(buluntu)
Sözlükte atýlmýþ ve düþürülmüþ bir eþyayý alýp kaldýrmak manasýna gelen lakit kökünden türemiþtir.
Deyim olarak, sahibi tarafýndan kaybedilmiþ veya düþürülmüþ olup da baþkasýnýn alýp kaldýrdýðý yitik mala denir. Bu açýdan bazý fýkýhçýlar onu þöyle tarif etmiþlerdir: "O, bulan kiþinin asýl sahibini bilmediði, bulunan masum, yitik haktýr." Ayrýca bu yitik mal lukâta ve lukâtâ þeklinde de isimlendirilmiþtir. [1]
(akdin baðlayýcýlýðý)
Sözlükte lüzum, devam ve sabit olma demektir. Meselâ "le-zime'þ-þey" ifadesi, "o þey sabit ve devamlý oldu" anlamýna gelir. "Lezimetü'1-mâl vel-amel" cümlesi de, "mal ve iþ ona vacip ve gerekli oldu" anlamýnda yorumlanýr.
Tferim olarak lüzûmu'l-akd kavramý ise akdin kesin olmasý þeklinde açýklanýl". Taraflardan herhangi biri onu feshetmeye, bozmaya ve ondan vazgeçmeye asla yetkili deðildir. Bu sebeple akit ne zaman lüzum sýfatýný kazanýrsa iki taraftan birinin ondan dönmesi ve onu bozmasý mümkün olamaz. Ancak vazgeçme konusunda ikisi ittifak ederlerse o zaman akdin bozulmasý mümkün olabilir. Çünkü akdin bozulmasýyla iki taraf arasýnda kararlaþtýrýlan hukuki durumun deðiþtirilmesi söz konýistMur. Bütün bunlardan dolayý ilk aslýnda olduðu gibi akdin bozulmasý da karþýlýklý rýzaya baðlýdýr.
Lüzum sýfatýnýn akitlerde, zaruri ve temel düþünce olduðu gayet açýktýr. Eðer bu özellik bulunmasaydý akit, iþlemin yürümesi ve hayatýn kazamlmasý konularýndaki en önemli Özellik ve üstünlüklerini kaybetmiþ olurdu.
(teslimi imkânsýz)
Sözlükte ma'cüz', zayýflýk anlamýna gelir- Bir kimse bir þeyde zayýf düþtüðü zaman "aceze fülânün" denilir.
terim olarak fýkýnçýlar Bunu. muamelat konusunda-ve teslimine güç yetmeyen þey manasýnda kullanmýþlardýr. Gtiitfhura göre herhangi bfr þeyde bû sýfat varsa onü satmak caiz deðildir. Afed-i âbýfe ve batr-î þâ-rid (kaçak deve) gibi. Bunlar kaçmýþ köle ve devedit1, yei1-ierikesinolarak bilinmez.
Bunlarýn satýþý bey-i garardýr. Yine milctarý belirtildikten sonra, fakat müþteri teslim almadan önce tabiî afetler bu mallarý ma'cûzut-teslîm durumuna sokarsa, akdin zorunlu olarak infisahý gerekir. Çünkü artýk akdin^ygulalfir masý imkânsýzdýr ve akdin devamýnda hiçbir fayda yoktur.[2]
(mâden)
Sözlükte sahibinin sabit olarak yerleþtiði mekan ariîâmýna feuÝlanite az ve kýþ orada'oturu Yine, Allah Teâlâ'nýn
yarattýðý altýn, ve gümüþ yataklarýna da ma'din denilir. Çünkü insanlar yaz ve kýþ orada bulunurlar. Allah Teâlâ'mn, bu madenin cevherini yerleþtirdiði için oraya bu ismin verildiði de söylenmiþtir. Allah sadece bu iki cevheri oraya yerleþtirmiþtir ve artýk sabitleþmiþtir. Ayrýca bu kelime bir þeyin aslý þeklinde de yorumlanýr. Meselâ "Her þeyin madeni aslýdýr" denilir. Çoðulu me'âdin þeklinde gelir. Terim olarak iki anlamda kullanýlýr:
1- Allah Teâlâ'mn, yeryüzünün cevheri olan altýn, gümüþ ve bakýr gibi varlýklarý koyduðu mekanlar,
2- Yeryüzünün (topraðýn) cevherinden çalýþma ve tasfiye yoluyla elde edilen gümüþ, altýn, demir ve ve benzeri varlýklarýn kendileri.
Fukaha madenleri iki kýsma ayýrmýþlardýr: Maden-i zahire: Kazanýlmasý için aramaya gerek bulunmayan, yerden ayrýlmýþ ve ulaþýlmasý için yardýma gerek duyulmayan madenler.
Maden-i bâtme: Elde edilmesi için arama gereken, yerden henüz ayrýlmamýþ olan ve ancak çalýþma ve yardýmla ulaþýlabilen madenler. [3]
Sözlükte mevcudmý karþýtý olup 'adem kökünden gelir. 'Adem ise. kaybolma, mevcudun yok olmasý gibi anlamlara gelir. Ancak kay! ulma anlamýna gelen fakd daha özel ve dar bir anlam taþýr. Çünkü bir þeyin ademi, varlýðýndan sonra meydana gelir. Yani hem fakd için hem de henüz mevcut olmayan þeyler için 'adem denilir.
Teýim olarak Þâfýî, Hanefî, Mâliki ve Hanbelî fukahasýndan cumhurun görüþü; gelecekte bulunacak olan malda bey-i ma'dumun batýl oluþu üzerinde birleþir. Ancak özel þartlarla oluþan selem bundan müstesnadýr. Ýbn Teymiye ve Ýbn Kayyim bu görüþe muhalefet etmiþlerdir. Bu ikisine göre, garar ve mukanýere içermeyen bey'-i ma'dûm caizdir. Bunlar1 içeren bir alýþ veriþten ise sakýndýrýlmýþtýr. ibn ±£ayyim'e gör ma'dum üç kýsýmdýr:
1- Zimmette sabit ve mevsuf olan ma'dûm. Bunun satýþý ittifakla caizdir.
2- Mevcuda tabi olan ma'dûm; ma'dûm mevcuttan daha çok olsa bile. Bu da iki çeþittir: Birincisi müttefekun aleyh olandýr ki, sadece birisi olgunlaþmýþ olan meyvalarýn satýþýdýr ve akit anýnda diðer meyvalar ma'dûmdur.
Diðeri de muhtelefün fîh olan çeþididir ki, kavun, karpuz ve bostanlarýn (olgunlaþtýðýnda) satýþý gibi.
3- Elde edilip edilmeyeceði bilinmeyen satýcý tarafýndan elde edileceði garanti edilmeyen ve müþteriyi tehlikeye düþüren ma'dûm. Ýþte bunun satýþýný þeriat ma'dûm olmasýndan deðil, garar olmasýndan dolayýyasaklamýþtýr. Bey'-i habele'l-habele, bey'-i mülâmese, bey'-i münâbeze, bey'-i melâkýh ve bey'-i medâmîn gibi. [4]
(bilinen, belirli)
Sözlükte yakýn ve marifet anlamýna gelen ilim sözcüðünden alýnmýþtýr. Ma'lûm da meçhulün zýttýdýr.
Terim olarak fukaha, malî muâveze akitlerinde akdin sýhhati için akit konusunun bilinmesi þartýný koymuþtur. Bu þartýn yokluðu teslim ve tesellüme mani olur. Halbuki taraflarýn maksadý bu teslim ve tesellüm iþlemidir. Bu Þüphesizler eþyanýn''çeþitli olmasý gi de çok çeþitlidir Omýn: esa,þý, eþyayý; dið vasýflarýyla kavramaktýr. Sanki eþyamncinsinij çeþidini ve miktarýný bildiren sýfat veya malûmat gibi.
Meselâ Mecelle'nin 201., maddesinde geçtigine.görebey', onu diðerinden ayýran sýfatlarýn ve durumlarýn açýklanmasýyla malûm hale gelir. Meselâ bir ölçek Havran, buðdayý veya sýnýrlarý belli bir arazî satýlýrsa, satýlan mal malûmdur ve bey' geçerlidir.
Malûmda muteber bîah, akte bitiþik veya Hiçbir þeyin deðiþmeyeceði kadar kýsa bir süre önce kavramaktýr.
Malûmun aksi cehalettir. Kârâfî'nin bildirdiðine göre, malûmÝyetin bulunmamasý, bir þeyin kazanýlmasýna veya kazamlmamasma dönük olduðu zaman burada garar var demektir. Eðer adem sadece bir þeyin; sýfatýna dönük olursa bu da meçhuldür.[5]
Sözlükte, biriktirilebilen, Saklanabilen þey demektir. Bâcli göçebe halkýna göre ise mal, nimet anlamýna gelir. Bazýlarý da mal lafzýný gümüþ ve altýn olarak yorumlamýþlardýr. Diðer bir kýsýr.a ulema da bu jkisinin dýþýndakilere .mal de.miþlerdir. îbn Paris'in yorumu da:"Maþnainin insanlar .ve., kalplerin, meylettiði,, için verildiði" .þeklindþdir.
(yarar)
Sözlükte "fesad" kelimesinin zýttý olan "salah" sözcüðünden alýnmýþtýr. Meselâ "fi'l-emri maþlaha" denilir ki "bu iþte hayýr vardýr" manasýna gelir. Çoðulu mesâlih'âir.
Terim olarak fýkýh dilinde, lezzet, ferah ve bunlarýn sebepleri þeklinde açýklanýr. Elem, gam ve sebepleri anlamýna gelen mefsedet kelimesinin zýttýdýr. Bunlarýn her ikisinin de nefsî, bedenî, dünyevî ve uhrevî olduðu söylenmiþtir.
Gazzâlî'ye göre, maslahat, þeriatýn yaratýklar üzerindeki maksatlarýný korumaktýr. Þeriatýn maksatlarý ise onlarýn dinini korumak, nefsini korumak, aklýný korumak neslini korumak ve malýný korumak þeklinde sýralanýr. Ýþte bu beþ temel esasý korumak maslahattýr. Bunlardan herhangi birinin korunmamasý, bozulmasý da mefsedetin var olmasý, maslahatýn ise yok edilmesi demektir.[6]
(gider kalemi, banka)
Terim olarak malýn harcandýðý yer, mekan manalarýna gelir. Meselâ "saraftü'l-mal", "malý harcadým" demektir. Bu anlamda, "zekat masraflarý "beytülmâl masraflarý" ifadeleri kullanýlýr. Bu ifadelerin anlamý, "zekatýn hak sahipleri", "beytülmâlden alacaðý olanlar" demektir.
Banka anlamýna gelen çaðdaþ kullanýmýnda ise, "sarf kelimesinin "para ile para deðiþimi" anlamýna gelen ýstýlah manasýndan ya da "nakd ile nakdin satýþý" þeklinde açýklanan bey'-i sarf iþleminden istifade edilmiþtir. Sonuç olarak bu iþlemlerin tamamlandýðý mekan olarak kabul edilir. [7]
(temerrüt)
Sözlükte, bir hakkýn yerine getirilmesini uzatmak demektir. Bir baþka ifadeyle defalarca yerine getirmeye ve ödemeye söz vererek oyalamaktýr.
Terim olarak sözlük anlamýyla ayný yerde kullanýlýr. Hafýz Ýbn Hacer'in dediðine göre kendisine bir hak ve Borçlunun deyn-i hali uzatmasý iki þekilde olur. Zor durumda plan borçlunun borcunu ödemeye muktedir olmadýðý zaman, buluncaya kadar ihmal ve terk etmesidir. Sonra keh-1 diþi, çoluk çocuðu ve alacaklýsý için rizk arar:
Matl bi-batýl: Özürsüz olarak, borcunu ödemeye kadir bir kimsenin ihmali ye uzatmasýdýr. Bu, büyük günahlardan ve borçluya borcunu ödeme cezasý gerektiren büyük bir zulüm sayýlýr.
(belirsizlik)
Sözlükte ma'lûmun zýttýdýr ve ilmin zýttý olan cehalet kökünden gelir.
Deyim olarak "mechûluT-ma'kûdu aleyhi", üzerinde akit yapýlan þeyin bilinmemesi demektir. Yani meselâ satýþ akdinde bilinmeyen bir mal üzerr.Ýe sözleþme yapýlmasý gibi.
Buradaki cehaletin sebebi aþaðýda sayýlanlardan biri olabilir.
• Mahallin (akit konusu eþya) cinsinin bilinmemesi. îs-mi söylenmeyen bir eþyanýn satýlmasý gibi.
• Eþyanýn çeþidinin bulunmasý; türü bilinmeyen bir hayvanýn satýþý gibi.
• Mahallin kendisinin bilinmemesi.
• Mahallin sýfatýnýn bilinmemesi, vasýflarý bulunmayan buðdayýn satýþý gibi.
• Mahallin miktarýnýn bilinmemesi, miktarý bilinmeyen elbiseyi satýn almak veya aðýrlýk ve hacim ölçüsüyle ölçülmesi gereken bazý mallarýn miktarlarýný tesbit etmeden satmak gibi.
• Teslim müddetinin bilinmemesi, ödeme vakti belli olmayan veresiye satýn alýnan mal gibi.[8]
(akýtma hakký)
Sözlükte sel anlamýna gelen cery kökünden türemiþtir. Meselâ "cera'1-mâ" denilir ki, "su aktý" demektir. Kelime aslen fiil olarak "vekafe (durmak)" ve "sekene (oturmak)" kelimelerinin zýttýdýr.
Deyim olarak mecra, irtifak haklarýndandýr ve yaðmur suyu, kar suyu vb. sulan akýtma hakký demektir. Ancak bunlarýn keyfiyeti akar sahipleri ve komþular arasýnda kararlaþtýrýlmýþ olmalýdýr. Fakat, bir kimsenin yaðmur suyu, kar suyu ve benzeri sularýn akmasý için baþka birinin mülkünde eskiden beri pullandýðý bir dere varsa mülk sahibi bunu kaldýrýp yasaklayamaz. [9]
(mteiýgý bilinmeyen satýþ)
Sözlükte dol hayvanlarýnýn sýrtlarýnda, bulunan, þey e denir. herýnýn dediðine göre döl hayvanlarýnýn sýrtlarýndaki bu þeyin "medâmîn" þeklinde iþîmlendirilmesinin sebebi Allah leala nýn onu, hayvanlarýn sýrtlarýna yerleþtýrmýþ olmasýndandýr.
(gayr-i meþru vergi/indirim)
Sözlükte asýl anlamý cibâye (tahsil etme) dir. Sonralarý tahsil edilen mal, kaynaðý itibariyle meks þeklinde isimlendirildi. Çoðulu mukûs þeklinde gelir.
Havârizmî'nin tarifine göre bu, tüccardan giriþ yerlerinde alýnan vergidir.
Terim olarak çoðunlukla sultanýn alým satým amnda zorla aldýðý yardýmlara denir.
Heytemî'ye göre mukûs alýnmasý büyük günahlardandýr. Çünkü mâkis bu vergiyi haksýz yere alýr, haksýz yere harcar ve hak etmeyene verir. Bu sebeple Fukaha, Hz. Peygamberin "Meks sahibi cennete giremez" (Hakim) sözünü büyük günah olarak yorumlamýþlardýr.
Bey' konusunda kullanýlan meks'e gelince bundan maksat müþteri tarafýndan fiyatýn eksiltilmesidir.[10]
(zenginlik/güçlülük)
Sözlükte "racülün melî" denilir. Yani zengin ve güçlü adam demektir. "Hüve emleü'1-kavm" Ýfadesi "Toplumun en zengin kiþisi" anlamýna gelir. Mele' tabiri de toplumun en þereflisi manasýna kullanýlýr. Ýnsanlar melâeti sebebiyle "en þerefli" þeklinde isimlendirildi. Çünkü böyle bir toplumda iyilik ve müsamaha vardýr, ya da onlar gözlerini fedakârlýk, göðüslerini de hibe ile doldurmuþlardýr. Yani çok baðýþ yaparlar. Terim olarak sözlük manasýyla ayný yönde kullanýlýr. [11]
Genel olarak bir kimsenin mülküne dahil olan þey demektir. Ýnsan bu varlýklardan þer"î hükümler dahilinde faydalanma, bedel karþýlýðýnda satma ve baþkalarýnýn tasarrufundan koruma gibi imkânlara sahiptir.[12]
Sözlükte maddî ya da manevî olsun kendisinden istifade edilen þey demektir. Hayvana göre, süt ve yavrusu, aðaca göre meyvesi ve benzeri þeyler gibi.
Kelimenin aslý nefe'a kökünden alýnmýþtýr ve hayýr, iyilik demektir. Asýi anlamý ise, hayra ulaþmada yardýmý olan Þey demektir. Ýnsan bununla istediðine ulaþýr.
Deyim olarak, menfa'ati çoðu fukaha sadece uruz (kitap, meta gibi) denilen ve kullanma yoluyla istifade edilen eþyanýn faydalan þeklinde anlamýþlardýr. Evlerin kullanýlmasý, arabaya binilmesi, elbisenin giyilmesi, iþçinin çalýþmasý gibi. Hayvanýn sütü, aðacýn meyvesi, a'yân denilen mallarýn ücreti ve buna benzer maddî faydalarý ise hariç tutmuþlardýr.[13]
(taþýnýr)
Sözlükte bir þeyin yerini deðiþtirmek anlamýna gelen nakl kökünden türemiþtir.
Deyim olarak emvâl-i menkûle ise akarýn dýþýndaki mallar demektir ve "nakli ve yerinin deðiþtirilmesi mümkün olan mal" þeklinde tarif edilmiþtir. Bu tarifin içine nu-kut, uruz, hayvanlar, arabalar, gemiler, uçaklar mekîlat, mevzûnat ve buna benzer bütün mallar girmektedir.[14]
(zorluk)
Sözlükte þiddet, zorluk ve darlýk gibi anlamlara gelir ye kýrmak manasýna gelen þakk kelimesinden türemiþtir. Bu þekilde isimlendirilmesinin sebebi meþakkatin, nefis ve bedende bir çeþit kýrýlma ve üzülme meydana getirmesinden dolayýdýr.
Terim olarak da sözlük ifadesiyle ayný anlamda kullanýlýr. Ancak fakihler teklif konusundaki meþakkati iki kýsma ayýrmýþlardýr:
1- Alýþýlmýþ ve kaçýnýlmasý imkânsýz hale gelmiþ meþakkatler. Bunlar bütün þer1! tekliflerin ayrýlmaz özelliðidir. Çünkü þer'an yapýlmasý istenen bir amelde bu tür me-þakketler bulunmasaydý, bu amel teklif olarak isimlendirilmez di.
2- Aþýrý meþakkat: Ýnsan gücünün üstünde olduðu için, yerine getirme konusunda insanlarý çok þaþýrtan zorluk ve sýkýntýlardýr. Eðer bu meþakkat bir amelde varsa, mükellefin o iþten kopmasýna sebep olurdu. Ya da hukuk karýþýklýðý, þaþkýnlýk ve kötü hal sebebiyle iþin Önemli bir kýsmýný yapamazdý. Yahut da mükellefin kendine, malýna veya herhangi bir haline büyük zarar verirdi.
Ýþte bu tür bir meþakkati Allah Teâlâ, mükellefin durumuna uygun bir amel karþýlýðýnda ruhsat ve hafifletici sebep kýlmýþtýr. [15]
(arazi iþleme hakký)
Deyim olarak Osmanlý dönemi son Hanefî âlimleri tarafýndan kullanýlmýþtýr, baþkalarý bu tabiri bilmez. Esasen bunun manasý, baþkasýna ait arazideki hiraset "sürme, ziraat" hakkýdýr.
Meseke sözcüðü kendisine tutunulan, dayanýlan vesika, dayanak demektir. Yani, sahibi tarafýndan ziraat yapmasýna izin verilen kimseye bu izin sanki onun için bir tutanak, vesika olmuþtur ve tarlayý iþlerken buna yapýþýr. Meseke denilmesinin sebebi ise, araziyi iþleyen için bununla geçmiþe dayalý bir hakkýn sabit olmuþ bulunmasýdýr. Ýþlediði müddetçe bu araziden atýlamaz ve kovulamaz. Ancak arazi sahibine üzerine gereken ücreti misil, uþr veya haraç gibi yükümlülükleri yerine getirir. Bu þartlar altýnda yaþadýðý müddetçe araziyi iþleyen kimsenin hakkýdýr.
Aslýnda bu mücerred (soyut) bir haktýr. Çünkü araziye baðlýdýr ve sadece iþleme ve ekip biçme hakkýdýr. Eðer böyle bir arazide aðaç ve âlet edevat gibi a'yân varsa böyle bir araziye kýrdar denir, artýk meþeddü'l-meseke denmez. A'yân denilen mallar dükkanlarýn içine konulmuþsa ve sabit iseler bu takdirde arazinin adý kedik'tir.
Meþeddü'l-meseke vakýf arazileri ile beytülmâlde mümkündür. Bunlar zaten arazi-i emîriyye (devlet/hazine topraðý) içine dahildir. [16]
Sözlükte þuðl maddesinden gelir ve ferað kelimesinin zýttýdýr.
Terim olarak sözlük anlamýyla ayný yönde kullanýlýr. Fýkýhçýlar bu ifadeyi malî iþlemlerde üzerinde anlaþma yapýlan eþyayý teslim konusunda kullanmýþlardýr ve daha çok Hanefî ve Þâfîî fakihlerinin ýstýlahýdýr. Þöyle ki; bunlar bir malýn kabzý, yani teslim alýnmýþ olabilmesi için satýcýnýn hakkýyla meþgul bulunmamasý, onun malý ile hiçbir iliþkisinin kalmamýþ olmasýný þart koþarlar. Eðer satýlan eþya bir ev ise ve satýcýnýn eþyalarýyla meþgul bulunuyorsa boþ olarak teslim edilinceye kadar kabzedilme iþlemi (teslim alma) tamamlanmýþ olmaz.
Mürþidü'l-Hayerân'vn. 440. maddesinde geçtiðine göre "Eþyanýn tesliminde ayrýlmýþ olmasý ve satýcýnýn hakkýyle meþgul bulunmamasý þarttýr. Eðer satýlan eþya ev ise ve satýcýnýn eþyalarýyla meþgul bulunuyorsa veya bir arazi ise ve satýcýnýn ekiniyle meþgul bulunuyorsa, ev eþyalardan arazi de ziraatten boþalmadýkça teslim geçerli olmaz." [17]
(harcama/teslim giderleri)
Sözlükte, aðýrlýk, yorgunluk ve zorluk manalarýna gelir. Deyim olarak zekat ve hac konusunda kullanýlmýþtýr ve nafaka, harcama demektir. Meselâ "meûnetül yâl" denilir ki bundan maksat insanýn, çoluk çocuðuna yetecek miktarda, üzerine aldýðý harcama ve yükümlülüklerdir.
Ayrýca bey' konusunda külfet, yük ve masraf anlamýnda kullanýlýr. Meselâ me'ûnetü'l-ikbâz denilir ki bundan da maksat satýlan malýn teslimine dair masraflardýr. Tartma ve ölçme ücreti, tellal ücreti gibi. Yine eþyanýn teslim ücreti de buna dahildir. Paranýn taþýma ücreti, tartýlma ücreti, senet yazma ve þahitlerin ücreti gibi.
Kelime eyn kelimesinden türemiþ olup zorluk ve yorgunluk manasýna gelir.
Fukahanm kullandýðý mâne fiiline gelince bunun manasý da "geçimini üzerine aldý" demektir. [18]
(terike/miras malý)
Sözlükte mîrâs'm çoðulu olup bir topluluða ait bir þeyin sonra neseb ya da baþka bir sebeple baþkalarýnýn olmasý demektir.
Terim olarak Ölünün býraktýðý mal ve haklardýr. Bunlar kiþinin ölmesiyle sefan tesbit edilen kimselere ait olur.
Fýkhu'l-mevâris ifadesine gelince bu, mirasa kimin hak sahibi olup olmadýðýný bilmek ve çeþitli durumlara göre varislerden herbirinin Özel payýný tesbit etmek þeklinde yorumlanýr. [19]
(mülkiyet)
Sözlükte bir þeyi kuþatmak ve tasarruf gücüne sahip olmak anlamýna gelir.
Deyim olarak, bir kiþi ile bir þey arasýndaki þerl baðdýr. Tasarruf ve kullanma bakýmýndan mutlak olur. Baþkasýnýn tasarrufu bakýmýndan haciz (kýsýtlý) olur. Ayrýca milk þeriatýn tesbit etmiþ olduðu bir güçtür, tasarruf onunla baþlar. Mülkün tarifi þu þekilde de yapýlmýþtýr: "O þefi bir hükümdür ki, onunla bir mala ya da bir menfaate malik ve kadir olunur ve malik bu sayede mal ve menfaatten faydalanýr ya da herhangi bir þekilde karþýlýðýný alýr. [20]
(doðrudan/baðýmsýz mülkiyet)
Satýrý alma, hibe ve veraset gibi mülk sebeplerinden biri ile kayýtlý olmayan mülktür. Bu sebeplerden birine baðlý olan mülke ise "el-milk bi sebebin" ya da "el-milkü'1-mukayyed" denilir.
Meselâ biri þöyle diyerek iddiada bulunur: "Bu benim malýmdýr, davacý haksýz yere burayý iþgal etmiþtir. Bundan hakkýmýn alýnmasýný istiyorum." Ýþte bu iddia milkü'l-mutlak olur.
Bir baþkasý da þöyle iddia etse: "Bu benim malýmdýr. Filan kiþiden þu kadar paraya satýn aldým. Veya filan kimse bana hibe etti. Ya da sadaka olarak verdi ve bana teslim etti veyahut da bu bana babamdan mirastýr. Haklarýmýn alýnmasýný istiyorum." Ýþte bu iddia da milkü'l-mukayyed olur. [21]
(eksik mülkiyet)
Deyim olarak bütün tasarruf ve yetkileri sahibine ait olmayan mülk demektir. Bir eþyanýn kendisine mâlik olup menfaatine sahip olmamak gibi. Ayn olarak miras kalan mülkün menfaatinin geçici olarak baþkasýna vasiyet edilmesi de böyledir. Bunlarýn dýþýnda diðer bazý örnek olaylar da þunlardýr;
Ýcarede olduðu gibi, eþyanýn rakabesine deðil, sadece menfaatine malik olmak, herhangi bir karþýlýk almaksýzýn verilen izin sebebiyle doðan menfaat temliki, bir eþyanýn hem menfaatine hem de kendine birlikte malik olmak gibi. Ancak bu son durum yani her ikisine beraber tasarruf yasaklanmýþtýr. Meselâ kýsýtlý borçlunun malý gibi. Burada borç sahibi onu almaya hak kazanmýþtýr. Fakat henüz mülkiyeti kendisine geçmiþ deðildir ve bu da mülkü'n-nâkýs olur. [22]
(tam mülkiyet)
Terim olarak bir kimsenin, malik olduðu malýn mutlak tasarrufuna da sahip olmasý demektir. Bu durumda bey', hibe ve vakýf gibi tasarruflar caizdir.
Yine kendisi kullanmak veya baþkasýna temlik etmek ve kiralamak suretiyle menfaatler üzerinde tasarrufta bulunmak da mümkündür. Bunlara ilâveten insan malik olduðu malý hem ödünç verebilir hem de menfaatlerini vasiyet edebilir.
Mürþidü'l-Hayerân'm 11. maddesinde belirtildiðine göre milkü't-tâm, mâlikin sahip olduðu mal, menfaat ve gelirde mutlak tasarruf yetkisine sahip kýlýnmasý ve sahip olduðu ayn (mal)'dan, gelirinden, meyvesinden ve ürününden faydalanmasý; bunlara ilâveten malýn bizzat kendisinde mümkün olan bütün tasarruflarý da kullanmasý demektir. Milkü't-tâm'ýn ikinci kýsmý (karþýtý) mükü'n-nâkýstýr. Zerkeþî buna milkü'z-zaîf demiþtir. Kitabýnda belirttiðine göre milk, tam ve zaîf olmak üzere iki kýsýmdýr. Tam bütün tasarruflarý kapsayan, zaîf ise bunun aksidir.
Ýbn Rif'a'mn tesbitine göre ise milkü'z-zaîf, "henüz sahibinde yerleþmeden, baþkasýnýn iptaline imkân veren mülk" þeklinde tarif edilir. [23]
(baðýþ/ihsan/iðreti verme)
Sözlükte süt ve meyve gibi ürünlerinden bir müddet faydalandýktan sonra aslý geri iade edilmek üzere verilen mal þeklinde tarif edilir. Meselâ sütünü içmek üzere bir hayvaný veya meyvasým yemek üzere bir aðacý almak, sonra da iade etmek gibi. Buna minha ve müneyha da denilir.
Ýþte minhanýn asýl anlamý budur. Ancak sonralarý her türlü atiyye için bu isim kullanýlmýþtýr. Yani bedelsiz olarak mülk þeklinde verilen her atiyye minha kapsamýna girer.
Deyim olarak Kadý Iyaz'ýn yorumu þu þekildedir: Minha Araplarda iki þekilde ortaya çýkar:
1- Allah için verilen atiyye, hediye. Hibe ve baðýþ gibi.
2- Süt hayvanlarý ve ziraat arazilerni baðýþlamak. Deve, koyun, inek gibi hayvanlar verilir. Sütünden, gücünden ve yününden faydalanýlýr. Sonra da sahibine iade edilir veya bir kimseye, bir arazi parçasý verilir. Kendisi için eker, biçer sonra da sahibine geri verir. Bu da bir çeþit minhadýr. Aslýnda bunlarýn hepsi ister asýl, ister menfaat olarak verilsin birer atiyyedir.
Fukaha da bu kelimeyi ayný anlamda kullanýr. [24]
(emsal)
Sözlükte denk, benzer anlamlarýna gelir. Münâvî'nin dediðine göre misi, eðer ayný cinsten olursa baþka bir cinsin yerine aynen geçmesi demektir. Baþka cinsten olursa bundan kastedilen, iki þeyin birbirine, kendi cinsinden birine imkân nisbetinde benzemesidir. Kefevî de bu konuda þunlarý söylemiþtir: Misi benzetme konusunda kullanýlan lafýzlarýn en genelidir. Nazýr ise daha özel anlamda kullanýlýr. Yine nedd sözcüðü de böyledir. Çünkü bu kelime sadece cevherde ortak olan þey için söylenir. Þebih, müsavi ve þekil kelimeleri de bunun gibidir. Misil bir þey için mutlaktýr, kesin ve geneldir; herhangi bir kayýt yoktur. Yani misil bütün sýfatlarýnda denk olan bir varlýktýr.
Terim olarak fýkýhçýlar semen-i misil ifadesini kullanmýþlar ve bununla da bir þeyin gerçek kýymetini kastetmiþlerdir. Ecri misil kavramý ile de üzerinde anlaþma yapýlan eþyanýn gerçek menfaatine denk bir ücreti anlamýþlardýr. Bu misallerin hepsi örfe dayanýr. Mihr-i misil ile kastedilene gelince, kocanýn ödediði, herkesçe makul ve makbul bulunan mihirdir. Meselâ, bütün sýfatlarý denk ve benzer olan baþka kadýnlara ödenen mihir gibi. [25]
(standart)
Sözlükte misi kelimesinin nisbeti olup, bir þeyi ispat eden, ortaya çýkaran sýfattýr. Hububat ve normal bir hayvan gibi. Bu kelimeler o varlýklarýn þekline ve suretine nisbet edilip dayandýrýlmýþtýr. Meselâ bir þeye misli dendiðinde o þeyin aslî yaratýlýþýnda þekil ve suret bakýmýndan baþka bir þeye benzerlik var demektir. Bu yorum Feyyümî'ye aittir.
Deyim olarak mislî, bireyleri ve parçalarý birbirine benzeþen þeydir. Hatta farkedilmeden bazýlarý ötekilerin yerine geçer ve pazarlarda bu þeyin benzeri de vardýr.
Örf ve âdetlerde, ölçülebilen, tartýlabüen ve sayýlabilen eþyada bunun geçerli olmasý mümkündür. O takdirde mis-liyyat, çarþýlarda bol olarak bulunan ve örfi ölçü birimlerine tabi olan mallardýr.
Bu Ölçü birimleri, aðýrlýk ölçüleri, hacim ölçüleri, uzunluk ölçüleri ve sayýlardýr. Buna misal, bugün fabrikalarda üretilen ürünlerdir. Burada çeþit birliðine gitmek ve örnekleri deðiþtirmemek gerekir. Çünkü elbise, âlet edavat, arabalar ve diðerleri ile ilgili çarþýda pek çok benzer eþya vardýr. [26]
(sözsüz alým-satým)
Sözlükte, el atma, ele alma, ele geçirme gibi anlamlara gelir ve atâve kökünden türemiþtir.
Terim olarak fukaha bu kelimeyi sözlük manasýyla, ama özel bir anlamda kullanmýþlardýr. Onlara göre bey'de mu'âtât müþterinin malý almasý, sonra da parasýný satýcýya ödemesidir. Ya da satýcýnýn satýn almak isteyene malý vermesi, sonra da diðer kimsenin (müþterinin) malýn parasýný vermesidir. Ancak bu karþýlýklý rýza ile yapýlmalýdýr; bu esnada bir iþaret veya konuþma söz konusu deðildir.
Mu'âtât bazân beyide, bazan da malî akitlerde meydana gelir. Fukaha nazarýnda bunlar da mu'âtât kabul edilir.[27]
(yýllýk satýþ)
Sözlükte sene anlamýna gelen âm sözcüðünden alýnmýþtýr ve yýllýk manasýna gelir.
Nitekim müþâhere (aylýk) þehir'den, müyâveme (günlük) yeýým'den, mülâyelet (gecelik) de leyle kökünden türemiþ kelimelerdir.
Terim olarak fukaha bu kelimeyi birkaç yýllýk satýþlar konusunda kullanmýþlardýr. Yani aðacýn, hurmanýn ve bahçenin meyvasýný birkaç yýllýðýna satýþtýr. Ancak bu süre en az iki yýldan baþlar, üç, dört, beþ... yýllýk olabilir.[28]
(bedelli akit)
Sözlükte ivaz kökünden gelir ve karþýlýk ya da bir þeyin karþýlýðýnda Ödenen bedel demektir. Meselâ "iste'âda (bir þeyin bedelini sordu)", "âveda (bedelini ödedi)", "i'tâda (bedelini aldý)" ifadeleri kullanýlýr.
Terim olarak iki bedel arasýndaki deðiþime denir. Çoðulu mu'âvedât þeklinde gelir. Fýkýhçýlara göre ukûdü'l-muavedât, taraflar arasýnda karþýlýklý bazý yükümlülükler ve haklarýn doðmasýna sebep olmak üzere bir çeþit mülkiyet meydana getirmedir. Bu, rýfk, yardým, burs (baðýþ) gibi bir taraftan diðerine karþýlýksýz verilen teberrûlar gibi deðildir.
Mu'âvedât, mal ile mal, mal ile menfaat ve mal ile diðer þeylerin mübadelesini tanzim eden bir çeþit akittir. Buna menfaat ile menfaatin mübadelesi ve menfaat ile mal ve menfaat olmayan þeylerin mübadelesi de dahildir.
Bu çeþit akitler bütün bey' çeþitlerine yani bey'ul-mut-lak, mukâyeda, sarf, selem ve istisna' ile diðer ikrar ile sulh, a'yânm taksimi, tehâruc, havale, icâre, ceale, mühâ-yee, zevâc ve hulû' gibi akitlere þâmildir.
Bu konuda Hanefî mezhebinin yorumlarý çok uzundur. Fakat diðer mezheplerde mevcut deðildir.[29]
(emek-sermaye ortaklýðý)
Sözlükte darb kelimesinden alýnmýþtýr. Bu da yeryüzünde
yürümek, gezmek manasýna gelir.
Terim olarak, kârdan belirli bir pay karþýlýðýnda bir kimseye, ticaret yapmak üzere belirli bir miktar parayý vermektir. Iraklýlar bu iþleme mudârabe ismini verirken, Hica2Ýýlar kiraz adýný kullanmýþlardýr.
Bu sözleþmenin mudârabe þeklinde isimlendirilnýesi-nin sebebi, mudâribin (çahþan) çoðu kere kâr amacýyla yeryüzünde devamlý yürümesi, gezmesi ve dolaþmasýdýr. Taraflardan her birinin hissesine düþen payý aldýklarý için böyle dendiði de söylenmiþtir. Yine bu iþlemde para deðiþimi ve para ile iþtigal olduðu için bu ismin verildiði de belirtilmiþtir.
Mecelle'nin 1404. maddesinde geçtiðine göre mudârabe, "sermaye bir taraftan, çalýþma ve gayret öbür taraftan konmak üzere kurulan bir çeþit þirkettir." Mal sahibine "Rab-bü'l-mâl, bu parayý çalýþtýrana da mudârib denilir. Cürcânî, bu þirketin tabiatý ve keyfiyetini þu þekilde açýklamýþtýr: "Bu ilk önce bir para koymadýr. Sonra, çalýþmada vekalet vardýr. Eðer kâr olursa ortaktýr. Sözleþmeye aykýrý hareket edilirse para geri alýnýr. Eðer kazancýn hepsi mal sahibine ait olma þartý varsa o zaman akit bida'a adýný alýr. Yok eðer kazancýn hepsi mudâribe aitse o zaman sermaye ikraz edilmiþ olur."
Mudârabe mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kýsma ayrýlýr.
Mudârabe mutlaka: Zaman, mekan, ticaret çeþidi, satýcý ve müþteri tayini gibi kayýt ve sýnýrlamalar bulunmaksýzýn yapýlan mudârabe akdidir.
Mudârabe mukayyede: Yukarýda sayýlan hususlardan birisi ile bir sýnýrlama ve kayýt getirilerek yapýlan mudârabe akdidir. [30]
(aðaç dikme ortaklýðý)
Sözlükte kurma fidaný anlamýna gelen ðýrâs sözcüðünden alýnmýþtýr ve aðaç olarak dikilen her þey demektir. Gars kelimesi de ayný anlamda kullanýlýr.
Terim olarak Hanefîlere göre, bir kimsenin beyaz bir araziyi (aðaç bulunmayan arazi) diðer bir þahsa belli bir süre ile aðaç dikmek üzere vermesidir. Ancak dikilen aðaçlardan elde edilen gelir ve meyveler ikisi arasýnda yarý yarýya veya baþka bir þekilde taksim edilecektir.
Hanbelîlere göre ise, "muðârese veya münâsabe, meyvesi yenen, dikilmemiþ belli miktar aðacý, arazi ile birlikte, dikmek ve çalýþmak üzere bir kimseye vermektir. Aðaçlar meyve verdiðinde aðaçlarýn belli bir bölümü aynen veya meyvalardan bir kýsmý ya da her ikisinden birer bölümü ortak hissesi olarak mal sahibine ayrýlacaktýr.[31]
(hediyeli/indirimli satýþ)
Sözlükte müsamaha ve hoþgörü anlamýna gelir. Meselâ "Hâbâhu" denilir ki, "sâmeha" anlamýnda kullanýlmýþtýr. Kelime aslen vermek manasýna gelen ve heba kökünden alýnmýþtýr.
Deyim olarak muhâbât, mu'âveza akdi içerisinde yapýlan teberru, gönüllü baðýþ demektir. Meselâ, bedelsiz satýþ ve deðerinden fazlaya satýn alma gibi. Çünkü bu muameleler bir çeþit baðýþ anlamýna gelir.
Bu çerçevede birisi diðerine 20 bin kýymetinde bir þeyi 15 bine satsa, 5 bin hediye etmiþ olur. Sanki o adam 20 bin yerine 15 bin alarak mal ile mal mübadelesi yapmýþtýr. 20 binde, 5 bin hibe ya da hediyedir ve mana bakýmýndan, görünen yönüyle mal bedelinden vazgeçmiþtir.[32]
(ziraat ortaklýðý)
Sözlükte "habera" kökünden gelir ve ziraat için yarmak, kazmak anlamýnda kullanýlýr. Sonralarý, araziyi üçte bire, dörtte bire, yarýya, daha fazlaya veya daha aza ziraat etmek, ekip biçmek þeklinde yorumlanmýþtýr. Yani araziden elde edilecek üründeki müþterek hisseye atfolunur.
Terim olarak fýkýhçýlar sözlük manasýyle ayný yönde kullanmýþlardýr.
Muzâra'a ile arasýndaki farka gelince; muzâra'a, elde edilen ürünün bir kýsmýný almak üzere yapýlan bir muameledir. Ancak tohum arazi sahibine aittir. Muhâbera da bunun benzeridir. Fakat burada tohum tarlayý iþleyene aittir. [33]
(yeni buðdayý eskisiyle satma)
Sözlükte haki lafzýndan alýnmýþtýr. Haki ise, tohumun yerden çýkýnca baþak vermeden önceki haline denir. Ayrýca bu kelimenin ziraat edilen arazi anlamýna geldiði de söylenmiþtir.
Deyim olarak bey'-i muhâkale konusunda pek çok yorum ve görüþ vardýr. Bunlarýn en meþhuru; buðdayý, henüz ekin halindeyken hasat edilmiþ buðday karþýlýðýnda satmaktýr. Ya da, ekin halindeki buðdayý kile ile takdir ve tahmin ederek satmak þeklinde de yorumlanmýþtýr. Arazinin buðday þeklindeki kirasýna veya sadece bir bölümünün kirasýna da muhâkale denildiði söylenmiþtir. [34]
Sözlükte, köle ile efendisi her ay ödemek üzere bir vergi üzerinde anlaþtýklarý zaman, "efendi köleyi vergiye baðladý" denilir.
Terim olarak sözük anlamýyla ayný yönde kullanýlýr. Bu sebeple Nevevf nin tarifi þöyledir. "Köleye, efendiye her gün Ödemek üzere belli bir verginin þart koþulmasýdýr. Verginin dýþýndaki bazan köleye kalýr, köle kazancýnda müstakildir ve her ikisi de her zaman anlaþmayý feshedebilir.[35]
(haksýz kazanç)
Sözlükte iddialaþma anlamýna kullanýlýr ve hatar kökünden türemiþtir. Hatar kelimesi ise aslen tehlikeye, yok oluþa yaklaþma ya da kurtuluþ ile telef olma arasýnda bir durum manasýnda yorumlanýr.
Terim olarak Ýbn KayyÝm'in tarifine göre muhataranýn iki anlamý vardýr; muhâtaratü't-tüccar, satmak ve kazanmak maksadýyla bir malý satýn almak ve bu konuda Allah'a tevekkül etmekten ibarettir.
ikinci muhatara ise meysir yani kumar anlamýnda kullanýlan hatar'&m Bu da yanlýþ ve haksýz yollarla mal yemektir. Allah ve Resulü bunu haram kýlmýþtýr. Meselâ bey'-i mülâmese, bey'-i münâbeze, habele'l-habele, melâkîh, mezâmin ve olgunlaþmadan önce meyvenin satýlmasý gibi. Bu tür iþlemlerde taraflardan biri diðerini aldatýr ve zulmeder. Ancak tüccarýn satýn aldýðý malýn sonradan fiyatýnýn düþmesinde durum böyle deðildir. Bu Allah'ýn takdiridir ve birine hile yapýlmasý söz konusu olamaz. [36]
(ölçü birimleri)
Sözlükte mukadder kelimesinin çoðuludur ve takdir kökünden gelir. Bu da bir þeyin sayýsýný açýklamak ve belirlemek anlamýna gelir.
Terim olarak miktarý kile ile tartýlarak, ölçülerek ve sayýlarak belirlenen eþyalara denir. Bütün bunlar Örfî ve kýyasî Ölçü birimleridir ve geçmiþ asýrlarda insanlar bunlarý kullanmýþlardýr, baþkaca bir özellikleri yoktur.
Vezin, bir þeyin aðýrlýðýnýn veya hafifliðinin bilinmesi için denk bir þeyle karþýlaþtýrýlmasý ve kontrol edilmesidir.
Keyl, bir þeyin hacminin bilinmesi için denk bir þey ile denenmesidir.
Zer, sýra ile uzunluðunun bilinmesi için denk bir þey ile derîenmesidir.
Add ise, benzer birimlerin sayýlarýna göre bir þeyin sayýsýnýn belirlenmesidir.[37]
(ödeþme)
Sözlükte "kasastü'1-eser" denilir ve izini takip etmek manasýna kullanýlýr. Mukâssa ifadesinin türemiþ olduðu kâssa fiil kökü ise, karþýlýklý olarak ödeþti anlamýna gelir. Yani bir kimsenin diðer birine hem borcu var, hem de benzer bir alacaðý var. Ýþte borca karþýlýk borç hesap edilir ve her iki tarafýn borcu karþýlýklý olarak kapatýlýr. Esasen bu sözcük ýktisâs kökünden alýnmýþtýr. Bu fikirler Feyyûmî'ye aittir. Tferim olarak anlamý sözlük manasýndan alýnmýþtýr. Fu-kaha bununla bir kimsenin borçlusundan istediði alacaðýný borçlusunun istediði borcundan düþürmesini kastetmiþtir. Böylece alacaklýnýn zimmeti cinsi, sýfatý ve Ödeme vakti itibariyle benzer bir borç yani borçlunun alacaðý ile meþgul edilmiþ olur. Ýþte böyle bir durumda mukâssa meydana gelir ve miktar bakýmýndan eþit olduklarý takdirde her iki borç da düþer. Eðer borç miktarlarý farklý ise fazlasý kalýr. Mukâssa ortak miktarda yapýlýr. Artan miktar kadar birinin diðerine borcu devam eder. (Dilimizde buna "takas" ismi verilir.) [38]
(trampa/takas)
Sözlükte mübadele, yani benzer iki þeyin deðiþimi anlamýna gelir. Meselâ "filan kiþi babasýna benzedi" denilir Td, ikisi birbirinin benzeri demektir.
Deyim olarak mübadele, arz ile arzý, yani mal ile malý deðiþtirmektir ve her ikisi de para deðildir. Bazýlarý da bunu "ayný ayn karþýlýðýnda satmak" þeklinde tarif etmiþlerdir. Ya da "ticari eþyayý yine ticari eþya karþýlýðýnda satmak" þeklinde de tarif edilmiþtir. [39]
(kârýna satýþ)
Sözlükte "ribh" kökünden gelir ve artýþ, geliþine gibi anlamlarý vardýr. Meselâ birisi diðerine kâr verdiði zaman "Râbahahu ala sil'atihi" denilir. Yine kârý ortak olmak üzere birisine mal vermek manasýna da kullanýlýr.
Terim olarak "bey-i murabaha" kavramý ise, insanýn bir miktar artýþ karþýlýðýnda sahip olduðu malý satmasý þeklinde açýklanýr ve sadece uruz denilen ticaret eþyalarýnda uygulanýr. Bir baþka deyiþle ticari bir malý kârýný da ilave ederek belli bir fiyata satmaktýr. Bu çerçevede bazý yazarlar murabahayý þu þekilde tarif etmiþlerdir: "Mal sahibinin (satýcýnýn) müþteriye kaça satýn aldýðým bildirerek bir malý kârýyla satmasýdýr. Ancak bu, ya kârý topluca açýklamak suretiyle olur. "Bu malý bin liraya aldým ve senden yüz veya iki-yüz lira kazanýyorum" demek gibi. Ya da "Her lira için þu kadar kazanýyorum" þeklinde ayrýntýlarý da söyleyerek yapýlýr. Fýkýhçýlar murabaha konusunu "buyû'ul emânet" baþlýðý altýnda incelemiþlerdir. Çünkü buradan satýn aldýðý malýn alýþ fiyatýný bildirme konusunda emanetçi durumdadýdýr. [40]
(rýza)
Sözlükte, iki veya daha çok taraf arasýnda vâki olan kabul ve muvafakat demektir. Yani söz ve fiilde meydana gelen istekle birlikte beðenme, uygun görme þeklinde açýklanýr; zýttý ise, kýzma, reddetme ve öfkelenme vb. sýfatlardýr.
Terim olarak sözlük anlamýyla ayný yönde kullanýlýr ve bir akitte taraflarýn, akdin yapýlmasý konusunda ikrah gibi rýzayý tehlikeye sokan bir ayýp bulunmaksýzýn ittifak etmeleri demektir. Böyle bir akit "terâdi veya murâdât" ile yapýlan akit olarak isimlendirilir. Fýkýhçýlarýn bu anlamdaki akit tarifleri bey' için þöyle özetlenmiþtir: "Karþýlýklý rýza ile, malý, malla deðiþtirmektir.[41]
(vakýftan alacak)
Sözlükte, hazýrlama anlamýna gelir. Meselâ "ersade lehu'l-emr" denilir ki, "ona bir emir (=iþ) hazýrladý" demektir.
Terim olarak, "kiracýnýn vakýf kurumundan sabitieþmiþ ve kesinleþmiþ alacaðý" þeklinde açýklanýr. Kiracý vakýf nazýrýnýn izniyle bazý vakýf mallarýný tamir etmek üzere kendi malýndan harcama yapmýþtýr. Çünkü bu konuda hem vakfýn geliri yoktur, hem de bu mallarýn tamirine yetecek kadar peþin ücretle kiralayacak kimse de mevcut deðildir.
Bu deyim sadece son Hanefî fýkýhçýlarý tarafýndan kullanýlmýþtýr.[42]
(aðaç ortaklýðý)
Sözlükte saky kökünden alýnmýþtýr. Asýl anlamý, bir kimsenin, hurma ve üzümleri sulamayý ve bakýmlarýný üzerine almasýdýr. Bu çalýþmasý karþýlýðýnda da gelirden belli bir kýsmýný ücret olarak alýr. Bu Ýbn Fâris'in yorumudur.
Terim olarak fukahanýn. yorumu sözlük anlamýyla ayný yöndedir. Bu bakýmdan þu þekilde tarif edilmiþtir: Meyvesinden belli bir kýsmýný ücret olarak almak üzere bir kimseye aðaç ve üzümlerinin bakýmým vermektir.
Hanbelî Mece'sinin 1947. maddesinde geçtiðine göre musâkat "yenecek meyve veren dikilmiþ belli bir miktar aðacý orada çalýþacak ve onlara bakacak bir kimseye, meyvelerden belli bir pay karþýlýðýnda vermektir" þeklinde tarif edilmiþtir. Bu durumda aðaç sahibine musâkî, diðerine de âmil denir.
Musâkat bir çeþit þirket olup, aðaçlar bir taraftan, onlarýn bakýmý ve çalýþma diðer taraftan konur. Hasýlat olarak elde edilen meyve de ikisi arasýnda taksim edilir.
Bu akdin bir adý da "muamele" dir. es-Saðâni'nin dediðine göre, "muamele" Iraklýlar tarafýndan, "musâkat" da Hicazlýlar tarafýndan kullanýlýr.[43]
(rüþvet).
Sözlükte rüþvet manasýna gelir.
Terim olarak Nesefî'nin dediðine göre musâne'a, kolaylýk demektir. Yani bir þeyi tutmak vo oyalamaksýzm kolaylýkla vermektir. Bir baþka deyiþle azgýn bir zâlime, onun zararýný ve kötülüðünü defetmek veya ondan hakkýný almak maksadýyla mal vermek þeklinde yorumlanýr. [44]
(akit sözleþmesi)
Sözlükte iki þahýstan karþýlýklý olarak vaad, söz almak demektir. Meselâ, bu adam filana þu kadar söz verdi.
Diðeri de buna karþýlýk þunu söz veriyor gibi.
Esasen bu kelime va'd kökünden türemiþtir ve gelecekte baþkasýna ait olan bir iþ konusunda, bir diðerinin kendi iþini haber vermesidir.
Terim olarak "sonucu yine kendilerine dönecek þekilde, iki kiþinin gelecekte bir akit yapmak üzere isteklerini ilan etmeleridir" þeklinde tarif edilir.
Bu deyimi ekseriya Mâlikî ulemasý kullanmýþtýr.
Bunlardan Hattâb muvâ'adeyi nikah konusunda ele almýþ ve þu þekilde yorumlamýþtýr. "Muvâ'ade iki kiþiden her birinin diðerine evlenme sözü vermesidir. Müfâ'ale vezninde bir kelimedir ve ancak iki kiþi arasýnda meydana gelir. Sadece birisi diðerine vaadde bulunsa buna ide denir.[45]
(ziraat ortaklýðý)
Sözlükte, arazi sahibi ile ziraatçinin, tarlanýn ekilmesi üzerine sözleþme yapmalarý demektir.
Terim olarak da ayný anlamda kullanýlýr. Hasýlatýn taksimi ise, sözleþmenin yapýlmasý esnasýnda üzerinde ittifak edilen paylaþým esaslarýna göre yapýlýr. Bu muamele, tarla bir taraftan, çalýþma da Öbür taraftan arazinin ekilmesi ve hasýlatýn da iki ortak arasýnda paylaþýlmasý esaslarýna dayalý bir çeþit þirkettir. Hanbelî Mecelle'simn 1949. maddesinde beyan edildiðine göre muzaraa ve muhâbera, "Bir araziyi tohumla beraber ekmek ve iþlemek üzere birine vermek veya ekilmiþ bir araziyi, hasýlattan bir miktar pay karþýlýðýnda iþlemek üzere vermektir."
Nevevî'ye göre de muzâra'a "Tohumu tarla sahibine ait olmak üzere üretilen hasýlattan bir pay karþýlýðýnda yapýlan ziraattir. Muhabere de bunun benzeridir. Ancak bunda tohum iþleyene aittir, ikisinin ayný manaya geldiði de söylenmiþtir. Fakat birincisi daha doðrudur ve ayný zamanda bu cumhurun görüþüdür.[46]
Sözlükte, ibâha kökünden türemiþtir ve ortaya çýkma, belirme gibi anlamlara gelir. Meselâ "ebâha bi-sýrrýhî (ýsýrýrýný açýkladý)" denilir. Yine bu kelimenin, "evin avlusu" anlamýna gelen "bâhatü'd-dâr"' ifadesinden türediði de söylenmiþtir. Bu *iözde, geniþlik ve engellerin giderilmesi anlamý vardýr. Çünkü avlu evin kullaným alanýný geniþletir. Yine ayrýca "ebâha'r-racülü mâlehû" denilir ki "malýn alýnmasýna veya terkedilmesine izin verdi" demektir. Yani adam malý iki hususta da serbest býrakmýþtýr.
Terim olarak fukaha bu kelimeyi þer'an, mükellefin yapmasý veya terketmesi caiz olan iþ manasýnda yorumlamýþtýr. Farz, mendub, haram ve mekruh ayýrýmýnýn bir bölümüdür. Bu açýdan þöyle tarif edilmiþtir: Ýki tarafý eþit olan þeydir. Yani iþlemekte sevap, terketmekte de ceza yoktur.
Ayrýca alýp sahip çýkmakla mülkiyeti helal olan eþya manasýna da kullanýlýr. Çünkü bu eþyada bir kimsenin mülkiyeti veya ona sahip olduðunun bir iþareti yoktur. Fýkýhçýlar "mubah þeyleri alýp muhafaza etmek, mülkiyet sebeplerindendir" derler ve bununla aslen mubah olan þeyleri kastederler. Meselâ meradaki ot, ormandaki aðaç, nehirdeki su ve buhar gibi. Bu çerçevede "mubah mal" da þu þekilde tarif edilmiþtir: Tabiî olarak, Allah Teâlâ'nm insanlarýn faydalanmasý için yarattýðý maldýr ve imkâný olduðu halde herhangi bir kiþi bu malý kendi mülküne katmamýþtýr. Her insan için sahip çýkýp korumak yoluyla buna mülkiyet hakký vardýr. Bu malýn hayvan, bitki ya da cansýz biri olmasý arasýnda fark yoktur.[47]
(kalpleri kazanýlacaklar)
Sözlükte müellef, Uf maddesinden türemiþ olup anlaþarak toplanma manasýna gelir. Teellefe fiili de "dostlukla kaynaþtýrdý" demektir.
Terim olarak müellefetü kulubuhum, zekata hak sahibi olanlardan bir zümredir. Ýkram ve hediyelerle onlarýn kalplerinin Ýslâm'a ýsýnmasý istenir. Yahut da onlar, henüz Ýslam kalplerinde yerleþmemiþ olan kimselerdir. Kendilerine mal verilir ki, Ýslâm'ý ve müslümanlarý sevsinler ve Ýslam kalplerinde yerleþsin.
Hz. Peygamber dönemindeki müellefe-i kulübü ise Mutarrazî þöyle tarif eder: "Onlar Arap eþrafýndan bir topluluktur. Hz. Peygamber onlara zekat verirdi. Bazýlarýna müslümanlara iþkence yapmasýn diye verirdi. Bazýlarýna Ýslâm'a yönelsin diye verirdi. Bazýlarýna da Ýslâm'a yakýnlýðý kesinleþsin diye verirdi.[48]
(menfaat bölüþümü)
Sözlükte münâvebe (dönüþümlü), gün aþýrý, sýralý ^nöbetleþe), gibi anlamlara gelir.
Deyim olarak menfaatlerin münâvebe ve sýra ile taksimi demektir. Bu da ortaklarýn iþi onaylamalarý ve razý olmalarý demektir. Yani onlardan her biri seçmiþ olduklarý herhangi bir duruma razýdýrlar.
Bu anlamda mühâyee iki kýsýmdýr: zamana baðlý olan ve mekana baðlý olan.
Zamana baðlý mühâyee: Meselâ iki kiþinin ortak olarak bir araziyi biri bir sene, diðeri de öbür sene ekmek üzere anlaþmýþ olmalarý; ya da bir evde bir sene ara ile birisi bu sene, Öbürü de gelecek sene oturmak üzere anlaþmalarý gibi. Mekana baðlý mühâyee: Meselâ iki kiþinin bir araziyi ortak alarak, yarýsýný birisi, diðer yarýsýný da öbürü ekmek üzere anlaþmalarý; bir evin bir tarafýnda birisi, diðer tarafýnda da öbürü oturmak üzere ortak olmalarý; yahut da ortak bir evin alt katýnda birisi, üst katýnda birisi oturmak üzere anlaþmalarý gibi. Yine, ikisinin de ortak olduðu iki evden birinde birisi, diðerinde de Öbürü oturmak üzere karar vermelerinde olduðu gibi.[49]
(özgürlük bedelini ödeme)
Sözlükte ketb kelimesinden alýnmýþtýr ve toplamak; ilâve etmek gibi anlamlara gelir. Meselâ insan bir þeyi topladýðý zaman "ketebe'þ-þey" denilir. Yine harfler ve kelimeler bir araya getirildiði için "ketebe'l-kitab" denilir.
Deyim olarak mükâtebe ile kastedilen kitabet akdidir. Bu da efendi ile köle arasýnda hürriyete kavuþmak üzere yapýlan bir anlaþmadýr. Ancak anlaþmada kölenin, salýverilme bedelini belli bir zaman içerisinde zamana baðlý vazifelerle ödemesi þartý vardýr. Burada geçen nucûm kelimesi vakitlere baðlý vazifeler anlamýna gelir ve necm kelimesinin çoðuludur. Meselâ "necceme'1-mâl" veya "vazzafe fi külli þehrin keza" denilir. Yani "her ay þu kadar ödemek üzere görevlendirildi" demektir.
Ezherî'nin dediðine göre "Bu muamelenin Ýslâm dininde kitabet þeklinde isimlendirilmesinin sebebi þudur: Eðer bu mal köleden bir defada alýnmýþ olsaydý ona çok zor gelirdi. Bu sebeple köleden bu mal çeþitli görevlerle ve çeþitli zamanlarda toplanýyordu. Böylece kölenin iþi de biraz kolaylaþmýþ ve aldanma tehlikesinden de kurtulmuþ olurdu.
Yukarýdaki açýklamalar çerçevesinde fukaha mükâte-beyi þu þekilde tarif etmiþtir: "Mükâtebe, kölenin hemen serbest býrakýlmasý, rakabesinin ise borcu olan malý ödedikten sonra verilmesidir. Tâ ki efendinin köleyi bir daha geri almasýna hiçbir yol kalmasýn.
Nevevî'nin bu konudaki yorumu da þöyledir: "Kitabet akdi diðer akitlerle mukayese edilmez. Çünkü bu efendi ile köle arasýnda cereyan eder, her iki bedel de efendiden çýkar, köle kölelik ile hürriyet arasýnda bir durumda bulunur (ne köledir, ne hürdür). Hür bir kimse gibi baðýmsýz deðildir. Fakat köle gibi de darlýða düþmez. Ýhtiyaç onu çalýþmaya sevkediyor ki bu serbesttir. Çünkü efendi meccanen serbest býrakmaz.
Þeriat köleleri serbest býrakmaya teþvik olmasý için baþka konularda yapmadýðým bu konuda caiz görmüþtür.[50]
(dokunmayla satýþ)
Sözlükte el ile dokunmak anlamýna gelen lemsi kökünden gelir.
Deyim olarak Hz. Peygsmber'in bir hadisinde geçmektedir. Buhârî ve Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) nýülâmeseyi yasakladý. Fukaha ise bey'-i mülâmesenin manasý üzerinde ihtilaf etmiþlerdir. Bu konuda dört görüþ vardýr:
1- Ýmam Malik'in görüþü: Bir kimsenin elbiseye dokunmasý fakat içini açmamasý ve içinde bulunan þeyleri açýkla-mamasýdýr, veya gömleðin içinde ne olduðunu bilmeden satýþa çýkarmasýdýr. Bâcfnin dediðine göre buna mülâmese denmesinin sebebi, ona dokunmaksýzýn niteliklerini bilme ve anlama imkânýnýn olmamasýdýr. Lems, satýn alman veya satýlan þeyin nitelikleri hakkýnda yeterli bilgi vermez. Bu bilgi ve niteliklerin farklý olmasýyla fiyat da deðiþiklik gösterir. Bütün bunlarýn manasý, bey'in, müþterinin kendisine yetecek kadar dokunmasý ve incelemesi þartýyla akde-dilmesidir. Burada yasaklama nedeni satýlan malýn nitelikleri konusunda meydana gelebilecek cehaletten dolayý bir gararýn (aldanma) oluþmasý endiþesidir.
2- Ýki kiþi bir eþya üzerinde pazarlýk yaparlarken müþterinin eþyaya dokunmasý sonucu satýþýn gerekli hale gelmesidir. Mal sahibi buna ister razý olsun, ister olmasýn farketmez. Bu durumda dokunma satýþýn gerekli oluþunun belirtisidir. Burada müþteri satýn aldýðý eþyayý ister tanýsýn, isterse tanýmasýn yine farketmez. Hanefîler kumar açýsýndan bakarak bu tür satýþý hatalý görmüþlerdir.
3- Satýcýnýn müþteriye þöyle demesiyle olur: Eðer elbiseye dokunursan onu sana þu fiyata sattým. Her ikisi de lems'i akit yerine geçecek þekilde yaparlar ve öyle kabul ederler. Bu görüþ bir kýsým Þafiî ulemasýna aittir.
4- Kendisine dokunulduðu zaman muhayyerlik þartý ve meclisin kesileceði esasý üzerine bir þeyin satýlmasýdýr. Bu da Þâfîîlere ait bir baþka görüþtür. Bu tür bir iþlemin sakýncalý olmasýný Nevevî, olayýn bey'-i garar olmasýna baðlamýþtýr ve bu yasaklanan bey'-i garar a dahildir. Ancak Hz. Peygamber bunu meþhur cahiliyye satýþlarýndan sayarak diðerlerinden ayýrmýþtýr. [51]
(gerektirme/borçluyu izleme)
Sözlükte, bir þeyin diðerinden ayrýlmasýna mani olma, lüzum ve telazým (gerekme) anlamlarýna gelir.
Terim olarak bu kelime usulcüler tarafýndan kullanýlmýþtýr. Þöyle ki, bir hükmün bir baþka þeyi gerektirmesidir. Baþka bir ifadeyle vâki olan bir hüküm, baþka bir hükmün zorunlu olarak vâki olmasýný gerektirir.
Meselâ, gündüzleyin duman varsa ateþ de vardýr. Geceleyin de ateþ varsa duman da vardýr gibi.
Mulâzeme ifadesi fukaha dilinde de kullanýlýr. Meselâ onlara göre, borcunu ödemeyerek oyalayan borçlu üzerine alacaklýnýn alacaðýný alýncaya kadar mülâzemet hakký vardýr. Yani borçlusundan ayrýlmamasý, onu takip etmesi caizdir. [52]
(atýþla satýþ)
Sözlükte atmak anlamýna gelen nebz kökünden türemiþ bir kelimedir. "Nebeze'þ-þey min yedihî (bir þeyi elinden attý, çýkardý)" denilir. "Nebeze'1-ahd" ifadesi ise "ahdi bozdu" anlamýna gelir. Kelimenin kastedilen anlamý budur. Çünkü ahdi çýkarýp atmýþtýr.
Terim olarak anlamýnda fukaha ihtilaf etmiþtir ve bey'-i münâbezenin yorumunda dört görüþ ileri sürmüþlerdir:
1- Biri diðerinin üzerine elbisesini atar, diðeri de onun üzerine atar. Böylece bakmaksýzýn ve karþýlýklý rýza olmaksýzýn bey! yapýlmýþ olur. Bu Ýmam Mâlik'in yorumudur.
2- Ýki kiþi eþya üzerinde pazarlýk ederlerken satýcý bunu müþterinin üzerine atar. Böylece bey' vacip hale gelir ve artýk müþteri bey' yapmak zorundadýr. Kabul etmemesi mümkün deðildir. Bu da Hanefîlerin görüþüdür.
3- Bu, satýcýnýn müþteriye þöyle demesiyle olur: Hangi elbiseyi atarsam sen onu þu fiyata satýn alacaksýn. Bunu da Ýmam Ahmed söylemiþtir.
4- Satýcýnýn müþteriye þöyle demesidir: Ben sana onu attýðým zaman veya sen bana onu attýðýn zaman, þu fiyata kesinlikle sattým. Bu yorumu da Þâfiîler yapmýþlardýr.
Birinci ve üçüncü þekillerde müþterinin satýlan eþyayý bilmediði düþünülür. Ýkinci þekilde akit elbisenin atýlmasýna baðlanmýþtýr. Dördüncü þekilde ise her iki taraf atma hareketini bey' olarak deðerlendirirler ve bey' için kafi görürler. [53]
(malýn/bedelin teslim alýnmasý)
Sözlükte acele etme anlamýna gelen necz kelimesinden türemiþtir. Ýnsan acele ettiði zaman "enceztühû" veya "neceztü-hû" denilir. "Þey'un nâçiz" ifadesi de hazýr ve mevcut þey demektir. "Bi'tuhû nâcizen bi-nâcizin" cümlesi "onu elden ve peþin olarak sattým" demektir. "Bi'tuhû gâiben binâcizin" cümlesi de "para karþýlýðý veresiye sattým" anlamýna gelir.
Terim olarak münâceze Mâliki fakihlerinin malî muameleler konusunda kullandýklarý sözlerden biridir. Bununla akit anýnda her iki bedelin de teslim alýnmasý kastedilir.[54]
(mirasçýlara nakletme/karmaþýk mirasçýhk)
Sözlükte nakletme ve deðiþtirme anlamýna gelen "nesh" kökünden türemiþ bir kelimedir. Râgýb'ýn dediðine göre mirasta münâseha, bir kýsým varislerin ölmesi ve mirasýn taksim edilmeden kalmasý demektir.
Deyim olarak lügat manasýyla ayný yönde kullanýlýr. Bu sebeple Þerif Cürcânî'nin tarifi þöyledir: "Taksimden önce varisin ölümüyle hisseyi diðer varise nakletmektir."
Mal ve verese sahibi bir insan öldüðü zaman ve taksimden önce yine bazý varislerin de Ölmesi durumunda, ölenlerin paylarý diðerlerine geçer. Bu durumda miras kalanlar arasýnda taksim edilir. Ýþte buna münâseha denir. Çoðulu münâsehât þeklinde gelir.
Bu konuda Feyyûmî'nin yorumu þöyledir: Zamanlarýn deðiþmesiyle asýrlar da onu takip eder ve deðiþir. Çünkü deðiþen her bir þey için daha önce olmayan bir hüküm vardýr ve hüküm her þeyin bizzat kendisi için sabit olur. Sonra gelen þey daha önce sabit olan bu hükmü kaldýrýr ve kendine mahsus bir hükme deðiþtirir. Veresenin nakli de bu kabildendir. Çünkü miras, ilk ölüm hükmü üzerine taksim edilmemiþtir. Aksine ikinci Ölüm üzerine taksim edilmiþtir. Sonrasý da böylece devam eder. [55]
(indirim/eksik ödeme)
Sözlükte mutlak noksanlýk anlamýna gelir. Aynen meks gibi. Deyim olarak fukaha "mâkese fülânün fî'l-bey þeklinde söyler. Mekese fiili burada "fiyatý noksanlaþtýrdý" anlamýna gelir. Bey'de mümâkese ise parayý eksik vermek demektir. Mümâkese'nin zýttý istirsâVdýr.
Ýmam Ahmed'in dediðine göre müstersil, mümâkese yapmaz. Sanki o satýcýya güvenmiþtir. Mümâkese yapmaksýzýn ve aldandýðýný bilmeksizin satýcýnýn verdiðini alýr. [56]
(zorla alým)
Sözlükte hakkým istedi, zorla aldý gibi anlamlara gelir. Terim olarak þahsa ait belirli bazý eþyanýn mülkiyetinin hazineye (beytülmâl) intikali hususunda devlet baþkanýnýn verdiði hüküm, yani karardýr.
Kadý Han'ýn yazdýðý Câmi'us-Saðîr'de belirtildiðine göre; sultan bir adamý müsadere ettiði zaman ondan malým alýrken adam zekata niyet ederse üzerinden zekat borcu düþer. Timurtaþi de bu görüþün emvâl-i zahirenin zekatýnda geçerli olduðunu yazar. Eðer sultan müsadere ettiði zaman emvâl-i bâtmenin zekatýna niyet ederse, bir grup âlime göre caizdir. Fakat doðrusu bu deðildir. Çünkü sultanýn niyeti, emvâl-i bâtýnenin zekatýný zorla almak deðildir.
Âdet olduðu üzere fukaha, müsadere ile ilgili hükümleri "tazir bi'l-mâl" konusunda ele almýþlardýr.
Mantýkçýlar ve usulcüler tarafýndan kullanýlan "müsadere ale'l-matlûb" ifadesine gelince bundan maksat, neticeyi kýyasýn bir parçasý kýlmaktýr. Veya netice kýyastan bir parça olmak gerekir.
Meselâ insan bir beþerdir. Her beþer güler. Netice: insan gülen bir beþerdir. Büyük önerme iþte buradadýr. Matlub ise tekdir. Çünkü beþer ve insan müteradif, yani eþ anlama gelirler. Ýþte bu kavram birliði büyük önerme olur. Netice ise tekdir. [57]
(maliyeti belirtilmeyen satýþ)
Sözlükte sevm kökünden gelir. Ticari bir eþyayý fiyatýný belirterek satmak üzere müþteriye sunmaktýr.
Deyim olarak alýcý ve satýcýnýn ittifak ettikleri satýþ demektir. Ancak burada satýcýnýn, malýn alýþ fiatýný bildirmesi söz konusu deðildir. Fakat müþteri bunu biliyor ya da bilmiyor olabilir. Bu çerçevede Mâlikî Ýbn Cezzî'nin musâveme tarifi þöyledir: "Müsâveme, satýcý ile malýn kaça satýn alýndýðýný bilmeyen müþterinin görüþerek satýþ muamelesinde anlaþmalarýdýr."
Fukaha esas itibariyle bey'i, fiyatý belirleme yolu bakýmýndan iki kýsma ayýrmýþtýr: müsâveme ve emânet.
Müsâvemede satýcý, ana parasýný yani alýþ fiyatýný açýklamaz. Bey'-i emânette ise ana para fazlasý ya da eksiði satýþ fiyatý olarak belirtilir. Bey'-i emânet diye isimlendirilme-sinin sebebi ise, satýcýnýn ana parayý (maliyet fiyatýný) haber vermek konusunda emanetçi konumunda olmasýndan dolayýdýr ve üç kýsma ayrýlýr. [58]
(pazarlýk yapamayan alýcý)
Sözlükte istirsâl sözcüðünden gelir ve tatmin olma, doyuma ulaþma, konma ve iyilik duygusuna sahip olma gibi anlamlarda kullanýlýr.
Deyim olarak bey' muamelesinde kullanýlýr ve kiþinin akit yaptýðý kimseye inanmasý ve güvenmesi þeklinde yorumlanýr. Mâlikî Ýbn Cezzî'ye göre istirsâl "Müþterinin satýcýya, bu malý bana para deðeriyle sat veya bu fiyatla satýn al demesidir." Bu açýklama üzerine fukaha müstersil'i de þöyle tarif etmiþtir. "Müstersil eþyanýn gerçek kýymetini bilmeyen ve iyi pazarlýk yapamayan kiþidir." Ýmam Ahmed de bu konuda þunlarý söylemiþtir: "Müstersil pazarlýk yapamayan kimsedir. Sanki satýcýya güveniyor, pazarlýk yapmadan ve aldandýðýný bilmeden verileni alýyor."
Bununla birlikte fukaha müstersilin normalin üzerinde aldatýldýðý zaman reddetme muhayyerliði konusunda ihtilaf etmiþlerdir ve bu konuda üç görüþ vardýr:
1- Mâlikî ve Hanbelîlerin görüþü: Kabul veya reddetme þeklinde muhayyerlik vardýr, ikisinden birini seçebilir.
2- Hanefîlerin görüþü: Eðer satýcý tarafýndan yapýlmýþ bir hile veya aldatma varsa bu takdirde muhayyerlik vardýr.
3- Þafiî ve bazý Hanefîlerin görüþü: Muhayyerlik yoktur.[59]
(ortak mal)
Sözlükte taksim edilmemiþ müþterek mal, hisse vb. þey anlamýnda kullanýlýr. Ya da birçok pay ve hisseyi kapsayan, pek çok kimsenin ortak olarak pay sahibi olduðu mal veya baþka bir þeydir. Meselâ, "süt suya yayýldý" denildiðinde "süt parça parça olarak suya karýþtý" manasý çýkar. Yine sehm-i þâi' denilir ki, ayrýlmasý mümkün olmayan karýþýk sehim, hisse demektir.
Deyim olarak mülk-i müþâ' ifadesi küçük olsun, büyük olsun bütünün belirsiz nisbî bir parçasý demektir. Nitekim insan bir evin yarýsýna, bahçenin dörtte birine veya arabanýn onda birine sahip olabilir, Ýþte bu ortak bir mülkte kisse-i þâi'a olarak isimlendirilir.
Ortak mal ne zaman ortaklar arasýnda taksim edilirse hisse-i þâi'amn da mülkten kalkacaðý gayet açýktýr. O zaman, herkesin hissesi kendi özel mülkiyeti olacaktýr.[60]
(ödeme zamaný)
Sözlükte þehr kökünden gelir. Terim olarak fýkýh dilinde veresiye taksitlerinin ödeme ve kapatýlma kararý verilen mallarýn kiralarýnýn verilme ve çalýþma ücretlerinin ödenme zamanlarýnýn zikredildiði vakit ve yerdir.
Meselâ "parayý ödemekle veya þu kadar kirayý vermekle sözleþme tamam oldu" denilir. Yine, "þu kadar kira 10 taksitte ve aylýk olarak ödenirse, kira akdi tamamlanmýþ olur" denilir.
(deðerli/hukukça korunmuþ)
Sözlükte "Kavvemtü'þ-þey" denilir ki düzeltti, saðlamlaþtýrdý demektir. "Kavvemtül-nýetâ" denildiðinde ise "o mala belirli bir kýymet ve deðer biçtim" manasý kastedilir. Kelimenin aslý takvim lafzýndan gelir. Bu da kýymet belirlemek ve takdir etmek demektir.
Deyim olarak kullanýlan "mâl-i mütekavvim" kavramýndan ise iki þeyden biri kastedilir: Birincisi, þer'an faydalanýlmasý mubah olan mal; ikincisi de Örfen karþýlýk, kýymet ve deðeri olan maldýr. Bu açýklama Hanefîlerin açýklamasýdýr. Çünkü onlar malý mütekavvim vegayr-i mütekavvim olmak üzere ikiye ayýrmýþlar ve þu yorumu getirmiþlerdir: Mal-i mütekavvim talep edildiðinde faydalanýlmasý þer'an mubah olan mal; mâl-i gayr-i mütekavvim de faydalanýlmasý þer'an mubah olmayan maldýr. Bunun yanýnda mu'âveza akdinin sýhhati için üzerinde anlaþma yapýlan eþyanýn mal-i mütekavvim olmasýný þart koþmuþlardýr. Diðer ulema ise malýn mahiyeti ve aslý itibariyle, þer'an helal olmasý þartýný getirmiþlerdir. Bu durumda onlara göre þer'an faydalanýlmasý helal olmayan mal düþünülemez. Çünkü þartýn kalkmasýyla mahiyet konusu da yok olur. Þu kadar var ki, mâl-i mütekavvim kavramý Arap dilinde, örfen kýymeti ve deðeri olan mal anlamýnda kullanýlmýþtýr.[61]
Sözlükte atlama manasýna gelen "vusub" kelimesinden türemiþtir. Feyyûmî'nin belirttiðine göre halk bu kelimeyi mübâdere (acele etme), koþma manasýna kullanýr.
Deyim olarak fukuhanýn kullandýðý "eþ-Þüfa'tü limen vâsebehâ" ifadesine gelince burada koþarak, atlayarak talep, istek manasý vardýr. Tabiî istiare yoluyla bu anlam çýkarýlýr. Çünkü burada mana sýçrama, yerde zýplayarak yürüme demektir.
Fýkýhçýlar "talebü'l-müvâsebe" ifadesini þu þekilde tarif etmiþlerdir: Þuf'a hakkýna sahip, olan kimsenin, Þuf'a talebiyle satýþýn yapýldýðýný, müþterinin bulunduðu ve fiyatýn belirlendiði haberim alýr almaz satýþ meclisine koþmasýdýr. Hatta bunu bir müddet sonra öðrenseler bile, þuf'ayý reddettiðini gösteren bir þey belirtmediði müddetçe bu hak meclisin sonuna kadar devam eder.
Mecelle'nÝn 1029. maddesinde belirtildiðine göre taleb-i müvâsebe, «Þefî'e satýþ akdini duyduðu anda meclise müracaat ederek þuf'a talebini söylemesi gerekir. Meselâ "Benim bu malda þuf'a hakkým var ve ben bunu isterim." Ýþte buna taleb-i müvâsebe denilir» þeklinde izah edilir.[62]
(yaþ/yeni ürünü eskisiyle satmak)
Sözlükte zebn kökünden türemiþ olup vermek, ödemek manalarýna gelir.
Terim olarak tarifinde ihtilaf edilmiþtir. Çoðunluða göre nýüzâbene "yaþ bir þeyi kendi cinsinden kuru bir þey karþýðýnda satmak"týr. Ancak burada deðerlendirme takdiridir. Meselâ, bir kile yaþ hurma ile bir kile kuru hurmayý satmak gibidir. Yine yaþ üzümle kuru üzümü deðiþtirmek de böyledir.
Ýmam Mâlik müzâbene konusunda þunlarý söylemiþtir: "Müzâbene, ölçüsü, adedi ve aðýrlýðý bilinmeyen þey karþýlýðýnda cinsi bilinerek satýlan her þeydir."
Ýbn Rüþd de bu konuda þunlarý yazmýþtýr "O miktarý bilinmeyen bir þey karþýlýðýnda miktarý bilinmeyen bir þeyi satmaktýr." Matla' isimli fýkýh kitabýnda da müzâbene "cinsi bilinmeyen bir þey karþýlýðýnda bilinen bir þeyi satmak" þeklinde tarif edilmiþtir. Ya da "cinsi bilinmeyen bir þeyi diðer bilinmeyen bir þey ile satmaktýr" denilmiþtir.
Yukarýda da belirtildiði gibi bu deyim vermek anlamýna gelen zeben kökünden alýnmýþtýr. Sanki taraflardan her biri karþý tarafýn hakkýný artýrarak veriyor. [63]
(açýk artýrma)
Sözlükte ziyâde kökünden alýnmýþ olup, artma, çoðalma manalarýna gelir. Meselâ "eþyanýn fiyatýný sonuna kadar artýrdýlar, iki müþteriden biri diðerine karþý fiyatý artýrdý" denilir. Yani burada, müþterilerden biri ayný mala diðerinin verdiði fiyattan daha fazla fiyat vermiþtir.
Deyim olarak kullanýlan bey'-i müzayede ifadesi ise, satýcýnýn malýný piyasaya arzetmesi, müþterilerin bu malýn fiyatý üzerinde yarýþmalarý ve malýn, en fazla fiyatý verene, satýlmasý anlamýna gelir.
Nitekim Mâliki Ýbn Cezzî'nin bu yöndeki tarifi þöyledir: "Müzayede, bazýsý, bazýsýna karþý artýþta bulunmalarý için insanlarý bir mala çaðýrmaktýr. Nihayet en fazla artýranda iþ durur ve o kiþi malý alýr." et~Fetâva!l-Hindiyye'de geçtiðine göre bey'-i müzayede, fakirlerin ve ticareti durgun olan kimsenin yaptýðý satýþtýr.
Bazý fýkýhçýlar da onu bey'-i muhâvîc ve bey'-i mefalîs þeklinde yorumlamýþlardýr.
Müzayede ile yasak olan "istiyam alâ sevmi'1-gayr" arasýndaki farka gelince; Mal sahibi malýný pazara çýkardýðý zaman satýn almalarý için insanlarý çaðýrýr. Birisi malý herhangi bir fiyattan almak ister ve artýk çaðrý kesilir. Bu durumda mal sahibi bu adamýn verdiði fiyatý kabullenmiþ demektir. Artýk baþka birinin fiyatý artýrmasý söz konusu olamaz. Ýþte buna "istiyam alâ sevmi'1-gayr" denilir.
Eðer böyle bir durumda mal sahibinin çaðrýsý durmaz ve kesilmezse, baþkasýnýn artýrmaya katýlmasýnda beis yoktur. Ýþte buna da bey-i müzayede denir ve bu "istiyam alâ sevmi'1-gayr" deðildir. Eðer satýþ çaðrýsýný yapan kiþi tellal ise, birisi herhangi bir fiyatla bu malý satýn almak isteyince, "mal sahibine sorayým" der. Bu durumda da bir baþkasýnýn artýrmada bulunmasýnda bir sakýnca yoktur. Tellal mal sahibine haber verdiðinde "bu fiyatla sat" derse parayý alýr ve artýk bundan sonra baþkasýnýn fiyat artýrma hakký kalmamýþtýr. Ýþte bu duruma "istiyam alâ sevmi'l-gayr" denilir. Hanefî kaynaklarýndan el-Muhîtu'l-Burhâ-nî'de de ayný yönde yorum yapýlmýþtýr.[64]
(Ýstiyam alâ sevmi'1-gayr: Baþkasýnýn talebi üzerine talep, pazarlýk üzerine pazarlýk.)
(peþin)
Sözlükte, hazýr, mevcut gibi anlamlara gelir.
Deyim olarak bir malý elden ve peþin para ile satmak ya da para karþýlýðýnda veresiye satmak anlamýnda kullanýlýr.[65]
(mudârabe sermayesinin paraya dönüþmesi)
Sözlükte su azar azar çýktýðý zaman "nadda'1-mâ" denilir. Mal ortaya çýktýðý ve kazandýðý zaman da "naddal-mâl" denilir. Yine borç kolay geldiði ve kolay elde edildiði zaman ve malýn fiyatý peþin ödendiðinde "naddan" denilir. Hicazlýlar da dirhem ve dinarlar için "naddan ve naddan" ifadesini kullanýrlar.
Deyim olarak fukaha nadd lafzýný mudârabe konusunda kullanýrlar. "Nadda'1-mâl" dediklerinde de bununla eðer sermaye mal ise bunun nakde yani paraya dönüþmesini kastederler. [66]
(nafaka)
Sözlükte infak kökünden isimdir ve harcama, çýkarma manalarýna gelir.
Tehânevî'ye göre bu deyim ya "nafakal-mebî" ifadesinde olduðu gibi bey'in geçerli oluþuna, ya "nafakati't-dâbbe" ifadesinde olduðu gibi ölüme, ya da "nafakâti't-derahim" ifadesinde olduðu gibi fenaya, yok oluþa iþaret eder.
Terim olarak, hayatýn devamý için ihtiyaç duyulan þey demektir. Yiyecek, giyecek ve barmak gibi "Bir þeyin bekasýnýn baðýmlý olduðu þey" olarak da tarif edilmiþtir.
Tüme varým yoluyla þer'an nafakanýn üç sebebi olduðu bilinmektedir.
Bunlar zevac, mülk ve yakýnlýktýr.
Bu sebeple Münâvî þu þekilde tarif etmiþtir:
"Nafaka kiþinin þer'an bakmakla yükümlü olduðu zevcesine, çocuklarýna ve hayvanlarýna yaptýðý harcamalardýr."
Çaðýmýzda kullanýlan "nafakât-ý âmme" ifadesine gelince bu ayný isimle fukaha tarafýndan da bilinmektedir. Hatta kavram olarak onlar nazarýnda daha da eskidir. Bundan maksat, müslümanlarm yararýna olmak üzere beytülmalden ödenmesi gereken her türlü haktýr.
Nafaka Havârizmî'ye göre iki kýsma ayrýlýr:
1- Nafakât-ý râtibe, mutlaka ödenmesi gereken sabit harcamalar.
2- Nafakât-ý arýza, olaylara ve zamana göre ortaya çýkan harcamalar. [67]
(tedavüldeki para/geçer akçe)
Deyim olarak râiç para demektir. Revaç, geçerli manasýna gelen nefâk kelimesinden alýnmýþtýr. Zýttý nakd-i kâsid geçmez parajdýr.
Ýbn Ömer'in rivayetinde geçtiðine göre "Þam bölgesine vardýðýmýzda bizde geçerli saðlam para vardý. Orada ise geçersiz zayýf para vardý" demektedir. Bu sözden maksat yukarýda zikrettiðimiz deyimdir. Yine "nafakati's-sýl'a" denilir ki, "malýn talebi ve isteklisi arttý" demektir. Bu ise malýn çabuk satýlmasýnýn -önemli sebebidir. [68]
(madeni para/peþin satýþ)
Sözlükte Ýbn Fâris'in de belirttiði gibi bir þeyin ortaya çýkmasýna, aydýnlýðýna ve berraklýðýna delalet eden asýl veya temeldir. Meselâ "dirhemlerin nakdi", onlarýn baþka þeylerden ayýrt edilmesine, deðerli ve muteber bir duruma sahip olduklarýnýn açýklýða kavuþturulmasýna delalet etmektedir.
Terim olarak nesîe, veresiyenin zýttý bir anlama gelir, yani peþin demektir. Fýkýhçýlar, bedel olarak verilen þey nukûd (para) olduðu zaman bunu, kabz ve teslim manasýna kullanýrlar ve "nekadtü'r-racüle ed-derâhime (adama dirhemleri verdim)" derler. "Ýntekâde" kalýbý da kabz, yani teslim alma manasýna kullanýlýr. Fakat fýkýhçýlar sadece dirhem ve dinarlarýn kabzýna nukûd derler. Çünkü nakit ifadesi aslýnda, onlarýn diðer þeylerden ayýrt edilmesini, deðerli varlýklarýnýn açýklýða kavuþturulmasýný ve alma verme yoluyla geçersiz olanlarýnýn piyasadan çýkarýlmasýný saðlamaktadýr. Yine fýkýhçýlar altýn ve gümüþe de nakit demiþlerdir. Ýþte bu yorumdan hareketle akd-i sarfý, nakit ve nakdin satýþý biçiminde tarif etmiþlerdir. Burada geçen nakit kelimesinden maksat dinar ve dirhemdir.
Bey'-i nakid deyimi ise Mâliki Ýbn Cezzî'nin dediðine göre semen (alýnan) ile mesmûnun (verilen) peþin olmasý demektir. [69]
(eksilme)
Sözlükte ziyade ve artýþýn zýttýdýr. Meselâ "nakasa racülen hakkahu" denilir ki, "hakký ona tam verilmedi" demektir. Tamamlandýktan sonra maldan bir þey eksildiði zaman da "nakasa, intekasa'1-mâl" denilir. Dirhem-i nakýs da aðýrlýðý tamam olmayan dirhem manasýnda kullanýlýr.
Terim olarak sözlük manasýyla ayný yönde kullanýlýr. [70]
(hileli artýrma)
Sözlükte asýl anlamý dehlemek, izlemek ve gözlemek, harekete getirmek þeklinde açýklanýr. Bu sebeple avcýya da avýný dehlediði için nâciþ denmiþtir.
Deyim olarak Nevevî'nin yorumu þu þekildedir: Pazarda bulunan birinin, malýn herhangi bir fiyatla satýlmakta olduðunu görünce, kendi verdiði fiyattan satýn almayacaðý halde fiyatý artýrmasýdýr. Sanki bunu yapmakla alýcýya malýn fiyatý ucuz olduðu için bu artýþý yaptýðý inancýný vermek istemiþtir. Fakat aldatmýþtýr. Ýþte bu haram kýlýnmýþ bir davranýþtýr.
Aslýnda fukaha nazarýnda necþ, yanýltma ve aldatma amacýyla satýlan malda yapýlan artýþtýr. Nâciþ ister bu mala mâlik olsun, ister olmasýn arada bir fark yoktur.
Ancak bazýlarý, "fiyatý artýrmak suretiyle aldatarak mala sahip olan kiþi, satýn almak niyeti olmaksýzýn fiyatý artýran fakat mala sahip olmayan kiþiden daha kötüdür" demiþlerdir. [71]
(akdin kesinleþmesi)
Sözlükte "nefeze'þ-þey" denilir ve yarýp geçti, kurtuldu anlamýna gelir. "Nefeze'1-emr ve'1-kavl" denildiðinde de iþ ve söz geçti, bitti anlamý kastedilir. Sanki bu kelime "ok atmak" ifadesinden müstear olarak kullanýlmýþtýr. Çünkü atýlan ok geriye dönmez.
Deyim olarak nefâzü'l~akd ifadesine gelince bu, artýk akdin tamamlandýðýný ve imzalanmýþ olmakla bütün sonuçlarýyla birlikte geçerli hale geldiðini gösterir. Meselâ nefâzü'l-bey' denince bey'in akit yapýldýðý andan Ýtibaren geçerli olduðu, satýlan malýn mülkiyetinin müþteriye, bedelin mülkiyetinin de satýcýya geçtiði ve akitle birlikte taraflarýn üzerlerine düþen diðer yükümlülüklerle mükellef olduðu anlaþýlýr. Meselâ teslim ve tesellüm, þayet ortaya çýkarsa satýlan maldaki geçmiþ ayýplarýn tazmini gibi.
Akd-i nefâzm karþýtý akd-i mevkuftur. Burada akit imzalanmýþ olmasýyla geçerlilik kazanarak hemen sonuç doðurmaz. Sonuçlarýn doðmasý hakký bulunan kiþinin iznine baðlýdýr. Ancak o izin verince akit amna baðlý olarak sonuç doðurmaya baþlar. Eðer hak sahibi izin vermezse akit iptal olur. [72]
(kaba kuvvetle alma)
Sözlükte nehb ve intihâb, "bir þeyi zorla almak" demektir.
Deyim olarak sözlük anlamýyla ayný yönde kullanýlýr. Bu sebeple bazý fýkýhçýlar nehbi "herhangi bir köy ya da beldeden zorla mal almak" þeklinde tarif etmiþlerdir.
Nekb ile ihtilas arasýndaki farka gelince nehbde kesinlikle gizlilik yoktur. Buna mukabil ihtilasta muhtelÝs ihtilasa baþladýðým gizler. Yine ihtilas, malý süratli ve hýzlý almaya dayanýrken nehb böyle deðildir. Ayrýca hýzlý ve süratli yapmak muteber de sayýlmaz. [73]
(üreme)
Sözlükte ziyade, artýþ anlamýna gelir. Yeryüzünde bulunan her þeyin ya nâmý (artabilen) ya da sâmit (artmayan) olduðu söylenir. Meselâ bitkiler ve aðaçlar nâmîdir. Dað ve taþlar ise sâmittir.
Dilcilerin yorumlarýna göre nukûd konusunda nema mecaz olarak kullanýlýr. Fakat hayvanlar için nema mecaz deðil hakikattir. Çünkü onlar doðum yoluyla gerçekten artarlar.
Terim olarak çoðu fukahaya göre nema, aynýn kendisinden meydana gelen artýþtýr. Hayvanýn sütü ve yavrusu gibi. Fakat nema, kesbin karþýtýdýr. Çünkü kesb "ayn sebebiyle elde edilen þeydir, ayndan meydana gelen bir parça deðildir." Kölenin kazancý gibi.
Mâliki fakihleri nemayý üç kýs:na ayýrýrlar: Ribh, gaile ve fayda. Onlara göre her ribh nemadýr, her gaile de nemadýr ve her fayda da nemadýr. Fakat her nema ancak bazý tahdit ve sýnýrlamalarla rýbhdýr, bazý kayýt ve þartlarla gaile ve faydadýr. Çünkü nema mutlak olarak bunlardan daha geneldir.[74]
(örnekli satýþ)
Sözlükte nemûzec ve enmûzec kelimelerinin Farsça'dan Arapça'ya geçmiþ olduklarý belirtilmektedir. Bunlar bir þeyin sýfatýna iþaret ve delalet ederler. Ayrýca azlýk manasý ifade ettikleri de söylenir.
Deyim olarak fukaha bu kelimeyi kullanmýþ ve kendisiyle ayný özellik ve sýfatlara sahip olduðunu gösteren bir þeyin benzeri þeklinde anlamýþlardýr. Bir baþka deyiþle, bir þeyin benzeri olan baþka bir þeydir. Ancak burada benzetilen benzeyenin sýfatlarýna ve ikisi arasýnda farklýlýk bulunmadýðým gösteren bütün özelliklerine delalet eder. Meselâ bir þahýs diðerine buðday yýðýnýndan bir ölçek buðdayý gösterip sonra da bu Ölçekteki buðday cinsinden diyerek bütün yýðýný satmasý gibi. Burada müþteriye sunulan bir ölçek buðdaya nemûzec veya enmûzec denir. [75]
(erteleme faizi)
Sözlükte, erteleme ve geciktirme gibi anlamlara gelir. Para ve peþinin zýttýdýr. Nesîe ve nesâ aym anlamda kullanýlýrlar. Meselâ bir þey geciktiði zaman "nesee'þ-Þey" denilir. Araplarýn Cahiliyyet döneminde yapmýþ olduklarý bir çeþit ticari iþleme de nesîe denirdi. Bu da herhangi bir þeyin haram aylara ertelenmesi demektir.
Terim olarak sözlük anlamýyla ayný yönde kullanýlýr. Bey'-i nesîeye gelince; bundan maksat, bedelin ertelenmesi esasýna dayalý olarak yapýlan satýþtýr. [76]
(zora dayalý mülkiyet giderimi)
Bu çaðdaþ, modern bir deyimdir ve bedel karþýlýðý baþkasýnýn malýna zorla sahip olmak manasýna gelir. Fukaha nazarýnda bu anlamýyla bilinir. Buna ait hükümler de "ukû-dü'1-kahriyye ve'1-ikrah bi-hak ev bi-gayri hak" baþlýðý altýnda fýkýh kitaplarýnda ele alýnmýþtýr.
Belirtildiðine göre konunun teferruatý ve çeþitlerinden bazýlarý þunlardýr: Þuf'a, tes'îr, bey'-i muhtekir, bey'-i mal-i müflis, kýsmet-i icbar, icbâr-ý mâlik-i râkik ve hayvan (masraflarýný karþýl ayamýyorsa) ve bilinen bazý fýkhý konular.
(zekat matrahý)
Sözlükte bir þeyin aslý demektir. Çoðulu nusûb ve ensibe þeklinde gelir.
Deyim olarak zekat konusunda geçmektedir ve þu þekilde tarif edilir: Zekatýn vucubuna uygun düþen miktardýr. Bu da her inaldan zekat vacip olan miktar þeklinde açýklanýr. [77]
(atýk)
Sözlükte parça parça atýlmýþ þey anlamýna gelen mensur kelimesinden alýnmýþtýr. Nisâr'm bir þeyin atýlan kýsmý þeklinde anlaþýldýðý da söylenmiþtir ki, bu durumda nisâr atýlan fazla kýsým demektir.
Esasen bu kelime nesr kökünden gelir. Bu da Ýbn Fa-ris'in belirttiðine göre bir þeyin atýlan parçasýna delalet eden kelimedir.
Terim olarak sözlük manasýyla ayný yönde kullanýlýr.[78]
(tabiî/ doðumdan ürün)
Sözlükte, koyun, deve ve inek gibi hayvanlardan türeyen çeþitli ürünlere denir.
Deyim olarak fukaha nitâc ile ribh arasýnda fark olduðunu belirtmiþlerdir. Þöyle ki, nitâc malýn bizzat kendinden doðan ürün, mahsuldür. Yani malýn tabiatýndan meydana gelen þeydir. Kâr, ribh ise bunun aksine, ticarette veya mal mübadelesinde tehlikeye raðmen akýllý ve bilgili davranarak kazanýlan maldýr.
Buradan hareketle "gasb" konusunda þu ilke benimsenmiþtir: "Gâsýb (hýrsýz) ancak ribhi deðil nitâcý geri verir.[79]
(meþru gelenek)
Sözlükte nükr (dine ve akla aykýrý þey)ün zýttýdýr. Asýl anlamý hayýr, birr ve ihsan gibi ma'ruflar yani iyiliklerdir. Sonralarý insanlarýn aralarýnda alýþageldikleri davranýþlar olarak yorumlanmýþtýr. Kelimenin (nisbet "yâ"sý ile) örfi þeklindeki kullanýmý da yaygýndýr.
Deyim olarak örf insanlar arasýnda yerleþmiþ olan ve sað duyunun kabul ettiði her türlü makul, makbul ve güzel davranýþ demektir. Ayrýca her akýllý insanýn iyi olarak kabul ettiði ve Allah Teâlâ'mn emir buyurduðu iþ ve fiiller þeklinde de tarif edilmiþtir.
Örf, kabul veya reddedildiði konusunda kesin bir nas ya da icma bulunmadýðý takdirde açýk bir delildir. Meselâ, belirsiz bir bedel karþýlýðýnda yapýlan kira sözleþmesi asla niza ve çekiþme sebebi olamaz.
Malî iþlemlerde örf, þart derecesinde muteber bir kaynaktýr. Bu sebeplerle "Örfen bilinen bir þey þart kýlýnmýþ gibidir", "Tüccar arasýnda örfen bilinen bir þey aralarýnda þart kýlýnmýþ gibidir", "Örf ile tayin nas ile tayin gibidir" þeklindeki fýkýh kurallarý ortaya çýkmýþtýr. [80]
(ganimet ödülü)
Sözlükte kýrma anlamýna gelir. Yine, bir kimseye a t: bir þey verildiði zaman da "radaha lehû" denilir. Bu kullanýmýyla "sanki birinin malý bir miktar kýrpýlmýþtýr."
Deyim olarak, devlet baþkanýnýn takdiri gereðince bir kimseye ganimetlerden az miktarda ata (baðýþ) vermektir. Bu miktar baðýþýn hak sahipleri, ancak zaruret halinde savaþ vacip olan ve kendilerine uygun faydalý iþler yapan kadýnlar, çocuklar ve mümeyyizler gibi gruplardýr. Diðer bazý savaþ emredilmeyen kimseler de bu gruba dahildir. Bu kimselere savaþa iþtirak ettikleri için bir miktar atâ (baðýþ) vermek gerekir.[81]
(sürekli gelir)
Sözlükte sabit ve kalýcý olan þey demektir. Fýkýh biliminde de bu anlamýyle kullanýlýr.
Terim olarak fýkýhçýlar bu kelimeden, beytülmâl masraflarý konusunda söz ederler. Meselâ, "en-nafakâtü'r-râti-be (sabit masraflar)" denilir ve bunlar ayný zamanda zorunlu harcamalardýr. Arýzi yani geçici masraflar ise öncekilerin aksine bazý olaðanüstü durumlarda yapýlan harcamalardýr.
Ayrýca fýkýh dilinde eUimâmu'r-râtib tabiri kullanýlýr.
Bu, sultanýn ya da naibinin, vakýf sahibinin veya Ýslâmî dernek yetkililerinin namaz imamlýðý için sürekli olarak tayin ettikleri kimsedir. Cemaat içinde bilgi ve okuma bakýmýndan "sabit imam"dan daha iyi ve daha faziletli birisi bulunsa dahi imamlýk hakký tayin edilen kimsenindir. el-müezzinü'r-râtib deyiminin anlamý da aynen yukarýda açýklandýðý gibidir.
Namazlar konusunda kullanýlan revâtib sünnetleri'ne gelince, bunlar, farz namazlara tâbi olan sünnetlerdir ve tâbi olduklarý farzýn vaktinde edâ edilirler.
Çaðdaþ fýkýhçýlar da bu kelimeyi daha çok vakýf ve icare konusunda kullanýr. Bununla kastedilen de bir kimse için sürekli olarak tayin ve tesbit edilen ücret ya da gelirdir.[82]
(sermaye/anamal)
Sözlükte, kâr ve benzeri artýþlarýn dýþýnda kalan anamal anlamýnda kullanýlýr. Nitekim Allah Teâlâ KuYan-ý Kerim'de "Eðer tövbe ederseniz mallarýnýzýn aslý sizindir. Bu takdirde ne zulmedersiniz, ne de zulme uðrarsýnýz [83] buyurmuþtur.
Terim olarak bu ifade selem konusunda, rabbusselemin (selemde sermayedar) müslemün ileyhe (peþin para alarak veresiye mal verecek olan kimse) verdiði peþin para ya da mal, mudârabede rabbülmâlin (sermayedar) âmile (iþletmeciye) ticari konularda yatýrým yapmak ve iþletmek üzere verdiði para ve malî þirketlerde ortaklarýn yatýrým veya iþletme amacýyla koymuþ olduklarý mal veya para için kullanýlýr. Murabaha, tevliye ve vazîa gibi ticaret iþlemlerinde ise, satýcýnýn üreticiden mal alýrken ödediði ilk fiyata denir. Riba konusuna gelince re'sülmâl tabiriyle, karz yoluyla verilen anamal ya da zimmette borç olarak bulunan ve verilen sürenin sonunda kârsýz ve artýþsýz olarak ödenmesi gereken ana para kastedilir. [84]
(iade)
Sözlükte geri vermek anlamýna gelir. Fýkýhçýlar bu ifadeyi feraiz bahsinde ve kanuni mirasçýlardan artan mallarýn, baþka hak sahibi de bulunmadýðý takdirde yine onlara, haklarý nisbetinde geri vermek anlamýnda kullanýrlar.
Terim olarak fukaha tarafýndan, izne ya da þarta baðlý tasarruf ve yetki konusunda kullanýlmýþtýr. Þöyle ki; sözleþme ile kendisine yetki ve izin verilen kimsenin sözleþmeyi imzalamayacaðý ve uygulamayý kabul etmeyeceðine iþaret eden her türlü davranýþ, "red" manasýna gelir. Bu davranýþýn söz ya da hareketle olmasý arasýnda bir fark yoktur.,Ýzin alma hakkýna sahip olan kimsenin kendi aleyhine olarak baðýmlý tasarruf yetkisini kabul etmemesi çok tabiîdir. Ancak bu durumda ona tekrar izin verilmesi mümkün olamaz. Çünkü izhar edilen red beyanýyla tasarruf talebi iptal edilmiþ olur.
Muhayyerliðe baðlý redde gelince; bundan maksat, hak ve menfaati gereði muhayyerliði zorunlu olan kimsenin akdi feshetmesi ve eþyayý satýcýya iade ederek parasýný geri istemesidir. Nitekim ayýp, görme ve þart koþulan özelliklerin bulunmamasýna baðlý olarak alman eþyanýn geri verilmesinde olduðu gibi. [85]
(hak ve mallarýn sahiplerine verilmesi)
Sözlükte döndürme, geri çevirme, gönderme "red" kelimesinin anlamlarýndan birkaçýdýr. Meselâ "radedtü ileyhÝ el-ve-dî'a (ona emanetini verdim)" denilir ki, "onu geri verdim" anlamýna gelir. Yine "teraddedtü ilâ fülân (filan kiþiye gidip geldim)" denilir. Bu da, "ona son kere uðradýðýmdan sonra bir kere daha gittim, döndüm" demektir.
Terim olarak "redd-i hukuk" ya da "redd-i mezâlim" ifadelerine gelince; fýkýhçýlar bunlarý, haklarýn ve mallarýn gerçek sahiplerine iade edilmesi þeklinde yorumlamaktadýrlar. Bu mal ve haklar ister doðru, isterse yanlýþ yoldan elde edilmiþ olsun farketmez. Ödünç ve emanetlerin sahiplerine verilmesi gibi. Yine gasp edilen ve çalman mallar ile rüþvet ve hile gibi yanlýþ yollardan edilmiþ mallarýn gerçek sahiplerine verilmesi de böyledir.[86]
(rehin)
Sözlükte, Ýbn Fâris'in belirttiðine göre "bir hak ya da sebebe baðlý olarak bîr þeyin varlýðýna delalet eden asýl unsur" demektir.
Terim olarak fýkýhçýlar tarafýndan iki açýdan yorumlanmaktadýr.
a) Rehin akdi: Fýkýhçýlar bu kelimeyle akdi yani rehin sözleþmesini kastettikleri zaman, "malî bir varlýðý, alýnmasý mümkün olan bir hak mukabilinde hapsetmek ve tutmak" þeklinde tarif ederler.
b) Merhûn: Bu kelimeyle merhûnu, yani rehin olarak býrakýlan eþyayý kastettikleri zaman "borcun alýnmasý tehlikeye düþtüðünde malî deðerinden alýnmak üzere borç garantisi olarak býrakýlan mal" biçiminde tarif etmiþlerdir.[87]
Sözlükte yazma, niþan, alamet veya iþaret koyma gibi anlamlara gelir. Nitekim "rasemtul-kitab" ifadesi "kitabý yazdým" þeklinde yorumlanýr. Yine bu kelime "þehide alâ res-mi'1-kabale" þeklinde de kullanýlýr ve "sayfanýn yazýlmasýna þahit oldum" anlamýna gelir. Ayrýca, eski eser, eski eser kalýntýlarý ve sahibi belli olmayan eski eserler manalarýna kullanýldýðý da olur. Çoðulu "rusûm" þeklinde gelir.
Modern maliye bilimine göre de, devletin verdiði hizmetlere karþýlýk olarak vergi þeklinde aldýðý her türlü malî kýymetin adýdýr. Ancak fýkýh dilinde bu anlamýyla kullanýlmaz.[88]
Sözlükte, "suht (öfkelenme, kýzma)" kelimesinin zýttý olarak kullanýlmaktadýr. "Rýza'1-abdü anillah" ifadesinin anlamý "kulun, Allah'ýn getirdiklerini kötü görmemesi ve beðenmezlik etmemesi" demektir. Yani insanýn, kazandýðým da kaybettiðini de, nefsinde bir deðiþiklik olmaksýzýn hoþ karþýlamaðýdýr. "Rýzallahü ani'1-abd" ifadesi ise, Allah'ýn kulunu, emirlerini yapar, yasaklarýndan kaçar görmesidir.
Fýkýhçýlar bu kelimenin anlamý konusunda iki görüþ ileri sürmüþlerdir:
Birincisi Ebu Hanefî'nin görüþüdür: Buna göre rýza "son derece mükemmel ve isabetle yapýlan bir tercih" demektir. Bu tercihin neticesinde yüz gülümser ve memnunluk duyar. Bazýlarý da bu kelimeyi "bir þeyi güzel bularak tercih etmek" þeklinde yorumlamýþlardýr.
ikinci görüþ ise, Þafiî, Mâliki ve Hanbelî âlimlerinin çoðunluðunun görüþüdür. Buna göre rýzâ, "beðenmeme gibi bir duygu karýþtýrýlmadan bir iþi yapmaktýr."
Bu durumda, Hanefîlerin görüþü çoðunluðun görüþüne göre daha hususi bir anlam taþýr.
Tercih son derece mükemmel olmasa ve memnuniyet ortaya çýkmasa bile, bir eser yapmaya yönelik sadece bir niyet dahi, çoðunluða göre rýza olarak deðerlendirilir.
Böyle olduðu zaman Hanefîlere göre bu durum rýza olarak deðerlendirilemez. Rýzâ olarak deðerlendirilebilmesi için az miktarda da olsa tercih ve iyi bulmak duygusu gerçekleþmiþ olmalýdýr.[89]
(aynî Ödeme)
Sözlükte, Allah Teâlâ'nýn, canlýlarýn beslenmesi için yarattýðý þeylerin ismidir. Yani bunlarla hayvanlarýn vücutlarý beslenir, kuvvetlenir ve geliþir, Rýzk-ý hasen ifadesi ise, isteði anýnda sahibine zahmetsiz olarak ulaþan nimet demektir. Yine bu deyim "zorlanmadan, hesap kitap edilmeden kolayca elde edilen þeyler" biçiminde de yorumlanmýþtýr.
Terim anlamýna gelince ihtiyaca yetecek miktarda, aylýk ya da günlük olarak, askerlere, hakimlere, müftü, imam ve müezzinlere ve diðer görevlilere Beytüimalden ayrýlan gýda ve eþyalara denir.
Bazý âlimler rýzk ile atayý (baðýþ ve ihsan) birbirinden ayýrmýþlar ve atayý, "ihtiyaca göre ayrýlmayan, fakat hak sahibinin sabrýna ve dinî emirlere baðlýlýðýna göre verilen hediyeler" þeklinde tarif etmiþlerdir. Rýzk ise mutlaka kifayet miktannca ayrýlan mallar için kullanýlýr. Ayrýca, atanýn senelik veya aylýk, "rýzk"ýn ise günlük olarak verildiði de söylenmiþtir.
Kerhî'nin Muhtasar'ýnda atânm askerlere rýzkýn da fukaraya verildiði yazýlýdýr.
Sonuç olarak fýkýhçüann, çoðu yerde bu iki kelime arasýnda fark görmedikleri ve birbirinin yerine kullandýklarý söylenebilir. [90]
(ribâ/faiz)
Sözlükte artýþ, fazlalýk ve yükseklik anlamlarýna gelir.
Terim olarak, þeriat bu fazlalýk ve artýþý özel bir anlamda ve iki kýsma ayýrarak yorumlamýþtýr:
1- Cahiliyye ribâsý: Bu ribe'd-düyûn ve ribe'n-nesîe þeklinde de isimlendirilir ve bu da iki þekilde olur.
Birincisi, birisinin zimmetinde baþkasýna ait bir borcun sabit olmasý ve varlýðýnýn kesinleþmesi biçiminde ortaya çýkar. (Burada borcun karz, satýþ veya baþka bir sebeple doðmuþ olmasý arasýnda fark yoktur.) Borç müddeti sonunda alacaklý parasýný isteyince borçlu ona, "bana süre ver, karþýlýðýnda paranýn miktarým artýrayým" der ve alacaklý da bunu kabul eder.
Bir kimse baþka bir þahsa on lira vererek bir müddet sonunda onbir lira istese ve bu da taraflarca kabul edilse, ikinci þekil ortaya çýkmýþ olur.
2- Ribe'1-büyû': Bunun haramlýðý Hz. Peygamberin "Altýn altýnla, gümüþ gümüþle, buðday buðdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla eþit ve peþin olarak deðiþtirilir. Eðer bunlar arasýnda fark bulunursa peþin olarak dilediðinizi yapýnýz" mealindeki hadisiyle kesin olarak haram kýlýnmýþtýr.
Bu çeþit ribânýn da iki þekli vardýr: Ribâ-i fadl (fazla-hk faizi), ribâ-i nesâ (erteleme faizi).
Eðer bir kimse, bir dirhemi iki dirhem karþýlýðýnda ya da bir Ölçek hurmayý iki ölçek hurma mukabilinde ve peþin olarak satarsa bu muamele ribâ-i fadl olur.
On dirhem karþýlýðýnda bir dinar ya da bir ölçek hurma bir ölçek arpa karþýlýðýnda veresiye olarak satýlsa bu da ribâ-i nesâ olur.
Durum böyle olmakla beraber, fikýhçýlar bu yasaðýn sadece sayýlan altý sýnýf mala mahsus olduðu ya da diðerlerini de kapsadaðý konusunda ihtilaf etmiþlerdir. Burada ihtilaf edilen asýl konu, eðer bu hüküm, sayýlan altý sýnýf malýn dýþýndaki mallarý da kapsýyorsa bunun sebepleri ve bu sebeplerin haram olup olmadýðý meselesidir.[91]
(kâr)
Sözlükte ticaretten elde edilen kâr demektir. Daha geniþ olarak bir iþten elde edilen her türlü fayda için kullanýlýr. Kar sözcüðü bazen ticaret sahibine yani tacire, bazen de bizzat ticarete dayandýrýlýr. Meselâ "o, ticaretinde kâr etti" denildiði gibi, "onun ticareti kazandý" þeklinde de söylenir.
Terim olarak, sermayenin çeþitli iþlemler yoluyla dönmesi neticesinde elde edilen artýþa denir.
Ribhin meþru ve gayri meþru kýsýmlarý vardýr. Eðer ribh meþru (yasal) ve helal bir akit sonucunda elde edilmiþse meþru, haram bir tasarruf sonucu kazanýlmýþsa gayri meþru olur.
Ribh, bir çeþit artýþ ve çoðalmadýr. Bu takdirde "her ribh bir nemadýr; fakat her nema bir ribh deðildir." Çünkü nenýâ bazen ribh,, bazen gaile (gelir), bazen de fayda (menfaat) þeklinde ortaya çýkar.[92]
(rehin/ödlü)
Sözlükte (rehn) sözcüðünün çoðuludur. Bu da borca karþýlýk güvence olarak ortaya býrakýlan her çeþit hak ve mal demektir. Nitekim Bakara sûresinin 283. ayetindeki "alýnmýþ bir rehin" ifadesi bu anlamda kullanýlmýþtýr. Ayrýca üzerinde yarýþma yapýlan þey anlamýna da gelir.
Eðer bu kelime mürâhene kalýbýna dönüþtürülerek kullanýlýrsa tehlike manasýnda kullanýlmýþ olur. Bir topluluk bireylerinden her biri yarýþ esnasýnda kazanan yarýþçýya verilmek üzere herhangi bir eþya (çýkardýklarý) koyduklarý zaman "râhentuhû" veya "terâhene'1-kavm" ifadeleri kullanýlýr.
Bazý yorumcular da, atýcýlýk için konan ödüle "nidâl", at yarýþlarý için konan ödüle "rihan" ve her ikisi için konan ödüle de "sibak" dendiðini söylemiþlerdir. Fýkýh dilinde de bu anlanýlanyle kullanýlýr.[93]
(gömü/maden)
Sözlükte, ister hazine gibi insan eliyle isterse madenler gibi ilâhî olarak gömülü halde bulunmuþ olsun, akla gelen her türlü mal þeklinde tarif edilir.
Terim anlamý konusunda fýkýhçýlar ihtilaf etmiþler ve bu konuda iki görüþ ortaya koymuþlardýr.
Ýlki Þafiî, Mâliki ve Hanbelî fýkýhçýlannýn çoðunluðunun görüþüdür. Buna göre rikâz Cahiliyye dönemindeki gömülü mallar demektir. Ýkinci görüþ ise Hanefilerin görüþüdür ki, yeraltýnda yoðun halde bulunan mallar þeklinde yorumlanýr. Bu mallar ister böyle yaratýlmýþ olsun, isterse insanlar tarafýndan konulmuþ olsun ayný hükme tabidir. Bu durumda rikâz deyimi hem tabiî madenleri, hem de gömülü hazineleri içine alýr.[94]
(elçilik)
Sözlükte, herhangi bir iþin bir kimseden diðerine gitmesi demektir. Kelimenin asýl anlamý mecelle, yani dergi ve mecmuadýr. Yani bir türden olan sýnýrlý konularý ele alan bir çeþit gazete demektir.
Terim olarak "bir kimsenin, diðerine ait bir sözü, bir baþkasýna, herhangi bir müdahale yapmaksýzýn bildirmesi" þeklinde tarif edilir. Yani risale, sadece ifadeyi nakletmek ve sözü gönderenden gönderilene ulaþtýrmak için hazýrlanmýþtýr. Burada þart olan sözleþmenin risaleyi gönderene dayandýrýlmasýdýr. Bu yüzden aracý (elçi); "Ben sadece elçiyim ve bu malý þu kadara sattým" þeklinde ifadesini beyan ederek görevini yapmýþ olur.
Mecelle'nm 1454. maddesinde belirtildiðine göre, risale vekâlet gibi deðildir. Bu sebeple sarraf bir miktar borç vermek istediðinde, borç isteyen kimseye hizmetçisini göndererek parayý vermesini söyler. Bu durumda hizmetçi söz konusu muamelede elçi olarak görev yapmýþ olup vekil deðildir.
Belki de risâlet ile vekâlet arasýndaki en önemli fark þu olabilir: Risale çoðu kere sözlü olarak gerçekleþirken, vekâlet ekseriyetle, vekâlet lafýzlanyla ve akit þeklinde meydana gelir. Yine risâlette akit gönderene dayandýnlýrken, vekâlette vekil muhayyerdir, isterse kendine dayandýrýr, isterse müvekkiline.
Sözleþmle haklarý vekâlette vekile döner. Çünkü o akdi uygulayandýr. Risâlette ise sözleþme haklarý elçiye dönmez. Zira o sadece akdin þartlarýný tebliðci durumundadýr ve haklarýn hepsi asýl onu gönderene döner. Çünkü sözleþmenin asýl muhatabý odur. [95]
(rüþvet)
Sözlükte, reþâ kökünden alýnmýþ bir kelime olup ip anlamýnda kullanýlmýþtýr. Birinden bir rüþvet istendiðinde "isterþâhu (ondan rüþvet istedi)" denilir. Rüþvet verildiðinde ise "raþâhu (rüþvet verdi)" denilir. Rüþvet alan kimse için de "irteþâ" denilir. Rüþvet isteyen ile rüþvet alan arasýnda bir bað kurduðu için olay, ip anlamýna gelen rüþvet kelimesiyle isimlendirilmiþtir.
Deyim olarak Cürcânî'nin tarifine göre "Bir hakkýn iptali ya da bir yanlýþýn meydana gelmesi için verilen þey" biçiminde yorumlanmýþtýr. Nevevi de "Rüþvet, hakim ve benzeri idarecilere kesin olarak haram kýlýnmýþtýr. Çünkü idarecilik bunlara, doðru hükmetmesi ve zulümden kaçýnmasý için verilir ve bu ikisi de onlara vaciptir, asýl görevleridir. Bu yüzden yapýlan iþlere bir karþýlýk almalarý caiz deðildir. Eðer rüþveti veren onunla bir yanlýþa ulaþýyorsa, bu kesinlikle haramdýr. "Rüþvet veren mel'undur" ifadesinden kastedilen bu tür rüþvettir. Eðer rüþvet veren onunla bir hakkým kazanýyor ya da zulümden kurtuluyorsa bu haram deðildir. Fakat bu durumda rüþvetin caiz mi yoksa vacip mi olduðu ihtilaf konusudur"demiþtir.
Ibn Kayyim'in bu konudaki görüþü de þöyledir: "Rüþvet ile hediye, þekil bakýmýndan birbirine benzeseler de maksat bakýmýndan ayrýlýrlar. Rüþvet verenin maksadý, bir hakkýn bozulmasý ya da bir yanlýþýn gerçekleþmesidir. Ýþte bu kimse Peygamber (s.a.v.) Usanýnca mel'undur. Eðer rüþvet verenin kastý, üzerindeki zulmü kaldýrmak ise bu durumda lanet sadece rüþveti alan içindir. Hediye verene gelince; bunun maksadý sevgi, dostluk ve yardýmlaþmadýr. Bununla bir mükâfat kazanmayý uman kimse karþýlýðýný alýr. Kâr amacýný güden kimse de kazancýný artýrýr.[96]
(ölüme baðlý baðýþ)
Sözlükte irtikab kökünden alýnmýþ olup bekleme anlamýna gelir.
Terim olarak bir çeþit hibe veya baðýþ demektir. Bu, meselâ ev sahibinin þu þekilde demesiyle mümkün olabilir: "Bu evi sana baðýþladým veya bu hayatým boyunca senin olsun, ancak sen benden önce Ölürsen ev tekrar bana döner. Eðer ben senden önce ölürsem ev senin ve sonra evlatlarý-nmdýr." Sanki o þöyle demektedir: Ev ya sonraya kalanýmýza aittir, yahut da en son ölenindir.
Bu durumda iki kiþiden her biri arkadaþýnýn ölümünü beklediði için mesele böylece isimlendirilmiþtir.[97]
(ergenlik)
Sözlükte rüþd ya da reþed kelimeleri hidayet ve istikamet anlamlarýna gelir. Bu kelimenin zýttý gayy (dalalet)âýr.
Deyim olarak rüþd, çocukluðu takip eden olgunluk ve erginlik dönemi demektir ve insaný mallarýnda tasarrufa ehil ve yetkili kýlar. Fýkýhçýlar bunun hakikati ve þartlarý konusunda iki görüþ bildirmiþlerdir.
Birinci görüþ Ebu Hanife, Malik ve Ahmed b. Hanbel'in görüþüdür. Bunlara göre çocuðun rüþdü, mallarýný ýslaha, geliþtirmeye ve yerli yerinde harcamaya kadir olmasý demektir. Bu konuda yükümlünün adaletli ve günahkâr olup olmadýðýna bakýlmaz. Kim bu sýfata sahip olursa fâsýk (günahkâr) bile olsa malý kendisine verilir.
Ýkincisi Þafiî ve bazý Mâliki âlimlerinin görüþüdür. Buna göre rüþd, dindarlýk ve malýn iyi kullanýmýdýr. Bu durumda insan dininde fýska düþmeksizin malýný iyi kullanýr bir duruma gelmedikçe malý ona teslim edilmez.[98]
(zekat tahsildarý)
Sözlükte, herhangi bir iþ ya da topluluðun valisi veya yöneticisi demektir. Bu kelimenin asýl anlamý koþmaksýzýn hýzlý yürümek þeklinde belirtilmektedir ve ister hayýr, ister þer olsun bir iþte ciddiyet anlamýnda kullanýlýr. Feyyumi'ye göre; kelimenin asýl anlamý, her türlü iþ için kullanýlan tasarruf (yetki)tur. Matla fda belirtildiðine göre de, topluluk için bir iþ yapan herkes onlar üzerine sâldir. Ancak çoðu kere bu kelime dürüst valiler için kullanýlýr.
Terim olarak, zekat toplayan memurlar için kullanýlan bir isimdir. Bu kiþi, sevâim denilen hayvanlarýn zekatýný toplamak üzere devlet baþkaný tarafýndan gönderilen kimsedir. Çoðulu su'ât þeklinde gelir. [99]
(yetiþkin çocuk)
Sözlükte temyiz, birbirine benzeyen veya karýþan þeyleri ayýrmak anlamýna gelir. Ayrýca anlama ve kavramayý saðlayan zihin gücü manasý da vardýr.
Deyim olarak sinnü't-temyîz kavramýnýn anlamý çocuðun zararýna olanlarý faydasýna olanlardan ayýrabileceði ergenlik yaþýdýr. Bu kavram sanki çocuðun, kendi bilgisiyle eþyalarý ayýrt edebildiði zaman kullandýðý "meyyeztü'l-eþyâ" ifadesinden alýnmýþtýr.
es-Sabiyyul-mümeyyiz devimine gelince; fýkýhçýlar bunu malî muameleler konusunda iþlemiþlerdir. Bundan maksat akdin mana ve maksadýný anlayabilecek yaþa gelmiþ çocuktur. Bir baþka deyiþle anlama, kavrama ve farke-debilme yaþma gelmiþ küçük çocuktur. Yani çocuk bu yaþ ve çaðda çevresinde geliþen bazý olaylarý bilmeye baþlar ve bunlarla bir dereceye kadar fayda ve zararýný anlama gücüne ulaþýr. Ayrýca kamu iþlerindeki maslahatý da faydasýz iþlerden ayýrabilir. Meselâ satýþýn, bir þeyi mülk olmaktan çýkarmak; alýþýn da onu alýp getirmek olduðunu bilir. Ayrýca alým satým ile kâr elde etme veya malýn artýrýlmasý amacý güdüldüðünü kavrar. Yine açýk bir ðabn-ý fahiþi de farke-debilir.
Fýkýhçýlara göre temyiz yaþýnýn belirli bir sýnýrý yoktur. Bunun sebebi de çevre ve iklimlerin farklý oluþudur. Hanbelîler ile bazý Hanefîler yedi yaþýný temyiz yaþý olarak belirlemiþlerdir. Çünkü çoðu kere orta halli bir çocuk bu yaþa ulaþtýðýnda anlama gücü ortaya çýkar ve mümeyyiz olur.
Bununla birlikte mümeyyiz çocuk için özel hukuki hükümler ortaya çýkmýþtýr. Özellikle akitlere iliþkin malî tasarruflarda konuya iliþkin özel bölümler vardýr. Ýsteyenler fýkýh kitaplarýnýn ilgili bölümlerine müracaat edebilirler. [100]
(tek satýþlý akit)
Sözlükte safk kelimesinden türemiþ bir isimdir ve satýþ anýnda birbirine vurmak veya bir baþkasýnýn eline vurmak anlamlarýna gelir. Araplarda, satýþ iþlemi kesinleþtiðinde alýcýlardan biri mal sahibinin eline vururdu. Sonralarý "saf-ka" kelimesi bizzat satýþ akdi anlamýnda kullanýlýr oldu.
Deyim olarak safha, "tek fiyat ile yapýlan bir sözleþme" için kullanýlýr. "es-Safkateyn fî safka" ifadesine gelince; bundan maksat bir akitde iki akdi toplamak ve böylece akit-lerdeki gerçek bedeli veya fiyatý gizlemektir. Meselâ satýþ ile icarý, ödüncü, selemi ve evliliði bir araya toplamak gibi.
Bu iþlem þöyle gerçekleþir: Bir adaný diðerine, ben sana þu malýmý, þu paraya peþin, þu malýmý da veresiye sattým der ve .böylece ayrýlýrlar. Yani müþteri hangi fiyatlardan satýn aldýðým bilmeden ayrýlýr. [101]
(serbest, azatlý köle)
Sözlükte atýlmýþ, terkedilmiþ þey anlamýnda kullanýlýr. Sahibinin attýðý mal demektir. Yani sahibinin herhangi bir kimseye mülk olarak vermediði ya da hayýr olarak vakfettiði ve terkettiði mal ve eþyadýr.
Kur'an'da bu kelime ile bir hastanýn iyileþmesi, bir yitiðin bulunmasý veya benzeri herhangi bir nezre (adaða) baðlý olarak serbestçe otlamak üzere býrakýlan deve kastedilir.
Deyim olarak da fýkýhçýlar bu kelimeyi azad edilen köle için kullanýrlar. Artýk bundan sonra sahibinin onun üzerinde velayeti yoktur, malýný dilediði yere koyabilir. Çünkü onun varisi de yoktur.
Bu bakýmdan el-Cübbî "saibe"yi þöyle tarif etmiþtir: "Sahibinin diðer müslümanlar adýna azat ettiði ve fakat onlara tabi kýldýðý köledir. Çünkü onun sahibi müslümanlar içinde serbest kýlmýþ, terketmiþ ve boþ býrakmýþtýr." Bu durumdaki bir kimsenin tekrar köleliði hakkýnda yasak konmuþtur. [102]
(para deðiþimi)
Sözlükte, bir þeyi bir halden bir hale dönüþtürmek veya baþka bir þey ile deðiþtirmek anlamlarýna gelir.
Deyim olarak "para ile parayý satmak" þeklinde yorumlanýr. Meselâ altýn para ile gümüþ para satmak gibi. Bu durumda biri diðerine dönüþtürülmüþ olur ve bedeli alýnmýþ demektir.
Mutarrazî'nin yazdýðýna göre "sarf m asýl anlamý nakletme veya artma demektir. Bu sebeple fiyat ve kýymetlerin birbiriyle satýþý "sarf' olarak isimlendirilmiþtir, Bu, çoðu kere yapýldýðý gibi ister taraflarýn ziyade ve artýþ talebiyle olsun, isterse akit meclisinde iki ayrý bedelin el deðiþtirmesi þeklinde yapýlan özel bir akit olsun ayný ismi alýr. [103]
(sahipsiz toprak)
Sahibi Ölen ve mirasçýsý bulunmayan arazi ve emlak ile sultanýn, sahibi bilinmeyen akardan kendisi için seçtiði mallara denir. [104]
(avlanma)
Sözlükte avlanma anlamýnda mastardýr ve kaçma kabiliyeti ve gücüne sahip olan hayvanlara üstün gelerek elde etmek demektir. Râgýb'm dediðine göre þeriatta sayd, mâliki bulunmayan, kaçma güç ve kabiliyeti bulunan ve eti helal olan hayvanlarý elde etmektir.
Ayrýca bu kelime avlanan hayvanlar için de kullanýlýr. Bu açýdan Mutarrazî saydý, "yaratýlýþý itibariyle vahþi (ehli olmayan) ve ancak tuzak ile elde edilebilen hayvandýr" þeklinde tarif etmiþtir.
Tehânevî, Mutarrazî'nin bu tarifinde geçen bazý ifadeleri þöyle yorumlamýþtýr: Hayvanýn mümtenî olmasý kaydý tavuk, ördek ve benzeri hayvanlar içindir. Çünkü bundan maksat hayvanýn ayak ve kanat gibi kaçmasýný saðlayacak organlara sahip olmasýdýr. Mütevahhiþ olmasý kaydý, ehlî güvercin kuþu gibi hayvanlar içindir. Çünkü bunun anlamý hayvanýn ne gece, ne de gündüz insanlara alýþmamýþ olmasý demektir. Tab'an kaydý ise ehlî iken vahþileþen hayvanlarla ilgilidir. Bunlarýn avlanmasý helal deðildir; ancak boðazlamakla helal olur. Bu gruba geyik gibi vahþi iken ehli-leþmiþ hayvanlar da dahildir.
"Ancak tuzak ile elde edilebilen" ifadesine gelince bunun anlamý "hiç kimsenin sahibi olmadýðý hayvan" demektir. [105]
(para bozma, sarraflýk)
Sözlükte ve fýkýh biliminde para ile parayý satmaya denir. Meselâ "sarraftü'd-dînâr bi'd-derâhim" denilir. Yani "altýn parayý gümüþ paraya sattým" demektir. Bunun ism-i faili yani meslek ismi olarak kullanýlan kalýbý sayrafi, sayrafve sarraf þeklinde gelir. Mutarrazî'nin dediðine göre, iyilik ve kýymet bakýmýndan dirhemi dirheme deðiþtirmek de bir çeþit sarf, yani birini birine tercih demektir.
Kim bu tercihi yapabiliyorsa ve iyi ile kötüyü ayýrabili-yorsa sarraf, sayraf veya sayrafidir, denilmiþtir. Kelime sarf kökünden türemiþtir ve üstün tutma, tercih etme anlamýna gelir. Çünkü tercih edilen þey hata ve noksanlýklardan temizlenmiþ demektir.[106]
(yarýþ Ödülü)
Sözlükte, yarýþçýlarýn kazanmak için yarýþtýklarý ödül anlamýna gelir ve yarýþý kim kazanýrsa onu alýr.
Bunun aslý þudur: Eski çaðlarda yarýþmacýlar, herhangi bir konuda yarýþmak istedikleri zaman bir kamýþýn ucuna ya da içine bir ödül koyarlar ve onu ulaþmak istedikleri bir yere dikerlerdi. Kim oraya ilk önce ulaþýrsa kamýþý ve ödülü alýrdý.
Ebu Süleyman el-Hattâbî "sebak" sözcüðünü þöyle tarif etmiþtir: "Kazanan yarýþmacýnýn bu baþarýsýna karþýlýk olarak konan hediye ve benzeri þeylerdir."
Fukaha sebak'm caiz olup olmadýðý konusunda ikiye ayrýlmýþlardýr: Birinci görüþ Hanefîlerin görüþü olup, dört çeþidin dýþýndaki sebak caiz deðildir. Bunlar, kýlýç (ok), insan, deve ve at. Ýkinci görüþ ekseriyetin görüþüdür ve üç çeþidin dýþýndakiler caiz deðildir. Bunlar da ok, at ve devedir.
Nasl ucu sivri ok, hafir at, hýf da deve demektir. Burada bütünden küçük parçalar zikredilmiþ, fakat bütünün kendisi kastedilmiþtir. [107]
(kötülük yolunun kapatýlmasý)
Sözlükte zerfa bir þeyin varlýðýna kesin olarak sebep olan araç, vesile anlamýna gelir.
Sedd kelimesi ise bir þeyin olmasýna veya gelmesine engel olan þey biçiminde yorumlanýr.
el-Cübbfnin bijdirdiðine göre; Zerî'anm asýl anlamý sahraya serbestçe otlamak üzere salýverilmiþ deve demektir. Geyik ve yabani inekler gibi bazý av hayvanlarý zamanla ona alýþýrlar. Bir müddet sonra devenin sahibi ona doðru yaklaþarak bu yabani hayvanlarý avlamak ister. Ýþte böylece deve sayesinde bu yabani hayvanlarý istediði zaman avlama imkâný elde etmiþ olur. Ýþin aslý da budur.
Her þeye sebep olan baþka bir þeyin var olduðu herkes tarafýndan söylenmektedir. Devenin aldatmasý da yabani hayvanlarýn avlanarak yok olup gitmesinin sebeplerinden biridir.
Terim olarak bu ifade, zahiren mubah olmakla birlikte sonuçta kötülüðe ve tehlikeye sebep olan her türlü söz, iþ ve davranýþ þeklinde yorumlanýr.
Þâtýbî bu konuda þunlarý yazmýþtýr: "Bunun hakikati kötülüðe sebep ve vesile olan iyiliktir. Bu yüzden sedd-i zerai' ifadesi de, sonucunda kötülük ve tehlikelere yol açan ve aslýnda mubah olan söz, iþ ve davranýþlarýn yasaklan-masýdýr. Baþka bir deyiþle, kötülüðü önlemek için yapýlan doðru ve mubah bir hareket, sonuçta baþka bir kötülüðe yol açýyorsa bu helal eylem yasak edilir. [108]
(savurganlýk)
Sözlükte zayýflýk, hafiflik, kiþilik zayýflýðý ve akýl noksanlýðý gibi anlamlara gelir.
Terim olarak, hayýrda bile olsa dinin ve aklýn hilafýna malýn telef ve israf edilmesi, ziyana sokulmasý þeklinde yorumlanýr. Meselâ ihtiyaç olmadýðý halde bir kimsenin bütün malýný mescid yapýmý için harcamasý gibi.
Sefeh'in sebebi, insaný aþýrý öfke veya aþýrý sevince götüren kiþilik zayýflýðý ya da kiþinin dinî veya dünyevî bir fayda endiþesi taþýmadan çalýþma düþüncesi olabilir.
Mecelîe'de geçtiðine göre sefih: "Malým yerli yerinde harcamayan ve masraflarýnda çok aþýrý giden kimsedir. Ebleh ve sadedil olmalarý sebebiyle kâr ve temettü yolunu bilmeyip de malýný alýp vermede aldanan kimseler de sefih sayýlýr.[109]
(düþman ölüsünün üstündekiler)
Sözlükte soyulmuþ þey anlamýna gelir. Yani insan ve diðer canlýlarýn üzerinden çýkarýlan ve soyulan eþya demektir. Kelime, bir þeyi gizlice çekip almak anlamýna gelen "selb" kökünden türemiþtir.
Ýbn Fâris bu kelimeyi "bir þeyi baþkasýnýn üzerinden zorla çýkarýp almak" þeklinde açýklamýþtýr.
Terim olarak Râgýb "ölenin merkebi ve üzerindeki silah, elbise, eyer ve yular gibi eþyalar" biçiminde yorumlamýþtýr.
Tehânevî ve diðer bazý bilginlerin yorumu da þu þekildedir: Aslýnda, ölünün yanýnda bulunan köle, merkep, emtia ve benzeri soyulmuþ eþyalar seleb deðildir. Bunlar ganimet türünden þeylerdir. Hadiste geçtiðine göre "Kim bir kimseyi öldürürse eþyalarý onundur."
Kadý Iyaz'a gelince; o da þu açýklamayý getirmiþtir: "Seleb, ölünün üzerinde bulunan elbise ve âlet gibi öldürenin aldýðý eþyalardýr." Bu açýklama selefin görüþüne de uygun düþmektedir. Seleb'in çoðulu eslâb'dýr.
Selb kelimesi ise, baþkasýnýn üzerinden zor yoluyla alýnan ve çýkarýlan eþya anlamýna gelir. Meselâ "selebtühû" yani, "onun elbisesini zorla ve kasten çýkarýp aldým" denilir. [110]
(selem akdi)
Sözlükte ve fýkýh dilinde "selem akdi" manasýna kullanýlýr. Þu kadar var ki, "selem" tabiri Hicaz bölgesinde, selef tabiri de Irak bölgesinde daha çok kullanýlýr.
Kflý Iyaz'a göre bu kelime "tekaddüm (önden verilen)" manasýna geldiði için peþin verilen sermaye de bu isimle anýlmýþtýr.
Ayrýca bu sözcük fikýhçýlarýn dilinde karz (borç) manasýnda da yorumlanýr. Nitekim aynen ödemek üzere borç para istendiðinde tesellefe ve isteslefe fiilleri kullanýlýr. Eslefe fiili de ayný anlama gelir. Meselâ "esleftühû" denildiðinde "ona borç para verdim" manasý kastedilir.
Geçmiþte böyle söylendiði için karz deyimi, selef olarak da isimlendirilmiþtir. Çünkü geçmiþ çaðlarda borç sahibi (alacaklý) "filan kimsede benim þu kadar alacaðým var" derken, selef ifadesini kullanýrdý. [111]
(ön ödemeli alým)
Sözlükte verme, terketme ve peþin ödeme anlamlarýna gelir.
Deyim olarak peþin para ile halen zimmette sabit ve mevcut olan bir malý satmak þeklinde tarif edilir.
Selemin þartlarýna baðlý olarak fikýhçýlar selemin tarifinde ayrýlýða düþmüþlerdir. Hanefî ve Hanbelîler selemin sýhhati için sermayenin tek mecliste alýnmasýný, malýn tesliminin de ayný mecliste tecil edilmesini (ertelenmesini) þart koþarlar ve selem-i hali kabul etmezler. Onlara göre selem "Müecceli muaccele satmaktýr."
Þâfîüer de sermayenin tek mecliste verilmesini þart koþmakla birlikte, selem-i hal ve selem-i müecceli caiz görürler. Onlara göre de selem "Zimmette mevcut ve mevsuf olan bir malý peþin para ile satmaktýr."
Mâlikîlere gelince; bunlar, selem-i hali reddederler ve sermayenin akit meclisinde verilmesi þartýný ileri sürmezler. Yine sermayenin ödenmesinin, iþin kolaylýðý için iki, üç gün tecil edilmesini caiz görürler. Onlara göre selem "Zimmette evsafý belirli bir malýn, peþin para ya da benzeri bir bedel karþýlýðýnda ve belirli bir süre sonunda satýlmasýdýr.[112]
(Selem-i hal: peþin verilen birþey karþýlýðýnda veresiye bir malý satýn ve teslim almak demektir.)
(bedel)
Sözlükte ivaz, paha, bedel anlamýna gelir. Râgýb'ýn dediðine göre semen; satýcýnýn, sattýðý mal mukabilinde ayýn veya ticaret eþyasý olarak aldýðý bedelin ismidir ki, aslýnda karþýlýk olarak elde edilen her þey satýlan malýn semenidir. Terim olarak semen, kýymet mukabilinde kullanýlýr. Fikýhçýlar bu kelimeyle ister malýn gerçek kýymetine uygun olsun, ister ondan fazla olsun, isterse ondan eksik olsun, satýcý ile alýcýnýn üzerinde anlaþtýklarý ivazý (bedeli) kastederler. Ayrýca onlar semeni, satýþ akdindeki mal mukabili olarak da kullanýrlar ve bununla da ödenmediði takdirde zimmete borç olarak geçen mal bedelini kastederler.[113]
(aracýlýk)
Sözlükte Farsça'dan Arapça'ya geçmiþ bir kelime olarak belirtilir.
Deyim olarak tellalýn, halk arasýnda cereyan eden ticari anlaþmalar, satýþ ve kira sözleþmeleri gibi gündelik muamelelerde, taraflar arasýndaki arabuluculuk çalýþmalarýna denir. Simsar ise, ticari bir anlaþma ya da bir kira sözleþmesinin imzalanmasýnda taraflar arasýnda aracýlýk eden kiþidir. Simsar, herhangi bir ticaret malýnýn pazarlanmasý, bir akarýn kiralanmasý ya da benzeri iþlerde en uygun ve en iyi fiyatýn elde edilmesi için çalýþmasý karþýlýðýnda bir miktar ücret alýr. Çünkü o satýþa sunulan eþyayý tanýtmak ve özelliklerini anlatmak üzere yüksek sesle baðýrýr. Ayrýca, fiyatý artýrmak isteyen olup olmadýðýný da araþtýrýr. Simsarýn ücreti ise, yukarýda sayýlanlarý yapmasý karþýlýðýnda ve iþin bitiminden sonra belirlenir.
Simsarlar; tellallar, tavafçýlar ve baðýrýcýlar gibi eskiden beri bilinen bir zümredir. Bunlar bir malý tanýtmak, reklamýný yapmak ve sonunda yüksek bir fiyatla satmak için baðýrýp çaðýrýrlar. Hatta bazen müþteriyi teþvik için etrafýnda dolaþýrlar. [114]
(hýrsýzlýk)
Sözlükte bir kiþinin kendine ait olmayan bir malý gizlice almasý anlamýna gelir ve bu tariüyle þerl anlamýndan farklý deðildir.
Terim olarak da þöyle açýklanmýþtýr: "Serika gizlice baþkasýnýn malýný almaktýr." Elin kesilme sebebi olup olmadýðýna bakýlmaksýzýn serikamn gerçek anlamý budur. Elin kesilmesine sebep olan serika ise fýkýhçýlar tarafýndan; "Ergin, akýllý, hür ve Ýslâm ahkâmý ile yükümlü bir kimsenin, kendisine ait olmadýðý kesin belli olan nisâb miktarý kýy-metindeki bir malý kapalý bir mekandan hýrsýzlýk maksa-diyle almasýdýr" þeklinde tarif edilmiþtir. [115]
(pazarlýk)
Sözlükte sunmak, arzetmek ve fiyatý belirlemek gibi anlamlara gelir. Meselâ "sâme'1-bâi' es-sil'ate (bayi malýný satýþa arzetti ve fiyatýný belirledi)" ve "sâmel-müþteri el-mebîa (müþteri belirlenen fiyattan malý almak istedi)" denilir.
Bu kelimenin baþka kalýplarý da ayný anlamda kullanýlabilir. Ancak "tesavüm" iki kiþi arasýnda gerçekleþir. Satýcýnýn malýný herhangi bir fiyattan satýþa sunmasý, alýcýnýn da bu fiyattan düþük bir fiyat vermesi demektir. Râgýb'ýn dediðine göre sevm bir þeyi elde etmek için gitmek demektir ve burada gitme ile isteme fiilleri birleþmiþtir.
Sevm kelimesi bazan gitme anlamýnda kullanýlýr. "Sâ-meti'1-iblü fe-hiye sâime" ifadesinde olduðu gibi. Bazen de isteme anlamýnda kullanýlýr: "sümtü keza" ibaresinde kullanýldýðý gibi. Ancak, terim olarak kullanýmý bu sözlük anlamlarý dýþýnda deðildir.
Pazarlýk üzerine pazarlýðý yasaklayan hadise gelince; bu, satýþ üzerine satýþ yapýlmamasý demektir. Bu yasak hem alýcý hem de satýcý için geçerlidir. Bu iþin aslý þöyle cereyan etmektedir: Bir satýcý herhangi bir fiyattan malým müþteriye sunar. Sonra isteklerini bildirir ve malýn satýlmasý için çaba gösterir. Tam bu durumda iken bir baþka satýcý araya girerek, "bende bu fiyattan daha aþaðýya mal var" der.
Terim olarak kullanýlan "kabz alâ sevmi'þ-þirâ" ifadesinin manasý ise müþterinin, satýcýdan beðendiði ve istediði bir fiyattan, mal satýn almasý demektir.
"Kabz alâ sevmi'n-nazar" tabiri de, bir kimsenin baþkasýna göstermek üzere bir malý teslim almasý anlamýna gelir. Burada alýcýnýn beðendiði ve istediði takdirde satýn alacaðým belirtmesi ve söylemesi gerekmez.
"Kabz alâ sevmi'þ-þirâ", "kabz ala sevmi'n-nazar" tabirinin aksine fýkýhçýlar arasýnda daha çok bilinir. "Kabz alâ sevmi'n-nazar" ise sadece Hanefî âlimleri tarafýndan kullanýlýr. [116]
(akdin geçerliliði)
Sözlükte sýhhat, eylemlerin en uygun biçimde yapýlabilmesi için insanýn sahip olduðu hal veya meleke olarak açýklanýr.
Terim olarak fiilin (iki yönlü gerçekleþen) þeriata uygun olmasýdýr. Cürcânî, "fiilin, ibadetlerde hükmü düþürücü veya muamelelerde talep edilen sonuçlarýn elde edilmesinin sebebi olmasýdýr" þeklinde tarif etmiþtir.
Fýkýh terimi olarak akd-i sahih, þer'an istenen sonuçlara ulaþýlabilecek þekilde her türlü þart ve rükünleri kendinde toplayan akit yani sözleþmedir. Bu açýklama çerçevesinde Hanefîler sahih akdi "Ýmzalanmasýyla sonuçlarý ortaya çýkacak bir þekilde nitelikleri ve aslý bakýmýndan þeriate uygun olan sözleþme" þeklinde tarif etmiþlerdir.
Asýldan maksat, meydana gelmesi istenen þeyin sabit olmasý, yani ortaya çýkmasý demektir. Aslýn þeriate uygun olmasý demek de sözleþmenin, Þâri'in kabul ve itibar edeceði durumda olmasýdýr. Yani akdin bütün þart ve rükünlerinin yetkilileri tarafýndan ortaya konmasý ve hükümlerinin de ilgili makam ve mekana iletilmesidir. Vasýflarýmn þeriate uygun olmasý ise Þâri'in anlatýlan þeyi öylece kabul ve itibar etmesi, yani vasýflarýnýn þüphe ve hatalardan uzak ve geçerli olmasý ve akdi bozan þartlardan herhangi birisinin bulunmamasý demektir.
Meselâ, Sâri' satýþ muamelesinde îcâb ve kabulün olmasýna ve bunlarýn temlik ve temellük ifade etmelerine, icab ve kabulün akýllý kiþilerce yapýlmasýna ve bunlarýn karþýlýklarýnýn da fiyat ve deðerli bir mal olmasýna itibar eder. Þâri'in itibar ettiði þartlar bulunduðu zaman satýþ da aslý bakýmýndan meþru olur. Ayrýca Þâri'in kabul ettiði bu asýlýn, özel niteliklere sahip olmasý gerekir. Meselâ, tecil edilecek mal deðerinin belirli bir müddete kadar ertelenmesi gibi. Þâri'in kabul ettiði bütün bu þartlar bulunduðu zaman satýþ, sýfatý yönünden meþru olmuþ olur.
Akdin vasýflarý ve aslý bakýmýndan meþru olmasý sonuçlarýnýn ortaya çýkmasýna tam ve geçerli bir sebep teþkil eder. [117]
(zenaat)
Sözlükte sanatkârýn mesleði ve iþi demektir. Kefevî'nin dediðine göre, ister akli olsun, isterse baþka yollarla olsun bir kimsenin deneyip yaptýðý her bilgi onun için bir meslek haline geldiði zaman sýnâ'a diye isimlendirilir.
Ancak fýkýhçýlar sýnâ'a deyimine âlet kullanýlarak yapýlan meslekler için özel bir anlam vermiþlerdir. Kalyûbî de bu konuda "Sýnâ'a âletle yapýlan iþtir, hýrfe ise ondan daha geneldir" þeklinde bir yorum getirmiþtir.
Herhangi bir iþte âlet kullanýldýðý zaman alýþma ve zamana ihtiyaç vardýr. Gayret ve alýþma sýnaatm gereklerindendir. Bu sebeple herhangi bir iþe, üzerinde alýþtýrma yapýlýp bilgi ve becerisi kazanýlmadan ve o iþe tam anlamýyla mensup olmadan sýnâ'a ismi verilmez denilmiþtir.
Þerif Cürcânî ve diðer bazý âlimlerin de belirttiði gibi sý-naat, düþünmeksizin ihtiyari faaliyetlerin yapýlmasýna sebep olan nefsi bir melekedir. Bu açýklamalara binaen sýna-. at "imkânlar dahilinde bazý maksatlarý elde etmek için, ileri görüþlülükte bazý zenaat faaliyetlerini yapmaya muktedir kýlan bir meleke ve kuvvettir" þeklinde tarif edilmiþtir. [118]
(akit sözcükleri)
Sözlükte iþ, güç ve kudret manalarýna gelir. "Sîðatü'1-kavl" ifadesi de sözün þekli, benzeri anlamýna kullanýlýr. Burada iþ ve güçte benzetme vardýr. "Sîðatü'1-emr" sözü ise iþin düzeni ve bütünü manasýna gelir. "Sîgatü'l-kelam" ifadesine gelince, kavrama ve manaya delalet eden sözleri ve onu diðer kelimelerden ayýran Özel þekli demektir. Bu kelime "Adam altýnýn þeklini deðiþtirip süsledi" anlamýna gelen "sâða'r-racülü ez-zeheb" ifadesinden alýnmýþtýr.
Terim olarak kullanýlan "sîgatü'l-akd" ifadesi, sözleþmeyi meydana getiren kelimeler, sözler ve ifadeler demektir. Bir baþka deyiþle, taraflarýn kendi rýzalarýyla bir sözleþme yaptýklarýný gösteren ifadelerdir. Fýkýh dilinde bunlarýn ismi icab ve kabuldür. Bu sebeple bazý yeni fýkýhçýlar siða deyimini "söz, yazý ve iþaret olarak, taraflarýn iradelerini açýklayan ve onlarýn bizzat kendi sözlerini ortaya koyan kelime ve ifadeler" þeklinde tarif etmiþlerdir.[119]
(fiyat)
Sözlükte, bir þeyin üzerinde mevcut olan ve kabul edilen fiyatýdýr. el-Ba'lî bunu "ticaret mallarýnýn deðerini ifade eden, onlarýn üzerinde bulunan ve artýnlamayan fiyatlar" þeklinde tarif etmiþtir.
Mecaz olarak, "eðer bir þeyin kýymeti ve deðeri arttýysa fiyatý da artar" ifadesi çok kullanýlýr. Deðeri çok düþen mal için de "bedava" denilir. Kelimenin çoðul biçimi es'âr kalýbýnda gelir.
Terim olarak bu kelime sözlük anlamýnda kullanýlýr. Kadý Iyaz'm belirttiðine göre si'r, "bir þeyin çarþýlarda revaç bulan deðeri" demektir. Tes'îr tabiri de "bir malýn fiyatýný attýrmayarak belli bir sýnýrda durdurmaktýr.[120]
(ticari mal)
Sözlükte her türlü emtia ve ticaret eþyasý için kullanýlýr. Ýbn Fâris'e göre bu kelime, "satýlan veya satýþý söz konusu olan eþya anlamýna gelir ve satýn alman veya elde edilen eþya anlamý yoktur.
SÝl'a sözcüðü arz kelimesiyle ayný, fakat nakd kelimesiyle zýt anlamda kullanýlýr ki, altýn veya gümüþ gibi parasal varlýklarýn dýþýndaki mal ve eþya þeklinde yorumlanýr. Çoðulu sila' biçiminde olup fýkýh dilinde de bu anlamýyla kullanýlýr. [121]
Sözlükte bir þeye dayanmak ve onun faydasýna olan iþleri idare edip yönlendirmek anlamýna gelir.
Kefevî Külliyât adlý eserinde bu kelimeyi, "Þimdiki ve gelecek halka kurtuluþ yolunu göstererek ýslah etmek" þeklinde açýklamýþtýr. Kefevî bu yorumuyla "siyaset bazen sert, bazen de yumuþak davranýþlarla halký ýslah etmek üzere kucaklamaktýr" diyen Nesefî ile yakýn görüþtedir.
Bazý fýkýhçýlar siyaseti "hakkýnda sert delil olmasa da hakimin (yöneticinin) uygun gördüðü bir iþi yapmasý" þeklinde anlamýþlar ve bu hususta bazý kaideler koymuþlardýr.
Ýbn Akîl'in tarifine göre siyaset, "hakkýnda vahiy gelmese ve Hz. Peygamber bu konuda bir söz söylemese de, insanlarý kurtuluþa yaklaþtýran ve kötülüklerden uzaklaþtýran hal ve davranýþlardýr."
Ibn Nüceym de Makrizî'den naklederek siyaseti þöyle tarif etmiþtir: O, ahlâký, halkýn menfaatini ve malî nizamý korumak üzere konulmuþ kanundur ve iki kýsma ayrýlýr: Birincisi facir bir zâlimden hakký geri alan adalettir. Bu da þeriatýn ta kendisidir ve onu bilen gerçek âlim; onu bilmeyen de gerçek cahildir. Diðeri ise zulmeden siyasettir ve þeriat bunu haram kýlmýþtýr.
Ýbn Âbidîn'in yorumuna göre de siyaset, fukaha nazarýnda, yukarýda açýklananlardan daha özel bir anlamda kullanýlýr. Burada sonucunda ölüm bile olsa zorlama ve tedib vardýr. Nitekim livatacý (eþcinsel) ve hýrsýz hakkýnda söylendiði gibi bu fiiller tekrar edilirse faillerin siyaseten öldürülmesi helal olur.
Bu sebeple bazý âlimler siyaseti, "hakkýnda serî bir hüküm bulunan cinayete karþý, fesat kaynaðýný kesmek için sert davranmak" biçiminde tarif etmiþlerdir.
Ayrýca siyaset ve ta'zirin ayný anlamda kullanýldýðý da söylenmiþtir. [122]
(haram kazanç)
Sözlükte, aslýndan ayrýlmýþ kabuk demektir. Bir þey sökülüp atýldýðý zaman "suhýta'þ-þey" denilir. Yine Allah kafiri söküp attýðý, kökünü kazýdýðý zaman "sehata'llahu'1-kafîra biazâbin" denilir.
Deyim olarak suht, kazanmasý ve yenmesi helal olmayan her çeþit mal þeklinde açýklanýr. Ýbn Fâris'in yazdýðýna göre böyle bir þey, bekasý olmadýðý, varlýðýný kaybettiði için bu kelimeyle isimlendirilmiþtir. Nesefî'ye göre de yiyen kimseyi harama düþürdüðü için mala bu isim verilmiþtir. Kadý lyaz da böyle bir malýn diðer mal ve servetin bereketini gidereceðini yazmýþtýr.
Râgýb'ýn belirttiðine göre suht, ar ve haya sahibi insanlara gerekli mahzurlarý belirtmek üzere kullanýlýr. Çünkü suht din ve insanlýðý giderir. Nitekim Allah (c.c.) "Onlar haram yiyicilerdir" [123] mealindeki ayet-i kerime ile böyle insanlarý kastetmiþtir.
Rivayet edildiðine göre Hz. Peygamber "Haccâmýn (kan alýcý) kazancý haramdýr" buyurmuþtur. Çünkü bu iþlem her ne kadar dini gidermese de insanlýðý ve merhameti yok eder. [124]
(yükümlülüðün düþmesi)
Sözlükte oluþ veya olay anlamýna gelir ve bir þeyin yüksek bir yerden alçak bir yere düþmesi þeklinde açýklanýr. Ýnsanýn yüksek bir mekandan düþmesi, ya da ihtiyarladýðý zaman belinin bükülmesi gibi.
Deyim olarak fýkýhçýlar bu kelimeyi taleb ve lüzumun kaldýrýlmasý anlamýnda kullanýrlar. Meselâ, mecnundan teklifin düþmesi, dinî emirleri yapma, yasaklardan kaçma talebinin kaldýrýlmasý gibi. Yine bir kimseden nafakanýn düþmesi, onun üzerinde böyle bir ödeme gereðinin ve borç yükünün olmamasý, borcun düþmesi ve bu yükümlülüklerin hepsinden beraati de böyledir. Ayrýca farzýn düþmesi, bu konudaki emir ve talebin kaldýrýlmasý þeklinde de yorumlanýr. [125]
(uzlaþma)
Sözlükte musâlaha ve tesâluh kelimelerinden türemiþ bir isim olup, muhâsame ve tahâsum kelimelerinin zýttý bir anlam taþýr. Asýl anlamý ise insanlar arasýndaki nefret ve düþmanlýðý gidermektir.
Deyim olarak dört mezhep imamýnýn ittifak ettiði tarife göre "hasýmlar arasýndaki çekiþmeyi kaldýran ve anlaþmazlýða düþenleri uzlaþmaya götüren anlaþmadýr." Yine o, "meydana gelen çekiþme ve ihtilafý karþýlýklý rýzaya dayalý olarak kaldýran anlaþma" þeklinde de tarif edilmiþtir.
Mâlikîler bu tarife "çekiþme ve ihtilafý, meydana gelmeden önce kaldýran akittir" ifadesini ilâve etmiþlerdir.
Ýmam Ýbn Arafe'nin tarifi, de þöyledir: "Çekiþmeyi ve korkuyu ortadan kaldýrmak ya da meydana gelmesine mani olmak için doðruya dönme ya da herhangi bir bedeli ödemeye davet etmektir." Burada zikredilen "korku" ve "meydana gelme" sözcükleri bilfiil olmasa bile muhtemel çekiþme ve ihtilaflar için de sulhun yapýlabileceðine iþaret etmektedir.
Fýkýhçýlara göre sulh üç kýsma ayrýlýr: ikrar, inkar ve sükut. [126]
(görüþte anlaþma)
Sözlükte savvera kökünden alýnmýþ olup þeklen ortaya çýkma anlamýna gelir. Sûrî kelimesi de suret kelimesinin ism-i mensubudur.
Terim olarak bir maksada binaen, tasarrufu ortaya çýkarma ve bu maksadýn dýþýndaki þeyleri de gizleme demektir. Ancak burada diðer tarafýn gizleme iradesinin bulunmasý gerekir ve iki kýsýmdýr:
1- Sûriyya mutlaka: Tamamen þeklî olup yapmacýk ve gerçekle hiç iliþkisi olmayan tasarruf.
2- Sûriyya nisbiyye bi't-tesettür: Bir tasarrufu, diðer bir tasarruf þeklinde gizlemektir. Satýþ þekliyle hibeyi gizlemek gibi.
"Süriyyatü'1-ukûd" ifadesine gelince bu yeni bir kullaným olup taraflarýn sözleþme üzerinde zahiren anlaþmalarý demektir. Gerçek irade ise olumsuzdur. Eðer taraflar arasýnda böyle bir anlaþma varsa akit sûriyya olmuþ demektir. Yani, iþlem sadece þekil ve görüntü bakýmýndan akittir, gerçekte ve iþin özünde bir akitten söz edilemez.
"Sûriyyatü'1-ukûd" iki þekilde ortaya çýkar: Muvazaa ve Hezl.
Muvazaa: Taraflarýn açýklanan þartlarýn aksine bir þekilde gizlice anlaþmalarýdýr. Muvazaa bazen akdin aslýnda, bazen bedelde, bazen de þahýslarda olur.
Hezl: Boþboðazýn ya da sözlerine þeý^î hüküm ve sonuçlarýn uygulanmasý maksadý olmadan konuþan alaycýnýn saçmalýklarýdýr.
Bu durum ya sözleþmenin hemen ardýndan yapýlan açýklayýcý, ya geçmiþ bir muvazaa ya da konuþanlarýn alaycý veya boþboðaz olduðunu gösteren delillerle bilinir.[127]
(kýymetli evrak)
Sözlükte, Farsça'dan Arapça'ya geçmiþ bir kelime olarak belirtilir. Kelimenin aslý süfteh olup sefâtic þeklinde çoðul yapýlýr ve saðlam þey anlamýna gelir.
Deyim olarak ticarette kullanýlan kaðýt, mektup ya da senet benzeri evrak için kullanýlýr. Belgeyi düzenleyen kimse buna, baþka bir bölgede oturan vekilinin ya da alacaklýnýn ismini yazar. Bu belgeye dayalý olarak da ismi yazýlý kiþiye karz-ý hasen þeklinde vermekle yükümlü kýlarak bir miktar malý teslim eder.
Bu muamelede, ödeme emrinin söz konusu belgeye dayandýrýlmasý ve yol tehlikesi ile yükün zahmetinden kaçýnma asýl amaç olduðundan adý geçen belgeye "süftece" ismi verilmiþtir.[128]
(oturma hakký)
Sözlükte sekene fiilinin mastarýdýr ve evde ikamet etmek manasýna gelir, ya da iskan etme anlamýnda bir isimdir; Rukbâ kelimesine benzer. Arapça'da "dârî leke süknâ" denilir ki, "evim senin için mesken olsun" manasýna gelir.
Terim olarak Münâvî bu kelimeyi þu þekilde açýklamýþtýr: "Süknâ bir evin ücretsiz olarak mesken þeklinde kullanýlmak üzere verilmesidir."
Bu deyim fýkýh kitaplarýnda "Kadýnýn kocasý üzerindeki haklarý" bölümünde geçmektedir. Yani kadýna ne zaman nafaka ve barýnak temini gerekir; ne zaman düþer?
Ayrýca, vakýf ve vasiyet konularýnda "hakk-ý süknâ" ifadesi kullanýlmaktadýr. Fýkýhçýlarýn bu konudaki yorumlarý þöyledir: Vakýf bir evde oturma hakký elde eden bir kimse, hayatý boyunca ailesi ve hizmetçileriyle birlikte orada oturabilir. Yine kendisinin dýþýnda istediði kimselere ücretsiz oturma imkâný saðlamasý da hakkýdýr. Vakýf sahibi uygun görürse bu ev, öldükten sonra çocuklarýna intikal eder. Eðer çocuklarý yoksa, vakfedenin yetki verdiði kimseye döner.
Vasiyet sözleþmesi ile bir evde oturma hakký kazanan kimse, eðer evin rakabesi, vasiyet eden kimsenin malýnýn üçte birinin dýþýnda ise, hayatý boyunca çoluk çocuðu ve hizmetçileriyle birlikte burada oturabilir.
Ancak bu iþin hayat boyu devam edebilmesi için ya vasiyetin mutlak yani herhangi bir þarta baðlý olmamasý ya da ebedî oturma hakkýnýn olduðuna dair vasiyette açýk bir hüküm bulunmasý gerekmektedir. Eðer intifa hakký belirli bir süre ile sýnýrlý ise, oturma hakký da bu sürenin bitimine kadar devam eder. Sonra oturma hakký tekrar vasiyet edenin varislerine geçer.
Evin rakabesi, vasiyet edenin malýnýn üçte birinin dýþýna çýkanlmamýþsa ve varisler vasiyetin tümünü kabul etmiyorlarsa, vasiyetle oturma hakkýný kazanan kimse sadece, mirasýn üçte birinden çýkarýlacak olan miktarýna baðlý sýnýrlý bir müddet oturabilir. Terikenin üçte birinden çýkarýlan miktardan arta kalan intifa hakký varislere aittir. [129]
(kiþilik)
Bu kelime bir modern hukuk terimidir ve insan ve fiilleriyle ilgilidir. Ya da insanýn hak ve yükümlülükleriyle ilgili manevî bir kavramdýr ve insandan ayrýlmasý düþünülemez. Aslýnda bununla anlatýlmak istenen, her insanda var olan tabiî kiþilikten baþka birþey deðildir. Çünkü her insanýn kendine özgü baðýmsýz bir kiþiliði vardýr ve bununla, insanýn hak ve görevleri varlýk kazanýr.
Eskiden beri bilinen þahsiyet fikri üzerinde hukuki bir görüþ geliþti ve sürekli var olan kamu yaran açýsýndan itibari þahsiyet (tüzel kiþilik) kavramý ortaya çýktý. Bu kavram bir kiþiye ait deðildir ve onu fertler temsil eder ve onun menfaatlerini yerine getirirler.
Daha sonra kavram biraz daha geliþerek hükmi (manevi) þahsiyet deyimi ortaya çýktý, ki bunu da örgütlenmiþ kurumlar temsil eder. Pek çok insan ortak kazanmak ve umumi menfaatler elde etmek için güç ve imkânlarýný birleþtirirler. Böylece baðýmsýz maddi zimmetten faydalanabilirler. Meselâ þirketler, dernekler ve diðer kurumlar gibi. [130]
Sözlükte, alâmet ve iþaret gibi anlamlara gelir. Nitekim "sukûk" kelimesi de "þurût" manasýna kullanýlýr. Çünkü sukûk, vesikaya delalet eden alamet ve iþaretler demektir.
Deyim olarak þart, bir hükmün varlýðýný sabit kýlan alamet ya da iþaret þeklinde yorumlanýr. Fýkýhçýlar þartý, kaynaðý itibariyle ca.%% ve sert, olmak üzere ikiye ayýrmýþlardýr. Bunlarýn açýklamasý aþaðýda gelecektir.[131]
(akdî þart)
Bu iþlemin kaynaðý kiþinin iradesidir. Sözleþme ve yükümlülüklerini hep buna dayanarak ve buna baðlý olarak yapar. Bu durumda eðer þart varsa, akit ve yükümlülükler de vardýr. Eðer þart gerçekleþmezse akit ve yükümlülükler de yoktur. Yani sonuçta sözleþmenin varlýðý da, yokluðu da þartýn varlýðýna baðlýdýr.
Fýkýhçýlarýn belirttiðine göre þart-ý carînin aslý "bir þeyi bir þeye baðlamaktýr"; birinci bulunursa ikinci de bulunur. Bu açýklamadan hareketle þart-ý ca'lî "Bir iþin olmasýna baðlý her hükümdür ve bu iþ sanki o hükmün alâmeti olur" biçiminde tarif edilmiþtir. Meselâ, bir kimse kefaletini kolay bir iþe baðladý ve alacaklýya þöyle dedi: "Eðer sana borçlu olan filan kimse bugün sefere çýkarsa veya bugün seferden dönmezse borca ben kefilim". Borçlunun seferi ya da seferden dönmemesi, söyleyen için kefaletin varlýðýna ve doðmasýna sebep olur. Eðer bu þart gerçekleþirse kefalet de sabit olur. Þart gerçekleþmezse borcu ödeme yükümlülüðü bakýmýndan kefile dönülmez.[132]
(cezai þart)
Bu deyim modern bir hukuk deyimi olup eski fýkýhçýlar ta-rafýndan bu isimle bilinmez. Fakat kavram olarak bilinir. Konu fýkýh kitaplarýnýn "akdin þartlarý" bölümlerinde de ele alýnýr.
Yeni anlamýyla "eþ-þartu'1-cezâî" akitteki taraflarýn, ödenecek bedelin takdiri konusundaki ittifaklarýdýr. Bu bedel, borçlu veya iltizamý alan kiþi yükümlülüðünü yerine getirmez ya da geciktirirse hak sahiplerine, yani alacaklýya veya iltizama veren kimseye ödenecektir.
Ýþlemin böyle isinüendirilmesinin sebebi, akdin asli þartlarýndan biri gibi konmuþ olmasýdýr ve bu þart, alacaklýyý ve iltizama veren kiþiyi, zaten kendilerine ödenmesi gereken bedeli almaya hak sahibi kýlacaktýr.
eþ-Þartul-cezâî konusunda asýl olan, ödenecek bedelin adil olarak takdir edilmesidir. Alacaklý ve iltizama veren bu bedele ancak, akit þartlarýnýn uygulanmamasý ya da geciktirilmesi durumunda sahip olacaktýr. Bu ikisi dýþýnda, baþka sebeplerle de ödeme gerekebilir. Meselâ, taraflarýn beklediði zararýn daha fazlasýnýn ödenmesi konusunda anlaþmalarý gibi. Ancak bu durumda malî bir tehdit söz konusu olur. Buna mukabil, beklenen zarardan çok az bir miktarýn ödenmesi üzerinde ittifak ederlerse bu da "eþ-þartu'l-cezâî" konusunda sorumluluðu hafifletme demektir.
Bazen bundan maksat, bedel miktarýný sýnýrlamak suretiyle, baþkalarýna ait ödeme yükümlülüðünün vurgulanmasýdýr. Çünkü esas yükümlü taahhüdünü yerine getirmezse taahhüt eden, ödenecek bedelden sorumlu olur.[133]
(kanuni þart)
Allah Teâlâ'nýn koymuþ olduðu ve yokluðu kendisine baðlý bir iþin gerçekleþebilmesi için varlýðýný zorunlu kýldýðý þart biçiminde yorumlanýr. Yani, söz konusu þart gerçekleþmezse o iþ de meydana gelemez. Eðer þart mevcut olursa o iþin varlýðý da zorunlu hale gelir.
Meselâ, boþanma için mutlaka evliliðin olmasý lazýmdýr. Evlilik yoksa talak zaten bulunmaz. Fakat evliliðin varlýðý talaký zorunlu kýlmaz. Yine abdest, namaz için þarttýr. Abdest bulunmazsa namaz ibadeti yerine getirilemez. Ancak abdestin varlýðý namaz kýlýnmayý gerektirmez.
Bunlarla birlikte cinayetler, ibadetler ve þefi muamelelerde Allah'ýn koyduðu bütün þartlar da böyledir. Bundan dolayý fýkýhçýlar ve usulcüler þart-ý þer'îyi þu þekilde tarif etmiþlerdir: "Bir þeyin varlýðýný sabit kýlan onun mahiyetinin ve asýl varlýðýnýn dýþýnda ve meydana geliþinde tesiri olmayan ilkedir.[134]
(ortaklýk)
Sözlükte, bir þeyi iki veya çok kiþi arasýnda kanunî esaslar dahilinde daðýtmaktýr.
Terim olarak birbirinden ayrýlamayacak þekilde iki veya daha fazla hisseyi birbirine karýþtýrmaktýr. Sonralarý iki þeyin birbirine karýþtýrýlmasý söz konusu olmasa bile bazý akitlere þirket ismi verilmiþtir. Bu durumda þirket "iki veya daha fazla kiþinin hak kazanma ve yetkide birleþmesi" þeklinde tarif edilmiþtir.
Fýkýhçýlar þirketi baþlýca iki kýsma ayýrmýþlardýr. Þirket-i mülk ve þirket-i akd-Þirket-i mülk: Mülk edinme maksadýyla, bir þeyin iki veya daha çok kimse arasýnda ortak olmasýdýr. Satýn alma, hibe, vasiyet, miras ve farkedilmeyecek ve ayýrdedilmeye-cek biçimde mallarý karýþtýrma gibi.
Þirket-i mülk de; þirket-i deyn, þirket-i ayn ve þirket-i hak ve benzeri kýsýmlara ayrýlýr.
Þirket-i akd: Sermaye ve kârda ortak olan iki kiþi arasýndaki sözleþmedir. Bu da mal, yetki ve borçlardaki eþitlik konularýndaki veya farklýlýk bakýmýndan ikiye ayrýlýr. Þirket-i mufâvada ve þirket-i 'mân.
Þirketler sermaye bakýmýndan da üç kýsma ayrýlýr: Þirket-i emval, þirket-i a'mâl ve þirket-i vücûh.[135]
Bu deyim yalnýzca Mâlikîler tarafýndan kabul edilen bir þirket türünün adýdýr. Onlar Hz. Ömer'in bir kararýna istinaden böyle bir þirketin varlýðýndan söz ederek bunu "Müþterinin kendisi için çarþýdan satýn aldýðý bir mala, bir kimsenin bazý þartlar çerçevesinde ortak olmasýdýr" þeklinde tarif etmiþlerdir.
Böyle bir þirketin varlýðýný kabul eden Mâlikîler onun geçerli olabilmesi için üçü satýn alman eþya, üçü de ortak olacak kiþi hakkýnda olmak üzere altý þart ileri sürmüþlerdir:
A- Mal ile ilgili þartlar:
1- Mal satmak üzere çarþýdan alýnmalýdýr.
2- Mal saklanmak için deðil ticaret için alýnmalýdýr.
3- Ticaret malýn satýn alýndýðý mahalde olmalý, baþka bölgeye götürmek maksadýyla alýnmýþ olmamalýdýr.
B- Ortak ile ilgili þartlar:
1- Ortak, satýn alma iþlemi anýnda hazýr bulunmalýdýr.
2- Pazarlýk anýnda herhangi bir söz söylememiþ olmalýdýr.
3- Bu malýn ticaretini yapan kimselerden olmalýdýr.
Bunlarýn dýþýnda müþteri (alýç) için de bir þartýn varlýðýndan söz edilmiþtir. O da, müþterinin (alýcý) orada hazýr bulunan tacirlere bu malý kendisi için aldýðýný söylememiþ olmasýdýr. Eðer böyle bir isteði varsa þirket söz konusu olamaz. Çünkü diðerlerinin de malýn fiyatýný artýrarak alma imkâný vardýr. Bir baþka deyiþle müþteri "Ben bu malý kendi nefsim için alýyorum, baþkasýyla ortak olmayý istemem, her kim fiyatýný artýrýp almak isterse alsýn" dese þirkete mecbur edilemez.
Bu þartlarýn hepsi topluca gerçekleþtiði zaman, orada hazýr bulunan tacir için, zaman ne kadar uzarsa uzasýn þirkete (ortaklýða) zorlama hakký sabit olmuþ olur. Ancak satýn alman eþyanýn halen mevcut olmasý gerekir. Bu durumda müþteri ortaklýktan çekinirse, kabul edinceye kadar hapsedilir.[136]
(alacak ortaklýðý)
Fýkihçýlar þirket-i mülkü, þirketi dey/ý /e þirket-i ayn þeklinde ikiye ayýrmýþlardýr.
Þirket-i deyn; borç verilen malda iki ya da daha çok kimsenin hak sahibi olmasýdýr. Þirkete ait 100 milyon lira paranýn bir tacire borç olarak verilmesinde olduðu gibi.
Bu açýdan fikýhçýlar þirket-i deyni "iki veya daha çok kimsenin mülk sebeplerinden bir sebebe baðlý olarak herhangi bir alacaða sahip olmalarý" þeklinde tarif etmiþlerdir. [137]
(iþ ortaklýðý)
Ýki veya daha fazla kiþinin belirli bir veya daha fazla iþi yapmak üzere anlaþmalarý demektir. Ýþin türü belirli olmadýðý takdirde genel yani umuma ait iþler kastedilir. Anlaþma ile aralarýndaki ücretin nisbeti de belirlenmelidir. Terzilik, boyacýlýk, inþaatçýlýk ve saðlýk malzemeleri yapýmý bu þirket türünün bazý örnekleridir.
Ayrýca bu þirket, þirket-i sýnai' ve þirket-i tekabbül þeklinde de isimlendirilir. [138]
(zorunluluk ortaklýðý)
Fýkýh biliminde þirket-i mülk, ihtiyariyye ve cebriyye olmak üzere iki kýsma ayrýlýr.
Þirket-i cebriyye: Ortaklarýn irade ve isteði dýþýnda gerçekleþen bir þirket türüdür. Nitekim varislerin terikeye ortaklýklarý, parçalanan ya da yýrtýlan cüzdanlardan dökülen þeyler birbirine karýþtýðý ve bunlarýn sahiplerini bulmak için birbirinden ayýrma imkâný olmadýðý zaman, karýþýk eþyaya bütün cüzdan sahiplerinin ortak olmalarý ve iki veya daha çok kimsenin sahip olduðu hububat ve paralara bu kiþilerin hepsinin iþtirak etmelerinde durum böyledir.
Bu açýklamalarýn sonucu olarak fikýhçýlar þirket-i ceb-riyyeyi þöyle tarif etmiþlerdir. "Ýki veya daha çok ortaðýn bir mala veraset sahiplerinin iradesi dýþýnda gerçekten birbirinden ayrýlmasý imkânsýz derecede ayný cinsten iki malýn birbirine karýþmasý veya ayrý cinsten olmakla birlikte ayrýlmasý meþakkat ve külfet getiren mallarýn karýþmasý neticesinde ortak olmalarýdýr."
Þirket-i cebriyye, þirket-i ýztýrâriyye ismiyle de anýlýr. [139]
(emek ortaklýðý)
Þirâzî'nin dediðine göre þirket-i ebdân, bedenleriyle çalýþan ve kazanan iki kiþinin ortaklýðýdýr.
Hanbelîler de "Ýki veya daha çok kiþinin mubah iþlerde bedenleriyle kazanarak malik olduklarý mallarda veya herhangi bir iþ sonucu zimmetlerine geçen ve kabullendikleri borçlarda ortak olmalarýdýr" biçiminde tarif etmiþlerdir. Yine onlarýn dediklerine göre bu þirketin en önemli Özelliði; iki kiþinin, ücret mukabilinde yapmayý kabul ettikleri iþe sermaye koymaksmn ortak olmalarý ya da avcýlýk, ot ve odun toplama gibi mubah iþlerde kazancýn ikisi arasýnda yarýya, üçte bire, dörtte bire ya da benzeri bir oranda bölünmesidir.
Bu konuya iki kiþi sadece bedenlerinin çalýþmasýnda ortak olduklarý için "þirket-i ebdân" ismi verilmiþtir.[140]
(sermaye ortaklýðý)
Ýki veya daha çok kiþinin kendilerine ait sermaye ile ticaret yapmak ve kârýný da aralarýnda belirli oranlara göre bölüþmek üzere buluþmalarý demektir. Sermayenin miktarýnýn sözleþmede belirtilip belirtilmemesi arasýnda fark yoktur. Çünkü zaten ortaklarca sermaye miktarlarý bölünmektedir. Yine bütün ortaklarýn her türlü alým satýma ortak olmalarý, her ortaðýn ortaklýk anlaþmalarýnýn ayrý ayrý yapýlmasý ve bütün ortaklarýn serbest olmalarý gibi þartlarýn konmasý da þirketin hukuki yapýsýna aykýrý deðildir.
Yukanda anlatýlan görüþler Hanelilerin fikirleridir. Hanbelîlere göre þirket-i mâl, "Bir eþyayý bütün menfaatleriyle birlikte veya menfaatleri olmaksýzýn eþyanýn kendisini ya da sadece menfaatlerini kazanmak için birleþmektir. [141]
(eylem ortaklýðý)
Fýkýh biliminde þirket-i mülk iki kýsma ayrýlýr: îhtiyariyye ve Cebriyye. Ýhtiyariyye: Akit ya da akitsiz ortaklarýn iradesiyle oluþturulan þirkettir. Akit þirketin baþýndan itibaren ya da ortaklýktan sonra düzenlenebilir. Ayrýca sözleþmeden sonra sadece malda ortaklýk mümkündür.
Baþlangýçtan itibaren akit yapýlarak kurulan þirkete örnek: Ýki kiþinin nakliyat ve yük taþýma için bir araba veya ticaret için ticaret eþyasý satýn almalarý.
Sonradan yapýlan akit veya akitten sonra malda meydana gelen ortaklýða örnek: Birisinin tek baþýna bir malý satýn almasý, sonra diðerinin ona ortak olmasý ve birinci kiþinin diðerini ortaklýða bedelli veya bedelsiz olarak kabul etmesi.
Akitsiz kurulan þirkete örnek: Ýki kiþinin bir av hayvaný avlamasý ve aralarýnda paylaþmalarý, iki kimsenin ölü bir araziyi ihya etmesi ve yine iki kiþinin bir kovayý suya daldýrarak ikisinin birlikte kaldýrmalarý ve benzeri þekilde yapýlan muameleler.
Bu açýklamalarýn neticesi olarak fýkýhçýlar þirket-i ihti-yariyyeyi "iki veya daha fazla ortak kimsenin satýn alma, hibe ve vasiyet yoluyla bir mala sahip olmalarý, ya da kendi iradeleriyle mallarým karýþtýrarak ortak olmalarý" þeklinde tarif etmiþlerdir. [142]
(aynî ortaklýk)
Fýkýh biliminde þirket-i ayn, "iki veya daha çok kiþinin, mülk sebeplerinden birine dayalý olarak ev, araba, fabrika benzeri bir mala sahip olmasýdýr" þeklinde tarif edilir.
Bunun aslý fýkýhçýlar tarafýndan þöyle yorumlanmýþtýr: Þirket-i mülk, þirket-i deyn ve þirket-i gayr-i deyn (ayn, hak, menfaat) olmak üzere ikiye ayrýlýr.
Þirket-i gayr-ý deyn, bir ayn (mal), hak veya menfaat üzerinde hasýl olan þirkettir. Ortak bir maðazada bulunan araba, mensucat ve yiyecekler gibi mallarda ayn olarak, iki ortaktan her birinin þuf'a haklarýný, üçüncü bir kiþiye satmasý hak olarak, hakk-ý süknâ (oturma hakký) ve þartlar çerçevesinde kiracý tarafýndan arazinin ekilip dikilmesinde de menfaat olarak ortaklýk meydana gelmektedir. [143]
(ticari ortaklýk)
Ýki veya daha çok kimsenin bir ticaret konusunda ya da genel olarak ticarette ortak olmalarýdýr. Ancak ortaklarýn belli bir oranda sermaye koymalarý, kâr bölüþümünün ittifak edilen þekilde yapýlmasý ve zararýn da ödenen sermaye nis-betinde paylaþtýrýlmasý üzerine anlaþmalarý gerekir.
Bu görüþ Hanefî âlimlerinin görüþüdür.
Hanbelîler ise, þirket-i inaný "Birçok kiþinin belli sermaye koymak üzere yaptýklarý bir þirket akdidir. Ortaklarýn hepsi belirli derecelerde þirkette bizzat çalýþmalýdýr. Kâr ise her ortaða malum ve akitte belirtildiði üzere daðýtýlýr" þeklinde tarif etmiþlerdir.
Çübbî Garîbu Elfâzi'l-Müdevvene adlý kitabýn þerhinde bu anlatýlanlara aykýrý bir görüþ beyan ederek þirket-i inaný þu þekilde yorumlamýþtýr: "Þirket-i inan bir mal veya birçok mal konusundaki ortaklýktýr. Ancak ortaklar muamelelerinde bu eþyalarýn dýþýna çýkamazlar. Yani bunlarýn dýþýndaki mallarýn ticaretini yapamazlar ve ortaklar mütefa-viz (birbirine kefil) de deðildirler." Mütefâviz: Müfâveze þirketinde sermaye miktarý ve kârdan hissesi eþit olan ortaklardan her birinin ismi.[144]
(itibar ortaklýðý)
Ýki veya daha çok kimsenin sermaye koymaksýzýn veresiye mal alýp peþin satmak ve kârýný kefaletleri oranýnda paylaþmak üzere ortaklýk kurmalarý þeklinde tarif edilir. Þirket-i vücuh Hanbelî Mezhebi Mecellesinde ise þöyle tarif edilmiþtir. "Birden çok kimsenin itibarlarýyla borçlu olarak satýn aldýklarý malýn kazancýnda ortak olmak üzere akit yapmalarýdýr."
Burada kârýn, malýn borcuna kefil olunan miktara göre paylaþýlmasý þartýnýn konulmasýnýn amacý, kârý kefil olunmayan kazançtan korumaktýr.
Bazý fýkýhçýlar da, þirket-i vücûhta kârýn, ortaklarýn kefil olduklarý borç miktarý dikkate alýnmaksýzýn þartlarda belirtildiði þekilde paylaþýlabileceði görüþünü benimsemiþlerdir.[145]
(su hakký)
Sözlükte bir miktar su anlamýna gelir.
Terim olarak arazi sulamasýnda kullanýlan su ya da arazi
ve hayvan sulama nöbeti þeklinde yorumlanmýþtýr.
Bu kavram þeriatta, irtifak haklarýndan bir çeþidin ismi olup diðer þahýslarýn da ortak akarýn menfaatlerinden faydalanmasý için konulmuþtur. [146]
(Özel su hakký)
Bir fýkýh terimi olarak Þafiî ve Hanefi fakihleri tarafýndan ortaya atýlmýþtýr ve bununla kastettikleri de þudur:
Þirb-i mâ (su kullanma) hakký sadece belirli kiþilere mahsustur. Yani, sayýsý ve konusu þer'an belli kiþilerin tarlalarým sulama haklarý için kullanýlan Özel bir deyimdir. Bu hak sahiplerinin yüzden az olduðu, bazý kitaplarda da beþyüzden az olduðu belirtilmiþtir. Ayrýca bu sayýnýn, çaðdaþ muctehidlerin görüþüne göre yeniden belirlenebileceði de vurgulanmýþtýr.
Nehirlerin suyunun kullanýlmasýna gelince (Dicle, Fýrat gibi); halkýn bu nehirlerden tarlalarým sulamalarý þirb-i hâs gibi deðildir. Þirb-i hâs olmasý için þuf'a (beraberlik, komþuluk) hakký olmasý gerekir. Nehirlerde ise þuf'a hakký söz konusu olamaz. [147]
(mübah/orta mallar)
Aslýnda herhangi bir kimsenin mülkü olmayan mubah eþyalarda; almak, korumak ve temlik yetkisinde bütün insanlarýn ortak olmasýdýr, Meselâ su, otlak ve daðlarda kendiliðinden biten aðaçlar gibi.[148]
(tam yetkili ortaklýk)
Baþtan sona sermayede, yetkilerde ve borçlarda ortaklar arasýnda eþitliðe dayanan her þirkete bu isim verilir. Bu açýklamaya binaen Þirazi Þirket-i müfâvedayý, "Ortaklarýn mal ve bedenleriyle kazandýklarý mallarda eþitlik ve ticâret, gasp veya kefalet gibi bir sebeple birinin üzerine lazým gelen yükümlülüklerde diðerinin de sorumluluðu üzerine yapýlan ortaklýk" þeklinde tarif etmiþtir.
Cürcânî de bu þirketi, "vekâleti ve kefaleti kapsayan, mal, yetki ve borç bakýmýndan eþitliðe dayanan" bir þirket olarak tarif etmiþtir,
Hanbelî mezhebi hükümlerini içeren Mecelle'de belirtildiðine göre þirket-i müfâveda iki kýsma ayrýlýr.
Birincisi, ortaklardan her birinin diðerine, ticarette, mudârabede, vekâlette, malla yola çýkmada, rehin vermede ve uygun gördüðü çalýþmalarý yapmada yetki vermesi þeklinde ortaya çýkar. Bu tarif bu çeþit þirketlerin hepsini içine alýr.
Ýkincisi, ortaklarýn leh ve aleyhlerinde meydana gelen her konuya ortak olmalarý biçiminde tarif edilir.[149]
(ön alým)
Sözlükte vitr (tek)in zýttý olup çift manasýna gelir. Bir kimsenin mülkünde bulunan meþfu mülkün jsmidir. Meselâ "kâne vitran fe þefa'tuhu bi-âhar" denilir ki, "o tek idi, diðerini eþ yaptým" demektir.
Terim olarak da, satýlan akar (taþýnmaz) ya da bir kýsmý üzerindeki zorla bile olsa mülk edinme hakkýdýr. Ancak müþteriye akarýn mal oluþ fiyatý ödenmelidir.
Esasen bu kelime þefe'a kökünden alýnmýþtýr. Bu da teke ilâve yapmak anlamýna gelir. Çünkü þefi' kendi hissesine þuf'a hakkýný da ilâve eder. [150]
Sözlükte karýþýklýk ve kargaþa anlamlarýna gelir.
Terim olarak bir þeyi gerçekte var olmayan baþka bir þeye benzetmektir. Bu sebeple fýkýhçýlarca "Hakký batýla benzetmek ya da batýlý hakka benzetmektir. Dikkatle incelenince þüphe ortadan kalkar" þeklinde tanýmlanmýþtýr.
Þefi bakýmdan þüphe, suçlu üzerinde ki had (ceza) uygulamasýnýn kaldýrýlma sebebi sayýlan hal ya da mazeret þeklinde tarif edilir. Bu yorum "Þüphelerle hadler kaldýrýlýr" þeklinde hukuk kuralý haline getirilmiþtir ve üç kýsma ayrýlýr.
1- Fiillerde þüphe: Buna "þüphe-i iþtibâh" adý verilir. Ýd-det süresindeyken bâin talakla boþanan kadýnla cinsi birleþme yapýlmasý ya da bir kimsenin kendisi için helal sandýðý bir mal üzerine boþanma anlaþmasý yapmasý gibi.
2- Fiilin yerinde þüphe: Buna hükmi þüphe ya da þüphe-i mülk de denir. Kendi hanýmý zannederek yabancý kadýnla cinsi birleþme yapmak gibi.
3- Akitlerde þüphe: Herhangi bir konuda þeklen akit olmasýna raðmen gerçek bir aktin bulunmamasý. Meselâ þahidsiz olarak bir kadýnla ya da kendisine helal olmayan bir kadýnla, mahrem birisiyle evlenmek gibi. Ya da iki kardeþin cinsi birleþmesi gibi.
Mal ve kazanýlmýþ eþyalardaki þüpheye gelince, bundan maksat helal mal ve kazancýn haram ile karýþmasý, ikisinin birbirine benzemesi ve ayrýlamamasý demektir. [151]
Sözlükte "acceze fülânen" (filan kimseyi acizliðe düþürdü) denilir.
Deyim olarak "ta'cîz mine'l-mükâteb" þeklinde yorumlanýr. Bununla da kölenin, hürriyete kavuþmak için bedeli ödemekten aciz olduðunu itiraf etmesi kastedilir. Kelimenin aslý, belli bir miktar acizlik ve güçsüzlük olduðunu anlatmaktýr. Meselâ "acceze nefsehû" denildiðinde, o kiþinin bir miktar güçsüzlüðe düþtüðü anlaþýlýr.[152]
(düzeltme)
Sözlükte iki manasý vardýr:
1- Tesviye ve takvim, düzeltme ve yerine koyma. Meselâ, "addelel-hükme ve'þ-þey'e ta'dilen" denilir ki, burada "hükmü yerli yerine koydu, doðruyu ayaða kaldýrdý" anlamý vardýr. "Addele'l-mîzân" da "düzeltti, eþitledi" demektir.
2- Tezkiye, teiniz ve emin gösterme. Meselâ, "addele'þ-þahide ev er-râvî ta'dilen" denildiðinde "þahidi veya râviyi emin ve doru gösterdi" manasý anlaþýlýr. Yani "onu adaletle vasýflandýrdý" demek olur.
Terim olarak sözlük anlamýyla aynýdýr. "Kýsmetü't-ta'dil" ifadesinin deyim anlamý ise, müþterek bir aynýn (eþyanýn) miktar itibariyle deðil de deðer ve menfaat itibariyle kýsýmlara ayrýlmasý demektir. Böyle olunca az olan kýsmýn kýymet ve menfaat bakýmýndan çok olan taraf ile eþit ve denk olmasý caiz hale gelmiþ olur. Meselâ tarla verimlilik ve suya yakýn olmasý bakýmýndan çok çeþitli bölümlere ayrýlýr. Bazý kýsýmlarý nehirden doðrudan doðruya sulanýr. Böyle durumlarda meselâ üçte biri üçte ikiye denk olur ve ta'dil esasýna göre taksim edilerek üçte bire bir pay, üçte ikiye de diðer bir pay olarak itibar olunur. Bu yol ile menfaat ve deðer bakýmýndan saðlanan denklik, miktar bakýmýndan da bir eþitlik demektir.[153]
(bedel, karþýlýk, tazminat)
Sözlükte ivaz vermek anlamýndadýr. Ývaz ise bedel ve karþýlýk manasýna gelir.
Terim olarak, uðradýðý zarar sebebiyle baþkasýna verilen malî karþýlýk demektir.
Fýkýhçýlara göre bedel ödeme yükümlülüðü, buna sebep olan bir meselenin doðmasýna baðlýdýr. Dinen mükellef olmanýn bir gereði deðildir. Bu konuda dinî mükellefiyetin þartlarý aranmaz. Bundan dolayý, malî bedel ödeme yükümlülüðü, dinen mükellef olsun veya olmasýn herkesi kapsar ve çocuk, deli, uyku halinde olan ve akli dengesi bozuk her insan dahi, haksýz yere telef ettiði baþkasýna ait malýn bedelini öder. Çünkü müslümanlarýn malý dokunulmaz kabul edilmiþtir. [154]
(malî ceza)
Sözlükte ta'zir, "te'dip" anlamýna gelir ve azr kökünden türemiþtir. Türkçemizde azarlama ve yasak etme gibi anlamlarý vardýr.
Terim olarak þer'an tayin edilmemiþ ceza demektir ve çoðu kere, hakkýnda bir had veya kefaret bulunmayan her suç için, Allah Teala veya insanoðluna karþý ödenmesi gereken bir hak þeklinde yorumlanýr. Hâkim, ilâhî maksada ulaþmak için her duruma göre uygun bir cezayý seçer. Ta'zir cezasý bazan beden üzerinde vâki olur; bazen hürriyetle kayýtlý olarak meydana gelir; bazen malla ilgili olur; bazen de baþka bir þekilde olabilir.
Mala uygulanan ta'zir cezasýnýn birkaç þekli vardýr.
1- Bir malý sahibinin kullanmamasý için hapsetme. Hakim, suçlunun bir miktar malýný belli bir müddet
elinde tutarak sahibinin kullanmasýný men eder. Suçlu tev-be ve piþmanlýðýný ortaya koyunca iade eder.
2- Suçlunun bazý mallarýný imha etme.
Putlarý, suç âletlerini, hileli gýda ve sanayi maddelerini ve bunlara benzer bazý eþyayý telef ve imha etmek ya da maksada ulaþmak ve kamu yararýný saðlamak üzere bu mallarýn þeklini ve yapýsýný deðiþtirmek gibi.
3- Para cezasý ya da malý baþkasýnýn mülkiyetine verme. Hz. Peygamberin, henüz dalýndan toparlanmamýþ
meyveyi çalan kimse hakkýnda, önce dayak ile hüküm vermesi, sonra da çalman malýn iki katý para cezasý ile cezalandýrmasýnda olduðu gibi. Yine Hz. Ömer'in, buluntu malý gizleyen kimse hakkýnda cezanýn arttýrýlmasýna hükmetmesi de böyledir. [155]
(borçlandýrma)
Sözlükte, baþkasýný borçlu kýlmak, borç altýna sokmak demektir ve ðurum kökünden türemiþtir. Gurura ise cinayet ya da hýyanetin dýþýnda insamn malýnda meydana gelen eksiklik (zarar) anlamýna gelir. Meselâ, "ðarimtü'd-diyete ve'd-deyne" denilir ki, "diyetimi ve borcumu Ödedim" demektir.
Bu kelimenin sözlük anlamý ile deyim anlamý aynýdýr. [156]
(hile, aldatma)
Sözlükte "ðarrahû ðarran" denilir ki, "aldattý" ve "yanlýþa þevketti" anlamlarýna gelir. "Garrara bi-nefsihî taðrîran" denildiðinde ise "kendini ölüme sürükledi" manasý kastedilir.
Deyim olarak taðrîr bir þeyi olduðundan baþka göstermek þeklinde yorumlanýr. Böylece o þeye kendinde olmayan bir özellik verilerek karþý tarafýn ilgisini çekmesi ve sözleþmeyi imzalamasý saðlanmýþ olur. Meselâ, koyunun sütünün saðýlmadan memesinde býrakýlmasý ve yalancýnýn sattýðý eþyaya ait bazý özelliklerinden söz ederek müþterileri satýn almaya teþvik etmesi gibi.
Bazen satýcý müþteriye karþý taðrîr yapabilir; bazen de müþteri özellikle fiyat konusunda satýcýya karþý taðrîrde bulunabilir. Ayrýca satýcý ile müþteri arasýndaki aracý da ikisinden birine karþý taðrîr yapabilir.[157]
(deðiþtirme)
Sözlükte ve deyim olarak tahvil (deðiþtirme) anlamýnda kullanýlýr. Meselâ "ðayyertü'þ-þey'e taðyîran" denilir ki, "üzerinde olan þeyi giderdim, deðiþtirdim" demektir.
Fýkýhçýlar bu deyimi "gasb" bahsinde kullanmýþlar ve bu konuda bazý sert hükümler koymuþlardýr. Meselâ Hanefî ve Mâliki alimlerinin konuyla ilgili görüþlerinden bazýlarý þöyledir: Gâsýb (hýrsýz) gasbettiði þeyi ismine ve önemli özelliklerine varýncaya kadar deðiþtirirse, buðdayýn öðütülmesi ve koyunun kesilmesinde olduðu gibi, bunu tazmin eder ve deðiþtirdiði þey kendinde kalýr. Ancak gâsýbýn kendinde kalan eþyanýn, sahibine tazmin edilmeden önce kullanýlmasý helal deðildir.
Þafiî ve Hanbelî âlimlerin bu konudaki yorumlarýndan bazýlarý da þunlardýr: Eðer meydana gelen deðiþiklik çalýnan malýn kýymetini artýrýyorsa, bu ziyade (fazlalýk) malýn sahibine ait olur ve bu artýþ, saf ve tabiî bir eser (ürün) olarak ortaya çýkmýþsa (hýrsýzýn bir katkýsý yoksa) bu eser ve artýþ sebebiyle hýrsýza hiçbir þey ödenmez. Deðiþiklik çalýnan malýn kýymetini eksiltiyorsa, hýrsýzýn bu eksikliði ve deðerini geri vermesi gerekir.[158]
Sözlükte "hassahû min'el-mâl" denilir ki, "o nasibini elde etti" demektir. "Ahsastuhû" demek, ona hissesini verdim anlamýnda kullanýlýr, "Tahassa'l-ðuremâ fî mâ beynehum" dendiðinde de, "kendi hisselerine düþen malý paylaþtýlar" manasý anlaþýlýr. Hisse kelimesi de nasip anlamýndadýr.
Fýkýhçýlar bu kelimeyi sözlük anlamýnýn dýþýnda kullanmamýþlardýr.[159]
(çevirme)
Sözlükte, ölü bir arazinin dört tarafýna taþlar dikerek baþkasýnýn ihya etmesine engel olmaktýr. Terim olarak da ayný anlamda kullanýlýr. Þer'an temliki deðil ihtisasý ifade eder.
Harb sonunda elde edilen araziden taþlar dikilerek çevrilen bölümünün baþkalarý tarafýndan ihya edilmesinin caiz olmadýðýnda fakihler arasýnda ihtilaf yoktur. Çünkü ilk defa bir araziyi taþlarla çeviren kimse, buradan faydalanmaya baþkasýndan daha çok layýktýr. [160]
Sözlükte, "haffeltü eþ-þâtah" yani "koyunun göðüslerinde toplanmasý için sütünü saðmayý terkettim" denilir ki, bu biriken süte muhaffele ismi verilir.
Terim olarak muhaffele, deve, inek ve koyundan elde edilen ve bu hayvanlarýn göðüslerinde toplanan süt demektir. Yani süt saðýlmayarak göðüslerde biriktirilmiþtir, ki müþteri bununla aldansýn ve böylece hayvanýn fiyatý artsýn. Sütü saðýlmayan hayvana da musarrât denilir.
Ýbn Mâce, Beyhakî ve Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilen bir hadis-i þerife göre Hz. Peygamber þöyle buyurdu: "Hayvanlarýn göðüsleri sütlü býrakýlýp þiþirilerek satýlmasý, farkýna varýlmayan bir aldatmadýr. Bu ise bir müslümana caiz olmaz."
Bu satýþ iþleminin nehyedilmesinin sebebi, burada, müþteriye karþý hile, kusuru gizleme ve zarar verme gibi mahzurlarýn söz konusu olmasýdýr.[161]
(hakem tayin etme)
Sözlükte bir hükme varmak, karar vermek anlamlarýna gelir. Meselâ "hakkemtü'r-racüle" denildiðinde, fevvadtü'l-hükme ileyhi (onun hakkýnda hüküm verdim)" manasý anlaþýlýr.
Terim olarak tahkim, ihtilafa düþen iki taraf arasýndaki husumeti kaldýrmak için hakem tayin etmek demektir. Bu hakem bazen hakim tarafýndan bazen de taraflarýn arzusu üzerine tayin edilir.
Tahkim ile sulh arasýnda iki bakýmdan bazý farklar vardýr.
Bunlardan birincisi, tahkimin neticesinde kazai bir hüküm ortaya çýkar. Sulhun sonucunda ise, çekiþen taraflarýn rýzalarý üzerine bir akit yani anlaþma ortaya çýkar.
Ýkincisi de, sulh sonucunda, taraflardan birisi, ya da her Ýkisi haklarýndan vazgeçerler Tahkimde ise haktan vazgeçmek söz konusu deðildir. [162]
Terim olarak, murâfa'a (davanm açýlmasý) esnasýnda taraflardan biri lehine halihazýr mevcut olan þahit ya da delili onun için hakem kabul ederek ona göre hüküm vermek demektir ve bu kaide istishab konusuna dahildir. Bir þeyin bugünkü haline nazaran onun geçmiþte de bu hal üzere olduðuna hükmedilmesi, yahut da geçmiþte sabit olan bir þeyin aksi bilinmedikçe halen sabit ve baki olmasý gibi.
Esasen istishab, zan ya da þüpheden uzak olan gerçek bir olayýn halen varlýðýnýn devam ettiðine hükmetmektir. Çünkü onun bir zamanlar varlýðý kesindi. Bu da "ibkâu mâ kân, alâ mâ kân (bir þeyi önceden bilindiði üzere baki kýlmak)" þeklinde fýkýh kitaplarýna geçmiþtir. [163]
Sözlükte bir þeyi boþaltmak anlamýna gelir ve terket-mek, yüzçevirmek gibi anlamlara gelen hallâ fiilinin mastarýdýr.
Terim olarak bir þeyi kabza (teslim olmaya) mam olan þeyleri izale ederek, teslim alýnmasý mümkün olacak halde bulundurmak manasýnda kullanýlýr. Tahliye, Mecelle'nin bey' bahsinde tesellüm anlamýnda kullanýlarak þöyle tarif edilmiþtir. "Satýcýnýn, herhangi bir engel býrakmadan malýn müþteriye teslimine izin vermesidir."
Hanbelî fýkhýna göre de tahliye, "malýn engelsiz ve müþkilatsýz teslim alýnmasýný mümkün kýlan bir izindir."
Tahliye satýlan mal, fiyat, rehinler, hibeler, icar ve seleme konu olan eþyalar hakkýnda hükmen kabz sayýlýr. Bu görüþ, akar ya da menkul mallarýný tahliye eden kimsenin haklarý konusundaki Hanefîlerin görüþüdür. Çünkü malý teslim edecek kimsenin bu görevi yerine getirecek ve bu yükten kurtulacak bir çýkýþ yolu bulmasý gerekir. Bu yol da satýcýnýn gücüne göre malý tahliye etmesi ve üzerindeki engelleri ve zorluklan kaldýrmasýdýr.
Ancak satýcýnýn bu teslimi bizzat yaptýrma ve gerçekleþtirme gibi bir yetki ve sorumluluðu yoktur. Çünkü kabz, teslim alan için ihtiyari bir iþtir. Eðer teslim iþi de satýcýya ait olsaydý, bu görevi yapmak ona çok güçlük ve zorluk verirdi,
Þafiî, Mâliki ve Hanbelîlere göre tahliye sadece akarlar için kabz kabul edilir. Menkul mallarýn kabzý ise örfe göre belirlenir. Bunlarýn el eþyasý, nakledilebilir, deðiþtirilebilir veya örfi kýyas yoluyla ödenebilir mallar olmasý hükmü deðiþtirmez. Tartýlan, ölçülen ve sayýlan mallar gibi. [164]
Sözlükte taksîtü'd-deyn borcu parçalara ayýrmak anlamýna gelir. "Taksit" kelimesi de kist kökünden gelir ve hisse, na-sib gibi anlamlarý vardýr. Çoðulu aksat þeklinde gelir.
Deyim olarak, belli zaman dilimlerinde ve belli taksitler halinde Ödemek üzere borcu kýsýmlara ve miktarlara ayýrmaktýr.
Mecelle'nin tarifine göre taksit: "Borcu belirli vakitlerde Ödemek üzere tecil etmek, ertelemektir."
Bey'ut-taksit ise, "bey'-i nesîe"nin bir çeþididir. Bu, bedelin hepsinin ya da bir kýsmýnýn, belli zamanlarda ve belli taksitlerle ödenmesi üzerine anlaþarak veresiye mal satmaktýr. Bu ödeme zamanlan her ay veya her sene gibi muntazam vakitler halinde belirlenmiþ olabilir. Taksit tutarlarý ise, bazen eþit, bazen artan, bazen de azalan miktarlarda olabilir. [165]
(þahitli þuf'a talebi)
Deyim olarak bu ifadeyi Hanefî fýkýhçýlarý þufa konusunda kullanmýþlardýr. Bundan maksat þefîin, (þuf'a hakkýna sahip kimse) eðer akar (taþýnmaz) henüz satýcýnýn elinde ise satýcýya, onun elinde deðilse müþteriye karþý þahit getirerek þuf'a talebinde bulunmasýdýr. Yahut da satýlan akarýn yanmda ve þahitler huzurunda daha önce þuf'a talebinde bulunduðunu, þimdi bunu talep ettiðini söylemesidir.
Bu konu Mecelle'nin 1030. maddesinde þu þekilde belirtilmiþtir. "Taleb-i musâvebeden sonra þefîin taleb-i takrir ile þahitlerggetirmesi lazýmdýr. Þöyle ki, þefi, iki kiþi huzurunda ve satýlan eþyanýn yanýnda bu akarý filan kimse satýn almýþ yahut müþterinin yanýnda "sen filan akan satýn almýþsýn" veyahut satýlan akar henüz satýcýnýn elinde ise onun yanýnda, "sen filan akarýný filan kimseye satmýþsýn, ben ise þu bakýmdan onun hissedarýyým ve taleb-i þufa etmiþtim, þimdi de taleb ediyorum, þahit olunuz demelidir.[166]
(irtidattan sonraki kazanç)
Sözlükte yeni, turfanda anlamýna gelir. Mal-i tarif ise yeni çýkan, henüz istifade edilen mal demektir. Tâlid ve telîd ifadeleri de eskiden beri var olan, tanýnmýþ anlamlarýna gelir. Araplar arasýnda "eski Ýle yeniyi götürdü" sözü yaygýndýr.
Deyim anlamýna gelince; fikýhçýlar bu ifadeyi bazen fe-raiz konusunda kullanýrlar ve bununla "mürted"in riddetinden sonra kazandýðý malý kastederler. Tâlid ifadesini de "mürted"in müslüman iken kazandýðý mal için kullanýrlar. Onlardan bazýlarý bu iki dönemde kazanýlan malý hüküm bakýmýndan birbirinden ayrý yorumlamýþlardýr. Yani "mal-i tarifin fey geliri olarak hazineye "mal-i tâlid"in de müslüman olan varislere kalacaðým kabul etmiþlerdir. Bu görüþ Ebu Hanife, Sevrî, Ýshak ve diðer bazý âlimlerin görüþüdür. Diðer fikýhçýlar ise bu ikisi arasýnda bir fark görmezler. Ancak, bu mallarýn fey geliri olarak hazineye mi, yoksa müslüman varislere mi kalacaðý konusunda bazý görüþ ayrýlýklarý vardýr. [167]
Sözlükte, tekallüb anlamýna gelir. "Tekallüb" ise bir iþi yaparken istediði gibi hareket etmek demektir. Meselâ, "sar-raftühu fi'1-emri tasrîfen (nu bu iþe yönlendirdim)" denilir. Bu fiilin humâsîsi tesarrafe þeklinde gelir. Burada "sarrafe", kallebe anlamýnda kullanýlmýþ olup bunun humâsîsi-si de "tekallebe" þeklinde gelir.
Terim olarak, üzerine þer'î bir hüküm gereken her hareket veya söz þeklinde tarif edilir.
Yukarýdaki tarife göre tasarruf, fiilî ve kavlî olmak üzere iki kýsma ayrýlýr. Fiilî tasarruf: Olayýn temeli söze deðil de bir iþ veya eyleme dayanýyorsa fiilî tasarruf söz konusu olur. Meselâ, mubah mallarý kazanmak, öfkelenme, telef etme, malý teslim alma ve borcun Ödenmesi gibi. [168]
Sözlükte "tasriyetü'l-en'âm", hayvanlarýn sütünü memelerinde býrakarak saðmamak anlamýna gelir. Bu takdirde, süt hayvanýn göðsünde toplanýr ve memeler þiþer.
Deyim olarak satýcýnýn, deve, koyun ve benzeri hayvanlan satmazdan bir müddet önce sütün, hayvanlarýn memelerinde birikmesi için saðmamasý demektir. Böylece satýcý müþterinin gözünü boyar ve malýnýn fiyatým arttýrýr.
Buhârî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadis-i þerife göre Hz. Peygamber bu konuda þöyle buyurdu: "Koyun ve develerin göðüslerinde fiyatlarý artsýn diye süt býrakmayýnýz. Her kim böyle bir koyunu satýn alýp saðar da kileye vakýf olursa müþteri muhayyerdir: Bu hale razý olursa koyunu alýkoyar, olmazsa koyunu reddeder ve saðmasý mukabilinde bir Ölçek hurma verir."
Ýbn Abdilber'in bu konudaki yorumu þöyledir: "Musar-rat hadisi esasen alýþ veriþte aldatmayý yasaklayan bir hadistir. Bunun da aslý, ayýplý bir mal ile aldatýlan kiþinin muhayyer olmasý ve aldatma ile bey'in aslýnýn bozulmamýþ olmasýdýr.[169]
(hakka tecavüz)
Sözlükte, sýnýrý aþmak veya bir þeyin diðerini geçmesi demektir.
Terim olarak sözlük anlamýyla ayný olup, "sefan, örfen ve âdeten yetinilmesi ve durulmasý gereken bir þeyin ötesine geçmek" þeklinde yorumlanýr. Bunun anlamý içinde zulüm ve hakka tecavüz vardýr.
Bu durumda fýkýhçýlara göre te'addl can, mal ve diðer þeylere karþý yapýlan düþmanlýk ve azgýnlýklarý da içine alýr. Ayrýca öfke ve telef yoluyla baþkasýnýn malýna karþý yapýlan aþýrýlýklar da bu kavrama dahildir. Yine emanetçinin, kendisine emanet edilen mallar üzerindeki yetki sýnýrýný aþmasý da bir te'addl olarak yorumlanýr. Meselâ, emanetçinin, emanet býrakýlan eþyayý kullanmasý ve inkâr etmesi; mudârabe iþçisinin izin verilmeyen yere mal harcamasý ve ücretli iþçinin, iþ sahibine açýkça ya da örtülü olarak muhalefet etmesi gibi.
Fukahaya göre te'addl zarara sebep olmuþsa tazmini gerekir. [170]
(devletleþtirme/kamulaþtýrma)
Terim olarak çaðdaþ ekonomilerdeki anlamý, özel bir projenin önem derecesine göre, kamu projesi haline dönüþtürülerek kamu kurumu halinde idare edilmesi ya da bütün hisseleri devlete ait olan bir þirket þeklinde yürütülmesidir.
Bu, toplum için hayati öneme sahip Özel projelerin özel mülkiyetten çýkarýlarak kamu mülkiyeti haline dönüþtürülmesi demektir.
Fýkýhçýlarýn dilinde böyle bir deyim kullanýlmaz.[171]
(sigorta)
Sözlükte, "hýyanet" kelimesinin zýttý olan "emanet" sözcüðünden türemiþ bir kelimedir. Arapça'da bu kelimenin pek çok kullaným þekli vardýr.
lerim olarak fýkýhçýlar bu kelimeyi "âmin" diyerek dua etmek anlamýnda kullanýrlar. Meselâ "duaya âmin dedim" denilir ki, "duamý kabul et" demektir.
Akd-i te'mîne gelince; bu, bir çeþit bedelli sözleþmedir. Taraflardan birine "müemmin" diðerine "müemmen leh" denilir. Bu sözleþme ile birinci taraf ikinci tarafa veya kendi lehine üzerinde anlaþýlan belli bir bedel öder. Ayrýca bu tür bir sözleþme ile emanet býrakýlan eþyada bir hasar ya da sözleþmede belirlenen bir kayýp söz konusu olduðu zaman ödeme yani tazminat yükümlülüðü getirilir.
Söz konusu eþya emanet olarak býrakýlabildiði gibi, istifade edilmek üzere sunulan bir imkân da olabilir.
Böyle durumlarda ödenen tazminata "kýstu't-te'mîn" denilir ki, "müemmen leh"in kendi gücüne ve taraflar arasýnda imzalanan sözleþme hükümlerine göre yerine getirilir.
(Bu açýklama Mýsýr Medeni Kanunu ile Ýngiliz, Amerika ve Belçika hukuk kitaplarýndan özetlenmiþtir.) [172]
(baðýþ)
Sözlükte, þarta baðlý olmadan gönüllü olarak yapýlan davranýþ demektir. BÝr karþýlýk beklemeden yapýlan iþ anlamýna da gelir.
Terim olarak fýkýhçýlar bu kelimeyi tarif edip yorumlarken sadece vasiyet, hibe ve vakýf gibi çeþitlerinden söz etmiþlerdir. Ancak onlarýn bu konulardaki açýklamalarýndan þu þekilde bir tarif çýkarýlabilir: Teberru, bir kimsenin çoðu kere yardým ve iyilik amacýyla þimdi ya da gelecekte karþýlýksýz olarak baþkasýna bir hak ya da malý vermesidir.
Fýkýhçýlar ukûd-ý müsemmâtý, tasnif ederlerken de teberru' muamelesini "temlikât" grubunun "mu'âvedât" bölümünde ele almýþlardýr.[173]
(tazminatý yüklenme)
Tebi'a ve tehammülü't-tebi'a ifadeleri çaðdaþ hukuk deyimlerinden olup fýkýhçýlar tarafýndan hiç kullanýlmamýþtýr. Ancak "daman" anlamýyla bilinmekte ve bazý hukuki muamelelerde kullanýlmakta idi.
Onlara göre "daman", insanýn bir þey üzerinde ortaya çýkan noksanlýk, ayýp ya da yok olma tehlikesi karþýsýnda doðacak zararlarý yüklenme sorumluluðudur.
"Satýcý, müþteriye malý teslim etmeden önce, satýlan eþya ile ilgili her türlü sorumluluðu yüklenir. Müþterinin sorumluluðu ise malý teslim aldýktan sonra baþlar" denildiði zaman buradaki tebi'a deyiminden, kaybetme, yoketme, zarar verme ve benzeri durumlar karþýsýnda doðacak olan tazminat ödeme sorumluluðu anlaþýlýr. Bu da, bir artý deðer veya ferahlýðýn karþýlýðýdýr ki fýkýhçýlar bu deðere "haraç" veya ðunm adýný vermiþlerdir. Nitekim fýkýh kitaplarýnda "Haraç zamana karþýlýktýr" ve "Menfaat zarar mukabilinde-dir" gibi fýkýh kurallarý bu konuda vaz' olunmuþtur.
(israf)
Sözlükte israf edercesinde mal harcamak anlamýna gelir. Kelimenin asýl anlamý tohum atmak veya tohum saçmaktýr ve malým ziyan eden herkes için mecaz olarak kullanýlýr. Aslýnda tohum atmak veya tohum saçmak bir çeþit kayýp veya ziyandýr. Çünkü onun nereye atýldýðý ve sonucun ne olacaðý bilinmez.
Terim olarak Nevevî bu kelimeyi þöyle tarif etmiþtir. "Bir malýn Örfen malum ve makul olmayan bir yere harcanmasý dýr."
Ibn Teymiye de "tebzir"i, din ya da dünya için faydalý olmayan yere malý sarfetmek þeklinde tarif ederek þöyle bir yorumda bulunmuþtur: "Tebzîr bazen miktar bakýmýndan söz konusu olur ki, hak sahibine hakkýndan fazla mal vermektir. Bu fazlalýk ise onlarýn kifayet miktarýnýn üstünde harcamalarýna sebep olur. Böylece ihtiyaç ve hak sahipleri aleyhine gelir daðýlýmýnda bazý sapma ve bozulmalar meydana gelir. Bazen de tebzir iþin aslýnda meydana gelir. Bu da meselâ haram menfaatlere mal harcamak þeklinde ortaya çýkar. Fahiþeye verilen para ve sihirbaza sunulan hediyeler gibi.
Kadý Ýbn Arabi'nin bu konuda ki yorumu ise þöyledir: Eðer bize bir kimsenin þehevi arzularý istikametinde malýný harcamasý tebzir midir deðil midir? diye sorulsa biz þöyle cevap veririz: Bir kimse ihtiyaçlarýndan kýsarak artýrdýðý mallarý þehevi arzularý için harcasa ve onu israf etse bu kiþi "mübezzir (savurgan)" sayýlýr. Eðer bir insan malýnýn aslýný korumak þartýyla gelirini ya da kazancýný þehveti yolunda harcasa bu kiþi mübezzir sayýlmaz. Ancak haram yolda harcanan bir kuruþ bile "tebzir" sayýlýr. [174]
(borç yenileme)
Sözlükte bir þeyi yenilemek, onu yeniden yapmak demektir. Ýþin yenilenmesi de, yeniden meydana getirme þeklinde yorumlanýr. Terim olarak borcun yenilenmesi ise, eski borcu yeni borç ile deðiþtirmek ve böylece, birinci borç sözleþmesini feshederek, karþýlýklý rýza ile yapýlan ikinci bir anlaþma ile borç ilkesini tekrar düzenlemektir. Meselâ, Ahmet, Bekir'den kiraladýðý evin ücreti olarak 2 milyon lira borçlu iken, bu paranýn Zeyd'in zimmetinde borç olarak kalmasý üzerinde tekrar bir anlaþma yapmalarýnda olduðu gibi.
Burada, birinci borç sözleþmesinin feshedilerek, ikinci bir akit ile borcun yenilendiði açýktýr. Böylece birinci sözleþme ile ödenmesi gereken borç düþmüþ olur ve borçlu, ikinci sözleþme ile getirilen yeni borcu yüklenir. Bu durumlarda borcun bitmesi ve düþmesinin neticesi olarak birinci borç kapanarak sözleþmesi feshedilir ve yeni bir akit üe borç yenilenmiþ olur. Ayrýca birinci borçla ilgili kefalet iptal ve kefil de ibra edilmiþ olur. Önceki kefalet, yeni sözleþmeden doðan borca intikal etmez. Bu durumda kefalet sözleþmesinin de yenilenmesi gerekir.[175]
(bilgisizlik)
Sözlükte, bu kelimenin manalarýndan biri "cehl"e nisbet etmektir, "cehheltü fülânen" denildiðinde "onu cehle nisbet ettim" demektir. Cehl ise, bilmek kabiliyetini haiz olan bir kimsenin bir þeyi bilmemesi anlamýna gelir.
Terim olarak kendi terikesinde bulunan baþkasýna ait bir mal hakkýnda yapýlmasý gereken gerekli açýklamanýn bulunmamasý durumunda yerine getirilmesi icabeden fiilî bir tasarruftur. Fýkýhçýlar bu kelimeyi daha çok, emanetçi, mudârib, vekil ve benzeri eminlere býrakýlan emanetler konusunda kullanmýþlardýr. Çünkü bu konularda techîlin sonucu tazminattýr ve eðer techîlde kasýt da varsa bir çeþit zulüm meydana gelir. Neticede emanette haksýzlýk tazminat olarak ödenir.
Bu konuda Hanefî mezhebinin görüþü þu þekildedir: Emanetçi ölür ve terikesinde de bir vedia bulunursa bu emanetçinin varisleri için bir emanettir ve sahibine ödenmesi gerekir. Ancak emanetçi vedianýn durumu hakkýnda bir bilgi býrakmadan ölür, terikesinde bulunmaz ve varislerinin de bu konuda bilgileri yoksa, emanetçinin terikesinde Ödenmesi gereken borç ortaya çýkar. Böyle bir durumda, eþya sahibi diðer vedia sahipleri gibi kendi eþyasýnýn kýymeti nisbetinde terikeye ortak olur.
Eþbâh ve'n-Nezâir sahibi Ýbn Nüceym de bu konuda þunlarý yazmýþtýr: "Techîl ile ölüm sonucunda emanetler tazminata dönüþür. Ancak bundan üç þey müstesnadýr.[176]
Sözlükte, sonucun saðlam olmasý için yapýlan iþe önem ve deðer vermektir. Nitekim bir adamýn malýnýn saðlamlýðý ve çocuklarý ile arkadaþlarýnýn terbiyesi için tedbir almasý gibi. Kelimenin aslý her þeyin sonu anlamýna gelen "ed-dübr" sözcüðüdür. Edbâru'l-umûr lafzýnýn anlamý ise "iþlerin sonuçlarý" demektir.
Terim olarak tedbîr ölümüne baðlý olarak köle sahibinin kölesini azad etmesidir. Çünkü ölüm hayatýn sonudur. Bu sebeple tedbîr kýsaca "ölüme baðlý azad" þeklinde tarif edilmiþtir. Tedbîr-i mutlak: Efendinin mutlak ölüm þartýna baðladýðý azat. Tedbîr-i mukayyed: Efendinin herhangi bir sebeple ölümüne baðlý azad. Kaybolma ya da hayatýn tehlikeye girmesi gibi. (Ben bu hastalýðýmdan dolayý ölürsem sen hürsün denilmesi gibi.) [177]
(ayýbý gizleme)
Sözlükte, ayýbý örtmek anlamýna gelir.
Terim olarak bey'de tedlîs, eþyada gizli bir ayýbýn olmasý ve satýcýnýn bunu müþteriye bildirmeyerek ondan gizlemesidir. Ezherî tedlîs konusunda þunlarý yazmýþtýr. "Tedlîs dül-se sözcüðünden alýnmýþtýr: Bu sözcük de karanlýk anlamýna gelir. Satýcý ayýbý gizleyip müþteriye haber vermediði zaman dülse yapmýþ olur." Fýkýhçýlar kelimeyi sözlükteki anlamýyla kullanmýþlardýr.
Ibn Kudâme'nin yazdýðýna göre kelimenin manasý, "Bildiði halde ayýbý müþteriden gizlemek ya da ayýbý müþterinin bilemeyeceði bir þekilde örtmektir. Aslýnda dülse karanlýk demektir. Sanki satýcý ayýbý örtmek veya gizlemekle onu karartarak müþteriden gizliyor. Böylece müþteri de ayýbý görmüyor ve bilmiyor."
Hanbelîler tedlîs kavramýnýn anlamýný geniþletmiþler ve müþteriden alacaðý fiatý artýrmak amacýna yönelik olarak satýlan eþya üzerinde satýcýnýn meydana getirdiði her türlü þüpheli davranýþý da bu deyimin kapsamý içine sokmuþlardýr. Nitekim Hanbelî fýkhý Mece'sinde tedlîs þu þekilde tarif edilmiþtir: "Tedlîs, müþteriye ayýbýn gizlendiði ya da fiyatýn artýrýldýðý þüphesini veren her iþtir. [178] Ma'da denildiðine göre "Muhayyerlikte vâki olan tedlis iki çeþittir. Birincisi ayýbý gizlemek, ikincisi fiyatýn artmasýna sebep olan tedlis ki, burada ayýp yoktur. Meselâ, cariyenin yüzünün kýrmýzýya, saçlarýnýn siyaha boyanmasý gibi.[179]
(ayrýlma)
Sözlükte "tecemmu" sözcüðünün karþýtý olarak ayrýlma anlamýna gelir. Fýkýh dilinde de ayný anlamda kullanýlýr.
Fýkýhçýlar bu deyimi sarf, selem ve bey* akitlerinin bazý kýsýmlarý ile diðer bazý fýkýh bahislerinde kullanmýþlardýr ve bu deyimle, sözleþmeye taraf olan kimselerin bedenlerinin (cismen) akit meclisinden ayrýlmalarýný kastetmiþlerdir. Nitekim onlarýn görüþlerine göre: Sarf akdinin sýhhati için, ayrýlýktan Önce iki tarafýn da bedelini almasý þarttýr.
Selem akdinin sýhhati için de, ayrýlýktan önce sermayenin teslimi þart kabul edilmiþtir.
Ayrýlmanýn sýnýrýna gelince, fýkýhçýlar bu meseleye örf ve adetin kaynak teþkil edeceði konusunda ittifak etmiþlerdir. Çünkü kanun koyucu (þar1!) konuyla ilgili bazý hükümler koymuþ, fakat açýklýk getirmemiþtir. Dil bakýmýndan da bunun sýnýrý belli deðildir. Bu sebeple örfe müracaat edilir ve insanlarýn anlaþtýklarý noktalara bakýlýr. Nitekim "kabz Oteslim alma)" ve "ihraz (=koruma)"da da durum böyledir.[180]
(tek sözleþme)
Sözlükte safka, safk kelimesinden türemiþ bir isim olup, eli el üzerine koymak ya da, satýþ sözleþmesi anýnda taraflardan birinin, diðerinin eli üzerine elini koymasý anlamýna gelir. Arap geleneðinde satýþ sözleþmesi kesinleþince, taraflardan biri elini diðerinin eli üzerine koyar. Böylece sözleþme kesinlik kazanmýþ olur. Buradan hareketle safka kelimesinin, satýþ sözleþmesinin bizzat kendisi için de kullanýldýðý olmuþtur.
Tefrîku's-safka'ya gelince bu, bir sözleþme ile satýn alýnan muhtelif eþyanýn birbirinden ayrýlmasý demektir.
Deyim anlamý ise bir fiyat üzerine tek sözleþme þeklin-, de yorumlanýr. Fukahaya göre teferruku's-safka deyiminin anlamý, sözleþme hükmünün, üzerinde anlaþmaya varýlan bütün konular üzerinde geçerli olmamasý yahut da önce onun tek olarak kabul edilip sonra açýlmasý þeklinde yorumlanmýþtýr. Böylece akit, kýsýmlarý, bölümleri ve ayrýntýlarý olan toplu ve tek sözleþme halini alýr. Bu yüzden fuka-ha teferruku's-safka, teb'îdü's-safka, tecerruhu's-safka tabirlerini de kullanmýþlardýr.
Fukahanm belirttiðine göre teferruku's-safka, satýþ bir akitle yapýldýðý zaman, hýyarý (tercihi) gerektirir. Yani sözleþmede, satýcý ile müþteriden baþka taraf ve sözleþmeye konu olan müteaddit eþya üzerinde de fiyat ayrýlýðý yoktur. (Bu durumda taraflarýn kesin tercihi söz konusu olur.) [181]
(kusur)
Sözlükte, kýsaltma ve kaybetme anlamlarýna gelir. Meselâ, "ferrata fî'1-emri tefrîtan" denilir ki, "iþi kýsalttý ve sonuna kadar kaybetti" demektir. "Ýfrat" deyimine gelince bu da israf ve sýnýn aþmak þeklinde yorumlanmýþtýr.
Cürcânî'nin belirttiðine göre "ifrat" ile "tefrit" arasýndaki fark þu þekilde açýklanabilir: "Ýfrat ziyade ve kemal bakýmýndan sýnýn aþmak; tefrit ise eksiklik ve kusurlu yapma bakýmýndan normalin altýna düþmek demektir ve bu iki kelime deyim olarak sözlük anlamlan dýþýnda kullanýlmaz."
Tefrit deyimi fukaha dilinde vedia, þirket, mudarabe ve vekalet gibi emanet akitlerinde kullanýlmýþtýr. Bu konular-da sadece muhafýz durumunda olan emanetçi, tefrit (dikkatsizlik) durumunda, emaneti tazmin etmekle yükümlü olur. Eðer emanet eþya vekil, ortak, vasi ve benzeri kimselerin elinde haksýzlýk ya da "tefrit" gibi sebepler dýþýnda yok olur veya zarara uðrarsa tazminatý gerekmez. Çünkü o sadece emanetçidir. Ancak emanetçi, eþyayý muhafaza noktasýnda tefrit (dikkatsizlik)e düþerse ve bu yüzden eþya zarara uðrarsa, kusurunu tazmin eder. Çünkü kusurlu kiþi, malý muhafaza konusunda üzerine düþeni yapmadýðýndan eþyanýn telefine sebep olmuþtur. Bu, fýkýhçýlann üzerinde ittifak ettikleri konulardan biridir.
Tazminatý gerektiren "tefrit", emanetçinin malý korumasý konusunda her durumun özelliðine göre, insanlann örfen hata saydýðý kusurlardýr. [182]
Sözlükte, çýkma gayreti anlamýna gelir.
Terim olarak, miras meselesine ait bir ýstilah olup belli bir þey mukabilinde bazýlariný terikeden çýkarmak demektir.
Bunun aslý, varisler arasýnda içlerinden birinin bir miktar mal karþýlýðýnda mirastan çekilmesi üzerine yapýlan bir anlaþmadýr. Ancak, üzerinde anlaþýlan bedel, teri-kenin dýþýnda þey ise bu takdirde akit bir bey' sözleþme-sidir. Eðer bedel terikeden ayrýlan bir eþya ise o zaman sözleþme bir taksam ve mübadele akdi adýný alýr. Bunlarýn dýþýnda eðer beaeî hak sahibinin hissesinden az olursa bu ya bir hibe mesabesindedir ya da hak sahibinin hissesinden bir kýsmýný düþürme söz konusudur.
Özetlersek, konunun her bölümü için fýkýhçýlar bazý Özel þartlar ve ilkeler koymuþlardýr.[183]
(yüklenme)
Sözlükte, hediye gibi sevap getiren bir þeyi kabul etmektir. Deyim olarak, akde baðlý yükümlülükleri ifade eder. Meselâ, "tekabbeltü'l-amele min sâhibihî" denilir ki, "akde baðlý olarak çalýþmayý kabul ettim" demektir. Mecelle'nin 1055. maddesinde de tekabbül þöyle tarif edilmiþtir: "Bir iþi taahhüt ve iltizam etmek, yüklenmektir." Burada iþ veya amelden maksat boyacýnýn elbiseyi boyamasý, terzinin kumaþý dikmesi gibi benzeri sanat erbabýnýn meslek olarak yaptýklarý davranýþlardýr.[184]
(zaman aþýmý)
Sözlükte bir þey eskidiði zaman "tekâdeme'þ-þey" denilir. Deyim olarak bu kelime Mecelle'de mürûru'z-zaman (zaman aþýmý) olarak açýklanmýþtýr. Mâlikîler ise "havz" ve "hiyâze" kelimeleriyle yorumlamýþlardýr. Havz ve hiyâze kelimeleri sözlükte, sahip olma, malik olma ve mülk edinme gibi anlamlara gelir. Fýkýh dilinde de: "Sahipsiz veya herkes için alýnmasý mubah olan bir malý alýp kendi mülküne katmak" þeklinde tarif edilir.
Tekâdüm deyiminin aslý, halifenin, kadýlarý (hakimleri) bazý hallerde, belirli zaman sürelerinin geçmesine dayalý olarak bu konular hakkýndaki davalara bakmaktan men etmesidir. Fakat böyle durumlarda hak sahibinin hakký düþmüþ olmaz.
Bu yasak sahtecilik ve kurnazlýk gibi halleri önlemek için konulmuþtur. Çünkü yapma imkaný bulunduðu halde, zamanýn geçmesiyle davayý býrakmak zahiren haksýzlýðý gösterir.
Hanefî fakihleri "tekâdumu'z-zaman" süresini vakýf ve yetim mallarý ile gaib ve miras davalarýnda 30 sene; borç, emanet, akar ve emlak davalarýnda ise 15 sene olarak belirlemiþlerdir.
Belli bir süre geçtikten sonra davaya bakýlmamasý aslýnda hakkýn düþmesine sebep olmaz. Hak sahibinin hakký devam etmekle birlikte, sadece hakimin davayý dinlemesi engellenmiþ olur. Ancak suçlu suçunu kendiliðinden itiraf etse bu ona bir yükümlülük getirir. Eðer "tekâdüm", hakký düþürücü bir niteliðe sahipse, suçlu suçunu itiraf etse bile yükümlülük altýna girmez.
Mâlikîlere göre "tekâdüm" (hiyâze) iki kýsýmdýr.
1- Sahibi bilinmeyen bir mülke sahip olma.
2- Sahibi bilinen bir mülke sahip olma.
Birincisinde, bir mala on ay veya daha fazla bir zaman müddetince sahip olma (hiyâze) davaya bakýlmasýna engel teþkil eder. Malýn akar veya baþka bir þey olmasý arasýnda fark yoktur.
ikincisinde durum farklýdýr. Eðer mal akar cinsinden ise sahiplenme (hiyâze) en az on sene devam etmelidir. Hayvan ye elbise gibi mallarda ise iki senelik bir süre yeterlidir.[185]
(güven)
Sözlükte iki kimse arasýndaki "tekâfüT'den her birinin kendi arkadaþýna güvenmesi ve dayanmasý demektir. "Kâfîl" kelimesi de, birine güvenip ona yardým eden kimse demektir. Meselâ, "tekeffele fülanün bi'þ-þey" denilir ki, "o kimse kendini o þeyin yükümlülüðü altýna soktu ve onu yüklendi" demektir. "Tekeffele bi'd-deyn" denildiðinde ise "borcu yüklendi" manasý anlaþýlýr.
Bu kelimenin sözlük anlamý ile deyim, anlamý ayný þekilde kullanýlýr.[186]
(köylünün, kervanýn karþýlanmasý)
Sözlükte "telakki" karþýlama ve karþýlaþma anlamlarýna gelir. "Rukbân" da "rakib" kelimesinin çoðuludur. Bu kelimenin anlamý da "binekli yolcu" demektir.
Deyim olarak "telakkiJr-rukban", satmak üzere bir beldeye mal getirenleri çarþýya varmadan önce onlardan bu mallarý satýn almak üzere karþýlamaya çýkmak demektir. Satýcýlarýn binekli ya da yaya, bir ya da birden fazla olmasý mümkündür.
Bazý Hanefîlere göre "telakki'r-rukbân" þehre girmeden önce þehirlinin köylüyü karþýlamasý demektir. Böylece þehirli, gelen eþyanýn pazarýnýn durgun olduðunu söyleyerek onu aldatýr ve eþyayý gerçek fiyatýnýn altýnda satýn almaya çalýþýr.
Bu muameleye Þafiî ve Hanbelîler de ayný ismi vermiþlerdir. Hanefîler bu iþleme, "telakki'l-celeb", Mâlikîler ise "telakki's-sila" adýný vermiþlerdir.[187]
(sýðýnma)
Sözlükte Uca kökünden türer, zorlama ve sýkýntý anlamlarýna gelir.
Mutarazzî'nin dediðine göre telci'e: "Zahiri ile bâtýný birbirine uymayan bir iþi yapmaya mecbur olmaktýr. Yine telci'e: "Bir kimsenin malýný, varislerinden sadece bir kýsmýna vermesidir. Varisi olan birine sanki malým sadaka olarak veriyormuþ gibi."
Havârizmî'nin bildirdiðine göre telci'emn deyim anlamý: "Zayýf olan bir kimsenin malýný korumasý için kuvvetli olan bir kimseye sýðýnmasýdýr." Bundan sonra da þu yorumu yapmýþtýr: "Bazen kuvvetli, zenginliðine, malýna, mülküne sýðýnýr. Bazen de mal sahibi kuvvetliye sýðýnýr. [188]
Sözlükte, bozulma ve parçalanma anlamlarýna gelir.
Deyim olarak da ayný anlamdadýr. "Ýtlaf ise "telef olayým meydana getirmek veya sebep olmak demektir.
Fukahanm anlattýðýna göre telef ya tabiî âfetler yüzünden olur ki, bunlara semavî âfetler veya musibetler adý verilir. Yahut da yaratýklarýn eylemlerinin neticesinde meydana gelir. Fýkýhçýlar bunu iki kýsma ayýrýrlar:
Telef-i hissi: Eþyanýn bizzat zatýnýn bozulmasý ya da yok olmasý demektir ki, ister bir kýsmý, isterse hepsi telef olsun ayný kapsama girer.
Telef-i þerl: Mâlikîler buna telef-i hükmî de derler. Bu da, kanun koyucunun telef ediciyle ilgili bir sebep yüzünden, eþyanýn varlýðýna raðmen, kullanýlmasýný yasaklamasýdýr.
Bir kiþi bir cariye satýn alsa fakat teslim almadan önce kiþinin babasý onu azad etse, hadise bu açýdan deðerlendirilir. Çünkü kanun koyucu babasýmn azad etmesini, oðlunun azad etmesi gibi kabul eder ve hüküm buna göre düzenlenir. Kitabet, tedbir, sadaka ve hibede de durum böyledir.[189]
(sahiplendirmek)
Sözlük ve deyim anlamý, birisini bir þeye mâlik ve sahip kýlmak demektir. Fýkýhçýlara göre dört çeþidi vardýr.
1- Bedel karþýlýðý bir eþyaya mâlik olmak. Buna satýn alma (bey') da denir.
2- Bedelsiz olarak bir eþyaya sahip olmak. Hibe gibi.
3- Bedel karþýlýðý bir menfaate sahip olmak. Kira söz leþmesinde olduðu gibi.
4- Bedelsiz olarak bir menfaate malik olmak ödünç iþ leminde olduðu gibi.[190]
(peþin)
Sözlükte "istenceze hâcetehû ve teneccezeha" denilir ki, "söz veren kimseden o ihtiyacýnýn giderilmesini istedi" demektir; "enceze" yerine getirdi, yaptý anlamýna gelir. "Þey'ün nâçiz" demek, "hazýr, mevcut þey" anlamýnda kullanýlýr.
Fýkýhçýlar tencîz lafzýný, .bulunma ve öne geçme anlamýnda kullanýrlar ve erteleme, ekleme ve bekleme kelimelerinin aksi bir anlam verirler. Bu deyim çoðu kere akitlerde kullanýlýr. Oysa ibadetlerle ilgili teklifi hükümlerin,me-selâ zekat ve hac gibi ibadetlerin açýklamasýnda geçen, "fevr" sözü ile de, bir ibadetin yerine getirilmesi için imkân bulunan en erken vakit kastedilir.
"en-Nâciz bi'n-nâciz" ifadesine gelince, bundan maksat "para karþýlýðý para" (peþin para) demektir ve "nesîc bi'n-nesîc"in aksine bir anlama gelir. Meselâ, "bi'tuhû nâcizen bi-nâcizin" derler ki, "elden ele peþin sattým" demektir. "Bi'tuhû gâiben bi-nâcizin" demek ise "peþin para ile veresiye mal sattým" demektir.
Mâlikîler bu konuda münâceze ifadesini kullanýrlar ve bununla sözleþmenin akabinde her iki tarafýn bedelini teslim almasýný kastederler. [191]
(ganimet payýna eklenti)
Sözlükte nefl kökünden türemiþ bir isim olup mutlak bir artýþý ifade eder.
Deyim olarak da, ganimet hissesindeki artýþ anlamýnda kullanýlýr. Halife veya ordu komutam, düþmanýn yenilmesinde aþýrý gayret gösteren kimseye verilen ganimetin artýrýlmasý þartým koymuþtur.
Nesefî'nin tarifine göre bu deyim, bir kimseyi mal sahibi yapma anlamýnda olup halifenin savaþ sonucu elde edilen ganimet mallarýnýn bir kýsmýný belli bir gaziye veya gazilere öldürdüklerinin üstündekileri veya baþka þeyleri almak üzere terketmesine denir. [192]
Sözlükte, ölünün miras olarak býraktýðý þeylere denir. Çoðulu terikât þeklinde gelir.
Terim olarak, fýkýhçýlar bu kelimenin tarifinde ihtilaf ederek iki görüþ ortaya atmýþlardýr. Mâliki, Þafiî ve Hanbelî âlimlerinin cumhuruna göre ferike, mutlak olarak ölünün býraktýðý mallar ve haklardýr. Hanefi'lere göre ise, ölünün býraktýðý, alacaklýlarýn haklarýndan artakalan mallarýn safi miktarýdýr.
Bu iki görüþten anlaþýlmaktadýr ki, cumhura göre haklar mutlak olarak terikeye dahildir. Bu haklarýn baþýnda da menfaatler gelir. Hanefî'lere göre bazý zamanlar menfaatler terikeye dahil edilmez. Çünkü onlar terike kavramýna, sadece mallar ve bunlarla ilgili haklarý dahil ederler. [193]
(narh)
Sözlükte bir þey hakkýnda onu belirleyen bir fiyat biçmektir. Yani onun deðerini aþmayan belirli bir fiyat. Bir de, eþyanýn üzerine konan ve artýnlamayan herhangi bir fiyat demektir.
Terim olarak tes'îr, devlet reisinin bazý ihtiyaç maddeleri üzerindeki fiyatlarý tahdit etmesi, sýnýrlandýrmasý ve eþya sahiplerini bu fiyatlardan satmaya mecbur etmesi demektir. Söz konusu maddelerin eþya ya da haklardan olmasý arasýnda fark yoktur. [194]
Sözlük ve terim anlamý, bir þeyi saf ve saðlam olarak baþka bir þey karýþtýrmadan sahibine vermek demektir. Teslim, satýlan eþya, rehinler, fiyat, hibeler, mihr ve selem konusu mallarda geçerlidir.
Haýýefîlere göre teslim, eþya sahibinin, eþya ile hak sahibi arasýndaki engelleri kaldýrarak, hak sahibinin yetkisini kullanmasýna imkân hazirlamasýdýr. Onlara göre teslim, bir taraf Öbür taraftan eþyayý bizzat almasa bile hükmen aldýðý zaman meydana gelir. Çünkü eþyayý teslim etmesi gereken kimse, bu yükten kurtulmak üzere bir çýkýþ yolu bulmalýdýr. Satýcýnýn bu konuda yapabileceði en iyi çare ise tahliye ve eþyanýn teslimi yolundaki örf ve âdet olarak engelleri kaldýrmasýdýr. Fakat eþyanýn bizzat aldýrýlmasý onun gücü dahilinde deðildir. Çünkü bu alýcýnýn isteðine baðlý bir iþtir. Eðer bu satýcýya ait bîr görev olsaydý bunu yerine getirmek ona çok zor gelirdi. Bu ise caiz deðildir.
Þafiî, Mâliki ve Hanbelîler, "tahliyenin" sadece akarlar için bir teslim olduðu görüþündedirler. Menkul mallarýn teslimi ise Örfe göre belirlenir. Bu mallar ister el eþyasý ister nakledilebilen, ister deðiþebilen isterse geçerli olan kýyasi ölçülerle ödenebilen (ölçü, tartý, uzunluk gibi) mallar olsun hüküm deðiþmez. [195]
Kelimenin sözlük ve deyim manasý ayný olup, tecil ve tehir anlamýna gelir. Bunun asýl anlamý, sözünü yerine getirmek üzere söz veren kiþinin "yapacaðýmý yapayým" diyerek iþi uzatmasýdýr.[196]
Sözlükte tarh mastarýnýn tefâ'ul babýna nakli ile elde edilmiþ olup koymak, býrakmak anlamlarýna gelen bir kelimedir.
Deyim olarak bir nakit muamelesinin adý olup, iki borçluyu birlikte ibra etmek (aklamak) üzere yapýlan bir sarf (nakit alýþ veriþi) iþlemidir.
Sübkî'nin bu konudaki yorumu þöyledir: «Birisi diðer birisine: "Ben senden alacaðým olan bir dinarýmý, sana vereceðim olan 10 dinarýnýn karþýlýðýnda, ikimizin borçtan kurtulmasý üzerine sana sattým" dese bu mesele, tetâru-hu'd-deyneyn (Ýki borcun ibrasý) þeklinde isimlendirilir.»
Tetâruhu'd-deyneyn meselesi ihtilaflý bir sarf muamele-sidir. Þafiî ve Hanbelîler borç üzerinde sarf iþleminin caiz olmadýðý konusunda kesin görüþ belirtmiþlerdir. Hanefi ve Mâlikîler ile Sübkî ve Ibn Teymiye bunlara muhalefet ederek bu iþlemin meþru olduðunu ileri sürmüþlerdir. [197]
(veresiye alýp zararýna satma)
Sözlükte "evraka'r-racül" denilir ki, "adam gümüþ sahibi oldu" demektir. "Verik" gümüþten basýlmýþ para demektir. Gümüþ, "basýlmýþ gümüþ" ve "külçe gümüþ" türlerine ayrýlýr.
Deyim olarak, bu kelime, sadece Hanbelî âlimleri tarafýndan kullanýlmýþ ve bununla da, bir kimsenin veresiye mal satýn alarak daha az bir fiyatla peþine satmasýný ve bu yolla nakit para elde etmesini kastetmiþlerdir. Bu konuyu diðer fýkýh ulemasý "teverruk" sözcüðünü zikretmeden bey'i'1-ayne (iyne) meselelerinde ele almýþlardýr.
Teverrukun hükmüne gelince, çoðu ulema bunun mubah olduðu görüþündedir. Çünkü bunda riba þekli ve maksadý yoktur. Ömer b. Abdilaziz ile Muhammed b. Hasen Þeybânî ise bunu mekruh kabul etmiþlerdir. Ýbn Hümâný evlâ olana aykýrý olduðu görüþünü benimsemiþtir, tbn Teymiye ile Ýbn Kayyim ise bunun bey'-i nýuztar olmasýna raðmen haram oluþu fikrini tercih etmiþlerdir. Ancak Hanbelî mezhebinin genel görüþü bunun mubah olduðu yönündedir. [198]
(ödeme, koruma)
Sözlükte, eda, vefa, ödeme ve yerine getirme anlamlarýna gelir. Meselâ "veffertü alâ fülânin hakkahû tevfîran" denilir ki, "ona hakkýný ödedim, verdim" demektir. Yine, "veffertü lehû ta'âmehû tevfîran" denilir. Bunun anlamý da "ona yemeðini eksiksiz tastamam verdim" þeklinde açýklanabilir.
Tevflr deyimi manevî konularda koruma ve sakýnma anlamlarýnda kullanýlýr. Meselâ "vefertü'l-'ýrz" denilir. Yani "ýrzýmý korudum" demektir. Kelimenin "Yeffera" þekli ise mübalaða ifade eder.
Kelimenin sözlük anlamý ile deyim anlamý aynýdýr. [199]
(maliyetine satýþ)
Sözlükte, bir kimseyi vali tayin etmek demektir. Deyim olarak bey'-i tevliye, kârsýz ve zararsýz olarak bizzat ana paranýn net miktarý ile sýnýrlý olan bir satiþ muainele-sidir. Yine o, "velleytüke" sözü üzerine, satýcýdan alman bütün mallarý ziyadesiz ve noksansýz olarak sahibine ulaþtýrmaktýr.
Bey'-i tevliye, fýkýh kitaplarýnda "buyû'ul-enýânet" kýsmýnda tasnif edilir. Çünkü burada satýcý sattýðý mal ile ilgili satýn aldýðý fiyatý haber verme noktasýnda emanetçi güvenilir) durumundadýr. [200]
Sözlükte, kâr yapmak gibi amçlarla alým satým suretiyle mal mübadele etmektir.
Nevevî bu deyimi "mal mübadele etmek ve onu daha çok deðerlendirmek için harcamaktýr" þeklinde tarif etmiþtir. Münavî de "mal deðiþtirmek ve kâr amacýyla onu harcamak" diye yorumlamýþtýr. [201]
(Ömür boyu baðýþ)
Sözlükte umr kökünden türemiþ bir kelimedir. Umr sözcüðü ise bedenin sað olarak hayat sürdüðü zaman dilimi anlamýna gelir. "Bu evi onun için imar ettim" denildiðinde "bu evi ömrü boyunca ona ücretsiz sýðýnak yaptým" manasý kastedilir.
Deyim olarak bir çeþit hibedir ve þu sözlerle yapýlýr: "Bu evimi ömrüm boyunca sana verdim. Ömrüm boyunca bu ev senindir." Bunlarýn dýþýnda "Yaþadýðým müddetçe, hayatým boyunca, sað olduðun müddetçe" gibi ifadeler de kullanýlýr. Hibe "ömür boyu" ile sýnýrlandýrýldýðý için bu ismi almýþtýr.
O takdirde buradaki hibe, hibe edenin veya hibe edilenin hayatý süresince geçerli olan hibedir ve hibe edenin veya hibe edilenin ölümüyle geri iade edilmesi þartý vardýr.
Kelimenin deyim anlamý sözlük anlamýndan farklý deðildir. [202]
(yaygýn zorluk)
Deyim olarak, yükümlünün kaçýnmakta zorlandýðý necaset ve benzeri sakýncalý þeylere denir. Böyle bir musibet yaygýn hale geldiðinde Allah Teala iki sebepten ötürü bunun Günahýný affediyor:
1- Ýnsanýn her halükârda karþýlaþmak zorunda olmasý ve bundan kaçýnmak için çok büyük meþakkatlere katlanmak zorunda kalmasý.
2- Musibetin çok yaygýn hale gelmesinden dolayý insanýn her an temas halinde bulunma zorunluðu ve bu yüzden ondan kaçýnmanýn ve ayrýlmanýn çok zor hale gelmesi; kurtulmak için çok büyük zorluklara katlanma gereðinin bulunmasý.
Bu yorumlar çerçevesinde fikýhçýlar þu genel kurallarý benimsemiþlerdir. "Bir iþ dar olduðunda geniþletilir", "Bir musibet yaygýn hale geldiðinde onun yükü hafifletilir."
Fýkýh âlimleri kitaplarýnda bu konuyu ayrý baþlýklar halinde incelemiþlerdir. Meselâ ibadetler konusunda, küçük necasetin, atýn ayaðýndan sýçrayan çamur izlerinin, kaçýnma imkâný olmayan necaset karýþmýþ çamurun, sineklerin taþýdýðý pislikler ve buna benzer sakýncalý durumlarýn affý gibi.
Muamelât konusuna gelince, Belh ve Buharalý Hanefî âlimleri bu konuyu kitaplarýnda iþlemiþler ve görüþlerini "bey'-i vefanýn mübahlýðý" konusunda belirtmiþlerdir. [203]
(urban, pey akçesi)
Sözlükte, ticari eþya satýn alan bir müþterinin, eðer satýþ iþlemi sonuçlanýrsa toplam fiyattan düþürülmek; alýþ veriþ sonuçlanmamýþ sa satýcýya kalmak üzere ödediði bir miktar paradýr.[204]
(öþür/tarým vergisi)
Sözlükte uþr kelimesinin çoðuludur. On kümesinin her bir birimi için kullanýlýr ve onda bir olarak alýnan miktara özel isim olmuþtur.
Aþîr kelimesi ise devlet baþkaný tarafýndan önemli yol merkezlerine, gerekli þartlarý taþýyan tüccardan vergi almak üzere görevlendirilen memur manasýna gelir.
Deyim olarak "uþûr" iki anlamda kullanýlýr:
1- Zekatýn öþrü: Bu, meyve ve zirai ürünlerden alman zekattýr.
2- Ýslâm beldesinde ticaret mallarýný bir beldeden bir beldeye nakleden kafirlerden alýnan vergi.
Bu vergi onda bir ya da benzer þekillerde alýndýðý için böylece Ýsimlendirilmiþtir.
Bununla beraber öþür ve cizye, zimmet ehline ve harbilerden teslim olanlar üzerine vacip olmalarý bakýmýndan ortak özelliklere sahiptirler. Yine her ikisi de fey' masraflarýna harcanabilirler. Böyle olmakla birlikte aralarýnda önemli bir fark vardýr: Cizye kiþi baþýna konan bir vergi olup miktarý belli ve þahýslara göre deðiþmezken uþûr, mal üzerine konan bir vergidir ve mala göre deðiþiklikler gösterebilir. [205]
(meþru mazeret)
Sözlükte insaný günah ve kabahatini yok göstermeye götüren hal ve davranýþtýr. Bu "yapmadým", "bunu þunun için yaptým" gibi sözleri söylemekle olur. Bazen insan hatayý iþleme sebebini de açýklar. Bazen de "bunu yaptým, fakat bir daha yapmayacaðým" der. Buna da tövbe denir. Bu þekilde yapýlan her tövbe bir özür dilemedir. Aksi davranýþlar özür ve tövbe sayýlmaz.
Deyim olarak fýkýhçýlar uzr kelimesini "Ciddi bir zarara katlanmaksýzm dinî vecibelerin yerine getirilmesini zorlaþtýran ya da imkânsýz hale getiren hal ve hareketler" þeklinde yorumlamýþlardýr.[206]
(söz verme) Sözlükte bir kimsenin, baþkasýyla ilgili gelecekteki iþinden söz etmesi, haber vermesi demektir. Bu iþin hayýr ya da þer olmasý farketmez.
Terim olarak da sözlük manasýyla ayný yönde kullanýlýr. Bu çerçevede va'd bazan herhangi bir maruf yani iyilik ile olur. Meselâ karz-ý hasen, herhangi bir malý ya da menfaati meccanen mülk olarak verme gibi. Bazan bir hediye, yardým ve dostluk gibi ahlâkî davramþlarla olur. Hastanýn tedavisi, arkadaþ ziyareti, sýla-i rahim, yol arkadaþlýðý ve komþuluk gibi. Bazan nikah ile olur; niþanda olduðu gibi. Bazan da kötülükle olur. Bir kimseye içki içmesinde, fuhuþ yapmasýnda ve düþmanlýk ve zulüm için mal telef etmede yardým vaadetmek gibi.
Bazý fýkýhçýlar vaadi, insanýn þahsiyetinin bir gösterge- si olarak kabul etmiþlerdir.[207]
(emanet býrakma)
Sözlükte gidince geride býrakýlan þey anlamýna gelen vede'a kökünden alýnmýþtýr.
Terim olarak, baþkasýnýn yanýna korunmak üzere konan mala denir. Yine îdâ' yani korumayý gerektiren akit manasýna da kullanýlýr.
Þu kadar var ki, fýkýhçýlar bu akdin tarifinde þartlarý bakýmýndan ihtilaf etmiþlerdir.
Hanefî, ve Mâlikîler vedî'anm mutlaka mal olmasýný þart koþarlarken, korumanýn teberruan (ücretsiz) olmasý þartýný koymamýþlardýr. Onlara göre akd-i vedia "malikin malýný korumak üzere baþkasýna yetki vermesi" demektir.
Þâfîîler de vedianýn, mal veya "muhtas muhterem" (faydalanma imkâný olan necis tarzýndan bir þey) olmasýný þart koþarlarken onlar da korumanýn teberruan olmasý þartýný koymadan þöyle tarif etmiþlerdir: "Mal veya bir muhta-sý (ihtisasa konu olan necisderi, hayvan gübresi gibi mallar) korumak üzere baþkasýna vekâlet vermektir."
Hanbelîlere gelince, onlar da vedianýn mal veya "muhtas" olmasý gerketiðini belirterek korumanýn teberruan olmasý þartýný koymuþlardýr. Bunlarýn tarifi de þöyledir: "Bir mal veya muhtasýn teberruan korunmasý hususunda baþkasýný vekil tayin etmektir.[208]
(ara sayý)
Sözlükte boyun kýrmak anlamýna gelir. Meselâ "vakasati'n-nâka bi-râkibihâ" yani "deve binicisini atýp boynunu kýrdý" denilir.
Deyim olarak, "evkâs" denilen hayvanlardan herbirine "vakas" adý verilir. Evkâs, zekata tâbi hayvanlarýn sayýsý belirlenirken iki farz noktasý arasýnda kalan hayvanlara denir. Meselâ, develerin sayýsý beþe ulaþtýðýnda bir koyun zekat verilir. Develer on oluncaya kadar sadece bir koyun zekat vermek yeterlidir. Develerin sayýsý ona ulaþtýðý zaman ise zekat verilecek miktar yeniden belirlenir. Ýþte birinci zekat sayýsý olan beþ ile ikinci zekat sayýsý olan on arasýnda kalan develere "evkâs" denilir.
"Evkâs" deyiminin develer için deðil, koyun ve sýðýrlara mahsus bir tabir olduðu, hatta sadece sýðýrlara mahsus olduðu da söylenmiþtir. [209]
Sözlükte hapsetmek manasýna gelir.
Terim olarak bir malýn "aslýný hapsetmek, fakat menfaatini serbest býrakmak" þeklinde tarif edilir. Bu tarif vakfedilen malýn hükmü konusundaki fýkhý ihtilaftan çýkmýþtýr. Yani vakýf malýn mülkiyeti vakfedilene intikal edecek mi yoksa Allah Teâlâ'nm mülküne mi girecek yahut vakfedende mi kalacak?
Fukaha burada üç görüþ ortaya koymuþlar ve her zümre vakfedilen malýn hükmü konusunda kendi mezheplerinin tercih ve tariflerini beyan etmiþlerdir. Bu ihtilaflara baðlý olarak bazý tarifler ortaya çýkmýþtýr.
Þâfîîler ile bazý Hanefîlere göre vakýf malý Allah Te-âlâ'nýn mülküne intikal eder. Ebu Hanife ve Mâlikîler de vakýf malýnýn vakfedenin mülkünde kaldýðý fikrini benimsemiþlerdir. Hanbelîler ise vakýf malýnýn, vakfedilenin mül-, kiyetine gireceðini belirtmiþlerdir. [210]
(aile vakfý)
Bazý muhaddis fakihler vakfý, vakfedilen kimsenin durumu itibariyle ikiye ayýrmýþlardýr: vakf-ý ehli, vakf-ý hayrý. Vakf-ý ehlî: Bir kimsenin, nesline, zürriyetine, akrabalarýna, çocuklarýna veya diðer bazý kimseler için yaptýðý vakýftýr. Bu kavram bütün Ýslâm mezheplerince bilinmekle beraber bu isim kullanýlmaz.[211]
(kamu yararýna vakýf)
Deyim olarak cami, okul, sýðýnak, hastane, kütüphane, kale gibi yerler ile fakirler ve talebeler gibi insanlara yönelik iyilik ve hayýr iþlerine yapýlan vakýf demektir.
Bu çeþit vakfa hayrý isminin verilmesinin sebebi, vakfedilen malýn menfaatlerinin, umuma ait olmalarý ve hayýr hedeflerine tahsis edilmelerinden dolayýdýr.[212]
(hukuki olay/fetva)
Sözlükte düþmek anlamýna gelen "vuku" kökünden gelmektedir, zor ve kötü durumlarda kullanýlan bir lafýzdýr.
Deyim olarak vâký'a veya nazile ifadeleri, mesele veya insanlar arasýnda meydana gelen ciddi problem, olay gibi anlamlarda kullanýlýrlar. Ancak böyle olaylarla ilgili özel sert bir nas yoktur. Müctehid veya fakih bu konularla ilgili hüküm çýkarýrken, þer/î delillere, kendi mezhep ilkelerinden çýkardýðý sonuca, herhangi bir rivayete göre verilen bir fetvaya veya mezhebinin görüþ ve tercihlerinden birine dayanýr.
Kelimenin çoðulu vâký'ât ve nevazil þeklinde gelir.
"Kütübül-vâký'ât" veya "kütübü'n-nevâzil" ifadelerine gelince bunlar fetva kitaplarý anlamýnda kullanýlýrlar. Yani meydana gelen hadiselere ve meselelere verilen cevaplara denir. Yani, sonraki muctehidlerin bir mesele sorulduðu zaman kendilerinden önceki mezhep muctehidlerinden nakledilen bir rivayet bulamadýklarý zaman kendilerinin ortaya koyduðu cevaplar demektir.
Ýbn Âbidin, Hanefi mezhebine ait eser ve görüþleri tertip etmek üzere yaptýðý yorumda bu konuda üç tabakanýn bulunduðunu söylemiþtir:
1- Mesâil-i usûl (zahir-i rivayet),
2- Mesâil-i nevâdir,
3- Fetâvây-ý vâký'ât.
Çaðýmýz fukahasýnýn kullandýðý el-vâký'âtü'þ-þer'iye-deyimine gelince bu, insanýn iradesi dýþýnda gerçekleþip þeriatta bir hükmü bulunan olay veya durum demektir. Doðum, ölüm, delilik, zenginlik, zaman geçmesi gibi. Bu, akitler gibi sözlü bir tasarruf veya öldürme, gasb, ölü araziyi ekime elveriþli hale getirme ve buluntuyu görme gibi fiili bir tasarruf deðildir. Aksine insanýn iradesi dýþýnda vaki olan maddi bir olaydýr ve þeriatte bunun hükmü açýklanmýþtýr. [213]
(nitelik)
Sözlükte na't, sýfat anlamýna gelir. Meselâ, elbise bir kimsenin halini ve cüssesini ortaya çýkardýðý ve gösterdiði zaman "vasafe's-sevbü el-cisme" denilir.
Râgýb'a göre vasýf, bir þeyi görüntüsü ve sýfatlarýyle zikretmek, belirtmektir ferim olarak vasýf, aslýn zýddýdýr. Yani bir þeye tâbi olan ve ondan aynlamayan þeydir. Bu çerçevede Hanefîler akd-i sahîh'i "akit ve sýfatlarýyla þeriate uygun olan akit" þeklinde tarif etmiþlerdir. Fakat usulcüler vasfý, illet manasýnda yorumlamýþlardýr.
Fýkýhçýlarm kullandýðý hýyâr-ý fevâti'l-vasfi'l-merðûb ifadesine gelince; bununla, akdin konusu üzerinde taraflardan birinin þart koþtuðu gerekli þart ve sýfatlarýn bulunmamasý durumunda ortaya çýkan, fesihte muhayyerlik hakkýný kastederler. Meselâ birisi bir atý satýn alýyor. Fakat sonra hecir cinsinden olduðu ortaya çýkýyor. Yahut sütlü olduðu söylenen bir inek satýn almýyor, fakat bunun, aksi ortaya çýkýyor. (Bu durumlarda müþteri akdi feshetmekte muhayyerdir, serbesttir).[214]
Sözlükte, ulaþma, kavuþma anlamlarýna gelir. Nitekim "va-saytü'þ-þey" denildiðinde "o þeye ulaþtým" manasý anlaþýlýr.
Deyim olarak teberru (baðýþ) yoluyla, ölümden sonra geçerli olmak üzere bir malý birine temlik etmek (=mülk olarak vermek)tir.
Bu þekilde isimlendirilnýesinin sebebi vasiyet edenin (mûsi) saðlýðýnda ulaþmýþ olduðu þeylere bu yolla ölümünden sonra da ulaþmýþ olmasýdýr.[215]
(vaad)
Sözlükte va'd anlamýna gelir.
Terim olarak, Abdurrahman b. Avfin rivayet ettiði bir hadis-i þerifte "Benim Resûlullah'a (s.a.v.) verdiðim sözüm, va'dim var" ifadesinde geçmektedir. Ve'y kelimesi burada va'd manasýnda kullanýlmýþtýr.
Zemahþerî ve'yi, insanýn kendini baðýmlý kýldýðý ve yerine getirmeye kesin karar verdiði va'd þeklinde tarif etmiþtir.
Ebu Hilal Askerî ise va'd ile ve'y arasýnda fark bulunduðunu belirterek, "va'd, zamana baðlý ya da zamandan baðýmsýz þekilde olur. Zamana baðlý olana örnek "Rabbinin va'di sana geldi" cümlesi, zamana dayalý olmayana örnek ise "Bekir va'd edince döner, fakat Ömer vaadedince yerine getirir" ifadesidir. Ancak, "Câe va'duhû" cümlesinde olduðu gibi "Cee ve'yu Zeydin" ifadesi söylenmez.
Kadý Iyaz'm dediðine göre ve'y tazmini gerekli vaadlerdir. Ve'yin açýkça belirtilmeyen vaadler olduðu da söylenmiþtir. Halbuki va'd, atiyye þeklinde belirtilmiþtir.[216]
(zararýna satýþ)
Sözlükte eksiklik, ziyan, zarar gibi anlamlara gelir. Meselâ "vudý'a fi ticaretini" denildiðinde "o ticaretinde zarar etti, kazanmadý" manasý anlaþýlýr.
Deyim olarak kullanýlan "bey-i vadî'a" ifadesine gelince bu, bir malý alýþ fiyatýndan yani sermayesinden daha az bir fiyatla zararýna satmak demektir. Burada malýn satýn alýnan ilk fiyatýndan daha noksan bir fiyata satýþý söz konusudur. Bu iþlem bey'-i emânet grubuna girer ve bu sýnýf içinde incelenir. Çünkü bu muamelede satýcý, satýn aldýðý fiyatý söylemede kendisine güvenilmesi gereken kiþidir.
Fukaha bu tür satýþa bey'-i hatîta ve bey'-i nakýsa da demiþlerdir.[217]
(ödeme)
Sözlükte gizli veya açýk, varlýðýnda veya yokluðunda eþitlik yoluna sarýlma,, akitleri muhafaza etme ve sevgi ve dostluk merasimlerini horuma gibi anlamlara gelir. Ebu Hilal As-kerî'ye göre vefa ile incâz arasýnda fark vardýr. Þöyle ki, vefa, akitlerde olur, incâz ise vaadlerde söz konusudur.
Özel anlamýyla borç ve diðer yükümlülüklerde kullanýlan vefa ifadesine gelince bu fukaha dilinde edâ, yani ödeme ve yerine getirme demektir.[218]
Sözlükte tasarruf ve idareyi baþkasýna verme, iþi ona devretme anlamýna gelir.
Deyim olarak þer'an caiz olan bazý tasarruf ve yetkilerde baþkasýný kendi yerine geçirmek þeklinde tarif edilir ve bir kimsenin saðlýðýnda bazý özel þartlarla bir iþ yapmasý için baþkasýna tasarruf ve yetki vermesinden ibarettir.
Münâvî'ye göre vekâlet, "nasýl bir insan hakim ve sahip olduðu þeyleri istediði gibi tasarruf edebiliyorsa, aynen bunun gibi þer'an caiz olan tasarruflarda baþkasýný yetkili kýlmaktýr."
Mürþidü'l'Hayerân'iTi 915. maddesinde belirtildiðine göre de vekâlet "belirli ve þer'an caiz tasarruflarda kendi yerine baþkasýný ikame etmektir.[219]
(davalý vekili)
Sözlükte "teshir", insaný ücretsiz olarak kullanma anlamýna gelir. Meselâ onu meccanen kullandým anlamýnda "seh-hartühû n'l-amel" denilir.
Terim olarak vekil-i musahhar, kendi isteðiyle mahkemeye gelmeyen ve hakim tarafýndan zorla getirilmesi imkâný da bulunmayan davalý için hakimin tayin ettiði vekildir. Bu kiþi hasm-ý mütevâri yani kayýp, gizli taraf olarak kabul edilir.
Davalý mahkemeye gelmekten ve vekil göndermekten kaçýndýðý ve mahkemeye zorla getirilmesi de mümkün olmadýðý zaman davacýnýn talebi üzerine, muhakeme ile ilgili dava evraký farklý günlerde olmak üzere üç kere gönderilir ve mahkemeye çaðrýlýr. Yine bundan da kaçarsa hakim onun adýna bir vekil tayin, edeceðini ve davacýnýn delillerini dinleyeceðini bildirir. Bundan sonra yine davalý mahkemeye gelmez ve bir vekil de göndermezse, hakim onun adýna ve haklarýný korumak üzere bir vekil-i musahhar tayin eder. Bu durumda hakim söz konusu vekil karþýsýnda davayý ve delilleri dinler ve inceler. Eðer delillerin ve davanýn doðruluðu ortaya çýkarsa hak sabit olur ve hakim bunun gereði ile hüküm ve karar verir.
Bu tabir, Osmanlý döneminde Hanefî âlimleri tarafýndan kullanýlmýþtýr.[220]
(eksiklik)
Sözlükte noksanlýk verme anlamýna gelir. Deyim olarak Hz. Peygamberin (s.a.v.) "vekes ve þatat yoktur" mealindeki hadisinde geçmektedir. Yani hadise göre eksiltme ve haddi aþma yasaklanmýþtýr.
Kadi Iyaz'a göre bu hadis-i þerif kýymeti eksiltmeyi artýrmayý ve fiyatý abartmayý yasaklamýþtýr.
Ayrýca "vekes" tabirinin ticarette zarar ve ziyan anlamýna geldiði de söylenmiþtir.
Fukahamn bir binanýn taksimi konusundaki þu sözleri meþhurdur: "Binanýn taksiminde evkes sahibine bakýlýr". Evkes sahibi ise payýna, kýymeti en düþük ve miktar bakýmýndan diðerlerinden daha eksik olan bölüm düþen kimse demektir. [221]
(koruma ve miras ittifaký)
Sözlükte yardým ve muhabbet manalarýna gelir. Terim olarak ýtk'tan veya muvâlât (akd-i muvâlât)tan doðan hükmî bir yakýnlýktýr. Bunlardan birincisine, yani ýtk'tan doðan yakýnlýða "velâ-i ýtâka" veya "velâ-i ni'met" de denir.
Muvâlât ise fýkýhçýlara göre, müslüman olmuþ, fakat varis olarak yakýný bulunmayan birisi ile baþka bir müslüman kiþi arasýnda yapýlan anlaþma olarak yorumlanýr. Bu anlaþma þöyle cereyan eder: Birincisi, ikincisine "bir cinayet iþlediðim zaman akilem olarak sen benim velimsin. Yani hataen bir adam öldürdüðüm zaman diyetimi ödeyeceksin. Öldüðüm zaman da mirasýma sahip olacaksýn" der ve ikincisi de bunu kabul ederse muvâlât anlaþmasý tamamlanmýþ olur.
Bu anlaþmada taraflarýn her ikisi erkek veya her ikisi kadýn olabileceði gibi biri kadýn, biri erkek de olabilir.
Velâ'nýn bu çeþidi, Hanefî mezhebine ait bir deyimdir. [222]
(borç senedi)
Sözlükte "vesiktu bi'þ-þey (ona dayandým)" denilir. Herhangi bir iþte vesika o iþin þartlarýný ve hükümlerini gösterdiði gibi, güvenilir bir belge alma manasýna da gelir, çoðulu "vesaik" þeklindedir.
Deyim olarak borç konusunda vesika, onun saðlamlýðýný artýran delil demektir. Borcun ödenmesi konusunda bir engel çýktýðý zaman ona dayanýldýðý için bu isim verilmiþtir.
Fukahamn kullandýðý "tevsîküd-deyn" ifadesini incelediðimiz zaman onun iki þekilde yorumlandýðýný görürüz:
1- Borçlunun zimmetinde senet ve þahit gibi belgetere dayalý olarak sabitleþmiþ olan alacaðýn, borçlu tarafýndan inkarým önlemek, unutulduðunda hatýrlatmak, istenenden az veya çok olduðu iddialarýna mani olmak, ödeme vaktine girdiði yahut sürenin dolduðu gibi itirazlara meydan vermemek üzere hakkýný takviye etmek ve saðlama almaktýr. Bu senet, çekiþme konusu alacaðýn alacaklýnýn mahkeme nez-dinde ispatlamasý için öne sürdüðü güçlü bir araç sayýlýr.
2- Borçlunun zimmetindeki malda bulunan alacaklýnýn hakkýný ve buna dair hükümleri ve þartlarý tesbit etmek. Böylece herhangi bir sebeple borçlu borcunu ödemekten kaçýndýðý zaman alacaðýn, borçluya malýyla kefil olan üçüncü kiþiden veya alacaklýnýn hakkýyla doðrudan ilgili olan ve borca karþýlýk rehin býrakýlan maldan geri almak mümkün olur. [223]
(yöneticilik)
Sözlükte "bu iþi kendi yaptý" anlamýnda "veliyel-emr" denilir. Tasarruf yetkisine sahip olan bir kiþi için de "veliye aleyhi" denilir.
Bununla birlikte "vilâyet" kelimesi yardým ve muhabbet anlamýna geldiði gibi, kudret, güç, saltanat ve otorite manalarýna da kullanýlýr.
Deyim manasýna gelince, vilayet iki þekilde yorumlanýr:
1- Vilâyet-i âmme: Ümmete ait olan kamu yararýna iþlerini idare etme, insanlarýn iþlerini düzenleme ve onlar için emirler verme, yasaklar koyma otoritesidir. Bu güç ve otoritenin üzerine aldýðý görevler, devlet baþkanlýðý, ülkelerin ve bölgelerin, icra, kaza ve güvenliðin, ihtiyaçlarýn ve hisbenin yönetimi, savaþýn idaresi, zekat ve haracýn toplanmasý gibi iþlerdir.
2- Vilâyet-i hâssa: Sahibine, bir baþkasýna baðýmlý olmadan doðrudan akit yapma ve sonuçlarýný düzenleme imkaný veren güç ve kudrettir. Burada toplumun iþleriyle ilgili bir þey yoktur. Bu da iki kýsma ayrýlýr:
a) Vilâyet ale'n-nefs: Gerektiði hallerde ve gerekli kimseler için insana terbiye, evlendirme ve eðitim imkâný veren kuvvettir. Sebebi küçüklük, delilik, kadýnlýk ve ahmaklýktýr.
b) Vilâyet ale'1-mâl: Malda tasarruf yetkisi veren güç demektir. Bu da iki þekilde olur:
1- Kâsýra: Eda ehliyetine sahip olan ve kýsýtlý durumda olmayan bir kimsenin kendi malý üzerindeki yetkisi ve gücüdür.
2- MuteaddÝye: Ýnsanýn baþkasýnýn malý üzerindeki otoritesidir. Bu da iki kýsýmdýr:
a) Sulta asliyye: Beþerî bir delile dayanma ihtiyacý olmaksýzýn doðrudan doðruya Allah Teâlâ'nýn tesbit ettiði ve insana verdiði güç ve otoritedir. Bu sadece babanýn ve dedenin küçük çocuklarýnýn mallarýna dair velayetidir.
b) Sulta niyâbe: Bir þahýstan diðerine uzanan yetki ve güç demektir. Vasî ve vekil gibi.[224]
(vasi atama)
Sözlükte birisinin diðerine bir iþi yerine getirmek üzere va-siyyet etmesi demektir. Ýþin yapýlmasýnýn, vasiyet edenin saðlýðýnda veya ölümünden sonra olmasý arasýnda bir fark yoktur.
Terim olarak, bir insanýn ölümünden sonra bazý tasarruf ve yetkilerde veya küçük çocuklarýnýn iþlerinin idaresi ve gözetiminde bir baþkasýný kendi adýna yetkili kýlmasýdýr. Burada, ikame edilen kiþiye vasi denir. Bir kimsenin saðlýðýnda iþlerinin yapýlmasý için baþkasýný kendi yerine ikame etmesine ise visâye denmez, vekâlet denir.[225]
(zilyed/peþin alim-satým)
Sözlükte bilindiði þekliyle, omuzdan parmaklarýn ucuna kadar olan bedenin bölümü yani el anlamýnda kullanýlýr. Fakat, nimet, otorite, mülk ve yetki gibi deðerlere de mecazen ve istiâreten yed denilir.
Terim olarak fukaha "yed" kelimesini, bir þeyi ve imkâný kullanmaya ve ondan faydalanmaya muktedir olmak þeklînde yorumlarlar. Meselâ þöyle derler: "Bir nitacda zilyedin delili haricin (zilyed olmayan) delilinden önce gelir." Yani zilyed haricden daha önce faydalanma hakkýna sahiptir.
el-Yed bil-yed deyimine gelince çoðu fukahanýn yorumuna göre akit meclisinde her iki bedelin de kabzedilmesi, teslim alýnmasý demektir. Meselâ "onu yeden biyedin sattým" ifadesini kullanýrlar. Yani þu anda taraflardan her biri diðerinden ayrýlmadan önce ayný mecliste bedellerini teslim almýþlardýr. Burada hemen ve peþin ödeme vardýr.
Bu görüþe Hanefîler muhalefet ederek yeden bi-yed deyimini "bedelleri teslim alma deðil sadece belirleme ve belirtme" manasýnda yorumlamýþlardýr.[226]
(haksýz iktisap)
Deyim olarak fýkýhçýlar buna yed-i âdiyye de derler. Yani hýrsýz ve gâsýb gibi sahibinin izni olmadan bir mala sahip olan kimsedir. Veya satýlan mala sahip olan müþteri, borç para alan kiþi, ödünç alan kimse gibi sahibinin izniyle fakat yalnýz kendi menfaatleri için bir mala sahip olan kiþiler demektir.
Böyle bir insanýn en önemli sorumluluðu helak sebebi ne olursa olsun sahip olduðu malýn ziyana uðramasý durumunda külfeti yüklenmek zorunda olmasýdýr.[227]
(yed-i emin)
Terim olarak, sahibinin izniyle korumak ve iyiliði için çalýþmak üzere bir þeye malik ve sahip olan güvenilir ve adalet sahibi kimse demektir. Bu kiþi, eþyayý korumada gerekli titizliði gösterdiði ve bu konuda kusurlu olmadýðý müddetçe helak ve zarar külfetini yüklenmez. Bu aynen vekil, ortak, mudârabe iþçisi ve vedV sahibi (=emanetçi) kimse gibidir. [228]
(ödeme gücü)
Sözlükte, servet ve zenginlik anlamlarýna gelir ve eysera kökünden türemiþ bir isimdir. Eysera fiili de malý arttý, zengin oldu anlamýnda kullanýlýr.
Ebu Hilal Askerî "gýna", "cide" ve "yesâr" kelimelerini birbirinden ayýrarak þöyle açýklamýþtýr:
Cide sadece mal çokluðu demektir. Malý çok olan adama "racülün vâcid" denilir. "Gýna" ise hem mal ile olur, hem de kuvvet ve üstünlük gibi deðerlerle olur.
Yesâr'a gelince bu yaþamak için gerekli olan maaþýn kolayca artmasýna ve çoðalmasýna sebep olan miktar þeklinde açýklanýr. Çokluða baðlý ve ona dayalý deðildir. Meselâ "fülanün tacir musir" denilir. Fakat "melik musir" denmez. Çünkü çoðu kere tacirin mâlik olduðu þey melikin mâlik olduðu þey yanýnda çok azdýr.
Terim olarak sözlük manasýyla ayný yönde kullanýlýr.[229]
(azlýk)
Sözlükte kazanýlmasý ve elde edilmesi çok basit kolaylýk manasýna geldiði gibi azlýk anlamýnda da kullanýlýr.
Terim olarak fýkýhta pek çok meseleye sýfat olan bir kelimedir. Garar, ðabn, cehalet, zarar vb.. Meselâ ðarar-ý yesîr, ðabn-ý yesîr, cehâlet-i yesîra ve zarar-ý yesîr ifadeleri kullanýlýr.
Bütün bunlarla "insanlarýn müsamaha gösterdiði, makul ve hoþ karþýladýðý az bir miktar" zarar, ðabn, cehalet ve zarar vb. kastedilir. Beþerî muamelelerde bu kadar miktar dinen affedilmiþ kabul edilir. Bu sebeple akdin bozulmasý, muhayyerlik malî tazminat ve benzeri sonuçlar ortaya çýkmaz. Bu hükümler cehâlet-i yesîr, ðabný yesîr ve ðarar-ý yesîr gibi küçük ve basit hatalarla malî muamelelerin bozulmasýna ve çözülmesine mani olmak; zarar-ý yesîr yüzünden de komþuluk iliþkilerinin kaybolmasýný önlemek için getirilmiþtir. Allah Teâlâ kullarýn üzerinden zorluðu kaldýrarak bunlarý affetmiþtir.
Böyle durumlarda hadd-i yesîre yani yesirin miktarýna gelince; burada, fukaha tarafýndan ittifak edilmiþ sabit bir ölçü yoktur. Çünkü bu konuda belirleyici bir nas yoktur. Bu sebeple örf ve âdetlere bakýlýr. Örf ve âdetler de zaman, mekan ve konusu itibariyle çok çeþitli olduklarýndan bu konudaki ölçülerde de pek çok farklýlýklar vardýr. Ancak fukaha yesîrin miktarýnýn bilinebilmesi ve belirlenebilmesi için bazý ilkeler getirmiþlerdir. Onlardan bazýlarý þunlardýr:
Ðabn-ý yesîrin miktarý, sýnýrý: Ýnsanlarýn asýl fiyata normal olarak yapmýþ olduklarý ziyade, fazlalýktýr. Bunun miktarý tarafsýz uzmanlarca kolaylýkla tesbit edilebilir.
Ðarar-ý yesîr: Satýþ muamelesinde kaçýnýlmaz olan ve insanlarýn makul karþýladýklarý miktardýr.
Cehâlet-i yesîra: Taraflar arasýnda düþmanlýk ve çekiþmeye sebep olmayacak derecede önemsiz olan bazý sýfatlarýn bilinmemesidir.
Komþuluk iliþkilerindeki zarar-ý yesir: Binada asýl ihtiyaçlardan (süknâ hakký gibi) olmayan, binaya zayýflama ve zarar getirmeyen ve yýkýlmasýna sebep olmayan menfaatlere mani olacak kadar zarar demektir.[230]
(hakký alma)
Sözlükte isteklere nail olma, kavuþma anlamýna gelir. Aslý zafera kökünden türemiþtir ve bir þeye týrnaðý batýrmak veya týrnaðý takýlmak gibi anlamlara gelir.
Terim olarak ise malî bir hakký, elinde tutanýn onayý olmadan veya hakimin hükmü ile geri almaktýr. Meselâ mal sahibi malýnýn aynýsýný gâsýbm, hýrsýzýn veya zâlimin yanýnda bulduðunda, bunlarýn izni olmadan ya da hakimin izni ile geri alýr. Yine, birisinde alacaðý olan kimse kendi isteði ile borcunu ödemezse cins ve özellik bakýmýndan alacaðýnýn aynýsýný borçlunun malýndan izinsiz olarak veya hakimin izni ile almasý da böyledir.[231]
(mücbir sebep)
Sözlükte ýztýrar kökünden türemiþ bir isimdir ve icbar, zorlama gibi anlamlara gelir.
Terim olarak yasak bir iþi iþlemeye ya da yapýlmasý gereken bir þeyi terketmeye zorlanma halidir. Ancak böyle bir durumda yükümlü, eðer bu hatayý iþlemezse helak olacaðý veya bedenine, malýna ve ýrzýna büyük bir zarar geleceði hususunda ciddi bir endiþe taþýmalý, bu sebeple baþýna gelen þeylerden ve tercih etmiþ olduðu kötülüklerden asla hoþnutluk duymamalýdýr.
Allah Teâlâ böyle istisnai durumlarda emir ve yasaklar gibi asli yükümlülükleri müslümanlar üzerinden kaldýrmýþtýr. Bu konuda Kur'an-ý Kerim'de geçen iki ayet-i kerimenin anlamý þu þekildedir: "Allah çaresiz (kalýp da) yemek zorunda kaldýðýnýz (þeylerin) dýþýnda, haram kýldýðý þeyleri size açýklamýþtýr. [232] "Her kim mecbur kalýrsa bunlardan (Ölü hayvan eti, kan, domuz eti) hiç kimseye saldýrmadan (arzu duymadan) ve sýnýrý aþmadan bir miktar yemesinde günah yoktur.[233]
Bu yorum ve açýklamalar fýkýh kitaplarýnda "Zaruretler haramlarý mubah kýlar" ve "Zaruret için mubah kýlýnan þey o zaruret miktarýyla takdir olunur" ifadeleriyle kural haline getirilmiþtir.
Buraya kadar yapýlan izahlardan zarurât kavramýnýn, usulcülerin anladýðý anlamda kullanýlmadýðý açýktýr. Onlar, "Þeriatýn Maksatlarý" konusunu incelerken kullanmýþ olduklarý zaruriyyât kavramýný din ve dünya nizamýný ayakta tutan ve mutlaka korunmasý gereken deðerler þeklinde anlamýþlardýr. Eðer bu deðerler yok olsa ya da noksan yapýlsa insanlarýn hem dünya hem de ahiret iþleri karýþacak ve altüst olacak, kurtuluþ ümidi kaybolacak ve ahiret nimetleri de elden gidecektir.
Yine usulcülere göre zaruriyyât, haciyyât ve tahsîniy-yât'\n bir bölümüdür. Çünkü onlar insan eylemlerini zaruriyyât, haciyyât ve tahsîniyyât þeklinde üç kýsma ayýrmýþlardýr. Haciyyat, olaðanüstü ve zorunlu durumlar þeklinde açýklanmýþtýr. Allah Teâlâ bunlarý istisnai olarak, mükellefin yükünü hafifleten veya bazan günahý kaldýran durumlar olarak kabul etmiþtir. Zarurriyat ise din ve dünya nizamýnýn direði olarak tarif edilmiþ ve Allah Teâlâ her yükümlüden bunlarýn gerçekleþtirilmesini, tamamlanmasýný ve asýllarýnýn korunmasýný istemiþtir. Korunmasý gereken bu temel deðerler ise can, akýl, ýrz, nesil ve maldýr.[234]
Sözlükte geliþme, artýþ, bereket, temizlik ve kurtuluþ gibi anlamlara gelir.
Terim olarak "Allah Teâlâ'nm yükümlülere ödemeyi farz kýldýðý, belli bir miktar mal" þeklinde tarif edilir. Ayrýca bu belli miktar malý çýkarma iþlemi için de bu deyim kullanýlýr.
Mâverdý ve diðer bazý bilginler zekatý þöyle tarif etmiþlerdir: "Özel niteliklere sahip olan bazý mallardan yine bazý Özel kimselere verilmek üzere özel bir kýsým malý almanýn adýdýr."
Nesefi'nin belirttiðine göre de bu ibadete zekat adýnýn verilmesinin sebebi mala bereket getirerek onu temizlemesidir. Zekat veren kimse de bununla affa uðrar ve böylece o da temizlenmiþ olur.[235]
(boçlanma/yükümlülük/tasarruf yeteneði) j
Sözlükte söz, güven, emânet ve hak anlamlarýna gelir. Deyim olarak Hanefîler zimmeti þu þekilde tarif etmiþlerdir: Allah'ýn her insan için takdir edip yarattýðý bir nitelik olup, o, bununla leh ve aleyhinde olan bir kýsým hak ve vazifeleri yapmaya ehliyet kazanýr. Esasen zimmet, söz, emanet ve tazminat kabiliyeti olan mahal ve makam manasýna kullanýlýr. Buna en uygun mahal ve makam da insandýr. Bu anlamda zimmet ile kastedilen, yükümlü nefis ve insamn hukuki kiþiliðidir. Bu durumda, zimmet, insanýn zatýna ve rakabesine yönelen bir yükümlülük ya da haktýr.
Yukarýda belirtilen tariflere göre zimmet, her insanda zaruri olarak var kabul edilen itibari bir zarf ve kap hükmündedir ve bununla mükellefiyet gerçekleþir. Yine bununla gerekli haklarýn varlýðýnýn sabit olmasý gibi, insamn üzerine lazým gelen bütün borç ve yükümlülükler de bu sayede varlýk kazanýr.
Bazý fýkýhçýlar bu görüþlere muhalefet ederek, þu açýklamalarý yapmýþlardýr: Zimmet, zorunlu olarak takdir edilmiþ ve yaratýlmýþ ayrý bir sýfat deðildir. O, insanýn bizzat nefsi ve zatýdýr. Meselâ, "filanýn zimmetinde bir miktar mal var", "Onun zimmetiyle ilgilidir", "Zimmeti aklandý", "Zimmeti doldu" þeklinde kullanýlan ifadelerde geçen "zimmet" deyiminden maksat, insanýn bizzat zatý ve þahsýdýr.[236]
(üreme/artýþ)
Sözlükte, bir þeyin kendinde bulunmayan yeni bir þeyi meydana getirmek anlamýnda kullanýlýr. Râgýb'm dediðine göre de "Bir þeye üzerinde olmayan baþka bir þeyi ilave etmektir."
Terim olarak sözlükteki anlamýyla kullanýlýr. Fýkýhçýlar "ziyade"yi muttasýl ve munfasýl olmak üzere iki kýsma ayýrarak incelemiþlerdir:
Muttasýl ziyâde: Bunun da iki çeþidi vardýr. Muttasýl mutevellid ziyâde fiyat, deðer ve güzellik gibi kavramlar için kullanýlýr. Muttasýl gayri mutevvellid ziyade ise boyacýlýk ve terzilik gibi kavramlar için söz konusudur.
Munfasýl ziyâde: Bu da iki kýsma ayrýlýr. Munfasýl mutevellid ziyâde çocuk ve meyva gibi kavramlar; munfasýl gayri mutevellid ziyâde de ücret ve benzeri ifadeler için kullanýlýr.[237]
Ýthâfii's-Sâdeti'l-Müttekîn Þerhu Ýhyâi Ulûmi'd-Din, Zebîdî, Matba-
atül-Meymene, Mýsýr 1311 H. Ahkâmu Ehli'z-Zimme, îbn Kayyým el-Cevziyye, Dâru.'1-Ýlim, Beyrut-
1981. el-Ahkâmu's-Sultâniyye, el-Mâverdî, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî Mýsýr
el'Ahkarnu'S'Sultâniyye, Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1386 H.
Ahkâmu'l-Kur'ân, el-Cassâs, Ýstanbul 1335 H. Ahkâmu'l-Kur'ân, îbn Arabî, Ýsâ el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1376 H. Ýhyâu Ulûmi'd'Dîn, Gazzâlî, Müessesetü'l-Halebî, Mýsýr 1387 H. el~Ýhtiyâr li-Ta'lîli'l-Muhtar, el-Mevsýlî, Muhammed Alî Sabîh, Mýsýr. el'îhtiyârâtü'l-Fýkhýyye min Fetâvâ îbni Teymiye, el-Ba'lî, es-Sünnetü'1-Muhammediyye Matbaasý, Mýsýr 1363 H. el-Âdâbu'þ-Ser'iyye ve'l-Minehu'l-Mer'iyye, îbn Müfiih, Mektebetü
îbni Teymiye, Mýsýr 1987. Edebu'l-Kazâ, îbn EbÝ'd-Dem, Mecma'ul-Luðâti'l-Arabiyye, Dýmeþk1935 H.
Esâsü'l-Belâða, az-Zemahþerî, Dâru'l-Ma'rife, Beyrut 1982. Esne'l-Metâlib Þerhu Ravdatü't-Tâlib, Zekeriyya el-Ensârî Matba-atül-Meymene, Mýsýr 1313 H. el-îþâre ile'l-Icâz fi Ba'zý Envâi'l-Mecâz, îz b. Abdisselam, Dârul-Fi-
kir, Dýmeþk. el-îþâre ilâ Mehâsini't-Ticâre, Ebul-Fadl ed-Dýmeþkî Dâru Elif-Bâ,
Lübnan 1403 H. el-Eþbâh ve'n-Nazâir, Suyûtî, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1387
H. el-Eþbâh ve'n-Nezâir, îbn Nüceym, Müessesetü'l-Halebî, Kahire 1387
H. Î'lâmu'l-Muvakkýln an Rabbi'l-Âlernîn, îbn Kayyým el-Cevziyye,
Matbaatü's-Saâde, Mýsýr 1374 H.
Akdýyetü'r-Rasûl (s.a.v.), Îbnu't-Tallâ' el-Kurtubî, Dâru'l-Kitâbi'l-
Lübnânî, 1402 H. el-Ýktisâb fÝ'r-Rizký'l-Müstetâb, Muhammed b. Hüseyin eþ-Þeybânî
(Serahsî þerhi), Matbaatül-Envâr, Mýsýr 1357 H. el-Iltizâmât fi'þ Þer'il-Islâmî, Ahmed ibrahim, Dârul-Ensâr, Kahire. el-Ümm, eþ-Þâfýî, Bulak 1324 H. el-Emvâl, Ebu Ubeyd el-Kasým b. Selâm, Katar 1959. el-Ehliyye ve Avâriduhâ, Ahmed ibrahim, Mecelletü'l-Kânûn ve'l-Ýk-tisad, Kahire Üniversitesi 1931.
Îzâhu'l-Mesâlik IX Kavâ'ýdi'l-Ýmâm Mâlik, el-Venþurîsî, Rabat 1400 H. el-Bahru'r-Râik Þerhu Kenzi'd-Dakâik, Ýbn Nüceym, Dâru'l Kütübil-Arabiyyeti'l-Kübrâ, Mýsýr 1333 H. el-Bahru'l-Muhît, Ebû Hayyân el-Endelûsî, Matbaatü's-Saâde, Mýsýr1329 H.
Bedâi'us-Sanâi', el-Kâsânî, Matbaatül-Cemâliyye, Mýsýr-1327 H. Bedâi'ul-Fevâid, Ýbn Kayyiný el-Cevziyye, Matbaatü'l-Münîriyye,Mýsýr. Bidâyetü'l-Müctehid ve Nihâyetü'l-Muktesýd, Ýbn Rüþd el-Hafîd,
Matbaatü'l-Cemâliyye Mýsýr 1329 H. Besâir Zevi't-Temyiz fi heîâifi'l-Kitâbi'l-Azýz, el-Firûzabâdî, Dâru't-
Tahrîr, Mýsýr 1389 H. el-Behce Þerhu't-Tuhfe, Tasûlî, Matbaatu Mustafâ el-Bâbî el-Halebî,
Mýsýr 1370 H. Bey'ut-Taksît, Dr. Refîk el-Mýsrî, Dârul-Kalem ve ed-Dâru'þ-Þâmiy-ye, 1410 H. Tâcu'l-Arûs Þerhu'l-Kâmûsi'l-Muhlt, ez-Zebîdî, Dâru Sâdir, Beyrut1386 H.
Tebyînii'l-Hakâik Þerhu Kenzî'd-Dakâik, ez-Zeyla'î, Bulak 1313 H. Tahrîru Elfazi't-Tehblh, en-Nevevî, Dâru'l-Kalem, Dýmeþk 1408 H. Tahrîru'l'Kelâm fi Mesâili'l-Ýltizâm, el-Hattâb, Dâru'1-Garbi'l-Ýslâ-mî, Beyrut. Tuhfetü'l-Fukahâ, es-Semerkândý, Matbaatu Dýmeþk, 1377 H. Tuhfetü'l-Muhtâc ale'l-Minhâc, Ýbn Hacer el-Heysemî, Matbaatü'l-Meymene, Mýsýr 1350 H. Tahkîku'l-Murâd fi Enne'n-Nehy Yaktedi'l-Fesâd, el-Alâî, Mecma'u'l-
Luðati'l-Arabiyye, Dýmeþk. Tahrîcu'l-Furû' ale'l-Usûl, ez-Zencânî, Matbaatu Câmiati Dýmeþk,
1382 H. et-Tasarrufât ve'l-Vakâi'uþ-Þer'iyye, Dr. Muhammed Zekî Abdülberr,
Dâru'l-Kalem, Kuveyt 1402 H. et-Ta'rifât, eþ-Þerîf el-Curcânî, ed-Dâru't-Tûnîsiyye li'n-Neþr. 1971.
et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye, el-Müceddîdî, Karataþî 1407 H. et-Tazîz fi'þ-Serîati'l-Islâmiyye, Dr. Abdülaziz Amir, Dârul-Fýkri'l- Arabî, Mýsýr 1396 H.
Tenbýhu'r-Rukûd ala Mesâili'n-Nukûd, Ýbn Âbidîn, Ýstanbul. Tehzîbu'l-Esmâ ve'l-Luðât, en-Nevevî, Matbaatü'l-Mþymene, Mýsýr. et-Tevkîf alâ Mühimmâti't-Ta'ârîf, el-Münâvî, Dâru'1-Fikr, Dýmeþk 1410 H.
Teysîru't-Tahrîr, Muhammed Emin, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1350 H.
Câmi'ul-Usûl min Ehâdýsi'r-Rasûl, Ýbnü'1-Esîr, Dýmeþk 1969.
Câmi'ul-Fusûlîn, Ýbn Kâdî Simavna, Matbaatü'l-Ezheriyye, Mýsýr 1300 H.
CâmÝ'týl-Ulâm ve'l-Hikejn, Ýbn Receb, Dârul-Ma'rife, Beyý-ut.
el-Camî' li Ahkâmi'l-Kur'ân, el-Kurtubî, Dâný'þ-ÞaT), Kahire.
Cevâhiru'l-Ýklîl, el-îbbî, Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr.
Hâþiyetü'l-Büceyrimî alâ Þerhi'l-Menkec, Matbaatu Dâri'l-Kütübil-Arabiyyeti'I-Kübrâ, Mýsýr 1330 H.
Hâþiyetü'l-Bentýânî alâ Þerhi Cem'il-Cevâmi', el-Muhallâ, Ýsa el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr.
Hâþiyetü'l'Hamevî ale'l-Eþbâh ue'n-Nezâir, Ýbn Nüceym, Ýstanbul 1290 H.
Hâþiyetü'd-Desûki alâ Þerhi'l-Kebîr, ed-Derdîr, Matbaatu Mustafa Muhammed, Kahire 1373 H.
Hâþiyetü'r-Rahûnî alâ Þerhi'z-Zerkânî alâ Halil, Bulak 1306 H.
Hâþiyetü'l-Attâr alâ Þei'hi Cem'il-Cevâmi', el-Muhallâ, Matbaatu Mustafa Muhammed, Mýsýr.
Hâþiyetü Kalyûbî ve Amîra alâ Þerhi'l-Muhallâ ale'l-Minhâc, Ýsa el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1394 H.
el-Hudûd, îbn Arafe, Matbaatü't-Tûnisiyye, 1350 H.
Hudûdu'l-Fýkh, Ýbn Nüceym, Ýstanbul 1290 H.
el-Hisbe, Ýbn Teymiye, Dâru'l-Kalem, Kuveyt 1403 H.
Hilyetü'l-Fukahâ, Ýbn Fâris, Beyrut 1403 H.
el-Hýyâr ve Eseruhû fi'l-Ukûd, Dr. Abdüssettâr Ebu Gudde, Kuveyt . 1405 H.
Dirâsât fi Usûli'l-Müdâyenât, Dr. Nezih Hammâd, Dâru'l-Fârûk, Ta-ifl411H.
Dilrerü'l-Hükkâm Þerhu Mecelleti'l-Ahkâm, Ali Haydar, Mektebe-tu'n-Nahda, Beyrut ve Baðdat. Düstûru'l-Ulemâ, Ahmed Nekerlî, Haydarabâd 1329 H.
ez-Zahîra, el-Karâfî, Matbaatu Külliyeti'þ-Þerîa, Kahire 1381 H. er-Ritâc Serhu Kitâbi'l-Harâc, er-Rahabî, Matbaatü'l-Ýrþâd, Baðdat1973.
Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, Ýbn Âbidîn, Bulak-1272 H. Raf'ul-Harâc fi'þ-Þerî'ati'l-îslâmiyye, Dr. Salih b. Hamid, Merkezü'l-Bahsi'l-Ýlmî, Mekke 1403 H.
er-Rûh, Ýbn Kayyim el-Cevziyye, Dâru'1-Fikr, Amman 1985. Rûhu'l-Me'ânî, el-Âlûsî, Matbaatü'l-Münîriyye, Kahire. Ravdatü't-Tâlibîn, en-Nevevî, el-Mektebü'1-Ýslâmî, Dýmeþk. Zâdü'l-Mesîr, Ýbnü'l-Cevzî, el-Mektebetü'1-îslâmî, Dýmeþk. Zâdü'l-Me'âd, Ýbn Kayyim el-Cevziyye, Müessesetü'r-Risâle, Beyrut1399 H.
ez-Zâhir, el-Ezherî, Vizâretü'l-Evkâf, Kuveyt 1399 H. ez-Zevâcîr an Îktirâfi'l-Kebâir, Ýbn Hacer el-Heysemî, Dârü'l-Ma'rife, Beyrut.
es-Sünenü'1-Kübrâ, el-Beyhakî, Haydarâbâd 1352 H. Sünenü Ýbni Mâce, Ýsa el-Bâbi el-Halebî, Mýsýr 1373 H. Þerhu'l-îbbî alâ Sahihi Müslim, Matbaatü's-Saâde, Mýsýr 1328 H. Þerhu'l-Ahkâmi'þ-Þer'iyye fi'l-Ahvâli'þ-Þahsiyye, el-Ebyânî, Mýsýr 1924.
Þerhu'l-Binâye ale'l-Hidâye, el-Aynî, Dâru'1-Fikr, Beyrut. Þerhu'l-Hýraþî alâ Muhtarý Halil, Bulak 1318 H. Þerhu'z-Zerkânî alâ Halil, Matbaatu Muhammed Mustafa, Kahire Þerhu'z-Zerkânî ale'l-Mýývattâ, Dâru'l-Ma'rife, Beyrut 1398. Þerhu Sebti'l-Mardinî ale'r-Rahabiyye, Dârü'l-Kalem, Dýmeþk 1408
Þerhu Ukûdi Resnýi'l-Müfû, Ýbn Âbidîn, Ýstanbul. Þerhu'l-Adûd alâ Muhtasarý Ýbni'l-Hâcib, Mektebetül-Kulliyâti'l-Ezheriyye, 1393 H. Þerhu Garibi Elfâzi'l-Müdevvene (el-Cübbî) Dâru'l-Garbi'l-îslâmî,
Beyrut-1402 H. * Þerhu'l-Keukebi'l-Münîr, Ýbnü'n-Neccâri'l-Futûhî, Merkezü'l-Bahsi'l-
Ýlmî, Câmiatü Ümrail-Kurâ, 1410 H. Þerhu'l-Mecelle, el-Atâsî, Matbaatu Hums, 1352 H. Þerhu Muhtasarý Süneni Ebî Dâvûd, Ýbnü'l-Kayyim, Matbaatu En-
sâri's-Sünneti'l-Muhammediyye, Mýsýr 1948. Þerhu Mürþidi'l-Hayerân, el-Ebyânî ve Selâme, Matbaatü'l-Ma'ârif,
Baðdat 1375 H. Þerhu Me'âni'l-Âsâr, et-Tahâvî, Matbaatü'l-Envâril-Muhammediy-
ye, Mýsýr 1387 H.Þerhu Münteha'l-Irâdât, el-Behev, Mýsýr.
Þerhu Miyâre ale't-Tuhfe, Matbaatül-îstikâme, Mýsýr.
Þerhu'n-Neuevî alâ Sahihi Müslim, Matbaatül-Mýsriyye, Kahire 1349 H.
eþ-Þerike, Ýbrahim Abdülhamid, Kuveyt.
Þifâu'l-Galîl, el-Gazzâlî, Matbaatü'l-Ýrþâd, Baðdat 1971.
Sahîh-i Müslim, Ýsa el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1374.
et-Turuku'l-Hikemiyye fi's-Sýyâseti'þ-Þer'iyye, Ibnü'l-Kayyim, Dârül-Beyân, Dýmeþk 1410 H.
Tulebetü't-Talebe, en-Nesefî, Mâtbaatü'l-Âmire, Ýstanbul 1311.
el-Uzbü'l-Fâiz Þerhu Umdeti'l-Fâriz, ibrahim el-Farzî, Kahire.
el-Akdü'l-Munazzam li'l-Hükkâm, ibn Süleyman el-Kenânî, Matba-atü'l-Âmire, Mýsýr 1301 H.
el-Ukûd ve'þ-Þurût ve'l-Hýyârât, Ahmed Ýbrahim, Mecelletü'l-Kânûn, Camiatü'l-Kahire 1924.
el-Ukûdü'd-Dürriye fi Tenkîhi'l-Fetâva'l-Hamidiyye, Ýbn Âbidîn, Bulak 1300 H.
Umdetu'l-Kârî Þerhu Sahîhi'l-Buhârî, el-Aynî, Mustafa eî-Bâbî el-Halebî, Mýsýr.
el-Garar ve Eseruhû fi'l-Ukûd, Muhammed Sýddîk ed-Darîr, Mýsýr 1386 H.
Ðurerü'l-Makale fi Þerhi Garîbi'r-Risâle, el-Miðrâvî, Dâru'l-Garbi'l-Ýslâmî, Beyrut 1406 H.
el-Fâik fi Garlbi'l-Hadîs, ez-Zemahþerî, Ýsa el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1971.
el-Fetâva'l-Bezzâziyye, Bulak 1310 H.
el-Fetava'l-Hayriyye, Bulak 1300 H.
el-Fetâva't-Tarsûsiyye, Matbaatü'þ-Þark, Kahire 1344 H.
Fetâvâ Kâdîhan, Bulak 1310 H.
el-Fetâva'l'Hindiyye, Bulak 1310 H.
Fethu'l-Bârî Þerhu Sahîki'l-Buhârî, ibn Hacer el-Askalânî, Matba-atü's-Selâhiyye, Mýsýr.
Fethu'l-All el-Mâlik fi'l Fetâvâ alâ Mezhebi Mâlik, Aliþ, Matbaatu Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1378 H.
Fethu'l-Azîz fi Þerhi'l-Veclz, er-Râfi'î, Matbaatü't-Tedâmün, Mýsýr 1348 H.
Fethu'l-Gýfâr bi-Þerhi'l-Menâr, ibn Nüceym, Matbaatu Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1355 H.
Fethu'l-Kadîr ale'l-Hidâye, el-Kemal Ýbnü'l-Humâm, Bulak 1316 H.
el-Firûsiyye, ibn Kayyým el-Cevziyye, Dârul-Kütübi'l-Ýlmiyye, Beyrut.
el-Furûk, el-Askerî, el-Kudsî, Mýsýr.
el-Furûk, el-Karâfî, Matbaatu Dâri Ýhyâi'l-Kütübi'l-Arabiyye, Mýsýr1344 H.
el-Fi'lu'd-Dâr, Zerkâ, Dâru'l-Kalem, Dýmeþk 1401 H. el-Fevâid, îbn Kayyým el-Cevziyye, Dâru'l-Beyân, Dýmeþk 1407 H. Fevâtihu'r-Rahumût Þerhu Müsellemü's-Sübût, Abdül-Ali el-Ensârî,
Bulak 1322 H. Feyzu'l-Kadîr, el-Münâvî, Matbaatu Mustafa Muhammed, Kahire
1356 H. el-Kâmûsu'l-Muhît, Fîrûzabâdî, Müessesetü'r-Risâle, Beyrut 1406
H. Kânûnu'l-Adl ve'l-însâf li'l-Kazâ alâ Müþkilâti'l-Evkâf, Kadri Paþa,Bulak 1320 H.
Kurrat# Uyûni'l-Ahyâr, Alaüddîn Âbidîn, Matbaatü'l-Meymene, Mýsýr 1321 H.
el-Kavâid, Ýbn Receb, Matbaatü's-Sýdki'l-Hayriyye, Mýsýr 1352 H. Kavâidü'l-Ahkâm, el-Ýz b. Abdisselâm, el-Mektebetü'1-Hüseyniyye,.Mýsýr 1353 H.
Kavâidü'l-Fýkh, el-Müceddidî, Karatâþî, 1407 H. el-Kavâidü'n-Nûrâniyyeti'l-Fýkhýyye, Ýbn Teymiye, Matbaatü's-Sün-neti'l-Muhammediyye, Mýsýr 1370 H.
el-Kavânînü'l-Fýkhýyye, Ýbnül-Cezzi el-Kebbî, Dâru'1-Ýlim, 1968. el-Kâfi, Ýbn Abdilber, Dâru'l-Kütübi'l-Ýlmiyye, Beyrut. el-Keþþâf, ez-Zemahþerî, Matbaatül-Amire, Kahire 1308 H. Keþþâfu Istüâhâti'l-Funûn, et-Tehânevî, Kelkuta 1862. Keþþâfu'l-Kýnâ', el-Behevtî, Matbaatü'l-Hükûme, Mekke 1394 H. Keþfu'l-Esrâr alâ Usûli'l-Bezdevî, el-Buhârî, Ýstanbul 1307 H. Kifâyetü'l-Ahyâr, el-Hýsnî, Matbaatü'n-Kûriyye, Mýsýr 1347 H. Kifâyetü't-Tâlibi'r-Rabbânî, Ebu'l-Hasenfl-Mâlikî, Mustafa el-Bâbî
el-Halebî, Mýsýr 1357 H. el-Kulliyât, el-Kefevî, Ýstanbul 1287 H. Mebâdiu Ýlmi'l-Mâliyye, Dr. Muhammed Fuad Ýbrahim, Mektebe-tü'n-Nahdati'1-Mýsriyye. Mebdeü'r-Rýzâ fi'l-Ukûd, Dr. Ali el-Karadaðî, Dârul-Beþâiri'1-îslâ-miyye, Beyrut-1406 H.
el-Mebsût, es-Serahsî, Matbaatü's-Saâde, Mýsýr 1324 H. Mecelletü'l-Ahkâmi'þ-Þeriyye alâ Mezhebi Ahmed, el-Kârî, Cidde 1401 H. Mecelletü'l-Ahkami'l-Adliyye, Beyrut 1377 H.
Mecma'ul-Enhur, eþ-Þeyhzâde, Dersaâdet Matbaasý, Ýstanbul 1322 H. Mecma'ud-Damânât, el-Baðdâdî, Matbaatü'l-Hayriyye, Mýsýr 1308 H.el-Mecmû'u Þerhi'l-Muhezzeb, en-Nevevî, Matbaatü't-Tedâmün, Mýsýr 1348 H. Mecmû'u Fetâvâ Ýbn Teymiye, Suûdiyye 1398 H. el-Muharrer, el-Mecid îbn Teymiye, Matbaatü's-Sünnetil-Muham- mediyye. el-Muhallâ, Ýbn Hazm, Matbaatül-Münirjyye, Kahire 1350 H. Medâricü's-Sâlikîn, ÝbnKayyim, Mektebetü's-Sünnetil-Muhamme- diyye, Mýsýr. el-Medhalü't-Fýkhi'l-Âm, ez-Zerkâ, Matbaatü'l-Câmiati's-Suriye, Dýme|k 1952. el-Medhal ilâ Nazariyyeti'l-îltizâmi'l-Amme fi'l-Fýkhi'l-Ýslâmî, ez-
Zerkâ, Dâru'1-Fikr, Beyrut. el-Müdeuvenetü'l-Kübrâ, Ýmâm Mâlik, Matbaatü's-Saâde, Mýsýr 1323
H. Mürþidü'l-Hayerân ilâ Mafrifeti Ahuâli'l-Iksân, Kadri Paþa, Matba-atü'l-Emîriyye, Kahire 1931. Mirkâtü'l-Mefâtîh Þerhu Miþkâti'l-Mesâbîh, Molla Ali el-Kârî, Mat-baatül-Meymene, Mýsýr 1309 H. Mesâilü's-Semâsira, el-Ebyânî, Mecelletü Ebhâsil-Ýktisâdil-Ýslâmî, Cidde 1404 H.
Müstedrekü'l-Hâkim, Haydarâbâd 1341 H. el-Mustasfa, el-Gazzâlî, Bulak 1325 H. Meþâriku'l-Envâr, el-Kâdî Iyaz, el-Maðrib 1393 H. el-Misbâhu'1-Münîr, el-Feyyûmî, Matbaatü'l-Emîriyye, Bulak 1324 H. Metâlibü UlÝ'n-Nuhâ Þerhu Ðâyeti'l-Müntehâ, er-Ruhaybânî, el-Met-
kebü'l-Ýslâmî, Dýmeþk 1380 H. et-Matla' alâ Ebvâbi'l-Mukanna', el-Ba'lî, el-Mektebü'1-Ýslâmî,
Dýmeþk 1385 H. Me'âlimü's'Sünen, el-Hattâbî, Matbaatü's-Sünneti'l-Muhammediy-
ye, Mýsýr 1948. -el-Mu'âmelâtü's-Þer'iyyeti'l-Mâliyye, Ahmed Ýbrahim, Dârül-Ensâr,
Kahire. el-Mu'teber, ez-Zerkeþî, Dârul-Erkâm, Kuveyt 1404 H. el-Mutemed fi Usûli'd-Dîn, Ebu Ya'lâ, Dâru'l-Meþrik, Beyrut 1974. Mu'cemu Luðati'l-Fukahâ, Muhammed Ruvvâs Kal'acý, Dâru'n-Ne-
fâis, Beyrut 1405 H. Mu'cemu Mustalahâti'l-îktisâd, Nebih Gattâs, Mektebetü Lübnan, 1980.
Mu'cemu Mekâyîsi'l-Luða, îbn Fâris, Dâru Îhyâi'l-Kütübil-Arabiyye, Mýsýr 1368 H. 391
el'Mu'cemu'l-Vasît, Kahire.
Mu'allimetü'l'Fýkki'l-Mâlikî, Abdülzaziz b. Abdillâh, Dâru'I-Garbi'l-Ýslâmî, Beyrut 1403 H.
el-Muðrib, el-Mutarrazî, Haleb 1402 H.
el-Muðrii, Ýbn Kudâme, Mektebetü'r-Riyâd 1401 H.
Muðni'l-Muhtâc, el-Hâtib eþ-Þirbînî, Matbaatü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mýsýr 1377 H.
Mefâtihu'l-Ulûm, el-Havârizmî, Dâru'l-Kütübi'I-Arabi, Lübnan 1974.
el'Müfredât, er-Râgib el-Ýsbehânî, Pakistan 1380 H.
el'Mukaddimâtü'l-Mümehhidât, Ýbn Rüþd, Dâru'l-Garbi'l-Ýslâmî, Beyrut 1408 H,
Mukaddime, Ýbn Haldun, Dâru Nahda, Mýsýr.
el-Mülkiyye, Ali el-Hafîf, Mýsýr 1969.
el-Mülkiyye fi'þ-Þerl'ati'l-Ýslâmiyye, Dr. Abdüsselâm el-Abbâdî, Amman 1394 H.
el-Mülkiyyetü'l-Âmme fi Sadri'l-Ýslâm, Dr. Rabf er-Rûbî, Cidde.
el-Menâfi', Ali el-Hafîf, Mecelletül-Kanun ve'1-îktisâd, Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 1950.
el-Müntakâ fi Þerhi'l-Muvattâ, el-Bâcî, Mýsýr 1333 H.
Milnteha'l-Ýrâdât, Ýbýýu'n-Neccâr el-Fetûhî, Mýsýr 1381 H.
el-Meýýsûr fi'l-Kavâid, ez-Zerkeþî, Nezâratü'l-Evkâf, Kuveyt 1402 H.
Minehu'l-Celîl Þerku Muhtasarý Halli, Aliþ, Bulak 1294 H.
Minhâcü'l-Yakîn fi Þerhi Edebi'd-Dünyâ ve'd-Dîn, Ýstanbul.
el-Mühezzeb, eþ-Þirâzî, Mýsýr 1379 H.
el-Muvâfakât, eþ-Sâtýbî, Mýsýr
Mevâhibu'l-CelU, el-Hattâb, Mýsýr 1329 H.
el-Meusû'atü'l-Fýkhýyye, "Vizâratü'I-Evkâf, Kuveyt.
en-Netef fi'l-Fetâvâ, es-Saðdî, Müessesetü'r-Risâle ve Dârül-Furkân, 1984.
Nazariyetü'l-Akd, Ýbn Teymiye, Mýsýr 1368 H.
en-Nuzumü'l-Musta'zeb fi Þerhi Garibi'l-Mühezzeb, er-Rakebî, Mýsýr 1379 H.
Nihayetü'l-Muhtâc Þerhi'l-Minhâc, er-Ramlî, Mýsýr 1357 H.
Neylü'l-Evtâr, eþ-Sevkânî, Mýsýr'1380 H.
el-Vecýz, el-Gazzâlî, Beyrut 1399 H.
el-Velâye ale'l-Mâl ve't-Te'âmül bi'd-Deyn, Ali Hasebellah, Kahire 1967.
el-Velâye ale'n-Nefs, Ebu Zehra, Mýsýr.
el-Velâyât, el-Venþirîsî, Rabat 1937.
[1] el-Misbâh 2/675, el-Muðrib 2/247, et-Tevkîf 625, et-Ta'rifâtü'l-Fýkhýyye 455, Esnel-Metâlib 2/487, el-Muðnî 5/693.
[2] el-MÝsbâh 2/467, ReddM-Mühtâr 4/7, 'eKMûtitekâ" 5/42, bl- Muðnî^OO,-el-Mecmû'Þ/149, Bedâi'
[3] el-Misbâh 2/471, el-Muðrib 2/46, el-Mecmû' 117204, el-Ahkâ-mu's-Sultâniyye 235, Reddü'l-Muhtâr 2/318, Nihâyetü'1-Muh-tâc 5/349, el-Muðnî 5/421.
[4] el-Misbâh 2/471, Zâdü'l-Me'âd 5/808, Nazaiiyyetü'1-akd 231, el-Mecmû' 9/258, el-Muðnî 4/209, el-Bedâi' 5/138, el-Külliyât 3/279, 351, riâmu'i-Muvakký'm 1/399, Minehu'1-CeM 3/2.
[5] el-Misbâh 2/509, el-Fýirâk 3/265, Dür'erü^-Hüfckâm 1/153 Mecelle m. 200, 20.3, Mürþidü'l-Hayerân m. 366, 370, Mecelle HanbelÝ) m. 269,.271,272.
[6] el-Misbâh 1/408, ey-Müfredât 419, et-Ta'rîfât 492, el-Mustas-fâ 1/286, Þerhu'1-Adud 2/239, Kavâidü'I-Ahkâm 1/10, 12.
[7] el-Misbâh 1/O0, el-Muðrib 1/472, el-Mu'cemu'1-Vasît 513.
[8] el-Kâmûsu'1-Muhît 1267, el-Müfredât 143, el-Garar ve Eseni-hu fý'1-Ukûd 156 - 297.
[9] el-Kâmûsu'1-Muhît 1639, el-5îisbâh 1-120, Reddü'l-Muhtâr 4/183, Mürþidü'l-Hayerân m. 15-54, Mecelle m. 144, 1229, 1232.
[10] el-Misbâh 2/703, Mefâtihu'1-Ulûm 86, el-Mebsût 2/52, ez-Ze-vâcir 1/146, el-Ahkâmu's-Sultâniyye 230.
[11] el-Misbah 2/707, el-Mtýðrib 2/272, Cfimi'ul-Usûl 4/454.
[12] el-Ta'rîfât (Cürcânî) 120, el-Eþbâlý 316, Fethul-Kadîr 5/456
[13] el-Misbâh 2/757, el-Müfredât 765, el-Menâfi' (Ali Hafif) 1, 2.
[14] el-Misbâh 2/763, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 511, Mürþidü'1-Haye-rân m. 3, Mecelle m. 128, Mecelle (Hanbelî) m. 197.
[15] en-Nihâye 2/491, Müfredat 387, el-Muvâfakât 2/111, el-Eþbâh ve'n-Nezâir 89, el-Furûk 1/120, Kavâidü'I-Ahkâm 2/11.
[16] el-Ukûdu'd-Dürriyye 2/198, 199, el-Medhal ilâ Nazariyyeti'l-îltizâm (Zerkâ) 44.
[17] el-Kâmûsu'1-Muhît 1317, Bedâi' 6/125, Muðni'I-Muhtâc 2/72, Fethu'1-Azîz 8/442.
[18] Talebetü't-Talebe 149, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 111, el-Misbâ-hu'1-Munîr 2/715, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 460, el-Matla' 162, el-Muðrib 2/278.
[19] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 6/105, Reddü'l-Muhtâr 5/745, el-Behce 2/40.
[20] el-Kâmûsu'1-Muhît 1232, et-Tevkîf 675, et-Ta'rîfât 120, el-Eþbâh 316, Fethu'l-Kadîr 456.
[21] Mecelle m. 1678, Dürerü'l-Hükkâm 4/291, et-Ta'rîfât 120.
[22] el-Hidâye ve Þurûhuhâ 1/481, 486, el-Eþbâh 326, 379, Bedâ-i'ul-Fevâid 1/3, Tehzîbu'l-Furûk 1/193, el-Kavâid (Ýbn Receb) 41, el-Mülkiyye 1/235.
[23] el-Kavâid (Zerkeþî) 3/238, Þerhu Mürþidi'l-Hayerân 8, Þerhu Munteha'l-Ýrâdât 1/450, el-Hidâye 1/481, 486, Keþþâfü'1-Kmâ' 1/427.
[24] el-Misbâh 2/708, el-Muðrib 2/276, Talebetü't-Talebe 108, Me-þâriku'l-Envâr 17384, Þerhu Garîbil-Elfâz 75, Ý'lâmu'1-Mu-vakký'în 1/390.
[25] el-Külliyyât 4/627, et-Tevkîf 636, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 464, Mecelle m. 77.
[26] el-Misbâh 2/629, Mecelle m. 145, Mecelle (Hanbelî) m. 193, Mürþidü'l-Hayerân m. 399, Dürerül-Hükkâm 1/105, 3/109, Reddü'l-Muhtâr 4/171, Edebü'1-Kadâ 600.
[27] el-Misbâh 2/497, el-Matla' 228, et-Ta'rîfât 230, ed-Desûkî 3/3, el-Bidâye ale'l-Hidâye 6/197.
[28] el-Misbâh 2/527, el-Mühezzeb 1/269, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 494.
[29] el-Kâmûsu'l-Muhît 837, el-Misbâh 2/523, el-MaÜa' 916, Red-dü'1-Muhtâr 4/222, el-117 Ýltizâmât 48.
[30] el-Muðrib 2/6, Teîýzîbu'1-Esmâ 1/182, Enîsü'l-Fukahâ 247, et-Ta'rîfât 115, Keþþâfu Istýlâhâtil-Funûn 1/873, Mecelle m. 1406, 1407, Mecelle (Hanbelî) m. 1775.
[31] el-Muðrib 2/101, el-Matla' 255, el-Ukûdu'd-Dürriye 2/196, Þerhu Münteha'l-Ýrâdât 2/343, Mecelle (Hanbelî) m. 1948.
[32] el-Misbâh 1/145, el-Muðrib 1/179, el-Matla' 260, Talebetü't-Talebe 65, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 241.
[33] el-Misbâh 1/195, el-Muðrib 1/242, Tehzîbu'1-Esmâ vel-Luðât 1/87, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîlý 217, HUyetü'l-Pukahâ 149, et-Ta'rîfât 110, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 472.
[34] el-Matla' 240, Hilyetü'l-Fukahâ 128, et-Ta'rîfât 109, en-Neve-vî (Müslim) 10/208, Umdetü'1-Kârî 11/298.
[35] Tahrîru Elfazi't-Tenbîh 244, el-Muðrib 1/250
[36] el-Misbâhu'1-Münîr 17208, Esâsü'l-Belâða 115, Zâdü'l-Me'âd 5/816.
[37] el-Misbâh 2/630, el-Müfredât 594, et-Tarîföt 451, 452, Mecelle m. 132, Mecelle (Hanbelî) m. 191.
[38] el-Misbâh 610, Mürþidü'l-Hayerân m. 224, 226, 230, 231, Rav-datü't-Tâlibm 12/273.
[39] el-Misbâh 2/630, ez-Zâhir 220, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 500, Tuhfetü'l-Pukahâ 2/4, Mecelle m. 122.
[40] el-Kâmûsul Muhit 279, Keþþaftý Istüâhâti'l-Funûn 1/358, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 476, el-Kavânînu'1-Fýkhýyye 268, Bedâi' 5/220, Mevâhibü'l-Celîl 4/490, Keþþâfü'1-Kýnâ' 3/230, Kalyûbî ve Amîra 2/221.
[41] el-Kâmûsýý'1-Muhît 166/2, el-Misbâh 1/272.
[42] el-Kâmûsu'1-Muhît 361, el-Ukûdu'd-Dürrriyye 1/222, Mürþi-dü'I-Hayerân m. 709, el-Medhal ilâ Nazariyyeti'l-Ýltizâný (Zer-kâ) 42.
[43] el-Misbâh 2/513, Hilyetü'l-FukaM 148, Talebetü't-Talebe 150, el-Matla' 262, Mürþidü'l-Hayerân m. 731, Mecelle m. 144, el-Kavânînu'l-Fýkhýyye 284, Ravdatü't-Tâlibîn 5/150, Tekmile Lisâni'l-Hükkâm 47.
[44] Talebetü't-Talebe 149, el-Misbâh 1/412, el-Muðrib 1/475, Müfredat 423.
[45] Mtý'cemu Mekâyîsi'1-Luða 6/125, Basâir Zevi't-Temyîz 5/237, Mevâhibül-CelÜ 3/413.
[46] el-Kâmûsu'l-Muhît 936, Tehzîbu'1-Esmâ vel-Luðât 1/871, Ta-Ýebetü't-Talebe 149, el-Matla' 263, Tahrîm Elfâzi't-Tenbîh 217, el-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 480, Mürþidü'l-Hayerân m. 712, Mecellem. 1431.
[47] el-Misbâh 1/62, et-Tevkîf 632, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 460, el-Mu'teber 338.
[48] el-Misbâh 1/26, el-Muðrib 1/43, ei-Müfredât 24, Bedâi' 2/45, es-Siyâsetü'þ Þertyye (Ibn Teyraiye) 78.
[49] el-Misbâh 2/799, el-Muðrib 2/392, et-Tevkîf 686, Tahrîru Elfö-zi't-Tenbîh 236, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 516, Mecma'ul-Enhur 2/497, el-Bedâi' 7/32, Fethu'l-Kadîr 8/380, Mecelle m. 1174, 1176, Mecelle (Hanbelî) m. 528.
[50] el-Misbâh 2/633, el-Muðrib 2/206, Tehzîbu'1-Esmâ ve'1-Luðât 2/111, ez-Zâhir 429, Hüyetü'l-Fukahâ 209, Tahrîru Elfâzi't-Tbnbîh 245, Talebetü't-Talebe 64, et-Ta'rîfât 97.
[51] el-Misbâh 2/677, el-Muvattâ ma'al-Müntekâ 5-44, Sahîhýý'1-Bu-hârî 3/70, Müslim ma'an-Nevevî 10/154, 5/157, el-Hidâye ma'al-Fethi'l-Kadîr ve'l Jnâye 5/196, Nihâyetü'l-Muhtâc 3/433, el-Muðnî 4/207, Reddü'l-Muhtâr 4/151, Neylü'l-Evtâr 5/247.
[52] et-Tevkîf 675, el-Külliyât 9/168, et-Ta'rîfât 120, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhiyye 504.
[53] el-Misbâh 2/720, el-Muðrib 2/282, Þerhu Garibi Elfâzi'l-Müdevvne 75, en-Nevevî alâ Müslim 10/155, el-Müntekâ ale'l-Muvattâ 5- 44, Reddü'l-Muhtâr 4/151, el-Muðnî 4/207, Nihâ-yetü'l-Muhtâc 3/433, el-Mukaddimâtü'1-Mümehhidât 2/221.
[54] el-Misbâh 2/725, el-Muðrib 2/289, el-Übbî alâ Sahihi Müslim 4/266.
[55] el-Misbâh 2/737, el-Muðrib 2/229, el-Matla' 304, et- Tevkif 678, el-Müfredât 747, Talebetü't-Talebe 171, et-Ta'rîfât 123, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 508.
[56] et-Misbâh 2/703, el-Muðrib 2/271, Meþâriku'l-Envâr 1/379, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 506, el-Muðnî 3/584.
[57] el-Kâmûsul-Muhît 543, et-Tevkîf 659, et-Ta'rîfât 114, Red-dü'1-Muhtâr 4/61, flâmu'l-Müvakký'în 2/98, et-Turaku'1-Hike-miyye 313, et-Ta'zîz 338, Gâyetü'l-Beyân 72, Bedâi' 2/9.
[58] Murabaha, tevliye ve vadfa. et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 482, el-Kavânînu'1-Fýkluyye 269, eþ-Þerhu'l-Kebîr 3/157, Tuhfetü'l-Muhtâc 4/427, el-Muðnî 4/264.
[59] el-Matla' 235, el-Kavânîmý'l-Fýkhýyye 269, el-Mühezzeb 17294, Reddü'l-Muhtâr 4/166, Mevâhibü'l-Celîl 4/470, el-Muðnî 3/584.
[60] el-Misbâh 1/390, el-Matla' 247, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 488, 546, el-Medhalü'1-Fýkhî 17262, Mecelle m. 139, Mecelle (Han-belî) m. 198, 199.
[61] el-Misbâh 2/629, el-Matla' 403, et-Ta'ýifötü'l-Fýkhýyye 459, el-Eþbâh ve'n-Nezâir 327, Mecelle m. 127.
[62] el-Misbâh 2/802, el-Muðrib 2/341, Talebetü't-Talebe 120, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 364, Þerhul-Mecelle (At&sî) 3/602, Mürþidü'l-Hayerân m. 118, Mecelle m. 1028.
[63] el-Misbâh 1/297, el-Matla' 240, Hilyetü'l-Fukahâ 128, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 480, Reddü'l-Muhtâr 4/251, Bidâyetü'l-Müctehid 2/159, el-Muvattâ 4/246.
[64] Esâsü'l-Betaða 198, el-Kavânînü'UFýkhýyye 269, Neylü'1-Ev-târ 5/169, Tebyînü'l-Hakâik 4/67, el-Fetâva'1-Hindiyye 3/210.
[65] el-Misbâh 2/725, el-Muðrib (Mutarrazî) 2/289.
[66] el-Misbâh 2/747, aUMuðrib 2/309, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 112, 114.
[67] et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 532, el-Misbâh 2/757, et-Tevkîf 708, Keþþaftý Istýlâhâti'l-Fünûn 2/1422, Mefâtihu'l-Ulftm 87, el-Ah-kâmu's-Sultâniyye 13, Nizâmu'n-Nafakât (Ahmed Ýbrahim) 7.
[68] el-MÝsbâh 2/757, el-Muðrib 2/319, el-Müfredât 766, Talebe-tü't-Talebe 113, Meþârikul-Envâr 2/21, Nasbu'r-Râye (Zeyle'î) 4/56.
[69] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 5/467, el-Misbâh 2/760, el-Matla' 234, 265, Tahrîru Elfâzi't-lenbîh 114, Meþâriku'l-Envâr 2/23, el-Kavânînu'1-Fýkhýyye 254, Mecelle m. 130, Mecelle (Hanbe-lî) m. 183.
[70] el-Misbâh 2/761, el-Muðrib 2/322.
[71] Mu'cemu Mukâyîsi'1-Luða 5/394, el-Matla' 235, Tehzîbul-Es-mâ 2/161, Hilyetü'l-Fukahâ 136, el-Mühezzeb 1/291, el-Muðnî 4/160, eþ-Þerhu'þ-Saðîr 4/139, Fetavâ Ýbn Teymiye 28/73, 29/358.
[72] Mu'cemu Mekâyisi'1-Luða 5/458, el-MÝsbâh 2/755, el-Medha-lü'1-Pýkhi'l-Âm 1/419, el-Bahru'r-Râik 6/75, Mecma'ul-Enhur 2/53, Dürerü'l-Hükkâm 1/94, Mecelle m. 111.
[73] el-Misbâh 2/769, et-Ta'rîfât 537, Reddü'l-Muhtâr 3/199, el-Muðnî 8/240.
[74] el-Matla' 235, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 335, el-Furûk (Askerî) 95, el-Bennânî (Zerkânî) 2/146.
[75] el-Misbâh 2/767, el-Muðrib 2/328, et-Tevkîf 100, et-Ta'rîfâtü'I-Pýkhýyye 535, Reddü'l-Muhtâr 4/66, Keþþafci'1-Kýnâ' 3/163.
[76] el-Misbâh 2/739, el-Muðrib 2/299, el-MaÜaý 239, Tahrîru Elfâ-zi't-Tenbîh 179, Talebetü't-Talebe 110, ez-Zâhir 200, el-Müfre-dât749, et-Tevkîf698.
[77] el-Misbâh 2/743, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 102, Talebetü't-Tale-be 16, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 527.
[78] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 5/389, el-Misbâh 2/723, el-Matla' 329, Tehzîbu'1-Esmâ 2/160.
[79] el-Misbâh 2/722, el-Muðrib 2/285, et-Ta'rîfât 522, el-Mukaddi-mâtü'J-Mümehhidât 206, Kalyûbî ve Amîra 2/30.
[80] el-Misbâh 2/481, el-MaÜa' 264, el-Müfredat 496, et-Ta'rîfât (Ciircânî) 130, et-Ta'rîfâtü'I-Fýkhýyye 377, el-Eþbâh (Suyûtt) 89, el-Eþbâh (îbn Nüceym) 101, Mecelle m. 36, 37, 40, 43, 44, 45.
[81] Mu'cemu Mekâyîsi'l-Luða 2/402, et-Ta'rîfatüi-Fikhýyye 308, Ravdatü't-Tâlibîn 6/370, Keþþâfü'1-Kinâ* 3/86, Reddü'1-Muh-târ 3/235, el-Mýýðnî 8/415, el-Ýhtiyâr 4/130.
[82] el-Misbâh 1/258, Mefâtihu'1-Ulûm 87, el-Bedâi' 1/158, Muðni'1-Muhtâc 1/244, el-Muðnî 2/125.
[83] Bakara 279
[84] el-MisMhu'l-Mýmîr 1/291, Dürerü'l-Hükkâm 3/8
[85] el-Kâmûsu'1-Muhît 360, et-Ta'rîfât 58, Câmi'ul-Fusûleyn 17324, Reddü'l-Muhtâr 4/141.
[86] el-Misbâhu'I-Münîr 1/266.
[87] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 2/452, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 193, el-Misbâh 1/287, Mecelle m. 701, Mürþýdü'l-Hayerân m. 975, Tefsîr (Kurtubî) 1217, Þerhu Münteha'l-Ýrâdât 2/228, el-Muð-nî 4/361, Reddü'l-Muhtâr 5/307.
[88] el-Kâmûsu'1-Muhît 1438, el-Misbâh 1/269, -Mebadiü Ýlmi'l-Mâliyye (Dr. Fuad Ýbrahim) 237, MâKyyetü'd-Devle (Dr. Ab-dülmünim Fevzî) 235.
[89] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 2/402, el-Müfredât 286, et-Tevkîf 365, Keþfu'l-Esrâr 4/382, Teysîru't-Tahrîr 2/290, el-Hýraþî 5/9, Kalyûbî ve Amîra 2/156, Keþþâfýý'1-Kmâ' 2/5.
[90] el-Muðrib 17328, Ta'ýifât (Cürcârýî) 58, Tevkif 362, Külliyât 3/279, el-Ahkâmu's-Sultâniyye (Ebu Ya'lâ) 242, Mâverdî 205, Resâil (Ýbn Nüceym) 125, Ravdatü't-Tâlibîn 6/363, Metâlibu UIi'n-Nuhâ 3/641.
[91] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 2/483, en-Netef fi'1-Fetâvâ (Saðdý) 1/484, el-Müntekâ 5/3, el-Ümm 3/31, el-Behce 2/24, Bidâye 2/107, Ahkâmu'l-Kur'an (Cassâs) 17552, el-Muharrer 1/319, Muðni'l-Muhtâc 2/22.
[92] el-Misbâh 17255, el-Müfredât 270, el-Tevkîf 354, Ahkâmu'l-Kur'an (Ýbn Arabî) 1/408, Mevâbibü'l-Celîl 2/301, el-Hýraþî 2/183, Mukaddime 3941, Tefsir (Ebussuud) 1786.
[93] el-Misbâh 1/288, el-Muðrib 17356, ez-Zâhir 222, el-Müfredât 297, el-Matla' 268, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 472, el-Furûsiyye (Ýbn Kayyim) 19, 20.
[94] el-Misbâh 1/281, el-Muðiib 1/344, el-MaÜa' 134, Talebetü't-Talebe 20, el-Mufredât 294, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 115, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 309, Mevâhibü'1-Celü 2/339, Neylü'1-Ev-târ 4/147, Fethu'l-Kadîr 1/357, el-Mülkiyye (Dr. Abbâdî) 352.
[95] et-Tevkîf 363, Ta'rîfât (Cürcânî) 58, Mecelle m. 1450, Diire-rii'I-Hükkâm 3/526, Þerhu Mecelle (Atâsî) 4/408.
[96] Tehzîbu'l-Esmâ 1/122, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 333, Ta'rîfât (Cürcânî) 59, et-Tâ'rîfâtü'1-Fýkhýyye 307, Talebetü't-Talebe 152, Keþþâfu Istüâhâti'l-Fýmûn 17595, er-Rûh (Ýbn Kayyim) 325.
[97] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 2/427, el-Misbâh 1/278, Talebetü't-Talebe 108, Hüyetü'l-Fukahâ 153, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 308, el-Mtýðnî 5/624.
[98] Müfredat (Râgýb) 285, Tehzîbu'l-Esmâ vel-Luðât 1/122, Kifâ-yetü'l-Ahyâr 1/144, el-Ýþrâf alâ Mesâilil-Hilâf 2/14, el-îfsâh (Ýbn Hübeyre) 1/244, el-Mühezzeb 1/328, Rahmetü'1-Ümme 1/14, el-Kavânînü'1-Fýkhýyye 349-
[99] el-Kâmûsu'1-Muhît 1671, el-Misbâh 1/328, el-Matla' 125, el-Müfredât 341, et-Tevkîf 405, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 317.
[100] el-Müfredât 726, et-Tevkîf 206, el-Mebsût 24/162, el-Ýnsâf (el-Merdâvî) 1/395, Tebyînu'l-Hakâik 5/191, Keþþâfu'I-Kýnâ' 1/225, Mürþidü'l-Hayerân m. 268, 270, 271, Mecelle m. 943.
[101] el-Misbâh 1/405, el-Muðrib 1/466, Talebetü't-Talebe 65, Mecelle (Hanbelî) m. 168, 169, Fethu'l-Kadîr 5/218, Neylü'1-Ev-târ 5/250, el-Furûk (Karâfî) 3/142
[102] el-Kâmûsu'1-Muhît 126, el-Müfredât 358, el-Misbâh 1/353, el-Muðrib 1/426, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 317, Þerhu Garîbi Elfâ-zi'1-Mütlevvene (el-Cübbî) 109, Besâiru Zevi't-Temyîz 3/271.
[103] el-Muðrib 1/472, el-Müfredât 412, et-Tevkîf 454, Ta'rîfât (Cür-câýýî) 70, Mecelle m. 121, Tenvîru'l-Ebsâr 5/257, Keþþafu'1-Ký-nâ' 3/217.
[104] Tekili safiyye þeklinde gelir. el-Mu'cemul-Vasît 1/518.
[105] el-Misbâh 417, el-Muðrib 17477, Talebetü't-Talebe 100, el-Müfredât 426, et-îevkîf 466, Keþþâfu Istüâhâti'l-Funûn 823.
[106] el-Muðrib 1/472, el-Misbâhu'1-Münîr 1/400, et-Ta'rîfâtü'1-Fýk-hýyye 356.
[107] el-Muðrib 1/380, Tehzîbu'1-Esmâ ve'1-Luðât 1/145, Ðurerii'l-Makâle 386, Misbâh 1/314, Bedâi' 6/206, Muðnfl-Muhtâc 4/311, Hâþiyetü'd-Desûkî 2/209, el-Muðnî 8/651.
[108] el-Misbâh 17247, Þerhu Garibi Elfâzi'l-Müdevvene (Cübbî) 72, . el-Furûk (Karâfî) 2/32, Tebsýratü'l-Hükkâm 2/327, îrþâdü'l-Fuhûl 246, el-Muvâfakât 4/199, el-Attâr alâ Cem'il-Cevâmi' 2/198, Tefsir (Kurtubî) 2/51.
[109] Mu'cemu Mekâyisi'1-Luða 3/79, el-Külliyât 3/32, Tahriru Elfâ-zi't-Tehbîh 200, et-Tevkîf 407, Þerhu'l-Mecelle (Atâsî) 3/511, et-Telvîh ala't-Tavzîh 3/217, el-Hamevî ale'l-Eþbâh 2/265, el-Keþþâf (Zemahþerî) 1/500.
[110] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 3/92, el-Misbâh 1/335, el-Muðrib 1/406, et-Müfredât 347, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 324, Meþâri-ku'1-Envâr 2/217, Keþþâfu Istüâhâti'l-Funûn 1/629.
[111] el-Muðrib 1/408, el-Matla' 245, ez-Zâhir 148, Ðurerü'1-Makâ-le 216, Meþâriku'l-Envâr 2/219, el-Müntekâ (Bâcî) 4/292, Keþ-þâfu'1-Kmâ' 3/275.
[112] Iisânü'1-Arab 12/195, Gurerü'l-Makâle 216, Eýýîsü'l-Fukahâ 218, Reddü'l-Muhtâr 4/203, Keþþâfu'1-Kmâ' 3/286, Fethu'l-Azîz 9/207, el-Câmi' li-Ahkâmi'l-Kuý'an (Kurtubî) 1186, Mecelle 123.
[113] el-Misbâh 1/104, el-Muðrib 1/122, et-Tevkîf 224, el-Mufredât 110, Tehzîbu'1-Esmâ ve'1-Luðât 1/45, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 244, Reddü'I-Muhtâr 4151, Mürþidü'l-Hayerân m. 414, Mecelle m. 152, Dürer 1/107.
[114] Þerhu Garîbi'l-Elfâz (Cübbî) 74, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 293, el-îþâre ilâ Mehâsinî't-Ticâre 95, Mesâilü's-Semâsira (Ebyânî)
[115] et-Tevkîf 403, el-Müfredât 328, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 321, el-Mtihezzeb 2/277, el-Hýraþî 8/91, el-Muðnî 9/79.
[116] el-Misbâh 1/351, el-Matla' 319, el-Muðrib 1/423, ez-Zâhir 196, et-Tevkîf 419, el-Müfredât 365, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 329, Mecelie m. 298, 299, Mecma'ud-Damânât 214, Fetâvâ Tarsû-siyye 251.
[117] et-Tevkîf 448, et-Ta'rîfât (Cürcânî) 69, Mürþidü'l-Hayerân m. 311, Þerhu Mecelle (Atâsî) 217, Mecma'ul-Enhur 2153, Þerhti Kevkebü'l-Münîr 1/467, Tahkîku'l-Murâd (Alâî) 282, Teysî-rü't-Tahrîr 2/234.
[118] el-Kâmûsu'1-Muhît 954, el-Muðrib 1/484, Ta'rîfât 70, el-Kulli-yât 3/90, et-Tevkîf 463, el-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 354, Kalyûbî ve Amîra 4/215, Miýýhacü'l-Yakîn 370.
[119] el-Mu'cemu'1-Vasît 1/529, el-Misbâh 1/416, el-Mu'teber (Zer-keþî) 326, el-Medhalü'1-Fýkhî (Zerkâ) 1/318, el-Uhûd ve'þ-Þurût ve'1-Hýyârât (Âhmed Ýbrahim) 21.
[120] el-Misbâh 1/327, el-Kâmûsu'1-Muhît 522, el-Matla' 231, et-Tevkîf 405, et-Ta'rîfâttil-Fýkhýyye 321, Meþâriku'l-Envâr 2/225.
[121] el-Kâmûsu'1-Muhît 942, Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 3/95, el-Misbâh 1/337, el-Matla' 232, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 325.
[122] Lisânü'1-Arab 7/413, el-Külliyât 3/31, Talebetü't-Talebe 167, Keþþâfü Istýlâhâti'l-Funûn 1/664, Reddü'l-Muhtâr 3/148, et- Turuku'l-Hikemiyye 13, el-Bahru'r-Râik 5/86.
[123] Maide 23
[124] Mu'cemu Mekâyîsil-Luða 1/143, el-Müfredât 330, el-Misbâh 1/317, Talebetü't-Talebe 152, Meþâriku'l-Envâr 2/208, et-Tevkîf 398, Þerhu Me'âni'I-Âsâr 4/129.
[125] el-Misbâh 1/331, Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 3/86, el-Müfredât 344, et-Tevkîf 408, Basâir Zevi't-Temyîz 3/230.
[126] el-Muðrib 479, el-Müfredât 420, Tebyînü'l-Hakâik 5/29, Rav-datü't-Tâlibîn 4/193, Þerhu Münteha'I-îrâdât 2/260, Mevâhi-bü'l-Celîl 5/79, Mecelle m. 1531, Mecelle (Hanbelî) m. 1617.
[127] el-Medhalül-Fýkhî (Zerka) 356, 365, Mu'cemu Luðati'1-Fuka-hâ 278.
[128] el-Misbâh 1/328, el-MaÜa1 261, Tehzîbul-Esmâ 1/149, el-Ka-vânînu'l-Pikhýyye 277, Reddü'l-Muhtâr 4/295, el-Behce (Tesu-lî) 2/288, Dirâsât fî Usuli'l-Müdâyenât 187.
[129] el-Muðrib 1/406, et-Tevkîf 411, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye (Müced-didî) 324, el-Mühezzeb 2/166, Mürþidü'l-Hayerân m. 24, 25.
[130] el-Medhal ilâ Nazariyyeti'l-Ýltizâm (Zerkâ) 236
[131] Mu'cemu Mekayîsil-Luða 3/260, el-Müfredât 379, el-Kulliyat 3/64, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 336.
[132] Müfredat (Râgýb) 379, Ta'rîfât (Cürcânî) 67, et-Tevkîf 427.
[133] el-Vasit (Senimrî) 851, 852, el-Medhalül-Pýkhil-Âmm (Zerka) 711.
[134] Keþþâfu Isülâhâti'l-Funûn 1/753, Ta'rîfât (Cürcânî) 67, Külliyât (Ebu'1-Bekâ).
[135] el-Müfredât 380, et-Tevkîf 429, el-Külliyât 76/3, et-Ta'rîfât Cürcânî 67, Mecma'ul-Enhur 1/722, Þerike (Ýbrahim Abdülha-mid) 34-45, Mir'âtü'l-Mecelle 2/55, Mecelle (Hanbelî) m. 1771, Mecelle m. 1045.
[136] el-Fevâkihu'd-Devvânî 2/174, el-Hýraþî 4/266, eþ-Þerike (Ýbrahim Abdülhamid) 45.
[137] el-Fevâkib (Devvânî) 2/171, Nihâyetü'l-Muhtâc 5/14, Metâlibu Uli'n-Nuhâ 3/509, Mürþidü'l-Hayerân m. 745, Red-dü'1-Muhtâr 3/333, Mecelle m. 1068.
[138] et-Ta'rîfât (Cürcânî) 67, et-Ta'rîfötü'1-Fýkhýyye 337, el-Fetâ-va'1-Hindiyye 2/308.
[139] Reddü'I-Muhtâr 3/333, Mürþidü'l-Hayerân m. 746, Mecelle m. 1064, eþ-Serike (Ýbrahim Abdülhamid) 19.
[140] el-Mühezzeb 1/353, Þerhu Münteha'l-Ýrâdât 2/339, Mecelle (Hanbelî) m. 1777, 1887.
[141] el-Bedâi' 6/56, eþ-Þerike 41, Mecelle (Hanbelî) m. 1772.
[142] Reddti'l-Muhtâr 3/333, Mecelle m. 1063, Mürþidül-Hayerân m. 746, eþ-Þerike (Ýbrahim Abdülhanýid) 19.
[143] Mürþidü'l-Hayerân m. 745, eþ-Þerike (Ýbrahim Abdülhamid) 18, Reddü'l-Muhtâr 3/333, Mecelle m. 1066, 1067.
[144] el-Külliyât 3/77: et-Ta'rîfâtül-Fýkhýyye 338, Þerhu Garibi El-fazi'l-Müdevvene (Cübbî) 66, el-Hidâye 3/6, Fetâvâ Hindiyye 2/319, Mecelle (Hanbelî) m. 1774.
[145] el-Ta'rîfât (Cürcânî) 67, et-Tâ'rifâtü'1-Fýkhýyye 338, Pethul-Kadîr 5/30, Þerhu Münteha'l-Ýrâdât 2/339, el-Mühezzeb 1/353, Mecelle (Hanbelî) m. 1885, eþ-Þerike (Ýbrahim Abdülhamid) 42.
[146] el-Misbâh 1/364, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 335, Mecelle m. 1262, Mürþidü'l-Hayerân m. 38.
[147] Mecelle m. 955, Dürerü'l-Hükkâm 2/593.
[148] Mecelle m. 1045, Dureru'l-Hukkâm 3/6.
[149] el-Külliyât 3177, et-Ta'rîfât (Cürcânî) 67, Þerhu Garîbi Elfa-zi'1-Müdevvene (Cübbî) 66, et-Ta-rîfâtü'l-Fýkhiyye 338, 498, el-Mühezzeb 1/353, Bedâi' 6/61.
[150] el-Misbâh 1/375, el-Muðrib 1/448, el-Matla' 278, Ta'rîfât (Cürcânî) 67, et-Tevkîf 432, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 340, Mürþidü'l-Hayerân m. 95, Mecelle m. 950, Mecelle (Hanbelî) m. 1547.
[151] Esâsül-Belâða 1/477, et-Tevkîf 423, Ta'rîfât 66, Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 333, Kavâidu'l-Ahkâm 2/137, el-Hýraþî 8/81, el-Be-dâi' 7/35, Keþþâfu'1-Kinâ' 4/58, Tebyînü'l-Hakâik 3/175, el-Me-kâsib (Muhasibi) 85.
[152] Talebetü't-Talebe 64, el-Misbâh 2/467, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye (Müceddidî)231.
[153] el-Misbâh 1/471, Ravdatü't-Tâlibîn 3/184, Fethu'l-Kadîr 1/210.
[154] el-Misbâh 2/523, el-Bedâi' 7/168, el-Eþbâh ve'n-Nezâir (Suyû-tî) 222.
[155] el-Muðrib 2/59, et-Tevkîf 186, Tahriru Etfazi't-Tenbîh 328, el-Fetâva'l-Bezzâziyye 2/45, 457, Mebsût 9/36, Nîhayetü'1-Muh-tâc 7/72, 174, et-Turuktý'1-Hikemiyye 247, Tebyînü'l-Hakâik 3/208, Reddü'I-Muhtâr 3/174, el-Hisbe (Ýbn Teymiye) 40.
[156] el-Misbâh 2/533, et-Tevkîf 537, el-Müfredât 540.
[157] el-Kâmûsu'1-Muhît 577, Mecelle (Atâsî) 2/25, Fethul-Azîz 8/333.
[158] el-Misbâh 2/550, Reddü'I-Muhtâr 5/121, Cevâhiru'l-Ýklîl 2/149, Muðni'l-Muhtâc 2/290, el-Muðnî 5/277.
[159] el-Misbâh 1/168, el-Muðrib 1/207, Talebetü't-Talebe 64, 143, et-Tevkîf282.
[160] el-Misbâh 2/172, el-Fetâva'1-Hindiyye 5/3S6, Hâþiyetü'd-De-sûkî 4/70, el-Muðnî 5/518.
[161] el-Misbâh 2/172, Meþâriku'l-Envâr 1/208, et-Ta'rîfâtti'1-Fik-hýyye 471, el-Muðrib 1/215, el-Muðnî 4/149, Talebetü't-Talebe 111, Ýbn Mâce 2/753, Beyhakî 5/317, Musnedü Ahmed 1/433.
[162] ei-Misbâh 1/176, el-Muðrib 1/218, el-MedhaJü'1-Fýkhî (Zerkâ) 1/555, el-Bahra'r-Râik 7/24, Mecelle m. 1790, Muðni'I-Muhtâc 4/372, el-Bedâi' 7/2, Metâlibü Ûli'n-Nühâ 6/453.
[163] Mecelle m. 1683, Dürerü'I-Hükkâm 4/295.
[164] el-Misbâh 1/216, el-Kâmûsu'1-Muhît 1652, el-Matla 238, el-Petâvâ el-Hindiyye 3/16, Reddü'l-Muhtâr 4/561, Ravudatü't-Tâiibîn 3/515, Muðni'l-Muhtâc 2/72, el-Hýraþî 5/158, Keþþâ-ful-Kinâ' 3/202, Mecelle m. 263, 272-275.
[165] el-Misbâh 2/606, et-Ta'rîfât 234, et-Matla' 232, Bey'ut-Taksit 7, el-Mu'âmelâtü'þ-Þer'iyye 136, Mecelle m. 157, Mecelle (Hanbelî) m. 188.
[166] Þerhu'I-Mecelle (Atasi) 3/608, Dürerü'l-Hükkâm 2/712, Murþi-dü'1-Hayerân m. 119.
[167] el-Kâmûsu'1-Muhît 1074, el-Mu'cemu:l-Vasît 2/555, el-Misbâh 2/439, el-Muðnî 9/162.
[168] el-Kâmûsu'1-Muhît 1069, el-Medhalü'1-Pýkhî (Zerkâ) 1/288, et-Tasarruf ve'I-Vakâi' (Muhammed Zeki) 24, 98
[169] el-Misbâh 1/401, et-Tevkîf 179, Tekmüe (Sübkî) 12/7, 31, Red-dü'1-Muhtâr 4/99, Buhârî 4/361, Müslim 3/1155, Ravdatü't-Tâlibîn 3/466, el-Muhallâ 9/720.
[170] el-Misbâh 2/472, Reddü'I-Muhtâr 4/503, Muðni'l-Muhtâc 2/267, Keþþâfü'1-Kýnâ' 4/166.
[171] Mebâdiu'I-Kânûni'l-Ýdârî (Dr. Tamavî) 509.
[172] el-Kâmûsu'1-Muhît 1518, el-Misbâh 1734, Nizâmü't-Te'mîn (Zerkâ) 19.
[173] Þerhu Garîbi Elfâzi'l-Müdevvene 88, el-Misbâh 1757, el-Mev-sû'âtül-Fýkhýyye 10/65, el-Ukûd ve'þ-Þurût ve'1-Hýyârât 40.
[174] et-Tevkîf 158, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 200, el-Müfredât 52, Ahkâmu'l-Kur'an (Ýbn Arabi) 3/1181, Nazariyyâtü'1-Akd (Ýbn Teymiye) 18.
[175] el-Kâmûsu'1-Muhît 346, el-Misbâh 1/113, el-Fetâva'1-Hâniye 2/218, el-Ukûdü'd-Dürriye 1/288, Murþidü'l-Hayerân m. 250, 251, 252.
[176] el-Misbâh 1/38, el-Kâmûsu'1-Muhît 1627, Reddü'l-Muhtâr 4/496, el-Eþbâh 326, el-Muðnî 6/382, el-Mühezzeb 1/366, Mec-ma'ul-Mazmûnât 86, el-Fetâvâ Hindiyye 4/349, el-Ukûdü'd-Dürriyye 2/72, Mürþidü'I-Hayerân m. 834, Mecelle m. 801, Mecelle (Ahmed) m. 1362.
[177] el-Muðrib 1/270, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 225, Tahiiru Elfazi't-Tenbîh (Nevevî) 244, el-Furûk (Askerî) 187, 251.
[178] Mecelle - Hanbelî m. 210
[179] el-Misbâh 1/236, el-Matla' 236, ez-Zâhir, 209, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 225, et-Tevkîf 167, Tekmiletul-Mecmû' 12/15, el-Muðnî 4/167, el-Kâfî 2/711.
[180] el-Mecmû' (Nevevî) 9/192, el-Muðnî 4/4841, Muðnil-Muhtâc 2/45.
[181] el-Misbâh 1/405, el-Muðrib 1/476, el-Matla' 232, el-Hýyâr ve Eseruhû fi'1-Ukûd (Ebu Gudde) 2/472, Mecelle (Hanbelî) m. 168, 169.
[182] el-Misbâhu'1-Münîr 2/563, Ta'rîfât (Cürcânî) 18, Ravdatü't-Tâlibîn 4/96, Reddü'l-Muhtâr 4/494, Keþþâfu'1-Kmâ' 9/179, Muðni'l-Muhtâc 2/267, Desûkî 3/419.
[183] et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 223, et-Tevkîf 164, Fethu'l-Kadîr 7/408, el-Bidâye aie'l-Hidâye 7/647, Reddü'l-Muhtâr 4/481, et-Tâc ve'l-ÝkM 5/75, ed-Desûkî 3/309.
[184] el-Misbâh 2/589, et-Tevkîf 195, el-Müfredât 591, Dürerü'l-Hükkâm.
[185] Reddü'l-Muhtâr 4/342, Mecelle (Atâsî) 5/166, Mecelle m. 1660-1675, Mürþidü'l-Hayerân m. 151-161, el-Behce 2/252, el-Ikdu'l-Munazzam lil-Hükkâm 2/54, el-Mensûr fý'1-Kavâid 3/370, el-Muðnî 6/711.
[186] el-Misbâh 2/649, el-Mu'cemu-1-Vasît 2/793.
[187] el-Matla' 235, et-Ta'rîfatü'1-Fýkhýyye 236, el-Bedâi' 5/232, Tuhfetü'l-Muhtâc 4/311, el-Muðnî 4/281, Þerhul-Kebîr (Der-dîr) 700.
[188] el-Muðrib 2/242, Mefâtihu'1-Uiûm (Havârizmî) 87.
[189] eî-Misbâh 1795, Esne'l-Metâlib 2/79, Desûkî 3/124, Mevâhi-bü'1-CelÜ 4/443, Muðni'l-Muhtâc 2/66.
[190] et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 237.
[191] el-Kâmûsu'1-Muhît 677, el-Misbâh 2/725, el-Muðrib 2/289, Ta-lebetü't-Taiebe 58, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 237, en-Nuzumü'l-Müsta'zeb 2/94, Sahîhu Muslini 4/266.
[192] Talebetü't-Talebe 86, el-Muðrib 2/319, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 238, Reddü'I-Muhtâr 3/238, Ravdatü't-Tâlibîn 6/368, el-Muðnî 8/378.
[193] el-Misbâh 1792, Reddü'l-Muhtâr 5/500, el-Fenârî 13, Muðni'l-Muhtâc 3/3, Keþþâfu'1-Kýnâ' 4/402, Haþiyetü't-Desûkî 4/470.
[194] el-Misbah 1/327, Tahrîru Elfazi't-Tenbîh 186, el-Matla* 231, el-Muðnî 4/217, et-Muntekâ 5/18, et-Turuku'1-Hikemiyye 257, Fethu'1-Azîz 8/217, Neylü'l-Evtâr 5/248.
[195] el-Mugrib 2/412, el-Fetâva'1-Hindiyye 3/16, Reddü'l-Muhtâr 4/571, Muðni'l-Mtýhtâc 2/72, Minehul-Celfl 4/977, el-Mecmû' (Nevevî) 9/257, Keþþâful-Kmâ' 3/202, Mecelle m. 263, 272, 275.
[196] el-Misbâh 1/350, et-Tevkîf 175, el-Müfredât 362.
[197] el-Kâmûsu'l-Muhît 296, el-Muðrib 2/18, Tekmile 10/107, Keþ-þâfü'1-Kýnâ' 3/257, Reddü'l-Muhtâr 4/239, Tebyînü'l-Hakâik 4/140, el-Hýraþî 5/234, Fetâvâ (Ýbn Teymiye)
[198] el-Misbâh 2/441, Esâsü'l-Belâða 496, Þerhu Ýbni'l-Kayyim alâ Muhtasarý Ebi Dâvûd 5/108, Fethu'l-Kadîr 5/328, Reddü'l-Muhtâr 4/279, Ravdatü't-Tâlibîn 3/416, el-Ýhtiyârâtü'l-Ý!miy-ye 229, Keþþâfu'1-Kýnâ' 3/150, Mecelle (Hanbeli) m. 150, 186, 234.
[199] el-Misbâh 2/833, el-Muðrib 2/362.
[200] el-Muðrib 2/372, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 192, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 241, ez-Zâhir 220, Ta'rîfâtü'l-Curcâni 38, Kalyubi ve Amîyre 2/219.
[201] Tehzîbu'1-Esmâ 1/40, et-Tevkîf 160, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 114, Ta'rîfât (Cürcânî) 29, el-Müfredât 96, et-Ta'rîfâtü'1-Fýk-hýyye 219.
[202] el-Misbâh 2/512, et-Tevkîf 526, el-Matla' 291, Talebetü't-Tale-be 108, Ta'rîfat 83, Tahrîru Elfâzi't-Tenbîh 240, Hilyetü'1-Pu-kahâ 152, el-Muðnî 5/624.
[203] Eþbâh ve'n-Nezâir 88, Eþbâh ve'n-Nezâir (Suyûtî) 83, el-Mün-tekâ (el-Bâcî) 1/45, Reful-Harâc (Salih Hamid) 262.
[204] el-Misbâh 2/476, el-Muðrib 2/50, el-Matla' 233, el-Müntekâ (el-Bâcî) 4/157, Mevâhibü'l-Celîl 4/369, Nihâyetü'l-Muhtâc 3495, el-Muðnî 4/232
[205] el-Misbâh 2/489, el-Muðrib 2/63, et-Ta'rîfâtü'1-Pýkhýyye 370-379, el-Fetâva'1-Hindiyye 1/183, el-Kâfî (Abdilber) 1/480, el-Muðnî 8/516.
[206] el-Muðrib 2/49, et-Tevkîf 508, el-Müfredât 490, el-Külliyât 3/261, Ðurerii'l-Makâle 72, et-Ta'rîfâtü'1-Fikhýyye 375.
[207] Mu'cemu Mekâyîsi'1-Luða 6/125, Meþârikul-Envâr 2/291, Be-sâir Zevft-Temyîz 5/237, Umdetu'1-Kârî 11/174.
[208] el-Muðrib 2/346, Taiebetü't-Talebe 98, Hüyetü'l-Fukahâ 159, el-Matla' 279, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 542, Keþþâfü'1-Kýnâ' 4/175, el-Kavânînu'I-Fýkhýyye 379, Ravdatii't-Tâlibîn 6/324, et-Dürrü'1-Muhtâr 4/393, Mürþidü'l-Hayerâýý m. 810, Mecelle m. 763.
[209] el-Misbâh 2/835, el-Muðrib 2/365, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 546, Hüyetü'l-Fukahâ (îbn Fâris) 99.
[210] el-Muðrib 2/366, et-Tevkif 731, Reddü'l-Muhtâr 4/338, Ravda-tü't-Tâlibîn 5/342, Nihâyetü'l-Muhtâc 5/358, Minehu'l-Celîl 4/34, Þerhu Hudûd (îbn Arefe) 411, Keþþâfül-Kmâ' 4/203, Mi-yâre ale't-Tuhfe 2/135.
[211] el-Mülkiyyetü'1-Âmme (Dr. er-Rûbî) 57, Reddü'l-Muhtâr 3/414, 436, 438, Mecelle (Hanbelî) m. 843 857.
[212] el-Mülkiyyetü'1-Âmme (Dr. er-Rûbî) 57, 58.
[213] el-Misbâh 2/835, el-Müfredât 832, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 539, ResâÝlü Ýbn Âbidin 1/11, 17, el-Tasarrufât ve'1-Vekâi'iþ-Þer'iy-ye (Muhammed Zekî) 131.
[214] el-Misbâh 2/826, el-Muðrib 2/357, Ta'rifât 131, et-Ta'rîfâtü'l-Fýkhýyye 543, el-Müfredât 823, el-Hýyâr fi'1-Ukûd 2/719.
[215] el-Tevkîf 727, el-Misbâh 2/827, el-Matla' 294, Tahrîný Elfâzi't-TenbîH 240, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 544, Mürþidü'l-Hayerân m.
[216] Meþânku'I-Envâr 2/477, el-Fâik 4/37, el-Mecmû'ul-Muðîs 3/375, el-Furûk 48.
[217] el-Kâmûsu'1-Muhît 997, el-Muðrib 2/359, et-Ta'rîfâtü'1-Fýk-hýyye 544.
[218] el-Misbâh 2/834, el-Müfredât 829, et-Tevkîf 106, el-Ta^fâtü'l-Fýkhýyye 545, el-Furûk (Askerî) 48.
[219] el-Muðrib 2/369, et-Tevkîf 732, el-Bedaf 6/19, Tebyînü'1-Haka-ik 6/94, Metâlibu Uli'n-Nuhâ 3/248, Tuhfetü'l-Muhtâc 5/16, Mecelle m. 1449.
[220] el-Misbâh 1/318, el-Muðrib 1/388, et-Ta'rîfâtül-Fýkhýyye 546, Dürerü'l-Hükkâm 4/264, Þerhu'l-Mecelle (Atâsî) 6/149, 151, 155, Mecelle m. 1791, 1834.
[221] el-Misbâh 2/838, el-Muðrib 2/368, et-Ta'rîfâtü'1-Fýkhýyye 546, Meþâriku'l-Envâr 2/286.
[222] el-Misbâh 2/841, Taiebetü't-Talebe 66, Keþþâfu Istýlâhâti'1-Fü-nûn 2/1527, Bedâi' 4/170.
[223] el-Misbâh 2/802, el-Matla' 247, Ahkâmu'l-Kui'an 1/421, Dira-sât fi Usûli'l-Mudâyenât 75.
[224] el-Muðrib 2/372, el-Misbâh 2/841, Besâir Zevi't-Tfemyîz 5/283, el-Vilâyet 2, el-Ahkâmu's-Sultâniyye (Ebu Yala) 28, el-Vilâyet ale'1-Mâl (Ali Hasebellah) 2, el-Vîlâye (Ebu Zehra) 15.
[225] Tehzîbu'1-Esmâ ve'1-Luðât 2/95, Reddü'l-Muhtâr 6/647, Fetâ-vâ Kadýhan 3/512, eþ-Þerhu's-Saðîr 2/181.
[226] el-Misbâh 2/849, el-Muðrib 2-395, el-Müfredât 846, Câmi'ul-Pusûleyiý 1/107, Mirkâtü'l-Mefâtih 3/307, el-Adevî alâ Kifâye-ti't-Tâlibi'r-Rabbânî 2/129, es-Sunûsî 4/264, el-Bahru'r-Râik 6/141, Tebyînü'l-Hakâik 4/79.
[227] el-Furûk (Karâfî) 2/207, el-Mühezzeb 1/366, Nihâyetü'1-Mub-tâc 5/155, Bidâyetü'l-Muctehid 2/263.
[228] el-Kavâid (Ýbn Receb 38, el-Mühezzeb 1/413, el-Hýraþî 4/330, Mecma'ud-Damânât 57, el-Furûk (Karâfî) 2/207, 4/37.
[229] el-Misbah 2/850, el-Muðrib 2/397, et-Ta'rîfat 555, el-Furûk (Askerî) 169.
[230] el-Misbâh 2/851, el-Furûk (Askerî) 247, el-Mukaddimât ve'l-Mümehhidât 17222, el-Bahru'r-Râik 7/169, el-Fetâva'1-Hay-riyye 1/220, el-Eþbâh ve'n-Nezâir 350, Mürþidü'l-Hayerân m. 59, Mecelle m. 165, 1199.
[231] el-Misbâh 2/456, Tehzîbu'1-Esmâ 1/193, el-Müfredât 469, el-Bahru'r-Râik 7/192, Tuhfetül-Muhtâc 1/287, Kavâidül-Ah-kâm (el-Ýz) 2/176, Minehýý'l-Celîl 4/321, el-Muhallâ 8/180.
[232] En'am 119
[233] Bakara 173
[234] el-Misbâh 2/425, el-Eþbâh (Ýbn Nüceym) 94, el-Eþbâh (Suyû-tî) 84, Dürerü'l-Hükkâm 1/34, el-Mensûr (Zerkeþî) 2/317, 320, el-Muvâfakât 2/4, Ýzahü'l-Mesâlik 365, Mecelle m. 21, 22.
[235] et-Ta'rîfâtü't-Fýkhýyye 314, Talebetü't-Talebe 16, el-Muðrib 1/366, Tahrîru Elfazi't-Tenbîh 101, Hilyetü'l-Fukahâ 95.
[236] Lisânü'l-Arab 12/220, el-Misbâh 1/249, Tehzîbu'1-Esmâ 1/112, Keþþâfu Istýlâhâti'l-Funun 2/516, Reddü'l-Muhtâr 5/281, Fet-hul-Ðýfâr 3/80, Keþfu'l-Esrâr 4/238, Esne'l-Metâlib 2/15, Di-râsât fi Usûli'l-Müdâyenât 10.
[237] el-Mufredât 317, et-Tevkîf 891, Reddü'l-Muhtâr 4/84, 137, el-Mühezzeb 1/377, Minehu'l-Celîl 3/526.