cumhurun; borçlunun
ödemek zorunda olduğu, akidde belirlenen ve zimmette sabit olan paranın eksiği,
ya da fazlası olmayıp, bizzat kendisidir, şeklindeki görüşünden itibara daha
lâyıktır, çünkü:
Bir: Bu
görüş adalet ve insafa daha yakındır. Çünkü iki mal, ancak kıymetleri eşit
olursa birbirinin dengi olurlar. Kıymetler farklı olursa, denklik de yoktur.
Halbuki, Allah adaleti emreder.
İki: Bunda borçludan
da, alacaklıdan da zararı giderme vardır. Meselâ karz olarak bir para verse,
arkasından bu paranın değeri düşse, biz de karz vereni, verdiğinin rakam olarak
mislini kabule zorlasak, o bundan zarara uğramış olur. Zira ona verilmesi hükmedilen
bu para, onun hakettiği para değildir. Çünkü değeri düştükten sonra o, belirli
ayn'ın kusuruna benzeyen, nevinin kusuruyla kusurlu hâle gelmiştir. (Şu
bakımdan ki, belirli ayn'ın kusuru, mükemmellikten eksikliğe geçişidir,
nevilerin kusuru ise, değerlerinin eksilmesidir). Bir malı karz olarak verse,
arkasından bunun değeri artsa, biz de karz olanın aldığını rakam olarak ödemesine
hükmetsek bu defe da borçlu zarar görür. Çünkü bu onu aldığından fazlasını
ödemeye zorlamadır. Halbuki, "Zarar ve zarara mukabil zarar yoktur" esası, şeriatın
genel bir kaidesidir.
b-
Rahvânî'nin Mâlikîlerde zahir gördüğü; paranın değer artışına, ya da düşüşüne
maruz kalması halinde bu fark basitse, (sayısal olarak) misli gerekir, değişme
aşırı ise değeri gerekir, şeklindeki görüş, bana göre Ebû Yûsufun her halükârda
değeri gerekir, şeklindeki Hanefî mezhebinde tek fetva olan görüşünden daha
evlâdır. Çünkü:
Bir:
Karşılıklı işlemlerde büsbütün yok edilmelerindeki zorluğa bakarak,
insanlardan sıkıntıyı giderme gayesiyle, mal mübadele akidlerinden şer'an
bağışlanan az hile ve aldatmaya kıyasla, az farklılaşma da bağışlanmış
olmalıdır. Bunda önemli bir teşri (yasama) esasını da gerçekleştirme anlamı
vardır ki, o da teamülün insanlar arasında istikrar bulmasıdır. Fahiş aldatma
ve hile ise, böyle değildir. Bunlar her çeşit alımsatım ve işlemlerde yasaktırlar.
İki: Az
farklılaşma, "Bir şeye yakın olan o şeyin hükmünü alır" [1466]
şeklindeki genel fıkıh kuralının teferruatından sayılarak bağışlanmış
olmalıdır. Fahiş farklılaşma ise böyle değildir. Zira ondaki zarar açıktır,
zulüm muhakkaktır.
Beşinci durum: "Enflasyon ve deflasyon" [1467]
29- Bu
durumu fıkıhçılar kitaplarında zikretmemişler ve eserlerinde buna değinmemişlerdir. Çünkü onların
zamanlarında enflasyon vaki değildi. Bu durumun esası; akd yapıldıktan sonra ve
ödeme yapılmazdan önce enflasyonun ortaya çıkması, böylece de zimmette sabit
olan paranın satınalma gücünün; satış eşyası, menfaatler ve karşılığında
verilen hizmetlere göre düşmesidir.
Paranın değişmesi
meselesinde fıkıhçıların sözlerinden elde edilen sonuç, tek başına enflasyonun,
borçlarda asla etkisinin olmadığıdır. Eğer enflasyonun yukarıda anlatılan
durumlardan birine yaklaşması sözkonusu olursa, o takdirde enflasyonun kalıcı
ya da geçici olmasına bakmaksızın, hüküm o duruma göre tesbit edilir.
30- Bu,
mücerred alacaklar ve borçlarda söz konusudur. Sabit olmaları zamanında,
paranın satınalma gücüne riayet edilen, sonra da enflasyon ortaya çıkıp bu
satınalma gücünün düştüğü mücerred borçlara gelince bunlar, ortaya çıkan
enflasyon oranına göre değişirler. Tıpkı nafaka borcu gibi. Meselâ hâkimin
bunu nafaka hakkına sahip olanın ihtiyacı olan şeylerin rapor günündeki
fiyatlarına bakarak takdir edip, mükellef olan üzerine hükmetmesinden sonra,
piyasada bu ihtiyaç maddelerinin fiyatının artması halinde, paranın değerinin
değişmesine bağlı olarak borcun da değiştiğine hükmedilir. Çünkü nafakanın
takdir edilmesini belirleyen esas, nafaka verilenin yeterliliğini sağlamaktır.
Halbuki, karara bağlanan bu meblağ, enflasyon ortaya çıktıktan sonra,
kendisine bağlanan maksadı karşılamaya
yetmez hâle gelmiştir. Bu yüzden bağlı bulunduğu hedefin değişmesine uyarak,
borç da değişecek ve sonradan ortaya çıkan enflasyon oranına uygun olarak
miktarı da artacaktır. [1468]
Bu gibi olaylarda
deflasyonun ortaya çıkması durumunda ise, bunun aksi söylenir.
Memurların,
askerlerin, işçilerin maaşları, eğer yeterlilik düzeyi gözetilerek takdir
edilmişse, onlar da böyledir. Çünkü onlar da fiyatların artmasına ve düşmesine
göre enflasyona ve deflasyona bağlı olarak yükselme ve alçalma şeklinde
değişikliğe uğrarlar. Mâverdî, Ebû Ya'Iâ, Bedrüddîn b. Cemâ'a ve başkaları bunu
böyle açıklamışlardır. [1469]
En iyisini Allah'u
teâlâ bilir.
Son duamız
"elhamdü-lillâhi Rabbil-âle mîn"dir.
Dr. Nezîh Kemal Hammâd
Şerîat Fakültesi Yargı bölümü Mekke/Suûdi Arabistan [1470]
1- Alâaddin
Ebûbekr b. Mes'ûd el-Kâsânî (587/1191), Bedâ-yi'u’s-Sanâyi fi-tertîbi'ş-Şerâyi',
et-İmam Matbaası, Kahire.
2- Osman b.
Ali ez-Zeylat, Tebyînü'l-hakâyık şerh'u-Kenzi'd-dekâik. Kenarında Ahmed eş-Şelebî
Haşiyesi. Birinci baskı, Balak el-Emîriyye Matbaası, 1314.
3- Ahmed b.
Hacer el-Heysemî, Tuhfetü'l-muhtâc şerhu'l-Minhâc. Kenannda Abdulhamîd
eş-Şirvânî ve İbn Kasım el-İbâd' hâşiyeleriyie birlikte. Kahire, el-Meymeniyye
Baskısı, 1315.
4- Muhammed
Emîn Abidin, Tenbihu'r-rukûd alâ-mesâli'in-nukûd. Resâil-i İbn Abidîn
içerisinde. Asitâne Baskısı.
5- Muhammed
b. Ahmed, er-Rahvenî 'alâ-Şerhî'z-Zürkâm li Muhtasar-ı Halil, Kenarında
Hâşiyetü Muhammed b. el-Medenî alâ Kinûn. Bolak Emîriyye Matbaası, Birinci
Baskı, 1306.
6- Ali
Haydar (Efendi), Dürarü't-hükkâm şerh'u-Mecelleti'l-ahkâm. Arapcaya çeviren,
Fehmî el-Hüseynî, Beyrut ve Bağdad en-Nehda Kitabevi baskısı.
7-
Şerh'u-Abdilbâkî ez-Zürkânî 'alâ-Muhtasar-ı Halil. Kenarında Muhammed b. el-Hasen
el-Bennânî Haşiyesi ile birlikte. Muhammed Mustafa Matbaası, Kahire, 1307.
8-
Abdurrahman b. Muhammed b. Ahmed b. Kudâme el-Makdisî (682/1283)
eş-Şerhu'l-Kebir 'ale'l-Muknî', Mısır, Menâr Matbaası, 1347.
9-
Şerh'u-Muhammed b. Abdillah el-Huraşî 'alâ-Muhtasar-ı Halil, Kenarında Ali
el-Adevî es-Saîdî Haşîyesi ile birlikte, Kahire, Bolak Matbaası, 1318.
10- Mansûr
b. Yûnus, el-Buhûti şerh'u-Müntehe'l-İrâdât (1051/1641). Kahire Baskısı.
11-
el-Fetâva'l-Hindiyye, el-Fetâva'l-Alemgîriyye diye meşhur. Ebu'l-Muzaffer
Muhyiddîn Muhammed Evrengzıb (Alemgir), Kahire, Bolak el-Emîrî Matbaası, (kinci
Baskı, 1310.
12-
Celâlüddîn Abdurrahman Ebübekr es-Süyûtf (91 1-1505),
Kafu'l-mücâ-dele'inde-tağyiri'l-mu'âmele, el-Hâvî fi'l-fetâvâ adlı kitabı
içerisinde, Beyrut Dâru'l-kütübi'l-ümiyye, İkinci Baskı, 1395 (i975)
13- Mansûr
b. Yûnus b. İdrîs el-Buhûtî, Keşâfü'l-Kınâ' 'an metni'l-İknâ, Mekke, el-Hukûme
Matbaası, 1394.
14- Ahmet b.
Muhammed b. Ali e!-Mukrî el-Feyûmî, el-Mısbâhu'l-münir fî-garibi-Şerhi'l-kebir,
(770/1368) Kahire, el-Emîriyye Matbaası, 1324 (S906)
15-
Muvaffakuddîn Abdullah b. Ahmet b. Muhammed b. Kudâme el-Makdisî, el-Muğnî
(620/1320), Mısır, el-Menâr Matbaası, 1347.
16- Muhammed
b. Ahmed b, Muhammed 'Alîş (1299/1991), Minahu'l-Cetîl şerhu-Muhtasar'-ı Halil,
Mısır, Bolak el-Emîriyye Matbaası, 1294.
17- Muhammed
b. Ahmed er-Remlî el-Mısrî (1004/1595), Nihâyetü'-muhtâc Şerhu'l-Minâc, Kahire,
Mustafa el-Bâbi'l-Halebî Matbaası 1357 (1938) [1471]
Allah (cc), insanı
sadece kendisine ibadet etsin ve dini O'na ait kılsın diye yarattı. İnsanları
O'nun ibadetine yöneltmeleri, O'na ortak koşulmaması ve bu ibadet görevinin
Rasûllerine indirdiği kitaplara uygun olarak nasıl olması gerektiğini
açıklamak üzere peygamberler gönderdi. Her peygambere, getirdiklerinin Allah
katından olduğu konusunda, kavmine karşı kendisine te'yid eden ve destekleyen
bir mucize gerekliydi. Mucizenin ise Allah (cc) katından olarak Allah (cc)'tan
başkasına tapanlara bir meydan okuyuş olması lazımdı.
Meselâ Hz. İbrahim
(as)'in mucizesi şöyleydi:
O, Allah (cc)'ın
dışında tapılan putları kırdığında kendi kavmi onu tutup ateşe attılar. Ateş
gerçek bir ateşti. Hz. İbrahim herkesin gözü önünde konuldu bu ateşe.. Ama buna
rağmen O, hiç bir zarar dokunmadan çıkıverdi ondan... Öyleyse ondaki sebep
neydi? Ateşin yakma özelliğini durduracak büyük bir kuvvet olmalıydı ortada.
Alemlerin Rabbı şöyle buyuruyordu:
"Ey ateş! İbrahim'e bir serinlik ve bir
selamet oluver." Artık bu paramparça olmuş putlar ateşe İbrahim'i
yakmasını emredebilirler miydi? Meydan okuma işte budur ve mucize buna
derler...
Hz. İsa (as) tıp
ilminde ileri bir kavme peygamber olarak gönderildi. Dolayısıyla mucizesi de
tıp konusunda idi. Körlüğü iyileştirdi ve baras (alaca) hastalığını tedavi
etti. Meydan okuyuş zirveye ulaştı ve Meryem oğlu İsa Allah (cc)'ın izniyle
ölüleri diriltti.
Hz. Musa (as) sihir
ilminde ileri bir kavme peygamber olarak gönderildi ve mucizesi de kavminin
ileri gittiği konuda oldu; asasını atar atmaz süratle giden bir yılana dönüştü
ve öbürlerinin bütün sihirlerinin canına okudu. Meydan okuyuş son haddine
vardı, asasını denize vurdu ve Alah (cc) suyun batırma özelliğini durdurdu. Hz.
Musa ve onunla beraber inananların geçebilecekleri bir yol uzandı. Arkasından
Yüce Allah (cc) suya özelliğini geri verdi de Fir'avn ve ordusu
batıverdiler...
Bunlar Allah (cc)'ın
peygamberlerini te'yid ettiği maddî mucizelerin bir kısmıdırlar. Sonra Hz.
Muhammed (sav) geliverdi. O'nun peygamberliğinin daha öncekilerde bulunmayan
bir takım özellikleri vardı:
Birincisi:
O, herhangi bir kavme değil bütün aleme gönderilmiştir.
İkincisi: O,
peygamberlerin sonuncusu idi. Artık ondan sonra ne peygamberlik ne de
peygamber olacaktır.
Üçüncüsü:
O'nun mucizesi dünya hayatı devam ettikçe devam edecek olan bir mucizedir;
apaçık Arapça olan Kur'ân-ı Kerim'i getirmiştir. İşte tek başına bu mucize bile
bir mucizeler kaynağıdır. Alemlerin Rabbi, onunla insanlara ve cinlere haykırmış
ve demiştir ki:
"De ki, insanlar ve cinler bu Kur'ân'ın bir benzerini
getirmek üzere toplansalar, bir kısmı diğerine arka çıksa da onun benzerini
getiremeyeceklerdir." [1473]
Yine şöyle
buyurmuştur:
"Eğer bizim kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz
hususunda şüphede iseniz, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin.. Eğer
doğru sözlü iseniz Allah (cc)'tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırın." [1474]
Bu meydan okuyuş da
Kur'ân-ı Kerim'in dili sahasında ileri olan Araplara idi. Aynı zamanda beşer
imkânının ulaşacağı her sahada kıyamete dek bütün alemlere karşı var olacak bir
meydan okuyuştu bu...
Rezzak olan Allah (cc)
bize Kur'ân-ı Kerim'in mucize oluş sahalarından birini;
"Hadi benzerî bir sûre getirin"
meydan okuyuşunu hatırlatan bir sahasını göstermek için kuluna rahmetinin
feyzinden Kur'ân'ın ayetlerini iyice anlayabilmesini sağlayacak kapılar
açıverdi. Bu saha, büyük müslüman yazar Üstad Abdürrezzâk Nevfel'in sunduğu,
Kur'ân-ı Kerim'in sayısal mucizeliği sahasıdır. Allah (cc) onu da,
müslümanları da, bu mucizeyi okuyup inanan herkesi de Kur'ân'la mükafaatlandırsın.
Kur'ân-ı Kerim'in
sayısal mucizeliği, -görüşümüze göre- zamanımızda yaşayan herkes için üç
esaslı gerçeği ortaya koyar:
Birinci gerçek:
Kur'ân bir insan tarafından değil, ancak ve ancak Allah (cc) katındandır.
İkinci gerçek:
İndiği andan günümüze kadar Kur'ân-ı Kerim'de herhangi bir değişme, yer
değiştirme, bozma olmamıştır.
Üçüncü gerçek:
Kur'ân-ı Kerim kıyamete kadar devam edecek olan bir mucizedir...
Binaenaleyh, herhangi
bir insan bu gerçekleri ayan beyan gördüğünde artık onun, Allah (cc)'a, O'nun peygamberine
ve'apaçık kitabına inanmaktan ve bunları tasdik etmekten başka çaresi kalmaz.
Bu noktadan hareketle Kur'ân-ı Kerim'le ve onun getirdikleriyle amel, hidayet
ve sapıklık arasında yegane ayırıcı ve adil sınır olmuş olur. Üstad Nevfel,
Kur'ân-ı Kerim'in sayısal mucizeliği adlı kitabında diyor ki:
"Bu mucizelik,
müsbet ve hakkında değişik görüşlerin olamayacağı maddî bir mucizeliktir...
Münakaşa kabul etmeyen, tartışma götürmeyen bir mucizelik.. Zira rakamların
dili ayırıcıdır... Sayıların ve hesapların sözleri kesindir.."
İşte bu büyük
yazarımızın Kur'ân-ı Kerim'in sayısal mucizeliği konusunda tesbit edebildiği
bazı örnekler:
Birinci örnek
Kur'ân-ı Kerim'de
Allah (cc)'ın "Kul=de, söyle"
emri, aynı kelimenin fiil olarak kullanılışına sayıca eşittir.
Zira Kur'ân-ı Kerim'de
mahlûkatına hitaben Allah (cc) tarafından 332 defa "Kul=de, söyle" emri vakî olmuştur. Meselâ: "De ki, bütün
işler Allah (cc)'ındır" [1475] gibi...
Yine yaratılanlardan;
insanlardan, meleklerden ve cinlerden vaki oian "Kavl=söylemek,
demek" fiili de aynı sayıdadır, yani bu da Kur'ân-ı Kerim'de 332 defa
geçmektedir. Meselâ Allah (cc)'ın melekler diliyle:
"Orada fesat çıkaracak ve kan akıtacak birini mi
yaratacaksın? dediler" [1476] buyurması.
Dünya öncesi alemde beşer diliyle:
"Rabbin, insan
oğlunun sulbünden olanlara, "Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu.
Onlar da, "Evet, şahidiz"
demişlerdi" [1477] buyurması.
Dünya hayatında beşer
diliyle:
"Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır,
ayaklarımıza sebat ver, dediler" [1478] buyurması.
Ahirette yine beşer
diliyle:
"Cennet'te altlarından ırmaklar akarken
gönüllerinden kini çıkarıp atarız. "Bizi buraya eriştiren Allah (cc)'a
hamdolsun. Eğer Allah (cc) bizi doğru yola iletmeseydi biz doğru yolu
bulamazdık..." dediler" [1479] buyurması..
Cinler diliyle:
"Ey Muhammed (sav), de ki, "Cinlerden
bir grubun Kur'ân-ı Kerimi dinlediği ve "şüphesiz bizi hayrete düşüren
bir Kur'ân dinledik" dedikleri bana vahyolundu" [1480] buyurması
gibi..
Kur'ân-ı Kerim'de 332
defa "Kul=de, söyle" diye buyuran ve aynı kitabında bu emrin fiil
olarak kullanılışını yine 332 defa tekrar ettiren Allah (cc) noksanlıklardan
hakikaten münezzehtir!
İkinci örnek
Alemlerin Rabbi'nin
haber verdiği Kur'ân-i gerçeklerden olarak göklerin sayısının yedi olduğunu
biliyoruz. Bu gerçeğin Kur'ân-ı Kerim'de yine tam yedi defa tekrar edildiği
görülür. Şöyle ki:
1- "Sonra göğe yönelerek onları yedi gök olarak
düzenlemiştir" [1481]
2- "De ki, yedi göğün ve muazzam arşın Rabb'i
kimdir?" [1482]
3- "O'nu, yedi gök, yer ve onlarda olanların
hepsi teşbih ederler." [1483]
4- "Derken Allah yedi gök var etti ve her göğe
işini bildirdi." [1484]
5- "Yedi göğü ve yerden de onlar gibisini
yaratan Allah'tır."
6- "Yedi göğü kat kat yaratan O'dur." [1485]
7- "Allah'ın yeri-göğü kat kat yarattığını
görmediniz mi?"[1486]
Binaenaleyh, yedi gök
yaratan ve bunu kitabında da yedi defa zikreden Allah (cc)'ı teşbih ederiz.
Üçüncü örnek,
Allah (cc)'ın; "Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısında,
Allah katında ayların sayısı onikidir" [1487] sözü..
Nitekim (eş-Şehr=ay)
kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de 12 defa, yani senenin ayları sayısınca
tekrarlanmaktadır. Aynı şekilde (el-Yevm=gün) kelimesi de Kur'ân-ı Kerim'de 365
defa, senenin günleri sayısınca tekrar edilmektedir. Yine (iki gün ve günler)
kelimeleri (Yani günün birden fazla sayı grubu ifade ettiği kelimelerde
Kur'ân-ı Kerim'de 30 defa, yani bir ayın günleri sayısınca tekrar edilmiştir.
Binaenaleyh, ayların
sayısı on ikidir derken, Kitabı'nda da (ay) kelimesi 12, (gün) kelimesi 365 ve
(günler) kelimesi de 30 defa zikredilen Allah noksanlıklardan müberradır.
Dördüncü ömek
İman-küfür ve ikisi
arasındaki fark -ki, bu fark bizzat Kur'ân-ı Kerim'in kendisidir- yine
Kur'ân'la birbirinden ayrılıyor...
Şöyle ki:
(İman) kelimesinin
Kur'ân-ı Kerim'de tekrarlanış sayısı 25'tir. Bunun I7'si:
"İmandan sonra fısk ne kötü bir isimdir"
[1488] ayet-i
kerimesinde olduğu gibi, 7'si:
"Mü'minlerin imanını artırmıştır.."
[1489] ayeti
kerimesinde olduğu gibi, biri de:
"İnananlara ve imanda soyları da kendilerine
tabi olan kimselere soylarını da katarız" [1490] ayet-i
kerimesinde olduğu gibi geçmektedir.
Aynı şekilde (küfr)
kelimesi de 25 defa tekrar edilmekte olup, bunun 17'sî:
"Küfürde yarışanlar seni üzmesinler"
[1491] ayet-i
kerimesi gibi, 8'i de:
"Bedevîlerin küfür ve nifakları her yönden
daha ileridir" [1492] ayetinde
olduğu gibi geçmektedir. Ne var ki, (iman) ve (küfür) kelimeleri arasındaki bu
sayısal eşitliğe karşı Kur'ân-ı Kerim'de türevleriyle (müştakları ile) beraber
(iman) 81 I defa, yine türevleri ve müradifleri ile beraber (küfür) ise 697
defa zikredilmiştir ki, bir yönden (iman) ve türevleri arasındaki fark I 14
sayısını gösterir ki, bu sayı Kur'ân-ı Kerim'in surelerinin sayısıdır.
Binaenaleyh, imanla
küfrün arasını Kur'ân'la tefrîk eden Allah, eksikliklerden münezzehtir.
Beşinci örnek
(Melek) ve (Şeytan)
kelimelerinin her biri Kur'ân-ı Kerim'de 78'er defa zikredilmiştir.
(Dünya) ve (Ahiret)
kelimelerinden her biri 115 defa zikredilmiştir.
(er-Rahîm) kelimesi
(er-Rahmân) kelimesinin iki katı kadar geçmektedir. Yani, birincisi 114,
ikincisi 57 defa zikredilmiştir.
(İblis) kelimesi 11
defa, karşılığında (isti'âze=sığmma) kelimesi de yine I I defa geçmektedir.
(Harp) kelimesi ve
türevleri, (esîr) kelimesi ve türevlerine eşittir. Her ikisi de 6'şar defa
zikredilmiştir. Ama ne bir ayette ne de bir surede bir arada bulunmuşlardır.
(İnsanın yaratılışına
başlangıç olan) (nutfe) ve (tîn=toprak) kelimeleri de eşit sayıda, her biri 12'şer
defa geçmektedir.
(Fiil) kelimesi, (ecr)
kelimesi kadar, yani her birerleri 108 defa kullanılmıştır.
(Hesap) kelimesi 29
defa tekrarlanmış, ('adl) ve aynı ma'nâya gelen (kist) kelimeleri de biri 14,
diğeri ise 15 defa olmak üzere toplam 29 defa zikredilmişlerdir.
(Mağfiret=bağışlama)
kelimesi, (ceza) kelimesinin tam iki katı kadar geçmektedir; 234 ve I 17..
(Kur'ân) kelimesi ve
türevleri, (vahiy) kelimesi ve türevleri ve (İslâm) kelimesi ve türevleri hepsi
aynı sayıda olmak üzere 70'er defa kullanılmıştır.
(es-Saiât namaz)
kelimesi 67 defa, (zekat) kelimesi ise 32 defa zikredilmekte ve her ikisinin
toplamı 99'a -yani Esmâ-ı Hüsnâ'nın adedine- baliğ olmaktadır. Ayrıca (salat)
kelimesi de müştaklarıyla beraber yine 99 defa zikredilmektedir.
(Fir'avn) kelimesi,
(sultan) ve (ibtilâ) kelimelerinin katları sayısınca zikredilmiştir. Yani
(Fir'avn) kelimesi 74 defa, (sultan, ve (ibtila) kelimeleri 37'şer defa
geçmektedir.
(Şiddet zorluk,
sıkıntı) kelimesi ve türevleri ile, (sabr) kelimesi ve türevleri eşit sayıda -12'şer
defa- geçmektedirler.
(Ebrâr=iyiler)
kelimesi (füccâr=kötüler) kelimesinin iki katı kadar; biri 6, diğeri 3 defa
geçmektedir.
Bütün bunlar, Üstad
Abdürrezzak Nevfel'in, Kur'ân-ı Kerim'in sayısal mucizeliği ile ilgili olarak
tesbit ettiklerinin kaydedebildiğimiz kadarıdır. Bu mucizelik ve bunun
muhtelif sahalarda hesabî ve rakamsal uyumluluk olarak ifade ettiği anlamlar,
daha önce de adını ettiğimiz üç hakikati desteklemektedirler:
Birinci hakikat;
Kur'ân-ı Kerim bir
beşer katından değildir. Ancak ve ancak "Hakîm ve Habîr bir Allah tarafından ayetleri kesin kılınmış, sonra da
uzun uzadıya açıklanmış.." [1493] bir
kitaptır.
"Bu Kur'ân, Allah'tan başkası tarafından
uydurulmuş değildir." [1494]
"O şair sözü değildir. Ne az inanıyorsunuz!
Kâhin sözü değildir. Ne az düşünüyorsunuz! Alemlerin Rabbi'nden indirilmedir."
[1495]
Şu anda bütün insanlar
sahip oldukları ilim ve terakkilerle, cinler de ellerinde olan bütün güç ve
kuvvetlerle bir araya gelseler bu Kur'ân'ın bir benzerini yapmaya güç
yetiremezler. Allah (cc)'ın bu meydan okuyuşunun üzerinden tam on dört asır da
geçmiş bulunmaktadır.. Müthiş bir i'câzdır bu i'câz... Kur'ân-ı Kerim'in
Nebîler Nebîsine indirildiğinden beridir onda mevcut olmasına rağmen ancak ihtiyaç
duyulunca ortaya çıktı. Kur'ân-ı Kerim indirildiğinde Arapların sayısal i'câza
(mucizeliğe) ihtiyaçları yoktu. Onun edebiyat, lügat ve akılla ilgili
mucizeliği yetiyordu onlara. Onlardan sonra teşrî, ilmî ve derken sayısal
i'câzını görenler geldi... Kitabında saklı olan diğer mucizelikleri ise ancak
Allah bilir. Kudreti, şu anda onların bize saklı kalmasını dilemiştir. Onları
O'nun ne zaman ve yarattıklarından kimler için gözler önüne sereceğini biz şu
anda bilemiyoruz.
"Ey Muhammedi De ki, onu göklerin ve yerin
sırrını bilen indirmiştir. Şüphesiz O çok bağışlayandır, çok esirgeyendir."
[1496]
İkinci hakikat:
Allah (cc) tarafından
Rasûlüne (sav) gönderildiği günden bu güne kadar Kur'ân-ı Kerim'de en ufak bir
tahrif, tebdil ve değişme olmamıştır. Kıyamete kadar da olmayacaktır.
Binaenaleyh; mevzularındaki, sözlerindeki, hatta harflerindeki bu dakik,
sayısal ve rakamsal uyumlulukta en küçük bir değiştirme, tahrif ve tebdilin
yaptlabilmesi muhaldir. Aksi halde bu uyumluluk kaybolur, sayı ve hesap
değişir. "Zikri (Kur'ân'ı) biz
indirdik. Onun koruyucuları da bizleriz" buyuran Âlemlerin Rabbini
teşbih ederiz. O'nun, Allah (cc)'ın kitabında değiştirme ve tahrife güç
yetirilemeyeceğini söylemesini emrettiği Rasûlüne (sav) de salat ve selâm
olsun.
"Ayetlerimiz onlara açık açık okununca,
bizimle karşılaşmayı ummayanlar (Muhammed'e) "bundan başka bir Kur'ân
getir, ya da bunu değiştir" dediler. De ki: "Onu kendiliğimden
değiştiremem, ben ancak bana vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem,
büyük günün azabına uğramaktan korkarım." [1497]
Binaenaleyh, Allah
(cc)'ın topladığı ve okutturduğu, bize de uymamızı emrettiği bir sözde nasıl
değiştirme olabilir?
"Doğrusu onu kalbine toplayıp (yerleştirmek)
ve sana okutturmak bize düşer. Artık Onu biz okuduğumuzda onun okunmasına uy."
[1498]
"Kitap kendilerine gelince onlar onu inkar
etmişlerdir. Oysa o değerli bir kitaptır. Geçmişte ve gelecekte onu batıl
kılacak yoktur. Hakîm ve Hâmîd olan Allah katından indirilmedir." [1499]
Üçüncü hakikat.
Bu Kur'ân, gökler ve
yer var oldukça dimdik kalacak bir mucizedir. Nitekim ondört asır geçmiştir de
bir suresine benzer getirilememiştir, işte bizler yeryüzünde daha önce benzeri
yaşanmamış ilmî bir terakki içinde yaşıyoruz ama Kur'ân'ın hodri
meydan demesi de yaşıyor. Hiç kimse bir
suresine bir benzer getiremiyor. Bilakis öyle görünüyor ki, beşer ilerledikçe
Kur'ân'ın yeni yeni i'caz yönlerine (mucizeliklerine) şahid olacak ve kendini
biteviye bir i'cazin canlı bir meydan okuyuşu önünde bulacaktır.
Bu sayısal i'cazin
maverasındaki sırları ancak Alah (cc) bilebilir.
Bir sözün, sayıca
diğerine eşit olarak zikredilmesinin; iki-üç ya da daha çok katı olmasının bir
anlamı bulunmalı değil midir? Bunun belli bir işareti, özel bir takım sırları
olmalıdır ki, bunu, şu ana kadar göklerin ve yerin sırrını bilen Gafur ve Rahîm
Allah (cc)'tan başkası bilememektedir.
Sonra, iş bu sayısal
i'câza varmakla kalıyor mu? Bu öyle bir feyizdir ki, Allah (cc) onu dilediğine
verir. Buyurun, siz de benimle beraber şu ayet-i kerimeye bakıverin!
"Ay'a erişmek Güneş'e düşmez. Gece de gündüzü
geçemez. Her biri bir yörüngede yüzerler."
[1500]
İbn Kesîr tefsirine
göre yörüngede yüzen "her biri"nden maksat; gece, gündüz, güneş ve
aydır. Yani bunlar sema yörüngesinde dönerler, deveran ederler. "Deveran
etmek" demek, bittiği yerden tekrar başlamak demektir. Buna göre
"Küllün fi felekin" ibaresini (asli harflerini) düşünürsen sağdan
sola da, soldan sağa da aynı şekilde okunduğunu görürsün. Yani Kur'ân-ı
Kerim'de Güneş'in, 'Ay'ın, Gece'nin ve Gündüz'ün bir yörüngede deveran
ettiklerini (döndüklerini) ifade için getirilen kelime grubunun kendisi de bir
yörüngede deveran'etmektedir...
Ayetlerini iyi
düşünmemizi emreden Allah (cc)'ı teşbih ederiz;
O'nda eksiklik yoktur.
"Kur'ân'ı iyi düşünsünler ya! Eğer o, Allah
(cc)'tan başkasından gelmiş olsaydı onda çok çelişkiler bulurlardı."[1501]
"Kur'ân'ı iyi düşünsünler ya! Yoksa kalpleri
kilitli midir?" [1502]
Kur'ân'ın sayısal
i'câzından söz eden bu makaleyi bitirirken Allah (cc)'ın, kalbini buna açtığı
zatın söylediğini naklediyorum.
Şöyle diyordu Üstad:
"İşte Kur'ân
bu... Ayırıcılıkları cümlesinden olarak onu diğerlerinden, bir de; insanların,
tüm insanların, cinlerin, bütün cinlerin ve insanlar ve cinler beraberliğinin
benzerini yapmaktan aciz oldukları sayısal eşitliği, ölçülülüğü, uyum ve
tenasübü ayırmaktadır."
Binaenaleyh, o, kesin,
şüphesiz hak ve gerçek olarak Nebîler Nebîsi'ne Allah (cc)'ın indirdiği Vahiy
değildir de nedir? Bununla da, bu eşitlik, uyum ve ölçülülük; tefekkür,
tedebbür ve teemmülün keşfettiği bir çok i'câz yönlerinden yeni bir yön olmuş
olur. Üstelik öyle bir yön ki, neticesi hususunda görüşler değişik olamaz, yönelişler
müteaddid bulunamaz. Bir yorum, ya da bir te'vil değildir bu... İçtihadların
çatıştığı, görüşlerin zıtlaşma arzettiği bir tefsir bir yorum değildir.. Fakat
bu bir hesaptır, rakamlardır... Hesabın gerçekleri ise daima kesin, rakamların
şahidleri ebediyyen
isabetlidir.
Ya Rab! Kitabını
iyiden iyiye düşünmemize engel olan her türlü şaibeden kalplerimizi temizle.
Rahmetinin kapılarını açıver üzerimize... Sana, senin meleklerine, kitaplarına
ve peygamberlerine inananlar olarak açıver... Amîn!
Hasan Ahmet
Abdurrahman Abidîn'den
Dr. Faruk Beşer [1503]
1. Kur'ân-ı
Kerim Abdul-Ganî
en-Nablusî, Ta'tîrul-enâm, Mustafa el-Babil Halebî, Mısır, 1359(1940)
2. Abdusselâm
Abdurrahim, Nakl ve Ziraatül-A'za el-Âdemiyye min-Manzûrin İslâmi, Darul-menar
(Mısır), 1408 (1988)
3. Aciûnî,
Keşful-Hafâ, Beyrut, 1405
4. Ahmed b.
Asım, Tercüme-i Kamus, İst. ty.
5. Ahmed
Hanbel, Müsned., İst. 1982
6. Katibu'l-vera,
(Thk. Z. İbrahim el-Kâsût) Beyrut, 1403 (1983)
7. Akâidü's-selef,
İskenderiyye, 1973
8. Akkirmânî,
Şerhu'l-ahâdisil-erbaîn, Derseâdet, ty.
9. Alauddin
Abidîn, el-Hediyyetül-Alâiyye, İst 1984
10. Ali
Haydar Efendi, Duraru'l-Hukkâm, İst-1330
11. Ali
el-Kârî, ei-Esrâru'l-Merfû'a, Beyrut 1391
12. Fethu Bâbi'l-İnâye, Halep, 1967
13. Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber,
Beyrut, 1404
14. Ali
el-Muttakî, Kenzu'l-Ummal, Beyrut, 1405
15. Ali
Nasıf, et-Tâc, el-Mektebetüt-İslâmiyye, İst ty.
16. Ankaravî,
Şeyhu'l-İslâm Muhammed Emîn, Fetâvây-ı Ankaravî, İst 1281.
17. Aydınlı,
Abdullah, Hadis Istılahları Sözlüğü, İst 1987
18. Aynî,
Bedrüddîn el-Aynî, Umdetü'l-kârî, Dârü'l-ihyâi't-türâsi'l-Arabî, (ty).
19. Aynî,
Umdetül-Kârî, Kahire, 1392 (1972) (Enstitü)
20. Azımabadi,
Avmı'l-Ma'bud, 1388, (I966)(ll. Baskı)
21. Bâcî,
el-Müntekâ, Darul Kitabi I-Arabî, Beyrut 1403 (1983)
22. Bediüzzaman Saîd Nursi, Mektubat, Ank. 1958
23. Beğavî,
Mealimüt-Tenzil, Daril-Fikr, Beyrut, 1405 (1985)
24. Beşer, Faruk, Fıkhi Risaleler, İst. 1989
25. İslâm'da
Sosyal Güvenlik, İst. 1988
26. Beycûrî,
Şerhu Cevheretit-Tevhid, Beyrut 1403 (1983)
27. Beyhakî,
es-Sünenü'l-Kübrâ, Darul-marife, Beyrut ty.
28. Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İst
29. Hukuk-ı
İslâmiyye Kamusu, İst. 1968
30. Birgivî Muhammed Efenndi, Şerh'u hadîs-i
erba'în.
31. Birgivî
Muhammed b. Pir Ali, Şerhül-ahadîsi'l-erbaîn, Derseadet ty.
32. Tarikat-ı
Muhammediye.
33. Buharı",
Sahih, İst. 1982
34. Butî,
Ramadan, Davabitül-Maslaha, M. er-Risâle, Beyrut 1406.
35. Cemaleddin
el-Kasımî, el-Cerhu vet'Ta'dîl
36. Cezirî,
el-Fıkhu alel-Mezahibil-Erbaa, Darul-kütübil-İlmiyye, Beyrut 1406
37. Cessâs,
Ahkâmul-Kur'ân, Mısır ty
38. Cürcanî,
Ta'rifat.
39. Çantay,
Hasan Basrî, Meali Hakim, İst. 1984
40. Damad
Efendi, Mecma'ul-Enhur, M. Amira 1317
41. Darakutnî,
es-Sünen, Darul-Mahasin, Kahire ty.
42. Davudoğlu, Ahmed, Sahihi Müslim Terceme ve
Şerhi, İst 1980
43. Dihlevî,
Şah Veliyullah, Bustânül-Muhaddisin (Terc.) Ankara, 1986
44. Ebu
Abdillah, Rahmetül-Ümme, Katar, 140 (1981)
45. Ebubekr
el-Acurî, Ahlaku-Hameletil-Kur'ân (Thk Fevvâz Ahmed Zemirî) Beyrut 1407 (1987)
46. Ebu
Davud, Sünen, İst. 1982
47. Ebul-Vefâ
el-Efgânî, Muhtasaru-Tahavî tahkiki, Kahire, 1370
48. Ebu
Nuaym, Hilyetül-Evliya, Darul-fikr, Beyrut ty,
49. Ebu's
Su'ûd, el-Fetâvâ, Meşîhat Kütüphanesi yazmalarından
50. Ekmeleddin
el-Babertî, el-İnaye, Mısır 1379, (Fethul-Kadir ile birlikte).
51. Elbanî,
M. Nasıruddin, Silsiletü'l-Ahadisid-Daîfe, el-Mektebetu'l-İslâm; 1405
52. Elmalılı
M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, İst 1982,
53. Ersoy,
M.Akif, Safahat, İst. 1977.
54. Fahrüddin
Râzi, Mefâtîhu'l-gayb, İst 1307.
55. Fetâvây-ı
Bezzâziyye (F. Hindiyye kenarında), Beyrut 1393 (1973)
56. Fetâvây-ı
Hîndiyye
57. Fetâvây-ı
Kâdıhân (F. Hindiyye kenarında)
58. Fethî Lâşîn,
Bey’ul-Arbon (mk) el-iktisadul-İslâmî, (81) 44 .
59. Gazalî,
İhya'u Ulumiddin, Kahire, 1939
60. Gazalî,
Minhâcü'l-âbidîn ve Şerhi Sirâcu't-talibîn.
61. Güngör,
Erol, İslâmın Bugünkü Meseleleri, İst 1981,
62. Hadimî,
Menafiuddekâik ------Berîka
63. Hafâcî,
Nesimur-Riyâd.
64. Hakim,
el-Müstedrek, Dar'ul-marife, Beyrut ty.
65. Halil
Ahmed, Mezlül-Mechûd fi-Halli-Ebî Davûd, Beyrut ty. 17, 18 No'lu Kaynak
66. Hatemî,
Hüseyin, Önceki ve Bugünkü Türk Hukukunda Vakıf, K.M. İst. 1969
67.
Hattâb-es Sûbkî, et-Menhelül-Azbil-Mevrûd, Beyrut ty.
68. Hasan
Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerim, İst 1966
69. Haseneyn
M. Mahlûf, Fetâvâ Şer'iyye ve Buhûs İstâmiyye, Mısır, 1385
70. Heysemî,
Nuruddin Ali, Mecmauzzevâid, Beyrut 1406
71. Heytemî,
el-Fetavâl-Hadisiyye, Mısır 1335
72. Heyet,
el-Fetaval-Hindiyye, Beyrut ty.
73. Heyet
Hakkul-İbtikâr fil-fıkhıl-İslâmî, Beyrut 1404
74. Heyet,
İslâm'da Kılık-Kıyafet ve Örtünme, İst. 1987
75. Heyet,
el-Mucemül-Vasit, Tahran ty,
76. Hilâlürrey,
Kitabu-Ahkâmul-Vakf, Haydarabad, 1355
77. el-Hindî,
bk. Ali el-Muttakî
78. Hüseyin
el-Mekki, İrşadüssârî ile-Menâsiki Molla Ali el-Kârî, Lahor ty.
79. İbn
Abidin, el-Ukûdûd-Dürriye (Fetâva), Amira 1270
80. Raddü'l-Muhtâr
'ale'd-Dürri'I-muhtâr, Kahire 1386(1976)
81. Şifâu'l-'alîl
ve bellü'l-ğalîl fî-hükmi'l-vasiyyeti ve't-tehâlîl
82. Raddü'l-Muhtâr,
Mısır 1336 (1966), (Zaman zaman Amira baskısı)
83. Tenbîhur-rukûd,
(Resail içerisinde) Beyrut, ty. ------Resmûl-müftî, (Resâl içerisinde) Beyrut,
ty,
84. İbnûl-Arabî,
Ahkâmül-Kur'ân, Beyrut (ofset, ty.)
85. İbn
Cerîr. et-Taberî, et-Tefsîr, X. cilt.
86. İbnûl-Cevzî,
Zâd'ül-Mesîr, el-Mektebetül-Sslâmî, 1407
87. İbnûl-Esîr,
en-Nihaye fi Garibi I-Hadi s, Mısır 1383
88. İbn
Hacer, Bulûğul-Merâm, (Sübülüs-Selam ile birlikte) Darül-kütübil-İlmiyye,
Beyrut ty.
89. Fethu'l-Bârî,
Beyrut ty.
90. İbn
Hacer el-Mekkî, ez-Zevâcir, Mısır, 1390
91. İbn
Hamza el-Hüseyin, el-Beyan vet-Ta'rif, Beyrut, 1401 (1981)
92. İbn
Hümam, Fethul-Kâdîr, Mısır, 1379
93. İbn
Kayyim, Zâdül-Mead, ei-Mektebetu l-İslâmiyye, 1470
94. İbn
Kesir, Tefsirûl-Kur'ânil-Azîm, Darüi-Kütübil-İlmiyye 1408
95. İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, ty.
96. İbn
Mâce, Sünen.
97. İbn
Manzur, Lisanül-Arap.
98. İbn
Müceym, el-Eşbah ven-Nezâir, (Hamevi şerhi ile beraber) Amira ty.
99. İbn
Recep, Cami'ul-ulûm ve'I-hikem
100. İbn
Rüşd, Bidayetü'l-Müctehid, İst. 1985
101. İbn
Sa'd, Tabakât, Beyrut, ty.
102. İbn
Salah, Ulûmu'l-Hadîs, Beyrut 1401 (1981)
103. İbn
Şirin, Müntekal-Kelâm, (Tatırulenam ile beraber) Mısır 1359 (1640)
104. İbn
Teymiye, Külliyât, (TerC.) I .C İst. 1986,1. c. 1987
105. İbrahim
b. Şeyh İsmail el-Kastamonî, Fetâvây-i Hillî, (Kocaeli Müftülük Kütüphanesi
yazmaları)
106. İbrahim
el-Halebi, Halebî Kebîr, Derseadet, 1325
107. Halebî
Sağîr, Matbaa'yı Osmaniye ty.
108. İmam Kuşeyrî, er-Risaletül-Kuşeyriyye, Kahire,
Darül-Kütübil-hadise, ty.
109. İmam
Malik, Muvatta, İst. 1982
110. İmam
Rabbani, Mektubat, İst Fazilet
111.
Kadıhan, Fetava, (F. Hindiyye ile birlikte) Beyrut ty.
112. Kâdî İbnü'l-Arabî,
Tefsîru-âyâti'l-ahkâm, II. cilt
113. Kâmil-Miras,
Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Terceme ve Şerhi, Dib 1974
114. Kandehlevî,
Ta'lik alel-Bezlil-Mechûd, (Bezlûl-Mechûd ile beraber), Darul-Kûtûbil-İlmiyye
ty.
115. Karafî,
el-Furûk, Darul-marife, Beyrut, ty.
116.
Karaman, Hayreddin, İslâm'ın Işığında Günün Mes'eleleri, İst. 1982
117. Kasânî,
Bedayius-Sanayi, Beyrut 1406
118.
Kastalanî, İrşâdüssârî, Daru-ihyait-türasil-Arabî, Beyrut ty.
119. Kâtip
Çelebi, Mîzânü'l-Hakfihtiyâri'l-ehak, Tercüman 1001 T.E.
120. Kemâlüddîn
b. Hümâm, Fethû't-Kadîr, Mısır, 1389 (1970)
121. Kirmânî,
Şerhu'l-Buhârî, Beyrut, 1401 (1981)
122. Lisânü'l-Arap
123.
Kurtubî, Câmiul-ahkâm, Beyrut 1405
124. Kuşeyrî,
Risale, I. cilt
125.
et-Tizkâr fi-Fedâilil-Ezkâr, Dar'ül-Kütübil-İlmiyye, 1408 (1988)
126. Mahlûf,
Haseneyn Muhammed, Fetava Şer'iyye, Kahire 1385
127. Mavsılî,
Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd, el-İhtiyar, ty.
128. Mehmed
Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, (Latinize) İslâm 1986
129.
Merğinanî; el-Hidaye şerhu'-Bidâyeti'l-mübtedî, Mısır 1384
130.
Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'ân, İst. (İnsan) 1986
131. Mubarekfûrî,
Tuhfetû'l-Ahfezî, Darül-fikr, ty.
132. el-Mu'cemü'l-vasît
133. Muhammed
Abdulhalim, el-Lüknevî, Kamerul-Akmâr, İst 1986
134. Muhammed
Baltacı, Ukûdüz-Temin min Vichetil-Fikhıl-İslâmî
135. Muhammed
Ravvâs Kal'acî, Mevsû'atü İbrahîm en-Neha'î
136. Mahmud
el-Özcendî, Fetaval-Bezzâziye, (Hindiye ile) Beyrut, ty,
137. Mahmud
Nazım en-Nesimî, el-Tıbbu'n-Nebevî
136.
Muhammed Efendi, Şeyhul-İslâm, Fetavayı Ankaravî
137. Muhammed
Sıddık el-Bomo, el-Veciz, Beyrut 1404
138. Mustafa
Sabri Efendi, Mevklful-Akil ve-İlmî vel-Âlim, Beyrut
139. Müsfim,
Sahih, İst. 1982
140. Münavî,
Feyzul-Kadir, Darûl-Marife, Beyrut ty.
141.
en-Nemenkânî, el-Fethurrahmanî, Kahire 1396
142. Nevevî,
el-Ezkâr, Dımeşk 1391 (1971)
143. el-Fetâva,
Darüsselam, 1405
144. Şerhu Sahihi Müslim, Darul-Kalem 1407
145. el-Mecnu',
Mektebetûl-İrşâd, Cidde ty.
146. et-Tibyan
fî-Âdab-ı Hameletîl-Kur'ân, M. Takvîmi-İslâmî, Beyrut 1407.
147. Ömer
Hifmi Efendi, Ahkâm'ül-Evkâf, Amira 1307
148. Râğib
el-İsfehhan, el-Müfredât fi garibi'l-Kur'ân, Mısır 1381
149. Ramli,
Fetava (Fetavai-Heytemi ile), Darul-Kütübü-İlmiyye, Beyrut 103
150. Razî,
et-Tefsirul-Kebîr, Mısır ty. Tahran II. Baskı
151. Sabunî, Muhammed Ali, Revaîul-Beyân, Beyrut
1391
152. Said Nursî, Sözler.
153.
Sankaya, Halûk Egemen, Duru-Görü, İst 1979
153. Sehavî,
el-Makastdul-Hasene, Beyrut 1407
154. Serahsî, Mebsût, Mısır 1324
155. Seyyid
Sabık, Fıkhussûnne, Darut-turas, Kahire ty.
156. Sıddık
Hasan Han, Fethul-beyan.
157. Sindi,
Haşiye alâ Süneni Nesâî, (Nesrâ ile birlikte) İst. 1981
158. Suyutî,
el-Camius-Sağir, (Feyzul-Kadir ile birlikte) Beyrut ty,
159. ed-Durrul-Mensûr,
Beyrut 1403
160. el-Havî lil-Fetava, Darul-fıkr, Beyrut 1.408
(1988)
161. el-İtlcan,
Darul-marife, Beyrut ty.
162. el-Lealil-Masnû'a,
Darul-marife, Beyrut, 1401
163. Şah
veliyyullah, Huçcetullahi'l-Bâliğa, Darut-türas, Kahire, ty.
164. Şatıbî,
el-Muvafakât, Mısır, ty.
165. Şevkânî,
Neyl'ül-evtâr, Mısır 1357
166. es-Seyl'ül-Cerrâr,
el-Kütübil-İlmiyye, Beyrut 1405 (1985)
167. Şeyhzâde,
Haşiye ‘alâ Tefsîrü'l-Beydâî, Matba'a-l Osmaniyye (ty)
168. Şirbınî,
Muğnil-Muhtâç, Mustafa el-Babil-Halebî, 1377 (1957)
169. Şurunbilalî,
Merakıl-Felah, Mustafa el-Babil-Halebî, 1366 (1947)
170. Taberi,
Camiul-Beyan, Mısır 1373
171. Tahavî,
Müşkilül Asar, Beyrut 1333
172. Tahtavî,
Haşiye alel-Merakıl-Felah, Mısır 1389
173. Taşköprüzâde,
Mevzuatül-Ulûm, Dersaadet 1313
174. Tayyib
Okiç, Kur'ân-ı Kerim Üslûp ve Kıraati, Ankara 1963
175. Timurtaşî,
ed-Durrul-Muhtâr, (İbn Abidin ile beraber) Kahire 1386
176. Tirmizi,
Sahih, İst 1982
177. Unat,
Faik Reşit, Hicri Tarihleri Miladî Tarihlere Çevirme Kılavuzu, Ank. 1974
178. Vehbe
ez-Zuhayli, el-Fıkhu'Mslâmî, Dımeşk 1405
179. Yusuf
el-Kardâvî, Fıkhu'z-zekât, li. cilt, Beyrut 1405 (1985)
180. Yusuf
ez-Zeyla'î, Nasbu'r-râye li-ahâdisi'l-Hidâye, el-Mektebetul-İslâmiyye, 1393
181. Zemahşeti,
Keşşaf, Mısır 1392
182. Zeyiâî,
Nasbur-Raye, Daru İhyâittürasil-Arabî, Beyrut 1407 (1987)
183. Zirikli,
el-A'lâm, Darul-İlmî lil-melayin, Beyrut 1989 [1504]
[1] En’fal: 8/42
[2] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 13-15.
[3] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 16-17.
[4] Nahl: 16/43
[5] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 18-24.
[6] Karafî, el-Furûk, IV/295
[7] Tekmiletü'l-Fürûk, 22
[8] Bilmen, lV/8 (ed.-Dûrrû'l-Muhtâr, Hindiye ve
Kâdıhân'dan)
[9] İbn Abidîn, 111/285 (Amira)
[10] agk
[11] İbn Abidîn, Resmû'l-Müfti, 34.
[12] Mevlânâ Muhammed Emin el-Lüknevî, Kameru'l-Ekmâr,
1/293.
[13] Cemaleddin Kasımı, el-Cehr ve't-Ta'dîl, 39 vd.
[14] Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, 243.
[15] Buharî, İman 7; Tirmizî, İman 16.
[16] Müslim, İman 26; Müsned, 1l/142.
[17] Ebu Davûd, Sünnet L5. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla
Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 25-30.
[18] bkz. Kurtubî, VIII/272
[19] Tevbe: 9/113
[20] Kurtubî, VIII/2l8.
[21] Tevbe: 9/84
[22] Tevbe: 9/80
[23] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Karafî, el-Furûk, lV/259
vd.
[24] Vefat. 879 (İ474) bkz. Mu'cemu'l-müellifin, XI/274
[25] bkz. İbn Abidîn (Âmira), 1/351, (Mısır), 1/523.
[26] Tevbe: 9/13
[27] Kurtubî, VlII/274.
[28] bkz. Buharî, Mağazî; Müslim, Cihad 103.
[29] Kurtubî, VIII/278
[30] İbn Abbas âyete değişik izah getirir, bkz. Kurtubî,
VIII/274; Ayrıca bkz, Celal Yıldırım, Kur'an Ahkâm, 11/309 vd. Doç. Dr. Faruk
Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 31-33.
[31] Şurunbilâlî, Merakı'l-felâh (Tahtâvî ile birlikte) 22;
el-Cezîri, el-Fıkh ale'l-mezahib, 1/6.
[32] Şurunbilâlî, age.
[33] el-Cezîrî, age, I. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla
Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 34-35.
[34] bkz. Fussulet: 41/53; Kıyame: 75/19
[35] Muhammed: 47/24.
[36] Hucurat: 49/4.
[37] Kamer: 54/17, 22, 32, 40
[38] Mâide: 5/75
[39] bkz. M. Fuad Abdülbaki, el-Mu'cemu'l-Mufehres, 141
-147
[40] İbnül-Esîr, Câmiu'l-Usûl, 1/186 (Muvatta'dan)
[41] Darimî, Fedailû'l-Kur'ân, l; Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân,
14
[42] Tevbe: 9/97
[43] Bediüzzaman, Sözler, Sözler Yay., 1987, 383,
(özetleyerek)
[44] Ahzâb: 33/40
[45] Bediüzzaman, age (özetleyerek).
[46] Bediüzzaman, İşâratü'l-İ'câz, 39.
[47] Bediüzzaman, age, 7.
[48] Gazâlî, İhya, 1/285-86 (özetleyerek), Mısır 1936;
Mısır, Dam Nehru'n-Nil, l/251, Türkçe terc. Bedir, 1/804
[49] Tirmizî, tefsîr 1
(Müslim, münafikûn 40; Darimî, mukaddime 20;Müsned V/1 15 benzer
hadisler).
[50] Buharı, vudû 10; Müslim, fedailüssahâbe 138; Müsned
1/266
[51] Nisa: 4/33.
[52] Gazâlî, İhya (Dâr Nehrun-Nîl) 1/255-256, (Terc.
1/825-826)
[53] Âl-i İmran: 3/7.
[54] Mâide: 5/6.
[55] Birgivî, et-Tarikatü'l-Muhammediyye (Mısır, Mustafa
el-Babil-Halebî, 1379-1960) 57.
[56] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 36-47.
[57] Müzzemmil: 73/4.
[58] İbn Manzûr, "ra-te-le" md
[59] Zemahşerî, lV/175
[60] İbn Manzûr ve Zemahşeri, agk
[61] Zemahşerî, agk
[62] Bunlar ve benzeri hadislerin kaynakları ve daha geniş
izahları için bk. M. Tayyib Okif, Kur'ân-ı Kerîm'in Üstûb ve Kıraati, Ank.
1963, s. 22
[63] Buharî, tevhîd, 44; Ebu Davûd, vitr, 20; Darimî,
salat, 171; Müsned, 1/172 vd.
[64] Buharî, Fedâilü I-Kur'ân, 19; Müslim,
salatü'l-mûsafirîn, 232; Darîmi, vitr, 20 ,vd.
[65] Buharî, tevhid, 52; Ebu Davud, vitr, 20; Nesâî,
iftitah, 83; İbn Mâce, ikâme, 176 vd. Hadisin kaynaklarının geniş bir tahrici
için bk. Hafız Ebubekr el-Acurî, Ahlâku-Hameleti'l-Kur'ân, thk. Fevvaz Ahmed
Zemirli, Dâru'l-Kitabî'l-Arabî, Beyrut, 1407 (1987) s. 108.
[66] Müslim, salatü'l-müsafîrîn, 237; Buharî, tefsir, (48)
I; Ebu Davûd, vitr, 20.
[67] Ahmed Asım, Terceme-i Kamus, (radde) md.
[68] Buharî, tevhid, 50; Kurtubî, 1/16.
[69] Buharî, Fedaîlül-Kur'an, 31; Müslim,
salâtüI-müsafirin, 235; Tirmizî, menâkıb, 55 vd.
[70] bkz. Davudoğlu, lV/347.
[71] Tahavî, Müşkilü'l-Âsâr, 11/130
[72] Davudoglu, agk-, Kurtubî, 1/10;
et-Tizkârfî-Efdalil-ezkâr, Darül-Kütübil-İlmiyye, 123 vd.
[73] krş. Kurtubî, I/I4-I7; Okiç, Kur'ân-ı Kerim'in Üslûp
ve Kıraati, Ank. 1963 s. 18.
[74] Heysemî, Mecma'uz-Zevâid, VII/I7I (Bezzâr'dan, zayıf
bir senetle).
[75] Hafız Ebubekr el-Âcurî, Ahlâku-Hameletim-Kur'ân, 108
[76] Tahavî, age, 11/128-29; Acun, agk.; Kurtubî, 1/12.
[77] Kurtubî, agk.
[78] agk.
[79] Hadisin kaynaklarının geniş tahrici için bk. Fevvâz
Ahmed Zemirli, Âdâbu Tilavetî'l-Kur'ân Tahkiki, s. 107; aynca Suyûîî, el-İtkân,
1/141
[80] agk.
[81] agk.
[82] İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, ll/202; Okif, age, 22
(Lisanü'l-Arap'tan)
[83] Kurtubî, 1/17; et-Tizkâr fi-Efdalil-ezkâr, 130.
İbnü'l-Cevzî, hadisin sahih olmadığını söyler, el-İlelül-mütenâhiye, (Halil
el-Meys tahkiki) l/l 18. Ancak hadisi birçok kaynak zikreder. Kaynaklar için
bk. ez-Zemirlî agt 109
[84] Suyutî, el-Havî, 1/252.
[85] Kurtubî Tizkâr, 122
[86] Kurtubî, l/16; Tizkâr, 122
[87] Kurtubî, Tizkâr, agy.
[88] Kurtubî, 1/10.
[89] Kurtubî, 1/16; Tizkâr, i 29.
[90] Serahsi, 1/38
[91] krş. Kurtubî, et-Tizkâr, 122; Tefsir, 1/11,16.
[92] Nevevî, et-Tjbyan, 78-79.
[93] Kurtubî, 1/15.
[94] Okiç, age,2l.
[95] krş. Okiç, age, 20
[96] bkz. F. Beşer, Fıkhî Risaleler. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 47-56.
[97] Yasin: 36/70.
[98] bkz. İbn Mâce, edep, 52; Ebu Davud, vitr, i 8; Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân, 10,M; Nesa'i,
İftitah, 69; Muvatta, Kur'ân 17, 19
[99] bkz. Serahsî, XXX/2I I; Bu sure ile ilgili hadisler için bk. Suyûtî, ed-Dürrü'l-ensîr,
VIII/669-682
[100] Hk yanlış kanaatin tashihi için bkz. Tecrid-i Sarîr
Terc. l, 285, 493-498.
[101] İn Salah, Ulumu'l-Hadis, 90-91
[102] bkz. Kurtubî, XX/247.
[103] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 56-58.
[104] Tirmizî, Fedâîlü'l-Kur'ân, 22; Müsned, V/26; Ayrıca
Darimî, Beyhakîve Taberanide rivayet etmişlerdir, bk. İbn Kesîr, lV/537;
Tuhfetü'l-Ahvezi, Vl-11/240; Fethu'l-Beyân, lX/363.
[105] bkz. Kurtubî, XVIII/1
[106] bkz. Kurtubî, XVII1/1
[107] bkz. Kurtubî, XVIll/49; Fethu'l-Beyân, IX/368 (İbn Adiy, İbn Merdüye,
Hatip Bağdadî, Beyhakî (Şu'abu'l-lman) rivayet etmişlerdir.)
[108] Suyûtî, ed-Dürrü'1-Mensûr, Vlll/123; Alûsî, XXVIII/64.
[109] Suyutî. age.VIII/122.
[110] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 58-60.
[111] İslâm'ın Bugünkü Meseleleri, Mevdûdî, Türkçesi: Dr.
Erol Güngör, Ötüken Neşriyat, İst 1981, s. 266.
[112] İbn Abidîn, Şifâu'f-alîl ve bell'ül-ğailîl fi
hükmi'l-vasıyyeti bil-hatemâti ve't-tehâlîl (Resâil içerisinde, Beyrut,
tarihsiz, ofset), s. 171-172
[113] İbn Abidîn, el-'Ukûdü'd-düriyye, l1/l 17.
[114] Mehmed Akif Ersoy, Safahat, İnkilap ve Aka, İst. 1977,
s. 213.
[115] age,s. 170.
[116] Yasin: 36/70
[117] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 60-63.
[118] Tevbe: 9/34
[119] Müslim, İlm,. 6; Buhari, Enbiyâ, 50; İ'tisâm, 1 4; İbn
Mâce, Fîten, 17; Ahmed b. Hanbel, 11/325, 327, 336; 111/83, 89, 94.
[120] Nevevî, Şerh'u Müslîm, (Kastalânî kenarında) Beyrut
ty, X/102; Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim terceme ve şerhi, X/6603.
[121] Bakara: 2/41-47
[122] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 64-65.
[123] Ebû Dâvûd, İlim, 12; İbn Mâce, Mukaddime, 23; Müsned
11/338; Ayrıca bkz. İbn Kesîr, Tefsîru Kur'âni'l-Azîm, Beyrut 1388 (1969), (ofset) 1/83-84; Şeyhzâde,
Haşiye 'alâ Tefsiri'l-Kâdı'l-Beydâvî, 1/288.
[124] Fahrüddin er-Râzî, Mefâtihu'l-gayb, İst. 1 307, ll/133
[125] İbn Kesîr, age., 1/83-84,
[126] ay.
[127] ay.
[128] Bakara: 2/174
[129] Razî, age., 11/132.
[130] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 66-67.
[131] Şevkânî, Neylü'l-evtâr, Mısır, el-Bâbıl-Halebî, 1391
(1971), V/3251; Buhârî, ll/121; el-'Aynî, 'Umdetü'l-Kârî,
Dârül-İhyai't-türâsi'l-Arabî (tarihsiz, ofset), Xll/95
[132] Şevkânî, age, V/326.
[133] Aynî, age, VII/96.
[134] el-Cezîrî, el-fıkhu 'ale'l-mezahibi'l-erba'a, Mısır. I
392,111/128.
[135] Aynî, age, Xll/96.
[136] Aynî, age, XlI/96; İbni Âbidîn, Şifâu'l-'alîl, s. 155,
Raddü'l-Muhtar, Vl/57.
[137] 'Aynî, age, XII/96.
[138] Şevkânî, age, V/326; 'Aynî, age, XII/96. Doç. Dr.
Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 67-69.
[139] Buhârî, VII/8; Müslim, 11/1040 (Kitab 16, bab 13)
[140] Şevkânî, age, V/324, 325
[141] Buhârî, Fedâilü'l-Kur'ân, 21, Nikâh, 37, 40; Ebû
Dâvud, nikâh, 17; Tirmizî, nikâh 23; İbn Mâce, nikâh, 17; Darîmî, nikâh, 19.
[142] Buhârî, nikâh; 14; Müslim, nikâh, 76.
[143] Müslim, nikâh, 77.
[144] Ebû Dâvûd, nikâh 30
[145] Müsned, V/330; Ayrıca bkz. Buhârî, nikâh, 50; Şevkânî
[146] age, V/325.
[147] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 70-71.
[148] Heysemî, Mecma'u'z-Zevâîd, 111/100
[149] Buhârî, ahkâm, 17, zekât, 51; Müslim, zekât, I 10,
kât, 94; Ayrıca bkz., Şevkânî age., IV183
[150] Şevkânî, age. V/325
[151] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 71.
[152] İbn Abidîn, Şifâu'l-alîf, s. 186-187
[153] İbn Abidîn, el-'Ukûdü'd-dürriyye, Il/115; İbrahim b.
Şeyh İsmail el-Kastamonî, Fetâvâyı Hitlî (Kocaeli Müftülük kütüphanesi
yazmalarından) v. 382
[154] İbn Abidîn, Şifâu'l-'alîl, s. 175
[155] el-Merğinânî, el-Hidâye, şerhu Bidâyetî'l-mübtedî,
Mısır 1384 (1965)111/240.
[156] İbn Abidîn, el-'Uküdü'd-dürrîye, 11/1 16.
[157] İbn Abidîn, bu arada "Cevhere" sahibi
el-Haddâdfnin (v. 800 H.) de şâz olarak ücret almanın, kabul edilen görüş
olduğunu söylediğini kaydederek, onun kıraati öğretmeye karıştırma sonucu böyle
yazdığını söylüyor. Ancak elimizdeki 1323 tarihi ile Matbaa-ı 'Amira baskılı
Cevhere'de (1/348) muhtar olanın caiz olmadığı yazılıdır. İbn Abidin merhumun
nakilde bulunduğu nüshada ihtimal ki, ufak bir istinsah hatasıyla (Lâ)
düşüvermiştir ve böylece el-Haddâdî hakkındaki tereddüdü, kendisinin basiret ve
fikıh melekesini gözlerimiz önüne sermektedir.
[158] İbn Abidîn, Şifâu'f-'alîl, 189, 190
[159] Benzer bir hadis için bkz., İbn Mâce, zühd, 3;
Tirmizî, zühd , 14.
[160] İbn Abidîn, Şİfâu'l-'alîl, 181. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 72-74.
[161] Ancak öğretme için "sonraki" âlimlerin,
özellikle de Belh âlimlerinin, zarurete binaen ücreti tecviz ettiklerini de
daha şimdiden söylemeliyiz.
[162] Heysemî, M. Zevâid, Vl/168. Bu hadîs-i şerîfin bir
başka rivayeti şöyledir "Kuran okuyun, onda aşırı gitmeyin. On(u
okumak)dan uzaklaşmayın, onunla dünya menfaati artırmayı talep etmeyin."
Heysemî. Vl/167. Şevkânî, age., V/322;"Aynîrage.,XII/95.
[163] Yûsuf ez-Zeylaî, Nasbu'r-râye li-ehâdîsi'l-Hidâye,
(el-Mektebe-tü'l-İslâmiyye, 1393 (1973) 1V/137; Sünen-i bin. Mâce, (Mısır, İsâ
el-Bâbî el-Halebî, 1972)11/157
[164] Aynî, age., XI1/96.
[165] Sünen-i Tirmizî, (Mısır, 1975 (1395) V/179 (K. 46 B.
20 H. 2917) Şevkânî, ageî, V/322; 'Aynî, age., XII/96.
[166] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Kahire, 1313, 111/428.
[167] Akâidü's-selef s. 157; Buharı", Sahîh'inde
"Fedâilü'l-Kur'ân" bölümünde "Kur'ân'ı; gösteriş, yeme ve
övünme için okuyanlar" diye bir başlık açmış ve ilk olarak şu hadîs-i
şerîfi almıştır: "Dünyanın sonunda bir takım insanlar gelecek ki, onlar basit
akıllıdırlar. Allah'ın kelâmını okurlar ama, okun yaydan çıktığı gibi İslâmdan
çıkarlar? İmanları gırtlaklarından öteye geçmez; onları bulduğunuz yerde öldürün.
Çünkü onları öldürme, Kıyamet gününde öldürene ecir olacaktır." Kirmânî de
bunu açıklarken der ki: "Bu hadîsin, konuları başlığın ikinci kısmıyla,
yani Kur'ân'ı yeme vesilesi yapmakla ilişkisi şudur Kur'ân okuma, Allah için
olmazsa, elbette ya gösteriş ya yeme vesilesi, ya da benzeri birşey için
olacaktır", (bkz., Kirmânî (Şerhu'l-Buhârî) Beyrut, 1401 (1981) XlX/49; Kastalânî, irşâdü's-sârt,
VII/388.
[168] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 75-76.
[169] Bkz., Kâtip Çelebî, Mîzânü'l-Hak fihiyâri'l-ehak,
(Terc. 1001 T.E.)
[170] "Az bir paha" - Semen-i Kalîl'in ne olduğunu
daha önce açıkladık
[171] İmam Birgiv’nin söylediklerini aynen nakleden İbn
Abidîn bu noktada şunları ilâve eder "Tesliminin de mümkün olduğu kabul
edilse bile bu, menfaatin birşey karşılığı temlik edilmesidir. Buradaki menfaat
ise sevaptır, kıraat değildir. Zira ücret veren sevabın hasıl olmadığını
bilse, mücerred okuma karşılığı bir kuruş bile vermez. Binaenaleyh sevap teslim
edilmeden ücrete hak kazanılamaz. Verdiğinin kıraat şartına bağtı olmayan bir
"Sıla" olması, okuyanın da sırf Allah için okumuş bulunması mümkün
değildir. Çünkü veren verdiğini, ancak muradına göre okunması için
verdiğindendir ki, okunup okunmadığını izlemektedir. Okuyan da birşey
verilmemesi halinde okumayacaktır."(İbn Abidîn, Şifâ'ul-'alîl, s. I 82).
[172] Birgivî Muhammed Efendi, Şerh'u hadîs-i erba'în, s.
75; İbn Abidîn, Şifâu'l-'alîl, s. 182; Dürrüm-muhtar, VI/55.
[173] İbn Abidîn, el-Ukûdü'd-dürriye, 11/1 I 5.
[174] Nevevî, et-Tıbyân, 42; İbn Abidîn, Şifâu'l-'alîl, s. I
75.
[175] İbn Abidîn, Şifâu'l-'alîl, s. 180: Raddü'l-muhtar,
Vl/56
[176] Şeyhu'l-İslâm Muhammed Emîn el-Ankaravî, Fetâvây-i
Ankaravî, İst. 1281, ll/293 (Muhît-i Burhâniden naklen).
[177] İbn Abidîn, Şifâu'l-'alîl, s 179.
[178] İbn Abidîn, Şifâu'l-'alîl, s. 75. (Kitâbu'r-Ruhtan
naklen)
[179] İbn Abidîn, Şif âu'l-'alîl, s. 174; Raddü'l-muhtâr,
VI/57, (el-Cezîrî de bunu İmâm Birgividen aynen nakletmektedir, bkz., el-Fıkhu
'alelnmezâhi-bi'l-erba'a, 111/127.)
[180] İmâm Birgivî, Şerhu-hadîs-i erba'în, s. 74.
[181] el-Cezîrî, age., 111/127.
[182] Muhammed Ravvâs el-Kal'ad, Mevsû'atü İbrahim
en-Naha'î, 11/562.
[183] Fetâvây-i Ebi's-Su'ûd, Meşihat Kütüphanesi, (Yazma) v.
I 68.
[184] Bunların yanında özellikle "Sonraki" Hanefi
fıkıhçılannın yazdığı kitaplarda, Kur'ân'ı Kerîm tilâvetine ücret almanın caiz
olmayacağı açıkça belirtilmiştir. (Bu konuda İmam Birgivinin sözünü ettiğimiz
risalesinden başka İbn Abidîn'in yine adı gecen risalesi, Raddü'l-muhtar ve
el-'Ukûdüd'dürriye adlı eserleri yanında bkz., Fetâvây-ı Kâdîhân, lll/426;
Bezzâziyye; VI/354; Hindiyye, V/316, 349). Bütün bunlar Hanefî mezhebindeki
durumdur. Bu konuda Hanbelîter de Hanefîler gibi düşünürler. İmâm Mâlik, Şafiî
ve İbn Hazm'a göre ise bazı şartlarla Kur'ân-ı Kerîm tilâvetine ücret almak
caizdir, (bkz., Haseneyn Muhammed Mahlûf, Fetevâ Şeriyye ve Buhûs İslâmiyye,
Mısır, 1385 (1965) 1/60 vd.) Ancak, bilebildiğimiz kadarıyla, konuyu müstakil
bir mesele olarak enine boyuna inceleyen İmâm Birgivî ve İbn Abidîn'dir ve her
ikisi de Kur'ân-ı Kerîm tilâvetine ücret almanın çok çirkin bir haram olduğu
kanaatına varmışlardır. Diğer mezheplerde olup caiz gören imamlar, konuya
sadece dolayısı ile değinmişler ve meseleyi bütün yönleri ve delilleriyle ele
almamışlardır. Bu yüzden, bu konuda özellikle Hanefîlerin söyledikleri kaynak
teşkil eder ve tercihe şayan görülür. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş
Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 76-83.
[185] Nesefî, Kenzü'd-dekâik, (Tebyîn ile) ll/85
[186] Zeylaî, ll/85
[187] İbn Abidîn, Şifâu'l-'alîl, s. 165
[188] İbn Abidîn, Şifâu'l-'alîl, s. i 74
[189] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 83-84.
[190] İmam Birgivî, Şerh'u-Hadîs-i erba'în, s. 74.
[191] Molla Hüsrev, II/233 İbn Abidîn, Şifâu'l-'alîl, s.
179.
[192] Gazâlî, İhya, lV/296; İbn Abidîn, Şifâu'l-'alîl, s.
171.
[193] İbnAbidîn, age., s. 178.
[194] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 84-86.
[195] Serahsî,age.,IX/37.
[196] bkz. Mecelle, md. 21. 10
[197] Cezîrî, age., 111/127-128; İbn Abidîn, Şifâu'l-'alîl,
s. I 69
[198] Serahsî,age., lX/37. 1
[199] İbn Abidîn, Şifâu'l-'alîl, s. 167, \X
[200] Kemâlüddîn İbn Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır, 1389
(1970) IX/99.
[201] İbn Abidîn, Raddü'l-muhtâr, VI/56; Şifâu'l-'alîl, s.
161.
[202] İbn Abidîn, el'Ukûdü'd-dürriyye
[203] İbn Abidın, 'Uküd'ü Resmi'l-müftî, s. 14
[204] Birgivî; Şerh'u-hadîs-i erba'in, s. 75. Doç. Dr. Faruk
Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 86-88.
[205] bkz, el-Mu'cemü'l-Vasît, ll/1049. Lisânü'l-Arap,
XI/728.
[206] İbnül-Esîr, en-Nihâye, V/192.
[207] Birgivî, Şerhu'hadîs-i erba'in, s. 74.
[208] ay.
[209] ay
[210] İbn Abidîn, Şifâu'l-'alîl, s. i 68
[211] İbn Abidîn, Raddü'l-muhtâr, Vl/56; Şifâ'ul-'alîl, s.
168, (Ayrıca Allâme eş-Şeyh Mustafa Pahmetî de 'Alâî'nin Tenvîr şerhine
yaptığı haşiyede bu mânâda sözler söyler. Vesâya'l-velVâliciyye'de de aynı
ifadeler mevcuttur."(ay.)
[212] Birgivî, Şerhu hadîs-i erbain, s. 74.
[213] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 88-90.
[214] Hasan Basrî Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm,
İst 1969, 1/248. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık,
İstanbul 1997: 91.
[215] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık,
İstanbul 1997: 92.
[216] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 93-95.
[217] Müslim, salat 7.
[218] Davudoğlu, lll/27; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 11/92-93;
Aynî, IV/280.
[219] bk. Bilmen, İlmihal, 128
[220] Tahtavî, 162
[221] Hîndiyye, 1/57. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla
Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 95-96.
[222] el-Hindî, Kenzü'l-Ûmmâl, Vlll/385-87
[223] bk El-İnâye, (F.Kadir ile birlikte), 1/463.
[224] Serahsî, 1/350
[225] Serahsî, 1/349.
[226] Fethu'l-Kadîr, 1/467.
[227] agy.
[228] Serahsi, I/251; bu hüküm için gösterilen sebep
ilginçtir. Hayvana binmek "amel-i kesîr fazla bir iş", inmek ise
"amel-i yesir az bir iş" sayılmıştır. Buna göre günümüzde otobüslere
inip binmeyi buna kıyaslama imkanı yoktur. Ya da binme halinde "kuvvetli
zayıfa" inme halinde ise "zayıf kuvvetliye" bina edilmiş olur.
Ki, caiz olan ikincisidir denmiştir.
[229] Serahsî, 1/250
[230] Serahsî, l/250:-251
[231] Kenzü'LUmmâl, VIII/386.
[232] Serahsî, 1/250; İbn Hümâm, 1/463; Ayrıca bk. Ali
el-Kârî, Irşâdü's-Sâ 1,41
[233] el-Hindî, Kenzü'l-Ummal, VIII/385
[234] Serahsî, 1/249
[235] Serahsî, agk.; İbn Hümâm, agk; el-Hindî, İbn
Asakir'den Rasulüllah (sav)'ın çok çamurlu bir hengamda bir merkep üzerinde
farz kıldığını nakleder, VIII/387
[236] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 97-100.
[237] Mehmet Zihni Efendi, 250.
[238] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 100-101.
[239] el-Cezirî, age. 1/190: Ö.N. Bilmen, Büyük İslâm
İlmihali, 100
[240] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık,
İstanbul 1997: 101.
[241] Tahtavî, 479; M. Zihnî, Nimet-i İslâm, 532
[242] agk; Namazı kılınmayanlar konusunda geniş bilgi için
bk. İbrahim el-HaIebî, Haleb-i Kebîr, 590 vd; Kâsânî, Bedâyi, l/313
[243] Tevbe: 9/80
[244] Tevbe: 9/80
[245] İbn Abidin, Dürrü'l-Muhtar, 1/522-23; Kafire dua ve
kafirin duası konularında ayrıca bk. Fetâvây-ı Hindiye, V/319, 348; Fetâvây-ı
Bezzâzîye, VI/355, 360
[246] Tahtâvi, 497-98; M. Zihnî, 54 I -42; Fetâvây-ı
Hindiye, 1/163. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık,
İstanbul 1997: 101-103.
[247] İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâvâ
[248] er-Ramlî, Fetâva, 1/217
[249] bkz., Merdavî el-İnsaf, 1/443;" Cezîn",
Kitabu'l-fıkh, 1/491-92
[250] Hindiyye, 1/125
[251] Bilmen, İlmihal, 166 (md299).
[252] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 103-107.
[253] Merginânî, el-Hidâye, 111/19; Fetâvâ-yı Hindiye,
II/454-457
[254] bkz. Alauddin Abidin, el-Hediyye, 285. Doç. Dr. Faruk
Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 107-108.
[255] Bunun bid'at haline geldiğinin güzel bir delili, bir
hatıramdır 70'li yıllarda Erzurum'da talebe iken, bir gün müezzin bulunmadığı
için, muhterem Hocam Mehmet Tavlaş'ın imamlık yaptığı Gez Camiinde bir 'ezan
okumuş ve beceremem endişesiyle "salâ"yı terketrniştim. Namazın
hemen peşinden ve caminin içinden, cemaatten biri tarafından "Sen bu dini
bozmak mı istiyorsun!" diye ciddi bir hücuma uğradım. Milletin araya
girmesiyle, tartaklanmaktan kurtuldum.
[256] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 108-110.
[257] Sözü edilen hadisin meali şöyledir "Muhammed b.
Abdillah b. Nümeyr, Velîd b. Bükeyr'den, o da Ebû Cebbâb (Habbâb)'dan, o da
Abdullah b. Muhammed el-Adeviden, o da Ali b. Zeyd'den, o da Saîd b.
el-Müseyyeb'den, o da Câbir b. Abdillah'tan, Rasûllullah (sav) hutbe okurken
bize şöyle dedi: "Ey insanlar, bilmiş olunu ki, şu yerimde,"şu
günümde, şu ayımda ve bu yıldan itibaren, ki yâmete dek, Allah (cc) cumayı
sizin üzerinize farz kılmıştır. Artık kim onu gerek benim hayatımda, gerekse
benden sonra -adil ya da zalim bir imamı varken- hafife alarak ya da inkâr
ederek terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin, işinde
bereket klimasın. Dikkat edin! Onun ne namazı vardır, ne zekâtı vardır, ne
haccı vardır, ne orucu vardır, ne de bir iyiliği vardır, tevbe etmedikçe
bunların hiç biri ondan kabul edilmez..." (İbn Mâce, el-İkâme, 78, 1/343).
[258] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 111-112.
[259] Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku's-siyâsiyye, s. 35;
Alûsî, Rûhu'l-me'ânî, XXVIII/99.
[260] Aynı kaynak Tabakât-ı İbn Sa'd'dan, (III/83).
[261] Aynı kaynak Tabakât-n İbn Sa'd'dan, (III/83).
[262] Alûsî, XXVIII/99.
[263] Hâkim, el-Müstedrek, 1/281; İbn Mâce, Sünen, I/344
(el-İkâme, 78) Şevkâni bu hadisi aynı zamanda İbn Hibbân ve ei-Beyhaki nin de
rivayet ettiklerini, sonuncunun sahih bulunduğunu, el-Hâfiz'ın ise, isnadı
hasendir, dediğini söyler, bkz., Neylü'l-evtâr, 111/230.
[264] Aynî, Umdetü'l-kâri, Vl/1 61.
[265] Hâşiyetü'ş-Şelebî'alâ-Tebyînü'l-Hakâik, 1/2 I 7
[266] Aynî, age., VIl/l 88.
[267] Şevkânî, Neylü'l-evtâr, 111/233. (Buharîve Ebû Dâvûd)
[268] Zürkânî, 1/3266; Elmalılı, VIll/4980.
[269] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 113-116.
[270] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 116.
[271] Elmalılı, VI/4978.
[272] Hidâye Sahibi, sultan şartına, fitne korkusunu illet
olarak göstermiş ve mezkur hadîsi zikretmem iştir, (bkz., el-Hidâye, 1/83)
Allâme İbn Hümâm da takdim ve takaddüm konusunda fitne ve münazaa ihmalini
zikrettikten sonra, müteğaliibenin de vülatın hükmü ile hükmetmesi halinde,
sulta gücünün tahakkuk etmesiyle, şartın tamam olacağını ve cuma kılmanın caiz
olacağını söyler. Hz. Ali'nin, Hz, Osman'ın mahsur kaldığında halka namaz
kıldırmasının ise, tarafsız bir izahla, sultanı şart koşanlara da, koşmayanlara
da delil olamayacağını, zira izin olunmuş olabileceğinin de, olamayacağının da
muhtemel bulunduğunu söyler, (bkz., Fethu'l-Kadîr, 1/612)
[273] Muhtasaru't-Tahavî, s 35
[274] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 116-117.
[275] Serahsî, el-Mebsût, 11/122, delil için bkz., ll/120.
İbnü'l Münzir Sünnet, cumayı kıldıranın sultan olduğu konusunda devam
edegelmiştir, ya da onun emriyle kılınmıştır. Bu olmazsa öğleyi kılarlardı,
diyor. Hasan el-Basrî: "Dört şey sultana aittir" der ve bunlar
cümlesinden cumayı da sayar. Habip b. Ebî Sabit: "Cuma emir ve hutbe
olmadan olmaz" demiştir, Evzaî, Muhammed b, Mesleme, Yahya b. Ömer
el-Mekkinin görüşleri de budur, (bkz,, Aynî, V/191; Tahtâvî, s. 414).
[276] İlaveli Mecmûa-yı cedide Matbaa-yı Hayriyye, İst.
1329, s. 3
[277] Tahtâvî, s. 414
[278] Aynı kaynak el-Fetâvâ'l-Hindiyye,l/l15. Doç. Dr. Faruk
Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 117-188.
[279] Fetâvâ-yı Kâdıhan Sav yazmalarından, s. 62/b.
[280] Tebyînü'l-Hakâik, 1/219.
[281] İbnü Arabî, Ahkâmü' Kur'ân, IV/1791
[282] İbn Hazm, Kitabu'l-fasl fil-milel. Doç. Dr. Faruk
Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 118-119.
[283] İthâfü's-sâde, 111/220
[284] Zehebî, Mizânü'l-İ'tidâl, 111/127.
[285] Zehebî, Mizânü'l-İ'tidâl, 111/485.
[286] Şevkânî, 111/222.
[287] el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/288.
[288] İbn Hacer, el-Metâlibü'l-âliyye, 1/161. Doç. Dr. Faruk
Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 119-122.
[289] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 122-12.
[290] Merginânî, el-Hidaye, 1/84.
[291] İbn Hümam, Fethu'l-Kadir, ll/65. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 124.
[292] Müslim.
[293] Beyhakî, es-Sünen'ül-kübrâ, 111/32; Gazali, İhya,
1/196
[294] Müsned, V/260; VI/299.
[295] İbn Mâce, ikame, 125.
[296] Tirmizî, vitir, 13
[297] Darimî, salat. 215
[298] Dârekutnî, 11/6251
[299] İbn Kayyim, Zâd, l/l 10
[300] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 124-127.
[301] Ebu'l-Vefa Ali b. Akil, Kitabu'l-cedel, 13.
[302] bkz. Hanımlara Özel Fetvalar, Nûn Yay, 53, 54.
[303] Zeyia'i, Tebyin, 1/118
[304] İbn Nüceym, el-Eşbah, 384.
[305] İbn Abidin, 1/504.
[306] agk.
[307] Hindiyye, 173.
[308] Zeyia'i, age, l/l 18.
[309] Şelebi, Haşiye, 1/118
[310] Fetava-yı Kadıhan, (Hindiyye kenarında) 1/85.
[311] Nemenkani, el-Fethu'r-rahmani, 1/251.
[312] age. Buhari'nin bu adla bir cüzünün olduğunu
bilmiyoruz. Buhari nispetti başka birisiyle karıştırılmış olabilir. Buhari'nin
Sahih'inde ise böyle bir rivayet yoktur.
[313] Buhari, salat, 4.
[314] İbn Kudame, el-Mugni, 1/36 (md.783).
[315] Tirmizi, salat, 193.
[316] Bahauddin İbn Şeddad, Delailü'l-ahkam, 1/287.
[317] Kasani, Bedayi', l/199; Merğinani, Hidaye,
(Fethu'l-Kadir) l/283
[318] Hamevi, Şerhu'l-Eşbah, 11/171.
[319] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 127-134.
[320] İbn Abidîn, 11/62 (MA.)
[321] Merğinânî, el-Hidâye, 1/1 14; Mavsılî, el-İhtiyar, 1/1
21 (Ç).
[322] Merginânî, age., l/l 15.
[323] agk.
[324] Mavsılî, age., 1/121; Merğinânî, age., l/l 14.
[325] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 135-137.
[326] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 137-138.
[327] Zariyat: 51/56
[328] Müslim, İmân, 5
[329] Bakara: 2/l83
[330] Tâhir'ül-Mevlevî, Müslümanlıkta İbadet Tarihi,
105-106; Taberî, 132; Suyûti, ed-Dürrü'l-Mensûr, 1/176; Sabûnî, Ravâyi, 1/93
[331] İbn Kayyim, Zâdü'l-mead, 152 (en-Nedvî. Dört Rükün,
205).
[332] bkz, Tâhirü'I-Mevlevi, age., I 12
[333] Zehebî, Kitâbu'l-kebâir, 40-41; el-Heytemî,
ez-Zevâcir, 1/195.
[334] Bu ve benzeri hadisler için bkz., el-Heytemî, age.,
1/196-198. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık,
İstanbul 1997: 139-141.
[335] Bakara: 2/3
[336] Yasin: 36/1 I, 67/12
[337] Bakara: 2/183
[338] Buharî, Müslim.
[339] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 141-142.
[340] en-Nedvî, Dört Rükün.
[341] ed-Dihlevi Huccetüllâhi'l-Bâliğa.
[342] agk.
[343] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 142-143.
[344] Yusuf: 12/53
[345] Bedîuzzamân, Mektûbât, 373.
[346] Risâlen Hamidiyye, 127; (Şifa dan nakil), Sabûnî,
Ravâi l/218.
[347] Mustafa Ateş, Diyanet Gazetesi, sy. 327, s, 2.
[348] Aynı kaynak.
[349] Orucun sindirim, dolaşım ve sinir sistemlerine ve
özellikle karaciğere, damar sertliğine, böbreklere, kan yapısına, strese olan
olumlu tesirleri için bkz., Dr. Halûk Nurbâkî, Diyanet Gaz., Sy. 327, s,
[350] Buhârî, Savm.
[351] Ateş, agm., s. 3.
[352] İmâm Rabbânî, Mektûbât, No: 162
[353] Bediüzzamân, Mektûbât, 371.
[354] İmâm Rabbânî, Mektûbât, No; 45.
[355] Mustafa M. Ammâra, et-Terğlb, 11/143 (İhyâ'dan nakil).
[356] bkz., Ammâra, age., ll/79.
[357] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 143-147.
[358] Ebu Davud, Menâsîk, 66; Tirmizmin bir rivayeti de bu
anlamdadır.
[359] bk., H.B. Çantay, 1/271; İbnü'l-Kayyim'in aldığı bir
rivayet de iaretiyle bunu destekler, bk., Zâd'ül-Me'âd, 1/204. Aliyyu'l-Kârînin
bir ifadesi de bu anlamdadır.
[360] Faik Reşit Unat'ın hesaplarına göre Hz. Ebubekr'in
hacanın arafesi Salı gününe, Rasulüllah (sav)'ın veda haccının arafesi ise
Cumartesi gününe denk gelmektedir ki, bu durumda tesbitlerinde bîr yanılma
olmalıdır, bk., Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu, s. 2,3
[361] Begavî, Ill/8; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-Mesîr, 111/396;
Suyutî, ed-Dürrü'lMensür, lV/128; Zemaşherî, Keşşaf (Mustafa el-Bâbi'l-Halebi,
l392), 11/173.
[362] Elmalılı, 111/2450-54.
[363] Suyutî, age, İV/129.
[364] İbnü'l-Cevzî, age, 111/396; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî,
Vlll/321
[365] İbn Kesîr, (Darü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1408), Il/525.
[366] Beğavî, III/8
[367] bk, İbn Abidîn, 11/178 (Âmira); Ayrıca, ll/254.
[368] Zâdin-Me'âd, 1/25-26 (Daru'l-İhya)
[369] Feyzu'l-Kadîr, ll/28
[370] Bbanî, Silsiletü'l-Ehadis-ed-Daife, 1/245 (ll.207).
[371] Risalenin tam metni için bk. Huseyn el-Mekkî,
Irâdü’s-Sâri, 316-322.
[372] agı., 218.
[373] agr., 219-20.
[374] Konu hakkında ayrıca iki risale ismine daha rastladık
Ancak henüz görmediğimizden mahiyetlerini bilemiyoruz. I. el-meslekü'l-ezfer
fi-beyâni'l-haccı'1-ekber. İbn Azûz (Keşfu'z-Zanûn Zeyli, ll/479) 2,
el-haccu'l-ekber, kasîde. İbn Arabî, agk., 11/632. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 148-153.
[375] Hüseyin el-Mekkî, İrşâdü's-sârî, 3.
[376] Ayrıca bk Mavsılî, el-İhtiyâr, 111/6.
[377] Hüseyin el-Mekkî, agk.; Ayrıca bk Tahavî,
Mükilü'l-asâr, 1/69-73.
[378] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 153-155.
[379] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 155-156.
[380] Müslim, edâhî, 29-42; Ayrıca bk Ebu Davûd, dahâya, 3;
Hindî, V/88-89.
[381] Nevevi, Şerhu Müslim, (1407) Xlll/I48; Münavî, 1/363;
Davudoglu, IX/243.
[382] Davudoglu, agk.
[383] bk. Zeylaî, Nasbur-Râye, lV/206.
[384] bk-Azimâbâdî, Avnü'l-Ma'bûd, Vll/492.
[385] agk.
[386] Nevevî agk
[387] İbn Kudâme, El-Muğnî, VIll/619. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 156-159.
[388] İbn Abidin, VI/329; Ayrıca bkz., Zeyla'î, Tebyin,
VI/9; Hindiye, V/300-301
[389] agk.
[390] bkz., İbn Kudâme, el-Mugnî, VIII/629
[391] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 159-161.
[392] Fetavay-i Hindiye, II/277
[393] Hakim, Müstedrek, lV/153 (Ayrıca bkz., Hindî, Kenz,
XVI/74)
[394] Bu görüşlerin uzunca tartışması' için bkz., Şeyh
Davud; Eşeddü'l-Cihad Risalesi, (içtihat Tartışması, Terc. Şükrü Özen,
içerisinde) s. 255 vd.
[395] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 162-163.
[396] İbn Abidîn, el-'Ukûdü'd-dürriyye, 11/304.
[397] Namazlardan sonraki dua adabı konusunda
söylediklerimiz ve daha başka bilgiler için bk. Nevevî, el-Ezkar, 57 vd.;
Tahtavî, 252-260; Fetavây-ı Bezza-ziyye, VI/378; Heysemî,
EI-Fetave'1-hadîsiyye, 53,80,82,109,1 15; Fetavây-ı Kâdıhan, 111/424;
en-Namenkânî, el-Fethu'r-Rahmanî, 1/204 vd.; Halebi Kebir, 340 vd.; Halebi
Sağîr, 236 vd.; Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, 1/800 vd. Doç. Dr. Faruk
Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 164-166.
[398] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 166.
[399] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 166-167.
[400] Kurtubî, XX/l31.
[401] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 167-168.
[402] bk. Kurtubî, XX/I37
[403] Şah Veliyullah Dehlevî, Hüccetüllahi'l-Baliğa, ll/55.
[404] bk., İbn Kesir, VIll/466. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 168-169.
[405] Bu rivayetler için bk., Elmalılı, VIIl/5971. Doç. Dr.
Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 169-170.
[406] Elmalılı, VIII/5983.
[407] Buharî, İman, 1/15, Savm, 111/23; Müslim, salat,
11/175.
[408] bk, Elmalılı, Vlll/5982.
[409] İbn Kesir, Vlll/471.
[410] Müsned, VI/l82.
[411] Kurtubî, XX/138.
[412] Müsned, 11/230, ll/385, 425; İbn Kesir, Vll/464
[413] Nevevî, el-Ezkar, 163. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 170-171.
[414] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 173-175.
[415] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 175.
[416] bk, İbni Abidîn, 11/421, 428-429.
[417] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 175-176.
[418] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 176-177.
[419] bk. Bilmen, 11/184. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla
Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 177-178.
[420] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 178.
[421] Kurtubî, XII/233.
[422] Aclûni, Keşfu'l-Hafâ'da "Amca, babadır
(vâlid)" hadisini Sahid b. Mansûr'un mürsel olarak zikrettiğini söyler.
Meşhur olan "Amca pederdir (eb)" hadisidir, der. 11/90 (i770); Yakın
anlamda hadisler için bk. Müslim, Zekat, II; Tirmizî, Menâkıb, 28; Kurtubî,
agy.
[423] Kurtubî, agy.
[424] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 178-180.
[425] el-Ahzâb: 33/13
[426] el-Haraşî, 'Alâ Muhtasar-ı Seydî Halil, l/244.
[427] Bu emirlerin sadece Allah Resûlü'nün zevcelerine ait
olması düşünülemez. Zira onlar bütün mü'minlerin anneleri oldukları halde
(el-Ahzâb 33/6) böyle olmaları istenirse bu, diğer kadınlardan öncelikle
istenir. Sûre'nin sonundaki "cilbâb" âyeti de bunu gösterir. Bu emrin
onlardan başlaması, onların örnek olmalarından ve bir şeye davet edenin, o şeye
öncelikle uyması gerektiğindendir. (Alûsî, Rûhu'l-Me'ânî, Mısır (tarihsiz),
XXII/6 Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ravâi'u'l-Beyân Dâru'l-Kur'ân'il
Kerîm, 1972 (1391) 111/378. el-Ahzâb: 33/33
[428] el-Ahzâb: 33/53
[429] el-Ahzâb: 33/59
[430] en-Nûr: 24/31
[431] el-A'râf: 7/31
[432] Kurtubî, el-Câmî li-Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire, 1967
(1387) Vll/190
[433] Aynî, Umdetu'l-Kârî, Mısır (Tarihsiz), lV/54.
[434] Ebû Dâvud, Nikâh, 43; Tirmizî, edep 28; Dârimî, Rikâk
3; Ahmed, V/351,357.
[435] Müslim, Edeb, 45; Ebû Dâvûd, nikâh, 43; Tirmizî, edeb,
28: Dârimî, İsti'zan; Ahmed, IV/,358, 36 I.
[436] Buhârî, İsti'zan, 12; Kader, 9; Müslim, Kader, 20, 21;
Ebû Dâvûd, nikâh; Ahmed, 11/276
[437] Serahsî, Mebsût, X/I53
[438] Buhârî, Mezâlim, 22; Ebû Dâvûd, edep, 12 Ahmed,
111/36, 47.
[439] Ahmed, V/264.
[440] İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid ve Nihâyetü'l-Muktesid,
I /89; Aynî, age., lV/53
[441] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 181-183.
[442] Ebu'l-Fadl Veliyüddîn el-Basîr, en-Nihâye, 1/57,
Kahire (Tarihsiz).
[443] en-Nihâye, 1/102-105; Mezheplerin bu konudaki
görüşleri için ayrıca bkz., Abdurrahman el-Cezîrî, el-Fıkhu
ale'l-Mezâhibi'l-Erba'a, 1/188, 194, Kahire (Tarihsiz) üçüncü baskı. Doç. Dr.
Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 183-185.
[444] el-Haraşî, Alâ Muhtasar-ı Seydî Halil, 1/248.
[445] Hâşiyetü'ş-Şeyh Ali el-Adevî 'Ale'l-Haraşî, (Haraşî
şerhiyle beraber) 1/347.
[446] Hâşiyetü'ş-Şeyh Ali el-Adevî 'Ale'l-Haraşî, (Haraşî
şerhiyle beraber) 1/347.
[447] Haraşî, 1/248.
[448] Haraşî, 1/347
[449] Buğyetü's-Sâlik, 1/99, 100.
[450] İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, 1/404, Mısır
[451] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 185-188.
[452] Sâbunî, age., 11/156.
[453] İbn Kudame, el-Mugnî, 1/578, Kahire (Tarihsiz).
[454] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 188-189.
[455] İbrahim el-Halebi, Gunyetü’l-mümteli fi şerhi
Münyeti’l-musalli, 212.
[456] Halebi, age. s. 213.
[457] Halebî,age., s. 209-210. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 189-190.
[458] İbn Nüceym, el-Bahru'r-râik, 1/284; ez-Zeyla'î,
et-Tebyîn, VI/17
[459] Halebî, age., s 210.
[460] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 190.
[461] İbn Hümâm, Fethü'l-Kadîr, VIII/105.
[462] Fetâvâyı Hindiyye, V/289; Serahsî, Mebsût, X/149.
[463] Muhammed Ravvâs Kal'acı, Mevsû'atü fıkh-ı İbrahim
en-Nehaî, ll/530.
[464] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 190-191.
[465] ez-Zeyla'î, Tebyîn, Vl/18.
[466] Fetâvâ-yı Hindiyye, V/289.
[467] Fahrüddin Râzi, XXIIl/207.
[468] Kurtubî, XII/233.
[469] age.
[470] Alûsî, XV1II/I43.
[471] Sabûnî, Revâl, II/162, 163
[472] M. Ali es-Sâyıs. Tefsiru âyâti'l-ahkâm, 111/104. Doç.
Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997:
191-193.
[473] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 193.
[474] İbn Abidîn, ageb., Ayrıca peygamberimiz: "Çıplak olmaktan sakının; zira beraberinizde,
kişinin, helada olduğu ve hanitnıyla münasebette bulunduğu anlar hariç, sizden
hic ayrılmayanlar vardır." buyurmuştur. (Tirmizî, edep, 42) Ancak
Fetâvâ-yı Hindiyye'de: "O da küçük olursa (5 ya da 10 zira') böyle küçük
bir odada zevcesini cima maksadıyla soyabilir. Mecdü'l eimme et-Tercemanî, Rükn
es-Sıbâğî ve Hafız es-Sâilî, karı-kocanın odada soyunmalarında mahzur olmadığını
söylemişlerdir. (Kunye'den)" denir,(V/88).
[475] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 194.
[476] Rasûlllah, Ensârdan evlenmek isteyen birisine: "Onu gör, çünkü Ensârlıların gözleri biraz
küçük olabilir" buyurmuş, bir başka hadislerinde de: "Biriniz evlenmek isterse, talip olduğu
kadını hoşuna giden ve kendini ona çeken yerlerine bakabilirse baksın",
"Sizden biriniz bir kadına talip
olduğunda, niyeti gerçekten evlenmek ise, ona bakmasıda günah yoktur."
buyurmuştur, bkz., Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, Kahire (Tarihsiz),
V/173; İbn Rüşd, age., ll/3.
[477] İbid. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat,
Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 194.
[478] en-Nûr: 24/60
[479] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 195.
[480] Kurtubî, XII/229.
[481] Sâbûnî, 11/154/155.
[482] Ebû Davûd, Nikâh, 43; TirmızT, Edeb, 28; Müsned,
Vl/358, 36 I.
[483] Ebû Davûd, Nikâh, 43; Dârimî, Rikâk, 3.
[484] Buhârî, Megâzî, 77, Hac, 1; Müslim, Hac, 407.
[485] el-Ahzab: 33/53
[486] Sâbûnî, Revâi1, 11/1 56.
[487] Zâdü'l-Mesîr,l/3 I 'den Sabûnî, 11/156, I 57.
[488] Sabûnî, 11/ 157, 158.
[489] Alûsî, XXII/89I İbn Nüceym, Bahru'r-Râik, 1/284.
[490] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, Vl/3505.
[491] Sâyis, Tefsîru Ayâti'l-Ahkâm, 111/162.
[492] İbn Kudarne, El-Muğnî, 1/601.
[493] Buhârî, Vl/6, V/57, Megâzî, 34.
[494] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 195-198.
[495] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 199.
[496] Buhâri, VI/6, Meğâzî, 34.
[497] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 199.
[498] Serahsî, age., X/150; Tahavî. Muhtasar (Ebu'l-Vefâ
tahkik!) Kahire. 1370 s. 442-43: Resûlüllah: "Kadın, yanında mahremi ya da kocası yokken üç günü aşkın yola
çıkmasın" buyurmuştur. (Buhârî, Taksir, 4, Mescid-i Mekke, 6; Müslim,
Hac, 413-434; Ebû Dâvûd, Menâsik, 2...)
[499] Bazı fikıh kitaplannda ise "Haramdır"
denilir, bkz, İbn Nüceym, el-eşbah ve'n-Nezâir (Hamevî şerhi ile birlikte) M.
Âmire, II/III.
[500] Alâuddîn Abidîn, el-Hediyye'l-Alâiyye, (1984), s.
243-44: Resûlullah: "Biriniz,
mahremi olmayan bir kadınla başbaşa kalmasın", "Bir erkekle bir kadın başbaşa kaldıklarında,
üçncüleri mutlaka şeytandır." buyurmuştur. (Buhârî, Nikâh,
lll-ll2;Müslim, Hac, 424; Tırmizî, Radâ, 16)
[501] Alâuddîn Abidin, age,, 244.
[502] Kadızâde Efendi, Netâicü'l-Efkâr, II/122
[503] Scrahsî, age, 1/166. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla
Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 199-200.
[504] bkz., el-Bakara: 2/22
[505] bkz., İbn Abidîn, age., VI/368- 69: Hamid Mirza
Fergâni, el.Fethur-Rahrmanî, Kahire 1396.11/212. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 200-201.
[506] Fetâvâyı Kâdîhân, (yazma) 6Il/b; Serahsı, Mebsüt,
X/159. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul
1997: 201.
[507] Fetâvâ-yı Hindiyye, 1/125.
[508] İbn Hümâm, Fethü'l-Kadir, VII/98.
[509] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz, Sabûnî, age.,
ll/565-66.
[510] İbn Hümam, age. VIII/98. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 201-202.
[511] Bu konuda geniş bilgi için bkz., Ebu'l-Vefâ
el-Efgani'nin Muhtasaru't-Tahavîye yaptığı tâlikat, s. 438-39.
[512] Fetâvâ-yı Kâdıhan. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla
Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 202.
[513] en-Nûr: 24/31
[514] Serahsî, age., X/I56.
[515] M. Ali es-Sâbûnî, Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir
[516] İbn Abidin, Hâşiyetu Reddi'l-Muhtar, Vl/373.
[517] Bu konudaki hadislerin tefsiri ifin bkz., eş-Şevkânî,
Neylü'l-Evtar, 11/641-643.
[518] Fetâvâ-yı Hindryye, V/288.
[519] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 203-204.
[520] en-Nûr: 24/31
[521] Dürer Haşiyesi, Abdü'l-Halim, 1/199. Doç. Dr. Faruk
Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 204-205.
[522] el-Ahzab: 33/32
[523] Bu konudaki değişik görüşler için bkz., Alûsî,
XVIII/l4I-1 42; Cessâs, V/172; Kurtubî, VII/229; Suyûti, el-İklil, 192.
[524] ez-Zemahşerî, Keşşaf 111/230
[525] Kurtubî, 111/310
[526] Sâbûnî, Revâf, 11/217. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 205-206.
[527] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 206.
[528] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 207.
[529] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 207.
[530] Alûsî, Xll/88
[531] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 207-208.
[532] Alûsî, Xll/88.
[533] Zâdü'l-Mesîr, VII/422'den Sâbûnî, Revâi’, II/382.
[534] Zâdü'l-Mesir-, V/250'den Sâbûnî, Revâi, II/382.
[535] Ebu's-Su'üd, (Razı kenarında) Vl/801.
[536] İbn Kudâme, el-Muğnî, VI/602.
[537] Sâbûnî, age., 11/283.
[538] Aynı kaynak., 11/381
[539] Ebû Hayyân, el-Bahru'l-Muhît, V/250'den Sâbûnî,
11/281.
[540] Aynı kaynak
[541] Elmalılı, V/3928
[542] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 208-211.
[543] Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmü'1-Kur'ân, lll/372'den
Sâbûnî, 11/382.
[544] bkz.r Lisanü'1-Ara.b, "Cilbâb" Md.
[545] Tabakât-ı İbn Sa’d
[546] Alûsî,XVlll/l46. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla
Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 211-212.
[547] Buharı, Hayz, 23; Aynî, "Umdetü’l-'Kaarî,
111/302, lV/56; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî. 1/439; İbn Mâce, l/415 (el-İkâme.
165).
[548] EbûDavûd, ll/382.
[549] Beydâvî. lV/168.
[550] Alûsî, XXll/89
[551] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 212-214.
[552] Ebu Davûd
[553] İbn Sa'd, Tabakât, Vlll/71-72
[554] el-Câmiu's-Sağir, 232, (Müslim'den).
[555] Serahsî, Mebsût, 8/155.
[556] Beyhakî, 11/234-35ten; Serahsî, Mebsût, X/155
[557] ez-Zeylat Tebyinü'l-Hakâik, VI/17
[558] İbn Abidin
[559] Ebû Davûd, tereccül. 7; Tirmizî, edep, 35; Neseî,
tine, 35; Dârimî, İsti'zan, 18
[560] Buharî, libâs, 662; Ebû Davûd, edep, 53; Tirmizî,
edep, 34
[561] Songar Ayhan, Psikiyatr, Psikoloji ve Ruh
Hastalıkları, İst, 1980 s.
[562] Sâbunî, ll/384-86'dan ihtisar
[563] Nasiru'd-Din el-Elbânî, Hîcâb, (Terc) 52
[564] Muhammed Ravvâs Kal'acî, age,, 11/590-91. Doç. Dr.
Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 214-216.
[565] Fetâvâyı Ankaravî, 1/167
[566] Dürrü'l-Müntekâ, (Dâmâd kenarında) II/532.
[567] Başkalarına benzeme konusu, psiko-sosyal ve itikadî
yünlerden incelenmeye değer bir konudur. I 9201i yıllarda şeri'atın
yürürlükten kaldırılması çalışmaları arasında, İslâm'a has kıyafet şekillerinin
de buna parelel olarak değişmesi gereği kaçınılmaz görülüp, bunların yerine
başkaları arandığı sıralarda, Mısır Din İşleri Riyaseti bir bildiri
yayınlayarak, başkalarına benzeme açısından "Kubbe'a, ya da Bernita"
(fötr şapka) denen giysinin caiz olamayacağı neticesine varmış, Allâme Muhammed
Bahit aynı gayeyle hazırladği ve I926'da neşredilen risalesinde; sarık giymenin
bir sünnet ve müslümanları başkalarından ayıran bir şiar olduğu, kubbe'a'nın
ise, gayr-i müslimlerin şi'ârı olduğundan giyilmesinin caiz olamayacağı, fes de
bir hususiyet ifade etmeyip, müştereken giyilen bir elbise çeşidi olduğundan,
giyilmesinde mahzur olamayacağını tasrih etmiş ve meseleye sosyolojik açıdan da
bakarak Endülüs'ün inkıraz bulmasını, bu şiarları muhafaza etmediklerine
bağlamıştır. Aynı yıllarda Tanta Enstitüsü Uleması, hazırladıkları ortak
beyannamede, teşebbüh meselesini, Kitap, Sünnet ve Hulefâ-i Râşidin devrindeki
uygulamalar nokta-i nazarından ele alarak "kubbe'a" giymenin haram
olduğu neticesine varmışlardır. Yine aynı yıllarda, içlerinde Muhammed ebû
Zehra'nın da-bulunduğu onbeş kişilik tahassüs uleması, meseleyi son derece
etraflı bir şekilde ele almış, âdetlerin akidenin emareleri olduğunu
vurgulayarak, Hz. Ebû Bekrin saç şekillerini gayr-i müslimlere benzetenlerin
-bu işin gayr-i müslimlere has bir iş olması halinde- akidelerini sormaksızın
öldürülmelerini emretmesine dikkat çekmiş, fukahanın "teşebbüh"
konusundaki görüşlerini sıralamış ve son bölümde meselenin yine sosyolojik yönünü
ele alarak, milletlerin şahsiyeti konusunda sosyal varlığa en tehlikeli ve en
zararlı olan şeyin, başkalarını taklid olduğunu anlatmış ve İbn Haldun'un şu
sözleriyle meseleyi bağlamıştır: "Bu yüzdendir ki, mağlubun; giymesinde
içmesinde, selamlaşmasında, bunları benimsemede ve şekillerinde ve diğer
durumlarında galibe benzemeye çalıştığını görürsün. Bu noktadan meseleyi, sebep
ve illet tesirini gözönünde bulundurarak inceleyen, bütün bunların istilâ
belirtileri olduğunu görecektir."
Bütün bunlardan ötürü "teşebbüh"ün sınırlarını tesbit etmek
önemlidir. Zira Allah Rasûlü, çevre memleketlerden gelen bazı elbiseleri
giymiş; (Meselâ, "Ye men'den gelen bir izar ve mülebbede dedikleri bir
kısâ içerisinde iken kabzedildi" rivayeti mevcuttur. (Ebû Davud, ll/368)
bazılarının da yırtılıp başka elbiselere çevrilmesini emretmiştir, (bkz. Ebû
Davûd, ll/385) Fetâvâyı Hindiyye'de Ebû Yusufun: "Allah Rasûlü,
ruhbanların giydiği tüylü ayakkabı giydi" sözü ile, kulların salahına olan
konularda teşebbüh'ün zarar vermediğine işaret ettiği kayıtlıdır. (Fetâvây-ı
Hindiyye, V/293)
[568] İmâm Şa'rânî, Keşfu'l-Gumme, l/198.
[569] eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât
[570] Dâmâd, 11/537.
[571] Tahtâvî, Alâ Merakı'I-Felâh, 170.
[572] Fetâvâyı Hindiyye, 1/45, 46.
[573] Alûsî, XXII/90.
[574] Fetâvâ-yı Hindiyye, V/293.
[575] Fetâvâ-yı Hindiyye, V/291-293. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 216-219.
[576] İbn Abidîn, Reddü'l-Muhtât-, V/123.
[577] Siihâbüddîn el-Hafad, Nesîmu'r-riyâd şerhû
şifâi'l-Kâdî lyâz,1/590.
[578] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık,
İstanbul 1997: 220-221.
[579] Muhammed ez-Zebîdî, Ithâfü's-sa'âde, VII/129.
(Resûlullah'ın giyiniş biçimi ite ilgili olarak İbnü’1-Kayyim'den tercüme
ettiğimiz bir özeti bu soru ve cevapların sonuna ekleyeceğiz.)
[580] Buhârî, salât, 9
[581] Aynî, Umdetü'l-Kârî, (Mısır, Tarihsiz) lV/74.
[582] İbn.Hacer, Fethü'l-Bârî, Mısır, 1378 (1959) ll/28.
[583] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 221.
[584] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 222.
[585] el-Haraşî, "Alâ Muhtasar-ı seydî Halil, 1/250
[586] İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire (tarihsiz), 1/577.
[587] İbn Kudâme, age., 1/579
[588] Câmiu's-Sağir, s. 232 (Müslim'den).
[589] Beyhakî, ll/234-235.
[590] Serahsî, Mebsût, XI155
[591] agk.
[592] Hilye, s. 225.
[593] Halebî, s. 107:
[594] İbn Abidîn,V/238. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla
Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 223-225.
[595] Muhammed ez-Zebîdî, age., VII/347-4&
[596] İbn Hacer, age r XI1/372
[597] Muhammed ez-Zebîdî, age., Vll/347-48
[598] İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâva'l-Kübrâ, 1/265
[599] Muhammed ez-Zebîdî, age., VI11/346
[600] el-Mergınanî, el-Hidâye, Kerâhiyât.
[601] İbn Abidin, age., V/223.
[602] İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd, 1/37
[603] Aynı kaynak.
[604] Şihâbu'd-dîn el-Hafacî, age., 1/590
[605] Süyûtî, e1-Hâvîr l/l I 3
[606] Muhammed ez-Zebîdî, age., VII1/347.
[607] Aynı kaynak. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş
Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 225-227.
[608] Serahsî, el-Mebsût, X/151.
[609] Alûsî, Rûhu'l-Me'ânî, XXI/89
[610] Serahsî, age.,X/l 51.
[611] Aynı kaynak
[612] Bahâuddhin el-Makdisî, age., s. 66.
[613] İbn Kudâme, el-Muğnî, f/578
[614] bkz., Ahmed Molla Oyun, Nûru'l-Envar, ll/136.
[615] bkz., el-Münavî, Feyzu’l-Kadîr, lV/37; İbn Hacer
el-Heytemî, el-Fe-tâvâ'l-kübra, 1/170; Ali el-Kârî, el-esrâru'l-merfû'a, s.
233, el-Mesnû'a. s.88; Muhammed Tâhir b. Ali el-Hindî, Tezkiratü'l-mevzû'ât, s.
I 55-1 56.
[616] Ahmed b. Hamza er -Ramlî, el-Fetâvâ (Heytemi ile) I
17, 28,
[617] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 227-229.
[618] Muhammed Tâhir b. Ali el-Hindî, age., 156
[619] Suyûtî, el-Le'âli'l-mesnü'a, 11/260
[620] el-Münâvî, age., lV/225
[621] Süyûti, el-Hâvî, 1/110-121.
[622] bkz., Süyûtî, age., 11/196.
[623] bkz., Süyûtî, age., l/l 18
[624] Ancak sangın, dinin esasından olan bir şiar olmadığı,
terkedilmesiyle dinin yıkılmış olmayacağı da açıktır. Öyleyse sangı ihtirazî bir
şiar değil de, vakıl bir Şiâr olarak değerlendirmek daha doğrudur denebilir.
[625] Müslim, taharet, 56; Ebû Dâvûd, taharet, 29; Tirmizî,
edeb. 15, Nesaı, zîne, I; İbn Mâce,
tahâra, 8; Ahmed b. Hanbel, VII/137.
[626] Aynî, Umdetü'l-Kârî, XXII/66.
[627] Hattâb es-Sübkî, el-Menhel, 1/186.
[628] Aynı kaynak
[629] Hattâb es-Sübkî, age1/185'(ten bazı tasarruflarla).
[630] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 229-233.
[631] İbn Hümâm, Fethu'l-Kadîr-, lV/380
[632] et-Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, lV/429
[633] Mısır Din İşleri Riyâseti'nin 1926'da hazırladığı bir
beyanname, (Kitâbü'l-Behce'den s. 26).
[634] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 233-234.
[635] Mevsû'atü'l-Fıkhı'l-İslâmî, III/I2I-130 (Ecnebi Md.)
[636] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 234-236.
[637] İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye'nin "Zâdü'l-me'âd"
adlı eserinin 1/135- 147 arası çevirisidir.
[638] Taylasan: Alemi iki parmak genişliğinde uzun yollar
olan bir kışlık elbise. (Ahmed Davudoglu, 9/425) Başa ve boyna sarılan şal
(Develioğlu)
[639] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 236-244.
[640] bkz,, Ekmeleddin el-Baberti, el-İnaye; İbn Hümam,
Fethu'l-Kadir, VI/236.
[641] Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'1-İslâmî, VII/220;
Fetavay-ı Hindiye,11/458
[642] Fetavay-ı Hindiyye, 11/462
[643] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 245-246.
[644] K. Mâide: 5/2.
[645] K. Hûd: ll/I 13.
[646] K. Nisa: 4/140.
[647] Ebû Davûd, Libas, 4; Müsned, 11/50.
[648] İbn Haldun, Mukaddime, (trc) 1/374-75.
[649] Türkmanî, Kitabu'l-üma fî'havâdisi ve'l-bida',
1/293-94.
[650] Hindiyye, 11/276-77.
[651] Bezzâziye, VI/333; Abdullah b. Muharnmed eş-Şîbî
el-Abdevî, ed-Delilü'l-kavim, ales-sıratil-müstakîm, 143.
[652] İmam Rabbanî, Mektûbat, 111/55 (Mek. 41).
[653] K. Yusuf 12: 106.
[654] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 246-250.
[655] Ebu Davud, Taharet, 4.
[656] Ebû Davud, Taharet, 5; Hadisler diğer hadis
kitaplarında da bulunmaktadır.
[657] Bu görüşler ve uzun izahları için bkz., Mahmud Hattâb
es-Sûbkî, el-Menhel, 1/39-42.
[658] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 250-252.
[659] Tirmizî, fedâilü'l-cihad, I I; İbn Mâce, cihad, 19;
Darimî, cihad, 144; Ahmed, lV/144, 148; krş. İbn Abidin lV/395.
[660] İbn Abidin, lV/404.
[661] Buharî, İstizan, 52
[662] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 252-256.
[663] İbnü'l-Arabî, Ahkâm, 1/54
[664] İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII/6 1 2; Kat'acî,
Mevsû'atü-fıkhı Ömer, 616.
[665] K. Bakara: 2/173.
[666] Her iki görüş için bkz, Kurtubî, 1/220
[667] bkz., Kurtubî, 1/221.
[668] agk. Kurtubî böyle diyor ama İbnü'l-Kayyim
Rasûlullah'a (sav) Tebük'te peynir takdim edildiğini, onun da bir bıçak isteyip
besmele ile kesip yediğini kaydeder. (Zâdü'l-Me'ad, lV/296. Terc V/28.) Sahabenin
de Irak ve Şam'da yediklerini söyler.(agk)
[669] agk.
[670] Kal'ad, agk. (Beyhakî, Sünen, X/6; Nevevî, Mecmu,
IX/96'dan)
[671] İbn Abbas'ın görüşü de budur, bkz., Kal'acı, Mevsûatü
fıkhı A. b. Abbas, 1/306 (Abdürrezzak, lV/541; Nevevî, Mecmu, IX/70'ten)
[672] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 257-259.
[673] K. Mâide: 5/44
[674] Nisa: 4/105
[675] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 259-262.
[676] K. Nisa: 4/I 19.
[677] Müslim, taharet, 56; Ebu Davud, taharet, 29; Tirmizi,
edep, 14; Nesâî, zinet, I; İbn Mâce, taharet, 8; Müsned, VI/137
[678] Buhari, Libas, 82-87; Müslim, Libas, l 19, 120; Ebu
Davûd, Teraccül, 5; Tirmizi, Libas, 25.
[679] Kurtubi, V/392-94, XVIII/I8; ed-Düm'l-Mensûr, 11/691;
Mecmau'l-Enhur, 11/553, Buhari, Tefsir, (59) 4; Nesâî, Zinet, 68, 70; Aynca bk,
Kadının Misvakı, Menhel, 1/189.
[680] İbn Abidin, V/239.
[681] Bu konularda daha geniş ve etraflı bilgi ifin bk.,
Kurtubî, V/389 vd; Hattâb es-Sukî, el-Menhel, 1/183 vd.
[682] İmam-ı Merginani, el-Hidâye, IV/82-83.
[683] İbn Kudame, el-Muğni, 1/90.
[684] bk, İbn Abidin, V/239.
[685] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 262-265.
[686] Müsned, ll/256, 505
[687] Muvatta, Cenâiz, 45; Ebu Davud, Cenaiz, 60; İbn Mâce,
Cenâiz, 63; Müsned, VI/58, 100.
[688] Nevevî, el-Mecü'l, IX/45; Mugni'l-Muhtâc, VIII/163;
Mecmau'l-enhur, 11/528
[689] Zaman, 19.2,87 (Dr. Muhamrned Zeynelabidin Tarihin
doktora tezinden).
[690] Abdüsselam, Naki ve Ziraati A'zâil-İnsan, 125.
[691] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık,
İstanbul 1997: 265-268.
[692] Muvatta, Cenâiz, 45; Ebu Davud, Cenâiz, 45; Ebu Davud,
Cenâiz, 60; İbn Mâce, Cenâiz, 63; Müsned, VI/58, 100, 105, 169, 200, 264. (Bazı
rivayetlerde "Mü'minin" ya da "müslimin" kemiğini,
denmektedir.)
[693] İbn Abidîn, 111/246.
[694] Vehbe, 111/521
[695] agk.
[696] İbn Kudâme, el-Mugnî, Vlll/601-602.
[697] age., VIII/601
[698] Şirbînî, Muğni'l-Muhtâc, 1/190; Vehbe, 1/577.
[699] Şirbînî, age., 1/190-191
[700] Şirbînî, age., 1/190-191
[701] Bûtî, Davâbıtu'l-Maslaha (Şifâu'1-Ğalîl'den), 222.
[702] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 268-273.
[703] Merginânî, hidâye, lV/83; Kâsânî, bedâyi', V/132;
Mecma'ul'-Enhur, ll/536; Dürrü'l-Müntekâ (Damat kenarında), ll/536; Vehbe
ez-Zuhaylî, 111/544
[704] Ebu Dâvûd, Hâtem, 7; Tirmizi, Libas, 31; Nesâî, Zinet,
41; Müsned, lV/242, V/23
[705] Örnek olarak bk, Bezlü'l-Mechûd e Kandehlevînin
taliki, XVIl/123.
[706] Bk, Aliyyu'l-Kârî, Mirkât, lV/448; Tuhfetü'l-ahvezî,
V/465; Avnü'l-Ma'bûd, XI/293; Hâşiyetü’s-Sindî ale'n-Nesâî, Vlll/l64
[707] Bezü'l-Mechud, XVII/I23
[708] Avnü'l-Ma'büd, XI/293
[709] Kâsânî, age. VI/132
[710] ay.
[711] Fetavâyı Kâdıhân, (Hindiyye ile) 111/413: Hamid Mirza,
el-Fethur Rahmanî. 11/227-228
[712] Değerli Hocam, Örnek insan Merhum Doç. Dr. Ruhî Özcan
Bey bizzat sorduğumuzda diş dolgusunun caiz olduğunu söylemişlerdi. Değerli
Kardeşimiz Ahmet Akın Çığman Hoca da Ömer Nasûhî Bilmen, Erzurumlu Ali. Osman
Bektaş Hoca (Ruhi Bey kendisi için "Furu'u fıkıhta dünyada yektadır"
demişlerdi), Şamlı Alim Abdürrezzak Halebinin altın dişe caiz dediklerini
bizzat duyduğunu, İbn Abidîn'ın torunu Ebu'l-Yüsr Abidin'den aynı fetvayı
haber aldığını, Fıkıh Alimi ligazlı Şeyh Ahmet Efendi'den: "Taktı iseniz
sökün demeyiz, takmadı iseniz takın demeyiz" diye dinlediğini bana
anlattı. Aziz büyüğümüz Lütfi Doğan Hoca da eski Erzurum müftüsü Sadık
Efendi'nin diş dolgusuna cevaz verdiğini söylediler. Ayrıca İzmirli İsmail
Hakkı'nın hem altın dişe, hem de diş dolgusuna cevaz verdiği uzunca
araştırmasını Sebîlü'r-Reşâd, Şaban 1332-12 Haziran 1330/25 Haziran 1913
tarihli nüshasından alarak Muhterem Hayreddin Karaman Bey "İslâm'ın
Işığında Günümüz Meseleleri" adlı eserinde yayınlamış (1/297 vd.) ve M.
Zâhidü'l-Kevser’nin de aynı görüşte olduğunu bir mektubunun kendilerinden
mahfuz fotokopilerinden aktarmıştır, (ae. s. 306). Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 274-278.
[713] Ebu Davud, Tıb, 11; Muvatta, Ayn
[714] Müslim, eşribe, 12; Ebu Davud, tıb, II; Tirmizî, tıb, 8
[715] Buharî, eşribe, 15.
[716] Bu konuda daha geniş detay için bk, İbn Abidîn, VI/448
vd.
[717] bk, İbn Abidin, VI/455
[718] Fetâvây-ı Hindiyye, V/254-55; Kasanı de aynı şeyi
söyler bk., 1/61.
[719] agy.
[720] İbn Abidin, VI/449.
[721] bk. Tahtavî: Aynca bk., Mahluf, 11/121, 140; Kâdıhan, 111/403; İbn Kudâme, el Muğnî,
lll/605; Nemenkânî, el-Fethurrahmânî, 1/63; el-Hattâb, el-Mehel, ll/206;
Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî.
[722] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 278-284.
[723] Mâide: 5/90-91
[724] Kurtubi, Vl/288.
[725] es-Seylü'l-Cerrâr, 1/35-36.
[726] Karaman, Meseleler, 1/3 12
[727] Kurtubî, agk.
[728] Ebu Abdlluah, Rahmetü'l-ümme., 373
[729] Kurtubî, VI/287-288.
[730] agk
[731] Kurtubî, VI/289
[732] Örnek olarak bk.r Müslim, eşribe, 73; Ebu Dâvud,
eşribe, 5; Tirmizî, eşrîbe, I.
[733] Müslim, eşribe, 7,8.
[734] Buhâri, Tefsir, (5) 10, eşribe, 2; Müslim, Tefsir, 33,
34; Ebu Dâvud, eşrîbe, I; Nesai, eşribe, 20, 24, 46.
[735] Fahruddin Râzî, VI/43.
[736] Kurtubî, 111/52
[737] Ebu Davûd, eşribe, 5; Tirmizi, eşribe, 3; Nesai,
eşribe, 25; İbni Mace. eşribe, 10.
[738] Elmalılı, II/763.
[739] Kastet, Vl/I 13,
[740] Kastani, VI/I 15.
[741] Buharî, Buyü', 3; Tirmizî, kıyâme, 60; Müsned,
111/153.
[742] Buharî, İman 39, Buyü', 2; Müslim, Müsâkât 107, 108;
Ebu Dâvûd, Buyü', 3; Tirmizî, Buyü', I; Nesâî, Buyü', 2; Müslim, Müsâkât, 107,
108; Ebu Dâvûd, Buyü', 3; Tirmizî, Buyü', I; Nesâî,-Buyü', Kudât, I I; İbn Mâce, Fiten, 14.
[743] Buharî, İman, 29; Nesâî, İman, 28; Müsned, V/69
[744] İbn Nüceym, el-Esbâh, 11/108 (Hamevî ile birlikte).
[745] Nitekim Merhum Elmalı'nın şu sözleri bunu doğruları
"Üzüm şarabı ve bundan mamul olan müskirat aynen' necistir. Öbürlerinin
ise necis olması şüphelidir. Meselâ üzerine şarap ve şampanya ve arak (rakı),
konyak dökülmüş olanlar her halde yıkamadıkça namaz kılamazlar. Lakin üzüm
şarabından mamül olmayan, ispirto, bira vesair müskirat içilemezse de elbiseye
veya bedene sürülmesi de namaza mani olur diye iddia edilemez." (Tefsir,
11/762-763); Allâme M. Zahidü'l-Kevserî de, Hayrettin Karaman Bey'in kendi
arşivindeki bir mektup suretinden aktardığına göre: "Uzun sözün kısası,
ispirto Ebu Hanife'ye göre necîs (pis) değildir. İmam Azam'ın kavli, çoğunca böyle
cankurtaranlık yapar. Kokuya konması ve elbiseye dokunması zarar vermez"
der. (İ.l. Günün Meseleleri,1/3 14) Abdulfettâh Ebu Gudde Hoca da bunu
destekler mahiyette şunları aktarır "Dürrü'l-Muhtarda Allâme Hısnînin şu
sözü nakledilir Hamrın (şarabın) dışındaki sarhoş edicilerde üç rivayet vardın
I. Kaba pisliktirler. 2. Hafif pisliktirler. 3. Temizdirler. Hafif pislik
olduğunu söyleyen rivayete göre, sürüldükleri elbisenin veya bedenin dörtte
birinden az olmaları halinde bu bağışlanır. Değerli Alim Ahmed ez-Zerkâ temiz
olduklarını esas alır ve öyle fetva verirdi. Üstadımız Allame Kevserî de şarap
dışındaki sarhoş edicilerin (ispirto gibi) kullanılmalarının caiz, içilmelerinin
haram olduğunu söyler ve İmam Ebu Hanife'nin mezhebinin bu olduğunu zikrederdi.
Bu iki değerli alimin fetvalarında insanlar için kolaylık ve müsamaha olduğu
açıktır. Çünkü bu tür maddeler bu gün hayatın bir çok sahasına girmişlerdir.
Ama, şüphesiz kaçınabilenlerin bunlardan uzak durmasıda güzel bir şeydir. Çünkü
temiz olup olmadıkları konusunda alimlerin ihtilafı vardır."
(Fethu-bâbi'l-inâye, 1/258 dipnotu).
[746] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 284-290.
[747] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 290-291.
[748] bk, Buharî, Vasâe, 23, Hudûd, 44; Müslim, İmân, 144.
[749] K.eI-İsrâ: 17/23.
[750] Buharı, Ahâd; Müslim, İmaret, 39; Ebu Davûd, Cihad,
87; Nesâî, Bey'at, 34; İbn Mâce, Cihad, 40; Müsned, 1/94; 409, lV/426, V/66.
[751] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 291-292.
[752] Hindiyye, V/342; Kâdıhan, 111/400-402.
[753] Hindiyye, V/343,
[754] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 292.
[755] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 293.
[756] Zeyla'î, Nasbu'r-Râye, lV/44; İbn Hümâm,
Fethu'l-Kadîr, VII/39.
[757] İbn Hümam, age-, VII/39
[758] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 293-295.
[759] Vehbe, 111/581-82.
[760] İbn Kudâme, el-Mugnî, V/552.
[761] bk, Menâfiu'd-Dekâik, 270; Mir'ât, (İzmirî kenarında),
11/406-407.
[762] İbn Kudâme, el-Mugni, V/552.
[763] bkr. Ebu Davûd, eşribe, 2; Müsned, 1/316, 1l/97
[764] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 296-298..
[765] Münavî, Feyz, VI/l56
[766] agy, (Hatib Bağdâdi’den),
[767] K. Ali-İmrân: 3/1 17 ve bu ayetle ilgili ahkâm
tefsirleri
[768] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 298-300.
[769] krş., Vehbe ez-Zuhaylî, et-Fıkhu'1-İslâmi, lV/448; Dr.
Fethi Lâşin, Bey'ul-Arbon, el-İktisadü'I-İslâmi, d. (81) 44. Fethi Lâşin arbonu
aynca; satış gerçekleştiği takdirde fiyata mahsub edilmek, gerçekleşmediği
takdirde iade edilmek üzere alıcının satıcıya önceden verdiği meblağ diye tarif
eder ki, bunu kaparo olarak değerlendirmenin anlamı yoktur. Çünkü bu ittifakla
caiz olan bir şeydir, agk., 44.
[770] Ebu Davud, Buyu1, 67; İbn Mâce, Ticarât, 22; Muvattâ,
Buyü, I.
[771] ez-Zuhayli,age., lV/449.
[772] Lâşin, agm., s. 44.
[773] Hadisi Abdurrezâk, Musannefinde rivayet etmişti, bk,
Şevkânî, NeyIû'l-Evtâr.V/173.
[774] ez-Zuhayli, age., IV/449-50; Lâşin, agm., s. 44
[775] agk.
[776] Lâşin, agm., s. 46.
[777] Bu konuda ayrıca bk., İbn Rüşd, Bidayetü'l-Müctehid,
ll/161. Şevkânî, Neylü'l-Evtar, V/173; İbn Kudâme, el-Mugnî, lV/256. Doç. Dr.
Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 300-302.
[778] İbn Abidîn, IV/14
[779] age., lV/16
[780] age., lV/17
[781] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 302-304.
[782] Müslim, Birr, 27
[783] Tirmizî, Birr, 26
[784] Enbiya: 21/63
[785] Buhari, Enbiya, 8; Müsned, 111/244
[786] Krş. el-Mubarekfûrî, Tuhfetü'I-Ahvezî, VI/69;
Davudoğlu, X/564; Tecrid, IX/112vd.
[787] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 304-305.
[788] Hindiyye, VI/337.
[789] el-Fethulrahmanî, 11/200.
[790] Münavî, 11/91-92
[791] Tahtavî, 259; Münavî, ll/91; İbn Abidîn, Fetâva,
11/305.(81) Örnek olarak bk, Müslim, eşribe, 73; Ebu Davûd, eşribe, 5; Tirmizî,
eşribe
[792] Münavî, 1l/92
[793] bk, Hindiyye,V/34l. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla
Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 305-306.
[794] K. Bakara: 2/29
[795] bk, K. Nahl: 16/8; Yâ'sin: 36/71; Maide: 5/4.
[796] Ebu Davûd, cihad, 56; Tirmizi, cihad, 30; Beyhakî,
kübrâ, X/22.
[797] Mubarekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvazî, V/367; Azimâbâdî,
Avnü'l-Ma'bûd, V/231; Şevkânî, Neyi, VIII/99.
[798] el-Cezîrî, el-Mezâhibû'l-Erba'a, 11/51.
[799] agk.
[800] Halil Ahmed, Bezlü'l-Mechûd, X/59.
[801] el-Hindî, 111/164.
[802] Müslim, say. No: 1955; Tirmizî, diyyât, No: 1409; Ebu
Davûd, dahayâ, No. 2797.
[803] Şevkânî, agk. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş
Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 307-308.
[804] el-Hindî, VI/495; İbn Hacer, Buluğ'l-Meram, (Şerhi)
11/l44
[805] K. Bakara: 2/273.
[806] bk.,el-Hindî,agk
[807] K. Bakara: 2/177.
[808] bk. K. Zâriyât: 51/19; Me'âric: 70/25.
[809] K. Duhâ, 10.
[810] bk, Kurtubî, XX/10I.
[811] bk., Müslim, Zekât, 127 (Davudoglu, V/479 vd).
[812] Kurtubî, XX/I01
[813] el-Hindî, VI/362
[814] Kurtubî, agek.; Benzer hadis için bk., el-Hindî,
VI/390.
[815] el-Hindî, VI/36I
[816] el-Hindî, Vl/502-503.
[817] Kurtubî, XX/101
[818] bk., K. Bakara: 2/263. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 309-311.
[819] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 312.
[820] Hindî, VII/670 (Hadisi İbn Adiy, Taberanî rivayet
etmişlerdir)
[821] Hindî, VII/661 (Hadisi, Ahmed b. Hanbel ve Müslim
rivayet etmişler-)
[822] Zeylaî, Nasbur-Râye, 11/493; Hindî, VIl/666
[823] agk.
[824] Halebî Kebîr, 610.
[825] age., 614
[826] age.,l/ll0
[827] İbn Abidîn, 1/440-41.
[828] Vehbe.1l/708.
[829] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 312-314.
[830] Mevdudı, Tefhîm, İV/43.
[831] K.Tevbe,9/l8.
[832] K.Tevbe, 9/108.
[833] Ebu Dâvûd, Et'ime, 8; İbn Mace, Efime, 56; Müsned,
V/221, 222.
[834] Ebu Davud, Salât, 12.
[835] Münavî, Feyzu'l-kadîr, V/426.
[836] Ebu Davûd,Salat, 12.
[837] Agk.
[838] lbnMâce, Mesâcid,2
[839] İbn Abidin, 1/442 (Amire)
[840] Hindiye, 1/09
[841] Münavî yukanya aldığımız son hadis-i şerifi bu
doğrultuda açıklar, bk., Feyzu'l-Kadîr, V/449; Konu hakkında ayrıca bk. M. C.
el-Kâsımî, İslâhu'l-Mesacid, (Cezayir, 1989) s. 96.
[842] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 314-318.
[843] Bunun İslâm tarihindeki örneği için bk, Fetavây-ı
Hindiyye, V/342. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık,
İstanbul 1997: 318-319.
[844] Geniş bilgi için bk. Dr. Muhammed Bıltacî,
'Ukûdût-Te'min min Vichetî'l-Fıkhı'l-İslâmî, 150 vd.; Faruk Beşer, İslâm'da
Sosyal Güvenlik, 226 vd. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 319-320.
[845] Hâniyve (Hindiyye kenarında), 111/400; Hindiyye, V/343
[846] Bezzâziye, Vl/360.
[847] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık,
İstanbul 1997: 320-321.
[848] Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübra, V/336; Hakim,
el-Müstedrek, 11/35 (Hakim hadisin sahih olduğunu söyler, Zehebî, iki ravisinin
zayıf olduğunu söyleyerek buna itiraz eder); Suyutî, el-Câmi'us-Sağîr
(Feyzul-Kadir ile), VI/64; Kenzu'l-Ummâl, lV/13 (9258); Münavî aynı hadisi,
"ve onu yerse" kaydı ile Taberani'den de nakleder.
[849] Fetavây-ı Bezzaziyye, V7236 (Hindiyye kenarında);
Ayrıca bk., en-. Nemenkânî, el-Fethu'r-Rahmanî, 11/1 13-1 l4; Hindiyye'de de
benzer ifadeler vardır bk., 111/402; el-Mecmû, IX/377. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 322-323.
[850] K. Bakara: 2/29.
[851] Buharî, Edep, 81. 112; Müslim Terceme ve Şerhi, lX/545
[852] bk, Davudoğlu, Sahihi Müslim Terceme ve Şerhi, IX/545
[853] bk, Fetavay-ı Hindiyye, V/364
[854] bk, İbn Abidin, VI/462
[855] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 323-324.
[856] İbn Abidîn
[857] bk., Dihievî, fiustânü'l-Muhaddisin, 35.
[858] bk, Hakku'l-İbtikâr fi'l-Fıkhı'l-İslâmî, Beyrut, 1404
(1984).
[859] bk, Adı gefen müellifin
"Mukaddimatü'd-Düstûri'l-İslâmî" adlı eseri.
[860] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 325-327.
[861] K. En'am: 6/145; Yakın anlamlar için bk. Bakara:
2/173; Mâide: 4/3; Nahl: 16/I 15.
[862] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1/53.
[863] bk, Sabûnî, Ahkâm ü'l-Kur'an, 1/160, 163.
[864] Sabun?, age., 1/160.
[865] Cessâs, Ahkâmül-Kur'ân, 1/145.
[866] Cessâs, age. 1/150.
[867] bk. el-Cezeri, el-Mezâhibu'l-Erba'a, 11/8.
[868] Ebussuûd Efendi, pislikle sulanmış bitkilerin,
fikıhçıların çoğuna göre kerehatsız helal olduğunu söyler, bk., İbn Abidin,
Vl/341.
[869] Kurtubî, 11/218
[870] bk, K. Nûr: 24/58.
[871] Bu ve benzer anlamdaki hadisler için bk, Ebu Davud,
cihad, 47; at'ime, 24, 33, eşribe, 14; Tirmizî, at’ime, 24; Nesaî, dahayâ, 43,
44; İbn Mâce, zebâib, I I; Muvattâ, edahî, 28; Müsned, 1/219, 226, 241, 253,
321, 339; Ayrıca bk, Beyhaki, es-Sünen ül-Kübrâ, lX/332-333, V/254.
[872] İbni Abidîn, lV/341
[873] Kurtubî,VII/!22.
[874] İbn Kudame, el-Muğni, VIII/593-94.
[875] Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIIİ/140.
[876] Şevkânî, age., VIII/I39-I40.
[877] Şevkânî, es-Seylü't-Cerâr, İV/102; Ayrıca bk. Seyid
Sabık, Fıkhu's-Sünne, 111/256.
[878] Tahtavî, Âlâ-Merâkı't-Felah, 33.
[879] Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 426.
[880] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 327-334.
[881] bk. Bakara: 2/29
[882] K. Nisa: 4/119.
[883] Burmanının caiz olmadığını söyleyenler de vardır, bk.,
Kurtubî, V/390-91.
[884] bk., Müslim, Fedâil, 139, 141; İbn Mâce, Ruhun, 15;
Müsned, V/16. 298, Vl/128.
[885] Muvattâ, Buyu, 63.
[886] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 335-337.
[887] Buhan, İman, 39, Buy'ü, 2; Müslim, Musakât, 107, 108;
Ebu Davûd, Buyü', 3.
[888] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 337-338.
[889] Müslim, Libas, 103; Buharî, Cihad, 46; Tirmizî, Cihad,
25; Darimî, İstîzân, 44; Müsned, 111/263
[890] Müslim, Libas, 104; Ebu Davûd. Cihad, 46, Hâtem, 6.
[891] el-Câmi'us-Sağîr (Feyzu'l-Ka'dîr), Vl/392.
[892] Ebu Davûd, Hâtem, 6; Nesâî, Zinet, 54; Müsned, ll/366,
372, VI/242
[893] bk, Buharî, Cihad, 139.
[894] Azîmabâdî, Avnü'l-Ma'büd, XI/292.
[895] Münavî, Feyzu'l-Kadîr, VI/392.
[896] Davudoglu, Müslim Şerhi, IX/496.
[897] bk, İbnu’I-Esîr, en-Nihaye, 1/260
[898] Davudoğlu, agek.
[899] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 339-340.
[900] Mahmut Nâzım en-Nesîmî, et-Tıbbu'n-Nebew
ve’l-İlmu'l-hadis, 1/33; Muhammed Şefik Ğırbal ve arkadaşları,
el-Mevsû'atü'l-Arabiyyetü'l-Muyessera, "Tebğ" (Tütün) md Tütünü
Avrupa'ya ilk kez Jean Nicot isimli birisinin götürdüğü de söylenmiştir. en-Nesîmî,
agk.
[901] Tütünün tarihiyle ilgili geniş bilgi için bkz.,
Abdulhay el-Lüknevî, Tervîcu'l-cinan bi-teşrîh-i hükm-i şurbi'd-duhân, 2 vd.
[902] M, Şefik Ğirbâl, agk.
[903] agk.
[904] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 341-342.
[905] K. Bakara: 2/29.
[906] K. En'âm: 6/145.
[907] K.A'râf: 7/31
[908] Taberânî, Kebîr, XXII/222 (No: 589); (İbn Kayyim,
A’lam,'1/71-72; el-Hindî, Kenz, 1/194).
[909] bkz., İbn Abidin, Fetâvâ, 11/303, 304. Sigaraya
yumuşak bakıp onun mubah, ya da ona yakın bir yerde olduğunu söyleyenler
arasında şu âlimleri sayabiliriz: Abdulganî en-Nabiusî (es-Sulhu beyne'l-İhvân
fî-İbâhat-i şurbi'd-Duhân adlı bir kitapçığını bu konuya tahsis etmiştir), İbn
Abidîn, Muhammed el-Abbâsî el-Mehdî, Ahmed b. Muharnmed el-Hamevî; Malikilerden
Ali el-Echûrî, (Bu konuda Ğâyetü'l-beyân li-hill-i şurb-i mâla
yugayyibü'l-akle mine'd-duhân adlı bir kitapçığı vardır) Dussukî, es-Sâvî,
el-Emîr gibi Malikiler de bu görüştedirler; Şafiilerden el-Hafnî, el-Haiebî,
er-Raşidî, eş-Şebramellisi, el-Bâbilli, Abdulkadir b. Muhammed b. Yahya
el-Hüseynî et-Taberî (Raful-iştibâk an-tenâvuli’t-tenbâk adlı risalesi bu
konudadır); Hanbelilerden de el-Keremî (Konu ile ilgili el-Burhân fî şe'n-i
şurbi'd-duhân adlı bir risales vardır). Keza, Şevânî de sigaranın mubah olduğunu
söyleyenler arasında yer alır. (bkz., el-Mevsû'atü'l-fıkhiyye, Kuveyt, X/I(ll
105)
[910] Ebu Saîd Muhammed el-Hâdimî, Resâil, 234.
[911] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 342-344.
[912] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 344-345.
[913] Sigaraya haram diyenler arasında şunları sayabiliriz:
Şurunbilâlî, Mesîrî, ed-Dürrül-müntekâ sahibi; Salim es-Senhûrî, İbrahim
el-Lekkânî, Muhammed b. Abdulkerim, Halid b. Ahmed, İbn Haldun; Necmeddin el-Gazzî,
Kalyûbî, İbn Allan; Ahmed el-Behûtî (el-Mevsû'atü'l-fıkhiyye, Kuveyt, X/101
-102).
[914] Bu ve benzeri hadisler için bkz., Müstim. mesâcid,
68-78.
[915] K. Ahzâb: 33/58.
[916] K. A’râf: 7/157.
[917] bkz., Müslim, mesacid, 76.
[918] K. Nisa: 4
[919] K. Duhân: 44/10.
[920] Benzer hadis için bkz., el-Hindî, Kenz, Vll/109.
[921] K. Nisa: 4/5.
[922] bkz., K. En'âm: 6/141; A'râf: 7/31; Hadis için bkz,
Buharî, zekât, 18; Müslim, Akdiye, 14.
[923] K. el-Mü'minûn: 23/ I 15.
[924] Müslim, Cum'a, 43; Ebu Davud, Sünnet, 5.
[925] Sigaranın zararları konusunda İsav'da terttb edilen
(26.10.199i) sempozyuma sunulan tebliğlere ek olarak ayrıca bkz., en-Nesîmî,
age., l/343 vd.
[926] Mecelle, md. 19
[927] K.Nisâ: 4/29;
[928] K. Bakara: 2/195.
[929] Buharı, İman, 39; Müslim, Müsâkât, 107.
[930] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 345-349.
[931] bkz., Müslim, mesâcîd, 76 (Davudoglu, 111/445).
[932] Sba Risale, 1/50 "Bid'at" md
[933] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 349-351.
[934] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 351.
[935] bkz, Zeydan, el-Vette. 36.
[936] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 352-354.
[937] Mahmud Nâzım, age-, 1/369.
[938] Lüknevî, age., 22.
[939] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 354-356.
[940] Buharî, İlim, 38; Müslim, Zühd, 72.
[941] Ahmed, VI/2l; Hakim, l/llI
[942] K. Hac: 22/78.
[943] bkz, İbn Kayyim. Zâdü'l-meâd, 111/5-7 (Terc.
111/20-24).
[944] Titmizi, Fedâilü'l-cihad, 22; Ahmed, ll/287.
[945] K. Şems: 91/9.
[946] K, Bakara: 2/154; (3) I 69.
[947] bkz., Ali el-Kârî, el-Esraru'1-merfû'a, 21 I,
(Askalântnin sözü).
[948] age, 212
[949] Hatib Bağdadî, Tarihu Bağdat, XI11/493.
[950] Ali el-Kârî, agk., Aynca Aclunî, Keşfu'l-hafa, 1/51 I
-12.
[951] Ali el-Kârî, agk.
[952] Aclunî, agk
[953] Ali el-Kâri, agk
[954] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 357-359.
[955] İmam Gazâlî, İhya, 1/24-25 (Terc: 1/61).
[956] Sehavî, el-Makarıdü'l-hasene, 474.
[957] Ali el-Kârî, el-Masnü', (thk Ebu Gudde) 220,
el-Esrâru'1-merfû'a, (thk. M. es-Sabbag) 38l
[958] Kevserî, Irğamu’l-merîd, 41.
[959] İsmail Hakkı, Mevahibu'r-Rahman, 109.
[960] İsmail Hakkı, age., 31.
[961] bkz, Ebû Zehra, Ebu Hanife (Terc. O. Keskinoğlu), 109
vd; İmam Şafiî, 40 vd. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 359-362.
[962] Birkaç yıl önce bu sözü, isminin Abdülaziz olduğunu
hatırladığım güneyli bir vaiz efendinin vaaz bantından dinlemiş ve irkilmiştim.
[963] K. Enfâl: 8/42.
[964] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 362-365.
[965] Risale el-Kuşeyriyye, 1/103.
[966] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 366-369.
[967] El-Beycûrî, Şerhu-Cevherati’t-Tevhid, 153; Ali
el-Karî, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, M 3.
[968] Bu konuyu da delilleriyle birlikte (inşallah) yazmayı
düşünüyoruz.
[969] K. İsra: 17/70.
[970] K. Ali İmrân: 3/37.
[971] K. Kehf: 18/9. vd.
[972] K. Neml: 27/40 vd
[973] el- Beycûrî, age., 175.
[974] el-Beycûrî, age-, 153.
[975] Ali el-Karî, Şerhu'l-Fıkhîl-Ekber, 113.
[976] Son devir ulemasından Yusuf en-Nebhaninin
Cami'u-Kerameti'l-Evliyâ'sı ile Huccetü'llahı alel-Alemîn adlı eserlerini -her
ne kadar çoğu nakilleri tedkike muhtaç ise de -burada örnek olarak
zikredebiliriz.
[977] Ali el-Kârî, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, I 13.
[978] el-Beycûrî, age., 175.
[979] Ali el-Kârî, age., 114-115.
[980] İbn Arabî (ye nisbet edilen) el-Istılahâtu's-Sufiyye,
123.
[981] age-, 23.
[982] agk.
[983] Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu'lakl, 1/268.
[984] bk, Nuru'l-Envarve Haşiyesi Kameru'l-Ekmar, 11/97-98
[985] Muhammed Abdulhalim el-Lüknevî, Kameru'l-Akmâr, 1l/98
[986] M. Sabn, age., 1/264.
[987] İmanı Rabbanî, Mektubât, No: 186(1/31 3); M. Sabri
Efendi, age., 1/265.
[988] İmam Rabbânî, age., No: 112 (l/l16). Doç. Dr. Faruk
Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 369-377.
[989] İmam Rabbanî, Mektûbat, lll/44-45.
[990] İmam Rabbanî, age., 11/99.
[991] Age., ll/101.
[992] btc, Münavî, Feyz, Vl/132-133.
[993] Dihtevî, Huccetüllah, 1/13.
[994] K. Meryem: 19/17.
[995] Dihlevî, agk.
[996] Dihlevî, age., 1/14.
[997] Saîd Nursî, Mektubat, 6-7.
[998] Buharî, ta'bir, 10; Müslim, rü'yâ, I I.
[999] bk, İbni Hacer, Fethul-Bârî, XII/385; Nevevî,
Şerhu-Müslim, XV/30
[1000] Münavî, agk.
[1001] İbn Hacer, agk
[1002] bk., Bu kişilerin eserlerinden biraz önce verdiğimiz
kaynaklar
[1003] K. Zümer: 39/30.
[1004] Müslim, Ru'yâ, I
[1005] İmam Rabbanî, age., 11/101.
[1006] Ali Kârî, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber
[1007] Halûk, Egemen Sankaya, Duru-Görü Zaman Mekân Dışı
Ruhsal Gözle Görüm, Bilim Araştırma Merkezi, İst 1979, s. 2,
[1008] agk.
[1009] Sankaya, age., 9.
[1010] Sankaya, age., Arka kapak.
[1011] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 377-385.
[1012] Daha geniş bilgi için bk., Ali Haydar Efendi, dürer,
1/83 vd; M. Sıddık el-Burnû, el-Veciz, 82 vd. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla
Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 387-388.
[1013] Tirmizi, Da'avât, 53.
[1014] Konu için bk, Nablusî, Ta'tini'I-En'am, 1/3-9; İbn
Sîrin, Müntehabu'l-Kelâm, 1/3 vd, Hindiyye, V/380; Heytemi,
el-Fetava'l-Hadisiyye, 3. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 388-390.
[1015] Tirmizi, Zühd, 47; İbn Mâce, Afime, 50; Müsned,
lV/132.
[1016] Bakara: 2/282
[1017] Ebu Nu'aym, Hîlye, X/15 (Bu sözü Ali el-Kâri hadis
olarak alırken, bk., el-Esrâru'l-Merfu'a, 3 I 3, Elbanî mevzuu olduğunu
söylüyor, bk., Silsiletü'l-Ehadisi'd-Daife, 1/423 No: 422)
[1018] Taşköprüzâde, Mevzuatü'l-Ulüm, 1/715.
[1019] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 390-392.
[1020] Nisa: 4/59
[1021] Nisa: 4/83
[1022] Müsned, V/l83
[1023] Müsned, 1/429
[1024] Muvatta, Ghad 43
[1025] Bu anlamdaki hadisler için bk., Mevdudî, Tefhim,
1/330.
[1026] Suyutî, ed-Dürrü'l-Mensûr, 11/577 (İbn Ebi Şeybe'den) I; Kurtubî, V/26
[1027] Ragıb, el-Müfredât, 25.
[1028] Ayrıca bk, Lüknevi, Tervicü'l-Cinan, (Nablusi ve
Ayni'den naklen) 21.
[1029] bk, İbn Kayyım, E'lâm, 1/9-10.
[1030] İbnü'l-Arabi, Ahkâmü'l-Kur'an, 1/453; Aynca bk.., İbn
Abidin, 1/40 (terc).
[1031] Suyutî, age., 11/575: Darimî, 1/72; Kurtubî, V/259;
Tahavî, Müşkilü'l-Âsâr, 1/474-5.
[1032] Kurtubî, V/260.
[1033] Tahavî, Müşkilü'l-Asâr, 1/476; Zemahşerî, 1/535.
[1034] Suyutî, age., 11/574. Nisa: 4/58
[1035] bk, K. Maide, (5) 45.
[1036] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 392-397.
[1037] bk., Abdullah Aydınlı, Hadis Istılahları Sözlüğü, 97.
[1038] bk, Silsîletü'l-Ehadîsi'd-Da'ife, 1/20 (H. 8); Ali
İrfan'ın yazdığı Mufassal Ahlak-ı Medenî (İst 1329) adlı kitabın baş tarafında
Hz. Ali'in sözü olarak verilmiş, kaynak gösterilmemiş.
[1039] K. Şu'arâ: 26/129.
[1040] K. Kasas: 28/77.
[1041] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 397-398.
[1042] Hadisin kaynakları için bit, Elbânî,
Silsütü'l-Ehâdîsi'd-Daife, 1/189-194 (H. 160, 161, 163.).
[1043] K. Hucûrat: 49/13
[1044] Suyutf, ed-Dürrü'l-Mensûr, VII/579.
[1045] agk. vd.
[1046] bk., Aclûnî, Keşfü'l-Hafe, 1/55
[1047] Değerlendirmeler için bk., Bbânî, agk. Doç. Dr. Faruk
Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 398-399.
[1048] Şevkânî, Vl/20.
[1049] Bilmen, lV/339.
[1050] Bilmen, lV/266, 345; Ömer Hilmi, 47.
[1051] Bilmen, lV/35 1
[1052] Ö. Hilmi, 47; Bilmen, lV/352.
[1053] Bilmen, lV/353.
[1054] Ö. Hilmi, 47; Bilmen, lV/354.
[1055] Bilmen, lV/354
[1056] Bilmen, lV/352.
[1057] Hilâl er-Ra'y, 88-89-91.
[1058] Bilmen, lV/312; Vakıfın en efdali en devamlı, en
faydalı ve en çok ihtiyaç duyulanıdır. (Bilmen, lV/ 300).
[1059] Hilâler-Ra'y, 9l.
[1060] Ömer Hilmi, I 15; Bilmen, lV/ 355.
[1061] Ömer Hilmi, I 15; Bilmen, lV/356; Hatemî, 78.
[1062] Hilâl er-Ra'y, 93
[1063] Hilâl er-Ra'y, 95
[1064] Bilmen, lV/356.
[1065] Hilâr er-Ra'y, 98.
[1066] Bilmen, IV/356
[1067] Bilmen, IV/355
[1068] agk.
[1069] Ö. Hilmi, 97; Bütün bu konularda daha geniş bilgi için
zikredilen kaynakların yanında bk, Zuhaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletühü,
VII1/I5I vd. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık,
İstanbul 1997: 399-402.
[1070] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 403.
[1071] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 403-404.
[1072] Nisa: 4/82
[1073] Sahavî, el-Makasıdu'l-Hasene, 39.
[1074] agk.
[1075] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 405-406.
[1076] bk., Taberî, lV/61; İbnü'l-Cevzî, Zâdü't-Mesir, 1/446
[1077] İbnül-Cevzî, agy.
[1078] agk.; Cessâs, II/324
[1079] Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübra, X/l27.
[1080] bk.; Kurtubî, lV/179,80.
[1081] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 406-407.
[1082] Kurtubî, Vl/76; Cessâs, 10/322/6
[1083] bk, Elmalılı, Hindiye, V/347
[1084] Kurtubî, VI/77.
[1085] Kurtubî, VI/78
[1086] agk.
[1087] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 407-408.
[1088] bk, Cessâs, 11/16
[1089] bk: Cessâs, 11/17; Kurtubî,, 111/67, 69.
[1090] bk, Cessâs, 11/16; Kurtubî, 111/70.
[1091] Râzî, VI/58; Hadis diğer kaynaklarda sadece "...
Onlara ehli kitap gibi muamele edin" şeklindedir, bk, Muvatta, zekât, 42;
Bacî, el-Müntekâ, 11/173; Beyhakî, Sünenü'l-kübra, IX/I89; el-Hindî, Kenz,
lV/502 (İbn Ebî Şeybe'den).
[1092] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 408-409.
[1093] bkr Tirmizî, kıyâme, 34; İbni Mâce, ruhun, 6,
[1094] İbn Kudâme, Mugnî,
[1095] İbn Kudâme, age.,V/554.
[1096] agk.
[1097] Kâdıhan, 111/426; Hindiye, lV/450 (Muhitten); Cezirt,
111/125.
[1098] Kâdıhan, 111/404, 426. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 409-411.
[1099] K. Nisâ: 4/141.
[1100] Cessâs, Ahkâm, 11/324; Kurtubî, lV/178-179.
[1101] agk.; Ayrıca bk, İbnül-Kayyim, Zâdü'l-me'âd, 1/447.
[1102] Kurtubî, lV/l80.
[1103] Bezzâziye, VI/359.
[1104] Bu konuda bir eser esas adına rastladık: "Risale
fi'sti'mâlil-Yahûdi ven'Nesârâ". Muhammed b, Abdülkerirn. bk,
Keşfu'z-zunûn, 11/745. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 411-412.
[1105] İbn Kudâme, age.,V/3-5.
[1106] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 413.
[1107] Hindiye, V/348 (Sirâciye'den).
[1108] K. Münafikûn: 63/6.
[1109] bk, Kurall, el-Furûk, lV/259 vd
[1110] Bezzaziye, VI/355; Hindiye, V/348
[1111] agk; Aynca bk., Hindiye, V/347.
[1112] Hindiye, V/347.
[1113] Bezzâziye, VI/347.
[1114] Benzer hadis için bk. el-Hindî, age., 1121 I
(Deylemi’den).
[1115] Kâdıhân, 111/401.
[1116] Hindiye, V/347. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla
Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 413-415.
[1117] Günaydın, 26.9.89.
[1118] Fehmi Koru, Zaman, 27.9.89.
[1119] K. Fatiha: 1/7.
[1120] K. Maide: 5/82.
[1121] Buhari, enbiyâ, 50; Müslim, ilim, 6. Doç. Dr. Faruk
Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 415-418.
[1122] K. Nisa: 4/141.
[1123] K. Münafıkûn: 63/8.
[1124] K. Maide: 5/5
[1125] K. Ali İmran: 3/28.
[1126] K. Nisâ: 4/139
[1127] K. Hûd: ll/113
[1128] K. Mâide: 5/56.
[1129] K. Mâide: 5/57.
[1130] K. Mücadele: 58/22.
[1131] K. En'âm: 6/57.
[1132] bk, İbn Kesir, II/89; Kurtubî, IV/1 19.
[1133] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 418-422.
[1134] Ebu Davud, libâs, 4; Müsned, 11/50
[1135] el-Hafâcî, NesîmuY-Riyâz, 1/590
[1136] Nesâî, zinet, 51; Müsned, II/99
[1137] Tirmizi, siyer, 42; Hakim, el-Müstedrek, 11/141-142;
Beyhakî, sünen, (K.) IX/142.
[1138] bk., İbn Kesir, age.
[1139] Suyutî, el-Câmi'us-sağîr, (Feyzu'l-Kadîr ile) 11/550.
[1140] İbnül-esîr, en-Nihaye, V/125.
[1141] Ebu Davud, cihad, 9; Tirmizi, siyer, 42; Tabenanı,
kebir, ll/343 H. 2264; Nesâî, kasâme, 45.
[1142] bk., İbnul-Esîr, en-Nihâye, V/125.
[1143] agk
[1144] el-Muharrar. ll/44l.
[1145] agk
[1146] Münavî, Vl/384.
[1147] Münavî, VI/386.
[1148] Ebu Yusuf; Kitabu'l-Harac, (Terc), 207-8.
[1149] Münavî, VI/404
[1150] K.Tevbe: 9/119.
[1151] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 425-426.
[1152] İbn Haldun, Mukaddime, (Trc) 1/374-75. Doç. Dr. Faruk
Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 422-426.
[1153] bk.,K.Tevbe: 9/39-43
[1154] bk. Bakara: 2/195.
[1155] Müslim, imara, 33; Makdisî, el-Muharrar, 11/439
[1156] K, Bakara: 2/120.
[1157] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 426-430.
[1158] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 431-434.
[1159] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 435.
[1160] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 436.
[1161] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 437-439.
[1162] Bakara: 2,
[1163] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 439-444.
[1164] İnşirah: 94/7
[1165] İnşikak: 84/6
[1166] Beled: 90/4
[1167] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 444-446.
[1168] bk., Kagıb,
Müfredat, 442; el-Mu'cemü'l-vasit, "ke-ne-ze" md.
[1169] bit, Kurtubî, VIII/125: Bağavî, 111/42; Cessâs,
lV/303.
[1170] Kurtubî, VIII/126; Cessâs, lV/302.
[1171] Kurtubî, VIII/125; Beğavî, lll/42.
[1172] Beğavî, 111/43.
[1173] Taberî, X/M 8
[1174] Taberî, X/120.
[1175] Kurtubî, VIII/123
[1176] agk
[1177] Kurtubî, Vlll/123
[1178] agk.
[1179] Buharî, hars, 18; Müslim, buyu, 114; Nesâî, eynan, 45
[1180] Tahir b. Aşûr, Makasıdüş-şeria, 37
[1181] Taberî, X/1 18; Beğavî, lll/42
[1182] Kurtubî, Vlll/126.
[1183] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 446-450.
[1184] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 450-452.
[1185] Timurtâşî, (İbn Abidîn'in tasarrufuyla), bk, İbn
Abidin (Amini), lV/177,
[1186] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 452-454.
[1187] Ahmed, IV/194
[1188] bk. İbn Abidin, Tenbihur-Rukûd, 11/60-61
[1189] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 455-456.
[1190] bk, Mavsilî, el-İhtiyar (İst.). 208
[1191] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 456-457.
[1192] İbn Abidin, Tenbîhu'r-Rukûd, ll/60, 6 t. Doç. Dr.
Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 457-458.
[1193] bk., Bilmen, VI/96
[1194] Konu için zikredilen kaynaktan başka ayrıca bk.,
Mavsilî, el-İhtiyâr,(İst,).3-9. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat,
Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 458-459.
[1195] Faizsiz finans kurumları (2)
[1196] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 460-462.
[1197] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 462-465.
[1198] Bilmen, Kamus, Vl/177.
[1199] Bilmen, age, VI/448
[1200] İbn Abidîn (Amira), V/50; Bümen, age, Vl/178
[1201] İbn Kudâme, el-Mugni, V/448. Doç. Dr. Faruk Beşer,
Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 465-466.
[1202] bk., Müslim, taharet, 56; Ebu Davûd, taharet, 29;
Nesâi, zinet
[1203] K. Nisa: 4/117-121
[1204] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 467-468.
[1205] Buraya kadar verdiğimiz rivayetlerin hepsi Tabakât-ı
İbn Sa'd'dan alınmıştır, bk., 1/427 vd.; İbnü'l-Kayyim, sarkıtmayı, arkaya
doğru, ikiye ayırmayı da, her iki tarafı örgü olacak şekilde, diye tarif eder.
Zâdü'l-Me'âd, 1/175.
[1206] Ali el-Müttakî, Kenzü11-Ummâl, Vll/124 (18303) (Taberâni’den).
[1207] age., Vll/126 (18319) (Taberâni’den).
[1208] Buharî, vudû', 31, libas, 38; Müslim, taharet, 66,68;
Ebu Davûd, libas, 41; Tirmizî, cuma, 75; Nesâi, taharet, 89; İbn Mâce, taharet,
42; Müsned, Vl/94.
[1209] Ebu Dâvud, teraccül, I; Tirmizî, libas, 22; Nesâî,
zinnet, 7; müsned, Vl/68.
[1210] Tirmizî, Şemail, 25.
[1211] Buharî, libas, 72; Müslim, libas, 72, I 13; Ebu Davud,
teraccül, 14; Nesâî, zinet, 5; İbn Mâce, libas, 38; Müsned, VI/39.
[1212] Ali el-Müttaki, age, VI/648.
[1213] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'l-Me'âd, 1/175-75.
[1214] Ahmed b. Hanbel, Kitabu'l-verai, 181.
[1215] Tirmizi, şemail, 23.
[1216] Ebu Dâvud, libas, H. no. 4062.
[1217] Bu konudaki hadisler ve kaynakları için bk., Ali
Nâsıf, et-Tâc, 111/173. vd.
[1218] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 468-470.
[1219] Ramlî, Fetâvâ, (Heytemî ile beraber), 28, I 17.
[1220] Örnek olarak bk, Adûni, Keşfu'l-hafa, 11/94.
[1221] Suyutî, el-Leâli'l-masnu'a, ll/260.
[1222] Münâvî, Feyz, IV/225
[1223] Suyutî, el-Havî, 1/1 10-121
[1224] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 470-471.
[1225] bk., İbn Kayyım el-Cevziyyer Zâdü'l-meâd, 1/35
[1226] K. Araf: 7/3
[1227] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 471-472.
[1228] Fetavay-ı Ankaravî, 1/167.
[1229] Şatıbî. el-Muvafakât; Ayrıca bk, İslâm'da
Kılık-Kıyafet ve Örtünme, 119-122
[1230] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 472-473.
[1231] Ebu Davûd, libas, 4; Müsned, 11/50; (Tirmizi'deki bir
hadis ise: "Başkasına benzeyen bizden değildir" şeklindedir.
İsti'zân, 7).
[1232] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 474-475.
[1233] Tirmizî, at’ime, 43: İbn Mace, at'ime, 43; Darimî,
at'ime, 20
[1234] Hindî, Kenz, X/48
[1235] Ebu Davud, libas, 13, Tıp 14; tirmizî, libas, 22, 23;
İbn Mâce. tıp, 25
[1236] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 475-476.
[1237] Ebu Davud, Edep, 153; Müsned, V/253, 256
[1238] el-Beyan vettavif, 11/205
[1239] Buharî, istl'zan, 26; Ebu Davud, edep, 144; Müsned,
VI/142; Tirmizi, edep, 13
[1240] Aynî, Umdetü'l-kârî, XX/252
[1241] Beyhakî, es-Sünen el-kübrâ; Alâuddin Abidin,
el-Hediyye'l-Alâiyye, 249; Benzer bir hadis ve açıklaması için bk., Fetâvay-ı
İbn Salah, 18.
[1242] en-Nemenkanî, el-Fethur'-Rahmani, ll/256
[1243] en-Nemenkanî, age., ll/257
[1244] bk., İbn Hacer el-Mekkî, ez-Zevacîr, 11/171
[1245] el-Mekkî, agk; Ayrıca bk., Vehbe ez-Zuhaylî, 111/571;
(Nevevînin söz-konusu risalesinin adı; "Fadü'l-kıyâm Ii-ehli'1-ilmi
ve'l-hadisi ve'z-zühhâd ve'l-ubbâd ve's-salihin ve'l-kurrâi min ehli'l-İslam
"dır bk, Keşfu'z-zunûn zeyli. ll/l99).
[1246] İbn Teymiye Külliyatı, 1/450-51; Konu için aynca bk,
Fetavay-ı Hindiyye, V/325, 369; Bezzâziye, VI/354; Nevevî, el-Fetâva, 79;
Hindî, K. Ummal, 1X/157 158
[1247] Tirmizî, İstpzan, 31; İbn Mâce, Edep, 15; Müsned,
111/198
[1248] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 476-479.
[1249] Musafaha hakkında geniş bilgi için bk,, Ebu'l-Vefa
el-Efğânî, Muhtasaru't-Tahâvî üzerine tahkiki, 438-39; Nevevî, Fetavâ, 61
[1250] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 480-481.
[1251] bk, el-Hindî, Kenz, XVI/417 vd.
[1252] Müslim, Edep, I.
[1253] Aynî, Umdetü'l-Kârî, IX/328.
[1254] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübra, IX/3I0
[1255] Nevevi, Şerhu Müslim, IX/359/60.
[1256] Beyhakî, age., IX/309.
[1257] İrşâdu's-sârî, X/573
[1258] Hindî, age., XV!/418; Suyutî, el-Camiu's-sagir
(Feyzu'l-Kadîr ile), 1/358.
[1259] Hindî, age., (Taberâniden), XVI/4I9.
[1260] Münavî, Feyzu'l-Kadîr, VI/237-38
[1261] Münavî, age., VI/237.
[1262] agk.
[1263] Münavî, age., 1/385.
[1264] Hindî, age., XVI/418 (45200); Suyutî, age., 111/246.
[1265] Müslim, âdâb, 6.
[1266] Nevevî, Şerhu Müslim, Xlll-XIV/364.
[1267] agk.
[1268] Nevevî, age., XlII-XlV/364; Ayrıca bk., İbn Kayyim,
Tuhfetü'l-mevdû,104. Bunda bir beis olmadığını söyleyenler de vardır, bk, agk.
[1269] Bu konunun özeti, başka hadisler ve üc temel görüş
için bk. İbnü'l-Esir, Cami'ul-Usûl, l/381-82.
[1270] Bu mânâda yazılmış bir kitap adına rastladık:
"Büşra'l-Kerim el-emced bir adem-i ta'zibîmen yüsemma bi-Ahmed ve
Muhammed" Şeyh Osman el-Fetûhî, bk.., Keşfu'z-zunûn, 1/245. Doç. Dr. Faruk
Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 481-485.
[1271] Buharî, Isti'zan, 19; Nesâi, İman, 12.
[1272] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/2
[1273] Aynî, 'Umdetü'l-Kârî, XVIll/292
[1274] İbn Hacer, age.,XI/2l.
[1275] agk.
[1276] Akkirmanî, Şerhu't-ahâdisi'l-erbain, 165.
[1277] K. Nisa: 4/94.
[1278] Kurtubî, VI/298.
[1279] Kurtubî V/303. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş
Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 485-487.
[1280] Fetâvây-ı Hindiyye, V/326; Bezzâziyye, VI/354;
Akkirmanî, Şerhu Erbain, 163 vd. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat,
Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 488-489.
[1281] Kurtubî, V/303.
[1282] bk, Râgıb, Müfredat, 191; İbnü'l-Eslr, en-Nihâye,
11/207.
[1283] bk., K. Nisa: 4/86.
[1284] Örnek olarak bk, Buharî, İman, 40; Müslim, İman, 24;
Ebu Davûd menasik, 56.
[1285] İbn Hacer, agk.; Aynî, Umdetü'l-Kârî, 1/355.
[1286] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 489-490.
[1287] Ebû Firâs en-Na'sanî, Ta'lîkât alel-Fevâid s. 141.
Merğinâninin fıkıhtaki derecesini Lüknevînin "Ashabı tercihten"
olarak göstermesine Ebü Firâs şu itirazda bulunun "Gerçi İbn Kemal Paşa
Merginâniyi kendi içtihatlarıyla, rivayetlerin bir kısmını diğerine tercih
gücüne sahip olan "ashab-ı tercih" tabakasında zikreder ama, bu
tenkide uğramış ve: Merğinânînin durumu hiç de Kâdihân'dan aşağı değildir. Onun
delilleri tenkitte ve mesele istinbatındaki yeri, herkesin kabulüdür. Öyleyse
"Mezhepte müctehid" makamına o daha lâyıktır. Aklî selim de bunu
kabul eder, denmistir, (agk.)
[1288] Lüknevî, el-Fevâid, 141.
[1289] Lüknevî, age., 142.
[1290] Taşköprüzâde, Mevzûâtü't-ulûm, 1/725; Kâtip Çelebi,
Keşf, 11/2032.
[1291] Lüknevî, el-Fevâid, s. 142.
[1292] Zehebî, Siyeru-a'lâmi'n-nübelâ, 21/232.
[1293] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 491-493.
[1294] Hacı Halîfe; Keşfu'z-zunûn, 2/2032.
[1295] bkz, Y. Ziya Kavakçı, Karahanlılar Devrinde İslâm
Hukukçuları, s.
[1296] Taşpköprüzâde, Miftâhu's-sa'âde, 2/164.
[1297] Lüknevî, Fevâid, s. 141-142. Kifâye adlı bu şerhin
bazı kaynaklarda seksen cilt olduğundan (bkz., Taşköprüzâde, Mevzûa'tü’I-ulûm,
1/724), bazılarında ise sekiz cilt olduğundan (bkz., İA. Merğinân md)
sözedilir. Seksen cilt diyenler, ya fasikül halindeki cüzleri kastetmiş olmalı
ya da birhata sonucu "sekizi, seksen" diye okumuş bulunmalıdırlar.
Çünkü müellifin önsözündeki "bir nebze uzun oldu" ifadesi, ancak
sekiz cilt için yerinde bir ifadedir. Seksen cilt olsaydı "fok uzun oldu"
demeliydi.
[1298] Merginânî, Hidâye, (Mukaddime) l/l I.
[1299] Taşköprüzâde, age., 1/725
[1300] bkz., Kâtip Çelebi, age., 2/2031 vd.; Bu şerhlerden özellikle, Fethu'l-kadîr,
en-Nihâye, el-Binâye ve tahriflerden de Nasbu'r-râye meşhurdur. Fethu'l-Kadîr
üzerine Aliyyü'l-Kâri’nin bir haşiyesinden sözedilir ki, mevcut olması halinde
çok değerli bir kitap olmalıdır. Yine Fethu'l-Kadîr'e İbrahim el-Halebînin de
tenkitli bir ihtisarından söz edilir. (bkz., agk.)
[1301] Taşköprüzâde, age., 1/725.
[1302] Hidâye, Mukaddime, s. 7.
[1303] Taşköprüzâde, age., 1/726
[1304] Taşköprüzâde, age., 1/726-27; Hidâye, giriş, s. 7-9
[1305] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 493-499.
[1306] En’am: 6/l53
[1307] el-Bağavî, Mesabihu's-Sünne, l/160. (Tirmizî, Hm,
42/16; İbn Mace, Sünen, Mukaddime, 15).
[1308] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 500-505.
[1309] Kutup, terceme, 5/265
[1310] Bakara: 2/330; I 1/123
[1311] Al-i İmran:
3/44; l 1/49; 12/102
[1312] Nisa: 4/34
[1313] Maide: 5/94
[1314] En’am: 6/73; 9/94, 105
[1315] Yunus: 10/20
[1316] Yusuf: 12/52, 81
[1317] Sebe: 34/14
[1318] Maide: 5/1 16; 9/78
[1319] Müsned, 5/266.
[1320] Müsned, 4/13, 129, 164
[1321] A’raf: 7/7
[1322] Lokman: 31/34
[1323] el-Camius-Sağır-, H. No: 3963 4-Askalanî,
Fethu'l-Karî, 1/124
[1324] Fatiha: 1/1 63.
[1325] Neml: 27/65
[1326] Yunus: 10/20
[1327] En’am: 6/59
[1328] Al-i İmran: 3/l79
[1329] Cinn: 72/26
[1330] Müslim, K. I, H. 287; Kurtubî, 7/11; Benzer bir hadis
için bkz., Buharı, Tefsir, Necm Sûresi I
[1331] Elmalı, 7/4869.
[1332] el-Fetava'l hadissiye, s. 222-23
[1333] Buhârî, rikâk, 38
[1334] İmam Azamın Beş Eseri, çev: Mustafa Öz. İst 1981, s.
29, Arapçası;
[1335] Müslim, İman, 158.
[1336] İbn Mâce, Fiten, I
[1337] Müsned, IV/438-39
[1338] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 506-512.
[1339] Tevbe: 9/31
[1340] Müsned, Tirmizî ve başkaları bkz., İbn Kesir, 4/77
[1341] Zariyat: 51/56
[1342] Enbiya: 21/25
[1343] Zariyat: 51/56
[1344] Haşr: 57/l6
[1345] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 512-517.
[1346] Bakara: 2/3
[1347] Kurtubî, 1/179.
[1348] Razî, 2/3.
[1349] Kurtubî, 1/179.
[1350] Sebe: 34/39
[1351] Bunlar ve benzeri hadisler için bkz., el-Bereke
fi-fadli'l-sa'yı ve's-hareke, Beyrut, 1406 (1986) S. 83 vd.
[1352] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 517-520.
[1353] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 520-523.
[1354] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 523-526.
[1355] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 526-529.
[1356] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 529-532.
[1357] Tercemesini sunduğumuz Risalenin müellifi Zeynüddîn b.
İbrahim (Zeynül-Âbidîn) b. Muhammed b. Nuceym el-Mısrî el-Hanefî, kısaca İbnu
Nüceym olarak meşhurdur, (926/1519) tarihinde Mısır'da doğmuştur. Hanefî
fukahâsındandır. Kendisine İkinci Ebû Hanîfe denmiş, meşhur Mecelle
hazırlanırken, eserlerinden büyük fapta istifade edilmiştir. Küllî kaideler
ihtiva eden el-Eşbâh ve'n-nezâri, Kenz şerhi el-Bahrur-râik, Muhtasaru't-Tahrîr
en meşhur eserlerindendir. er-Resailü'l-fıkhiyye'si, terceme ettiğimiz risale
ile birlikte 41 muhtelif mevzulu risaleden oluşur. el-Hamevfnin "Ğamzu,
“uyûni'l-besâir"i ile birlikte basılmıştır. Risaleler ayrıca müstakil
olarak Dâni'l-kütib'iI-ilmiyye (Beyrut) de 1400 (1980) de basılmıştır.
(970/(260) ta vefat etmiştir.
[1358] el-Misbâhu'l-münîr fîğarîbi'ş-şerhi'l-kebîr, Ahmed b.
Muhammed b. Ali el-Feyûmfnin (v. 770/1369) yazdığı lügat kitabıdır. Tertibi,
Hanefi fıkhı ıstılahları hususunda yazılan el-Mugrib'in tertibine benzer.
[1359] El-Muğrib fî-tertibi'l-muvib: Nâsiruddîn Abdüsseyyid
el-Mutarrizı'nin (v. 610/1214) fıkıh ıstılahlarına dair kıymetli bir eseridir.
1320 küsurlarda Hindistan'da basılmışsa da mevcudu kalmamıştır. Dr. Sadi
Çogenli tarafından Erzurum Atatürk Üniversitesi Ed. Fakültesi'nde doktora tezi
olarak edisyon kritiği yapılmıştır.
[1360] İmâm Ebû Nasr el-Bağdâdî (v. 474/1567) Ebû Nasr
el-ekta' olarak meşhurdur. Muhtasaru'l-Kudûrînin en meşhur sarihlerin dendir.
[1361] Kuran-ı Kerîm, en-Nisâ: 4/29.
[1362] el-Kâdî Nâsıruddîn el-Beydâvî v-685/1286) Şafiî
mezhebine mensup büyük bir müfessirdir. Tefsir-i Beydâvî diye meşhur
"En-vâru't-tenzîli ehl-i sünnet âlimlerince; usûl, hikmet ve edep
ilimlerini de ihtiva etmesi bakımından, Zemahşerînin tefsîri yerine itibar
görmüş, Osmanlı medreselerinde uzun müddet okutulmuş ve 150 civarında da haşiyesi
yapılmıştır.
[1363] bkz, el-Beydâvî, Envâru't-tenzîl ve esrâru't-te'vîl,
(Tarihsiz) Beyrut, 11/81.
[1364] el-Bakara: 2/188.
[1365] el-Bukâî (v. 885/1470) İbrahim b. Ömer b. Hasan
er-Rubât b. Ali b. Ebî Bekr el-Bukâî Ebul-Hasan Burhânüddîn. Bir çok eseri
vardır. Nazmüd'dürer fi-tenâsüb'il-âyâti vessüver'i Münâsebât-ı Bukâ'î olarak
bilinir. Aynı zamanda tarihçi ve ediptir.
[1366] Şemsü'l-Eimme el-Hulvânî, Ebû Muhammed Abdü'I-Azîz b.
Ahmed. (v. 456/1065) Hanefî fakîhidir. İmâm Muhammed'in el-.Câmiu'l-kebîr ve
es-Siyeru'l-kebîr'ine şerhler yazmıştır. Başka eserleri de vardır.
[1367] bkz., Feyzu'l-Kadîr, V/268; bu mevzuda Tirmizî'nin Ebû
Hureyre'den rivayet ettiği hadîs-i şerifin meali şöyledir "Rasûlüllah,
hükümde rüşvet alana da verene de lanet etti." Aynı babta daha sonraki hadîs-i
şerifte sadece "hükümde" kelimesi eksiktir, bkz., Sünen-i Tirmizî,
111/613-614.
[1368] el-Hasen b. Mamur b. Muhammed Abdül-Azîz el-Özcendî,
Ferganalı bir Hanefî fakîhidir. Kâdihân diye meşhurdur. İbnu Kemal Paşa,
kendisini mes'elede müctehidler tabakasından sayar. (v. 592/l 196) Fetâvâyı
Kâdihân diye meşhur fetvaların sahibidir, el-Hassân’in Edebü'l-kâdî'sına da
şerhi vardır.
[1369] Hulâsatü'l-Fetâvâ, Tâhir b. Ahmed b. Abdürreşîd
el-Buhâri'nin el-Hulâsa diye bilinen eseridir. Adı geçen müellif (542/1 148)
tarihinde vefat etmiştir. Hadislerini Zeylaîtahrîc etmiştir.
[1370] el-Akdıye ismiyle Keşfu'z-Zunûn sadece Abdutrezzâk
el-Merginânî'nin (v. 506/1113) Akdıyetür-Rasûl adlı eserini kaydetmektedir.
Buradaki Akdıye'den maksat da bu olsa gerekir.
[1371] el-Bezzâziye, İbnu Bezzaz el-Kerdevî diye maruf
Hâfizuddîn Muhammed b. Muhammed b. Şihâbmin (v. 827/1425) Hanefî fıkhına dair
fetva kitabıdır. Ebus-Suûd Efendi'ye "Niçin mühim meseleleri havi ve Cami
bir kitap yazmıyorsunuz?" diye sorulduğunda, "el-Bezzâziye
sahîbiniden utanıyorum. Hem kitabı da daha ortada" cevabını vermiştir.
[1372] el-Bakkâlî, Muhammed b. Ebi'l-Kâsım el-Bakkâlî
el-Harzemî, (v. 562/1167) Lakabı Zeynul-Meşâyıh'tır. Tefsir ve fıkıh başta
otmak üzere birçok sahada eseri olan bir Hanefî âlimidir.
[1373] Bizde başlık parası da buna dahildir.
[1374] Fethu'l-Kadîr, kısaca İbnu-Hümâm diye maruf el-Kemal
Muhammed b. Abdulvâhid es-Sivâsî (v, 861 /1457)'nin eseridir. Hidâye'nin en
büyük şerhlerin-dendir. Müellif bu eserini ikmal edememiş, Kadızade Şemsüddin
Ahmed (v. 988/1580) tarafından Netâicu'l-Efkâr adlı tekmile ile tamamlanmıştır
[1375] Burada zikredilen el--Kunye'den murad, İmam Ebu'r-Recâ
Necmüddin Muhtar b. Mahmud ez-Zâhidî el-Hanef’nin (v. 658/1261) Kunyetü'l-Münye
'Alâ-Mezheb-i Ebî Hanife'si olsa-gerektir. Mamafih, Hanefî fıkhında el-Kunye
ism ile başka kitaplarda vardır, (bkz., Keşfu'z-Zunûn, 11/1357).
[1376] Ta'zir kelimesi lügatte men', red, icbar, tahkir,
te'dip mânâlarını ifade eder. Hukukî bakımdan ta'zir, "Hakkında muayyen
bir ceza, bir serî had bulunmayan cürümlerden dolayı tatbik edilecek te'dip ve
ceza demektir."
[1377] el-Bedâyiu's-Sanâyi, Ebû Bekr b. Mes'ud b, Ahmed
el-Kâsânfnin (v. 587/1 191) en meşhur eseri olup es-Semerkandî'nin
Tuhfetü'l-Fukahâ'sı üzerine şerhtir. Delil ve münakaşaları ve tertibi ile
Hanefî fıkhında çok değerli bir eserdir.
[1378] Câmi'ul-Fusûleyn meşhurdur, Bedrüddin es-Simâvî
(Muhammed b. İsrâil)'nin (v. 823/1421) eseridir. Sadece muamelata dâir olup
el-İmâdmin Fusûl'u ile el-Esruşninin Fusûl'ünden bir araya geldiği için bu adı
almıştır.
[1379] el-İnâye, el-İmâm Ekmelüddîn Muhammed b. Mahmûd
el-Bâbertî (Bayburt)'nin (v. 786/1384) el-Hidâye üzerine yazdığı şerhtir.
Fethu'l-Kadîr ile birlikte basılmıştır.
[1380] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 533-543.
[1381] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 544-546.
[1382] İbn Abidîn, Tenbîh'ur-rukûd, 11/64.
[1383] ay.
[1384] ay.
[1385] Alîş, Minahu'l-Celîl, 11/534; Suyûtî, Kat'ul-mücâdele
'inde tağyîri'l-muamele, (el-Hâvî li'1-fetâvâ ile birlikte basılı) 1/93 vd.
[1386] İbn Abidîn, age., 11/66.
[1387] Hâşiyetü'l-Rahvânî, V/l 18-V/II8
[1388] Şafiî, el-Ümm, 111/33.
[1389] Hâfiyetü'r-Rahvhâni, V/l 19
[1390] ay.
[1391] ay.
[1392] Minahul-Celîl, ll/535
[1393] er-Ramlî, Nihâyetü'l-muhtâc, 111/397.
[1394] Heysesnî, Tuhfetü'l-muhtâc, lV/255.
[1395] Ama değeri kendi cinsinden ödemeye riba'l-fadl
terettüp etmiyorsa, o taktirde ödemenin kendi cinsinden değeriyle olmasında bir
engel yoktur.
[1396] Keşşâfu'l-kınâ, lll/301, eş-Şerhu'l-kebîr
'ale'l-Mukni, V/358, el-Muğnî, lV/365; el-Mubdî’, lV/207.
[1397] el-Buhûti, Şerhu-Münteha'l-irâdât, ll/226. Doç. Dr.
Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 546-551.
[1398] Değerli Üstad Ahmed ez-Zerka,
"Şerhu'l-kavâidil-fıkhiyye" adlı eserinde (s. 121) şunları söyler
Anlaşılan o ki, günümüzde Suriye lirası denen raiç bankonot para ve onun diğer
ülkelerdeki raiç benzerleri de geçerli felslerden sayılır. Onlar için söylenen
hükümler, bunlar için de söylenir. Çünkü geçerli felsler ik (tabii) paranın
-altın ve gümüş- dışında edinilen ve kullanmada aynen bu iki para gibi itibar
edilip işlem gören paralardır, işte sözü edilen kağıt banknotlar da bu
kabildendir. "Geçerli fels" diye, sadece diğer madenlerden
yapılanlara deneceğini iddia edenler delil getirmelidirler.
[1399] Kesâd" sözlükte, rağbet görmediğinden revaç
bulmamak demektir. Kesâdın aslı "Fesad'dır da denmiştir.
(el-Misbâh'ül-Münîr, 11/644) Fakîhleriri terimi olarak ise "Kesâd",
herhangi bir paranın tedavülden kaldırılması ve bütün ülkelerde geçerliliğinin
düşmesi demektir. (Alî Haydar, Şerhu Mecelle, 1/108, Zeylaî, Tebyinü'l-hakâik,
lV/143; İbn Abidin, Tenbîhu'r-rukûd, ll/60).
[1400] el-Fetâva'l-Hindiyye, ll/225; Kasânî,
Bedâyi'u's-sanâyi', lV/3244 vd; Zeylat, Tebyin, lV/142.
[1401] Zeylaî, Tebyinü'l-hakâik, lV/144.
[1402] Yani kıyemî ise. Zeylat, lV/142
[1403] Yani misli ise, ay.
[1404] Bedâyi'u's-sanâyi, VII/3244.
[1405] Bedâyivs-Sanâyi', Vll/3245.
[1406] el-Fetâval-Hindiyye, 111/225; Tebyînü'l-Hakâik,
lV/142.
[1407] Keşşâfu'l-kınâ, 111/301; Şerhu Müntehe'l-İrâdât,
ll/226; Şerhu'I-kebîr 'alel-Muknî', lV/358.
[1408] Hâşiyetür-Rahvânî, V/1 20; Hâşiyetü İbni'l-Medenî, V/1
18.
[1409] ez-Zehîra'l-Burhaniyye" sahibi, bu görüşün Hanefî
mezhebinde fetva verilen görüş olduğunu nakleder. Çünkü bu kolaydır. Şöyle ki,
muamele günündeki değer, tedavülden kalktığı günün aksine, bellidir. Öbürü zor
bilinir, (bkz., el-Fetâva'l-Hindiyye, 111/225). Tebyînü'l-Hakâik, lV/144;
es-Şelebî'atâ-Tebyîni'l-Hakâik, lV/142; Tenbihü'r-ruküd, 11/59.
[1410] "Karışımı galip parçadan maksat, çoğu altın ve
gümüş dışındaki bir maden olan alaşım (yani altın ya da gümüş miktarı,
alaşımındaki diğer maden miktarından az olan) paradır."
[1411] el-Muğnî, lV/365
[1412] Hâşiyetü İbni'l-Medenî, V/l I 8; Hâşiyetü’l-Rahvanî,
V/l20.
[1413] Hanefî fıkhı kitaplarında: el-Muhît, el-Yetîme ve
Tebyîn'den naklen, mezhepte fetvanın, vereceklilere merhamet için, İmam
Muhammed'in görüşüne göre olduğu kaydedilir. Çünkü paranın son revaçta olduğu
zamanki değeri, âdetten, muamele günündeki değerinden az olur. (bkz.,
Fetâva'l-Hindiyye, 111/225; ez-Zeylat, lV/143, eş-Şelebî, 'Alâ-Tebyîn'i hakâik,
lV/142; İbn Abidîn, Tenbîhu'r-Rukûd, 11/59.)
[1414] eş-Şerhu'1-kebîr ale'l-Mukni', lV/358
[1415] İbn Abidîn, Tenbih'ur-Rukûd, ll/58
[1416] Heysemî, Tuhfetu'l-muhtaç ve üzerine eş-Şirvânî
Haşiyesi, lV/258, V/44, Suyûtî, Kat’ul-mücâdele, l/97 vd; Esna'l-metâlıb,
ll/143.
[1417] el-Huraşî alâ-Muhtasar-ı Halîl, V/55; ez-Zürkânî'alâ
muhtasar-ı Halîl, V/55, Hâşiyetü'r-Rahvanî, V/120- 121,
[1418] Nihâyetü'l-muhtâc, 111/399.
[1419] Nihâyetü'l-muhtâc, lV/223.
[1420] el-Mecmû şerhu'l-Muhezzeb, IX/282.
[1421] Minahu'l-Celîl, 11/534.
[1422] Zella'î, Tebyînü'l-hakâik, lV/143
[1423] Hâşiyetü'ş-Şelebî 'alâ-Tebyîni'l-hakâik, lV/143; İbn
Abidîn, Tenbihu’r-rukûd, 11/59
[1424] Yani, İmâm Ebû Hanife'nin görüşüne göre
[1425] Tenbihû'r-rukûd, 11/60.
[1426] Hâşiyetü'ş-Şelebî'alâ-Tebyînil-hakâik, lV/143.
[1427] Paranın piyasadan çekilmesinin (inkıta'ın) ölçüsü:
Tebyînü'l-hakâik ve ez-Zehîra’l-Burhâniyye'de zikredildiği üzere: "Evlerde
ve sarraflarda (bankalarda) bulunsa bile, piyasada bulunmamasıdır, (bkz.,
Tebyînü'l-Hakâik lV/143; Tenbihur-rukûd, 11/60) Ali Haydar Efendi Mecelle
Şerhinde ise: "Piyasadan kalkma (inkıta) çarşı ve pazarda bir şeyin misli
bulunmamaktır. Bir şeyin misli evlerde bulunsa bile, çarşı ve pazarda
bulunmayınca o şey yine munkatı sayılır. (Şerhu'l-Mecelle, 1/108, md. 153); Huraşî ve Zürkânî, inkıta'da kural
olarak şöyle söylerler: "Muamelenin yapıldığı bölgeye itibar edilir. Başka
bölgede bulunsa bile, yine munkatı' sayılır." (bkz., Şerhu'l-Huraşî, V/55;
Şerhu'z-Zürkâni, V/60)
[1428] eş-Şerhu'l-Kebîr 'ale'l-Mukni, lV/358.
[1429] Zeyla'î, Tebyînü'l-hakaik ve Şelebî Haşiyesi, lV/142
[1430] Tenbihu'r-rukûd, ll/59.
[1431] Tenbihu'r-rukûd, ll/60.
[1432] el-Fetâva'l-Hindiyye, lll/225; Tebyinu'l-hakâik,
lV/142
[1433] Tebyînü'l-hakâik, lV/142; el-Fetavâ'1-Hindiyye,
111/225.
[1434] Tenbihu'n-rukûd, ll/59
[1435] Heysemî, Tuhfetu'l-muhtâc, lV/258; Aynca bkz, Suyûtî,
Kat'u'l-mücadele 'inde Tağyîrî'l-muâmele, 1/97.
[1436] Minahu'l-Celîl, ll/535; el-Huraşî 'alâ-Halîl, V/55;
ez-Zurkânî 'alâ-Halîl, V/60.
[1437] Borçlu bunu ister geciktirsin, ister geciktirmesin.
Nitekim Halil'in sözünden ve el-Müdewene'den anlaşılan da budur. Huraşîve
başkaları bunun, borçlunun geçiktirmediği zamanla kayıtlı olduğu
görüşündedirler. Aksi halde varılan son durum. Yani kıymet değil, yeni uygulama
gerekli olur- yani eskisine artık olarak basılan yeni para konusundaki son
durum gerekli olur. Çünkü o haksızlık etmiştir "Tekmîlü'l-Minhâc"
sahibi der ki: durumun daha iyiye gitmesi halinde bu açıktır, Daha kötüye
giderse zimmetin de sabit olan ne ise onu verir, (bkz., el-Huraşî, V/55;
Şerhu'z-Zürkânî, V/60; Minahu'l-Celîl, 11/535; Hâşiyetü'r-Rahvânî, V/121.)
[1438] Minahu'l-Celîl, 11/535; Şerhu'z-Zurkânî 'alâ-halîl,
V/60.
[1439] Nihâyetü'l-Muhtac, 111/399.
[1440] Minahu'l-Celîl, ll/534.
[1441] el-Huraşî, V/55.
[1442] Allâme Ali Haydar "Düraru'l-hükkâm"da
şunları söyler "Altın ve gümüş, eşyanın değerini ve kıymetini belirlemede
esas alınacak bir ölçü kabul edilir ve değer (semen) sayılırlar. Bakır ve kâğıt
paralar (banknot) ise eşya ve meta sayılırlar. Binaenaleyh, revaçta oldukları
zamanlarda mislî ve semen (değer) itibar olunurlar. Tedavül görmedikleri zaman
ise, kıyemî ve eşya sayılırlar. (Düraru'l-hukkâm şerhu-Mecelleti'l-ahkâm,
1/101).
[1443] Tenbîu'r-rukûd, 11/60: Hâşiyetü'l-Şelebî
alâ-Tebyîni'l-Hakâik, lV/142-143
[1444] ez-Zûrkânî 'alâ-Halil, V/60; Haşiyetü'r-Rahvânî,
V/121.
[1445] Suyuti, Kat u'l-Mücadele; 'inde-tağyiri'l-muâmele,
1/97-99.
[1446] eş-Şerhu'1-Kebîr'alel-Muknî, lV/358;
Şerh'u-Müntehe'l-irâdât, 11/226.
[1447] Bedâyi'u-sanâyî,' VII/3245.
[1448] ay.
[1449] el-Muğnî, lV/365
[1450] Keşsâfu'l-kınâ, 111/301.
[1451] Kat’u't-Mücâdele, l/97.
[1452] Minahu’l-Celil, ll/534.
[1453] Minahu'l-Celîl, ll/535.
[1454] Bu sözü söyleyen İbn Âbidîn'dir. (bkz.,
Tenbîhur-rukûd, ll/60, 61).
[1455] Tenbîhu'r-rukûd, 11/60-63.
[1456] Yani Ebû Hanîfe'ye.
[1457] Yani önceden Ebû Hanîfe ile beraber olduğu ve sonra
döndüğü görüşünde.
[1458] Yani Ebû Yûsufa
[1459] Ebû Yûsuf.
[1460] Yani sabitleştiği ve itimat ettiği görüşünde.
[1461] Yani alım-satım akdinde satış günü, borçlanma akdinde
de tesellüm (kabz) günü, en-Nehr'de böyledir, (bkz., Tenblhu'r-rukûd, ll/63).
[1462] Tenbîhu'l-ruküd, 11/60.
[1463] Hâşiyetü İbni'l-Medenî, V/118.
[1464] Paranın tedavülden kalkması konusunda meşhur görüşe
karşıt görüş sahiplerinin delil olarak tutundukları sebebi (illeti) kastediyor
ki, şudur. Alacaklı faydalanılan birşey alabilmek için faydalanılan birşey
vermiştir. Binaenaleyh, ona faydalanılamayan birşey vermekle haksızlık
edilemez, (bkz, Hâşiyetü'-r-Rahvânî, 1/120; Hâşiyetü İbni'l-Medenî, V/l 18)
[1465] Hâşiyetü'r-Rahvânî, V/121
[1466] Loneşrîsî, Izahu'l-Mesâlik ilâ-kavâîdi'l-İmâm Mâlik,
170; Zerkeşî, el-Mensûr fil-kavâ'id, 111/144.
[1467] Enflasyon (tadahhum) yeni bir iktisadî terim olup,
bununla genel talebin, genel arzı aşması durumu kastedilir. Normalde ülkedeki
para miktarında- kağıt paralar ve banka mevduatlarında- büyük bir artış
olmasına karşılık, beraberinde çeşitli tüketim mallarında, üretim hacmine
mukabil bir artış bulunmaz. Bu durumda satınalma gücündeki efektif talepteki
fazlalık, serbest ekonomide fiyatların ve ücretlerin artışına sebep olur. Bu
da sonuçta ücretler ve fiyatlarda ek artışlardan uzak bir "Boş Devre'ye
götürür. Devletin, tüketicilerin harcamalarına, fıyatları kontrol ve karne
sistemi gibi sınırlamalar getirmesi halinde, enflasyonun alışılan belirtileri
ortaya çıkmaz.
Deflasyon (inkimâş) ise, bunun aksi durumu gösterir. Yani parasal güçler
para ve kredi miktarlarını azaltmaya yönelirler. Bu durumda fiyatlar ve
ücretler düşer, işsizlik yaygınlaşır. (Dr. Hüseyin Ömer,
Mevsû'at'üf-mustaâlahâti'l-iktisâdiyye, 69).
[1468] bkz., Sûyutî, Kat'u'l-mücadele'sinde;
tagayyüril-muâmele, el-Hâvî lil-Fetâvâ ile birlikte basılı, 1/100.
[1469] bkz., Mâverdî, el-Ahkâmu's-sultaniyye, 205; Ebû Ya'Iâ,
el-Ahkâmu's-sultâniyye, 242; İbn Cemâ'a, Tahriru'l-ahkâm fi-tedbîr-i ehl-i
İslâm
[1470] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 551-571.
[1471] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 572.
[1472] Bu makaleyi öğrencilik yıllarımda terceme etmiş ve
Yeni Devir gazetesinde neşretmiştim. Güzelliğine binaen ve o zamanki ifadelerimin
ağırlığına rağmen bu kitabıma da alıyorum. Yazarı Hasan Ahmed Abdurrahman
Abidîn'dır
[1473] İsra: 17/88
[1474] Bakara: 2/23
[1475] Âl-i İmrân: 3/154
[1476] Bakara: 2/30
[1477] Araf: 7/172
[1478] Bakara: 2/250
[1479] Araf: 7/43
[1480] Cinn: 72/I
[1481] Bakara: 2/29
[1482] Mü'minûn: 40/86
[1483] İsrâ: 1744
[1484] Fussilet: 41/12
[1485] Mülk: 67/3
[1486] Nûh: 71/15
[1487] Tevbe: 9/36
[1488] Hucurât: 49/11
[1489] Tevbe: 9/124
[1490] Tûr: 52/21
[1491] Âl-i İmrân: 3/176
[1492] Tevbe: 9/97
[1493] Hûd: 11/I
[1494] Yunus: 10/37
[1495] Hakka: 69/41-43
[1496] Furkân: 25/6
[1497] Yunus: 10/15
[1498] Kıyamet: 75/17-18
[1499] Fussilet: 41/41-42
[1500] Yâ-Sîn: 35/40
[1501] Nisa: 4/82
[1502] Muhammed: 47/24
[1503] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 573-584.
[1504] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün
Yayıncılık, İstanbul 1997: 585-592.