Ýslâm iktisadý zaman içinde sürekli geliþme gösteren bir bilim dalý olarak karþýmýza, çýkmaktadýr. Hem nazarî hem de tatbikî yönden ele alýnarak incelenen Ýslâm Ýktisadý ile birlikte Ýslâm ülkelerinin iktisadî problemlerinin çözümü çerçevesinde yeni çalýþmalar ve çözüm arayýþlarý da artarak devam etmektedir.
Esasen Ýslâm iktisadýnýn temellerini fýkýh ve tarih oluþ-. týnmaktadýr. Kapitalist iktisat teorisinin temel kabul edilmesi ise birçok Ýslâm iktisadý çalýþmasýnda görülen yaygýn bir yanlýþtýr. O halde Ýslâm iktisadý çalýþmalarýnýn ilk Önce fýkýh ve tarih araþtýrmalarýna dayanmasý zarureti vardýr. Ancak bu Öncelik çaðdaþ iktisat bilimi ve yöntemlerine sahip olma gereðini de ortadan kaldýrmaz.
Ýþte bu çalýþma, iktisadî fýkhýn bazý terim ve kavramlarýný ele alarak özet bilgiler veren temel çalýþmalardan biridir. Daha derin ve geniþ bilgi isteyenler için de her terimin sonunda geniþ bir kaynakça verilmiþtir. Kitabýn bilim çevrelerine, yöneticilere, ticaret ve iþ dünyasýna faydalý olacaðý inancýndayýz.
Bu deðerli çalýþmayý Türkçe'ye ve Türk okuyucularýna kazandýran Enstitümüz Ýktisat bölümü doktora öðrencisi Recep Ulusoy'u tebrik eder çalýþmalarýnýn devamým dilerim.
Prof. Dr. Ahmet Tabakoðlu
Marmara'Üniv. Ortadoðu ve Ýslâm Ülkeleri Enstitüsü Müdürü
Sözlükte, ecme kelimesinin çoðulu olup sarmaþýk aðacý anlamýna gelmektedir1. Esasen bu kelimenin çoðulu üçüm þeklinde olup âcâm kelimesi ise çoðulun çoðuludur. Kale anlamýndaki üçüm kelimesinin çoðulu da âcâm þeklinde gelmektedir. Fýkýhçýlar bu kelimeyi "yolcu namazý" konusunda ve kale anlamýnda kullanmýþlardýr. Çoðulu üçüm þeklinde gelen ecme kelimesini ise fýkýhçýlar teslimi kesin olmayan alýþ veriþ anlamýnda kullanmýþlardýr. Bu kelimenin sözlükteki anlamý "sýk aðaçlýk" demektir. Fýkýhçýlarm, "sazlýktaki balýðý satmak" þeklindeki sözlerinde geçen sazlýk deyimi kamýþlarýn ve otlarýn bittiði bataklýk mekan demektir.
Sazlýk ve su birikintilerindeki balýklarý satmanýn hükmü sorulduðunda, Ebu Yusuf, Haraç isimli kitabýnda þu cevabý vermiþtir: "Sudaki balýðý satmak caiz deðildir. Çünkü burada bîr belirsizlik vardýr. Oradaki balýk avlayana aittir. Eðer avlamaksýzýn el ile yakalanabiliyorsa o zaman satmak caiz olur. Mesela, küpteki balýðýn avlamaksýzýn elle yakalandýðý gibi. Yoksa ve mutlaka avlayarak yakalanýyorsa, geyik ve kuþlarýn avlandýðý gibi; bunlarýn satýlmasý caiz deðildir. Çünkü bu garer (teslimi kesin olmayan ahþveriþ) hükmündedir ve kim avlarsa hayvan onundur. Ancak bazý âlimler sazlýktaki balýðýn satýþýný caiz görmüþlerdir. Bize göre mekruh olan görüþ doðrudur. Yine de en doðrusunu Allah bilir."
Ömer b. Abdilaziz'den rivayet edildiðine göre Irak bölgesinde bir gölde bulunan balýklarýn durumu ve îcara verilip verilemeyeceði soruldu. O da "yapýnýz" diyerek izin verdi. Sonra sazlýktaki balýklarýn satýlmasý soruldu. O da þöyle hükmetti: "Bunda bir beis yoktur. Çünkü bunlar mahpus balýklardýr, kolaylýkla yakalanabilir.[1]
(vasiyet edilenin zayýflýðý)
Sözlükte zayýflýk demektir. Râgýb'a göre bunun aslý bir konudaki gecikme ve iþin gerisinde hasýl olan þeydir. Yani iþin geciktirilmiþidir. Yapýlan tariflerde bir iþin yapýlmasý esnasýnda vâki olan kusurlar için kullanýlmýþ olup zýttý "kudrettir.
Deyim olarak aczü'l-vasî, kendisine vasiyet edilen kiþinin vasiyet edilen iþleri yapmaya ve güzel bir þekilde kullanmaya muktedir olmamasý demektir. Fýkýhçýlar bu deyimi vasinin þartlarý konusunda kullanmýþlar ve konuyu þu þekilde yorumlamýþlardýr: Aaczü'1-vasî, hastalýk, yaþlýlýk ve benzeri sebeplerle ortaya çýkan ve vasiyetin sýhhatine mani olan bir durumdur. Çünkü bu durumda olan bir kimse-' ye vasiyet etmede bir fayda yoktur. Yine böyle bir durum vasiyet yapýldýktan sonra ortaya çýksa vasiyet akdinin bitiþ sebebi olur. Zira kendisine vasiyet edilen kimsenin, emanet edilen iþlemleri yerine getirebilme kudretinin bulunmasý þartýnýn baþlangýçta kabul ve itibar edildiði üzerine bundan sonra da devam edeceði kabul edilir ve böyle gittiði sürece vasiyet muteber olur.[2]
Sözlükte istikamet vedoðruluk anlamýna gelir.
Deyim olarak da, dinen mahzurlu olan iþlerden kaçýnmak suretiyle hak yol üzere devam etmek þeklinde tarif edilir. Yine açýktan açýða ve tabiî olarak kiþilik ve vakarý bozan hareketlerden kaçýnmada çok dikkatli olmayý gerektiren bir sýfat olarak da yorumlanmýþtýr. Küçük hatalar ve dil sürçmesi birinci defa kiþilik ve vakarý görünüþte pek zedelemez. Çünkü böyle durumlarda hata, unutma ve iyiye yorma ihtimali mevcuttur. Bunun aksine olan ve tekrarlanan davranýþlar, gerçekte kiþilik ve vakan bozar. Herkesin örf ve âdeti üzere giyimi, alýþ veriþi ve emtia taþýnmasý gibi konularda alýþageldiði gelenek ve görenekleri muteberdir. Ýnsan bunlarýn dýþýnda mecbur olmadýðý halde uygun olmayan iþler yaparsa hata iþlemiþ demektir. Aksi ise böyle deðildir.
Bazý fýkýhçýlar bu iki kavramý birleþtirerek "adalet" deyimini þu þekilde tarif etmiþlerdir. "Adalet, insaný vakar ve takva sahibi olmaya sevkeden bir melekedir.[3]
(sayýlabilen)
Sözlükte adet (sayý) kelimesinin nisbet ismidir ve birimlerden oluþan sayýsal bir küme anlamýna gelir. Bu sebeple "bir" rakamý adet deðildir. Çünkü sayýlamaz. Teaddüd ise çokluk demektir.
Deyim olarak adedi ve ma'dûd lafýzlarýndan her biri, miktarý sayýlarak belirlenen þey demektir. Add sözcüðü de bir þeye kendisinden baþka bir þeyin sayýsýný eklemek ve ayrýntýlý biçimde saymak þeklinde açýklanýr.
Adedi ifadesine gelince bu kelime mukadderat denilen eþyanýn her biri için kullanýlýr. Mukadderat deyimi ise miktarý kile (hacim), aðýrlýk Ve uzunluk ölçü birimleriyle ya da sayý ile belirlenen eþyaya denir. Bu deyim mekîlât denilen ve kile ile ölçülen þeyleri, mevzûnât denilen ve aðýrlýk ölçüleriyle tartýlan eþyayý, mezrû'ât denilen ve uzunluk ölçüleriyle tesbit edilen þeyleri ve adediyyat demlen ve sayýlarak tesbit edilen varlýklarý içine alýr.
Fýkýhçýlar adediyyât'ý iki kýsma ayýrarak tarif etmiþlerdir:
1- Adediyyât-ý mütekâribe: Kýymet bakýmýndan birimlerin arasýnda fark bulunmayan kümelerdir ve hepsi de misliyyât kabul edilir.
2- Adediyyât-ý mutefâvite: Birimleri arasýnda kýymetçe fark ve ayrýlýklar bulunan kümelerdir ve kýyemiyyat cinsinden sayýlýr.[4]
(alýþkanlýk)
Sözlükte, alýþkanlýk, âdet, gelenek gibi tekrar eden sosyal olaylar için kullanýlýr. Ade-ye'ûdü f=dönmek) fiilinden türemiþtir.
Terim olarak, aklî bir iliþki olmaksýzýn toplumda tekrar edip duran hal ve davranýþlardýr. Fýkýhçýlar bu deyimi, irade dýþý tabiî olaylarý yorumlarken kullanmýþlardýr. Meselâ buluð çaðýnýn belirlenmesi halinin vukuunda sýcak ve seðuk iklimin etkisi gibi.
Âdet fýkýh biliminde muteber bir kaynak kabul edilir. Bu yüzden fýkýhçýlar kitaplarýnda "âdet muhakkemdir (hakem kabul edilir)" ilkesini kural olarak belirtmiþlerdir. Ancak âdetin muteber kabul edilebilmesi için devamlý veya çoðunluk tarafýndan kabul görmüþ olmasý lâzýmdýr.
Âdet ile örf arasýndaki farka gelince, bazý âlimler bu ikisinin ayný manaya geldiði görüþündedirler. Çünkü ikisinin de yaptýðý iþ aynýdýr. Bir kýsým fukaha da bu ikisini birbirinden ayýrmýþtýr. Çünkü onlara göre adet bireysel bir olaydýr ve bazen sözle olur, bazen de fiilde meydana gelir. Ayrýca bu anlam kelimenin lügat manasýndan da anlaþýlmaktadýr. Örfün ise, çoðu kere büyük bir toplululk tarafýndan kabul edilen hareketler olduðu söylenmiþtir.[5]
(güvenilir kiþi/yed-i emin)
Sözlükte "cevr" kelimesinin zýddý olup doðruluk, iyi davranma ve hakka riayet etme gibi anlamlara gelir, ibn Kayyim'in dediðine göre "adi" ifrat ile tefrit arasýnda orta bir yol tutarak dünya ve ahiret iþlerini bu temel üzerine kurmak demektir. Zaten insan da böyle bir yol izlemekten pek çok bedenî ve manevî faydalar saðlar. Yine sözlükte kelimenin eþitlik manasý da vardýr. Ancak "adi" kelimesi ahkam gibi akýl ve basiretle bilinebilen konularda kullanýlýr. His ve duyu organlarýyla bilinebilen meselelerde ise ýdl kelimesi kullanýlýr. Sayýlabilen, tartýlabilen ve Ölçülebilen eþyada olduðu gibi.
Terim olarak adi rahin ve murtehinin birlikte razý olarak rehin eþyayý emanet olarak býraktýklarý kimse için kullanýlýr. Her iki tarafý da eþit olarak koruduðu için bu isim verilmiþtir. Çünkü her ikisi de onu emin görerek rehin eþyayý emanet ve teslim etmiþtir. Bu kullaným biçimi sadece rehin konusuna mahsustur.[6]
(söz/sözleþme)
Sözlükte bir þeyi her halükarda korumak ve gözetmek anlamýna gelir. Asýl anlamý böyle ise de sonralarý mutlaka uyulmasý ve gözetilmesi gereken belge, söz anlamýna kullanýlmýþtýr.
Külliyat isimli kitapta and "Söz, karar, yemin, vasiyyet, zaman, koruma, süre ve emir gibi gözetme ve taahhüd bildiren fiillerden biriyle ortaya konan söz veya belge" þeklinde tarif edilmiþtir.
Vaad ile ahd arasýndaki farký Ebu Hilal Askerî þöyle açýklamýþtýr: Ahd þarta baðlý bir vaaddir. Meselâ "sen þunu yaparsan ben de bunu yaparým. Sen bu þekilde devam ettiðin sürece ben de onu yaparým" ifadelerinde olduðu gibi.
Ahd vefayý, sadakati, sözünde durmayý ve verilen söze baðlýlýðý gerektirir. Vaad ise verilen sözü yerine getirmeyi ve tamamlamayý gerektirir. Yani vaad bir sonuçtur. Meselâ ahd için "ahdi bozdu" denilirken vaad için "vaadinden döndü" ifadesi kullanýlýr. Akd ile ahd arasýndaki farka gelince, bu konuda da Ebu Hilal Askerî þu yorumu yapmýþtýr: «Akd ahde göre daha kesin ve daha açýktýr. Meselâ bir kimseye bir þey vermeyi üzerine alan kimse "filan kiþiye þunu ahdettim" der. Bu konuda bir vesika ya da herhangi bir belge vermeyi üzerine alan kimse de "Bir kimse üzerine akit yaptým ve onunla akitleþtik" þeklinde söyler. Yine "Kul Rabbiyle ahid yaptý" denilir. Fakat "Kul Rabbiyle akit yaptý" denilmez. Çünkü insanýn Rabbinden vesika istemesi doðru olmaz.
Ebu Hilal Askerî ahd ile mîsak arasýndaki farký da þöle açýklamýþtýr: Mîsak ahdi tekid eder, kuvvetlendirir. Meselâ bir þeyi sýkýya ve saðlama baðlayan kimse "Evsektüþ-þey" der. Bazýlarýnýn dediðine göre de ahd taraflardan her ikisinin de katýlýmýyla teþekkül eder. Mîsak ise taraflardan birinin yaptýðý iþlemdir.
Terim olarak ehlü'l-ahd ifadesi, müslümanlarla kendi yurtlarýnda kalmak üzere anlaþan kafirler için kullanýlýr. (Yapýlan barýþýn mal bedeli olup olmamasý arasýnda fark yoktur.) Barýþýn en önemli ilkesi Ýslâm ahkamýnýn kafirler için geçerli olmamasýdýr. Halbuki ehl-i zimmet için böyle deðildir. Kafirler de müslümanlarla asla harp yapmayacaklardýr. Bu zümreye ayrýca ehl-i sulh ve ehl-i hüdne de denilir.[7]
(taþýnmaz mal)
Sözlükte her malýn aslý anlamýna gelir. Ev, arazi, hurma, ticari eþya ve diðerleri gibi. Bu kelime "ukri'd-dâr" ifadesinden alýnmýþ olup "evin aslý" demektir.
Deyim olarak fýkýhçýlar bu ifadenin yorumunda ihtilafa düþerek iki görüþ ortaya atmýþlardýr:
1- Hanefilerin görüþü: Nakli ve deðiþtirilmesi mümkün olmayan, asýl ve sabit olan mal demektir. Arazi ve ev gibi. Bina ve aðaçlar ise taþýnabilir mal kabul edilirler. Ancak bu tür mallar araziye tabi olduklarý zaman akar hükümleri geçerli olur.
2- Þafiî, Mâliki ve Hanbelîlerin görüþü: Bunlara göre akar arazi, binalar ve aðaçlar þeklinde yorumlanýr. [8]
(akit)
Sözlükte baðlama, düðümleme, saðlamlaþtýrma, vesikaya baðlama ve bir þeyin iki ucunu bir araya getirme gibi pek çok anlamý vardýr. Deyim olarak fýkýh kitaplarýnda iki þekilde yorumlanmýþtýr:
1- Özel anlamý: Þer"î hüküm doðuracak biçimde iki söz arasýnda kurulan bað ya da yazý veya iþaret gibi bu ikisinin yerine geçmek üzere ortaya konan vesikadýr. Meselâ karý ve kocanýn söyledikleri "zevceliðe ve kocalýða kabul ettim" ifadeleri þer1! olarak nikah manasýna gelir ve kadýnýn kocasýna helal olduðu hükmünü doðurur. Yine "sattým ve satýn aldým" sözleri alýþ veriþ anlamýna gelir ve satýlan malýn satýn alanýn mülkü olduðu hükmünü getirir.
Bu yorum çerçevesinde meydana gelen bir akitte mutlaka iki tarafýn bulunmasý ve taraflardan her birinin akdi kabul ve uygun bulduðuna dair iradesini beyan etmesi gerekir.
2- Genel anlamý: Buna göre her akitte mutlaka iki tarafýn bulunmasý gerekmez. Hatta bazý akitler tek taraflý irade beyaný ile yapýlýr. Bu tarif icare, bey', vekalet ve evlenme gibi, iki taraflý sözleþmeler ile; mal sözkonusu olmayan talak ve vakýf, nezir, ibra ve buna benzer varlýðýnda kararlýlýk ve kesin irade bulunan tek taraflý tasarruf ve eylemleri kapsar.[9]
(yürürlüðü zamana baðlý akit)
Deyim olarak, hükmü belli bir zamandan itibaren geçerli olmak üzere yapýlan akit demektir. Ýzafe tabiri ile, ortaya çýkan sözlü tasarruf, yetki ve hükümlerin uygulamasýnýn gelecek belirli bir zamana ertelenmesi kastedilmektedir. Fý-kýhçýlara göre akd-i muzâf þu anda yani ilk önce bir sebep olarak ortaya çýkar. Fakat hükümlerinin uygulamasý belir-îenea zamanýn girmesine kadar ertelenir. Meselâ ev sahibinin "Bu evi gelecek ayýn baþýndan itibaren þu paraya sana kiraya verdim"; vekalet verenin "Gelecek senenin baþýndan itibaren bütün iþlerimde sfeni veMÝ ettim" demesi gibi.
Bazen gelecek bir zaman sýnýrý düþülmüþ, fakat zaman belirtilmeden sözleþme yapýlmýþ olabilir. Meselâ vasiyetçi-nin, "Malýmýn üçte birini filan kiþiye ve filan yere vasiyet ettim" demesi gibi. Burada vasiyet ölüm sebebine baðlanmýþtýr.
Genel olarak izafe, zamana baðlý bir zarf edatýyla belirtilir.[10]
(þarta baðlý akit)
Deyim olarak þu anda olmayan ya da gelecekte meydana gelecek olan bir þarta baðlý olarak yapýlan akit þeklinde tarif edilir. Fýkýhçýlara göre ta'lik, bir meselenin olmasýný diðer bir meselenin olmasýna baðlamak demektir veya gelecek bir iþin oluþmasýný yine gelecek bir iþin olmasýna baðlamaktýr. Bu tür sözleþmeler yapýlýrken genellikle þart edatlarýndan biri kullanýlýr.
Meselâ, birisinin diðerine "eðer senin borçlun yola gÝ-derse ondan alacaðýna ben kefilim" demesi gibi. Burada kefil olan, kefalet akdini borçlunun yolculuða çýkmasýna baðlamýþtýr. Yine alacaklýnýn birisine, "eðer hakim, benim filan kiþiden alacaklý olduðuma hükmederse bu konuda seni vekil tayin ettim" ve bir adamýn diðerine "eðer yarýn benim ticaret mallarým gelirse satmak üzere seni vekil ettim" demesi gibi.
Fýkýhçýlara göre akd-i muallakýn imzalanmasý þartýn meydana gelmesine kadar ertelenebilir. Þart meydana geldiðinde de hükmün baðlý bulunduðu bir sebep olarak imzalanýr. Bu durum fýkýh kuralý olarak þöyle belirtilir:
"Þart ortaya çýktýðýnda ona baðlý olan hüküm de sabit ve geçerli olur."
Akdü'l-muallak, doðuþu anýndan itibaren yürürlüðe giren akdü'l-muneccez'in zýddýdýr.[11]
(kesinleþmiþ akit)
Deyim olarak, herhangi bir þarta ve zamana baðlý olmayan, kesin ve mutlak ifadeler kullanýlarak yapýlan sözleþmelere denir. Bu tür akitlerin hükümleri hemen geçerlilik kazanýr: Yani doðuþundan itibaren yürürlüðe girer. Þu anda bir sebep olarak imzalanan, ancak hüküm doðurmasý belirlenen gelecek bir zamana ertelenen akdü'l-muzâfn zýddýdýr. Yine akdü'l-müneccez, þartýn meydana gelmesine baðlý olarak imzalanmasý ertelenen akdü'l-muallak'm. da aksi bir anlam taþýr. Halbuki akdü'l-muneccez'in varlýðý hüküm doðurmasýnýn sebebidir, baþka þart gerekmez.[12]
(diyet ödeyecek yakýnlar)
Sözlükte âkil kelimesinin çoðulu olup fiilden türemiþ isimdir ve "akýl ile yükümlü olan kimseler" demektir. Burada akýl kelimesi diyet manasýna kullanýlmýþtýr. Bu þekilde kullanýlmasýnýn iki sebebi vardýr:
1- Diyet olarak ödenen deve, maktulün velisinin gücünü yitirmesine karþýlýk olarak verilir.
2-Deve kan dökmenin bedelidir. Yani kan dökmeyi durdurur. Ayrýca bu diyeti ödeyen kimselerin yükümlülüklerini yerine getirmek suretiyle yeni cinayetleri hedef alan kimselere mani olduklarý söylenir. Çünkü bu kimseler ölü yakýnlarýnýn duygularýný çok iyi bilirler.
Bu kelime fýkýh biliminde de sözlük manasýyla kullanýlýr.
Terim olarak "âkile" çoðu fýkýhçýlara göre bir aþiret topluluðudur. Hanefîlere göre ise, divan üyelerinden her birinin ve onu koruyan kabilesinin adýdýr.[13]
(iþ) Sözlükte, insanýn bir amaç için yaptýðý her iþ anlamýna gelir. Ancak sadece düþünerek ve kasten yapýlan eylemler için kullanýlýr. Bu sebeple ilim ile mukayese edilmiþtir. Yine amel sözü fiil kelimesinden daha özel anlamda kullanýlýr. Çünkü fiil bazen cansýz varlýklar için de kullanýlabilir.
Amel sözcüðü kalp ve organlarýn fiillerini kapsar. Eðer vücut ve kalp, þeriata uygun olarak hareket ederse bu eylem taat ismini alýr. Aksi davranýþa da mâsiyet adý verilir.
Deyim olarak bu ifade hirfe'den daha genel bir anlam taþýr. Çünkü amel, iþin ehli olsun olmasýn, insanýn yaptýðý her iþe denir. Meslek ve alýþkanlýk getirmiþ olsun veya olmasýn fark etmez. Ancak hirfe böyle deðildir. Hirfe insanýn meylettiði ve kazanç için meslek ve alýþkanlýk haline getirdiði iþ ve, davranýþtýr. [14]
(iþletmeci/zekat tahsildarý/vali)
Sözlükte amel kökünden türemiþtir. Râgýb'ýn dediðine göre "herhangi bir maksat için hayvanlarýn yaptýðý iþ ve hareket" anlamýna gelir. Bu kelime fiil kalýbýndan daha özeldir. Çünkü fiil kelimesi bir hayvanýn maksatsýz olarak yaptýðý iþi ve cansýz varlýklarý da içine alýr. Amel kelimesi ise bunlara çok az nisbet edilir.
Deyim olarak âmil kâr veya gelirden yaptýðý iþe karþýlýk olarak gelir ya da hisseye hak sahibi olan kimsedir. Bu lafýz fýkýh dilinde muzâraa, musâkat ve mudârabe konularýnda yapýlan sözleþmede taraf olarak bulunan arazi sahibi, aðaç sahibi ve sermaye sahibi kimseler için kullanýlýr. Zekat konusunda ise emvâl-i zahireden zekat toplayan kimseye denir. Ayrýca ahkâm-ý sultaniyede vali ya da bölge hakimi anlamlarý da vardýr. Çoðulu ummâl þeklinde gelir.[15]
(yaþ hurmayý kurusuyla satmak)
Sözlükte ariyye kelimesinin çoðulu olup birkaç sene meyvesini yemek ve sonra aslýný geriye teslim etmek üzere sahibi tarafýndan baþkasýna verilen hurma aðacý anlamýna gelir. Bu, hurma bahçesindeki aðaçlardan birkaç tanesi ya da küçük bir bölümü demektir. Kullanýlýp geriye teslim edilmek üzere bir emanet olarak verilen hayvan gibi. Söz konusu aðaçlar bahçenin diðer bölümünün tabi olduðu genel hükümden çýkarýldýðý için bu ismi almýþtýr. Çünkü hurma aðaçlarýnýn ilk sahibi diðerleri arasýnda sadece bu sayýlý birkaç aðaçtan vazgeçmiþtir.
Deyim olarak fýkýhçýlar bunun hakikatim yorumlamakta ihtilaf etmiþlerdir. Bir kýsmý bunu "aðacýn baþýndaki yaþ hurmayý birkaç kile kuru hurma mukabilinde satmak" þeklinde yorumlamýþtýr, Diðer bazýlarý da, bir kimsenin hurmalarý arasýndan yalnýz birkaç tanesini istifade etmesi için baþkasýna vermesi gibi kabul etmiþlerdir. Ancak bu durumda hurma sahibi aðaçlarý teslim etmeden önce bunun imkânsýzlýðý ortaya çýkarsa tahmini miktarý kuru hurma olarak verir. Böyle vaadinden dönmüþ olmak gibi bir günah-dan da kurtulmuþ olur.[16]
(iðreti verme)
Sözlükte "teâvür" kökünden türemiþ olup nöbetleþme ve sýra deðiþtirme gibi anlamlara gelir.
Terim olarak "Eþyadan faydalanma sýrasýný baðýþlamak için yapýlan sözleþme" þeklinde tarif edilir. Yani böyle bir durumda ödünç veren mülkünden faydalanma sýrasýný baþkasýna karþýlýksýz olarak devretmiþtir. Ancak bu faydalanma nöbeti, mülk sahibi ne zaman isterse kendisine geri döner.
Bu tarif üzerinde fýkýhçýlarýn bazý görüþ ayrýlýklarý vardýr. Meselâ ariyet iþlemi eþyanýn menfaatine malik olmak mýdýr, yoksa sadece eþyadan serbestçe faydalanmak mýdýr? Çünkü Hanefiler ve Mâlikîler bunu eþyanýn menfaatlerine meccanen malik olmak olarak kabul etmiþlerdir. Þafiî ve Hanbelîler ise bedelsiz olarak menfaatleri serbestçe kullanmak þeklinde yorumlamýþlardýr.
Hanefî fukahasmdan Konevî ariyetin iki kýsma ayrýldýðýný belirtmiþtir:
1- Hakika: A'yân adý verilen mallarýn Ödünç verilmesidir. Bu durumdaki mallar faydalanmakla aslý aynen baki kalýr. Elbise, araba, ev gibi.
2- Mecâziyye: Kullanýldýðý takdirde tükenen mallarýn ödünç verilmesidir. Para, yemek, Ölçülebilir, tartýlabilir, sayýlabilir mallar ve sývýlar gibi. Bu çeþit ariyet, þeklî olup aslýnda bir tür borçtur.[17]
(ticari emtia)
Sözlükte uzunluðun karþýtý yani geniþlik anlamýna gelir. Çoðulu uruz þeklindedir. Esas itibariyle cisimler için kullanýlýr. Ancak bunlarýn dýþýnda da kullanýldýðý yerler vardýr. Bilhassa yön bildiren özel bir anlamý vardýr. Ayrýca altýn ve gümüþün dýþýndaki her sýnýf mala da arz tabir edilir.
Deyim anlamýna gelince Ebu Ubeyd el-Kasým. b. Sellam uruz ifadesinin "keyli ve vezni olmayan mallar ile hayvan ve akar dýþýndaki her türlü emtia" anlamýna geldiðim yazmýþtýr. Mecellenin 131. maddesinde de bu deyim "para, hayvanlar, keylî ve veznî mallarýn dýþýndaki emtia ve kumaþ gibi eþyalar" þeklinde tarif edilmiþtir.
Ayrýca arz ifadesi fýkýh dilinde izhar yani satýþa çýkarma anlamýna da kullanýlmýþtýr. Meselâ "þu mal satýþa arzedildi" denilir. Yani "taleb sahiplerinin satýn almalarý için piyasaya sürüldü" demektir.
"Araz" tabirine gelince bu dünya malý demektir. Yani altýn, gümüþ ve diðer her türlü emtiayý içine alan bir anlamý vardýr.[18]
(ölü arazi)
Fýkýh dilinde sahibi bulunmayan ölü arazi demektir. Ancak böyle arazilerde, cahüiye dönemlerine ait harabe haline gelmiþ eski eserler ve binalar bulunabilir. Meselâ Ad ve benzeri eski kavimlere mensup harabeler görülebilir.
Beyhakî'nin Ýbn Abbas'tan rivayet ettiði bir hadise göre "Ad kavmine ait olan arazi Allah ve Resûlü'nündür. Onlardan sonra da sizindir. Kim bu ölü arazilerden bir yer ihya eder (kullanýlabilir kale getirirse) orasý o kimsenin hakkýdýr." Münâvî der ki: "Buradaki araziden maksat, þu an sahibi olmayan arazidir. Onun mülkiyeti eskimiþ ve üzerinden nice zamanlar geçmiþtir. Belki bu topraklar yalnýz Ad kavmine ait deðildir. Onlara nisbet edilmesi mâlikinin bilinmeyiþi sebebiyledir.[19]
(boþ arazi)
Aðaç bulunmayan ve dikim yapýlmamýþ arazidir. Hurma ve aðaç bulunan araziye ise el-ardu's-sevda denir. Çünkü Araplar yeþili siyah olarak isimlendirirler.
Terim olarak, fýkýhçýlar bu kelimeyi, ziraatçýlýk, ortakçýlýk ve ekin ticareti konularýnda kullanmýþlardýr. Ardu'l-beyzâ'da yarýya, üçte bire ya da baþka bir þekilde ziraat yapmak caiz midir?
Ýmam Ebu Yusuf, Haraç isimli kitabýnda bu konuda þunlarý yazmýþtýr: Hicaz ve Medineli arkadaþlarýmýz bunun mekruh ve yanlýþ olduðunu söyleyerek, "ardul-beydâ, aðaç ve hurmaya uygun olmayan arazidir. Eðer sulama yapýlýrsa üçte bir veya dörtte bire karþýlýk, ziraat yapmakta bir mahzur yoktur" demiþlerdir. Yani ardul-beydâda ziraat, hurmalýk ve aðaçlýk arazide olduðu gibi sulamakla olmaz ve hükmen birbirine kýyas yapýlamaz.
Kufeli arkadaþlarýmýz ise bu konunun mekruh ya da caiz olduðu konusunda ihtilafa düþmüþlerdir. Bu konuda duyduðumuz en doðru söz (Allah daha iyi bilir) bunlarýn hepsinin caiz, doðru ve sahih oluþudur.[20]
(hazine arazisi) Buna arazi-i memleket de denir.
Terim olarak, çýplak mülkiyeti hazineye ait olan arazidir. Devlet tarafýndan iþletilebilir veya halka verilebilir. Bir de, çýplak mülkiyeti devlete fakat intifa hakký, belirli þart ve esaslara göre, üzerinde çalýþanlara ait olan araziler vardýr. Bunlara da arazi-i emiriyye denir.[21]
Ýslâm devleti ile harp halinde olan veya harp etmesi beklenen ve müslüman olmayan devletlerin arazisidir ki "dâru'l-küfür" arazisi de denir.
Ebu Ya'lâ'nýn dediðine göre dâru'l-küfür, "Küfür ahkamýnýn galiben hakim olduðu yer"dir.
Ebu Yusuf ve Ýmam Muhammed'in görüþüne göre: "Eðer bir bölge halký þirklerini açýkça ortaya koyuyorlarsa artýk arasý dâru'l-harb demektir."
Bu iki âlimin ittifak ettiklerine göre bir yer ya dar-ý Ýslamdýr ya da dârul-harbdir. Bir yerde Ýslâm ahkamý tatbik ediliyorsa ancak,oraya "Ýslâm Ülkesi" adý verilir. Eðer bir yerde küfür ahkamý uygulanýyorsa oraya da ancak "Küfür Ülkesi" adý verilir. Nitekim "Cennet dâru's- selâmdýr, cehennem de dâru'l-belâdýr" denilir. Çünkü cennette selamet ve ferahlýk, cehennemde ise azap ve bela vardýr.
Ýslâm veya küfrün varlýðý ahkamýn uygulanmasýndan bellidir. Bu sözü Kâsânî söylemiþ, Yusuf el-Hanbelî de þöyle yorumlamýþtýr: Dâru'l-harb'den maksat, "savaþan kafirlerin devletidir.[22]
Fýkýh dilinde hem rakabesi hem de intifa hakký sahibine ait olan arazidir. Ancak bu arazi sahipleri ziraat yapmaya ve vergisini ödemeye muktedir deðildirler. Bu yüzden vergi borcundan kurtulmak üzere arazinin her türlü geliri devlete býrakýlmýþtýr. Mülkiyeti sahiplerine aittir, sultan buralarý satamaz ve vakfedemez. Ancak vergisini karþýlamak üzere gelirini alýr. Bu durum, dinî bir sebeple arazinin mülkiyeti beytülmale intikal etmediði müddetçe devam eder.
Kadri Paþa, Kânûnü'l-Adl ve'l-Ýnsâf adlý eserinde bu deyimi þöyle tarif etmiþtir: "Sahibinin iþlemekten ve vergisini ödemekten âciz kaldýðý arazidir. Bu sebeple, vergisini karþýlasýn diye her türlü geliri devlet baþkanýna terkedilmiþtir. Fakat rakabesi mülk sahiplerine aittir.[23]
(orta malý)
Fýkýhçýlara göre, intifasý (kullanýmý) insanlara ya da bir köy veya kasaba halkýna býrakýlmýþ arazilere denir. Ancak bu tür arazilerin rakabesi (mülkiyeti) Beytülmale ait olup bir kimsenin mülkiyetine geçirmesi veya yalnýz kendi menfaati için kullanmasý caiz deðildir.
Bu tür araziler iki kýsma ayrýlýr:
1- Bütün insanlarýn menfaatine terkedilen araziler, yollar, çarþý meydanlarý ve benzerleri yerler.
2- Bir köy ya da kasaba ahalisine kullanmalarý ve iþletmeleri için býrakýlan araziler, meralar ve harman yerleri gibi.
Fýkýhçüara göre bu araziler satýlamaz, mülk edilemez veya baþka bir tasarrufta bulunulamaz..Bu konuda zaman aþýmý kuralýna da uyulmaz.[24]
(týmar arazisi) Bu deyim Osmanlý devletinde kullanýlmýþ Hanefî kitaplarýna da geçmiþtir. Bununla, devlet baþkanýnýn, bazý kimselere, memleket arazisinden verdiði kýsým kastedilir. Böylece týmar sahibi gelirden hakkýný alýr ve fazlasýný görevlilere teslim eder. Topraðýn mülkiyeti (rakabesi) beytülmale aittir. Bu kimseye de "týmar sahibi" ismi verilir.[25]
(erkek akraba)
Sözlükte âsýb kelimesinin çoðuludur ve bir kimsenin babasý, oðullarý ve baba tarafýndan erkek akrabalarý anlamýna gelir. Dil bilimcilere göre insanla bu sayýlan kimseler arasýnda bir asabiyet (soy) baðý var olduðu için bu isim kullanýlmýþtýr. Yani sayýlan kiþiler insanýn akraba çevresini meydana getirirler. Baba, oðul, amca, kardeþ ve bunlarýn oðullarý bir kimsenin yakýn etrafýdýr. Kelimenin çoðulu asabât þeklinde gelir.
Deyim olarak sözlük manasýyla aynýdýr. Bu çerçevede fýkýhçýlar asabe deyimini "Ýnsanýn soyundan gelen ve ölü ile kendi arasýna kadýn girmemiþ olan her erkek kiþi" þeklinde tarif etmiþlerdir.
Fukahaya göre asabe üç kýsma ayrýlýr:
1- Asabe binefsihi: Bir kimsenin oðullarý ile nesebinde herhangi bir kadýn bulunmayan baba tarafýndan erkek akrabalar. Yani nesebi ölüye erkek zinciriyle baðlananlar.
2- Asabe bigayrihi: Mirastan ikidebir ya da üçtebÝr alan kadýn mirasçýlar (Kýzlar, kýzlarýn kýzlarý, kýz kardeþler). Bunlar kýz kardeþler yoluyla asabe olurlar.
3- Asabe maa gayrihi: Baþka bir kadýn sebebiyle asabe olan kadýnlardýr. Kýz kardeþle birlikte kýzýn asabe olmasý gibi.[26]
(döl ücreti)
Sözlükte döl hayvanýnýn diþisini aþmasý, menisi ve nesli anlamlarýna gelir. Sonralarý hayvan sahibinin bu iþ karþýlýðýnda aldýðý kira ücreti için kullanýlmýþtýr. Çünkü Araplarda bir þeyi yanýndaki baþka bir þeyle veya olayýn sebebi ile isimlendirmek adet ve gelenektir.
Tirmizi, Nesâî ve Ýbn Mâce'nin rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber döl hayvanýnýn diþisini aþmasý karþýlýðýnda kira gibi bir ücret alýnmasýný yasaklamýþtýr.
Hadis yorumcularýnýn belirttiðine göre burada yasaklanan þey hayvanýn diþisini aþmasý karþýlýðýnda ücret alýnmasý ve menisinin satýlmasýdýr. Bunlarýn caiz olmadýðý konusunda ihtilaf da yoktur. Ancak niçin caiz olmadýðý noktasýnda bazý görüþ ayrýlýklarý vardýr. Meselâ Kâsânî, sözleþme anýnda olmayan bir þeyin satýldýðýný ve bu sebeple yasaklandýðým söylemiþtir. Þevkânî ise, bunun gayr-i mutekavvim (deðersiz), belirsiz ve teslim imkâný olmayan bir malýn satýþý olduðunu ve bu yüzden yasaklandýðýný ileri sürmüþtür.[27]
(ihsan/baðýþ)
Sözlükte atv kökünden gelir ve ele alma, teslim alma ve kabul gibi anlamlara gelir. Fakat sýla (=hediye, baðýþ) manasýyla Özellik kazanmýþtýr.
Deyim olarak devlet baþkanýnýn belirli zamanlarda hak sahiplerine hazineden verdiði hediye, bahþiþ ve ihsan gibi deðerlerdir.
Fýkýhçýlar ata ile rýzk arasýnda bazý farklar sýralamýþlardýr. Rýzk, askerler için her ay hazineden yapýlan ödemelere denir. Ata ise her sene bir ya da iki defa ödenir.[28]
(ehliyetin sakatlayýcýlarý)
Sözlükte avârýd, ârýd ya da arýda kelimelerinin çoðuludur. Eþya için ârýd asýl; hadiseler için ise sabit kelimelerinin zýttý bir anlamda kullanýlýr. Meselâ "arada lehu keza" denilir ki "onun bulunduðu halde devam etmesine engel olan bir þey ortaya çýktý" demektir.
Terim anlamýna gelince; bazý iþ ve fiiller vardýr ki, ehliyetin devamýna engel olmamakla birlikte bazý hükümlerinin deðiþmesine tesir ederler. Ýþte bunlar avârýd diye isimlendirilir. Çünkü tam ehliyetin sabit olmasýna iliþkin bazý hükümlerin varlýðýna mâni olurlar veya o hükümleri tamamen iptal ederler ya da izin verme hakký bulunan bir kimsenin iznine baðlanýrlar.
Fýkýhçýlar avârýdu'l-ehliyyet'i iki kýsma ayýrmýþlardýr:
1- Avârýd-ý semâviyye: Meydana gelmesinde insanýn tesiri ve müdahalesi bulunmayan arýzalardýr. Çünkü bunlarýn varlýk sebebi Allah Teala'dýr.
2- Avârýd-ý müktesebe: Ýnsanýn isteði ve giriþimi sonucu meydana gelen arýzalara denir.[29]
(kusur)
Sözlükte, kötü, kýymetsiz, bozuk gibi anlamlara gelir. Yani bir þeyin saf ve temiz yaratýlýþýna uymayan ve eþyaya noksanlýk veren þeydir. Çoðulu uyûb þeklinde gelir.
Deyim olarak bir þeyin kendisini, mahiyetini ya da talebini eksilten, deðerini düþüren, her türlü hata ve kusur olarak tarif edilir. Ýki kýsma ayrýlýr ve incelenir:
1- Ayb-ý yesîr: Uzmanlarýn anlayýp deðerlendirebileceði kusurlar.
2-Ayb-ý fahiþ: Uzmanlarýn anlayýp deðerlendiremeyeceði, yani deðer biçilemeyen büyük hata ve kusurlar. Burada uzman saðduyulu, tecrübeli ve tarafsýz bilirkiþi demektir.
Ayýb lafzý fýkýh dilinde çoðu kere "hýyar" kelimesiyle birlikte kullanýlýr. Meselâ "hýyar-ý ayb" denilir. Mâlikîler ise hiyâr-ý nakîsa derler. Gazzali'nin de dediði gibi bununla "bir malda örfen bulunmamasý gereken kötü vasýflar kastedilir." Nitekim Mürþidü'l-Hayerân'uý 527. maddesinde bu konu þu þekilde düzenlenmiþtir: "Ayýb, malýn geri iadesini gerektiren, basit de olsa fiyatýný düþüren kusurdur veya benzeri mallarda bulunmamasý gereken bir hata sebebiyle haklý maksadý engelleyen her türlü kusur ve noksanlýktýr."
Fýkýh kaynaklarýnda belirtildiðine göre, ayýbýn kýymet eksikliðine sebep olmasý ya da asýl olanýn eþyada ayýb bulunmamasý gibi konularda uzmanlarýn görüþüne baþvurulur. Kâsânf nin dediðine göre, eksikliðin ve ayýbýn mahiyeti tacirler arasýndaki örfe göre belirlenir. Yani, onlarýn örf ve âdetlerine göre malýn deðerini eksilten þey muhayyerliði gerektiren bir ayýp sayýlýr. Bu durum Mecelle'de de þöyle yorumlanmýþtýr: "Ayýb, tüccar ve uzmanlar nazarýnda eþyanýn kýymetini düþüren noksanlýktýr.[30]
(hazýr mal)
Sözlükte pek çok eþya için ortak isim olarak kullanýlan bir kelimedir. Meselâ, göz, göze (kaynak)t güneþin gözü, bazý altýn paralar, bir þeyin kendisi ve benzeri kelimeler.
Ýbn Fâris'e göre ayn, görünen ve hazýr olan mal demektir. Meselâ "bu ayndýr, borç deðildir" denildiðinde gözlerin gördüðü ortada bulunan mal ve eþya anlaþýlýr.
Deyim olarak fukaha bu ifadeyi, borç karþýtý hazýr olan mal için kullanmýþtýr. Onlara göre ayn, belirli ve somut halde bulunan ve görünen þeydir. Araba, ev, at, buðday yýðýný, paralar vb.
Bu terim, deyn (borç) karþýtý olarak kullanýlýr. Deyn ise, bir kimsenin zimmetinde sabit olan belirsiz ve soyut bir þeydir. Borç Ýster parasal olsun isterse baþka þekilde olsun ayný tarifin kapsamýna girer. Bu durum bir fýkýh kuralý olarak þöyle Özetlenmiþtir: "Muayyen (belirli) bir þey zimmette sabit olmaz. Zimmette sabit olan, yerleþen þey ise muayyen (belirli) deðildir."
Deyn ile ayn arasýndaki farklarýn sebeplerinin açýklanmasýnda fýkýhçýlar arasýnda bazý farklý görüþler vardýr: Deyn, borçlunun zimmeti ile ilgilidir. Bunun ödemesi, yükümlü olduðu borç açýsýndan bir ayný vermekle olur. Bu yüzden havale ve mükâssa iþlemleri caiz olmuþ olur. Bu olay aynýn aksine bir iþlemdir. Aynda hak bizzat aynýn kendisiyle ilgilidir ve söz konusu aynýn dýþýnda yükümlülüðün baþka bir þeyle yerine getirilmesiyle ödeme gerçekleþmiþ olmaz. Bu sebeplerden dolayý ayrýlarda havale ve mukâssa caiz deðildir. Çünkü ayrýlarýn bizzat kendileri ödenmesi gerekir, benzerleri deðil.[31]
Sözlükte, halef (bir þeyin yerine geçen) anlamýndadýr. Fýkýhçýlar bu kelimeyi mali iþlemlerde ivaz karþýlýðý olarak kullanýrlar. Ývaz ise, bir þeyin karþýlýðýnda verilen baþka þey demektir.
Terim olarak bu kelime sarf, icare ve bey' konularýnda kullanýlýr. Fýkýhçýlann bu konularla ilgili sözlerinden bazýlarý þöyledir:
a) Sarf konusunda:
Akdin sýhhati için, meclis ayrýlmadan önce iki tarafýn da bedelini almasý þarttýr.
b) Ýcare konusunda:
Ücret, sözleþme konusu eþyadan faydalanmanýn bedelidir.
c) Bey' konusunda:
Her iki bedelin de mali mütekavvim olmasý þarttýr.
Bunlarýn hepsinde de, fýkýhçýlann bedel'den kastettikleri ivaz'dýr.[32]
(sahte para)
Sözlükte, bir þeyin sahtesi demek olup, Farsça'dan Arapça'ya geçmiþ bir kelimedir. Dirhem-i behrec denildiðinde kötü ve bozuk gümüþten yapýlmýþ para anlaþýlýr ve tüccar bu parayý almaz. Yahut da kalp para anlamýnda olup, ülke dýþýnda basýlan paranýn adýdýr.
Terim olarak, bütün fýkýhçýlar behrec kelimesini tüccarýn kabul etmediði para, müzeyyef kelimesini de beytülmalin kabul etmediði para için kullanmýþlardýr.[33]
(aklanma)
Sözlükte, yaklaþýlmasý ve yapýlmasý kötü görülen bir þeyden kurtulmaktýr.
Terim olarak bir þeyden çýkmak ve ondan ayrýlmak þeklinde yorumlanýr.
Fýkýhçüann bu deyimi kullanageldikleri konularýn baþýnda talak (boþanma) vardýr ve bununla ayrýlýðý kastederler. Eðer bu deyim borçlar, muamelat ve cinayetler konularýnda kullanýlýrsa, kurtulmak, aklanmak ve uzaklaþmak anlamýnda yorumlanýr.
Meselâ, "filan kimse borcundan tamamen temizlendi" dediklerinde, "o kimseden borç talebi düþtü" anlamý kastedilir. Çünkü, borçla o kiþinin hiçbir alâkasý kalmamýþtýr.
Yine "berâet-i zimmet asýldýr" sözü bir fýkýh kuralý olarak kitaplara geçmiþtir ki, insanýn bir baþkasýnýn hakkýný üzerinde taþýmamasý ve ondan kurtulmasý anlamýna gelir. Çünkü insan herhangi bir baðýmlýlýk, yükümlülük ve sorumluluktan uzak olarak dünyaya gelmiþtir.
Bir baþka açýdan berâet deyimi hazine memuru ya da baþka bir görevlinin verdiði makbuz veya yazýlý vesika anlamýnda bir isim olarak kullanýlýr ki, memurun teslim aldýðý mal ve eþyanýn sahibini, cins ve miktarýný bildirir.
Bu konu üzerine Havârizmî þunlarý söylemiþtir: "Berâet, hazine memuru veya cihbiz'in kendilerine teslim edilen mala karþýlýk olarak, malý teslim eden kimseye verdikleri bir vesikadýr. Cihbiz ise, paranýn aslý ile sahtesini ayýrabilen uzman kiþidir. Bu kelimenin komisyoncu (simsar) anlamýna geldiði de söylenmiþtir.[34]
(satýþ)
Sözlükte malý mal ile deðiþtirmek manasýnda olup þirâ gibi çift anlamlý kelimelerdendir. Bu sebeple taraflardan birine bayi' diðerine de müþteri denir. Ancak, bayi1 kelimesi kullanýldýðý zaman ticari eþya satan veya daðýtan kimse akla gelir.
Terim olarak, satýcýnýn müþteriye mal ya da fiyat karþýlýðýnda bir malý vermesidir. Bazý fýkýhçýlar bey' kelimesini "karþýlýklý rýza ile yapýlan mal mübadelesi" þeklinde tarif etmiþlerdir. Münâvî'nin dediðine göre de, bu deyimin en güzel tarifi þöyledir:
"Malî bir ayný ya da mubah bir menfaati malî bir bedel karþýlýðýnda sürekli olmak üzere mülk olarak vermektir."
Fýkýhçýlara göre bey'in dört çeþidi vardýr:
1- Bey'-i nmkâyeda: Ayn karþýlýðýnda bir ayný satmaktýr. Yani mal ile malý deðiþtirmektir. Ticari eþyalarý benzerleri karþýlýðýnda satmak gibi.
2- Nakit karþýlýðýnda bir ayný satmak, yani mal ile parayý deðiþtirmektir. Bey kelimesi yalnýz olarak kullanýldýðýnda bu çeþit sözleþme kastedilir.
3- Bey'-i sarf: Nakit ile nakdi deðiþtirmektir. Ancak bu iþlem, mutlak (kesin) fiyatlarla yapýlýr.
4- Bey'-i selem: Ayn karþýlýðýnda nakdi deðiþtirmek yani peþin para ile veresiye mal satmaktýr.
Burada müslem fih, mebî (satýlan eþya) demektir ki, o da nakittir. Bu nakit sermaye olarak kabul edilir ve bazan ayn olur, bazen de nakit olabilir. Þu kadar var ki, sermayenin, taraflar ayrýlmadan önce alýnmasý þarttýr. Bu durumda nakit de ayn haline gelir.[35]
Tirmizi, Nesâî ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettikleri bir hadis-i þerife göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) iki satýþýn bir akitte yapýlmasýný yasaklamýþtýr. Ancak fakiMer, hangi sözlerin bu tür akit kapsamýna girdiði konusunda ihtilafa düþmüþlerdir. Bu görüþlerden bazýlarý þöyledir:
a) Satýcý, "Bu eþyayý 10 bin liraya peþin, 15 bin liraya da bir senelik veresiye sattým" dese ve alýcý da, bu fiatlardan hangisini tercih ettiðim belirtmeden kabul etse bu iþlem caiz ve geçerli olmaz. Eðer alýcý peþin ya da veresiye satýþlarý ayýrarak ikisinden birisini kabul ederse o zaman satýþ akdi caiz olur.
Bu, îmam Mâlik'in ve bir kavlinde Ýmam Þafiî'nin görüþüdür. Burada akdin caiz olmamasýnýn sebebi, fiyat miktarý üzerindeki belirsizlik nedeniyle garer (aldannýa) tehlikesinin bulunmasýdýr. Çünkü akdin bitiþ zamaný ile peþin ya da veresiye satýþtan hangisinin kabul edildiði belli deðildir.
b) Yeni bir fiyatla baþkasýna satmak üzere satýcýnýn alýcýya bir malý, þu kadar paraya satmasý caiz deðildir.
Bu görüþ de Hanefî, Hanbelî ve Þafiî âlimlerinin görüþüdür. Bu tür bir satýþ akdinin yasak oluþ sebebi, her iki satýþta da fiyatýn belirsiz olmasýdýr. Çünkü; eðer akitler ayrý ayrý yapýlmýþ olsaydý taraflar tek akitle anlaþmýþ olduklarý fiatlarý kabul etmezlerdi.
c) Bir kimsenin, vadeli olarak bir miktar fazlasýna satýn alacaðýný beyan ederek, birisinden, peþin alarak kendisine satmasýný istemesi ve bu þekil üzere yapýlan bir sözleþme de geçerli deðildir. Bu Ýmam Mâlik'in yorumudur. Baþka görüþler de verdir.[36]
Bu çeþit akitlerde taraflar muamele anýnda ortada yoktur. Bu durumda ya aralarýnda yapýlan yazýþma ya da taraflardan birinin diðerine, icabýn þartlarýný taþýyan bir elçi göndermesi yoluyla icabýn temlik, kabulün de temellük manasýna geldiðinin kabýýl edilmesi gerekir.
Nitekim satýþ yapan tarafýn, bulunmayan diðer tarafa þöyle yazmasý mümkündür: "Evimi þu paraya sana sattým." veya "Evimi satmak üzere bir elçi gönderiyorum." Bu durumda müþteri icab olarak gönderilen elçiyi ya da mektubu inceledikten sonra bunu kabul ederse akit gerçekleþmiþ olur. [37]
Sözlükte hâzýr (yolcu olmayan, þehir ya da köylerde oturan insan) demektir ki, buna mukîm de denir ve bâdý kelimeþinin karþýtýdýr. Bâdý ise çölde oturan ve göçebe hayatý yaþayan kimsedir.
Hz. Peygamberden rivayet edildiðine göre; "O, hazýrýn bâdî adýna satýþ yapmasýný yasaklamýþtýr." Çoðu ulemaya göre bunun anlamý þudur: Þehirli köylünün malýnýn satýlmasý, pazarlanmasý iþini üzerine alýr. Böylece þehirli satýcý, köylünün komisyoncusu durumuna girer.
Hulvânî bu hususta þöyle der: «Bu, þehirli komisyoncunun köylüyü satýþtan uzaklaþtýrmasýdýr. Þehirli köylüye þöyle der: "Sen satma; çünkü bunu ben senden daha iyi bilirim." Bunun üzerine köylü ona güvenir. O da malý satar, fakat pahalandýrýr. Eðer bu iþ köylüye býrakýlsa o insanlara daha ucuz satacaktýr.
Hidâye sahibi gibi bazý Hanefî âlimleri bu hususta þunlarý söylemiþlerdir: "Bundan maksat, þehirlinin köylüye ait malý satmasýdýr. Bu iþe aþýrý fiyat arzusuyla teþebbüs edilir."
Burada açýklamak gerekir ki, Hanbelüer bedevi kelimesiyle, çölde oturan kimseleri ve ister bedevi ister þehirli ya da köylü olsun o belde ahalisinin dýþýnda þehre dýþardan giren herkesi anlamýþlardýr.[38]
Dört çeþit sözü yasaklayan hadis-Ý þerifte geçen hasat sözcüðünün manasý üzerinde fýkýhçýlar çeþitli yorumlar yapmýþlardýr.
Hadis-i þerifin yasakladýðý dört çeþit söz þunlardýr:
a) Ortada elbise gibi muhtelif eþya vardýr. Bu ortamda, satýcý müþteriye þöyle der: "Onlar üzerine bir çakýl taþý býrak. Taþ hangi eþya üzerine düþerse o mal satýlmýþtýr. Artýk bundan sonra görme, düþünme ve muhayyerlik yoktur."
b) Satýcý müþteriye þöyle der: "Durduðum yerden itibaren, atýlan bu taþýn ulaþtýðý yere kadar olan bu araziyi þu paraya sana sattým."
c) Yine satýcý müþteriye þöyle diyebilir: "Bu taþý ne zaman atarsam bu eþyayý, þu paraya satmak bana vacip ve lazým olsun."
d) Satýcý þöyle de diyebilir: "Bu taþý attýðým zaman þu elbise 10 bin liraya satýlmýþ olsun." Burada atmak akdin þartý gibi kabul ediliyor.[39]
Fýkýhçýlara göre bundan maksat, alýcý ile satýcý tam anlaþmak üzereyken üçüncü bir kiþinin gelerek, "bunun gibi bir eþyayý sana daha ucuza veririm" veya "bundan daha iyisini ve daha ucuzunu sana satarým" demesi yahut da müþteriye yanýndaki eþyaya göre daha çok beðendiði baþka bir eþyanýn sunulmasý durumunda önceki anlaþmayý bozarak sonraki eþyayý satýn almasýdýr.
Hz. Peygamber (s.a.v.) böyle bir satýþý müslümanlara yasaklamýþtýr. Bu konudaki rivayet þöyledir: "Bazýnýz, bazýnýzýn satýþý üzerine satýþ yapmasýn."
Bu Ýslâm ilkesi, müslümanlar arasýndaki düþmanlýk, çekiþme, kin ve nefret sebeplerini ortadan kaldýrmak için konulmuþtur.[40]
Fýkýhçýlara göre bu, bir eþyayý, özelliklerini belirýerek görmeden satmaktýr.
Ayrýca "satýcýnýn yanýnda olmayan malý, sýfatiyle satmasý, sonra tekrar kendi namýna satýn almasý ve tekrar vermesi" þeklinde de tarif edilmiþtir.
Münteka'da. geçtiðine göre, Ebu Hanife bunu reddetmiþtir. Çünkü bu satýcýnýn yanýnda bir þey olmamasý demektir.
Bey'ul-muvâsafa'ya. ayný zamanda bey'ul-murâvaza da denir. Bu da döneklik ve dolandýrýcýlýk demektir. Çünkü bu iþlem döneklik ve dolandýrýcýlýktan uzak deðildir.
Fîrûzabâdî de bey'ul-muvasafa'yý þöyle tarif etmiþtir: "Hakikatte bu, bir kimseye olmayan bir eþyanýn özelliklerini anlatmaktýr.[41]
Fýkýh terimi olarak bir malý, satýþ bedeli geri ödendiðinde iade etmek üzere, bir kimseye þu kadar paraya satmaktýr ki satýcý, satýþ bedeli olarak aldýðý parayý müþteriye geri verince, müþteri de satýn almýþ olduðu malý iade eder. Çünkü satýþ akdi bu þart üzere tahakkuk etmiþtir. Bu tür sözleþmeye Mâlikîler bey'us-senaya, Þâfiîler bey'ul-uhde ve Han-belîler de bey'ul-emânet derler. Ayrýca bey'ut-tâa, bey'ul-câ-iz ve bey'ul-muâmele gibi isimler de verilir.[42]
Sözlükte telde, bir kimseyi bâtýný zahirine aykýrý olan bir iþi yapmaya zorlamaktýr. Bey'ut-telcie deyimi de buradan gelmektedir.
Terim olarak fýkýhçýlar, "taraflarýn aslýnda istemedikleri bir satýþ sözleþmesini kabul ettiklerini söylemeleri" þeklinde yorumlamýþlardýr. Taraflarýn bu sözleþmeyi kabul etmelerinin sebebi bir zâlimin ya da benzeri kimselerin korkusundan emin olmak içindir.
Ýster zâlim korkusuyla, ister baþka bir sebeple olsun taraflarýn sözleþme üzerinde ittifak ettiklerini açýklamalarý iki taraf arasýnda gerçekten kabul edilmiþ bir satýþ akdi olamaz. Bu durum Hanbelî kitaplarýnda þu þekilde tarif edilmiþtir: "Bir musibetten korunmak amacýyla bir akdin varlýðýný kabul etmek, gerçek maksada uygun deðildir."
Bu satýþ akdi telde þeklinde isimlendirildi. Çünkü burada bir zorlama ve mecburiyet vardýr. Böyle bir durumla karþýlaþan kimse zaruret sebebiyle bu isi yapar; bu bir çeþit kendini savunmadýr.
Þâfiîler ise bu çeþit sözleþmeye bey'ul-emânet demiþlerdir.[43]
(hazine)
Sözlükte, kiþi ya da kamuya ait bir malý korumak amacýyla hazýrlanan mekana denir. "Geceleme yeri" anlamýna gelen "beyt" kelimesinden alýnmýþtýr.
Râgýb'm dediðine göre; beyt kelimesi, aslýnda insanýn geceleyin sýðýnacaðý yer demektir. Sonralarý ise "mesken" yerine beyt kelimesi kullanýlýr hale gelmiþtir. Ayrýca dilde, her þeyin bir mekaný yani evi olduðundan söz edilir.
Terim anlamýna gelince, beytü mâli'l-müslimin ve beytü mâlillah deyimleri, Asr-ý Saadet'te fey ve humus gibi Ýslâm devletine ait kamu mal ve gelirlerini, gereken yerlere sarf edilinceye kadar korumak amacýyla yapýlan bina ya da ayný maksat için hazýrlanan fiziki mekanlar için kullanýlýrdý. Sonralarý yine bu anlamlarý kapsamak üzere beytülmâl þeklinde kýsaltýlarak kullanýldý ve bunanla yetinildi.
Son zamanlarda beytülmâl kavramýnýn anlamý çok geniþledi. Hatta arazi, eþya ve para gibi müslümanlarm bütün mallarýný içine alan bir cihet yani kurum olarak yorumlandý. Böylece beytülmâl, temsilcileri kanalýyla, normal insan gibi hareket edebilen itibari bir þahsiyet kazandý ve leh ve aleyhine haklar doðuran, alacaklarýna karþý dava açabilen, borçlarýndan dolayý da dava edilebilen malî bir sorumluluða sahip oldu.[44]
(tabiî âfet)
Sözlükte, âfet ve insanýn malýna gelen musibet manasmda-dýr. Ezherî'nin dediðine göre, bu kelimenin çoðulu cevâih þeklinde olup, aþýrý sýcak, soðuk, fýrtýna ve iri taneli dolu gibi, meyvelere isabet eden, onlara zarar veren ya da dallarýndan düþüren tabiî âfetler manasýnda kullanýlýr.
Terim olarak bu kelimeyle kastedilen, bilinse bile kurtulmak mümkün olmayan afetlerdir. Bu afetler ister insanýn kendi eliyle olsun, isterse soðuk, sýcak, kar, yaðmur ve çekirge gibi onun dýþýndaki sebeplerle meydana gelsin hepsine ayný isim verilir.
Bu görüþe Hanbelîler karþý çýkarak þu görüþü ileri sürmüþlerdir: "Bu deyim, insan rolü olmayan âfetler için kullanýlýr. Ýnsanýn fiilleri sebebiyle meydana gelen (âfetler)e câiha denmez." Þafiî de buna benzer bir görüþ belirterek þöyle demiþtir: "Her çeþit câiha insanýn bir suçu olmadan, semavî bir hareket olarak, bütün meyveleri ya da bir kýsmýný yok eden âfettir.
Nevevfnin bu konudaki görüþü ise þu þekildedir: «Hadiste "âfetin durumuna göre emretti" ifadesi geçmektedir.
Bunun manasý âfet sebebiyle telef olan meyveye karþýlýk fiyatýn düþürülmesi demektir.»
Feyyûmî ise bu hadis-i þerifi "zekatý âfete göre emretti" þeklinde yorumlamýþtýr. Yani semavî âfetle telef olan meyvenin kalan kýsmýndan zekat alýnmaz.[45]
(cizye mükellefi/cizye tahsildarý)
Sözlükte kelimenin asýl anlamý, vatanlarýndan çýkan ya da çýkarýlan bir grup insan demektir. Hz. Ömer tarafýndan, Arap yarýmadasýndan çýkarýlan ehl-i zimmetten bir grup bunlardandýr. Daha sonra bu grup, kendilerinden cizye alýnan bir topluluk olarak muamele görmüþtür.
Daha sonralarý, vatanlarýndan çýkarýlmasalar bile, ülkenin her yerinde bulunan ve cizye ödemesi gereken mecu-si ve ehl-i kitaptan herkese bu isim verildi. Ayrýca fukaha her çeþit cizye için de bu Ýsmi kullanmýþtýr. Bu konuda onlarýn cizve toplamakla görevlendirilen kimse hakkýnda kullandýðý þu söz meþhurdur: "Üstu'mile fülanün ale'l-câliye (Falan kiþi cizye toplamak üzere tayin edildi.)"[46]
(vakýf personel maaþý)
Türkçe bir kelime olup, vakýf memurlarýna verilen maaþ, ücret ve benzeri ödemeler manasýnda kullanýlmýþtýr. Meselâ, atâ (maaþ) gibi. Ancak atâ senelik olarak verilirken, câmikiyye aylýk olarak ödenir.
îbn Nüceym'in dediðine göre: "Vakýflarda câmikiyye ücret, ihsan, baðýþ, sadaka ve benzeri isimlerle Ödenir. Bunlardan her biri için uygun ödeme biçimi vardýr. Yine bunlarýn hepsi ücret benzeri Ödemeler kabul edilir. Eðer bunlar sadaka olarak kabul edilseydi, zenginlerin almasý helal olmazdý."
Ýhsan, baðýþ benzeri ödemelerde, eðer memur sene içinde ölür ya da azledilirse ve bundan önce de câmikiyyenin tamamýný almýþ olursa, senenin kalan kýsmýna ait olan hisseyi geri Ödemez. Çünkü baðýþ teslim alýnmýþ olmakla mülkiyet kazanýr. Eðer ödenen þey, ücret benzeri bir ödeme olsaydý kalan kýsmýn geri verilmesi gerekirdi.
Vakfýn aslým oluþturduðu için bu Ödemeler sadaka olarak da kabul edilebilir. Bu mallardan doðrudan almak, zenginler için sahih olmaz. Çünkü, vakfýn baþlangýcý mutlaka sadaka olarak verilen mallara dayanýr. Zira "ebediy-yen vakfedilmiþtir" sözü vakfýn sýhhati için þarttýr.
Bu fýkýh deyimi, son dönem Hanefi ulemasý tarafýndan ve Osmanlýlar döneminde kullanýlmýþtýr.[47]
(bilgisizlik)
Sözlükte bilginin zýddý bir anlam ifade eder. Câhil, kendisini bilgisiz býrakan, yahut da bir þeye olduðunun ve göründüðünün aksine inanan kimsedir.
Deyim olarak fýkýhçýlar cehalet sözcüðünü, satýlan eþya, müþteri, kiraya verilen mal ve fiyat gibi insanýn dýþýnda meydana gelen bilgisizlik için; cehl kelimesini ise, çoðu kere, insanýn inançlarý, söz ve fiilleri için kullanmýþlardýr. Yine onlar, cehalet ile gurer deyimleri arasýnda bazý farklar saymýþlardýr. Mâliki mezhebinden el-Karâfî'nin dediðine göre gurer, elde edilip edilemeyeceði bilinmeyen þeydir: Havadaki kuþ, denizdeki balýk gibi. Ancak elde edileceði bilinir, fakat eþyanýn sýfatlarý bilinmezse o zaman bu þey meçhul diye isimlendirilir: Örtünün altýndaki eþyanýn satýlmasý gibi. Bu kesinlikle elde edilecektir, fakat ne olduðu bilinmiyor. Ýbn Teymiye de cehaleti gurer çeþitlerinden bir çeþit olarak zikretmiþ ve her cehaletin bir gurer olduðunu, fakat her gurerin cehalet olmadýðýný belirtmiþtir.[48]
(ticari eþya)
Sözlükte celeb, meclûb manasýnda kullanýlýr; o da, bir bölgeden öbür bölgeye götürülen þey demektir.
Deyim olarak fýkýhçýlar bunu, ticaret eþyasý ve bir beldeden öbür beldeye, ticaret için götürülen erzak için kullanmýþlardýr.
Telakki'l-celeb deyimine gelince; bundan maksat bazý ticaret mallarý ile çeþitli erzaký satmak için getiren kimseleri, çarþýya ulaþtýrmadan önce karþýlamak demektir. Bu deyim sadece Hanefîlerce kullanýlmýþ olup, Þafiî ve Hanbe-lîler bu konuda telakki'r-rukbân ifadesini kullanmýþlardýr. Mâlikîlerde ise telakki's-sila deyimi yaygýndýr.[49]
(ücret)
Sözlükte cu'l köküne dayanýr. Bu ise insanýn ameline karþýlýk olarak takdir olunan þey demektir. Bu anlamýyla ecir (ücret) ve sevap (mükâfat) deyimlerinden daha geniþ kapsamlýdýr.
Terim olarak, belirli bulunan veya belirlenmesi kolay olan belirsiz bir iþe karþýlýk olarak Ödenmesi gereken bedel anlamýna gelir. Bunun þekli, bir kiþinin (iþverenin) bir baþka kiþiye (iþçiye) belirli bir ücreti tayin ve takdir etmesi biçiminde oluþur ve belirli ya da belirsiz bir zamanda iþveren adýna çalýþmasý gerektiði için bu ücreti önceden vermez. Burada sözkonusu olan, iþverenin menfaatidir. Eðer iþ tamamlanýrsa kararlaþtýrýlan ücret iþçiye ödenir Ýþ tamamlanmazsa hiçbir þey ödenmez. Zira iþ tamamlanana kadar o iþin iþverene hiçbir faydasý yoktur.[50]
(tahsil)
Sözlükte ve terim olarak, toplamak ve tahsil etmek anlamlarýna gelir. Meselâ "cebeytü'1-mâl ve'z-zekât ve'1-harâc, ci-bâyeten" denilir ki burada toplamak manasýna kullanýlmýþtýr.
el-Câbî kelimesi de haraç toplayan kimseye denir. Develer için su toplayan kiþiye de bu isim verilir.[51]
(baþ vergisi)
Sözlükte, ceza ve mücâzat köklerinden türemiþ bir kelime olarak geçmektedir.
Terim olarak bu kelimeyi ibn Enbârî þöyle açýklamýþtýr: "Bu, ehl-i zimmet üzerine konan bir vergidir. Gerçek anlamý üzerinde fukaha ayrýlýða düþmüþtür. Þafiî ve Hanbelîle-re göre, ehl-i zimmetin dâru'l-Ýslâm'da oturmalarý karþýlýðýnda veya onlarýn canlarýný, nesillerini ve mallarýný korumak amacýyla veyahut da müslümanlann onlarla savaþmamasý için alman belirli bir miktar maldýr. Onlarýn güvenlikleri, canlarý, çoluk çocuklarý ve malarýnýn korunmasý karþýlýðý olduðu veya dâru'l-Ýslâm'da oturmalarýný saðladýðý için bu þekilde isimlendirilmiþtir.
Mâliki ve Hanefîler de kelimeyi daha geniþ anlamda ele alarak maksatlarým þu þekilde açýklamýþlardýr: Cizye, ehl-i zimmetten alýnan her þeydir. Bu, ister galibiyet ve savaþsýz fetih sebebiyle olsun, isterse karþýlýklý rýza ile yapýlan zimmet sözleþmesinden doðmuþ olsun, hepsine ayný isim verilir.
Sonuç olarak, fýkýhçýlarýn cizye adýný, hem ehl-i zimmetten alýnan vergi veya mal, hem de onlarla yapýlan sözleþme için kullandýklarý söylenebilir.[52]
(ücret)
Sözlükte, bir kimsenin yaptýðý iþ mukabilinde almýþ olduðu ücret anlamýna gelir. Mücahidlere, savaþta kullanmak üzere verilen malzemeye de bu isim verilir. Böylece bu deyim iki þekilde yorumlamýþtýr. Çünkü o verilen þey demektir. Deyim olarak sözlük anlamýyla aynýdýr.[53]
(inkâr)
Sözlükte cuhûd ve cahd, "bildiði halde bir þeyi inkâr etmek" demektir. Râgýb'm dediðine göre cuhûd, "kalben varlýðý sabit olan bir þeyi inkar etmek; kalben varlýðý inkar edilen bir þeyi kabul etmek" þeklinde yorumlanýr.
Cürcânî ise bu deyimi þöyle izah etmiþtir: "Bu kelimenin anlamý, bir fiilin, geçmiþi olumsuz yapmak için lem olumsuzluk edatýyla cezimlendiðinde kazandýðý anlamdýr ki, o da, mazide iþin terkedildiðini haber vermekten ibarettir. TAncak cuhûd Ýle nefy arasýnda anlam bakýmýndan fark vardýr. Þöyle ki; nefy, isbat ve icab kelimelerinin mukabili, yani karþýtýdýr. Ýnkarcý eðer söylediðinde doðru ise bunun adý nefy olur, cahd deðildir. Eðer inkarcýnýn söylediði yalan ise bu takdirde o söz hem nefy hem de cahd olarak isimlendirilir. Çünkü, her cahd ayný zamanda nefy'dir. Fakat her nefy, cahd deðildir."
Bu konuda Ibn Kayyim'in yorumu da þu þekildedir: "Cahd, kalb ve lisan ile kabul ve itiraftan sonra meydana gelir. Bu sebeple cahd lafzýný hukuki davalar ile benzeri yerlerde mutlak inkar anlamýnda kullanmak doðru deðildir. Çünkü inkarcý bazan haklý olabilir ve o zaman câhid olarak isimlendirilmez.[54]
(heder)
Sözlükte ve deyim olarak anlamý heder (boþa giden þey) demektir. Fýkýhçýlar, insana ait bir iþi ya da baþka bir þeyi cübâr olarak deðerlendirdiklerinde bu iþ yüzünden telef olan þeyi kastederler ki, o da heder'dir. Heder (telef) olan mal sebebiyle de herhangi bir kimseye, kýsas, diyet, bedel "e benzeri herhangi bir tazminat yoktur.
Fýkýh kitaplarýnda kural olarak "cinâyetü'l-ucemâ cübâr (hayvanatýn kendiliðinden olarak cinayet ve mazarratý hederdir)" sözü yaygýn olarak geçmektedir. Yani hayvanýn kendi kendine telef ettiði maldan dolayý hayvan sahibinin tazminat ödemesi gerekmez. Hayvan mal ya da can telefine sebep olsa, eðer bu olay, hayvan sahibinin dikkatsizliðinden ve kusurundan kaynaklanmýyorsa yine tazminat ödenmesi gerekmez.[55]
(götürü)
Sözlükte bu kelime cüzâf, cizâfve cezâf olarak üç þekilde de okunabilir. Ancak cizâf þekli daha çok yaygýndýr. Anlamý, kýymeti ve miktarý ayrýntýlý olarak bilinmeyen bir þeyi satmak þeklinde açýklanýr. Yani tahminen, tartmadan, ölçüp biçmeden, saymadan ve herhangi bir takdir yapmadan götürü olarak yapýlan satýþ iþlemidir. Mücâzefe (götürü pazarlýk) bu türden olup bir çeþit kolaylýk yoludur.
Ayrýca cuzâf deyiminin asü anlamýnýn "bir þeyi bilmemek" olduðu da söylenmiþtir. Kelime aslen Farsça olup sonradan Arapça'ya geçmiþtir.[56]
(gelir)
Sözlükte insanýn ticaret ya da akarlarýndan elde ettiði gelir anlamýna gelir.
Terim olarak sözlükte kullanýldýðý anlamda yorumlanýr. Bazý fýkýhçýlar da "maldan elde edilen gelir" þeklinde tarif etmiþlerdir. Hare bu kelimenin mukabili olarak kullanýlýr. Meselâ, bir kimsenin kazandýðý harcamalarýndan fazla olduðu zaman "filanýn geliri giderinden fazladýr" denilir.[57]
(tazminat)
Sözlükte bir þeyi baþka bir þeyin içine koymak anlamýna gelir. Meselâ, bir þey onu içine alan baþka bir þeyin içine konulduðu zaman bu fiil kullanýlýr. Sonralarý bu kelime iltizâm (yükümlülük baðlayýcýlýk) anlamýnda yorumlanmýþtýr. Çünkü dâminin (-kefil, borçlu) zimmeti, ödenmesi gereken bütün yükümlülükleri içine alýr.
Deyim olarak fýkýhçýlar bu kelimeyi üç anlamda kullanmýþlardýr:
1- Þafiî, Mâliki ve Hanbelî âlimlerine göre bu deyim kefalet anlamýna gelir. Çünkü kefalet, kefil olanýn, kefil olduðu kimsenin zimmetindeki gerekli yükümlülükleri kendi zimmetine eklemesidir.
2- Hanefîler ise daman deyimini, "baþkasýna verilen zarardan doðan malî yükümlülükler (tazminat)" biçiminde tarif etmiþlerdir. Baþka bir deyiþle daman zarar gören mal mîslî ise mislini, kýyemî ise kýymetini vermektir.
3-Ulemanýn çoðunluðu da daman deyimini "eþyanýn zarar görme tehlikesine katlanmak" þeklinde yorumlamýþlardýr.[58]
Bu yorum, "el-harac bi'd-damân (gelir riske baðlýdýr/karþýlýðýdýr)" kuralýnda kastedilen inanadýr.
(geri ödemeye kefalet)
Deyim olarak bir baþka hak sahibi çýktýðýnda müþterinin parasýný geri Ödemeye kefil olmaktýr. "Bu malda sana gelecek herhangi bir zarar ve ziyan konusunda ben kefilim" þeklindeki ifade bu çeþit kefalete Örnektir. Bu Ýþlemin derek þeklinde isimlendirilme sinin sebebi, hak sahibinin malýna gelen bir zarardan dolayý cezai yükümlülük getirmesinden dolayýdýr.
Bazý fýkýhçýlar damana'd-derek ifadesinin, damânü'l-is-tihkâk ifadesiyle örtüþen (ayný) manayý taþýdýðý görüþündedirler. Çünkü damânü'l-istihkak, hak sahibinin ortaya çýkmasý anýnda paranýn geri ödenmesine kefil olmaktýr.
Bazýlarý da damânü'd-derek'i damânü'l-uhde'rdn bir çeþidi kabul ederek, "damânü'd-derek, damânü'l-uhde'nin aynýsýdýr" demiþlerdir.[59]
(akdî tazminat)
Deyim olarak bu ifadeyi yalnýzca Þafiî âlimleri kullanmýþlardýr. Bunlar tazminatý gereken mallarý, tazminat olarak ödenmesi gereken bedel açýsýndan iki kýsma ayýrmýþlardýr. Birincisi damânü'l-akd ikincisi de damânü'l-yed'dir.
Zerkeþî'ye göre damânü'l-akd, yalnýzca muaveza akdine dayalý olarak belirli bir bedeli tazmin etmektir. Satýlan eþya veya bunun teslim alýnmadan önceki belirlenmiþ deðeri gibi. Yine belirli bir sermayedeki selem ve icare akdi ile belirlenen ücret de böyledir.
Þâfiîler damânü'l-akd'e þu örneði verirler: "Haným teslim almadan önce kocanýn elinde kaybolan mihrin tazmin edilmesi gerekir. (Bu görüþ Ýmam Þafiî'nin yeni ve yaygýn olan görüþüdür). Çünkü haným bu mala muaveza akdi ile sahip olmuþtur. Bu satýldýðý halde halen satanýn elinde bulunan mala benzer. Mihr akdi feshedilince mülkiyetin, malýn telefinden önce tekrar kocaya dönmesine hükmedilir.
Þirâzî'nin belirttiðine göre böyle bir durumda mihr-i misil yoluna gidilir. Çünkü bu belirli bir bedel olup teslim alýnmazdan önce telef olmuþtur. Bu takdirde eþyanýn aslýna dönmek sakýncalý olur ve onun bedeline dönmek gerekir.
Nitekim birisi bir köle için elbise alsa, köle de onu taþý-sa, fakat teslim almasa ve onun yanýndayken telef olsa köle bu elbisenin aslýný deðil kýymetini ödemesi gerekir.
Damânü'l-akd ile damânü'l-yed arasýndaki farka gelince, Suyûtî'nin belirttiðine göre damânü'l-akd'in konusu ve dayanaðý taraflarýn üzerinde anlaþtýklarý þey veya bedeldir. Ama damânü'l-yed'in dayanaðý misil veya kýymettir.
Suyûtî'nin de dediði gibi damânü'l-akd ile damânü'l-yed arasýndaki fark þudur: "Damânü'l-akd'de konu ve dayanak taraflarýn üzerinde anlaþtýðý mal veya onun bedelidir, damânü'l-yed'de ise dayanak ve üzerinde durulacak konu eþyanýn kendisi deðil, misli ya da kýymetidir.[60]
(ödeme sorumluluðu)
Deyim olarak Ezherî bunu kefâletü'l-uhde þeklinde anlamýþ ve þöyle tarif etmiþtir: «Satýcýnýn taahhüt ederek yanýnda býraktýðý eþyada ortaya çýkan ayýbý tazmin etmektir.
Ya da eþyanýn hak sahibi olduðunu iddia eden biri çýkar ve bu konuda kesin delil getirirse, eþya, sahibine teslim edilir ve müþteri verdiði parayý geri almak üzere satýcýya baþvurur. Bu iþlem esnasýnda müþteri "satýn aldýðým eþyalarda filan kiþiyi kefil aldým" gibi ifadeleri kullanýr. Bunun anlamý, "eþyanýn ayýplý olduðu anlaþýlýr veya baþka bir hak sahibi ortaya çýkarsa eþyanýn ödenmesi için onu kefil aldým" demektir.»
Bu deyim Hanbelî âlimleri ile bazý Þafiî fukahasý tarafýndan kullanýlmýþtýr. Bunlarýn dýþýndaki fýkýhçýlar bunu çok az kullanmýþlardýr. îbn Kudâme, "damânü'l-uhde, bazen satýcýdan müþteriye, bazen de müþteriden satýcýya ödeme þeklinde olur" demiþtir. Müþterinin satýcýya ödemesi, eþyayý teslim almadan önce satýþ iþleminde söz konusu olan gerekli parayý vermesidir. Eðer eþya ayýplý olur ya da bir hak sahibi çýkarsa müþteri bununla derhal satýcýya döner. Satýcýnýn müþteriye ödemesi ise eþyanýn baþka bir hak sahibi ortaya çýktýðýnda, ayýplý olduðu anlaþýldýðýnda yahut da iþe rüþvet karýþmýþsa satýlan malýn parasýný geri iade etmesidir.
Damânü'l-uhde eþyanýn kýymetinin tamamýnýn ödenmesi ya da taraflardan birinin diðerine bir kýsmým ödemesi þeklinde iki yerde ortaya çýkar.
Uhdenin aslý, satýþ sözleþmesinin ve ödenecek fiyatýn yazýldýðý yazýdýr. Ancak bununla tazmin edilecek fiyat ifade edilir.
Damânü'l-uhde iþleminde þu lafýzlar kullanýlýr:
"Eþyanýn aslýna, kýymetine ve ona gelecek zarara kefil oldum.
Bu eþyanýn sana tertemiz ulaþmasýna kefilim. Eðer bir hak sahibi çýkarsa fiyatým sana öderim.[61]
(teslime kefalet)
Deyim olarak satýlan malýn hiçbir hak sahibinin bulunmadýðýna ve müþteriye kesin olarak teslimine kefil olmaktýr.
Ýmam Ebu Hanife damânü'l-halâs deyimini bu þekilde yorumlayarak batýl ve yanlýþ olduðunu söylemiþtir. Çünkü bu "yerine getirilmesi imkâný olmayan bir þeye kefil olmak" demektir.
Hanbelîler de benzer görüþe sahiptirler. Çünkü satýlan malýn baþka bir hak sahibi ortaya çýktýðýnda ya da kölenin hür olduðu anlaþýldýðýnda serbestlik ve teslimi saðlamak mümkün deðildir.
Ýmam Ahmed'e bir adamýn köle veya cariye sattýðý, sonra da bunun müþteriye temiz ve kesin teslimine kefil olduðu soruldu. O da "Eðer kölenin hür olduðu ortaya çýkarsa buna nasýl muktedir olacak?" diye cevap verdi.
Ancak satýcý malýn teslimi veya paranýn geri verilmesine kefil olsa bu doðru olur. Çünkü bu durumda yerine getirilebilecek bir iþe kefil olunmuþtur. Bu da eðer hak sahibi uygun görürse malýn teslimi, uygun görmezse paranýn geri verilmesidir.[62]
(geri ödemeye kefalet)
Deyim olarak kefalet anlamýna gelir ve "bir hak sahibi çýktýðý takdirde malýn deðerini müþteriye geri vermeye kefil olmak" þeklinde yorumlanýr. Bir baþka deyiþle "hak sahibinin ortaya çýkmasýna baðlý, olarak malýn deðerinin müþteriye geri ödenmesine kefil olmak" demektir. Çoðu fýkýhçýla-ra göre bu damânü'd-derek'le aynýdýr. Diðerleri de da-mânü'l-istihkâk'ý damanü'd-derek'in bir çeþidi olarak kabul etmiþlerdir. Çünkü damânü'd-derek, istihkak ile birlikte ayýb'ý da içine alýr.[63]
(zararýn tazmini)
Damânü'l-yed deyimi Þâfiîlerin taksiminde damânü'l-uhde'nin ikinci bölümünü oluþturur. Çünkü onlar tazminat kefalet sebebiyle bedeli Ödenmesi vacip olan "mazmun" mallarý, damânü'l-uhde ve damânü'l-yed þeklinde ikiye ayýrmýþlardar. Þâfiîlerin dýþýndaki âlimlerce bu deyim bilinmez. Bunlara göre de daman "bir þeyi misli ya da kýymeti ile ödemektir". Bu yorumlarýna gaspedilen, ödünç verilen ve yanlýþ yolla satýlan mallarý örnek olarak vermiþlerdir.
Zerkeþî Kavâid'inde "Bize göre damânü'l-yed mâlikin elinden giden mallarýn karþýlýðýdýr. Ancak mülkiyeti devam eder. Kaybolan, mâlikin gücü ve tasarruftur. O halde daman sadece kaybolan eþyalarýn karþýlýðýdýr" demiþtir.
Þâfiîlerce kabul edilen damânü'l-yed kavramý, diðer fi-kýhçýlarýn kabul ettiði damânü'l-itlâf'm aynýsýdýr. Hamevî'nin el-Eþbah ve'n-Nezâir isimli kitabýnda belirtildiðine göre "daman, kaybolan malýn mislî ise mislini, kýyemî ise kýymetini vermek"ten ibarettir. Bu tarif Mecelle'nin 416. maddesinde aynen kural haline getirilmiþtir.
Þu kadar var ki, Zerkeþî ve Suyûtî kendi mezheplerine göre damânü'l-yed ile damânü'l-itlâf arasýnda fark olduðunu belirtmiþlerdir. Özellikle can ve mal telefinin tazminatý konularýnda damânü'l-itlâf ile damânü'l-yed deyimlerini birbirinden ayrý yorumlamýþlardýr. Þöyle ki: damânü'l-itlâf 'ta hüküm doðrudan doðruya mübaþir (fail) ile ilgili olup mutesebbib (sebep olan) ile alakalý deðildir, damânü'l-yed'&e ise hüküm her ikisi ile de ilgilidir. Çünkü ikisinden biriyle ilgili hüküm diðerini de içine alýr.[64]
(tüccara kefalet)
Deyim olarak bir kimsenin tüccarýn borcuna ve almýþ olduðu mazmun mallara kefil olmasýdýr.
Ýbn Teymiye, bunu "Bir kimsenin, tüccarýn insanlara ödeyeceði borçlara kefil olmasý" biçiminde tarif etmiþtir.
Bu deyim sadece Hanbelî âlimleri tarafýndan kullanýlmýþtýr. Hanbelî MeceZfe'sinin 1093. maddesinde bu konu þu þekilde açýklanmýþtýr: "Damânü's-sûk, tacirin lüzumlu ödemeleri, tüccarlara yüklenen bazý yükümlülükler ve alýnmýþ olan mazmun mallar için yapýlýrsa sahih olur.[65]
(zarar)
Sözlükte dârr ve darar, eziyet ve sýkýntý anlamlarýna gelir. Meselâ bir kimse diðerine karþý kötü bir þey yaptýðý zaman "darrahû" denilir.
Deyim olarak darar kelimesi, bir kimseyi kesin olarak kötülük ve zarara uðratmak demektir. Kötülük ve zararýn malda, haklarda ve þahýslarda olmasý arasýnda fark yoktur.
"Lâ davara ve la dýrâr" hadisinde geçen darar ve dýrâr arasýnda anlam bakýmýndan fark vardýr. Þöyle ki: darar yapýlan ilk kötülüðe denir. Dýrâr ise kötülüðe karþý misilleme olarak yapýlan eylemdir. Çünkü dýrâr kelimesi fi'âl vezninde kýyasý mastardýr ve müþareket (iþteþlik) bildirir.
Ta'zir, kýsas ve hadler gibi þeriatýn izin verdiði konularda dara/m, yasak olmayýþý ve dýrâr yasaðýnýn da sadece malî haklarda söz konusu olacaðý hususlarýnda fukaha arasýnda ihtilaf yoktur. Çünkü malî haklarda yapýlan dýrâr, darar'ý içine alacak biçimde geniþ kapsamlýdýr ve telafisi de mümkün deðildir. Meselâ birisi senin malýný telef etse, misilleme olarak o kimsenin malýný telef etmeye hüküm vermek caiz deðildir. Ancak onun aleyhine ödeme yükümlülüðü getirilir ve buna zorlanýr. Böylece ziyan o kiþiye intikal etmiþ olur.
Can ve bedene karþý yapýlan cinayetler için þeriatýn koyduðu kýsasta durum böyle deðildir. Yani kim öldürürse öldürülür, kim keserse kesilir. Çünkü bu cinayetler ancak kendi cinsinden bir ceza ile ödenebilir. Böylece cânî sonuç olarak kendi canýna kastettiðini anlar.[66]
(vergi)
Sözlükte ve deyim olarak konulmuþ vergi demektir. Yani deðeri belirlenmiþ ve varlýðý kesinleþmiþ vergidir.
Nevevî darbü'l-cizye ifadesini cizyenin varlýðýnýn ve deðerinin kesinleþip belirlenmesi þeklinde açýklamýþtýr, iþte darîbe kelimesi, bu alman malýn ismidir, çoðulu da darâib þeklinde gelir.
Bu konuda Münâvî, haraç kelimesinin çoðunlukla arazi vergileri için kullanýldýðýný belirtmiþ, Havârizmî de meks deyimini "kontrol noktalarýnda tüccardan alman vergi" þeklinde tarif etmiþtir.
Darîbe deyimi fýkýh dilinde çok az kullanýlmýþtýr. Bunun yerine eþ anlam ifade eden kulef sultâniyye, nevâib, vazâif, harâc, öþür, meðârim ve mukûs gibi ifadeler kullanýlmýþtýr. Bütün bu kelimelerin ifade ettiði anlam, devletin sosyal, iktisadi ve siyasi hayattaki görevlerini yapabilmesi ve gerekli harcamalarda bulunabilmesi için þahýslar üzerine ödenmek üzere koyduðu belirli bir miktar maldýr. Ancak ödenen vergi karþýlýksýz olup ödeyene aynen dönmeyebilir. [67]
(taþýnmaz mal)
Sözlükte menkul mallarýn dýþýndaki akar ve gayrimenkul mallara denir. Çoðulu "diyâ" þeklinde gelir.
Ayrýca bu kelime meslek ve san'at anlamýna da gelir. Meselâ "her adamýn bir mesleði ve sanatý vardýr" denilir.
Fýkýhçýlar bu kelimeyi sözlük manasýyla kullanýrlar. Ayrýca bazen de onu küçük çocuklar ve kendi kendilerini idare edemeyen müzmin hastalar için kullanýrlar.[68]
(belgesiz mal)
Sözlükte bu kelimenin "idmar" kökünden türetildiði ve kaybolma, gizlilik gibi anlamlara geldiði belirtilmektedir.
Deyim olarak fýkýh dilinde kullanýlan mâl-i dýmâr ifadesi, sahibi tarafýndan deðerlendirme ve faydalanma imkaný kalmamýþ olan mal demektir. Çünkü sahibinin malý üzerindeki hakimiyeti kaybolmuþ ve onun kendine döneceðinden de ümidi kesilmiþtir.
Sonuç olarak fýkýhçýlar bu deyimi "malýn aslýný tekrar elde ederek faydalanma imkâný kalmayan mal" olarak tarif etmiþler ve aþaðýdaki misalleri vermiþlerdir:
1- Gasbedilen bir mal, gasbedildiðini belirten bir delil getirilemediði için gasbedenden sahibi tarafýndan geri alýnamayan mal.
2- Bir kimsenin yanma, haberi olmadan emanet olarak býrakýlan mal, eðer sahibi tarafýndan unutulup seneler sonra hatýrlansa bu mal mâl-i dýmâr hükmüne girer.
3- Alacaklý bir delil getiremediði sürece borçlu tarafýndan açýktan açýða inkar edilen borç, seneler sonra bir topluluk huzurunda borçlunun borcunu ikrarý suretiyle bir delil getirme imkâný ortaya çýksa bile mâl-i dýmâr hükmündedir.
Sahibine dönmesi ümidi olmayan dönemde, bu nitelikteki mal, dýmâr olarak isimlendirilir.[69]
(mal sahibi)
Dihkân kelimesinin çoðuludur ve Farsça asýllý bir kelimedir. Köy muhtarý, tüccar veya mal ve akar sahipleri için kullanýlýr. Meselâ "dehkane'r-racül" denilir ki, "adamýn malý çoðaldý" demektir.[70]
(borç)
Sözlükte borç alýp vermek anlamýna gelir. Tedayün ve mü-dâyene tabirleri de ayný kökten türemiþ kelimelerdir. Bu iþleme, iki taraftan birisi borç verdiði, diðeri de onu yüklendiði için deyn ismi verilmiþtir.
Terim olarak fýkýhçýlar bu kelimeyi dar ve geniþ anlamýyla iki þekilde kullanmýþlardýr.
Geniþ anlamý: Fukaha bununla, sebebi ne olursa olsun bir kimsenin zimmetinde (borcunda) genel olarak sabit olan ve ödenmesi gereken her türlü mal borcu ile namaz, oruç, hac ve nezir gibi hukuk-u mahzayý (Allah rýzasý için yapýlan karþýlýksýz fiilleri) kastederler.
Dar anlamý: Mallarla ilgili iþlemlerde sözkonusu olup, bu meselenin hakikatinin ne olduðu konusunda fýkýhçýlar iki görüþ beyan etmiþlerdir. Hanefîlere göre bu, zimmette sabit olan bedel, telef ve karz (borç) ile ilgili mali borçlardýr. Bu durumda sayýlan üç meselenin dýþýndaki zekat, diyet ve erþ gibi ödemeler tarifin dýþýna çýkarýlmýþtýr. Þafiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise varlýðýný gerekli kýlan bir sebep dolayýsýyla zimmette (kiþide) sabit olan her çeþit malî borçtur. Bu tarife göre de, zimmette sabit olan ödenmesi gerekli malî borç, hem ayn ile ilgili sabit olan maîî ve menfaat karþýlýðý borçlar, hem de zekat gibi karþýlýksýz, sadece Allah hakký olmasý sebebiyle gerçekleþen borç ve yükümlülükler dahil edilmektedir.[71]
(þüpheli)
Deyim olarak, mihir, vasiyet ve boþanma ücreti gibi mal bedeli olmayan alacak þeklinde tarif edilmiþtir.[72]
Deyim olarak alacaklýsý mutlaka insan olan her borç bu kavram içinde tarif edilmiþtir. Satýlan malýn bedeli, evin kirasý ya da ücreti, karz borcunun karþýlýðý, telef edilen malýn deðeri ve cinayetin diyeti gibi.
Ayrýca bu tür borçlarda alacaklý, borcunu ödeyebilir ve ödenmemesi ya da savsaklanmasý halinde þer^ cezalarla borcunu ödemeye zorlanmasý için mahkemeye baþvurabilir.
Fýkýhçýlar deyn'i alacaklý açýsýndan deynullah ve dey-nü'l-abd þeklinde iki kýsma ayýrmýþlardýr.[73]
(Allah'a karþý borç, kamu yükümlülüðü)
Deyim olarak, insanlarla ilgili olmayan ve birbirlerine karþý alacak konusu yapýlamayan konular için kullanýlýr ve iki kýsýmdýr.
Birincisi, ibadetler gibi insaný Allah'a yaklaþtýran ve yükümlüye dünyevî bir menfaat saðlamayan iþ ve eylemlerdir.
Meselâ fýtýr sadakasý, oruç fitresi, nezir borcu ve keffa-retler gibi. Bunlarýn hepsi ibadettir ve müslüman, Allah'a baðlýlýðý ve O'na yaklaþmak için bunlarý yapar.
ikincisi, devletin kamu menfaatlerini yerine getirebilmesi, toplumun yükünü kaldýrabilmesi ve kendini kuvvetlendirmesi için konulan hak ve yükümlülüklerdir. Bunlar Çoðu kere yükümlünün dünyevî menfaatlerine karþýlýk olarak konulur ve yardým ya da vergi gibi isimlerle anýlýr. Meselâ görevlilerin arazi üzerine koyduðu öþür, haraç, ganimetlerin beþte biri, müslümanlarýn savaþmadan aldýklarý ganimetlerden devlete ödeyecekleri miktar ve hazinenin aciz kalýp da yapamadýðý bazý kamu faaliyetlerini yapmak için gücü yeten müslümanlar üzerine devlet baþkanýnýn koyduðu vergiler gibi.
Deynullah ayýrýmýnýn ikinci kýsmýný deynü'l-abd oluþturur.[74]
Terim olarak bir kimsenin zimmetinde birbirinden farklý sebeplerle sabit olan borçlar demektir. Meselâ iki kiþi deðiþik sürelerle bir kimseye para verseler veya ortak bir malý bir müþteriye satsalar da her biri satýþ anýnda alacaðýný ve zamaným tayin etmiþ olsa bu durumda müþterinin borcu deyn-i gayr-i müþterek yani müstakil borç hükmüne girer.
Hanefîlere göre deyn-i müþterek ile deyn-i müstakil arasýndaki en önemli fark eðer deyn, gayr-i müþterek yani müstakil ise alacaklý, borcunun zamanýnda ödenmesini isteyebilir ve aldýðý miktarý borçtan mahsub edilir. Özellikle diðer alacaklýlardan hiçbiri buna ortak olamaz.
Fakat deyn, deyn-i müþterek olursa, ortaklardan her biri kendi alacaðý miktarý isteyebilir. Fakat aldýðýný kendi hesabýna alamaz ve diðer ortaklarla paylaþmasý gerekir. Çünkü bunda, alacaklýlardan her birinin borçtaki hissesi oranýnda alacak hakký vardýr. [75]
(vâdesi gelmiþ borç)
Deyim olarak, alacaklýnýn istediði anda ödenmesi gereken borçtur ve hemen ödenmesini istemek caizdir. Anlaþmazlýk halinde mahkemeye müracaat edilir. Bu, deyn-i müeccelin tam tersidir.
Bazý borçlarýn dinen hemen Ödenmesi gerekir ve ertelenmesi doðru deðildir. Eðer tehir edilirse akit bozulmuþ olur. Nitekim sarf akdinde taraflarýn bedellerinin peþin olarak ödenmesi ve selem akdindeki sermayenin hemen teslim edilmesinde olduðu gibi. Hanefî, Þafiî ve Mâlikîlere göre mudarabe sermayesinin hemen ödenmesi de böyledir. Þafiî ve Mâlikîlere göre de, icâre-i zimmette ücretin peþin olarak ödenmesi gerekir.[76]
(saðlam alacak)
Terim olarak kâr bedeli ile mültezimin ticaret için aldýðý mal için kullanýlýr. Ýflas etmiþ olan mültezim borcunu ikrar ederse yine borç deynü'l-kavî hükmüne girer. Þayet inkar ederse delil getirmesi gerekir.
Fýkýhçüar deyni, deyn-i kavý ile birlikte, deyn-i mutavassýt ve deyn-i zaîf kýsýmlarýna ayýrýrlar. Çünkü bunlarda ödenme garantisi bakýmýndan borcu kavý, mutavassýt ve zaîf þeklinde üç dereceye ayýrmýþlardýr. Ibn Nüceym bu taksimi Ýmam Ebu Hanife'ye dayandýrýr.[77]
(hastanýn borçlanmasý)
Terim olarak bir kimsenin ölüm hastalýðýnda kendi iradesiyle yapmýþ ve kabul etmiþ olduðu borçlara denir. Bu durumda borcun sabit olmasý için hastanýn ikrarýndan baþka bir yol da yoktur. Hastanýn, borç sebebinin saðlýðýnda doðmuþ olduðunu iddia etmesi ile hastalýðý anýnda doðmuþ olduðunu söylemesi arasýnda hiçbir fark yoktur.
Fýkýhçýlar, deynü'1-mn.raz konusunu deynü'ssýhha bölümünde incelemiþlerdir.[78]
(saðlama yakýn alacak)
Terim olarak ticaret malýnýn karþýlýðý olmayan borç þeklinde yorumlanýr. Hayýr için verilen elbisenin bedeli, hizmetçinin ücreti ve oturulan evin kirasý gibi.[79]
(zimmet borcu)
Deyim olarak fýkýhçýlar arasýnda deyn-i mürsel olarak da bilinir ve sadece borçlunun zimmeti ile ilgili borçlar demek olup mallarýyla alâkalý deðildir. Borçlu, bu mallara ister borçtan önce malik olsun, isterse borçtan sonra malik olmuþ olsun durum aynýdýr. Bu sebeple deyn-i mutlak'm ödenmesinde borçlunun bütün mallarý geçerli ödeme aracý olarak kabul edilir. Ancak deyn-i mutlak, borçlunun mallarý üzerindeki tasarrufuna mani deðildir.
Fýkýhçýlar, ilgi alaný itibariyle borçlarý iki kýsma ayýrmýþlardýr. Bunlardan birincisi deyn-i mutlak, ikincisi de deyn-i müvessak'týv.
(belgeli borç)
Deyim olarak, borçlunun bütün mali varlýðýnýn sadece belirli bir kýsmýný ilgilendiren borçtur. Bu çeþit iþlem, alacaklýnýn hakkýný vurgulamasý ve Ödenmesi bir vesikaya boðlan-dýðý için fýkýhçýlar tarafýndan bu isimle anýlmýþtýr. Meselâ, rehine dayalý bir borçta olduðu gibi. Burada borç rehin býrakýlan mal ile þahitlendirilmiþtir. Çünkü, bu eþya üzerinde, rehin alan kimsenin izni olmadan eþya sahibinin tasarruf hakký yoktur. Ayrýca, rehin alan kimsenin alacaðý, borçlarýn ödenmesi esnasýnda, diðer alacaklýlardan öne geçirilir.
Deyn-i müvessak'm karþýtý deyn-i mutlak'týr.[80]
(vadeli borç)
Terim olarak, süresi dolmadan ödenmesi gerekmeyen borç demektir. Ancak süresinden Önce ödenirse geçerli olur ve borçlunun zimmetinden düþer.
Deyn-i müeccel bazen taksitlere bölünmüþ olabilir. Bu takdirde her taksit için belirli bir zaman süresi vardýr ve bu zamanda ödenmesi gerekir. Fakat bu süre gelmeden ödenmeye zorlanamaz.
Bununla birlikte diyet borcu gibi bazý yükümlülükler de takside baðlanabilir. Bu tür borçlarýn senede üçte birinin ödenmesi þartýyla üç senede ödenebilmesi konusunda icma vardýr.
Fýkýhçýlar Ödenme zamaný açýsýndan borçlarý deyn-i müeccel ve deyn-i hal olmak üzere iki kýsma ayýrmýþlardýr.[81]
(ortak borç/alacak)
Deyim olarak, bir sebebe baðlý olarak en az iki kiþiyi yükümlülük altýna sokan borçlar için kullanýlýr. Ýki veya daha çok kimseye ait ortak bir malýn tek bir sözleþme ile satýþ fiyatý belirlenmiþ ve ortaklardan her birinin hissesi de ayrý ayrý belirtilmiþse bu muameleden doðan borç deyn-i müþterek olur.
Yine birkaç vârise intikal eden miras borcUj, yok olan ortak malýn deðeri ve iki veya daha fazla kimseye ait ortak maldan verilen karz bedeli de deyn~i müþterek konusuna Örnek olarak verilebilir.[82]
(ödenmemiþ borç)
Deyim olarak, ödenmedikçe ya da ibra edilmedikçe düþmeyen borç demektir. Satýlan þeyin bedeli, evin kirasý, karz, mehir ve yok edilen eþyanýn borcu gibi.
Fýkýh biliminde deyn-i sahih'in. karþýtý deyn-i gayr-i sahih'tir. Çünkü fýkýhçýlar düþmesinin þartlarý bakýmýndan borcu bu þekilde iki kýsma ayýrmýþlardýr.[83]
(saðlýklýnýn borçlanmasý)
Deyim olarak fýkýhçýlar bu ifadeyi hasta bir kimsenin saðlýklý halinde iken zimmetine geçmiþ olan borçlarý için kullanýrlar. Bu borçlarýn hastanýn kendi ikrarýyla ya da baþka delillerle sabit olmasý arasýnda fark yoktur.
Ölüm hastalýðýnda yapýlmýþ olan borç delil ile sabit olmuþsa deyn-i lazým (ödenmesi gerekli borç) hükmüne girer. Meselâ hastanýn mihir ile evlenmesi, deðer fiyatýyla bir þey satýn almasý ve baþkasýnýn malýný telef etmesi gibi. Çünkü bütün bu iþlerin yapýlmasý anýnda þahit ya da baþka delillerin bulunmasý iþlemlerin tabiatý gereðidir.
Fýkýh biliminde deynu's-sýhha, deynu'l-maraz konusunun bölümlerinden biridir.[84]
(belgesiz mal)
Sözlükte bu kelimenin idmâr kökünden türetildiði ve kaybolma, gizlilik gibi anlamlara geldiði belirtilmektedir.
Deyim olarak fýkýh dilinde kullanýlan mâl-i dýmâr ifadesi, "sahibi tarafýndan deðerlendirme ve faydalanma imkâný kalmamýþ olan mal" demektir. Çünkü sahibinin malý üzerindeki hakimiyeti kaybolmuþ ve onun kendine döneceðinden de ümidi kesilmiþtir.
Sonuç olarak fýkýhçýlar bu deyimi "malýn aslýný tekrar elde ederek faydalanma imkâný kalmayan mal" olarak tarif etmiþler ve aþaðýdaki misalleri vermiþlerdir:
1- Gasbedilen ve gasbedildiðini belirten bir delil getiri-lemediði için gasbedenden sahibi tarafýndan geri alýnamayan mal.
2- Bir kimsenin yanýna, haberi olmadan emanet olarak býrakýlan mal, eðer sahibi tarafýndan unutulup seneler sonra hatýrlansa bu mal mâl-i dýmâr hükmüne girer.
3- Alacaklý, bir delil getiremediði sürece borçlu tarafýndan açýktan açýða inkar edilen alacak, seneler sonra bir topluluk huzurunda borçlunun borcunu ikrarý suretiyle bir delil getirme imkâný ortaya çýksa bile mâl-i dýmâr hükmündedir.
Sahibine dönmesi ümidi olmayan dönemde, bu nitelikteki mal, dýmâr olarak isimlendirilir.[85]
(gelir-gider defteri)
Sözlükte, Farsça'dan Arapça'ya geçmiþ bir kelime olarak belirtilmektedir. Hesap defteri anlamýna gelir. Sonralarý muhasebeci veya hesap bürosu anlamlarýnda da kullanýlmýþtýr.
Terim olarak, isim ve evrakýn yazýldýðý defter þeklinde tarif edilmiþtir. Yine, devletin hak ve görevlerinden olan mal ve iþler ile bunlarýn hangi asker ya da görevliler tarafýndan alýnacaðýna veya yapýlacaðýna dair bilgilerin korunmak amacýyla yazýldýðý defter biçiminde de yorumlanmýþtýr.
Ýslâm devletine bir kurum olarak girdiði ilk yýllarda çeþitli divanlar vardý. Bunlar; askerî divân, alacak ve vergi iþleri divâný, memur ve çalýþanlarýn alýnmalarý ve çýkarýlmalarýyla ilgili divân ve beytülmâl divâný. Bu son divân gelir, gider ve kamu mallarýnýn kayýt ve yönetimiyle görevli idi.
Havârizmî, divân'ý altý kýsma ayýrmýþtýr: Haraç divâný, hazine divâný, posta divâný, ordu divâný, su divâný ve harcama ve giderler divâný.[86]
(kanlýk, ölüm tazminatý)
Sözlükte can bedeli olarak kabul edilen mal demektir. Terim olarak bu kelimenin tarifinde ulema arasýnda birlik yoktur. Hanefî ve Mâliki fýkýhçýlarý onu "hür bir insanýn öldürülmesine karþýlýk kan bedeli olarak ödenmesi gereken mal" þeklinde tarif etmiþler ve "can bedeli mal" için özel bir anlam vermiþlerdir. Þafiî, Hanbelî ve bazý Mâliki ve Hanefî âlimleri ise can ve diðer cinayetleri içine alacak biçimde genel bir tarif yapmýþlardýr. Onlara göre diyet, insan veya onun bir organý için ödenmesi gereken belirli bir tazminatýn adýdýr ki, cinayete uðrayan kimseye veya velisine ya da varislerine bu cinayet sebebiyle ödenir. Genel olarak Ödendiði için bu isim verilmiþ olup insanoðlunun itibarýný artýrmak için affedildiði çok az görülmüþtür.[87]
(süre)
Sözlükte bir þey için konulmuþ süre veya bir iþin helal kýlýnan vakti gibi anlamlara gelir.
Terim olarak herhangi bir iþe baðlý olarak geleceðe ait belirlenen vakittir.
Belirlenen bu zaman, yükümlülükleri yerine getirmek ya da onlarýn bitimini belirtmek için tayin edilmiþ olabilir. Yahut da bu zaman, din, mahkeme ve mültezim tarafýndan kararlaþtýrýlmýþ olabilir. Sonuç bakýmýndan bu iþlemler arasýnda hiçbir fark yoktur.[88]
(iþçi, emekçi)
Terim olarak emeðin kiralanmasý iþleminde, sözleþme konusunu yerine getirmek üzere kendisiyle anlaþma yapýlan kimsedir. Bir baþka deyiþle bir iþi yapmak üzere nefsini kiraya veren kiþidir. Bunun iki þekli vardýr:
Ecîr-i has: Yalnýz bir kiþi adýna belirli bir iþte çalýþan veya zamaný ve Özellikleri belli birkaç iþi yapan kimsedir. Bu durumda iþçinin menfaatini (ücretini) zaman belirleyecektir. Çünkü kiralayan, iþçinin sözleþme süresindeki ücretini baþkasýnýn ortak olmamasý þartýyla sýnýrlandýrmýþtýr.
Eðer bir kimse, zamanýný belirleyerek mutfaðýna bir aþçý tutsa, bu aþçý ecîr-i has hükmüne girer. Bu kiþiye ayný zamanda ecîr-i vahd ve ecîr-i münferid ismi de verilir. Hizmetçi ve memur da bu sýnýftandýr.
Ecîr-i müþterek: Özel bir kimse ya da topluluk adýna çalýþmayan kimsedir. Ancak böyle bir kimse belirli bir kimse ya da topluluk adýna zamaný tayin edilmemiþ bir iþ yapabilir veya zamaný tayin edilmiþ fakat hususi þartlarý belli olmayan bir iþ yapabalir. Meselâ bir kimse dikilmek üzere terziye kumaþ verse, bu terzi ecîr-i müþterek olur. Terzi ecîr-i müþterek diye isimlendirilir; çünkü ayný anda birden fazla iþ alma hakký vardýr ve onlar için de çalýþabilir. Böylece baþkalarý da terzinin menfaatine katkýda bulunmuþ
olurlar.[89]
(ücret, karþýlýk)
Sözlükte iyi karþýlýk demektir.
Terim olarak bedel anlamýnda kullanýlmaktadýr. Bedel ise kiracýnýn mal sahibine, faydalandýðý menfaat mukabilinde ve üzerinde ittifak edilen sözleþme gereði verdiði karþýlýktýr. Ýcâre sözleþmesinde bedel, bey' (alým-satým) akdindeki fiyat gibidir. Bu, Hanbelî âlimlerinin dýþýndaki cumhur ulemanýn görüþüdür. Mâlikîler ise, insanlar ile, gemi ve hayvanlarýn dýþýnda baþka vasýtalarla taþýnabilen mallarýn kira karþýlýðýna ücret; insanlarýn dýþýnda ev, arazi gibi taþýnmaz mallarla, gemi ve hayvan vasýtasýyla taþýnabilen mallarýn icar bedeline de kira ismini vermiþlerdir.
Bunun dýþýnda bazý âlimler akýllý varlýklarýn (insan) menfaatleri karþýlýðýna ecr, akýlsýz varlýklarýn menfaatleri karþýlýðýna da kira ismini vermiþlerdir. Fakat bazen bu iki deyimin birbiri yerine kullanýldýðý da olmuþtur.[90]
(emsal bedel)
Sözlükte misil, benzetme demektir.
Terim olarak ise tarafsýz uzmanlarca belirlenen menfaat karþýlýðý ücret anlamýna gelir.
Ecr-i misü'in belirlenmesinde kiralanan eþyanýn men-faatma ve faydasýna denk bir bedelin belirlenmesi ile, icâre anlaþmasýnýn zaman ve mekanýna dikkat edilir.
Eðer icare sözleþmesi bir emek üzerinde cereyan ediyorsa yine bedelin belirlenmesinde iki önemli noktaya dikkat edilmesi gerekir.
a) Bu konuda çalýþan bir kimsenin aldýðý ücret.
b) Sözleþmenin mekaný ve zamaný. Çünkü zaman ve mekanýn deðiþmesiyle ücretler de deðiþebilir.
Eðer halk arasýndaki ecr-i misil, çok çeþitli olursa bunlarýn ortalamasý birim olarak alýnýr.
Burada açýkça belirtmek gerekir ki, icare akitlerinde belirlenen ecr-i misil, bazen ecr-i müsemmadan (=sözleþ-mede belirlenen ücret) fazla, bazen ondan eksik, bazen de ona eþit olabilir. Bu durumda, iki ücret arasýnda, umumi ya da hususi bir nisbet ortaya çýkmýþ olur.[91]
Terim olarak sözleþme anýnda belirlenen menfaat karþýlýðý ücrete denir.
Meselâ bir kimse seneliði 1000 liraya bir ev kiralasa bu ecr-i müsemmâ adýný alýr.
Fýkýhçýlarm belirttiðine göre ecr~i müsemmâ'nm üç hali vardýr:
a) Ecr-i misile eþit olmasý durumu,
b) Ecr-i misilden fazla olmasý hali,
c) Ecr-i misilden eksik olmasý durumu.
Böylece ecr-i misil ile ecr-i müsemmâ arasýnda bir ilgi ortaya çýkar. Bu ilgi, umumi ya da hususi olabilir.
Þayet ecr-i misili 100 lira olan bir mal, 100 liraya kiraya verilse böylece ecr-i misil ile ecr-i müsemmâ eþit olmuþ olur. Eðer bu mal 150 liraya kiralansa ecr-i müsemmâ 50 lira fazla olmuþ olur. Bu mal 50 liraya kiralansa bu sefer ecr-i müsemmâ 50 lira eksik olmuþ olur.[92]
(yerine getirme, Ödeme)
Sözlükte borcunu Ödemek, yerine getirmek gibi anlamlara gelir ve ýstýlah manasýyla aynýdýr.
Ýbn Fâris'e göre bu kelimenin aslý, bir þeyi bir þeye ulaþtýrmak ya da bir þeye kendiliðinden ulaþmak demektir.
Râgýb da edâ deyimini, hakký vermek ve gereklerini yerine getirmek þeklinde yorumlamýþtýr. Haraç ve cizye vergisini Ödemek veya emaneti yerine vermek gibi.
Ýbadetler konusunda edaya gelince, ibadeti vaktinde yapmak demektir ve "iþi vakti girdiðinde, çýkmadan yerine getirmek" þeklinde tarif edilmiþtir.[93]
Sözlükte bir iþte yeterli olma ve liyakat anlamlarýna gelir. Terim anlamý ise þu þekilde tarif edilmektedir: Ýnsanýn þer! hükümlerin teveccühüne ve vucubuna elveriþli olmasýdýr. Þefi hükümlerden maksat ilâhî hitabýn gerektirdiði emir ve yasaklardýr.
Ehliyet Allah'ýn her insan için takdir ettiði bir sýfat veya kabiliyettir ve insan onun sayesinde ilâhî vahyin çok saðlam bir muhatabý haline gelir. Þüphesiz ki, Allah'ýn koyduðu kurallarda muhatap yalnýz insandýr. Bunlar arasýnda uygulamak ve saygýlý davranmakla insanlarý yükümlü kýlan emirler ve yasaklar vardýr.
Fýkýhçýlar nazarýnda ehliyet iki kýsýmdýr:
1) Vücûb ehliyeti
2) Edâ ehliyeti.
1) Vücûb ehliyeti: Ýnsanýn lehinde ve aleyhinde olan meþru haklarýn kendisinde bulunmasýna yetkili ve yeterli olmasýdýr. Bu haklarýn baþlýcalarý insani sýfatlardýr. Bunlarýn yaþ, akýl veya erginlikle alâkasý yoktur. Her insan durumu ve sýfatý ne olursa olsun, vücûb ehliyetine sahiptir. Hatta cenin veya mecnun olsalar bile durum aynýdýr. Her kiþide vücûb ehliyeti vardýr. Fakat bazan eksik, bazan tam olabilir.
2) Edâ ehliyeti: Ýnsanýn, sefan muteber olacak bir þekilde, iþ yapmaya yetkili olmasýdýr. Bunun þartlarý da temyiz ve akýldýr. Mümeyyiz olmadan bazý dinî yükümlülükleri kaldýrabilecek ve þefi hitabý anlayabilecek duruma gelmeden çocuklarýn edâ ehliyeti yoktur.[94]
Sözlükte hýyanet kelimesinin zýttýdýr.
Terim olarak, Kadý Ebu'l-Velid Ýbn Rüþd'ün yazdýðýna göre ikiye ayrýlýr: Kul ile Rabbi arasýndaki emânet ve kullar arasýndaki emânet.
Kul ile Rabbi, yaratýcýsý arasýndaki emânet, dinî muamelelerde söz konusu olur. Allah'ýn kullarýna farz kýldýðý emirlerdir ki Allah onlarý, semalar arz ve daðlara arzetti de onlar bu yükü zayýflýklarýndan dolayý ve Allah'a karþý görevlerini hakkýyla yerine getiremeyeceklerinden korktuklarý için yüklenmekten çekindiler. Fakat insanoðlu yüklendi. Çünkü o zâlim ve cahildir.
Yaratýklar arasýndaki emanet ise, onlarýn birbirine güvenmesidir. Allah Teâlâ da, bu emânetin, ister iyilerden olsun isterse kötülerden olsun sahibine, ehline veya mahalline verilmesini emretmiþtir. Bu kýsýmda anlatýlan emanetin, fýkýhçýlar arasýnda iki yorumu vardýr:
a) Emine býrakýlan eþya. Bunun da üç þekli vardýr.
1. Vedîa gibi, korunmasý amacýyla býrakýlan eþya.
2. Kiraya verilen eþya, ortaðýn malý ve mudarabede olduðu gibi, bir akit çerçevesinde meydana gelen emânet.
3. Rüzgar yoluyla komþunun eþyasýnýn eve girmesinde olduðu gibi, maksatsýz ve sözleþmesiz olarak gerçekleþen emanet. Tabiîdir ki, bu yolla giren eþya bir sözleþmeye baðlý olmadýðý ve vedîa þeklinde de yorumlanamayacaðý için emânet olarak kabul edilir.
b) Bey'-i emânet olarak bilinen satýþ sözleþmesinin bir sýfatý olabilir. Murabaha, tevliye, vazýa ve istirsa (sipariþ)da olduðu gibi.
Ayrýca velayetlerde (idarecüerde) kadý da olduðu gibi Özel, vaside ve vakýf nazýrlýðýnda olduðu gibi genel, konuþmasý baþkasýna yükümlülük getiren þahit gibi kimseler için de sýfat olarak kullanýlýr.[95]
(kamu mallarý)
Fýkýhçýlann, mâliki yani sahibi açýsýndan mallan hâs (özel) ve âmm (kamu) þeklinde iki kýsma ayýrdýklarý belirtilerek hâs mallar daha önce izah edilmiþti.
Emvâl-i âmmeye yani kamu mallarýna gelince bunlar, bütün insanlarýn hizmetine ayrýlan ve onlarýn yararýna kullanýlan yahut da bu amaçlara yönelik olarak yapýlan okul, mescid, hastane, yol, kütüphane ve hazine emlaki gibi bina ve kurumlardýr.
Beytülmâl emlâki üzerine Mâverdî þunlarý yazmýþtýr:
"Gelir ve vergi olarak beytülmâle ayrýlan mallardýr. Buna, müslümanlarýn kazandýðý fakat sahibi ve mâliki bulunmayan her þey dahildir ve bu beytülmâlin haklarýndan biridir. Bu sebeple, alýndýðýnda bu hakka dayalý olarak alýnýr. Mal beytülmâlin korumasý altýna girsin ya da girmesin durum aynýdýr. Çünkü beytülmâl sýnýrlý bir mekandan ibaret deðildir. Müslümanlarýn yararýna kullanýlmasý gereken her hak beytülmâlin hakkýdýr.[96]
(örtülü mallar)
Batn sözcüðü sözlükte zahir kelimesinin zýttýdýr ki, bir þeyin içi anlamýna gelir.
Terim anlamýna gelince; fýkýhçýlar zekatýn vacib olup olmamasý bakýmýndan mallarý iki kýsma ayýrmýþlardýr:
Emvâl-i zahire ve Emvâl-i batine.
Emval- bâtme, yani gizli mallar onlarýn deyimiyle sahibinden baþka kimsenin bilmesi ve saymasý mümkün olmayan mallardýr. Para ve benzeri kýymetlerle, ticaret mallarý bu tür mallarýn baþlýcalarýdýr.
Çoðu fukahaya göre bu çeþit mallarýn tasarrufu sahibine ait olup zekatý konusunda görevliler sorumlu deðildir. Bu yüzden, hak sahiplerine daðýtýlmak üzere bunlarýn zekatýnýn devlet reisine verilmesi gerekmez. Fakat zekat vermesi gereken kiþi zekatýný isteyerek veriyorsa devlet reisinin almasý gerekir. Aksine, zahir mallarýn zekatýnýn görevliler tarafýndan alýnmasý ve daðýtýlmasý devlet reisinin bir görevidir.
Ýbn Kudâme'nin dediðine göre; "zahir ve bâtýn mallar arasýndaki fark, zekatýn zahirle ve fakirlerin kalbiyle ilgili güçlü baðýdýr.[97]
(özel mallar)
Fukaha, sahibi itibariyle mallarý, özel mülkiyete ait mallar ve kamu mülkiyetindeki mallar olmak üzere ikiye ayýrmýþtýr.
Özel mülkiyete ait mallar, hem çýplak mülkiyeti hem de kullanma hakký þahýslara ait olan mallar.
Kamu mallan, umumun yararýna ve halkýn menfaatine tahsis edilmiþ, mescid, ribat ve beytülmâle ait mallar ile benzeri eþyayý kapsar.
Özel mallar, eðer sahibi tarafýndan mescid ve umumun iyiliði için vakfedilirse, kamu malý haline gelir. Yahut devlet, yol ve mescid geniþletme gibi sebeplere dayalý olarak özel mallarý istimlâk ederse yine bu mallar kamu malý haline gelir.
Bazen de, kamu malý özel mal haline dönüþür. Meselâ kamu yararý, beytülmâlden bir þeyin satýlmasýný gerektiriyorsa, yahut almak isteyene satýlmasýnda vakfýn bir yararý varsa, satýlan eþya onu alanýn özel malý haline gelir.[98]
(bilinen, açýk mallar)
Zahir sözlükte, bilinen ve aþikâr olan þey anlamlarýna gelir.
Terim olarak zahir (açýk) mallar, sahibinin dýþýnda, bilmen ve sayýlabilen mallardýr. Ziraî ürünler, meyveler, hayvaný kaynaklar ile benzeri eþya, bu tür mallardan birkaçýdýr.
Çoðu fýkýhçilara göre, bu mallarýn vergilerini toplama ve hak sahiplerine daðýtma görevi devlet reisine ait olup bireylerin iþi deðildir. Kiþilerin ellerine, vicdanlarýna ve takdirlerine býrakýlmaz. Bu konudaki rivayetlere göre Nebî (s.a.v.), memurlarýný. vergi toplamak için gönderiyordu. Müslümanlar bu vergilerini ödemeye mecbur ediliyor ve vermeyenlere karþý savaþ açýlýyordu.[99]
(ganimet)
Sözlükte neft kelimesinin çoðuludur ve ziyade, ilâve, fazlalýk ve artma anlamlarýna gelir.
Terim olarak anlamý üzerinde fýkýhçýlar ihtilaf etmiþlerdir. Bu konuda beþ görüþ vardýr.
Bazýlarýna göre bu kelime ganimetlerden bahseder. Bazýlarýna göre fey gelirleri demektir. Bir kýsmý ganimetin beþte biridir demiþlerdir. Bir kýsmý da tenfil, yani ganimet devletin korumasý altýna girmeden önce ondan alýnan eþya þeklinde anlamýþlardýr. Diðer bir görüþe göre ise bu kelime seleb anlamýna gelmektedir. Bu da atlýya, savaþa teþvik olsun diye ganimetten hissesine düþen paya ilâve olarak verilen mal demektir.
Netice olarak þöyle demek mümkündür: "Enfâl, savaþarak ya da savaþmadan, harbilerin mallarýndan müslüman-larm eline geçen her türlü eþyadýr.
Bunun neft olarak isimiendirilmesinin sebebi, bu ümmete helal kýlman þeylere yeni bir helal daha ilâve olduðu içindir. Çünkü bu geçmiþ ümmetlere helal kýhnmamýþti. Veyahut da Nesefî'nin dediðine göre nefl ismi, gazinin asýl kazancý olan sevab'a. ilâve bir kazancýn adý olarak verilmiþtir.[100]
(yaralama tazminatý)
Sözlükte fesat, kötülük, bozukluk gibi anlamlarý vardýr. Eþyanýn noksanlarý için de kullanýlýr. Çoðulu urûþ'tur.
Terim olarak ölümün dýþýndaki yaralama cinayetlerinde ödenmesi vacip olan mal demektir. Eksik meydana gelen bir þeyin eksiðinin tamamlanmasý dolayýsýyla, ceza olarak ödenecek mala da bu isim verilmiþtir. Buradan hareketle fakihler bu deyimi yaralama tazminatý olarak yorumlamýþlardýr.
Fýkýhçüara göre erþ, bilirkiþi yargýsýndan daha geneldir. (Bilirkiþi yargýsý: Cinayet konusunda bilirkiþinin belirlediði tazminat demektir ki, miktarý belli deðildir.) Çünkü o hem nasla diyet miktarý belirlenmiþ cinayetlere hem de kanun koyucu tarafýndan diyet miktarý belirlenmemiþ cinayetlere þamildir. Bu sebeple bilirkiþi yargýsý erþ çeþitlerinden sadece biridir.
Ayrýca fýkýhçýlar erþ deyimini ticaret konusunda da kullanmýþlar ve bununla ayýplý malýn satýþ deðeriyle, saðlam malýn satýþ deðeri arasýndaki farký kastetmiþlerdir.[101]
(çarþýlar)
Sözlükte, alýþ veriþ mekaný için kullanýlýr. Fýkýhçýlar kitaplarýnda ahkamu's-sûk ismiyle bir bölüm açmýþlar, burada çarþý âdabýný, alýþ veriþ iþlemlerindeki þer1! usulleri ve hükümleri açýklamýþlardýr. Özellikle de konu ile ilgili ayet ve hadislerle uygulamadaki fetvalarý ortaya koymuþlardýr.[102]
Sözlükte zelem kelimesinin çoðuludur. Bir çeþit nasip oku demektir. Zelem, sehm ve kýdh ayný anlama gelen sözcüklerdir ki, bunlarýn hepsi düzgünce sivriltilmiþ aðaç parçasý için kullanýlýr.
Terim olarak, fal oklarý anlamýnda olup Cahiliyye devrinde Araplar, iþlerini bunlarla taksim ederlerdi. Yani oklar üzerine bazý emir ve yasaklar yazýlarak bir kaba konur; meselâ birisi bir sefere çýkmak istese ya da bir ihtiyacý olsa bu kaba elini salar, eðer emir çýkarsa gider yasak çýkarsa o seferi býrakýrdý. Cahiliyye Araplarmýn bu oklarla kumar oynadýklarý da rivayet edilmiþtir.
Araþtýrmacýlarýn verdiði bilgilere göre bu oklar nikah, sefer, savaþ, ticaret ve benzeri bazý toplumu ilgilendiren önemli iþlerin yapýlmasýna tahsis edilmiþti. Kumar da bu oklarýn kullanýldýðý iþlerden biridir. Bu oklarýn kullanýlmasýndaki asýl hedef, iþlerin insanlar arasýndaki taksiminin ve daðýtýmýnýn yapýlmasýdýr. Zelem çoðunlukla falcýlýkta, sehm yay ile atýlarak, kýdh da kumar oyunlarýnda kullanýlýr.
(aþýrýlýk)
Sözlükte, kötü anlamýna gelir. Meselâ bir iþ kötüye doðru gittiði zaman "tefâhaþe'1-emru" denilir.
Deyim olarak fýkýhçýlar bu kelimeyi þerý had ve sýnýrý aþan þeyler için kullanýrlar. Garar-ý fahiþ, gabn-ý fahiþ, cehâlet-i fahiþe ve zarâr-ý fahiþ gibi. Bütün bunlarla, insanlarýn tabiî karþýladýklarý sýnýrlan aþan iþler kastedilir.
Fahiþin derecesi, sýnýn ve miktarý üzerinde fýkýhçýlarýn ittifak ettiði bir ölçü yoktur. Çünkü bu sýnýrý açýklayýp tayin eden serî bir nas varid olmamýþtýr. Bu yüzden ulema fahiþin tesbiti konusunda örf ve âdetlere müracaat etmiþlerdir. Orf ve âdetler ise zaman, mekan ve eþyaya göre çok çeþitlilik gösterirler.
Þu kadar var ki, fukaha bu noktada, yani fahiþ'in. sýnýrýný tesbit ve tayin konusunda bazý belirleyici ilkeler koymuþlardýr. Çünkü bazý þefi. hükümler bununla doðrudan alâkalýdýr. Meselâ garar-ý fâhiþ'i tarif ederken yaptýklarý tesbit ve yorum þöyledir: "Akitte hâkim unsur olarak bulunan ve ona kendi sýfatýný veren garardýr." Gabn-ý fahiþ de, Ýnsanlarýn normal görmedikleri ve alýþýk olmadýklarý gabndýr." Çünkü buna, uzmanlarýn deðer biçme imkâný yoktur. Yani tarafsýz ve saðduyulu uzmanlar gabn-ý fahiþin deðerini takdir edemezler. Cehâlet-i fahiþe ise, akdin taraflarý arasýnda çekiþme ve düþmanlýða sebep olan bilgisizlik; Zarar-ý fahiþ de komþuluk iliþkilerinde tabiî karþýlanmayan ve insanlarýn alýþýk olmadýðý ve tahammül edilemeyecek zarardýr. Binanýn zayýf yapýlmasýna ya da yýkýlmasýna sebep olan veya zaruri ihtiyaçlarýn karþýlanmasýný engelleyen; yani binadan amaçlanan menfaatlerin saðlanmasýna engel olan kimse gibi.[103]
(artýþ/gelir)
Sözlükte istifade edilen mal ve ilim anlamýna gelir. Ayrýca, dinleyicinin yanýnda sürekli yenilenen ve fayda þeklinde kendisine dönen þey olarak da tarif edilmiþtir.
Deyim olarak fýkýhçüar ilk ve genel manasýný kullanmýþlar ve bununla da insanýn elde ettiði mutlak fazlayý kastetmiþlerdir. Bu çerçevede Kefevî'nin tarifi, þöyledir: "Bir þey üzerine gerekli olan ve ondan hasýl olan þeydir. Çünkü fayda mutlaka bu þeyden türemiþtir.
Mâlikî âlimleri ise bu kelimeyi, özel anlamýyle kullanarak ticari mallarýn dýþýndaki mallarda meydana gelen her-türlü artýþ ve geliþine þeklinde yorumlamýþlardýr. Bu görüþlerine örnek olarak da, miras yoluyla elde edilen menfaatleri, hediye ve baðýþlar ile ticari olmayan mallardaki deðer artýþlarýný göstermiþlerdir.
Meselâ insan kendisi yararlanmak üzere bazý mallar alýr ve bunlarý biraz deðerlendirip geliþtirerek yüksek fiyatla satabilir. Yine hayvan ve aðaçlardan elde edilen yün, süt, meyva ve benzeri ürünler de böyledir. Bunlar aslýnda ticaret için deðil faydalanmak için satýn alýnmýþlardýr.[104]
Sözlükte, sýrt kemikleri kýrýlmýþ kimse anlamýna gelir. Terim olarak, Ragýb'ýn dediðine göre dört anlamda kullanýlýr:
1- Zaruri ihtiyaçlarýn varlýðý: Yani her insan muhtaç bir varlýktýr. Nitekim Kur'an-ý Kerim'de "Ey Ýnsanlar.' Siz Allah'a muhtaçsýnýz [105] buyurulmuþtur.
2- Ruh ve gönül fakirliði: "Zenginlik ancak ruh ve gönül zenginliðidir" hadis-i þerifi bu anlamda kullanýlmýþtýr.
3- Allah'a ihtiyaç duyma: Bu anlamdaki hadis-i þerif de þöyledir: "Ey Allahým! Sana ihtiyaç duyma konusunda beni zengin kýl. Sana çok ihtiyacým olsun; seninle olan zenginliðimi de fakirleþtirme, eksiltme."
4- Geçinecek kadar kazancýn yokluðu: Bu durum ise ayet-i kerimede þöyle zikredilmiþtir: "Sadakalar, ancak fakirler ve miskinler içindir.[106]
Bu dördüncü maddede zikredilen iki zümre insanýn tarifi üzerinde fukaha ihtilaf etmiþlerdir:
Þafiî ve Hanbelîlere göre fakir, hiçbir þeye asla mâlik ve sahip olmayan kimse; miskin de biraz malý olmakla birlikte ona hâkim olmayan insan demektir.
Mâlikîlere göre, miskinlik fakirlikten daha kötü bir sýfattýr. Fakir, bir senelik azýðý bulunmayan kimse, miskin ise, hiçbir þeye malik olmayan insandýr.
Hanefîler nazarýnda ise fakir, zekat mükellefi olmak için nisab miktarý malý bulunmayan kimsedir, miskinin ise hiçbir þeyi yoktur.
Ayrýca fakir muhtaç olup dilenen; miskin ise ihtiyacýna raðmen dilenmeyen kimse olarak da tarif edilmiþtir.[107]
(miras paylan)
Sözlükte fariza kelimesinin çoðuludur ve farz kökünden türemiþtir. Farz kelimesi ise takdir, deðerlendirme manasýna gelir.
Ferâiz ilmine gelince bu matematik ve fýkha dayalý bir usul ilmidir ve "her hak sahibinin mirastaki hakký" þeklinde tarif edilir.
Bu bilim dalýnýn iki temeli vardýr:
1- Varislerin varis olmayanlardan ayýrt edilerek tesbiti.
2- Taksimin nasýl olacaðý ve bu konuda hangi iþlemlerin yapýlacaðýnýn bilinmesi.
Birincinin kaynaðý fýkýhtýr, ikincinin kaynaðý ise matematiktir. Matematik ile fýkhýn birleþmesinden ferâiz ilmi doðmuþ ve sonralarý müstakil bir bilim dalý haline gelmiþtir.
Bu þekilde isimlendirilmesinin sebebi ise, Kur'an-ý Ke-rim'de, miras hükümleri açýklanýrken fariza lafzýnýn kullanýlmasýdýr. [108] Yine, fariza kelimesinin mefrûza manasýna geldiði, bunun da mukaddera anlamýnda yorumlandýðý söylenmiþtir. Çünkü her varisin sehmi, "takdir edilmiþ"tir.[109]
(þartý bozuk akit)
Sözlükte, barýþý bozma anlamýnda kullanýlýr. Yani bir þeyin tabiî ve saf halini deðiþtirme, onu orta yoldan çýkarma ve sonra da istikameti ve amacý dýþýndaki iþlerde kullanmaktýr.
Deyim olarak akitlerin ve malî muamelelerin dýþýnda fesâd'ýn butlan ile eþ anlamlý kullanýldýðý konusunda ulema arasýnda bir ihtilaf yoktur. Hanefîlerî dýþýndaki fukahanýn görüþü de ayný yöndedir. Onlara göre fâsid akdin herhangi bir hükmü veya sonucu yoktur. Çünkü burada, sözleþme ile konulmuþ emir ve yasaklara aykýrýlýk vardýr. Ýþte bu duruma iþaret etmesi bakýmýndan Hanefîler fesâd lafzýný kullandýlar. Bu haldeki bir akdin teferruat kabilinden bazý ilkeleri bozulmuþ demektir. Bu bozukluk ise akdi ne geçerli, ne geçersiz bir dereceye düþürmüþtür. Yani akit þartlarý tamamlanmamýþ geçersiz bir akit deðildir. Çünkü þerl kurallara aykýrýlýk butlan hükmünde olduðu gibi ak-din cevherinde ve temelinde deðildir. Ayný zamanda akit tam, muteber ve geçerli de sayýlmaz. Zira teferruatta da olsa, sözleþmenin Özünde olmasa da sözleþme nizamýna bir aykýrýlýk, vardýr. Bu sebeple fýkýhçýlar akdi þöyle tarif etmiþlerdir. "Akit sýfatlarýyla deðil, aslýyla meþru olan bir muameledir." Yani akit baþlangýçta ehli tarafýndan, hükümleri uygulanabilir ve þartlarý tamam olarak ortaya çýkmýþtýr. Fakat sonra ona meþru olmayan bir sýfat arýz olmuþ ve akit bu sebepten sefan yasak hale düþmüþtür.[110]
(akdi bozma)
Sözlükte yoketme, kaldýrma ve bozma gibi anlamlara gelir. Terim olarak sözlük anlamýyla ayný yönde kullanýlýr.
Bu sebeple Ýbn Nüceym'in akitlerle ilgili fesh tarifi þöyledir: "Fesh, akit baðým çözmektir." Karafi de feshi "iki bedelden her birini sahibine geri vermek" þeklinde tarif etmiþtir. Bazýlarý da onu "akdin eksik ve fazlasý olmayan Önceki vasfýný kaldýrmak" biçiminde yorumlamýþlardýr.
Fukahanm yorumlarýndan çýkarýlan sonuca göre bu kaldýrma iþlemi ikâle, hýyâr-ý ayb ve hýyâr-ý þartta olduðu gibi isteðe baðlý olursa buna fesh denilir. Eðer akdin yok olmasý istek dýþý ve zorunlu sebeplere baðlý olarak ortaya çýkarsa bu duruma da infisah denilir. Nitekim, satýlan malýn müþteriye tesliminden önce helak olmasý durumunda ey' akdinin infisahý söz konusu olur. Çünkü satýlan malýn helak olmasýyla teslimi gerçekleþtirecek akdi uygulamak imkânsýz hale gelmiþtir. Bu durumda akit, devamý kendisine baðlý olan malýn yok olmasýyla kendiliðinden fesholur. Yine taraflardan birinin ölümü halinde mudarabe, muzaraa ve musakat þirketlerinde de durum aynýdýr. Çünkü bu akitler, sürekli yenilenen sonuçlarý içeren amelî yükümlülükler doðurur. Bunlar arasýnda ortaklýktan çekilme ve devam etme, mahallin (sözleþme konusu mal) bekasýyla birlikte taraflarýn hayatýna baðlýdýr. Akitlerdeki bu fesih þekline de infisah adý verilir.
Bununla beraber bazý yeni fakihler feshi bu iki durumu kapsayan biçimde ve genel anlamýyla ele almýþlardýr.
Bunlara göre fesh, "sayýlý sebeplerden birine ya da birkaçýna baðlý olarak geçerli bîr akdi bitirmektir. Bu sebepler: Taraflarca akde konan bir þart, naslardan doðan bir hüküm ve yükümlülüklerin uygulamasýnýn imkânsýz hale gelmesidir."
Bu tarifte "uygulamadan kaçýnma" sebebiyle feshe iþaret edilmemiþtir. Çünkü Ýslâm fýkhý böyle bir kaçýnmayý fesih sebebi olarak kabul etmez.[111]
(savaþsýz ganimet)
Sözlükte, rücû (dönme) anlamýna gelir.
Deyim olarak "savaþmaksýzýn harb ehlinden sulh yoluyla alýnan mal"a denir. Ya da "harpten sonra geri kalan silah ve eþyalar" þeklinde de yorumlanýr. Haraç, cizye ve benzeri þekillerle alýnan mallar gibi.
Ezherî'nin dediðine göre fey, Allah'ýn ganimet ve hediye olarak verdiði ve savaþmaksýzýn müslünýanlarm eline geçen mallara denir. Buna örnek cizye ile, müslümanlarm anlaþma ve barýþ yoluyla gayrimüslimlerden aldýklarý her türlü maldýr. Müslümanlara taksim edilen veya onlarýn, daha sonra ayný þekil ve þartlarla mirasçýlarýna býrakýlmasý þartýyla kendi istekleriyle almýþ olduklarý araziler gibi. Sevad arazisi bunun tarihî örneðidir. Yine Sevad arazisinin haracý da fey sayýlmýþtýr.
Kelime aslen fâe mastarýndan türemiþ olup dönmek anlamýna gelir. Günün bitimine doðru güneþin gölgesine de fey denilir. Çünkü güneþ, artýk batýya doðru dönmüþtür.[112]
Sözlükte insanýn serbest býrakýlmasý karþýlýðýnda ödenen bedel þeklinde tarif edilir. Yine esirlikten kurtulma bedeli olarak da yorumlanýr. Meselâ, bir kimse mal vererek esirleri kurtardýðýnda "fedâhu mine'1-esr" denilir.
Deyim olarak fýkýhçýlar fidyeyi, devlet baþkanýnýn kafir esirleri, mal karþýlýðý ya da müslüman esirlere mukabil olarak serbest býrakmasý þeklinde tarif etmiþlerdir. Fidye sözcüðünün feda kökünden bir isim olduðu ve yükümlüyü, kendisine yönelen bir kötülükten kurtaran bedel anlamýna geldiði de söylenir.
Ayrýca fidye, insanýn kusurlu ibadetlerinde kendini korumak için verdiði mal þeklinde de yorumlanmýþtýr. Oruç ve yemin kefaretleri gibi.[113]
(fuzuli/yetkisiz aracý)
Sözlükte, mâlâyânî ile meþgul olan kimse hakkýnda kullanýlan bir sýfattýr ve fudûl kelimesinin nisbetidir, bu da fadl kelimesinin çoðuludur ve ziyade, artýk anlamýna gelir. Ancak bu çoðul kalýbý ekseriya "hayýrlý olmayan þey" anlamýnda kullanýlýr. Hatta kelime bu kullanýmýyle bu sýrf manaya has bir Ýsim olmuþtur.
Deyim olarak "baþkasýnýn tasarruf hakkýný þer'an izin almadan kullanan kimse" anlamýnda kullanýlýr. Bu tasarruf vekâlet, velayet ve mülkiyet gibi hak ve yetkiler olmadan kullanýlmaktadýr.[114]
(madenî para)
Sözlükte, fels kelimesinin çoðuludur.
Terim ve sözlük anlamý olarak, "altýn ve gümüþün dýþýnda, sikke olarak bozukluk madenî para" þeklinde tarif edilir. Bu durumdaki madenî para beþerî muamelelerde örfen para olur ve insanlarýn dilinde de fiyat adýný alýr.
Fýkýh biliminde fulûs, aslý bakýmýndan deðil itibari olarak paradýr. Çünkü bu paranýn kýymeti, altýn ve gümüþ sikke ve dinarlarda olduðu gibi madenin aslî deðerinden gelmez. Aksine bu kýymet, Örfte ve insanî iliþkilerde kullanýlan itibarî (nominal) bir deðerdir.[115]
(aldanma)
Sözlükte noksanlýk anlamýna gelir. Bir kimse elbisesini katladýðý ve baðladýðý zaman "ðabene fülânün sevbehû" denilir.
Terim olarak, fýkýhçýlar iki bedelden birindeki noksanlýk þeklinde açýklamýþlardýr. Bu da sözleþmenin taraflarý nazarýnda biri diðerine eþit olmasý gereken iki bedelden birinin diðerinden az olmasý demektir. Gabin (aldatan) açýsýndan bu, kýymeti artan mala sahip ve malik olmak; mað-bûn (aldatýlan) açýsýndan ise kýymeti daha fazla olan bir malý düþük bir deðerle elden çýkarmak demektir. O takdirde ðabn gayr-i âdil biçimde bir bedel deðiþimi, yani alýþ veriþtir. Çünkü taraflardan her birinin aldýðý ile verdiði arasýnda eþitlik yoktur.
Râgýb'm tarifine göre "ðabn, herhangi bir gizleme þekliyle iki kiþi arasýndaki muamelede hile yapmaktýr."
Fukaha nazarýnda ðabn, yesîr ve fahiþ olmak üzere ikiye ayrýlýr:
Yesîr: Uzmanlarýn anlayýp deðerlendirebileceði ðabn yani tarafsýz ve saðduyulu uzmanlarýn takdir edebileceði noksanlýk ve kusur demektir. Çoðu muamelede bundan kurtulmak neredeyse mümkün deðildir.
Fahiþ: Uzmanlarýn deðerlendirmesi dýþýnda kalan yani deðer biçilemeyen hata ve kusurlardýr.
Gabn-ý yesîr Ýle ðabn-ý fahiþi birbirinden ayýrmak için uygulamada, zamana, örfe ve eþyaya baðlý olarak deðiþik ölçüler tesbit edilmiþtir. Meselâ Mecelle'ye göre ðabn-ý fahiþ, ticari eþyada onda yarým, hayvanlarda onda bir, gayr-i menkulde de beþte bir deðerde mala yapýlan ziyade þeklinde açýklanmýþtýr.[116] Bu sýnýrlama, kanunun çýkýþ zamanýnda geçerli olan örfe göre konulmuþtur.[117]
(rehnin geri alýnmasý)
Sözlükte ðalak, kapanma anlamýna gelir. Sözlükte "ðalika'l-bâb (kapý kapandý) denilir. Rehn konusunda ise ðalak, çözülme ve serbest olma demektir. Yani "rehin veren rehini çözdü" denildiðinde, "rehin verilen malý, rehin alan kimsenin gözetiminden kurtardý, onun yanýndan geri aldý" þeklinde yorumlanýr.
Hadis-i þerifte, "Rehin býrakan kimseden rehin kapanmaz" buyrulmuþtur. Yani, rehin alan kimse, rehin verenin bu rehni çözmesi konusunda gevþek davranmasý halinde, rehin aldýðý mallardan borcunu kapatamaz. Ancak bu rehin çözülünceye kadar elinde belge olarak kalýr.
Bâri'de geçtiðine göre, rehni kapatma, çözme, kiþinin rehin mallarý borç karþýlýðý olarak vermesi þeklinde olur. Bunun için de rehin veren þöyle diyebilir: "Eðer ben þu zamana kadar rehnimi çözmezsem bu rehin mallar borcum karþýlýðýnda senindir." Ancak böyle bir iþlemi Hz. Peygamber yukarýdaki hadisle yasaklamýþtýr. Yani, bu durumda alacaklý rehin mallara borcuna karþýlýk sahip olamaz. Mallar gerçek sahibine aittir.
Ýmâm Mâlik'in yorumuna göre ðalaku'r-rehn, þart olarak belirlenen bir vakte kadar rehin býrakýlan malýn karþýlýðý ödenmediði takdirde bu rehin mallarýn borç karþýlýðý alýnmasýdýr.
Kadý Iyaz'm bu konudaki açýklamalarý da þöyledir: "Rehin mallarýn (herhangi bir sebeple) kaybolmasýyla borç kapanmýþ olmaz. Eðer rehin mallar, rehin alan kimsenin elinde kaybolsa borç sahibi yine de borcunu ister." Lisan bakýmýndan Ebu Ubeyd bu yorumu reddetmiþtir.[118]
(gelir)
Sözlükte, insanýn araziden elde ettiði gelir demektir. Terim olarak fikýhçýlarýn çoðunluðu, ðalle sözcüðünü, arazinin ücreti ve kirasý, ev ve araba ücreti veya aslý baki kalmak üzere kullanýlan her türlü malýn ücret ve kirasý gibi bunlardan elde edilen gelir anlamýnda yorumlamýþlardýr.
Mâlikî âlimlerine göre, bu kelimenin özel bir manasý vardýr ve fayda mukabili bir anlam taþýr. Onlara göre gaile, çýplak mülkiyeti satýlmaksýzýn ticari mallardan yeni ve sürekli olarak elde edilen menfaattir. Aðacýn meyvesi, koyunun yünü ve sütü vb. ticari maksatla satýn alman mallardan, rakabesi satýlmaksýzýn yenilenerek elde edilen menfaatler.
Ev ve diðer ticari mallarýn ücreti gibi. Yine, ticaret için satýn alman eþyanýn zatýnda meydana gelen artýþ da böyledir. Meselâ 20 milyona alýnan bir sýðýr büyüdüðü ve geliþtiði zaman 50 milyona satýlýrsa, aradaki fark ðalle adýný alýr. Ancak kullanma için satýn alman eþyadaki artýþa onlar faide Ýsmini verirler.
Hanefî âlimleri de ihtiyaçlarýn temini için çarþýda geçerli olan tüccarýn kabul edip aldýðý paralara ðalle derler. Ancak bu tür paralar ayýplý olduðu için beytülmâl tarafýndan alýnmaz.[119]
Sözlükte, kâr ve artýþ demektir. Fýkýhçýlar ayný anlama gelmek üzere "el-ðurmu biðunmi" þeklinde genel fýkýh kaidesini benimsemiþlerdir.
Deyim olarak harb ehlinden, harp devam etmekte iken mücadele esnasýnda alman mallara denir. Çoðulu ðarýâim
þeklinde gelir.[120]
(yükümlülük)
Sözlükte insana üzerine gerekmeyen bir þeyi yüklemek demektir.
Terim olarak bazý fukaha "insaný sýkýntý ve zarara sokacak þekilde alman bir miktar mal" þeklinde tarif etmiþlerdir. Yine "Ödemekle yükümlü kýlman mal" biçiminde de tarif edilmiþtir.
Bu deyim ziyan ve noksanlýk manasýna gelen ðurm kökünden türemiþtir.[121]
(belirsizlik)
Sözlükte tehlike anlamýna gelir. Noksanlýk manasýna kullanýldýðý da söylenmiþtir. Arap devenin sütü eksildiði zaman "ðârat en nâka" der.
Terim olarak ðarar, neticenin kapalý olmasý þeklinde yorumlanýr. Akd-i ðarar ise, sonucu belli olmayan ya da olmak ile olmamak arasýnda þüpheli bulunan akittir. Ýbn Kayyim'e göre ðarar, varlýk ile yokluk arasýndaki tereddüttür. Böyle bir satýþ kumar cinsinden olduðu için yasaklanmýþtýr. Eðer akdin iki tarafýndan birisi mala sahip olur, diðiri ise bazan kazanýr, bazan da kaybederse iþte böyle bir muamele ancak kumar olur.[122]
(borçlu)
Sözlükte borcunu Ödeyecek bir þey bulamayan borçlu anlamýna kullanýlýr. Þeriatta zekattan pay alma hakkýna sahip sekiz sýnýf insandan biridir.
Terim anlamý üzerinde fýkýhçýlar deðiþik görüþler ileri sürmüþlerdir. Hanefîlere göre ðârim, borçlu olan ve bunu ödeyecek fazla bir imkâna sahip olmayan kimse demektir. Þafiî, Mâliki ve Hanbelîlere göre ise borçlular iki kýsma ayrýlýr:
1- Kendi menfaati için borçlu olanlar: Nafaka, giyeceði, tedavisi ve evlenmesi için borç alan kimse gibi. Ancak bu durumda borçlunun, borcunu ödemek için ihtiyacýndan fazla bir imkân bulamamýþ olmasý, borcun deyn-i hal olmasý, borcun istenir durumda bulunmasý ve borç sebebinin mubah iþlerdeki israf yahut da kötü yollarda harcamadan dolayý olmamasý gerekir.
Yangýn ve sel gibi tabiî afetlerle kaybolan mallan yüzünden borçlu olanlar bu konunun bir örneðidir.
2- Toplum menfaati sebebiyle borçlu olanlar: Meselâ, esirlerin serbest býrakýlmasý, misafirin aðýrlanmasý, müslümanlar arasýndaki ihtilafýn giderilmesi gibi sebepler yüzünden borçlu olanlar. Bu durumdaki insanlar zengin bile olsalar borçlu sayýlýrlar.[123]
Sözlükte, bir þeyi zorla ve haksýz olarak almaktýr.
Deyim olarak, deðerli ve önemli bir malý, sahibinin izni olmadan, açýktan açýða zorla almaktýr.
Gâsýb ile hýrsýz arasýnda þu fark vardýr: Hýrsýz baþkasýnýn malým girilmesi yasak bir yerden gizlice alýr. Gâsýb ise kuv-vetirie dayanarak, açýktan açýða, zorla ve haksýz olarak alýr.[124]
(hile, aldatma)
Sözlükte, hile, tuzak, gizleme, karýþtýrma gibi anlamlara gelir. Zýttý samimiyet ve doðruluktur. Bu olayýn aslý kiþinin baþkasý için gizlediði düþmanlýðý bir kötülükle süsleyerek ortaya koymasýdýr, ibn Ensarî'nin dediðine göre bu kelimenin kökü ðaþeþ kelimesidir. Bu da bulanýk su anlamýna gelir. Maðþuþ sözü de, saf olmayan, karýþýk, bulanýk þey demektir. Meselâ "leben maðþuþ" ifadesi, karýþýk süt manasýnda kullanýlýr.
Terim olarak sözlük manasýyle aynýdýr. Ýbn Arefe'nin kitabýnda bey'de ðýþ konusunda þunlar yazýlýdýr: Ðýþ, satýlan malda olmasý gereken ancak olmayan bir þeyi var; plmama-sý gereken fakat var olan bir þeyi de yok göstermektir."
Pýkýhçýlar haram olan ðýþ'ý þu þekilde açýklamýþlardýr: Mal sahibi bilmektedir ki, satýcý ya da müþteri, malý iyice tanýrsa, alýcý olarak ya bu þartlarý kabul etmeyecek ya da onu satýn almaktan tamamen vazgeçecektir.
Gýþ ile tedlis arasýnda ise þu fark vardýr: Çoðu fukaha-ya göre ðýþ, tedlis'ten daha geneldir. Fakat bazýlarý da bunun tersini söylemiþtir.[125]
(ganimet çalma)
Sözlükte, hýyanet anlamýna gelir. Meselâ "ðalle fülânün keza" denilir ki, "gizlice ve hile ile onun malýný aldý" demektir. Aðlele kalýbý da hýyanete nisbet etme manasýna gelir.
Terim olarak, ganimetler konusunda özel anlamýyla kullanýlýr. Kadý Iyaz'a göre her türlü hýyanet ðulûl'diir. Fakat þerl örfte özel olarak ganimetlere yapýlan hýyanet anlamýnda kullanýlýr. Bu çerçevede fukaha ðulûl ifadesini þöyle tarif etmiþtir; Ganimetlerde hýyanet, taksimden Önce çalmaktýr.[126]
(kýsýtlama)
Sözlükte men etme ve kýsýtlama anlamýnda kullanýlýr.
Terim olarak hacr fýkýh dilinde özel bir anlam kazanmýþtýr ki, malý harcama yetkisini kýsýtlamak veya tamamen kaldýrmak demektir. Fýkýhçýlara göre bunun iki çeþidi vardýr: Ýnsanýn kendi hakký üzerine konan hacr, baþkasýnýn hakký üzerine konan hacr. Yani birincisi insanýn, kendi hakkýný kullanmasýný kýsýtlarken, ikincisi baþkasýnýn hakkýnýn kullanýlmasýný kýsýtlar.
Ayrýca, çocuk ve mecnun üzerine konan hacr gibi bir kimsenin bizzat kendi menfaatini korumak amacýyla konan hacr vardýr. Yine, baþkasýnýn hakkýný korumak amacýyla da hacr konabilir. Alacaklýlarýn hakkýný korumak için müflis üzerine konan hacr, rehin olarak mal veren kimsenin hakkýný korumak için, rehin alan kimsenin eþyayý kullanmasý konusunda konan hacr ve varisler Üe alacaklýlarýn hakkýný korumak üzere hasta üzerine konan hacrda olduðu gibi.[127]
(peþin)
Sözlükte Cubbî'nin dediðine göre "peþin olarak al ve ver" demektir. Hattabî ise karþýlýklý kabzetme, teslim alma þeklinde mana vermiþtir. Hâe, arkadaþýna bir þey vermek isteyen kiþinin hâke, yani al sözünden kýsaltýlmýþ bir kelimedir. Burada kelimenin sonundaki "kef harfi, (zamiri) düþmüþtür. Kef ten bedel olarak da med getirilmiþtir.
Deyim olarak bu söz Hz. Peygamberin (s.a.v.) "Altýn ile altýn ribadýr. Ancak ikisi de peþin olursa müstesnadýr" hadisinde geçmektedir.
Fukahanm yorumuna göre bu tür satýþlar caiz deðildir. Ancak akdin taraflarýndan her biri diðerine "hâe" yani al derse bu satýþ caizdir. Bu "hâe" sözünden maksat kabz yani teslim almadýr.[128]
Sözlükte inkarý ve reddi caiz ve mümkün olmayan gerçek anlamýna gelir. Bir þey doðru ve gerekli olduðu zaman "hakka'þ-þey'u" denilir. "Hak" sözcüðü, "hakka" fiilinin mastarý olup, asýl anlamý mutabakat ve muvafakat (gerçeðe uygunluk) demektir.
Terim olarak, fukaha bu kelimeyi çeþitli yerlerde ve çeþitli anlamlarda kullanmýþlardýr. Fakat bunlarýn hepsi de neticede sözlük anlamýna dönmektedir.
a) Genel anlamýyla bir þahsýn varlýðýna dahil olan her türlü maddi, manevî ve malî imkânlarý ve menfaatleri için kullanýlýr.
b) Þuf'a, talâk, emzirme ve velayet haklarýnda olduðu gibi gayr-i menkul menfaatleri ve ayan (eþya) karþýlýðý olarak kullanýlýr. Ancak bu haklar, þeriatla varlýk bulan ve sadece Sâri' (Kanun Koyucu) tarafýndan konulan haklardýr,
c) Bazen fýkýhçýlar bu kelimeyi yalnýz lügat anlamýyla kullanmýþlardýr. "Evin haklarý" ifadesinde olduðu gibi. Bunun anlamý, evin müþtemilatýna yani örfen eve tabi olan bazý þeylere dair menfaatlerdir. Hakk-ý talî, hakk-ý þirb, hakk-ý misil ve benzeri konularda olduðu gibi. Çünkü bunlar ev için vardýr ve ona gereklidir.
Ayrýca bu konuda hukûku%akd deyimi de kullanýlmýþtýr. Bununla da kastedilen, akde baðlý yükümlülükler ile hükmünün uygulanmasýna dair þartlar ve isteklerdir. Meselâ, bey' akdinin hükmü, satýlan eþyanýn mülkiyetinin nakledilmesi, akdin haklarý ise, eþyanýn teslimi ve deðerinin ödenmesidir.[129]
(arazi ortaðý)
Sözlükte, halt kökünden türemiþ olup, iki þeyin parçalarýný birbirine birleþtirmeye giriþmek anlamýna gelir.
Deyim olarak fukaha bu kelimeyi arazi meselelerinde ortak manasýna kullanýrlar. Meselâ þuf'a konusunda onlarýn yorumlarý þöyledir: "Halît, þerikten daha haklý, þerik de komþudan daha haklýdýr. Komþu da baþkalarýna göre haklýdýr." Fýkýhçýlara göre halît satýlan taþýnmazýn bizzat kendisine ortak olan kimsedir, þerik ise satýlan malýn sadece bazý haklarýna ortaktýr. Su ve yol hakký gibi. Câr-ý mülâsik (bitiþik komþu) ise genel olarak bir akara bitiþik ev ya da arazi gibi bir malý bulunan kimsedir.
Ayrýca bu kelime fýkýh dilinde, ortak olmaksýzýn alýþ veriþ yapan ve borçlanan kimse için de kullanýlýr.[130]
(karýþtýrma)
Sözlükte sývý, katý ve birbirine zýt iki veya daha fazla maddeyi bir araya toplamak ve karýþtýrmak anlamýna gelir. Meselâ, iki þey birbirine karýþtýrýldýðýnda, "Halata'þ-þey'ü bi-gayrihi" denilir. Halt kelimesi hem sývýlar gibi karýþtýrýldýktan sonra ayrýlmasý mümkün olmayan maddeler, hem de karýþtýrýlýnca ayrýlabilen maddeler için yaygýn olarak kullanýlýr.
Terini olarak sözlük anlamýyla aynýdýr. Fýkýh dilinde "iki malýn karýþtýrýlmasý" deyimi çeþitli yerlerde farklý þekillerde yorumlanýr. Meselâ zekat bahsinde, ehl-i zekattan iki kiþi mallarýný birleþtirdiði zaman, bu ister bir ortaklýk biçiminde olsun, isterse menfaatlerde bir yakýnlýk þeklinde olsun, bu karýþýmdan zekat verilmesi gerekir. Bazý fýkýhçýlara göre bu durumda bir kiþinin zekat vermesiyle ikisi de zekatýný ödemiþ olur.
Þirket konusunda, fýkýh kitaplarýnda belirtildiðine göre, þirketin kurulmasý için sözleþme yapýlmadan Önce iki malýn karýþtýrýlmasýnýn þartlarý meselesinde fýkýhçýlar ihtilafa düþmüþlerdir ve çoðuna göre bu konuda herhangi bir þart yoktur.
Velayet mevzuuna gelince velinin, bir ihtiyacý olduðu zaman çocuða bakmak üzere, onun malý ve yiyeceði ile kendi malýný karýþtýrmasýnýn caiz olduðu hususunda fýkýhçýlar, bazý hükümler ortaya koymuþlardýr.[131]
(sýkýntý)
Sözlükte, zorluk ve sýkýntý anlamlarýna gelir.
Meselâ "sadrun hariç" denilir ki, kalb darlýðý, ruhî sýkýntý demektir. "Racülün hariç" ifadesi ise suçlu adam anlamýnda kullanýlýr ki, suçun verdiði sýkýntý sebebiyle böyle denir. Râgýb'm dediðine göre haraç kelimesinin aslý iki þeyin toplanmasýndan ibarettir ve bu iki þeyin arasýnda bir sýkýntý ve darlýk tasavvur edilir. Ayrýca, ism ve dik ifadelerinin karþýlýðýnýn haraç kelimesi olduðu da söylenmiþtir.
Deyim olarak þeriatta fýkýhçüarýn sözlerinden þöyle bir tarif çýkarýlabilir: "Haraç, can, mal veya bedende þimdi ya da gelecekte artan bir sýkýntýya sebep olan her þeydir." Fýkýhçüarýn, haracýn kaldýrýlmasý ifadesiyle kastettikleri; sözü edilen darlýk ve sýkýntýya sebep olan þeyi ortadan kaldýrmaktýr.
Bu zorluðu giderme ve kaldýrma makamýna gelince bu, Allah Teâlâ'nm haklarýndandýr ve müsamaha þeklinde açýklanmýþtýr. Bu zorluðu giderme ya terkedilmesi çok zor olan bir iþ üzerindeki günahý kalçlýrmakla olur ya da yapýlmasý çok zor olan bir iþin yapýlmasýný istemekten vazgeçmekle olur.
Þer'î yükümlülüklerdeki haracýn "Allah, dinde sizin üzerinize bir zorluk koymadý [132] mealindeki ayet ile kaldýrýldýðý konusunda fýkýhçýlar arasýnda bir ihtilaf yoktur.[133]
(toprak vergisi)
Sözlükte ðalle yani gelir anlamýnda kullanýlýr.
Terim olarak, hazineye ödenmek üzere, arazi üzerine konan öþrün dýþýndaki vergiler þeklinde yorumlanýr. Bu, çiftçilerin arazide çalýþarak biriktirdikleri belli bir gelirden alýnan vergidir.
Haracýn cizye ile alakasýna gelince, bunlarýn ikisi de ehl-i zimmete ait vergilerdir ve fey'in sarf yerlerine harcanýrlar. Ýkisi arasýndaki fark ise cizye her fert baþýna alman bir vergi olarak uygulanýrken, harâc sadece arazi gelirlerinden alýnýr. Cizye müslüman olmakla düþer, fakat harâc müslüman olmakla düþmez ve devam eder.
Hadiste geçen "el-harâcu bi'd-damân" ifadesinden ne kastedildiðine gelince, bu, "haraç bir damana karþýlýktýr" anlamýnda açýklanýr. Buradaki harâc sözü ile, satýlan eþyanýn zatýnda var olan bir gelirden saðlanan fayda ve elde edilen semereler anlaþýlýr. Meselâ, birisi bir þey satýn aldý ve onu bir müddet kullandý. Sonra eþyanýn eskiden kalma bir ayýbý olduðuna vakýf oldu. Bu durumda eþyayý satýcýya geri verebilir ve parasýný da geri isteyebilir. Kullandýðý zaman zarfýnda elde ettiði menfaatler de müþteriye ait olur. Süt, yün vb. gibi. Çünkü eþya geri vermeden önce müþterinin elinde telef olsaydý bunu satýcýya tazmin etmesi gerekirdi ve satýcýya da hiçbir þey gerekmezdi. Ýþte bu tazminat riskine istinaden harâc, müþterinin hakkýdýr.[134]
(zarar)
Sözlükte geliþme, çoðalma ve artýþtaki eksiklik þeklinde açýklanýr ve kârýn zýttýdýr. Râgýb'm dediðine göre bu sermayedeki eksilmedir. Meselâ bu anlamda: "Hasýra fülanün fi ticaretini" denilir ki "filan kiþi ticaretinde ziyan etti" demektir. Yani o kiþinin sermayesi eksilmiþtir.
Bu kelimenin sözlük manasýyla terim anlamý ayný olup, hem insan için, hem de iþ için kullanýlýr. Meselâ hem "filan kimse zarar etti" hem de "filan kiþinin ticareti kazanmadý" denilir.[135]
(zararýna satýþ)
Sözlükte hat kökünden gelir. Anlamý, bir þeyi yüksekten aþaðýya indirmek demektir. Meselâ "hatta mine's semen" denilir ki "fiyatý düþürdü" anlamýna gelir. Düþürülen þeye de hatîta denilir.
Deyim olarak bey'ul-hatîta satýcýnýn, malý satýn aldýðý ilk fiyattan az bir miktarý indirerek satmasýdýr. Bu, bey'ul emânefin bir çeþididir; fikýhçýlar bu Ýsim altýnda tasnif etmiþlerdir. Çünkü satýcýnýn sermayesi hakkýndaki beyanýna itimat olunur.
Bey'ul-hatîta, fýkýh kitaplarýnda bey'ul-vadî'a ve bey'un-nakîsa þeklinde de isimlendirilmiþtir.[136]
(borcun nakli)
Sözlükte tahvil sözünden alýnmýþtýr. Bu da bir þeyi bir yerden baþka bir yere nakletmek anlamýna gelir. Mutarrazî'nin dediðine göre kelimenin asýl anlamý zeval (kaybolma) ve nakildir.
Terim olarak fýkýhçýlann çoðunluðu, "borcu birinin zimmetinden diðerinin zimmetine aktarmak" þeklinde tarif etmiþlerdir. Bu yorumuyla kelime tehavvül kökünden türemiþ olur. Çünkü bu anlamýyla hakký muhîl (borcu devre denin zimmetinden alýp muhâlun aleyh (borcu üzerine alan)in üzerine nakletmiþ olur. Bu yorum üzere Münâvî de ayný deyimi þöyle tarif etmiþtir: "Havale, borçlu kimsenin borcunun, hisse ve pay olarak baþkasýna geçmesidir."
Þeybânî'den rivayet edildiðine göre o da havâle'yi "Borç asýl sahibinde kalmakla beraber, sadece borç isteme yönünün deðiþmesi" þeklinde tarif etmiþtir.[137]
(þartlý borç nakli)
Bu konuda Hanefîlerin görüþü þu þekildedir: Havâletü'l-mukayyede, borcun muhâlün aleyhin zimmetindeki muhîle ait mal, emanet ve tazminattan ödenmesi kaydýyla yapýlan havaledir. Meselâ borçlu, birisine, "sendeki bin lira alacaðýmý filan kiþiye ödemek üzere sana havale ettim" veya "onun (üçüncü kiþi) bende bulunan bin lira alacaðýný,- sana emanet olarak býraktýðým paradan veya benden gasbettiðÝn mallardan ödemek üzere sana havale ettim" dese ve o da kabul etse bu muamele havâletü'l-mukay-yede olur ve bunlarýn hepsi caizdir.[138]
(þartsýz borç nakli)
Hanefîler havaleyi mutlak ve mukayyet olmak üzere ikiye ayýrmýþlardýr.
Havâletü'l-mutlaka, muhâlün aleyhin (borçlunun borcunu ödemeyi üzerine alan kiþi, havaleyi alan) zimmetinde (üzerinde, sorumluluðunda) bulunan muhîle (borcunu havale eden) ait mal, emanet eþya ve tazminattan borcun ödenmesi gibi bir kayýt ve þart bulunmayan havaledir.
Burada Ödeme bizzat muhâlün aleyhin malýndan yapýlýr. Yanýnda muhîle ait mal bulunsun bulunmasýn; ona borcu olsun olmasýn hüküm deðiþmez. Bu sadece muhâlün aleyhin zimmeti ile ilgili bir yükümlülüktür. Baþka bir þeye baðlamak gerekmez. Nitekim Mürþidü'l-Hayerân'in 878. maddesinde bu durum þöylece açýklanmýþtýr. "Havale-tü'l-mutlaka, bir kimsenin üçüncü bir kiþiye olan borcunu, ödemek üzere alacaklýsýna havale etmesidir. Ancak burada havale mutlak olup borcun, muhâlün aleyhin zimmetinde bulunan muhîle ait mal, emanet, borç ve gasbedilmiþ eþyadan Ödenmesi gibi bir kayýt ve þart yoktur ve muhâlün aleyhin muhîle herhangi bir borcu ya da yükümlülüðü olmasý gerekmez.[139]
(telef/yok olma)
Sözlükte kelâk, telef ile ayný anlamda kullanýlýr ve bir þeyi gidermek ve yok etmek demektir.
Râgýb'm belirttiðine göre helakin birkaç þekli vardýr:
1- Bir þeyin kaybolmasý. Bu durumda kaybolan þey herhangi bir yerde mevcuttur.
2- Deðiþme ve bozulma sonunda bir þeyin yok olmasý.
3- Ölüm.
4- Bir þeyin âlemden kaybolmasý, beden olarak yok olmasý. Buna fena denir ve en büyük helaktir.
Deyim olarak fukaha helak ile telefi ayný anlamda kullanmýþlardýr. Asýl anlamý, bir þeyin istifade edilebilir bir menfaat olmaktan çýkmasýdýr.[140]
(emaneti koruma)
Sözlükte idrâk edilen, farkedilen þekilleri hatýrda tutma, onlarý akýlda vurgulama ve yerleþtirme gibi anlamlar için kullanýlýr. Râgýb'm dediðine göre hýfz, bazen anlama ve kavramanýn sabit olduðu, meydana geldiði varlýðýn tümü için kullanýlýr; bazen bir þeyi akýlda tutmak, kaydetmek için kullanýlýr ki, bu durumda kelimenin karþýtý unutmaktýr. Bazen de bu kuvvetin (hýfzýn) kullanýlmasý için söylenir. Meselâ "haiîztu keza hýfzen" denilir ki "þunu ezberlemekle korudum" anlamýna gelir. Ayrýca hýfz kelimesi her türlü, araþtýrma, taahhüt (anlaþma) ve gözetim için de kullanýlýr. Kelimenin sözlük anlamýyla terim anlamý aynýdýr. Bu sebeple, fýkýh dilinde, hýfzu'l-vedVa tabiri kullanýlýr. Bununla kastedilen, mal sahibinin, emsali veçhile korunmak üzere malýný emanetçiye vermesi, emanetçinin de mal sahibinin, malýn nasýl korunacaðý konusundaki isteklerine karþý çýkmayarak kabul etmesidir.[141]
(koruma)
Sözlükte himaye etme anlamýna gelir. Esasen koruma yeri demektir. Bir kimse bir þeyi korumak amacýyla etrafýný çevirse "ahraze'þ-sey'e" denilir.
Terim olarak hýrz, insanlarýn mallarýný korumak için yapýlan her þeydir. Ev, dükkan, sandýk gibi. Bazý fýkýhçýlar da bu deyimi, "sahibinin, içine koyduðu zaman malýný kaybetmeyeceðinden emin olduðu mekan" þeklinde tarif etmiþlerdir.
Fýkýhçýlarýn ittifak ettiði bir görüþe göre; kaynaklar bu deyimi örf ve âdet ile sýnýrlandýrmýþlardýr. Bu durumda hýrz zaman ve þartlara göre çeþitlilik gösterebilir. Nitekim örf ve âdetlerin durumu da böyledir.[142]
(sözleþmeye aykýrýlýk)
Sözlükte emânet kelimesinin zýttý olup, sözleþmeyi gizlice bozarak gerçeðe aykýrý biçimde davranýþta bulunmak anlamýna gelir.
Terim olarak sözlük anlamýyla aynýdýr.
Nifak ile hýyanet arasýndaki farka gelince: Hýyanet, akit ve emanetlerle ilgilidir. Nifak ise borç ve dinî meþelerde söz konusu olur. .
Hain, sârik (hýrsýz) ve gâsýb (eþkýya) deyimlerinin anlamlan arasýnda da bazý farklar vardýr. Hain, kendisine emanet olarak býrakýlan þeye ihanet eden, onu koruyup gözetmeyen kiþidir. Sârik, girilmesi yasak olan bir yerden gizlice baþkasýnýn malým alan kimsedir. Gâsýb ise, baþkasýnýn malým açýktan açýða kasten ve kuvvetine dayanarak alan kimsedir.[143]
(seçimlik)
Sözlükte ihtiyar kökünden mastar olup seçme ve ayýrma anlamlarýna gelir.
Deyim olarak fýkýhçýlar bu kelimeyi akitler bahsinde ve taraflarýn, iki þýktan birini kendisi için tercih etme hakký manasýnda kullanmýþlardýr. Bu iki þýktan birisi akdi imzalamak (kabullenmek), ötekisi de akitten vazgeçmek ve feshetmektir. Nitekim bu anlamda hýyar Hanbelî Mecellesi'nin 208. maddesinde þöyle tarif edilmiþtir: "Hýyar, taraflardan birinin sözleþmeyi imza etme veya ondan vazgeçme hakkýdýr."
Bu açýklamaya göre sözleþme imzalandýktan sonra, taraflardan birinin akdi feshederek çekilmesi, sadece kanun koyucunun taraflara fesih hakký vermiþ olduðu sebeplerle mümkün olmasý önemli bir husustur. Bunun þekli de, belirtilen sebeplerin varlýðý halinde taraflardan birinin akdi imzalama ya da feshetme konusundaki tercihini beyan etmesidir. Ancak fesih, bu hakký kullanmak üzere kanun koyucunun saydýðý sebepler ya da sözleþmede taraflarýn kabulüyle birine veya her ikisine verilen fesih hakkýnýn kullanýlmasýyla meydana gelir. Bu yoruma göre de fýkýhçýlar hýyâr'ý þöyle tarif etmiþlerdir: "Hýyar, taraflardan her birinin sözleþmeyi kabul ya da reddetme konusundaki serbestliðidir.[144]
(baðýþ)
Sözlükte karþýlýksýz verme anlamýna gelir.
Deyim olarak cumhurun zikrettiðine göre hibe, hediyye, sadaka ve atiyye birbirine yakýn anlamlarý olan kelimelerdir. Hepsi de hayatta iken karþýlýksýz temliki ifade ederler. Ancak atiyye ve hibe kelimeleri hepsine þamildir. Fakat sadaka ile hibe arasýnda bazý farklýlýklar vardýr. Çünkü Hz. Peygamber hediyeyi yer, fakat sadakayý yemezdi. Ýkisi arasýndaki fark, eðer bir kimse Allah'a yakýnlaþmak için muhtaçlara birþey verirse bu sadakadýr. Fakat bir kimse birisine ücretsiz olarak ona yakýnlaþmak ve muhabbetini kazanmak için bir þey verirse bu da hediye olur.[145]
(koruluk)
Sözlükte, yaklaþýlmasý ve girilmesi yasak olan koruluk þeklinde açýklanýr. Allah'ýn koruluðu da, haramlarýdýr. "Þu mekaný insanlardan korudum" denilir ki, "oraya insanlarýn yaklaþmasýný ve girmesini yasakladým" manasýna gelir.
Terim olarak, halifenin özel olarak hayvanlardan koruduðu ölür arazi demektir.
Þafiî'nin dediðine göre himâ'nm aslý þu þekilde açýklanýr: Arap eþrafýndan biri verimli bir araziyi mera edindiði zaman, eðer orada bir dað varsa onun tepesine, yoksa bölgedeki en yüksek yere bir köpek baðlar, sonra da onun havlamasýný isterdi. Böylece uzaktan onun sesini duyan kimse durur, sesin ulaþtýðý her yer onun koruluðudur, o bölgeye dýþýndaki (civarýndaki) halkla birlikte itina gösterir ve koruluðuna kendisinin dýþýnda kimsenin girmesine izin vermezdi.[146]
(iyiliði emretme)
Sözlükte ihtisab kökünden türemiþ bir isim olup ücret, sevap, güzel idare ve bakýp gözetmek gibi anlamlara gelir. Meselâ bir kimse tertipli ve düzenli olduðu zaman "fülânün hasenü'l-hisbe fil-emri" denilir. îhtisab da sevap iþlemek ve onu elde etmek için çalýþmak, koþmak gibi anlamlara gelir.
Deyim olarak hisbe, çoðu âlimlerce þöyle tarif edilmiþtir: "Hisbe açýkça terkedilen iyiliði emretmek ve açýkça iþlenen kötülüðe de mani olmaktýr.[147]
(mülkte tasarruf)
Sözlükte bir kimsenin kendine ilâve ettiði þey anlamýna gelir.
Terim olarak Mâliki mezhebinde daha çok kullanýlýr.
Onlara göre bu kelimenin iki anlamý vardýr. Birinin anlamý öbüründen daha geneldir.
Genel anlamý, bir þey üzerindeki hakimiyeti, güç ve kudreti isbat etmektir. Bu, Mâlikîler dýþýndaki fukaha nazarýnda teslim alma manasýnda kullanýlmaktadýr.
Özel anlamýna gelince; mülk sahibi için, mülkiyet senedi demek olup, onunla hakkýný savunabilir. Bu, elde mevcut bir þey üzerinde hak ve tasarruf sahibi olmak demektir. Mülk sahibinin mülkünde bina yapma, aðaç dikme, yýkma ve benzeri tasarruflarda bulunmasýnda olduðu gibi. Bunun aslý, birþey üzerindeki fiilî hâkimiyetten (egemenlik) ibarettir. Ýnsan bu hâkimiyetini bazen malik ve sahip olarak kullanýr, bazen de malik ve sahip olmadan bu gücü kullanabilir.[148]
(sürekli kiralama)
Sözlükte bir kabýn boþ olmasý anlamýna gelir. Meselâ "ev içindekilerden boþaldý" denildiðinde ayný kökten fiil kullanýlýr. "Birþey ayýptan boþ oldu" denildiðinde ise o þeyin saðlam ve geçerli olmasý anlaþýlýr.
Terim olarak, örfen bilinen anlamýyla, dükkan ve benzeri yerler için kullanýlýr ki bir ücret mukabili orada oturma ve devam hakkýný satýn almak demektir. Böylece artýk, kiracýnýn oradan çýkarýlmasý söz konusu edilemez. Bu ücret, yeri vakfeden kiþi veya mütevelli tarafýndan, dükkanlarda oturanlardan alýnmak üzere belirlenen belirli bir miktar para olup mülk sahibi ile kiracý arasýnda þer1! bir bað kurar. Bundan böyle huluvv vererek dükkana yerleþen kimseyi dükkan sahibi çýkarma hakkýna sahip deðildir. Yine aldýðý parayý geri vermediði müddetçe baþkasýna kiraya da veremez.
Huluvv meselesi Osmanlýlar döneminde ortaya çýkmýþ bir sözleþme çeþidi olup, Mýsýr ve Þam'da da aný isimle anýlýr. Maðrib (Fas, Tunus, Cezayir, Libya) bölgesinde ise buna celse, zýne ve miftah gibi isimler verilir.[149]
(beþte bir vergi)
Sözlükte beþte bir anlamýnda kullanýlýr. Hammese'l-kavm ifadesi, "bir bölge halkýnýn mallarýnýn beþte biri alýndý" manasýna gelir.
Deyim olarak ganimet, fey, düþman üzerinden alman eþya, yeraltý madenleri vb. mallar için kullanýlýr. Çünkü bu mallarýn beþte biri dinen vergi olarak alýnýr. Ancak ganimetin dýþýndaki mallardan beþte bir alýnmasý, þartlarý ve harcama yerleri konusunda bazý ihtilaflar vardýr.
Ganimete gelince, Kur'an-ý Kerim'de bildirilen naslara göre ondan beþte bir alýnmasý hususunda hiçbir ihtilaf yoktur. [150]
(iyilik vaadi)
Sözlükte vaad, yani eksik ve fazla olmadan belirlenen ve ta-ahhiid edilen iþ, davranýþ ya da söz demektir. Bu da bir kimsenin, hayýr olsun þer olsun gelecekte baþkasýyla ilgili yapacaðý bir iþi haber vermektir.
Deyim olarak Mâlikýler hariç bütün fýkýhçýlar yukarýdaki tarifi aynen kabul ederler. Mâlikîler ise bunun ancak bazý hususi gerekçeler çerçevesinde geçerli olabileceðini ileri sürerek "el-Ýde, faydasý ve menfaatleri söz verilene dönmek üzere söz verenin gelecekte bir iyiliði yapacaðýný bildirmesidir" demiþlerdir.
Hattab 'idenin bir kimsenin þu an için nefsini bir þey ile yükümlü kýlmadýðýný bildirmiþ, Ýbn Arafe de onu insanýn yalnýz gelecekte yapacaðý bir iyiliði haber vermesi þeklinde yorumlamýþtýr."
Bu tabir ile ilgili Mâlikîlerin bazý yorumlarý þöyledir:
O, ferdî iradeyi tamamlayan þer": ve sözlü bir tasarruftur.
Esas ve temeli insanýn bir baþkasýna karþýlýksýz iyilik yapacaðýný taahhüt etmesidir.
Bu, þu an deðil, gelecekte gerçekleþecek bir iþlemdir.[151]
Sözlükte bir hali, sað duyunun gösterdiði doðru yöne çevirmek ve deðiþtirmek demektir. Bu hem eþyada, hem de manevi konularda olabilir. Meselâ duvarý, bir âleti veya bir yeri onarmak, ýslah etmek; yahut da iki kiþinin arasýný düzeltmek gibi. Özetle bu kelime, bozma ve bozgunculuðun karþýtýdýr.
Terim olarak bu kelime çok. çeþitli yerlerde kullanýlýr. Meselâ, faydalanma ve kullanýmýn devam etmesi için kiralýk mülk sahibinin ikna edilmesi, ölü arazinin ihya edilmesi ve kýsýtlýnýn (mahcûrun) mallarýný idare etmek için veli, vasi veya kayyýmýn burada Ýkamet etmesi ve diðer konularda olduðu gibi.[152]
(emlak vergisi)
Sözlükte, rüþvet ve haraç anlamýnda kullanýlmýþtýr. Terim olarak maliye biliminde gayr-i menkul sahiplerinden alman bir vergidir. Oraný, devletin veya mahallî yönetimin gayr-i menkul vasýtasýyla yaptýðý kamu hizmetlerinden yararlanma derecesine baðlýdýr. Ancak terim bu anlamýyla fa-kihler arasýnda kullanýlmaz. Bu deyimin anlamýna yakýn olarak ftkýhçýlarm kullandýklarý bazý kelimeler þunlardýr: el-kulef es-sultâniyye, en-nevâib, el-mukûs, el-meðârim, ed-darâib.[153]
(âzât)
Deyim olarak 'ýtk, 'ýtâk ve 'ýtâka kelimeleri köleliðin bitimi ya da kölenin mülkiyetten çýkmasý manalarýna gelir. Bu iþlem de efendinin özel bir þekilde kölelik hakkýný mülkünden düþürmesinden ibarettir. Bu sayede köle hür kimselere dahil olmuþ olur.
Ezherî'nin dediðine göre bu kelime yarýþ atlarýnýn kazanýp baþarýya ulaþtýklarý anda Araplarýn söylediði "ate-ka'1-feres" ya da kuþun uçup baðýmsýz olduðu anda söylenen "ateka'l-ferhu" ifadelerinden türemiþtir. Ayrýca Araplarýn "köle 'ýtkla kurtulur ve dilediði yere gider" anlamýnda kullandýklarý söz de çok meþhurdur.[154]
Sözlükte, boþalma, çözülme, serbestlik, baðýmsýzlýk, gönderme, terketme ve bir þeyin kayýt ve þarta baðlý olmamasý gibi anlamlara gelir.
Terim olarak fýkýhçýlar ve usulcüler ýtlak sözcüðünü mutlak deyiminin açýklamasýna dayanarak tarif etmiþlerdir. Çünkü mutlak deyimi, içine aldýðý fertlerden belirsiz birini ifade eder veya özellikleri belirtilmemiþ bir þeyin varlýðýna delalet eder. Yahut da baþka þeylerde bulunmayan bir sýfatla özellikleri kaydedilmemiþ genel bir þeyi gösterir.
Ayrýca, fýkýhçýlar bu deyimi; geçerlilik anlamýnda da kullanmýþlardýr. Meselâ ýtlâk-ý tasarruf sözü ile tasarrufun (yetkinitý) geçerli olduðunu anlatmak istemiþlerdir.
Fýkýhçýlar, mudarabe, iþçi ile mülk sahibinin ihtilafa düþtüðü vekâlet sözleþmesinde ve vekil ile müvekkil arasýnda, yetkilerin serbest býrakýlmasý ya da sýnýrlandýrýlmasý üzerinde bir ihtilaf vaki olduðunda bu akitlerde mutlak isminin kullanýlmasýnýn caiz olup olmadýðý üzerinde çeþitli görüþler beyan etmiþlerdir.
Ayrýca, ikrarý mutlak ve vakf-ý mutlak konularýný ilgili bölümlerde, nezr-i mutlak konusunu da kitaplarýnýn nezir bölümlerinde incelemiþlerdir. Yine onlar, icâre, vasiyyet ve vakýf konularýnda ýtlâk'tan uzun uzadýya söz etmiþlerdir. Meselâ Suyûtî el-Eþbâh ue'n-Nezâir adlý kitabýnda yaklaþýk her konu için bir mutlak bahsi ayýrmýþtýr. Zaten bu konuda, ne dil bakýmýndan ne de yazar bakýmýndan bir sýnýr yoktur ve Örf de böyle oluþmuþtur.[155]
(zaruret)
Sözlükte bir kimseyi þiddetli bir zarar ve sýkýntýya mecbur etmek demektir. Kurtuluþ yolu olmayan bir zorlama þeklinde de açýklanmýþtýr.
Terim olarak ýztýrâr, yükümlünün, dinen yasak olan bir þeyi yapmaya yahut emredilen bir þeyi terketmeye mecbur edilmesi halidir. Ýkrah-ý mulci, ölüm korkusu ile açlýk çekme; nefsi, ýrzý ve malý korumak için düþmana karþý koyma vb. durumlarda olduðu gibi.
Iztýrâr, þeriatta özel bir durumdur ve Allah Teâlâ kendi hukuku ile ilgili konularda, yükümlünün üzerinden günahlarý kaldýrmak üzere bu ilkeyi koymuþtur. Bu konuda delil olarak gösterilen ayetin meali þöyledir: "Zor durumda kaldýklarýnýz hariç Allah haram kýldýðý þeylerle sizin aranýzý ayýrdý.[156]
Ýþte bu ilâhî vahye dayanýlarak, "Zaruretler yasaklarý mubah kýlar", "Zaruretler, kendi miktarlarýnca takdir olunurlar", "Acizlik halinde görev, zaruret halinde haram yoktur" gibi fýkýh kurallarý konulmuþtur.
Kul haklarý ile ilgili konulara gelince; ýztýrâr, medeni ve cezai sorumluluðu kaldýrmaz. Eðer yükümlü kendi selametini korumak için (zulüm görmediði halde) baþkasýnýn canýna zarar vermiþse kýsas olunur.
Þayet yükümlü kendi menfaati için baþkasýnýn malýný telef etmiþse dinen tazmin etmesi gerekir. Çünkü müslü-manýn malý, caný ve ýrzý dokunulmaz kabul edilmiþtir.
Fýkýhçýlar bu görüþlerini, "Iztýrâr, meskenin dokunulmazlýðýný kaldýrmaz", "Iztýrâr gayrýn hakkýný ibtal etmez" gibi sözlerle fýkýh kuralý haline getirmiþlerdir.[157]
Sözlükte gerçekleþme, meydana gelme, olma ve oluþma anlamlarýna gelir. Terim olarak usul-i fýkýhta îcâb, "Allah Teâlâ'nýn zorunlu olarak iþ yaptýrma isteði" þeklinde yorumlanýr. Bu anlamda îcâb, haram ve mubah kýsýmlarýna ayrýlýr.
Fýkýhçýlann dilinde îcâb, taraflardan birinin sözleþme yapma isteðini ortaya koyan ilk beyanýdýr. Ýkisinden hangisi ilk olursa olsun fark yoktur. Kabul ise, ikinci tarafýn, îcâbdan sonra teklifi uygun bulduðunu açýklamasýdýr. Bu Hanefîlerin görüþüdür. Onlara göre sözleþme yapmak üzere söze ilk baþlayan daima mûcib'&ir. Diðeri de kâ-bil'div.
Mûcib, ister "sattým" kelimesiyle söze baþlayan satýcý olsun, isterse "satýn aldým" sözüyle baþlayan müþteri olsun
aynýdýr. Yahut da icar sözleþmesinde ilk söze baþlayan "kiraya verdim" sözüyle ev sahibi olabilir; "kiraladým" sözüyle de kiracý olabilir. Diðer sözleþmelerde de durum aynýdýr. Bu durum Mecelle'xdn 101. maddesinde þu þekilde özetlenmiþtir. "Taraflardan birinin bir akit yapmak için söylediði ilk sözdür ki, akit ve tasarruf onunla gerçekleþir ve onunla ispat olunur." Nesefî'nin dediðine göre "îcâb, sözleþmenin esasýdýr; kabul, onun üzerine bina edilir."
Diðer bazý Hanefi'lere göre îcâb satýcý, ev sahibi, zevce veya velisinin önce veya sonra söylediði sözdür. Çünkü diðerleri, meselâ müþteri ticari eþyaya, kiracý bir malýn menfaatine, koca ise bir namusa sahip olacaktýr.[158]
(nihaye)
Bu kelime, sonradan türemiþ bir sözcüktür. Fîrûzabâdî'nin dediðine göre kralýn bir adama, bir araziyi vergisiz vermesi demektir. Yahut da haracýn iþçilerden kaçýrýlarak büyük sultana ödenmesidir: Buna damânü'l-harâc da denir. Ha-vârizmî de bu kelimeyi þöyle tarif etmiþtir: "Iðâr himaye demektir. Bu, bir köyü ya da bir araziyi korumak þeklinde olur ve oraya hiçbir kimse giremez. Eðer yeþillik veya bazý vahalar îðâr olarak verilirse her sene beytülmâle ödenmek üzere bir vergi konur.[159]
Sözlükte selef, yani malý teslim almadan yatýrýlan peþin para, bu yolla yapýlan alýþ veriþ ve veresiye alýþ veriþ anlamlarýna gelir. Meselâ "filan kiþi, filan kimseden 'ýyne yoluyla alýþ veriþ yaptý" denilir.
Halil'in dediðine göre bu kelime aynülmizan ifadesinden türemiþ olup ziyade manasýna gelir. Ýbn Faris de bu yorumu aynen benimseyerek 'ýyne sözcüðünün ziyade anlamýna geldiðini vurgulamýþtýr.
Deyim olarak bir kimsenin veresiye satmýþ olduðu malý müþteriye teslim ettikten sonra parasýný henüz almadan malý tekrar öncekinden daha düþük bir fiyatla ve peþin olarak geri satýn alma iþlemine denir.
Iyne satýþýnýn aslý, süre mukabilinde alman fazlalýðý helal kýlmak suretiyle satýþ þeklinde yapýlan bir karz, kredi muamelesidir. Çünkü bu 15 vererek 10 almak gibi bir karz iþlemi olarak yorumlanýr. Burada bey' fazlalýðýn helal olmasý için þeklî bir kýlýftýr.
Bu muameleye 'ýyne denmesinin sebebi, veresiye mal alan müþterinin bunun bedelini, satýcýdan hazýr para þeklinde aynen almasýdýr.
Desûkî'nin bu konudaki iyimser yorumu ise þöyledir:
Bu iþlem 'ýyne diye isimlendirilmiþtir. Çünkü bu iþlem, çok vereceði yerde az vererek helal yolla talebini elde etmek isteyen zor durumdaki kimseye bir çeþit yardýmdýr.[160]
Sözlükte, kolaylýktan zorluða geçme anlamýna gelir. 'Usra, da darlýk, sýkýntý ve yetersizlik demektir. Ýbn Fâris'in dediðine göre usr, zorluk ve sýkýntýya yol açan her þeydü". 'Usr (zorluk), yusr (kolaylýk) kelimesinin zýttýdýr. Darlýk da bir zorluktur. Çünkü darlýk veren bir iþte sýkýntý vardýr.
Terim olarak 'usrâ, bir kimsenin ödemesi gereken malý ödeme gücü olmamasý demektir. Kadý Ebul-Velid ibn Rüþd'ün söylediðine göre, zorluk içindeki borçlu için iki durum söz konusu olur: Ya yokluk içindedir ya da böyle deðildir. Çünkü her yokluða düþen, sýkýntýya girmiþ demektir; ama her sýkýntýya düþen yokluk içinde olmayabilir.
Eðer borçlu yokluk içine düþmüþ, fakir ise, yani bütün malýný tüketmiþse ve borcunu Ödediði takdirde kendisinin ve çoluk çocuðunun temel ihtiyaçlarýný temin edemeyecek-se, bu takdirde alacaklýnýn beklemesi kesinlikle vacib olur, baþka çaresi de yoktur. Çünkü bu durumda borçlu borcunu ödemekten kesin olarak acizdir ve dinen bir kimseye gücünün yetmediðini yüklemek için bir yol yoktur.
Borçlu yokluk içinde deðilse, yani bir miktar malý var, fakat borcunu ödediði takdirde, çoluk çocuðunun nafakasýný temin etmekte darlýk ve sýkýntýya düþecekse; biraz ferahlamasý ve zarara uðramadan borcunu ödeme imkâný bulabilmesi için borcu tehir etmek, raðbet edilen mendup bir iþ olur.
Kurtuba âlimleri, elde bulunan malýn durumuna göre borcun tehir edilmesi þeklinde ictihad ederek fetva vermiþlerdir. Ancak borçlunun, þu andaki akar ve mallarýnýn vekalet yoluyla satýþýný uygun bulmazlar. Bunlarýn dýþýndaki Endülüs âlimleri, vekâlet yoluyla borçlunun mallarýnýn satýþý ve alacaðýn yarýsýnýn hemen ödenmesi yolunda fetva vermiþlerdir.[161]
I'tak sözlükte 'ýtk kökünden gelir ve ikram etmek ve cömertlikte bulunmak anlamýndadýr. Meselâ "filan kimsenin yüzünde 'ýtk belirtisi" var dendiðinde o kiþinin cömertliði kastedilir.
Terim olarak ise köleliði kaldýrmak demektir. Fýkýhçý-lar da bu deyimi "köleyi, sert yetkilerinde serbest býrakan hakim güç" þeklinde tarif etmiþlerdir.
Pýkýhçýlar bazý kere "Itk" deyimini boynun (boðaz) kurtulmasý þeklinde yorumlamýþlar ve bununla da köleliðin tamamen kaldýrýlmasýný kastetmiþlerdir. Onlar þöyle derler: "Böylece rakabe özel bir anlam kazandý. Esasen o bedenin bir organýdýr. Çünkü efendi kölenin sahibidir. Týpký boyundaki ip gibi, kelepçe gibi ki köle bununla baðlanmýþtýr. Týpký bir hayvanýn boynundan iple baðlandýðý gibi. Eðer efendi köleyi serbest býraksa köle de boynundaki bu ipten kurtulmuþ olur.[162]
(hibeden vazgeçmek)
Bu kelime sözlükte, menetmek, hapsetmek ve meyve suyu çýkarmak anlamlarýna gelir. Terim olarak hibeyi kapsetmek onu geri almak, hibeden vazgeçmek demektir. Bu konuda Ömer b. Hattâb'ýn þu sözü meþhurdur. "Þüphesiz ki baba oðluna verdiði hediyeleri geri alabilir. Oðul ise babasýna verdiklerini ondan alamaz." Burada malýný bizzat insan eliyle geri alýnmasý i'tisâr'a benzetilmiþtir.
Fýkýhçýlarýn dilinde i'tisâr, Mâliki îbn Arafe'nin dediði gibi, hediye verenin hediyesini bedelsiz ve hediye edilenin rýzasý olmaksýzýn geri almasýdýr.
Ý'tisâr sözcüðü bu anlamýyla Mâliki kitaplarýnda yaygýndýr. Diðer fýkýhçýlar bunun yerine rücû fVl-hlbe ifadesini kullanmýþlardýr.[163]
Sözlükte, ivaz almak demektir, ivaz ise karþýlýk anlamýndadýr. Bedel insanýn ayn, borç, hak ve menfaat gibi malik olduðu her þeyde ve þerl naslar ve kurallar dahilinde geçerli olan bir kavramdýr.
Kâsânî'ye göre ivaz, mutlak akitlerde, bazen ayn, bazen borç bazen de menfaat þeklinde ortaya çýkabilen bir karþýlýktýr. Þu kadar var ki, bazý sözleþmelerde diðerlerinin aksine bedelin alýnmasý þart koþulur.
Bedelin gerekçelerine gelince, bazen onun sebebi bey ve icâre gibi doðrudan malî bir sözleþme, bazen mükâtebe ve boþanma gibi doðrudan malî olmayan bir akit, bazen de mal telef etme ve Ýslâm fýkhýnýn ilgili kurallarýnda belirtildiði üzere baþkasýna malî bir zarar verme þeklinde ortaya çýkabilir.[164]
(fakirlik)
Sözlükte durumu bozulan ve muhtaç duruma düþen bir adam için kullanýlýr. Ýsim olarak "Avez" kelimesi, darlýk ve fakirlik anlamlarýna gelir. Mu'viz ise, fakir demektir.
Ebu Zeyd, "a'vez, ahvec ve a'dem kelimeleri, hiçbir þeyi olmayan fakir anlamýnda ayný manaya gelirler" demiþtir. Nevevî de i'vazý fakirlik olarak yorumlamýþtýr.[165]
(izin, serbestlik)
Sözlükte, yapmak veya terketmek konusunda verilen izindir. "Adam malýna izin verdi, mubah gördü" sözü, "onun alýnmasýna veya býrakýlmasýna izin verdi; almakta veya almamakta serbest býraktý" anlamýna gelmektedir.
Usulcüler bu deyimi "mükelleflerin fiillerini karþýlýksýz tercih edebilmeleri ile ilgili Allah Teâlâ'nm bir hitabý" þeklinde tarif etmiþlerdir. Fýkýhçýlar ise "belli sýnýrlar içinde, bir iþin insanýn iradesine göre yapýlabilmesi için verilen izin" biçiminde yorumlamýþlardýr.
Ýbâha (-izin), kaynaðý bakýmýndan iki kýsma ayrýlýr. Þeriatýn verdiði izin, insanýn verdiði izin.
Þeriatýn verdiði izin: Mubah oluþuna Kufan veya diðer þei^î kaynaklardan birinden nas veya delil bulunan izinler.
Ýnsanýn verdiði izin: Bu da iki kýsma ayrýlýr:
a) Bir eþyanýn tüketilmesindeki serbestlik, izin. Yeme içme serbestliði gibi. (Velîme ve ziyafette yemek serbest, ama alýp götürmeye izin yoktur.)
b) Eþyanýn kullanýlmasý ve istifade edilmesi konusundaki serbestlik. Araba sahibinin binmeye izin vermesi, ev sahibinin oturmaya müsaade etmesi gibi.
Bu iki çeþit mubah eþyayý tüketmek ya da kullanmak serbesttir. Ancak aynen veya menfaat olarak istifade edilen mubaha mülk olarak sahip olunamaz.[166]
(yolcu)
Sözlükte misafir (yolcu) anlamýndadýr. Yolcu devamlý yolda bulunduðu için "yolun oðlu" anlamýndaki bu isim verilmiþtir.
Terim olarak, evinden ve malýndan ayrýlarak yolculuk yapan kimseye denir. Ayrýca, ister kendi vatanýnda, ister vatanýnýn haricinde ve isterse seyahat esnasýnda malýndan ayrýlan kimse de misafir olarak yorumlanýr.
Bazý fakihler, yolcuya zekat gelirlerinden ödeme yapýlabileceði ilkesinden hareket ederek konuya birtakým kayýtlar getirmiþlerdir. Bunlardan bazýlarý þunlardýr: Yolcu vatanýna dönmek isteyip de buna gücü yetmezse, bu kimseye zekat, ganimet ve fey gelirlerinden ihtiyaca göre yardým verilebilir. Ancak ihtiyaçtan fazlasý caiz deðildir. Þu kadar var ki; eðer ödeyebilecekse, Hanefîlere göre yolcunun bunlarý borç olarak almasý daha uygundur.
Mâlikîlere göre eðer yolcu, kendi ülkesinde fakir deðilse, aldýðý parayý geri ödemesi vacib olur. Ancak bu görüþe Hanbelîler ve Þâfîîler muhalefet ederek, hem borç olarak almanýn vacib olmasý, hem de yolcu hakkýnda bunun daha evla olduðu fikrini kabul etmemiþlerdir.[167]
(aklama)
Sözlükte, bir kimsenin baþkasý üzerindeki hakkýndan vazgeçmesi onu aleyhine iþleyen her türlü durumdan kurtarmasý ve aklamasý demektir.
Terim olarak, bir kimsenin kendine ait bir hakký (ala-caðý), baþkasýnýn zimmetinden (borcundan) düþürmesi þeklinde yorumlanýr. Ancak þuf'a hakký ve vasiyet üzerine kazanýlan oturma hakkýnda olduðu gibi, bir hak insanýn zimmetine henüz geçmemiþse bunu terketmek ibra sayýlmaz. Bu sadece hakký düþürme olarak kabul edilir.
Bu þekilde, henüz zimmeti söz konusu olmayan eþyada da ibra meydana gelmez. Tazmin edilmiþ eþyada ibra söz konusu olduðu zaman, eþyanýn kýymeti ibra edilmiþ olur. Çünkü eþya, tazmini gerektiren bir sebep yüzünden telef olmuþtur. Bunun dýþýndaki durumlarda ibrâ'd&n söz edilemez ve ibra edilse bile eþyayý aynen geri istemek mümkün olur.
Hanefî fakihleri ibrayý iki kýsma ayýrmýþlardýr.
a) Ýbrâ-i iskât: Bir kimsenin zimmetindeki iskâtý kabil olan bir hakký veya bütün haklarý düþürmesi ya da bir miktar azaltmasýdýr.
b) Ýbrâ-i istifa: Bir kimsenin zimmetindeki bir hakkýn alýnmýþ, kabzedilmiþ olduðunu itiraf etmesidir.
Bunlardan ilkine hakiki ibra olarak itibar olunur. Ýkincisi ise bir çeþit ikrar kabul edilmiþtir.
Þu kadar var ki, Hanefî âlimleri her iki ibra çeþidini de her türlü çekiþme ve düþmanlýklarý giderici, sonraki zamanlarda hak talebinde bulunmayý ortadan kaldýran ve birbirini tamalayan hukuki müesseseler olarak görmüþlerdir.[168]
Sözlükte bir þeyin bozulmasý ve yok olmasý demektir. Bu þey ister doðru olsun ister yanlýþ olsun deðiþmez. Terim olarak ise fesh, ifsâd, izâle, noksanlýk ve iskât manalarýnda kullanýlýr.
Bu deyimlerden her biri ayrý ayrý anlamlarda olup kullanýþ yerleri de farklýdýr. Aslýnda ibtâl iþlemi kanun koyucu (Allah, Peygamber) tarafýndan konulan bir hükümdür. Þu kadar varki bazan insanlarýn fiil ve tasarruflarýnda da ibtâl vaki olabilir. Yine bazen hakim, kanun koyucunun yetkisine verdiði hükümlerden bazýlarýný ibtal edebilir (deðiþtirebilir).[169]
(soygun)
Sözlükte soymak, zorla almak ve periþan býrakmak anlamlarýna gelir. Ayrýca elbiseden soyunmak anlamý da vardýr. Bu kullanýmlardan esinlenerek mal soygunu, yani malýn haksýz yere gasbedilmesi anlamýnda da kullanýlmýþtýr. Bu kelimenin sözlük anlamý ile terim anlamý aynýdýr. [170]
Sözlükte evlendirme, nikahlama anlamlarýna gelir. Fýkýh biliminde ise kârýn tamamý sermaye sahibine ait olmak üzere tacir birine bir miktar sermaye vermektir. Tacir bu malý karþýlýksýz çalýþtýrýr ve kazandýðýnýn tamamýný sermaye sahibine verir. Bir baþka deyiþle kârý mal sahibine ait olmak üzere ticaret mallarýný çalýþtýrmaktýr. Burada tacir karþýlýksýz vekildir.
Bu konu Mecellece þöyle tarif edilmiþtir: Ýbda', bütün kârý kendisine ait olmak üzere bir baþkasýna sermaye vermektir. Sermaye, ticaret eþyasý demektir. Bu durumda sermaye bidâ'a, sermaye veren mübdi1, alan da nýüstebda' olarak isimlendirilir. [171]
(kiralama)
Sözlükte ücret kelimesinden türemiþ bir isim olup emeðin ya da eþyanýn kiralanmasý demektir.
Terim olarak, bedel karþýlýðýnda bazý menfaatlere sahip olmaktýr. Bu bedel, ayn (mal), deyn (borç) ve menfaat þeklinde olabilir.
Fýkýhçýlar sözleþme konusunun nev'i itibariyle icareyi iki kýsma ayýrmýþlardýr:
a) Eþyanýn kiralanmasý: Ev, dükkan, araba, toprak, elbise ve benzeri þeylerin kiralanmasý gibi.
b) Emeðin kiralanmasý: Sanatçýlarýn, iþçilerin ve hizmetçilerin (emek ve hizmetlerinin) kiralanmasý gibi. [172]
Osmanlýlar döneminde ortaya çýkmýþ bir terimdir. Bundan maksat, vakýf mütevellisi ile bir þahsýn, yýpranmýþ vakýf binalarýnýn tamiri için, vakýf kaynaklarýnýn yetersizliði durumunda, bu tamire yeterli parayý vermek üzere anlaþmasýdýr. Bu kiracýnýn, her sene ödediði düþtük ücret karþýlýðýnda, akar üzerinde daimi tasarruf hakký vardýr. Anlaþmadan doðan bu hakký .sebebiyle vakýf malý miras býrakýlabilir ve satýlabilir. [173]
Sözlükte çabuklaþtýrma, acele etme, hýzlandýrma vb. anlamlara gelir. Tamamlama ve meydana getirme gibi anlamlarý da vardýr.
Terim olarak, "sözleþme anýndan itibaren tamamlanan ve geçerlilik kazanan sözleþme" demektir. Bir evin belli bir müddet için ve belirli bir para karþýlýðýnda, sözleþme vaktinden itibaren kiraya verilmesi gibi.
Fýkýhçýlarm belirttiðine göre, sözleþmenin baþlangýç tarihi akit esnasýnda belirtilmemiþ olsa bile kira sözleþmesi yine icâretü'l-münecceze adýný alýr. O halde icâretü'l-münec-ceze'nin iki þekli vardýr.
1- Akit esnasýnda kiranýn baþlangýç tarihinin belirtilmiþ olmasý.
2- Kira baþlangýcýnýn belirtilmemiþ olmasý. Meselâ "bu evi bir seneliðine þu kadar paraya kiraya verdim" sözünde olduðu gibi.
Fýkýh biliminde icâretü'l-münecceze'rnn mukabili icâ-retü 'l-mudâfe'dir. [174]
(zimmetin kiralanmasý)
Þafiî, Mâliki ve Hanbelî âlimlerinin çoðunluðu, sözleþme konusu menfaatin kaynaðý bakýmýndan icâreyi iki kýsma ayýrmýþlardýr: Ýcâretü'1-ayn ve Ýcâretü'z-zimme.
Ýcâretü'l-ayn: Eðer icâre konusu, ev, arsa, araba gibi belirli bir eþyanýn menfaati olursa yahut da elbise dikmek üzere bir terzi kiralanmasýnda olduðu gibi bizzat bir insan emeði sözleþme konusu yapýlýrsa bu sözleþme icaretü'l-ayn adýný alýr.
Ýcâretü'z-zimme: Ýcârenin konusu menfaat eðer kiraya verenin zimmetiyle (borcuyla) ilgili ise buna da icâretü'z-zimme denir. Binmek ya da yük taþýmak üzere bir hayvan kiralanmasýnda olduðu gibi. Bu durumda kiracý "Beni falan yere taþýmak üzere senden þu hayvaný kiraladým" diyerek iradesini beyan eder. Burada sözleþme konusu menfaat hayvan sahibinin zimmetiyle ilgilidir. [175]
(muteber kira akdi)
Terim olarak, haklý bir Özre dayanmadýkça feshedil emeyen ayýp, kusur ve görme muhayyerliði olmayan bir sözleþme türüdür.
Bunun karþýtý, icâre-i gayr-i lâzime sözleþmesidir. Yukarýda adý geçen muhayyerliklerden biri olunca, bu sözleþmeye icâre-i gayr-i lâzime denir. Eðer sözleþmedeki muhayyerlikler düþerse, bu takdirde sözleþme icâre-i lâzime adým alýr. Nitekim kiracýnýn ayýplarý peþinen kabul etmesi ya da mal sahibinin akdin feshinden önce ayýplarý gidermesinde durum böyledir. [176]
(zamana baðlý kiralama)
Terim olarak, bir eþyayý gelecekte belirli bir zaman için kiralamaktýr. Meselâ filan ayýn baþýndan itibaren bir evin þu kadar paraya kiralanmasý gibi. Bir kimse Ocak ayýnýn baþýndan itibaren falan adama bir aylýðýna evini kiraya verse, sonra bir baþkasýna da Þubat ayýnýn baþýndan itibaren belirli bir müddet için kiraya verse, birinci sözleþme icâ-retü'l-münecceze, ikincisi de icâretü'l-mudâfe adýný alýr. Bu durumda, ev Ocak ayýnýn sonuna kadar birinci kiracýya, sonra da ikinci kiracýya teslim edilir. Mecelle'de geçtiðine [177] göre icâretü'l-mudâfe geçerli bir anlaþma olup vaktinin girmesinden önce yürürlük kazanýr. Bu yüzden taraflardan birisinin, tek taraflý olarak vakti gelmeden sözleþmeyi feshetme yetkisi yoktur. [178]
(uzun vadeli kiralama)
Fýkýhçýlar bu deyimi vakýf konusunda özel anlamda kullanmýþlardýr. Bununla da ev, dükkan gibi vakýf mallarýnýn bir seneden daha fazla, arsa ve arazilerin de üç seneden daha fazla bir zaman için kiralanmalarýný kastetmiþlerdir. Sözleþmenin bir ya da birden çok olmasýnýn önemi yoktur. Bu sözleþmede kiracý mal sahibine "Þu evi birinci sene için þu paraya, ikinci sene için þu paraya, üçüncü sene için de þu kadar paraya kiraladým" diyerek tarihlerini beyan edebilir. [179]
(muvafakat)
Sözlükte, geçmek, delmek gibi anlamlara gelir.
Terim olarak, hak sahibinin sözleþmeyi imzalayarak söz, fiil ve davranýþlarýyla muvafakatini beyan etmesidir. Fýkýh dilinde, "þimdiki icazet önceki vekâlet gibidir" sözü çok meþhurdur. Yani icazete sahip olan kimsenin yetkisi, icazetin verildiði anda deðil de, tasarruf hakkýnýn doðumundan itibaren ortaya çýkar. [180]
(caizlik)
Sözlükte bir þeyle yetinme, yeterli bulma, kanaat etme gibi anlamlara gelir.
Terim olarak "yapýlabilmesi için þartlarý tamamlanmýþ iþ" manasýna gelmektedir. Bu þekildeki bir iþin yapýlabilmesi için ilâve bir iþleme de gerek yoktur. Baþka bir deyiþle bir iþin serbest ve caiz durumda bulunmasýdýr.
Ancak helal ile iczâ terimlerinin arasýný ayýrmak gere-» kir. Çünkü iczâ, þüphelerden arýnmýþ deðildir. Helal ise þüphelerden uzak, tam bir serbestliktir. Bu açýdan, kerahet içinde bazen iczâ bulunabilir. Fakat bazý serbestliklerde helal bulunmayabilir.
Netice olarak rükünleri, þartlarý ve vacipleri tamamlandýðýnda, serî tasarruf serbest hale gelir. Bu konunun ayrýntýlarý fýkýh kitaplarýnýn tasarrufla ilgili bölümlerinde açýklanmýþtýr. [181]
(biriktirme)
Sözlükte ve terim olarak manasý, ihtiyaç anýnda kullanmak üzere bir þeyi saklamaktýr. [182]
(tazminat)
Sözlükte bir þeyin bir þeye katýlmasý ve ona ulaþmasý demektir.
Terim olarak sözlük manasýyla aynýdýr. Meselâ, "Müþterinin parasýný ödemesi gerekti", "Çocuk eriþti", "O rüya gördü", "Bir þeyin vakti geldi", "Meyve olgunlaþtý" vb. cümlelerde bu deyimin çeþitli yorumlarý kullanýlmýþtýr. Esasen fýkýhçýlar bu deyimi daman (tazminat) konusunda kullanmýþlardýr. Meselâ satýcý müþteriye þu þekilde garanti verir: "Satýlan eþyada meydana gelecek zararý ben öderim." Bu kurala fýkýhta damânü'd-derek adý verilir. Hanbelîler ise bunu damânü'l-uhde þeklinde isimlendirirler. Bazý fýkýhçýlar ise bu deyimi "küçük gümüþ parçalarý" ya da "herhangi bîr þeyin küçük bölümleri" anlamýnda kullanmýþlardýr.
Bu terim ile ilgili fýkýh kaidesi þu þekildedir: Kim kendi malýný birinin yanýnda bulur ve kendi mülkü olduðunu bir delil ile ispat ederse ya da malý elinde bulunduran kiþi malýn asýl sahibini tasdik ederse, mal üzerinde herkesten evvel hak sahibi olur. [183]
Sözlükte, kiþinin önce altýn ve gümüþ sahibi iken bunlarý kaybedip fulûs (altýn ve gümüþ olmayan para) sahibi olmasý veya fulûsa sahipse, bunlarý kaybetmiþ olmasý haline denir.
Terim olarak iflâs, insanýn malýndan fazla, borcu olmasý halidir. Öz varlýðý olup olmamasý farketmez, esas olan borcun fazlalýðýdýr.
Ýbn Kudame'nin dediðine göre "Malý olsa da borcu fazla olan kimseye müflis denir. Çünkü onun malý borcun ödenmesi yönünde harcanmak zorundadýr. Böylece artýk o yokluða düþmüþ gibidir.[184]
Sözlükte uzaklaþma, ayrýlma ve köþeye çekilme gibi anlamlara gelir ve bir þeyi bir þeyden ayýrmak, bir þeye özellik kazandýrmak demektir. Ýstilan olarak aynen bu manalarda kullanýlýr.
Terim olarak fikýhçýlar bu kelimeyi, kitaplarýnýn taksim bahsinde kullanmýþlardýr. Menfaatlerin ve eþyanýn taksimi þeklinde iki ayrým yapan fukaha menfaatlerin taksimine mühâye'e adýný vermiþlerdir.
Eþyamn taksimine gelince bunu da tekrar, taksîm~i ifraz ve taksîm-i ta'dîl þeklinde ikiye ayýrmýþlardýr. Taksîm-i ifraz reddedilmesi mümkün olmayan ve bir deðer koymaya ihtiyaç býrakmayan taksimdir.
Ayrýca fikýhçýlar satýlan, hibe edilen ve rehin býrakýlan malý alma þartlarýný belirlerken de bu taksimden söz etmiþler ve bazýlarý teslim almanýn sýhhat þartý olarak, bunlarda baþkasýna ait hakkýn bulunmayacaðýný ileri sürmüþlerdir.
Bu þekilde fukaha taksimin aslý üzerinde ihtilafa düþmüþler; bazýlarý onu bir satýþ olarak mütalâa ederken, diðer bazýlarý bir ayýrým ve bazýlarý da paylarýn birbirinden ayrýlmasý ve birbirleriyle deðiþimi olarak yorumlamýþlardýr.[185]
Sözlükte, arazinin gelirine denir. Esasen, topraktan elde edilen mahsul, ücret ve benzeri her türlü gelir de "ðalle" olarak deðerlendirilir.
Terim olarak ðulûl ve iðlâl kelimeleri hýyanet etmek anlamýna gelmektedir. Ancak ðulûl þerl örfte, ganimetlerden çalmak ve taksimden önce hýyanet ederek bir þeyler almak manasýna özellikle kullanýlmýþtýr. Ýðlâl ise geneldir. Nitekim hadis-i þerifte "Ödünç mal alan hýyanette bulunmadýkça, malýn telefi durumunda, ödemesi gerekmez" buyurulmuþtur. [186]
Sözlükte yeterli oldu, kafi geldi demektir. Konuþma dilinde, "helal beni haramdan yeterince uzaklaþtýrdý" denilir ki, "helal olanlar bana yeterli geldi" anlamýndadýr. Yine "filan kimse hiçbir þeyde bana yeterli gelmedi" dendiðinde, "hizmette fayda vermedi, yardýmda yeterli olmadý" anlamý kastedilir.
Sonuç olarak denilebilir ki, ðanâ ile iktifa kelimeleri eþ anlamlý olup yeterli olma, fayda verme þeklinde yorumlanýr ve terim anlamýyla aynýdýr. "Onun yamnda ðanâ yoktur" denildiðinde, yanýnda yeterli þeyin olmadýðý anlatýlmak istenir.[187]
Sözlükte, hizmet vermek anlamýnda olup terim anlamýyla aynýdýr.
Terim olarak fikýhçýlar bu kelimeyi eserlerinin çeþitli yerlerinde kullanmýþlardýr: Nafaka, iflâs vb. konular gibi.
Onlarýn bu konulardaki þu sözleri meþhurdur: Yaþadýðý bölgedeki Örfe uygun olarak, benzeri kadýnlara tutulan hizmetçi zevceye de tutulur. Çoðu fakihlere göre, benzeri kadýnlara hizmetçi tutuluyorsa, zevceye de hizmetçi tutmak koca üzerine vacib olur ve nafakasý da kocaya aittir. Böylece beklenen maksat hasýl olur. Yine, müzmin bir hastalýða yakalanan müflis bir kimseye de nafakadan ayrý olarak hizmetçi tutulur. Bunlarýn dýþýnda konumuzla ilgili olmayan pek çok konuda bu deyim kullanýlýr. [188]
Sözlükte, ahdi bozmak anlamýnda olup fýkhî manasýyla aynýdýr. Ancak bu kelimeden türeyen hafr kelimesi ise ahde vefa göstermek anlamýndadýr. Hufra ve hufâra kelimeleri de ahd ve eman manalarýna gelir. Hafir ise emâneti teslim alan kimse demektir. [189]
(vaadden dönme)
Sözlükte vefasýzlýk, söz ve vaadinden dönme anlamlarýna gelir Kadý Iyaz'm dediðine göre bunun aslý, bir iþi geriye býrakmaktýr. Half, kötü söz anlamýna da gelir. "Sekete elfen, nataka halfen (Bin susar, bir kötü konuþur)" sözünde olduðu gibi.
Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiði bir hadiste bu sözün anlamý þöyle açýklanmýþtýr:
"Münafýðýn alâmeti üçtür: Konuþtuðunda yalan söyler, verdiði sözden döner ve bir þey emânet edildiðinde ihanet eder."
Bazý fýkýhçý, bu sözün vaad ve ahid sözcükleriyle birlikte yorumlanmasý halinde aralarýnda fark bulunduðunu belirtmiþlerdir. Meselâ, Arapça'da "vaadinden döndü" denilir, ama "ahdinden döndü" denilmez. Ebu Hilal Askerî'nin dediðine göre ahid vefayý gerektirir. Vaad ise iþin bitirilmesi demektir. Bu yüzden "ahdi bozdu, vaadinden döndü" denilir.
Bazý fikýhçýlar bu kelimeyi yalan ile eþ anlamlý kabul ederken diðer bazýlarý ayrý ayrý yorumlamýþlardýr. Buna göre yalan þimdiyi ve geçmiþi içine alýr. Vaadden dönme ise gelecekte meydana gelir. [190]
(korunaklý yere koyma)
Sözlükte bir þeyi toplamak, içermek korunaklý yere koymak gibi anlamlara gelir. Muhafazalý yer anlamý da vardýr. Fikýhçýlar bu deyimi sözlük anlamýna uygun olarak kullanýrlar.
Terim olarak "bir þeyi alýnmak veya çalýnmaktan korumak" demektir.
Ýhraz, ya mekaný koruma þeklinde olur ev, dükkan, hazine ve sandýk gibi çevrilmiþ yerler koruma içindir ve buralara ancak izinle girilebilir ya da koruyucu bir kiþiyle olur.
îhrâz'ýn daha iyi anlaþýlabilmesi için örfe bakmak lâzým gelir. Çünkü ne dinde ne de dilde bunun sýnýrý belli deðildir. Zamanlarýn, durumlarýn ve mallarýn çok çeþitli olmalarýndan ötürü ihrazýn da çok farklý þekil ve uygulamalarý vardýr.
Mülkün dinî ve meþru bir sebebi olan ihraz ise, sahibi olmayan bir eþyaya el koymak, yani onu sahiplenmektir ve iki þekilde olur:
a) Hakiki: Gerçekten bir þeye sahip olmak, onu elinin altýna almak demektir.
b) Hükmî: Sebeplerini hazýrlayarak bir þeye sahip olma þeklinde tarif edilir. Meselâ, yaðmur suyunu toplamak için yaðan yaðmurun altýna bir kap koymak, balýk avý için denize að atmak gibi. [191]
(karaborsa)
Sözlükte, bazý eþyayý fiyatýnýn yükselmesini beklemek amacýyla toplamak ve saklamak demektir. Hukre, bu deyimden türemiþ bir isimdir.
Terim olarak, yiyecek gibi insanlarýn ihtiyaç duyduðu bazý eþyayý satýn alarak, fiyatýnýn yükselmesini beklemek üzere saklamaktýr.
Ýhtikâr ile iddihâr arasýnda biraz fark vardýr: Ýddihâr, bir eþyayý ihtiyaç anýnda kullanmak üzere saklamaktýr, ihtikâr insanlara kesinlikle zarar verir. Ýddihâr ise insanlara zararlý olan konularda meydana gelebileceði gibi, baþkalarýna pek zararý dokunmayan konularda da olabilir. Meselâ para ve kýymetli mallarýn iddihârý, insanlarýn temel ihtiyaç maddelerinden olmadýðý için fazla zararý görülmez. Ayrýca iddihârýn bazý þekilleri zaman zaman gerekli olmaktadýr. Meselâ ümmetin ihtiyacýný karþýlamak üzere devletin iddihârý böyledir. [192]
(yan kesicilik)
Sözlükte, gafletten istifade ederek hile ile bir þeyi almaktýr. Terim olarak fýkýhçýlar, sözlük manasýna, bir þeyi sahibinin elinden açýktan açýða alýp kaçmayý da ilâve etmiþlerdir. Hilecinin açýktan açýða ya da gizlice almasý arasýnda bir fark yoktur.
Hileciye (muhtelis) dinen hýrsýzlýk cezasý uygulanmaz. Çünkü çaldýðý malý sahibinin elinden alýyor, ya da yanýnda-kilerden ve idarecilerden yardým isteyerek geri almak mümkün olabilecek biçimde yürütüyor.
Bu yüzden, muhtelisi suçtan alýkoymak elinin kesilmesini gerektirmez. [193]
(meslek edinme)
Sözlükte bir meslek kazanma isteði demektir.
Terim olarak, sözlük anlamýyla yakýn biçimde kullanýlýr. Fýkýhçýlar hirfe kelimesini "bir kimsenin para kazanmak amacýyla yöneldiði ve alýþkanlýk haline getirdiði iþ" þeklinde tarif etmiþlerdir.
Ancak iktisâb ile ihtirâf arasýnda fark vardýr. Ihtiraf, kazanç yollarýndan sadece biridir. Çünkü kesb, mal elde etmek ve kazanmaktan ibarettir. Kazanç, ister ihtiraf yoluyla isterse baþka yollardan olsun arasýnda fark yoktur. Zenaat ile ihtiraf arasýnda ise ciddi bir alaka vardýr. Zenaat, ihtirann kýsýmlarýndan yalnýzca biridir ki; çeþitli aletler kullanýlarak icra edilen meslekleri içine alýr. [194]
Sözlükte özelleþtirme, bir þeyi baþkalarýndan ayýrma gibi anlamlara gelir.
Terim olarak, Ýbn Receb'in tarifine göre, bir þeyin faydalanma hakkýnýn yalnýz bir kimseye ait olmasýdýr ki, bir baþkasý onu sýkýntýya sokamaz. Ancak bu hakkýn kazanýlmasýnda bedel söz konusu deðildir ve kapsamý da sýnýrlýdýr. Yani istifade hakký her çeþit faydaya þâmil deðildir.
Alâî'nin dediðine göre, ihtisas iki çeþittir.
a) Mülkiyetin söz konusu olmadýðý ihtisas: Islah edilmeden Önceki necis deri vb. þeylerde olduðu gibi.
b) Mülkiyetin vaki olduðu ihtisas: Taþlarla çevrelenip ihya edilen ölü toprak gibi.
Bu konuda Zerkeþî de þöyle demiþtir: Mülkiyet Ýle ihtisas arasýnda þu fark vardýr: Mülkiyet eþya ve menfaatlerde söz konusu olur. Ýhtisas ise yalnýz menfaatlerde geçerlidir. Böylece ihtisasýn kapsamý daha geniþ olmaktadýr. Bunun için deliller vardýr. Meselâ ihtisas, mülkiyeti mümkün olmayan, köpek, pis yað ve ölü hayvan derisi gibi necis þeylerde de geçerlidir.
Zikretmek gerekir ki bu deyim, daha ziyade Þafiî, Mâliki ve Hanbelî âlimleri tarafýndan kulamlmýþtýr. Hanefî âlimleri ise bu hususu "hak" deyimi ile yorumlamýþlardýr. Onlara göre hak, insanýn yalnýzca istifadesi ve kullanmasýna tahsis edilen bir þeydir. Bu konuda kiþinin tam tasarruf yetkisi yoktur. Evin yolu, su kanalý ve cadde gibi. Ýnsanýn komþusunun yerinden, evinin yolu ya da su kanalý vesilesiyle istifade etmesi hakkýdýr. Ancak burayý mülk edinemez; hibe ve satma hakký da yoktur. Bu görüþ de Kâbisî'ye aittir. [195]
(ot toplama)
Sözlükte, haþhaþ kesmek ve toplamak anlamýna gelmektedir. Haþîþ ise kuru ot demektir. Ona yaþ olduðu sürece haþîþ denmez.
Terim olarak, ister kuru ister yaþ olsun haþiþ kesmek demektir. Kelimenin yaþ otu da kapsamasý mecazidir. Çünkü kuru ot, yaþ ottan elde edilir. Bazý fýkýhçýlar da bu terimi "temlik amacýyla kuru ot toplamak" þeklinde tarif etmiþlerdir. [196]
(odun toplama)
Sözlükte, odun toplamak demektir. Hatab, yani odun yakmak için aðaçtan elde edilen bir çeþit yakýttýr. Hattâbe deyimi de odunculuk mesleðini yapanlara denir.
Terim olarak sözlükteki anlamlarý kullanýlýr. Bazý fýkýhçýlar bu kelimeyi "temlik amacýyla yakmaya uygun aðaçlan toplamak" þeklinde tarif etmiþlerdir. [197]
Sözlükte muhtaç olma, bir þeye gerek duyma gibi anlamlara gelir. Hacet kelimesi de bir þeye isteyerek gerek duyma yahut onu gerek duyarak isteme demektir.
Terim olarak elde edilmediði takdirde insaný sýkýntý ve darlýða düþüren þey olarak yorumlanýr. Usulcüler maslahatýn üç kýsmýndan söz ederler: zarûriyye, hâciyye ve tahsî-niyye. Bunlardan hâciyye terimini þöyle yorumlamýþlardýr: Geniþlik veren ve çoðu kere inþam sýkýntý ve meþakkate sokan darlýklarý kaldýrmak için gerekli olan þeylerdir.
Fýkýhçüara göre hacet, insaný yasak bir iþlemi yapmaya götüren sýkýntý ve zorluk halidir. Ancak hacet, zaruret deðildir, Çünkü hacet kaybedildiði ya da elde edilemediði takdirde kiþinin helaki, can, ýrz ve malýnda çok büyük bir zararý söz konusu deðildir. Eðer hacet bu kadar önemli olsaydý fýkýhçýlar bunu, haramlarýn mubah kýlýnmasý konusunda zaruret gibi kabul ederlerdi. Bu noktada hacetin hususi ya da umumi olmasý arasýnda fark yoktur.
Hâcet-i umumi, bütün insanlarýn., Önemli bir menfaati elde etmek için. gerek gördükleri ve muhtaç olduklarý þey ya da þeylerdir.
Hâcet-i hususi, bir insan topluluðunun ya da sanat ve meslek erbabýnda olduðu gibi bazý müþterek vasýflan olan gruplarýn muhtaç olduklarý þeylerdir.
Hâcet-i ferdiyye, eðer ihtiyaç bir ya da aralarýnda meslek birliði olmayan birkaç kiþiyle ilgili ise bu ismi alýr. Ancak hâcet-i ferdiyye, hâcet-i umumi ve hâcet-i hususide olduðu gibi haramlarýn mübahlýðý konusunda, zaruret gibi onun derecesinde deðildir. [198]
(hile)
Sözlükte, iþ idaresindeki ustalýk anlamýndadýr, örfte ise, bir kimsenin maksadýný gerçekleþtirmek için, ince zeka ve kabiliyetiyle bulduðu gizli yollar anlamýnda yorumlanmýþtýr.
Terim olarak ihtiyalin hükmü, hem niyet ve maksat açýsýndan hem de iþin sonuçlarý bakýmýndan çeþitlilikler göstermektedir:
a- Haram olan ihtiyat: Bir kimse vacib bir hükmün zahiren düþmesine sebep oluyorsa veya bir haramýn bu yolla zahiren helal kýlýnmasýna yol açýyorsa bu tür ihtiyâl fýkýhçýlar nazarýnda haram sayýlmýþtýr. Bu iþ ile þeî bir hükmün iptali ya da baþka bir hükme dönüþtürülmesi ve böylece kurallarýn delinmesi kastedilmiþse bu da dinin yasakladýðý bir haramdýr.
b- Caiz olan ihtiyal: Bir hakký almak, bir batýlý, yanlýþý gidermek, bir haramdan kurtulmak ya da bir helale ulaþmak maksadýna yönelik olursa o zaman ihtiyâl caiz olur. Buna þer1! delil þu ayettir: "Eline bir demet sap alýp onunla vur ve yemini bozma. [199]
c- Haram ya da caiz olduðu ihtilaflý olan konular: Bir konuda Allah Teâlâ'nýn maksadý tam olarak belli deðilse ve üzerinde bir ittifak yoksa; konunun durumuna göre þeriatýn koyduðu maslahata aykýrýlýðý açýk deðilse, bu durumlarda ihtiyalin haramlýðý ve caizliði ihtilaflýdýr.
Bazý fýkýhçýlar, ihtiyal maslahata aykýrý ise bunun yasak olduðunu söylemiþlerdir. Eðer maslahata aykýrý deðilse onu da caiz görmüþlerdir. Ancak bu durumda, ihtiyal yapan mükellefin maksadý, hüküm koymada, Allah'ýn maksadýna aykýrý olmamasý gerekir. [200]
(tercih)
Sözlükte bir þeyin diðerlerine üstün kýlýnmasý demektir. Terim olarak insanýn, bir iþin olmasý ya da olmamasý konusundaki tercih gücünü ortaya koyarak iki þýktan birine yönelmesidir.
Hanefî âlimleri rýza ile ihtiyarý farklý þekilde yorumlamýþlardýr. Onlara göre ihtiyar, iki þýktan birini diðerine tercih etmektir. Rýza ise bir þeyi tercih etmekten ve onu güzel yapmaktan doðan ruhi bir ferahlýktýr. Bu durumda ikisi arasýnda bir yön birliði yoktur. Kiþi bazen nefsine gelen büyük bir kötülüðe mani olmak için razý olmadýðý bir iþi tercih edebilir.
Hanefîler nazarýnda bu ayrýlýk, mekruh meselelerde ortaya çýkar. Çünkü onlara göre Ýkrâh-ý gayr-i mülcî rýzayý bozar, fakat ihtiyarý bozmaz. Ama ikrâh-ý mülcî rýzayý yok eder, ihtiyarý da bozar.
Ebu Hilal bu konuda þöyle demiþtir: Muhtar, hakikatte iki þeyden hayýrlý olaný isteyen kimsedir. Yahut da, zorlama olmaksýzýn nefsine uygun olan iki þeyden birini seçen kimsedir. Þayet insan bir þeyi seçmek için zor durumda kalýrsa bu kiþi muhtar ismiyle isimlendirilmez. Çünkü ihtiyar, ýz-týrârýn zýddýdýr.
Hanefîler ihtiyarý üç kýsýmda incelemiþlerdir.
a) Ýhtiyar-ý sahih: Maksadýn hür olarak serbestçe belirlenmesidir. Yani tam bir ehliyetle, ikrâh-ý mülcî olmadan yapýlan tercihtir.
b) îhtiyâr-ý bâtýl: Deli veya gayr-i mümeyyiz çocuðun ihtiyarýdýr. Çünkü bu iki kimsenin tercihi geçersizdir.
c) îhtiyâr-ý fâsid: Baþkasýnýn ihtiyarýna, tercihine dayandýrýlmýþ bir iþ demektir. Yani bu durumda insan, tercihinde baðýmsýz deðildir. Bir ikrâh-ý mülcî sebebiyle yönlendirilmiþtir. [201]
(tedbir)
Sözlükte, bir iþi bütün yönleriyle saðlama almaktýr. Ayrýca hatadan korunmak ve sakýnmak anlamlarý da vardýr.
Terim olarak, bir þeyden þüpheleri gidermeyi saðlayan iþlem demektir. Cürcânî'nin dediðine göre o, insaný günahlara düþmekten korumaktýr. Belki bu konuda en güzel tarif þudur. "Ýhtiyat, haram veya mekruh þüphesi bulunan iþlere düþmekten mükellefi korumaktýr."
Þüpheli þeylerden korunmanýn üç yolu vardýr: Yapma, terketme ve tevakkuf (araþtýrma). Þüphe teriminin kullanýlmasýyla zan ve vehim dýþarda kalmýþ olur. Çünkü zan tercih edilen yöndür ve bu yönde hareket etmek gerekir. Vehim ise yapýlmasý veya terkedilmesi arasýnda pek fark bulunmayan bir belirsizliktir. Ondan uzaklaþmakla vesvese gider. Zaten vesvese bir ihtiyat yolu deðildir.
Þunu açýkça belirtmek gerekir ki ihtiyat, haramdan ve haram þüphesinden korunmak söz konusu olunca vacip olur. Mekruhtan korunmak söz konusu olunca da ihtiyat menduptur.
ihtiyat ilkesinin kaynaðý Buhârî'deki þu hadis-i þeriftir: "Helal bellidir, haram da bellidir. Bu ikisinin arasýndaki þüpheli þeyler çoðu insanlar tarafýndan bilinmez. Kim onlardan sakýnýrsa din ve ýrzýný korumuþ olur. Kim de onlarý iþlerse harama düþümüþ olur. Týpký koruluðun etrafýnda hayvanlarýný otlatýrken, onlarýn koruluða girmelerinden korkan bir çoban gibi. [202]
(arazi ýslahý)
Sözlükte ihya, bir þeyi canlandýrmak, diriltmek, faydalý hale getirmek anlamlarýna gelir.
Mevât da, meskun olmayan boþ arazi demektir.
Terim olarak, sahipsiz ve herhangi bir kimsenin faydalanmadýðý boþ araziyi imar etmektir. Burada imardan maksat, araziyi bina yaparak, aðaç dikerek ve sulayýp iþleyerek verimli hale getirmektir. [203]
Sözlükte kaldýrma, yok etme, anlamýna gelir. Meselâ "Allah ondan zorluðu kaldýrdý" denildiðinde, Allah'ýn onu düþmekten kurtardýðý kastedilir.
Bu anlamda ikâle, bey' konusunda kullanýlýr. Çünkü o ahdi kaldýrýr, bozar ya da ibtal eder.
Fýkýh terimi olarak ikâle, akdi kaldýrmak, sonucunu geçersiz kýlmak veya karþýlýklý rýzaya dayalý olarak iki taraf üzerinden akdin sonuçlarýný hükümsüz kýlmak demektir. [204]
(zorlama)
Sözlükte, bir kimseyi istemediði bir þeyi zorla yapmaya yöneltmektir.
Terim olarak bir kimseyi istemediði bir sözü söylemeye ya da bir iþi yapmaya sevketmektir ki, insan serbest kalsa bu iþi yapmayý asla tercih etmez. Burada rýzâ (isteme) sözcüðünden maksat, bir þeyi yapmaktan duyulan gönül rahatlýðý ve geniþliktir, ihtiyar (tercih, seçme) sözcüðünden kastedilen ise, varlýk ve yokluk gibi tereddütlü olan iki durumdan birine yönelerek tercih etmektir. Eðer insan bu tercihinde, baðýmsýz ve müstakil hareket ederse tercihi doðrudur. Eðer baðýmsýz ve müstakil deðilse tercihi yanlýþtýr.
Hanefî âlimleri, rýzâ Ýle ihtiyar deyimlerinin arasýnda fark görmüþler ve her ikisini de ayrý ayrý yorumlamýþlardýr. Onlara göre ihtiyar, rýza'dan daha geniþ kapsamlýdýr. Zira ihtiyar bulunduðu zaman rýza bulunmayabilir. Meselâ yükümlü, ehven-i þerre ve iki zarardan daha hafif olana yönelirse durum böyledir. Yani burada rýza yoktur. Fýkýh dilinde bu durum ihtiyâr-ý fâsid diye isimlendirilir. Fakat, Hanefîlerin dýþýndaki bütün âlimler bu iki sözcük arasýnda ayýrým yapmamýþlardýr.
îkrâh bir baþka açýdan iki kýsma ayrýlýr: îkrâh-ý mülcî ve ikrâh-ý gayr-i mülcî. Fýkýhçýlar bunlardan her birini çeþitli þekillerde tarif etmiþlerdir. Bunlar için ilgili maddelere ve kaynaklara bakýlabilir. [205]
Mülkiyet ve faydalanma bu kelimenin sözlük anlamlarýndan bazýlarýdýr. Meselâ, devlet baþkaný bir toprak parçasýný temlik olarak vermek istediðinde, "devlet baþkaný orasýný ona tahsis etti" denilir ve topraðý alan kimse oranýn sahibi olduðu için istediði gibi kullanabilir.
Yine, "devlet baþkaný, þu araziyi orduya iktâ olarak verdi" denildiðinde, oranýn gelirini orduya ayýrdýðý anlaþýlýr.
Fýkýh dilinde ise, devlet baþkanýnýn beytülmâlden alacaðý bulunan bir kimseye iktâ olarak verdiði arazi þeklinde yorumlanýr, yani devlet reisi orasýnýn mülkiyetini veya faydalanma hakkýný bir kimseye vermiþtir. Bu arazilere katâi' denilir ve tekili katî'a þeklinde kullanýlýr.
Fýkýhçýlar iktâ arazilerini üçe ayýrmýþlardýr: temlik, is-tiðlâl ve irfâk.
Temlik: Mülk olarak verilen arazi. îstiðlâl: Mülkiyeti devlete ait olmak üzere sadece geliri verilen arazi. Ýrfâk: Yine mülkiyeti devlete ait olmak üzere faydalanma hakký devi'edilen arazi. Mütercim.[206]
(cimrilik)
Sözlükte, nafakayý azaltma anlamýndadýr. "Ailesinin harcamasýný kýstý" sözünden harcamalarým daralttýðý ve sýnýrlandýrdýðý anlaþýlýr.
Terim olarak iktâr israfýn zýttý olup sefan ikisi de kötülenmiþtir. Nitekim Kufan-ý Kerim'de "Onlar harcadýklarýnda ne israf ne de cimrilik ederler. Ýkisinin ortasýnda bir yol tutarlar [207] buyrulmuþtur. Ayrýca bu kelime fakir anlamýnda da kullanýlmýþtýr.
Bu anlamda Kurân-ý Kerim'de "Zengin olan durumuna göre, fakir de durumuna göre verir [208] mealinde bir ayet bulunmaktadýr.
Râgýb der ki: Bu kelimenin aslý kutar ve kater sözcüklerinden türemiþtir ve odun, et gibi þeylerin dumaný anlamýna gelir. Sanki muktir (cimri) bir þeyin sadece dumanýndan faydalanan kimse gibidir.
Bu kelimenin sözlük anlamlarýyla fýkhý terim olarak anlamý aynýdýr.[209]
Sözlükte iktenâ fiilinin mastarýdýr ve bir þeyi ticaret için deðil kendisi için edinmek demektir. Fýkhý terim olarak kullanýlýþý sözlük anlamýndan farklý deðildir.
Bu kelime fýkýh dilinde daha ziyade zekat bahsinde geçmektedir. Çünkü fýkýhçýlar eþyayý, bizzat insanýn kendi kullandýðý eþya ve ticaret için sermaye olarak ayýrdýðý eþya þeklinde ikiye ayýrmýþlardýr. Ýnsan kendisi için olan eþyalar arasýnda, elbiseler, ev eþyalarý, binek arabasý, ev, dükkan ve mefruþatý, sanatkârlarýn iþ âletleri ve benzeri þeyler sayýlabilir ve bunlar için zekat ödenmez.
Ticaret için, satmak ve kâr yapmak amacýyla hazýrlananlara gelince, bunlar için zekat vardýr. Yalnýz bu hüküm , altýn ve gümüþ için uygulanmaz. Çünkü altýn ve gümüþten insanýn kendi kullandýðý ve ticaret için olmayan kýsmý da zekata tabidir. Onlarýn külçe, ziynet, sikke veya kap kaçak olarak kullanýlmasý, hükmü deðiþtirmez. Bunlar ister ticaret niyetiyle biriktirilmiþ olsun ister baþka bir niyetle elde bulunsun, yine hüküm aynýdýr. Çünkü bunlar yaratýlýþ itibariyle ticari özellik taþýmaktadýrlar.
Hanefî âlimleri bu þekilde kural koydular ve Þafiî, Mâlikî ve Hanbelî âlimleri de kadýnlarýn ziyneti dýþýnda, bütün bu hükümleri kabul ettiler.[210]
(mal yýðma)
Sözlükte kenz kelimesinden türemiþtir. Toprak altý ve toprak üstü varlýklarýndan biriktirilen herþey anlamýnda kullanýlýr. Baþka bir deyiþle iktinâz, eþyayý toplamak ve tutmak demektir. Þer'î bir Ýstýlah olarak, Kur'an'ý Kerim'de de belirtildiði gibi "Altýn ve gümüþü biriktirenler [211] ayeti sadaka olarak harcanmayýp da kendinden beklenen görevi yerine getiremeyen mallar olarak yorumlanýr. Sýrf erzak olarak biriktirilenler bu gruba dahil edilmez.
Kadý Iyaz'ýn dediðine göre; üzerine zekat gerekip de ödenmeyen her malýn iktinâz olduðunda büyük imamlarýn hepsi ittifak etmiþlerdir. Allah Teâlâ'nm ayette söz konusu ettiði kimseler bunlardýr. Zekatý verilen mallar ise, iktinâz kapsamýnýn dýþýndadýr. [212]
Sözlükte yetinmek ve haddi aþmamak anlamlarýnda kullanýlýr.
Terim olarak ise, sebebin meydana geldiði anda hükmün sabit olmasý, ne sebepten önceye ne de ondan sonraya býrakýlmamasý demektir ve þöyle tarif edilir: "Hükmün þu anda sabit olmasý." Meselâ bey-i nafiz ve talak-ý müneccez-de olduðu gibi.
Bey-i nafiz: Baþkasýnýn hakký bulunmayan ve hemen mülkiyetin vâki olduðu bey'. Talak-ý müneccez: Bir þarta baðlý olmadan hemen vaki olan talak.- Mütercim. Buna göre iktisâr:
1. Hükmün ortaya konulma yollanndan biridir.
2. Bu yolla hükmün sabit olmasý þu an için söz konusu olur. Geriye de iþlemez, geleceði de baðlanmaz.
3. O bir inþadýr (kesin ve doðru söz); Haber (yanlýþ ve yalan ihtimali olan söz) deðildir.
4. Þüpheli olmayýp kesin bir inþadýr.
Açýkça anlaþýlmaktadýr ki, sözlük anlamiyle bu fikhi anlamlan arasýnda fark yoktur. Çünkü hükmün varlýðý þu an için kesinleþmiþtir. Yani hal ile yetinilip, geçmiþe dönülmemiþ ve geleceðe uzanmamýþtýr.[213]
Sözlükte kasd demek olup o da orta yol ya da istikamet isteme anlamlanna gelir. Aynca, düz yol, benzerlik gibi anlamlan da vardýr. "O doðru yol üzeredir" sözü konuþma dilinde (sýk sýk) kullanýlýr.
Terim olarak kullanýmýna gelince, ifrat ve tefrit gibi iki aþýrý ucun ortasý, yani orta yol anlamýnda yorumlanýr ki, burada birbirine zýt iki taraf vardýr: eksik yapma ve sýnýrý aþma.
Muktesýd, tam orta yolu tutan ve iki uç arasýnda bir denge kuran kimsedir.
îzz b. Abdisselam bu konuda þöyle demiþtir: "Ýktisâd iki derece arasýnda bir derece ve iki yer arasýnda bir yerdir. Bunlar ise uçtur: Taksir menfaat elde ederken çok sýký davranmak; israf bu konuda çok açýk olmak; iktisâd ise ikisinin ortasýdýr. Taksir ve israf kötüdür. Güzel olan israf ile taksirin ortasýdýr. Çünkü iþlerin en güzeli aþýrýlýklardan uzak olanýdýr."
Ýbn Kayyim'e göre, hýrs ile iktisâd arasýndaki fark þudur: Ýktisâd hikmet ve adalet gibi iki güzel huydan doðar. Adalet, cimrilik ile israf arasýnda bir denge noktadýr. Hikmet ise bu iki davramþý en uygun bir yere koyar ve bu adalet ve hikmet gibi iki güzel huydan da iktisâd doðar.
Hýrsa gelince, kötü bir huy olup suizan ve kiþilik zaafýndan doðar. Þeytanýn vaadi onu tedirgin bir hale getirir ve aþýn hýrs kaplar. Neticede o kiþide cimrilik ve kaybetme korkusu doðar. [214]
(azýk)
Sözlükte azýðý yemek anlamýna gelir. Azýk (kût) ise, hayatýn devamý için yenebilen her þeydir. Buðday, pirinç vb. maddeler gibi. Azýk olarak kullanýlan þeyler, bedenin varlýðýný sürdürmek amacýyla gýda olarak aldýðý azýk olmaya uygun olan maddelerdir. Eðer bir þey cismin ihtiyaçlanna destek olmuyor, hayatýn devamýnda bir önem taþýmýyorsa bu, azýk (kût) olarak kabul edilmez.
Terim olarak, sözlük manasýyla ayný yönde kullanýlýr. Desûkî'nin tarifine göre, kullanýldýðý takdirde bünyeyi kuvvetlendiren az kullanýldýðý ya da hiç kullanýlmadýðý zaman ise bünyeye zarar vermeyen þeylerdir. Gýda deyimi, azýk deyiminden daha geniþtir. Çünkü insan, gýdayý, bazen azýk olarak kullanýr, bazen ilaç olarak alýr, bazen de ekmek ve meyva olarak yer.
Fýkýhçýlar bu deyimi zekat, faizli satýþlar ve ihtikâr gibi konularda kullanmýþlardýr. Ýsteðe baðlý ve azýk olarak kullanýlan ve biriktirilebilen zirai ürünler ile meyvalar gibi maddelerin zekatýnda fýkýhçýlar arasýnda ihtilaf yoktur. Fakat, azýk olarak kullanýlmayan maddelerde zekatýn vacip olup olmadýðý konusunda ihtilaf vardýr. Çoðu fýkýhçüa-ra göre, faizli satýþlarda, ribanýn varlýðý için, eþyanýn azýk olup olmadýðýna bakýlmaz. Ancak Mâlikîlere göre ribanýn sebebi, eþyanýn azýk olarak kullanýlabilen maddelerden sayýlmasý ve biriktirilebilir olmasýdýr. Onlara göre azýk deyiminin anlamý, tuz ve baharat gibi kût (azýk) olmaya müsait olan her þeydir.
Fýkýhçýlar, azýk olarak kullanýlan maddelerin ihtikârýnýn yasak oluþu üzerinde ittifak etmiþler; bunlarýn dýþýndaki konularda ise ihtilafa düþmüþlerdir. [215]
Sözlük ve fýkýh terimi olarak hakký geri almak, elde etmek anlamlarýna gelir. "Filan kimse alacaðýný borçludan aldý" derken bu anlamda kullanýlýr. Ayrýca hak isteme anlamý da vardýr. Buhârî'nin rivayet ettiði bir hadis-i þerifte Resûlullah (s.a.v.) "Allah, mal satarken, alýrken ve hakkýný isterken kolayý tercih eden kuluna geniþ merhamet etsin" buyurmuþtur. Burada kullanýlan iktizâ deyimi kolaylýkla ve zorlamadan hakkýn ve borcun ödenmesini istemek demektir.
Usulcüler bu deyimi delâlet anlamýnda kullanmýþlar ve þöyle yorumlamýþlardýr: Emir, bir iþin vacip oluþuna delâlet eder. Yine onlar bu kelimeyi talep anlamýnda kullanmýþlar ve bu konuda da þu yorumu yapmýþlardýr. Yükümlülük getiren teklifi hükümler, mükelleflerin iþleriyle ilgili isteme (iktizâ) veya serbest býrakma yoluyla belirlenen Allah'ýn hitabýdýr. Burada da iktizâ kelimesi, talep anlamýndadýr. Bu talep bir iþi bazen yapmak isteme, bazen de terketmek isteme þeklinde olur. [216]
(zorlama)
Sözlükte, zorlama ve mecburiyet anlamlarýna gelir. Terim olarak Hanefî fakihleri bu kelimeyi ikrâh'm taksiminde kullanýrlar. Onlara göre ikrah, ikrâh-ý mülcî ve ikrâh-ý gayr-i mülcî olarak iki kýsma ayrýlýr.
Bütün malý telef etmekle veya kendi yakýný bir insaný öldürmekle tehdit etmektir. Fýkýhçýlarýn dediklerine göre, ikrah-ý mülci rýzayý yok eder ortadan kaldýrýr, fakat ihtiyarý yok etmez, sadece bozar.
Ýkrâh-ý gayr-i mülcî, can ve organ telefine yönelik olmayan tehdittir. Kýsa bir süre için hapis, Ölüm ve organ telefine sebep olmayan dövme gibi.
Ýkrâh-ý gayr-i mülcî de rýzayý kaldýrýr, fakat ihtiyarý bozmaz. Çünkü burada, yapýlmasý istenen þeye karþý kesin bir zorlama yoktur ve bu sebeple yükümlünün tehditlere karþý sabretme imkâný vardýr. Ikrâh-ý mülcîde ise böyle bir imkân söz konusu deðildir. [217]
Sözlükte lezime fiilinden türemiþ bir kelimedir. Lezime fiili, sabit ve devamlý oldu anlamýna gelir. Mal kelimesi ile birlikte kullanýldýðýnda da "üzerine gerekli oldu" demektir. "Onu mal ve çalýþmakla görevlendirdim ve o da yüklendi" cümlesinden "Ben bu görevleri ona yükledim ve o da üzerinde kaldý" anlamý çýkar.
Ýltizâm kelimesi, Ýslâm fýkýhmda kullanýlan müþterek lafýzlardandýr ve iki anlamda kullanýlýr;
Özel anlamý, bir kimsenin, Örfen malum bir þeyi yapmak için onu üzerine almasý ve yüklenmesidir. Bu yüklenme bir sebebe baðlý olsun veya olmasýn anlam deðiþmez ve nafile iþlemleri kapsar. Fakat bu anlayýþ Mâlikî mezhebine mahsustur.
Genel anlamý ise, bir kimsenin, ister kendi ihtiyarýyla ve içinden gelen bir istekle olsun, isterse Þâri'in ona yüklediði bir mecburiyetten olsun, herhangi bir iþi üzerine almasý ve yüklenmesidir. Allah'ýn koyduðu bir emri, O'na itaat ve emrine uymak için elbette yüklenecektir. [218]
(ayrýcalýk)
Sözlükte, yalnýz býrakmak ve ayýrmak anlamlarýna gelir. Fýkýhçýlarýn da bu kelimeyi bundan farklý anlamlarda kullandýklarý görülmüþtür.
Modern hukuktaki anlamý ise, bir þirket veya bir müessese kurmak, belirli bir projeyi yürütmek veya iþletmek için bazý kimselere verilen izin yahut da Özel bir hak þeklinde yorumlanmaktadýr. Meselâ devletin kendi topraklarýnda petrol aramak ve çýkarmak için þirketlere verdiði izin, imtiyazýn bir örneðidir.
Ýmtiyaz Fransa'da ticari hayatta da geçerlidir. Þöyle ki, üretici ile pazarlamacý arasýnda ayrý ayrý veya topluca anin þma yapýlýr. Üretici pazarlamacýlarýna, üzerinde anlaþtýklarý belirli þartlara göre kendi ürünlerinde tasarruf hakký verir. Yine, hükümetin veya bir þirketin, kamu hizmetlerini yürütmek ve takip etmek üzere bir kimseye verdiði özel hak ve yetkiye de imtiyaz adý verilir. Bir nakliye þirketine, imtiyaz olarak, bir kentin bazý caddelerinde veya belli kentlerde araba seferleri düzenleme hakký vermek gibi. [219]
Sözlükte, geçerli kýlmak, gerçekleþtirmek ve uygulamak gibi anlamlara gelir.
Terim olarak ise icazet yani izin anlamýnda kullanýlmaktadýr. "Sözleþmeyi imzaladý" denilir ki, icazeti üzerinde düþündükten sonra, onu geçerli kýldý veya þart koyma, kusur bulma ve özelliklere ayýrma serbestlikleri gibi, bilinen þefi serbestliklerden birisi ile feshetme hakkýnýn varlýðýna baðlý olarak onun uygulamaya konulmasýný kesin olarak kabul etmek demektir.
Müslim'in rivayet ettiðine göre Nebi (s.a.v.) þöyle buyurdu:
«insanoðlu "benim malým benim malým" der durur, yediðin, tükettiðin, giydiðin, eskittiðin tasadduk ettiðin ve imzaladýðýndan baþka senin neyin var?»
Fukahanýn dediðine göre hadisteki imza deyimi verilmesi kesinlikle zaruri olan bir sadaka anlamýndadýr. Ýbn Talla' el-Kurtubî demiþtir ki: "Resul (s.a.v.) sadakada imzayý þart koþmuþtur. Ýmza ise vermek demektir.[220]
Sözlükte çözülme kelimesinin zýttýdýr ve te'kid, tevsik ve irtibat gibi anlamlarý vardýr.
Terim olarak, sözleþmenin taraflarýndan birisinin koyduðu îcâb (teklif) ile, diðerinin, sözleþme konusu eþya üzerinde hemen etkisini gösteren kabul'ü arasýnda bir bað kurmaktýr. Bunun üzerine, taraflardan her birinin diðerine yüklediði sorumluluklar ve yükümlülükler meydana gelir. Böylece, îcâb ve kabul, sahipleri üzerinde tesiri görülecek bir biçimde birbirine baðlanýr.
îcâb ve kabul ne zaman, þerî þartlarý ortaya çýksa, ikisi arasýnda hemen irtibat kurulur. Esasen bu irtibat, sözleþmenin taraflarý olan iki kiþi arasýndaki irtibattýr. Taraflardan her biri, diðer tarafa karþý sözleþmenin getirdiði hak ve sorumluluklarla yükümlüdür. [221]
Sözlükte rucû' (dönme) anlamýndadýr. Yine baþkasýnýn makamýna oturmak, vekalet etmek anlamýna da gelir.
Fýkýh terimi olarak birinin adýna tasarruf hakkýný kullanmak demektir ve üç þekli vardýr: Velayet, Vesayet ve Vekâlet.
Velayet: Bazý kusurlu akrabalar üzerindeki, dinen sabit olan gözetim hakký ve görevidir. Babanýn ve dedenin hakký.
Vesayet: Hakimin, bazý kusurlu kimseler için onlar adýna tasarrufta bulunmak üzere bir kimseyi tayin etmesidir. Tayin edilen kimseye vasi denilir.
Vekâlet: Bir kimsenin, hayatta kendi yapabileceði bazý iþleri kendi adýna yapmak üzere sözleþmeye dayalý olarak baþka bir kimseyi tayin etmesidir. [222]
Sözlükte, imza, yani geçerli kýlýna anlamýna gelir. Gönderme ve sevk etme anlamlarý da vardýr. Meselâ konuþma dilinde, "Ali'yi sana gönderdim", "Kitabýmý sana yolladým", "Ýhtiyaç duyduðun her þeyi sana gönderdim" denilir. Bunlarýn hepsinde söz konusu kelimenin fiili kullanýlmýþtýr.
Terim olarak, infâzü'l-akd ve infâzü't-tasarruf ifadeleri kullanýlýr. Bu ifadelerle akdi geçerli kýlma, kabule razý olduðunu gösteren her türlü söz ve iþaretle tasarrufa izin ve yetki verme manalarý kastedilir. Bir baþka deyiþle akdin geçerli kýlýnmasýna razý olduðunu açýkça gösteren iradesini söz, fiil veya zaman belirten çeþitli vasýtalarla ifade etmesidir.
Ýnfaz deyimi fýkýh dilinde akd-i mevkuf konusunda kullanýlmýþtýr. Bundan maksat hak sahibinin akdi imzalamaya razý olduðunu açýklamasýdýr. Çünkü akit, hakkýnýn gözetilmesine veya zararýnýn giderilmesine hükmetmektedir.
Yine infaz terimi gayr-i lazým konusunda da kullanýlmýþtýr. Burada kastedilen mana da akitte muhayyerliðin bulunmasýna razý olan bir kimsenin bunu gösteren her türlü söz ve fiilidir. Bu anlamda infaz tasarrufla birlikte bulunur. Yukarýda belirtildiði þekilde infaz tasarruftan önce bulunursa bu, infaz deðil izin olur. [223]
(akdin bozulmasý)
Sözlükte bir þeyin bozulmasý demektir. Meselâ kararýn bozulmasý, satýþ akdinin bozulmasý gibi. Ayrýca bitme, sona erme ve çözülme anlamý da vardýr.
Terim olarak, "akdin bozulmasý" sözü, fýkýhçýlar arasýnda, akdin bitmesi, sona ermesi ve çözülmesi anlamlarýnda kullanýlýr. Burada akdin çözülmesi, iradi olmayan bir sebep dolayýsýyladýr. Müþteriye tesliminden önce satýlan eþyanýn kaybolmasý sebebiyle akdin kendiliðinden fesholmasý gibi. Çünkü bu durumda, sözleþme konusu olan eþya kaybolduðu için, müþteriye teslim etmek üzere sözleþmenin uygulamaya devam etmesi artýk imkânsýzdýr. Böylece devamý için dayanacaðý bir þeyi kalmayan sözleþme kendiliðinden fes-holur. Eðer sözleþme devam edecek olsa, müþterinin parayý ödemesi gerekir. Parayý ödeyince de eþyanýn teslimini istemesi hakkýdýr. Halbuki satýcýnýn eþyayý artýk teslim etmesi imkânsýzdýr ve iki tarafýn da bir þey istemesi esasen mümkün deðildir. Böylece, sözleþmenin devamýnda bir fayda olmadýðý için zaruri olarak fesholunur. Sözleþme fesho-lunca, müþteriden borç düþer. Çünkü akdin asýldan bozulmuþ olmasý yok hükmündedir.
Meselâ, taraflardan birinin ölümüyle, müzaraa, müsa-kat. ve þirket sözleþmelerinin fesholduðu gibi. Çünkü bu sözleþmeler sonuç getiren ve sürekli yenilenen pratik yükümlülükler koyar. Yine taraflarýn ve mahallin varlýðýna dayalý olarak, sözleþmeden çekilmek ya da devam etmek mümkündür.
Karâfi'ye göre infisah: "Ýki karþýlýktan (bedel) her birinin sahibine dönmesi" demektir. [224]
(yavrulama)
Sözlükte, atýn doðurmasýna denir. Atýn yavrusuna da netûc denilir. Çaðdaþ iktisattaki anlamý ise kaynaklarýn, gelir getirmesi, ihtiyaçlarýn giderilmesi ve yeni gelir kaynaklarý yaratýlmasý demektir.
Fýkýhçýlar ise kelimeyi bu anlamýyla kullanmazlar. [225]
(kullanma hakký)
Sözlükte hayrýn en iyisine, en faydalýsýna ulaþmak anlamýna gelir. Esasen hayýrlara vesile olan ve onlara ulaþmaya yardýmcý olan her þey bu kelimenin kapsamýna girer. Ýnsaný hayra götüren her þey hayýr ise nef hayýrdýr ve zýttý da zarafdýv.
Terim olarak bazý fýkýhçýlar caiz olan intifâ'yý þöyle tarif etmiþlerdir: Çýplak mülkiyeti kullanana ait olmasa bile, bulunduðu durumu koruduðu müddetçe, bir eþyayý kullanma ve deðerlendirme hakkýdýr. [226]
Çoðu kere fýkýhçýlar bu kelimeyi hak ve mülk kelimeleriyle birlikte kullanýrlar. Hakk-ý intifa, temlîk-i intifa gibi. Bu da, bir kimseye kendi baþýna hareket etmesi için izin ve ruhsat vermektir. Medrese ve ribatlarda barýnma hakký; Mescidlerde ve çarþýlarda oturma hakký ve yol ve nehirleri kullanma hakkýnda olduðu gibi umuma zararý dokunmayan konularda söz konusu olur. Yine, sahibinin girilmesine izin verdiði yerlere girmek, yenilip içilmesine müsaade edilen, verilen þeyi yemek, içmek ve benzeri konular da bu kabildendir.
Bir þeyi kullanmak üzere kendisine izin verilen kimse, bu hakkýný, bedelli ya da bedelsiz baþkasýna devredemez.[227]
(sözleþmenin kesilmesi)
Sözlükte yokluk, kesiklik, kopukluk anlamlalrma gelir. Meselâ "yaðmur kesildi veya nehir kesildi" denildiðinde, yaðan yaðmurun durduðu, nehrin suyunun kuruduðu veya baraj ve benzeri sebeplerle hapsedildiði anlaþýlýr.
Terim olarak fýkýhçýlar bu kelimeyi, selem, k&rz ve bey' gibi konularda kullanmýþlardýr. Onlar seleme konu olan eþyanýn, teslimi anýnda yok olmasý ve ödenecek borç için gerekli paranýn piyasada bulunmamasý gibi konularda inkýta' deyiminden söz etmiþler ve fikirlerini bu kelimeyi kullanarak yorumlamýþlardýr. Seleme konu olan eþyanýn yok olmasýndan murad, bu eþyanýn benzeri bîr þeyin, evlerde bulunsa bile çarþýlarda bulunmamasý demektir. Çünkü bir þey çarþýlarda bol olarak mevcut deðilse o munkatý' sayýlýr.
Gerekli paranýn bulunmamasý sözüyle de onlar bu paranýn evlerde ve sarraflarda bulunsa bile insanlarýn elinde bulunmamasýný, isteyen kimsenin çarþýdan kolayca temin edememesini kastederler.
Hýraþî ve Zerkânî inkýta1 deyiminin tarifi konusunda þöyle derler: "Esas olan bir malýn muamele yapýlan ülkedeki yokluðudur. Baþka bölge ve ülkelerde bulunsa bile, söz konusu ülkede bulunmayan para munkatý4 sayýlýr.[228]
Sözlükte, bekleme ve gecikme anlamlarýna gelir. Meselâ "Borçluyu beklettim" denilir. Nazýra kelimesi bu kökten gelen bir isimdir. "Eðer borçlu darlýk içinde ise bir kolaylýða ulaþýncaya kadar ona mühlet vermek gerekir. [229] Nazýra kelimesi bu ayette geciktirme, bekletme, mühlet verme anlamlarýnda kullanýlmýþtýr.
Ebu Hilâl Askerî'nin yorumuna göre, ihmâl ile inzâr arasýnda fark vardýr. Inzar sýnýrlý bir bekleyiþtir, ama ihmâl tamamen mübhemdir, belirsizdir.
Yine denilmiþtir ki Ýnzâr, insanýn bir baþka iþine bakmasý için gecikmesidir. Ýhmâl ise, iþin külfetinin biraz daha kolaylaþmasý ve azalmasý için sebepsiz bir gecikmedir. [230]
Sözlükte dileme ve isteme anlamlarýna gelir. Kelamcýlara göre de, yaþayan bir varlýðýn sýfatýdýr ki bizzat kendisinin meydana getirdiði bir iþ ve eylemdir.
Terim olarak bir þeye yönelme ve ona ulaþma anlamlarýna gelir. Cürcânî'nin tarifine göre irâde, faydalanma amacýna yönelik bir eðilimdir. Fýkýhçýlar, serî tasarruflar açýsýndan irâde'yi iki kýsma ayýrmýþlardýr: zahire (açýk) ve batine (gizli). îrade-i zahire: Bu hakiki iradedir ki üzerinde yorum yapýlmasýna gerek yoktur.
Irâde-i batine: Söz ya da benzeri bir hareketle açýklanan iradedir.
Hakiki irâde ile anlatýlmak istenen irâde-i münferidedir. Bu, hakikatin varlýðýna tek baþýna yeterli delil kabul edilir ve bununla, gerçek maksadý araþtýrmaya hacet kalmaksýzýn sözleþme hükümleri geçerlilik kazanýr. Tabiî ki gerçek irade gizli kaldýðý sürece ve bunu açýklayacak baþka bir delil bulunmadýkça bu durum söz konusu olur.[231]
(tek taraflý irade)
Bu fýkýh teriminin kullanýmý yemdir.
Terim olarak bunun anlamý, "mükellefin açýkladýðý, ortaya koyduðu niyetidir ki bu açýklama üzerine, karþý tarafýn kabulü beklenmeksizin þer1! hüküm uygulanýr." Meselâ talak (boþanma) ve ýtk (azad) olduðu gibi.
Irâde-i münferide (tek yanlý irade)nin sonucu, bazen bir eþyanýn veya bir menfaatin temliki, bazen bir sözleþmenin uygulanmasý, imzasý, çözülmesi ve bitirilmesi, bazen de bir hakkýn verilmesi, bazý yükümlülükler getirilmesi veya bir hakkýn düþürülmesi ya da kýsýtlanmasý gibi hukuki olaylar meydana gelebilir- Bütün bu sonuçlar fakihlerce belirtilir ve eserlerinin muhtelif bölüm ve kýsýmlarýnda yazýlý olarak mevcuttur.[232]
Sözlükte hazýrlamak anlamýna gelir.
Terim olarak devlet baþkanýna, masraflarým karþýlamak
için bazý hazine arazi gelirlerinin tahsis edilmesidir.
Meselâ, hazineye ait bazý köy ve mezra gelirlerinin mescitlere ve medreselere veya imam, müezzin ve kurra gibi hak sahiplerine tahsis edilmesi de böyledir.
Ýrsâd, sultanýn mülkü olmadýðý için hakiki vakýf deðildir. Sadece hazineye ait bir þeyin hak sahibine verilmesidir ki, sonra gelenin bunu deðiþtirmesi uygun deðildir.
Ayrýca Hanefiler, irsâd deyimini, cami ve mescidlerin imar edilmesi için yapýlan borcun kapatýlabilmesi amacýyla, Vakýf arazisinin gelirinin tahsisi için de kullanmýþlardýr. [233]
Sözlükte, dayanmak, faydalanmak gibi anlamlara gelir. Mutfak ve hela gibi evin müþtemilatý için de "merâfýk" kelimesi kullanýlýr.
Terim olarak Hanefîlerin tarifi þu þekildedir: Bir kimsenin akarýnýn (gayr-i menkul) menfaatinden bir baþkasýnýn istifade etmesi için kararlaþtýrýlmýþ bir haktýr.
Þafiî, Mâliki ve Hanbelîler de þöyle tarif etmiþlerdir:
Bir akara ait bazý menfaatleri elde etmektir. Bunlara göre irtifak Hanefîlerinkinden daha geneldir. Çünkü burada, insanýn akardan istifadesine ilâve olarak, akarýn akardan da istifadesi söz konusudur. [234]
Sözlükte erzak alma, kazanma ve elde etme anlamlarýna gelir. Asýl anlamý ise, dünyevi veya uhrevi olsun sürekli gelen hediye demektir.
Terim olarak fýkýhçýlar bu kelimeyi kitaplarýnda þöyle yorumlamýþlardýr: Hakim, vali, iþçi, asker, imam, müftü vb. hak sahipleri için hazineden ayrýlan sürekli ve makul bir baðýþ veya hediyedir.
Murtezika deyimi de, devlet tarafýndan kararlaþtýrýlmýþ, tespit edilmiþ olmadýðý halde hazineden erzak alan kimse için kullanýlýr. [235]
(düþürme)
Sözlükte, düþürme ve kaldýrma anlamlarýna gelir. Meselâ "ismi defterden düþtü", "hamile çocuk düþürdü" denilir. Fýkýhçýlar da "farz düþtü" sözünü kullanýrlar ki, farzýn bir kimse üzerinden emir olarak kaldýrýlmasý anlamýndadýr.
Terim olarak, mülk veya hakkýn, malikinden ve hak sahibinden düþmesidir ki, onlara bir daha geri dönmez. Böylece bunlarla ilgili her türlü iþlem de kalkmýþ olur. Çünkü hakkýný düþüren kimse, onu sona erdirir ve yok eder. Artýk bu hakký baþkasýna da intikal ettiremez. Boþanma, köle azad etme, kýsastan affetme ve borçtan ibrada olduðu gibi. [236]
(sebebsiz zenginleþme)
Sözlükte zenginlik ve mal çokluðunu ifade eder. Zemahþerî'nin dediðine göre, mecaz yoluyla servet ve toprak sahibi olmak anlamlarýna da gelir.
Terim olarak, çok mal demek olan serveti oluþturmak þeklindeki sözlük anlamýyla aynýdýr.
"Haksýz zenginlik" deyimi bazý Batý ülkelerinin kanunlarýnda kullanýlmakta olup, haksýz kazanç ve kanunsuz mal elde etme gibi anlamlara gelmektedir. Bazý hukukçular da bu deyimi: "Bir baþkasýnýn fakirliðine sebep olan ve haklý bir sebebe de dayanmayan zenginlik" þeklinde tarif etmiþlerdir. [237]
Sözlükte, insanýn iþlerinde haddi aþmasý, orta yoldan sapmasý demektir ve daha çok harcamalarda söz konuþu olur. Sert ýstýlah olarak, mal harcamada sýnýrý aþmak þeklinde yorumlanýr. Ýsraf bazen nicelik, bazen de nitelik yönünden deðerlendirilir.
Fukahanm belirttiðine göre israfýn iki hali vardýr,
a- Haramlarda meydana gelen israf.
b- Aslen mubah bir konuda fakat, meþru olmayan bir yolla yapýlan harcama gibi. Belki mal helal olan konularda harcanýyor, ona normalin üstünde ve ihiyacm dýþýnda israf yapýlýyor demektir. [238]
Sözlükte, bir þeyi elinin altýna almak, ona muktedir olmak ve ona üstün gelmek gibi anlamlara gelir.
Terim olarak, bir bölgede üstünlük kurmak, halen ve gelecekte orada iktidar olmak veya hükmen de olsa, o bölgeye hakim olmak ve orayý egemenlik altýna almak demektir.
Ýstila sonucu meydana gelen durumlar þahýslara, zamana ve mekana baðlý olarak çok deðiþiklikler arzeder. Çünkü bütün bunlarýn kaynaðý örf ve geleneklerdir. [239]
Sözlükte, istevlede fiilinin mastarýdýr ve hür olsun köle olsun, kadýný kamile býrakmak anlamýna gelir.
Terim olarak Hanefîler bu kelimeyi sadece, cariyenin çocuk sahibi olmasý anlamýnda kullanmýþlardýr. Diðer fýkýhçýlar da ayný deyimi bütün çocuk sahibi kadýnlar için kullanmýþlardýr. Ýbn Kudâme, ümmü veled deyimini, "Efendisinden ve onun evinde çocuk doðuran cariye" þeklinde tarif etmiþtir.
Fýkýhçýlar, diðer kölelerden ayrý olarak, ümmü veled için bazý özel kurallar koymuþlardýr. Bunlarýn en Önemlisi, efendisinden hamile kalýp da doðuran cariye, efendisinin ölümüyle hürriyete kavuþur ve miras konusunda çocuðuna tabi olur. Bu konudaki hadis-i þerif þöyledir: "Efendisinden gocuk doðuran her cariye onun ölümünden sonra hürdür.[240]
Sözlükte, güven isteme anlamýna gelir.
Terim olarak müslüman ya da harbî (savaþ halinde) bir kimsenin, yabancý bir bölgeye güven içinde girme talebi demektir. Bu deyim malî muamelelerde kullanýldýðý zaman, bir kimseye emanet olarak mal býrakmak anlamýna gelir. Yani, emanetçinin kusuru sebebiyle ziyan edilmedikçe ve tecavüze uðramadýkça emanet eþya tazmin edilmez. Emanetçi, ortak, satýþ vekili ve mudarebe ortakçýsýnda durum böyledir.
Fýkýhçýlarm söz ettiði isti'mân akdinin manasý ise biraz farklýdýr ve ýsmarlama ya da sipariþ verme demektir. Yani bir þeyi satmak, almak ve bunlara benzer isteði olan bir kimsenin bu konularda yeterli olmadýðýný açýklayarak, karþý tarafa güvendiðini söylemesi, samimiyetine inandýðýný belirtmesi ve diðer insanlarýn alýp sattýðý fiyat üzerinden kendisi için de bazý mallarý alýp satmasýný istemesi üzerine iki taraf arasýnda yapýlan sözleþmedir.
Hattâb'm dediðine göre "Ismarlama ve sipariþ sözleþmesi", bir kimsenin þöyle diyerek isteðini ortaya koymasýdýr: "Diðer insanlardan aldýðýn fiyata benim eþyamý da al. Çünkü ben gerçek deðerini bilmiyorum". Bu söz üzerine alýcý belirlediði fiyattan malý alýr. Mâlikî ve Hanbelî âlimleri, Hanefî ve Þâfiüerin aksine sipariþ ve ýsmarlama yapanýn, bir aldatma karþýsýnda, muhayyerlik þartýnýn varlýðýný kabul ederler. [241]
(deðiþtirme)
Sözlükte, bir þeyin mekanýný deðiþtirmek anlamýndadýr. Terim olarak, sözlük anlamýyla ayný olup fýkýh kitaplarýnýn zekat bölümlerinde geçmektedir. Zekatýn vacip olan kýsmýnýn kýymete dönüþmesi; satýþ akdinde malýn tesliminden Önce fiyatlarýn deðiþmesi; fiyatlarýn önceden tayin edilmediði için deðiþmesi durumunda akdin geçersiz olmayacaðý; zimmetin kiralanmasý esnasýnda mal sahibinin yok olmasý ya da haklarýnýn ziyana uðramasý durumunda ölenin yerine bir baþkasýnýn geçmesi gereði; vakfedilen bir malýn kendi faydasý icabý veya lüzumlu bir gerekçe ile deðiþmesi ve diðer bazý konularda fýkýhçýlarm pek çok açýklamalarý vardýr. [242]
Sözlükte, isteme ve verme anlamlarýna gelir. Yetme, yeterli gelme anlamý da vardýr. Sözlük anlamýyla deyim anlamý aynýdýr. [243]
Sözlükte çekme, cezbetme gibi anlamlarý vardýr. Terim olarak, satýþ muamelelerinde kullanýlýr. Bey'ul-Ýsticrâr bir çeþit satýþ sözleþmesi olup bir kimsenin ihtiyaçlarýný satýcýdan, zaman zaman alýp, sonra parasýný ödemesidir.[244]
Sözlükte, istevfâ fiilinin maþtandýr ve hak sahibinin hakkýný tamamen almasý anlamýna gelir. Sözlük anlamýyla deyim anlamý aynýdýr.
îbrâü'l-istifâ terimine gelince, Hanefî fýkhýnda meþhur olarak kullanýlan bir ýstýlahtýr. Onlara göre ibra iki kýsma ayrýlýr: îbrâü'l-iskât, ibrâül istîfâ. Meselâ kefalet konusunda, alacaklý, kefile, "Sen bana vereceðin maldan kurtuldun" dese bu, hem kefil hem de borçlu için ibrâü'l-istîfâ olur. Bu durumda, hem kefil hem de borçlu için ibrâü'l-istîfâ gerçekleþmiþ demektir. Böylece kefil ve borçlu borç isteðinden kurtulmuþ olurlar. Buna mukabil, alacaklý kefile "seni temizledim, berî kýldým" dese bu da Ýbrâü'l-iskât olur; alman malýn ikrarý deðildir. Ibrâü'l-iskât''ta kefil, bir þey almak için borçluya gidemez. Çünkü onun kefaleti düþmüþtür. Ancak, ibrâü'l-istîfâ kefil borçluya dönebilir. Çünkü burada sadece malýn teslim alýnmýþ olduðu belirtilmektedir. Sanki alacaklý kefile: "Sen bana malýmý ödedin" diyerek, alacaðýný borçlu yerine kefilden aldýðým ikrar etmiþtir. [245]
Sözlükte gelir isteme anlamýna gelir. Gaile tabiri toprak, rant, kira ve iþçi gelirleri gibi topraktan elde edilen her türlü gelire denir. Bu anlamda istiðlâl, "istismar" ile aynýdýr.
Terim olarak bey'ul-istiðlâl, Hanefî fýkhýnda kullanýlan bir ýstýlahtýr. Bununla müþterinin, aldýðý eþyayý tekrar satýcýya kiralamasý þartý konulan bey'ul-vefâ kastedilir. Bey'ul istiðlâl, Mecelle'de þöyle geçmektedir: "Bayi bir malý isticar etmek üzere vefâen bey' etmektir." Yani satýcý tekrar kiralamayý kabul ederek bir malý satarsa bu bey'ul-istiðlâl olur.
Çaðdaþ hukukta geçen istiðlâl hakký ise, malikin sahip olduðu þeyin gelirinden, meyvasmdan ve üretiminden faydalanmasý demektir. Bunun için gerek kendisi gerekse baþkalarý vasýtasýyla lüzumlu iþlemleri yapabilmesi de istiðlâl hakkýna dahildir. Meselâ bir kimsenin arazisini ekmesi, hasýlatýný toplamasý, kiraya vermesi veya ortakçýlýk yapmasý gibi. [246]
(dönüþüm)
Sözlükte bir þeyin aslýný ve Özelliklerini deðiþtirmesi demektir. Ayrýca imkânsýzlýk anlamý da vardýr. Fýkýhçýlar ve usulcüler de bu iki anlamda kullanýrlar.
Terim olarak birinci anlamým þarap ve necis þeylerden sözederken fýkýhçýlar kullanýrlar. Çünkü bu maddelerin aslî yakma, ayrýþtýrma ve temiz bir þeye batýrma gibi yollarla deðiþir veya baþka bir þeye dönüþür. Tuzun elde edilmesinde olduðu gibi.
Ýkinci anlamý ise bir þeyin imkânsýzlýðýdýr. Fýkýhçýlar bu anlamdaki, yorumlarýný talak, iman ve benzeri konularda açýklamýþlardýr. Meselâ, talakýn bir þarta baðlý olmasýnýn imkânsýzlýðý ve imandan dönme üzerine yemin etmenin ve bu yemine keffaret ödemenin imkânsýzlýðý gibi.
Yine bu anlamýyla, muamelat ve alýþveriþ konularýnda da istihale deyimi kullanýlmýþtýr. Bu konudaki yorumlardan bazýlarý þöyledir: Üzerinde anlaþýlan mal diðer tarafa tesliminden önce sahibinin elinde helak olursa sözleþme kendiliðinden fesholur. Çünkü söz konusu eþya teslim alýnmadan önce helak olmuþtur ve sözleþmenin uygulanmasý artýk imkânsýzdýr. Bu durumda tazminat olarak kaybolan eþyanýn aynýsý mý yoksa yerine baþka bir þeyin mi ödeneceði; yahut bu tazminatýn, sözleþmenin tazminatý mý yoksa kiþinin tazminatý mý olacaðý üzerinde tartýþma vardýr.
Usulcüler ise bu deyimi sadece imkânsýzlýk anlamýnda kullanmýþlardýr. Onlarýn görüþlerinden bazýlarý þöyledir: Ýmkânsýz ile teklifin hükmü, lizatihi (kendisi) mi ligayrihi (baþkasý) inidir? Onlar mümtenî (muhal) ile teklifin caiz olup olmadýðý konusunda da ihtilaf etmiþlerdir. Daha geniþ tafsilat usul kitaplarýnýn ilgili bölümlerinde mevcuttur. [247]
(hak ediþ)
Sözlükte, gerekli olma, hak etme gibi anlamlarý vardýr ve hak kelimesinden türemiþtir. Hak ise, gerekli ve sabit olan þey anlamýndadýr. Meselâ, "filan kimse iþi hak etti" denildiðinde "o iþ ona gerekli oldu" demektir. "Falan kiþi bu eþyayý hak etti" denildiðinde de ayný mana kastedilir ve söz konusu eþyanýn, o kimsenin hakký olduðu vurgulanýr. Böylece eþyanýn o kimsenin hakký olduðu sabit olmuþ olur.
Terim olarak, bir þeyin bir þahsa ait bir hak olduðunun zuhuru manasýna gelir. Bazý fakihler ise bu deyimi þöyle tarif etmiþlerdir: "Daha önceki mülkiyetin ispat edilmesiyle, sonraki mülkiyetin bedelsiz olarak kaldýrýlmasýdýr."
Ýstihkak iki kýsma ayrýlýr. Mülkiyeti kaldýran istihkak, mülkiyeti nakleden istihkak.
a- Bir eþya üzerinde bütün herkesin mülkiyetini tamamen kaldýran istihkak: Satýþý yapýlan bir eþyanýn vakýf ya da mescid olduðunun ontaya çýkmasý gibi.
b- Bir kimseden diðerine mülkiyeti nakleden istihkak: Bir kimsenin satýn aldýðý malýn sonradan baþkasýna ait olduðunun ortaya çýkmasý gibi. Bu istihkak, malýn mülkiyetini deðiþtirmiþ ve müþteriden baþkasýna nakletmiþtir. Bu tür istihkakta, müþterinin verdiði parayý geri almak üzere satýcýya dönme hakký vardýr. [248]
Sözlükte hakr zulüm ve kötü muamele anlamýna gelir. Ha-ker ihtikâr yapýlan þey, yani fiyatýnýn yükselmesini beklemek amacýyla hapsedilen mal demektir. "Huker" ise, kendi istediðini yapma anlamýna gelmektedir.
Terim olarak, istihkar, ihkâr ve tahkir ittifakla, boþ vakýf arazisini bir kimseye vermek manasýna kullanýlmýþtýr. Bu durumda o kimseden ücret-i muaccele ismiyle arazinin kýymetine yakýn bir miktar meblað alýnýr. Böylece, arazi üzerinde daimi karar hakký doðmuþ olur. Týpký malikler gibi buraya aðaç dikme, bina kurma ve benzeri tasarruflarý yapma hakký vardýr. Ayrýca yukarýda adý geçen ücret-i mu-accelenin dýþýnda bir de senelik bir ücret ödenir. Bu sözleþmeden doðan karar hakký, miras býrakýlabilir ve satýlabilir.
Bu sözleþme aslýnda, uzun süreli bir kira sözleþmesidir. Bundan maksat, iþleme imkâný olmayan boþ vakýf arazisinden istifade etmektir. Ýbnî Abidîn bu sözleþmeyi þöyle izah etmiþtir: "Bir arazinin, sadece faydalanmak üzere kiraya verilmesidir."
Bu deyim çoðunlukla vakýflar, bazen de özel mülkler konularýnda kullanýlmýþtýr. [249]
(tüketim)
Sözlükte, bir þeyi terketmek ve bitirmek anlamýndadýr. Terim olarak, bitmiþ, tükenmiþ ya da buna yakýn, benzer halde bulunan þey demektir. Eskimiþ elbise gibi. Bunun dýþýnda, eþya bu iki durumdan hangisine dahil olduðu ayýr-dedilemeyecek kadar karýþýk olabilir. Ekmek içindeki tereyaðýnýn tüketilmesi gibi.
Fýkýhçýlar, kullanýþ þekli bakýmýndan mallarý, tüketim mallarý ve kullaným mallarý þeklinde ikiye ayýrmýþlardýr. Tüketim mallarý, bir kere kullanmakla tükenen bir daha kullanýlmayan mallar. Bu mallardan bir kýsmýnýn doðrudan kütleleri tüketilir. Yiyecekler, içecekler ve odunda olduðu gibi. Bir kýsmý da tamamen tüketilmeyip sadece deðiþikliðe uðrarlar. Kitap için kaðýt, dokuma için yün böyledir. Bu mallarýn kütlesi, sýnai ürün haline gelmekle tükenmiþ olmaz. Ancak tükenme açýsýndan bu iki grup arasýnda fark yoktur.
Bazý fýkýhçýlar da bu deyimi "kütlesi var olmakla birlikte kullanýlmasý mümkün olmayan þey" olarak tarif etmiþlerdir.
Kullaným (demirbaþ) mallarý ise, kullanmakla deðeri düþmüþ olsa bile kütlesi birçok kere kullanýlabilen mallardýr. Ancak bu mallarýn bazýlarý kullaným sonucu tükenirler. Bazý akarlar ile bazý ev eþyalarý ve âletler gibi.[250]
Sözlükte ikâleyi isteme demektir. Ýkâle de kaldýrma ve giderme anlamlarýna gelir. Istýlah manasý, sözlük manasý ile aynýdýr.
Terim olarak taraflardan birinin, diðerinden sözleþmenin kaldýrýlmasýný ya da, sözleþme hükümleri ile sonuçlarýnýn karþýlýklý rýzaya dayalý olarak geçersiz kýlýnmasýný istemesidir. [251]
Sözlükte, sýðýnma, dayanma ve meyletme anlamlarýna gelir. Terim olarak hükmün geriye doðru iþlemesinin sabit olmasý, bunun kabul edilmesi demektir. Yani hüküm, sebebin gerçekleþmesinden dolayý þu anda geçerlidir. Sonra, hali hazýrdaki geçerliliðine baðlý olarak geçmiþte de varlýðý sabit olduðundan geriye doðru da iþleyen bir hüküm haline dönüþür. Senenin baþlangýcýnda nisabýn varlýðýna dayalý olarak zekatýn gerekli bulunmasý ve tazminatýn ödeneceði an, sebebin varlýðý anýna dayalý olarak sahip olunan eþyalarýn tazminat olarak alýnmasýnda olduðu gibi. Ayrýca bunun bir misali de, verilen izne göre vakýf mallarýnýn satýþýnda görülür. Çünkü bu izni, izin verme hakký olan birisi vermiþtir. Ýzni alan kimse, sözleþme vaktine baðlý olarak iznini kullanýr; izin vaktine deðil.
Bu manada istinâd kelimesi, Hanefîlere mahsus bir deyimdir. Þafiî, Mâliki ve Hanbelîler bunun yerine "tebeyyün" lafzýný kullanýrlar. Ayrýca Mâlikîlerde initâf deyimine de rastlanýr.
Ýcazette istinadýn manasýna gelince; meselâ, akd-i mev-kufda izin söz konusu olunca, bu tür icazet için istinad ve in'itâf meydana gelir. Yani hükmün geriye iþleyiþi söz konusu olur. îcazeden sonra sözleþmeyi yapan, sözleþmenin baþlangýcýndan itibaren bütün nimetlerinden faydalanýr. Çünkü icaze akdi doðurmaz, sadece uygulamasýný saðlar. Yani, insanlarýn geçmesi için yoldaki mevcut engelleri kaldýrýr. Ýþte bütün bu belirtiler, sözleþmenin imzalanmasý ve geçerlilik kazanmasýndan itibaren akde ilave olunur. [252]
(geri isteme)
Sözlükte, geri verilmesini isteme demektir ve deyim anlar mýyla aynýdýr.
Fýkýhçýlar, bu iþlemin yapýlabilmesi için bazý sebepler belirlemiþlerdir. Bunlar istihkak, tasarruf-ý gayr-i lâzime, fesad-ý akd, sözleþmenin sona ermesi, ikale, iflas, ölüm, rüþd ve buna benzer sebepler. Bu konularýn ayrýntýlarý, fýkýh kitaplarýnýn ilgili bölümlerinde mevcuttur. [253]
Sözlükte, çalýþma isteði anlamýna gelir ve bir iþi ifade eder. Terim olarak, hürriyetinin bir kýsmý verilen bir kölenin, köleliðinin geri kalan kýsmýndan kurtulabilmesi amacýyla çalýþmayý kabul etmesidir. Köle bu þekilde çalýþýr, kazanýr ve ücretini efendisine öder. Ezherî'nin dediðine göre: "Sanki o köle kiralanmýþ veya belli bir vergiyi ödemek üzere haraca baðlanmýþ gibidir. Böylece kýymetini ödemiþ olur." Bu durumu anlatmak üzere, "kýymeti karþýlýðýnda kölenin çalýþmasýný istedim" sözü kullanýlýr.
Burada zikretmek gerekir ki, çalýþma þartýyla kölenin azad edilmesi "kitabe"nin dýþýnda bir þeydir ve kölenin hürriyeti tekrar elinden alýnamaz. Çünkü istis'a anlaþmasý, köleliði düþürür ve bu düþürme bir kimseye baðlý da deðildir. Burada kitabe sözleþmesinde olduðu gibi bir durum yoktur. Zira kitabe Ýkale ve feshin caiz olduðu bir sözleþmedir. Þu kadar var ki istisâ, bedel karþýlýðý azad bakýmýndan kitabeye benzer. [254]
Sözlükte bir þeyin meyvesini isteme demektir. Bir þeyin meyvesi, semeresi ondan elde edilen üründür. Meselâ, "Aðaç meyve verdi" derken aðacýn üzerinde meyvelerin belirdiði ifade edilir. Bu durumda meyveler ermiþ ve olgunlaþmýþ demektir. "Mal meyve verdi" demekle de onun çoðaldýðýný kastederiz.
Fýkýhçýlar bu kelimeyi kitaplarýnda kullanmazlar. Bunun yerine tesmîr deyimini kullanýrlar. "Adaný malýný meyvelendirdi" demekle malýný çoðalttýðý ve nemalandýrdýðý anlaþýlýr. Bazý fýkýhçýlar da bu kelimeyi sefih deyimini tarif ederken kullanmýþlardýr. Sefih: Malýný gereksiz yere saçýp savuran kimsedir ve onu ýslah etmeye, nemalandýrmaya ve kullanmaya gücü yoktur. Esasen malýn meyvelendirilmesi ifadesi ile, onun meþru yollar vasýtasýyla geliþtirilmesi ve çoðaltýlmasý kastedilir. [255]
Sözlükte sanat sorma ve onu isteme anlamýnda kullanýlýr. Terim olarak, Mürþidü'l-Hayerân sahibinin tarif ettiðine göre, "gerekli malzemeleri yapýcýya ait olmak üzere, Özel tekniklerle ayrý ve özel bir þeyi yapma isteðidir." Bir kimse sanat ehlinden birine: "Þu kadar para karþýlýðýnda, aþaðýdaki özelliklere sahip filan þeyi bana yap" der ve sanatçý da bunu kabul ederse iþte bu istisna' olur.
Fýkýhçýlar bu olayýn keyfiyeti üzerinde ihtilaf etmiþlerdir. Bazýlarý, bunun bir sipariþ olup satýþ olmadýðýný söylerken bazýlarý da: "Bu, sanatçý için, bir gayr-i mülzim (baðlayýcý olmayan) vaaddir" demiþlerdir. Diðer bir kýsmý da: "Bu bir satýþtýr; ancak müþterinin görme muhayyerliði vardýr" demiþlerdir. Ayrýca bunun, her iki taraf için de akd-i mülzim olduðu söylenmiþtir. [256]
(ortak edinmek, ortaklýk)
Sözlükte, ortak edinmek demektir.
Terim olarak, iki kiþinin ortakçýlýðý þeklinde yorumlanýr. Meselâ "filan kimse filan adama ticarette, sanatta veya baþka bir iþte ortak oldu" denilir. Yani birisi birisini kendi iþine ortak yaptý demektir. Yine, "iki adam ortaklaþtý" dernek biri diðerine ortak oldu anlamýna gelir.
Allah'a ortak koþmaya gelince, O'na mülkünde eþ koþmak demektir ki, adý þirktir. [257]
(telef)
Sözlükte, bir þeyi telef etmek, iþe yaramaz duruma getirmek demektir.
Terim olarak bir þeyin insan fiiliyle kýsmen veya tamamen kullanýlabilir ve faydalanýlabilir halden çýkarýlmasýdýr. Bazýlarýna göre de bir malýn sahibinin elinden tamamen gitmesine, ziyana uðramasýna veya faydasýz hale gelmesine sebep olan her þeydir. îtlâfýki kýsma ayrýlýr:
1- Doðrudan itlaf (mübâþereten itlaf): Bir þeyi baþkasýnýn fiili araya girmeksizin bizzat telef etmektir. Elbisenin yakýlmasý, hayvanýn öldürülmesi, yemeðin yenilmesi vb.
2- Dolaylý itlaf (tesebbüben itlaf): Bir kimsenin, baþka þeyin telefine sebep olacak bir iþi yapmasýdýr. Meselâ, kazýlan bir kuyuya bir insan veya hayvanýn düþüp Ölmesi, kafesin açýlmasýyla kuþun uçup gitmesinde olduðu gibi. [258]
(doðrudan telef)
Bir þeyi bizzat telef etmektir. Bunu yapana "fâil-i mübaþir" denilir. Bu, kasten yapýlsýn, yapýlmasýn hüküm deðiþmez.
Ýbn Receb'in tarifine göre bu deyim: "Telefi gerekli kýlan bir sebebi meydana getirmektir." Öldürme ve yakma gibi. Bu þekilde bir kimse baþka birine bir ok atsa ve o adam ölse bu telef bi'l-mübâþere (doðrudan telef) olur. Ev yakma iþi de böyledir.
Sert açýdan telef iki kýsýmdýr:
a) Bilgiye dayalý olarak ortaya çýkan ve günah yükleyen telef (kasten yapýlan telef).
b) Cehalete dayalý olarak meydana gelen ve günah yüklemeyen telef (bilmeyerek yapýlan telef).
Bir kimse kendi malý zannederek, baþkasýnýn malýný telef etse, onu öder fakat günaha girmiþ olmaz. Bu konudaki hadis þöyledir. "Hata, unutma ve zorla yaptýklarý iþler ümmetimden kaldýrýldý." Burada hatanýn kaldýrýlmasýndan maksat, hatadan doðacak günahýn kaldýrýlmasýdýr. [259]
(dolaylý telef)
Fakihler telefin iki þekilde ortaya çýktýðýný belirtmiþlerdir.
1- Ýnsan iradesi ve eylemlerinin dýþýnda meydana gelen telef, tabiî âfetlerde olduðu gibi.
2- Ýnsan eylemleri sonucu ortaya çýkan itlaf. Bu da iki kýsma ayrýlýr:
a) Ýtlaf bi't-tesebbüb (^dolaylý itlaf),
b) Ýtlaf bi'1-mübâþere (^doðrudan itlaf).
Ýtlaf bi't-tesebbüb yani dolaylý telef, telefe sebep olma, Mecelle'de þöyle tarif edilmiþtir. Bir þeyin telefine, ziyanýna sebep olacak sýradan bir baþka iþi, olayý yapmaktýr. Bunu yapana mütesebbib denir. Meselâ asýk duran bir kandilin ipi kesilse ve kandil yere düþüp kýrýlsa, bu dolaylý itlaf yani telefe sebep olma, þeklinde deðerlendirilir. Yine içinde para bulunan bir zarfýn yýrtýlarak paranýn telef olmasý da tesebbüben itlaf sayýlýr.
Bu konuda Karâfî þöyle demiþtir: Ýzin verilmeyen bir yerde kazýlan kuyu ,yemeklere zehir koyma, zirai ürünlere yakýn yerde ateþ yakma ve benzeri eylemler çoðu kere telefe sebep olduðu için itlaf bi't-tesebbüb sayýlýr. [260]
(tek oturum)
"Ýttihad" kelimesi sözlükte iki ayrý varlýðýn bir olmasý, "meclis" kelimesi de oturma mekaný anlamýndadýr. Birlik en az iki ve daha çok sayýda söz konusu olur.
Terim olarak meclis birliði, tek oturum þeklinde yorumlanmýþtýr. Hanefîler ise bu terimi meclis ayrýlýklarýný giderme, farklý meclisleri birleþtirme anlamýnda kullanmýþlardýr. Onlara göre meclis deyiminden maksat sadece oturma mekaný deðildir. Aksine bundan daha geniþ anlamý vardýr. Meclis birliði bazen tek oturum halinde gerçekleþir bazen de mekan ve heyetler deðiþik olduðu halde birlik meydana gelebilir.
Sözleþme ve benzeri konularda meydana gelen meclis birliði iki kýsma ayrýlýr:
a) Hakikî: "îcâb" meclisinde "kabuT'ün de vaki olmasý durumudur.
b) Hükmî: Kabul meclisi kitabe ve mürâseleâe olduðu gibi îcâb meclisinden aynlýrsa bu adý alýr ve hükmen birlik meydana gelmiþ olur.
Meclis birliði bazý hükümlere tek baþýna tesir eder. Bazý hükümlere de baþka þartlarla birlikte tesir eder. Meselâ ihram yasaklarýnýn tek fidyede birleþtirilmesi konusunda meclis birliðinin yanýnda cins birliðinin de þart olmasý gibi. [261]
(borç ve alacaðýn bir kiþide birleþmesi)
Sözlükte iki þeyi birleþtirmek demektir. Terim olarak borçluluk ve alacaklýlýðm ayný borçtan dolayý yine ayný kiþide birleþip borcun düþmesi, fakat yükümlülüklerinin devam etmesi demektir.
Meselâ, Ali, kardeþi Bekir'e 1000 lira borç para verdi. Sonra Bekir borçlu olarak öldü ve kardeþi Ali'den baþka mirasçý da býrakmadý. Bu durumda Ali Bekir'den kalan borcun mirasçýsý oldu. Böylece Ali, borçlu miras býrkan kiþi yerine geçtiðinden hem alacaklý hem de borçlu olmuþ oldu. Alacaðýný istediði zaman ancak kendini muhatap olarak alacaktýr. Ýþte bu zimmetin birleþmesi demektir ve istenmesi anlamsýz olduðu için borç düþer.[262]
(tek taraflý sözleþme)
Sözlükte itaat ve boyun eðme demektir. Ukûdu'l-iz'ân deyimi ise modern Batý hukukundan alman bir terimdir. Bu tür akitlerle kastedilen anlam þudur: Kabul þartý olmayan, sadece teslimin gerçekleþmesiyle geçerlilik kazanan bir akit (sözleþme) çeþididir. Mûcib, yani taraflardan ilki teslimi yapar ve artýk bu konuda münakaþa yapýlmaz. Telefon, gaz ve elektrik hizmetlerine abone olmak gibi. Burada þirketin koyduðu þartlar vardýr. Abone ya bu þartlarýn hepsini kabul eder ya da abone olmaktan vazgeçer. Bu hizmetler çoðu kere, hiçbir kimsenin vazgeçemeyeceði temel ihtiyaçlardan oluþur.
Iz'ân akitlerinin yapýsý konusunda çeþitli görüþler vardýr. Bazýlarý bu akitlerin hakiki akitler niteliðinde olduðunu ve karþýlýklý rýza ile gerçekleþtiðim söyler. Çünkü kabul tarafý iþe kendi rýzasýyla girer ve herhangi bir zorlama veya baský yoktur. Bu noktada kanuni eþitlik de gerçekleþir. Diðer bazýlarý bunlarýn, bir tarafýn isteklerini sadece pasif bir role sahip diðer tarafa kanuni tertip üzere açýklamasýyla ortaya çýkan tek yanlý akitler olduðunu belirtirler.
Baþka bazýlarý da bu çeþit akitleri, akitten çok kanuni düzenlemeye veya yönetmeliðe daha çok yakýn görmüþledir. Çünkü bunlarýn þartlarý ve konulan yükümlülükleri üzerinde taraflar arasýnda herhangi bir münakaþa ve görüþme söz konusu deðildir. Ayrýca akitler iki tarafýn eþitliðine dayanýrken izan akitlerinde taraflar arasýnda eþitlik yoktur. [263]
Sözlükte bir þeyi bir þeye ilâve etmek, dayandýrmak veya nisbet etmek, iki þey arasýnda ilgi kurmak demektir ve ýstýlah anlamýyla aynýdýr.
Terim olarak, bu kelime, kýyas yoluyla iki þey arasýnda kuvvetli bir ilgi kurmak þeklinde yorumlanmýþtýr. Meselâ oðulluk ve babalýk kelimelerinde olduðu gibi. (Çocuk ile baba veya baba ile çocuk arasýnda birbirlerine karþý görevleri bakýmýndan çok kuvvetli bir ilgi vardýr.) Ayrýca fýkýhçýlar bir hükmü gelecek zamana izafe ederek, yetkinin, tasarruf sahibinin koyduðu ilkeler çerçevesinde, gelecek zamana da tesir edeceðini söylemiþlerdir. Çünkü izafe, hükmün sebep üzerine dönüþmesi ve onun ortaya çýktýðý zamana kadar geciktirilmesi demektir.
Fýkýhçýlar akitlerdeki (sözleþmeler) izafeyi iki kýsma ayýrmýþlardýr.
a) Vakte (zamana) izafe.
b) Þahsa izafe.
Vakte izafe, akitle ilgili yükümlülüklerin, onunla belirlenen zamana kadar geciktirilmesidir. Ancak belirtmek gerekir ki, vakte izafe edilebilen ve vakte izafe edilemeyen akitler vardýr.
Þahsa izafeye gelince, tasarrufla ilgili hükümlerin ve yetkilerin bir kimseye ait olduðunun belirtilmesidir.[264]
Sözlükte gidermek, kaldýrmak ve bir kenara çekmek anlamlarýna gelir ve terim manasý ile aynýdýr. Terim olarak fýkýhçýlar, izâle, ibtâl ve izhâb kelimelerini ayný anlamda kullanmýþlardýr. Bir yoruma göre bir þey hakkýnda, bazen bu kelimelerden yalnýz birinin kullanýlmasý doðrudur. Nite^ kim, malýný bir konuda harcayan kimse için izhâb kelimesi kullanýlýr, diðer ikisi kullanýlmaz. Malýný bir yerden baþka bir yere nakleden kimse için izâle kelimesi kullanýlýr, diðer ikisi kullanýlmaz. Yine namazýný bozan kimse için de ibtâl kelimesi kullanýlýr, diðerleri kullanýlmaz.
Fukahanm dediðine göre izâle, bazen Allah'ýn yapýlmasýný, bazen de terkedilmesini istediði bir, iþ olur.
1- Yapýlmasý istenen izâle: Zararýn giderilmesi gibi. Nitekim, Peygamber (s.a.v.) bu konuda þöyle buyurmuþtur: "Zarar ve karþýlýðýnda zarar yoktur." Bu hadise dayanýlarak "zarar izâle olunur" þeklindeki fýkýh kaidesi konulmuþtur. Ancak zarar benzeri ile izale olunmaz. Aðýr zarar hafif olamyle giderilir.
2- Terkedilmesi istenen izâle: Þehid kanýnýn giderilmesi. Çünkü bütün fýkýhçýlara göre bu haramdýr ve yine ihramlý için beden, yüz ve baþtaki kýllarýn özürsüz olarak giderilmesi de böyledir. Bunlarýn yapýlmasý halinde ceza gerekir.[265]
Sözlükte, mübahlýk ve hareket serbestisi anlamýna gelir ve sözlük manasý ile terim anlamý aynýdýr.
Fýkýhçýlann söylediðine göre izin bazen özel bazen de genel mahiyette olur. Bu Özellik ve genellik izin verilen kiþi açýsýndan olabileceði gibi iznin konusu, vakti ve zamaný bakýmýndan da olabilir.
Bu izin bazen kanun koyucu tarafýndan, insana geniþlik ve kolaylýk saðlamak ya da bir zorluðu ve sýkýntýyý gidermek amacýyla verilir. Bazen de herhangi bir eþya, hak ve menfaate sahip kimse tarafýndan bu hak ve menfaatlerin kullanýlmasý konusunda verilebilir.
Ýnsanýn izni velîmede olduðu gibi ya bir malýn tüketimi için; velisinin mümeyyiz sabiye ticaret serbestliði vermesinde olduðu gibi ya bir yetkinin kullanýmý (vekâlet, vasiyet, mudârabe ve vakýf nazýrlýðý konusunda mümeyyiz sa-bîye verilen izin de böyledir); ya bir þahsýn istihdamý, ya da ödünç iþleminde olduðu gibi tüketmeksizin bir eþyanýn kullanýmý konularýnda olabilir.
Ýzin çeþitli vesilelerle ifade edilebilir. Bunlardan biri açýkça izne iþaret eden söz; diðeri yazma ve iþaret etme; bir diðeri de örfte izin ifade eden diðer bazý araçlardýr. Bu son madde ile ilgili olarak fýkýhçýlarýn koyduðu kaide þöyledir: "Örfî izin lafzi izin gibidir." "Sakite bir söz isnad edilmez. Lakin ma'raz-ý hacette sukut beyandýr (Susan kimseye þu sözü söylemiþ oldu denmez, lakin söyleyecek, yerde susmasý ikrar ve kabul sayýlýr.)"[266]
(yükümlülük senedi)
Sözlükte, kefalet manasýna gelir. Kabil de kefil anlamýnda kullanýlýr. Çoðulu kubûl veya kubelâ þeklinde gelir.
Terim olarak Münâvî þöyle tarif etmiþtir: "Kabâle, iþ, amel ve borç gibi insanýn yükümlülüklerinin yazýldýðý senedin ismidir." Bir kimse sahibinden bir iþi alýr, bir sözleþme ile de üzerine yüklenir ve bütün bunlar o kimse üzerine bir senet üe yazýlýr. Ýþte bu senedin ismi kabâle'dir. Bunun görevi kibâlem'n (kefaletin) yerine getirilmesini saðlamaktýr. Çünkü bu kýbâle (kefalet) iþi bir meslek ve sanattýr.
Fukahanýn dilindeki kabâletü'l-ard tabiri ise insanýn araziden aldýðý kýsýmdýr. Bunu devlet baþkaný muzâraa ve musâkat olarak verir ve bu arz-ý mevat ile arz-ý sulhda söz-konusu olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) Hayber'i sahiplerine bu þekilde vermiþti.[267]
Sözlükte, "kabultü'1-kavl" denildiðinde "o sözü. doðru buldum, tasdik ettim" anlamýna gelir. "Kabultül-hediye" denildiðinde ise "hediyeyi aldým" manasý anlaþýlýr.
Terim olarak, Hanefiler, akit esnasýnda taraflardan birinin îcâbdan sonra diðerine söylediði söz þeklinde tarif etmiþlerdir ki, sözleþme þartlarýnýn onaylandýðýna Ýþarettir. Sözleþmenin oluþmasýnda ilk söz daima mucibe aittir. Meselâ satýþ sözleþmesinde olduðu gibi ilk sözün satýcý ya da alýcý tarafýndan "sattým" veya "satýn aldým" þeklinde söylenmesi arasýnda fark yoktur. Yine icare iþleminde ilk sözü, mal sahibi "kiraya verdim" ya da kiracý "kiraladým" þeklinde söyleyebilir. Bu diðer sözleþmelerde de böyledir. Bu durum Mecelle'de þöyle açýklanmýþtýr. "Kabul, sözleþmenin taraflarýndan birinin söylediði ikinci sözdür ve bununla akit tamamlanmýþ olur. [268]
Hanefilerin dýþýndaki fýkýhçýlar icâbý; ister önce ister sonra olsun âkid tarafýndan, söz konusu eþyanýn verildiðini ifade etmek üzere söylenen söz; kabulü de "diðer tarafýn bu teklifi ve þartlan onayladýðýný ifade eden beyaný" þeklinde tarif etmiþlerdir.
Ýbn Kudâme'nin bu konudaki yorumu þu þekildedir: "Icâb, sattým, mâlik kýldým gibi mülkiyeti ifade eden, sözleri söylemek, kabul de satýn aldým, kabul ettim gibi ifadeleri beyan etmektir. [269]
(teslim alma)
Sözlükte, bir þeyi avucun içine almak anlamýna gelir. Avuç içinin dikkate alýnmasý da bir þeyin elde edilmesi anlamýnda mecaz olarak kullanýlýr.
Terim olarak mezhepler, kabzýn tarifinde ihtilaf etmiþlerdir. Ancak genel olarak kabz bir þeye mâlik olmak ve nýülkiyetinÝ de ele geçirmek demektir. Bu elde etme ve sahip olma, ister bizzat el ile olsun, isterse baþka bir yolla olsun fark yoktur. Ýz b. Abdisselam'ýn dediðine göre, "Evi, araziyi, köleyi ve deveyi kabzettim, sözünden maksat bunlara hakim olmak ve bunlar üzerinde tasarruf iinkâný elde etmektir."
Kabaz ifadesine gelince; bu, ganimetlerden toplanan mal demektir. Kadý îyaz "Mal olarak kabzedilen her þey kabaz olarak kabul edilir" demiþtir. [270]
(incelemeyle alým)
Hanefî fakihleri bu ifadeyi, bir kimsenin, bir malý, bakmak veya baþkasýna göstermek üzere teslim almasý manasýna kullanýrlar. Ancak burada beðenirse ya da razý olursa satýn almak maksadýyla malýn teslim alýnmýþ olmasý söz konusu deðildir. Sanki satýcý bir kimseye þöyle der: "Bu elbiseyi 100 bin liraya sana verdim, ona bak ve geri getir, ya da baþkasýna göster getir." Fakat "eðer beðenirsen onu satýn alýrsýn" sözünü söylemez.
Ancak burada, sevm-i þirâ ile alman malýn kefaleti ile sevm-i nazarla alman malýn kefaleti arasýnda fark vardýr. Bu konularda ilgili kitaplara bakýlabilir.[271]
(satýcýnýn icabýyla alým)
Fukaha bu deyimi, "mal almak isteyen bir kimsenin, eðer beðenirse almak üzere satýcýdan bir malý almasý" manasmda kullanýrlar. Sanki satýcý müþteriye þöyle der: Bu elbiseyi þu paraya al. Eðer beðenirsen onu satýn alýrsýn. Müþteri de beðendiði takdirde satýn almak üzere elbiseyi teslim alýr.
Sevm-i þirâ üzerine alman malýn kefaleti çerçevesinde fýkýhçýlarm bazý yorumlan vardýr. Bu konuda buyu' bahsine bakýlabilir. [272]
(hakký sahibine teslim)
Sözlükte bir þeyi saðlamlaþtýrmak ve ondan kurtulmak gibi anlamlara gelir. Ayrýca hükmü imzalamak þeklinde de yorumlanýr. Bu bakýmdan hakim hadi diye adlandýrýlmýþtýr. Çünkü o, hükümleri imzalar ve uygular. Yine zaman zaman idare merkezlerine isim olarak da kullanýlmýþtýr.
Terim olarak, fýkýhçýlar bunu hakký sahibine geri vermek ve teslim etmek þeklinde yorumlamýþlardýr. Yerine getirme, uygulama ve hakký elde etme þeklinde de açýklamýþlardýr.
Kadâ ve iktidâ kavramlarý, fýkýh dilinde Özel olarak duyûn konusunda kullanýlmýþtýr. Meselâ, "filan kiþi alacaklýsýna borcunu ödedi" denilir. Yine iktidâ kavramý da "alacaðýný teslim aldý" manasýnda kullanýlýr.[273]
(borç satýmý)
Sözlükte veresiye, erteleme gibi anlamlara gelir. Terim olarak hadis-i þerifte bey'ul-kâliü bi'l-kâlî ifadesi kullanýlmýþ olup borcu borç ile satmak manasýna gelir ve Hz. Peygamber tarafýndan yasaklanmýþtýr.
Fýkýhçýlarýn yorumlarýna göre bununla kastedilen veresiye karþýlýðýnda veresiye satýþ ya da borç mukabilinde borcu satmaktýr. Onlara göre bunun beþ þekli vardýr:
1- Henüz zimmette sabit olmamýþ bir borcu yine borç karþýlýðýnda satmak. Meselâ bir kimsenin zimmetinde sabit olan veresiye bir malý, yine zimmetinde sabit olan veresiye bir bedel karþýlýðýnda satýn almasý gibi. (Bir kimsenin, bir ay sonra teslim edilmek; borcu da bir ay sonra ödenmek üzere bir ton buðday satýn almasý). Mâlikîler bunu, borç karþýlýðýnda borcun baþlamasý þeklinde isimlendirirler.
2- Zimmette sabit olan bir alacaðý (borcu) kendi cinsinin dýþýnda bir borç mukabilinde veresiye olarak borçluya satmak.
Bu durumda borcun sahibi yine borçlunun kendisidir. Satýcý ise alacaklý durumdadýr. Mâlikîler bunu borç içinde borcun feshi þeklinde deðerlendirirler.
3- Zimmette sabit olan bir alacaðý, veresiye olarak biraz fazlasýyla borçlunun kendisine satmak. Cahüiyye döneminde meþhur olan yöntem budur. Ya ödersin ya da ribaya girersin. Eðer borç ödenmezse bir miktar mal ziyadesiyle ertelenir.
4- Zimmette sabit olan bir alacaðý borçlunun dýþýnda birisine veresiye olarak satmak. Mâlikîler bunu borcun borç mukabilinde satýlmasý olarak kabul ederler.
5- Zimmette sabit olan veresiye bir alacaðý benzer bir borç karþýlýðýnda borçlu üzerinden satmak. Þöyle ki; iki kiþinin bir kimseden benzer þartlarda alacaklý olmalarý durumunda, bu iki alacaklýdan her birinin ayný borçlu üzerindeki alacaklarýný birbirlerine satmalarý gibi. Satýlan eþyanýn cinsi üzerinde anlaþmýþ olup olmalarý arasýnda bir fark yoktur. [274]
(borç verme)
Sözlükte kesme, parçalama anlamlarýna gelir. Terim otarak faydalanmak ve sonra da bedelini geri ödemek üzere birisine bir miktar malý vermektir. Fýkýh dilinde verilen bu mala da karz denilir.
Bu anlamda kard karz-ý hakikî adýný alýr. Þâfiîler bunu karz~ý hükmî'&en ayýrmýþlar ve bunun için bazý Özel hükümler koymuþlardýr. Meselâ fakir olmasalar bile, borç niyetiyle, muhtaç lakite (buluntu çocuða) yardým, aç kiþiyi doyurma, çýplaðý giydirme gibi. Yine, kendi maksadý için bazýlarýný mal vermeye zorlayan, zalim ve sürgüncü kimseye ödemede bulunma, fakiri doyurma ve esirler için fidye verme de böyledir. "Bunu sat ve borç olarak kendine harca" demek gibi. [275]
(gedik)
Sözlükte, Türkçe'den Arapça'ya girmiþ bir kelime þeklinde belirtilir.
Terim olarak, kiracýnýn dükkanýna bitiþik olup da tasarruf hakký elde ettiði gayri menkullere denir. Bina ya da bunun dýþýndaki dükkana baðlý zenaat âletleri gibi. Yine devlet arazilerinde yapýlan bina ve dikilen aðaçlar anlamýna gelen kirdar'a da hedik denilir. Esasen kirdar topraðý ziraate elveriþli hale getirip bina yapmak, aðaç dikmek ve boþluklarý toprakla doldurmak anlamýna gelir.
Arazi üzerindeki bina, aðaç vb. tasarruf hakký üzerine elde edilen kedikler, mal-i mutekavvim cinsinden olup satýlabilir ve miras býrakýlabilirler. Yine tasarruf hakký çoluk çocuðuna da miras olarak geçer. Fakat ecr-i misil yöntemiyle ücret öderler.
Bu kavramý Osmanlýlar dönemindeki Hanefî âlimleri vakýflar konusunda kullanmýþlardýr. Diðer âlimlerce bu kavram kullanýlmamýþtýr. [276]
(yeterlilik).
Sözlükte kef kökünden türemiþ olup terketme, býrakma, menetme gibi anlamlara gelir. Ayrýca, eksiksiz ve fazlasýz ihtiyaç miktarý kadar olan þey manasýna da yorumlanýr. Bu sebeple de diðer insanlardan dilenmeyi býraktýðý ve onlardan uzak durduðu için böylece isimlendirilmiþtir.
Deyim olarak sözlük manasýyla ayný yönde kullanýlýr. Bu sebeple Þerif Cürcânî bu ifadeyi þöyle tarif etmiþtir: "Kefaf ihtiyaç miktarý olan þeydir. Onda bir fazlalýk yoktur ve insan buna sahip olduðu için dilenmeyi terkeder.[277]
(borca kefalet)
Sözlükte kefalet, yüklenme, katlanma gibi anlamlara gelir. Enbâri'nin yorumuna göre tekeffeltü bi'l-mâl ifadesi, "o malý yüklendim, üzerime borç aldým" anlamlarýna gelir.
Deyim olarak fukaha kefâletü'd-deyn ifadesinin tarifinde ihtilafa düþmüþlerdir. Bu konuda dört görüþ vardýr:
Birincisi - Þafiî ve Hanbelîlerin görüþü: Bunlara göre kefâletü'd-deyn, borcun Ödenmesi hususunda asýl borçlunun zimmetini kefilin zimmetine katmaktýr. Bu durumda borç her ikisinin zimmetinde de sabit olur. Hak sahibi alacaðým dilediði birinden isteyebilir.
Ýkincisi - Mâlikîlerin görüþü: Bunlar da kefâletü'd-deyn'i ayný þekilde tarif ederler. Ancak alacaklýnýn doðrudan kefile gitmesini kabul etmezler. Bu, asýl borçlunun özür sebebiyle yükümlülükten kurtulmasýndan sonra mümkündür. Çünkü kefalet bir vesikadýr. Bu sebeple asýl borçlu, borcunu ödemekten aciz kaldýðý zaman bu hak kullanýlýr. Nitekim rehinde de böyledir.
Üçüncüsü - Hanefîlerin görüþü: Yalnýz mutâlebe (alacaðýn istenmesi) hususunda kefilin zimmetini asilin zimmetine katmaktýr. Yani kefilin zimmetinde sabit olan yalnýzca kakk-ý mutâlebe (alacaðý isteme hakký)dýr, yoksa asýl deyn deðildir.
Dördüncüsü - Ýbn Ebî Ya'lâ, Dâvud, Ebu Sevr ve Ah-med'in görüþü: Borcun kefalet yoluyla asýl borçludan kefile intikal etmesi (havelede olduðu gibi).
Bu görüþe göre, kefalet sözleþmesinden sonra alacaklýnýn asýl borçluya dönmesi sözkonusu deðildir. [278]
(þarta baðlý kefalet)
Terim olarak, bir þarta baðlý kefalet sözleþmesi demektir. Ancak bu þart gerçekleþirse kefalet sabit ve baðlayýcý olur. Eðer þart gerçekleþmezse kefalet yok olur ve düþer. Meselâ bir kimsenin diðerine: "Filan kiþi sana istediðini vermezse, onu ben sana veririm" demesi gibi. Eðer alacaklý hakkýný borçludan istese, o da vermese ya da veremeden ölse, kefilin bu malý o anda ödemesi gerekir ve bunu alacaklýnýn Ýsteme hakký vardýr. Yine birinin diðerine "sana borçlu olan filan kiþi alacaðýný þu vakte kadar ödemezse, ben sana onu veririm" demesi gibi. Verilen süre dolduðunda borçlu borcunu ödemezse kefil bunu ödemekle yükümlü olur. Bir baþka örnek: Bir adam diðerine "Bu malý filan adama sat. Eðer bedelini ödemezse ben sana öderim" dese kefalet gerçekleþmiþ olur. Satýcý satýþtan sonra alacaðým müþteriden istediði zaman vermezse bu alacaðýný kefilden isteme hakký doðmuþtur.
Bir Örnek daha: Bir kimse diðerine "Borçluyu yarýn sana teslim edeceðim ve ondaki malýný sana vereceðim" dese ve yarýn olduðunda borçluyu teslim edemezse, bu þarta baðlý kefalet gereðince kefilin bu borcu ödemesi gerekir. [279]
(kesinleþmiþ kefalet)
Deyim olarak herhangi bir þarta ve zamana baðlý olmayan tam ve kesin kefalet þeklinde tarif edilir. Meselâ birisinin diðerine "Ben filan kiþinin filan kiþiye olan borcuna kefilim" veya "filan kiþinin þu malýný teslim etmeye kefilim" ya da "filanýn þahsým teslim etmeye kefilim" demesi gibi.
Kefâletü'l-münecceze'nin diðer tamamlayýcýlarý, kefâletü'l-mu'allaka ve kefâletü'l-mudâfeâir. Çünkü fýkýhçýlar akdin mahiyeti itibariyle kefaleti bu þekilde üç kýsma ayýrmýþlardýr.[280]
(zamana baðlý kefalet)
Terim olarak, gelecek bir zamana baðlý olarak yapýlan kefalet ahdidir. Söz konusu zaman gelince sözleþme sabit olur ve baðlayýcý konuma gelir. Böylece kefil de zamana baðlý olarak sorumluluk yüklenir. Fakat bu zaman gelmezden önce kefalet sebebiyle kefilden bir talepte bulunulamaz.
Fýkýhçýlar akdin mahiyeti itibariyle kefaleti üçe ayýrmýþlardýr: Kefaletü'1-münecceze, kefâletü'l-mu'allaka ve kefâletü'l-mudâfe. Birincisi þarta ve zamana baðlý olmayan kefalettir. Ýkincisi þarta baðlý kefalet, üçüncüsü, de gelecek bir zamana baðlý kefalettir. [281]
(define/gömü)
Sözlükte, inmâ kelimesinin zýttýdýr ve mallarý üst üste koyup depolamak anlamýna gelir. Bir kaba saklanmýþ mala da keriz denilir. Ayrýca bu kelime, etrafý çevrilmiþ ve koruma altýna alýnmýþ mal þeklinde de yorumlanýr. Yer altýndaki gömülü mallara da kenz denilmiþtir.
Münâvî de kenz kelimesini, gömülü olmasa da vergiye tabi olmayan mal þeklinde yorumlamýþtýr. [282]
(tedavülden kalkma)
Sözlükte, talep eksikliði yüzünden harcamalarýn azlýðý anlamýnda yorumlanýr. Baþka bir deyiþle çarþýlardaki durgunluðun adýdýr.
Terim olarak fýkýh dilinde "kesadun-nakd" tabiri kullanýlýr. Bununla da herhangi bir paranýn piyasadaki geçerliliðinin kaybolmasý ve bütün ülkede tedavülden kaldýrýlmasý kastedilir.[283]
(kazanç/gelir)
Sözlükte kazanma ve toplama gibi anlamlara gelir. Yine, bir menfaati elde etmek ya da bir zararý Önlemek için yapýlan çalýþmaya da bu isim verilir. Râgýb'm dediðine göre kesb, insanýn fayda saðlamak ve haz duymak için yaptýðý her türlü çalýþma ve gayret demektir ve insanýn bir menfaati elde ettiðim ya da bir zararý önlediðim zannettiði hususlarda kullanýlýr.
Deyim olarak fukaha kesb kelimesini bilinen sebeplerine baþvurmak suretiyle bir maldan istifade anlamýna kullanýrlar. Ziraat, ticaret ve diðer meslek ve zenaatlar gibi. Onlara göre kesb iki kýsýmdýr:
Helâl kesb: Þeriate uygun yollarla elde edilen kesb, kazanç.
Gayr-i meþru ve habis olan kesb: Þer'an mahzurlu yollardan elde edilen kazanç ve kesb.
Ayrýca kesb kelimesi, fýkýhçýlar tarafýndan mal sebebiyle elde edilen kazanç manasýna da kullanýlýr. Bu anlamda kesb, nema kelimesinin karþýlýðýdýr ve bir maldan meydana gelen artýþ ve fazlalýðýn bizzat kendisi demektir. Hayvanlarýn sütü ve yavrularý gibi. [284]
(kumar/þans oyunu)
Sözlükte yarýþma anlamýna gelir. Yani kamera fiili râha-ne fiiliyle eþ anlamlýdýr. Maðrâvfnin belirttiðine göre ise Arapça'da mukâmere'nin aslý muðâbene yani aldatmadýr. Meselâ birisi diðerini aldattýðýnda kamera fiilini kullanýr.
Deyim olarak kýmâr, galibin maðlub'dan bir þeyler almasý þartý üzerine kurulan oyunlar için kullanýlýr. Aslýnda kýmâr sýrf tehlike, zarar üzerine yapýlan bir yarýþmadýr ve mülkiyetin, tehlike üzerine kazanan tarafa ait olduðunun vurgulanmasýdýr. Bu sebeple Ýbn Teymiye kýmâr'ý þöyle tarif etmiþtir. "Kýmâr, bir kimsenin bedelini alýp alamayacaðý tehlikede olan eþyasýný almaktýr."
Çoðu fukaha kýmâr ifadesini meysir yani þans oyunla-nna isim olarak kullanýrlar. Halbuki kýmâr ifadesi mey-sir'den daha geniþ kapsamlýdýr. Çünkü bütün yanþ oyunla-nný içine alýr. Meysir ise sadece Cahiliyye âdeti üzere özel bir yolla kesilecek develeri belirlemek için kadehlerle oynanan kumar için kullanýlýr. [285]
(emek/sermaye ortaklýðý)
Sözlükte, mudarabe anlamýnda kullanýlýr. Terim olarak, lügat manasýyla ayný anlama gelir. Yani mudarabe demektir. Bu da insanýn bir baþkasýna ticaret yapmak ve kânný anlaþmaya göre paylaþmak üzere para vermesidir. Eðer bir zarar vaki olursa bu sermaye sahibine aittir.
Ezherî bu konuda þunlan söylemiþtir: Aslen kýrâz, karz kökünden türemiþtir. Bu da kesme, bölme anlamýna gelir. Çünkü sermaye sahibi iaþesi için malýndan bir miktanný kesmiþ ve bölmüþtür. Yine kârdan belli bir miktanný da ona ayýrmýþtýr. Bu konular için þirketü'l-mudarabe özel bir anlam kazandý. Çünkü taraflardan her biri için kârdan belli bir miktar aynlmýþtýr. Bunu asla geçemezler. [286]
(bölüþme, paylan belirleme)
Sözlükte ayýrma demektir.
Terim olarak haklan ayýrma ve paylan belirleme demektir.
Bu anlamda "nasîb-i þâi'ayý belirleyip bir araya getirmek" þeklinde tarif edilir. (Buradaki nasîb-i þâi' ya da hisse-i þâi'a müþterek maldaki tüm haklan ifade eder. Nitekim ortaðýn, müþterek malýn her tarafýnda hakký vardýr. Ancak kýsmetten sonra malýn bir parçasýna toplanmýþ olur.)
Ancak paylann bir araya getirilmesi bölünmeden sonra gerçekleþir. Bundan önce hisse (mülkiyet hakký) eþyanýn bütün bölümüne daðýlmýþ vaziyettedir. (Çünkü her ortaðýn eþyanýn en küçük parçasýnda, toplam mal varlýðýnýn durumuna göre payý ve hakký vardýr.) Taksimden sonra, belirli bir bolüm her ortak için ayrýlýr ve diðer ortaklarýn bu kýsýmlarda herhangi bir haklan kalmamýþtýr. Mühâyeede olduðu gibi zaman itibariyle çok küçük bir para bile olsa durum aynýdýr. [287]
(mahkeme kararýyla bölüþme) Eðer müþterek malýn taksiminde ortaklardan bazýlan ister, bazýlan istemezse (kýsmetin niteliðinde bile olsa) istekli olanlar hakime baþvurur. Hakim müþterek malýn taksimini þeý^î usullere göre kararlaþtýrmak üzere, kendi üstüne alýr. Bu durumda kýsmet, kýsmet-i kaza ya da kýsmet-i icbar olur. Bu yöndeki tarif þöyledir: "Kýsmet-i kaza, ortaklar arasýnda ittifak olmadýðýndan kaza yoluyla yapýlan taksimdir." Mecelle'de de "Bazý ortaklarýn müracaatý üzerine hakim tarafýndan hükmen ve cebren ortak malýn taksim edilmesi" þeklinde tarif edilmiþtir.[288] Bu yorum Hanefî fýkýhçýlanna aittir. Hanbelîlere gelince; onlar bunu "ortaklardan birinin zaranna sebep olmayan ya da birinin diðerine bedel ödemesini gerekli kýlmayan taksim" olarak tarif etmiþlerdir. [289]
(iradi bölüþme)
Fýkýhçüar ortaklarýn iradesi itibariyle kýsmeti ikiye ayýrýrlar: Kýsmet-i rýdâ ve kýsmet-i icbarý.
Ortaklar topluca ortak malýn taksimini isteyebilirler. Ya da bir kýsnu bu þekilde isterler, diðerleri de bunu uygun görebilirler. Bu takdirde kýsmet, kýsmet-i rýdâ adýný alýr. Bu yönüyle kýsmet Mecelle'ds "ortak mal sahiplerinin nzala-rýyla kendi aralarýnda icra olunan ya da cümlesinin rýzala-rýyle hakim tarafýndan yapýlan taksim" þeklinde tarif edilmiþtir.[290] Bu açýklamalar Hanefîlerin yorumudur.
Hanbelüerin kýsmet-i rýdâ hakkýndaki yorumlarý þöyledir: "Kýsmet-i rýdâ, ortaklarýn rýzâlarýyla yapmýþ olduklarý taksimdir. Ancak müþterek malýn taksimi, ortaklardan birinin zararýna sebep oluyor ya da eþitliði saðlamak için birinin diðerine bir bedel vermesini gerektiriyorsa bu durumlarda kýsmet-i rýdâ þarttýr.[291]
Sözlükte, vasýflarý belli bir malýn, kendisine benzetilip mukayese yapýlabilmesi için asýl tabiatý ve özellikleri tesbit edilemeyen mal þeklinde tarif edilir. Baþka bir ifadeyle çarþý ve pazarda misli ve benzeri bulunmayan yahut bulunsa da fiyat bakýmýndan farklý olan maldýr. Hububat, kusursuz normal bir hayvan vb.
Bunlarýn þekline ve suretine bakýlarak benzetme ya da nisbet edilebilir. Meselâ mislî (benzer) denilir ki, bununla asýl tabiatý itibariyle þekli ve suretinin benzemesi kastedilir.
Deyim olarak kýyemî ifadesi sayýlarý çeþitli, bireyleri farklý olan mal þeklinde yorumlanýr. Aralarýndaki bu eþitsizlik ve farklýlýk yüzünden bazýsý ötekilerin yerine ve makamýna geçemez. Yine bireyleri birbirine eþit olan fakat çarþýda benzeri bulunmayan mislî mallar olarak da tarif edilir.
Bunun misalleri çeþit, kýymet ya da her ikisinde deðiþime tabi her türlü eþyada vâkidir. Koyun, sýðýr, deve ve at gibi bireyleri farklý olan hayvanlar gibi.
Yine ev, deðerleri ve evsafý farklý el sanatlarý buna örnek teþkil eder. Bu tür eþyanýn her biri diðerinde bulunmayan nitelikleriyle ayrýlýr ve bu özellikler onun özel deðerini oluþturur.
Çarþýda benzeri bulunmayan ve nadir eþya haline gelen mislî mallara örnek olarak da þu misaller verilebilir: Çarþýlardan kaybolmuþ bazý eski eserler; bunlar için özel bir itibar ve kýymet oluþur ve bu deðer sebebiyle kýyemiyyat zümresine girerler. Yine mislî mallardan olup da benzerleriyle eþit sayýlmayan inallar; bunlar bir ayýp ya da aþýn kullanma ve benzeri sebeplerle deðerleri eksilmiþ olduðundan kýyemiyyat grubuna girerler. Bazý âlet ve edavat, kullanýlmýþ arabalar vb.. Bunun sebebi eþyanýn bazý özellikleri ile deðerinin deðiþmiþ olmasýdýr.[292]
(deðer/eder)
Sözlükte, bir malýn deðerini gösteren fiyat demektir. Yani malýn yerine geçen deðerdir.
Terim olarak, bir þeyin gerçek fiyatý olarak tarif edilir. Ancak bu deðer zaman, mekan ve olaylara göre çok farklýdýr.
Bazý fýkýhçýlar da kýymeti "Ölçü âletlerine göre bir malýn eksiksiz ve fazlasýz deðeri" þeklinde tarif etmiþlerdir.
Takvim ifadesine gelince; bu, bir malýn kýymetinin sýnýrlarýný belirlemek ve takdir etmek þeklinde yorumlanýr. Meselâ, bir þeye belirli bir kýymet biçildiði zaman "Kav-vemtü'1-metâ (Eþyaya deðer biçtim)" denilir.[293]
Sözlükte kâra fiilinin mastarý olup icarla tutma, kiralama gibi anlamlara gelir.
Terim olarak fýkýh dilinde icar iþleminde alman ücrete denir. Ayrýca Mâlikîler kira ile icâreyi birbirinden ayrý mütalâa etmiþlerdir. Hatta bazý ayrýntýlara bile girmiþlerdir. Onlara göre "Ýcâre ve kira mana bakýmýndan aynýdýr. Fakat akdin konusu olan mallar, beþerî menfaatler ile gemi ve hayvanlarýn dýþýndaki vasýtalarla taþýnabilen eþyadan ise, bu takdirde yapýlan akit, bir icâre akdidir. Eðer akit konusu mallar ev ve arazi gibi taþýnmazlar ile gemi ve hayvanlar ile taþýnabilen eþyadan oluþursa o zaman akit bir kira akdidir. Ayrýca icâre'nin akýllý varlýklarýn menfaatleri için, kirâ'nýn da eþyanýn menfaatleri için kullanýldýðý söylenmiþtir. Fakat bazan bu iki kavram birbiri yerine kullanýlýr.[294]
Bu kelime çaðdaþ bir hukuk deyimidir. Keþideci tarafýndan, herhangi bir tarihte belirli bir miktar parayý, müstefid (lehdar) ya da hamile ödemek Üzere muhataba (borçluya) özel nitelikte yazýlmýþ bir ödeme emridir.
Bu kelime ne Arap dilinde, ne de fýkýhta bilinmez. [295]
Sözlükte sehim, hisse, pay anlamlarýna gelir. Kur'a atma veya kur'a çekme, insanýn hisse ve payýný belirlemek için bir çare ve yöntemdir. Ýbn Fâris'e göre bu kelime vurma anlamýna gelen el-kar'u kökünden gelir. Bu durumda kur'a her Ýnsana isabet eden, düþen hisse ya da pay demek olur.
Terim olarak sözlük anlamýyla ayný yönde kullanýlýr. Fukahaya göre bu, mislî olmayan ortak mallarýn taksim yollarýndan biridir.
Fýkýhçýlarýn fikirleri incelendiðinde kur'ada özel bir zorunluluk veya icbarýn olmadýðý görülür. Ancak, bazý Þafiî ulemasý bunun silah, kalem, halka ve çakýl gibi birbirine denk olmayan eþya ile yapýlmasýný doðru bulmazlar. Diðer Þafiî fakihleri ise bunu reddederek þu yorumu yapmýþlardýr- "Ýsin eþyanýn ne ainimm geldiðini bilmeyen birisinin kur'ayý çekmesidir. Hatta konu hakkýnda hiçbir þey bilmemelidir. Bu tür bir habersizlik ve bilgisizlik istenen bir özelliktir. Bu bakýmdan kur'a çekenin küçük bir çocuk olmasý daha çok tercih edilir." Ýþte Þafiî mezhebinin görüþü de bu þekildedir.
Hanbelîler ise kur'amn her ne þekilde olursa olsun caiz olduðunu- söylerler. Yüzük, taþ veya herhangi bir þeyle, her birisi için ayýrýcý bir alamet belirledikten sonra kur'a çekilebilir. Maksadýn oluþmasý için bu yeterlidir. Asýl maksat oe paylarý ayýrmak ve belirlemektir.[296]
[1] el-Misbâh 1/11, el-Muðrib 1/30, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhtyye 161, Meþâriku'l-Envâr 1/20, el-Mebsût 13/12, el-Mühezzeb 1/270, er-Ritâc fî Þerhi'l-Harâc 1/593.
[2] el-Misbâh 2/467, el-Müfredât 484, et-Tevkîf 504, eþ-Þerhu'l-Kebîr 2/403, Muðni'l-Muhtâc 3/75, Muðnî (Kudâme) 6/140, Reddü'l-Muhtâr 6/705.
[3] el-Misbâh 2/471, et-Tevkîf 505, et-Ta'rifât 79, et-Ta'rifâtü'l-Fýkhýyye 374, Keþþaftý IstUâhâti'l-Fünûn 2/1014
[4] el-Misbâh 2/469, el-Müfredât 486, et-Ta'rif (Cürcânî) 79, et-Tevkîf 506, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 374, Mecelle m. 132, 136, 147, 148, Düreru'l-Hukkâm 17102
[5] el-Kâmûsu'1-Mtýhît 387, el-Misbâh 2/521, el-Külliyât 3/215, et-Tevkîf 495, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 369, el-Eþbâh (Suyûtî) 89, Ýbn Nuceym 101, Þerhu Ukûdi Resmi'l-Müfü Ýbn Âbidîn 1/44.
[6] el-Misbâh 2/470, el-Müfredât 487, et-Tevkîf 506, et-Ta'rîfât 79, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 375, el-Fevâid (îbn Nuceym) 158, Mecelle m. 705, Reddü'I-Muhtâr 6/502.
[7] Esâsü'I-Belâða 315, el-Muðiib 2/91, el-Misbâh 2/520, et-Tevkîf 529, el-Külliyât 3/255, Meþâriku'l-Envâr 2/104, et- Ta'rîfât 84, el-Purûk 47, 48, Ahkâmu Ehli'z-Zimme 2/476.
[8] el-Misbâh 2/503, el-Muðrib 2/74, el-Matla' 274, Tahriru Elfâ-zi't-Tenbîh 197, Reddü'I-Muhtâr 4/361, el-Hýraþî 4/164, Muð-ni'1-Muhtâc 2/71, Keþþâfýý'1-Kýnâ' 3/202, Mecelle m. 1019, 1020, Mürþidü'l-Hayerân m. 129.
[9] el-Misbâh 2/502, Tahrîru'1-Esmâ 2/27, el-Bahný'1-Muhît 3/411, Dürerü'l-Hükkâm 1/326, Mürþidü'l-Hayerân m. 262, Ahkâ-mu'1-Kur'ân 2/294, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân 2029, Mecelle m. 103, 104.
[10] el-Hamevî aie'l-Eþbâh ve'n-Nezâir 1/255, Teysîru't-Tahrîr 1/29, Mürþidü'l-Hayerân m. 320, Medhalü'l-Fýkhî el-Âm (Zer-kâ) 1/507.
[11] el-Hamevî 2/224, Reddü'l-Muhtâr 2/492, et-Medhalü'1-Fýkhî 1/503, Mecelle m. 81, Mürþidü'l-Hayerân m. 315, 317.
[12] Mürþidü'l-Hayerân m. 316, 317, 320, el-Medhalü'l-Fýkhý 1/503.
[13] el-Misbâh 2/504, Talebetü't-Talebe 169, el-Matla' 368, et-Ta'rî-fât 78, el-Müfredât 512, et-Ta'rîfâtü'1-Fikhýyye 370.
[14] et-Tevkîf 527, el-KüUiyât 3/213, et-Ta'rîfât 390, el-Bahru'r-Râik 3/143, Kalyûbî ve Amîra 4/215.
[15] el-Misbâh 2/513, el-Külliyât 3/213, el-Müfredat 519, el-Tevkif 527, et-Ta'rîfâtü't-Fýkhýyye 371
[16] el-Misbâh 2/473, el-Matla' 241, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 180, et-Tevkîf 512, Þerhu Garibu Elfâzi'l-Müdevvene 86, et-Ta'rîfâ-tü'1-Fýkhýyye 376, Fethu'l-Kadîr 5/195. el-Ümm 3/49, en-Ne-vevî 10/189, Ûmdetü'l Kâri 11/292, 299.
[17] el-Misbâh 2/523, el-Müfredât 526, Tahrîný Elfâzi't-Tenbîh 208, et-Tevkîf 496, Enîsu'I-Fukahâ 251, Mecelle m. 765, Ten-vîru'l-Ebsâr 5/677, Muðni'l-Muhtâc 3/263, Þerhu'l-Kebîr (Der-dîr) 3/435, el-Muðnî 5/203.
[18] el-Misbâh 2/478, el-Muðrib 2/53, 54, el-Müfredât 494, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 114, et-Tevkîf 510, et-Ta'rîfât (Cürcânî) 79, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 377.
[19] et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 168, Talebetü't-Talebe 156, Sünenü'l-Beyhakî 6/142, Feyza'l-Kadîr 4/298, el-Mülkiyye 1/309-325.
[20] Þerhu'l-Harâc 1/596 vd.
[21] el-Medhal M Nazariyyeti'l-îltizâm (Zerkâ) 179, el-Mülkiyye (Abbadi) 1/338.
[22] el-Bedâi' 7/130, et-Mebsût 10/114, Ahkâmu Ehli-z-Zimme (Ýbn Kayyim) 2/475, el-Mutemed fi Usûli'd-Din 276, Kitabu'1-Mür-ted 93.
[23] Kânûnü'l-Adl ve'I-Ýnsâf m. 51, el-Medhal ilâ Nazariyyeti'l-îltizâm s. 177, Reddü'l-Muhtâr 3/266, el-Fetâvâ el-Mehdiyye 2/647.
[24] el-Mülkiyye (Abbâdî) 1/341
[25] el-Ukûdu'd-Düreriyye (Ýbn Abidin) 2/203 vd., Reddü'l-Muhtâr
[26] Talebetü't-Talebe 170, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 247, et-Ta'rîfat 381, el-Matla' 302, et-Tevkîf 515.
[27] el-Kâmûsu'1-Muhît 147, ez-Zâhir 210, Neylü'l-Evtâr 5/242, Nesâî 7/311, Bedâyiu's-Sanâi' 5/39, en-Nevevî 10/230.
[28] el-Müfredât 507, et-Tevkîf 516, Talebetüt-Talebe 65, et-Ta'rî-fâtü'l-Fýkhýyye 382, el-Ahkâmu's-Sultâniyye (Mâverdî) 206.
[29] et-Tevkîf 529, Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 369, 394, Keþfü'l-Esrâr (Pezdevî) 4/1383, el-Ehliyye ve Avânduhâ 370.
[30] m. 338 Tehzîbu'1-Esmâ ve'1-Lugât 2/53, el-Matla' 236, el-Müfredât 528, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 395, Hudûdü'l-Fýkýh 121, Bedâi' 5/274, Tekmile (Subkî) 12/343, Tuhfetü'l-Muhtâc 4/139, Mevâ-Mbü'l-Celîl 4/427, Mecelle (Hanbelî) m. 211, 212, 213.
[31] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 4/199, el-Misbâh 2/527, et-Ta'rîfâ-tü'1-Pýkhýyye 396, Reddü'l-Muhtâr 4/25, Mecelle m. 158, 159, Îdâhu'l-Mesâlîk 331, el-Furuk (Karâfî) 2/133.
[32] el-Misbâh 1/215, el-Matia' 216.
[33] el-Misbâh 1/80, el-Muðrib 1/92, 377, Ta'rîfât (Cürcânî) 125, et-• Ta'rîfâtül-Pýkhýyye 521, Talebetü't-Talebe 109, Reddül-Muh-târ 4/218.
[34] el-Misbâh 1/60, el-Müfredât 59, Mefâtihu'1-Ulûm (Havârizmî) 82, el-Furûk (Askerî) 131, el-Kulliyât 1/427, Tehzîbul-Esmâ ve'1-Lugât 1/56, Kalyûbî ve Amîra 4/293, Dürerü'l-Hukkâm 1722, el-îhtiyâr 3/132.
[35] et-Tevkîf 153, Tuhfetü'l-Fukahâ 2/4, Fethu'l-Kadîr 5/455, Es-nel-Metâlib 2/2, Mevâhibü'l-Celîl 4/255, el-Muðnî 4/2, Mürþi-dü'1-Hayerân m. 343, Mecelle m. 105, Mecelletü Ahkâmi'1-Ad-liyye (Hanbelî) m. 161.
[36] el-Müntekâ (Baci) 5/36, el~Ümm 3/67, el-Mebsût 13/16; el-Muðnî 4/233, Nihâyetü'l-Muhtâc 3/433, el-Mühezzeb 1/266, Neylü'l-Evtâr 5/248, Týrmizî 3/533, Nesâî 7/295.
[37] eÝ-Mevsûatü-1-Fýkhýyye 9/13.
[38] el-Buhârî maa'1-Feth 4/361, el-Hidâye maa'l-Fethi'l-Kadîr 6/107, Reddü'l-Muhtâr 4/132, Keþfîil-Kýnâ' 3/184, es-Þerhü'l-Kebîr 3/69, Tuhfetü'l-Muhtâc 4/309, el-Muhallâ ale'l-Minhâc 2/182.
[39] Tebyînü'l-Hakâik 4/48, Kalyûbî 2/177, eþ-Þerhu'1-Kebîr (Der-dîr) 3/57, eþ-Þerhu'1-Kebîr ale'l-Muknî 4/29.
[40] Buhârî 4/373, Müslim 3/1154, Reddü'l-Muhtâr 4/132, Keþfiý'l-Kýnâ' 3/183, Tuhfetü'l-Muhtâc 4/314.
[41] el-Kâmûsu'I-Muhît 831, el-Muðrib 1/353, 2/357.
[42] el-Fetâva'1-Hindiyye 3/209, Mecelle m. 118, 119, Mürþidü'l-Hayerân m. 561, 568, Buðyetü'l-Müstersidîn 133, Keþþâ-fu'1-Kýnâ' 3/149, Mevâhibü'l-Celîl 4/373, et-Ta'rîfâtü'1-Fýk-hýyye 215.
[43] el-Muðrib 2/242.
[44] et-Tevkîf 150, el-Müfredât 84, el-Ahkâmu's-Sultâniyye (Mâ-verdî) 213, el-Ahkâmu's-Sultâniyye (Ebu Ya'lâ) 235.
[45] el-Misbâh 1/138, Tehzîbu'1-Esmâ 1/57, ez-Zâhir 204, et-Tâ'rî-fâtül-Fýkhýyye 254, Þerhu Münteha'l-Ýrâdât 2/212, el-Mübdî 4/170, el-Müntekâ (el-Bâcî) 4/.'32, ed-DesÛkî 3/185.
[46] el-Muðrib 1/155, el-Misbâh 17130, et-Tevkîf 250, Subhu'1-A'þâ 3/458, Reddü'l-Muhtâr 4/195.
[47] et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhiye 245, el-Eþbâh ve'n-Nezâir (îbn Nüceym) 233, Reddü'l-Muhtâr 3/417.
[48] el-Kâmûsü'l-Muhît 1276, el-Mufredât 143, el-Furûk 3/266, el-Kavâidü'n-Nûrâniyye 117.
[49] el-Misbâh 17127, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 236, eþ-Þelebi alâ Teb-yîni'l-Hakâik 4/68, Reddü'1-Mub.târ 4/132.
[50] el-Misbâh 17125, et-Tevkîf 236, el-Buceyremî 3/170, el-Hýraþî 7/69.
[51] el-Muðrib 17130, et-Ta'rîfatü'1-Fikhýyye 245, el-Misbâh 17111.
[52] el-Misbâh 17123, el-MaÜa' 140, et-Tevkîf 343, el-Müfredât 130, Tehzîbu'1-Esmâ 1/51, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 319, el-Fe-tâva'l-Hindiyye 2/244, Cevâhiru'I-îklîl 1/266, Minehul-Celü 1/756, Kalyûbî 4/228, el-Mebda' 3/404, Kifâyetü'l-Ahyâr 2/133.
[53] el-Misbâh 1/125, el-Matla' 281, Tahrîru-Elfâzi't-Tenbîh 206, Gureru'l-Makâle 218, el-Muðrib 17149, et-Ta'rîfât 205.
[54] el-Misbâh 1/112, et-Tevkîf 232, Müfredat 121, et-Tâ'rîfâtü'l-Fýkhýyye 346, Ta'rîfâtü'l-Curcânî 40, Keþþafü Istýlâhâti'1-Fü-nûn 1/192, 2/1437, Bedâi'ul-Fevâid 4/118.
[55] el-Misbâh 1/110, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 245, Mecelle m. 94, Kifâyetut-Tâlibi'r-Rabbânî 2/284, el-Muðnî 8/337, en-Nevevî 11/225, ez-Zerkânî 4/198, Umdetü'1-Kârî 9/456.
[56] el-Misbâh 17121, et-Tevkîf 241, Tahrîni Elfâzi't-Tenbîh 193, el-Matia' 240, Gurerü'l-Makâle 211, en-Nevevî 1/169, Neylü'l-Evtâr 170, el-Hudûd (îbn Arafe) 240.
[57] el-Misbâh 17227, et-Tevkîf 311, 334, et-Ta'rîfatü'I-Fýkhýyye 290.
[58] el-Kâmûsu'I-Muhît 1564, Mu'cemu Mekâyîsi'1-Lüða 3/372, el-Misbâh 2/430, et-Tevkîf 474, el-Hamevî ale'l-Eþbâh 2/211, Mi-nehu'l-Celîl 3/243, Muðni'l-Muhtâc 2/198, el-Muðnî 4/534, el-Eþbâh ve'n-Nezâir (Ýbn Nüceym) 151, Mecelle m. 416.
[59] Tahrîru Elfazi't-Tenbîh 204, Talebetü't-Talebe 143, Ta'rîfât 73, et-Tevkîf 475, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 359, Mecelle m. 616, el-Muðnî 7/77, ez-Zerkânî 5/139, el-Bahru'r-Râik 6/237, Red-dü'1-Muhtâr 4/281.
[60] el-Kavâid (Zerkeþî) 2/332, Eþbâh 361-362, Ravda 362, 3/509, 7/251, el-Mühezzeh 2/58,
[61] ez-Zâhir 209, Þerhti Münteha'l-Ýrâdât 2/249, Keþþâfu'1-Kmâ' 3/357, Mecelle (Hanbelî) m. 1089, 1090, el-Muðnî 7/77, Ked-dü'1-Muhtâr 4/99.
[62] el-Muðnî (Ýbn Kudâme 7/78, el-Fetâva'1-Hindiyye 3/287.
[63] Mürþidü'l-Hayerân m. 493, Dürerü'l-Hukkâm 1/624, Talebe-tüVTalebe 143, Mecelle m. 616, el-Bahru'r-Râik 6/237, Red-dü'1-Muhtâr 4/281, el-Muðnî (Ýbn Kudâme) 7/77.
[64] el-Hamevî ale'l-Eþbâh 2/211, Kavâid (Zerkeþî) 2/324, 332, Eþ-bâh (Suyûtî) 326, Ravdatü't-Tâlibîn 3/508.
[65] Keþþafü'1-Kmâ' 3/355, Þerhu Münteha'l-Ýrâdât 2/248, Muh-tasaru'l-Fetâvâ (ibn Teymiye) 516.
[66] el-Misbâh 2/425, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 125, el-Fi'lu'd-Dâr (Zerkâ) 22, Câmi'ul-Ulûm vel-Hikem 265, Neylu'l-Evtâr 5/261.
[67] el-Kâmûstý'1-MuMt 138, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 319, et-Tevkîf 311, 473, Mefâtihu'1-Ulûm (Havârizmî) 86, Mukaddime 3/100, Þýfâü'l-Galîl (Gazzâlî) 235-243, Reddü'l-Muhtâr 2/58, Tehzî-bu'1-Furûk 1/141, el-Mustasfâ 1/303.
[68] el-Misbâh 2/432, el-MuðrÝb 2/14, et-Tevkîf 476, el-Müfredât 443, et-Ta'rifâtü'l-Fýkhýyye,359.
[69] el-Misbâh 2/430, el-Muðiib 2/12, el-Fetâva'1-Hindiyye 1/174, Mecma'ui-Enhur 1/194, ez-Zerkânî 2/106, el-Bahru'r-Râik 2/223, Reddül-Muhtâr 2/9.
[70] el-Misbâh 1/289, el-Muðrib 1/301.
[71] el-Müfredât 175, Mu'cemu Mekayîsi'1-Luða 2/320, Dirâsât fi Usûli'I-Mudâyenât 8, Fethu'l-Gaffâr 3/20, el-Ýnaye ale'1-Hidâ-ye 6/346, Fethu'I-Kadîr 5/431, Nihâyetü'l-Muhtâc 3/130, 131, Minehu'1-CelÜ 17362, el-Üzbu'1-Fâiz 1/15.
[72] et~Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye (Muceddidî) 296, el-Bahru'r-Râik 2/223.
[73] ei-Velayetti ale'1-Mâl 121.
[74] el-Velâyetü ale'1-Mâl ve't-Te'âmül bi'd-Deyn s. 123 (Ali Hase-bellah).
[75] el-Fetâva'1-Hindiyye 2/336, ed-Dürrü'1-Muhtâr 4/480, Düre-rü'1-Hükkâm 3/53, Mürþidü'l-Hayerân m. 170, 172, Mecelle m. 1091, 1099, 1100, 1101.
[76] Keþþâfu Istüâhâti'l-Fünûn 2/502, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 296, Talebetü't-Talebe 147, el-Velâyetü ale'1-Mâl 129.
[77] et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 296, el-Bahru'r-Râik 2/223.
[78] Bedâi' 7/225, Tekmüetü Fethi'l-Kadîr 2/7, Tekmiletü Reddi'l-Muhtâr 2/130.
[79] et-Ta'rîfatü'1-Fýkhýyye (Müceddidi) 296, Bahru'r-Raik 2/223.
[80] el-Hidâye maa Fethi'l-Kadîr 8/207, Keþþâfti'1-Kýnâ' 3/411, Ni-hâyetü'l-Muhtâc 4/305, el-Hýraþî 5/262.
[81] Keþþâfü Istilâhâti'l-Fünün 2/503, et-Tâ'rifâtü'1-Fýkhýyye 296, el-Velâyetü ale'1-Mâl 130.
[82] el-Fetâva'1-Hindiyye 2/336, ed-Dürrül-Muhtâr 4/480, Düre-rü'1-Hükkâm 3/33, Mecelle m. 1091, Mürþidü'l-Hayerân m. 169, Mecelle (Hanbelî) m. 1800.
[83] et-Ta'rîfât (Cürcânî) 56, et-Tevkîf 344, Keþþâfü Istilâhâti'1-Fü-nûn 2/502, Reddü'I-Muhtâr 4/263, Mürþidü'l-Hayerân m. 852.
[84] Bedâi' 7/225, Tekmiletü Fethi'l-Kadîr 7/2, Kurratýý Uyûni'l-Ahbâr 2/130.
[85] el-Misbâh 2/430, el-Muðrib 2/12, el-Fetâva'1-Hindiyye 17174, Mecma'ul-Enhur 1/194, ez-Zerkânî 2/106, el-Bahru"r-Râik 2/223, Reddül-Muhtfir 2/9.
[86] Tehzîbü'l-Esmâ 1/107, Tahriru Elfâzi't-Tenbîh 120, et-Tevkîf 344, Mefâtihu'1-Ulûm 79, el-Ahkâmu's-Sultâniyye (Ebu Ya'lâ) 235, el-Ahkâmu's-Sultâniyye (Mâverdî) 199, Reddü'l-Muhtâr 4/308, Cevâhiru'1-ÝklÜ 1/256.
[87] el-Muðrib 2/347, et-Tevkîf 345, Ta'rîfât (Carcânî) 56, el-Mis-bâh 2/813, Tekmiletü Fethi'l-Kadîr 9/204, Nihâyetü'l-Muhtâc 7/298, Metâlibu Uli'n-Nuhâ 6/75, Kifâyetü't-Tâlib 2/237.
[88] el-Misbâh 1/10, et-Tevkîf 37, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhiyye 160, Keþ-þâfu Istýlâhâti'I-Pünûn 1783, el-Mevsûatu'1-Fýkhýyye 215.
[89] Ravdatü't-Tâlibîn 5/228, el-Muðnî 5/479, ed-Durrül-Muh-âr maa Reddi'l-Muhtâr 6/64, Mürþidü'l-Hayerân m. 602, Mecelle m. 422, 423.
[90] Tehzîbu'1-Esmâ 1/4, et-Tevkîf 36, el-Müfredât 10, Dürerü'l-Hükkâm 1/372, Mevâhibü'l-Celîl 5/389, eþ-ÞerhuVSaðîr 5/248.
[91] el-Misbâh 2/683, Dürerii'l-Hükkâm 1/376, Þerhu'l-MeceUe 2/476, Mecelle m. 414.
[92] Dürerü'l-Hükkâm 1/378, Mecelle m. 415.
[93] Mu'cemu Makâyîsü'1-Luða 1/74, et-Tevkîf 44, el-Müfredât 14, Tahrîra Elfâzi't-Tenbih 211, el-Misbâh 1/245, Rûhu'l-Meânî 3/170, Zâdü'l-Mesîr 17392.
[94] el-Kâmûsu'1-Muhît 1245, et-Tevkîf 104, Pevâtihu'r-Rahumût 1/156, Teysîný't-Tahrîr 2/248, Keþfu'l-Esrâr 2/249
[95] el-Misbâh 1/33, el-Muðrib 1/46, Keþþâfü Istýlâhâti'l-Funûn 2/1479, el-Mukaddimâtü'1-Mümehhidât 2/456, ez-Zevacir 1/267, el-Kavâid (Ýbn Receb) 35, Kalyûbî 3/180.
[96] el-Ahkâmu's-Sultâniyye (Mâverdî) 213.
[97] el-Kâmûsu'1-Muhît 1524, Reddü'l-Muhtâr 2/24, Ravzatü't-Tâlibîn 2/205, el-Muðnî 4/265.
[98] Mefhûmu'l-Mâl fi'1-Ýslâm (Dâvûdî).
[99] el-Misbâh 2/459, el-Emvâl (Ebu Ubeyd) 479, Ravzatü't-Tâli-bîn 2/205, 206, Reddii'l-Muhtâr 2/24, el-Muðnî (Ýbn Kudâme) 4/264.
[100] el-Misbâh 2/757, el-Muðrib 2/319, Talebetü't-Talebe 86, Ahkâ-mu'1-Kui'ân (Ýbn Arabî) 2/825, el-Mebsût 10/7, el-Hýraþî 3/128, el-Vecîz 1/288.
[101] el-Misbâh 1/18, el-Muðrib 1735, el-Matla' 237, Ta'rîfâtü'1-Cür-cânî 11, Enîsü'l-Fukahâ 295, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 168, Talebetü't-Talebe 166, Tebyînü'l-Hakâik 6/133, Mecelletü'l-Ahkâm (Hanbelî) m. 202.
[102] el-Misbâh 1/350, el-Muðrib 1/422.
[103] el-Muðrib 2/124, el-Misbâh 2/555, el-Müntekâ 1/41, Bahrur-Râik 7/169, Bedâi' 6/30, et-Ta'rîfât 395, 397, Mürþidii'1-Haye-rân m. 59, Mecelle m. 165, 1199.
[104] el-Misbâh 2/584, et-Tevkîf 547, el-Küüiyât 3/351, et-Ta'rîfât 404, el-Hýraþî 2/175, ed-Desûkî 17461.
[105] Fatýr 15
[106] Tevbe, 9/60
[107] Müfredat 586, el-Furûk 170, Ýhyâu Ulûmi'd-Dîn 1/291, el-Ýh-tiyâr 1/117, el-Muðnî 6/469, Nihâyetü'l-Muhtâç 6/151, Hâþiye-tÜ'd-Desûkî 1/492, el-Muhallâ 6/211.
[108] Nisa 11
[109] el-Misbâh 2/562, Tahrîru Elfazi't-Tenbîh 246, Sýbt Ýbn Mardî-nî 12, Reddü'l-Muhtâr 5/740, Mukaddime 1/451.
[110] el-Müfredât 571, et-Tevkîf 556, Mürþidü'l-Hayerân m. 312, 313, 431, 433, el-Medhalü'1-Fýkhî 2/673, Mecelle m. 109, 110, Bedâi' 4/218, Tahrîcü'I-Purû' 76.
[111] el-Misbâh 2/567, et-Ta'rîfât 412, el-Pârûk 3/269, el-Medhalü'l-Fýkhî 1/524, el-Hamevî 2/194, en-Nazariyyâtü'1-Âmme (ez-Zu-nûni 32.
[112] el-Misbâh 2/545, 585, ez-Zâhir 280, et-Tevkîf 568, el-Mtýðrib 1/114, Hilyetü'l-Fukahâ 160, et-Ta'rîfât 417, el-Mebsût 10/7, Muðni'l-Muhtâc 3/92.
[113] Müfredat 563, el-Misbâh 2/557, et-Ta'rîfât 408, el-Muðrib 2/127, et-Ttevkîf 552, ez-Zâhir 323.
[114] el-Muðrib 2/142, el-Misbâh 2/571, Hâþiyetu'þ-Þelebî 9/103, el-Bahru'r-Râik 6-160, el-MuhaM 2/160, el-Behce Þerhu't-Tuhfe 2/68, Muðni'l-Muhtâc 2/15.
[115] el-Misâh 2/578, et-Ta'rîf 416, AhkâmuVSultâniyye (Ebu Ya'lâ) 179, Bedâi' 5/236, eþ-Þerhu's-Sâðîr 1/218.
[116] m. 164
[117] Tehzîbu'1-Esmâ 2/57, ei-Misbâtý 2/529, el-Müfredât 535, el-Matla' 235, et-Ta'rîfât 86, el-Bahru'r-Raik 7/169, el-Petâva'l-Hayriyye 1/220, Dürerü'l-Hükkâm 1/113, Miyâre 2/39, Mevâ-hibül-CelÜ 4/472, Mecelle (Hanbelî) m. 209.
[118] el-Misbâh 2/540, ez-Zâhir 224, 31-Muðrib 2/110, HÜyetü'1-Fu-kahâ 142, Talebetü't-Talebe 147, Meþâriku'I-Envâr 2/134.
[119] el-Misbâh 2/541, el-Muðrib 2/110, et-Tevkîf 540, el-Külliyât 3/295, el-Müfredât 445, et-Ta'rîfât 87, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 400, el-Adevî 2/185, ed-Desûkî 1/461.
[120] el-Misbâh 2/545, el-Muðrib 2/114, el-MaÜa' 216, et-Tevldf 542, el-Külliyat 3/306, HUyetül-Fukahâ 160, Tahriru Elfazi't-Ten-bîh 316, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 417.
[121] el-Kâmûsu'1-Muhît 1475, el-Misbâh 2/534, el-Muðrib 2/102, et-Tâ'rîfâtü'1-Fýkhýyye 399.
[122] et-Tevkîf 536, Meþâriku'l-Envâr 2/131, Gurerul-Makâle 212, Zâdü'l-Me'âd 4/269, Ý'lâmu'l-Muvakký'în 1/358, el-Mebsût 13/194, el-Mühezzeb 1/262, Bedâi' 5/263.
[123] ez-Zâhir 294, Hilyetü'l-Fukahâ 164, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 397, Talebetü't-Talebe 18, el-Mecmû' Þerhu'l-Mühezzeb 6/207, el-Hýraþî 2/218, Nihâyetü'l-Muhtâc 6/154, 155, Musannef (Ýbn Ebi Þeybe) 3/207, Ravdatü't-TâUbîn 2/319, Tefsiru'l-Kurtubî 3/271, Metâlibu Uli'n-Nuhâ 2/143, el-Bahru'r-Râik 2/260.
[124] el-Misbâh 2/536, el-Muðrib 2/105, el-Matla' 274, Tahrîru Elfa-zi't-Tenbîh 210, et-Tevkîf 538, et-Ta'rîfât (Cürcânî) 86, Tehzî-bu'1-Esmâ 2/60, et-Ta'rîfatü'1-Fikhýyye 400.
[125] Meþâriku'l-Envâr 2/139, Gurem'l-Makâle 212, Bulðatü's-Sâ-lik 1/510, Tuhfetü'l-Muhtâc 4/389, Þerhu'l-Kebîr 3/169, Min-hatü'l-Hâlik ale'1-Bahri'r-Râik 6/35.
[126] Meþâriku'l-Envâr 2/134, el-Misbâh 2/541, el-Muðrib 2/110, Talebetü't-Talebe 80, Müfredat (er-Râgýb) 544, et-Ta'rîfâtü'l-Fikhýyye 402.
[127] el-Muðrib 1/171, el-Müfredât 156, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 197, Mecelle m. 941, Ýbn Arafe 313, el-Muðnî 4/508, el-Hýraþf 5/305, Kurratu Uyûni'l-Ahyâr 2/127, Muðni'l-Muhtâc 2/165.
[128] Þerhu Ganbi'l Elfâz 73, Meâlimu's-Sünen 5/20, el-Bidâye alal-Hidâye 6/544, Muhtasar Sünen Ebu Dâvût 5/20, Tebyînu'l-Hakâyýk 4/89.
[129] el-KâmÛsu'1-Muhît 1129, el-Müfredât 179, et-Tevkîf 287, el-Misbâh 1/174, el-Mülkiyye (Dr. Abbadi) 1/93.
[130] Talebetü't-Talebe 120, el-Muðrib 1/265, el-Mîsbâh 1/212, et-Tevkîf 323, Mürþidü'I-Hayerân m. 98, 99, 100.
[131] el-Misbâh 17212, el-Muðrib 1265, el-Müfredât 221, Ravzatü't-Tâlibîn 1/15, Nihâyetül-Muhtâc 517, Mevâhibü'1-Celü 5/125.
[132] Hac 78
[133] el-Misbâh 1/155, el-Muðrib 1/192, el-Müfredât 161, et-Tevkîf 273, Raf'ul-Harac (Salih Hamid) 42-50, ed-Dürrü'I-Mensûr 4/471.
[134] el-Muðrib 1/249, et-Tevkîf 312, ez-Zâhir 208, 222, el-Matla' 218, 237, Tahrîru Elfazi't-Tenbîh 322, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 275, el-Ahkâmu's-Sultâniyye 153, el-Ahkâmu's-Sultâniyye (Mâverdî) 142.
[135] el-Misbâh 1/202, el-Matla' 233, et-Tevkîf 313, el-Müfredât 212.
[136] el-Misbâh 17170, el-Muðrib 1/212, el-Müfredât 175, et-Tevkîf 284, el-Mevsû'atu'1-Fýkhýyye 9/9.
[137] el-Misbâh 1/190, el-Muðrib 1/235, et-Tevkîf 299, Hilyetü'1-Fukahâ 142, el-Matla' 249, Tebyînü'l-Hakâik 4/171, Keþþâfu'1-Kýnâ' 3/370, Minehu'l-Celîl 3/228, Nihâyetü'l-Muhtâc 9/408, Mürþi-dü'1-Hayerân m. 876, Mecelle m. 673, Mecelle (Hanbelî) m. 1155.
[138] Mürþidü'l-Hayerân m. 879, Mecelle m. 678, Tebyînü'l-Hakaik 4/173, Dürerü'l-Hükkâm 217.
[139] Tebyînü'l-Hakâik 4/173, Bedâi' 7/343, Dürerü'l-Hükkâm 217, Mecelle m. 679.
[140] el-Müfredât 793, el-Bedâi' 7/164, el-Behce Þerhu't-Tuhfe 2/344.
[141] el-Misbâh 1/172, el-Muðrib 1/213, el-Müfredât 178, et-Tevkîf
[142] el-Muðrib 1/195, Gurerü'l-Makâle 243, en-Nuzumü'1-Mus-' ta'zeb 1/366, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 262, 470, el-Muðnî 8/249, Ravzatü't-Tâlibîn 10/121, Pethu'l-Kadîr 5/142, eþ- Þerhu's-Sa-ðîr 4/477.
[143] el-MÝsbâh 1/22 el-Muðrib 1/275, et-Tevkîf 330, el-Matla' 262, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 285.
[144] el-Misbâh 1/221, et-Muðrib 1/276, et-Matla' 243, Tehzîbü'1-Es-mâ ve'I-Luðât 1/100, Hüyetül-Pukahâ 124, et-Ta'rîfâtü'1-Fýk-hýyye 283, el-Hýyâr ve Eseruhû fý'1-Ukûd 1/42.
[145] el-Misbâh 2/842, et-Tevkîf 737, el-Muðnî 5/591, Ravdatü't-Tâ-libîn 5/364, Þerhu Ahkâmi'þ-Þer'iyye 2/230, Mecelle m. 833, 834, 835.
[146] el-Kâmûsu'1-Muhît 1647, el-Misbâh 1/185, el-Muðrib 1/229, Vefâu'1-Vefâ 3/1087, Umdetü'1-Kârî 12/213, Metâlibu Uli'n-Nühâ 2/388.
[147] el-Kâmûsu'1-Muhît 95, el-Misbâh 1/163, el-Ahkâmu's-Sultâ-niyye (Mâverdî) 240, Ebu Ya'lâ 266, Ýthâfu's-Sâdeti'l-Mütte-kîn (Zebîdî) 7/14, Maâlimu'l-Kurbe 7.
[148] el-Kulliyât 2/187, es-Sýhâh 3/875, el-Behce 17168, Mevâhibü'l-Celîl 6/222, Kifâyetü't-Tâlibi'r-Rabbânî 2/340.
[149] el-Misbâh 1/216, el-Muðrib 1/270, Mürþidü'l-Hayerân m. 708, el-Hamevî 1/320, Reddü'l-Muhtâr 4/15, Fethül-Ali el-Malik 2/250, Muallimetü'l-Fýkhý'l-Mâlikî 196, el-Örf ve'1-Amel fî'l-Mezhebi'l-Mâlikî 468.
[150] el-Misbâhu'1-Müaîr 1/217, et-TaVîfâtü'1-Fýkhýyye 282.
[151] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 6/125, el-Misbâh 2/831, el-Müfre-dât 526, Meþâriku'l-Envâr 1/291, Tahrîrul-Kelâm ü Mesâili'l-Ýltizâm (Hattâb) 153.
[152] el-Misbâh 1/408, el-Muðrib 1/478, el-FurÛk (Askeri) 204.
[153] Kâmûsul-Muhýt 1623, el-Misbâh 1/8, Mebâdiu tlmil-Mâliye 237, Maliyyetü'd-Devle ve'1-Heyeâtü'l-Mahalliye 253.124
[154] el-Muðrib 2/41, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 243, el-MaÜa' 314, et-Tevkîf 502, Talebetü't-Talebe 63, Hilyetü'l-Fukahâ 208, et-Ta-rifatu'l-Fýkhýyye 372.
[155] el-Misbâh 2/446, el-Muðrib 2/25, en-Nuzumü'1-Musta'zeb 110, Hâþiyetü'l-Kalyûbî 4/350, el-Eþbâh ve'n-Nezâir 88, Kavâidü'l Ahkâm 1/179, Kavâid (Ýbn Receb) 183, el-Eþbâh ve'n-Nezair (Ýbn Nüceym) 193.
[156] En'am 119
[157] el-Misbâh 2/425, el-Müfredât 436, et-Tevkîf 71, Dürer 1/34, Ý'lâmu'l-Muvakký'în 3/31, el-Eþbâh ve'n-Nezâir (Suyûtî) 85, el-Eþbâh (Ýbn Nüceym) 594.
[158] el-Misbâh 2/803, el-MaÜa' 227, Ta'rîfâtü'l-Cürcânî 23, Talebe-tü't-Talebe 108, Fethu'l-Kadîr 2/344, el-Muðnî 3/561, el-Mec-mû' 7/165, Keþþâfü'1-Kýnâ' 3/148, el-Ýnsâf 4/260, el-Medhalül-Fýkhî 1/292.
[159] el-Kâmûsul-Muhît 634, Mefâtihu'1-UMm (Havârizmî) 86.
[160] Mu'cemu Mukâyîsi'1-Luða 4/204, el-Misbâh 2/527, et-Tevkîf 531, Neylü'l-Evtâr 5/207, Reddü'l-Muhtâr 4/279, Haþiye (De-sûkî) 3188, Keþþâfiýl-Kýnâ' 3/186.
[161] Mu'cemu Mekâyîsü'1-Luða 4/319, el-Misbâh 2/487, el-Matla' 255, el-Mühezzeb 2/164, el-Mukaddimât 2/307, Kalyûbi 4770, et-Tahrîr ve't-Tenvîr 3/96.
[162] Tehzîbu'1-Esmâ vel-Luðat 2/4, Talebetü't-Talebe 63, et-Ta'rî-fât (Cürcânî) 79, el-Muðrib 2/41, et-Tevkîf 502, Hadâyetü'l-Fukahâ 208.
[163] el-Muðrib 2/64, es-Sünenü'1-Kübrâ (Beyhakî) 6/179, Mevâhi-bü'1-Celîl 6/63.
[164] el-Misbâh 2/323, Bedâi' 6/42, Minehu'1-Celü 4/607, Þerhu Münteha'l-Ýrâdât 3/112.
[165] el-Misbâh 2/323, Esasü'l-Belâða 317, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 42, el-Muðrib 2/89, Meþâriku'l-Envâr 2/105.
[166] el-Misbâh 1/82, et-Ta'rîfât 2, et-Tevkîf 27, el-Kavâid 1/73, Fe-vâtihu'r-Rahumût 1/112, Mecelle m. 836.
[167] el-Misbâh 17314, el-Muðrib 17381, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 121, Hilyetü'l-Fukahâ 164, el-Bedâi' 2/46, Reddü'l-Muhtâr 2/61, ed-Desûkî 17456, el-Mecmû' 2/205, el-Ahkâmu's-Sultâniyye 121, Tuhfetü'l-Muhtâc 7/160, Tefsînýl-Kurtubî 8/10.
[168] el-Misbâh 1/60, el-Muðrib 1765, Talebetü't-Talebe 43, Reddü'l-Muhtâr 4/276, Bidâyetü'I-Müctehid 2/153, Mecelle m. 1536, Mürþidü'l-Hayerân m. 232
[169] Tevkif 30, el-Ýhtiyâr 2/15, Metâlibü Uli'n-Nühâ 3/231, Kalyû-bî ve Ainîra 2/191, 198-3/33, 177-4/44.
[170] Esâsü'l-Belâga 21, el-Mu'cemu'1-Vasît 1754.
[171] el-Misbâh 1/64, el-Muðrib 1/77, Tahrîru Elfâzi't-Tenbih 215, Keþþâfu Istüâhâti'l-Fünûn 1/136, el-Mühezzeb ve'n-Nuzu-mü'1-Musta'zeb 1/285, el-Bedâi' 6/87, el-Hýraþî 4/424, Münte-ha'1-îrâdât 1/460.
[172] el-Muðrib, 1/28, Tehzîbu'1-Esmâ ve'1-Luðât 1/4, et-Ta'rîfât 8, el-Bedâi' 4/174, ed-Dürrü'1-Muhtâr 4/6, Kavâidü'l-Ahkâm 2/78, Mecelle m. 421, Mürþidü'l-Hayerân, m. 578.
[173] el-Medhalü'1-FýkM (Zerkâ) 1/569.
[174] el-Misbâh 1/725, el-Muðrib 2/289, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 159, Dürerü'l-Hükkâm 17374, Þerhu'l-Mecelle 2/474, Mecelle m. 526.
[175] Fethu'1-Azîz 12/205, el-Eþbâh ve'n-Nezâir 281, eþ-Þerhu'1-Kebîr 4/3 Miyâre 2/98, Keþfu'1-Kýnâ' 4/26.
[176] el-Ta'rîfâtül-Fýkhýyye 159, Dürerü'l-Hükkâm 1/3741, Þerhu'l-Mecelle 2/473, Mecelle m. 406.
[177] m. 440
[178] el-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 159, Dürerü'l-Hükkâm 1/375, Þerhu'I-Mecelle 2/474, Mecelle m. 408.
[179] Reddü'l-Muhtâr 3/397, el-Fetâva'1-Hâniyye 3/333, Mürþidü'l-Hayerân m. 687.
[180] el-Misbâh 1/140, el-Muðrib 1/168, et-Ta'rîfât 159, Reddü'l-Muhtâr 4/140, Kavâidu'1-Fýkh 53, Mürþidü'l-Hayerân m. 335.
[181] Mekâyîsül-Lüða 1/455, es-Sýhâh 1/40, Esâsü'l-Belâða 58, el-Mu'teber (Zerkeþi) 303, Fevâtihu'r-Rahumût 1/104
[182] Tâcü'1-Arûs 3/322, el-Misbâh 1/245, Rûhul-Me'ânî 3/170, Zâ-dü'1-Mesîr 1/392.
[183] el-Misbâh 1/228, en-Nuzumü'1-Musta'zeb 1/349, Mekâyîsü'l Lüða 2/269, el-Muðrib 1/286, Neylü'l-Evtâr 5/240, Hâþiyetü'l-Kalyûbî 3/64.
[184] el-Misbâh 2/578, el-Muðnî 4/407, Bidâyetül-Müctehid 2/284, ez-Zerkânî alâ Halîl 5/261.
[185] el-Misbâhu'1-Münîr 2/560, Esne'l-Metâlib 4/331, Reddü'l-Muhtâr 3/361, Bedâi' 9/2112.
[186] el-Misbâh 2/541, Esâsü'I-Belâða 327, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 185, el-Muðrib 2/110, Meþâriku'l-Envâr 2/134.
[187] el-Misbâh 2/546, Esâsü'I-Belâða 330, el-Muðrib 2/115, Müfredat (Râgýb) 549.
[188] el-Misbâhu'1-Münîr 1/198, el-Muðnî 9/237, ed-Desûkî ala Þerhi'1-Kebîr 2/510.
[189] Talebetü't-Talebe 80, el-Muðrib 1/262, el-Misbâhu'1-Munîr 17210.
[190] Meþâriku'l-Envâr 1/237, el-Furûk (Askerî) 48, el-Furûk (Ka-râfî) 4/24, el-Lü'lüü ve'1-Mercân 12.
[191] el-Misbâh 1/157, el-Muðrib 1/194, Talebetü't-Talebe 77, Red-dü'I-Muhtâr 3/194, Muðni'l-Muhtâc 4/164, Mürþidü'l-Hayerân m. 72, Mecelle m. 1248.
[192] el-Misbâh 1/175, Tehzîbu'1-Esmâ 1/68, el-Muðrib 1/217, Tahrî-ra Elfâzi't-Tenbîh 168, Reddü'l-Muhtâr 5/20, el-Muðnî 4/244, Nihâyetü'l-Muhtâc 2/456, eþ-Þerhu's-Sâðîr 1/639.
[193] el-Matla' 375, en-Nuzumü'1-Musta'zeb, 2/277, eþ-Þerhu's-Sa-ðîr 4/476, Tebyînü'l-Hakâik 3/217, Kalyûbî 3/26.
[194] Müfredat 163, Kalyûbî 4/215, el-Bahru'r-Râik 3/143
[195] el-Misbâh 1/205, el-Mensûr (Zerkeþî) 3/234, el-Kavâicl (Ýbn Receb 192, el-Mülkiyye (Abbâdî) 17160.
[196] el-Misbâh 1/166, el-Muðrib 1/204, et-Ta'rîfatü'1-Fýkhýyye 161, Mu'cemu Luðatil-Fukahâ 45, Reddü'l-Muhtâr 2/216.
[197] et-Ta'rifâtü'1-Fýkhýyye 161, el-Maðrib 1/211, Mu'cemu Luðatil-Fukahâ 46.
[198] el-Kâmûsu!l-Muhît 236, et-Tevkîf 263, el-Eþbâh ve'n-Nezâir (Suyûtî) 88, el-Eþbâh ve'n-Nezâir (Ýbn Nüceym) 100, el-Muvâ-fakât 2/11, el-Mensûr fi'1-Kavâid 2/54, el-Medhalü'1-Fýkhî 2/997, Mecelle m. 32.
[199] Sad 44
[200] el-Misbâh 1/190, el-Hamevî 2/291, Î'lâmu'l-Muvakký'în 2/252, el-Muvâfakât 2/387, el-Fetâva'1-Hindiyye 6/390.
[201] el-Purûk (Ebu Hüâl Askerî) 118, el-Misbâh 1/221, Keþfu'1-Esrâr 4/383, Teysîru't-Tahrîr 2/290, 308.
[202] el-Misbâh 1/189, et-Tevkîf 39, Ta'rîfâtü'l-Cürcânî 9, el-KüIli-yât 1770, el-Buhflrî 1727, Ref ul-Harâc (Dr. Salih Hamid) 332.
[203] el-Kâmûsu'l-Muhît 206, el-Misbâh 2/713, Reddü'l-Muhtâr 5/277, Mevâhibü'l-Celîl 6/2, Mecelle m. 192, 1051, Mecelletü'l-Ahkâmi'þ-Þer'iyye m. 1783, 1784.
[204] el-Misbâhu'1-Münîr 2/630, el-Matla1 238, el-Bahru'r-Râik 6/110, Mecma'ul-Enhur 2/354, el-Hýraþî 5/169, el-Ümm 3/67.
[205] el-Misbâh 2/643, el-Muðrib 2/217, Mürþidü'l-Hayerân m. 286, 289, el-Bennânî 1/72, et-Temhîd (tsnevî) 27, et-Telvîh ale't-Tavzîh 3/226, Keþfu'l-Esrâr alâ UsûÝÝ Pezdevî 4/384, Fethu'l-Gýfar 3/119.
[206] el-Misbâh 2/614, Reddü'l-Muhtâr 3/392, Mefâtihu'1-Ulûm (Havârizmî) 86, el-Ahkâmu's- Sultâniyye (Maverdî) 190.
[207] Furkân 67
[208] Bakara 236
[209] el-Mufredât (Râgýb) 592, el-Misbâh 2/590, Esasü'l-Belâða 354.
[210] el-Misbâh 2/626, el-Muðrib 2/198, el-Muðnî 4/249, el-Bahru'r-Râik 2/225, el-Vecîz 1/79, Cevâbiru'l-Ýklîl 1/117, 138.
[211] Tevbe 34
[212] el-Misbâh 2/656, el-Muðrib 2/234, et-Tfevkîf 611, el-Mecmû' (Nevevî) 6/13, Tefsir (Taberî) 10/120, Ahkâmu'l-Kui'ân (Ýbn Arabi) 2/918, 921, Ýhyâu Ulûmi'd-Dîn 1/275.
[213] el-Misbâh 2/610, el-Eþbâh ve'n-Nezâir (Ýbn Nüceym 314, Red-dül-Muhtâr 2/444, el-Medhalü'1-Fýkhî (Zerkâ) 1/533.
[214] el-Misbâh 2/609, el-Müfredât 610, Kavâidü'l-Ahkâm 2/174 er-Rûh 320, 347.
[215] el-Misbâh 2/626, en-Nuzumü'1-Müsta'zeb 1/160, Haþiye (De-sûkî) 3/47, Tebyînü'l-Hakâik 1/290, el-Hýraþî 2/168, el-Mühez-zeb 1/160, el-Muðnî 2/690, Nihâyetü'l-Muhtâc 3/456
[216] el-Ta'rîfâtü'l-Fxkhýyye 176, el-Misbâh 2/612, el-Ýhkâm (Âmidî) 1749, Feyzü'l-Kadîr 4/26, Fethu'1-Bârî 4/306, el-Kavânînu'l-Fýkhýyye 294.
[217] el-Misbâh 2/666, el-Mebsût 24/48, Reddü'l-Muhtâr 5/80
[218] el-Kâmûsu'1-Muhît 1494, el-Misbâh 2/669, Fethu'1-Ali el-Mâ-lik li AUþ 1/217, el-Mensûr fil-Kavâid 3/392, el-îltizâmat fi'þ-Þer'il-Ýslâmî (Ahmed Ýbrahim) 21.
[219] Mu'cemu'l-Mustalâhâti'l-îktisâdiyye 124, 240.
[220] el-Misbâh 2/699, el-Müfredât 713, Müslim 4/2273, Akdiyetü'r-Resûl 504.
[221] el-Misbâh 2/502, Tehzîbu'1-Esmâ ve'l-Luðât 2/27, Mürþidü'l-Hayerân m. 262, Mecelle m. 104, el-Medhalü'1-Fýkhî 1/293.
[222] el-Kâmûsu'1-Muhît 179, el-Misbâh 2/772, el-Medhalü'1-Fýkhî (Zerkâ) 1/430, Tebyîmý'l-Hakâik 9/254.
[223] el-Misbâh 2/755, el-Furûk (Askerî) 283, Mürþidü'l-Hayerân m. 335, Reddü'I-Muhtâr 3/167, el-Mecmû' (Nevevî) 9/202.
[224] el-Kâmûsu'l-Muhît 329, Mu'cemu Makâyîsi'1-Luða 4/503, el-Medhalü'l-Fýkhî (Zerkâ) 1/524, el-Hamevî 2/194, el-Bedâi' 5/238, el-Furûk (Karâfî) 3/269, Þerhu'l-Mecelle (Atâsî) 2/223.
[225] el-Misbâh 2/722, Usulü'l-Ýktisâdi'l-Ýslâmî 85.
[226] Mürþidü'l-Hayerân m. 13
[227] el-Misbâh 2/757, el-Müfredât 765, el-Furûk (Karâfî) 17187, el-Eþbâh ve'n-Nezâir (Ýbn Nüceym) 143, el-Medhalü'1-Fikhî el-Âmm (Zerkâ) 1/285.
[228] el-Misbâh 2/614, el-Hýraþî 5/55, ez-Zerkânî ala Halil 5/60, Teb-yînü'l-Hakâik 4/144, Tenbîhu'r-Rukûd (Ýbn Âbidîn) 2/60, Dü-rerü'l-Hükkâm 1/108.
[229] Bakara 250
[230] Müfredat 758, el-Furûk 196, el Misbâh 2/749.
[231] el-Kâmûsu'1-Muhît 362, Ta'rîfât 11, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 167, el-Furûk (Askerî) 117-120, el-Medhal (Zerkâ) 1/352, el-Bahru'r-Râik 3/322, el-Buceyrimî 4/5,
[232] el-Tasarrufât ve'1-Vakai'uþ-Þer'iyye (Dr. Muhammed Zeki Ab-diH-Berr) 25.
[233] el-Kâmûsu'l-Muhît 361, Esâsvt'l-Belâða 164, Reddu'l-Muhtâç 3/266, 276, Metâlibü Uli'n-Nühâ 4/278, el-Fetâva'1-Mehdiyye 2/247.
[234] el-Misbâh 1/277, el-Bahru'r ^âik 6/148, el-Behce 2/251, Mür-þidü'l-Hayerân m. 37.
[235] Müfredat 282, el-Muðrib 1/328, el-Misbâh L/268, el-Fumk (Askerî) 160, 161.
[236] el-Misbâh 1/331, Þerbu Münteha'l-Ýrâdât 3/122, el-Mühezzeb 1/449, ez-Zâhira 1/152, el-thtiyâr 3/131, 4/17.
[237] el-Misbâh 1/100, el-Muðrib 1/115, el-Mu'cemu'1-Vasît 95, Esâ-sü'I-Belâða, Mu'cemu Luðâti'l-Fukahâ 42.
[238] Tehzîbu'l-Esmâ 1/148, el-Mufredât 337, et-Ta'rîfât 18, et-Tev-kîf 61, 403, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 177, Düstûru'l-UIemâ 1/111, Ahkâmu'l-Kui'ân 1/323, Fetâvâ Ýbn Teymiyye 137.
[239] el-Misbâh 2/841, el-Bahru'r-Râik 5/103, Kalyûbî 3/26.
[240] el-Misbâh 2/839, el-Muðnî 9/527, el-Bedâi' 4/123, Müstedrek 2/19.
[241] el-Misbâh 1/34, Reddü'l-Muhtâr 3/247, Mevâhibil'l-Celîl 4/470, Keþþâfu'1-Kýnâ' 3/212, ed-Desûkî 3/140, Tuhfetü'l-Fukahâ 2/136, Ravzatü't-Tâlibîn 3/470, el-Kavânînu'1-Fýkhýyye 226.
[242] el-Müfredât 51, Reddü'l-Muhtâr 2/21, el-Hýraþî 7/15, Kalyûbî 3/97, 80, el-Muðnî 4/534.
[243] el-Misbâh 1/114, Bsasül-Belâða 53.
[244] el-Kâmûsu'1-Muhît 463, 464, Esne'l-Metâlib 2/3, el-Müdewe-ne 4/292, Reddü'l-Muhtâr 4/12', el-Muharrer 1/298.
[245] el-Misbâh 2/834, Reddü'l-Muhtâr 4/276, Fethu'l-Kadîr 6/310.
[246] el-Misbâhu'1-Münîr 2/541, el-Muðrib 2/110, el-Mülkiyye 1724 Þerhu'l-Mecelle (Atâsî) 2/12.
[247] el-Misbâh 1/190, Nihâyetü'l-Muhtâc 1/230, el-Muðnî 1/72, Fethul-Kadîr 1/139, Muðni'l-Muhtâc 2/65, Bedâi' 5/238, Rav-datü't-Tâlibîn 3/499, el-Fetâva't-Tarsûsiyye 266.
[248] el-Misbâh 1/174, el-Matla' 275, et-Tevkîf 56, et-Ta'rîfât 172, Reddü'l-Muhtâr 4/191, Hâþiyetü'l-Benânî 6/158, Mevâhibü'l-Celü 5/294, Dürerü'l-Hükkâm 1/624, Mürþidü'l-Hayerân m. 497.
[249] el-Kâmûsu'1-MuMt 484, Reddü'l-Muhtâr 3/391, Mürþidü'l-Hayerân m. 700, Kânûnu'1-Adl ve'1-Ýnsâf (Zerkâ) 40, el-Med-halü'l-Fýkhî (Zerkâ) 1/570, Minhatü'l-Hâlik alâ Bahri'r-Râik 5/220.
[250] el-Misbâh 2/788, el-Muðnî 5/288, Tebyînü'l-Hakâik 6/78, Mefhûmu'1-Mâl (Dâvudî) 15.
[251] el-Misbâh 2/230, el-Bahru'r-Râik 6/110, el-Ümm 3/67.
[252] el-Misbâh 17344, el-Muðrib 1/417, el-Muðnî 6/25, Nihâyetül-Muhtâc 6/67, Hâþiyetü'd-Desûkî 2/396, el-Eþbâh 2/157, el-Medhalü'l-Fýkhî (Zerkâ) 17534.
[253] el-Kâmusul-Muhît 360.
[254] el-Misbâh 1/328, ez-Zâhir 427, el-Hidâye 3/378, Reddu'1-Muh-târ 315, el-Adevî 8/126.
[255] el-Kâmûsu'1-Mtýhît 458, el-Mu'cemu'1-Vasît 100, el-Keþþâf (Ze-mahþerî) 1/500, Mecelle m. 946.
[256] el-Muðrib 1/484, Talebetü't-Talebe 109, el-Mebsût 12/138, FethuT-Kadîr 5/355, el-Bedâi' 5/2, Mecelle m. 388.
[257] el-Misbâh 1/367, Esnel-Metâlib maa Hâþiyetfr-Remlî 3/163.
[258] el-Misbâh 1/95, el-Bedâi' 7/164, el-Furûk 4/74, el-Mensûr 2/190 Dürerü'l-Hükkâm 2/452, Mecelle m. 887, 888.
[259] Mecelle m. 887, Dürerü'l-Hükkâm 2/452, Þerhu'l-Mecelle (Atâsî) 3/411, el-Kavâid 204.
[260] Mecelle m..88S, el-Fýýrûk 4/27, el-Kavâid (Ýbn Receb) 204.
[261] Tarifât 7, el-Misbâh 1/128, el-Bahru'r-Râik 1738, Reddü'l-Mutýtâr 9/20 Ravzatü't-Tâlibin 7/36, er-Rahûnî 3/191, Metâli-bü Uli'n-Nühâ 3/7, Fethu'l-Kadîr 5/78, el-Bedâi' 2/194.
[262] et-Tevkîf 31, t-1-Ýltizâmât fi'þ-Þer'il-Ýslâmî 227.
[263] el-Misbâh 1/247, Mebdeu'r-Rýzâ fý'1-Ukûd 2/1202, el-Medha-lü'1-Fýkhi'l-Âmm 1/330.
[264] Misbâh 2/433, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 182, Teysîrü't-Tahrîr 1/129.
[265] Kâmûsu'l-Muhît 1306, Esâsül-Belâða 198, Hâþiyetü'l-Kalyû-bî 4/138, el-Eþbâh ve'n-Nezâir 86, Þelebî 1/248, el-Bedâi' 1/324.
[266] el-Misbâh 1/15, el-Kulliyât 1799, Keþþâfu Istýlâhâti'l-Fünûn 1/93, 113, Kavâidü'l-Ahkâm 2/73, Medâýicü's-Sâlikîn 1/388, el-Eþbâh ve'n-Nezâir 142, Mecelle m. 67.
[267] el-Misbâh 2/588, el-Mtýðrib 2/156, ei-Matla' 249, et-Tevkîf 570, el-Külliyât 9/4, el-Müfredât 591, et-Ta'rîfât 422.
[268] m. 102
[269] el-Misbâh 2/587, et-Ta'rîfât 423, el-Medhalü'l-Fikhî 1/292, el-Ýnsâf 260, el-Muðnî 3/561, Keþþâfü'1-Kmâ' 3/148.
[270] Mu'cemu Mekâyisi'1-Luða 5/50, el-Muðrib 2/107, el-Müfredât 590, Meþârikul Envâr 2/170, el-Kavânînu'1-Pýkhýyye 328, el-Bedâi' 5/148, el-Ýþâre ilet-îcâz 106, el-Behce Þerhu't-Tuhfe 1/168.
[271] Reddü'l-Muhtâr 4/574, el-Fetâva't-Tarsûsiyye 251, Mecma'uz-Zamânât 214, el-Eþbâh ve'n-Nezâir 208, Mecelle m. 299.
[272] el-Fetâva't-Tarsûsiyye 251-257, Reddü'l-Muhtâr 4/573, Mecma'ýýz-Zamânât 213, Mecelle m. 298.
[273] el-Misbâh 2/612, el-Muðrib 2/174, el-Külliyât 1/88, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 331, et-Tevkîf 525, et-Ta'rîfât 432, el-Kavânî-mý'I-Fýklýýyye 294.
[274] Dirâsât fî Usûli'l-Müdâyenât (Dr. Nezih Hammad) 237-276.
[275] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 5/71, el-Muðrib 2/169, Tahrîru El-fâzi't-Tenbîh 192, et-Tevkîf 580, Nihâyetü'l-Muhtâc 4/218, Es-nel-Metâlib 2/141, Keþþâfü'l-Kmâ< 3/298, Kifâyetü't-Taübi'r-Rabbânî 2/150, Reddü'l-Muhtâr 4/171, Mürþidü'l-Heyerân m. 796, Mecelle (Hanbelî) m. 723, 725.
[276] Reddü'l-Muhtâr 3/391, Mürþidü'l-Hayerân m. 706, 707, el-Medhal ilâ Nazarriyyeti'l-îltizâm 43.
[277] el-Misbâh 2/648, et-Tevkîf 606, Tarifât (Cürcânî) 98.
[278] el-Misbâh 2/649, el-Matla' 249, Talebetü't-Talebe 139, el-Müf-redât 656, et-Tevkîf 607, el-Kavânînül-Fýkhýyye 354, Tebyî-nü'1-Hakâik 4/146, el-Muhallâ 8/111, eþ-Þerhu'1-Kebîr 5/71, Nihâyetü'l-Muhtâc 4-443, Þerhu Münteha'l-îrâdât 2/245, Mecelle m. 612, Mürþidü'l-Hayerân m. 839.
[279] Dürerü'l-Hükkâm 1/231, Mecelle m. 623.
[280] et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 444, Dürerü'l-Hükkâm 1/625, 179 Mecelle m. 617.
[281] Dürerü'l-Hükkâm 1/606, Mürþidü'l-Hayerân m. 846, Mecelle m. 636.
[282] el-Misbâh 2/656, en-Nuzumü'1-Müsta'zeb 1/164, el-Muðrib 2/234, el-Matla' 234, et-Tevkîf 611, el-Müfredât 664, et-Ta'rî-fâtü'l-Fýkhýyye 449.
[283] el-Misbâh 2/644, Tebyînü'l-Hakâik (Zeyle'î) 4/143, Tenbîhu'r-Rukûd 2/60, Dürerü'l-Hükkâm 1/108.
[284] el-Misbâh 3/195, el-MaÜa' 235, Tehzîbu'1-Esmâ ve'1-Luðat 2/114, el-Külliyât 4-122, et-Tevkîf 603, el-Müfredât 648, et-Ta'rîfât 97, et-Ta'rîfâtü'1-Fikhýyye 442, el-Ýktisâb 16, 32, 36, el-Âdâbu'þ-Þerýyye 3/278, Minhâcü'l-Yakîn 370.
[285] el-Kâmûsu'1-Muhît 597, Gureru'l-Makâle 264, el-Külliyât 4/4, et-Ta'rîfât (Cürcânî) 95, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 434, Tefsîru Bahri'l-Mubit 2/157, Fetâvâ Ýbn Teymiye 28/76, 32/220, el-Adevî 2/416.
[286] ez-Zâhir 247, el-Misbâh 2/600, et-Tevkîf 577, Hilyetü'l-Fukâhâ 147, et-Ta'rîfât 326, el-Mühezzeb 1/392, el-Hýraþî 4/425, Red-dü'1-Muhtâr 4/504, el-Ýnsâf 5/428, Mecelle (Hanbelî) m. 1775.
[287] et-Tevkîf 582, Talebetü't-Talebe 120, ol-Müfredât 608, el-Bah-ru'r-Râik 8/167, Fethu'l-Kadîr 8/347, Mecelle m. 1114, 115, Mecelle (Hânbelî) m. 1789.
[288] Mecelle m. 1112
[289] Fethu'l-Kadîr 8/258, Mecelle (Hanbelî) m. 1781.
[290] Mecelle m. 1121
[291] Fethu'l-Kadîr 8/357, Mecelle (Hanbelî) m. 1780.
[292] el-Misbâh 2/629, et-Ta'rîfâtü'I-Fýkhiyye 438, Reddü'l-Muhtâr 4/171, Dürerü'l-Hükkâm 1/105, 3/109, Mürþidü'l-Hayerân m. 399, Mecelle m. 146, 1119, Mecelle (Hanbelî) m. 194.
[293] el-Misbâh 2/629, el-Matla' 403, et-Ta'rifâtül-Fýkhýyye 244, Reddü'l-Muhtâr 4/51, Edebul-Kadâ 426, Mürþidü'l-Hayerân 414, Mecelle M. 154, Mecelle (Hanbelî) m. 175.
[294] el-Misbâh 2/743, el-Matla' 264, el-Külliyât 4/129, et-Ta'rîfâ-tü'1-Fýkhýyye 441, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 220, Mevâhibü'1-Ce-lîl 5/389, eþ-Þerhu's-Saðîr (Derdîr) 5/248.
[295] el-Havâle (Dr. Ýbrahim Abdülhamid) 236.
[296] et-Ta'rîfâtül-Fýkhýyye 427, el-Muðrib 2/170, Hüyetü'l-Fukahâ 208, Metâlibu Uli'n-Nuhâ 6/560, Nihâyetü'l-Muhtâc 8/272, Muðni'l-Muhtâc 4/321, el-Fetâva'l-Hindiyye 5-217.