L. 7

Lukata. 7

Lüzûmýpl-Akd. 7

M... 7

Ma'cûzu't-Teslîm.. 7

Ma’din. 7

Ma'dûm.. 7

Ma'lûm.. 8

Mâl 8

Maslahat 8

Masrif 8

Matl 9

Mechûl 9

Mecra. 9

Mýn. 9

Meks. 9

Melâe. 10

Memlûk. 10

Menfa'at 10

Menkûl 10

Meþakkat 10

Meþeddü’l-Meseke. 11

Meþgul 11

Me'ûnet 11

Mevârîs. 11

Milk. 12

el-Milkül-Mutlak. 12

el-Milkü'n-Nâkýs. 12

el-Mîlküt-Tâm.. 12

Minha. 12

Misl 13

Mislî 13

Mu'âtât 13

Mu'âveme. 13

Mu'âveza. 14

Mudârabe. 14

Muðârese. 14

Muhâbât 15

Muhâbera. 15

Muhâkale. 15

Muhârace. 15

Muhatara. 15

Mukadderat 16

Mukâssa. 16

Mukâyeda. 16

Murabaha. 16

Murâdât 16

Mursad. 17

Musâkât 17

Musâna'a. 17

Muvâ'ade. 17

Muzara'a. 18

Mubah. 18

Müellefetü Kulûbihim.. 18

Mühâyee. 18

Mükâtebe. 19

Mülâmese. 19

Mülâzemet 19

Münâbeze. 20

Münâceze. 20

Münâseha. 20

Mümâkese. 20

Müsadere. 21

Müsâveme. 21

Müstersil 21

Müþâ. 22

Müþâhere. 22

Mütekavvim.. 22

Müvâsebe. 22

Müzâbene. 22

Müzayede. 23

N.. 23

Nâçiz. 23

Nadd. 23

Nafaka. 24

Nafýk. 24

Nakd. 24

Naks. 24

Necþ. 25

Nefâzü'l-Akd. 25

Nehb. 25

Nema. 25

Nemûzec. 26

Nesîe. 26

Nez'ul-Mülkiyyeti’l-Cebrî 26

Nisâb. 26

Nisâr 26

Nîtâc. 26

Ö.. 27

Örf 27

R.. 27

Radh. 27

Râtib. 27

Re'sü'l-Mâl 27

Redd. 28

Reddü'l-Mezâlim.. 28

Rehn. 28

Resm.. 28

Rýzâ. 29

Rýzk. 29

Ribâ. 29

Ribh. 30

Rihan. 30

Rikâz. 30

Risale. 30

Riþvet 31

Rukbâ. 31

Rüþd. 31

S. 32

Sâ'î 32

es-Sabiyyü'l-Mümeyyîz. 32

Safka. 32

Sâibe. 32

Sarf 33

Savâfî 33

Sayd. 33

Sayrafe. 33

Sebak. 33

Seddü'z-Zerâr 34

Sefeh. 34

Seleb. 34

Selef 35

Selem.. 35

Semen. 35

Semsera. 35

Serika. 36

Sevm.. 36

Sýhhatü'l-Akd. 36

Sýna'at 37

Sýða. 37

Si'r 37

Sil'a. 37

Siyâset 38

Suht 38

Sükût 38

Sulh. 38

Sûriyya. 39

Süftece. 39

Süknâ. 39

Þ. 40

Þahsiyyet 40

eþ-Þart 40

eþ-Þartlpl-Ca'lî 40

eþ-Þartu'l-Cezâî 40

eþ-Þartu'þ-Þer'î 41

Þerike. 41

Þeriketü'l-Cebr 41

Þeriketipd-Deyn. 42

Þeriketü'l-A'mâl 42

eþ-Þeriketü'l-Cebriyye. 42

Þeriketü'l-Ebdân. 42

Þeriketü'l-Emvâl 43

eþ-Þeriketü'l-Ýhtiyâriyye. 43

Þeriketü'l-Ayn. 43

Þeriketü'l-Ýnân. 43

Þebiketü'l-Vücûh. 44

Þýrb. 44

eþ-Þirbü'l-Hâs. 44

Þirkettp’l-Ýbâha. 44

Þirketü'l-Müfâveda. 44

Þuf'a. 45

Þubhe. 45

T.. 45

Ta'cîzü'l-Mükâteb. 45

Ta'dîl 45

Ta’vîz. 46

et-Ta'zîru'l-Mâlî 46

Taðrîm.. 46

Taðrîr 46

Taðyir 47

Tahâss. 47

Tahcîr 47

Tahfîl 47

Tahkim.. 47

Tahkîmü'l-Hâl 48

Tahliye. 48

Taksit 48

Talebü't-Takrîr 48

Tarif 49

Tasarruf 49

Tasrýye. 49

et-Te'addî 49

Te'mîm.. 50

Te'mîn. 50

Teberru. 50

Tebi'a. 50

Tebzîr 50

Tecdîdü’d-Deyn. 51

Techîl 51

Tedbîr 51

Tedlîs. 52

Teferruk. 52

Teferruku's-Safka. 52

Tefrit 52

Tehâruc. 53

Tekabbül 53

Tekâdüm.. 53

Tekâfül 54

Telakki'r-Rukbân. 54

Telci'e. 54

Telef 54

Temlik. 55

Tencîz. 55

Tenfîl 55

Tes'îr 55

Teslîm.. 55

Tesvif 56

Tetâruhu’d-Deyneyn. 56

Teverruk. 56

Tevfîr 56

Tevliye. 57

Ticaret 57

U.. 57

Umrâ. 57

Umûmu'l-Belvâ. 57

Urbûn. 57

Uþûr 58

Uzr 58

V.. 58

Va'd. 58

Vedî’a. 58

Vakas. 59

Vakf 59

el-Vakfu'l-Ehlî 59

el-Vakfu"L-Hayrî 59

Vâkfa. 59

Vasf 60

Vasiyyet 60

Vet 60

Vadfa. 60

Vefa. 61

Vekâlet 61

el-Vekîlü'l-Musahhar 61

Veks. 61

Velâ (el-Muvâlât) 62

Vesika. 62

Vilâyet 62

Vîsâye. 63

Y.. 63

el-Yedd. 63

Yedü’d-Damân. 63

Yedü'l-Emânet 63

Yesâr 63

Yesîr 64

Z.. 64

ez-Zaferu Bi'l-Hakk. 64

Zaruret 64

Zekât 65

Zimmet 65

Ziyâde. 65

Kaynaklar 65


L

 

Lukata

(buluntu)

Sözlükte atýlmýþ ve düþürülmüþ bir eþyayý alýp kaldýrmak manasýna gelen lakit kökünden türemiþtir.

Deyim olarak, sahibi tarafýndan kaybedilmiþ veya dü­þürülmüþ olup da baþkasýnýn alýp kaldýrdýðý yitik mala de­nir. Bu açýdan bazý fýkýhçýlar onu þöyle tarif etmiþlerdir: "O, bulan kiþinin asýl sahibini bilmediði, bulunan masum, yitik haktýr." Ayrýca bu yitik mal lukâta ve lukâtâ þeklinde de isimlendirilmiþtir. [1]

 

Lüzûmýpl-Akd

 

(akdin baðlayýcýlýðý)

Sözlükte lüzum, devam ve sabit olma demektir. Meselâ "le-zime'þ-þey" ifadesi, "o þey sabit ve devamlý oldu" anlamýna gelir. "Lezimetü'1-mâl vel-amel" cümlesi de, "mal ve iþ ona vacip ve gerekli oldu" anlamýnda yorumlanýr.

Tferim olarak lüzûmu'l-akd kavramý ise akdin kesin ol­masý þeklinde açýklanýl". Taraflardan herhangi biri onu feshetmeye, bozmaya ve ondan vazgeçmeye asla yetkili deðil­dir. Bu sebeple akit ne zaman lüzum sýfatýný kazanýrsa iki taraftan birinin ondan dönmesi ve onu bozmasý mümkün olamaz. Ancak vazgeçme konusunda ikisi ittifak ederlerse o zaman akdin bozulmasý mümkün olabilir. Çünkü akdin bozulmasýyla iki taraf arasýnda kararlaþtýrýlan hukuki du­rumun deðiþtirilmesi söz konýistMur. Bütün bunlardan do­layý ilk aslýnda olduðu gibi akdin bozulmasý da karþýlýklý rý­zaya baðlýdýr.

Lüzum sýfatýnýn akitlerde, zaruri ve temel düþünce ol­duðu gayet açýktýr. Eðer bu özellik bulunmasaydý akit, iþle­min yürümesi ve hayatýn kazamlmasý konularýndaki en önemli Özellik ve üstünlüklerini kaybetmiþ olurdu.

 

M

 

Ma'cûzu't-Teslîm

 

(teslimi imkânsýz)

Sözlükte ma'cüz', zayýflýk anlamýna gelir- Bir kimse bir þey­de zayýf düþtüðü zaman "aceze fülânün" denilir.

terim olarak fýkýnçýlar Bunu. muamelat konusunda-ve teslimine güç yetmeyen þey manasýnda kullanmýþlardýr. Gtiitfhura göre herhangi bfr þeyde bû sýfat varsa onü satmak caiz deðildir. Afed-i âbýfe ve batr-î þâ-rid (kaçak deve) gibi. Bunlar kaçmýþ köle ve devedit1, yei1-ierikesinolarak bilinmez.

Bunlarýn satýþý bey-i garardýr. Yine milctarý belirtildik­ten sonra, fakat müþteri teslim almadan önce tabiî afetler bu mallarý ma'cûzut-teslîm durumuna sokarsa, akdin zo­runlu olarak infisahý gerekir. Çünkü artýk akdin^ygulalfir masý imkânsýzdýr ve akdin devamýnda hiçbir fayda yoktur.[2]

 

Ma’din

 

(mâden)

Sözlükte sahibinin sabit olarak yerleþtiði mekan ariîâmýna feuÝlanite az ve kýþ orada'oturu Yine, Allah Teâlâ'nýn

yarattýðý altýn, ve gümüþ yataklarýna da ma'din denilir. Çünkü  insanlar  yaz  ve  kýþ   orada bulunurlar.   Allah Teâlâ'mn, bu madenin cevherini yerleþtirdiði için oraya bu ismin verildiði de söylenmiþtir. Allah sadece bu iki cevheri oraya yerleþtirmiþtir ve artýk sabitleþmiþtir. Ayrýca bu keli­me bir þeyin aslý þeklinde de yorumlanýr. Meselâ "Her þeyin madeni aslýdýr" denilir. Çoðulu me'âdin þeklinde gelir. Terim olarak iki anlamda kullanýlýr:

1- Allah Teâlâ'mn, yeryüzünün cevheri olan altýn, gü­müþ ve bakýr gibi varlýklarý koyduðu mekanlar,

2- Yeryüzünün (topraðýn) cevherinden çalýþma ve tasfi­ye yoluyla elde edilen gümüþ, altýn, demir ve ve benzeri varlýklarýn kendileri.

Fukaha madenleri iki kýsma ayýrmýþlardýr: Maden-i zahire: Kazanýlmasý için aramaya gerek bu­lunmayan, yerden ayrýlmýþ ve ulaþýlmasý için yardýma ge­rek duyulmayan madenler.

Maden-i bâtme: Elde edilmesi için arama gereken, yer­den henüz ayrýlmamýþ olan ve ancak çalýþma ve yardýmla ulaþýlabilen madenler. [3]

 

Ma'dûm

 

Sözlükte mevcudmý karþýtý olup 'adem kökünden gelir. 'Adem ise. kaybolma, mevcudun yok olmasý gibi anlamlara gelir. Ancak kay! ulma anlamýna gelen fakd daha özel ve dar bir anlam taþýr. Çünkü bir þeyin ademi, varlýðýndan sonra meydana gelir. Yani hem fakd için hem de henüz mevcut olmayan þeyler için 'adem denilir.

Teýim olarak Þâfýî, Hanefî, Mâliki ve Hanbelî fukahasýndan cumhurun görüþü; gelecekte bulunacak olan malda bey-i ma'dumun batýl oluþu üzerinde birleþir. Ancak özel þartlarla oluþan selem bundan müstesnadýr. Ýbn Teymiye ve Ýbn Kayyim bu görüþe muhalefet etmiþlerdir. Bu ikisine gö­re, garar ve mukanýere içermeyen bey'-i ma'dûm caizdir. Bunlar1 içeren bir alýþ veriþten ise sakýndýrýlmýþtýr. ibn ±£ayyim'e gör ma'dum üç kýsýmdýr:

1- Zimmette sabit ve mevsuf olan ma'dûm. Bunun sa­týþý ittifakla caizdir.

2- Mevcuda tabi olan ma'dûm; ma'dûm mevcuttan da­ha çok olsa bile. Bu da iki çeþittir: Birincisi müttefekun aleyh olandýr ki, sadece birisi olgunlaþmýþ olan meyvalarýn satýþýdýr ve akit anýnda diðer meyvalar ma'dûmdur.

Diðeri de muhtelefün fîh olan çeþididir ki, kavun, kar­puz ve bostanlarýn (olgunlaþtýðýnda) satýþý gibi.

3- Elde edilip edilmeyeceði bilinmeyen satýcý tarafýn­dan elde edileceði garanti edilmeyen ve müþteriyi tehlike­ye düþüren ma'dûm. Ýþte bunun satýþýný þeriat ma'dûm ol­masýndan  deðil,   garar  olmasýndan  dolayýyasaklamýþtýr. Bey'-i habele'l-habele, bey'-i mülâmese, bey'-i münâbeze, bey'-i melâkýh ve bey'-i medâmîn gibi. [4]

 

Ma'lûm

 

(bilinen, belirli)

Sözlükte yakýn ve marifet anlamýna gelen ilim sözcüðün­den alýnmýþtýr. Ma'lûm da meçhulün zýttýdýr.

Terim olarak fukaha, malî muâveze akitlerinde akdin sýhhati için akit konusunun bilinmesi þartýný koymuþtur. Bu þartýn yokluðu teslim ve tesellüme mani olur. Halbuki taraflarýn maksadý bu teslim ve tesellüm iþlemidir. Bu Þüphesizler eþyanýn''çeþitli olmasý gi de çok çeþitlidir Omýn: esa,þý, eþyayý; dið vasýflarýyla kavramaktýr. Sanki eþyamncinsinij çeþidini ve miktarýný bildiren sýfat veya malûmat gibi.

Meselâ Mecelle'nin 201., maddesinde geçtigine.görebey', onu diðerinden ayýran sýfatlarýn ve durumlarýn açýklanma­sýyla malûm hale gelir. Meselâ bir ölçek Havran, buðdayý veya sýnýrlarý belli bir arazî satýlýrsa, satýlan mal malûm­dur ve bey' geçerlidir.

Malûmda muteber bîah, akte bitiþik veya Hiçbir þeyin deðiþmeyeceði kadar kýsa bir süre önce kavramaktýr.

Malûmun aksi cehalettir. Kârâfî'nin bildirdiðine göre, malûmÝyetin bulunmamasý, bir þeyin kazanýlmasýna veya kazamlmamasma dönük olduðu zaman burada garar var demektir. Eðer adem sadece bir þeyin; sýfatýna dönük olur­sa bu da meçhuldür.[5]

 

Mâl

 

Sözlükte, biriktirilebilen, Saklanabilen þey demektir. Bâcli göçebe halkýna göre ise mal, nimet anlamýna gelir. Bazýlarý da mal lafzýný gümüþ ve altýn olarak yorumlamýþ­lardýr. Diðer bir kýsýr.a ulema da bu jkisinin dýþýndakilere .mal de.miþlerdir. îbn Paris'in yorumu da:"Maþnainin in­sanlar .ve., kalplerin, meylettiði,, için verildiði" .þeklindþdir.

 

Maslahat

 

(yarar)

Sözlükte "fesad" kelimesinin zýttý olan "salah" sözcüðünden alýnmýþtýr. Meselâ "fi'l-emri maþlaha" denilir ki "bu iþte ha­yýr vardýr" manasýna gelir. Çoðulu mesâlih'âir.

Terim olarak fýkýh dilinde, lezzet, ferah ve bunlarýn se­bepleri þeklinde açýklanýr. Elem, gam ve sebepleri anlamýna gelen mefsedet kelimesinin zýttýdýr. Bunlarýn her ikisi­nin de nefsî, bedenî, dünyevî ve uhrevî olduðu söylenmiþtir.

Gazzâlî'ye göre, maslahat, þeriatýn yaratýklar üzerinde­ki maksatlarýný korumaktýr. Þeriatýn maksatlarý ise onla­rýn dinini korumak, nefsini korumak, aklýný korumak nes­lini korumak ve malýný korumak þeklinde sýralanýr. Ýþte bu beþ temel esasý korumak maslahattýr. Bunlardan herhangi birinin korunmamasý, bozulmasý da mefsedetin var olmasý, maslahatýn ise yok edilmesi demektir.[6]

 

Masrif

 

(gider kalemi, banka)  

Terim olarak malýn harcandýðý yer, mekan manalarýna ge­lir. Meselâ "saraftü'l-mal", "malý harcadým" demektir. Bu anlamda, "zekat masraflarý  "beytülmâl masraflarý" ifade­leri kullanýlýr. Bu ifadelerin anlamý, "zekatýn hak sahiple­ri", "beytülmâlden alacaðý olanlar" demektir.

Banka anlamýna gelen çaðdaþ kullanýmýnda ise, "sarf kelimesinin "para ile para deðiþimi" anlamýna gelen ýstýlah manasýndan ya da "nakd ile nakdin satýþý" þeklinde açýklanan bey'-i sarf iþleminden istifade edilmiþtir. Sonuç olarak bu iþlemlerin tamamlandýðý mekan olarak kabul edilir. [7]

 

Matl

 

(temerrüt)

Sözlükte, bir hakkýn yerine getirilmesini uzatmak demek­tir. Bir baþka ifadeyle defalarca yerine getirmeye ve ödeme­ye söz vererek oyalamaktýr.

Terim olarak sözlük anlamýyla ayný yerde kullanýlýr. Hafýz Ýbn Hacer'in dediðine göre kendisine bir hak ve  Borçlunun deyn-i hali uzatmasý iki þekilde olur. Zor durumda plan borç­lunun borcunu ödemeye muktedir olmadýðý zaman, buluncaya kadar ihmal ve terk etmesidir. Sonra keh-1 diþi, çoluk çocuðu ve alacaklýsý için rizk arar:

Matl bi-batýl: Özürsüz olarak, borcunu ödemeye kadir bir kimsenin ihmali ye uzatmasýdýr. Bu, büyük günahlardan ve borçluya borcunu ödeme cezasý gerektiren büyük bir zulüm sayýlýr. 

 

Mechûl

 

(belirsizlik)

Sözlükte ma'lûmun zýttýdýr ve ilmin zýttý olan cehalet kö­künden gelir.

Deyim olarak "mechûluT-ma'kûdu aleyhi", üzerinde akit yapýlan þeyin bilinmemesi demektir. Yani meselâ satýþ ak­dinde bilinmeyen bir mal üzerr.Ýe sözleþme yapýlmasý gibi.

Buradaki cehaletin sebebi aþaðýda sayýlanlardan biri olabilir.

• Mahallin (akit konusu eþya) cinsinin bilinmemesi. îs-mi söylenmeyen bir eþyanýn satýlmasý gibi.

• Eþyanýn çeþidinin bulunmasý; türü bilinmeyen bir hayvanýn satýþý gibi.

• Mahallin kendisinin bilinmemesi.

• Mahallin sýfatýnýn bilinmemesi, vasýflarý bulunma­yan buðdayýn satýþý gibi.

• Mahallin miktarýnýn bilinmemesi, miktarý bilinme­yen elbiseyi satýn almak veya aðýrlýk ve hacim ölçüsüyle ölçülmesi gereken bazý mallarýn miktarlarýný tesbit etmeden satmak gibi.

• Teslim müddetinin bilinmemesi, ödeme vakti belli ol­mayan veresiye satýn alýnan mal gibi.[8]

 

Mecra

 

(akýtma hakký)

Sözlükte sel anlamýna gelen cery kökünden türemiþtir. Me­selâ "cera'1-mâ" denilir ki, "su aktý" demektir. Kelime aslen fiil olarak "vekafe (durmak)" ve "sekene (oturmak)" keli­melerinin zýttýdýr.

Deyim olarak mecra, irtifak haklarýndandýr ve yaðmur suyu, kar suyu vb. sulan akýtma hakký demektir. Ancak bunlarýn keyfiyeti akar sahipleri ve komþular arasýnda ka­rarlaþtýrýlmýþ olmalýdýr. Fakat, bir kimsenin yaðmur suyu, kar suyu ve benzeri sularýn akmasý için baþka birinin mül­künde eskiden beri pullandýðý bir dere varsa mülk sahibi bunu kaldýrýp yasaklayamaz. [9]

 

Mýn

 

(mteiýgý bilinmeyen satýþ)

Sözlükte dol hayvanlarýnýn sýrtlarýnda, bulunan, þey e denir. herýnýn dediðine göre döl hayvanlarýnýn sýrtlarýndaki bu þeyin "medâmîn" þeklinde iþîmlendirilmesinin sebebi Allah leala nýn onu, hayvanlarýn sýrtlarýna yerleþtýrmýþ olmasýndandýr.

 

Meks

 

(gayr-i meþru vergi/indirim)

Sözlükte asýl anlamý cibâye (tahsil etme) dir. Sonralarý tahsil edilen mal, kaynaðý itibariyle meks þeklinde isimlen­dirildi. Çoðulu mukûs þeklinde gelir.

Havârizmî'nin tarifine göre bu, tüccardan giriþ yerle­rinde alýnan vergidir.

Terim olarak çoðunlukla sultanýn alým satým amnda zorla aldýðý yardýmlara denir.

Heytemî'ye göre mukûs alýnmasý büyük günahlardan­dýr. Çünkü mâkis bu vergiyi haksýz yere alýr, haksýz yere harcar ve hak etmeyene verir. Bu sebeple Fukaha, Hz. Pey­gamberin "Meks sahibi cennete giremez" (Hakim) sözünü büyük günah olarak yorumlamýþlardýr.

Bey' konusunda kullanýlan meks'e gelince bundan mak­sat müþteri tarafýndan fiyatýn eksiltilmesidir.[10]

 

Melâe

 

(zenginlik/güçlülük)

Sözlükte "racülün melî" denilir. Yani zengin ve güçlü adam demektir. "Hüve emleü'1-kavm" Ýfadesi "Toplumun en zen­gin kiþisi" anlamýna gelir. Mele' tabiri de toplumun en þeref­lisi manasýna kullanýlýr. Ýnsanlar melâeti sebebiyle "en þe­refli" þeklinde isimlendirildi. Çünkü böyle bir toplumda iyi­lik ve müsamaha vardýr, ya da onlar gözlerini fedakârlýk, göðüslerini de hibe ile doldurmuþlardýr. Yani çok baðýþ ya­parlar. Terim olarak sözlük manasýyla ayný yönde kullanýlýr. [11]

 

Memlûk 

 

Genel olarak bir kimsenin mülküne dahil olan þey demek­tir. Ýnsan bu varlýklardan þer"î hükümler dahilinde faydalanma, bedel karþýlýðýnda satma ve baþkalarýnýn tasarru­fundan koruma gibi imkânlara sahiptir.[12]

 

Menfa'at

 

Sözlükte maddî ya da manevî olsun kendisinden istifade edilen þey demektir. Hayvana göre, süt ve yavrusu, aðaca göre meyvesi ve benzeri þeyler gibi.

Kelimenin aslý nefe'a kökünden alýnmýþtýr ve hayýr, iyi­lik demektir. Asýi anlamý ise, hayra ulaþmada yardýmý olan Þey demektir. Ýnsan bununla istediðine ulaþýr.

Deyim olarak, menfa'ati çoðu fukaha sadece uruz (ki­tap, meta gibi) denilen ve kullanma yoluyla istifade edi­len eþyanýn faydalan þeklinde anlamýþlardýr. Evlerin kulla­nýlmasý, arabaya binilmesi, elbisenin giyilmesi, iþçinin çalýþmasý gibi. Hayvanýn sütü, aðacýn meyvesi, a'yân denilen mallarýn ücreti ve buna benzer maddî faydalarý ise hariç tutmuþlardýr.[13]

 

Menkûl

 

(taþýnýr) 

Sözlükte bir þeyin yerini deðiþtirmek anlamýna gelen nakl kökünden türemiþtir.

Deyim olarak emvâl-i menkûle ise akarýn dýþýndaki mallar demektir ve "nakli ve yerinin deðiþtirilmesi müm­kün olan mal" þeklinde tarif edilmiþtir. Bu tarifin içine nu-kut, uruz, hayvanlar, arabalar, gemiler, uçaklar mekîlat, mevzûnat ve buna benzer bütün mallar girmektedir.[14]

 

Meþakkat

 

(zorluk)

Sözlükte þiddet, zorluk ve darlýk gibi anlamlara gelir ye kýrmak manasýna gelen þakk kelimesinden türemiþtir. Bu þekilde isimlendirilmesinin sebebi meþakkatin, nefis ve be­dende bir çeþit kýrýlma ve üzülme meydana getirmesinden dolayýdýr.

Terim olarak da sözlük ifadesiyle ayný anlamda kulla­nýlýr. Ancak fakihler teklif konusundaki meþakkati iki kýs­ma ayýrmýþlardýr:

1- Alýþýlmýþ ve kaçýnýlmasý imkânsýz hale gelmiþ me­þakkatler. Bunlar bütün þer1! tekliflerin ayrýlmaz özelliðidir. Çünkü þer'an yapýlmasý istenen bir amelde bu tür me-þakketler bulunmasaydý, bu amel teklif olarak isimlendirilmez di.

2- Aþýrý meþakkat: Ýnsan gücünün üstünde olduðu için, yerine getirme konusunda insanlarý çok þaþýrtan zorluk ve sýkýntýlardýr. Eðer bu meþakkat bir amelde varsa, mükelle­fin o iþten kopmasýna sebep olurdu. Ya da hukuk karýþýklý­ðý, þaþkýnlýk ve kötü hal sebebiyle iþin Önemli bir kýsmýný yapamazdý. Yahut da mükellefin kendine, malýna veya her­hangi bir haline büyük zarar verirdi.

Ýþte bu tür bir meþakkati Allah Teâlâ, mükellefin duru­muna uygun bir amel karþýlýðýnda ruhsat ve hafifletici sebep kýlmýþtýr. [15]

 

Meþeddü’l-Meseke

 

(arazi iþleme hakký)

Deyim olarak Osmanlý dönemi son Hanefî âlimleri tarafýn­dan kullanýlmýþtýr, baþkalarý bu tabiri bilmez. Esasen bu­nun manasý, baþkasýna ait arazideki hiraset "sürme, zira­at" hakkýdýr.

Meseke sözcüðü kendisine tutunulan, dayanýlan vesika, dayanak demektir. Yani, sahibi tarafýndan ziraat yapmasý­na izin verilen kimseye bu izin sanki onun için bir tutanak, vesika olmuþtur ve tarlayý iþlerken buna yapýþýr. Meseke denilmesinin sebebi ise, araziyi iþleyen için bununla geçmi­þe dayalý bir hakkýn sabit olmuþ bulunmasýdýr. Ýþlediði müddetçe bu araziden atýlamaz ve kovulamaz. Ancak ara­zi sahibine üzerine gereken ücreti misil, uþr veya haraç gi­bi yükümlülükleri yerine getirir. Bu þartlar altýnda yaþadý­ðý müddetçe araziyi iþleyen kimsenin hakkýdýr.

Aslýnda bu mücerred (soyut) bir haktýr. Çünkü araziye baðlýdýr ve sadece iþleme ve ekip biçme hakkýdýr. Eðer böy­le bir arazide aðaç ve âlet edevat gibi a'yân varsa böyle bir araziye kýrdar denir, artýk meþeddü'l-meseke denmez. A'yân denilen mallar dükkanlarýn içine konulmuþsa ve sa­bit iseler bu takdirde arazinin adý kedik'tir.

Meþeddü'l-meseke vakýf arazileri ile beytülmâlde müm­kündür. Bunlar zaten arazi-i emîriyye (devlet/hazine topraðý) içine dahildir. [16]

 

Meþgul

 

Sözlükte þuðl maddesinden gelir ve ferað kelimesinin zýttýdýr.

Terim olarak sözlük anlamýyla ayný yönde kullanýlýr. Fýkýhçýlar bu ifadeyi malî iþlemlerde üzerinde anlaþma yapýlan eþyayý teslim konusunda kullanmýþlardýr ve daha çok Hanefî ve Þâfîî fakihlerinin ýstýlahýdýr. Þöyle ki; bunlar bir malýn kabzý, yani teslim alýnmýþ olabilmesi için satýcýnýn hakkýyla meþgul bulunmamasý, onun malý ile hiçbir iliþki­sinin kalmamýþ olmasýný þart koþarlar. Eðer satýlan eþya bir ev ise ve satýcýnýn eþyalarýyla meþgul bulunuyorsa boþ olarak teslim edilinceye kadar kabzedilme iþlemi (teslim alma) tamamlanmýþ olmaz.

Mürþidü'l-Hayerân'vn. 440. maddesinde geçtiðine göre "Eþyanýn tesliminde ayrýlmýþ olmasý ve satýcýnýn hakkýyle meþgul bulunmamasý þarttýr. Eðer satýlan eþya ev ise ve sa­týcýnýn eþyalarýyla meþgul bulunuyorsa veya bir arazi ise ve satýcýnýn ekiniyle meþgul bulunuyorsa, ev eþyalardan arazi de ziraatten boþalmadýkça teslim geçerli olmaz." [17]

 

Me'ûnet

 

(harcama/teslim giderleri)

Sözlükte, aðýrlýk, yorgunluk ve zorluk manalarýna gelir. Deyim olarak zekat ve hac konusunda kullanýlmýþtýr ve na­faka, harcama demektir. Meselâ "meûnetül yâl" denilir ki bundan maksat insanýn, çoluk çocuðuna yetecek miktarda, üzerine aldýðý harcama ve yükümlülüklerdir.

Ayrýca bey' konusunda külfet, yük ve masraf anlamýnda kullanýlýr. Meselâ me'ûnetü'l-ikbâz denilir ki bundan da maksat satýlan malýn teslimine dair masraflardýr. Tartma ve ölçme ücreti, tellal ücreti gibi. Yine eþyanýn teslim ücre­ti de buna dahildir. Paranýn taþýma ücreti, tartýlma ücreti, senet yazma ve þahitlerin ücreti gibi.

Kelime eyn kelimesinden türemiþ olup zorluk ve yor­gunluk manasýna gelir.

Fukahanm kullandýðý mâne fiiline gelince bunun ma­nasý da "geçimini üzerine aldý" demektir. [18]

 

Mevârîs

 

(terike/miras malý)

Sözlükte mîrâs'm çoðulu olup bir topluluða ait bir þeyin sonra neseb ya da baþka bir sebeple baþkalarýnýn olmasý demektir.

Terim olarak Ölünün býraktýðý mal ve haklardýr. Bunlar kiþinin ölmesiyle sefan tesbit edilen kimselere ait olur.

Fýkhu'l-mevâris ifadesine gelince bu, mirasa kimin hak sahibi olup olmadýðýný bilmek ve çeþitli durumlara göre va­rislerden herbirinin Özel payýný tesbit etmek þeklinde yo­rumlanýr. [19]

 

Milk

 

(mülkiyet)

Sözlükte bir þeyi kuþatmak ve tasarruf gücüne sahip olmak anlamýna gelir.

Deyim olarak, bir kiþi ile bir þey arasýndaki þerl baðdýr. Tasarruf ve kullanma bakýmýndan mutlak olur. Baþkasýnýn tasarrufu bakýmýndan haciz (kýsýtlý) olur. Ayrýca milk þeri­atýn tesbit etmiþ olduðu bir güçtür, tasarruf onunla baþlar. Mülkün tarifi þu þekilde de yapýlmýþtýr: "O þefi bir hü­kümdür ki, onunla bir mala ya da bir menfaate malik ve kadir olunur ve malik bu sayede mal ve menfaatten fayda­lanýr ya da herhangi bir þekilde karþýlýðýný alýr. [20]

 

el-Milkül-Mutlak

 

(doðrudan/baðýmsýz mülkiyet)

Satýrý alma, hibe ve veraset gibi mülk sebeplerinden biri ile kayýtlý olmayan mülktür. Bu sebeplerden birine baðlý olan mülke ise "el-milk bi sebebin" ya da "el-milkü'1-mukayyed" denilir.

Meselâ biri þöyle diyerek iddiada bulunur: "Bu benim malýmdýr, davacý haksýz yere burayý iþgal etmiþtir. Bundan hakkýmýn alýnmasýný istiyorum." Ýþte bu iddia milkü'l-mutlak olur.

Bir baþkasý da þöyle iddia etse: "Bu benim malýmdýr. Fi­lan kiþiden þu kadar paraya satýn aldým. Veya filan kimse bana hibe etti. Ya da sadaka olarak verdi ve bana teslim et­ti veyahut da bu bana babamdan mirastýr. Haklarýmýn alýn­masýný istiyorum." Ýþte bu iddia da milkü'l-mukayyed olur. [21]

 

el-Milkü'n-Nâkýs

 

(eksik mülkiyet)

Deyim olarak bütün tasarruf ve yetkileri sahibine ait olma­yan mülk demektir. Bir eþyanýn kendisine mâlik olup men­faatine sahip olmamak gibi. Ayn olarak miras kalan mül­kün menfaatinin geçici olarak baþkasýna vasiyet edilmesi de böyledir. Bunlarýn dýþýnda diðer bazý örnek olaylar da þunlardýr;

Ýcarede olduðu gibi, eþyanýn rakabesine deðil, sadece menfaatine malik olmak, herhangi bir karþýlýk almaksýzýn verilen izin sebebiyle doðan menfaat temliki, bir eþyanýn hem menfaatine hem de kendine birlikte malik olmak gibi. Ancak bu son durum yani her ikisine beraber tasarruf ya­saklanmýþtýr. Meselâ kýsýtlý borçlunun malý gibi. Burada borç sahibi onu almaya hak kazanmýþtýr. Fakat henüz mülkiyeti kendisine geçmiþ deðildir ve bu da mülkü'n-nâkýs olur. [22]

 

el-Mîlküt-Tâm

 

(tam mülkiyet)

Terim olarak bir kimsenin, malik olduðu malýn mutlak ta­sarrufuna da sahip olmasý demektir. Bu durumda bey', hi­be ve vakýf gibi tasarruflar caizdir.

Yine kendisi kullanmak veya baþkasýna temlik etmek ve kiralamak suretiyle menfaatler üzerinde tasarrufta bulunmak da mümkündür. Bunlara ilâveten insan malik ol­duðu malý hem ödünç verebilir hem de menfaatlerini vasi­yet edebilir.

Mürþidü'l-Hayerân'm 11. maddesinde belirtildiðine gö­re milkü't-tâm, mâlikin sahip olduðu mal, menfaat ve gelir­de mutlak tasarruf yetkisine sahip kýlýnmasý ve sahip oldu­ðu ayn (mal)'dan, gelirinden, meyvesinden ve ürününden faydalanmasý; bunlara ilâveten malýn bizzat kendisinde mümkün olan bütün tasarruflarý da kullanmasý demektir. Milkü't-tâm'ýn ikinci kýsmý (karþýtý) mükü'n-nâkýstýr. Zerkeþî buna milkü'z-zaîf demiþtir. Kitabýnda belirttiðine göre milk, tam ve zaîf olmak üzere iki kýsýmdýr. Tam bütün tasarruflarý kapsayan, zaîf ise bunun aksidir.

Ýbn Rif'a'mn tesbitine göre ise milkü'z-zaîf, "henüz sa­hibinde yerleþmeden, baþkasýnýn iptaline imkân veren mülk" þeklinde tarif edilir. [23]

 

Minha

 

(baðýþ/ihsan/iðreti verme)

Sözlükte süt ve meyve gibi ürünlerinden bir müddet fayda­landýktan sonra aslý geri iade edilmek üzere verilen mal þeklinde tarif edilir. Meselâ sütünü içmek üzere bir hayva­ný veya meyvasým yemek üzere bir aðacý almak, sonra da iade etmek gibi. Buna minha ve müneyha da denilir.

Ýþte minhanýn asýl anlamý budur. Ancak sonralarý her türlü atiyye için bu isim kullanýlmýþtýr. Yani bedelsiz olarak mülk þeklinde verilen her atiyye minha kapsamýna girer.

Deyim olarak Kadý Iyaz'ýn yorumu þu þekildedir: Min­ha Araplarda iki þekilde ortaya çýkar:

1- Allah için verilen atiyye, hediye. Hibe ve baðýþ gibi.

2- Süt hayvanlarý ve ziraat arazilerni baðýþlamak. De­ve, koyun, inek gibi hayvanlar verilir. Sütünden, gücünden ve yününden faydalanýlýr. Sonra da sahibine iade edilir ve­ya bir kimseye, bir arazi parçasý verilir. Kendisi için eker, biçer sonra da sahibine geri verir. Bu da bir çeþit minhadýr. Aslýnda bunlarýn hepsi ister asýl, ister menfaat olarak ve­rilsin birer atiyyedir.

Fukaha da bu kelimeyi ayný anlamda kullanýr. [24]

 

Misl

 

(emsal)

Sözlükte denk, benzer anlamlarýna gelir. Münâvî'nin dedi­ðine göre misi, eðer ayný cinsten olursa baþka bir cinsin ye­rine aynen geçmesi demektir. Baþka cinsten olursa bundan kastedilen, iki þeyin birbirine, kendi cinsinden birine imkân nisbetinde benzemesidir. Kefevî de bu konuda þun­larý söylemiþtir: Misi benzetme konusunda kullanýlan lafýz­larýn en genelidir. Nazýr ise daha özel anlamda kullanýlýr. Yine nedd sözcüðü de böyledir. Çünkü bu kelime sadece cevherde ortak olan þey için söylenir. Þebih, müsavi ve þe­kil kelimeleri de bunun gibidir. Misil bir þey için mutlaktýr, kesin ve geneldir; herhangi bir kayýt yoktur. Yani misil bü­tün sýfatlarýnda denk olan bir varlýktýr.

Terim olarak fýkýhçýlar semen-i misil ifadesini kullan­mýþlar ve bununla da bir þeyin gerçek kýymetini kastetmiþlerdir. Ecri misil kavramý ile de üzerinde anlaþma yapýlan eþyanýn gerçek menfaatine denk bir ücreti anlamýþlardýr. Bu misallerin hepsi örfe dayanýr. Mihr-i misil ile kastedile­ne gelince, kocanýn ödediði, herkesçe makul ve makbul bulunan mihirdir. Meselâ, bütün sýfatlarý denk ve benzer olan baþka kadýnlara ödenen mihir gibi. [25]

 

Mislî

 

(standart)

Sözlükte misi kelimesinin nisbeti olup, bir þeyi ispat eden, ortaya çýkaran sýfattýr. Hububat ve normal bir hay­van gibi. Bu kelimeler o varlýklarýn þekline ve suretine nisbet edilip dayandýrýlmýþtýr. Meselâ bir þeye misli dendiðinde o þeyin aslî yaratýlýþýnda þekil ve suret bakýmýn­dan baþka bir þeye benzerlik var demektir. Bu yorum Feyyümî'ye aittir.

Deyim olarak mislî, bireyleri ve parçalarý birbirine ben­zeþen þeydir. Hatta farkedilmeden bazýlarý ötekilerin yeri­ne geçer ve pazarlarda bu þeyin benzeri de vardýr.

Örf ve âdetlerde, ölçülebilen, tartýlabüen ve sayýlabilen eþyada bunun geçerli olmasý mümkündür. O takdirde mis-liyyat, çarþýlarda bol olarak bulunan ve örfi ölçü birimleri­ne tabi olan mallardýr.

Bu Ölçü birimleri, aðýrlýk ölçüleri, hacim ölçüleri, uzun­luk ölçüleri ve sayýlardýr. Buna misal, bugün fabrikalarda üretilen ürünlerdir. Burada çeþit birliðine gitmek ve örnekle­ri deðiþtirmemek gerekir. Çünkü elbise, âlet edavat, arabalar ve diðerleri ile ilgili çarþýda pek çok benzer eþya vardýr. [26]

 

Mu'âtât

 

(sözsüz alým-satým)

Sözlükte, el atma, ele alma, ele geçirme gibi anlamlara ge­lir ve atâve kökünden türemiþtir.

Terim olarak fukaha bu kelimeyi sözlük manasýyla, ama özel bir anlamda kullanmýþlardýr. Onlara göre bey'de mu'âtât müþterinin malý almasý, sonra da parasýný satýcýya ödemesidir. Ya da satýcýnýn satýn almak isteyene malý ver­mesi, sonra da diðer kimsenin (müþterinin) malýn parasýný vermesidir. Ancak bu karþýlýklý rýza ile yapýlmalýdýr; bu es­nada bir iþaret veya konuþma söz konusu deðildir.

Mu'âtât bazân beyide, bazan da malî akitlerde meydana gelir. Fukaha nazarýnda bunlar da mu'âtât kabul edilir.[27]

 

Mu'âveme

 

(yýllýk satýþ)

Sözlükte sene anlamýna gelen âm sözcüðünden alýnmýþtýr ve yýllýk manasýna gelir.

Nitekim müþâhere (aylýk) þehir'den, müyâveme (günlük) yeýým'den, mülâyelet (gecelik) de leyle kökün­den türemiþ kelimelerdir.

Terim olarak fukaha bu kelimeyi birkaç yýllýk satýþlar konusunda kullanmýþlardýr. Yani aðacýn, hurmanýn ve bahçenin meyvasýný birkaç yýllýðýna satýþtýr. Ancak bu süre en az iki yýldan baþlar, üç, dört, beþ... yýllýk olabilir.[28]

 

Mu'âveza

 

(bedelli akit)  

Sözlükte ivaz kökünden gelir ve karþýlýk ya da bir þeyin karþýlýðýnda Ödenen bedel demektir. Meselâ "iste'âda (bir þeyin bedelini sordu)", "âveda (bedelini ödedi)", "i'tâda (bedelini aldý)" ifadeleri kullanýlýr.

Terim olarak iki bedel arasýndaki deðiþime denir. Çoðu­lu mu'âvedât þeklinde gelir. Fýkýhçýlara göre ukûdü'l-muavedât, taraflar arasýnda karþýlýklý bazý yükümlülükler ve haklarýn doðmasýna sebep olmak üzere bir çeþit mülkiyet meydana getirmedir. Bu, rýfk, yardým, burs (baðýþ) gibi bir taraftan diðerine karþýlýksýz verilen teberrûlar gibi deðil­dir.

Mu'âvedât, mal ile mal, mal ile menfaat ve mal ile diðer þeylerin mübadelesini tanzim eden bir çeþit akittir. Buna menfaat ile menfaatin mübadelesi ve menfaat ile mal ve menfaat olmayan þeylerin mübadelesi de dahildir.

Bu çeþit akitler bütün bey' çeþitlerine yani bey'ul-mut-lak, mukâyeda, sarf, selem ve istisna' ile diðer ikrar ile sulh, a'yânm taksimi, tehâruc, havale, icâre, ceale, mühâ-yee, zevâc ve hulû' gibi akitlere þâmildir.

Bu konuda Hanefî mezhebinin yorumlarý çok uzundur. Fakat diðer mezheplerde mevcut deðildir.[29]

 

Mudârabe

 

(emek-sermaye ortaklýðý)

Sözlükte darb kelimesinden alýnmýþtýr. Bu da yeryüzünde

yürümek, gezmek manasýna gelir.

Terim olarak, kârdan belirli bir pay karþýlýðýnda bir kimseye, ticaret yapmak üzere belirli bir miktar parayý vermektir. Iraklýlar bu iþleme mudârabe ismini verirken, Hica2Ýýlar kiraz adýný kullanmýþlardýr.

Bu sözleþmenin mudârabe þeklinde isimlendirilnýesi-nin sebebi, mudâribin (çahþan) çoðu kere kâr amacýyla yeryüzünde devamlý yürümesi, gezmesi ve dolaþmasýdýr. Taraflardan her birinin hissesine düþen payý aldýklarý için böyle dendiði de söylenmiþtir. Yine bu iþlemde para deðiþi­mi ve para ile iþtigal olduðu için bu ismin verildiði de belir­tilmiþtir.

Mecelle'nin 1404. maddesinde geçtiðine göre mudârabe, "sermaye bir taraftan, çalýþma ve gayret öbür taraftan kon­mak üzere kurulan bir çeþit þirkettir." Mal sahibine "Rab-bü'l-mâl, bu parayý çalýþtýrana da mudârib denilir. Cürcânî, bu þirketin tabiatý ve keyfiyetini þu þekilde açýklamýþtýr: "Bu ilk önce bir para koymadýr. Sonra, çalýþmada vekalet vardýr. Eðer kâr olursa ortaktýr. Sözleþmeye aykýrý hareket edilirse para geri alýnýr. Eðer kazancýn hepsi mal sahibine ait olma þartý varsa o zaman akit bida'a adýný alýr. Yok eðer kazancýn hepsi mudâribe aitse o zaman sermaye ikraz edilmiþ olur."

Mudârabe mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kýsma ayrýlýr.

Mudârabe mutlaka: Zaman, mekan, ticaret çeþidi, satý­cý ve müþteri tayini gibi kayýt ve sýnýrlamalar bulunmaksý­zýn yapýlan mudârabe akdidir.

Mudârabe mukayyede: Yukarýda sayýlan hususlardan birisi ile bir sýnýrlama ve kayýt getirilerek yapýlan mudâra­be akdidir. [30]

 

Muðârese

 

(aðaç dikme ortaklýðý) 

Sözlükte kurma fidaný anlamýna gelen ðýrâs sözcüðünden alýnmýþtýr ve aðaç olarak dikilen her þey demektir. Gars ke­limesi de ayný anlamda kullanýlýr.

Terim olarak Hanefîlere göre, bir kimsenin beyaz bir araziyi (aðaç bulunmayan arazi) diðer bir þahsa belli bir süre ile aðaç dikmek üzere vermesidir. Ancak dikilen aðaç­lardan elde edilen gelir ve meyveler ikisi arasýnda yarý ya­rýya veya baþka bir þekilde taksim edilecektir.

Hanbelîlere göre ise, "muðârese veya münâsabe, mey­vesi yenen, dikilmemiþ belli miktar aðacý, arazi ile birlikte, dikmek ve çalýþmak üzere bir kimseye vermektir. Aðaçlar meyve verdiðinde aðaçlarýn belli bir bölümü aynen veya meyvalardan bir kýsmý ya da her ikisinden birer bölümü or­tak hissesi olarak mal sahibine ayrýlacaktýr.[31]

 

Muhâbât

 

(hediyeli/indirimli satýþ)

Sözlükte müsamaha ve hoþgörü anlamýna gelir. Meselâ "Hâbâhu" denilir ki, "sâmeha" anlamýnda kullanýlmýþtýr. Kelime aslen vermek manasýna gelen ve heba kökünden alýnmýþtýr.

Deyim olarak muhâbât, mu'âveza akdi içerisinde yapý­lan teberru, gönüllü baðýþ demektir. Meselâ, bedelsiz satýþ ve deðerinden fazlaya satýn alma gibi. Çünkü bu muamele­ler bir çeþit baðýþ anlamýna gelir.

Bu çerçevede birisi diðerine 20 bin kýymetinde bir þeyi 15 bine satsa, 5 bin hediye etmiþ olur. Sanki o adam 20 bin yerine 15 bin alarak mal ile mal mübadelesi yapmýþtýr. 20 binde, 5 bin hibe ya da hediyedir ve mana bakýmýndan, gö­rünen yönüyle mal bedelinden vazgeçmiþtir.[32]

 

Muhâbera

 

(ziraat ortaklýðý)

Sözlükte "habera" kökünden gelir ve ziraat için yarmak, kazmak anlamýnda kullanýlýr. Sonralarý, araziyi üçte bire, dörtte bire, yarýya, daha fazlaya veya daha aza ziraat et­mek, ekip biçmek þeklinde yorumlanmýþtýr. Yani araziden elde edilecek üründeki müþterek hisseye atfolunur.

Terim olarak fýkýhçýlar sözlük manasýyle ayný yönde kullanmýþlardýr.

Muzâra'a ile arasýndaki farka gelince; muzâra'a, elde edilen ürünün bir kýsmýný almak üzere yapýlan bir muameledir. Ancak tohum arazi sahibine aittir. Muhâbera da bu­nun benzeridir. Fakat burada tohum tarlayý iþleyene aittir. [33]

 

Muhâkale

 

(yeni buðdayý eskisiyle satma)

Sözlükte haki lafzýndan alýnmýþtýr. Haki ise, tohumun yer­den çýkýnca baþak vermeden önceki haline denir. Ayrýca bu kelimenin ziraat edilen arazi anlamýna geldiði de söylen­miþtir.

Deyim olarak bey'-i muhâkale konusunda pek çok yo­rum ve görüþ vardýr. Bunlarýn en meþhuru; buðdayý, henüz ekin halindeyken hasat edilmiþ buðday karþýlýðýnda sat­maktýr. Ya da, ekin halindeki buðdayý kile ile takdir ve tah­min ederek satmak þeklinde de yorumlanmýþtýr. Arazinin buðday þeklindeki kirasýna veya sadece bir bölümünün ki­rasýna da muhâkale denildiði söylenmiþtir. [34]

 

Muhârace  

 

Sözlükte, köle ile efendisi her ay ödemek üzere bir vergi üzerinde anlaþtýklarý zaman, "efendi köleyi vergiye baðla­dý" denilir.

Terim olarak sözük anlamýyla ayný yönde kullanýlýr. Bu sebeple Nevevf nin tarifi þöyledir. "Köleye, efendiye her gün Ödemek üzere belli bir verginin þart koþulmasýdýr. Verginin dýþýndaki bazan köleye kalýr, köle kazancýnda müstakildir ve her ikisi de her zaman anlaþmayý feshedebilir.[35]

 

Muhatara

 

(haksýz kazanç)

Sözlükte iddialaþma anlamýna kullanýlýr ve hatar kökün­den türemiþtir. Hatar kelimesi ise aslen tehlikeye, yok olu­þa yaklaþma ya da kurtuluþ ile telef olma arasýnda bir du­rum manasýnda yorumlanýr.

Terim olarak Ýbn KayyÝm'in tarifine göre muhataranýn iki anlamý vardýr; muhâtaratü't-tüccar, satmak ve kazanmak maksadýyla bir malý satýn almak ve bu konuda Allah'a tevekkül etmekten ibarettir.

ikinci muhatara ise meysir yani kumar anlamýnda kul­lanýlan hatar'&m Bu da yanlýþ ve haksýz yollarla mal yemektir. Allah ve Resulü bunu haram kýlmýþtýr. Meselâ bey'-i mülâmese, bey'-i münâbeze, habele'l-habele, melâkîh, mezâmin ve olgunlaþmadan önce meyvenin satýlmasý gibi. Bu tür iþlemlerde taraflardan biri diðerini aldatýr ve zulmeder. Ancak tüccarýn satýn aldýðý malýn sonradan fiyatýnýn düþ­mesinde durum böyle deðildir. Bu Allah'ýn takdiridir ve bi­rine hile yapýlmasý söz konusu olamaz. [36]

 

Mukadderat

 

(ölçü birimleri)

Sözlükte mukadder kelimesinin çoðuludur ve takdir kö­künden gelir. Bu da bir þeyin sayýsýný açýklamak ve belirle­mek anlamýna gelir.

Terim olarak miktarý kile ile tartýlarak, ölçülerek ve sa­yýlarak belirlenen eþyalara denir. Bütün bunlar Örfî ve kýyasî Ölçü birimleridir ve geçmiþ asýrlarda insanlar bunlarý kullanmýþlardýr, baþkaca bir özellikleri yoktur.

Vezin, bir þeyin aðýrlýðýnýn veya hafifliðinin bilinmesi için denk bir þeyle karþýlaþtýrýlmasý ve kontrol edilmesidir.

Keyl, bir þeyin hacminin bilinmesi için denk bir þey ile denenmesidir.

Zer, sýra ile uzunluðunun bilinmesi için denk bir þey ile derîenmesidir.

Add ise, benzer birimlerin sayýlarýna göre bir þeyin sa­yýsýnýn belirlenmesidir.[37]

 

Mukâssa

 

(ödeþme)

Sözlükte "kasastü'1-eser" denilir ve izini takip etmek mana­sýna kullanýlýr. Mukâssa ifadesinin türemiþ olduðu kâssa fiil kökü ise, karþýlýklý olarak ödeþti anlamýna gelir. Yani bir kimsenin diðer birine hem borcu var, hem de benzer bir alacaðý var. Ýþte borca karþýlýk borç hesap edilir ve her iki tarafýn borcu karþýlýklý olarak kapatýlýr. Esasen bu sözcük ýktisâs kökünden alýnmýþtýr. Bu fikirler Feyyûmî'ye aittir. Tferim olarak anlamý sözlük manasýndan alýnmýþtýr. Fu-kaha bununla bir kimsenin borçlusundan istediði alacaðý­ný borçlusunun istediði borcundan düþürmesini kastetmiþ­tir. Böylece alacaklýnýn zimmeti cinsi, sýfatý ve Ödeme vak­ti itibariyle benzer bir borç yani borçlunun alacaðý ile meþ­gul edilmiþ olur. Ýþte böyle bir durumda mukâssa meydana gelir ve miktar bakýmýndan eþit olduklarý takdirde her iki borç da düþer. Eðer borç miktarlarý farklý ise fazlasý kalýr. Mukâssa ortak miktarda yapýlýr. Artan miktar kadar biri­nin diðerine borcu devam eder. (Dilimizde buna "takas" is­mi verilir.) [38]

 

Mukâyeda

 

(trampa/takas)

Sözlükte mübadele, yani benzer iki þeyin deðiþimi anlamý­na gelir. Meselâ "filan kiþi babasýna benzedi" denilir Td, iki­si birbirinin benzeri demektir.

Deyim olarak mübadele, arz ile arzý, yani mal ile malý deðiþtirmektir ve her ikisi de para deðildir. Bazýlarý da bunu "ayný ayn karþýlýðýnda satmak" þeklinde tarif etmiþler­dir. Ya da "ticari eþyayý yine ticari eþya karþýlýðýnda sat­mak" þeklinde de tarif edilmiþtir. [39]

 

Murabaha

 

(kârýna satýþ)

Sözlükte "ribh" kökünden gelir ve artýþ, geliþine gibi an­lamlarý vardýr. Meselâ birisi diðerine kâr verdiði zaman "Râbahahu ala sil'atihi" denilir. Yine kârý ortak olmak üze­re birisine mal vermek manasýna da kullanýlýr.

Terim olarak "bey-i murabaha" kavramý ise, insanýn bir miktar artýþ karþýlýðýnda sahip olduðu malý satmasý þeklin­de açýklanýr ve sadece uruz denilen ticaret eþyalarýnda uy­gulanýr. Bir baþka deyiþle ticari bir malý kârýný da ilave ede­rek belli bir fiyata satmaktýr. Bu çerçevede bazý yazarlar murabahayý þu þekilde tarif etmiþlerdir: "Mal sahibinin (sa­týcýnýn) müþteriye kaça satýn aldýðým bildirerek bir malý kâ­rýyla satmasýdýr. Ancak bu, ya kârý topluca açýklamak sure­tiyle olur. "Bu malý bin liraya aldým ve senden yüz veya iki-yüz lira kazanýyorum" demek gibi. Ya da "Her lira için þu ka­dar kazanýyorum" þeklinde ayrýntýlarý da söyleyerek yapýlýr. Fýkýhçýlar murabaha konusunu "buyû'ul emânet" baþlýðý altýnda incelemiþlerdir. Çünkü buradan satýn aldýðý malýn alýþ fiyatýný bildirme konusunda emanetçi durumdadýdýr. [40]

 

Murâdât

 

(rýza) 

Sözlükte, iki veya daha çok taraf arasýnda vâki olan kabul ve muvafakat demektir. Yani söz ve fiilde meydana gelen is­tekle birlikte beðenme, uygun görme þeklinde açýklanýr; zýttý ise, kýzma, reddetme ve öfkelenme vb. sýfatlardýr.

Terim olarak sözlük anlamýyla ayný yönde kullanýlýr ve bir akitte taraflarýn, akdin yapýlmasý konusunda ikrah gi­bi rýzayý tehlikeye sokan bir ayýp bulunmaksýzýn ittifak et­meleri demektir. Böyle bir akit "terâdi veya murâdât" ile yapýlan akit olarak isimlendirilir. Fýkýhçýlarýn bu anlamda­ki akit tarifleri bey' için þöyle özetlenmiþtir: "Karþýlýklý rý­za ile, malý, malla deðiþtirmektir.[41]

 

Mursad

 

(vakýftan alacak)

Sözlükte, hazýrlama anlamýna gelir. Meselâ "ersade lehu'l-emr" denilir ki, "ona bir emir (=iþ) hazýrladý" demektir.

Terim olarak, "kiracýnýn vakýf kurumundan sabitieþmiþ ve kesinleþmiþ alacaðý" þeklinde açýklanýr. Kiracý vakýf na­zýrýnýn izniyle bazý vakýf mallarýný tamir etmek üzere ken­di malýndan harcama yapmýþtýr. Çünkü bu konuda hem vakfýn geliri yoktur, hem de bu mallarýn tamirine yetecek kadar peþin ücretle kiralayacak kimse de mevcut deðildir.

Bu deyim sadece son Hanefî fýkýhçýlarý tarafýndan kul­lanýlmýþtýr.[42]

 

Musâkât

 

(aðaç ortaklýðý)

Sözlükte saky kökünden alýnmýþtýr. Asýl anlamý, bir kimse­nin, hurma ve üzümleri sulamayý ve bakýmlarýný üzerine almasýdýr. Bu çalýþmasý karþýlýðýnda da gelirden belli bir kýsmýný ücret olarak alýr. Bu Ýbn Fâris'in yorumudur.

Terim olarak fukahanýn. yorumu sözlük anlamýyla ayný yöndedir. Bu bakýmdan þu þekilde tarif edilmiþtir: Meyve­sinden belli bir kýsmýný ücret olarak almak üzere bir kim­seye aðaç ve üzümlerinin bakýmým vermektir.

Hanbelî Mece'sinin 1947. maddesinde geçtiðine göre musâkat "yenecek meyve veren dikilmiþ belli bir miktar aðacý orada çalýþacak ve onlara bakacak bir kimseye, mey­velerden belli bir pay karþýlýðýnda vermektir" þeklinde tarif edilmiþtir. Bu durumda aðaç sahibine musâkî, diðerine de âmil denir.

Musâkat bir çeþit þirket olup, aðaçlar bir taraftan, on­larýn bakýmý ve çalýþma diðer taraftan konur. Hasýlat ola­rak elde edilen meyve de ikisi arasýnda taksim edilir.

Bu akdin bir adý da "muamele" dir. es-Saðâni'nin dedi­ðine göre, "muamele" Iraklýlar tarafýndan, "musâkat" da Hicazlýlar tarafýndan kullanýlýr.[43]

 

Musâna'a

 

(rüþvet).

Sözlükte rüþvet manasýna gelir.

Terim olarak Nesefî'nin dediðine göre musâne'a, kolaylýk demektir. Yani bir þeyi tutmak vo oyalamaksýzm kolaylýkla vermektir. Bir baþka deyiþle azgýn bir zâlime, onun zararý­ný ve kötülüðünü defetmek veya ondan hakkýný almak maksadýyla mal vermek þeklinde yorumlanýr. [44]

 

Muvâ'ade

 

(akit sözleþmesi)

Sözlükte iki þahýstan karþýlýklý olarak vaad, söz almak de­mektir. Meselâ, bu adam filana þu kadar söz verdi.

Diðeri de buna karþýlýk þunu söz veriyor gibi.

Esasen bu kelime va'd kökünden türemiþtir ve gelecek­te baþkasýna ait olan bir iþ konusunda, bir diðerinin kendi iþini haber vermesidir.

Terim olarak "sonucu yine kendilerine dönecek þekilde, iki kiþinin gelecekte bir akit yapmak üzere isteklerini ilan etmeleridir" þeklinde tarif edilir.

Bu deyimi ekseriya Mâlikî ulemasý kullanmýþtýr.

Bunlardan Hattâb muvâ'adeyi nikah konusunda ele al­mýþ ve þu þekilde yorumlamýþtýr. "Muvâ'ade iki kiþiden her birinin diðerine evlenme sözü vermesidir. Müfâ'ale veznin­de bir kelimedir ve ancak iki kiþi arasýnda meydana gelir. Sadece birisi diðerine vaadde bulunsa buna ide denir.[45]

 

Muzara'a

 

(ziraat ortaklýðý) 

Sözlükte, arazi sahibi ile ziraatçinin, tarlanýn ekilmesi üze­rine sözleþme yapmalarý demektir.

Terim olarak da ayný anlamda kullanýlýr. Hasýlatýn tak­simi ise, sözleþmenin yapýlmasý esnasýnda üzerinde ittifak edilen paylaþým esaslarýna göre yapýlýr. Bu muamele, tarla bir taraftan, çalýþma da Öbür taraftan arazinin ekilmesi ve hasýlatýn da iki ortak arasýnda paylaþýlmasý esaslarýna da­yalý bir çeþit þirkettir. Hanbelî Mecelle'simn 1949. madde­sinde beyan edildiðine göre muzaraa ve muhâbera, "Bir araziyi tohumla beraber ekmek ve iþlemek üzere birine vermek veya ekilmiþ bir araziyi, hasýlattan bir miktar pay karþýlýðýnda iþlemek üzere vermektir."

Nevevî'ye göre de muzâra'a "Tohumu tarla sahibine ait olmak üzere üretilen hasýlattan bir pay karþýlýðýnda yapýlan ziraattir. Muhabere de bunun benzeridir. Ancak bunda tohum iþleyene aittir, ikisinin ayný manaya geldiði de söylenmiþtir. Fakat birincisi daha doðrudur ve ayný zamanda bu cumhurun görüþüdür.[46]

 

Mubah 

 

Sözlükte, ibâha kökünden türemiþtir ve ortaya çýkma, be­lirme gibi anlamlara gelir. Meselâ "ebâha bi-sýrrýhî (ýsýrýrý­ný açýkladý)" denilir. Yine bu kelimenin, "evin avlusu" anla­mýna gelen "bâhatü'd-dâr"' ifadesinden türediði de söylen­miþtir. Bu *iözde, geniþlik ve engellerin giderilmesi anlamý vardýr. Çünkü avlu evin kullaným alanýný geniþletir. Yine ayrýca "ebâha'r-racülü mâlehû" denilir ki "malýn alýnmasý­na veya terkedilmesine izin verdi" demektir. Yani adam malý iki hususta da serbest býrakmýþtýr.

Terim olarak fukaha bu kelimeyi þer'an, mükellefin yap­masý veya terketmesi caiz olan iþ manasýnda yorumlamýþtýr. Farz, mendub, haram ve mekruh ayýrýmýnýn bir bölümüdür. Bu açýdan þöyle tarif edilmiþtir: Ýki tarafý eþit olan þeydir. Yani iþlemekte sevap, terketmekte de ceza yoktur.

Ayrýca alýp sahip çýkmakla mülkiyeti helal olan eþya manasýna da kullanýlýr. Çünkü bu eþyada bir kimsenin mülkiyeti veya ona sahip olduðunun bir iþareti yoktur. Fýkýhçýlar "mubah þeyleri alýp muhafaza etmek, mülkiyet se­beplerindendir" derler ve bununla aslen mubah olan þeyle­ri kastederler. Meselâ meradaki ot, ormandaki aðaç, nehir­deki su ve buhar gibi. Bu çerçevede "mubah mal" da þu þe­kilde tarif edilmiþtir: Tabiî olarak, Allah Teâlâ'nm insanla­rýn faydalanmasý için yarattýðý maldýr ve imkâný olduðu halde herhangi bir kiþi bu malý kendi mülküne katmamýþ­týr. Her insan için sahip çýkýp korumak yoluyla buna mülkiyet hakký vardýr. Bu malýn hayvan, bitki ya da cansýz bi­ri olmasý arasýnda fark yoktur.[47]

 

Müellefetü Kulûbihim     

 

(kalpleri kazanýlacaklar)

Sözlükte müellef, Uf maddesinden türemiþ olup anlaþarak toplanma manasýna gelir. Teellefe fiili de "dostlukla kay­naþtýrdý" demektir.

Terim olarak müellefetü kulubuhum, zekata hak sahibi olanlardan bir zümredir. Ýkram ve hediyelerle onlarýn kalp­lerinin Ýslâm'a ýsýnmasý istenir. Yahut da onlar, henüz Ýs­lam kalplerinde yerleþmemiþ olan kimselerdir. Kendilerine mal verilir ki, Ýslâm'ý ve müslümanlarý sevsinler ve Ýslam kalplerinde yerleþsin.

Hz. Peygamber dönemindeki müellefe-i kulübü ise Mutarrazî þöyle tarif eder: "Onlar Arap eþrafýndan bir topluluktur. Hz. Peygamber onlara zekat verirdi. Bazýlarýna müslümanlara iþkence yapmasýn diye verirdi. Bazýlarýna Ýslâm'a yönelsin diye verirdi. Bazýlarýna da Ýslâm'a yakýn­lýðý kesinleþsin diye verirdi.[48]

 

Mühâyee

 

(menfaat bölüþümü) 

Sözlükte münâvebe (dönüþümlü), gün aþýrý, sýralý ^nöbet­leþe), gibi anlamlara gelir.

Deyim olarak menfaatlerin münâvebe ve sýra ile taksi­mi demektir. Bu da ortaklarýn iþi onaylamalarý ve razý olmalarý demektir. Yani onlardan her biri seçmiþ olduklarý herhangi bir duruma razýdýrlar.

Bu anlamda mühâyee iki kýsýmdýr: zamana baðlý olan ve mekana baðlý olan.

Zamana baðlý mühâyee: Meselâ iki kiþinin ortak olarak bir araziyi biri bir sene, diðeri de öbür sene ekmek üzere an­laþmýþ olmalarý; ya da bir evde bir sene ara ile birisi bu se­ne, Öbürü de gelecek sene oturmak üzere anlaþmalarý gibi. Mekana baðlý mühâyee: Meselâ iki kiþinin bir araziyi ortak alarak, yarýsýný birisi, diðer yarýsýný da öbürü ekmek üzere anlaþmalarý; bir evin bir tarafýnda birisi, diðer tara­fýnda da öbürü oturmak üzere ortak olmalarý; yahut da or­tak bir evin alt katýnda birisi, üst katýnda birisi oturmak üzere anlaþmalarý gibi. Yine, ikisinin de ortak olduðu iki evden birinde birisi, diðerinde de Öbürü oturmak üzere ka­rar vermelerinde olduðu gibi.[49]

 

Mükâtebe

 

(özgürlük bedelini ödeme)

Sözlükte ketb kelimesinden alýnmýþtýr ve toplamak; ilâve etmek gibi anlamlara gelir. Meselâ insan bir þeyi topladýðý zaman "ketebe'þ-þey" denilir. Yine harfler ve kelimeler bir araya getirildiði için "ketebe'l-kitab" denilir.

Deyim olarak mükâtebe ile kastedilen kitabet akdidir. Bu da efendi ile köle arasýnda hürriyete kavuþmak üzere yapýlan bir anlaþmadýr. Ancak anlaþmada kölenin, salýve­rilme bedelini belli bir zaman içerisinde zamana baðlý vazi­felerle ödemesi þartý vardýr. Burada geçen nucûm kelimesi vakitlere baðlý vazifeler anlamýna gelir ve necm kelimesi­nin çoðuludur. Meselâ "necceme'1-mâl" veya "vazzafe fi kül­li þehrin keza" denilir. Yani "her ay þu kadar ödemek üzere görevlendirildi" demektir.

Ezherî'nin dediðine göre "Bu muamelenin Ýslâm dinin­de kitabet þeklinde isimlendirilmesinin sebebi þudur: Eðer bu mal köleden bir defada alýnmýþ olsaydý ona çok zor gelir­di. Bu sebeple köleden bu mal çeþitli görevlerle ve çeþitli za­manlarda toplanýyordu. Böylece kölenin iþi de biraz kolay­laþmýþ ve aldanma tehlikesinden de kurtulmuþ olurdu.

Yukarýdaki açýklamalar çerçevesinde fukaha mükâte-beyi þu þekilde tarif etmiþtir: "Mükâtebe, kölenin hemen serbest býrakýlmasý, rakabesinin ise borcu olan malý öde­dikten sonra verilmesidir. Tâ ki efendinin köleyi bir daha geri almasýna hiçbir yol kalmasýn.

Nevevî'nin bu konudaki yorumu da þöyledir: "Kitabet akdi diðer akitlerle mukayese edilmez. Çünkü bu efendi ile köle arasýnda cereyan eder, her iki bedel de efendiden çý­kar, köle kölelik ile hürriyet arasýnda bir durumda bulunur (ne köledir, ne hürdür). Hür bir kimse gibi baðýmsýz deðil­dir. Fakat köle gibi de darlýða düþmez. Ýhtiyaç onu çalýþma­ya sevkediyor ki bu serbesttir. Çünkü efendi meccanen ser­best býrakmaz.

Þeriat köleleri serbest býrakmaya teþvik olmasý için baþka konularda yapmadýðým bu konuda caiz görmüþtür.[50]

 

Mülâmese

 

(dokunmayla satýþ)

Sözlükte el ile dokunmak anlamýna gelen lemsi kökünden gelir.

Deyim olarak Hz. Peygsmber'in bir hadisinde geçmek­tedir. Buhârî ve Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) nýülâmeseyi yasakladý. Fukaha ise bey'-i mülâmesenin manasý üzerinde ihtilaf et­miþlerdir. Bu konuda dört görüþ vardýr:

1- Ýmam Malik'in görüþü: Bir kimsenin elbiseye dokunmasý fakat içini açmamasý ve içinde bulunan þeyleri açýkla-mamasýdýr, veya gömleðin içinde ne olduðunu bilmeden sa­týþa çýkarmasýdýr. Bâcfnin dediðine göre buna mülâmese denmesinin sebebi, ona dokunmaksýzýn niteliklerini bilme ve anlama imkânýnýn olmamasýdýr. Lems, satýn alman ve­ya satýlan þeyin nitelikleri hakkýnda yeterli bilgi vermez. Bu bilgi ve niteliklerin farklý olmasýyla fiyat da deðiþiklik gösterir. Bütün bunlarýn manasý, bey'in, müþterinin kendi­sine yetecek kadar dokunmasý ve incelemesi þartýyla akde-dilmesidir. Burada yasaklama nedeni satýlan malýn nitelik­leri konusunda meydana gelebilecek cehaletten dolayý bir gararýn (aldanma) oluþmasý endiþesidir.

2- Ýki kiþi bir eþya üzerinde pazarlýk yaparlarken müþ­terinin eþyaya dokunmasý sonucu satýþýn gerekli hale gelmesidir. Mal sahibi buna ister razý olsun, ister olmasýn farketmez. Bu durumda dokunma satýþýn gerekli oluþunun belirtisidir. Burada müþteri satýn aldýðý eþyayý ister taný­sýn, isterse tanýmasýn yine farketmez. Hanefîler kumar açý­sýndan bakarak bu tür satýþý hatalý görmüþlerdir.

3- Satýcýnýn müþteriye þöyle demesiyle olur: Eðer elbi­seye dokunursan onu sana þu fiyata sattým. Her ikisi de lems'i akit yerine geçecek þekilde yaparlar ve öyle kabul ederler. Bu görüþ bir kýsým Þafiî ulemasýna aittir.

4- Kendisine dokunulduðu zaman muhayyerlik þartý ve meclisin kesileceði esasý üzerine bir þeyin satýlmasýdýr. Bu da Þâfîîlere ait bir baþka görüþtür. Bu tür bir iþlemin sa­kýncalý olmasýný Nevevî, olayýn bey'-i garar olmasýna baðla­mýþtýr ve bu yasaklanan bey'-i garar a dahildir. Ancak Hz. Peygamber bunu meþhur cahiliyye satýþlarýndan sayarak diðerlerinden ayýrmýþtýr. [51]

 

Mülâzemet

 

(gerektirme/borçluyu izleme)

Sözlükte, bir þeyin diðerinden ayrýlmasýna mani olma, lü­zum ve telazým (gerekme) anlamlarýna gelir.

Terim olarak bu kelime usulcüler tarafýndan kullanýl­mýþtýr. Þöyle ki, bir hükmün bir baþka þeyi gerektirmesidir. Baþka bir ifadeyle vâki olan bir hüküm, baþka bir hükmün zorunlu olarak vâki olmasýný gerektirir.

Meselâ, gündüzleyin duman varsa ateþ de vardýr. Gece­leyin de ateþ varsa duman da vardýr gibi.

Mulâzeme ifadesi fukaha dilinde de kullanýlýr. Meselâ on­lara göre, borcunu ödemeyerek oyalayan borçlu üzerine ala­caklýnýn alacaðýný alýncaya kadar mülâzemet hakký vardýr. Yani borçlusundan ayrýlmamasý, onu takip etmesi caizdir. [52]

 

Münâbeze

 

(atýþla satýþ)

Sözlükte atmak anlamýna gelen nebz kökünden türemiþ bir kelimedir. "Nebeze'þ-þey min yedihî (bir þeyi elinden attý, çýkardý)" denilir. "Nebeze'1-ahd" ifadesi ise "ahdi bozdu" an­lamýna gelir. Kelimenin kastedilen anlamý budur. Çünkü ahdi çýkarýp atmýþtýr.

Terim olarak anlamýnda fukaha ihtilaf etmiþtir ve bey'-i münâbezenin yorumunda dört görüþ ileri sürmüþlerdir:

1- Biri diðerinin üzerine elbisesini atar, diðeri de onun üzerine atar. Böylece bakmaksýzýn ve karþýlýklý rýza olmak­sýzýn bey! yapýlmýþ olur. Bu Ýmam Mâlik'in yorumudur.

2- Ýki kiþi eþya üzerinde pazarlýk ederlerken satýcý bu­nu müþterinin üzerine atar. Böylece bey' vacip hale gelir ve artýk müþteri bey' yapmak zorundadýr. Kabul etmemesi mümkün deðildir. Bu da Hanefîlerin görüþüdür.

3- Bu, satýcýnýn müþteriye þöyle demesiyle olur: Hangi elbiseyi atarsam sen onu þu fiyata satýn alacaksýn. Bunu da Ýmam Ahmed söylemiþtir.

4- Satýcýnýn müþteriye þöyle demesidir: Ben sana onu attýðým zaman veya sen bana onu attýðýn zaman, þu fiyata kesinlikle sattým. Bu yorumu da Þâfiîler yapmýþlardýr.

Birinci ve üçüncü þekillerde müþterinin satýlan eþyayý bilmediði düþünülür. Ýkinci þekilde akit elbisenin atýlmasýna baðlanmýþtýr. Dördüncü þekilde ise her iki taraf atma hare­ketini bey' olarak deðerlendirirler ve bey' için kafi görürler. [53]

 

Münâceze

 

(malýn/bedelin teslim alýnmasý)

Sözlükte acele etme anlamýna gelen necz kelimesinden türe­miþtir. Ýnsan acele ettiði zaman "enceztühû" veya "neceztü-hû" denilir. "Þey'un nâçiz" ifadesi de hazýr ve mevcut þey de­mektir. "Bi'tuhû nâcizen bi-nâcizin" cümlesi "onu elden ve peþin olarak sattým" demektir. "Bi'tuhû gâiben binâcizin" cümlesi de "para karþýlýðý veresiye sattým" anlamýna gelir.

Terim olarak münâceze Mâliki fakihlerinin malî mu­ameleler konusunda kullandýklarý sözlerden biridir. Bunun­la akit anýnda her iki bedelin de teslim alýnmasý kastedilir.[54]

 

Münâseha

 

(mirasçýlara nakletme/karmaþýk mirasçýhk)

Sözlükte nakletme ve deðiþtirme anlamýna gelen "nesh" kökünden türemiþ bir kelimedir. Râgýb'ýn dediðine göre mi­rasta münâseha, bir kýsým varislerin ölmesi ve mirasýn taksim edilmeden kalmasý demektir.

Deyim olarak lügat manasýyla ayný yönde kullanýlýr. Bu sebeple Þerif Cürcânî'nin tarifi þöyledir: "Taksimden önce varisin ölümüyle hisseyi diðer varise nakletmektir."

Mal ve verese sahibi bir insan öldüðü zaman ve taksim­den önce yine bazý varislerin de Ölmesi durumunda, ölenle­rin paylarý diðerlerine geçer. Bu durumda miras kalanlar arasýnda taksim edilir. Ýþte buna münâseha denir. Çoðulu münâsehât þeklinde gelir.

Bu konuda Feyyûmî'nin yorumu þöyledir: Zamanlarýn deðiþmesiyle asýrlar da onu takip eder ve deðiþir. Çünkü deðiþen her bir þey için daha önce olmayan bir hüküm var­dýr ve hüküm her þeyin bizzat kendisi için sabit olur. Son­ra gelen þey daha önce sabit olan bu hükmü kaldýrýr ve kendine mahsus bir hükme deðiþtirir. Veresenin nakli de bu kabildendir. Çünkü miras, ilk ölüm hükmü üzerine tak­sim edilmemiþtir. Aksine ikinci Ölüm üzerine taksim edil­miþtir. Sonrasý da böylece devam eder. [55]

 

Mümâkese

 

(indirim/eksik ödeme)

Sözlükte mutlak noksanlýk anlamýna gelir. Aynen meks gibi. Deyim olarak fukaha "mâkese fülânün fî'l-bey þeklinde söyler. Mekese fiili burada "fiyatý noksanlaþtýrdý" anlamýna gelir. Bey'de mümâkese ise parayý eksik vermek demektir. Mümâkese'nin zýttý istirsâVdýr.

Ýmam Ahmed'in dediðine göre müstersil, mümâkese yapmaz. Sanki o satýcýya güvenmiþtir. Mümâkese yapmak­sýzýn ve aldandýðýný bilmeksizin satýcýnýn verdiðini alýr. [56]

 

Müsadere

 

(zorla alým)  

Sözlükte hakkým istedi, zorla aldý gibi anlamlara gelir. Terim olarak þahsa ait belirli bazý eþyanýn mülkiyetinin hazineye (beytülmâl) intikali hususunda devlet baþkanýnýn verdiði hüküm, yani karardýr.

Kadý Han'ýn yazdýðý Câmi'us-Saðîr'de belirtildiðine gö­re; sultan bir adamý müsadere ettiði zaman ondan malým alýrken adam zekata niyet ederse üzerinden zekat borcu düþer. Timurtaþi de bu görüþün emvâl-i zahirenin zekatýn­da geçerli olduðunu yazar. Eðer sultan müsadere ettiði za­man emvâl-i bâtmenin zekatýna niyet ederse, bir grup âlime göre caizdir. Fakat doðrusu bu deðildir. Çünkü sulta­nýn niyeti, emvâl-i bâtýnenin zekatýný zorla almak deðildir.

Âdet olduðu üzere fukaha, müsadere ile ilgili hükümle­ri "tazir bi'l-mâl" konusunda ele almýþlardýr.

Mantýkçýlar ve usulcüler tarafýndan kullanýlan "müsa­dere ale'l-matlûb" ifadesine gelince bundan maksat, netice­yi kýyasýn bir parçasý kýlmaktýr. Veya netice kýyastan bir parça olmak gerekir.

Meselâ insan bir beþerdir. Her beþer güler. Netice: in­san gülen bir beþerdir. Büyük önerme iþte buradadýr. Matlub ise tekdir. Çünkü beþer ve insan müteradif, yani eþ an­lama gelirler. Ýþte bu kavram birliði büyük önerme olur. Netice ise tekdir. [57]

 

Müsâveme

 

(maliyeti belirtilmeyen satýþ) 

Sözlükte sevm kökünden gelir. Ticari bir eþyayý fiyatýný be­lirterek satmak üzere müþteriye sunmaktýr.

Deyim olarak alýcý ve satýcýnýn ittifak ettikleri satýþ de­mektir. Ancak burada satýcýnýn, malýn alýþ fiatýný bildirme­si söz konusu deðildir. Fakat müþteri bunu biliyor ya da bil­miyor olabilir. Bu çerçevede Mâlikî Ýbn Cezzî'nin musâveme tarifi þöyledir: "Müsâveme, satýcý ile malýn kaça satýn alýndýðýný bilmeyen müþterinin görüþerek satýþ muamele­sinde anlaþmalarýdýr."

Fukaha esas itibariyle bey'i, fiyatý belirleme yolu baký­mýndan iki kýsma ayýrmýþtýr: müsâveme ve emânet.

Müsâvemede satýcý, ana parasýný yani alýþ fiyatýný açýk­lamaz. Bey'-i emânette ise ana para fazlasý ya da eksiði satýþ fiyatý olarak belirtilir. Bey'-i emânet diye isimlendirilme-sinin sebebi ise, satýcýnýn ana parayý (maliyet fiyatýný) ha­ber vermek konusunda emanetçi konumunda olmasýndan dolayýdýr ve üç kýsma ayrýlýr. [58]

 

Müstersil

 

(pazarlýk yapamayan alýcý)

Sözlükte istirsâl sözcüðünden gelir ve tatmin olma, doyu­ma ulaþma, konma ve iyilik duygusuna sahip olma gibi an­lamlarda kullanýlýr.

Deyim olarak bey' muamelesinde kullanýlýr ve kiþinin akit yaptýðý kimseye inanmasý ve güvenmesi þeklinde yorumlanýr. Mâlikî Ýbn Cezzî'ye göre istirsâl "Müþterinin sa­týcýya, bu malý bana para deðeriyle sat veya bu fiyatla sa­týn al demesidir." Bu açýklama üzerine fukaha müstersil'i de þöyle tarif etmiþtir. "Müstersil eþyanýn gerçek kýymetini bilmeyen ve iyi pazarlýk yapamayan kiþidir." Ýmam Ahmed de bu konuda þunlarý söylemiþtir: "Müstersil pazarlýk ya­pamayan kimsedir. Sanki satýcýya güveniyor, pazarlýk yap­madan ve aldandýðýný bilmeden verileni alýyor."

Bununla birlikte fukaha müstersilin normalin üzerinde aldatýldýðý zaman reddetme muhayyerliði konusunda ihtilaf etmiþlerdir ve bu konuda üç görüþ vardýr:

1- Mâlikî ve Hanbelîlerin görüþü: Kabul veya reddetme þeklinde muhayyerlik vardýr, ikisinden birini seçebilir.

2- Hanefîlerin görüþü: Eðer satýcý tarafýndan yapýlmýþ bir hile veya aldatma varsa bu takdirde muhayyerlik vardýr.

3- Þafiî ve bazý Hanefîlerin görüþü: Muhayyerlik yoktur.[59]

 

Müþâ

 

(ortak mal)

Sözlükte taksim edilmemiþ müþterek mal, hisse vb. þey an­lamýnda kullanýlýr. Ya da birçok pay ve hisseyi kapsayan, pek çok kimsenin ortak olarak pay sahibi olduðu mal veya baþka bir þeydir. Meselâ, "süt suya yayýldý" denildiðinde "süt parça parça olarak suya karýþtý" manasý çýkar. Yine sehm-i þâi' denilir ki, ayrýlmasý mümkün olmayan karýþýk sehim, hisse demektir.

Deyim olarak mülk-i müþâ' ifadesi küçük olsun, büyük olsun bütünün belirsiz nisbî bir parçasý demektir. Nitekim insan bir evin yarýsýna, bahçenin dörtte birine veya araba­nýn onda birine sahip olabilir, Ýþte bu ortak bir mülkte kisse-i þâi'a olarak isimlendirilir.

Ortak mal ne zaman ortaklar arasýnda taksim edilirse hisse-i þâi'amn da mülkten kalkacaðý gayet açýktýr. O za­man, herkesin hissesi kendi özel mülkiyeti olacaktýr.[60]

 

Müþâhere

 

(ödeme zamaný)

Sözlükte þehr kökünden gelir. Terim olarak fýkýh dilinde ve­resiye taksitlerinin ödeme ve kapatýlma kararý verilen mal­larýn kiralarýnýn verilme ve çalýþma ücretlerinin ödenme zamanlarýnýn zikredildiði vakit ve yerdir.

Meselâ "parayý ödemekle veya þu kadar kirayý vermekle sözleþme tamam oldu" denilir. Yine, "þu kadar kira 10 taksitte ve aylýk olarak ödenirse, kira akdi tamamlanmýþ olur" denilir.

 

Mütekavvim

 

(deðerli/hukukça korunmuþ)

Sözlükte "Kavvemtü'þ-þey" denilir ki düzeltti, saðlamlaþtýr­dý demektir. "Kavvemtül-nýetâ" denildiðinde ise "o mala belirli bir kýymet ve deðer biçtim" manasý kastedilir. Keli­menin aslý takvim lafzýndan gelir. Bu da kýymet belirlemek ve takdir etmek demektir.

Deyim olarak kullanýlan "mâl-i mütekavvim" kavra­mýndan ise iki þeyden biri kastedilir: Birincisi, þer'an fay­dalanýlmasý mubah olan mal; ikincisi de Örfen karþýlýk, kýy­met ve deðeri olan maldýr. Bu açýklama Hanefîlerin açýkla­masýdýr. Çünkü onlar malý mütekavvim vegayr-i mütekav­vim olmak üzere ikiye ayýrmýþlar ve þu yorumu getirmiþ­lerdir: Mal-i mütekavvim talep edildiðinde faydalanýlmasý þer'an mubah olan mal; mâl-i gayr-i mütekavvim de fayda­lanýlmasý þer'an mubah olmayan maldýr. Bunun yanýnda mu'âveza akdinin sýhhati için üzerinde anlaþma yapýlan eþyanýn mal-i mütekavvim olmasýný þart koþmuþlardýr. Di­ðer ulema ise malýn mahiyeti ve aslý itibariyle, þer'an helal olmasý þartýný getirmiþlerdir. Bu durumda onlara göre þer'an faydalanýlmasý helal olmayan mal düþünülemez. Çünkü þartýn kalkmasýyla mahiyet konusu da yok olur. Þu kadar var ki, mâl-i mütekavvim kavramý Arap dilinde, ör­fen kýymeti ve deðeri olan mal anlamýnda kullanýlmýþtýr.[61]

 

Müvâsebe

 

Sözlükte atlama manasýna gelen "vusub" kelimesinden türemiþtir. Feyyûmî'nin belirttiðine göre halk bu kelimeyi mübâdere (acele etme), koþma manasýna kullanýr.

Deyim olarak fukuhanýn kullandýðý "eþ-Þüfa'tü limen vâsebehâ" ifadesine gelince burada koþarak, atlayarak talep, istek manasý vardýr. Tabiî istiare yoluyla bu anlam çý­karýlýr. Çünkü burada mana sýçrama, yerde zýplayarak yü­rüme demektir.

Fýkýhçýlar "talebü'l-müvâsebe" ifadesini þu þekilde tarif etmiþlerdir: Þuf'a hakkýna sahip, olan kimsenin, Þuf'a talebiyle satýþýn yapýldýðýný, müþterinin bulunduðu ve fiyatýn belirlendiði haberim alýr almaz satýþ meclisine koþmasýdýr. Hatta bunu bir müddet sonra öðrenseler bile, þuf'ayý red­dettiðini gösteren bir þey belirtmediði müddetçe bu hak meclisin sonuna kadar devam eder.

Mecelle'nÝn 1029. maddesinde belirtildiðine göre taleb-i müvâsebe, «Þefî'e satýþ akdini duyduðu anda meclise müra­caat ederek þuf'a talebini söylemesi gerekir. Meselâ "Be­nim bu malda þuf'a hakkým var ve ben bunu isterim." Ýþte buna taleb-i müvâsebe denilir» þeklinde izah edilir.[62]

 

Müzâbene

 

(yaþ/yeni ürünü eskisiyle satmak)

Sözlükte zebn kökünden türemiþ olup vermek, ödemek ma­nalarýna gelir.

Terim olarak tarifinde ihtilaf edilmiþtir. Çoðunluða gö­re nýüzâbene "yaþ bir þeyi kendi cinsinden kuru bir þey karþýðýnda satmak"týr. Ancak burada deðerlendirme takdiri­dir. Meselâ, bir kile yaþ hurma ile bir kile kuru hurmayý satmak gibidir. Yine yaþ üzümle kuru üzümü deðiþtirmek de böyledir.

Ýmam Mâlik müzâbene konusunda þunlarý söylemiþtir: "Müzâbene, ölçüsü, adedi ve aðýrlýðý bilinmeyen þey karþýlýðýnda cinsi bilinerek satýlan her þeydir."

Ýbn Rüþd de bu konuda þunlarý yazmýþtýr "O miktarý bi­linmeyen bir þey karþýlýðýnda miktarý bilinmeyen bir þeyi satmaktýr." Matla' isimli fýkýh kitabýnda da müzâbene "cin­si bilinmeyen bir þey karþýlýðýnda bilinen bir þeyi satmak" þeklinde tarif edilmiþtir. Ya da "cinsi bilinmeyen bir þeyi di­ðer bilinmeyen bir þey ile satmaktýr" denilmiþtir.

Yukarýda da belirtildiði gibi bu deyim vermek anlamý­na gelen zeben kökünden alýnmýþtýr. Sanki taraflardan her biri karþý tarafýn hakkýný artýrarak veriyor. [63]

 

Müzayede

 

(açýk artýrma)  

Sözlükte ziyâde kökünden alýnmýþ olup, artma, çoðalma manalarýna gelir. Meselâ "eþyanýn fiyatýný sonuna kadar artýrdýlar, iki müþteriden biri diðerine karþý fiyatý artýrdý" denilir. Yani burada, müþterilerden biri ayný mala diðeri­nin verdiði fiyattan daha fazla fiyat vermiþtir.

Deyim olarak kullanýlan bey'-i müzayede ifadesi ise, sa­týcýnýn malýný piyasaya arzetmesi, müþterilerin bu malýn fi­yatý üzerinde yarýþmalarý ve malýn, en fazla fiyatý verene, satýlmasý anlamýna gelir.

Nitekim Mâliki Ýbn Cezzî'nin bu yöndeki tarifi þöyledir: "Müzayede, bazýsý, bazýsýna karþý artýþta bulunmalarý için insanlarý bir mala çaðýrmaktýr. Nihayet en fazla artýranda iþ durur ve o kiþi malý alýr." et~Fetâva!l-Hindiyye'de geçtiði­ne göre bey'-i müzayede, fakirlerin ve ticareti durgun olan kimsenin yaptýðý satýþtýr.

Bazý fýkýhçýlar da onu bey'-i muhâvîc ve bey'-i mefalîs þeklinde yorumlamýþlardýr.

Müzayede ile yasak olan "istiyam alâ sevmi'1-gayr" ara­sýndaki farka gelince; Mal sahibi malýný pazara çýkardýðý zaman satýn almalarý için insanlarý çaðýrýr. Birisi malý her­hangi bir fiyattan almak ister ve artýk çaðrý kesilir. Bu du­rumda mal sahibi bu adamýn verdiði fiyatý kabullenmiþ de­mektir. Artýk baþka birinin fiyatý artýrmasý söz konusu ola­maz. Ýþte buna "istiyam alâ sevmi'1-gayr" denilir.

Eðer böyle bir durumda mal sahibinin çaðrýsý durmaz ve kesilmezse, baþkasýnýn artýrmaya katýlmasýnda beis yoktur. Ýþte buna da bey-i müzayede denir ve bu "istiyam alâ sevmi'1-gayr" deðildir. Eðer satýþ çaðrýsýný yapan kiþi tellal ise, birisi herhangi bir fiyatla bu malý satýn almak is­teyince, "mal sahibine sorayým" der. Bu durumda da bir baþkasýnýn artýrmada bulunmasýnda bir sakýnca yoktur. Tellal mal sahibine haber verdiðinde "bu fiyatla sat" derse parayý alýr ve artýk bundan sonra baþkasýnýn fiyat artýrma hakký kalmamýþtýr. Ýþte bu duruma "istiyam alâ sevmi'l-gayr" denilir. Hanefî kaynaklarýndan el-Muhîtu'l-Burhâ-nî'de de ayný yönde yorum yapýlmýþtýr.[64]

(Ýstiyam alâ sevmi'1-gayr: Baþkasýnýn talebi üzerine talep, pazarlýk üzerine pazarlýk.)

 

N

 

Nâçiz

 

(peþin) 

Sözlükte, hazýr, mevcut gibi anlamlara gelir.

Deyim olarak bir malý elden ve peþin para ile satmak ya da para karþýlýðýnda veresiye satmak anlamýnda kullanýlýr.[65]

 

Nadd

 

(mudârabe sermayesinin paraya dönüþmesi)

Sözlükte su azar azar çýktýðý zaman "nadda'1-mâ" denilir. Mal ortaya çýktýðý ve kazandýðý zaman da "naddal-mâl" de­nilir. Yine borç kolay geldiði ve kolay elde edildiði zaman ve malýn fiyatý peþin ödendiðinde "naddan" denilir. Hicazlýlar da dirhem ve dinarlar için "naddan ve naddan" ifadesini kullanýrlar.

Deyim olarak fukaha nadd lafzýný mudârabe konusun­da kullanýrlar. "Nadda'1-mâl" dediklerinde de bununla eðer sermaye mal ise bunun nakde yani paraya dönüþmesini kastederler. [66]

 

Nafaka

 

(nafaka)

Sözlükte infak kökünden isimdir ve harcama, çýkarma ma­nalarýna gelir.

Tehânevî'ye göre bu deyim ya "nafakal-mebî" ifadesin­de olduðu gibi bey'in geçerli oluþuna, ya "nafakati't-dâbbe" ifadesinde olduðu gibi ölüme, ya da "nafakâti't-derahim" ifadesinde olduðu gibi fenaya, yok oluþa iþaret eder.

Terim olarak, hayatýn devamý için ihtiyaç duyulan þey demektir. Yiyecek, giyecek ve barmak gibi "Bir þeyin beka­sýnýn baðýmlý olduðu þey" olarak da tarif edilmiþtir.

Tüme varým yoluyla þer'an nafakanýn üç sebebi olduðu bilinmektedir.

Bunlar zevac, mülk ve yakýnlýktýr.

Bu sebeple Münâvî þu þekilde tarif etmiþtir:

"Nafaka kiþinin þer'an bakmakla yükümlü olduðu zev­cesine, çocuklarýna ve hayvanlarýna yaptýðý harcamalardýr."

Çaðýmýzda kullanýlan "nafakât-ý âmme" ifadesine ge­lince bu ayný isimle fukaha tarafýndan da bilinmektedir. Hatta kavram olarak onlar nazarýnda daha da eskidir. Bundan maksat, müslümanlarm yararýna olmak üzere beytülmalden ödenmesi gereken her türlü haktýr.

Nafaka Havârizmî'ye göre iki kýsma ayrýlýr:

1- Nafakât-ý râtibe, mutlaka ödenmesi gereken sabit harcamalar.

2- Nafakât-ý arýza, olaylara ve zamana göre ortaya çý­kan harcamalar. [67]

 

Nafýk

 

(tedavüldeki para/geçer akçe)

Deyim olarak râiç para demektir. Revaç, geçerli manasýna gelen nefâk kelimesinden alýnmýþtýr.  Zýttý nakd-i kâsid geçmez parajdýr.

Ýbn Ömer'in rivayetinde geçtiðine göre "Þam bölgesine vardýðýmýzda bizde geçerli saðlam para vardý. Orada ise ge­çersiz zayýf para vardý" demektedir. Bu sözden maksat yu­karýda zikrettiðimiz deyimdir. Yine "nafakati's-sýl'a" denilir ki, "malýn talebi ve isteklisi arttý" demektir. Bu ise malýn çabuk satýlmasýnýn -önemli sebebidir. [68]

 

Nakd

 

(madeni para/peþin satýþ)

Sözlükte Ýbn Fâris'in de belirttiði gibi bir þeyin ortaya çýk­masýna, aydýnlýðýna ve berraklýðýna delalet eden asýl veya temeldir. Meselâ "dirhemlerin nakdi", onlarýn baþka þey­lerden ayýrt edilmesine, deðerli ve muteber bir duruma sa­hip olduklarýnýn açýklýða kavuþturulmasýna delalet et­mektedir.

Terim olarak nesîe, veresiyenin zýttý bir anlama gelir, yani peþin demektir. Fýkýhçýlar, bedel olarak verilen þey nukûd (para) olduðu zaman bunu, kabz ve teslim mana­sýna kullanýrlar ve "nekadtü'r-racüle ed-derâhime (adama dirhemleri verdim)" derler. "Ýntekâde" kalýbý da kabz, yani teslim alma manasýna kullanýlýr. Fakat fýkýhçýlar sa­dece dirhem ve dinarlarýn kabzýna nukûd derler. Çünkü nakit ifadesi aslýnda, onlarýn diðer þeylerden ayýrt edilme­sini, deðerli varlýklarýnýn açýklýða kavuþturulmasýný ve alma verme yoluyla geçersiz olanlarýnýn piyasadan çýkarýl­masýný saðlamaktadýr. Yine fýkýhçýlar altýn ve gümüþe de nakit demiþlerdir. Ýþte bu yorumdan hareketle akd-i sarfý, nakit ve nakdin satýþý biçiminde tarif etmiþlerdir. Burada geçen nakit kelimesinden maksat dinar ve dirhemdir.

Bey'-i nakid deyimi ise Mâliki Ýbn Cezzî'nin dediðine göre semen (alýnan) ile mesmûnun (verilen) peþin olma­sý demektir. [69]

 

Naks

 

(eksilme)

Sözlükte ziyade ve artýþýn zýttýdýr. Meselâ "nakasa racülen hakkahu" denilir ki, "hakký ona tam verilmedi" demektir. Tamamlandýktan sonra maldan bir þey eksildiði zaman da "nakasa, intekasa'1-mâl" denilir. Dirhem-i nakýs da aðýrlýðý tamam olmayan dirhem manasýnda kullanýlýr.

Terim olarak sözlük manasýyla ayný yönde kullanýlýr. [70]

 

Necþ

 

(hileli artýrma)

Sözlükte asýl anlamý dehlemek, izlemek ve gözlemek, hare­kete getirmek þeklinde açýklanýr. Bu sebeple avcýya da avý­ný dehlediði için nâciþ denmiþtir.

Deyim olarak Nevevî'nin yorumu þu þekildedir: Pazar­da bulunan birinin, malýn herhangi bir fiyatla satýlmakta olduðunu görünce, kendi verdiði fiyattan satýn almayacaðý halde fiyatý artýrmasýdýr. Sanki bunu yapmakla alýcýya ma­lýn fiyatý ucuz olduðu için bu artýþý yaptýðý inancýný vermek istemiþtir. Fakat aldatmýþtýr. Ýþte bu haram kýlýnmýþ bir davranýþtýr.

Aslýnda fukaha nazarýnda necþ, yanýltma ve aldatma amacýyla satýlan malda yapýlan artýþtýr. Nâciþ ister bu ma­la mâlik olsun, ister olmasýn arada bir fark yoktur.

Ancak bazýlarý, "fiyatý artýrmak suretiyle aldatarak mala sahip olan kiþi, satýn almak niyeti olmaksýzýn fiyatý artýran fakat mala sahip olmayan kiþiden daha kötüdür" demiþlerdir. [71]

 

Nefâzü'l-Akd

 

(akdin kesinleþmesi)

Sözlükte "nefeze'þ-þey" denilir ve yarýp geçti, kurtuldu an­lamýna gelir. "Nefeze'1-emr ve'1-kavl" denildiðinde de iþ ve söz geçti, bitti anlamý kastedilir. Sanki bu kelime "ok at­mak" ifadesinden müstear olarak kullanýlmýþtýr. Çünkü atýlan ok geriye dönmez.

Deyim olarak nefâzü'l~akd ifadesine gelince bu, artýk akdin tamamlandýðýný ve imzalanmýþ olmakla bütün sonuçlarýyla birlikte geçerli hale geldiðini gösterir. Meselâ nefâzü'l-bey' denince bey'in akit yapýldýðý andan Ýtibaren geçerli olduðu, satýlan malýn mülkiyetinin müþteriye, bede­lin mülkiyetinin de satýcýya geçtiði ve akitle birlikte taraf­larýn üzerlerine düþen diðer yükümlülüklerle mükellef ol­duðu anlaþýlýr. Meselâ teslim ve tesellüm, þayet ortaya çý­karsa satýlan maldaki geçmiþ ayýplarýn tazmini gibi.

Akd-i nefâzm karþýtý akd-i mevkuftur. Burada akit imza­lanmýþ olmasýyla geçerlilik kazanarak hemen sonuç doður­maz. Sonuçlarýn doðmasý hakký bulunan kiþinin iznine baðlý­dýr. Ancak o izin verince akit amna baðlý olarak sonuç doður­maya baþlar. Eðer hak sahibi izin vermezse akit iptal olur. [72]

 

Nehb

 

(kaba kuvvetle alma)

Sözlükte nehb ve intihâb, "bir þeyi zorla almak" demektir.

Deyim olarak sözlük anlamýyla ayný yönde kullanýlýr. Bu sebeple bazý fýkýhçýlar nehbi "herhangi bir köy ya da beldeden zorla mal almak" þeklinde tarif etmiþlerdir.

Nekb ile ihtilas arasýndaki farka gelince nehbde kesin­likle gizlilik yoktur. Buna mukabil ihtilasta muhtelÝs ihtilasa baþladýðým gizler. Yine ihtilas, malý süratli ve hýzlý al­maya dayanýrken nehb böyle deðildir. Ayrýca hýzlý ve sürat­li yapmak muteber de sayýlmaz. [73]

 

Nema

 

(üreme)

Sözlükte ziyade, artýþ anlamýna gelir. Yeryüzünde bulunan her þeyin ya nâmý (artabilen) ya da sâmit (artmayan) ol­duðu söylenir. Meselâ bitkiler ve aðaçlar nâmîdir. Dað ve taþlar ise sâmittir.

Dilcilerin yorumlarýna göre nukûd konusunda nema mecaz olarak kullanýlýr. Fakat hayvanlar için nema mecaz deðil hakikattir. Çünkü onlar doðum yoluyla gerçekten ar­tarlar.

Terim olarak çoðu fukahaya göre nema, aynýn kendi­sinden meydana gelen artýþtýr. Hayvanýn sütü ve yavrusu gibi. Fakat nema, kesbin karþýtýdýr. Çünkü kesb "ayn sebe­biyle elde edilen þeydir, ayndan meydana gelen bir parça deðildir." Kölenin kazancý gibi.

Mâliki fakihleri nemayý üç kýs:na ayýrýrlar: Ribh, gaile ve fayda. Onlara göre her ribh nemadýr, her gaile de nema­dýr ve her fayda da nemadýr. Fakat her nema ancak bazý tahdit ve sýnýrlamalarla rýbhdýr, bazý kayýt ve þartlarla gai­le ve faydadýr. Çünkü nema mutlak olarak bunlardan daha geneldir.[74]

 

Nemûzec

 

(örnekli satýþ)

Sözlükte nemûzec ve enmûzec kelimelerinin Farsça'dan Arapça'ya geçmiþ olduklarý belirtilmektedir. Bunlar bir þe­yin sýfatýna iþaret ve delalet ederler. Ayrýca azlýk manasý ifade ettikleri de söylenir.

Deyim olarak fukaha bu kelimeyi kullanmýþ ve kendi­siyle ayný özellik ve sýfatlara sahip olduðunu gösteren bir þeyin benzeri þeklinde anlamýþlardýr. Bir baþka deyiþle, bir þeyin benzeri olan baþka bir þeydir. Ancak burada benzeti­len benzeyenin sýfatlarýna ve ikisi arasýnda farklýlýk bulun­madýðým gösteren bütün özelliklerine delalet eder. Meselâ bir þahýs diðerine buðday yýðýnýndan bir ölçek buðdayý gös­terip sonra da bu Ölçekteki buðday cinsinden diyerek bütün yýðýný satmasý gibi. Burada müþteriye sunulan bir ölçek buðdaya nemûzec veya enmûzec denir. [75]

 

Nesîe

 

(erteleme faizi)

Sözlükte, erteleme ve geciktirme gibi anlamlara gelir. Para ve peþinin zýttýdýr. Nesîe ve nesâ aym anlamda kullanýlýr­lar. Meselâ bir þey geciktiði zaman "nesee'þ-Þey" denilir. Araplarýn Cahiliyyet döneminde yapmýþ olduklarý bir çeþit ticari iþleme de nesîe denirdi. Bu da herhangi bir þeyin ha­ram aylara ertelenmesi demektir.

Terim olarak sözlük anlamýyla ayný yönde kullanýlýr. Bey'-i nesîeye gelince; bundan maksat, bedelin ertelenmesi esasýna dayalý olarak yapýlan satýþtýr. [76]

 

Nez'ul-Mülkiyyeti’l-Cebrî

 

(zora dayalý mülkiyet giderimi)

Bu çaðdaþ, modern bir deyimdir ve bedel karþýlýðý baþkasý­nýn malýna zorla sahip olmak manasýna gelir. Fukaha na­zarýnda bu anlamýyla bilinir. Buna ait hükümler de "ukû-dü'1-kahriyye ve'1-ikrah bi-hak ev bi-gayri hak" baþlýðý al­týnda fýkýh kitaplarýnda ele alýnmýþtýr.

Belirtildiðine göre konunun teferruatý ve çeþitlerinden bazýlarý þunlardýr: Þuf'a, tes'îr, bey'-i muhtekir, bey'-i mal-i müflis, kýsmet-i icbar, icbâr-ý mâlik-i râkik ve hayvan (mas­raflarýný karþýl ayamýyorsa) ve bilinen bazý fýkhý konular.

 

Nisâb

 

(zekat matrahý)

Sözlükte bir þeyin aslý demektir. Çoðulu nusûb ve ensibe þeklinde gelir.

Deyim olarak zekat konusunda geçmektedir ve þu þekil­de tarif edilir: Zekatýn vucubuna uygun düþen miktardýr. Bu da her inaldan zekat vacip olan miktar þeklinde açýklanýr. [77]

 

Nisâr

 

(atýk)

Sözlükte parça parça atýlmýþ þey anlamýna gelen mensur kelimesinden alýnmýþtýr. Nisâr'm bir þeyin atýlan kýsmý þeklinde anlaþýldýðý da söylenmiþtir ki, bu durumda nisâr atýlan fazla kýsým demektir.

Esasen bu kelime nesr kökünden gelir. Bu da Ýbn Fa-ris'in belirttiðine göre bir þeyin atýlan parçasýna delalet eden kelimedir.

Terim olarak sözlük manasýyla ayný yönde kullanýlýr.[78]

 

Nîtâc

 

(tabiî/ doðumdan ürün)

Sözlükte, koyun, deve ve inek gibi hayvanlardan türeyen çe­þitli ürünlere denir.

Deyim olarak fukaha nitâc ile ribh arasýnda fark oldu­ðunu belirtmiþlerdir. Þöyle ki, nitâc malýn bizzat kendin­den doðan ürün, mahsuldür. Yani malýn tabiatýndan mey­dana gelen þeydir. Kâr, ribh ise bunun aksine, ticarette ve­ya mal mübadelesinde tehlikeye raðmen akýllý ve bilgili davranarak kazanýlan maldýr.

Buradan hareketle "gasb" konusunda þu ilke benimsen­miþtir: "Gâsýb (hýrsýz) ancak ribhi deðil nitâcý geri verir.[79]

 

Ö

 

Örf

 

(meþru gelenek)

Sözlükte nükr (dine ve akla aykýrý þey)ün zýttýdýr. Asýl an­lamý hayýr, birr ve ihsan gibi ma'ruflar yani iyiliklerdir. Sonralarý insanlarýn aralarýnda alýþageldikleri davranýþlar olarak yorumlanmýþtýr. Kelimenin (nisbet "yâ"sý ile) örfi þeklindeki kullanýmý da yaygýndýr.

Deyim olarak örf insanlar arasýnda yerleþmiþ olan ve sað duyunun kabul ettiði her türlü makul, makbul ve güzel davranýþ demektir. Ayrýca her akýllý insanýn iyi olarak ka­bul ettiði ve Allah Teâlâ'mn emir buyurduðu iþ ve fiiller þeklinde de tarif edilmiþtir.

Örf, kabul veya reddedildiði konusunda kesin bir nas ya da icma bulunmadýðý takdirde açýk bir delildir. Meselâ, belirsiz bir bedel karþýlýðýnda yapýlan kira sözleþmesi asla niza ve çekiþme sebebi olamaz.

Malî iþlemlerde örf, þart derecesinde muteber bir kay­naktýr. Bu sebeplerle "Örfen bilinen bir þey þart kýlýnmýþ gi­bidir", "Tüccar arasýnda örfen bilinen bir þey aralarýnda þart kýlýnmýþ gibidir", "Örf ile tayin nas ile tayin gibidir" þeklindeki fýkýh kurallarý ortaya çýkmýþtýr. [80]

 

R

 

Radh

 

(ganimet ödülü)

Sözlükte kýrma anlamýna gelir. Yine, bir kimseye a t: bir þey verildiði zaman da "radaha lehû" denilir. Bu kullanýmýyla "sanki birinin malý bir miktar kýrpýlmýþtýr."

Deyim olarak, devlet baþkanýnýn takdiri gereðince bir kimseye ganimetlerden az miktarda ata (baðýþ) vermektir. Bu miktar baðýþýn hak sahipleri, ancak zaruret halinde sa­vaþ vacip olan ve kendilerine uygun faydalý iþler yapan ka­dýnlar, çocuklar ve mümeyyizler gibi gruplardýr. Diðer bazý savaþ emredilmeyen kimseler de bu gruba dahildir. Bu kimselere savaþa iþtirak ettikleri için bir miktar atâ (baðýþ) vermek gerekir.[81]

 

Râtib

 

(sürekli gelir)

Sözlükte sabit ve kalýcý olan þey demektir. Fýkýh biliminde de bu anlamýyle kullanýlýr.

Terim olarak fýkýhçýlar bu kelimeden, beytülmâl mas­raflarý konusunda söz ederler. Meselâ, "en-nafakâtü'r-râti-be (sabit masraflar)" denilir ve bunlar ayný zamanda zo­runlu harcamalardýr. Arýzi yani geçici masraflar ise önceki­lerin aksine bazý olaðanüstü durumlarda yapýlan harcama­lardýr.

Ayrýca fýkýh dilinde eUimâmu'r-râtib tabiri kullanýlýr.

Bu, sultanýn ya da naibinin, vakýf sahibinin veya Ýslâmî dernek yetkililerinin namaz imamlýðý için sürekli ola­rak tayin ettikleri kimsedir. Cemaat içinde bilgi ve okuma bakýmýndan "sabit imam"dan daha iyi ve daha faziletli bi­risi bulunsa dahi imamlýk hakký tayin edilen kimsenindir. el-müezzinü'r-râtib deyiminin anlamý da aynen yukarýda açýklandýðý gibidir.

Namazlar konusunda kullanýlan revâtib sünnetleri'ne gelince, bunlar, farz namazlara tâbi olan sünnetlerdir ve tâbi olduklarý farzýn vaktinde edâ edilirler.

Çaðdaþ fýkýhçýlar da bu kelimeyi daha çok vakýf ve icare konusunda kullanýr. Bununla kastedilen de bir kimse için sürekli olarak tayin ve tesbit edilen ücret ya da gelirdir.[82]

 

Re'sü'l-Mâl

 

(sermaye/anamal)

Sözlükte, kâr ve benzeri artýþlarýn dýþýnda kalan anamal anlamýnda kullanýlýr. Nitekim Allah Teâlâ KuYan-ý Kerim'de "Eðer tövbe ederseniz mallarýnýzýn aslý sizindir. Bu takdirde ne zulmedersiniz, ne de zulme uðrarsýnýz [83] buyurmuþtur.

Terim olarak bu ifade selem konusunda, rabbusselemin (selemde sermayedar) müslemün ileyhe (peþin para alarak veresiye mal verecek olan kimse) verdiði peþin para ya da mal, mudârabede rabbülmâlin (sermayedar) âmile (iþlet­meciye) ticari konularda yatýrým yapmak ve iþletmek üze­re verdiði para ve malî þirketlerde ortaklarýn yatýrým veya iþletme amacýyla koymuþ olduklarý mal veya para için kul­lanýlýr. Murabaha, tevliye ve vazîa gibi ticaret iþlemlerinde ise, satýcýnýn üreticiden mal alýrken ödediði ilk fiyata denir. Riba konusuna gelince re'sülmâl tabiriyle, karz yoluyla ve­rilen anamal ya da zimmette borç olarak bulunan ve veri­len sürenin sonunda kârsýz ve artýþsýz olarak ödenmesi ge­reken ana para kastedilir. [84]

 

Redd

 

(iade)

Sözlükte geri vermek anlamýna gelir. Fýkýhçýlar bu ifadeyi feraiz bahsinde ve kanuni mirasçýlardan artan mallarýn, baþka hak sahibi de bulunmadýðý takdirde yine onlara, haklarý nisbetinde geri vermek anlamýnda kullanýrlar.

Terim olarak fukaha tarafýndan, izne ya da þarta baðlý ta­sarruf ve yetki konusunda kullanýlmýþtýr. Þöyle ki; sözleþme ile kendisine yetki ve izin verilen kimsenin sözleþmeyi imza­lamayacaðý ve uygulamayý kabul etmeyeceðine iþaret eden her türlü davranýþ, "red" manasýna gelir. Bu davranýþýn söz ya da hareketle olmasý arasýnda bir fark yoktur.,Ýzin alma hak­kýna sahip olan kimsenin kendi aleyhine olarak baðýmlý ta­sarruf yetkisini kabul etmemesi çok tabiîdir. Ancak bu du­rumda ona tekrar izin verilmesi mümkün olamaz. Çünkü iz­har edilen red beyanýyla tasarruf talebi iptal edilmiþ olur.

Muhayyerliðe baðlý redde gelince; bundan maksat, hak ve menfaati gereði muhayyerliði zorunlu olan kimsenin ak­di feshetmesi ve eþyayý satýcýya iade ederek parasýný geri istemesidir. Nitekim ayýp, görme ve þart koþulan özellikle­rin bulunmamasýna baðlý olarak alman eþyanýn geri veril­mesinde olduðu gibi. [85]

 

Reddü'l-Mezâlim 

 

(hak ve mallarýn sahiplerine verilmesi)

Sözlükte döndürme, geri çevirme, gönderme "red" kelimesi­nin anlamlarýndan birkaçýdýr. Meselâ "radedtü ileyhÝ el-ve-dî'a (ona emanetini verdim)" denilir ki, "onu geri verdim" anlamýna gelir. Yine "teraddedtü ilâ fülân (filan kiþiye gi­dip geldim)" denilir. Bu da, "ona son kere uðradýðýmdan sonra bir kere daha gittim, döndüm" demektir.

Terim olarak "redd-i hukuk" ya da "redd-i mezâlim" ifa­delerine gelince; fýkýhçýlar bunlarý, haklarýn ve mallarýn gerçek sahiplerine iade edilmesi þeklinde yorumlamakta­dýrlar. Bu mal ve haklar ister doðru, isterse yanlýþ yoldan elde edilmiþ olsun farketmez. Ödünç ve emanetlerin sahip­lerine verilmesi gibi. Yine gasp edilen ve çalman mallar ile rüþvet ve hile gibi yanlýþ yollardan edilmiþ mallarýn gerçek sahiplerine verilmesi de böyledir.[86]

 

Rehn

 

(rehin)

Sözlükte, Ýbn Fâris'in belirttiðine göre "bir hak ya da sebe­be baðlý olarak bîr þeyin varlýðýna delalet eden asýl unsur" demektir.

Terim olarak fýkýhçýlar tarafýndan iki açýdan yorumlan­maktadýr.

a) Rehin akdi: Fýkýhçýlar bu kelimeyle akdi yani rehin sözleþmesini kastettikleri zaman, "malî bir varlýðý, alýnmasý mümkün olan bir hak mukabilinde hapsetmek ve tut­mak" þeklinde tarif ederler.

b)  Merhûn: Bu kelimeyle merhûnu, yani rehin olarak býrakýlan eþyayý kastettikleri zaman "borcun alýnmasý tehlikeye düþtüðünde malî deðerinden alýnmak üzere borç ga­rantisi olarak býrakýlan mal" biçiminde tarif etmiþlerdir.[87]

 

Resm

 

Sözlükte yazma, niþan, alamet veya iþaret koyma gibi an­lamlara gelir. Nitekim "rasemtul-kitab" ifadesi "kitabý yaz­dým" þeklinde yorumlanýr. Yine bu kelime "þehide alâ res-mi'1-kabale" þeklinde de kullanýlýr ve "sayfanýn yazýlmasý­na þahit oldum" anlamýna gelir. Ayrýca, eski eser, eski eser kalýntýlarý ve sahibi belli olmayan eski eserler manalarýna kullanýldýðý da olur. Çoðulu "rusûm" þeklinde gelir.

Modern maliye bilimine göre de, devletin verdiði hiz­metlere karþýlýk olarak vergi þeklinde aldýðý her türlü malî kýymetin adýdýr. Ancak fýkýh dilinde bu anlamýyla kullanýl­maz.[88]

 

Rýzâ

 

Sözlükte, "suht (öfkelenme, kýzma)" kelimesinin zýttý ola­rak kullanýlmaktadýr. "Rýza'1-abdü anillah" ifadesinin anla­mý "kulun, Allah'ýn getirdiklerini kötü görmemesi ve beðenmezlik etmemesi" demektir. Yani insanýn, kazandýðým da kaybettiðini de, nefsinde bir deðiþiklik olmaksýzýn hoþ karþýlamaðýdýr. "Rýzallahü ani'1-abd" ifadesi ise, Allah'ýn kulunu, emirlerini yapar, yasaklarýndan kaçar görmesidir.

Fýkýhçýlar bu kelimenin anlamý konusunda iki görüþ ileri sürmüþlerdir:

Birincisi Ebu Hanefî'nin görüþüdür: Buna göre rýza "son derece mükemmel ve isabetle yapýlan bir tercih" de­mektir. Bu tercihin neticesinde yüz gülümser ve memnun­luk duyar. Bazýlarý da bu kelimeyi "bir þeyi güzel bularak tercih etmek" þeklinde yorumlamýþlardýr.

ikinci görüþ ise, Þafiî, Mâliki ve Hanbelî âlimlerinin ço­ðunluðunun görüþüdür. Buna göre rýzâ, "beðenmeme gibi bir duygu karýþtýrýlmadan bir iþi yapmaktýr."

Bu durumda, Hanefîlerin görüþü çoðunluðun görüþüne göre daha hususi bir anlam taþýr.

Tercih son derece mükemmel olmasa ve memnuniyet ortaya çýkmasa bile, bir eser yapmaya yönelik sadece bir niyet dahi, çoðunluða göre rýza olarak deðerlendirilir.

Böyle olduðu zaman Hanefîlere göre bu durum rýza ola­rak deðerlendirilemez. Rýzâ olarak deðerlendirilebilmesi için az miktarda da olsa tercih ve iyi bulmak duygusu ger­çekleþmiþ olmalýdýr.[89]

 

Rýzk

 

(aynî Ödeme)

Sözlükte, Allah Teâlâ'nýn, canlýlarýn beslenmesi için yarat­týðý þeylerin ismidir. Yani bunlarla hayvanlarýn vücutlarý beslenir, kuvvetlenir ve geliþir, Rýzk-ý hasen ifadesi ise, iste­ði anýnda sahibine zahmetsiz olarak ulaþan nimet demektir. Yine bu deyim "zorlanmadan, hesap kitap edilmeden kolay­ca elde edilen þeyler" biçiminde de yorumlanmýþtýr.

Terim anlamýna gelince ihtiyaca yetecek miktarda, ay­lýk ya da günlük olarak, askerlere, hakimlere, müftü, imam ve müezzinlere ve diðer görevlilere Beytüimalden ayrýlan gýda ve eþyalara denir.

Bazý âlimler rýzk ile atayý (baðýþ ve ihsan) birbirinden ayýrmýþlar ve atayý, "ihtiyaca göre ayrýlmayan, fakat hak sahibinin sabrýna ve dinî emirlere baðlýlýðýna göre verilen hediyeler" þeklinde tarif etmiþlerdir. Rýzk ise mutlaka kifa­yet miktannca ayrýlan mallar için kullanýlýr. Ayrýca, atanýn senelik veya aylýk, "rýzk"ýn ise günlük olarak verildiði de söylenmiþtir.

Kerhî'nin Muhtasar'ýnda atânm askerlere rýzkýn da fu­karaya verildiði yazýlýdýr.

Sonuç olarak fýkýhçüann, çoðu yerde bu iki kelime ara­sýnda fark görmedikleri ve birbirinin yerine kullandýklarý söylenebilir. [90]

 

Ribâ

 

(ribâ/faiz)

Sözlükte artýþ, fazlalýk ve yükseklik anlamlarýna gelir.

Terim olarak, þeriat bu fazlalýk ve artýþý özel bir anlamda ve iki kýsma ayýrarak yorumlamýþtýr:

1- Cahiliyye ribâsý: Bu ribe'd-düyûn ve ribe'n-nesîe þek­linde de isimlendirilir ve bu da iki þekilde olur.

Birincisi, birisinin zimmetinde baþkasýna ait bir borcun sabit olmasý ve varlýðýnýn kesinleþmesi biçiminde ortaya çý­kar. (Burada borcun karz, satýþ veya baþka bir sebeple doð­muþ olmasý arasýnda fark yoktur.) Borç müddeti sonunda alacaklý parasýný isteyince borçlu ona, "bana süre ver, kar­þýlýðýnda paranýn miktarým artýrayým" der ve alacaklý da bunu kabul eder.

Bir kimse baþka bir þahsa on lira vererek bir müddet sonunda onbir lira istese ve bu da taraflarca kabul edilse, ikinci þekil ortaya çýkmýþ olur.

2- Ribe'1-büyû': Bunun haramlýðý Hz. Peygamberin "Al­týn altýnla, gümüþ gümüþle, buðday buðdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla eþit ve peþin olarak deðiþ­tirilir. Eðer bunlar arasýnda fark bulunursa peþin olarak dilediðinizi yapýnýz" mealindeki hadisiyle kesin olarak ha­ram kýlýnmýþtýr.

Bu çeþit ribânýn da iki þekli vardýr: Ribâ-i fadl (fazla-hk faizi), ribâ-i nesâ (erteleme faizi).

Eðer bir kimse, bir dirhemi iki dirhem karþýlýðýnda ya da bir Ölçek hurmayý iki ölçek hurma mukabilinde ve peþin olarak satarsa bu muamele ribâ-i fadl olur.

On dirhem karþýlýðýnda bir dinar ya da bir ölçek hurma bir ölçek arpa karþýlýðýnda veresiye olarak satýlsa bu da ribâ-i nesâ olur.

Durum böyle olmakla beraber, fikýhçýlar bu yasaðýn sa­dece sayýlan altý sýnýf mala mahsus olduðu ya da diðerlerini de kapsadaðý konusunda ihtilaf etmiþlerdir. Burada ih­tilaf edilen asýl konu, eðer bu hüküm, sayýlan altý sýnýf ma­lýn dýþýndaki mallarý da kapsýyorsa bunun sebepleri ve bu sebeplerin haram olup olmadýðý meselesidir.[91]

 

Ribh

 

(kâr)

Sözlükte ticaretten elde edilen kâr demektir. Daha geniþ ola­rak bir iþten elde edilen her türlü fayda için kullanýlýr. Kar sözcüðü bazen ticaret sahibine yani tacire, bazen de bizzat ticarete dayandýrýlýr. Meselâ "o, ticaretinde kâr etti" denildi­ði gibi, "onun ticareti kazandý" þeklinde de söylenir.

Terim olarak, sermayenin çeþitli iþlemler yoluyla dön­mesi neticesinde elde edilen artýþa denir.

Ribhin meþru ve gayri meþru kýsýmlarý vardýr. Eðer ribh meþru (yasal) ve helal bir akit sonucunda elde edilmiþ­se meþru, haram bir tasarruf sonucu kazanýlmýþsa gayri meþru olur.

Ribh, bir çeþit artýþ ve çoðalmadýr. Bu takdirde "her ribh bir nemadýr; fakat her nema bir ribh deðildir." Çünkü nenýâ bazen ribh,, bazen gaile (gelir), bazen de fayda (men­faat) þeklinde ortaya çýkar.[92]

 

Rihan

 

(rehin/ödlü)

Sözlükte (rehn) sözcüðünün çoðuludur. Bu da borca karþý­lýk güvence olarak ortaya býrakýlan her çeþit hak ve mal de­mektir. Nitekim Bakara sûresinin 283. ayetindeki "alýnmýþ bir rehin" ifadesi bu anlamda kullanýlmýþtýr. Ayrýca üzerin­de yarýþma yapýlan þey anlamýna da gelir.

Eðer bu kelime mürâhene kalýbýna dönüþtürülerek kul­lanýlýrsa tehlike manasýnda kullanýlmýþ olur. Bir topluluk bireylerinden her biri yarýþ esnasýnda kazanan yarýþçýya verilmek üzere herhangi bir eþya (çýkardýklarý) koyduklarý zaman "râhentuhû" veya "terâhene'1-kavm" ifadeleri kulla­nýlýr.

Bazý yorumcular da, atýcýlýk için konan ödüle "nidâl", at yarýþlarý için konan ödüle "rihan" ve her ikisi için konan ödüle de "sibak" dendiðini söylemiþlerdir. Fýkýh dilinde de bu anlanýlanyle kullanýlýr.[93]                   

 

Rikâz

 

(gömü/maden)

Sözlükte, ister hazine gibi insan eliyle isterse madenler gibi ilâhî olarak gömülü halde bulunmuþ olsun, akla gelen her türlü mal þeklinde tarif edilir.

Terim anlamý konusunda fýkýhçýlar ihtilaf etmiþler ve bu konuda iki görüþ ortaya koymuþlardýr.

Ýlki Þafiî, Mâliki ve Hanbelî fýkýhçýlannýn çoðunluðu­nun görüþüdür. Buna göre rikâz Cahiliyye dönemindeki gö­mülü mallar demektir. Ýkinci görüþ ise Hanefilerin görüþü­dür ki, yeraltýnda yoðun halde bulunan mallar þeklinde yo­rumlanýr. Bu mallar ister böyle yaratýlmýþ olsun, isterse in­sanlar tarafýndan konulmuþ olsun ayný hükme tabidir. Bu durumda rikâz deyimi hem tabiî madenleri, hem de gömü­lü hazineleri içine alýr.[94]

 

Risale

 

(elçilik)

Sözlükte, herhangi bir iþin bir kimseden diðerine gitmesi demektir. Kelimenin asýl anlamý mecelle, yani dergi ve mec­muadýr. Yani bir türden olan sýnýrlý konularý ele alan bir çe­þit gazete demektir.

Terim olarak "bir kimsenin, diðerine ait bir sözü, bir baþkasýna, herhangi bir müdahale yapmaksýzýn bildirmesi" þeklinde tarif edilir. Yani risale, sadece ifadeyi nakletmek ve sözü gönderenden gönderilene ulaþtýrmak için hazýrlan­mýþtýr. Burada þart olan sözleþmenin risaleyi gönderene dayandýrýlmasýdýr. Bu yüzden aracý (elçi); "Ben sadece elçi­yim ve bu malý þu kadara sattým" þeklinde ifadesini beyan ederek görevini yapmýþ olur.

Mecelle'nm 1454. maddesinde belirtildiðine göre, risale ve­kâlet gibi deðildir. Bu sebeple sarraf bir miktar borç vermek istediðinde, borç isteyen kimseye hizmetçisini göndererek parayý vermesini söyler. Bu durumda hizmetçi söz konusu mu­amelede elçi olarak görev yapmýþ olup vekil deðildir.

Belki de risâlet ile vekâlet arasýndaki en önemli fark þu olabilir: Risale çoðu kere sözlü olarak gerçekleþirken, vekâ­let ekseriyetle, vekâlet lafýzlanyla ve akit þeklinde meyda­na gelir. Yine risâlette akit gönderene dayandýnlýrken, ve­kâlette vekil muhayyerdir, isterse kendine dayandýrýr, is­terse müvekkiline.

Sözleþmle haklarý vekâlette vekile döner. Çünkü o akdi uygulayandýr. Risâlette ise sözleþme haklarý elçiye dönmez. Zira o sadece akdin þartlarýný tebliðci durumundadýr ve haklarýn hepsi asýl onu gönderene döner. Çünkü sözleþme­nin asýl muhatabý odur. [95]

 

Riþvet

 

(rüþvet)

Sözlükte, reþâ kökünden alýnmýþ bir kelime olup ip anla­mýnda kullanýlmýþtýr. Birinden bir rüþvet istendiðinde "isterþâhu (ondan rüþvet istedi)" denilir. Rüþvet verildiðinde ise "raþâhu (rüþvet verdi)" denilir. Rüþvet alan kimse için de "irteþâ" denilir. Rüþvet isteyen ile rüþvet alan arasýnda bir bað kurduðu için olay, ip anlamýna gelen rüþvet kelime­siyle isimlendirilmiþtir.

Deyim olarak Cürcânî'nin tarifine göre "Bir hakkýn ip­tali ya da bir yanlýþýn meydana gelmesi için verilen þey" bi­çiminde yorumlanmýþtýr. Nevevi de "Rüþvet, hakim ve ben­zeri idarecilere kesin olarak haram kýlýnmýþtýr. Çünkü ida­recilik bunlara, doðru hükmetmesi ve zulümden kaçýnma­sý için verilir ve bu ikisi de onlara vaciptir, asýl görevleridir. Bu yüzden yapýlan iþlere bir karþýlýk almalarý caiz deðildir. Eðer rüþveti veren onunla bir yanlýþa ulaþýyorsa, bu kesin­likle haramdýr. "Rüþvet veren mel'undur" ifadesinden kastedilen bu tür rüþvettir. Eðer rüþvet veren onunla bir hak­kým kazanýyor ya da zulümden kurtuluyorsa bu haram de­ðildir. Fakat bu durumda rüþvetin caiz mi yoksa vacip mi olduðu ihtilaf konusudur"demiþtir.

Ibn Kayyim'in bu konudaki görüþü de þöyledir: "Rüþvet ile hediye, þekil bakýmýndan birbirine benzeseler de mak­sat bakýmýndan ayrýlýrlar. Rüþvet verenin maksadý, bir hakkýn bozulmasý ya da bir yanlýþýn gerçekleþmesidir. Ýþte bu kimse Peygamber (s.a.v.) Usanýnca mel'undur. Eðer rüþ­vet verenin kastý, üzerindeki zulmü kaldýrmak ise bu du­rumda lanet sadece rüþveti alan içindir. Hediye verene ge­lince; bunun maksadý sevgi, dostluk ve yardýmlaþmadýr. Bununla bir mükâfat kazanmayý uman kimse karþýlýðýný alýr. Kâr amacýný güden kimse de kazancýný artýrýr.[96]

 

Rukbâ

 

(ölüme baðlý baðýþ)

Sözlükte irtikab kökünden alýnmýþ olup bekleme anlamýna gelir.

Terim olarak bir çeþit hibe veya baðýþ demektir. Bu, me­selâ ev sahibinin þu þekilde demesiyle mümkün olabilir: "Bu evi sana baðýþladým veya bu hayatým boyunca senin ol­sun, ancak sen benden önce Ölürsen ev tekrar bana döner. Eðer ben senden önce ölürsem ev senin ve sonra evlatlarý-nmdýr." Sanki o þöyle demektedir: Ev ya sonraya kalanýmý­za aittir, yahut da en son ölenindir.

Bu durumda iki kiþiden her biri arkadaþýnýn ölümünü beklediði için mesele böylece isimlendirilmiþtir.[97]

 

Rüþd

 

(ergenlik) 

Sözlükte rüþd ya da reþed kelimeleri hidayet ve istikamet an­lamlarýna gelir. Bu kelimenin zýttý gayy (dalalet)âýr.

Deyim olarak rüþd, çocukluðu takip eden olgunluk ve erginlik dönemi demektir ve insaný mallarýnda tasarrufa ehil ve yetkili kýlar. Fýkýhçýlar bunun hakikati ve þartlarý konusunda iki görüþ bildirmiþlerdir.

Birinci görüþ Ebu Hanife, Malik ve Ahmed b. Hanbel'in görüþüdür. Bunlara göre çocuðun rüþdü, mallarýný ýslaha, geliþtirmeye ve yerli yerinde harcamaya kadir olmasý de­mektir. Bu konuda yükümlünün adaletli ve günahkâr olup olmadýðýna bakýlmaz. Kim bu sýfata sahip olursa fâsýk (gü­nahkâr) bile olsa malý kendisine verilir.

Ýkincisi Þafiî ve bazý Mâliki âlimlerinin görüþüdür. Bu­na göre rüþd, dindarlýk ve malýn iyi kullanýmýdýr. Bu du­rumda insan dininde fýska düþmeksizin malýný iyi kullanýr bir duruma gelmedikçe malý ona teslim edilmez.[98]

 

S

 

Sâ'î

 

(zekat tahsildarý)

Sözlükte, herhangi bir iþ ya da topluluðun valisi veya yöne­ticisi demektir. Bu kelimenin asýl anlamý koþmaksýzýn hýz­lý yürümek þeklinde belirtilmektedir ve ister hayýr, ister þer olsun bir iþte ciddiyet anlamýnda kullanýlýr. Feyyumi'ye göre; kelimenin asýl anlamý, her türlü iþ için kullanýlan ta­sarruf (yetki)tur. Matla fda belirtildiðine göre de, topluluk için bir iþ yapan herkes onlar üzerine sâldir. Ancak çoðu kere bu kelime dürüst valiler için kullanýlýr.

Terim olarak, zekat toplayan memurlar için kullanýlan bir isimdir. Bu kiþi, sevâim denilen hayvanlarýn zekatýný toplamak üzere devlet baþkaný tarafýndan gönderilen kim­sedir. Çoðulu su'ât þeklinde gelir. [99]

 

es-Sabiyyü'l-Mümeyyîz

 

(yetiþkin çocuk)

Sözlükte temyiz, birbirine benzeyen veya karýþan þeyleri ayýrmak anlamýna gelir. Ayrýca anlama ve kavramayý sað­layan zihin gücü manasý da vardýr.

Deyim olarak sinnü't-temyîz kavramýnýn anlamý çocu­ðun zararýna olanlarý faydasýna olanlardan ayýrabileceði ergenlik yaþýdýr. Bu kavram sanki çocuðun, kendi bilgisiy­le eþyalarý ayýrt edebildiði zaman kullandýðý "meyyeztü'l-eþyâ" ifadesinden alýnmýþtýr.

es-Sabiyyul-mümeyyiz devimine gelince; fýkýhçýlar bu­nu malî muameleler konusunda iþlemiþlerdir. Bundan maksat akdin mana ve maksadýný anlayabilecek yaþa gel­miþ çocuktur. Bir baþka deyiþle anlama, kavrama ve farke-debilme yaþma gelmiþ küçük çocuktur. Yani çocuk bu yaþ ve çaðda çevresinde geliþen bazý olaylarý bilmeye baþlar ve bunlarla bir dereceye kadar fayda ve zararýný anlama gü­cüne ulaþýr. Ayrýca kamu iþlerindeki maslahatý da faydasýz iþlerden ayýrabilir. Meselâ satýþýn, bir þeyi mülk olmaktan çýkarmak; alýþýn da onu alýp getirmek olduðunu bilir. Ayrý­ca alým satým ile kâr elde etme veya malýn artýrýlmasý ama­cý güdüldüðünü kavrar. Yine açýk bir ðabn-ý fahiþi de farke-debilir.

Fýkýhçýlara göre temyiz yaþýnýn belirli bir sýnýrý yok­tur. Bunun sebebi de çevre ve iklimlerin farklý oluþudur. Hanbelîler ile bazý Hanefîler yedi yaþýný temyiz yaþý ola­rak belirlemiþlerdir. Çünkü çoðu kere orta halli bir çocuk bu yaþa ulaþtýðýnda anlama gücü ortaya çýkar ve mümey­yiz olur.

Bununla birlikte mümeyyiz çocuk için özel hukuki hü­kümler ortaya çýkmýþtýr. Özellikle akitlere iliþkin malî tasarruflarda konuya iliþkin özel bölümler vardýr. Ýsteyenler fýkýh kitaplarýnýn ilgili bölümlerine müracaat edebilirler. [100]

 

Safka

 

(tek satýþlý akit)

Sözlükte safk kelimesinden türemiþ bir isimdir ve satýþ anýnda birbirine vurmak veya bir baþkasýnýn eline vurmak anlamlarýna gelir. Araplarda, satýþ iþlemi kesinleþtiðinde alýcýlardan biri mal sahibinin eline vururdu. Sonralarý "saf-ka" kelimesi bizzat satýþ akdi anlamýnda kullanýlýr oldu.

Deyim olarak safha, "tek fiyat ile yapýlan bir sözleþme" için kullanýlýr. "es-Safkateyn fî safka" ifadesine gelince; bundan maksat bir akitde iki akdi toplamak ve böylece akit-lerdeki gerçek bedeli veya fiyatý gizlemektir. Meselâ satýþ ile icarý, ödüncü, selemi ve evliliði bir araya toplamak gibi.

Bu iþlem þöyle gerçekleþir: Bir adaný diðerine, ben sana þu malýmý, þu paraya peþin, þu malýmý da veresiye sattým der ve .böylece ayrýlýrlar. Yani müþteri hangi fiyatlardan sa­týn aldýðým bilmeden ayrýlýr. [101]

 

Sâibe

 

(serbest, azatlý köle)

Sözlükte atýlmýþ, terkedilmiþ þey anlamýnda kullanýlýr. Sa­hibinin attýðý mal demektir. Yani sahibinin herhangi bir kimseye mülk olarak vermediði ya da hayýr olarak vakfet­tiði ve terkettiði mal ve eþyadýr.

Kur'an'da bu kelime ile bir hastanýn iyileþmesi, bir yiti­ðin bulunmasý veya benzeri herhangi bir nezre (adaða) baðlý olarak serbestçe otlamak üzere býrakýlan deve kaste­dilir.

Deyim olarak da fýkýhçýlar bu kelimeyi azad edilen kö­le için kullanýrlar. Artýk bundan sonra sahibinin onun üzerinde velayeti yoktur, malýný dilediði yere koyabilir. Çünkü onun varisi de yoktur.

Bu bakýmdan el-Cübbî "saibe"yi þöyle tarif etmiþtir: "Sahibinin diðer müslümanlar adýna azat ettiði ve fakat onlara tabi kýldýðý köledir. Çünkü onun sahibi müslüman­lar içinde serbest kýlmýþ, terketmiþ ve boþ býrakmýþtýr." Bu durumdaki bir kimsenin tekrar köleliði hakkýnda yasak konmuþtur. [102]

 

Sarf

 

(para deðiþimi)

Sözlükte, bir þeyi bir halden bir hale dönüþtürmek veya baþka bir þey ile deðiþtirmek anlamlarýna gelir.

Deyim olarak "para ile parayý satmak" þeklinde yorumlanýr. Meselâ altýn para ile gümüþ para satmak gibi. Bu durumda biri diðerine dönüþtürülmüþ olur ve bedeli alýnmýþ demektir.

Mutarrazî'nin yazdýðýna göre "sarf m asýl anlamý nak­letme veya artma demektir. Bu sebeple fiyat ve kýymetlerin birbiriyle satýþý "sarf' olarak isimlendirilmiþtir, Bu, çoðu kere yapýldýðý gibi ister taraflarýn ziyade ve artýþ talebiyle olsun, isterse akit meclisinde iki ayrý bedelin el deðiþtirme­si þeklinde yapýlan özel bir akit olsun ayný ismi alýr. [103]

 

Savâfî

 

(sahipsiz toprak)

Sahibi Ölen ve mirasçýsý bulunmayan arazi ve emlak ile sul­tanýn, sahibi bilinmeyen akardan kendisi için seçtiði mal­lara denir. [104]

 

Sayd

 

(avlanma)

Sözlükte avlanma anlamýnda mastardýr ve kaçma kabiliye­ti ve gücüne sahip olan hayvanlara üstün gelerek elde et­mek demektir. Râgýb'm dediðine göre þeriatta sayd, mâliki bulunmayan, kaçma güç ve kabiliyeti bulunan ve eti helal olan hayvanlarý elde etmektir.

Ayrýca bu kelime avlanan hayvanlar için de kullanýlýr. Bu açýdan Mutarrazî saydý, "yaratýlýþý itibariyle vahþi (ehli olmayan) ve ancak tuzak ile elde edilebilen hayvandýr" þek­linde tarif etmiþtir.

Tehânevî, Mutarrazî'nin bu tarifinde geçen bazý ifadele­ri þöyle yorumlamýþtýr: Hayvanýn mümtenî olmasý kaydý tavuk, ördek ve benzeri hayvanlar içindir. Çünkü bundan maksat hayvanýn ayak ve kanat gibi kaçmasýný saðlayacak organlara sahip olmasýdýr. Mütevahhiþ olmasý kaydý, ehlî güvercin kuþu gibi hayvanlar içindir. Çünkü bunun anlamý hayvanýn ne gece, ne de gündüz insanlara alýþmamýþ olma­sý demektir. Tab'an kaydý ise ehlî iken vahþileþen hayvan­larla ilgilidir. Bunlarýn avlanmasý helal deðildir; ancak bo­ðazlamakla helal olur. Bu gruba geyik gibi vahþi iken ehli-leþmiþ hayvanlar da dahildir.

"Ancak tuzak ile elde edilebilen" ifadesine gelince bunun anlamý "hiç kimsenin sahibi olmadýðý hayvan" demektir. [105]

 

Sayrafe

 

(para bozma, sarraflýk)

Sözlükte ve fýkýh biliminde para ile parayý satmaya denir. Meselâ "sarraftü'd-dînâr bi'd-derâhim" denilir. Yani "altýn parayý gümüþ paraya sattým" demektir. Bunun ism-i faili yani meslek ismi olarak kullanýlan kalýbý sayrafi, sayrafve sarraf þeklinde gelir. Mutarrazî'nin dediðine göre, iyilik ve kýymet bakýmýndan dirhemi dirheme deðiþtirmek de bir çe­þit sarf, yani birini birine tercih demektir.

Kim bu tercihi yapabiliyorsa ve iyi ile kötüyü ayýrabili-yorsa sarraf, sayraf veya sayrafidir, denilmiþtir. Kelime sarf kökünden türemiþtir ve üstün tutma, tercih etme an­lamýna gelir. Çünkü tercih edilen þey hata ve noksanlýklar­dan temizlenmiþ demektir.[106]

 

Sebak

 

(yarýþ Ödülü)

Sözlükte, yarýþçýlarýn kazanmak için yarýþtýklarý ödül anla­mýna gelir ve yarýþý kim kazanýrsa onu alýr.

Bunun aslý þudur: Eski çaðlarda yarýþmacýlar, herhangi bir konuda yarýþmak istedikleri zaman bir kamýþýn ucuna ya da içine bir ödül koyarlar ve onu ulaþmak istedikleri bir yere dikerlerdi. Kim oraya ilk önce ulaþýrsa kamýþý ve ödülü alýrdý.

Ebu Süleyman el-Hattâbî "sebak" sözcüðünü þöyle tarif etmiþtir: "Kazanan yarýþmacýnýn bu baþarýsýna karþýlýk olarak konan hediye ve benzeri þeylerdir."

Fukaha sebak'm caiz olup olmadýðý konusunda ikiye ayrýlmýþlardýr: Birinci görüþ Hanefîlerin görüþü olup, dört çeþidin dýþýndaki sebak caiz deðildir. Bunlar, kýlýç (ok), in­san, deve ve at. Ýkinci görüþ ekseriyetin görüþüdür ve üç çe­þidin dýþýndakiler caiz deðildir. Bunlar da ok, at ve devedir.

Nasl ucu sivri ok, hafir at, hýf da deve demektir. Bura­da bütünden küçük parçalar zikredilmiþ, fakat bütünün kendisi kastedilmiþtir. [107]

 

Seddü'z-Zerâr

 

(kötülük yolunun kapatýlmasý)  

Sözlükte zerfa bir þeyin varlýðýna kesin olarak sebep olan araç, vesile anlamýna gelir.

Sedd kelimesi ise bir þeyin olmasýna veya gelmesine en­gel olan þey biçiminde yorumlanýr.

el-Cübbfnin bijdirdiðine göre; Zerî'anm asýl anlamý sahraya serbestçe otlamak üzere salýverilmiþ deve demek­tir. Geyik ve yabani inekler gibi bazý av hayvanlarý zaman­la ona alýþýrlar. Bir müddet sonra devenin sahibi ona doðru yaklaþarak bu yabani hayvanlarý avlamak ister. Ýþte böyle­ce deve sayesinde bu yabani hayvanlarý istediði zaman av­lama imkâný elde etmiþ olur. Ýþin aslý da budur.

Her þeye sebep olan baþka bir þeyin var olduðu herkes tarafýndan söylenmektedir. Devenin aldatmasý da yabani hayvanlarýn avlanarak yok olup gitmesinin sebeplerinden biridir.

Terim olarak bu ifade, zahiren mubah olmakla birlikte sonuçta kötülüðe ve tehlikeye sebep olan her türlü söz, iþ ve davranýþ þeklinde yorumlanýr.

Þâtýbî bu konuda þunlarý yazmýþtýr: "Bunun hakikati kötülüðe sebep ve vesile olan iyiliktir. Bu yüzden sedd-i zerai' ifadesi de, sonucunda kötülük ve tehlikelere yol açan ve aslýnda mubah olan söz, iþ ve davranýþlarýn yasaklan-masýdýr. Baþka bir deyiþle, kötülüðü önlemek için yapýlan doðru ve mubah bir hareket, sonuçta baþka bir kötülüðe yol açýyorsa bu helal eylem yasak edilir. [108]

 

Sefeh

 

(savurganlýk)

Sözlükte zayýflýk, hafiflik, kiþilik zayýflýðý ve akýl noksanlý­ðý gibi anlamlara gelir.

Terim olarak, hayýrda bile olsa dinin ve aklýn hilafýna malýn telef ve israf edilmesi, ziyana sokulmasý þeklinde yorumlanýr. Meselâ ihtiyaç olmadýðý halde bir kimsenin bü­tün malýný mescid yapýmý için harcamasý gibi.

Sefeh'in sebebi, insaný aþýrý öfke veya aþýrý sevince gö­türen kiþilik zayýflýðý ya da kiþinin dinî veya dünyevî bir fayda endiþesi taþýmadan çalýþma düþüncesi olabilir.

Mecelîe'de geçtiðine göre sefih: "Malým yerli yerinde har­camayan ve masraflarýnda çok aþýrý giden kimsedir. Ebleh ve sadedil olmalarý sebebiyle kâr ve temettü yolunu bilmeyip de malýný alýp vermede aldanan kimseler de sefih sayýlýr.[109]

 

Seleb

 

(düþman ölüsünün üstündekiler)

Sözlükte soyulmuþ þey anlamýna gelir. Yani insan ve diðer canlýlarýn üzerinden çýkarýlan ve soyulan eþya demektir. Kelime, bir þeyi gizlice çekip almak anlamýna gelen "selb" kökünden türemiþtir.

Ýbn Fâris bu kelimeyi "bir þeyi baþkasýnýn üzerinden zorla çýkarýp almak" þeklinde açýklamýþtýr.

Terim olarak Râgýb "ölenin merkebi ve üzerindeki si­lah, elbise, eyer ve yular gibi eþyalar" biçiminde yorumlamýþtýr.

Tehânevî ve diðer bazý bilginlerin yorumu da þu þekil­dedir: Aslýnda, ölünün yanýnda bulunan köle, merkep, emtia ve benzeri soyulmuþ eþyalar seleb deðildir. Bunlar gani­met türünden þeylerdir. Hadiste geçtiðine göre "Kim bir kimseyi öldürürse eþyalarý onundur."

Kadý Iyaz'a gelince; o da þu açýklamayý getirmiþtir: "Se­leb, ölünün üzerinde bulunan elbise ve âlet gibi öldürenin aldýðý eþyalardýr." Bu açýklama selefin görüþüne de uygun düþmektedir. Seleb'in çoðulu eslâb'dýr.

Selb kelimesi ise, baþkasýnýn üzerinden zor yoluyla alý­nan ve çýkarýlan eþya anlamýna gelir. Meselâ "selebtühû" yani, "onun elbisesini zorla ve kasten çýkarýp aldým" denilir. [110]

 

Selef

 

(selem akdi)

Sözlükte ve fýkýh dilinde "selem akdi" manasýna kullanýlýr. Þu kadar var ki, "selem" tabiri Hicaz bölgesinde, selef tabi­ri de Irak bölgesinde daha çok kullanýlýr.

Kflý Iyaz'a göre bu kelime "tekaddüm (önden veri­len)" manasýna geldiði için peþin verilen sermaye de bu isimle anýlmýþtýr.

Ayrýca bu sözcük fikýhçýlarýn dilinde karz (borç) mana­sýnda da yorumlanýr. Nitekim aynen ödemek üzere borç pa­ra istendiðinde tesellefe ve isteslefe fiilleri kullanýlýr. Eslefe fiili de ayný anlama gelir. Meselâ "esleftühû" denildiðinde "ona borç para verdim" manasý kastedilir.

Geçmiþte böyle söylendiði için karz deyimi, selef olarak da isimlendirilmiþtir. Çünkü geçmiþ çaðlarda borç sahibi (alacaklý) "filan kimsede benim þu kadar alacaðým var" der­ken, selef ifadesini kullanýrdý. [111]

 

Selem

 

(ön ödemeli alým)

Sözlükte verme, terketme ve peþin ödeme anlamlarýna gelir.

Deyim olarak peþin para ile halen zimmette sabit ve mevcut olan bir malý satmak þeklinde tarif edilir.

Selemin þartlarýna baðlý olarak fikýhçýlar selemin tari­finde ayrýlýða düþmüþlerdir. Hanefî ve Hanbelîler selemin sýhhati için sermayenin tek mecliste alýnmasýný, malýn tes­liminin de ayný mecliste tecil edilmesini (ertelenmesini) þart koþarlar ve selem-i hali kabul etmezler. Onlara göre selem "Müecceli muaccele satmaktýr."

Þâfîüer de sermayenin tek mecliste verilmesini þart koþmakla birlikte, selem-i hal ve selem-i müecceli caiz gö­rürler. Onlara göre de selem "Zimmette mevcut ve mevsuf olan bir malý peþin para ile satmaktýr."

Mâlikîlere gelince; bunlar, selem-i hali reddederler ve sermayenin akit meclisinde verilmesi þartýný ileri sürmez­ler. Yine sermayenin ödenmesinin, iþin kolaylýðý için iki, üç gün tecil edilmesini caiz görürler. Onlara göre selem "Zim­mette evsafý belirli bir malýn, peþin para ya da benzeri bir bedel karþýlýðýnda ve belirli bir süre sonunda satýlmasýdýr.[112]

(Selem-i hal: peþin verilen birþey karþýlýðýnda veresiye bir malý satýn ve teslim almak demektir.)

 

 Semen

 

(bedel)

Sözlükte ivaz, paha, bedel anlamýna gelir. Râgýb'ýn dediði­ne göre semen; satýcýnýn, sattýðý mal mukabilinde ayýn ve­ya ticaret eþyasý olarak aldýðý bedelin ismidir ki, aslýnda karþýlýk olarak elde edilen her þey satýlan malýn semenidir. Terim olarak semen, kýymet mukabilinde kullanýlýr. Fi­kýhçýlar bu kelimeyle ister malýn gerçek kýymetine uygun olsun, ister ondan fazla olsun, isterse ondan eksik olsun, satýcý ile alýcýnýn üzerinde anlaþtýklarý ivazý (bedeli) kaste­derler. Ayrýca onlar semeni, satýþ akdindeki mal mukabili olarak da kullanýrlar ve bununla da ödenmediði takdirde zimmete borç olarak geçen mal bedelini kastederler.[113]

 

Semsera

 

(aracýlýk)

Sözlükte Farsça'dan Arapça'ya geçmiþ bir kelime olarak belirtilir.

Deyim olarak tellalýn, halk arasýnda cereyan eden tica­ri anlaþmalar, satýþ ve kira sözleþmeleri gibi gündelik mu­amelelerde, taraflar arasýndaki arabuluculuk çalýþmalarý­na denir. Simsar ise, ticari bir anlaþma ya da bir kira söz­leþmesinin imzalanmasýnda taraflar arasýnda aracýlýk eden kiþidir. Simsar, herhangi bir ticaret malýnýn pazarlanmasý, bir akarýn kiralanmasý ya da benzeri iþlerde en uygun ve en iyi fiyatýn elde edilmesi için çalýþmasý karþýlýðýnda bir miktar ücret alýr. Çünkü o satýþa sunulan eþyayý tanýtmak ve özelliklerini anlatmak üzere yüksek sesle baðýrýr. Ayrý­ca, fiyatý artýrmak isteyen olup olmadýðýný da araþtýrýr. Simsarýn ücreti ise, yukarýda sayýlanlarý yapmasý karþýlý­ðýnda ve iþin bitiminden sonra belirlenir.

Simsarlar; tellallar, tavafçýlar ve baðýrýcýlar gibi eski­den beri bilinen bir zümredir. Bunlar bir malý tanýtmak, reklamýný yapmak ve sonunda yüksek bir fiyatla satmak için baðýrýp çaðýrýrlar. Hatta bazen müþteriyi teþvik için et­rafýnda dolaþýrlar. [114]

 

Serika

 

(hýrsýzlýk)

Sözlükte bir kiþinin kendine ait olmayan bir malý gizlice al­masý anlamýna gelir ve bu tariüyle þerl anlamýndan farklý deðildir.

Terim olarak da þöyle açýklanmýþtýr: "Serika gizlice baþ­kasýnýn malýný almaktýr." Elin kesilme sebebi olup olmadý­ðýna bakýlmaksýzýn serikamn gerçek anlamý budur. Elin ke­silmesine sebep olan serika ise fýkýhçýlar tarafýndan; "Er­gin, akýllý, hür ve Ýslâm ahkâmý ile yükümlü bir kimsenin, kendisine ait olmadýðý kesin belli olan nisâb miktarý kýy-metindeki bir malý kapalý bir mekandan hýrsýzlýk maksa-diyle almasýdýr" þeklinde tarif edilmiþtir. [115]

 

Sevm

 

(pazarlýk)

Sözlükte sunmak, arzetmek ve fiyatý belirlemek gibi anlam­lara gelir. Meselâ "sâme'1-bâi' es-sil'ate (bayi malýný satýþa arzetti ve fiyatýný belirledi)" ve "sâmel-müþteri el-mebîa (müþteri belirlenen fiyattan malý almak istedi)" denilir.

Bu kelimenin baþka kalýplarý da ayný anlamda kullaný­labilir. Ancak "tesavüm" iki kiþi arasýnda gerçekleþir. Satýcýnýn malýný herhangi bir fiyattan satýþa sunmasý, alýcýnýn da bu fiyattan düþük bir fiyat vermesi demektir. Râgýb'ýn dediðine göre sevm bir þeyi elde etmek için gitmek demek­tir ve burada gitme ile isteme fiilleri birleþmiþtir.

Sevm kelimesi bazan gitme anlamýnda kullanýlýr. "Sâ-meti'1-iblü fe-hiye sâime" ifadesinde olduðu gibi. Bazen de isteme anlamýnda kullanýlýr: "sümtü keza" ibaresinde kul­lanýldýðý gibi. Ancak, terim olarak kullanýmý bu sözlük an­lamlarý dýþýnda deðildir.

Pazarlýk üzerine pazarlýðý yasaklayan hadise gelince; bu, satýþ üzerine satýþ yapýlmamasý demektir. Bu yasak hem alýcý hem de satýcý için geçerlidir. Bu iþin aslý þöyle ce­reyan etmektedir: Bir satýcý herhangi bir fiyattan malým müþteriye sunar. Sonra isteklerini bildirir ve malýn satýl­masý için çaba gösterir. Tam bu durumda iken bir baþka sa­týcý araya girerek, "bende bu fiyattan daha aþaðýya mal var" der.

Terim olarak kullanýlan "kabz alâ sevmi'þ-þirâ" ifadesi­nin manasý ise müþterinin, satýcýdan beðendiði ve istediði bir fiyattan, mal satýn almasý demektir.

"Kabz alâ sevmi'n-nazar" tabiri de, bir kimsenin baþka­sýna göstermek üzere bir malý teslim almasý anlamýna ge­lir. Burada alýcýnýn beðendiði ve istediði takdirde satýn ala­caðým belirtmesi ve söylemesi gerekmez.

"Kabz alâ sevmi'þ-þirâ", "kabz ala sevmi'n-nazar" tabi­rinin aksine fýkýhçýlar arasýnda daha çok bilinir. "Kabz alâ sevmi'n-nazar" ise sadece Hanefî âlimleri tarafýndan kulla­nýlýr. [116]

 

Sýhhatü'l-Akd

 

(akdin geçerliliði)           

Sözlükte sýhhat, eylemlerin en uygun biçimde yapýlabilmesi için insanýn sahip olduðu hal veya meleke olarak açýklanýr.

Terim olarak fiilin (iki yönlü gerçekleþen) þeriata uy­gun olmasýdýr. Cürcânî, "fiilin, ibadetlerde hükmü düþürü­cü veya muamelelerde talep edilen sonuçlarýn elde edilme­sinin sebebi olmasýdýr" þeklinde tarif etmiþtir.

Fýkýh terimi olarak akd-i sahih, þer'an istenen sonuçla­ra ulaþýlabilecek þekilde her türlü þart ve rükünleri kendinde toplayan akit yani sözleþmedir. Bu açýklama çerçeve­sinde Hanefîler sahih akdi "Ýmzalanmasýyla sonuçlarý orta­ya çýkacak bir þekilde nitelikleri ve aslý bakýmýndan þeriate uygun olan sözleþme" þeklinde tarif etmiþlerdir.

Asýldan maksat, meydana gelmesi istenen þeyin sabit olmasý, yani ortaya çýkmasý demektir. Aslýn þeriate uygun olmasý demek de sözleþmenin, Þâri'in kabul ve itibar edece­ði durumda olmasýdýr. Yani akdin bütün þart ve rükünleri­nin yetkilileri tarafýndan ortaya konmasý ve hükümlerinin de ilgili makam ve mekana iletilmesidir. Vasýflarýmn þeri­ate uygun olmasý ise Þâri'in anlatýlan þeyi öylece kabul ve itibar etmesi, yani vasýflarýnýn þüphe ve hatalardan uzak ve geçerli olmasý ve akdi bozan þartlardan herhangi birisi­nin bulunmamasý demektir.

Meselâ, Sâri' satýþ muamelesinde îcâb ve kabulün ol­masýna ve bunlarýn temlik ve temellük ifade etmelerine, icab ve kabulün akýllý kiþilerce yapýlmasýna ve bunlarýn karþýlýklarýnýn da fiyat ve deðerli bir mal olmasýna itibar eder. Þâri'in itibar ettiði þartlar bulunduðu zaman satýþ da aslý bakýmýndan meþru olur. Ayrýca Þâri'in kabul ettiði bu asýlýn, özel niteliklere sahip olmasý gerekir. Meselâ, tecil edilecek mal deðerinin belirli bir müddete kadar ertelen­mesi gibi. Þâri'in kabul ettiði bütün bu þartlar bulunduðu zaman satýþ, sýfatý yönünden meþru olmuþ olur.

Akdin vasýflarý ve aslý bakýmýndan meþru olmasý sonuç­larýnýn ortaya çýkmasýna tam ve geçerli bir sebep teþkil eder. [117]

 

Sýna'at

 

(zenaat)

Sözlükte sanatkârýn mesleði ve iþi demektir. Kefevî'nin dediðine göre, ister akli olsun, isterse baþka yollarla olsun bir kimsenin deneyip yaptýðý her bilgi onun için bir meslek ha­line geldiði zaman sýnâ'a diye isimlendirilir.

Ancak fýkýhçýlar sýnâ'a deyimine âlet kullanýlarak yapý­lan meslekler için özel bir anlam vermiþlerdir. Kalyûbî de bu konuda "Sýnâ'a âletle yapýlan iþtir, hýrfe ise ondan daha geneldir" þeklinde bir yorum getirmiþtir.

Herhangi bir iþte âlet kullanýldýðý zaman alýþma ve za­mana ihtiyaç vardýr. Gayret ve alýþma sýnaatm gereklerin­dendir. Bu sebeple herhangi bir iþe, üzerinde alýþtýrma ya­pýlýp bilgi ve becerisi kazanýlmadan ve o iþe tam anlamýyla mensup olmadan sýnâ'a ismi verilmez denilmiþtir.

Þerif Cürcânî ve diðer bazý âlimlerin de belirttiði gibi sý-naat, düþünmeksizin ihtiyari faaliyetlerin yapýlmasýna se­bep olan nefsi bir melekedir. Bu açýklamalara binaen sýna-. at "imkânlar dahilinde bazý maksatlarý elde etmek için, ile­ri görüþlülükte bazý zenaat faaliyetlerini yapmaya mukte­dir kýlan bir meleke ve kuvvettir" þeklinde tarif edilmiþtir. [118]

 

Sýða

 

(akit sözcükleri)

Sözlükte iþ, güç ve kudret manalarýna gelir. "Sîðatü'1-kavl" ifadesi de sözün þekli, benzeri anlamýna kullanýlýr. Burada iþ ve güçte benzetme vardýr. "Sîðatü'1-emr" sözü ise iþin dü­zeni ve bütünü manasýna gelir. "Sîgatü'l-kelam" ifadesine gelince, kavrama ve manaya delalet eden sözleri ve onu di­ðer kelimelerden ayýran Özel þekli demektir. Bu kelime "Adam altýnýn þeklini deðiþtirip süsledi" anlamýna gelen "sâða'r-racülü ez-zeheb" ifadesinden alýnmýþtýr.

Terim olarak kullanýlan "sîgatü'l-akd" ifadesi, sözleþ­meyi meydana getiren kelimeler, sözler ve ifadeler demektir. Bir baþka deyiþle, taraflarýn kendi rýzalarýyla bir sözleþ­me yaptýklarýný gösteren ifadelerdir. Fýkýh dilinde bunlarýn ismi icab ve kabuldür. Bu sebeple bazý yeni fýkýhçýlar siða deyimini "söz, yazý ve iþaret olarak, taraflarýn iradelerini açýklayan ve onlarýn bizzat kendi sözlerini ortaya koyan kelime ve ifadeler" þeklinde tarif etmiþlerdir.[119]

 

Si'r

 

(fiyat) 

Sözlükte, bir þeyin üzerinde mevcut olan ve kabul edilen fi­yatýdýr. el-Ba'lî bunu "ticaret mallarýnýn deðerini ifade eden, onlarýn üzerinde bulunan ve artýnlamayan fiyatlar" þeklinde tarif etmiþtir.

Mecaz olarak, "eðer bir þeyin kýymeti ve deðeri arttýysa fiyatý da artar" ifadesi çok kullanýlýr. Deðeri çok düþen mal için de "bedava" denilir. Kelimenin çoðul biçimi es'âr kalý­býnda gelir.

Terim olarak bu kelime sözlük anlamýnda kullanýlýr. Kadý Iyaz'm belirttiðine göre si'r, "bir þeyin çarþýlarda re­vaç bulan deðeri" demektir. Tes'îr tabiri de "bir malýn fiya­týný attýrmayarak belli bir sýnýrda durdurmaktýr.[120]

 

Sil'a

 

(ticari mal)

Sözlükte her türlü emtia ve ticaret eþyasý için kullanýlýr. Ýbn Fâris'e göre bu kelime, "satýlan veya satýþý söz konusu olan eþya anlamýna gelir ve satýn alman veya elde edilen eþya anlamý yoktur.

SÝl'a sözcüðü arz kelimesiyle ayný, fakat nakd kelimesiyle zýt anlamda kullanýlýr ki, altýn veya gümüþ gibi para­sal varlýklarýn dýþýndaki mal ve eþya þeklinde yorumlanýr. Çoðulu sila' biçiminde olup fýkýh dilinde de bu anlamýyla kullanýlýr. [121]

 

Siyâset

 

Sözlükte bir þeye dayanmak ve onun faydasýna olan iþleri idare edip yönlendirmek anlamýna gelir.

Kefevî Külliyât adlý eserinde bu kelimeyi, "Þimdiki ve gelecek halka kurtuluþ yolunu göstererek ýslah etmek" þek­linde açýklamýþtýr. Kefevî bu yorumuyla "siyaset bazen sert, bazen de yumuþak davranýþlarla halký ýslah etmek üzere kucaklamaktýr" diyen Nesefî ile yakýn görüþtedir.

Bazý fýkýhçýlar siyaseti "hakkýnda sert delil olmasa da hakimin (yöneticinin) uygun gördüðü bir iþi yapmasý" þeklinde anlamýþlar ve bu hususta bazý kaideler koymuþlardýr.

Ýbn Akîl'in tarifine göre siyaset, "hakkýnda vahiy gel­mese ve Hz. Peygamber bu konuda bir söz söylemese de, insanlarý kurtuluþa yaklaþtýran ve kötülüklerden uzaklaþtý­ran hal ve davranýþlardýr."

Ibn Nüceym de Makrizî'den naklederek siyaseti þöyle tarif etmiþtir: O, ahlâký, halkýn menfaatini ve malî nizamý korumak üzere konulmuþ kanundur ve iki kýsma ayrýlýr: Birincisi facir bir zâlimden hakký geri alan adalettir. Bu da þeriatýn ta kendisidir ve onu bilen gerçek âlim; onu bilme­yen de gerçek cahildir. Diðeri ise zulmeden siyasettir ve þe­riat bunu haram kýlmýþtýr.

Ýbn Âbidîn'in yorumuna göre de siyaset, fukaha naza­rýnda, yukarýda açýklananlardan daha özel bir anlamda kullanýlýr. Burada sonucunda ölüm bile olsa zorlama ve tedib vardýr. Nitekim livatacý (eþcinsel) ve hýrsýz hakkýnda söylendiði gibi bu fiiller tekrar edilirse faillerin siyaseten öldürülmesi helal olur.

Bu sebeple bazý âlimler siyaseti, "hakkýnda serî bir hü­küm bulunan cinayete karþý, fesat kaynaðýný kesmek için sert davranmak" biçiminde tarif etmiþlerdir.

Ayrýca siyaset ve ta'zirin ayný anlamda kullanýldýðý da söylenmiþtir. [122]

 

Suht

 

(haram kazanç) 

Sözlükte, aslýndan ayrýlmýþ kabuk demektir. Bir þey sökü­lüp atýldýðý zaman "suhýta'þ-þey" denilir. Yine Allah kafiri söküp attýðý, kökünü kazýdýðý zaman "sehata'llahu'1-kafîra biazâbin" denilir.

Deyim olarak suht, kazanmasý ve yenmesi helal olma­yan her çeþit mal þeklinde açýklanýr. Ýbn Fâris'in yazdýðýna göre böyle bir þey, bekasý olmadýðý, varlýðýný kaybettiði için bu kelimeyle isimlendirilmiþtir. Nesefî'ye göre de yiyen kimseyi harama düþürdüðü için mala bu isim verilmiþtir. Kadý lyaz da böyle bir malýn diðer mal ve servetin bereke­tini gidereceðini yazmýþtýr.

Râgýb'ýn belirttiðine göre suht, ar ve haya sahibi insan­lara gerekli mahzurlarý belirtmek üzere kullanýlýr. Çünkü suht din ve insanlýðý giderir. Nitekim Allah (c.c.) "Onlar ha­ram yiyicilerdir" [123] mealindeki ayet-i kerime ile böyle insanlarý kastetmiþtir.

Rivayet edildiðine göre Hz. Peygamber "Haccâmýn (kan alýcý) kazancý haramdýr" buyurmuþtur. Çünkü bu iþlem her ne kadar dini gidermese de insanlýðý ve merhameti yok eder. [124]

 

Sükût

 

(yükümlülüðün düþmesi)  

Sözlükte oluþ veya olay anlamýna gelir ve bir þeyin yüksek bir yerden alçak bir yere düþmesi þeklinde açýklanýr. Ýnsa­nýn yüksek bir mekandan düþmesi, ya da ihtiyarladýðý za­man belinin bükülmesi gibi.

Deyim olarak fýkýhçýlar bu kelimeyi taleb ve lüzumun kaldýrýlmasý anlamýnda kullanýrlar. Meselâ, mecnundan teklifin düþmesi, dinî emirleri yapma, yasaklardan kaçma talebinin kaldýrýlmasý gibi. Yine bir kimseden nafakanýn düþmesi, onun üzerinde böyle bir ödeme gereðinin ve borç yükünün olmamasý, borcun düþmesi ve bu yükümlülükle­rin hepsinden beraati de böyledir. Ayrýca farzýn düþmesi, bu konudaki emir ve talebin kaldýrýlmasý þeklinde de yo­rumlanýr. [125]

 

Sulh

 

(uzlaþma) 

Sözlükte musâlaha ve tesâluh kelimelerinden türemiþ bir isim olup, muhâsame ve tahâsum kelimelerinin zýttý bir an­lam taþýr. Asýl anlamý ise insanlar arasýndaki nefret ve düþ­manlýðý gidermektir.

Deyim olarak dört mezhep imamýnýn ittifak ettiði tari­fe göre "hasýmlar arasýndaki çekiþmeyi kaldýran ve anlaþ­mazlýða düþenleri uzlaþmaya götüren anlaþmadýr." Yine o, "meydana gelen çekiþme ve ihtilafý karþýlýklý rýzaya dayalý olarak kaldýran anlaþma" þeklinde de tarif edilmiþtir.

Mâlikîler bu tarife "çekiþme ve ihtilafý, meydana gelme­den önce kaldýran akittir" ifadesini ilâve etmiþlerdir.

Ýmam Ýbn Arafe'nin tarifi, de þöyledir: "Çekiþmeyi ve korkuyu ortadan kaldýrmak ya da meydana gelmesine ma­ni olmak için doðruya dönme ya da herhangi bir bedeli öde­meye davet etmektir." Burada zikredilen "korku" ve "mey­dana gelme" sözcükleri bilfiil olmasa bile muhtemel çekiþ­me ve ihtilaflar için de sulhun yapýlabileceðine iþaret et­mektedir.

Fýkýhçýlara göre sulh üç kýsma ayrýlýr: ikrar, inkar ve sükut. [126]

 

Sûriyya

 

(görüþte anlaþma)

Sözlükte savvera kökünden alýnmýþ olup þeklen ortaya çýk­ma anlamýna gelir. Sûrî kelimesi de suret kelimesinin ism-i mensubudur.

Terim olarak bir maksada binaen, tasarrufu ortaya çý­karma ve bu maksadýn dýþýndaki þeyleri de gizleme demektir. Ancak burada diðer tarafýn gizleme iradesinin bulun­masý gerekir ve iki kýsýmdýr:

1- Sûriyya mutlaka: Tamamen þeklî olup yapmacýk ve gerçekle hiç iliþkisi olmayan tasarruf.

2- Sûriyya nisbiyye bi't-tesettür: Bir tasarrufu, diðer bir tasarruf þeklinde gizlemektir. Satýþ þekliyle hibeyi gizlemek gibi.

"Süriyyatü'1-ukûd" ifadesine gelince bu yeni bir kulla­ným olup taraflarýn sözleþme üzerinde zahiren anlaþmalarý demektir. Gerçek irade ise olumsuzdur. Eðer taraflar ara­sýnda böyle bir anlaþma varsa akit sûriyya olmuþ demektir. Yani, iþlem sadece þekil ve görüntü bakýmýndan akittir, gerçekte ve iþin özünde bir akitten söz edilemez.

"Sûriyyatü'1-ukûd" iki þekilde ortaya çýkar: Muvazaa ve Hezl.

Muvazaa: Taraflarýn açýklanan þartlarýn aksine bir þe­kilde gizlice anlaþmalarýdýr. Muvazaa bazen akdin aslýnda, bazen bedelde, bazen de þahýslarda olur.

Hezl: Boþboðazýn ya da sözlerine þeý^î hüküm ve sonuç­larýn uygulanmasý maksadý olmadan konuþan alaycýnýn saçmalýklarýdýr.

Bu durum ya sözleþmenin hemen ardýndan yapýlan açýklayýcý, ya geçmiþ bir muvazaa ya da konuþanlarýn alay­cý veya boþboðaz olduðunu gösteren delillerle bilinir.[127]

 

Süftece

 

(kýymetli evrak) 

Sözlükte, Farsça'dan Arapça'ya geçmiþ bir kelime olarak belirtilir. Kelimenin aslý süfteh olup sefâtic þeklinde çoðul yapýlýr ve saðlam þey anlamýna gelir.

Deyim olarak ticarette kullanýlan kaðýt, mektup ya da senet benzeri evrak için kullanýlýr. Belgeyi düzenleyen kim­se buna, baþka bir bölgede oturan vekilinin ya da alacaklý­nýn ismini yazar. Bu belgeye dayalý olarak da ismi yazýlý ki­þiye karz-ý hasen þeklinde vermekle yükümlü kýlarak bir miktar malý teslim eder.

Bu muamelede, ödeme emrinin söz konusu belgeye da­yandýrýlmasý ve yol tehlikesi ile yükün zahmetinden kaçýn­ma asýl amaç olduðundan adý geçen belgeye "süftece" ismi verilmiþtir.[128]

 

Süknâ

 

(oturma hakký)

Sözlükte sekene fiilinin mastarýdýr ve evde ikamet etmek manasýna gelir, ya da iskan etme anlamýnda bir isimdir; Rukbâ kelimesine benzer. Arapça'da "dârî leke süknâ" de­nilir ki, "evim senin için mesken olsun" manasýna gelir.

Terim olarak Münâvî bu kelimeyi þu þekilde açýklamýþ­týr: "Süknâ bir evin ücretsiz olarak mesken þeklinde kulla­nýlmak üzere verilmesidir."

Bu deyim fýkýh kitaplarýnda "Kadýnýn kocasý üzerinde­ki haklarý" bölümünde geçmektedir. Yani kadýna ne zaman nafaka ve barýnak temini gerekir; ne zaman düþer?

Ayrýca, vakýf ve vasiyet konularýnda "hakk-ý süknâ" ifa­desi kullanýlmaktadýr. Fýkýhçýlarýn bu konudaki yorumlarý þöyledir: Vakýf bir evde oturma hakký elde eden bir kimse, hayatý boyunca ailesi ve hizmetçileriyle birlikte orada otu­rabilir. Yine kendisinin dýþýnda istediði kimselere ücretsiz oturma imkâný saðlamasý da hakkýdýr. Vakýf sahibi uygun görürse bu ev, öldükten sonra çocuklarýna intikal eder. Eðer çocuklarý yoksa, vakfedenin yetki verdiði kimseye dö­ner.

Vasiyet sözleþmesi ile bir evde oturma hakký kazanan kimse, eðer evin rakabesi, vasiyet eden kimsenin malýnýn üçte birinin dýþýnda ise, hayatý boyunca çoluk çocuðu ve hizmetçileriyle birlikte burada oturabilir.

Ancak bu iþin hayat boyu devam edebilmesi için ya va­siyetin mutlak yani herhangi bir þarta baðlý olmamasý ya da ebedî oturma hakkýnýn olduðuna dair vasiyette açýk bir hüküm bulunmasý gerekmektedir. Eðer intifa hakký belirli bir süre ile sýnýrlý ise, oturma hakký da bu sürenin bitimi­ne kadar devam eder. Sonra oturma hakký tekrar vasiyet edenin varislerine geçer.

Evin rakabesi, vasiyet edenin malýnýn üçte birinin dýþýna çýkanlmamýþsa ve varisler vasiyetin tümünü kabul et­miyorlarsa, vasiyetle oturma hakkýný kazanan kimse sade­ce, mirasýn üçte birinden çýkarýlacak olan miktarýna baðlý sýnýrlý bir müddet oturabilir. Terikenin üçte birinden çýka­rýlan miktardan arta kalan intifa hakký varislere aittir. [129]

 

Þ

 

Þahsiyyet

 

(kiþilik) 

Bu kelime bir modern hukuk terimidir ve insan ve fiilleriy­le ilgilidir. Ya da insanýn hak ve yükümlülükleriyle ilgili manevî bir kavramdýr ve insandan ayrýlmasý düþünülemez. Aslýnda bununla anlatýlmak istenen, her insanda var olan tabiî kiþilikten baþka birþey deðildir. Çünkü her insanýn kendine özgü baðýmsýz bir kiþiliði vardýr ve bununla, insa­nýn hak ve görevleri varlýk kazanýr.

Eskiden beri bilinen þahsiyet fikri üzerinde hukuki bir görüþ geliþti ve sürekli var olan kamu yaran açýsýndan itibari þahsiyet (tüzel kiþilik) kavramý ortaya çýktý. Bu kav­ram bir kiþiye ait deðildir ve onu fertler temsil eder ve onun menfaatlerini yerine getirirler.

Daha sonra kavram biraz daha geliþerek hükmi (mane­vi) þahsiyet deyimi ortaya çýktý, ki bunu da örgütlenmiþ kurumlar temsil eder. Pek çok insan ortak kazanmak ve umu­mi menfaatler elde etmek için güç ve imkânlarýný birleþti­rirler. Böylece baðýmsýz maddi zimmetten faydalanabilir­ler. Meselâ þirketler, dernekler ve diðer kurumlar gibi. [130]

 

eþ-Þart

 

Sözlükte, alâmet ve iþaret gibi anlamlara gelir. Nitekim "sukûk" kelimesi de "þurût" manasýna kullanýlýr. Çünkü sukûk, vesikaya delalet eden alamet ve iþaretler de­mektir.

Deyim olarak þart, bir hükmün varlýðýný sabit kýlan alamet ya da iþaret þeklinde yorumlanýr. Fýkýhçýlar þartý, kaynaðý itibariyle ca.%% ve sert, olmak üzere ikiye ayýrmýþ­lardýr. Bunlarýn açýklamasý aþaðýda gelecektir.[131]

 

eþ-Þartlpl-Ca'lî

 

(akdî þart)

Bu iþlemin kaynaðý kiþinin iradesidir. Sözleþme ve yüküm­lülüklerini hep buna dayanarak ve buna baðlý olarak ya­par. Bu durumda eðer þart varsa, akit ve yükümlülükler de vardýr. Eðer þart gerçekleþmezse akit ve yükümlülükler de yoktur. Yani sonuçta sözleþmenin varlýðý da, yokluðu da þartýn varlýðýna baðlýdýr.

Fýkýhçýlarýn belirttiðine göre þart-ý carînin aslý "bir þe­yi bir þeye baðlamaktýr"; birinci bulunursa ikinci de bulu­nur. Bu açýklamadan hareketle þart-ý ca'lî "Bir iþin olmasý­na baðlý her hükümdür ve bu iþ sanki o hükmün alâmeti olur" biçiminde tarif edilmiþtir. Meselâ, bir kimse kefaleti­ni kolay bir iþe baðladý ve alacaklýya þöyle dedi: "Eðer sana borçlu olan filan kimse bugün sefere çýkarsa veya bugün seferden dönmezse borca ben kefilim". Borçlunun seferi ya da seferden dönmemesi, söyleyen için kefaletin varlýðýna ve doðmasýna sebep olur. Eðer bu þart gerçekleþirse kefalet de sabit olur. Þart gerçekleþmezse borcu ödeme yükümlülüðü bakýmýndan kefile dönülmez.[132]

 

eþ-Þartu'l-Cezâî

 

(cezai þart) 

Bu deyim modern bir hukuk deyimi olup eski fýkýhçýlar ta-rafýndan bu isimle bilinmez. Fakat kavram olarak bilinir. Konu fýkýh kitaplarýnýn "akdin þartlarý" bölümlerinde de ele alýnýr.

Yeni anlamýyla "eþ-þartu'1-cezâî" akitteki taraflarýn, ödenecek bedelin takdiri konusundaki ittifaklarýdýr. Bu be­del, borçlu veya iltizamý alan kiþi yükümlülüðünü yerine getirmez ya da geciktirirse hak sahiplerine, yani alacaklý­ya veya iltizama veren kimseye ödenecektir.

Ýþlemin böyle isinüendirilmesinin sebebi, akdin asli þartlarýndan biri gibi konmuþ olmasýdýr ve bu þart, alacak­lýyý ve iltizama veren kiþiyi, zaten kendilerine ödenmesi ge­reken bedeli almaya hak sahibi kýlacaktýr.

eþ-Þartul-cezâî konusunda asýl olan, ödenecek bedelin adil olarak takdir edilmesidir. Alacaklý ve iltizama veren bu bedele ancak, akit þartlarýnýn uygulanmamasý ya da ge­ciktirilmesi durumunda sahip olacaktýr. Bu ikisi dýþýnda, baþka sebeplerle de ödeme gerekebilir. Meselâ, taraflarýn beklediði zararýn daha fazlasýnýn ödenmesi konusunda an­laþmalarý gibi. Ancak bu durumda malî bir tehdit söz konu­su olur. Buna mukabil, beklenen zarardan çok az bir mik­tarýn ödenmesi üzerinde ittifak ederlerse bu da "eþ-þartu'l-cezâî" konusunda sorumluluðu hafifletme demektir.

Bazen bundan maksat, bedel miktarýný sýnýrlamak su­retiyle, baþkalarýna ait ödeme yükümlülüðünün vurgulanmasýdýr. Çünkü esas yükümlü taahhüdünü yerine getir­mezse taahhüt eden, ödenecek bedelden sorumlu olur.[133]

 

eþ-Þartu'þ-Þer'î

 

(kanuni þart)

Allah Teâlâ'nýn koymuþ olduðu ve yokluðu kendisine baðlý bir iþin gerçekleþebilmesi için varlýðýný zorunlu kýldýðý þart biçiminde yorumlanýr. Yani, söz konusu þart gerçekleþmez­se o iþ de meydana gelemez. Eðer þart mevcut olursa o iþin varlýðý da zorunlu hale gelir.

Meselâ, boþanma için mutlaka evliliðin olmasý lazým­dýr. Evlilik yoksa talak zaten bulunmaz. Fakat evliliðin varlýðý talaký zorunlu kýlmaz. Yine abdest, namaz için þart­týr. Abdest bulunmazsa namaz ibadeti yerine getirilemez. Ancak abdestin varlýðý namaz kýlýnmayý gerektirmez.

Bunlarla birlikte cinayetler, ibadetler ve þefi muamele­lerde Allah'ýn koyduðu bütün þartlar da böyledir. Bundan dolayý fýkýhçýlar ve usulcüler þart-ý þer'îyi þu þekilde tarif etmiþlerdir: "Bir þeyin varlýðýný sabit kýlan onun mahiyeti­nin ve asýl varlýðýnýn dýþýnda ve meydana geliþinde tesiri olmayan ilkedir.[134]

 

Þerike

 

(ortaklýk)

Sözlükte, bir þeyi iki veya çok kiþi arasýnda kanunî esaslar dahilinde daðýtmaktýr.

Terim olarak birbirinden ayrýlamayacak þekilde iki ve­ya daha fazla hisseyi birbirine karýþtýrmaktýr. Sonralarý iki þeyin birbirine karýþtýrýlmasý söz konusu olmasa bile bazý akitlere þirket ismi verilmiþtir. Bu durumda þirket "iki ve­ya daha fazla kiþinin hak kazanma ve yetkide birleþmesi" þeklinde tarif edilmiþtir.

Fýkýhçýlar þirketi baþlýca iki kýsma ayýrmýþlardýr. Þir­ket-i mülk ve þirket-i akd-Þirket-i mülk: Mülk edinme maksadýyla, bir þeyin iki veya daha çok kimse arasýnda ortak olmasýdýr. Satýn alma, hibe, vasiyet, miras ve farkedilmeyecek ve ayýrdedilmeye-cek biçimde mallarý karýþtýrma gibi.

Þirket-i mülk de; þirket-i deyn, þirket-i ayn ve þirket-i hak ve benzeri kýsýmlara ayrýlýr.

Þirket-i akd: Sermaye ve kârda ortak olan iki kiþi ara­sýndaki sözleþmedir. Bu da mal, yetki ve borçlardaki eþitlik konularýndaki veya farklýlýk bakýmýndan ikiye ayrýlýr. Þir­ket-i mufâvada ve þirket-i 'mân.

Þirketler sermaye bakýmýndan da üç kýsma ayrýlýr: Þir­ket-i emval, þirket-i a'mâl ve þirket-i vücûh.[135]

 

Þeriketü'l-Cebr

 

Bu deyim yalnýzca Mâlikîler tarafýndan kabul edilen bir þirket türünün adýdýr. Onlar Hz. Ömer'in bir kararýna isti­naden böyle bir þirketin varlýðýndan söz ederek bunu "Müþ­terinin kendisi için çarþýdan satýn aldýðý bir mala, bir kim­senin bazý þartlar çerçevesinde ortak olmasýdýr" þeklinde tarif etmiþlerdir.

Böyle bir þirketin varlýðýný kabul eden Mâlikîler onun ge­çerli olabilmesi için üçü satýn alman eþya, üçü de ortak ola­cak kiþi hakkýnda olmak üzere altý þart ileri sürmüþlerdir:

A- Mal ile ilgili þartlar:

1- Mal satmak üzere çarþýdan alýnmalýdýr.

2- Mal saklanmak için deðil ticaret için alýnmalýdýr.

3- Ticaret malýn satýn alýndýðý mahalde olmalý, baþka bölgeye götürmek maksadýyla alýnmýþ olmamalýdýr.

B- Ortak ile ilgili þartlar:

1- Ortak, satýn alma iþlemi anýnda hazýr bulunmalýdýr.

2- Pazarlýk anýnda herhangi bir söz söylememiþ olma­lýdýr.

3- Bu malýn ticaretini yapan kimselerden olmalýdýr.

Bunlarýn dýþýnda müþteri (alýç) için de bir þartýn varlý­ðýndan söz edilmiþtir. O da, müþterinin (alýcý) orada hazýr bulunan tacirlere bu malý kendisi için aldýðýný söylememiþ olmasýdýr. Eðer böyle bir isteði varsa þirket söz konusu ola­maz. Çünkü diðerlerinin de malýn fiyatýný artýrarak alma imkâný vardýr. Bir baþka deyiþle müþteri "Ben bu malý ken­di nefsim için alýyorum, baþkasýyla ortak olmayý istemem, her kim fiyatýný artýrýp almak isterse alsýn" dese þirkete mecbur edilemez.

Bu þartlarýn hepsi topluca gerçekleþtiði zaman, orada hazýr bulunan tacir için, zaman ne kadar uzarsa uzasýn þir­kete (ortaklýða) zorlama hakký sabit olmuþ olur. Ancak sa­týn alman eþyanýn halen mevcut olmasý gerekir. Bu durum­da müþteri ortaklýktan çekinirse, kabul edinceye kadar hapsedilir.[136]

 

Þeriketipd-Deyn

 

(alacak ortaklýðý)  

Fýkihçýlar þirket-i mülkü, þirketi dey/ý /e þirket-i ayn þek­linde ikiye ayýrmýþlardýr.

Þirket-i deyn; borç verilen malda iki ya da daha çok kimsenin hak sahibi olmasýdýr. Þirkete ait 100 milyon lira paranýn bir tacire borç olarak verilmesinde olduðu gibi.

Bu açýdan fikýhçýlar þirket-i deyni "iki veya daha çok kimsenin mülk sebeplerinden bir sebebe baðlý olarak herhangi bir alacaða sahip olmalarý" þeklinde tarif etmiþler­dir. [137]

 

Þeriketü'l-A'mâl

 

(iþ ortaklýðý)

Ýki veya daha fazla kiþinin belirli bir veya daha fazla iþi yapmak üzere anlaþmalarý demektir. Ýþin türü belirli olma­dýðý takdirde genel yani umuma ait iþler kastedilir. Anlaþ­ma ile aralarýndaki ücretin nisbeti de belirlenmelidir. Ter­zilik, boyacýlýk, inþaatçýlýk ve saðlýk malzemeleri yapýmý bu þirket türünün bazý örnekleridir.

Ayrýca bu þirket, þirket-i sýnai' ve þirket-i tekabbül þek­linde de isimlendirilir. [138]

 

eþ-Þeriketü'l-Cebriyye

 

(zorunluluk ortaklýðý)

Fýkýh biliminde þirket-i mülk, ihtiyariyye ve cebriyye olmak üzere iki kýsma ayrýlýr.

Þirket-i cebriyye: Ortaklarýn irade ve isteði dýþýnda ger­çekleþen bir þirket türüdür. Nitekim varislerin terikeye ortaklýklarý, parçalanan ya da yýrtýlan cüzdanlardan dökülen þeyler birbirine karýþtýðý ve bunlarýn sahiplerini bulmak için birbirinden ayýrma imkâný olmadýðý zaman, karýþýk eþ­yaya bütün cüzdan sahiplerinin ortak olmalarý ve iki veya daha çok kimsenin sahip olduðu hububat ve paralara bu kiþilerin hepsinin iþtirak etmelerinde durum böyledir.

Bu açýklamalarýn sonucu olarak fikýhçýlar þirket-i ceb-riyyeyi þöyle tarif etmiþlerdir. "Ýki veya daha çok ortaðýn bir mala veraset sahiplerinin iradesi dýþýnda gerçekten bir­birinden ayrýlmasý imkânsýz derecede ayný cinsten iki ma­lýn birbirine karýþmasý veya ayrý cinsten olmakla birlikte ayrýlmasý meþakkat ve külfet getiren mallarýn karýþmasý neticesinde ortak olmalarýdýr."

Þirket-i cebriyye, þirket-i ýztýrâriyye ismiyle de anýlýr. [139]

 

Þeriketü'l-Ebdân

 

(emek ortaklýðý) 

Þirâzî'nin dediðine göre þirket-i ebdân, bedenleriyle çalýþan ve kazanan iki kiþinin ortaklýðýdýr.

Hanbelîler de "Ýki veya daha çok kiþinin mubah iþlerde bedenleriyle kazanarak malik olduklarý mallarda veya her­hangi bir iþ sonucu zimmetlerine geçen ve kabullendikleri borçlarda ortak olmalarýdýr" biçiminde tarif etmiþlerdir. Yi­ne onlarýn dediklerine göre bu þirketin en önemli Özelliði; iki kiþinin, ücret mukabilinde yapmayý kabul ettikleri iþe sermaye koymaksmn ortak olmalarý ya da avcýlýk, ot ve odun toplama gibi mubah iþlerde kazancýn ikisi arasýnda yarýya, üçte bire, dörtte bire ya da benzeri bir oranda bö­lünmesidir.

Bu konuya iki kiþi sadece bedenlerinin çalýþmasýnda or­tak olduklarý için "þirket-i ebdân" ismi verilmiþtir.[140]

 

Þeriketü'l-Emvâl

 

(sermaye ortaklýðý)

Ýki veya daha çok kiþinin kendilerine ait sermaye ile tica­ret yapmak ve kârýný da aralarýnda belirli oranlara göre bö­lüþmek üzere buluþmalarý demektir. Sermayenin miktarý­nýn sözleþmede belirtilip belirtilmemesi arasýnda fark yok­tur. Çünkü zaten ortaklarca sermaye miktarlarý bölünmek­tedir. Yine bütün ortaklarýn her türlü alým satýma ortak ol­malarý, her ortaðýn ortaklýk anlaþmalarýnýn ayrý ayrý yapýl­masý ve bütün ortaklarýn serbest olmalarý gibi þartlarýn konmasý da þirketin hukuki yapýsýna aykýrý deðildir.

Yukanda  anlatýlan görüþler Hanelilerin fikirleridir. Hanbelîlere göre þirket-i mâl, "Bir eþyayý bütün menfaatleriyle birlikte veya menfaatleri olmaksýzýn eþyanýn kendisi­ni ya da sadece menfaatlerini kazanmak için birleþmektir. [141]

 

eþ-Þeriketü'l-Ýhtiyâriyye

 

(eylem ortaklýðý)

Fýkýh biliminde þirket-i mülk iki kýsma ayrýlýr: îhtiyariyye ve Cebriyye. Ýhtiyariyye: Akit ya da akitsiz ortaklarýn iradesiyle oluþturulan þirkettir. Akit þirketin baþýndan itibaren ya da ortaklýktan sonra düzenlenebilir. Ayrýca sözleþmeden sonra sadece malda ortaklýk mümkündür.

Baþlangýçtan itibaren akit yapýlarak kurulan þirkete örnek: Ýki kiþinin nakliyat ve yük taþýma için bir araba ve­ya ticaret için ticaret eþyasý satýn almalarý.

Sonradan yapýlan akit veya akitten sonra malda mey­dana gelen ortaklýða örnek: Birisinin tek baþýna bir malý satýn almasý, sonra diðerinin ona ortak olmasý ve birinci ki­þinin diðerini ortaklýða bedelli veya bedelsiz olarak kabul etmesi.

Akitsiz kurulan þirkete örnek: Ýki kiþinin bir av hayva­ný avlamasý ve aralarýnda paylaþmalarý, iki kimsenin ölü bir araziyi ihya etmesi ve yine iki kiþinin bir kovayý suya daldýrarak ikisinin birlikte kaldýrmalarý ve benzeri þekilde yapýlan muameleler.

Bu açýklamalarýn neticesi olarak fýkýhçýlar þirket-i ihti-yariyyeyi "iki veya daha fazla ortak kimsenin satýn alma, hibe ve vasiyet yoluyla bir mala sahip olmalarý, ya da ken­di iradeleriyle mallarým karýþtýrarak ortak olmalarý" þek­linde tarif etmiþlerdir. [142]

 

Þeriketü'l-Ayn

 

(aynî ortaklýk)

Fýkýh biliminde þirket-i ayn, "iki veya daha çok kiþinin, mülk sebeplerinden birine dayalý olarak ev, araba, fabrika benzeri bir mala sahip olmasýdýr" þeklinde tarif edilir.

Bunun aslý fýkýhçýlar tarafýndan þöyle yorumlanmýþtýr: Þirket-i mülk, þirket-i deyn ve þirket-i gayr-i deyn (ayn, hak, menfaat) olmak üzere ikiye ayrýlýr.

Þirket-i gayr-ý deyn, bir ayn (mal), hak veya menfaat üzerinde hasýl olan þirkettir. Ortak bir maðazada bulunan araba, mensucat ve yiyecekler gibi mallarda ayn olarak, iki ortaktan her birinin þuf'a haklarýný, üçüncü bir kiþiye sat­masý hak olarak, hakk-ý süknâ (oturma hakký) ve þartlar çerçevesinde kiracý tarafýndan arazinin ekilip dikilmesinde de menfaat olarak ortaklýk meydana gelmektedir. [143]

 

Þeriketü'l-Ýnân

 

(ticari ortaklýk)

Ýki veya daha çok kimsenin bir ticaret konusunda ya da ge­nel olarak ticarette ortak olmalarýdýr. Ancak ortaklarýn bel­li bir oranda sermaye koymalarý, kâr bölüþümünün ittifak edilen þekilde yapýlmasý ve zararýn da ödenen sermaye nis-betinde paylaþtýrýlmasý üzerine anlaþmalarý gerekir.

Bu görüþ Hanefî âlimlerinin görüþüdür.

Hanbelîler ise, þirket-i inaný "Birçok kiþinin belli ser­maye koymak üzere yaptýklarý bir þirket akdidir. Ortakla­rýn hepsi belirli derecelerde þirkette bizzat çalýþmalýdýr. Kâr ise her ortaða malum ve akitte belirtildiði üzere daðý­týlýr" þeklinde tarif etmiþlerdir.

Çübbî Garîbu Elfâzi'l-Müdevvene adlý kitabýn þerhinde bu anlatýlanlara aykýrý bir görüþ beyan ederek þirket-i ina­ný þu þekilde yorumlamýþtýr: "Þirket-i inan bir mal veya bir­çok mal konusundaki ortaklýktýr. Ancak ortaklar muamele­lerinde bu eþyalarýn dýþýna çýkamazlar. Yani bunlarýn dý­þýndaki mallarýn ticaretini yapamazlar ve ortaklar mütefa-viz (birbirine kefil) de deðildirler." Mütefâviz: Müfâveze þirketinde sermaye miktarý ve kârdan hissesi eþit olan or­taklardan her birinin ismi.[144]

 

Þebiketü'l-Vücûh

 

(itibar ortaklýðý)

Ýki veya daha çok kimsenin sermaye koymaksýzýn veresiye mal alýp peþin satmak ve kârýný kefaletleri oranýnda pay­laþmak üzere ortaklýk kurmalarý þeklinde tarif edilir. Þir­ket-i vücuh Hanbelî Mezhebi Mecellesinde ise þöyle tarif edilmiþtir. "Birden çok kimsenin itibarlarýyla borçlu olarak satýn aldýklarý malýn kazancýnda ortak olmak üzere akit yapmalarýdýr."

Burada kârýn, malýn borcuna kefil olunan miktara göre paylaþýlmasý þartýnýn konulmasýnýn amacý, kârý kefil olunmayan kazançtan korumaktýr.

Bazý fýkýhçýlar da, þirket-i vücûhta kârýn, ortaklarýn ke­fil olduklarý borç miktarý dikkate alýnmaksýzýn þartlarda belirtildiði þekilde paylaþýlabileceði görüþünü benimsemiþ­lerdir.[145]

 

Þýrb

 

(su hakký)

Sözlükte bir miktar su anlamýna gelir.

Terim olarak arazi sulamasýnda kullanýlan su ya da arazi

ve hayvan sulama nöbeti þeklinde yorumlanmýþtýr.

Bu kavram þeriatta, irtifak haklarýndan bir çeþidin ismi olup diðer þahýslarýn da ortak akarýn menfaatlerinden faydalanmasý için konulmuþtur. [146]

 

eþ-Þirbü'l-Hâs

 

(Özel su hakký)

Bir fýkýh terimi olarak Þafiî ve Hanefi fakihleri tarafýndan ortaya atýlmýþtýr ve bununla kastettikleri de þudur:

Þirb-i mâ (su kullanma) hakký sadece belirli kiþilere mahsustur. Yani, sayýsý ve konusu þer'an belli kiþilerin tarlalarým sulama haklarý için kullanýlan Özel bir deyimdir. Bu hak sahiplerinin yüzden az olduðu, bazý kitaplarda da beþyüzden az olduðu belirtilmiþtir. Ayrýca bu sayýnýn, çað­daþ muctehidlerin görüþüne göre yeniden belirlenebileceði de vurgulanmýþtýr.

Nehirlerin suyunun kullanýlmasýna gelince (Dicle, Fý­rat gibi); halkýn bu nehirlerden tarlalarým sulamalarý þirb-i hâs gibi deðildir. Þirb-i hâs olmasý için þuf'a (beraberlik, komþuluk) hakký olmasý gerekir. Nehirlerde ise þuf'a hak­ký söz konusu olamaz. [147]

 

Þirkettp’l-Ýbâha

 

(mübah/orta mallar)

Aslýnda herhangi bir kimsenin mülkü olmayan mubah eþ­yalarda; almak, korumak ve temlik yetkisinde bütün insanlarýn ortak olmasýdýr, Meselâ su, otlak ve daðlarda ken­diliðinden biten aðaçlar gibi.[148]

 

Þirketü'l-Müfâveda

 

(tam yetkili ortaklýk)

Baþtan sona sermayede, yetkilerde ve borçlarda ortaklar arasýnda eþitliðe dayanan her þirkete bu isim verilir. Bu açýklamaya binaen Þirazi Þirket-i müfâvedayý, "Ortaklarýn mal ve bedenleriyle kazandýklarý mallarda eþitlik ve ticâret, gasp veya kefalet gibi bir sebeple birinin üzerine lazým gelen yükümlülüklerde diðerinin de sorumluluðu üzerine yapýlan ortaklýk" þeklinde tarif etmiþtir.

Cürcânî de bu þirketi, "vekâleti ve kefaleti kapsayan, mal, yetki ve borç bakýmýndan eþitliðe dayanan" bir þirket olarak tarif etmiþtir,

Hanbelî mezhebi hükümlerini içeren Mecelle'de belirtil­diðine göre þirket-i müfâveda iki kýsma ayrýlýr.

Birincisi, ortaklardan her birinin diðerine, ticarette, mudârabede, vekâlette, malla yola çýkmada, rehin vermede ve uygun gördüðü çalýþmalarý yapmada yetki vermesi þek­linde ortaya çýkar. Bu tarif bu çeþit þirketlerin hepsini içi­ne alýr.

Ýkincisi, ortaklarýn leh ve aleyhlerinde meydana gelen her konuya ortak olmalarý biçiminde tarif edilir.[149]

 

Þuf'a

 

(ön alým)

Sözlükte vitr (tek)in zýttý olup çift manasýna gelir. Bir kim­senin mülkünde bulunan meþfu mülkün jsmidir. Meselâ "kâne vitran fe þefa'tuhu bi-âhar" denilir ki, "o tek idi, di­ðerini eþ yaptým" demektir.

Terim olarak da, satýlan akar (taþýnmaz) ya da bir kýs­mý üzerindeki zorla bile olsa mülk edinme hakkýdýr. Ancak müþteriye akarýn mal oluþ fiyatý ödenmelidir.

Esasen bu kelime þefe'a kökünden alýnmýþtýr. Bu da te­ke ilâve yapmak anlamýna gelir. Çünkü þefi' kendi hissesi­ne þuf'a hakkýný da ilâve eder. [150]

 

Þubhe

 

Sözlükte karýþýklýk ve kargaþa anlamlarýna gelir.

Terim olarak bir þeyi gerçekte var olmayan baþka bir þeye benzetmektir. Bu sebeple fýkýhçýlarca "Hakký batýla benzet­mek ya da batýlý hakka benzetmektir. Dikkatle incelenince þüphe ortadan kalkar" þeklinde tanýmlanmýþtýr.

Þefi bakýmdan þüphe, suçlu üzerinde ki had (ceza) uy­gulamasýnýn kaldýrýlma sebebi sayýlan hal ya da mazeret þeklinde tarif edilir. Bu yorum "Þüphelerle hadler kaldýrý­lýr" þeklinde hukuk kuralý haline getirilmiþtir ve üç kýsma ayrýlýr.

1- Fiillerde þüphe: Buna "þüphe-i iþtibâh" adý verilir. Ýd-det süresindeyken bâin talakla boþanan kadýnla cinsi birleþme yapýlmasý ya da bir kimsenin kendisi için helal san­dýðý bir mal üzerine boþanma anlaþmasý yapmasý gibi.

2- Fiilin yerinde þüphe: Buna hükmi þüphe ya da þüp­he-i mülk de denir. Kendi hanýmý zannederek yabancý kadýnla cinsi birleþme yapmak gibi.

3- Akitlerde þüphe: Herhangi bir konuda þeklen akit ol­masýna raðmen gerçek bir aktin bulunmamasý. Meselâ þahidsiz olarak bir kadýnla ya da kendisine helal olmayan bir kadýnla, mahrem birisiyle evlenmek gibi. Ya da iki karde­þin cinsi birleþmesi gibi.

Mal ve kazanýlmýþ eþyalardaki þüpheye gelince, bun­dan maksat helal mal ve kazancýn haram ile karýþmasý, iki­sinin birbirine benzemesi ve ayrýlamamasý demektir. [151]

 

T

 

Ta'cîzü'l-Mükâteb

 

Sözlükte "acceze fülânen" (filan kimseyi acizliðe düþürdü) denilir.

Deyim olarak "ta'cîz mine'l-mükâteb" þeklinde yorum­lanýr. Bununla da kölenin, hürriyete kavuþmak için bedeli ödemekten aciz olduðunu itiraf etmesi kastedilir. Kelime­nin aslý, belli bir miktar acizlik ve güçsüzlük olduðunu an­latmaktýr. Meselâ "acceze nefsehû" denildiðinde, o kiþinin bir miktar güçsüzlüðe düþtüðü anlaþýlýr.[152]

 

Ta'dîl

 

(düzeltme)

Sözlükte iki manasý vardýr:

1- Tesviye ve takvim, düzeltme ve yerine koyma. Meselâ, "addelel-hükme ve'þ-þey'e ta'dilen" denilir ki, burada "hükmü yerli yerine koydu, doðruyu ayaða kaldýr­dý" anlamý vardýr. "Addele'l-mîzân" da "düzeltti, eþitledi" demektir.

2- Tezkiye, teiniz ve emin gösterme. Meselâ, "addele'þ-þahide ev er-râvî ta'dilen" denildiðinde "þahidi veya râviyi emin ve doru gösterdi" manasý anlaþýlýr. Yani "onu adaletle vasýflandýrdý" demek olur.

Terim olarak sözlük anlamýyla aynýdýr. "Kýsmetü't-ta'dil" ifadesinin deyim anlamý ise, müþterek bir aynýn (eþ­yanýn) miktar itibariyle deðil de deðer ve menfaat itibariy­le kýsýmlara ayrýlmasý demektir. Böyle olunca az olan kýs­mýn kýymet ve menfaat bakýmýndan çok olan taraf ile eþit ve denk olmasý caiz hale gelmiþ olur. Meselâ tarla verimli­lik ve suya yakýn olmasý bakýmýndan çok çeþitli bölümlere ayrýlýr. Bazý kýsýmlarý nehirden doðrudan doðruya sulanýr. Böyle durumlarda meselâ üçte biri üçte ikiye denk olur ve ta'dil esasýna göre taksim edilerek üçte bire bir pay, üçte ikiye de diðer bir pay olarak itibar olunur. Bu yol ile men­faat ve deðer bakýmýndan saðlanan denklik, miktar baký­mýndan da bir eþitlik demektir.[153]

 

Ta’vîz

 

(bedel, karþýlýk, tazminat)

Sözlükte ivaz vermek anlamýndadýr. Ývaz ise bedel ve karþý­lýk manasýna gelir.

Terim olarak, uðradýðý zarar sebebiyle baþkasýna veri­len malî karþýlýk demektir.

Fýkýhçýlara göre bedel ödeme yükümlülüðü, buna sebep olan bir meselenin doðmasýna baðlýdýr. Dinen mükellef ol­manýn bir gereði deðildir. Bu konuda dinî mükellefiyetin þartlarý aranmaz. Bundan dolayý, malî bedel ödeme yü­kümlülüðü, dinen mükellef olsun veya olmasýn herkesi kapsar ve çocuk, deli, uyku halinde olan ve akli dengesi bo­zuk her insan dahi, haksýz yere telef ettiði baþkasýna ait malýn bedelini öder. Çünkü müslümanlarýn malý dokunul­maz kabul edilmiþtir. [154]

 

et-Ta'zîru'l-Mâlî

 

(malî ceza)  

Sözlükte ta'zir, "te'dip" anlamýna gelir ve azr kökünden tü­remiþtir. Türkçemizde azarlama ve yasak etme gibi anlam­larý vardýr.

Terim olarak þer'an tayin edilmemiþ ceza demektir ve çoðu kere, hakkýnda bir had veya kefaret bulunmayan her suç için, Allah Teala veya insanoðluna karþý ödenmesi ge­reken bir hak þeklinde yorumlanýr. Hâkim, ilâhî maksada ulaþmak için her duruma göre uygun bir cezayý seçer. Ta'zir cezasý bazan beden üzerinde vâki olur; bazen hürriyetle ka­yýtlý olarak meydana gelir; bazen malla ilgili olur; bazen de baþka bir þekilde olabilir.

Mala uygulanan ta'zir cezasýnýn birkaç þekli vardýr.

1- Bir malý sahibinin kullanmamasý için hapsetme. Hakim, suçlunun bir miktar malýný belli bir müddet

elinde tutarak sahibinin kullanmasýný men eder. Suçlu tev-be ve piþmanlýðýný ortaya koyunca iade eder.

2- Suçlunun bazý mallarýný imha etme.

Putlarý, suç âletlerini, hileli gýda ve sanayi maddelerini ve bunlara benzer bazý eþyayý telef ve imha etmek ya da maksada ulaþmak ve kamu yararýný saðlamak üzere bu mallarýn þeklini ve yapýsýný deðiþtirmek gibi.

3- Para cezasý ya da malý baþkasýnýn mülkiyetine verme. Hz.  Peygamberin,  henüz  dalýndan toparlanmamýþ

meyveyi çalan kimse hakkýnda, önce dayak ile hüküm ver­mesi, sonra da çalman malýn iki katý para cezasý ile ceza­landýrmasýnda olduðu gibi. Yine Hz. Ömer'in, buluntu malý gizleyen kimse hakkýnda cezanýn arttýrýlmasýna hükmet­mesi de böyledir. [155]

 

Taðrîm

 

(borçlandýrma)

Sözlükte, baþkasýný borçlu kýlmak, borç altýna sokmak de­mektir ve ðurum kökünden türemiþtir. Gurura ise cinayet ya da hýyanetin dýþýnda insamn malýnda meydana gelen eksiklik (zarar) anlamýna gelir. Meselâ, "ðarimtü'd-diyete ve'd-deyne" denilir ki, "diyetimi ve borcumu Ödedim" de­mektir.

Bu kelimenin sözlük anlamý ile deyim anlamý aynýdýr. [156]

 

Taðrîr

 

(hile, aldatma)

Sözlükte "ðarrahû ðarran" denilir ki, "aldattý" ve "yanlýþa þevketti" anlamlarýna gelir. "Garrara bi-nefsihî taðrîran" de­nildiðinde ise "kendini ölüme sürükledi" manasý kastedilir.

Deyim olarak taðrîr bir þeyi olduðundan baþka göster­mek þeklinde yorumlanýr. Böylece o þeye kendinde olmayan bir özellik verilerek karþý tarafýn ilgisini çekmesi ve sözleþ­meyi imzalamasý saðlanmýþ olur. Meselâ, koyunun sütü­nün saðýlmadan memesinde býrakýlmasý ve yalancýnýn sat­týðý eþyaya ait bazý özelliklerinden söz ederek müþterileri satýn almaya teþvik etmesi gibi.

Bazen satýcý müþteriye karþý taðrîr yapabilir; bazen de müþteri özellikle fiyat konusunda satýcýya karþý taðrîrde bulunabilir. Ayrýca satýcý ile müþteri arasýndaki aracý da ikisinden birine karþý taðrîr yapabilir.[157]

 

Taðyir

 

(deðiþtirme)

Sözlükte ve deyim olarak tahvil (deðiþtirme) anlamýnda kullanýlýr. Meselâ "ðayyertü'þ-þey'e taðyîran" denilir ki, "üzerinde olan þeyi giderdim, deðiþtirdim" demektir.

Fýkýhçýlar bu deyimi "gasb" bahsinde kullanmýþlar ve bu konuda bazý sert hükümler koymuþlardýr. Meselâ Hanefî ve Mâliki alimlerinin konuyla ilgili görüþlerinden bazýla­rý þöyledir: Gâsýb (hýrsýz) gasbettiði þeyi ismine ve önemli özelliklerine varýncaya kadar deðiþtirirse, buðdayýn öðü­tülmesi ve koyunun kesilmesinde olduðu gibi, bunu tazmin eder ve deðiþtirdiði þey kendinde kalýr. Ancak gâsýbýn ken­dinde kalan eþyanýn, sahibine tazmin edilmeden önce kul­lanýlmasý helal deðildir.

Þafiî ve Hanbelî âlimlerin bu konudaki yorumlarýndan bazýlarý da þunlardýr: Eðer meydana gelen deðiþiklik çalý­nan malýn kýymetini artýrýyorsa, bu ziyade (fazlalýk) malýn sahibine ait olur ve bu artýþ, saf ve tabiî bir eser (ürün) ola­rak ortaya çýkmýþsa (hýrsýzýn bir katkýsý yoksa) bu eser ve artýþ sebebiyle hýrsýza hiçbir þey ödenmez. Deðiþiklik çalý­nan malýn kýymetini eksiltiyorsa, hýrsýzýn bu eksikliði ve deðerini geri vermesi gerekir.[158]

 

Tahâss

 

Sözlükte "hassahû min'el-mâl" denilir ki, "o nasibini elde etti" demektir. "Ahsastuhû" demek, ona hissesini verdim anlamýnda kullanýlýr, "Tahassa'l-ðuremâ fî mâ beynehum" dendiðinde de, "kendi hisselerine düþen malý paylaþtýlar" manasý anlaþýlýr. Hisse kelimesi de nasip anlamýndadýr.

Fýkýhçýlar bu kelimeyi sözlük anlamýnýn dýþýnda kul­lanmamýþlardýr.[159]

 

Tahcîr

 

(çevirme)

Sözlükte, ölü bir arazinin dört tarafýna taþlar dikerek baþ­kasýnýn ihya etmesine engel olmaktýr. Terim olarak da ayný anlamda kullanýlýr. Þer'an temliki deðil ihtisasý ifade eder.

Harb sonunda elde edilen araziden taþlar dikilerek çev­rilen bölümünün baþkalarý tarafýndan ihya edilmesinin ca­iz olmadýðýnda fakihler arasýnda ihtilaf yoktur. Çünkü ilk defa bir araziyi taþlarla çeviren kimse, buradan faydalan­maya baþkasýndan daha çok layýktýr. [160]

 

Tahfîl

 

Sözlükte, "haffeltü eþ-þâtah" yani "koyunun göðüslerinde toplanmasý için sütünü saðmayý terkettim" denilir ki, bu biriken süte muhaffele ismi verilir.

Terim olarak muhaffele, deve, inek ve koyundan elde edilen ve bu hayvanlarýn göðüslerinde toplanan süt demek­tir. Yani süt saðýlmayarak göðüslerde biriktirilmiþtir, ki müþteri bununla aldansýn ve böylece hayvanýn fiyatý art­sýn. Sütü saðýlmayan hayvana da musarrât denilir.

Ýbn Mâce, Beyhakî ve Ahmed b. Hanbel'den rivayet edi­len bir hadis-i þerife göre Hz. Peygamber þöyle buyurdu: "Hayvanlarýn göðüsleri sütlü býrakýlýp þiþirilerek satýlmasý, farkýna varýlmayan bir aldatmadýr. Bu ise bir müslümana caiz olmaz."

Bu satýþ iþleminin nehyedilmesinin sebebi, burada, müþteriye karþý hile, kusuru gizleme ve zarar verme gibi mahzurlarýn söz konusu olmasýdýr.[161]

 

Tahkim

 

(hakem tayin etme)      

Sözlükte bir hükme varmak, karar vermek anlamlarýna ge­lir. Meselâ "hakkemtü'r-racüle" denildiðinde, fevvadtü'l-hükme ileyhi (onun hakkýnda hüküm verdim)" manasý anlaþýlýr.

Terim olarak tahkim, ihtilafa düþen iki taraf arasýnda­ki husumeti kaldýrmak için hakem tayin etmek demektir. Bu hakem bazen hakim tarafýndan bazen de taraflarýn ar­zusu üzerine tayin edilir.

Tahkim ile sulh arasýnda iki bakýmdan bazý farklar vardýr.

Bunlardan birincisi, tahkimin neticesinde kazai bir hü­küm ortaya çýkar. Sulhun sonucunda ise, çekiþen taraflarýn rýzalarý üzerine bir akit yani anlaþma ortaya çýkar.

Ýkincisi de, sulh sonucunda, taraflardan birisi, ya da her Ýkisi haklarýndan vazgeçerler Tahkimde ise haktan vazgeçmek söz konusu deðildir. [162]

 

Tahkîmü'l-Hâl

 

Terim olarak, murâfa'a (davanm açýlmasý) esnasýnda ta­raflardan biri lehine halihazýr mevcut olan þahit ya da delili onun için hakem kabul ederek ona göre hüküm vermek demektir ve bu kaide istishab konusuna dahildir. Bir þeyin bugünkü haline nazaran onun geçmiþte de bu hal üzere olduðuna hükmedilmesi, yahut da geçmiþte sabit olan bir þe­yin aksi bilinmedikçe halen sabit ve baki olmasý gibi.

Esasen istishab, zan ya da þüpheden uzak olan gerçek bir olayýn halen varlýðýnýn devam ettiðine hükmetmektir. Çünkü onun bir zamanlar varlýðý kesindi. Bu da "ibkâu mâ kân, alâ mâ kân (bir þeyi önceden bilindiði üzere baki kýl­mak)" þeklinde fýkýh kitaplarýna geçmiþtir. [163]

 

Tahliye   

 

Sözlükte bir þeyi boþaltmak anlamýna gelir ve terket-mek, yüzçevirmek gibi anlamlara gelen hallâ fiilinin mastarýdýr.

Terim olarak bir þeyi kabza (teslim olmaya) mam olan þeyleri izale ederek, teslim alýnmasý mümkün olacak halde bulundurmak manasýnda kullanýlýr. Tahliye, Mecelle'nin bey' bahsinde tesellüm anlamýnda kullanýlarak þöyle tarif edilmiþtir. "Satýcýnýn, herhangi bir engel býrakmadan ma­lýn müþteriye teslimine izin vermesidir."

Hanbelî fýkhýna göre de tahliye, "malýn engelsiz ve müþkilatsýz teslim alýnmasýný mümkün kýlan bir izin­dir."

Tahliye satýlan mal, fiyat, rehinler, hibeler, icar ve sele­me konu olan eþyalar hakkýnda hükmen kabz sayýlýr. Bu görüþ, akar ya da menkul mallarýný tahliye eden kimsenin haklarý konusundaki Hanefîlerin görüþüdür. Çünkü malý teslim edecek kimsenin bu görevi yerine getirecek ve bu yükten kurtulacak bir çýkýþ yolu bulmasý gerekir. Bu yol da satýcýnýn gücüne göre malý tahliye etmesi ve üzerindeki en­gelleri ve zorluklan kaldýrmasýdýr.

Ancak satýcýnýn bu teslimi bizzat yaptýrma ve gerçekleþtirme gibi bir yetki ve sorumluluðu yoktur. Çünkü kabz, teslim alan için ihtiyari bir iþtir. Eðer teslim iþi de satýcýya ait olsaydý, bu görevi yapmak ona çok güçlük ve zorluk ve­rirdi,

Þafiî, Mâliki ve Hanbelîlere göre tahliye sadece akarlar için kabz kabul edilir. Menkul mallarýn kabzý ise örfe göre belirlenir. Bunlarýn el eþyasý, nakledilebilir, deðiþtirilebilir veya örfi kýyas yoluyla ödenebilir mallar olmasý hükmü de­ðiþtirmez. Tartýlan, ölçülen ve sayýlan mallar gibi. [164]

 

Taksit

 

Sözlükte taksîtü'd-deyn borcu parçalara ayýrmak anlamýna gelir. "Taksit" kelimesi de kist kökünden gelir ve hisse, na-sib gibi anlamlarý vardýr. Çoðulu aksat þeklinde gelir.

Deyim olarak, belli zaman dilimlerinde ve belli taksit­ler halinde Ödemek üzere borcu kýsýmlara ve miktarlara ayýrmaktýr.

Mecelle'nin tarifine göre taksit: "Borcu belirli vakitlerde Ödemek üzere tecil etmek, ertelemektir."

Bey'ut-taksit ise, "bey'-i nesîe"nin bir çeþididir. Bu, be­delin hepsinin ya da bir kýsmýnýn, belli zamanlarda ve bel­li taksitlerle ödenmesi üzerine anlaþarak veresiye mal sat­maktýr. Bu ödeme zamanlan her ay veya her sene gibi muntazam vakitler halinde belirlenmiþ olabilir. Taksit tu­tarlarý ise, bazen eþit, bazen artan, bazen de azalan mik­tarlarda olabilir. [165]

 

Talebü't-Takrîr

 

(þahitli þuf'a talebi)

Deyim olarak bu ifadeyi Hanefî fýkýhçýlarý þufa konusun­da kullanmýþlardýr. Bundan maksat þefîin, (þuf'a hakkýna sahip kimse) eðer akar (taþýnmaz) henüz satýcýnýn elinde ise satýcýya, onun elinde deðilse müþteriye karþý þahit ge­tirerek þuf'a talebinde bulunmasýdýr. Yahut da satýlan akarýn yanmda ve þahitler huzurunda daha önce þuf'a ta­lebinde bulunduðunu, þimdi bunu talep ettiðini söyleme­sidir.

Bu konu Mecelle'nin 1030. maddesinde þu þekilde be­lirtilmiþtir. "Taleb-i musâvebeden sonra þefîin taleb-i tak­rir ile þahitlerggetirmesi lazýmdýr. Þöyle ki, þefi, iki kiþi huzurunda ve satýlan eþyanýn yanýnda bu akarý filan kim­se satýn almýþ yahut müþterinin yanýnda "sen filan akan satýn almýþsýn" veyahut satýlan akar henüz satýcýnýn elin­de ise onun yanýnda, "sen filan akarýný filan kimseye sat­mýþsýn, ben ise þu bakýmdan onun hissedarýyým ve taleb-i þufa etmiþtim, þimdi de taleb ediyorum, þahit olunuz de­melidir.[166]

 

Tarif

 

(irtidattan sonraki kazanç)

Sözlükte yeni, turfanda anlamýna gelir. Mal-i tarif ise ye­ni çýkan, henüz istifade edilen mal demektir. Tâlid ve telîd ifadeleri de eskiden beri var olan, tanýnmýþ anlamlarý­na gelir. Araplar arasýnda "eski Ýle yeniyi götürdü" sözü yaygýndýr.

Deyim anlamýna gelince; fikýhçýlar bu ifadeyi bazen fe-raiz konusunda kullanýrlar ve bununla "mürted"in riddetinden sonra kazandýðý malý kastederler. Tâlid ifadesini de "mürted"in müslüman iken kazandýðý mal için kullanýrlar. Onlardan bazýlarý bu iki dönemde kazanýlan malý hüküm bakýmýndan birbirinden ayrý yorumlamýþlardýr. Yani "mal-i tarifin fey geliri olarak hazineye "mal-i tâlid"in de müslü­man olan varislere kalacaðým kabul etmiþlerdir. Bu görüþ Ebu Hanife, Sevrî, Ýshak ve diðer bazý âlimlerin görüþüdür. Diðer fikýhçýlar ise bu ikisi arasýnda bir fark görmezler. An­cak, bu mallarýn fey geliri olarak hazineye mi, yoksa müslüman varislere mi kalacaðý konusunda bazý görüþ ayrýlýk­larý vardýr. [167]

 

Tasarruf

 

Sözlükte, tekallüb anlamýna gelir. "Tekallüb" ise bir iþi ya­parken istediði gibi hareket etmek demektir. Meselâ, "sar-raftühu fi'1-emri tasrîfen (nu bu iþe yönlendirdim)" deni­lir. Bu fiilin humâsîsi tesarrafe þeklinde gelir. Burada "sarrafe", kallebe anlamýnda kullanýlmýþ olup bunun humâsîsi-si de "tekallebe" þeklinde gelir.

Terim olarak, üzerine þer'î bir hüküm gereken her ha­reket veya söz þeklinde tarif edilir.

Yukarýdaki tarife göre tasarruf, fiilî ve kavlî olmak üze­re iki kýsma ayrýlýr. Fiilî tasarruf: Olayýn temeli söze deðil de bir iþ veya eyleme dayanýyorsa fiilî tasarruf söz konusu olur. Meselâ, mubah mallarý kazanmak, öfkelenme, telef etme, malý teslim alma ve borcun Ödenmesi gibi. [168]

 

Tasrýye

 

Sözlükte "tasriyetü'l-en'âm", hayvanlarýn sütünü memele­rinde býrakarak saðmamak anlamýna gelir. Bu takdirde, süt hayvanýn göðsünde toplanýr ve memeler þiþer.

Deyim olarak satýcýnýn, deve, koyun ve benzeri hayvanlan satmazdan bir müddet önce sütün, hayvanlarýn memelerinde birikmesi için saðmamasý demektir. Böylece satýcý müþterinin gözünü boyar ve malýnýn fiyatým arttýrýr.

Buhârî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadis-i þerife göre Hz. Peygamber bu konuda þöyle buyurdu: "Koyun ve develerin göðüslerinde fiyatlarý artsýn diye süt býrakmayý­nýz. Her kim böyle bir koyunu satýn alýp saðar da kileye va­kýf olursa müþteri muhayyerdir: Bu hale razý olursa koyu­nu alýkoyar, olmazsa koyunu reddeder ve saðmasý mukabi­linde bir Ölçek hurma verir."

Ýbn Abdilber'in bu konudaki yorumu þöyledir: "Musar-rat hadisi esasen alýþ veriþte aldatmayý yasaklayan bir ha­distir. Bunun da aslý, ayýplý bir mal ile aldatýlan kiþinin muhayyer olmasý ve aldatma ile bey'in aslýnýn bozulmamýþ olmasýdýr.[169]

 

et-Te'addî

 

(hakka tecavüz)

Sözlükte, sýnýrý aþmak veya bir þeyin diðerini geçmesi de­mektir.

Terim olarak sözlük anlamýyla ayný olup, "sefan, örfen ve âdeten yetinilmesi ve durulmasý gereken bir þeyin ötesi­ne geçmek" þeklinde yorumlanýr. Bunun anlamý içinde zu­lüm ve hakka tecavüz vardýr.

Bu durumda fýkýhçýlara göre te'addl can, mal ve diðer þeylere karþý yapýlan düþmanlýk ve azgýnlýklarý da içine alýr. Ayrýca öfke ve telef yoluyla baþkasýnýn malýna karþý yapýlan aþýrýlýklar da bu kavrama dahildir. Yine emanetçi­nin, kendisine emanet edilen mallar üzerindeki yetki sýný­rýný aþmasý da bir te'addl olarak yorumlanýr. Meselâ, emanetçinin, emanet býrakýlan eþyayý kullanmasý ve inkâr et­mesi; mudârabe iþçisinin izin verilmeyen yere mal harca­masý ve ücretli iþçinin, iþ sahibine açýkça ya da örtülü ola­rak muhalefet etmesi gibi.

Fukahaya göre te'addl zarara sebep olmuþsa tazmini gerekir. [170]

 

Te'mîm

 

(devletleþtirme/kamulaþtýrma)

Terim olarak çaðdaþ ekonomilerdeki anlamý, özel bir proje­nin önem derecesine göre, kamu projesi haline dönüþtürü­lerek kamu kurumu halinde idare edilmesi ya da bütün hisseleri devlete ait olan bir þirket þeklinde yürütülmesi­dir.

Bu, toplum için hayati öneme sahip Özel projelerin özel mülkiyetten çýkarýlarak kamu mülkiyeti haline dönüþtü­rülmesi demektir.

Fýkýhçýlarýn dilinde böyle bir deyim kullanýlmaz.[171]

 

Te'mîn

 

(sigorta)

Sözlükte, "hýyanet" kelimesinin zýttý olan "emanet" sözcü­ðünden türemiþ bir kelimedir. Arapça'da bu kelimenin pek çok kullaným þekli vardýr.

lerim olarak fýkýhçýlar bu kelimeyi "âmin" diyerek dua etmek anlamýnda kullanýrlar. Meselâ "duaya âmin dedim" denilir ki, "duamý kabul et" demektir.

Akd-i te'mîne gelince; bu, bir çeþit bedelli sözleþmedir. Taraflardan birine "müemmin" diðerine "müemmen leh" denilir. Bu sözleþme ile birinci taraf ikinci tarafa veya kendi lehine üzerinde anlaþýlan belli bir bedel öder. Ayrýca bu tür bir sözleþme ile emanet býrakýlan eþyada bir hasar ya da sözleþmede belirlenen bir kayýp söz konusu olduðu za­man ödeme yani tazminat yükümlülüðü getirilir.

Söz konusu eþya emanet olarak býrakýlabildiði gibi, is­tifade edilmek üzere sunulan bir imkân da olabilir.

Böyle durumlarda ödenen tazminata "kýstu't-te'mîn" de­nilir ki, "müemmen leh"in kendi gücüne ve taraflar arasýnda imzalanan sözleþme hükümlerine göre yerine getirilir.

(Bu açýklama Mýsýr Medeni Kanunu ile Ýngiliz, Ameri­ka ve Belçika hukuk kitaplarýndan özetlenmiþtir.) [172]

 

Teberru

 

(baðýþ)

Sözlükte, þarta baðlý olmadan gönüllü olarak yapýlan dav­ranýþ demektir. BÝr karþýlýk beklemeden yapýlan iþ anlamý­na da gelir.

Terim olarak fýkýhçýlar bu kelimeyi tarif edip yorumlar­ken sadece vasiyet, hibe ve vakýf gibi çeþitlerinden söz et­miþlerdir. Ancak onlarýn bu konulardaki açýklamalarýndan þu þekilde bir tarif çýkarýlabilir: Teberru, bir kimsenin çoðu kere yardým ve iyilik amacýyla þimdi ya da gelecekte karþý­lýksýz olarak baþkasýna bir hak ya da malý vermesidir.

Fýkýhçýlar ukûd-ý müsemmâtý, tasnif ederlerken de te­berru' muamelesini "temlikât" grubunun "mu'âvedât" bölümünde ele almýþlardýr.[173]

 

Tebi'a

 

(tazminatý yüklenme)

Tebi'a ve tehammülü't-tebi'a ifadeleri çaðdaþ hukuk deyimlerinden olup fýkýhçýlar tarafýndan hiç kullanýlmamýþtýr. Ancak "daman" anlamýyla bilinmekte ve bazý hukuki mu­amelelerde kullanýlmakta idi.

Onlara göre "daman", insanýn bir þey üzerinde ortaya çýkan noksanlýk, ayýp ya da yok olma tehlikesi karþýsýnda doðacak zararlarý yüklenme sorumluluðudur.

"Satýcý, müþteriye malý teslim etmeden önce, satýlan eþ­ya ile ilgili her türlü sorumluluðu yüklenir. Müþterinin sorumluluðu ise malý teslim aldýktan sonra baþlar" denildiði zaman buradaki tebi'a deyiminden, kaybetme, yoketme, za­rar verme ve benzeri durumlar karþýsýnda doðacak olan taz­minat ödeme sorumluluðu anlaþýlýr. Bu da, bir artý deðer veya ferahlýðýn karþýlýðýdýr ki fýkýhçýlar bu deðere "haraç" veya ðunm adýný vermiþlerdir. Nitekim fýkýh kitaplarýnda "Haraç zamana karþýlýktýr" ve "Menfaat zarar mukabilinde-dir" gibi fýkýh kurallarý bu konuda vaz' olunmuþtur.

 

Tebzîr

 

(israf)

Sözlükte israf edercesinde mal harcamak anlamýna gelir. Kelimenin asýl anlamý tohum atmak veya tohum saçmaktýr ve malým ziyan eden herkes için mecaz olarak kullanýlýr. Aslýnda tohum atmak veya tohum saçmak bir çeþit kayýp veya ziyandýr. Çünkü onun nereye atýldýðý ve sonucun ne olacaðý bilinmez.

Terim olarak Nevevî bu kelimeyi þöyle tarif etmiþtir. "Bir malýn Örfen malum ve makul olmayan bir yere harcan­masý dýr."

Ibn Teymiye de "tebzir"i, din ya da dünya için faydalý olmayan yere malý sarfetmek þeklinde tarif ederek þöyle bir yorumda bulunmuþtur: "Tebzîr bazen miktar bakýmýndan söz konusu olur ki, hak sahibine hakkýndan fazla mal ver­mektir. Bu fazlalýk ise onlarýn kifayet miktarýnýn üstünde harcamalarýna sebep olur. Böylece ihtiyaç ve hak sahipleri aleyhine gelir daðýlýmýnda bazý sapma ve bozulmalar mey­dana gelir. Bazen de tebzir iþin aslýnda meydana gelir. Bu da meselâ haram menfaatlere mal harcamak þeklinde orta­ya çýkar. Fahiþeye verilen para ve sihirbaza sunulan hedi­yeler gibi.

Kadý Ýbn Arabi'nin bu konuda ki yorumu ise þöyledir: Eðer bize bir kimsenin þehevi arzularý istikametinde malý­ný harcamasý tebzir midir deðil midir? diye sorulsa biz þöy­le cevap veririz: Bir kimse ihtiyaçlarýndan kýsarak artýrdýðý mallarý þehevi arzularý için harcasa ve onu israf etse bu kiþi "mübezzir (savurgan)" sayýlýr. Eðer bir insan malýnýn aslýný korumak þartýyla gelirini ya da kazancýný þehveti yo­lunda harcasa bu kiþi mübezzir sayýlmaz. Ancak haram yolda harcanan bir kuruþ bile "tebzir" sayýlýr. [174]

 

Tecdîdü’d-Deyn

 

(borç yenileme)

Sözlükte bir þeyi yenilemek, onu yeniden yapmak demektir. Ýþin yenilenmesi de, yeniden meydana getirme þeklinde yo­rumlanýr. Terim olarak borcun yenilenmesi ise, eski borcu yeni borç ile deðiþtirmek ve böylece, birinci borç sözleþmesi­ni feshederek, karþýlýklý rýza ile yapýlan ikinci bir anlaþma ile borç ilkesini tekrar düzenlemektir. Meselâ, Ahmet, Be­kir'den kiraladýðý evin ücreti olarak 2 milyon lira borçlu iken, bu paranýn Zeyd'in zimmetinde borç olarak kalmasý üzerinde tekrar bir anlaþma yapmalarýnda olduðu gibi.

Burada, birinci borç sözleþmesinin feshedilerek, ikinci bir akit ile borcun yenilendiði açýktýr. Böylece birinci sözleþme ile ödenmesi gereken borç düþmüþ olur ve borçlu, ikinci sözleþme ile getirilen yeni borcu yüklenir. Bu durumlarda borcun bitmesi ve düþmesinin neticesi olarak birinci borç kapanarak sözleþmesi feshedilir ve yeni bir akit üe borç yenilenmiþ olur. Ayrýca birinci borçla ilgili kefalet ip­tal ve kefil de ibra edilmiþ olur. Önceki kefalet, yeni sözleþ­meden doðan borca intikal etmez. Bu durumda kefalet söz­leþmesinin de yenilenmesi gerekir.[175]

 

Techîl

 

(bilgisizlik)

Sözlükte, bu kelimenin manalarýndan biri "cehl"e nisbet et­mektir, "cehheltü fülânen" denildiðinde "onu cehle nisbet ettim" demektir. Cehl ise, bilmek kabiliyetini haiz olan bir kimsenin bir þeyi bilmemesi anlamýna gelir.

Terim olarak kendi terikesinde bulunan baþkasýna ait bir mal hakkýnda yapýlmasý gereken gerekli açýklamanýn bulunmamasý durumunda yerine getirilmesi icabeden fiilî bir tasarruftur. Fýkýhçýlar bu kelimeyi daha çok, emanetçi, mudârib, vekil ve benzeri eminlere býrakýlan emanetler ko­nusunda kullanmýþlardýr. Çünkü bu konularda techîlin so­nucu tazminattýr ve eðer techîlde kasýt da varsa bir çeþit zulüm meydana gelir. Neticede emanette haksýzlýk tazmi­nat olarak ödenir.

Bu konuda Hanefî mezhebinin görüþü þu þekildedir: Emanetçi ölür ve terikesinde de bir vedia bulunursa bu emanetçinin varisleri için bir emanettir ve sahibine öden­mesi gerekir. Ancak emanetçi vedianýn durumu hakkýnda bir bilgi býrakmadan ölür, terikesinde bulunmaz ve varisle­rinin de bu konuda bilgileri yoksa, emanetçinin terikesinde Ödenmesi gereken borç ortaya çýkar. Böyle bir durumda, eþ­ya sahibi diðer vedia sahipleri gibi kendi eþyasýnýn kýyme­ti nisbetinde terikeye ortak olur.

Eþbâh ve'n-Nezâir sahibi Ýbn Nüceym de bu konuda þunlarý yazmýþtýr: "Techîl ile ölüm sonucunda emanetler tazminata dönüþür. Ancak bundan üç þey müstesnadýr.[176]

 

Tedbîr

 

Sözlükte, sonucun saðlam olmasý için yapýlan iþe önem ve deðer vermektir. Nitekim bir adamýn malýnýn saðlamlýðý ve çocuklarý ile arkadaþlarýnýn terbiyesi için tedbir almasý gi­bi. Kelimenin aslý her þeyin sonu anlamýna gelen "ed-dübr" sözcüðüdür. Edbâru'l-umûr lafzýnýn anlamý ise "iþlerin so­nuçlarý" demektir.

Terim olarak tedbîr ölümüne baðlý olarak köle sahibi­nin kölesini azad etmesidir. Çünkü ölüm hayatýn sonudur. Bu sebeple tedbîr kýsaca "ölüme baðlý azad" þeklinde tarif edilmiþtir. Tedbîr-i mutlak: Efendinin mutlak ölüm þartýna baðladýðý azat. Tedbîr-i mukayyed: Efendinin herhangi bir sebeple ölümüne baðlý azad. Kaybolma ya da hayatýn teh­likeye girmesi gibi. (Ben bu hastalýðýmdan dolayý ölürsem sen hürsün denilmesi gibi.) [177]

 

Tedlîs

 

(ayýbý gizleme)

Sözlükte, ayýbý örtmek anlamýna gelir.

Terim olarak bey'de tedlîs, eþyada gizli bir ayýbýn olmasý ve satýcýnýn bunu müþteriye bildirmeyerek ondan gizlemesidir. Ezherî tedlîs konusunda þunlarý yazmýþtýr. "Tedlîs dül-se sözcüðünden alýnmýþtýr: Bu sözcük de karanlýk anlamýna gelir. Satýcý ayýbý gizleyip müþteriye haber vermediði za­man dülse yapmýþ olur." Fýkýhçýlar kelimeyi sözlükteki an­lamýyla kullanmýþlardýr.

Ibn Kudâme'nin yazdýðýna göre kelimenin manasý, "Bil­diði halde ayýbý müþteriden gizlemek ya da ayýbý müþterinin bilemeyeceði bir þekilde örtmektir. Aslýnda dülse ka­ranlýk demektir. Sanki satýcý ayýbý örtmek veya gizlemekle onu karartarak müþteriden gizliyor. Böylece müþteri de ayýbý görmüyor ve bilmiyor."

Hanbelîler tedlîs kavramýnýn anlamýný geniþletmiþler ve müþteriden alacaðý fiatý artýrmak amacýna yönelik olarak sa­týlan eþya üzerinde satýcýnýn meydana getirdiði her türlü þüp­heli davranýþý da bu deyimin kapsamý içine sokmuþlardýr. Ni­tekim Hanbelî fýkhý Mece'sinde tedlîs þu þekilde tarif edil­miþtir: "Tedlîs, müþteriye ayýbýn gizlendiði ya da fiyatýn artý­rýldýðý þüphesini veren her iþtir. [178] Ma'da denildiðine göre "Muhayyerlikte vâki olan tedlis iki çeþittir. Birincisi ayýbý gizlemek, ikincisi fiyatýn artmasýna se­bep olan tedlis ki, burada ayýp yoktur. Meselâ, cariyenin yü­zünün kýrmýzýya, saçlarýnýn siyaha boyanmasý gibi.[179]

 

Teferruk

 

(ayrýlma)

Sözlükte "tecemmu" sözcüðünün karþýtý olarak ayrýlma an­lamýna gelir. Fýkýh dilinde de ayný anlamda kullanýlýr.

Fýkýhçýlar bu deyimi sarf, selem ve bey* akitlerinin bazý kýsýmlarý ile diðer bazý fýkýh bahislerinde kullanmýþlardýr ve bu deyimle, sözleþmeye taraf olan kimselerin bedenleri­nin (cismen) akit meclisinden ayrýlmalarýný kastetmiþler­dir. Nitekim onlarýn görüþlerine göre: Sarf akdinin sýhhati için, ayrýlýktan Önce iki tarafýn da bedelini almasý þarttýr.

Selem akdinin sýhhati için de, ayrýlýktan önce sermayenin teslimi þart kabul edilmiþtir.

Ayrýlmanýn sýnýrýna gelince, fýkýhçýlar bu meseleye örf ve adetin kaynak teþkil edeceði konusunda ittifak etmiþler­dir. Çünkü kanun koyucu (þar1!) konuyla ilgili bazý hüküm­ler koymuþ, fakat açýklýk getirmemiþtir. Dil bakýmýndan da bunun sýnýrý belli deðildir. Bu sebeple örfe müracaat edilir ve insanlarýn anlaþtýklarý noktalara bakýlýr. Nitekim "kabz Oteslim alma)" ve "ihraz (=koruma)"da da durum böyledir.[180]

 

Teferruku's-Safka

 

(tek sözleþme)

Sözlükte safka, safk kelimesinden türemiþ bir isim olup, eli el üzerine koymak ya da, satýþ sözleþmesi anýnda taraflardan birinin, diðerinin eli üzerine elini koymasý anlamýna gelir. Arap geleneðinde satýþ sözleþmesi kesinleþince, taraflardan biri elini diðerinin eli üzerine koyar. Böylece sözleþme kesin­lik kazanmýþ olur. Buradan hareketle safka kelimesinin, sa­týþ sözleþmesinin bizzat kendisi için de kullanýldýðý olmuþtur.

Tefrîku's-safka'ya gelince bu, bir sözleþme ile satýn alý­nan muhtelif eþyanýn birbirinden ayrýlmasý demektir.

Deyim anlamý ise bir fiyat üzerine tek sözleþme þeklin-, de yorumlanýr. Fukahaya göre teferruku's-safka deyiminin anlamý, sözleþme hükmünün, üzerinde anlaþmaya varýlan bütün konular üzerinde geçerli olmamasý yahut da önce onun tek olarak kabul edilip sonra açýlmasý þeklinde yo­rumlanmýþtýr. Böylece akit, kýsýmlarý, bölümleri ve ayrýntý­larý olan toplu ve tek sözleþme halini alýr. Bu yüzden fuka-ha teferruku's-safka, teb'îdü's-safka, tecerruhu's-safka ta­birlerini de kullanmýþlardýr.

Fukahanm belirttiðine göre teferruku's-safka, satýþ bir akitle yapýldýðý zaman, hýyarý (tercihi) gerektirir. Yani sözleþmede, satýcý ile müþteriden baþka taraf ve sözleþme­ye konu olan müteaddit eþya üzerinde de fiyat ayrýlýðý yok­tur. (Bu durumda taraflarýn kesin tercihi söz konusu olur.) [181]

 

Tefrit

 

(kusur)

Sözlükte, kýsaltma ve kaybetme anlamlarýna gelir. Meselâ, "ferrata fî'1-emri tefrîtan" denilir ki, "iþi kýsalttý ve sonuna kadar kaybetti" demektir. "Ýfrat" deyimine gelince bu da is­raf ve sýnýn aþmak þeklinde yorumlanmýþtýr.

Cürcânî'nin belirttiðine göre "ifrat" ile "tefrit" arasýnda­ki fark þu þekilde açýklanabilir: "Ýfrat ziyade ve kemal baký­mýndan sýnýn aþmak; tefrit ise eksiklik ve kusurlu yapma bakýmýndan normalin altýna düþmek demektir ve bu iki ke­lime deyim olarak sözlük anlamlan dýþýnda kullanýlmaz."

Tefrit deyimi fukaha dilinde vedia, þirket, mudarabe ve vekalet gibi emanet akitlerinde kullanýlmýþtýr. Bu konular-da sadece muhafýz durumunda olan emanetçi, tefrit (dik­katsizlik) durumunda, emaneti tazmin etmekle yükümlü olur. Eðer emanet eþya vekil, ortak, vasi ve benzeri kimse­lerin elinde haksýzlýk ya da "tefrit" gibi sebepler dýþýnda yok olur veya zarara uðrarsa tazminatý gerekmez. Çünkü o sadece emanetçidir. Ancak emanetçi, eþyayý muhafaza nok­tasýnda tefrit (dikkatsizlik)e düþerse ve bu yüzden eþya za­rara uðrarsa, kusurunu tazmin eder. Çünkü kusurlu kiþi, malý muhafaza konusunda üzerine düþeni yapmadýðýndan eþyanýn telefine sebep olmuþtur. Bu, fýkýhçýlann üzerinde ittifak ettikleri konulardan biridir.

Tazminatý gerektiren "tefrit", emanetçinin malý koru­masý konusunda her durumun özelliðine göre, insanlann örfen hata saydýðý kusurlardýr. [182]

 

Tehâruc 

 

Sözlükte, çýkma gayreti anlamýna gelir.

Terim olarak, miras meselesine ait bir ýstilah olup belli bir þey mukabilinde bazýlariný terikeden çýkarmak demektir.

Bunun aslý, varisler arasýnda içlerinden birinin bir miktar mal karþýlýðýnda mirastan çekilmesi üzerine yapý­lan bir anlaþmadýr. Ancak, üzerinde anlaþýlan bedel, teri-kenin dýþýnda þey ise bu takdirde akit bir bey' sözleþme-sidir. Eðer bedel terikeden ayrýlan bir eþya ise o zaman söz­leþme bir taksam ve mübadele akdi adýný alýr. Bunlarýn dý­þýnda eðer beaeî hak sahibinin hissesinden az olursa bu ya bir hibe mesabesindedir ya da hak sahibinin hissesinden bir kýsmýný düþürme söz konusudur.

Özetlersek, konunun her bölümü için fýkýhçýlar bazý Özel þartlar ve ilkeler koymuþlardýr.[183]

 

Tekabbül

 

(yüklenme)

Sözlükte, hediye gibi sevap getiren bir þeyi kabul etmektir. Deyim olarak, akde baðlý yükümlülükleri ifade eder. Mese­lâ, "tekabbeltü'l-amele min sâhibihî" denilir ki, "akde baðlý olarak çalýþmayý kabul ettim" demektir. Mecelle'nin 1055. maddesinde de tekabbül þöyle tarif edilmiþtir: "Bir iþi taah­hüt ve iltizam etmek, yüklenmektir." Burada iþ veya amel­den maksat boyacýnýn elbiseyi boyamasý, terzinin kumaþý dikmesi gibi benzeri sanat erbabýnýn meslek olarak yaptýk­larý davranýþlardýr.[184]

 

Tekâdüm

 

(zaman aþýmý)

Sözlükte bir þey eskidiði zaman "tekâdeme'þ-þey" denilir. Deyim olarak bu kelime Mecelle'de mürûru'z-zaman (za­man aþýmý) olarak açýklanmýþtýr. Mâlikîler ise "havz" ve "hiyâze" kelimeleriyle yorumlamýþlardýr. Havz ve hiyâze kelimeleri sözlükte, sahip olma, malik olma ve mülk edin­me gibi anlamlara gelir. Fýkýh dilinde de: "Sahipsiz veya herkes için alýnmasý mubah olan bir malý alýp kendi mül­küne katmak" þeklinde tarif edilir.

Tekâdüm deyiminin aslý, halifenin, kadýlarý (hakimleri) bazý hallerde, belirli zaman sürelerinin geçmesine dayalý olarak bu konular hakkýndaki davalara bakmaktan men etmesidir. Fakat böyle durumlarda hak sahibinin hakký düþmüþ olmaz.

Bu yasak sahtecilik ve kurnazlýk gibi halleri önlemek için konulmuþtur. Çünkü yapma imkaný bulunduðu halde, zamanýn geçmesiyle davayý býrakmak zahiren haksýzlýðý gösterir.

Hanefî fakihleri "tekâdumu'z-zaman" süresini vakýf ve yetim mallarý ile gaib ve miras davalarýnda 30 sene; borç, emanet, akar ve emlak davalarýnda ise 15 sene olarak be­lirlemiþlerdir.

Belli bir süre geçtikten sonra davaya bakýlmamasý as­lýnda hakkýn düþmesine sebep olmaz. Hak sahibinin hakký devam etmekle birlikte, sadece hakimin davayý dinlemesi engellenmiþ olur. Ancak suçlu suçunu kendiliðinden itiraf etse bu ona bir yükümlülük getirir. Eðer "tekâdüm", hakký düþürücü bir niteliðe sahipse, suçlu suçunu itiraf etse bile yükümlülük altýna girmez.

Mâlikîlere göre "tekâdüm" (hiyâze) iki kýsýmdýr.

1- Sahibi bilinmeyen bir mülke sahip olma.

2- Sahibi bilinen bir mülke sahip olma.

Birincisinde, bir mala on ay veya daha fazla bir zaman müddetince sahip olma (hiyâze) davaya bakýlmasýna engel teþkil eder. Malýn akar veya baþka bir þey olmasý arasýnda fark yoktur.

ikincisinde durum farklýdýr. Eðer mal akar cinsinden ise sahiplenme (hiyâze) en az on sene devam etmelidir. Hay­van ye elbise gibi mallarda ise iki senelik bir süre yeterlidir.[185]

 

Tekâfül

 

(güven)

Sözlükte iki kimse arasýndaki "tekâfüT'den her birinin ken­di arkadaþýna güvenmesi ve dayanmasý demektir. "Kâfîl" kelimesi de, birine güvenip ona yardým eden kimse demek­tir. Meselâ, "tekeffele fülanün bi'þ-þey" denilir ki, "o kimse kendini o þeyin yükümlülüðü altýna soktu ve onu yüklendi" demektir. "Tekeffele bi'd-deyn" denildiðinde ise "borcu yük­lendi" manasý anlaþýlýr.

Bu kelimenin sözlük anlamý ile deyim, anlamý ayný þe­kilde kullanýlýr.[186]

 

Telakki'r-Rukbân

 

(köylünün, kervanýn karþýlanmasý)

Sözlükte "telakki" karþýlama ve karþýlaþma anlamlarýna ge­lir. "Rukbân" da "rakib" kelimesinin çoðuludur. Bu kelime­nin anlamý da "binekli yolcu" demektir.

Deyim olarak "telakkiJr-rukban", satmak üzere bir bel­deye mal getirenleri çarþýya varmadan önce onlardan bu mallarý satýn almak üzere karþýlamaya çýkmak demektir. Satýcýlarýn binekli ya da yaya, bir ya da birden fazla olma­sý mümkündür.

Bazý Hanefîlere göre "telakki'r-rukbân" þehre girmeden önce þehirlinin köylüyü karþýlamasý demektir. Böylece þe­hirli, gelen eþyanýn pazarýnýn durgun olduðunu söyleyerek onu aldatýr ve eþyayý gerçek fiyatýnýn altýnda satýn almaya çalýþýr.

Bu muameleye Þafiî ve Hanbelîler de ayný ismi vermiþ­lerdir. Hanefîler bu iþleme, "telakki'l-celeb", Mâlikîler ise "telakki's-sila" adýný vermiþlerdir.[187]

 

Telci'e

 

(sýðýnma)

Sözlükte Uca kökünden türer, zorlama ve sýkýntý anlamla­rýna gelir.

Mutarazzî'nin dediðine göre telci'e: "Zahiri ile bâtýný birbirine uymayan bir iþi yapmaya mecbur olmaktýr. Yine telci'e: "Bir kimsenin malýný, varislerinden sadece bir kýs­mýna vermesidir. Varisi olan birine sanki malým sadaka olarak veriyormuþ gibi."

Havârizmî'nin bildirdiðine göre telci'emn deyim anla­mý: "Zayýf olan bir kimsenin malýný korumasý için kuvvetli olan bir kimseye sýðýnmasýdýr." Bundan sonra da þu yoru­mu yapmýþtýr: "Bazen kuvvetli, zenginliðine, malýna, mül­küne sýðýnýr. Bazen de mal sahibi kuvvetliye sýðýnýr. [188]

 

Telef

 

Sözlükte, bozulma ve parçalanma anlamlarýna gelir.

Deyim olarak da ayný anlamdadýr. "Ýtlaf ise "telef olayým meydana getirmek veya sebep olmak demektir.

Fukahanm anlattýðýna göre telef ya tabiî âfetler yüzün­den olur ki, bunlara semavî âfetler veya musibetler adý verilir. Yahut da yaratýklarýn eylemlerinin neticesinde mey­dana gelir. Fýkýhçýlar bunu iki kýsma ayýrýrlar:

Telef-i hissi: Eþyanýn bizzat zatýnýn bozulmasý ya da yok olmasý demektir ki, ister bir kýsmý, isterse hepsi telef olsun ayný kapsama girer.

Telef-i þerl: Mâlikîler buna telef-i hükmî de derler. Bu da, kanun koyucunun telef ediciyle ilgili bir sebep yüzünden, eþyanýn varlýðýna raðmen, kullanýlmasýný yasaklamasýdýr.

Bir kiþi bir cariye satýn alsa fakat teslim almadan önce kiþinin babasý onu azad etse, hadise bu açýdan deðerlendiri­lir. Çünkü kanun koyucu babasýmn azad etmesini, oðlunun azad etmesi gibi kabul eder ve hüküm buna göre düzenle­nir. Kitabet, tedbir, sadaka ve hibede de durum böyledir.[189]

 

Temlik

 

(sahiplendirmek)

Sözlük ve deyim anlamý, birisini bir þeye mâlik ve sahip kýl­mak demektir. Fýkýhçýlara göre dört çeþidi vardýr.

1- Bedel karþýlýðý bir eþyaya mâlik olmak. Buna satýn alma (bey') da denir.

2- Bedelsiz olarak bir eþyaya sahip olmak. Hibe gibi.

3- Bedel karþýlýðý bir menfaate sahip olmak. Kira söz leþmesinde olduðu gibi.

4- Bedelsiz olarak bir menfaate malik olmak ödünç iþ leminde olduðu gibi.[190]

 

Tencîz

 

(peþin)

Sözlükte "istenceze hâcetehû ve teneccezeha" denilir ki, "söz veren kimseden o ihtiyacýnýn giderilmesini istedi" de­mektir; "enceze" yerine getirdi, yaptý anlamýna gelir. "Þey'ün nâçiz" demek, "hazýr, mevcut þey" anlamýnda kul­lanýlýr.

Fýkýhçýlar tencîz lafzýný, .bulunma ve öne geçme anla­mýnda kullanýrlar ve erteleme, ekleme ve bekleme kelimelerinin aksi bir anlam verirler. Bu deyim çoðu kere akitler­de kullanýlýr. Oysa ibadetlerle ilgili teklifi hükümlerin,me-selâ zekat ve hac gibi ibadetlerin açýklamasýnda geçen, "fevr" sözü ile de, bir ibadetin yerine getirilmesi için imkân bulunan en erken vakit kastedilir.

"en-Nâciz bi'n-nâciz" ifadesine gelince, bundan maksat "para karþýlýðý para" (peþin para) demektir ve "nesîc bi'n-nesîc"in aksine bir anlama gelir. Meselâ, "bi'tuhû nâcizen bi-nâcizin" derler ki, "elden ele peþin sattým" demektir. "Bi'tuhû gâiben bi-nâcizin" demek ise "peþin para ile vere­siye mal sattým" demektir.

Mâlikîler bu konuda münâceze ifadesini kullanýrlar ve bununla sözleþmenin akabinde her iki tarafýn bedelini teslim almasýný kastederler. [191]

 

Tenfîl

 

(ganimet payýna eklenti)

Sözlükte nefl kökünden türemiþ bir isim olup mutlak bir artýþý ifade eder.

Deyim olarak da, ganimet hissesindeki artýþ anlamýnda kullanýlýr. Halife veya ordu komutam, düþmanýn yenilmesinde aþýrý gayret gösteren kimseye verilen ganimetin artý­rýlmasý þartým koymuþtur.

Nesefî'nin tarifine göre bu deyim, bir kimseyi mal sahi­bi yapma anlamýnda olup halifenin savaþ sonucu elde edilen ganimet mallarýnýn bir kýsmýný belli bir gaziye veya ga­zilere öldürdüklerinin üstündekileri veya baþka þeyleri al­mak üzere terketmesine denir. [192]

Sözlükte, ölünün miras olarak býraktýðý þeylere denir. Ço­ðulu terikât þeklinde gelir.

Terim olarak, fýkýhçýlar bu kelimenin tarifinde ihtilaf ederek iki görüþ ortaya atmýþlardýr. Mâliki, Þafiî ve Hanbelî âlimlerinin cumhuruna göre ferike, mutlak olarak ölünün býraktýðý mallar ve haklardýr. Hanefi'lere göre ise, ölünün býraktýðý, alacaklýlarýn haklarýndan artakalan mal­larýn safi miktarýdýr.

Bu iki görüþten anlaþýlmaktadýr ki, cumhura göre hak­lar mutlak olarak terikeye dahildir. Bu haklarýn baþýnda da menfaatler gelir. Hanefî'lere göre bazý zamanlar menfa­atler terikeye dahil edilmez. Çünkü onlar terike kavramý­na, sadece mallar ve bunlarla ilgili haklarý dahil ederler. [193]

 

Tes'îr

 

(narh)

Sözlükte bir þey hakkýnda onu belirleyen bir fiyat biçmektir. Yani onun deðerini aþmayan belirli bir fiyat. Bir de, eþyanýn üzerine konan ve artýnlamayan herhangi bir fiyat demektir.

Terim olarak tes'îr, devlet reisinin bazý ihtiyaç madde­leri üzerindeki fiyatlarý tahdit etmesi, sýnýrlandýrmasý ve eþya sahiplerini bu fiyatlardan satmaya mecbur etmesi de­mektir. Söz konusu maddelerin eþya ya da haklardan olma­sý arasýnda fark yoktur. [194]

 

Teslîm

 

Sözlük ve terim anlamý, bir þeyi saf ve saðlam olarak baþ­ka bir þey karýþtýrmadan sahibine vermek demektir. Teslim, satýlan eþya, rehinler, fiyat, hibeler, mihr ve selem ko­nusu mallarda geçerlidir.

Haýýefîlere göre teslim, eþya sahibinin, eþya ile hak sa­hibi arasýndaki engelleri kaldýrarak, hak sahibinin yetkisi­ni kullanmasýna imkân hazirlamasýdýr. Onlara göre teslim, bir taraf Öbür taraftan eþyayý bizzat almasa bile hükmen aldýðý zaman meydana gelir. Çünkü eþyayý teslim etmesi gereken kimse, bu yükten kurtulmak üzere bir çýkýþ yolu bulmalýdýr. Satýcýnýn bu konuda yapabileceði en iyi çare ise tahliye ve eþyanýn teslimi yolundaki örf ve âdet olarak engelleri kaldýrmasýdýr. Fakat eþyanýn bizzat aldýrýlmasý onun gücü dahilinde deðildir. Çünkü bu alýcýnýn isteðine baðlý bir iþtir. Eðer bu satýcýya ait bîr görev olsaydý bunu yerine getirmek ona çok zor gelirdi. Bu ise caiz deðildir.

Þafiî, Mâliki ve Hanbelîler, "tahliyenin" sadece akarlar için bir teslim olduðu görüþündedirler. Menkul mallarýn teslimi ise Örfe göre belirlenir. Bu mallar ister el eþyasý is­ter nakledilebilen, ister deðiþebilen isterse geçerli olan kýyasi ölçülerle ödenebilen (ölçü, tartý, uzunluk gibi) mallar olsun hüküm deðiþmez. [195]

 

Tesvif

 

Kelimenin sözlük ve deyim manasý ayný olup, tecil ve tehir anlamýna gelir. Bunun asýl anlamý, sözünü yerine getirmek üzere söz veren kiþinin "yapacaðýmý yapayým" diyerek iþi uzatmasýdýr.[196]

 

Tetâruhu’d-Deyneyn 

 

Sözlükte tarh mastarýnýn tefâ'ul babýna nakli ile elde edilmiþ olup koymak, býrakmak anlamlarýna gelen bir kelimedir.

Deyim olarak bir nakit muamelesinin adý olup, iki borç­luyu birlikte ibra etmek (aklamak) üzere yapýlan bir sarf (nakit alýþ veriþi) iþlemidir.

Sübkî'nin bu konudaki yorumu þöyledir: «Birisi diðer birisine: "Ben senden alacaðým olan bir dinarýmý, sana ve­receðim olan 10 dinarýnýn karþýlýðýnda, ikimizin borçtan kurtulmasý üzerine sana sattým" dese bu mesele, tetâru-hu'd-deyneyn (Ýki borcun ibrasý) þeklinde isimlendirilir.»

Tetâruhu'd-deyneyn meselesi ihtilaflý bir sarf muamele-sidir. Þafiî ve Hanbelîler borç üzerinde sarf iþleminin caiz olmadýðý konusunda kesin görüþ belirtmiþlerdir. Hanefi ve Mâlikîler ile Sübkî ve Ibn Teymiye bunlara muhalefet ede­rek bu iþlemin meþru olduðunu ileri sürmüþlerdir. [197]

 

Teverruk

 

(veresiye alýp zararýna satma)

Sözlükte "evraka'r-racül" denilir ki, "adam gümüþ sahibi ol­du" demektir. "Verik" gümüþten basýlmýþ para demektir. Gü­müþ, "basýlmýþ gümüþ" ve "külçe gümüþ" türlerine ayrýlýr.

Deyim olarak, bu kelime, sadece Hanbelî âlimleri tara­fýndan kullanýlmýþ ve bununla da, bir kimsenin veresiye mal satýn alarak daha az bir fiyatla peþine satmasýný ve bu yolla nakit para elde etmesini kastetmiþlerdir. Bu konuyu diðer fýkýh ulemasý "teverruk" sözcüðünü zikretmeden bey'i'1-ayne (iyne) meselelerinde ele almýþlardýr.

Teverrukun hükmüne gelince, çoðu ulema bunun mu­bah olduðu görüþündedir. Çünkü bunda riba þekli ve mak­sadý yoktur. Ömer b. Abdilaziz ile Muhammed b. Hasen Þeybânî ise bunu mekruh kabul etmiþlerdir. Ýbn Hümâný evlâ olana aykýrý olduðu görüþünü benimsemiþtir, tbn Tey­miye ile Ýbn Kayyim ise bunun bey'-i nýuztar olmasýna raðmen haram oluþu fikrini tercih etmiþlerdir. Ancak Hanbelî mezhebinin genel görüþü bunun mubah olduðu yönündedir. [198]

 

Tevfîr

 

(ödeme, koruma)

Sözlükte, eda, vefa, ödeme ve yerine getirme anlamlarýna gelir. Meselâ "veffertü alâ fülânin hakkahû tevfîran" deni­lir ki, "ona hakkýný ödedim, verdim" demektir. Yine, "veffer­tü lehû ta'âmehû tevfîran" denilir. Bunun anlamý da "ona yemeðini eksiksiz tastamam verdim" þeklinde açýklanabi­lir.

Tevflr deyimi manevî konularda koruma ve sakýnma anlamlarýnda kullanýlýr. Meselâ "vefertü'l-'ýrz" denilir. Yani "ýrzýmý korudum" demektir. Kelimenin "Yeffera" þekli ise mübalaða ifade eder.

Kelimenin sözlük anlamý ile deyim anlamý aynýdýr. [199]

 

Tevliye

 

(maliyetine satýþ)

Sözlükte, bir kimseyi vali tayin etmek demektir. Deyim olarak bey'-i tevliye, kârsýz ve zararsýz olarak bizzat ana paranýn net miktarý ile sýnýrlý olan bir satiþ muainele-sidir. Yine o, "velleytüke" sözü üzerine, satýcýdan alman bü­tün mallarý ziyadesiz ve noksansýz olarak sahibine ulaþtýr­maktýr.

Bey'-i tevliye, fýkýh kitaplarýnda "buyû'ul-enýânet" kýs­mýnda tasnif edilir. Çünkü burada satýcý sattýðý mal ile ilgi­li satýn aldýðý fiyatý haber verme noktasýnda emanetçi gü­venilir) durumundadýr. [200]

 

Ticaret

 

Sözlükte, kâr yapmak gibi amçlarla alým satým suretiyle mal mübadele etmektir.

Nevevî bu deyimi "mal mübadele etmek ve onu daha çok deðerlendirmek için harcamaktýr" þeklinde tarif etmiþtir. Münavî de "mal deðiþtirmek ve kâr amacýyla onu har­camak" diye yorumlamýþtýr. [201]

 

U

 

Umrâ

 

(Ömür boyu baðýþ)

Sözlükte umr kökünden türemiþ bir kelimedir. Umr sözcü­ðü ise bedenin sað olarak hayat sürdüðü zaman dilimi an­lamýna gelir. "Bu evi onun için imar ettim" denildiðinde "bu evi ömrü boyunca ona ücretsiz sýðýnak yaptým" manasý kas­tedilir.

Deyim olarak bir çeþit hibedir ve þu sözlerle yapýlýr: "Bu evimi ömrüm boyunca sana verdim. Ömrüm boyunca bu ev senindir." Bunlarýn dýþýnda "Yaþadýðým müddetçe, hayatým boyunca, sað olduðun müddetçe" gibi ifadeler de kullanýlýr. Hibe "ömür boyu" ile sýnýrlandýrýldýðý için bu ismi almýþtýr.

O takdirde buradaki hibe, hibe edenin veya hibe edile­nin hayatý süresince geçerli olan hibedir ve hibe edenin ve­ya hibe edilenin ölümüyle geri iade edilmesi þartý vardýr.

Kelimenin deyim anlamý sözlük anlamýndan farklý de­ðildir. [202]

 

Umûmu'l-Belvâ

 

(yaygýn zorluk)

Deyim olarak, yükümlünün kaçýnmakta zorlandýðý necaset ve benzeri sakýncalý þeylere denir. Böyle bir musibet yaygýn hale geldiðinde Allah Teala iki sebepten ötürü bunun Güna­hýný affediyor:

1- Ýnsanýn her halükârda karþýlaþmak zorunda olmasý ve bundan kaçýnmak için çok büyük meþakkatlere katlan­mak zorunda kalmasý.

2- Musibetin çok yaygýn hale gelmesinden dolayý insa­nýn her an temas halinde bulunma zorunluðu ve bu yüzden ondan kaçýnmanýn ve ayrýlmanýn çok zor hale gelmesi; kur­tulmak için çok büyük zorluklara katlanma gereðinin bu­lunmasý.

Bu yorumlar çerçevesinde fikýhçýlar þu genel kurallarý benimsemiþlerdir. "Bir iþ dar olduðunda geniþletilir", "Bir musibet yaygýn hale geldiðinde onun yükü hafifletilir."

Fýkýh âlimleri kitaplarýnda bu konuyu ayrý baþlýklar halinde incelemiþlerdir. Meselâ ibadetler konusunda, kü­çük necasetin, atýn ayaðýndan sýçrayan çamur izlerinin, ka­çýnma imkâný olmayan necaset karýþmýþ çamurun, sinekle­rin taþýdýðý pislikler ve buna benzer sakýncalý durumlarýn affý gibi.

Muamelât konusuna gelince, Belh ve Buharalý Hanefî âlimleri bu konuyu kitaplarýnda iþlemiþler ve görüþlerini "bey'-i vefanýn mübahlýðý" konusunda belirtmiþlerdir. [203]

 

Urbûn

 

(urban, pey akçesi)

Sözlükte, ticari eþya satýn alan bir müþterinin, eðer satýþ iþlemi sonuçlanýrsa toplam fiyattan düþürülmek; alýþ veriþ sonuçlanmamýþ sa satýcýya kalmak üzere ödediði bir miktar paradýr.[204]

 

Uþûr

 

(öþür/tarým vergisi)

Sözlükte uþr kelimesinin çoðuludur. On kümesinin her bir birimi için kullanýlýr ve onda bir olarak alýnan miktara özel isim olmuþtur.

Aþîr kelimesi ise devlet baþkaný tarafýndan önemli yol merkezlerine, gerekli þartlarý taþýyan tüccardan vergi al­mak üzere görevlendirilen memur manasýna gelir.

Deyim olarak "uþûr" iki anlamda kullanýlýr:

1- Zekatýn öþrü: Bu, meyve ve zirai ürünlerden alman zekattýr.

2- Ýslâm beldesinde ticaret mallarýný bir beldeden bir beldeye nakleden kafirlerden alýnan vergi.

Bu vergi onda bir ya da benzer þekillerde alýndýðý için böylece Ýsimlendirilmiþtir.

Bununla beraber öþür ve cizye, zimmet ehline ve harbi­lerden teslim olanlar üzerine vacip olmalarý bakýmýndan ortak özelliklere sahiptirler. Yine her ikisi de fey' masrafla­rýna harcanabilirler. Böyle olmakla birlikte aralarýnda önemli bir fark vardýr: Cizye kiþi baþýna konan bir vergi olup miktarý belli ve þahýslara göre deðiþmezken uþûr, mal üzerine konan bir vergidir ve mala göre deðiþiklikler göste­rebilir. [205]

 

Uzr

 

(meþru mazeret)

Sözlükte insaný günah ve kabahatini yok göstermeye götü­ren hal ve davranýþtýr. Bu "yapmadým", "bunu þunun için yaptým" gibi sözleri söylemekle olur. Bazen insan hatayý iþ­leme sebebini de açýklar. Bazen de "bunu yaptým, fakat bir daha yapmayacaðým" der. Buna da tövbe denir. Bu þekilde yapýlan her tövbe bir özür dilemedir. Aksi davranýþlar özür ve tövbe sayýlmaz.

Deyim olarak fýkýhçýlar uzr kelimesini "Ciddi bir zara­ra katlanmaksýzm dinî vecibelerin yerine getirilmesini zorlaþtýran ya da imkânsýz hale getiren hal ve hareketler" þek­linde yorumlamýþlardýr.[206]

 

V

 

Va'd

 

(söz verme) Sözlükte bir kimsenin, baþkasýyla ilgili gelecekteki iþinden söz etmesi, haber vermesi demektir. Bu iþin hayýr ya da þer olmasý farketmez.

Terim olarak da sözlük manasýyla ayný yönde kullaný­lýr. Bu çerçevede va'd bazan herhangi bir maruf yani iyilik ile olur. Meselâ karz-ý hasen, herhangi bir malý ya da men­faati meccanen mülk olarak verme gibi. Bazan bir hediye, yardým ve dostluk gibi ahlâkî davramþlarla olur. Hastanýn tedavisi, arkadaþ ziyareti, sýla-i rahim, yol arkadaþlýðý ve komþuluk gibi. Bazan nikah ile olur; niþanda olduðu gibi. Bazan da kötülükle olur. Bir kimseye içki içmesinde, fuhuþ yapmasýnda ve düþmanlýk ve zulüm için mal telef etmede yardým vaadetmek gibi.

Bazý fýkýhçýlar vaadi, insanýn þahsiyetinin bir gösterge- si olarak kabul etmiþlerdir.[207]

 

Vedî’a

 

(emanet býrakma)

Sözlükte gidince geride býrakýlan þey anlamýna gelen vede'a kökünden alýnmýþtýr.

Terim olarak, baþkasýnýn yanýna korunmak üzere ko­nan mala denir. Yine îdâ' yani korumayý gerektiren akit manasýna da kullanýlýr.

Þu kadar var ki, fýkýhçýlar bu akdin tarifinde þartlarý bakýmýndan ihtilaf etmiþlerdir.

Hanefî, ve Mâlikîler vedî'anm mutlaka mal olmasýný þart koþarlarken, korumanýn teberruan (ücretsiz) olmasý þartýný koymamýþlardýr. Onlara göre akd-i vedia "malikin malýný korumak üzere baþkasýna yetki vermesi" demektir.

Þâfîîler de vedianýn, mal veya "muhtas muhterem" (faydalanma imkâný olan necis tarzýndan bir þey) olmasýný þart koþarlarken onlar da korumanýn teberruan olmasý þar­týný koymadan þöyle tarif etmiþlerdir: "Mal veya bir muhta-sý (ihtisasa konu olan necisderi, hayvan gübresi gibi mal­lar) korumak üzere baþkasýna vekâlet vermektir."

Hanbelîlere gelince, onlar da vedianýn mal veya "muh­tas" olmasý gerketiðini belirterek korumanýn teberruan olmasý þartýný koymuþlardýr. Bunlarýn tarifi de þöyledir: "Bir mal veya muhtasýn teberruan korunmasý hususunda baþ­kasýný vekil tayin etmektir.[208]

 

Vakas

 

(ara sayý)

Sözlükte boyun kýrmak anlamýna gelir. Meselâ "vakasati'n-nâka bi-râkibihâ" yani "deve binicisini atýp boynunu kýrdý" denilir.

Deyim olarak, "evkâs" denilen hayvanlardan herbirine "vakas" adý verilir. Evkâs, zekata tâbi hayvanlarýn sayýsý belirlenirken iki farz noktasý arasýnda kalan hayvanlara denir. Meselâ, develerin sayýsý beþe ulaþtýðýnda bir koyun zekat verilir. Develer on oluncaya kadar sadece bir koyun zekat vermek yeterlidir. Develerin sayýsý ona ulaþtýðý za­man ise zekat verilecek miktar yeniden belirlenir. Ýþte bi­rinci zekat sayýsý olan beþ ile ikinci zekat sayýsý olan on arasýnda kalan develere "evkâs" denilir.

"Evkâs" deyiminin develer için deðil, koyun ve sýðýrlara mahsus bir tabir olduðu, hatta sadece sýðýrlara mahsus ol­duðu da söylenmiþtir. [209]

 

Vakf

 

Sözlükte hapsetmek manasýna gelir.

Terim olarak bir malýn "aslýný hapsetmek, fakat menfaati­ni serbest býrakmak" þeklinde tarif edilir. Bu tarif vakfedi­len malýn hükmü konusundaki fýkhý ihtilaftan çýkmýþtýr. Yani vakýf malýn mülkiyeti vakfedilene intikal edecek mi yoksa Allah Teâlâ'nm mülküne mi girecek yahut vakfeden­de mi kalacak?

Fukaha burada üç görüþ ortaya koymuþlar ve her züm­re vakfedilen malýn hükmü konusunda kendi mezhepleri­nin tercih ve tariflerini beyan etmiþlerdir. Bu ihtilaflara baðlý olarak bazý tarifler ortaya çýkmýþtýr.

Þâfîîler ile bazý Hanefîlere göre vakýf malý Allah Te-âlâ'nýn mülküne intikal eder. Ebu Hanife ve Mâlikîler de vakýf malýnýn vakfedenin mülkünde kaldýðý fikrini benim­semiþlerdir. Hanbelîler ise vakýf malýnýn, vakfedilenin mül-, kiyetine gireceðini belirtmiþlerdir. [210]

 

el-Vakfu'l-Ehlî

 

(aile vakfý)

Bazý muhaddis fakihler vakfý, vakfedilen kimsenin durumu itibariyle ikiye ayýrmýþlardýr: vakf-ý ehli, vakf-ý hayrý. Vakf-ý ehlî: Bir kimsenin, nesline, zürriyetine, akrabalarýna, çocuklarýna veya diðer bazý kimseler için yaptýðý vakýftýr. Bu kavram bütün Ýslâm mezheplerince bilinmekle beraber bu isim kullanýlmaz.[211]

 

el-Vakfu"L-Hayrî

 

(kamu yararýna vakýf)

Deyim olarak cami, okul, sýðýnak, hastane, kütüphane, ka­le gibi yerler ile fakirler ve talebeler gibi insanlara yönelik iyilik ve hayýr iþlerine yapýlan vakýf demektir.

Bu çeþit vakfa hayrý isminin verilmesinin sebebi, vak­fedilen malýn menfaatlerinin, umuma ait olmalarý ve hayýr hedeflerine tahsis edilmelerinden dolayýdýr.[212]

 

Vâkfa

 

(hukuki olay/fetva)

Sözlükte düþmek anlamýna gelen "vuku" kökünden gel­mektedir, zor ve kötü durumlarda kullanýlan bir lafýzdýr.

Deyim olarak vâký'a veya nazile ifadeleri, mesele veya insanlar arasýnda meydana gelen ciddi problem, olay gibi anlamlarda kullanýlýrlar. Ancak böyle olaylarla ilgili özel sert bir nas yoktur. Müctehid veya fakih bu konularla ilgi­li hüküm çýkarýrken, þer/î delillere, kendi mezhep ilkelerin­den çýkardýðý sonuca, herhangi bir rivayete göre verilen bir fetvaya veya mezhebinin görüþ ve tercihlerinden birine da­yanýr.

Kelimenin çoðulu vâký'ât ve nevazil þeklinde gelir.

"Kütübül-vâký'ât" veya "kütübü'n-nevâzil" ifadelerine gelince bunlar fetva kitaplarý anlamýnda kullanýlýrlar. Yani meydana gelen hadiselere ve meselelere verilen cevaplara denir. Yani, sonraki muctehidlerin bir mesele sorulduðu za­man kendilerinden önceki mezhep muctehidlerinden nak­ledilen bir rivayet bulamadýklarý zaman kendilerinin orta­ya koyduðu cevaplar demektir.

Ýbn Âbidin, Hanefi mezhebine ait eser ve görüþleri ter­tip etmek üzere yaptýðý yorumda bu konuda üç tabakanýn bulunduðunu söylemiþtir:

1- Mesâil-i usûl (zahir-i rivayet),

2- Mesâil-i nevâdir,

3- Fetâvây-ý vâký'ât.

Çaðýmýz fukahasýnýn kullandýðý el-vâký'âtü'þ-þer'iye-de­yimine gelince bu, insanýn iradesi dýþýnda gerçekleþip þeri­atta bir hükmü bulunan olay veya durum demektir. Doðum, ölüm, delilik, zenginlik, zaman geçmesi gibi. Bu, akitler gi­bi sözlü bir tasarruf veya öldürme, gasb, ölü araziyi ekime elveriþli hale getirme ve buluntuyu görme gibi fiili bir tasar­ruf deðildir. Aksine insanýn iradesi dýþýnda vaki olan maddi bir olaydýr ve þeriatte bunun hükmü açýklanmýþtýr. [213]

 

Vasf

 

(nitelik)

Sözlükte na't, sýfat anlamýna gelir. Meselâ, elbise bir kim­senin halini ve cüssesini ortaya çýkardýðý ve gösterdiði za­man "vasafe's-sevbü el-cisme" denilir.

Râgýb'a göre vasýf, bir þeyi görüntüsü ve sýfatlarýyle zik­retmek, belirtmektir ferim olarak vasýf, aslýn zýddýdýr. Yani bir þeye tâbi olan ve ondan aynlamayan þeydir. Bu çerçevede Hanefîler akd-i sahîh'i "akit ve sýfatlarýyla þeriate uygun olan akit" þeklin­de tarif etmiþlerdir. Fakat usulcüler vasfý, illet manasýnda yorumlamýþlardýr.

Fýkýhçýlarm kullandýðý hýyâr-ý fevâti'l-vasfi'l-merðûb ifadesine gelince; bununla, akdin konusu üzerinde taraflar­dan birinin þart koþtuðu gerekli þart ve sýfatlarýn bulunma­masý durumunda ortaya çýkan, fesihte muhayyerlik hakký­ný kastederler. Meselâ birisi bir atý satýn alýyor. Fakat son­ra hecir cinsinden olduðu ortaya çýkýyor. Yahut sütlü oldu­ðu söylenen bir inek satýn almýyor, fakat bunun, aksi orta­ya çýkýyor. (Bu durumlarda müþteri akdi feshetmekte mu­hayyerdir, serbesttir).[214]

 

Vasiyyet

 

Sözlükte, ulaþma, kavuþma anlamlarýna gelir. Nitekim "va-saytü'þ-þey" denildiðinde "o þeye ulaþtým" manasý anlaþýlýr.

Deyim olarak teberru (baðýþ) yoluyla, ölümden sonra geçerli olmak üzere bir malý birine temlik etmek (=mülk olarak vermek)tir.

Bu þekilde isimlendirilnýesinin sebebi vasiyet edenin (mûsi) saðlýðýnda ulaþmýþ olduðu þeylere bu yolla ölümün­den sonra da ulaþmýþ olmasýdýr.[215]

 

Vet

 

(vaad)   

Sözlükte va'd anlamýna gelir.

Terim olarak, Abdurrahman b. Avfin rivayet ettiði bir hadis-i þerifte "Benim Resûlullah'a (s.a.v.) verdiðim sözüm, va'dim var" ifadesinde geçmektedir. Ve'y kelimesi burada va'd manasýnda kullanýlmýþtýr.

Zemahþerî ve'yi, insanýn kendini baðýmlý kýldýðý ve ye­rine getirmeye kesin karar verdiði va'd þeklinde tarif etmiþtir.

Ebu Hilal Askerî ise va'd ile ve'y arasýnda fark bulun­duðunu belirterek, "va'd, zamana baðlý ya da zamandan baðýmsýz þekilde olur. Zamana baðlý olana örnek "Rabbinin va'di sana geldi" cümlesi, zamana dayalý olmayana örnek ise "Bekir va'd edince döner, fakat Ömer vaadedince yerine getirir" ifadesidir. Ancak, "Câe va'duhû" cümlesinde olduðu gibi "Cee ve'yu Zeydin" ifadesi söylenmez.

Kadý Iyaz'm dediðine göre ve'y tazmini gerekli vaadlerdir. Ve'yin açýkça belirtilmeyen vaadler olduðu da söylenmiþtir. Halbuki va'd, atiyye þeklinde belirtilmiþtir.[216]

 

Vadfa

 

(zararýna satýþ)

Sözlükte eksiklik, ziyan, zarar gibi anlamlara gelir. Meselâ "vudý'a fi ticaretini" denildiðinde "o ticaretinde zarar etti, kazanmadý" manasý anlaþýlýr.

Deyim olarak kullanýlan "bey-i vadî'a" ifadesine gelince bu, bir malý alýþ fiyatýndan yani sermayesinden daha az bir fiyatla zararýna satmak demektir. Burada malýn satýn alý­nan ilk fiyatýndan daha noksan bir fiyata satýþý söz konu­sudur. Bu iþlem bey'-i emânet grubuna girer ve bu sýnýf içinde incelenir. Çünkü bu muamelede satýcý, satýn aldýðý fi­yatý söylemede kendisine güvenilmesi gereken kiþidir.

Fukaha bu tür satýþa bey'-i hatîta ve bey'-i nakýsa da de­miþlerdir.[217]

 

Vefa

 

(ödeme)

Sözlükte gizli veya açýk, varlýðýnda veya yokluðunda eþitlik yoluna sarýlma,, akitleri muhafaza etme ve sevgi ve dostluk merasimlerini horuma gibi anlamlara gelir. Ebu Hilal As-kerî'ye göre vefa ile incâz arasýnda fark vardýr. Þöyle ki, ve­fa, akitlerde olur, incâz ise vaadlerde söz konusudur.

Özel anlamýyla borç ve diðer yükümlülüklerde kullaný­lan vefa ifadesine gelince bu fukaha dilinde edâ, yani ödeme ve yerine getirme demektir.[218]

 

Vekâlet       

 

Sözlükte tasarruf ve idareyi baþkasýna verme, iþi ona dev­retme anlamýna gelir.

Deyim olarak þer'an caiz olan bazý tasarruf ve yetkiler­de baþkasýný kendi yerine geçirmek þeklinde tarif edilir ve bir kimsenin saðlýðýnda bazý özel þartlarla bir iþ yapmasý için baþkasýna tasarruf ve yetki vermesinden ibarettir.

Münâvî'ye göre vekâlet, "nasýl bir insan hakim ve sahip olduðu þeyleri istediði gibi tasarruf edebiliyorsa, aynen bu­nun gibi þer'an caiz olan tasarruflarda baþkasýný yetkili kýl­maktýr."

Mürþidü'l'Hayerân'iTi 915. maddesinde belirtildiðine göre de vekâlet "belirli ve þer'an caiz tasarruflarda kendi yerine baþkasýný ikame etmektir.[219]

 

el-Vekîlü'l-Musahhar

 

(davalý vekili)   

Sözlükte "teshir", insaný ücretsiz olarak kullanma anlamýna gelir. Meselâ onu meccanen kullandým anlamýnda "seh-hartühû n'l-amel" denilir.

Terim olarak vekil-i musahhar, kendi isteðiyle mahke­meye gelmeyen ve hakim tarafýndan zorla getirilmesi imkâný da bulunmayan davalý için hakimin tayin ettiði vekil­dir. Bu kiþi hasm-ý mütevâri yani kayýp, gizli taraf olarak kabul edilir.

Davalý mahkemeye gelmekten ve vekil göndermekten kaçýndýðý ve mahkemeye zorla getirilmesi de mümkün ol­madýðý zaman davacýnýn talebi üzerine, muhakeme ile ilgi­li dava evraký farklý günlerde olmak üzere üç kere gönderi­lir ve mahkemeye çaðrýlýr. Yine bundan da kaçarsa hakim onun adýna bir vekil tayin, edeceðini ve davacýnýn delilleri­ni dinleyeceðini bildirir. Bundan sonra yine davalý mahke­meye gelmez ve bir vekil de göndermezse, hakim onun adý­na ve haklarýný korumak üzere bir vekil-i musahhar tayin eder. Bu durumda hakim söz konusu vekil karþýsýnda dava­yý ve delilleri dinler ve inceler. Eðer delillerin ve davanýn doðruluðu ortaya çýkarsa hak sabit olur ve hakim bunun gereði ile hüküm ve karar verir.

Bu tabir, Osmanlý döneminde Hanefî âlimleri tarafýn­dan kullanýlmýþtýr.[220]

 

Veks

 

(eksiklik)

Sözlükte noksanlýk verme anlamýna gelir. Deyim olarak Hz. Peygamberin (s.a.v.) "vekes ve þatat yok­tur" mealindeki hadisinde geçmektedir. Yani hadise göre eksiltme ve haddi aþma yasaklanmýþtýr.

Kadi Iyaz'a göre bu hadis-i þerif kýymeti eksiltmeyi ar­týrmayý ve fiyatý abartmayý yasaklamýþtýr.

Ayrýca "vekes" tabirinin ticarette zarar ve ziyan anla­mýna geldiði de söylenmiþtir.

Fukahamn bir binanýn taksimi konusundaki þu sözleri meþhurdur: "Binanýn taksiminde evkes sahibine bakýlýr". Evkes sahibi ise payýna, kýymeti en düþük ve miktar baký­mýndan diðerlerinden daha eksik olan bölüm düþen kimse demektir. [221]

 

Velâ (el-Muvâlât)

 

(koruma ve miras ittifaký)

Sözlükte yardým ve muhabbet manalarýna gelir. Terim olarak ýtk'tan veya muvâlât (akd-i muvâlât)tan do­ðan hükmî bir yakýnlýktýr. Bunlardan birincisine, yani ýtk'­tan doðan yakýnlýða "velâ-i ýtâka" veya "velâ-i ni'met" de denir.

Muvâlât ise fýkýhçýlara göre, müslüman olmuþ, fakat varis olarak yakýný bulunmayan birisi ile baþka bir müslü­man kiþi arasýnda yapýlan anlaþma olarak yorumlanýr. Bu anlaþma þöyle cereyan eder: Birincisi, ikincisine "bir cina­yet iþlediðim zaman akilem olarak sen benim velimsin. Ya­ni hataen bir adam öldürdüðüm zaman diyetimi ödeyecek­sin. Öldüðüm zaman da mirasýma sahip olacaksýn" der ve ikincisi de bunu kabul ederse muvâlât anlaþmasý tamam­lanmýþ olur.

Bu anlaþmada taraflarýn her ikisi erkek veya her ikisi kadýn olabileceði gibi biri kadýn, biri erkek de olabilir.

Velâ'nýn bu çeþidi, Hanefî mezhebine ait bir deyimdir. [222]

 

Vesika

 

(borç senedi)       

Sözlükte "vesiktu bi'þ-þey (ona dayandým)" denilir. Her­hangi bir iþte vesika o iþin þartlarýný ve hükümlerini gösterdiði gibi, güvenilir bir belge alma manasýna da gelir, ço­ðulu "vesaik" þeklindedir.

Deyim olarak borç konusunda vesika, onun saðlamlýðý­ný artýran delil demektir. Borcun ödenmesi konusunda bir engel çýktýðý zaman ona dayanýldýðý için bu isim verilmiþtir.

Fukahamn kullandýðý "tevsîküd-deyn" ifadesini incele­diðimiz zaman onun iki þekilde yorumlandýðýný görürüz:

1- Borçlunun zimmetinde senet ve þahit gibi belgetere dayalý olarak sabitleþmiþ olan alacaðýn, borçlu tarafýndan in­karým önlemek, unutulduðunda hatýrlatmak, istenenden az veya çok olduðu iddialarýna mani olmak, ödeme vaktine gir­diði yahut sürenin dolduðu gibi itirazlara meydan verme­mek üzere hakkýný takviye etmek ve saðlama almaktýr. Bu senet, çekiþme konusu alacaðýn alacaklýnýn mahkeme nez-dinde ispatlamasý için öne sürdüðü güçlü bir araç sayýlýr.

2- Borçlunun zimmetindeki malda bulunan alacaklýnýn hakkýný ve buna dair hükümleri ve þartlarý tesbit etmek. Böylece herhangi bir sebeple borçlu borcunu ödemekten kaçýndýðý  zaman   alacaðýn,  borçluya  malýyla  kefil  olan üçüncü kiþiden veya alacaklýnýn hakkýyla doðrudan ilgili olan ve borca karþýlýk rehin býrakýlan maldan geri almak mümkün olur. [223]

 

Vilâyet

 

(yöneticilik)

Sözlükte "bu iþi kendi yaptý" anlamýnda "veliyel-emr" deni­lir. Tasarruf yetkisine sahip olan bir kiþi için de "veliye aleyhi" denilir.

Bununla birlikte "vilâyet" kelimesi yardým ve muhab­bet anlamýna geldiði gibi, kudret, güç, saltanat ve otorite manalarýna da kullanýlýr.

Deyim manasýna gelince, vilayet iki þekilde yorumlanýr:

1- Vilâyet-i âmme: Ümmete ait olan kamu yararýna iþ­lerini idare etme, insanlarýn iþlerini düzenleme ve onlar için emirler verme, yasaklar koyma otoritesidir. Bu güç ve otoritenin üzerine aldýðý görevler, devlet baþkanlýðý, ülkele­rin ve bölgelerin, icra, kaza ve güvenliðin, ihtiyaçlarýn ve hisbenin yönetimi, savaþýn idaresi, zekat ve haracýn top­lanmasý gibi iþlerdir.

2- Vilâyet-i hâssa: Sahibine, bir baþkasýna baðýmlý ol­madan doðrudan akit yapma ve sonuçlarýný düzenleme im­kaný veren güç ve kudrettir. Burada toplumun iþleriyle il­gili bir þey yoktur. Bu da iki kýsma ayrýlýr:

a) Vilâyet ale'n-nefs: Gerektiði hallerde ve gerekli kimse­ler için insana terbiye, evlendirme ve eðitim imkâný veren kuvvettir. Sebebi küçüklük, delilik, kadýnlýk ve ahmaklýktýr.

b) Vilâyet ale'1-mâl: Malda tasarruf yetkisi veren güç demektir. Bu da iki þekilde olur:

1- Kâsýra: Eda ehliyetine sahip olan ve kýsýtlý durumda olmayan bir kimsenin kendi malý üzerindeki yetkisi ve gü­cüdür.

2- MuteaddÝye: Ýnsanýn baþkasýnýn malý üzerindeki oto­ritesidir. Bu da iki kýsýmdýr:

a)  Sulta asliyye: Beþerî bir delile dayanma ihtiyacý ol­maksýzýn doðrudan doðruya Allah Teâlâ'nýn tesbit ettiði ve insana verdiði güç ve otoritedir. Bu sadece babanýn ve de­denin küçük çocuklarýnýn mallarýna dair velayetidir.

b)  Sulta niyâbe: Bir þahýstan diðerine uzanan yetki ve güç demektir. Vasî ve vekil gibi.[224]

 

Vîsâye

 

(vasi atama)

Sözlükte birisinin diðerine bir iþi yerine getirmek üzere va-siyyet etmesi demektir. Ýþin yapýlmasýnýn, vasiyet edenin saðlýðýnda veya ölümünden sonra olmasý arasýnda bir fark yoktur.

Terim olarak, bir insanýn ölümünden sonra bazý tasar­ruf ve yetkilerde veya küçük çocuklarýnýn iþlerinin idaresi ve gözetiminde bir baþkasýný kendi adýna yetkili kýlmasýdýr. Burada, ikame edilen kiþiye vasi denir. Bir kimsenin saðlý­ðýnda iþlerinin yapýlmasý için baþkasýný kendi yerine ikame etmesine ise visâye denmez, vekâlet denir.[225]

 

Y

 

el-Yedd

 

(zilyed/peþin alim-satým)

Sözlükte bilindiði þekliyle, omuzdan parmaklarýn ucuna kadar olan bedenin bölümü yani el anlamýnda kullanýlýr. Fakat, nimet, otorite, mülk ve yetki gibi deðerlere de meca­zen ve istiâreten yed denilir.

Terim olarak fukaha "yed" kelimesini, bir þeyi ve imkâ­ný kullanmaya ve ondan faydalanmaya muktedir olmak þeklînde yorumlarlar. Meselâ þöyle derler: "Bir nitacda zil­yedin delili haricin (zilyed olmayan) delilinden önce gelir." Yani zilyed haricden daha önce faydalanma hakkýna sahip­tir.

el-Yed bil-yed deyimine gelince çoðu fukahanýn yorumu­na göre akit meclisinde her iki bedelin de kabzedilmesi, teslim alýnmasý demektir. Meselâ "onu yeden biyedin sat­tým" ifadesini kullanýrlar. Yani þu anda taraflardan her bi­ri diðerinden ayrýlmadan önce ayný mecliste bedellerini teslim almýþlardýr. Burada hemen ve peþin ödeme vardýr.

Bu görüþe Hanefîler muhalefet ederek yeden bi-yed de­yimini "bedelleri teslim alma deðil sadece belirleme ve be­lirtme" manasýnda yorumlamýþlardýr.[226]

 

Yedü’d-Damân

 

(haksýz iktisap)

Deyim olarak fýkýhçýlar buna yed-i âdiyye de derler. Yani hýrsýz ve gâsýb gibi sahibinin izni olmadan bir mala sahip olan kimsedir. Veya satýlan mala sahip olan müþteri, borç para alan kiþi, ödünç alan kimse gibi sahibinin izniyle fa­kat yalnýz kendi menfaatleri için bir mala sahip olan kiþi­ler demektir.

Böyle bir insanýn en önemli sorumluluðu helak sebebi ne olursa olsun sahip olduðu malýn ziyana uðramasý durumunda külfeti yüklenmek zorunda olmasýdýr.[227]

 

Yedü'l-Emânet

 

(yed-i emin) 

Terim olarak, sahibinin izniyle korumak ve iyiliði için çalýþ­mak üzere bir þeye malik ve sahip olan güvenilir ve adalet sahibi kimse demektir. Bu kiþi, eþyayý korumada gerekli ti­tizliði gösterdiði ve bu konuda kusurlu olmadýðý müddetçe helak ve zarar külfetini yüklenmez. Bu aynen vekil, ortak, mudârabe iþçisi ve vedV sahibi (=emanetçi) kimse gibidir. [228]

 

Yesâr

 

(ödeme gücü)

Sözlükte, servet ve zenginlik anlamlarýna gelir ve eysera kökünden türemiþ bir isimdir. Eysera fiili de malý arttý, zen­gin oldu anlamýnda kullanýlýr.

Ebu Hilal Askerî "gýna", "cide" ve "yesâr" kelimelerini birbirinden ayýrarak þöyle açýklamýþtýr:

Cide sadece mal çokluðu demektir. Malý çok olan ada­ma "racülün vâcid" denilir. "Gýna" ise hem mal ile olur, hem de kuvvet ve üstünlük gibi deðerlerle olur.

Yesâr'a gelince bu yaþamak için gerekli olan maaþýn ko­layca artmasýna ve çoðalmasýna sebep olan miktar þeklinde açýklanýr. Çokluða baðlý ve ona dayalý deðildir. Meselâ "fülanün tacir musir" denilir. Fakat "melik musir" denmez. Çünkü çoðu kere tacirin mâlik olduðu þey melikin mâlik ol­duðu þey yanýnda çok azdýr.

Terim olarak sözlük manasýyla ayný yönde kullanýlýr.[229]

 

Yesîr

 

(azlýk)

Sözlükte kazanýlmasý ve elde edilmesi çok basit kolaylýk manasýna geldiði gibi azlýk anlamýnda da kullanýlýr.

Terim olarak fýkýhta pek çok meseleye sýfat olan bir ke­limedir. Garar, ðabn, cehalet, zarar vb.. Meselâ ðarar-ý yesîr, ðabn-ý yesîr, cehâlet-i yesîra ve zarar-ý yesîr ifadeleri kullanýlýr.

Bütün bunlarla "insanlarýn müsamaha gösterdiði, ma­kul ve hoþ karþýladýðý az bir miktar" zarar, ðabn, cehalet ve zarar vb. kastedilir. Beþerî muamelelerde bu kadar miktar dinen affedilmiþ kabul edilir. Bu sebeple akdin bozulmasý, muhayyerlik malî tazminat ve benzeri sonuçlar ortaya çýk­maz. Bu hükümler cehâlet-i yesîr, ðabný yesîr ve ðarar-ý yesîr gibi küçük ve basit hatalarla malî muamelelerin bo­zulmasýna ve çözülmesine mani olmak; zarar-ý yesîr yüzünden de komþuluk iliþkilerinin kaybolmasýný önlemek için getirilmiþtir. Allah Teâlâ kullarýn üzerinden zorluðu kaldý­rarak bunlarý affetmiþtir.

Böyle durumlarda hadd-i yesîre yani yesirin miktarýna gelince; burada, fukaha tarafýndan ittifak edilmiþ sabit bir ölçü yoktur. Çünkü bu konuda belirleyici bir nas yoktur. Bu sebeple örf ve âdetlere bakýlýr. Örf ve âdetler de zaman, me­kan ve konusu itibariyle çok çeþitli olduklarýndan bu konu­daki ölçülerde de pek çok farklýlýklar vardýr. Ancak fukaha yesîrin miktarýnýn bilinebilmesi ve belirlenebilmesi için ba­zý ilkeler getirmiþlerdir. Onlardan bazýlarý þunlardýr:

Ðabn-ý yesîrin miktarý, sýnýrý: Ýnsanlarýn asýl fiyata normal olarak yapmýþ olduklarý ziyade, fazlalýktýr. Bunun miktarý tarafsýz uzmanlarca kolaylýkla tesbit edilebilir.

Ðarar-ý yesîr: Satýþ muamelesinde kaçýnýlmaz olan ve insanlarýn makul karþýladýklarý miktardýr.

Cehâlet-i yesîra: Taraflar arasýnda düþmanlýk ve çekiþ­meye sebep olmayacak derecede önemsiz olan bazý sýfatlarýn bilinmemesidir.

Komþuluk iliþkilerindeki zarar-ý yesir: Binada asýl ihti­yaçlardan (süknâ hakký gibi) olmayan, binaya zayýflama ve zarar getirmeyen ve yýkýlmasýna sebep olmayan menfaatle­re mani olacak kadar zarar demektir.[230]

 

Z

 

ez-Zaferu Bi'l-Hakk

 

(hakký alma)

Sözlükte isteklere nail olma, kavuþma anlamýna gelir. Aslý zafera kökünden türemiþtir ve bir þeye týrnaðý batýrmak veya týrnaðý takýlmak gibi anlamlara gelir.

Terim olarak ise malî bir hakký, elinde tutanýn onayý ol­madan veya hakimin hükmü ile geri almaktýr. Meselâ mal sahibi malýnýn aynýsýný gâsýbm, hýrsýzýn veya zâlimin ya­nýnda bulduðunda, bunlarýn izni olmadan ya da hakimin izni ile geri alýr. Yine, birisinde alacaðý olan kimse kendi is­teði ile borcunu ödemezse cins ve özellik bakýmýndan alaca­ðýnýn aynýsýný borçlunun malýndan izinsiz olarak veya ha­kimin izni ile almasý da böyledir.[231]

 

Zaruret

 

(mücbir sebep)

Sözlükte ýztýrar kökünden türemiþ bir isimdir ve icbar, zor­lama gibi anlamlara gelir.

Terim olarak yasak bir iþi iþlemeye ya da yapýlmasý ge­reken bir þeyi terketmeye zorlanma halidir. Ancak böyle bir durumda yükümlü, eðer bu hatayý iþlemezse helak olacaðý veya bedenine, malýna ve ýrzýna büyük bir zarar geleceði hususunda ciddi bir endiþe taþýmalý, bu sebeple baþýna ge­len þeylerden ve tercih etmiþ olduðu kötülüklerden asla hoþnutluk duymamalýdýr.

Allah Teâlâ böyle istisnai durumlarda emir ve yasaklar gibi asli yükümlülükleri müslümanlar üzerinden kaldýrmýþtýr. Bu konuda Kur'an-ý Kerim'de geçen iki ayet-i keri­menin anlamý þu þekildedir: "Allah çaresiz (kalýp da) yemek zorunda kaldýðýnýz (þeylerin) dýþýnda, haram kýldýðý þeyleri size açýklamýþtýr. [232] "Her kim mecbur kalýrsa bunlardan (Ölü hayvan eti, kan, domuz eti) hiç kimseye sal­dýrmadan (arzu duymadan) ve sýnýrý aþmadan bir miktar yemesinde günah yoktur.[233]

Bu yorum ve açýklamalar fýkýh kitaplarýnda "Zaruretler haramlarý mubah kýlar" ve "Zaruret için mubah kýlýnan þey o zaruret miktarýyla takdir olunur" ifadeleriyle kural hali­ne getirilmiþtir.

Buraya kadar yapýlan izahlardan zarurât kavramýnýn, usulcülerin anladýðý anlamda kullanýlmadýðý açýktýr. Onlar, "Þeriatýn Maksatlarý" konusunu incelerken kullanmýþ ol­duklarý zaruriyyât kavramýný din ve dünya nizamýný ayak­ta tutan ve mutlaka korunmasý gereken deðerler þeklinde anlamýþlardýr. Eðer bu deðerler yok olsa ya da noksan ya­pýlsa insanlarýn hem dünya hem de ahiret iþleri karýþacak ve altüst olacak, kurtuluþ ümidi kaybolacak ve ahiret ni­metleri de elden gidecektir.

Yine usulcülere göre zaruriyyât, haciyyât ve tahsîniy-yât'\n bir bölümüdür. Çünkü onlar insan eylemlerini zaruriyyât, haciyyât ve tahsîniyyât þeklinde üç kýsma ayýrmýþ­lardýr. Haciyyat, olaðanüstü ve zorunlu durumlar þeklinde açýklanmýþtýr. Allah Teâlâ bunlarý istisnai olarak, mükelle­fin yükünü hafifleten veya bazan günahý kaldýran durum­lar olarak kabul etmiþtir. Zarurriyat ise din ve dünya niza­mýnýn direði olarak tarif edilmiþ ve Allah Teâlâ her yüküm­lüden bunlarýn gerçekleþtirilmesini, tamamlanmasýný ve asýllarýnýn korunmasýný istemiþtir. Korunmasý gereken bu temel deðerler ise can, akýl, ýrz, nesil ve maldýr.[234]

 

Zekât

 

Sözlükte geliþme, artýþ, bereket, temizlik ve kurtuluþ gibi anlamlara gelir.

Terim olarak "Allah Teâlâ'nm yükümlülere ödemeyi farz kýldýðý, belli bir miktar mal" þeklinde tarif edilir. Ayrýca bu belli miktar malý çýkarma iþlemi için de bu deyim kul­lanýlýr.

Mâverdý ve diðer bazý bilginler zekatý þöyle tarif etmiþ­lerdir: "Özel niteliklere sahip olan bazý mallardan yine bazý Özel kimselere verilmek üzere özel bir kýsým malý alma­nýn adýdýr."

Nesefi'nin belirttiðine göre de bu ibadete zekat adýnýn verilmesinin sebebi mala bereket getirerek onu temizlemesidir. Zekat veren kimse de bununla affa uðrar ve böylece o da temizlenmiþ olur.[235]

 

Zimmet

 

(boçlanma/yükümlülük/tasarruf yeteneði) j

Sözlükte söz, güven, emânet ve hak anlamlarýna gelir. Deyim olarak Hanefîler zimmeti þu þekilde tarif etmiþlerdir: Allah'ýn her insan için takdir edip yarattýðý bir nitelik olup, o, bununla leh ve aleyhinde olan bir kýsým hak ve va­zifeleri yapmaya ehliyet kazanýr. Esasen zimmet, söz, ema­net ve tazminat kabiliyeti olan mahal ve makam manasýna kullanýlýr. Buna en uygun mahal ve makam da insandýr. Bu anlamda zimmet ile kastedilen, yükümlü nefis ve insamn hukuki kiþiliðidir. Bu durumda, zimmet, insanýn zatýna ve rakabesine yönelen bir yükümlülük ya da haktýr.

Yukarýda belirtilen tariflere göre zimmet, her insanda zaruri olarak var kabul edilen itibari bir zarf ve kap hük­mündedir ve bununla mükellefiyet gerçekleþir. Yine bu­nunla gerekli haklarýn varlýðýnýn sabit olmasý gibi, insamn üzerine lazým gelen bütün borç ve yükümlülükler de bu sa­yede varlýk kazanýr.

Bazý fýkýhçýlar bu görüþlere muhalefet ederek, þu açýk­lamalarý yapmýþlardýr: Zimmet, zorunlu olarak takdir edil­miþ ve yaratýlmýþ ayrý bir sýfat deðildir. O, insanýn bizzat nefsi ve zatýdýr. Meselâ, "filanýn zimmetinde bir miktar mal var", "Onun zimmetiyle ilgilidir", "Zimmeti aklandý", "Zim­meti doldu" þeklinde kullanýlan ifadelerde geçen "zimmet" deyiminden maksat, insanýn bizzat zatý ve þahsýdýr.[236]

 

Ziyâde

 

(üreme/artýþ)

Sözlükte, bir þeyin kendinde bulunmayan yeni bir þeyi mey­dana getirmek anlamýnda kullanýlýr. Râgýb'm dediðine göre de "Bir þeye üzerinde olmayan baþka bir þeyi ilave etmek­tir."

Terim olarak sözlükteki anlamýyla kullanýlýr. Fýkýhçýlar "ziyade"yi muttasýl ve munfasýl olmak üzere iki kýsma ayý­rarak incelemiþlerdir:

Muttasýl ziyâde: Bunun da iki çeþidi vardýr. Muttasýl mutevellid ziyâde fiyat, deðer ve güzellik gibi kavramlar için kullanýlýr. Muttasýl gayri mutevvellid ziyade ise boya­cýlýk ve terzilik gibi kavramlar için söz konusudur.

Munfasýl ziyâde: Bu da iki kýsma ayrýlýr. Munfasýl mu­tevellid ziyâde çocuk ve meyva gibi kavramlar; munfasýl gayri mutevellid ziyâde de ücret ve benzeri ifadeler için kullanýlýr.[237]

 

Kaynaklar

 

Ýthâfii's-Sâdeti'l-Müttekîn Þerhu Ýhyâi Ulûmi'd-Din, Zebîdî, Matba-

atül-Meymene, Mýsýr 1311 H. Ahkâmu Ehli'z-Zimme, îbn Kayyým el-Cevziyye, Dâru.'1-Ýlim, Beyrut-

1981. el-Ahkâmu's-Sultâniyye, el-Mâverdî, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî Mýsýr

el'Ahkarnu'S'Sultâniyye,  Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1386 H.

Ahkâmu'l-Kur'ân, el-Cassâs, Ýstanbul 1335 H. Ahkâmu'l-Kur'ân, îbn Arabî, Ýsâ el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1376 H. Ýhyâu Ulûmi'd'Dîn, Gazzâlî, Müessesetü'l-Halebî, Mýsýr 1387 H. el~Ýhtiyâr li-Ta'lîli'l-Muhtar, el-Mevsýlî, Muhammed Alî Sabîh, Mýsýr. el'îhtiyârâtü'l-Fýkhýyye min Fetâvâ îbni Teymiye, el-Ba'lî, es-Sünnetü'1-Muhammediyye Matbaasý, Mýsýr 1363 H. el-Âdâbu'þ-Ser'iyye  ve'l-Minehu'l-Mer'iyye,   îbn Müfiih, Mektebetü

îbni Teymiye, Mýsýr 1987. Edebu'l-Kazâ, îbn EbÝ'd-Dem, Mecma'ul-Luðâti'l-Arabiyye, Dýmeþk1935 H.

Esâsü'l-Belâða, az-Zemahþerî, Dâru'l-Ma'rife, Beyrut 1982. Esne'l-Metâlib Þerhu Ravdatü't-Tâlib, Zekeriyya el-Ensârî Matba-atül-Meymene, Mýsýr 1313 H. el-îþâre ile'l-Icâz fi Ba'zý Envâi'l-Mecâz, îz b. Abdisselam, Dârul-Fi-

kir, Dýmeþk. el-îþâre ilâ Mehâsini't-Ticâre, Ebul-Fadl ed-Dýmeþkî Dâru Elif-Bâ,

Lübnan 1403 H. el-Eþbâh ve'n-Nazâir, Suyûtî, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1387

H. el-Eþbâh ve'n-Nezâir, îbn Nüceym, Müessesetü'l-Halebî, Kahire 1387

H. Î'lâmu'l-Muvakkýln  an Rabbi'l-Âlernîn,   îbn Kayyým el-Cevziyye,

Matbaatü's-Saâde, Mýsýr 1374 H.

Akdýyetü'r-Rasûl  (s.a.v.),   Îbnu't-Tallâ'  el-Kurtubî,  Dâru'l-Kitâbi'l-

Lübnânî, 1402 H. el-Ýktisâb fÝ'r-Rizký'l-Müstetâb, Muhammed b. Hüseyin eþ-Þeybânî

(Serahsî þerhi), Matbaatül-Envâr, Mýsýr 1357 H. el-Iltizâmât fi'þ Þer'il-Islâmî, Ahmed ibrahim, Dârul-Ensâr, Kahire. el-Ümm, eþ-Þâfýî, Bulak 1324 H. el-Emvâl, Ebu Ubeyd el-Kasým b. Selâm, Katar 1959. el-Ehliyye ve Avâriduhâ, Ahmed ibrahim, Mecelletü'l-Kânûn ve'l-Ýk-tisad, Kahire Üniversitesi 1931.

Îzâhu'l-Mesâlik IX Kavâ'ýdi'l-Ýmâm Mâlik, el-Venþurîsî, Rabat 1400 H. el-Bahru'r-Râik Þerhu Kenzi'd-Dakâik, Ýbn Nüceym, Dâru'l Kütübil-Arabiyyeti'l-Kübrâ, Mýsýr 1333 H. el-Bahru'l-Muhît, Ebû Hayyân el-Endelûsî, Matbaatü's-Saâde, Mýsýr1329 H.

Bedâi'us-Sanâi', el-Kâsânî, Matbaatül-Cemâliyye, Mýsýr-1327 H. Bedâi'ul-Fevâid,   Ýbn  Kayyiný  el-Cevziyye,  Matbaatü'l-Münîriyye,Mýsýr. Bidâyetü'l-Müctehid  ve Nihâyetü'l-Muktesýd,   Ýbn  Rüþd  el-Hafîd,

Matbaatü'l-Cemâliyye Mýsýr 1329 H. Besâir Zevi't-Temyiz fi heîâifi'l-Kitâbi'l-Azýz, el-Firûzabâdî, Dâru't-

Tahrîr, Mýsýr 1389 H. el-Behce Þerhu't-Tuhfe, Tasûlî, Matbaatu Mustafâ el-Bâbî el-Halebî,

Mýsýr 1370 H. Bey'ut-Taksît, Dr. Refîk el-Mýsrî, Dârul-Kalem ve ed-Dâru'þ-Þâmiy-ye, 1410 H. Tâcu'l-Arûs Þerhu'l-Kâmûsi'l-Muhlt, ez-Zebîdî, Dâru Sâdir, Beyrut1386 H.

Tebyînii'l-Hakâik Þerhu Kenzî'd-Dakâik, ez-Zeyla'î, Bulak 1313 H. Tahrîru Elfazi't-Tehblh, en-Nevevî, Dâru'l-Kalem, Dýmeþk 1408 H. Tahrîru'l'Kelâm fi Mesâili'l-Ýltizâm, el-Hattâb, Dâru'1-Garbi'l-Ýslâ-mî, Beyrut. Tuhfetü'l-Fukahâ, es-Semerkândý, Matbaatu Dýmeþk, 1377 H. Tuhfetü'l-Muhtâc ale'l-Minhâc, Ýbn Hacer el-Heysemî, Matbaatü'l-Meymene, Mýsýr 1350 H. Tahkîku'l-Murâd fi Enne'n-Nehy Yaktedi'l-Fesâd, el-Alâî, Mecma'u'l-

Luðati'l-Arabiyye, Dýmeþk. Tahrîcu'l-Furû' ale'l-Usûl, ez-Zencânî, Matbaatu Câmiati Dýmeþk,

1382 H. et-Tasarrufât ve'l-Vakâi'uþ-Þer'iyye, Dr. Muhammed Zekî Abdülberr,

Dâru'l-Kalem, Kuveyt 1402 H. et-Ta'rifât, eþ-Þerîf el-Curcânî, ed-Dâru't-Tûnîsiyye li'n-Neþr. 1971.

et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye, el-Müceddîdî, Karataþî 1407 H. et-Tazîz fi'þ-Serîati'l-Islâmiyye, Dr. Abdülaziz Amir, Dârul-Fýkri'l- Arabî, Mýsýr 1396 H.

Tenbýhu'r-Rukûd ala Mesâili'n-Nukûd, Ýbn Âbidîn, Ýstanbul. Tehzîbu'l-Esmâ ve'l-Luðât, en-Nevevî, Matbaatü'l-Mþymene, Mýsýr. et-Tevkîf alâ Mühimmâti't-Ta'ârîf, el-Münâvî, Dâru'1-Fikr, Dýmeþk 1410 H.

Teysîru't-Tahrîr, Muhammed Emin, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1350 H.

Câmi'ul-Usûl min Ehâdýsi'r-Rasûl, Ýbnü'1-Esîr, Dýmeþk 1969.

Câmi'ul-Fusûlîn,  Ýbn Kâdî Simavna, Matbaatü'l-Ezheriyye, Mýsýr 1300 H.

CâmÝ'týl-Ulâm ve'l-Hikejn, Ýbn Receb, Dârul-Ma'rife, Beyý-ut.

el-Camî' li Ahkâmi'l-Kur'ân, el-Kurtubî, Dâný'þ-ÞaT), Kahire.

Cevâhiru'l-Ýklîl, el-îbbî, Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr.

Hâþiyetü'l-Büceyrimî alâ Þerhi'l-Menkec, Matbaatu Dâri'l-Kütübil-Arabiyyeti'I-Kübrâ, Mýsýr 1330 H.

Hâþiyetü'l-Bentýânî alâ Þerhi Cem'il-Cevâmi', el-Muhallâ, Ýsa el-Bâ­bî el-Halebî, Mýsýr.

Hâþiyetü'l'Hamevî ale'l-Eþbâh ue'n-Nezâir,   Ýbn Nüceym, Ýstanbul 1290 H.

Hâþiyetü'd-Desûki alâ Þerhi'l-Kebîr, ed-Derdîr, Matbaatu Mustafa Muhammed, Kahire 1373 H.

Hâþiyetü'r-Rahûnî alâ Þerhi'z-Zerkânî alâ Halil, Bulak 1306 H.

Hâþiyetü'l-Attâr alâ Þei'hi  Cem'il-Cevâmi',   el-Muhallâ, Matbaatu Mustafa Muhammed, Mýsýr.

Hâþiyetü Kalyûbî ve Amîra alâ Þerhi'l-Muhallâ ale'l-Minhâc, Ýsa el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1394 H.

el-Hudûd, îbn Arafe, Matbaatü't-Tûnisiyye, 1350 H.

Hudûdu'l-Fýkh, Ýbn Nüceym, Ýstanbul 1290 H.

el-Hisbe, Ýbn Teymiye, Dâru'l-Kalem, Kuveyt 1403 H.

Hilyetü'l-Fukahâ, Ýbn Fâris, Beyrut 1403 H.

el-Hýyâr ve Eseruhû fi'l-Ukûd, Dr. Abdüssettâr Ebu Gudde, Kuveyt   . 1405 H.

Dirâsât fi Usûli'l-Müdâyenât, Dr. Nezih Hammâd, Dâru'l-Fârûk, Ta-ifl411H.

Dilrerü'l-Hükkâm Þerhu Mecelleti'l-Ahkâm, Ali Haydar, Mektebe-tu'n-Nahda, Beyrut ve Baðdat. Düstûru'l-Ulemâ, Ahmed Nekerlî, Haydarabâd 1329 H.

ez-Zahîra, el-Karâfî, Matbaatu Külliyeti'þ-Þerîa, Kahire 1381 H. er-Ritâc Serhu Kitâbi'l-Harâc, er-Rahabî, Matbaatü'l-Ýrþâd, Baðdat1973.

Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, Ýbn Âbidîn, Bulak-1272 H. Raf'ul-Harâc fi'þ-Þerî'ati'l-îslâmiyye, Dr. Salih b. Hamid, Merkezü'l-Bahsi'l-Ýlmî, Mekke 1403 H.

er-Rûh, Ýbn Kayyim el-Cevziyye, Dâru'1-Fikr, Amman 1985. Rûhu'l-Me'ânî, el-Âlûsî, Matbaatü'l-Münîriyye, Kahire. Ravdatü't-Tâlibîn, en-Nevevî, el-Mektebü'1-Ýslâmî, Dýmeþk. Zâdü'l-Mesîr, Ýbnü'l-Cevzî, el-Mektebetü'1-îslâmî, Dýmeþk. Zâdü'l-Me'âd, Ýbn Kayyim el-Cevziyye, Müessesetü'r-Risâle, Beyrut1399 H.

ez-Zâhir, el-Ezherî, Vizâretü'l-Evkâf, Kuveyt 1399 H. ez-Zevâcîr an Îktirâfi'l-Kebâir, Ýbn Hacer el-Heysemî, Dârü'l-Ma'rife, Beyrut.

es-Sünenü'1-Kübrâ, el-Beyhakî, Haydarâbâd 1352 H. Sünenü Ýbni Mâce, Ýsa el-Bâbi el-Halebî, Mýsýr 1373 H. Þerhu'l-îbbî alâ Sahihi Müslim, Matbaatü's-Saâde, Mýsýr 1328 H. Þerhu'l-Ahkâmi'þ-Þer'iyye fi'l-Ahvâli'þ-Þahsiyye,   el-Ebyânî,  Mýsýr 1924.

Þerhu'l-Binâye ale'l-Hidâye, el-Aynî, Dâru'1-Fikr, Beyrut. Þerhu'l-Hýraþî alâ Muhtarý Halil, Bulak 1318 H. Þerhu'z-Zerkânî alâ Halil, Matbaatu Muhammed Mustafa, Kahire Þerhu'z-Zerkânî ale'l-Mýývattâ, Dâru'l-Ma'rife, Beyrut 1398. Þerhu Sebti'l-Mardinî ale'r-Rahabiyye, Dârü'l-Kalem, Dýmeþk 1408

Þerhu Ukûdi Resnýi'l-Müfû, Ýbn Âbidîn, Ýstanbul. Þerhu'l-Adûd alâ Muhtasarý Ýbni'l-Hâcib,  Mektebetül-Kulliyâti'l-Ezheriyye, 1393 H. Þerhu Garibi Elfâzi'l-Müdevvene (el-Cübbî) Dâru'l-Garbi'l-îslâmî,

Beyrut-1402 H. * Þerhu'l-Keukebi'l-Münîr, Ýbnü'n-Neccâri'l-Futûhî, Merkezü'l-Bahsi'l-

Ýlmî, Câmiatü Ümrail-Kurâ, 1410 H. Þerhu'l-Mecelle, el-Atâsî, Matbaatu Hums, 1352 H. Þerhu Muhtasarý Süneni Ebî Dâvûd, Ýbnü'l-Kayyim, Matbaatu En-

sâri's-Sünneti'l-Muhammediyye, Mýsýr 1948. Þerhu Mürþidi'l-Hayerân, el-Ebyânî ve Selâme, Matbaatü'l-Ma'ârif,

Baðdat 1375 H. Þerhu Me'âni'l-Âsâr, et-Tahâvî, Matbaatü'l-Envâril-Muhammediy-

ye, Mýsýr 1387 H.Þerhu Münteha'l-Irâdât, el-Behev, Mýsýr.

Þerhu Miyâre ale't-Tuhfe, Matbaatül-îstikâme, Mýsýr.

Þerhu'n-Neuevî alâ Sahihi Müslim, Matbaatül-Mýsriyye, Kahire 1349 H.

eþ-Þerike, Ýbrahim Abdülhamid, Kuveyt.

Þifâu'l-Galîl, el-Gazzâlî, Matbaatü'l-Ýrþâd, Baðdat 1971.

Sahîh-i Müslim, Ýsa el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1374.

et-Turuku'l-Hikemiyye fi's-Sýyâseti'þ-Þer'iyye, Ibnü'l-Kayyim, Dârül-Beyân, Dýmeþk 1410 H.

Tulebetü't-Talebe, en-Nesefî, Mâtbaatü'l-Âmire, Ýstanbul  1311.

el-Uzbü'l-Fâiz Þerhu Umdeti'l-Fâriz, ibrahim el-Farzî, Kahire.

el-Akdü'l-Munazzam li'l-Hükkâm, ibn Süleyman el-Kenânî, Matba-atü'l-Âmire, Mýsýr 1301 H.

el-Ukûd ve'þ-Þurût ve'l-Hýyârât, Ahmed Ýbrahim, Mecelletü'l-Kânûn, Camiatü'l-Kahire 1924.

el-Ukûdü'd-Dürriye fi Tenkîhi'l-Fetâva'l-Hamidiyye, Ýbn Âbidîn, Bu­lak 1300 H.

Umdetu'l-Kârî Þerhu Sahîhi'l-Buhârî, el-Aynî, Mustafa eî-Bâbî el-Halebî, Mýsýr.

el-Garar ve Eseruhû fi'l-Ukûd, Muhammed Sýddîk ed-Darîr, Mýsýr 1386 H.

Ðurerü'l-Makale fi Þerhi Garîbi'r-Risâle, el-Miðrâvî, Dâru'l-Garbi'l-Ýslâmî, Beyrut 1406 H.

el-Fâik fi Garlbi'l-Hadîs, ez-Zemahþerî, Ýsa el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1971.

el-Fetâva'l-Bezzâziyye, Bulak 1310 H.

el-Fetava'l-Hayriyye, Bulak 1300 H.

el-Fetâva't-Tarsûsiyye, Matbaatü'þ-Þark, Kahire 1344 H.

Fetâvâ Kâdîhan, Bulak 1310 H.

el-Fetâva'l'Hindiyye, Bulak 1310 H.

Fethu'l-Bârî Þerhu Sahîki'l-Buhârî, ibn Hacer el-Askalânî, Matba-atü's-Selâhiyye, Mýsýr.

Fethu'l-All el-Mâlik fi'l Fetâvâ alâ Mezhebi Mâlik, Aliþ, Matbaatu Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1378 H.

Fethu'l-Azîz fi Þerhi'l-Veclz, er-Râfi'î, Matbaatü't-Tedâmün, Mýsýr 1348 H.

Fethu'l-Gýfâr bi-Þerhi'l-Menâr, ibn Nüceym, Matbaatu Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1355 H.

Fethu'l-Kadîr ale'l-Hidâye, el-Kemal Ýbnü'l-Humâm, Bulak 1316 H.

el-Firûsiyye, ibn Kayyým el-Cevziyye, Dârul-Kütübi'l-Ýlmiyye, Bey­rut.

el-Furûk, el-Askerî, el-Kudsî, Mýsýr.

el-Furûk, el-Karâfî, Matbaatu Dâri Ýhyâi'l-Kütübi'l-Arabiyye, Mýsýr1344 H.

el-Fi'lu'd-Dâr, Zerkâ, Dâru'l-Kalem, Dýmeþk 1401 H. el-Fevâid, îbn Kayyým el-Cevziyye, Dâru'l-Beyân, Dýmeþk 1407 H. Fevâtihu'r-Rahumût Þerhu Müsellemü's-Sübût, Abdül-Ali el-Ensârî,

Bulak 1322 H. Feyzu'l-Kadîr, el-Münâvî, Matbaatu Mustafa Muhammed, Kahire

1356 H. el-Kâmûsu'l-Muhît,  Fîrûzabâdî, Müessesetü'r-Risâle, Beyrut 1406

H. Kânûnu'l-Adl ve'l-însâf li'l-Kazâ alâ Müþkilâti'l-Evkâf, Kadri Paþa,Bulak 1320 H.

Kurrat# Uyûni'l-Ahyâr, Alaüddîn Âbidîn, Matbaatü'l-Meymene, Mý­sýr 1321 H.

el-Kavâid, Ýbn Receb, Matbaatü's-Sýdki'l-Hayriyye, Mýsýr 1352 H. Kavâidü'l-Ahkâm, el-Ýz b. Abdisselâm, el-Mektebetü'1-Hüseyniyye,.Mýsýr 1353 H.

Kavâidü'l-Fýkh, el-Müceddidî, Karatâþî, 1407 H. el-Kavâidü'n-Nûrâniyyeti'l-Fýkhýyye, Ýbn Teymiye, Matbaatü's-Sün-neti'l-Muhammediyye, Mýsýr 1370 H.

el-Kavânînü'l-Fýkhýyye, Ýbnül-Cezzi el-Kebbî, Dâru'1-Ýlim, 1968. el-Kâfi, Ýbn Abdilber, Dâru'l-Kütübi'l-Ýlmiyye, Beyrut. el-Keþþâf, ez-Zemahþerî, Matbaatül-Amire, Kahire 1308 H. Keþþâfu Istüâhâti'l-Funûn, et-Tehânevî, Kelkuta 1862. Keþþâfu'l-Kýnâ', el-Behevtî, Matbaatü'l-Hükûme, Mekke 1394 H. Keþfu'l-Esrâr alâ Usûli'l-Bezdevî, el-Buhârî, Ýstanbul 1307 H. Kifâyetü'l-Ahyâr, el-Hýsnî, Matbaatü'n-Kûriyye, Mýsýr 1347 H. Kifâyetü't-Tâlibi'r-Rabbânî, Ebu'l-Hasenfl-Mâlikî, Mustafa el-Bâbî

el-Halebî, Mýsýr 1357 H. el-Kulliyât, el-Kefevî, Ýstanbul 1287 H. Mebâdiu Ýlmi'l-Mâliyye, Dr. Muhammed Fuad Ýbrahim, Mektebe-tü'n-Nahdati'1-Mýsriyye. Mebdeü'r-Rýzâ fi'l-Ukûd, Dr. Ali el-Karadaðî, Dârul-Beþâiri'1-îslâ-miyye, Beyrut-1406 H.

el-Mebsût, es-Serahsî, Matbaatü's-Saâde, Mýsýr 1324 H. Mecelletü'l-Ahkâmi'þ-Þeriyye alâ Mezhebi Ahmed,   el-Kârî,   Cidde 1401 H. Mecelletü'l-Ahkami'l-Adliyye, Beyrut 1377 H.

Mecma'ul-Enhur, eþ-Þeyhzâde, Dersaâdet Matbaasý, Ýstanbul 1322 H. Mecma'ud-Damânât, el-Baðdâdî, Matbaatü'l-Hayriyye, Mýsýr 1308 H.el-Mecmû'u Þerhi'l-Muhezzeb, en-Nevevî, Matbaatü't-Tedâmün, Mý­sýr 1348 H. Mecmû'u Fetâvâ Ýbn Teymiye, Suûdiyye 1398 H. el-Muharrer,  el-Mecid îbn Teymiye, Matbaatü's-Sünnetil-Muham- mediyye. el-Muhallâ, Ýbn Hazm, Matbaatül-Münirjyye, Kahire 1350 H. Medâricü's-Sâlikîn, ÝbnKayyim, Mektebetü's-Sünnetil-Muhamme- diyye, Mýsýr. el-Medhalü't-Fýkhi'l-Âm,   ez-Zerkâ,  Matbaatü'l-Câmiati's-Suriye, Dýme|k 1952. el-Medhal  ilâ Nazariyyeti'l-îltizâmi'l-Amme fi'l-Fýkhi'l-Ýslâmî,   ez-

Zerkâ, Dâru'1-Fikr, Beyrut. el-Müdeuvenetü'l-Kübrâ, Ýmâm Mâlik, Matbaatü's-Saâde, Mýsýr 1323

H. Mürþidü'l-Hayerân ilâ Mafrifeti Ahuâli'l-Iksân, Kadri Paþa, Matba-atü'l-Emîriyye, Kahire 1931. Mirkâtü'l-Mefâtîh Þerhu Miþkâti'l-Mesâbîh, Molla Ali el-Kârî, Mat-baatül-Meymene, Mýsýr 1309 H. Mesâilü's-Semâsira, el-Ebyânî, Mecelletü Ebhâsil-Ýktisâdil-Ýslâmî, Cidde 1404 H.

Müstedrekü'l-Hâkim, Haydarâbâd 1341 H. el-Mustasfa, el-Gazzâlî, Bulak 1325 H. Meþâriku'l-Envâr, el-Kâdî Iyaz, el-Maðrib 1393 H. el-Misbâhu'1-Münîr, el-Feyyûmî, Matbaatü'l-Emîriyye, Bulak 1324 H. Metâlibü UlÝ'n-Nuhâ Þerhu Ðâyeti'l-Müntehâ, er-Ruhaybânî, el-Met-

kebü'l-Ýslâmî, Dýmeþk 1380 H. et-Matla' alâ Ebvâbi'l-Mukanna',   el-Ba'lî,  el-Mektebü'1-Ýslâmî,

Dýmeþk 1385 H. Me'âlimü's'Sünen,  el-Hattâbî, Matbaatü's-Sünneti'l-Muhammediy-

ye, Mýsýr 1948. -el-Mu'âmelâtü's-Þer'iyyeti'l-Mâliyye, Ahmed Ýbrahim, Dârül-Ensâr,

Kahire. el-Mu'teber, ez-Zerkeþî, Dârul-Erkâm, Kuveyt 1404 H. el-Mutemed fi Usûli'd-Dîn, Ebu Ya'lâ, Dâru'l-Meþrik, Beyrut 1974. Mu'cemu Luðati'l-Fukahâ, Muhammed Ruvvâs Kal'acý, Dâru'n-Ne-

fâis, Beyrut 1405 H. Mu'cemu Mustalahâti'l-îktisâd, Nebih Gattâs, Mektebetü Lübnan, 1980.

Mu'cemu Mekâyîsi'l-Luða, îbn Fâris, Dâru Îhyâi'l-Kütübil-Arabiyye, Mýsýr 1368 H. 391

el'Mu'cemu'l-Vasît, Kahire.

Mu'allimetü'l'Fýkki'l-Mâlikî, Abdülzaziz b. Abdillâh, Dâru'I-Garbi'l-Ýslâmî, Beyrut 1403 H.

el-Muðrib, el-Mutarrazî, Haleb 1402 H.

el-Muðrii, Ýbn Kudâme, Mektebetü'r-Riyâd 1401 H.

Muðni'l-Muhtâc, el-Hâtib eþ-Þirbînî, Matbaatü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1377 H.

Mefâtihu'l-Ulûm, el-Havârizmî, Dâru'l-Kütübi'I-Arabi, Lübnan 1974.

el'Müfredât, er-Râgib el-Ýsbehânî, Pakistan 1380 H.

el'Mukaddimâtü'l-Mümehhidât, Ýbn Rüþd, Dâru'l-Garbi'l-Ýslâmî, Beyrut 1408 H,

Mukaddime, Ýbn Haldun, Dâru Nahda, Mýsýr.

el-Mülkiyye, Ali el-Hafîf, Mýsýr 1969.

el-Mülkiyye fi'þ-Þerl'ati'l-Ýslâmiyye, Dr. Abdüsselâm el-Abbâdî, Am­man 1394 H.

el-Mülkiyyetü'l-Âmme fi Sadri'l-Ýslâm, Dr. Rabf er-Rûbî, Cidde.

el-Menâfi', Ali el-Hafîf, Mecelletül-Kanun ve'1-îktisâd, Kahire Üni­versitesi Hukuk Fakültesi, 1950.

el-Müntakâ fi Þerhi'l-Muvattâ, el-Bâcî, Mýsýr 1333 H.

Milnteha'l-Ýrâdât, Ýbýýu'n-Neccâr el-Fetûhî, Mýsýr 1381 H.

el-Meýýsûr fi'l-Kavâid, ez-Zerkeþî, Nezâratü'l-Evkâf, Kuveyt 1402 H.

Minehu'l-Celîl Þerku Muhtasarý Halli, Aliþ, Bulak 1294 H.

Minhâcü'l-Yakîn fi Þerhi Edebi'd-Dünyâ ve'd-Dîn, Ýstanbul.

el-Mühezzeb, eþ-Þirâzî, Mýsýr 1379 H.

el-Muvâfakât, eþ-Sâtýbî, Mýsýr

Mevâhibu'l-CelU, el-Hattâb, Mýsýr 1329 H.

el-Meusû'atü'l-Fýkhýyye, "Vizâratü'I-Evkâf, Kuveyt.

en-Netef fi'l-Fetâvâ, es-Saðdî, Müessesetü'r-Risâle ve Dârül-Furkân, 1984.

Nazariyetü'l-Akd, Ýbn Teymiye, Mýsýr 1368 H.

en-Nuzumü'l-Musta'zeb fi Þerhi Garibi'l-Mühezzeb, er-Rakebî, Mýsýr 1379 H.

Nihayetü'l-Muhtâc Þerhi'l-Minhâc, er-Ramlî, Mýsýr 1357 H.

Neylü'l-Evtâr, eþ-Sevkânî, Mýsýr'1380 H.

el-Vecýz, el-Gazzâlî, Beyrut 1399 H.

el-Velâye ale'l-Mâl ve't-Te'âmül bi'd-Deyn, Ali Hasebellah, Kahire 1967.

el-Velâye ale'n-Nefs, Ebu Zehra, Mýsýr.

el-Velâyât, el-Venþirîsî, Rabat 1937.



[1] el-Misbâh 2/675, el-Muðrib 2/247, et-Tevkîf 625, et-Ta'rifâtü'l-Fýkhýyye 455, Esnel-Metâlib 2/487, el-Muðnî 5/693.

[2] el-MÝsbâh 2/467, ReddM-Mühtâr 4/7, 'eKMûtitekâ" 5/42, bl- Muðnî^OO,-el-Mecmû'Þ/149, Bedâi'

[3] el-Misbâh 2/471, el-Muðrib 2/46, el-Mecmû' 117204, el-Ahkâ-mu's-Sultâniyye 235, Reddü'l-Muhtâr 2/318, Nihâyetü'1-Muh-tâc 5/349, el-Muðnî 5/421.

[4] el-Misbâh 2/471, Zâdü'l-Me'âd 5/808, Nazaiiyyetü'1-akd 231, el-Mecmû' 9/258, el-Muðnî 4/209, el-Bedâi' 5/138, el-Külliyât 3/279, 351, riâmu'i-Muvakký'm 1/399, Minehu'1-CeM 3/2.

[5] el-Misbâh 2/509,  el-Fýirâk 3/265, Dür'erü^-Hüfckâm  1/153 Mecelle m. 200, 20.3, Mürþidü'l-Hayerân m. 366, 370, Mecelle HanbelÝ) m. 269,.271,272. 

[6] el-Misbâh 1/408, ey-Müfredât 419, et-Ta'rîfât 492, el-Mustas-fâ 1/286, Þerhu'1-Adud 2/239, Kavâidü'I-Ahkâm 1/10, 12.

[7] el-Misbâh 1/O0, el-Muðrib 1/472, el-Mu'cemu'1-Vasît 513.

[8] el-Kâmûsu'1-Muhît 1267, el-Müfredât 143, el-Garar ve Eseni-hu fý'1-Ukûd 156 - 297.

[9] el-Kâmûsu'1-Muhît 1639, el-5îisbâh 1-120, Reddü'l-Muhtâr 4/183, Mürþidü'l-Hayerân m. 15-54, Mecelle m. 144, 1229, 1232.

[10] el-Misbâh 2/703, Mefâtihu'1-Ulûm 86, el-Mebsût 2/52, ez-Ze-vâcir 1/146, el-Ahkâmu's-Sultâniyye 230.

[11] el-Misbah 2/707, el-Mtýðrib 2/272, Cfimi'ul-Usûl 4/454.

[12] el-Ta'rîfât (Cürcânî) 120, el-Eþbâlý 316, Fethul-Kadîr 5/456

[13] el-Misbâh 2/757, el-Müfredât 765, el-Menâfi' (Ali Hafif) 1, 2.

[14] el-Misbâh 2/763, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 511, Mürþidü'1-Haye-rân m. 3, Mecelle m. 128, Mecelle (Hanbelî) m. 197.

[15] en-Nihâye 2/491, Müfredat 387, el-Muvâfakât 2/111, el-Eþbâh ve'n-Nezâir 89, el-Furûk 1/120, Kavâidü'I-Ahkâm 2/11.

[16] el-Ukûdu'd-Dürriyye 2/198, 199, el-Medhal ilâ Nazariyyeti'l-îltizâm (Zerkâ) 44.

[17] el-Kâmûsu'1-Muhît 1317, Bedâi' 6/125, Muðni'I-Muhtâc 2/72, Fethu'1-Azîz 8/442.

[18] Talebetü't-Talebe 149, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 111, el-Misbâ-hu'1-Munîr 2/715, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 460, el-Matla' 162, el-Muðrib 2/278.

[19] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 6/105, Reddü'l-Muhtâr 5/745, el-Behce 2/40.

[20] el-Kâmûsu'1-Muhît 1232, et-Tevkîf 675, et-Ta'rîfât 120, el-Eþbâh 316, Fethu'l-Kadîr 456.

[21] Mecelle m. 1678, Dürerü'l-Hükkâm 4/291, et-Ta'rîfât 120.

[22] el-Hidâye ve Þurûhuhâ 1/481, 486, el-Eþbâh 326, 379, Bedâ-i'ul-Fevâid 1/3, Tehzîbu'l-Furûk 1/193, el-Kavâid (Ýbn Receb) 41, el-Mülkiyye 1/235.

[23] el-Kavâid (Zerkeþî) 3/238, Þerhu Mürþidi'l-Hayerân 8, Þerhu Munteha'l-Ýrâdât 1/450, el-Hidâye 1/481, 486, Keþþâfü'1-Kmâ' 1/427.

[24] el-Misbâh 2/708, el-Muðrib 2/276, Talebetü't-Talebe 108, Me-þâriku'l-Envâr 17384, Þerhu Garîbil-Elfâz 75, Ý'lâmu'1-Mu-vakký'în 1/390.

[25] el-Külliyyât 4/627, et-Tevkîf 636, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 464, Mecelle m. 77.

[26] el-Misbâh 2/629, Mecelle m. 145, Mecelle (Hanbelî) m. 193, Mürþidü'l-Hayerân m. 399, Dürerül-Hükkâm 1/105, 3/109, Reddü'l-Muhtâr 4/171, Edebü'1-Kadâ 600.

[27] el-Misbâh 2/497, el-Matla' 228, et-Ta'rîfât 230, ed-Desûkî 3/3, el-Bidâye ale'l-Hidâye 6/197.

[28] el-Misbâh 2/527, el-Mühezzeb 1/269, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 494.

[29] el-Kâmûsu'l-Muhît 837, el-Misbâh 2/523, el-MaÜa' 916, Red-dü'1-Muhtâr 4/222, el-117 Ýltizâmât 48.

[30] el-Muðrib 2/6, Teîýzîbu'1-Esmâ 1/182, Enîsü'l-Fukahâ 247, et-Ta'rîfât 115, Keþþâfu Istýlâhâtil-Funûn 1/873, Mecelle m. 1406, 1407, Mecelle (Hanbelî) m. 1775.

[31] el-Muðrib 2/101,  el-Matla' 255, el-Ukûdu'd-Dürriye 2/196, Þerhu Münteha'l-Ýrâdât 2/343, Mecelle (Hanbelî) m. 1948.

[32] el-Misbâh 1/145, el-Muðrib 1/179, el-Matla' 260, Talebetü't-Talebe 65, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 241.

[33] el-Misbâh 1/195, el-Muðrib 1/242, Tehzîbu'1-Esmâ vel-Luðât 1/87, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîlý 217, HUyetü'l-Pukahâ 149, et-Ta'rîfât 110, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 472.

[34] el-Matla' 240, Hilyetü'l-Fukahâ 128, et-Ta'rîfât 109, en-Neve-vî (Müslim) 10/208, Umdetü'1-Kârî 11/298.

[35] Tahrîru Elfazi't-Tenbîh 244, el-Muðrib 1/250

[36] el-Misbâhu'1-Münîr 17208, Esâsü'l-Belâða 115, Zâdü'l-Me'âd 5/816.

[37] el-Misbâh 2/630, el-Müfredât 594, et-Tarîföt 451, 452, Mecel­le m. 132, Mecelle (Hanbelî) m. 191.

[38] el-Misbâh 610, Mürþidü'l-Hayerân m. 224, 226, 230, 231, Rav-datü't-Tâlibm 12/273.

[39] el-Misbâh 2/630,  ez-Zâhir 220, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 500, Tuhfetü'l-Pukahâ 2/4, Mecelle m. 122.

[40] el-Kâmûsul Muhit 279, Keþþaftý Istüâhâti'l-Funûn 1/358, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 476, el-Kavânînu'1-Fýkhýyye 268, Bedâi' 5/220, Mevâhibü'l-Celîl 4/490, Keþþâfü'1-Kýnâ' 3/230, Kalyûbî ve Amîra 2/221.

[41] el-Kâmûsýý'1-Muhît 166/2, el-Misbâh 1/272.

[42] el-Kâmûsu'1-Muhît 361, el-Ukûdu'd-Dürrriyye 1/222, Mürþi-dü'I-Hayerân m. 709, el-Medhal ilâ Nazariyyeti'l-Ýltizâný (Zer-kâ) 42.

[43] el-Misbâh 2/513, Hilyetü'l-FukaM 148, Talebetü't-Talebe 150, el-Matla' 262, Mürþidü'l-Hayerân m. 731, Mecelle m. 144, el-Kavânînu'l-Fýkhýyye 284, Ravdatü't-Tâlibîn 5/150, Tekmile Lisâni'l-Hükkâm 47.

[44] Talebetü't-Talebe 149, el-Misbâh 1/412, el-Muðrib 1/475, Müf­redat 423.

[45] Mtý'cemu Mekâyîsi'1-Luða 6/125, Basâir Zevi't-Temyîz 5/237, Mevâhibül-CelÜ 3/413.

[46] el-Kâmûsu'l-Muhît 936, Tehzîbu'1-Esmâ vel-Luðât 1/871, Ta-Ýebetü't-Talebe 149, el-Matla' 263, Tahrîm Elfâzi't-Tenbîh 217, el-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 480, Mürþidü'l-Hayerân m. 712, Mecellem. 1431.

[47] el-Misbâh 1/62, et-Tevkîf 632, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 460, el-Mu'teber 338.

[48] el-Misbâh 1/26, el-Muðrib 1/43, ei-Müfredât 24, Bedâi' 2/45, es-Siyâsetü'þ Þertyye (Ibn Teyraiye) 78.

[49] el-Misbâh 2/799, el-Muðrib 2/392, et-Tevkîf 686, Tahrîru Elfö-zi't-Tenbîh 236, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 516, Mecma'ul-Enhur 2/497, el-Bedâi' 7/32, Fethu'l-Kadîr 8/380, Mecelle m. 1174, 1176, Mecelle (Hanbelî) m. 528.

[50] el-Misbâh 2/633, el-Muðrib 2/206, Tehzîbu'1-Esmâ ve'1-Luðât 2/111, ez-Zâhir 429, Hüyetü'l-Fukahâ 209, Tahrîru Elfâzi't-Tbnbîh 245, Talebetü't-Talebe 64, et-Ta'rîfât 97.

[51] el-Misbâh 2/677, el-Muvattâ ma'al-Müntekâ 5-44, Sahîhýý'1-Bu-hârî 3/70, Müslim ma'an-Nevevî 10/154, 5/157, el-Hidâye ma'al-Fethi'l-Kadîr ve'l Jnâye 5/196, Nihâyetü'l-Muhtâc 3/433, el-Muðnî 4/207, Reddü'l-Muhtâr 4/151, Neylü'l-Evtâr 5/247.

[52] et-Tevkîf 675, el-Külliyât 9/168, et-Ta'rîfât 120, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhiyye 504.

[53] el-Misbâh 2/720, el-Muðrib 2/282, Þerhu Garibi Elfâzi'l-Müdevvne 75, en-Nevevî alâ Müslim 10/155, el-Müntekâ ale'l-Muvattâ 5- 44, Reddü'l-Muhtâr 4/151, el-Muðnî 4/207, Nihâ-yetü'l-Muhtâc 3/433, el-Mukaddimâtü'1-Mümehhidât 2/221.

[54] el-Misbâh 2/725, el-Muðrib 2/289, el-Übbî alâ Sahihi Müslim 4/266.

[55] el-Misbâh 2/737, el-Muðrib 2/229, el-Matla' 304, et- Tevkif 678, el-Müfredât 747, Talebetü't-Talebe 171, et-Ta'rîfât 123, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 508.

[56] et-Misbâh 2/703, el-Muðrib 2/271, Meþâriku'l-Envâr 1/379, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 506, el-Muðnî 3/584.

[57] el-Kâmûsul-Muhît 543, et-Tevkîf 659, et-Ta'rîfât 114, Red-dü'1-Muhtâr 4/61, flâmu'l-Müvakký'în 2/98, et-Turaku'1-Hike-miyye 313, et-Ta'zîz 338, Gâyetü'l-Beyân 72, Bedâi' 2/9.

[58] Murabaha, tevliye ve vadfa. et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 482, el-Kavânînu'1-Fýkluyye 269, eþ-Þerhu'l-Kebîr 3/157, Tuhfetü'l-Muhtâc 4/427, el-Muðnî 4/264.

[59] el-Matla' 235, el-Kavânîmý'l-Fýkhýyye 269, el-Mühezzeb 17294, Reddü'l-Muhtâr 4/166, Mevâhibü'l-Celîl 4/470, el-Muðnî 3/584.

[60] el-Misbâh 1/390, el-Matla' 247, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 488, 546, el-Medhalü'1-Fýkhî 17262, Mecelle m. 139, Mecelle (Han-belî) m. 198, 199.

[61] el-Misbâh 2/629, el-Matla' 403, et-Ta'ýifötü'l-Fýkhýyye 459, el-Eþbâh ve'n-Nezâir 327, Mecelle m. 127.

[62] el-Misbâh 2/802, el-Muðrib 2/341, Talebetü't-Talebe 120, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 364, Þerhul-Mecelle (At&sî) 3/602, Mürþidü'l-Hayerân m. 118, Mecelle m. 1028.

[63] el-Misbâh 1/297, el-Matla' 240, Hilyetü'l-Fukahâ 128, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 480, Reddü'l-Muhtâr 4/251, Bidâyetü'l-Müctehid 2/159, el-Muvattâ 4/246.

[64] Esâsü'l-Betaða 198, el-Kavânînü'UFýkhýyye 269, Neylü'1-Ev-târ 5/169, Tebyînü'l-Hakâik 4/67, el-Fetâva'1-Hindiyye 3/210.

[65] el-Misbâh 2/725, el-Muðrib (Mutarrazî) 2/289.

[66] el-Misbâh 2/747, aUMuðrib 2/309, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 112, 114.

[67] et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 532, el-Misbâh 2/757, et-Tevkîf 708, Keþþaftý Istýlâhâti'l-Fünûn 2/1422, Mefâtihu'l-Ulftm 87, el-Ah-kâmu's-Sultâniyye 13, Nizâmu'n-Nafakât (Ahmed Ýbrahim) 7.

[68] el-MÝsbâh 2/757, el-Muðrib 2/319, el-Müfredât 766, Talebe-tü't-Talebe 113, Meþârikul-Envâr 2/21, Nasbu'r-Râye (Zeyle'î) 4/56.

[69] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 5/467, el-Misbâh 2/760, el-Matla' 234, 265, Tahrîru Elfâzi't-lenbîh 114, Meþâriku'l-Envâr 2/23, el-Kavânînu'1-Fýkhýyye 254, Mecelle m. 130, Mecelle (Hanbe-lî) m. 183.

[70] el-Misbâh 2/761, el-Muðrib 2/322.

[71] Mu'cemu Mukâyîsi'1-Luða 5/394, el-Matla' 235, Tehzîbul-Es-mâ 2/161, Hilyetü'l-Fukahâ 136, el-Mühezzeb 1/291, el-Muðnî 4/160, eþ-Þerhu'þ-Saðîr 4/139, Fetavâ Ýbn Teymiye 28/73, 29/358.

[72] Mu'cemu Mekâyisi'1-Luða 5/458, el-MÝsbâh 2/755, el-Medha-lü'1-Pýkhi'l-Âm 1/419, el-Bahru'r-Râik 6/75, Mecma'ul-Enhur 2/53, Dürerü'l-Hükkâm 1/94, Mecelle m. 111.

[73] el-Misbâh 2/769, et-Ta'rîfât 537, Reddü'l-Muhtâr 3/199, el-Muðnî 8/240.

[74] el-Matla' 235, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 335, el-Furûk (Askerî) 95, el-Bennânî (Zerkânî) 2/146.

 

[75] el-Misbâh 2/767, el-Muðrib 2/328, et-Tevkîf 100, et-Ta'rîfâtü'I-Pýkhýyye 535, Reddü'l-Muhtâr 4/66, Keþþafci'1-Kýnâ' 3/163.

[76] el-Misbâh 2/739, el-Muðrib 2/299, el-MaÜaý 239, Tahrîru Elfâ-zi't-Tenbîh 179, Talebetü't-Talebe 110, ez-Zâhir 200, el-Müfre-dât749, et-Tevkîf698.

[77] el-Misbâh 2/743, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 102, Talebetü't-Tale-be 16, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 527.

[78] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 5/389, el-Misbâh 2/723, el-Matla' 329, Tehzîbu'1-Esmâ 2/160.

[79] el-Misbâh 2/722, el-Muðrib 2/285, et-Ta'rîfât 522, el-Mukaddi-mâtü'J-Mümehhidât 206, Kalyûbî ve Amîra 2/30.

[80] el-Misbâh 2/481, el-MaÜa' 264, el-Müfredat 496, et-Ta'rîfât (Ciircânî) 130, et-Ta'rîfâtü'I-Fýkhýyye 377, el-Eþbâh (Suyûtt) 89, el-Eþbâh (îbn Nüceym) 101, Mecelle m. 36, 37, 40, 43, 44, 45.

[81] Mu'cemu Mekâyîsi'l-Luða 2/402, et-Ta'rîfatüi-Fikhýyye 308, Ravdatü't-Tâlibîn 6/370, Keþþâfü'1-Kinâ* 3/86, Reddü'1-Muh-târ 3/235, el-Mýýðnî 8/415, el-Ýhtiyâr 4/130.

[82] el-Misbâh 1/258, Mefâtihu'1-Ulûm 87, el-Bedâi' 1/158, Muðni'1-Muhtâc 1/244, el-Muðnî 2/125.

[83] Baka­ra 279

[84] el-MisMhu'l-Mýmîr 1/291, Dürerü'l-Hükkâm 3/8

[85] el-Kâmûsu'1-Muhît  360,  et-Ta'rîfât  58,  Câmi'ul-Fusûleyn 17324, Reddü'l-Muhtâr 4/141.

[86] el-Misbâhu'I-Münîr 1/266.

[87] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 2/452, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 193, el-Misbâh 1/287, Mecelle m. 701, Mürþýdü'l-Hayerân m. 975, Tefsîr (Kurtubî) 1217, Þerhu Münteha'l-Ýrâdât 2/228, el-Muð-nî 4/361, Reddü'l-Muhtâr 5/307.

[88] el-Kâmûsu'1-Muhît 1438, el-Misbâh 1/269, -Mebadiü Ýlmi'l-Mâliyye (Dr. Fuad Ýbrahim) 237, MâKyyetü'd-Devle (Dr. Ab-dülmünim Fevzî) 235.

[89] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 2/402, el-Müfredât 286, et-Tevkîf 365, Keþfu'l-Esrâr 4/382, Teysîru't-Tahrîr 2/290, el-Hýraþî 5/9, Kalyûbî ve Amîra 2/156, Keþþâfýý'1-Kmâ' 2/5.

[90] el-Muðrib 17328, Ta'ýifât (Cürcârýî) 58, Tevkif 362, Külliyât 3/279, el-Ahkâmu's-Sultâniyye (Ebu Ya'lâ) 242, Mâverdî 205, Resâil (Ýbn Nüceym) 125, Ravdatü't-Tâlibîn 6/363, Metâlibu UIi'n-Nuhâ 3/641.

[91] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 2/483, en-Netef fi'1-Fetâvâ (Saðdý) 1/484, el-Müntekâ 5/3, el-Ümm 3/31, el-Behce 2/24, Bidâye 2/107, Ahkâmu'l-Kur'an (Cassâs) 17552, el-Muharrer 1/319, Muðni'l-Muhtâc 2/22.

[92] el-Misbâh 17255, el-Müfredât 270, el-Tevkîf 354, Ahkâmu'l-Kur'an (Ýbn Arabî) 1/408, Mevâbibü'l-Celîl 2/301, el-Hýraþî 2/183, Mukaddime 3941, Tefsir (Ebussuud) 1786.

[93] el-Misbâh 1/288, el-Muðrib 17356, ez-Zâhir 222, el-Müfredât 297, el-Matla' 268, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 472, el-Furûsiyye (Ýbn Kayyim) 19, 20.

[94] el-Misbâh 1/281, el-Muðiib 1/344, el-MaÜa' 134, Talebetü't-Talebe 20, el-Mufredât 294, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 115, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 309, Mevâhibü'1-Celü 2/339, Neylü'1-Ev-târ 4/147, Fethu'l-Kadîr 1/357, el-Mülkiyye (Dr. Abbâdî) 352.

[95] et-Tevkîf 363, Ta'rîfât (Cürcânî) 58, Mecelle m. 1450, Diire-rii'I-Hükkâm 3/526, Þerhu Mecelle (Atâsî) 4/408.

[96] Tehzîbu'l-Esmâ 1/122, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 333, Ta'rîfât (Cürcânî) 59, et-Tâ'rîfâtü'1-Fýkhýyye 307, Talebetü't-Talebe 152, Keþþâfu Istüâhâti'l-Fýmûn 17595, er-Rûh (Ýbn Kayyim) 325.

[97] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 2/427, el-Misbâh 1/278, Talebetü't-Talebe 108, Hüyetü'l-Fukahâ 153, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 308, el-Mtýðnî 5/624.

[98] Müfredat (Râgýb) 285, Tehzîbu'l-Esmâ vel-Luðât 1/122, Kifâ-yetü'l-Ahyâr 1/144, el-Ýþrâf alâ Mesâilil-Hilâf 2/14, el-îfsâh (Ýbn Hübeyre) 1/244, el-Mühezzeb 1/328, Rahmetü'1-Ümme 1/14, el-Kavânînü'1-Fýkhýyye 349-

[99] el-Kâmûsu'1-Muhît 1671, el-Misbâh 1/328, el-Matla' 125, el-Müfredât 341, et-Tevkîf 405, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 317.

[100] el-Müfredât 726, et-Tevkîf 206, el-Mebsût 24/162, el-Ýnsâf (el-Merdâvî) 1/395, Tebyînu'l-Hakâik 5/191, Keþþâfu'I-Kýnâ' 1/225, Mürþidü'l-Hayerân m. 268, 270, 271, Mecelle m. 943.

[101] el-Misbâh 1/405, el-Muðrib 1/466, Talebetü't-Talebe 65, Me­celle (Hanbelî) m. 168, 169, Fethu'l-Kadîr 5/218, Neylü'1-Ev-târ 5/250, el-Furûk (Karâfî) 3/142

[102] el-Kâmûsu'1-Muhît 126, el-Müfredât 358, el-Misbâh 1/353, el-Muðrib 1/426, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 317, Þerhu Garîbi Elfâ-zi'1-Mütlevvene (el-Cübbî) 109, Besâiru Zevi't-Temyîz 3/271.

[103] el-Muðrib 1/472, el-Müfredât 412, et-Tevkîf 454, Ta'rîfât (Cür-câýýî) 70, Mecelle m. 121, Tenvîru'l-Ebsâr 5/257, Keþþafu'1-Ký-nâ' 3/217.

[104] Tekili safiyye þeklinde gelir. el-Mu'cemul-Vasît 1/518.

[105] el-Misbâh 417, el-Muðrib 17477, Talebetü't-Talebe  100, el-Müfredât 426, et-îevkîf 466, Keþþâfu Istüâhâti'l-Funûn 823.

[106] el-Muðrib 1/472, el-Misbâhu'1-Münîr 1/400, et-Ta'rîfâtü'1-Fýk-hýyye 356.

[107] el-Muðrib 1/380, Tehzîbu'1-Esmâ ve'1-Luðât 1/145, Ðurerii'l-Makâle 386, Misbâh 1/314, Bedâi' 6/206, Muðnfl-Muhtâc 4/311, Hâþiyetü'd-Desûkî 2/209, el-Muðnî 8/651.

[108] el-Misbâh 17247, Þerhu Garibi Elfâzi'l-Müdevvene (Cübbî) 72, .     el-Furûk (Karâfî) 2/32, Tebsýratü'l-Hükkâm 2/327, îrþâdü'l-Fuhûl 246, el-Muvâfakât 4/199, el-Attâr alâ Cem'il-Cevâmi'  2/198, Tefsir (Kurtubî) 2/51.

[109] Mu'cemu Mekâyisi'1-Luða 3/79, el-Külliyât 3/32, Tahriru Elfâ-zi't-Tehbîh 200, et-Tevkîf 407, Þerhu'l-Mecelle (Atâsî) 3/511, et-Telvîh ala't-Tavzîh 3/217, el-Hamevî ale'l-Eþbâh 2/265, el-Keþþâf (Zemahþerî) 1/500.

[110] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 3/92, el-Misbâh 1/335, el-Muðrib 1/406, et-Müfredât 347, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 324, Meþâri-ku'1-Envâr 2/217, Keþþâfu Istüâhâti'l-Funûn 1/629.

[111] el-Muðrib 1/408, el-Matla' 245, ez-Zâhir 148, Ðurerü'1-Makâ-le 216, Meþâriku'l-Envâr 2/219, el-Müntekâ (Bâcî) 4/292, Keþ-þâfu'1-Kmâ' 3/275.

[112] Iisânü'1-Arab 12/195, Gurerü'l-Makâle 216, Eýýîsü'l-Fukahâ 218, Reddü'l-Muhtâr 4/203, Keþþâfu'1-Kmâ' 3/286, Fethu'l-Azîz 9/207, el-Câmi' li-Ahkâmi'l-Kuý'an (Kurtubî) 1186, Me­celle 123.

[113] el-Misbâh 1/104, el-Muðrib 1/122, et-Tevkîf 224, el-Mufredât 110, Tehzîbu'1-Esmâ ve'1-Luðât 1/45, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 244, Reddü'I-Muhtâr 4151, Mürþidü'l-Hayerân m. 414, Mecel­le m. 152, Dürer 1/107.

[114] Þerhu Garîbi'l-Elfâz (Cübbî) 74, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 293, el-îþâre ilâ Mehâsinî't-Ticâre 95, Mesâilü's-Semâsira (Ebyânî)

[115] et-Tevkîf 403, el-Müfredât 328, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 321, el-Mtihezzeb 2/277, el-Hýraþî 8/91, el-Muðnî 9/79.

[116] el-Misbâh 1/351, el-Matla' 319, el-Muðrib 1/423, ez-Zâhir 196, et-Tevkîf 419, el-Müfredât 365, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 329, Mecelie m. 298, 299, Mecma'ud-Damânât 214, Fetâvâ Tarsû-siyye 251.

[117] et-Tevkîf 448, et-Ta'rîfât (Cürcânî) 69, Mürþidü'l-Hayerân m. 311, Þerhu Mecelle (Atâsî) 217, Mecma'ul-Enhur 2153, Þerhti Kevkebü'l-Münîr 1/467, Tahkîku'l-Murâd (Alâî) 282, Teysî-rü't-Tahrîr 2/234.

[118] el-Kâmûsu'1-Muhît 954, el-Muðrib 1/484, Ta'rîfât 70, el-Kulli-yât 3/90, et-Tevkîf 463, el-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 354, Kalyûbî ve Amîra 4/215, Miýýhacü'l-Yakîn 370.

[119] el-Mu'cemu'1-Vasît 1/529, el-Misbâh 1/416, el-Mu'teber (Zer-keþî) 326, el-Medhalü'1-Fýkhî (Zerkâ) 1/318, el-Uhûd ve'þ-Þurût ve'1-Hýyârât (Âhmed Ýbrahim) 21.

[120] el-Misbâh 1/327, el-Kâmûsu'1-Muhît 522, el-Matla' 231, et-Tevkîf 405, et-Ta'rîfâttil-Fýkhýyye 321, Meþâriku'l-Envâr 2/225.

[121] el-Kâmûsu'1-Muhît 942, Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 3/95, el-Misbâh 1/337, el-Matla' 232, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 325.

[122] Lisânü'1-Arab 7/413, el-Külliyât 3/31, Talebetü't-Talebe 167, Keþþâfü Istýlâhâti'l-Funûn 1/664, Reddü'l-Muhtâr 3/148, et- Turuku'l-Hikemiyye 13, el-Bahru'r-Râik 5/86.

[123] Maide 23

[124] Mu'cemu Mekâyîsil-Luða 1/143, el-Müfredât 330, el-Misbâh 1/317, Talebetü't-Talebe 152, Meþâriku'l-Envâr 2/208, et-Tevkîf 398, Þerhu Me'âni'I-Âsâr 4/129.

[125] el-Misbâh 1/331, Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 3/86, el-Müfredât 344, et-Tevkîf 408, Basâir Zevi't-Temyîz 3/230.

[126] el-Muðrib 479, el-Müfredât 420, Tebyînü'l-Hakâik 5/29, Rav-datü't-Tâlibîn 4/193, Þerhu Münteha'I-îrâdât 2/260, Mevâhi-bü'l-Celîl 5/79, Mecelle m. 1531, Mecelle (Hanbelî) m. 1617.

[127] el-Medhalül-Fýkhî (Zerka) 356, 365, Mu'cemu Luðati'1-Fuka-hâ 278.

[128] el-Misbâh 1/328, el-MaÜa1 261, Tehzîbul-Esmâ 1/149, el-Ka-vânînu'l-Pikhýyye 277, Reddü'l-Muhtâr 4/295, el-Behce (Tesu-lî) 2/288, Dirâsât fî Usuli'l-Müdâyenât 187.

[129] el-Muðrib 1/406, et-Tevkîf 411, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye (Müced-didî) 324, el-Mühezzeb 2/166, Mürþidü'l-Hayerân m. 24, 25.

[130] el-Medhal ilâ Nazariyyeti'l-Ýltizâm (Zerkâ) 236  

[131] Mu'cemu Mekayîsil-Luða 3/260, el-Müfredât 379, el-Kulliyat 3/64, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 336.

[132] Müfredat (Râgýb) 379, Ta'rîfât (Cürcânî) 67, et-Tevkîf 427.

[133] el-Vasit (Senimrî) 851, 852, el-Medhalül-Pýkhil-Âmm (Zerka) 711.

[134] Keþþâfu Isülâhâti'l-Funûn 1/753, Ta'rîfât (Cürcânî) 67, Külli­yât (Ebu'1-Bekâ).

[135] el-Müfredât 380, et-Tevkîf 429, el-Külliyât 76/3, et-Ta'rîfât Cürcânî 67, Mecma'ul-Enhur 1/722, Þerike (Ýbrahim Abdülha-mid) 34-45, Mir'âtü'l-Mecelle 2/55, Mecelle (Hanbelî) m. 1771, Mecelle m. 1045.

[136] el-Fevâkihu'd-Devvânî 2/174, el-Hýraþî 4/266, eþ-Þerike (Ýbra­him Abdülhamid) 45.

[137] el-Fevâkib (Devvânî) 2/171, Nihâyetü'l-Muhtâc 5/14, Metâlibu Uli'n-Nuhâ 3/509, Mürþidü'l-Hayerân m. 745, Red-dü'1-Muhtâr 3/333, Mecelle m. 1068.

[138] et-Ta'rîfât (Cürcânî) 67, et-Ta'rîfötü'1-Fýkhýyye 337, el-Fetâ-va'1-Hindiyye 2/308.

[139] Reddü'I-Muhtâr 3/333, Mürþidü'l-Hayerân m. 746, Mecelle m. 1064, eþ-Serike (Ýbrahim Abdülhamid) 19.

[140] el-Mühezzeb 1/353, Þerhu Münteha'l-Ýrâdât 2/339, Mecelle (Hanbelî) m. 1777, 1887.

[141] el-Bedâi' 6/56, eþ-Þerike 41, Mecelle (Hanbelî) m. 1772.

[142] Reddti'l-Muhtâr 3/333, Mecelle m. 1063, Mürþidül-Hayerân m. 746, eþ-Þerike (Ýbrahim Abdülhanýid) 19.

[143] Mürþidü'l-Hayerân m. 745, eþ-Þerike (Ýbrahim Abdülhamid) 18, Reddü'l-Muhtâr 3/333, Mecelle m. 1066, 1067.

[144] el-Külliyât 3/77: et-Ta'rîfâtül-Fýkhýyye 338, Þerhu Garibi El-fazi'l-Müdevvene (Cübbî) 66, el-Hidâye 3/6, Fetâvâ Hindiyye 2/319, Mecelle (Hanbelî) m. 1774.

[145] el-Ta'rîfât (Cürcânî) 67, et-Tâ'rifâtü'1-Fýkhýyye 338, Pethul-Kadîr 5/30, Þerhu Münteha'l-Ýrâdât 2/339, el-Mühezzeb 1/353, Mecelle (Hanbelî) m. 1885, eþ-Þerike (Ýbrahim Abdül­hamid) 42.

[146] el-Misbâh 1/364, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 335, Mecelle m. 1262, Mürþidü'l-Hayerân m. 38.

[147] Mecelle m. 955, Dürerü'l-Hükkâm 2/593.

[148] Mecelle m. 1045, Dureru'l-Hukkâm 3/6.

[149] el-Külliyât 3177, et-Ta'rîfât (Cürcânî) 67, Þerhu Garîbi Elfa-zi'1-Müdevvene (Cübbî) 66, et-Ta-rîfâtü'l-Fýkhiyye 338, 498, el-Mühezzeb 1/353, Bedâi' 6/61.

[150] el-Misbâh 1/375, el-Muðrib 1/448, el-Matla' 278, Ta'rîfât (Cür­cânî) 67, et-Tevkîf 432, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 340, Mürþidü'l-Hayerân m. 95, Mecelle m. 950, Mecelle (Hanbelî) m. 1547.

[151] Esâsül-Belâða 1/477, et-Tevkîf 423, Ta'rîfât 66, Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 333, Kavâidu'l-Ahkâm 2/137, el-Hýraþî 8/81, el-Be-dâi' 7/35, Keþþâfu'1-Kinâ' 4/58, Tebyînü'l-Hakâik 3/175, el-Me-kâsib (Muhasibi) 85.

[152] Talebetü't-Talebe 64, el-Misbâh 2/467, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye (Müceddidî)231.

[153] el-Misbâh   1/471,  Ravdatü't-Tâlibîn  3/184,   Fethu'l-Kadîr 1/210.

[154] el-Misbâh 2/523, el-Bedâi' 7/168, el-Eþbâh ve'n-Nezâir (Suyû-tî) 222.

[155] el-Muðrib 2/59, et-Tevkîf 186, Tahriru Etfazi't-Tenbîh 328, el-Fetâva'l-Bezzâziyye 2/45, 457, Mebsût 9/36, Nîhayetü'1-Muh-tâc 7/72, 174, et-Turuktý'1-Hikemiyye 247, Tebyînü'l-Hakâik 3/208, Reddü'I-Muhtâr 3/174, el-Hisbe (Ýbn Teymiye) 40.

[156] el-Misbâh 2/533, et-Tevkîf 537, el-Müfredât 540.

[157] el-Kâmûsu'1-Muhît 577, Mecelle (Atâsî) 2/25,  Fethul-Azîz 8/333.

[158] el-Misbâh 2/550,   Reddü'I-Muhtâr  5/121,   Cevâhiru'l-Ýklîl 2/149, Muðni'l-Muhtâc 2/290, el-Muðnî 5/277.

[159] el-Misbâh 1/168, el-Muðrib 1/207, Talebetü't-Talebe 64, 143, et-Tevkîf282.

[160] el-Misbâh 2/172, el-Fetâva'1-Hindiyye 5/3S6, Hâþiyetü'd-De-sûkî 4/70, el-Muðnî 5/518.

[161] el-Misbâh 2/172, Meþâriku'l-Envâr 1/208, et-Ta'rîfâtti'1-Fik-hýyye 471, el-Muðrib 1/215, el-Muðnî 4/149, Talebetü't-Talebe 111, Ýbn Mâce 2/753, Beyhakî 5/317, Musnedü Ahmed 1/433.

[162] ei-Misbâh 1/176, el-Muðrib 1/218, el-MedhaJü'1-Fýkhî (Zerkâ) 1/555, el-Bahra'r-Râik 7/24, Mecelle m. 1790, Muðni'I-Muhtâc 4/372, el-Bedâi' 7/2, Metâlibü Ûli'n-Nühâ 6/453.

[163] Mecelle m. 1683, Dürerü'I-Hükkâm 4/295.

[164] el-Misbâh 1/216, el-Kâmûsu'1-Muhît 1652, el-Matla 238, el-Petâvâ el-Hindiyye 3/16, Reddü'l-Muhtâr 4/561, Ravudatü't-Tâiibîn 3/515, Muðni'l-Muhtâc 2/72, el-Hýraþî 5/158, Keþþâ-ful-Kinâ' 3/202, Mecelle m. 263, 272-275.

[165] el-Misbâh 2/606, et-Ta'rîfât 234, et-Matla' 232, Bey'ut-Taksit 7, el-Mu'âmelâtü'þ-Þer'iyye 136, Mecelle m. 157, Mecelle (Hanbelî) m. 188.

[166] Þerhu'I-Mecelle (Atasi) 3/608, Dürerü'l-Hükkâm 2/712, Murþi-dü'1-Hayerân m. 119.

[167] el-Kâmûsu'1-Muhît 1074, el-Mu'cemu:l-Vasît 2/555, el-Misbâh 2/439, el-Muðnî 9/162.

[168] el-Kâmûsu'1-Muhît 1069, el-Medhalü'1-Pýkhî (Zerkâ) 1/288, et-Tasarruf ve'I-Vakâi' (Muhammed Zeki) 24, 98

[169] el-Misbâh 1/401, et-Tevkîf 179, Tekmüe (Sübkî) 12/7, 31, Red-dü'1-Muhtâr 4/99, Buhârî 4/361, Müslim 3/1155, Ravdatü't-Tâlibîn 3/466, el-Muhallâ 9/720.

[170] el-Misbâh  2/472,  Reddü'I-Muhtâr 4/503,   Muðni'l-Muhtâc 2/267, Keþþâfü'1-Kýnâ' 4/166.

[171] Mebâdiu'I-Kânûni'l-Ýdârî (Dr. Tamavî) 509.

[172] el-Kâmûsu'1-Muhît   1518,  el-Misbâh  1734, Nizâmü't-Te'mîn (Zerkâ) 19.

[173] Þerhu Garîbi Elfâzi'l-Müdevvene 88, el-Misbâh 1757, el-Mev-sû'âtül-Fýkhýyye 10/65, el-Ukûd ve'þ-Þurût ve'1-Hýyârât 40.

[174] et-Tevkîf 158, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 200, el-Müfredât 52, Ahkâmu'l-Kur'an (Ýbn Arabi) 3/1181, Nazariyyâtü'1-Akd (Ýbn Teymiye) 18.

[175] el-Kâmûsu'1-Muhît 346, el-Misbâh 1/113, el-Fetâva'1-Hâniye 2/218, el-Ukûdü'd-Dürriye 1/288, Murþidü'l-Hayerân m. 250, 251, 252.

[176] el-Misbâh 1/38, el-Kâmûsu'1-Muhît 1627, Reddü'l-Muhtâr 4/496, el-Eþbâh 326, el-Muðnî 6/382, el-Mühezzeb 1/366, Mec-ma'ul-Mazmûnât 86, el-Fetâvâ Hindiyye 4/349, el-Ukûdü'd-Dürriyye 2/72, Mürþidü'I-Hayerân m. 834, Mecelle m. 801, Mecelle (Ahmed) m. 1362.

[177] el-Muðrib 1/270, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 225, Tahiiru Elfazi't-Tenbîh (Nevevî) 244, el-Furûk (Askerî) 187, 251.

[178] Mecelle - Hanbelî m. 210

[179] el-Misbâh 1/236, el-Matla' 236, ez-Zâhir, 209, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 225, et-Tevkîf 167, Tekmiletul-Mecmû' 12/15, el-Muðnî 4/167, el-Kâfî 2/711.

[180] el-Mecmû' (Nevevî) 9/192, el-Muðnî 4/4841, Muðnil-Muhtâc 2/45.

[181] el-Misbâh 1/405, el-Muðrib 1/476, el-Matla' 232, el-Hýyâr ve Eseruhû fi'1-Ukûd (Ebu Gudde) 2/472, Mecelle (Hanbelî) m. 168, 169.

[182] el-Misbâhu'1-Münîr 2/563, Ta'rîfât (Cürcânî) 18, Ravdatü't-Tâlibîn 4/96, Reddü'l-Muhtâr 4/494, Keþþâfu'1-Kmâ' 9/179, Muðni'l-Muhtâc 2/267, Desûkî 3/419.

[183] et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 223, et-Tevkîf 164, Fethu'l-Kadîr 7/408, el-Bidâye aie'l-Hidâye 7/647, Reddü'l-Muhtâr 4/481, et-Tâc ve'l-ÝkM 5/75, ed-Desûkî 3/309.

[184] el-Misbâh 2/589, et-Tevkîf 195, el-Müfredât 591, Dürerü'l-Hükkâm.

[185] Reddü'l-Muhtâr 4/342, Mecelle (Atâsî) 5/166, Mecelle m. 1660-1675, Mürþidü'l-Hayerân m. 151-161, el-Behce 2/252, el-Ikdu'l-Munazzam lil-Hükkâm 2/54, el-Mensûr fý'1-Kavâid 3/370, el-Muðnî 6/711.

[186] el-Misbâh 2/649, el-Mu'cemu-1-Vasît 2/793.

[187] el-Matla' 235, et-Ta'rîfatü'1-Fýkhýyye 236, el-Bedâi' 5/232, Tuhfetü'l-Muhtâc 4/311, el-Muðnî 4/281, Þerhul-Kebîr (Der-dîr) 700.

[188] el-Muðrib 2/242, Mefâtihu'1-Uiûm (Havârizmî) 87.

[189] eî-Misbâh 1795, Esne'l-Metâlib 2/79, Desûkî 3/124, Mevâhi-bü'1-CelÜ 4/443, Muðni'l-Muhtâc 2/66.

[190] et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 237.

[191] el-Kâmûsu'1-Muhît 677, el-Misbâh 2/725, el-Muðrib 2/289, Ta-lebetü't-Taiebe 58, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 237, en-Nuzumü'l-Müsta'zeb 2/94, Sahîhu Muslini 4/266.

[192] Talebetü't-Talebe 86, el-Muðrib 2/319, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 238, Reddü'I-Muhtâr 3/238, Ravdatü't-Tâlibîn 6/368, el-Muðnî 8/378.

[193] el-Misbâh 1792, Reddü'l-Muhtâr 5/500, el-Fenârî 13, Muðni'l-Muhtâc 3/3, Keþþâfu'1-Kýnâ' 4/402, Haþiyetü't-Desûkî 4/470.

[194] el-Misbah 1/327, Tahrîru Elfazi't-Tenbîh 186, el-Matla* 231, el-Muðnî 4/217, et-Muntekâ 5/18, et-Turuku'1-Hikemiyye 257, Fethu'1-Azîz 8/217, Neylü'l-Evtâr 5/248.

[195] el-Mugrib 2/412, el-Fetâva'1-Hindiyye 3/16, Reddü'l-Muhtâr 4/571, Muðni'l-Mtýhtâc 2/72, Minehul-Celfl 4/977, el-Mecmû' (Nevevî) 9/257, Keþþâful-Kmâ' 3/202, Mecelle m. 263, 272, 275.

[196] el-Misbâh 1/350, et-Tevkîf 175, el-Müfredât 362.

[197] el-Kâmûsu'l-Muhît 296, el-Muðrib 2/18, Tekmile 10/107, Keþ-þâfü'1-Kýnâ' 3/257, Reddü'l-Muhtâr 4/239, Tebyînü'l-Hakâik 4/140, el-Hýraþî 5/234, Fetâvâ (Ýbn Teymiye)

[198] el-Misbâh 2/441, Esâsü'l-Belâða 496, Þerhu Ýbni'l-Kayyim alâ Muhtasarý Ebi Dâvûd 5/108, Fethu'l-Kadîr 5/328, Reddü'l-Muhtâr 4/279, Ravdatü't-Tâlibîn 3/416, el-Ýhtiyârâtü'l-Ý!miy-ye 229, Keþþâfu'1-Kýnâ' 3/150, Mecelle (Hanbeli) m. 150, 186, 234.

[199] el-Misbâh 2/833, el-Muðrib 2/362.

[200] el-Muðrib 2/372, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 192, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 241, ez-Zâhir 220, Ta'rîfâtü'l-Curcâni 38, Kalyubi ve Amîyre 2/219.

[201] Tehzîbu'1-Esmâ 1/40, et-Tevkîf 160, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 114, Ta'rîfât (Cürcânî) 29, el-Müfredât 96, et-Ta'rîfâtü'1-Fýk-hýyye 219.

[202] el-Misbâh 2/512, et-Tevkîf 526, el-Matla' 291, Talebetü't-Tale-be 108, Ta'rîfat 83, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 240, Hilyetü'1-Pu-kahâ 152, el-Muðnî 5/624.

[203] Eþbâh ve'n-Nezâir 88, Eþbâh ve'n-Nezâir (Suyûtî) 83, el-Mün-tekâ (el-Bâcî) 1/45, Reful-Harâc (Salih Hamid) 262.

[204] el-Misbâh 2/476, el-Muðrib 2/50, el-Matla' 233, el-Müntekâ (el-Bâcî) 4/157, Mevâhibü'l-Celîl 4/369, Nihâyetü'l-Muhtâc 3495, el-Muðnî 4/232

[205] el-Misbâh 2/489, el-Muðrib 2/63, et-Ta'rîfâtü'1-Pýkhýyye 370-379, el-Fetâva'1-Hindiyye 1/183, el-Kâfî (Abdilber) 1/480, el-Muðnî 8/516.

[206] el-Muðrib 2/49, et-Tevkîf 508, el-Müfredât 490, el-Külliyât 3/261, Ðurerii'l-Makâle 72, et-Ta'rîfâtü'1-Fikhýyye 375.

[207] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 6/125, Meþârikul-Envâr 2/291, Be-sâir Zevft-Temyîz 5/237, Umdetu'1-Kârî 11/174.

[208] el-Muðrib 2/346, Taiebetü't-Talebe 98, Hüyetü'l-Fukahâ 159, el-Matla' 279, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 542, Keþþâfü'1-Kýnâ' 4/175, el-Kavânînu'I-Fýkhýyye 379, Ravdatii't-Tâlibîn 6/324, et-Dürrü'1-Muhtâr 4/393, Mürþidü'l-Hayerâýý m. 810, Mecelle m. 763.

[209] el-Misbâh 2/835, el-Muðrib 2/365, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 546, Hüyetü'l-Fukahâ (îbn Fâris) 99.

[210] el-Muðrib 2/366, et-Tevkif 731, Reddü'l-Muhtâr 4/338, Ravda-tü't-Tâlibîn 5/342, Nihâyetü'l-Muhtâc 5/358, Minehu'l-Celîl 4/34, Þerhu Hudûd (îbn Arefe) 411, Keþþâfül-Kmâ' 4/203, Mi-yâre ale't-Tuhfe 2/135.

[211] el-Mülkiyyetü'1-Âmme  (Dr.   er-Rûbî)   57,  Reddü'l-Muhtâr 3/414, 436, 438, Mecelle (Hanbelî) m. 843 857.

[212] el-Mülkiyyetü'1-Âmme (Dr. er-Rûbî) 57, 58.

[213] el-Misbâh 2/835, el-Müfredât 832, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 539, ResâÝlü Ýbn Âbidin 1/11, 17, el-Tasarrufât ve'1-Vekâi'iþ-Þer'iy-ye (Muhammed Zekî) 131.

[214] el-Misbâh 2/826, el-Muðrib 2/357, Ta'rifât 131, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 543, el-Müfredât 823, el-Hýyâr fi'1-Ukûd 2/719.

[215] el-Tevkîf 727, el-Misbâh 2/827, el-Matla' 294, Tahrîný Elfâzi't-TenbîH 240, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 544, Mürþidü'l-Hayerân m.

[216] Meþânku'I-Envâr 2/477,   el-Fâik 4/37,   el-Mecmû'ul-Muðîs 3/375, el-Furûk 48.

[217] el-Kâmûsu'1-Muhît 997, el-Muðrib 2/359, et-Ta'rîfâtü'1-Fýk-hýyye 544.

[218] el-Misbâh 2/834, el-Müfredât 829, et-Tevkîf 106, el-Ta^fâtü'l-Fýkhýyye 545, el-Furûk (Askerî) 48.

[219] el-Muðrib 2/369, et-Tevkîf 732, el-Bedaf 6/19, Tebyînü'1-Haka-ik 6/94, Metâlibu Uli'n-Nuhâ 3/248, Tuhfetü'l-Muhtâc 5/16, Mecelle m. 1449.

[220] el-Misbâh 1/318, el-Muðrib 1/388, et-Ta'rîfâtül-Fýkhýyye 546, Dürerü'l-Hükkâm 4/264, Þerhu'l-Mecelle (Atâsî) 6/149, 151, 155, Mecelle m. 1791, 1834.

[221] el-Misbâh 2/838, el-Muðrib 2/368, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 546, Meþâriku'l-Envâr 2/286.

[222] el-Misbâh 2/841, Taiebetü't-Talebe 66, Keþþâfu Istýlâhâti'1-Fü-nûn 2/1527, Bedâi' 4/170.

[223] el-Misbâh 2/802, el-Matla' 247, Ahkâmu'l-Kui'an 1/421, Dira-sât fi Usûli'l-Mudâyenât 75.

[224] el-Muðrib 2/372, el-Misbâh 2/841, Besâir Zevi't-Tfemyîz 5/283, el-Vilâyet 2, el-Ahkâmu's-Sultâniyye (Ebu Yala) 28, el-Vilâyet ale'1-Mâl (Ali Hasebellah) 2, el-Vîlâye (Ebu Zehra) 15.

[225] Tehzîbu'1-Esmâ ve'1-Luðât 2/95, Reddü'l-Muhtâr 6/647, Fetâ-vâ Kadýhan 3/512, eþ-Þerhu's-Saðîr 2/181.

[226] el-Misbâh 2/849, el-Muðrib 2-395, el-Müfredât 846, Câmi'ul-Pusûleyiý 1/107, Mirkâtü'l-Mefâtih 3/307, el-Adevî alâ Kifâye-ti't-Tâlibi'r-Rabbânî 2/129, es-Sunûsî 4/264, el-Bahru'r-Râik 6/141, Tebyînü'l-Hakâik 4/79.

[227] el-Furûk (Karâfî) 2/207, el-Mühezzeb 1/366, Nihâyetü'1-Mub-tâc 5/155, Bidâyetü'l-Muctehid 2/263.

[228] el-Kavâid (Ýbn Receb 38, el-Mühezzeb 1/413, el-Hýraþî 4/330, Mecma'ud-Damânât 57, el-Furûk (Karâfî) 2/207, 4/37.

[229] el-Misbah 2/850, el-Muðrib 2/397, et-Ta'rîfat 555, el-Furûk (Askerî) 169.

 

[230] el-Misbâh 2/851, el-Furûk (Askerî) 247, el-Mukaddimât ve'l-Mümehhidât 17222, el-Bahru'r-Râik 7/169, el-Fetâva'1-Hay-riyye 1/220, el-Eþbâh ve'n-Nezâir 350, Mürþidü'l-Hayerân m. 59, Mecelle m. 165, 1199.

[231] el-Misbâh 2/456, Tehzîbu'1-Esmâ 1/193, el-Müfredât 469, el-Bahru'r-Râik 7/192, Tuhfetül-Muhtâc 1/287, Kavâidül-Ah-kâm (el-Ýz) 2/176, Minehýý'l-Celîl 4/321, el-Muhallâ 8/180.

[232] En'am 119

[233] Bakara 173

[234] el-Misbâh 2/425, el-Eþbâh (Ýbn Nüceym) 94, el-Eþbâh (Suyû-tî) 84, Dürerü'l-Hükkâm 1/34, el-Mensûr (Zerkeþî) 2/317, 320, el-Muvâfakât 2/4, Ýzahü'l-Mesâlik 365, Mecelle m. 21, 22.

[235] et-Ta'rîfâtü't-Fýkhýyye 314, Talebetü't-Talebe 16, el-Muðrib 1/366, Tahrîru Elfazi't-Tenbîh 101, Hilyetü'l-Fukahâ 95.

[236] Lisânü'l-Arab 12/220, el-Misbâh 1/249, Tehzîbu'1-Esmâ 1/112, Keþþâfu Istýlâhâti'l-Funun 2/516, Reddü'l-Muhtâr 5/281, Fet-hul-Ðýfâr 3/80, Keþfu'l-Esrâr 4/238, Esne'l-Metâlib 2/15, Di-râsât fi Usûli'l-Müdâyenât 10.

[237] el-Mufredât 317, et-Tevkîf 891, Reddü'l-Muhtâr 4/84, 137, el-Mühezzeb 1/377, Minehu'l-Celîl 3/526.