Muhtelif Fırkaların Tefsirleri:
Tefsir Kaidelerinin Ortaya Çıkışı:
1- Mütekelîimîn'in Yahut Şafiî'nin Yolu:
«Allah'ın Eli Onların Elleri Üstündedir.»
Üçüncüsü -Kelimenin Ahkâma Delalet Etme Metodlan (Yolları) :
B- Delâletde Mütekellimînin Metodu:
İslâm Hukukunda Ahkâma Ait İçtihatların Kaynakları
Beşerî Hukukta İçtihadın Tarihi
İslâm Hukukunda İçtihadın Tarihi
Birincisi -Açıklayıcı İçtihatlar:
3- Tabiin Ve Ondan Sonrakilerim, Devrinde İçtihad:
İkincisi - İçtihad Kaynakları:
«Ümmetim Hata Üzerine Birleşmez.»
«Ümmetim Delâlet Üzerine Birleşmez.»
«Cemaate!En Bir Karış Ayrılanın, Boynundan İslâm Yuları Düşer.»
Birincisi -Sabit Şer'î Hükümler:
İkincisi Değişmeye Müsait Hükümler:
Kıyas Bir Delil Teşkil Eder Mi?
Birincisi -İllet Hakkındaki Nas İle :
1-Dr. Abdulhamid Mütevellî'nin Kıyas Mevzuundaki Görüşü:
Birincisi -İstihsanü'l-Kıyasî:
İstislâh: Mesâlih-İ Mürsele (Âmme Menfaati)
İstihsan İle İstislâh Arasındaki Fark :
Tebeî (Yan, İkinci Derecede) Kaynaklar Bir Anayasa Kaidesi Kaynağı Olarak Kabul Edilebilir Mi?
İslâm Devletinde Yasama Kuvveti
Modern Siyasî Düşüncede Yasama Kuvveti
İslam'da Yasama Organı Mefhumunun Tarifi
Îslam'da YASAMA ORGANININ DOĞUŞU VE TARİHÇESİ
İslam’da Yasama Organının Faaliyet Sahaları
3-Sahabe Asrından Sonra İçtihad:
Birincisi -Halifeliğin Şartları:
İslâm'da Ve Modern Düşüncede Yasama Organı Kavramındaki Fark
İSLÂM DEVLETİNDE YÜRÜTME ORGANI
İmamet Lâkabının Kullanılması:
Birimcisi -Hilâfeti Tesis Gereği (Vüculnı) :
İkincisi -İmametin Vâcib Olduğuna Dair Deliller.
İkincisi -Dinî Vecibelerin Yerine Getirilmesi:
İkisıcisî -Organlarda Noksanlık:
Üçüncüsü -Tasarruf Noksanlıkları:
Birinci Hal -Halifenin Hacredihnesi:
İkinci Hal -Halifenin Esir Olması:
İmamet Akdinin Nasıl Tamamlanacağı:
«Elini Uzat, Sana Bîat Edeyim.»
İmamet Akti İki Usûlle Yapılır:
Bir Tek Ülkede İki Şahsın İmameti:
Hulefâ-İ Raşidin'in İşbaşına Gelme Yollaeı
Hz. Ebu Bekir .(Radiyallahuanh)'İn Hilâfeti
Hz. Ömeb( Radiyallahü Anh) În Hilafeti
Osman Bin Affan (Radiyaliahu Anh) İn Hilafeti
Hz. Ali (Radiyallahu Anh)'Nin Hilâfeti
Birincisi: Adaletinden Ayrılması,
İkincisi: Bedeninde Noksanlık.
Zalim İmama Karşı Ayaklanmanın Hükmü
Velayetü'l-Ahb'ın (Veliahdlık) Mânası
Vezaretin (Bakanlığın) Mânası Ve Doğuşu
Vezaretü't-Tefviz (Geniş Yetkili Bakanlık)
Halifenin Yetkileri -Vezirin Yetkileri:
Vezaretü't-Tenfiz (İcra Bakanı)
Tenfiz Vezirinin Birden Çok Olması:
Tefviz Vezirinin Birden Çok Olması:
Vezirin Kanunları ve Sultanın Siyaseti:
Üçüncüsü -İkdam (İleri atılma, Cesaret)
Tenfiz Vezirliğine Ait Hususlara Gelince
İslâm Takibinde İmaretin Taeîhçesi
İkincisi -Hulefa-i Kaşidîn Devrinde İmaret:
Üçüncüsü -Emevîler Devrinde İmaret:
Dördüncüsü -Abbasîler Devrinde İmaret:
Birincisi -Medenî (Sivil) İmaret:
Birincisi Genel İmaretin Yetkileri:
İkincisi -Genel İmâjretin Şartlan:
Üçüncüsü -Vezirin Emîr Üzerindeki Yetkisi:
Dördüncüsü -Vezirin Emîri Azletmesi:
Birincsi -Özel İmâıretm Mânası:
İkincisi -Özel İmaretin Yetkilori :
3- Namaz İmamlığı ve Hacıları Sevketme :
İkincisi -Gesıel ve Özel İmaretin Şartları Arasındaki Fark:
Dördüncüsü -Özel İmaret İle Teııfiz Vezirliği Arasındaki Fark:
Birincisi -İstilâ Emirliğinin Mânası:
İkincisi: İstilâ İmâreti İle İstikfar İmareti Arasındaki Fark :
Harp İmareti (Ordu Komutanlığı)
İkincisi -İsyancılar İle İlgili İmaret:
Birincisi İslâm Ordusu Hakkımda Genel Bilgi
İsyancılara Karşı Harp İmareti
Birincisi -Mürtedlere Karşı Savaş:
Mürtedler İle Muhariplere Karşı Savaşmanın Farkları:
İkincisi -Asilere (Bağüere) Karşı Savaş :
Üçüncüsü -Yol Kesiciye Karşı Savaş:
İsyancı İle Yolkesici Arasındaki Fark:
İSLÂM DEVLETİNDE KAZA (YARGI) YETKİSİ
KAZANIN (YARGININ) MÂNASI VE TARİHÇESİ
Birincisi -Cahiliyye Devrinde Kaza :
Üçüncüsü -Hulefâ-î Râşidîn Devrinde Yargı:
Emîrü'I-Mü'minim Ömer'den, Abdullah bin Kays'a (Yani, Ebu Musa El-Eş'ârî).
Dördüncüsü -Emevîler Devrinde Yargı:
Beşincisi -Abbasîler Devrinde Yargı:
İkincisi -Yargı Faaliyetine Talip Olmak:
Üçümcü-ü -Hâkimliği Kabul Şart Mıdır? :
Dördüncüsü -Hâkimlik Vazifesinin Verilmesi (Velâyetü'I-Kaza Akdi):
Hâkimlik Çeşitleri Ve Yetkileri
İkincisi -Özel Bir Yerde Genel Yetkili Hâkim:
Yer Ve Mevzu Bakımından Yetki:
Üçüncüsü -Smırli Yetkili Hâkim :
Yargının Unsuklaeı Ve Şartları
Birincisi -Bir Mes'elede Birden Çok
İkincisi -İki Müçtehid Arasında Yargı:
Üçüncüsü -Hâkimin Bilgisi İle Hüküm Vermesi:
Dördüncüsü -İkinci Hâkimin Birinci Hâkimin Kararını Nakzetmesi (Bozması) :
Beşincisi - Hâkimin Hatalı Karar Vermesi:
Yargı Faaliyetine Bağlı Yetkiler
Velâyetü',l-Mez.Âlimje Ait Mes'eleler
Birincisi -Velâyetü'l-Mezâlim'in Tarihçesi:
İkincisi -Velâyetü'I-Mezâlim'in Kullanılması:
Dördüncüsü -Velâyetü'I-Mezâlim'in Yetki Sahası:
Beşincisi -Yargı İle Mezâlim Arasındaki Fark:
1-Maverdî (Velâyetü'l-Mezâlim)'İ Bize Şöyle Açıklıyor:
3-Dr. Muhammeıd Selâm Medkûr :
4-Dr. Süleyman Muhammed Et-Tamavî:
Mezâlim Valisinin Önünde Duruşma
«Muhtesibin, İnsamlaıra Görüşünü Ve İçtihadını Kabul Ettirmesi Caizdir.»
Hisbe İle Yargı Arasındaki Fark:
Birincisi -Hisbenin Yargıya Benzerliği:
İkincisi -Hisbenin Yargıdan Farkı:
Üçüncüsü -Hisbe île Mezâlim Arasındaki Fark:
Birincisi -Birleştikleri Cihetler :
İkincisi -Ayrıldıkları Cihetler :
İkincisi -İnsanlarııa Hakları:
Muhtesibin Vazifelerinin Genel Olarak Tesbiti:
Birincisi -İbâdetleri Murakabe:
İkincisi -Umumî Adabı Murakabe Etmek:
Üçüncüsü -Genel Sağlığı Murakabe:
2-Eşyaların (Cisimlerin) Temizliği:
3- Yiyecek - İçeceklerin Temizliği :
4-Çarşı, Pazajrin Murakabesi :
Beşincisi -Ticarî Muamelelerin Murakabesi:
1-Fâsid (Yasak-Haram) Muameleler:
2-Ücretleri (Fiyatları) Tesbit:
6-Çocuk Terbiyecileırini Murakabe :
Mu'tezile, Emevî devrinin sonlarında ortaya çıkmış bir islâmî gruptur. Daha sonra Abbasîler devrinde müzmin bir mes'ele haline geldi. Bunlara, itikada taalluk eden bazı mes'elelerde Hasan Basri ile ihtilâfa düşen reisleri (Vasil bin Âta) sebebiyle Mu'tezile ismi verilmiştir. Daha sonra Hasan Basri'nin toplantılarını terk etmiş ve Basra'daki mescidde kendisi için ayrı bir toplantı ihdas etmiştir.
Mu'tezile için itimad edilen usûller şunlardır: Tevhid, adalet, vaad, tehdit (vaid) ve kâfir ile müslüman arasındaki yer ve doğruyu tavsiye ve kötülükten sakındırmaktır. İşte Mu'tezile'nin dayandığı beş esas budur. Yaptıkları tefsirlerde Kur'an naslarını kendi görüşlerine tâbi kılmışlar ve mezheplerine aykırı olan hadîsleri reddetmişlerdir.
Bu sebeple âlimler bu yoldaki çalışmaları kabul etmemişler ve onların yaptığı tefsirleri reddetmişlerdir, hatta «İbn-i Teymİye» onları, evvelâ bir görüşe inanmak, sonra da Kur'an'm kelimelerini bu görüşe hamletmek şeklinde tavsif etmiştir.
Önemli kitaplarından, Kadı Abdülcebbar'ın «Tenzihu'I-Kur'an am'l-Matain», Zemahşerî'nin «Eİ-Keşşaf lan hakaiki't-Tenzil ve uyuni'l-Akavil fi cevvihi't-Tevil»'dir.
Tabiî tefsirin bu çeşidi, güvenilmeyen ve kabule şayan olmayan mez-mum tefsir kısmına girer.[1]
Modern asırda, belirttiğimiz (gördüğümüz) eski ekollerden farklı, yeni bir tefsir çeşidi ortaya çıkmıştır. Bu tefsir, Kur'an naslarmm ihtiva ettiği edebî ve sosyal taraflara ehemmiyet vermektedir.
Modern tefsirin metodu, müfessirlerin Kur'an'ı tefsir ederken dayandıkları metoddan farklıdır. Üslûb, takdim ve muhteva bakımından eski metodlardan farklı bir metodu benimsemişlerdir.
Bu modern ekol, başta Ezher Üniversitesi âlimleri olmak üzere, diğer âlimlerin tevcih ettikleri tenkitlerden kurtulamamıştır. Ancak bu ekol, insanların hüsn-ü kabulüne mazhar olmuştur, çünki mânaları sunarken tatbik ettikleri metod, lüzumsuz izahat ve ürkütücü beyanlardan uzak bir şekilde akıllara yakın bir genişliktedir.
Bu ekolün başlıca önderlerinden, Muhammed Abduh, Muhammed Re-şid Rıza ve Muhammed Mustafa El-Merağî sayılabilir.
«Muhammed Hüseyin Ei-Zehebî», Muhammed Afeduh'un tefsir konusundaki metodu hakkında şöyle diyor :
«İmam, Eslıer mensupları arasımda tek başına yeniliğe ve sınır ve geleneklerden kurtulmaya davet eden, ytazılarında ve araştırmalarında hür akimi kullanan bir kimsedir. O, son geçmiş asır âlimlerinin üzerinde donup kaldıkları fikirler ve eskilerin sözleri üzerinde durmamıştır. Bunlarım gerisinde, kendisine, eskilerin fikir ve görüşlerine aykırı görüş ve fikirleri vardır. Âlimler ona kızmış, ancak onun etrafına, onu isteyen ve beğenenlerin kalbleri toplanmıştır.
Bu, aklın hürleşmesidir, bu, eskiye karşı bir başkaldırmadır. Her ikisinin de, üstadın kendisi için benimsediği ve tefsirimde takip ettiği metodunda açık izleri görülür.
Bu, İmamın, kendisine prensip olarak kabul ettiği ve Kur'an'ı tefsirde tatbik ettiği bir tarzdır. Son devir müessirlerinden bir cemaat ona muhaliftir. O, Allah'ın kitabını, insanları, dünya ve âhire t hayatlarında saadetlerinin yer aldığı yere irşad eden (sevkeden) bir din olarak anlamıştır. Çünki ona göre, Kur'an'm en yüksek gayesi budur. Bunun gerisindeki bahisler ona tâbidir veya onu elde etmek için bir vesiledir.» [2]
Buradaki tefsir kavramı, geçen bahislerdeki tefsir kavramından farklıdır. Çünki, geçen bahislerdeki tefsir, Kur'an'm tefsiri, doğuşu, tarihi ve ekollerine münhasır idi; burada ise naslarm tefsirinden bahsedeceğiz. Nas-lar ise, Kur'an'a münhasır olmayıp, Kur'an ve Sünneti birlikte içine alır. İkisinin tefsiri ise, usûl âlimleri tarafından tedvin edilmiş istinbad kâi-delerne uygun olarak kelimelerin mânası ve delâlet ettikleri hükümleri bildirmektir. Buna «Delâlet» veya «İstinbad kaideleri» ismi verilir.
O halde müfessirin vazifesi, Kur'an veya Sünnet olsun, dinî nasları incelemek ve onlardan içtihad yoluyla hükümler çıkarmaktır. Bilindiği gibi, hukukî hükümler «naslar» açık olabildiği gibi, kapalı da olabilir. Birinci halde, hükmün mânasını açıklamaya ihtiyaç yoktur; halbuki ikinci halde, kapalılığı gideren bir beyana mutlaka ihtiyaç vardır.
Tefsirin bu çeşidi nasları anlamak için zarurîdir, çünki bu olmadan nasları anlamak mümkün değildir. Bu tefsirin, kabul edilen bir tefsir ve arzu edilen bir içtihad olduğunda hiç bir âlimin ihtilâfı yoktur.
Yukarıda dedik ki, âlimler nefislerine uygun tefsirden korktukları !Çm, rey ile tefsirden ve sadece akıl ile, müfessirin tefsirinde başvurmaktan kaçınamayacağı temel kaynaklara dayanmadan, dinî hükümleri te'vil çekmiyorlardı. [4]
Tefsir kaideleri İslâm'ın yayılış devrinde, yani sahabe ve tabiin devrinde tedvin edilmiş değildi. Nasları tefsirlerinde, tedvin edilmemiş mah-fuzata, kendilerine dinlerini öğretmek için aralarında yaşayan ve Hz. Peygamber (Sallallahü ALyhi ve Sellem)''in meclislerinde öğrendiklerine dayanıyorlardı. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) aralarında yaşıyor, onlara Kur'an'dan hükümler çıkarıyor ve kavlî, fiilî veya takriri olarak sâdır olan sünnetler yoluyla onlara öğretiyordu. Böylece, kaideler ve prensipler (zevabıt) teşekkül etmiş, bunlar yoluyla ve Kur'an hakkındaki geniş bilgilerini de katarak, Kur'an'm nüzul sebeplerine, dinin hikmetlerine ve bir müfessirin uzak kalamıyacağı diğer hususlar hakkında hükümleri çıkar abilmi şlerdir.
Ancak durumlar değişti, İslâm dünyasında yeni hadiseler cereyan etti, Kur'an ve Sünnet hizmetinde çalışan âlimler yetişti, İslâm Hukuku gelişti, İslâm toplumu büyüdü, problemler çoğaldı, hâkimler ve müçtehit-ler bilmedikleri mes'elelerle karşı karşıya geldiler. Bunun neticesi olarak içtihat gelişti. Ve hukukun bu gelişmesine paralel olarak, benzer bir gelişmenin hukuk usulünde (hukuk metedolojisinde) ve kaidelerinde de görülmesi, hüküm çıkarma işini disiplin altına almak ve müçtehitlerin içtihatlarında başvuracakları müdevven kaideler koyarak tefsir metodlarım belirlemek için zorunlu oldu.
Bunu ilk defa yapan «İmam Şafiî»'dir. O, hadîs bilenlerden fıkıh öğrenmiş, hadîs imamı Mâlik bin Enes (Radiyallahu anlı) 'e talebe olmuştur. Daha sonra bu metoda, rey ehlinin metodunu da katarak ve Ebu Hanife'-nin talebesi İmam Muhammed îbn-i Hasan ile temas kurmuş ve ondan ilim öğrenmiştir.
Bu suretle İmam Şafiî, hadîs ehli ile rey ehli arasında bağ kurmuş, istinbad kaidelerine sıkı sıkıya bağlı kalarak hukukî araştırmalara yeni bir istikamet vermiştir. İlk defa Usulü'l-Fıkıh hakkında bir kitap yazmış, burada hukukun kaynakları, içtihad kaideleri, hâs, âm, nâsih, mensuh, emir, nehiy ve Usul-ü Fıkıh mevzuuna giren diğer hususlara temas etmiştir.
Daha sonra iki ana metod doğmuştur:
Birincisi: Usûl kaidelerini koymak ve onu, ona bağlı yan mes'elelerle sınırlamadan, ortaya çıkarmak, sonra da bu kaideleri yan mes'elelere tatbik etmek. Bu metoda «Tarikatu'l-Mütekellimîn» (Kelâm ilimcilerinin metodu) ismi verilir.
İkincisi: Küllî kaidelerdeki teferruat hükümlerinin esaslarına dayanmak, evvelâ fer'i hükümleri getirmek ve sağlam bir şekilde esaslarını koymak, sonra da ondan kaideler çıkarmak. Evvelâ fer'i kaideler, sonra ana kaideler, yani birinci metodun aksi. Bu metoda «Hanefi Ulemasının metodu» ismi verilir. Bu sebeple Hanefi mezhebindeki âlimler evvelâ usûl kaidelerini belirtir, daha sonra şöyle derler: «Buna ashabımızı!» füruatı delâlet eder.» [5]
Muhterem Prof. Ali Hasibullah şöyle diyor: «Bu konuda onlar için iki yol (metod) vardı:[6]
Bu, kaideleri mantıkî olarak gerçekleştirmek, onu destekleyen laklî ve naklî delilleri (burhanları) tesbit etmek. Bu esnada bir mezheb imamına bağlanmamak ve ondan, fürüatîan bir hususta rivayet edilen söze hüküm değeri vermemek. Bu mihver etrafında, Ebu Hâmid El-Gazzalî (İrtihali, hicrî: 505), kitabı «El-Mustas£a»; Fahru'd-din Muhammed bin Ömer El-Razi (İrtihali, hicrî: 606), kitabı «El-Mahsul» ve Ebu'l-Hasan El-Âmedî, kitabı «El-İhkâm»'da ve birçok Şafiî âlimi usûlcüleri faaliyet göstermişlerdir. [7]
Bu, imamlardan füruatdan nakledilenlerin ışığı altında kaideleri tatbik etmektir. Şayet bazı füruat mes'elelerinde uygun bir kaide bulamazlarsa, onda tasarruf ediyorlar, o mes'eleyi, dar değil, geniş olarak tatbik ediyorlardı. Sanki onlar, imamlarından füruat mes'elelerinde nakledilenlere, imamlarının üzerine bina ettiği usûlleri tesbit ediyorlardı.
Bu sebeple kitaplarında teferruat çoktur. Bu esas (mihver) etrafında onlardan birçoğu kitap telif etmiştir: Fahru'l-İslâm bin Muhammed EI-Bezdevî, (irtihali, hicrî: 483), kitabı «Usûl» ve Abdullah bin Muhammed El-Nesefî (irtihali, hicrî: 790), kitabı, «S
3-iki tarafı bağdaştıran âlimler kaidelerin tatbikine ve bunlar hakkındaki delilleri ikame etmeye itina gösterdikleri gibi, bunlarla fıkhı teferruatı bağlamaya da gayret etmişlerdir. [8]
Bu metoda uygun olarak eser yazan önemli kişilerden «Sadru'ş-Şeria Abdullah bin Mes'ud El-Buharî «Tenkihu'I-UsÛl» adlı kitabında, «Tacu'd-üın El-Stibkî Eş-Şafiî», «Cem'ul-Cevaınî'» adlı kitabında ve «Kemal bin Humam», «Et-Tahrir» adlı kitabında ve bunlardan sonra gelen Es-Şâti-bınm «El-Muvafakat»'ı sayılabilir. [9]
Usûl âlimleri tefsir kaidelerinden ve istinbat metodlarından bahsetmişler ve kelimenin mâna ile ilgisi ve ona bağlı ve onun delâlet ettiği hususlara ehemmiyet vermişlerdir. Bu mevzu etrafındaki taksimatlarında esas olarak dört kısım vermişlerdir. Bu kısımlar şunlardır:[10]
Birincisi Âm (Genel) ve Hâs (Özel) hallerde kelimenin ( mânaya delâleti (işareti) :
Usûl âlimleri, genel ve özel olma bakımından kelimeleri ikiye ayırıyorlar : [11]
Özel, sadece bir hususa (teferrüd) delâlet (işaret) eden kelimeye denir. Misal: Filân şu işte ihtisas sahibi oldu, sadece bir hususa gayret ettiği için ihtisas yaptı.
Usûl âlimlerine göre her kelime bir mâna ortaya koyar: Bir tek şahıs olarak, Mahmud gibi veya bir nevi olarak, erkek gibi veya cins, hayvan gibi, belli bir mânası vardır.
Özel delâlet, delâlet ettiği şeyde kafidir, ancak delil olduğu takdirde, başka bir mâna için kullanılır. Çünki, özel kelime sayılar ve doğrudan doğruya işaret ettiği sarih kelimelerdir. Şu Âyet bir misal teşkil eder :
«Üç gün Oruç.» [12]
Ve şu Âyetteki yüz kelimesi gibi:
«Zina eden kadınla zina eden erkekten herbirîne yüzer vurunuz.»[13]
Şu Âyetteki seksen kelimesi gibi: dört şahid getirmeyen kimseler (in herbirine) de seksen değnek vurun.» [14] [15]
Genel kelimesi, hasretme dışında, şümul ve istiğrak yolunda çoğunluğa işaret eden bir kelimedir. Genel kelimesi şümul için kullanılır. Genel kelimesi mutlaktan ayrıdır. Genel, şümule giden yolda efradın her bir ferdi için kullanılır; halbuki mutlak ise, şüyu bulmuş bir fert veya fertler için kullanılır.
Genel ve şümule işaret eden çok kelimeler vardır. Bir cinsin fertlerini bildiren kelime gibi, veya şart isimleri, soru isimleri (ism-i istifham), ism-i mevsul, siyak-ı nef'îde nekre, genel vasıflı vasfedilen nekre' ve ona ilâve edilen «Kül ve cemi» gibi.
Usûl âlimlerinin kahir ekseriyetinde, genel delâlet bütün fertleri için zannîdir. Çünki, çoğu defa genelden maksat, topluluğun bazı parçalarıdır. Buna karşılık Hanefî âlimleri karşı görüştedirler; onlar derler ki, efradına genel delâlet, bu genellikten bazılarının çıktığına delil olmadığı müddetçe, kat'îdir.
Bazen genelin, parçalarının bir kısmına münhasır olması caizdir. Kelimenin, istisna, sıfat, şart ve gaye gibi muttasıl kasra veya munfasil kasra işaret etmesi arasında fark yoktur. Bu noktalar usûl kitaplarında mufassal bir şekilde belirtilmiştir. [16]
İkincisi -Gizli ve açık halde belli bir mânaya işaret eden kelime:
Usûl âlimleri, gizlilik ve açıklık bakımından kelimeyi ikiye ayırmaktadırlar :
1-Açık işaret (Zahir delâlet) :
Açıklık, mevzu dışına çıkmadan sigasmdaki mânaya işaret eden kelimedir. Bunun da kısımları vardır :
2-Açıklık: Bu, bizzat sığasından kastedilen mânaya işaret eden yoksa, tefsir ve te'vile ihtimaliyle beraber, sözün sevkedildiği asıl mak-sad kastedilmez. Şu âyet buna misaldir:[17]
«Halbuki Allah, alış verişi helâl, ribâyı (fâİzi) haram kılmıştır.» [18]
Bu âyet, alım-satım ile faizi ayırmak için gelmiştir. Bunun yanında, âyet faizin haram ve alını-satımm yasaklanmadığına işaret ediyor.
B- Nâs: Bu, te'vile muhtemel olmakla beraber, bizzat sigasının işaret ettiği, siyakından çıkan mahsur olan mânadır. Nas ile amel gerektiği gibi, açıklık ile de amel gerekir, tâ ki3 delil tefsirine, te'viline ve neshine işaret etsin.
C- Mufessir: Bu, te'vil ihtimali olmaksızın, doğrudan doğruya işaretle, mânasına işaret eden kelimedir.
Şu âyet buna misaldir:
«Namuslu ve hür kacîsnlara (zînâ isnadıyla) iftira atan, sonra (bu bab-da) dört şahîd getirmeyen kimseler (İn herbirine) de seksen değnek vurun.» [19]
Bu, te'vil ihtimali olmayan açık bir hükümdür.
D- Muhkem: Bu, mânasına açık bir şekilde işaret eden kelimedir, te'vil, tefsir ve nesh kabul etmez.
Şu âyet buna misaldir:
«Allah her şeyi hakkıyle bilendir.» [20]
Çünki, bu nasdan istifade edilen hüküm, te'vil kabul etmeyen, dinin kaidelerinden temel bir hükümdür. Bunun içine, akide ve iman prensiplerine giren her şey dahildir.
Bu dört kısımdan her kısımda, kuvvet bakımından farklı olmakla beraber, amel gerekir. Çatışma halinde daha kuvvetli olan tercih edilir. Muhkem müfessire, mufessir nas'a ve nas açıklığa tercih edilir. [21]
Gizlilik, kendisinden maksut olan şeye sigasmda işaret etmeyen kelimedir. Ondan maksut olan şeyi anlamak için dış bir müdahaleye muhtaçtır.[22]
A-Gizlilik: Bu,, mânasına açık şekilde işaret eden kelimedir, ancak mânası, araştırma ve içtihat nev'inden bazı kelimelere uygun olmaya muhtaçtır. Meselâ, Kur'an'da bulunan hırsız kelimesi ve onun ifade ettiği mânaya intibak derecesi gibi. Aynı şekilde, mânası hırsız mânasına yakın olan neşşal (cüzdan hırsızı) ve nebbaş (mezar soyucu, kefen soyucu) kelimesi gibi. Ancak aralarında küçük bir fark vardır ve binne-tice acaba hırsızın hükmü diğer ikisine de tatbik edilecek mi, edilemeyecek mi? Bu gizliliği içtihat yoluyla gidermek mümkündür. [23]
B-Müşkil: Bu, kendi mânasına işaretini gizleyen kelimedir. Bu kapalılığı, ondan maksadı belirten dış bir karine yoluyla gidermek mümkündür. Meselâ, şu âyetteki «kar'u» kelimesi gibi:
«Boşanmış kadmlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti
beklerler (beklesinler).» [24]
Şafiî mezhebine göre, «kar'u» «temizlik» demektir, Hanefî mezhebine göre ise «hayız» demektir. [25]
C-Mücmel: Bu, işaretini bizzat kendi mânasında gizleyen kelimedir. Bu kelimeden çıkan bir açıklama (beyan) dışında, bu gizliliği giderme imkânı yoktur. Bu çeşit içine, kanun koyucunun (sâri') lügat mânasından şer'î mânasına naklettiği bütün kelimeler girer. Namaz (Salât), Zekât, Oruç (Savm), Hac ve Faiz (Riba) gibi. [26]
D-Müteşâbin: Bu, kendi mânasına delâletini gizleyen kelimedir. Onun işaret ettiği mânayı belirten dış bir karine yoktur, Bu çeşidin içine, Allah'ın zâtma ait naslar, sûrelerin baslarında mukattaatm mânası, bizzat Allah'ın yaratmasına ve ona ait vecihlerdeki teşbihler girer. Şu âyet buna misaldir: [27]
Müteşablh âyetlerden insanların menfaatlerine taalluk eden ahkâm âyeti mevcut değildir. Bu kısım, onları ilgilendirmeyen ve belirttiğimiz hususlara münhasırdır.
Müteşabih, gizlilik çeşidinin en şiddetlisi sayılır. Bu sebeple selef, Allah'a lâyık olmayan herşeyden onu tenzih etmekle beraber, bunların te'-vili işini Allah'a bırakmıştır. [29]
Usûl âlimleri, kelimelerin ahkâma işaret metodlan (yolları) bahsinde teferruatıyla durmuşlardır. Çünki, bu mevzu, nasları tefsir mevzularından önemli bir mevzudur. Çünki, şer'î nas veya beşerî hukuk nassı olsun, hukukî naslar, ancak temellerin ve kelimelerin, ondan çıkarılan hükme delâlet (işaret) kaidelerinin incelenmesinden sonra, muhtevalı ve geniş bir tefsiri anlaşılabilir. Tabiî, hukuk naslarmdan çıkarılan hüküm, sadece nas-sın doğrudan doğruya delâlet ettiği şeye münhasır kabul edilemez; bunun içine, nassın dolaylı yol ile (olarak) işaret edebildiği şey de dahildir: İşarete ve diğerlerine delâlet gibi.
Usûlcülerin metodu, kelimelerin ahkâma delâlet etme yollarını araş-tırmalarındaki metoddan farklıdır. Bu farklılık iki ana metoda bağlanabilir : [30]
Hanefî mezhebi kitaplarına bakacak olursak, onların kelimelerin ahkâma delâlet yollarını dört kısma ayırdıklarını görürüz.[31]
Buna «İbarenin delâleti» de denilir. Bu, kelimenin, ondan anlaşılan mânaya delâletidir, bu, söze asaleten veya tebean bağlı olan mânadır.
Serahsî şöyle diyor:
«İbaredeki kesinlik, siyakın kendisi için mevcut olduğu şeydir. Nassîn ilıtiva ettiği açık mâna teemmülden önce bilinir.» [32]
Kelimeyi irad etmekten esas maksat olma bakımından asaleten, ya da, ibarenin delâlet zımnına girmesi bakımında tebean, sözün siyakı arasındaki hükmünde fark yoktur.
Allah şöyle buyuruyor:
«Eğer yetim kızlar hakkında (adaleti yerine getiremiyeceğinİzden) kor-karsanız sfzİn için helâl olan (diğer) kadınlardan, ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Şâyef (bu suretle de} adalet yapamıyacağınızdan endişe ederseniz, o zaman bir (dâne ile) iktifa edin.» [33]
Bu âyet, ibaresiyle birden çok mânaya gelmektedir: Evlenmenin helâl olduğu (ibahe), birden çok kadın almanın caiz olduğu, adalet yapılamama halinde bir tanede kalmanın gerekli olduğu. Bütün bu hükümler, asaleten veya tebean siyakına ait olsun, nassın ibaresinden çıkarılan hükümlerdir. [34]
Buna «işaretin delâleti» de denilir. Bu, kelimenin, maksut olmayan mânaya işaretidir. Ancak, kelimenin ifadesinin belirttiği hükme bağlıdır. İbare ile hükmün sabit olması ile, işaret ile sabit hüküm arasında fark, birincisinde nas maksut olan şekilde bir mânaya kavuşturulmuştur; halbuki, işaret maksut değildir, fakat hükmün lâzımıdır. Hüküm çıkarılmada teemmüle muhtaçtır.
Allah şöyle buyuruyor:
«Kendileri ile temas etmediğiniz, yahut kendilerine bir mehir ta'yin ey-İçmediğiniz kadınları boşamissanız, (bunda) üzerinize vebal yoktur.» [35]
Bu nas ibaresiyle boşamanın zifafa girmeden evvel ve mehir verdikten sonra caiz olduğuna işaret etmiştir. Bu nassı irad etmekten aslî mak-sad budur. Ayrıca işaret yoluyla, sağlam bir mehir takdir edilmeden de evlenme akdinin tamam olduğuna işaret yoluyla delâlet etmektedir.
Allah bir diğer âyette şöyle buyuruyor:
«Oruç (günlerinizin) gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak helâl edildi.» [36]
Bu nas, ibare yoluyla gece içinde herhangi bir anda eşlerin birleşmesinin (cima) caiz olduğuna işaret ediyor, bu nassı şevkten maksat budur. Ve işaret yoluyla, üzerine güneş doğan ve cünüp olan şahsın orucunun sahih olduğuna delâlet etmektedir. [37]
Buna «delâletül-delâlet» denir. Bu, kelimenin ifade edilen sabit hükme, ifade, edilmeyen yoluyla, illetteki iştiraki sebebiyle delâleti olup, hükümden kastedilen budur. Üzerinde düşünmeye ve içtihada ihtiyacı yoktur.
Şâfiîler buna «Mefhumü'l-muvafaka» ismi verirler. Çünki, hakkında bir şey söylenilmeyen, sükût edilen hüküm, ifade edilen hükme uygundur. Bazıları buna «birinci derecede kıyas» veya «açık kıyas» ismini veriyorlar.
Bu çeşit «nassın delâleti» diye isimlendirilir. Çünki, nasdan çıkarılan hüküm, ondan doğrudan doğruya çıkarılmıyor, içtihada ihtiyaç olmadan, nassm medlulünden çıkarılmaktadır.
Allah şöyle buyuruyor:
«Âna ve babaya iyi muamele edin, diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her İkisi senin nezdinde ihtiyarlığa ererîerse, onlara öf!" bile deme.» [38]
Bu nasdan açıkça anlaşılan «öf» kelimesinin yasaklandığıdır. Çünki, bu kelimede anne-babaya eziyet ve üzüntü mânası vardır. Aynı zamanda hatıra gelen anne-babayı dövmek ve onlara hakaret etmenin, her ikisinin de eziyet olması sebebiyle, yasaklandığıdır. [39]
Buna, «iktizanın delâleti» ismi verilir. Bu, bir sözün sükût geçilen bir işe, bu sözün doğruluğunun ona bağlı olduğu ve mânasının ancak onunla isabetli olacağına delâlet eder. -
Bu Üç çeşittir :
Sözün doğruluğunun takdiri vâcib değildir.
Hz. Peygamber (SaUalîahü Aleyhi ve Setîem) şöyle buyuruyor:
«Aüah ümmetimden, hatayı, unutmayı ve korkuyu kaldsrmsştir.»
Hata ve unutma, vukuu muhal olan ve hatıra gelmeme ihtimalinde kaldırılmıştır. Söz, ancak gizli olan (mahzuf) şeyin takdiri ile tarh olarak anlaşılabilir. Ve söz hatanın günahı ve hükmünü ortadan kaldırır.
-Sözün sıhhatini takdir aklen vâcib değildir.
«Aralarında geldiğimiz kervana da sor.» [40]
Şayet söz, ancak mahzufun takdiri iie sıhhatli olacaksa, (âyet şöyle anlaşılır) : «Köy halkına sor.»
-Şer'an kelâmın sıhhati için takdiri şart değildir. Bir şahsın diğer bir şahsa şu sözü gibi: «Köleni bine (bin dinara) azat ediyorum.» Bu söz sıhhatli değildir, çünki köle, ancak sahibi tarafından azat edilebilir. Bu söz, tıpkı şöyle söylenmiş gibidir:
«Köleni bana bin'e sat, sonra ben onu azat edeceğim.»[41]
Mütekellimînin veya Şâfiîlerin delâlet usûlleri hakkında metod-ları, bahsettiğimiz Hanefî âlimlerinin metodlarmdan farklıdır.
Arabça bir kelimenin, bir hükme delâletine ait mütekellimînin dayandığı metod iki kısma ayrılır:[42]
Bu, kelimenin, sözde zikredilen ve üzerinde konuşulan hükme delâletidir, mutabakat halinde veya teyid ederek, ya da iltizam ederek olabilir. Bu delâlet ya sarih, ya da zımnî (sarih olmayan) olabilir.
Sarih delâlet, Allah'ın şu âyetinde:
«Halbuki, Allah, alış verişi helâl, ribâyı (faizi) haram kılmıştır.» [43]olduğu gibi, alım-satımın helâl, faizin haram olduğuna delâleti gibidir. Çünki nas, doğrudan doğruya buna delâlet etmektedir.
Zımnî delâlet ise, kelimenin iltizam yoluyla bir hükme delâletidir. Yâni, kelime doğrudan doğruya bir hükme delâlet etmiyor, bunun üzerine mütekellim için bir mânanın maksut olup olmamasına göre ayrılıyor. Metnin delâletini dört şekilde taksim edebiliriz:
A- Metnin sarih delâleti: Bu, kelimenin, mutabakat veya tesanüt (destek) yoluyla bir hükme delâleti olup, Hanefîlerce kabul edilmiştir (ibaretu'n-Nas).
B- Delâletü'l-İktiza : Bu, kelimenin, mütekellim için lâzım~ı _ maksut olana, kelâmın doğruluğu ve aklen ve ger'an kabulüne bağlı olarak, delâletidir. Delâletü'l-İktizanm misallerini zikretmiştik. Şu âyet gibi :
«Araiarınaa geldiğiniz kervana da sor.» [44]
Yani, köy halkına sor.
Hz. Peygamber (Salltllahü Aleyhi ve Sellem)'m şu sözü de misaldir:.
«Allah ümmetimden hatayı, unutmayı ve korkuyu kaldırmıştır.»
Yani, hata ve unutma sebebiyle ortaya çıkan günahı kaldırmıştır.
C- Delâletü'1-îmâ : Bu, kelimenin, mütekellimîn için lâzım-ı maksut olana, kelâmın doğruluğu, aklen ve şer'an kabulüne bağlı olmayarak, delâletidir : Sanki, hüküm, illet olmasa ihtiram makbul olmayacakmış gibi bir vasıf ile ihtiram edilmiş olmaktadır. Şu âyetteki:
«Erkek hırsızla kadın hirsızm o irtîkâb ettiklerine bir karşılık ve ceza ve.Allah'tan (insanlara) ibret verici bir ukubet olmak üzere-ellerini kesin.» [45]
Hırsızlık el kesimi için illettir. Hz. Peygamber (Sallalkıhü Aleyhi ve Seîlemyin şu hadîsi de misaldir:
«Kim ölü bir toprağı ihya ederse, toprak onun olur.»
Burada, ihya etmenin, mülkiyet sebebi olduğuna imâ ile delâlet vardır.
D- Delâletü'l-İşare : Bu, kelimenin, mütekellim için maksüd olmayan lâzıma delâletidir. Fakat, nassin mânası için lâzımdır. Şu âyet buna bir misaldir:
«Onun bu taşınması ile sütten kesilmesi (müddeti) otuz aydır.» [46]
Şu âyet de bir misal teşkil eder :
«Sütten ayrılması 6a iki yıl (sürmüştür).» [47]
Burada hamileliğin asgarî müddetinin altı ay olduğuna delâlet vardır.[48]
Delâletü'l-Mefhum ikiye ayrılır:[49]
Bu, konuşulan hükmün, meskût geçilen şeye, içtihada ihtiyaç kalmadan, mücerret lisan bilgisi ile, uygun bularak veya reddederek kelimenin delâletidir.
Buna Hanefî âlimlerince «delâletü'n-Nâs» ismi verilir.
Şu âyet buna misaldir:
«Eğer onlardan biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa arerlerse onlara "öf!" (bile) deme.» [50]
Bu nass, eziyet ve üzüntülerine sebep olduğu için, ebeveynin dövülmesi ve onlara hakareti de içine alır. Allah'ın onlara söylenilmesini yasakladığı aynı illet, bu halde de söz konusudur. Çünki, bütün bu tasarruflar (davranışlar) ebeveyn için kötüdür.[51]
Bu, kelimenin, meskût geçilen hükmün sübûtuna, hükümdeki muteber sınırlardan bir sınırın olmadığına metnin delâlet etmesi sebebiyle, delâletidir. Şu kısımları vardır :
Meihumu's-Sifa: Bu, sınırlı hükmün mütenakız olmasının, kendisinden bu sıfatı nez'eden (kaldıran) bir sıfat ile sübutudur.
Bu âyet bir misal teşkil eder:
«Sizden kim hür ve güc yetiştiremezse, o halde rinizden (alsın).» [52] müslüman kadınları nikâhla alacak bir
Bu âyet, metni ile, müslümanm, şayet hür kimselerle evlenmeye gücü yetmiyorsa, mü'min olan cariyelerle evlenebileceğine işaret (delâlet) ediyor. Mefhum-u muhalifi ile, onun kâfir câriye ile evlenmesinin haram olduğuna delâlet ediyor.
Mefhumu'ş-Şart: Bu, mütenakız hükmün, bu şartın olmaması halinde bir şart ile bağlı olmasının sübûtudur.
Su âvet buna misaldir:
«Eğer onlar yüklü iseler, yüklerini koyuncaya kadar nafakalarını verin. Eğer (kendÜerİnden olan evlâdlannızı) sizin faidelerinize emziHrlerse, onlara ücretlerini verin.» [53]
Bu âyet metni ile, iki talâk ile boşanmış kadının, şayet boşandığı sırada hamile idiyse, nafaka hakkı olduğuna delâlet etmektedir. Mefhum-u muhalifi ile de, üç talâk ile boşanmış bir kadının, şayet boşandığı sırada hamile değil idiyse, hükmün bağlı olduğu şart bulunmadığından, nafaka hakkının olmadığına delâlet etmektedir.
Bu konuda usûl âlimlerinin zikrettiği diğer bazı sınırlar daha vardır : Lâkab, hasr, gaye, âdet gibi ve mefhum-u muhalife dayanarak, sabit bir hükmün mütenakız olduğunu isbat eden diğer sınırlar. [54]
İslâm Hukukunun kaynakları ikiye ayrılır:
Birincisi -Sabit kaynaklar: Bunlar Kur'an ve Sünnetdir. Kur'an ve Sünnet yolundan saparak, sabit hükümlere muhalefet hiç bir şekilde mümkün değildir. İslâm Hukukunun aslî kaynakları işte bunlardır.
İkincisi -İçtihat kaynakları: İçtihat kaynakları kelimesi, sabit nas-ları anlamada yapılan içtihat veya sabit naslar dışındaki metinlerde içtihat yoluyla ortaya çıkan sabit hükümler hakkında kullanılır.
Sabit naslardan elde edilmiş sabit ahkâm iki kısma ayrılır:
1- Kat' (kesinlik) yoluyla naslardan çıkarılmış hükümler: Belirttiğimiz tefsir kaidelerine uygun olarak nassm doğrudan doğruya delâlet etmesinde olduğu gibi. Bu hükümler bağlayıcıdır.
2- İçtihat ve zan yoluyla naslardan çıkarılmış hükümler. Bunlar delâlet yoluyla naslardan çıkarılmış ahkâmlardır. İçtihadı hükümler olduklarından, bu hükümler kat'î sayılmazlar. O halde her müçtehit, yerleşmiş içtihat kaidelerine uygun olarak, nassı anlamada, içtihadının kendisini götürdüğü tarzda içtihat edebilir.[55]
Lügat mânasında içtihat, bir işi gerçekleştirmek uğruna sarfedüen gayrete işaret eder. Usûl mânasında içtihad ise, hukukçunun, delilinden hüküm çıkarma uğrundaki aklî gayret sarfıdır.
Bilindiği gibi, hukukî hükümler, kendisinden doğrudan doğruya maksat olan hükme işaret edebilir. Bu halde, içtihada yer yoktur. Hukukî hükümler, dolaylı olarak başka bir hükme de işaret edebilirler. Bu takdirde, müçtehit içtihadına dayanır. Bu sebeple, semavî olsun, beşerî olsun, hukukî hükümlerde içtihada dayanmak kaçınılmazdır.
Roma devrine bakacak olursak, Romalı hukukçuların, cumhuriyet devrinde hukukun kaynaklarından biri olarak içtihada dayandıklarını görürüz. Daha sonra İmparatorluk devrinde, imparatorlar içtihadı kendilerine münhasır kılmak istediklerinden, içtihadın hukukî değeri azalmıştır.
Modern asırda, 19. asır içinde hâkim olan geleneksel ekol, hukukî hükümlere taalluk eden her türlü resmî müdevven kanuna dayanıyordu. Hatta Paris Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. «Blonde», 1841 yılında manevî ve siyasî ilimler sahasına ait raporunda, o zamanda hukukî hükümlerin tek kaynağının sadece kanun olduğunu açıkça belirtmişti. Zaruret halinde, istedikleri mes'eleleri, mantıkî kıyas yoluyla, bu mantıkî kıyas, adalet ve nasafet kaideleri dışına çıkmaya sebep olsa da, mukaddenıeler ve neticeleri ortaya çıkararak kanuna yüklüyorlardı.[56]
Ancak bu'ekol (medrese), bir nassın dış görünüşüne itimat edip dayanması sebebiyle, dağılmağa başladı ve aklî ekol ile mevcut sosyal şartlara uygun olarak nasların tefsirine dayanan tarihî ekol doğdu. Ancak nasların tefsirine girmiş ve kanundan olmayan şeyleri onun içine ithal etmiştir.
Bu ekol, Fransız hukukçusu «François Gene» tarafından ileri sürülen ve kanun yanında ve kanundan az değeri olan diğer bazı kaynakları kabul eden modern nazariyeler önünde tutunamamıştır. Romalılar da bir hukuk kaynağı olarak içtihadı kabul etmişlerdi. [57]
Dr. Devfctlibî şerhinde bu mevzu hakkında şunları söylüyor:
«Belirtilenler iki metodu bize öğretmiştir: Modern Hukukdaki geleneksel ve aklî ekol; her ikisi de, içtihadı, hukukun kaynaklarından müstakil bir kaynak olarak ileri sürmezler. Bu sebeple her ikisi de, ondan, ancak, ya kanun hükümlerine hamletme ve muteber olarak ondan çıkması, ya da, müstakil ve modern sosyal menfaat (maslahat) fikrine dayanması halinde, bir şey kabul ederler. Bu, bu asrın başında, Prof. «Fran-çois Gene»'nin, toplumun menfaatini himaye için kanunun yanında hukukî bir kaynak ikame gayesiyle ve toplumun menfaatlerindeki yenilenmeye tâbi olarak yasama seviyesiyle devam etmeye teşvik ve bu yolda uyandırmak arzusundan hareketle iîeri sürdüğü üçüncü metodun gereklerindendir.
Görüyorsunuz ki, İslâm Hukuku, bugün toplumun menfaatini korumak ve hukuk seviyesini yükseltmek için toplumun zaruretlerinden biri olarak kabul edilen hu son merhaleyi çoktan katetmiştir. Ve 14 asırdan-beri içtihadı, Kur'an'ın nasları yanında hukuk kaynaklarından bir kaynak olarak kabul etmiştir...» [58]
İslâm Hukukunda içtihadın tarihi Hz. Peygamber (Sallaîhhü Aleyhi ve Sellem, devrine kadar uzanır. Çünki (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem), hakkında henüz Ailah'dan bir vahiy inmemiş ve kendisine sunulan çok mes'elelerde içtihat yapıyordu.
1-Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) devrinde içtihat:
Âlimler, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihadı mevzuunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bilindiği gibi, Allah Kur'an'ı Peygamberine (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) indirmiş ve ona, onu insanlara bildirmesini ve aralarında onunla hükmetmesini emretmiştir.
Buna dayanarak, Kur'an'da mevcut hükümler hakkında, Kur'an'da hüküm bulunması sebebiyle, içtihada yer yoktur. Ama acaba, hakkında Kur'an nazil olmayan hükümler hakkında Peygamber içtihat yapabilir mi?
Burada, Hz. Peygamber (SailalkıhüA ieyhi ve Sellem} 'den sâdır olan içtihatları ikiye ayırabiliriz :[59]
Bu içtihatlar, Kur'an'da mevcut hukukî hükümler kısmına girer ve özet olarak açıklama, mutlakı sınırlama ve geneli özelleştirmeyi içine alır. Bu grup içtihatlara misal şu hadîsler verilebilir :
«Bir kadını amcası, dayısı, erkek kardeşinin oğlu, kız kardeşinin oğluna nikahlamayınız (onunla evİendirmeyİniz). Şayet böyle yaparsanız, akrabalığınızı koparırsınız.»
Bir diğer hadîs de şudur:
«Neseben yasak olan, süt emzirme bakımından da yasaktır.»
«Katil, mirasçı olamaz veya varise vasiyet yapılmaz.»
İçtihadın bu çeşidi, Kur'an'daki hükümlerin beyanı için olup, sıhhati (doğru olduğu) isbat edildiği takdirde, değeri Kur'an seviyesindedir.[60]
Bu içtihatlar, ıstılah mânasında içtihat mefhumuna girer (dahijdir). Yani, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir görüşe varmak için, aklını ve gayretini kullanmaktadır. Bu gibi durumlarda çoğu defa ashabı ile istişare eder, onların görüşünü alır ve maslahatı gerçekleştirecek münasip neticeyi söylerdi. Halbuki birinci çeşit içtihatta, ashabının istişaresine ihtiyacı yoktu.
Bu sebeple Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
«Ben aranızda hakkında vahy nazil olmamış mevzularda, görüş (rey) ile hükmederim.»
Çoğu defa bundan sonra bu içtihadı kabul eden veya etmeyen vahy nazil olurdu. Bu içtihadın içine, Bedir esirleri için fidye kabul ederken yaptığı içtihad girer. Allah onları şu sözlerle azarlamıştı:
«Hiç bir peygamberin yeryüzünde ağır bassp (harb edip) zaferler ka-zanıncaya kadar (muharib düşmandan) esirler alması (vaakî1) olmamıştır.» [61]
Aynı şekilde, müşriklerin liderleri, İbn-i Ümm-ü Mektum'dan tama-an yüz çevirdikleri zaman, istimale (ona meylettirmek) için yapmıştır. Allah şu âyetle onları azarlamıştır :
«Yüzünü ekşitip çevirdi, kendisine o a'maa geldi dİye.»[62]
Ve Mekke'nin Seyyidini iz'aç etmelerini nehyetmiş ve şevkini kırmamalarını söylemiştir. Abbas, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem.) 'e şöyle demiştir :
«Sakın azhar olmasın.»
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona şöyle cevap vermiştir:
«Sadece azhar olacak.»
Bununla beraber biz Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyia içtihadında âlimlerin ikiye ayrıldığını görüyoruz :
1-Eş'arîler ve birçok Mu'tezile, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihat yapamayacağı görüşündedirler. Çünki, ondan sâdır olan fiiller ve sözler şu âyet gereğince hata kabul etmezler:
«Kendi (re'y-ü) nevasından söylemez O; O kendisine (Allah'tan) İîkaa edilegelen bir vahy d en başkası değildir. [63]İçtihat ise hatalı veya isabetli olabilir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in ise, hatalı olması imkânsız olan vahye dayandığı için, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihada başvurması caiz değildir.
Buna ilâve olarak Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), kendisine sunulan birçok mes'elelerde vahiy beklerdi. Bunun misallerinden biri şudur: Sâd bin Er-Rabi'nin iki oğlunun miras mes'elesinde, çocukların annesi Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e gelmiş, çocukların amcasının çocukların babasının bıraktığı mirastan hisse aldığını söyleyerek şikâyet etmiştir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle demiştir :
«Bu mes'elede Allah hüküm versin.»
Bundan sonra şu âyet nazil olmuştur:
«Allah sîze (miras hükümlerini şöylece) tavsiye (ve emr) eder: Evlâd-lannız hakkında (ki hüküm) erkeğe iki dişinin payı mikdarrdır.» [64]
2-Usûl âlimlerinin büyük çoğunluğu Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in, insanlar arasında tatbik edilme gerekliliğini bildiren âyetler umumî oldukları için, Allah'ın istediği doğru şekilde tatbik için içtihad yapabileceği görüşündedirler. İçtihad, kusursuz hareket ettiği söylenemeyen müçtehid için caiz olduğuna göre, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) için evleviyetle caizdir. [65]
Gazzali, «EI-Mustasfa» isimli kitabında Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihadı mes'elesi hakkında hukukçuların nakledilen görüşleri hakkında şöyle diyor :
«Gerçek olanı halk söylemiştir, diğerleri inkâr etmiştir. Geriye üçüncü grup kalıyor, en doğrusu odur. O, onun hakkımda kat'î bir delil getirilmemiştir.» [66]
Bundan sonra âlimlerin bu konudaki görüşlerini zikretmektedir.
Muhterem müellif Abdülcelü İsa Ehu Nasır, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihad yapması konusunda bir risale telif etmiş ve orada, taraftarlar ile karşı çıkanların kanaatlarmı zikretmiş, daha sonra da Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'-'den sâdır olan kavlî, fiilî ve ikrar tarzındaki içtihad çeşitlerini anlatmıştır. [67]
Sahabelerin içtihad yaptığında hiç bir âlim farklı düşünmemektedir. Bilindiği gibi, sahabeler Hz. Peygamber (Saltallahü Aleyhi ve Sellem) 'in hayatında içtihad yapıyorlardı, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de onları teşvik ediyor, sahabeler yaptıkları içtihadın Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e arz ediyorlar, şayet kabul ederse, bu takriri sünnet oluyordu.
Haris bin Ömer, şu vak'ayı naklediyor : Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) , Muaz (Radiyallahu anh) Yemen'e göndermek istediği zaman ona şöyle dedi:
«Sana bir mes'ele arz edilirse, nasıl hüküm verirsin?»
Muaz şöyle dedi:
«Allah'ın kitabîyle hükmederim.»
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:
«Şetyet kitapta hulanıazsan?»
Muaz cevap verdi:
«Allaîı'in Kesûlünün Sünnetiyle.»
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:
«Allah'ın Resulünün Sünnetinde ve Allah'ın kitabında bir şey bulamazsan?»
Muaz şöyle dedi:
«Reyimle içtihat ederim.»
O zaman Hz. P'eygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Muaz'ın sırtına vurdu ve şöyle dedi:
«Allah'ın Resulünün razı olacağı şekilde, Allah'ın Resulünü muvaffak kılana şükürler oEsun.»
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Amr bin Âs (Radiyallahu anh) a bazı mes'elelerde hüküm vermesini emretmiştir. Amr ona şöyle dedi:
«Sen hazır olduğun halde (yanımda bulunduğum halde) mi hüküm vereyim?».
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:
«Evet, şayet isabet edersen iki sevap, hata edersen bir sevap var.»
Sahabe, Hz. Peygamber (Saiiaiiahü Aleyhi ve Sellem) 'in vefatından sonra kuzeyde ve doğuda uzak topraklara kadar yayılmış İslâm toplumunda ortaya çıkan yeni problemleri halletmek için içtihat yapmaya mecbur olmuşlardır. Bu gaye ile Hz. Ömer (liadiyailahuanh), tayin ettiği kadısı Eûu Musa hükümlerinde kıyasa dayanmasını şu sözlerle emretmiştir :
«Sana gelen ve Kur'an ve Sü&net'te olmayan mes'elelerde anlamaya çaİış, sonra kıyas yap.» [68]
Hz. Ömer (Radiyallahu anh) sahabeler arasında içtihatları ile şöhret bulmuştu. Önemli içtihatlarından bazıları şunlardır :
1- Irak'taki sevat toprakları hakkındaki içtihadı Hz., Ömer (Radiyallahu anh) bu topraklan fetheden askerler arasında paylaştırmayı reddetmiş, onu esas sahiplerinin elinde bırakmış, ama onlara beiii bir haraç yüklemiştir. Bu, ehl-i zimmeye konan ilk haraçtır.
2- Zekât mallarından kalpleri islâm'a ısındırmak için para sarfına engel olma konusundaki içtihadı. Bilindiği gibi, Kur'an'da Allah'ın (Azzfi
veCeile) saydığı sekiz sınıf insan için bu yoldaki sarfiyat bir güvenlik teşkil ediyordu. Hz. Ömer (Radiyatlahu anh) onlara bu sarfiyatın yapılmasına engel oldu, çünki artık İslâmiyet kuvvetlenmişti ve buna ihtiyacı yoktu.
3- Hırsıza verilecek cezanın durdurulması konusundaki içtihadı. Bu, müslümanlara açlık ve kıtlığın arız olduğu yıl görülmüştür, çünki, hırsız, hırsızlık yapmada mazurdur ve el kesmek, hırsız ile hırsızlık arasında hiç bir zaman bir perde olmamıştır.
4- Hazife hin El-¥eman'ın, caiz olmakla birlikte, müslürnan olmayan ehl-i kitap bir kadınla evlenmesine mani olması konusundaki içtihadı. İçtihadına sebep müsiümanlarm bu tarzı benimsemesinden korkması ve bunun mü'min kadınlar için bir fitne olmasıdır.[69]
Sahabe (Radiyallahu anh) asrından sonra, İslâm toplumunda birçok problemler ortaya çıktığı için, içtihad sahaları genişlemiş ve içtihad me-todları zenginleşmiştir. Sahabeler arasında içtihad metodlarmda görüş ayrılıkları başlamış, daha sonra da, Said bin El-Müseyyeb ve Urve bin Zübeyir ve Kasım bin Muhammed (Radiyallahu anhüm) gibi tabiinden talebeleri gelmiştir. Bu ekol, bu sıradaki hukukî istikametler arasında baş mevkii almayı başarmıştır. Metodu, hadîsi almak, reyi ise, istisnaî haller dışında reddetmektir. Bu sebeple bu ekolün mensupları hadîsleri araştırıyorlar, onunla amel ediyorlar, zayıf da olsa, hadîsin reyden üstün olduğunu ileri sürüyorlardı. [70]
Eey veya Küfe medresesi ise, hadîslerin rivayetlerinde müşkülpesent davranıyor ve sıhhati ispat edilinceye kadar kabul etmiyordu. Kendisinde sıhhat şartları bulunmayan hadîsleri red etmiş, bu sebeple rey'e dayanmıştır. Bu ekole, Abdullah bin Mesud ve Ali bin Ehî Talib gibi, Irak'a intikal eden bir kısım sahabe ile, Alkanıe bin Kays, Esved bin Yezid ve Şerih bin El-Haris gibi âlimler mensuptur. Her ikisinin Kûfe'deki talebeleri büyük rol oynamışlardır.
İki medrese arasındaki görüş ayrılığına sebep, Medine'de, Medine'nin Peygamber (Salİaliahü Aleyhi ve Seller.ı) 'e ve sahabelerine ait olması sebebiyle, birçok sahih hadîsin bulunmasıdır. Bu sebeple onlardan hiç biri bir hadîste dahi yalana tevessül etmemişlerdir.
Halbuki Irak'ta ise hadîs azdı ve çoğunda da sıhhat şartı mevcut değildi. Bu sebeple Irak'taki rey görüşünü benimseyen âlimler hadîslerin kabulünde çok müşkülpesent davranıyorlardı, özellikle İslâm toplumunda siyasî bölünmeden ve gerçekten hadîslere uydurmacılığın girmesinde açık tesiri görülen çeşitli grupların ortaya çıkmasından sonra.
Bu iki ekolden (medreseden) her birinin âlimleri, diğerini hüküm çıkarmadaki metodlan sebebiyle ayıplıyorlardı. Medine âlimleri Küfe âlimlerinin fetvadaki cür'etlerini ayıplıyorlar; rey âlimleri ise, hadîs âlimlerinin zayıf hadîs almalarını takbih ediyorlardı. Birçok mes'elede : «La edri = Bilmiyorum» sözünü söylerlerdi. [71]
Zannederim, işin başında kuvvetli şekilde başlayan bu görüş ayrılığı, daha sonra, iki medrese arasında vukua gelen yakınlık sebebiyle, şiddetini kaybetmiştir. Şafiî'lerin, hadîs ve rey'in arasını birleştirmeye çalıştıklarını, Medine'de Mâlik bin Enes ve Irak'da Ebu Hanife'nin talebesi Muhammed ibnu'l-Hasan'dan ilim öğrendiklerine şahit olmaktayız (görmekteyiz).
^Iki ayrı istikametin yakınlaşmasına tesir eden bir diğer sebep de, hadis ıstılahları ilminin ortaya çıkması yoluyla, hadîs-i şerife hizmet ve sahih rivayetleri uydurma hadîslerden ayıklama faaliyetidir. Hadîsler her ıkı taraf için de sahih kabul edilince ve mevzu (uydurulmuş) hadîsleri her iki taraf da bilince, iki medresenin âlimlerinden hiçbirinin, sahih hadîsi almanın vâcib olduğu, onun bütün rey çeşitlerinden önde geldiği ve uydurulmuş hadîslerin, aslı olmadığı için, reddedilmek gerektiğinde itirazı ve görüş ayrılığı kalmamıştır. Görüş ayrılığı olarak geriye mahdut bir saha kalmakta, yani, sıhhat derecesine varmamış ve mürsel hadîs ve diğerleri gibi, uydurulmuş olduğu isbat edilmemiş hadîs çeşitlerini almanın caiz olmasının derecesi noktasındadır.
îki hukuk ekolünün yakınlaşmasına usul-ü fıkh ilminin doğuşu ve istinbat kaidelerinin konulması da yardımcı olmuştur. Bilindiği gibi, İmam Şafiî, «Risale» isimli eserinde bu kaideleri tedvin eden ilk âlimdir. Bundan sonra içtihad, bilinen, sağlam ve bağlayıcı kaidelere bağlı olarak yapılmaya başlanmıştır.
Bu sebepler, daha sonraları iki ekol arasında bir nevi yardımlaşmaya götürmüş, her âlim veya fâkih (hukukçu), iki taraf arasını birleştirmeye başlamış, sahih hadîsleri alarak onu, içtihadın bütün çeşitlerine üstün tutmuş ve hakkında nas bulunmayan yerlerde kıyas ve istihsan yoluyla içtihat yapma yoluna girmiştir. [72]
İslâm Hukukunu, fıkhı olgunluğa ve hicrî 3. ve 4. asırlarda ulaştığı hukukî tekâmüle ulaştıran da büyük hamleyi yaptıran bu metoddur. Buna bağlı olarak, bütün islâmî ilimlerdeki tedvin hareketi de rol oynamıştır.[73]
Alimler, içtihadın, sübut, delâlet veya bu naslarm beyan ve tavzihi bakımından, dinî nasiara bağlı ve gereği ile amel edilecek delil olduğunda görüş birliği içindedirler.
Ama, hakkında nas bulunmayan bir şer'î hükmü anlamadaki içtihat ise, aşağıdaki sebeplerle hüccet bakımından farklıdır [74]
1-Şiîler, Nazzam, Zahirîler ve bir kısım Mutezile, bu içtihatm delil teşkil etmediğini ve caiz olmadığını söylüyorlar. Görüşlerine delil olarak diyorlar ki; Kur'an ve Sünnetteki naslar, Özet olarak, insanın hayatında muhtaç olduğu şeyleri bilmesi için kâfidir. İnsanın kıyas ve diğer içtihadî hususlara dayanmasına ihtiyacı yoktur. Hakkında nas varsa, onunla amel edilir, nas yoksa aslolan ibahedir (serbestlik, caiz) esası üzerine hareket eder. Kur'an ve Sünnetteki naslar ve sahabeden nakledilen sözler (asar), hepsi, rey'e dayanmanın veya onu şer'î hükümler sahasında kabul etmenin sıhhatli bir davranış olmadığını te'kid ettiğini söyleyerek görüşlerine destek alıyorlar. [75]
2-Âlimlerin çoğu içtihada dayanma görüşündedirler. İçtihat, şer'î hükümler sahasında şer'î bir hüccet (delil) kabul edilmektedir. Buna da Kur'an ve Sünnet'den ve aklî birçok delil getirmektedirler. [76]
Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:
«Ey îman edenler, Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahihlerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygambere döndürün.» [77]
Burada hükümleri Allah'a ve Resulüne döndürmekten maksat, hakkında nas bulunmayan hallerde, bu hükümleri anlamada içtihat yoluyla şer'î hükümlerin gerektiği şekilde amelde ihtilâf çıktığı takdirde onlara başvurmaktır.
Sünnet ise; hakkında nas bulunmayan meselelerde içtihada dayanmaya cevaz veren çok hadîs mevcuttur. Bunlardan bir misal, Muaz bin Cebel hakkında rivayet edilen hadisedir:
Hz. Peygambev(Saltollahü Aleyhi ve Sellem), Muaz (Radiyallahu anh)\ Yemen'e göndermek istediği zaman ona şöyle dedi:
«Sana bir mes'ele arz edilirse, nasıl hüküm verirsin?»
Muaz (Radiyallahu anh) şöyle dedi:
«Allah (Azze ve Cellejm kitabiyle hükmederim.»
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selle m) şöyle dedi:
«Şayet kitapta bulamazsan?»
Muaz (Radiyallahu anh) cevap verdi:
«Allah'ın Resulünün Sünnetiyle.»
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:
«Allah'ın Resulünün Sünnetinde ve Allah'ın kitabında bulamazsan?»
Muaz (Radiyallahu anh) şöyle dedi:
«Reyimle içtihad ederim.»
O zaman Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Muaz (Radlyallahu anh)hn sırtına vurdu ve şöyle dedi:
Akıl içtihad ile amel etmeyi iktiza eder, çünki, naslar, miktar bakımından sınırlı (az), halbuki beşerî hadiseler çok çeşitlidir. Hükümlerin birbirine kıyas edilmesi ve âlimlerin tesbit edip koyduğu usûl kaidelerine uygun olarak, ası] (temel) esaslarına cüz'i hükümler ilhak etme (ekleme) temeline dayanan içtihattan vazgeçmemiz mümkün değildir.
Rivayet edildiğine göre, sahabeler, hakkında nas gelmemiş birçok mes'elelerde içtihada sığınmakta ve ona dayanmakta idiler. Ve içtihad-ları tatbik edilir ve dayanak teşkil ederdi.
Sahabelerden sâdır olan naslarm bazısı, rey ile amel ve gereğini tatbikten yetmektedir.[78] Ancak buradaki rey'den maksat, hevaya dayanan ve cehaletten ortaya çıkan mücerret rey'dir. Âlimlerin yaptıkları içtihat ise, mücerret bir rey (görüş) den ortaya çıkmadığı gibi, içtihatlarının sebebi de, heva değildir, daha çok, hakkında nas bulunmayan hükümlerin, hakkında nas bulunan hükümlere kıyasıdır.
Anlattıklarımız bize rey'in iki kısım olduğunu göstermiştir :
1- Cehalet ve nevadan çıkan rey, ki haramı helâl veya helâli haram yapabilir. Bu çeşit rey caiz değildir, hiç kimse onun caiz olduğunu söylememiştir. Bu çeşit rey, tatbikten nehyedildiğimiz mezmum bir reydir.
2- Hakkında nas bulunan hükümlere aykırı olmayan ve müçtehit-lerden sâdır olan rey. Burada, kıyas yapılan ve kıyasa esas hükümde illet şartı bulunması halinde, kıyas yoluyla naslardan birine bir görüş ilâve etmedir. Bu çeşit rey, sahabelerden hiçbirinin caiz olmadığını söylemediği arzu edilen bir reydir.
Dördüncü Aitbaşlik
İçtihad kolay bir faaliyet değildir ve âlimler nezdinde muteber olabilmesi için ancak kendisinde şartları bulunanlardan sâdır olabilir. Bu şartlar şunlardır:
1- Müçtehid, sarf ve nahiv olarak arapçaya, âlim derecesinde vakıf olmalı, mânalar hakkındaki açıklamaların esaslarını bilmelidir. Bu şart ona, şer'î nasları doğru (sıhhatli) şekilde anlama, genel ve özel hükmü, hakikat ve mecazı, sarih ve kinaye arasındaki farkı idrak etme kabiliyeti verecektir. Bu şartlar, ancak arabî ilimlerde geniş şekilde bilgisi bulunan kimselerde gerçekleşebilir.
2- Kur'an ilimleri âlimi olmalıdır : Nüzul sebepleri, nâsih ve mensun Mekkî ve Medenî âyetler ile Kur'an hükümlerini sıhhatli bir şekilde anlaması için müçtehide yardımcı olacak Kur'an ilimlerine bağlı olan (ilimleri) bilmek.[79]
3- Hadîs ve hadîs ilimlerinde âlim olmak ve sahih hadîsi zayıftan ayırmak için ıstılah kaidelerini bilmek. Kendisinde sıhhat şartlan bulunan hadîsi tatbik, hüküm sahasında kullanılmayan zayıf hadîsleri terk eder.
4- Usûl-ü Fıkh kaidelerinde âlim olmak. Bu kaideler, tefsir kaideleri hakkındaki bahisde üzerinde durduğumuz istinbat kaideleri ve delâlet metodlarma uygun olarak, asıllarından hüküm çıkarmakta ona yardım eder.
5- Kanun koyucu (Sâri') nun maksadını anlamaya yardım edecek fıkhî meleke sahibi olmak ve iki mes'elede illetin uymasından sonra benzeyeni kıyas edebilmek, görüşü görüşle karşılaştırabilmek için illeti bilmek. [80]
İçtihat, hukukun bir kaynağı kabul edilir. Hukukun kaynakları ikiye ayrılır:[81]
Bu, Kur'an hükümleri ve sahih sünnetleri içine alır. İslâm Hukukunun esası bu kaynaklardır. Diğer herhangi bir kaynağın, bu aslî hükümlere aykırı olması mümkün değildir. Biz, mükellefler olarak bu nasların gereği ile amel etmeğe mecburuz; nas bulunan konuda içtihada yer yoktur: «Mevrid-i masda içtihada mesağ yoktur.» (Mecelle, md. 14).[82]
Bu, içtihadın bütün çeşitlerini içine alır. İçtihad, delilden şer'î bir hüküm çıkarmak için aklî gayret göstermektir. İçtihad iki kısma ayrılır :[83]
Bu, müçtehidlerden sâdır olan içtihaddır. Kendisinde içtihad yapma şartı bulunan müçtehitlerden birinden sâdır olan her reye (görüşe), içtihad ismi verilir. İçtihad, kıyas veya istihsan yoluyla veya bunun dışında kalan yollarla yapılmış olsun, farkı yoktur. [84]
Bu, umum müçtehitlerden muayyen bir mes'elede sâdır olan içtihaddır ve iki kısımdır : [85]
Bu, bir mes'elede ve aynı zamanda bütün müçtehitlerden sâdır olan içtihaddır. Buna icmâ'nın şartları tatbik edilir. Şayet bu içtihad icmâ'-nm şartlarına uyuyorsa, bu takdirde, aykırı davranılmarJ! caiz olmayan, İslâm Hukukunun aslî ve bağlayıcı kaynaklarından biri kabul edilir. Çün-ki, müslümanlarm müçtehitlerinin hepsinin birlikte hatalı bir görüşte birleşmeleri mümkün değildir. [86]
Bu, müçtehitlerin çoğunluğundan sâdır olan içtihattır, buna icmânın şartlan tatbik edilmez. Kanaatımca, Hz. Ali IRadıyallahü anhfmn Peygamber (Salîalîahü Aleyhi ve Seilem) 'e, hakkında Kur'an hükümleri nazil olmayan ve Sünnet de bulunmayan bir mes'elenin insanların kargısına çıkması hali hakkında sorması üzerine, peygamberin cevabında esas bu içtihaddır. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) söyle cevap vermiştir:
«Mü'minlerin âlimlerini toplayınız, aranızda bîr şûra teşkil ediniz, bir tek görüşle hüküm vermeyiniz.»
Hz. Peygamber (Salîalîahü A leyhi ve Seilem) 'in sözünün mânası şudur:
«Aranızda Şûra teşkil ©diniz, yani o mes'elede icmâ yoktur, ihtilaflı bir mes'eledir. Bu mes'elede çoğunluğun görüşünü lalınız, yoksa bir kişinin görüşünü değil.»
Biz, çeşitleri bakımından içtihadı kaynaklardan bahsedeceğiz. Kanaatimce, icmâ içtihadın bir çeşididir. Çünki, müçtehitlerin bir görüşte icmâ etmeleriyle birlikte, delilinden hüküm çıkarma esasına dayanır. İcmâ mevzuuna girmesi sebebiyle bir nassa dayansa dahi, ikinci derece kaynaklar içine, yani naslara girer. Bütün müçtehitlerin bir hüküm getirmek için bir görüşte birleştiklerini farzetsek, bu takdirde bu hüküm delil değil, ic-mâdır. Bu, kendisine dayanılan nas kabul edilir. Çünki, nas icmâ'dan önde gelir (yer alır). [87]
İcma, müsîümanlarm müçtehitlerinin, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m vefatından sonra, şer'î bir hüküm üzerinde bir asırdaki ittifaklarıdır. [88]
İslâm Hukukunda icmâ'nın muhtevası budur. Hukukçular icmâ'nm tarifinde farklı görüşlere sahip olmalarına rağmen, belirttiğimiz muhteva değişmez. Bazıları müçtehitlerin ittifakını, bir kısım Ehl'ül-Hal Ve'1-Akd'm ittifakını, diğer bir kısım ise, ehl-i rey ve içtihadın ittifakını zikretmektedir. Maksat, aslî kaynaklardan hüküm çıkarma kabiliyet ve kudretinde olan müçtehit âlimlerin ittifakıdır. Bazıları, raüçtehitlerin ittifakına mukabil Ümmet-i Muhammed'in ittifakını icmânın gerçekleşmesi için şart koşuyorsa da, içtihat ehli olmayan bütün insanların ittifakı buraya girmez.
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem)'m hayatında icmâ vuku bulmamıştı, çünki o, hükümlerin birinci kaynağı idi ve bir işi veya davranışı tasvip ederse, o, takriri sünnete dahil olurdu.
Icmâ'da, bir asırdaki bütün müçtehitlerin bir şer'î hüküm üzerinde ittifak etmeleri şarttır. Bir teki hariç bütün müçtehitler ittifak etse, bir müçtehit icmâ ile ittifak etmese, icmâ olmaz. Ayrıca bir şer'î hüküm üzerinde ittifakın, aklî veya âdî hükümleri çıkarmak için olması da şarttır. [89]
Bu mevzu üzerinde iki cihetten durabiliriz:
Birinci cihet: Acaba icrnâ, aklen, usûl âlimlerinin bildirdiği tarzdaki usûle uygun icma'm vukuu mümkün müdür? İcmâ, bir vakitte bütün müç-tehitlerin geri' bir hüküm üzerinde ittifaklarıdır.
1- Nazzam ve bir kısım Şia, icmâ'm vukua gelmesinin, müçtehit-lerin İslâm ülkelerinde birbirinden uzak yerlere dağılmış oldukları, bir müçtehidin diğer bir müçtelıidden haberi ve bilgisi olmadığı için imkânsız olduğu görüşündedir. Hepsinin bir şer'î hüküm üzerinde ittifakları çok zordur.
2- Âlimlerin çoğu, icmâ'm vukuunun akîen mümkün olduğunu söylüyorlar. Zorluklarını itiraf etmekle beraber müçtelıidlerin şer'î ir mes'e-lede ittifakına bir mani yoktur.
İkinci cihet: îcmâ, gerçekten vuku bulmuş mudur? Burada diyebiliriz ki, icmâ Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) devrinde ve Hz. Ömer (Radİyallahuanhy'm hilâfetinin başında, rnüçtelı iti erin azlığı ve hepsinin Medine'de bulunması sebebiyle vukubulmuştur. Ancak bundan sonra, vukuu için engeller olduğundan, gerçekleşmemiştir. Bu durumda, vukuunu temin etmek imkânsızlığı sebebiyle, icmâ ile hükmetmemiz güçtür.
Kanaatimce, icmâ kitap ve sünnetten bir delile dayandığı için -burada icmâ'm vukuu mümkündür-bir hukuk kaynağı olarak, delil makamında kullanmak için, icrnâ'ı kurmaya ihtiyaç yoktur. Fakat kitap ve sünnetten bir delile dayanmıyorsa, bir mes'ele üzerinde ittifak etseler bile, bu halde icmâ, müçtehitlerin ihtilaflı bir mes'elede ittifaklarının güçlüğü sebebiyle güç değildir. Belki de kimse farkında olmadan bir karşı görüştedir. [90]
Alimler icmâ'm delil derecesi konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir; acaba icmâ delil olarak kabul edilebilir mi? Acaba kat'î bir hüküm müdür, yoksa zan mıdır?
İcmâ'm delil olması konusuna geçmeden önce, icmâ mevzuunun birkaç bakımdan münakaşasını yapmak istiyorum:
Birimcisi: Yukarıda dedik ki, delile dayanmayan icmâ, bir mes'ele üzerinde, bir zamanda, müçtehitlerin, içlerinden biri muhalefet etse de, birleşmeleri imkânsız denecek kadar güç olduğundan, vukuu imkânsızdır. Bu sınırlama icmâ'm gerçekleşmesini güçleştirmektedir. Çünki, içtihadın şartı, müçtehidin bir diğeri tarafından tanınması için (bakımından) dakik değildir. Kendisinde içtihat yapma gücü bulan ve içtihat ehliyeti gören kimsede, diğerleri bu ehliyeti bulmayabilir. Sonra hepsinin görüşünü bilmemiz nasıl mümkün olabilir? Bir yerde bazı müctehitler bulunur ki, onları kimse bilmez ve onlar hükümleri değerlendirme bakımından daha kabiliyetli kimseler olabilirler.
İkincisi: Üzerinde icmâ yapılan mes'eleler, ihtilaflı mes'elelerdir. îc-ma herhangi bir mes'elede delil olur mu, yoksa sade şer'ı mes'elelerde mi olur? Diğer taraftan şer'î mes'elelere hangi konular girer?
Üçüncüsü: İcmâ, muayyen bir zamanda, muayyen bir ihtiyaca uygun olarak herhangi bir durumda bir mes'ele üzerinde olabilir. Daha sonra durumlar ve şartlar değişir ve icmâ'm vukua geldiği sosyal, siyasî ve iktisadî şartlardan farklı şartlar ortaya çıkar. Acaba o zamanda vukubulan icmâ delil olarak kabul edilebilir mi? Onlar için delil kabul edilse bile. acaba bütün zamanlardaki müslümaniar için de delil teşkil eder mi? Eğer bu doğru kabul edilirse, bunda zorluk ve meşakkat sözkonusu olacaktır. Çünki, insanlar hatadan salim değildirler. Hatasız dahi kabul edilseler, bir zaman gelebilir ki, hayat yolları ve şartları değişir. Acaba bir asırda vukubulan icmâ, daha sonraki bütün asırlar için bağlayıcı mıdır?
Ancak, icmâ hakkındaki bu düşünceler, onun bağlayıcı bir hukuk kaynağı olma özelliğine tesir etmez.
Âmîdî şöyle diyor:
«Müslümanların çoğuınluğu, icmâ'm şer'î bir delil olduğunda ve Şîa-lar, Haricîler Mu'tezile'nin Nazzam'ı hariç, traimla amel edilmesi gerektiğinde itti£ak etmişlerdir.» İcmâ'm delil olduğuna SCur'ası, Sünnet ve mâ-kul'dan delil getirmişlerdir. [91]
Kur'an şöyle diyor:
o yolda bırakınız. (Fakat âhirette de) kendisini cehenneme koyanz. O, ne kötü bir yerdir.» [92]
Müslümanların ittifak ettikleri bir şeye muhalefet, mü'minlerin gitmediği yola tâbi olmaktır; bu ise âyetin nassı ile haramdır. Bu sebeple müslümanlann üzerinde birleştiği şeyle amel etmek icap eder.
Sünnet'e gelince : Bu, ümmetin hatadan masun olduğuna dair birçok hadîs vardır. Şunlar bir misal teşkil eder: [93]
Mâkul olarak düşünürsek, bir asırdaki bütün müçtehitlerin bir hüküm üzerinde birleşmeleri imkânsızdır. Eğer ittifak ederlerse, bu, kendisine aykırı davranılması caiz olmayan şer'î bir delil kabul edilir. Çünki, onların hata üzerinde birleşmeleri, normal olarak imkânsızdır. Bir hüküm üzerindeki ittifakları da, bu icmâ'da dayandıkları şer'î bir delile sahip olduklarını gösterir. Bu delile dayanmasalar, bu icrnâ husule gelmezdi.
Ancak icmâ'ya karşı olan bir grup bu delillere dayanmayı kabul etmemiş ve icmâ'nm delil olduğuna dair demlendirmenin doğru olmadığını söylemişlerdir. Birinci âyet ve Peygamberin işaret ettiği icmâ'a delil olamaz (işaret etmez). Daha çok Peygambere tâbi olma ve ona uyma ve mü'minlerin yoluna uyma ve bu yola aykırı hareket eden herkesi tehdide işaret etmektedir.
İcmâ için Sünnet'den delil getirme ise söz konusu olamaz. Çünki, rivayet edilen hadîsler icmâ'm delil olduğuna işaret etmiyor, daha çok İslâm ümmetinin delâlet ve küfür üzerinde birleşmelerinin mümkün olmadığını ifade etmektedir. İslâm ümmeti herhalde hakkı söyleyen ve delâlete karşı direnen bir varlık olmalıdır.
Mâkul'dan delil getirme de doğru değildir. Çünki, icmâ'm vuku bulduğunu farzetsek, ancak ondan sonra hata üzerinde icmâ'ın mümkün olmadığını söylerdik. Bu, kabul edilen bir şey değildir. Çünki, bizzat icmâ'm vukuu mümkün değildir. Binaenaleyh onun üzerine şer'î bir hüküm bina edemeyiz. [97]
Aynı şekilde, delillerindeki görüş ayrılığına tâbi olarak icmâ mefhumunu da çok farklı müşahade etmekteyiz. İmam Mâlik, icmâ'ı Medine halkının icmâ'ı olarak kabul ediyor. İmam İUımed îjin Hanbel'den iki rivayet naklediliyor:
Birincisi: İcmâ'm varlığını reddetmektedir. Onun şöyle söylediği rivayet ediliyor :
«İcmâ var diyen yalancıdır; (çünki) insanların ihtilâfa düşmüş oldukları muhtemeldir.»
İkinci rivayet: Küçük bir muhalefetle birlikte^ icmâ'm çoğunlukla kurulabileceğini söylüyor.[98]Öyle anlaşılıyor ki, İmam Ahmed, külli bir icmâ'ı mümkün görmüyor, onun nazarmdaki icmâ, çoğunluğun icmâ 'ıdır. [99]
İcmâ ikiye ayrılır :
1- Sarih (açık) icmâ, veya hakikî icmâ, bütün müçtehitlerin kendilerine sunulan mes'elede görüşlerini, müsbet veya menfi, uygun bulma (muvafakat) veya karşı çıkma (muhalefet) tarzında bildirmeleridir. Bu icmâ, bütün hukukçular nezdinde, müçtehitlerden açık şekilde sâdır olan hükmü uygun bulmaları hususunda şer'î bir delil kabul edilmektedir.
2- Sükûtî icmâ: Bu, hukukçu müçtehitlerden birinin bir görüş bildirmesi, diğer müçtehitlerin onu uygun bulma veya ona karşı çıkma konularında susmalarıdır. Hanefî mezhebi hukukçuları, diğer müçtehitlerin susmalarım, onların uygun bulduğuna bir delil teşkil ettiği yolunda kabul ediyorlar. Çünki, müçtehit görüşünü sarih şekilde bildirmek mecburiyetindedir. Görüşlerini açıklama hususunda hürriyet olmasına rağmen, konuşmaları gerekip de sussalar, bu susmaları, eski hükmü uygun buldukları yolunda kabul edilir.
Âlimlerin çoğu, sükûtî icmâ'ı kabul ve onu bir delil saymamışlardır. Çünki sâkite (susana) bir söz isnad edilmez. Belki de kimsenin bilmediği onun özel şartlan, kendisinin konuşmasına engeldir. Bu sebeple sükûtî icmâ'a dayanılamaz. [100]
Prof. Abdulvahhab Hallaf şöyle diyor:
«Çoğunluğun fikrini râcih (üstün) görüyorum. Çünki, müçtehitlerden susan olursa, onun susması ruhî ve maddî birtakım şartlar ve durumlar (içinde olmuş demek) dir. Bu startları ve durumları saymaya ve susmanın, fikre muvafakat edip, ona razı olduğunu kesinlikle ortaya koymağa imkân yoktur. Susan kimsenin fikri yoktur. Ona muvafık (destekleyici) veya muhalif (karşı çıkan) Tbir söz ve görüş isntad edilemez. İcmâ ismi verilenlerin çoğu sükûtî icmâdır.» [101]
İcmâ, Anayasa kaidelerinin bir kaynağı sayılır mı?
Yukarıdaki bahislerde, âlimlerin icnıâ'm daima Kur'an veya Sünnetin bir deliline dayandığını söylediklerini belirttik. Çünki, müçtehitler, ancak bir delilleri olduğu takdirde içtihadı bir mes'elede ittiiak edebilirler, aksi halde içtihada yer yoktur.
Burada icmâ'ı ikiye ayırıyoruz:
Birincisi: Şer'î bir delile dayanan icmâ : Bu icmâ, Kur'an ve Sünnete aykırı olmayan Anayasa kaidelerinin kaynaklarından bir kaynak kabul edilir. Ona dayanmamızın sebebi, onun sabit bir şer'î nassa dayanmasıdır ve asıl delilin işgal ettiği aynı yeri alır. Yukarıda, Kur'an ve,Sün-netin, Anayasa kaidelerinin en önemli temel kaynakları olarak kabul edildiğini belirtmiştik.
İkincisi: İçtihada dayanan icmâ'dır. Çoğu âlimler, müçtehit âlimlerin bir hüküm üzerinde icmâının (birleşmelerinin) imkânsız olması sebebiyle, bu çeşit icmâ'm vukuu ihtimalini uzak görüyorlar (istib'ad ediyorlar). Bununla beraber, içtihadı icmâ'm vukuunu mümkün kabul etsek bile, burada hüküm bakımdan iki çeşit arasında ayırım yapmamız icap eder : [102]
Burada icmâ, bağlayıcı bir kaynak kabul edilir; icmâ'm gerekleri ile amel edilmek icab eder. Çünki, icmâ'm üzerinde birleştiği hükümler, zamanın değişmesiyle değişmeyen ibadet ve diğer mes'elelerdeki icmâ gibi sabit şer'î hükümlerdir. [103]
Bu halde bir asırda vukubulan icmâ, ondan sonra gelen asır için iki sebepten dolayı bağlayıcı kabul edilemez :
Birinci sebep: İcmâ'm üzerinde birleştiği hükümler, genel hükümlerdir, yani sadece şer'î olan hükümler değildirler. Bilindiği gibi, birçok âlimler icmâ'ı, sadece şer'î mes'elelerde vukubulan icmâ olarak tarif edip benimsemişlerdir.
İkinci sebep: Bir asırda, zamanla değişikliğe uğrayan veya şartların değişmesiyle değişen bir mes'eîe üzerinde vukubulan icmâ, ondan sonra gelen asır için bağlayıcı kabul edilemez. Çünki, kaynağı belli bir ihtiyaçtır, İnsanların bir asırdaki ihtiyaçları, diğer bîr asırdaki ihtiyaçlarından, farklıdır. Bu sebeple, sabit olmayan genel bir mes'ele üzerindeki içtihadı bir icmâ ile insanları bağlamamız mümkün değildir. Meğer ki, bu, büyük bir durgunluk ve donukluğa sebep olsun. Çünki, her asırdaki insanların zaman ve şartların değişmesiyle değişen muayyen âdetleri ve özel gelenekleri vardır.
Kanaatimce, siyasî düzenleme ve düzenleyici Anayasa kaideleri, bu son çeşite girer ve daha sonraki zaman gelişmelerine tâbidir. Bir önceki asırda faydalı olan, bir sonraki asırda faydalı olmayabilir. Çünki bu işler, şeklî ve düzenlemeye ait işlerdir.
Buna misal, meselâ Şûra prensibi Kur'an'da yer alan temel bir Anayasa prensibidir. Bu sebeple, hiçbir zaman ve mekânda, ve hiçbir şekilde bu prensibe aykırı hareket caiz değildir. Tatbik bakımından, bu prensibe aykırı Anayasa prensipleri ortaya çıksa (doğsa), bunu kabul ve gereği ile amel etmek caiz olmaz.
Ama Şûra'nın tatbik yolu ve gerçekleştirilmesi, her zamana uygun tefsire bağlı içtihadı bir mes'eledir. Bu prensip Hz. Efeu Bekir (Radiyallahu anh)in halifeliğe seçilmesinde tatbik edilmiştir. İnsanlar, Şûra prensibine ait bu tefsir tarzının doğru olduğunda birleşmişlerdir. Sonra Hz. Ebu Be-kir (Radiyallahu anh) de, birinci tefsirden farklı bir tefsir yapmış, hilâfete Hz. Ömer (Radiyaüahu anhyi seçmiş ve bu seçim de, prensip olarak, Şûra prensibine aykırı sayılmamıştır. Fakat, kendisinin hilâfete seçilmesi metodu bakımından, aykırıdır. Hz. Ömer (Radiyallahu anh) Halife olunca temel prensibe, yani Şûra'ya büyük ehemmiyet vermiştir, fakat ilk iki şekilden başka şekilde olmak üzere, Osman bin Affaıı'm (Radiyallahu anh) müslümanların halifesi olarak seçilmesinde tatbik edilmiştir.
İcmâ, her defasında, Şûra prensibinin bu tatbiki ve tefsirinin sıhhati üzerine vukubuhnuştur, Onlardan hiç biri, birinci icmâ'ya aykırılığını delil göstererek, birinci Şûra metoduna aykırılığın caiz olmadığı yolunda itirazda bulunmamıştır.
Burada icmâ tekrar vukubulmuştur ve her defasında birinci icmâ'ya aykırı şekilde husule gelmiştir. Çünki o, Kur'an'da mevcut temel bir Anayasa kaidesinin tefsirine dayanan içtihadî bir icrnâ'dır; yani «Şûra prensibi».[104]
Belirttiklerimiz bize özst olarak şunu gösterdi ki, muayyen bir şen mes'eîede delile dayanan icmâ, büyük anne-babaya altıda bir miras vermek veya müslüman bir kadının müslüman olmayan bir erkekle evlenmesinin bâtıl olduğu hakkındaki icmâ'lar gibi, hiç bir şekilde ona aykırı davramlması caiz olmayıp, bağlayıcıdır.
Şartların, zaman ve mekânların ortaya çıkardığı içtihadı icmâ ise, şartların değişmesi sebebiyle, ortaya çıktığı zamandan başka zamanlarda (için) bağlayıcı değildir. Misal: Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in, zekâtda sarfiyat bakımından hak olan müellefetü'l-kulubü yasaklaması içtihadı ve sahabenin de onun görüşünde birleşmesi; yine Hz. Ömer (Radiyallahu anhj'in, üç talâk ile boşamanın bir lâfız (kelime, ifade) ile üç defa boşamanın vuku bulduğuna dair içtihadı ve sahabenin bunu kabul etmesi; yine Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in Irak Sevad topraklarını taksim etmeme içtihadı ve o sırada bulunan sahabelerin buna muvafakati. Bununla beraber biz, daha sonraki asırlarda, bu içtihada aykırı olarak, Sevad topraklarının taksimi ve üç talâk ile boşama konusunda, içtihadı icmâ'nm vuku bulduğunu görmekteyiz. Ayrıca zamanımızda, zekât mallarından, gayet zaruret varsa, müellefât-ı kulub için sarfiyat yapılmasına da bir engel yoktur.
Bu metod siyasî ve Anayasa düzenlemesinin muhtevasına dahildir. Bu gibi mes'elelerde içtihadı icmâ, bütün asırlarda bütün müslümanlar için bağlayıcı kabul edilemez. Buna delil, ilk sahabelerin, halifeyi seçme konusunda Şûra prensibini tatbik metodunu anlama farklarıdır. [105]
Kıyas, iki mes'elenin, hükümlerindeki illet ayniyeti sebebiyle, hakkında nas bulunmayan mes'eleyi, hakkında nas bulunan diğer mes'elenin şer'î hükmüne [106]ilhak etmektir (eklemektir). [107]
Kıyasta dört unsur mutlaka bulunmalıdır:
1) Kıyaslanan (Makîsün aleyh) : Bu, hakkında nas gelen asıldır. Buna El-Müşe'bbeh bih ve El-Mahmul aleyh (Asıl) de denir.
2) Kıyaslanan (Makîs) : Bu, asla ilhak edilmek (eklenmek) istenen fer'dir. Buna El-Mahmul ve El-Müşebbeh (feri') de denir.
3) Hüküm: Bu, asla göre hüküm verilen nasdır.
4) İllet: Bu, asılda, üzerine hüküm bina edilen ve fer'de gerçekleşen şeydir. [108]
1-Katilin mirasçı olmasına engel nas vardır. Çünki, Hz. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellern) şöyle buyurmuştur:
«Katil mirasçı olamaz.»
Bu engeldeki illet, katilin bir şeye (mirasa) kavuşmak için vaktinden önce acele etmesidir ve bu sebeple ondan mahrum olma cezasına çarptırılmaktadır. Hukukçular buna dayanarak, lehine vasiyet yapılan şahsın vasiyi öldürmesine kıyas ederek, vasiyetten hakkım almaya engel olacağına hükmetmişlerdir. Çünki, o bir şeye (mirasa) kavuşmak için vaktinden evvel acele etmekte, vasiyet yapanı (vasiyi) öldürmesi, murisi öldürmesi gibi kabul edilerek mirastan mahrum olmaktadır.
2-İçkinin haram kılındığına dair nas (âyet) gelmiştir.
Âyet şudur:
«Ey İman edenler, içki, kumar, (tapmıya mahsus} dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelînden birer murdardır. Onun için bun (lar) dan kaçının.» [109]
İçkinin haram olduğuna ait nas gelmiştir. Bu haramdaki illet, sarhoş etmedir (iskâr). Sarhoş eden her şey içkiye (hamr) kıyas edilmekte ve kıyas yoluyla haram kabul edilmektedir.
3-Vasiyet mevzuunda şer'î naslar gelmiştir. Bunlar yetimin mallan üzerinde murakabe vazifesini ifa eden vasi hakkındaki hükümlerdir. Hukukçular vakıf hakkındaki hükümleri, vasiyet ile vakıf arasındaki benzerlik sebebiyle, vasiyet hakkındaki hükümlere kıyas etmişler ve ölüm hastalığı halinde üçte birinden fazla miktar için vakıf yapılmasını, vasiyete kıyasen, ancak mirasçıların muvafakati ile mümkün olacağına karar vermişlerdir[110]
Âlimler kıyasın delil konusu üzerinde görüş ayrılığı içindedirler. Bazıları kıyasa dayanmanın caiz olmadığını söylüyorlar. Çunki, kanun koyucu (sâri) nun bu hüküm hakkındaki hükmünü, onunla bildirebilecek ince ölçülere dayanmayan zannî bir delildir. Çünki illete bakmak, müç-tehit için mazbut (sağlam) bir şey değildir. Müçtehit, asılda veya fer'de mevcut illeti bildirmek için içtihat yapabilir. Ancak hüküm ületienmiş (muallel) olarak ortaya çıkmayabilir veya illet, müçtehidin anladığı illete aykırı (onun tersi) olabilir.
Ancak âlimlerin çoğu, İslâmiyetin temel kaynaklarından içtihadı bir kaynak olarak kıyasa dayanmışlardır. Çünki, aslî şer'î naslar miktar bakımdan sınırlı kabul edilmektedir ve beşerî hadiseler çeşitlidir. .Bu sebeple, yeni hükümler veren ve değeri (hükmü) şer'î olan, şer'î bir kaynak olarak kıyasdan vazgeçmek mümkün değildir. Rey ile içtihat yapılarak lâyık olduğu yerine oturtulmuştur.
Şüphe edilmeyen bir husus, külli esaslarına uygun olarak, fer'î hükümleri eklemek yoluyla, birçok hükümleriyle İslâm Hukukunun imdadına yetişmesi bakımından kıyas, birçok şer'î kaynaklardan biri kabul edilir. Hz. Ömer (Radiyallahu anh), Efou Musa El-Eş'arî'ye şöyle demiştir :
«Allah'ın kitabı ve Resulünün (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Sünnetinde bulunmayan hususlarda ve kalbinde tereddüde yolaçan hususları iyi araştır ve anla. Sonra misaller ve benzerlerini bul ve benzeyenleri birbirine kıyas et. Ona yakın olan hususlarda Allah'a dayan, benzerlerinde lıak ile hükmet.»
Kıyasın caiz olduğunu söyleyenler, içtihadın caiz olduğuna dair deliller ile Kur'an ve Sünnet'in yüksek delillerine dayanıyorlar. [111]
1-Kur'an: Kur'an'da, hükümleri, kendisine uygun illetler ile, kıyasa dayanmak suretiyle, bağlayarak kıyasın caiz olduğuna dair çok âyetler vardır.
Şu âyet bir misal teşkil eder: .
«De ki : "Bana vahyolunanlar arasmda, yiyen bir kimsenin yiyeceği İçinde (sizin haram dediklerinizden böyle) haram edilmiş bir şey bilmiyorum. Yalnız gerek ölü, gerek dökülen kan, gerek domuz eti -ki bu şüphesiz bîr murdardır. [112]
Âyette sayılan bu şeyler, onlardan selim bünyelerin nefret ettiği pis peylerin haram kılınmasını İllet kabul etmiştir.
İstidlal için kıyasın kullanıldığı diğer bazı âyetler de vardır.
Kur'an'daki :
«(Habibim) De ki : rmklere kim can verecekmiş?" dedi.» [113]diye söyleyenlere cevap olarak
«O, kendi yaratılışını unutarak bize bir misâl gelirdi : "Bu çürümüş ke-mayî hakkıyle bilendir."» [114]denilmesi, bu âyetlerle, Allah'ın nefret ettiği şeylere kıyas ile istidlale tevcih etmiştir. İnsanın ölmesinden sonra tekrar hayata dönmesi,- ilk defa yaratılmalarına kıyas ederek ba'sı' reddetmeyin, bilâkis Allah bunu çok kolay yapabilir.
2-Sünnet: Birçok hadîsler, çoğu defa illet kabul edilen, uygun tavsifler ile, hükümleri, birinci hükme bağlamıştır Meselâ; Hz. Peygamber (Salkülahü Aleyhi ve Sellem) kedi hakkında şöyle demiştir:
«Kediler pislik scsysSmejz. Onlar efmszda dolaşan
Ayrıca, kendisinden babası adına hac etme konusunu soran cariyeye verdiği cevap da misal teşkil eder. Câriye şöyle demiştir :
«Ey Allah'ın Kesûlü! Babam yaşlı ve .hac edemeyeceği bir samanda, hac kendisine farz oldu. Şayet hen onun adına hac etsem, ona faidesi olur mu?»
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona şöyle cevap vermiştir:
«Babanın bir borcu olsa ve sen onu ödeşen, bunun ona faidesi olacağına inanıyor musun?»
Câriye :
«Evet!» dedi.
Bu" defa Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Allah'ın borcu ödenmeğe daha lâyıktır.» buyurmuştur.
Burada, içtihadın deüî gücü bahsinde belirttiğimiz, bir diğer delil söz konusudur.
3-Akıl (EI-Mâkul) : Buna göre, kıyası almak tabiî bir iştir. Çünki, illet bakımından uygun olduğu her fer'î mes'elede asl'a bir hüküm temin etmektedir. Merhum Prof, Abdiüvahhab Hallaf, aklın kıyasın caiz olduğuna dair delilini üç kısımda belirtmektedir:
1- Allah, maslahatsız bir hüküm koymamıştır. Hakkında bir nas bulunmayan bir hadise, hakkında bir nas gelmiş bir hadise ile eşitse, adalet prensibi ve şeriatın gözettiği maslahatı gerçekleştirmek için, bu iki hadisenin hükümde eşit olmasını gerektirir.
2- Kur'an ve Sünnet metinleri miktar bakımından sınırlıdır. Beşerî hadiseler ve onların bunlara ait davranışları ise sınırsız ve sonsuzdur. Bu sebeple kıyası yapmak, işte yeni vukubulacak bu hadiselere şer'î hüküm vermek için bir yoldur.
3- Kıyas yapmak, selim (bozulmamış) fıtrat ve doğru mantığın te'-yid ettiği bir iştir. Herhangi bir sebep veya illet ile bir şeyi haram kılan bir nas gelse, hikmet, aynı illetin bulunduğu her şeyin de haram kılınmasını gerektirir. Çünki, birinci haram kılınışın sebebi (içkinin yasaklanmasında), onun sarhoş edici özelliğidir. Sarhoş vericilik bu haram kılınışta, illettir. Hakkında nas bulunsun veya bulunmasın, sarhoşluk veren her gey ona kıyas edilir.[115]
Kıyasın önemli bahislerinden biri illet mevzuudur. Çünki, kıyası yapmak ve onu kullanabilmemiz, ancak, asıl ile fer'î bağlayan illeti bilmekle mümkün olur. Bu sebeple illet, kıyasın unsurlarından biri kabul edilmektedir. [116]
Şayet müçtehit, illeti bilemezse, o mes'eledeki illet unsurunun yokluğu sebebiyle, kıyas yapmaktan vazgeçer. Buna misal, ibadete taalluk eden işlerdir. İnsan bunların illetini anlayamazsa, bu sebeple bunlarda kıyas yapması da caiz değildir. Namaz ve Zekât gibi.
İllet, asılda, üzerine hükmün kurulduğu vasıftır. Ve illet ayniliği halinde, fer' onun üzerine kıyas edilir. İçkide, üzerine onun haram kılınmasının bina edildiği bir vasıf olarak kabul edilen sarhoşluk verme gibi. Bu vasıf fer'de bulunursa asla (benzetilerek) bir hüküm verilir.
Âlimler arasında malûm olduğu üzere şer'î hükümler, menfaati celb ve mazarratı defetmek yoluyla insanların menfaatini gerçekleştirmek için gelmiştir.
İçkinin yasaklanmasının illeti, sarhoş ediciliktir. Bu illetle hikmeti bağlamak, yasaklamadan maksad olan şeyi gerçekleştirir, o da, insanların akıllarını muhafazadır.
Ancak illet bazı hallerde açık değildir ve bilinmez. Bu takdirde müçtehit uygun olan illeti araştırır.[117]
Usûl âlimleri illetde birkaç şartın bulunmasını zarurî görmüşlerdir. Bu şartlar şunlardır [118]
1- İllet, his ile idrak edilmesi mümkün olacak derecede açık bir vasıf (Özellik) olmalıdır. İçkideki sarhoş edicilik gibi, küçüklerin üzerinde velayetin sabit olmasında, küçüklük gibi ve mirasdan mahrumiyetinde, vârisin murisi öldürmesi gibi. İllet, kolayca idrak edilemeyecek derecede gizli ise, bu takdirde hukuk, gizli makam yerine geçen ve hükmü onunla bağlayan açık bir iş (emr) ikame eder; nesepleri muhafaza gayesiyle evlilikte nesebin sübûtu gibi. Asıl, nesebin sübûtundaki illetin, helâl (meşru) cinsî birleşmedir. Ancak bu illet gizlidir, bu sebeple kanun koyucu, onunla hükmü bağlayacak zahirî (açık) bir sebep koyar, o da muteber evliliktir.»
Kısas'da amd (kasıt) şarttır. Amd, gizli olup, idrak edilemez. Kanun koyucu ona işaret eden ve onun yerine geçen bir sebep koyar. Bu, insanların hayatım korumak için, normal olarak öldürücü bir âletin kullanılmasıdır,
2- Özellik, sağlam (mazbut, munzabit) olmalıdır, yâni anlaşılması ve varlığının gerçekleşmesi mümkün olan, mahdut ve muayyen bir hakikatinin bulunması şarttır: Kısası gerektiren amden adam öldürme (kati) gibi. Ancak Özellik sağlam olmayabilir, bu takdirde, kanun koyucu, mes'e-leyi sağlam bir mes'eleyle bağlar. Ramazanda oruç tutmamayı (bozma) gerektiren meşakkat gibi. Meşakkat, sağlam kabul edilmeyebilir; bazı şahıslarda meşakkat kabul edilen, başkalarında meşakkat sayılmayabilir. Bu sebeple kanun koyucu, özelliği, sağlam bir mes'ele ile bağlamıştır, o da yolculuk (sefer) ve hastalıktır. Çünki, her ikisinde de, meşakkat lehine bir zan vardır.
Özellik, fer'e ait olmaksısm, sadece asla mahsus olmama mânasında, müteaddî (geçişli-transitiv) olmalıdır. İllet, muayyen bir ferde has olsa, gelen nas. diğer bir şahıs için illet olmaya müsait değildir. Ve asıldan fer'e teaddî (geçiş) olmaması sebebiyle ona kıyas yapılamaz : Dörtten fazla kadınla evlenmesi gibi. Hs. Peygamber ('Saîialîahü Aleyhi ve Sellem] 'e has olarak gelen hükümler gibi, hanımlarının başkası ile evlenmesinin yasaklanması gibi. Bu işler asla hastır, fer'e geçmez, bu sebeple de ona kıyas yapılamaz.
4-Özellik, kanun koyucunun ilga ettiği işlerden olmamalıdır. Böyle olursa, fer'in asla kıyasına dayanmak caiz olmaz : Kan-kocamn muvafakati şart olan evlenme akdi gibi. Bu akde dayanarak kocaya boşama hakkı verilir, akdin taraflarından biri olmasına rağmen, kadının hakkı yoktur. Çünki, kanun koyucu, bu durumu ilga etmiştir, boşamayı, kadın olmadan, sadece erkeğe hasretmiştir.
Burada Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem), halka dağıtmayı sağlamak için, eti biriktirmekten (iddihar) nehyetmiştir, bu da illettir.
Kediler hakkındaki şu hadîs de bir misaldir :
«Kediler
Burada nas, illeti tasrihle gelmiştir. Bazan illeti, tasrih etmeden imâ yoluyla illeti zikrederek naü yâni nas, illete dolaylı olarak işaret eder:
Şu hadîs bir misal teşkil eder :
«Katil mirasçc olamaz.»
İlleti bilme metodları:
Müçtehid, illeti çeşitli yollarla bilebilir. Bu yollar şunlardır :[119]
Bu nas, Kur'an'dan veya Sünnet'den olsun, farkı yoktur. Şu âyet bir misal teşkil eder :
«Oyle ki (her ümme) Rablennİn Peygamberine isyan eiîiicr. Bundan dolayı O da kendilerini fazla bir şiddefİe yakalayiverdi.» [120]
Buradaki illet, bu azabdadır, o da isyandır.
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in şu sözü de bir misaldir;
«Gezginci fakirler (dâffe) bulunduğu için sizi kurban saklamaktan nehyefmişîîni; artık yiyiniz ve saklayınız.»
Adam Öldürme mirasçı olmamanın illetidir. Su hadîs de bir misaldir :
«Mirasa için vasiyet olmaz.»
Miras, vasiyetin sıhhatine mânidir.
Şu hadîs de bir misaldir :
«Savaşan yaya ise bir hisse, atlı ise iki hisse alır.» [121]
Şayet nas, açık veya dolaylı olarak illeti zikretme misse, herhangi bir asırdaki müçtehitler bir hükmün illetinde ittifak edebilirler. Küçüğün malı üzerinde velayetin sabit olmasının sebebinin, küçüklük olduğunda icmâ gibi; mirasda, ana-baba bir kardeşin, baba bir kardeşe takdimindeki illet, ana-baba bir kardeşin, murise, anne ve baba yoluyla intisabı, baba bir kardeşin ise murise anne olmadan sadece baba yoluyla intisabıdır. [122]
Şayet müçtehit, nas veya icmâ yoluyla illeti bulamazsa, bu takdirde mutlaka sebr ve taksim yoluna başvurması lâzımdır.
Taksim: Taksim, asılda illet olması sebebiyle, uygun Özelliklere hasretmedir,
Sebr: Sebr ise, bu Özelliklerin hepsini araştırmak, sonra, içtihadının kendisini götürdüğü uygun özelliğe dayanma ve hükme illet olamayan, bunun dışındaki özellikleri uzaklaştırmadır (atmadır).
Buna misal, küçük kızın bekâretinin sübûtudur. Burada ^elimizde iki özellik veya illet var: «Bekâret ve küçüklük.» Bunlardan her biri, küçük bakire kızın üzerindeki bekâretin sübûtu için illet olmaya müsaittir ve burada içtihat sahası sözkonusudur. İmam Şafiî burada illeti «bekâıret»'e vermiştir. Çünki, bekâret, normal olarak evlenme işlerinde bilinmez. İmam Ebu Hanife ise illeti «küçüklüğe» vermiştir. Çünki, küçükiük evlenme işlerinde bilinmeme (cehalet) lehine bir zandır.
Kıyas'da illet mevzuu, kıyasın önemli hislerinden biridir. Ve illetdeki görüş ayrılığı, müçtehitlerin, kendilerinden sâdır olan hukukî görüşler-deki ayrılık sebebidir.[123]
Kıyas anayasa kaidelerinin kaynaklar m dan bir kaynak olarak kabul edilebilir mi?
Kıyas İslâm Hukuku'nun kaynaklarından dördüncü kaynak olarak kabul edilmektedir. Bu, kendilerine sunulan mes'elelerin birçoğunda kıyasa başvuran âlimlerin çoğunun görüşüdür.
Belirttiğimiz gibi, kıyas içtihada dayanır. Binnetice kıyas, hukukun kaynaklarından içtihadî bir kaynaktır. Her müçtehit bazı mes'elelerde kıyas yoluyla içtihat edebilir. Bu içtihat, diğer bir müçtehidi bağlamaz ve her müçtehit, kendisine sunulan bir mes'elede, birinci müçtehidi taklit edip, ona bağlanmadan içtihat yapabilir.
Birçok sahabe, tabiin ve içtihat yapan mezheb imamları, cereyan etmiş veya cereyan etmesi mümkün olan birçok mes'elelerde görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Belirttiklerimiz bize, kıyasın, müçtehitlere göre değişen bir tefsir kaynağı olduğunu göstermiştir. [124]
Prof. Dr. Abdülhamit Mütevelli, «Mefcadiu Nizami'1-Hukm fi'î-İslâm» adlı kitabında, Anayasa Hukuku'nun kaynaklarından bahsederken, kıyasın, İslâm Hukuku'nda anayasa hükümlerinin bir kaynağı olmadığını söylüyor. Buna delil olarak, zorla bir hukuk kaynağı olarak kabul edilse de kıyasın hukukun bir kaynağı olmadığını söylüyor. Kıyası, asrımızda, anayasa hukukunun kaynaklarından saymanın mümkün olmadığını, binnetice, bu asırda İslâm Hukuku'nda da anayasa hükümlerinin bir kaynağı sayılmasına imkân olmadığını belirtiyor. [125]
Sonra kıyasın mânasını tefsir ederek, onun, bir hükmün benzerini ve ona eşit olanı isbat ettiğini söylüyor ve şöyle diyor :
«Bu husus kesinlik kazanınca, bizim için aklen, bu asrımızda, üzerinden asırlar geçtikten sonra -nitekim geçmiştir -kıyası anayasa hükümleri üzerinde bazı cüz'î mes'elelerde kullanmamış nasıl mümkün olabilir? Aradan birçok devirler geçmiştir. Bu durumda, benzerin benzeri ve eşitlerin eşidi için bir hükmü olduğunu isbat için çalışmamız aklen nasıl caiz olabilir. Birşeyde cereyaeı eden şeyin, onun benzerinde de cereyan ettiğini söylemek mümkün değildir. Anayasa hükümleri bahsimize dönelim. Bu hükümlerin çoğunun bünyesi siyasîdir. Çünki, siyasî düzen ve fikrî ve siyasî atmosfer iîe irtibatlı ve ilgilidirler. Açıklamaya ihtiyaç olmayacak kadar büyük bir ferkı bildiren ve zamanımızla o zamanı ayıran kir £ark sÖzkonusudur. Bu atmosfere ve iki durumdaki, yâni iki zamandaki siyasî mizama bakacak olursak, bu iki zamandan birindeki benzerlik, eşitlik ve paralellik ile diğer zamandaki benzerlerinden söz etmemize imkân yoktur.» [126]
Sonra sözünü şöyle bitiriyor:
«Görüşümüzü destekleyen hususlardan biri, bu asrımızda İslâm anayasa hükümleri sahasında kıyasa asla yer olama ya cağıdır. İslâm tarihinin eski asırljarında cereyan etmiş hadiselere yapılan kıyas durumlarına bakacak olursak, bütüm bunların, bu asrımızda tekrarlanmasını düşünmek ve tasavvur etmenin mümkün olmadığını görürüz. Çünki, bu durumlarda kıyas yapmak açık şekilde maslahat (menfaat) ile çatışır. BöySe olunca, meselâ; bu asırda, bir şahsa, İmamet-i âmmeye, yani müsîümanlarnı devlet başkanlığına geçme hakkını kabul etmek makul olur mu -onun müslüraaınîara namazda imam olma yetkisi sebebiyle? Bir diğer deyişle : Asrımızda, namtaz imamlığını, devlet başkanlığına kıyas etmemiz makbul ve mâkul bir iş olur mu, asrımızda akıllar bunu kabul eder mi, yahut, biz devlet foaşkanısu seçme usûlünü ordu komutanını seçme yolu
olarak ka'oul edersek, devlet işlerinde işlerin seyri istikametti olar mu?» [127]
Dr. Mütevellinin görüşünün münakaşası:
Dr. Abılülîıamit Mitevellî'nin sözlerinden, onun kıyası ne bir anayasa ve ne de bir İslâm Hukuku kaynağı olarak kabul ettiğini anlıyoruz. Burada aşağıdaki noktaları belirtmek isterim :
Birincisi: Beşerî hukuk ile İslâm Hukuku arasında fark vardır. Bunun neticesi olarak beşerî hukukun kaynakları da, İslâm Hukukunun kaynaklarından farklıdır. Muhterem profesör, kıyasın, adî kanun için bir kaynak olmaya elverişli olmadığım söylüyor ve bu hükme kıyasen, kıyasın İslâm Hukukunun kaynaklarından biri olamayacağı neticesine varıyor. Kendisi bizzat burada «Kıyas»'ı kullanmakta ve kıyası bir hukuk kaynağı olarak kabul etmemesine rağmen ve bunun neticesi olarak İslâm Hukukunun bir kaynağı olarak dayanmamasına rağmen, kıyasında İslâm Hukukunu beşerî hukuka kıyas etmektedir.
Kanaatimce bu durumda kıyas caiz değildir, İslâm Hukukunun kaynakları beşerî hukukun kaynaklarından farklıdır. Beşerî hukuk için kaynak olan bir şey, İslâm Hu ^uk için kaynak olamaz.
Araştırıcı profesör, hükümlerinde kıyasa itibar etmiyor, ama İslâm Hukukçuları kıyası İslam Hukukunun dördüncü kaynağı olarak kabul etmişlerdir.
ikincisi: Araştırıcı profesör anayasa kaideleri ile âdi kanun kaideleri arasında ayırım yapıyor. Bu ayırımı İslâm hukukçularında görmüyoruz. Çünki, onlara göre, delil ya şer'î bir hükme delil olmaya müsaittir ve bu takdirde o delil âdî ve anayasa hükümlerinin hepsinde kabul edilir, ya da delil olmaya uygun değildir, bu takdirde, herhangi bir hükümde ona dayanmak caiz değildir.
Üçüncüsü: Yukarıda kıyas bahsinde, kıyasın, nas gibi kat'î delil kabul edilmemekle beraber, içtihadî bir delil olduğunu söyledik. Bu sebeple çeşitli hukukçuların birçok sabit hükümlerden kıyas yoluyla istifade ettiklerini görüyoruz. İllet ve istinbat metodlarmda farklı oldukları için, her müçtehid, kendisinde içtihat yapma şartları bulunmak şartıyla, kendisini içtihada götüren yol ile içtihad yapabilir.
Bu mânada kıyas, küllî naslar yoluyla sabit hükümler için bir tefsir kaynağı kabul edilir. Bu, muayyen bir sağlamlığa dayanmayan mutlak içtihatların en isabetli olanıdır.
Zannetmiyorum, beşerî ve semavî hukuklardan biri, hukukun kaynağı olarak kıyasdan vazgeçebilsin. Hiç bir kanun veya anayasa bütün hükümlerini naslar (hükümler) yoluyla koyamaz. Çünki, kanun halindeki hukukun düzenlemediği birçok yeni hâdiseler cereyan etmektedir. Bu yeni islerin, hakkında nas bulunan hükümlere eklenmesi zarurettir. Bu kıyas, ancak âlimlerin belirttikleri birçok şartların gerçekleşmesi halinde sahih olur. Bu şartların önemlileri, kıyaslanan ile kıyaslayan veya asi ile fer' arasında illetde iştirakdir. Bu illet çoğu defa, asıl nasda zikredilir ve aslî nas'a eklenen fer'de de bulunur.
Dördüncüsü: Beşerî kanunlar, bir hukuk kaynağı olarak, kıyasdan vazgeçebilirler. Ancak bu (durum) İslâm Hukuku için mümkün olmaz. İkisi arasındaki fark, beşerî hukuk, bu hukuku koyan organa (kuvvete) başvurmak suretiyle kıyasdan vazgeçebilir. Halbuki İslâm Hukuku, Kur'-an'daki hükümleri insanlara beyan eden Hz. Peygamber Aleyhi ve Sellem) ve Seiiem)'in vefatından sonra, bunu yapamaz. Bu sebeple, çok dar bir sahada ve Kur'an ve Sünııet'de hüküm bulamamaları hali dışında, sahabeler Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) 'in hayatında kıyasa başvurmuyorlardı.
Bu sebeple İslâm Hukukunu beşerî hukuka, bu sahada birbirlerinden tamamen farklı olduklarından, kıyas etmemiz mümkün değildir.
Beşincisi: Dr. Mütevelli araştırmasında, zamanımızda kıyasa dayanıl-madiğini belirtiyor. Buna delil olarak, hiç bir hukukçunun söylemediği garip bir misal ve acâib (ferid) bir kıyas zikrediyor. Bu misal, namazdaki imamın devlet başkanlığına kıyas edilmesidir. Onun nazarında kıyas, birincisini ikincisine ilâve etmek ve namazdaki her imamın devlet başkanlığına uygun olduğudur.
Bu misali hiç bir hukukçu vermemiştir. Şayet araştırıcı profesör bunun kıyas olduğunu kabul ve bundan maksadın bu olduğunu söylüyorsa, biz de deriz ki, bu, kıyasdan son derece uzaktır. Muhterem araştırıcı, kıyasın mânasını Öğrenmek için usûl kitaplarına ve sağlam temellere dayanarak yazılan kıyas bahislerine müracaat edebilir, ancak bu takdirde kıyası kabul edip etmeme konusunda içtibadda bulunabilir.
Bununla beraber biz, kıyası, aslî naslarm tefsirine ait içtihadı bir kaynak kabul ediyoruz ve mutlak içtihada en yakın doğru hareket olduğunda şüphe yoktur. Ahkâm sahasında ona başvurulabilir. Şayet genel menfaat gerektiriyorsa, ona aykırı hareket de edilebilir. Biliyoruz ki, istihsali ve kıyas kaidelerinden dışarı çıkma caizdir. Genel menfaati gerçekleştirmek için kıyasa birçok muhalefet yapıldığı olmuştur.
Bununla, beraber, bazı hukukçular kıyası inkâr etmişlerdir : zahirî hebi gibi. Onlar, naslarm dış görünüşlerine (zahirine) dayanmışlardır. Bu mezhebe bu isim, imamları içtihada dayanmadan, naslarm zahirini (dış görünüşünü) aldıkları için verilmiştir. Bu mezheb, müşkülâtı ve hayatın bünyesine aykırı olması sebebiyle, İslâm ülkelerinde yayılmamıştır.
İmam Şafiî'nin yakın arkadaşı İmam El-Müzenî kıyas düşüncesini şöyle özetlemiştir :
«Peygamber (SaîlaUahü Aieyhi ve Selîem) asrından günümüze kadar hukukçular (fakihler) din işlerindeki bütün hükümlerde kıyasları kullanmışlar, hakkın benzerinin hak, bâtılın benzerinin de bâtıl olduğunda icmâ etmişlerdir. Kimse kıyası inkâr edemez, çünki kıyas, olayları. (işleri) Ibir-birine benzetme ve aynı Ihükme varmadır.» [128]
İstihsan, İslâm Hukukunun yan (tebeî) kaynaklarından biri kabul edilir ve kıyasın bir çeşididir. Buna gizli kıyas ismi verilir. İstihsan ile kıyas arasındaki fark; kıyas, hakkında nas bulunmayan, bir mes'elenin, ona benzeyen bir hükme eklenmesi esasına dayanır; istihsan ise, bir hükümden, görüşüne göre diğer bir hükme dönmeyi gerektirecek daha kuvvetli bir ciheti sebebiyle, dönmektir veya müçtehidin, açık kıyasın gereğinden, kapalı kıyasın gereğine dönmeyi gerektiren daha kuvvetli bir sebep için dönmesidir.
Buna dayanarak istihsana, gizli kıyasın bir çeşididir denilir. Buna göre, müçtehid genel kıyas kaidelerini kullanmaktan dönmesi ve menfaati gerçekleştirmek ve küllî kıyas karşısında cüz'i menfaatleri gözetmek için diğer bir içtihadın gereği ile amel etmesidir.
Şafiî gibi bazı âlimler, istihsanı inkâr etmişlerdir. O şöyle demiştir:
«istihsan yapan şeriat koymuş olur.» Yani kendisi için, Allah'ın hükmünü nazara almadan, hüküm koymuş olur. Şafiî, istihsanı, delilsiz, bir çeşit hevadan söylenmiş söz kabul etmiştir. İstihsan ikiye ayrılır [129]
Bu, müçtehidin, maslahatın (menfaatin) gerektirdiği gizli kıyasa dayanarak, kıyası kaidelerin gerekleri ile amel etmekten, diğer bir hükme dönmesidir. Buna misal: Bir satıcı ziraî bir toprağı satınca, bu satışa su kanalı tesis, içme ve geçme hakkı dâhil değildir. Vakıf, eşit olmaları sebebiyle, mülkiyetin naklinde, satım akdine kıyas edilir. Ancak Hanefî âlimleri bu kıyası terketmişler ve geçme, içme ve su kanalı tesis hakkını vakfedilen mala, istihsanen bağlı kabul etmişlerdir. Böylece kıyasa karşı çıkmışlardır. Bu konudaki görüşleri şudur : Vakfedilen ziraî bir araziden istifade (intifa), ancak, içme, geçme ve su kanlı tesis ile mümkündür. Böylece bu haklar, satış olmadan yapılan vakfa, araziden istifade ancak bu hakların kullanılması ile mümkün olacağından, bunların zikredilmesine hacet olmaksızın, dahildir.
Bu misalde, vakfa açık kıyasın tatbik edilmesi, vakfedilen araziden istifadeyi sağlamadığını (gerçekleştirmediğini) söyleyebiliriz. Bu sebeple bu kıyasdan, diğer bir kıyas olan gizli kıyasa dönmüşlerdir.[130]
Bu, bir zorluğu ortadan kaldırmak ve bir ihtiyacı gidermek için zaruret veya maslahat sebebiyle kıyasın hükmüne muhalefettir. Bu durum, genel kıyas kaidelerinin tatbikinin zorluk ve meşakkate sebep olduğu zaman sözkonusu olur. Buna misal, vedia veya emanet, vediayı alan veya emanet edilen kimsenin elinde ve fakat kusuru olmadan telef olursa, tazminle mükellef değildir. Bunun gibi, kiracı, ariyet alan ve işçi aynı durumdadır. Ancak (hukukçular) özel işçi (ecîr'ül-has) ile diğer normal işçi (ecîr'ül-müşterek) arasında ayırım yapmışlar ve boyacı, fırıncı gibi, muayyen bir zanaatda emeğini satan herkes, elinde bulundurduğu için istihsanen tazmin ile mükelleftir, ta ki, işini ihmal etmesin, dikkatsiz davranmasın. Çünki, böyle bir davranış eşyanın telef olması neticesini doğurur. Ama şayet telef, yangın ve diğer benzeri gibi kaçınılması mümkün olmayan bir sebeple telef olursa, tazminle mükellef değildir.
Kanaatimizce böylece, istihsan kıyasa tekaddüm eder (ondan önce gelir), çünki, zarurî maslahatlar, için genel kıyas kaidelerine aykırı davranmayı gerektirmektedir.
Prof. Mustafa Ez-Zerka, «El-Medhal'ül-fıkhi'1-Âm» adlı kitabında şöyle diyor:
«Bunun hakkında hukukçular diyorlar ki, bir mes'elede hüküm zik-redilmişse kıyas, aksı halde istihsan tatMk edilir. İstihsan'ın hükmü daima tatbik edilmesi gereken hükümdür. Çünki, gerçekten istihsan, bazı hallerde hükümlerin problem husule getirdiği zaman kıyasa terettüp eden şeyin ilâcıdır.»[131]
Hanefi mezhebi hukukçuları, tatbiki zorluk ve meşakkate sebep o.V birçok kıyas mes'elelerinde istihsanı kabul ve tatbik etmişlerdir. Aym şekilde, Mâliki mezhebi âlimleri de istihsanı kabul ve onun içinde geniş şekilde hareket etmişler ve açık kıyasın üç şey için terkedileceğini söylemişlerdir :
1- Galip bir örf veya yaygın bir âdet varsa,
2- Üstün bir maslahat varsa,
3- Zorluk ve meşakkate sebep olunuyorsa.
İşte, kanaatimizce istihsanı kabul etmek, kıyas kaitdel erin den dönmek ve âmme menfaatine yönelmektir.
îstihsanü'l-kıyasî'den öğrendiğimize dayanarak diyebiliriz ki, istihsan, gizli kıyasın bir çeşididir.
İstin san'üz-zarure ise, küllî kaidelerden cüz'i bir hükmü istisna yapmak suretiyle maslahatın gerekleriyle ameldir.
Anlattıklarımız bize gösterdi ki, istihsan müstakil bir hukuk kaynağı kabul edilmemektedir (edilemez), o daha çok, gizli kıyas ya da cüz'i maslahata dayanan tebeî (yan, ikinci derecede) bir kaynaktır.
Gerçekten, istihsanın cevazı mevzuunda hukukçular arasındaki görüş ayrılığı, istihsanı anlamadaki farka dayanır. Şafiî gibi, istihsanı reddeden âlimler, onu boş bir hüküm ve mücerret görüşün bir çeşidi kabul ediyor. Bu sebeple Şafiî diyor ki: «İstihsan yapan şeriat yapmış olur.» Ebu Hanife gibi istihsanı kabul edenler ise, onu kıyasın bir çeşidi kabul etmekte ve ona aynı hükmü (değeri) vermektedirler.
Prof. Abdülvahhab Mallak şöyle diyor :
«Bence istihsan mevzuunda iki ayrı grubun Istihsaımn mâıı:;.smın tespitinde ittifak etmedikleri açıktır. İstihsana ihtiyaç duyaniar ondan, ona ihtiyaç duymayanların iste diklerim den farklı soy istemektedirler. Onun mânâsımı tesMtde ittifak etseler, ona ihtiyaçta görüş ayrılığına düşmezler. Çünki, istihsan gerçekte açık Bir delil veya külîî bir hükümden? [bir delsl uğruna dönmedir, mücerret boş Mr hukuk yapma değildir. Her kadı, aklından birçok vakıalarda, kanunun açık olarak istediği hususlardan dönmeyi gerektiren gerçek menfaati bulabilir. İşte bu, istihsanın Mr çeşidinden başka bir şey değildir.» [132]
Mesâlih-i Mürsele, hakkında kanun koyucu (sâri') dan te'yid veya ilga etmek üzere, bir delil bulunmayan her menfaattir. Şayet bu menfaati teyid veya onu ilga eden bir nas gelirse, bu takdirde, mesâlih-i rnür-sele'nin bir hükmü olmaktan çıkar, bu nâs sayesinde, sabit bir hüküm kabul edilir.
Kanun koyucunun ona itibarı bakımından mesâlih-i mürseîe üç kısma ayrılır:
Birincisi -Kanun koyucu nazarında muteber bir menfaat: Yani, insanların menfaatini gerçekleştirmek için bu menfaati te'yid eden şer'î nas-lar gelmiştir. Bu kısmin içine, nefis ve aklı muhafaza ve insanlardan zorluğu gidermek üzere gelmiş bütün hükümler girer.
İkincisi -Mülga menfaat: Yani, kanun koyucu onun itibarını ilga etmiştir. Servet fazlalığında ribayı yeme menfaati, boşanma halinde, mevcut malda kadının erkek ile eşit olma menfaati gibi.
üç mürsele : Onu te'yid ve onu ilga için delil ikame edilmemiş menfaattir. Fakat insanların menfaati ona bağlıdır, Kan-koca arasında yapılan evlenme akdinin isbatı ve ikisinden birisinin bu akdi inkâra kalkışmaması için şer'î mahkemeye tescil edilmesi gibi.[133]
İstihsan bahsinde, istihsanın iki kısma ayrıldığını söylemiştik : İstin-san-ı kıyası ve istihsan-ı zarure. Bu, Hanefî âlimlerinin taksimidir. Gerçekten hukukçuların çoğu istihsan-ı kıyasî'yi kıyasın bir kısmı kabul ediyor ve istihsan-ı zarure'yi ise, mesalih-i mürseleye dâhil ediyorlar.
İstihsan ile istislâh arasındaki ince fark, bir mes'eledeki istihsan hükmü, genel menfaati korumak için kıyas kaidelerinin gereklerine muhalefettir : İşçi eli altında bulunanları kıyas kaideleri gereği tazmin etmek mecburiyetinde olmamasına rağmen, müşterek işçilerin, ellerinde bulunan insanların mallarını tazmin etmeğe mecbur olmaları gibi.
İstislâh ise, kıyasa aykırı davranmayı şart koşmaz, çünki mücerret menfaate dayanır.
O halde istihsan, kıyas kaidelerine aykırı bir davranış iken, istislâh kıyas kaidelerine aykırı kabul edilmez, o yeni bir kaynaktır.
Mesalih-i mürseîe hakksaida hukukçuların görüşleri :
Âlimler, ibadete taalluk eden işlerde kıyasın caiz olmadığında birleşmişlerdir. Binnetice bu konularda istislâh caiz değildir; istislâh, hakkında nâs gelmeyen mes'elelere inhisar eder.
Diğer muamelâtda ise, âlimler iki kısma ayrılmışlardır :
Birincisi: Şafiî, mesalih-i mürseİeyi kabul etmenin caiz olmadığını söylediği gibi, neva ve heves sahiplerinin önüne, «Mesâlih-i mürsele» adına, nevalarını tatmin ve neva yoluyla hükümlere tahakküm etmek için saha açılmasın diye istihsanin da caiz olmadığı görüşündedir. Şafiî'den şu sözler nakledilir :
«Müçtehit şeriat koyamaa.» «İstihsası yapan şeriat yapmış olur.»
Çünki müçtehidin işi, yeni bir hukuk koymaksızm sadece mevcut hükümlere inhisar eder. Bu sebeple Gazzalî, El-Mustasfa adlı kitabında şöyle diyor :
«İstihsan ve istislâh mevhum delillerdeaıdir. Bu ikisi, şer'î bir delilden mücerret, zevki (teşebbî) ve heva ile verilmiş hüküm kandendir.» [134]
Bu görüşü Efou Hanifie uygun buluyor. [135]Ancak kanaatimizce, ki-yasen veya zaruret olarak olsun, Ebu Hanife istihsanı kabul etmiştir. İs-tihsanu'l kıyasî gizli kıyasın bir çeşididir. İstihsanu'l-zarure ise, kıyas, zorluk ve meşakkate yol açtığı zaman maslahat ile amel etmenin bir çeşididir. Ebu Hanife maslahat için kıyası terkediyor, ama birinci babdan mesâlih-i mürsele ile onu almış oluyor. Ancak onu, dört kaynağa ilâveten müstakil bir kaynak kabul etmiyor, daha çok, zaruret kaidesine dayanarak, aksi yola yönelerek, kıyasa ilâve ediyor. Bu sebeple diyebiliriz ki, Efeu Haınife mesâlih-i mürseİeyi kabul etmiş ve onu kıyasa ilâve ederek buna «kıyas-ı zarure» ismini vermiştir.
ikincisi: İmam Mâlik ve İmam Ahmed, mesâlih-i mürseİeyi kabul ve onu, hukukî nasların bulunmaması halinde, şer'î hükümlerin temelleri üzerine kurulduğu müstakil bir hukuk kaidesi haline getirmişlerdir. Mesâlih-i mürseİeyi kıyasın bir çeşidi kabul ettiğine dair İmam Ahmed'-den bir rivayet de vardır.
Üçüncüsü: Bazı âlimler mesâlih-i mürseleye .büyük değer vermişler ve şer'î hükümlerin çatışması halinde, onu tercih yoluna gitmişlerdir.
B) HanbelİIerin görüşü şöyledir: Şer'î hükmün bulunmaması halinde mesâlih-i mürseleyi kabul ediyorlar; bu, Şafiî'nin görüşünün zıddıdır. Ancak, Hanbeli mezhebi, naslarm, bu naslar kat'î olmasa bile, mesâlih-i mürseleye tahsisine cevaz vermez. Çünki, mesâlih-i mürsele ile amel sahası, -nassm bulunmaması halinde söz konusudur. Şayet, kat'î olmasa bile, bir nas varsa, bu, maslahattan önce gelir.
C) Mâliki mezhebi âlimleri mesâlih-i mürseleyi kabule cevaz veriyorlar. Onlar çoğu insanlar gibi maslahata dayanırlar. Onlar, çatışma halinde, kat'î olmayan nasları maslahat ile sınırlamaya cevaz veriyorlar. Bu uğurda Hz. Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Selkm)'in şu sözü delil olarak verilmektedir :
«Isbcıf yükü davacıya düşer, yemin inkâr edene verdirilin» [136]
Bu nas, inkâr edene (münkir) yemin verdirmenin caiz olduğuna dair açık bir hükümdür. Ancak onlar bu nassı maslahat ile sınırlamışlardır: Şayet bir şahıs diğer bir şahısta hakkı olduğunu iddia ve fakat isbat edemezse ve münkire yemin verdirilmesini talep ederse; Mâliki mezhebi, dâvâlıya ancak kendisi ile davacı arasında eski bir münasebet ve muamele olması halinde yemin verdirilebileceğini söylüyor. Bu görüşü maslahattan almışlar (çıkarmışlardır) ve onu nas ile sınırlamışlardır ki, kötü kişiler iyi niyetli kimselere musallat olup, onları güç durumda bırakmak ve kendilerini dinlemeye mecbur etmek için yalan dâvalar ile onları mahkemelere sürükleme sinler. [137]
Prof. Mustafa Es-Zerka'ya göre, Hanefi mezhebi âlimleri nasları mesâlih-i mürsele ile sınırlamaya cevaz veriyorlar. Bu görüşün karşıtı olarak, Prof. Muhammedi Ebu Zehra, «İbn-i HanfeeU isimli kitabında, Hanefi âlimlerinin, çatışma halinde, nasların maslahata tahsisini kabul etmediğine dair deliller göstermektedir. [138]
Örf, İslâm Hukukunda hükümlerin kaynaklarından tebeî (yan, ikinci derecede) bir kaynak olarak kabul edilir. Örf, kendisinden geniş olan âdetden ayrılır. Âdet, şahıs veya cemaatlerden tekrar tekrar sâdır olan her davranışa denilir.
Örf, âdetin bir çeşididir ve söz ve fiil halinde bir kavmin topluluğunun âdetidir. Örfün, insanların çoğunluğunun arasında yayılmış olması şarttır. Örf düşünmeye ihtiyaç gösteren işlerde olur.[140]
örf iki kısma ayrılır: [141]
Bu, bazı elfaz ve terkiplerin ıstılah mânasında kullanılmasının insanlar arasında, doğrudan doğruya zihinlere yerleşerek, yaygınîaşmasıdır. Meselâ; derahim kelimesinin, gümüş veya kâğıt para şeklinde olsun, rayiçteki para için kullanılması gibi. [142]
Bu, insanların muamelelerinde bir fiile olan alışkanlıklarıdır. Evleri kiraya verme usûlü, taksitleri tediye usûlü, evlenme akdinde bir miktar mehir vermek ve karı-koca arasındaki ayrılık halindeki diğer bazı örfler gibi.
Ayrıca örf genel ve özel olma bakımından da ikiye ayrılır: [143]
Bu, bütün ülkedeki insanlar arasında yayılmış örfdür. Birçok ihtiyaçlar için yapılan hizmet akdi gibi. [144]
Bu, muayyen bir ülkeye veya bir grup insana mahsus örfdür. Tüccarların, malların kıymetini ödemedeki örfler ve herkese yayılmamış, bir grup insana mahsus örfler gibi. [145]
Örf, sözlü ve fiilî birçok tasarruflar için bir kaynak kabul edilmek îçtihad kıyas veya istislâh yoluyla yapılmış olsun farketmez. Çünki, örf, insanların ihtiyacına delildir, kıyas ve istislâha tekaddüm eder. [146]
Yukarıda temel içtihad kaynaklarından, yani icma ve kıyas'dan bahsettik. Bu kaynaklar İslâm Hukukunun bütün sahalarında temel kaynak-. lar olarak kabul edilir.
Şimdi ise, anayasa kaidelerinin bir kaynağı olması için, tebeî kaynaklardan ve onların kuvvet derecesinden bahsedeceğiz. Bu kaynaklar, is-tihsan, mesâlih-i mürsele ve örf dür.
Usûl âlimleri, temel kaidelerin alınmasında görüş ayrılığına düşmemişlerdir : İcmâ ve kıyas. Onlar tebeî kaynakların alınmasında farklı görüştedirler. Buna dayanarak her bir tebeî kaynak hakkında konuşabiliriz. [147]
İstihsan bahsinde, istihsanjn ikiye ayrıldığını söylemiştik :
1- İstİhsanü'l-kıyasî: Bu, gizli kıyasın bir çeşididir. Bu sebeple kıyasa eklenir ve kıyasla aynı neticeyi (hükmü) verir. Hukukçuların çoğu onu kabul ve gerekleri ile amel etmişlerdir. Ancak bazıları onu «İstihsan» olarak isimlendirmişler, bazıları ise, onu kıyasın bir çeşidi olarak tatbik etmişlerdir.
2- İstihsanu'z-zarure: Bu, zaruret veya maslahat sebebiyle, zorluğu def ve ihtiyacı gidermek için kıyasın hükmüne muhalefettir. Bu, genel kıyas kaidelerinin tatbiki zorluk ve meşakkate sebep olması halinde söz-konusu olur.
Bu mânada istihsan, maslahatın bir çeşidi olarak düşünülebilir. Çünki, kıyas kaidelerini işletmek, çoğu defa bazı menfaatlerin heder olmasına veya yerleşmiş şer'î prensiplere aykırılığa sebep olur. Bu takdirde ise, istihsan, şer'î maksatlara aykırı genel kıyas kaidelerinden kurtulmak için tabiî bir metod haline gelir.
Şer'î hükümler sahasında kıyası veya zarurî istihsan çeşitlerinin gereklerine uyduğumuz takdirde, onu, anayasa kaideleri sahasında da kullanabiliriz. Çünki, bir hüküm ile diğer hüküm arasında fark yoktur. Kaynak, ya makbul (kabule şayan) bir şer'î kaynak olur ve bütün ahkâm sahalarında kabul ve tatbik edilir veya kaynak olmaz, bu takdirde de ona itimat edilemez (dayanılmaz). Kanaatimce istihsana dayanmak zarurîdir. Çünki, kıyas kaidelerinin baskısını, onlardan vazgeçmek ve maslahatın gereği ve İslâm dininin ruhunu almak suretiyle, hafifletir. Bu sebeple âlimler, istihsanın kıyasdan önce geldiğini kabul etmişlerdir. Çünki, mücerret kıyas, kıyas kaidelerini tatbikde mugalata yoluyla çoğu defa İslâm dininin ruhundan ve hedeflerinden uzaklaştırır.
Bu kaynak zarurîdir; kendisine kıyasın tatbik edilmesi halinde, İslâm dininin ruhundan uzaklaşmaya ve şer'î maksatların heder olmasına sebep olan bir hüküm söz konusu olunca, ona dayanılması gerekir. [148]
İstihsan ile istislâh arasındaki fark büyük sayılmaz. Çünki, her ikisi de maslahata dayanır. Ancak ikisi arasındaki fark şudur: istihsan, genel menfaate uyarak, kıyas kaidelerine uymamayı gerektirir. Buna karşılık istislâh veya mesâlih-i mürselede kıyas kaidelerine aykırılık yoktur. Çünki, hakkında nas, icmâ veya kıyas bulunmayan mes'elelere bakar ve mücerret maslahat temeline dayanarak yeni bir hüküm verir.
Kanaatimce, istislâh anayasa kaideleri için temel bir kaidedir, Çünki, bu kaidelerin çoğu hakkında nas yoktur ve bu durumda müçtehit maslahatın gerektirdiğini yapar.
Beşerî hukuk, hakkında nas bulunmayan mes'eleîerde tabiî hukuk prensiplerine ve adalet kaidelerine dayanır. Bu ise, İslâm Hukukundaki mesâlih-i mürseleye son derece yakındır.
Bilindiği gibi, beşerî hukuk kanun koyucusu hakkında nas bulunan hükümlerde tabiî hukuk prensiplerine ve adalet kaidelerine dayanmayı reddeder; İslâm Hukuku da, hakkında nas bulunan mes'eleîerde mesâlih-i mürseleye dayanmayı kabul etmez.
İslâm Hukukçuları maslahata dayanma için, maslahatın İslâm Hukukunda muteber bir maslahat olmasını şart koştukları gibi, maslahatın mülga olmaması gerektiğini de belirtiyorlar. Şayet nassm, itibar edilmesine, ya da ilga edildiğine dair bir hüküm sözkonusu ise, müçtehid için rnasla-hât-ı mürseleye dayanmak caizdir.
Mesâlih-i mürsele bahsinde dedik ki, ancak temel bazı şartların bulunması halinde mesâlih-i mürsele alınabilir. Bu şartların en önemlisi, maslahatın, kendisi ile amel etme, menfaati celb ve kötülükleri defe sebep olması ve sabit şer'î bir nassa aykırı olmamasıdır.
Bununla beraber kanaatimce, İslâm Hukukunda içtihadı kaynaklar, .müçtehid, onlardan münasip gördüğünü, hukukî görüşler olduklar ve fruyasa, kendi değişikliği için muayyen kaideler koyar; anayasa değişikliği ancak bu yollara başvurularak yapılabilir.
İslâm Hukukuna gelince : Örf bahsinde, kanun sahasında olsun veya anayasa kaidelerini alma sahasında olsun, Örfün kabul şartlarından bahsetmiştik.
İhtilafsız olan husus, kat'î naslara aykırı olan değiştirici örflerin yeri olmadığıdır, çünki, şer'î bir nassa aykırı olmamak örfün temel şartlarından dır ve nas örfden Önce gelir (ona tekaddüm eder). Hususen, şer'î nas-ların çoğu defa birçok örfleri ilga ettiğini düşünecek olursak, şer'î naslara aykırı örfleri almak hiç bir şekilde mümkün (caiz) değildir. Meğer ki, bu naslar geldiği zaman örflere dayanmamış olsun, bu takdirde nas, örfün değişmesiyle değişir.
Bununla beraber, hukukçular hukukî naslan kuvvetleri bakımından kısımlara ayırmışlardır:
Bu kısımların birincisi, özel hukuk nasîarıdır ve örfden önce gelir. Bu naslar Örfler ile çatışırsa, bu takdirde nas ile amel edilir, örf terk eder.
Şayet hukukî nas genel ise, ki, özel hukukî nasdan zayıftır, bu takdirde, nassm geldiği sırada mevcut örf ile yenisi arasında ayırım yapılır. Şayet Örf, nassm geldiği sırada mevcut idiyse, genel naslara tâbi olur, halbuki nassm gelmesinden sonra ortaya çıkan örf, nassı değiştiremez.
Hukukçular, kıyası veya istisiâhî olsun, içtihada aykırı örfü kabule cevaz veriyorlar, çünki, örf insanların oca ihtiyacına bir delildir ve kıyas ve istislâhdan önde gelir. [149]
Yasama kuvvetinden maksat, genel anayasa kaideleri ile kanunları içine alan, şahıslar için bağlayıcı genel kaideler ısdar (çıkarma) hakkına sahip olma cihetidir.
İcra organının çıkardığı bağlayıcı kaidelere kanun ismi verilmez, bunlara «Tüzük» ismi verilir.
Yasama kuvveti, devlet içinde en önemli kuvvettir. Bu sebeple «Jean Jsaoque Rousseau»'ya göre bu hakkı doğrudan doğruya halk kullanmalıdır, çünki hak onundur. «Mtontesquieu» ise, halkın bu vazifeyi doğrudan doğruya görmesi zordur, bu sebeple halkın, bunu, daha iyi bir şekilde yerine getirebilecekler lehine bırakması gerektiği görüşündedir. Bu, halk tarafından seçilen parlâmentodur. [150]
Yasama organının teşekkülü devletten devlete değişmektedir. Bu husus, her devletin geçirdiği tarihî şartlara bağlıdır. Bu sebeple, tek meclisi kabul eden veya iki meclisli düzeni (rejimi) kabul eden devletler görmekteyiz.
Tek ve iki meclisli rejimden herbirinin iyi ve kötü tarafları vardır. Bunlar, o devletin halkının bünyesine, şuuruna ve olgunluk derecesine göre değişir.
Tek meclis sisteminin önemli meziyyetlerinden biri, karışık olmayan, basit bir sistem olmasıdır. Bu sistemde kanunlar sür'atli bir şekilde çıkar. Buna karşılık çift meclis sistemi iki meclisin menfaatlerinin çarpışmasına yol açar, kanunların çıkarılması ağırdır ve nihayet bu sistem sosyal bir sınıfın doğmasına yol açar. mallarının murakabesi, vergileri kabul ve toplanmasına nezaret ve sonra da sarf edilmesini kontrol etmektir.
Tabiî yasama organının vazifelerinden biri, kabulünden evvel bütçenin incelenmesi ve müzakeresidir. Birçok anayasalar, devlet istikrazları ile, devletin bağlı bulunduğu malî bağların tesirinde, yasama organının uygun bulmasını şart koşmaktadırlar. [151]
Siyasî vazife, yasama organının önemli vazifelerinden biri kabul edilir. Bu vazife, yasama organı tarafından, yürütme organını murakabe suretiyle çalışan, kendisi tarafından çıkarılan kanunların icrası yoluyla yerine getirir. Yasama organı bu vazifeyi, bakanlıkların görevi içine giren sahadaki işlem ve fiilleri hakkında, bakanlardan soru sormak suretiyle yerine getirir.
Tabiî anayasalar, yürütme organının intikamına maruz kalmamaları için, yasama organı üyelerine, vazifelerini en iyi şekilde yerine getirmeleri için garantiler sağlamışlardır. Bu garantilere, yasama dokunulmazlığı (teşriî masuniyet) ismi verilir. Bu masuniyet gereği, meclis karar vermediği veya üyeliği sona ermediği müddetçe, bir yasama organı üyesine karşı cezaî hiç bir tedbir alınamaz.
Bu masuniyetten maksat, halkı temsil eden bir parlâmento üyesini, yürütme organı karşısında korumaktır. Tâ ki, kendisinden intikam alması veya tevkif ettirmesi, ya da ona kötülük yapması muhtemel olan, yürütme organının baskısından uzak olarak vazifesini yapabilsin. [152]
Modern Anayasa düşüncesinde yasama organından, doğrudan ve dolaylı olarak (iki dereceli seçim) halk tarafından seçilen, halk adına ve onu temsil ederek kanun hazırlayan, çıkaran ve tatbikini kontrol eden,
seçilmiş bir hey'et kastedilir.
Bilindiği gibi, modern devletlerdeki anayasaları, halkın seçtiği ve «Kurucu Hey'et» ismi verilen özel hey'etler yapmışlardır. Ve Anayasa devletteki birinci kanun kabul edilmiştir. Tabiî, halk kendi uygun gördüğü ve arzularını dile getiren anayasayı, temsilcileri vasıtasıyla koyma hakkına sahiptir.
Bu mefhumları, zikrettiğimiz şekliyle İslâm düşüncesine tatbik etmek mümkün değildir, çünki İslâmiyetin organlar kavramına bakışı, modern bakışın bünyesinden farklıdır.
Hz. Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellemyin hayatına bakacak olursak, birbirinden ayrı üç organ hakkındaki modern (yeni) mefhumları bulamayız. Çünki, İslâm Devletini kuran Hz. Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) dir; Bu devlet onun hayatında, henüz siyasî ve idarî organizasyonu tamamlanmamış, yeni bir devletti ve Hz. Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Sellem), yasama, yürütme ve yargı fonksiyonunu bizzat ifa ediyordu.
Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Sellem)'in ya:ama sahasındaki rolü, yürütme ve yargı sahasındaki rolü ile kıyaslanırsa, mahdut idi. Çünki, temel yasama esasları, Kur'an-ı Kerîm'de ifadesini bulan, ilâhî vahiy * yoluyla Hz. Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem)'e nazil oluyordu.
Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem} de bundan sonra, Kur'an âyetlerinin müfessiri, açıklayıcı ve tebliği edeni rolünü yapıyordu. Bazen de, 'Kur'an'da bulunmayan yeni bir hüküm getiriyordu, ancak Kur'an'da yer alan genel çerçeve ve temel prensiplerden dışarı çıkmıyordu.
Bu sebeple, Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) sünnetini Kur'an-ı Kerîm'den ayıramayız; her ikisi de, birbirini tamamlayan ana iki kaynaktır. Çünki. Kur'an, İslâm Hukuku için genel kaideler ve sosyal prensipler koyuyor, Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) ise, bu kaide ve prensipleri tafsil- ediyor ve bazı hükümler ekliyordu.
Hz. Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) yasama hakkını, insanlara kendisine ve Resulüne itaat etmeyi emreden Allah (Azze ve Celle) 'dan alıyordu. O iki itaatin arasını bağlamış ve müslümanlardan, aralarında ihtilâf ve niza olduğu zaman Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellemj'i hakem tutmalarını emretmiştir.
Buradan hareketle diyebiliriz ki, Hz. Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) devrinde yasamanın ilk ve son kaynağı bizzat peygamberin kendisi idi. Yasamanın kaynağı ikiye ayrılıyordu:
Birincisi -Kur'an: Bu, Allah'ın, Peygamberine hitap ettiği sözü olup, ondan, değiştirmeden, hükümlerini harfiyyen insanlara tebliğ etmesini istemektedir.
İkincisi -Sünnet: Bu, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den sâdır olan söz, fiil veya takrirlerdir.[153]
Biraz önce, yasama organı fikrinin, İslâm Hukuku ve beşerî hukuk arasında farklı olduğunu belirttik. Bu organı incelemeye geçmeden önce, bu organdan maksat olan mânayı tarif etmek gerekir.
Prof. Dr. Süleyman Et-Tamavî, «Modern Batı Anayasaları ve İslâm Siyasî Düşüncesinde Üç Organ» isimli kitabında[154] İslâm anlayışında yasama kavramının, Kur'an ve Sünnet'den hüküm çıkarmaya (istinbat) inhisar ettiğini söylüyor ve bu işin de müçtehidlere ait olduğunu belirtiyor. Ancak modern anayasa hukukunda yasama kavramı, milletin iradesinin, kendi parlâmentosunda, onu temsilen açıklaıımasıdır. Bu sebeple seçim, toplumun üzerinde yürüyeceği mevzuatı yapma vazifesi verilen yasama organının üyelerini tesfcite giden tabiî yoldur.
Dr. Abdülhamit Mütevelli, «İslâm'da İdare Sisteminin Prensipleri»
isimli kitabında, merhum Prof. Abdülvahhab Hallaf'm, «Meceiletü'l-Kanuaı ve'1-İktisad» isimli dergide «İslâm'da Üç Organ» hakkında yayınlanan incelemesinde belirtilenlerle tarif ediyor. Prof. Hallaf, bu araştırmada, yasama kelimesinin, iki mânadan biri (birincisi: ana yolu bulmak ve tesis etmek; ikincisi, mevcut hukukun gerektirdiği hükmü bildirmek) için kullanıldığını söylüyor. Birinci mânada yasama. Allah'dan gelir, onun hakkıdır; ikinci mânada ise, mevcut hukukun hükmünü bildirmektir ki, bu da, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in vefatından sonra, kendisinden sonra gelen sahabeler ve onlardan sonra gelenler tarafından ifa edilmiştir.
Beşerî hukukdaki yasama ise, özel bir âmme organı vasıtasıyla kanun kaideleri koyma mânasına gelir. [155]
Bu ayırıma dayanarak Prof. Dr. Süleyman Et-Tamavî ve Prof. Dr.
Abdülhamit Mütevelli, beşerî hukuktaki yasama kavramını kabul ve böylece yasama iktidarını (organını), müslümanlarm muayyen bir grubuna, yani müçtehidlere hasretmişlerdir. Bu sebeple, Hz. Peygamber (Sctllallahü Aleyhi ve Sellem) 'in hayatından sonra içtihat ve müçtehitlere ait araştırmaları içinde incelemişlerdir.
Böylece yasama kavramını tesbit, yasama organı kavramı içine girmeyen Kur'an ve Sünnet'i içine alan hükümler olmaktadır. Çünki, modern mânada yasama, özel bir yasama organı vasıtasıyla kaide koymaktır.[156]
Yukarıda belirttiklerimizden zaman bakımından iki devreyi ayırabiliriz :
Birincisi: Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in hayatındaki devre. Bu devrede yasama organı mevcut değildi, çünki bu devrede yasama, hükümlerini Kur'an ve Peygamberin sünnetinden alıyordu. Sahabelerden hiç biri hüküm koyma (teşri') veya tefsir yapma fonksiyonu ifa etmiyordu. Şayet onlardan biri, bir âyeti tefsir etse, ya da hukukî sahada bir içtihat yapsa, bu içtihadı Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e arz ediyordu, o da ya kabul, ya da reddediyordu.
İkincisi: Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m vefatından sonraki devre. Bu devrede sahabe, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sel!em)'in hayatında dayandıkları ve başvurdukları iki temel kaynağa, Kur'an ve Sünnet'e bakmışlardır.
Tabiî sahabeler (Hz. Peygamber'in vefatından sonra), yeni gelişmelere ve büyük fetih hareketinden sonra İslâm toplumunun karşılaştığı yeni hâdiseler ve buna bağlı olarak İslâm Devletinde, siyasî, iktisadî ve sosyal sahada görülen büyük değişikliklere cevap verebilmek için toplu veya ferdî içtihada dayanmaya mecbur oldular.
Sahabeler İslâm ümmetini temsil etmeleri hasebiyle, burada modern anlayışdaki yasama organı düşüncesi ortaya çıkmaktadır. Onlar Peygamber ile sohbetleri ve yasama faaliyetinin merhalelerini müşahade ve takip etmeleri bakımından, halife ve ümerânın tesis ettiği ve sonra da ona bağlayıcı ve icraî vasfını verdiği, mes'eleleri halletme ve içtiiıadları koymada, halifelere yardım bakımından en kudretli kimselerdiler.
Bu sırada Yasama organı tâbiri mevcut olmadığına göre, sahabenin yaptığı bu iş, modern mânadaki yasa organı kelimesinin aynı mânasını ifade etmektedir.
Ancak -belirttiğimiz yakınlığa rağmen biz, islâmî kavram ile beşerî kavram arasında büyük bir fark olduğu kanaatindeyiz. Beşerî hukuktaki yasama organı, münasip gördüğü kanunu çıkarma ve ona dayanma hakkına sahiptir, o, herhangi bir bağ ile bağlı olmadan, istediği kaideyi koymakta hürdür.
Buna karşılık, müçtehidler için kullanıldığını belirttiğimiz bu tâbir hasebiyle, İslâm anlayışındaki yasama organı ise, kanaatimizce, bu muçtehitler dinin hükümleri ve onları tatbikle bağlıdırlar, naslarda ifadesini bulan dinî prensiplere aykırı bir tek kaide koyamazlar. Bunun dışında faaliyetleri olarak, naslardan çıkarılan hükümlerin ikrarına ve hakkında nas bulunmayan mes'elelerde içtihada inhisar etmektedir.
İçtihat yolu âlimlerin tesbit ettikleri gibi-ağır ve zor bir iştir İçtihadı, ancak kendisinde içfcihad rartları bulunan kimse yapabilir. Ve müçtehid. içtihadı, sevaba daha yakın, hatadan daha uzak olması için, sağlam metodlara uygun hareket etmelidir.[157]
Karşılaştıkları yeni mes'eleleri halletmede halifeye yardım eden. grup oldukları için, İslâm'da yasama organı mefhumu müçtehidlerin faaliyetlerine inhisar edince, bu âlim grubun, içinde hareket edebileceği genel sahayı ve yasak bölgeyi belirtmek gerekir.
Bu gaye ile, İslâm Hukukunun kaynaklarını şu şekilde sunabiliriz:[158]
Kur'an, yasamanın birinci kaynağı kabul edilir ve İslâm Hukukunun genel esasları ve küllî prensiplerinden bahseder.
Kur'an, çeşitli hükümleri içine alır. Bir kısım inanca, Allah'a ve ondan gelenlere (onun gönderdiklerine) iman bahislerini ilgilendiren konulara, bir kısım ahlâk ve faziletlere, diğer bir kısım ise, kullardan (mükellef) sâdır olan söz, fiiller ve tasarruflara bağlı amelî hükümlere aittir. Hü-,kümlerin bu kısmına «Fıkhu'I-îsîâmî = İslâm Fıkhı» ismi verilir.
Kur'an'da ahkâm âyetleri 500'ü geçmez. Bunların bir kısmı ibadete aittir, insan ile rabbi arasındaki münâsebeti tanzim eden bunlardır: Namaz, oruç, hac "ve zekât gibi. Diğer kısım, insanların hayatın bir sahasında yaptıkları işler ve tasarruflarının hukukî düzenlenmesine aittir: Aile hukuku, şahıslar arasındaki muamelât hukuku ve İslâm Devletinin malî, siyasî ve milletlerarası münasebetlerinin düzenlenmesi gibi. [159]
Kur'an'm, hükümlerini takrirdeki metodu, hukuku meydana getirmede tedricîlik denilen temel prensiplere riayet etmesi, mükellefiyetlerin azaltılması, hukuku insanların fıtratına ve menfaatına intibak ettirmesidir. Bu prensipleri gerçekleştirmek için, Kur'an, teferruata dalmadan genel prensipler getirmiştir.
Prof. Mustafa Ez-Zerka şöyle diyor:
«Ancak kitap (Kur'an) anayasa olma özelliği ile, hükümleri (ahkâm) icmâlî naslar (kısa ve özlü hükümler) ile belirtmiş, cüz'iyata (teferruata) taşmamış, az bir istisna dışında, mes'elelerin tafsilâtını vermemiştir. Çünki bu, onu uzatır ve onu, belagat ve Kur'an'm diğer galyelerinden dışarı çıkartır... Kur'an naslarındaki Tbu icmal, medenî muamelelere ait hükümler, siyasî ve sosyal düzenlemeler bakımından diğer bir önemli meziyettir. Bu, hu mücmel nasların anlamaya ve naslarin muhtemel mânaları sebebiyle tatbikine yardım eder ve şer'î temeller ve maksatlardan çıkmamak üzere zamanın şartlarına uygun ahenkli şekilde genişletmek ve hükmün gereklerine göre ayarlamak mümkündür.» [160]
Merhum Prof. Afadulvahhab Hallaf ise şöyle diyor :
«İbadet ve ahvâl-i şahsiyye dışında kalan, Medenî Hukuk, Ceza Hukuku, Anayasa Hukuku, Milletlerarası Hukuku ve İktisat hükümleri ile ilgili genel kaideler ve temel prensipler vardır. Kur'an bu hususlarda nadiren cüz'î tefsilâta girmiştir. Çünki bu hükümler, ortamın ve menfaatlerin değişmesiyle değişirler. Kur'an bu hususlarda genel kaideler ve temel prensipler koymakla iktifa etmiştir.» [161]
Tabiî, Kur'an nasları sahasında müçtehidlerin işi, tefsir ve açıklama hudutları ile hudutlu ve bağlıdır, hiç bir şekilde Kur'an hükümlerine aykırı veya onunla çatışan hukukî bir kaide koyamazlar. Çünki Kur'an, hiç bir beşerî kanunun aykırı gelemeyeceği üstün bir anayasayı ifade eder, belki bütün beşerî kanunlar, onun prensip, esas ve temelinden çıkmadır.
Kur'an, meselâ idarede Şûra gibi bazı anayasa prensiplerine ait nas ihtiva eder. Bu durumda yasama organı, bu prensibi, muayyen bir şekil ile bağlı kalmadan, gerçekleştirecek kanun ve tüzükleri koyabilir.
Tabiî, müçtehidlerde ifadesini bulan yasama organının içtihadı, kendinden sonra gelenler için bağlayıcı değildir. Her asırdaki müçtehitler ümmetlerinin, menfaati için uygun gördükleri şekilde, zamana ve sosyal şartlara uygun olarak içtihat yapabilirler. Bu gibi içtihatlar zamandan zamana, toplumdan topluma değişir.[162]
Sünnet kelimesi usûl âlimleri tarafından, Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) 'den sâdır olan söz, fiil ve takrir şeklinde, şer'î bir hükme delil olan her şey için kullanılır.
Sünnet,-İslâm hukukunun aslî kaynaklarından ikincisini temsil ede Sünnette yer alan hükümler mutlaka Kur'an hükümlerine uygundurla Bu durumda ya onu te'kid ederler, ya da Kur'andaki hükümleri tefsir v ' tafsil eden hükümlerdir. Mücmel bir hükmü tafsil etmek, mutlak bir hük mü sınırlamak, genel bir hükmü özelleştirmek gibi. Sünnet bazan Kur' anda yer almayan yeni bazı hükümler de getirir. [163]
Usûl âlimleri sünneti sabit olması bakımından, mütevâtir, meşhur ve ehad kısımlarına ayırıyorlar.
Mütevâtir sünnet, sabitliği kesin ve ilmî yakîni ifade eder.
Meşhur sünnet, tatbik edilme gereği bakımından mütevâtir sünnetten farkı yoktur, bununla1 beraber ilmî yakîni ifade etmez, sadece kesinliğe yakın bir zannı ifade eder.
Ebrvd sünnet ise, "bir veya birden çok kimsenin rivayet ettiği sünnettir, tevatür ve şöhret derecesine varmamıştır, sadece zannı ifade eder. Âlimlerin çoğu bununla amel edilmesi gerektiği kanaatlidedirler. Çünki, râcih bir zan vardır, bu da amel işlerinde kâfidir.
Sünnet amel edilmesi bakımından ikiye ayrılır : Bir kısmı Peygamber (Saltallahü Aleyhi ve Sellem)den sâdır olan ve hukukî bir düzenlemeyi kastedenlerdir. Bu sünnet Kur'andan sonra hukukun ikinci kaynağıdır. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ye Sellem) 'den sâdır olan şahsî tasarruflar onun özel hayatına ait ve ferdî mizacına taalluk ederler. Yemesi, içmesi, oturması ve uykusu, ya da şahsî içtihadları gibi. Meselâ; ağaç aşılaması konusundaki görüşü, Bedir Harbi'nde askerin konaklaması konusundaki görüşü gibi. Bu tasarruflar hukukî mânada bağlayıcı bir sünnet kabul edimezîer.
Müçtehitlerin Kur'an ve sünnet ile ilgili faaliyetleri onların tefsir ve açıklanmasına münhasırdır. Onlar bu iki kaynağa, ikisi de aslî sabit kaynaklar olduklarından ve naklî kaynak sayıldıklarından, aykırı hareket edemezler, ya da ikisinin hükümlerine aykırı bir tatbikat yapamazlar. [164]
îçtihad, İslâm hukukunun kaynaklarından üçüncüsüdür. îçtihad, usûl mânasında hukukçunun delilinden hüküm çıkarması konusunda fikrî gayret sarfetmesi demektir. İçtihad, nas olsun olmasın, kaçınılması mümkün olmayan bir zarurettir, çünki, hukukun gelişmesi için zarurî kabul edilir.
Gerek Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) devrinde ve gerekse O'n-dan sonra hiç bir hukukî devrede içtihad ortadan kalkmış değildir.
1- Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) devrinde İçtihad:
Hz Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) devrinde içtihad mevcuttu. Birinci müçtehid Peygamber (Sallallahü A leyhi ve Sellem) 'in kendisiydi. Onun dışında sahabeden biri içtihad yaparsa, bu içtihadlannı Peygambere arze-derler, o da onu ya kabul, ya da red ederdi.
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)''in içtihadlannı ikiye ayırabiliriz : Bir kısım, bağlayıcı hukukî içtihadlardır. Kur'anın mücmel, sınırlı ve genel hükümlerini bildirmesi, haramı, helâli, sahihi ve fesadı belirtmesi gibi, bütün bu içtihadlar bağlayıcıdır. Bunlar Kur'an hükümlerinin işgal ettiği seviyededirler. Çünki Rabbisinin risaletini tebliğ eden ve şeriatın hükümlerini bildirme işini ifâ eden O'dur. Bu içtihadî hükümlerde hata ihtimali aramak mümkün değildir.
İkinci kısım içtihad, bir yargıç ve kumandan sıfatıyla ondan sâdır olan içtihaddır. Bu, O'nun bir görüşe ve neticeye varmak için aklını kullandığı ve gayret ettiği işlerde söz konusu olur. O, bu işlerde ashabiyle istişare eder ve onların görüşlerini alırdı. Bedir Harbi esirleri konusunda onlarla istişaresi gibi. Bazı âlimler Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in içtihadlarınm, hata imkânı olmayan vahye dayandırılmasının caiz olmadığını söylüyorlar. Ancak usûl âlimlerinin çoğu Peygamberin, insanların işlerini halletmesi gereken ve Allah'ın kastettiği hükmünü belirten bütün âyetler için içtihad yapmasının caiz olduğunu söylüyorlar.
Muhterem Profesör Bedir El-MütevelH Abdul Basit şöyle diyor[165]
«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in insan ve beşer olduğu kabul edilince, onun yemesi, içmesi ve tedavisindeki âdet ve tecrübelerinin ve insan hayatına ait her konuda tecrübelerinin ve âdetlerin olacağı kabul edilecektir. Onun, bir insan ve beşer olarak-ziraat, sanat ve bedenî tedavi gibi hayata ait işlerde mutlaka görüşü (içtihadı) olacaktır. İçtihadın bu çeşidi hukukî işler ve devlet siyasetiyle ilgili olmadığı gibi, nikâh, boşanma veya alım ve satım gibi insanlar arasımda anlaşmazlık çıkan konularda bir hüküm sayılmaz. Hz. Peygamber (Sallalkthü Aleyhi ve
SellemVden sâdır olan söz, fiil ve tecrübeden her biri bu sebeple ümmet için bağlayıcı değildir, ümmet onu alır ve ona davet eder...»
Müellif, bir hâkim ve idareci olarak Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin vazifesi konusunda daha sonra şöyle diyor :
«Bu takdirde onun vazifesi icra yetkisi üzerinde devlet bş vazifesi gibidir. Onlar mahkeme hükümlerini tatbik ederler, elçi tâyin ederler, elçi kabul ederler, çeşitli vazifelere memurları tayin ettikleri gİM, orduyu tanzim, askerî planlan tespit ve vatan topraklarını müdafaa ederler. Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem} de bütün bu işlerde, kendi zamanı için uygun gördüğü bir tarzda, ümmetin menfaatlerini gerçekleştirecek hikmetli bir siyaset takip ediyordu. Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) , hakkında vahiy gelmeyeni konularda ashaldyle istişare eder, fcıı konularda içtihad yapardı. Büîüuı içtihadlar maslahatı hedef alır, ekserisinde isabet kaydedilirdi.»
Bundan sonra şöyle diyor:
«Bütün fcu işler bir imam ve komutan olarak Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) 'den çıkmıştır. Kendisinden sonra gelenler, Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Se!!em)"m bu işlerdeki tedavi esaslarıyla bağlı olmadan, dînin genel prensipleri çerçevesinde maslahata en yakın gördükleri tarzda hareket etme hakları vardır.
Ama bir Peygamber ve mübeliiğ olarak, Kafcbinin emirlerini, şunun haram, şunun helâl veya şer'an sahih veya fâsid olduğu veya vacip olmadığım bildirmesi gibi işlerde, idareci veya idare edilen olarak ümmetten hiç 'biri, hüküm veremez. Caun haram kıldığını helâl yakamaz, ,^ıelâl kıldığını haram edemez, veya —Peygamber olarak-fesadına hükmettiği bir şeyi sahih kılamaz ya da, yine -Peygamber olarak -sıhhatine hükmettiği bir şeyi fâsid kılamaz.» [166]
Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) vefat edince sahabeler kendilerini, Kur'anda yer almayan ve Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) den bir hüküm sâdır olmamış meselelerde rey ve içtihada dayanmaya mecbur hissettiler.
Sahabelerden birçoğu içtihad ve fetvada meşhur oldular. Onlar Kur'-an'a dayanıyorlar, orada bir hüküm bulamayınca Sünnet'e geçiyorlar, orada da bir hüküm bulamayınca içtihad ediyorlardı.
Ömer bin Hattab (Radiyallahuanh), «Şüreyh»'i Küfe kadısı tayin ettiği zaman, ona şöyle demiştir :
«Allah'ın kitabında sana bildirilene bak, kimseye birşey sorma. Sana oirşey Mldirilmemişse o nıes'elede Allah'ın Resulünün sünnetine tâbi ol. Sünnette sana birşey Tbildmlmemişse, o mes'elede reyin (görüşünle) İçtihad et.»
Bir tek mes'elede sahabelerin görüş ayrılığına düşüp farklı içtihad va'otıkları çoktur. Onlardan hiç biri kendisini hak üzere olduğu ve görüsünün doğru olduğunu belirtmemiştir. Çünki, aralarında görüş müşterekti. [167]
Önemli içtihadlarından bazıları şunlardır:
1- Hz. Ömer (Radiyaîlahu anh) kocası vefat eden hâmile kadının çocuğunu doğurmasına kadar izinli olduğuna fetva vermiştir. Hz. Ali (Radiyallahuanh) ise iki ecelin (müddetin), hamilelik müddeti ve iddet müddeti, sonuna kadar uzayabüeceğine fetva vermiştir.
2- Hz. Ömer (Radiyaîlahu anh) bir söz ile üç talâkı (boşanma) zorlaştırmıştır (mümkün olmadığını söylemiştir), Hz. Ali (Radiyallahuanh) ve Ebu Musa El-Eş'arî aksi istikamette fetva vermiştir.
3- Hz. Ebu Bekir (Radiyaîlahu anh) kardeşlerin dede ile birlikte mirasçı olamayacığını, çünki dedenin baba sayıldığını söylemiştir. Aynı şekilde kardeşler baba ile birlikte mirasçı olamazlar. Buna karşılık Hz. Ömer (Radiyallahuanh) kardeşlerin dede ile mirasçı olacağını kabul etmiştir.
4- Hz. Ömer (Radiyaîlahu anh), mehri verilmiş ve boşanmış kadına
nafaka ve ev verilmesinin gerektiğine karar vermiştir. Diğerleri ise, böyle bir kadının nafaka ve ev almaması gerektiğini söylemişlerdir. Bu olay Fatma bint-i Kays hâdisesinde cereyan etmiştir.
Belki de içtihadlardan en önemlisi, Irak ve Şam'da fethedilen arazi mevzuunda yapılan içtihaddır. Hz. Ömer (Radiyallahuanh) sahabeleriyle bu mevzuda istişare etmiş, istişareden sonra arazinin fâtihler arasında bölünmemesi, sahiplerinin ellerinde bırakılmasına karar vermiştir. [168]
Sahabe asrından sonra içtihadın sahası genişlemiş, çeşitli yollar bulunmuş ve ortaya iki ekol (medrese) çıkmıştır
Hadîs ekolü, rey ekolü.
Bu iki medreseden herbiri yaşlı sahabelerin içtihatlarıyla tesirli olmuştur. Hadîs ekolü veya diğer ismiyle Hicaz ekolü, Hz. Ömer (Radiyallahu anh), Zeyd bin Sabit (Radiyallahu anh) ve Abdullah bin Ömer ve onlardan sonra gelen, Sait bin El Müseyyeb ve Urve bin Zübeyr ve Kasım bin Muhammed gibi tabiinden kimselerin görüşleriyle tesirli olmuştur. Bu medrese, hadîse dayanmış ve görüşlerini ondan elde etmiştir. Onlar ancak çok dar bir sahada reye baş vurmuşlardır.
Rey ekolü veya diğer ismiyle Küfe ekolü ise, hadîslerin rivayetlerinde titiz davranmışlar ve ancak sıhhati sabit olduğu taktirde, hadîsleri almışlardır. Çünki, Irak Hicaz'a uzaktı ve sahih hadîslerle temasları (tear-ruf) mümkün değildi, bu ekolün sahabeden ileri gelenleri şunlardır : Hz. Ali Abdullah bin Mes'ud (Radiyallahu anhûma) ve onların Kûfe'deki, Al-fcame bin Kays ve EÎ-Esved bin Yezid gibi talebeleri.
Tabiî daha sonra bu iki ekolün iyi taraflarını birleştiren bazı âlimlerin ortaya çıkması yolu ile iki medrese arasında bağlantı kurulmuştur. Her bir medresenin ileri gelenlerinin ilimleri temas haline gelmiştir. Ayrıca daha sonra hadîs ilmi ve âlimlere sahih hadîsi sahih olmayandan ayırmayı mümkün kılan hadîs usûlü ilmi ortaya çıkmıştır.
Bundan sonra Fıkıh usûlü (metodoloji) ilmi doğmuştur. Böylece iç-tihad sağlam kaidelere bağlı olarak yapılmaya bağlanmıştır. [169]
Yukarıda belirttiklerimizden şunu tesbit edebiliriz ki, müçtehitlerin meydana getirdiği yasama organının faaliyeti, naslara aykırı olmayan yahut kısa, özet, genel veya mutlak olarak bildirilen hükümlerle sınırlıdır.
Müçtehitlere ve müslümanların Ehl-i Hal ve'l Akd'e hasrettiğimiz yasama organı hakkındaki bahsimizi Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) in vefatından sonraki devre ile sınırlayacağız. Çünki, Hz. Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)'den sâdır olan içtihad ile, onun vefatından sonra gelen müçtehitlerden, halife olsun, âlim olsun, sâdır olanlar arasında fark vardır. Biz, âlimlerin, vahye dayanması sebebiyle, Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) den sâdır olan içtihad yapılmasının cevazı veya ademî cevazı bakımından görüş ayrılıklarına giremeyiz.
Hz. Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)'in içtihad yapabileceğine inanan âlimler dahi bu içtihadın beşerî hayat ile bağlı kabul ederek ümmet için bağlayıcı olmadığını söylüyorlar (Hukukî olmayan işler veya insanlar arasındaki yargı sahasında ondan sâdır olan hükümler dışında.) [170]Hz. Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)'in yemesi, içmesi, tedavisi veya devlet işlerini idaredeki siyaseti, memur ve hâkimleri tayinindeki âdetleri gibi, zamana göre değişen ve Hz. Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) 'İn maslahatın gerçekleşmesini hedef aldığı işler bunların dışındadır.
Bu mâna, yasama organının mânasını genişletmekte, hukuk ve yargı sahasına ait olmayan içtihadlarmı da yasama kuvveti mefhumuna dahil etmektedir. Çünki, belirttiğimiz mânada y asama kuvveti, bağlayıcı sıfatı olan genel kaideler koyma hakkına sahip kuvvet mânasında yasama kuvvetidir. Ayrıca bağlayıcı hukuk içtihadları sahasına girmeyen Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)'m içtihatları, mücmel, sınırlı ve genel Kur'an âyetlerini bildirmesi gibi yasama organı görevi sahasına girdiği kabul edilmektedir. Bunlar, kanun koyucu Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) den sadır oldukları için değil, Peygamber devlet başkanı sıfatına sahip olduğu ve bu durumlardaki emirleri maslahatı gerçekleştirmeyi hedef aldıkları için bağlayıcıdırlar.
Anlattıklarımızı özetleyecek olursak, Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve SeHem)'in içtihadları ikiye ayrılır :
1- Hukukî içtihatlar: Kur'an hükümlerini bildirmesi, belirtmesi, hukukî işleri düzenlemesi ve buna ait şer'î hükmü söylemesi gibi. Bu içtihadiar bağlayıcıdır ve hatasızdır, çünki Peygamber (Sallaahü Aleyhi ve Sellem) Rabbinin Risaletini tebliğ etmektedir.
2- Hukukî olmayan içtihadiar: Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)in aklını ve görüşünü kullandığı içtihadlardır. Bunlar devlet ve diğer işlerin düzenlenmesine ait işlerde söz konusu olur. Bedir Harbi esirleri mes'elesindeki içtihadı, Bedir Harbi'nde konaklatacak yer mevzuundaki içtihadı, Selman Eî-Farisî'nin şehrin etrafına hendek kazılması görüşüne muvafakatin deki içtihadı gibi. Bu içtihadiar aynı şekilde sahabeler için, Müslümanların İmamı ve komutanı (kaid) sıfatıyla Allah'ın Peygamberinden sâdır olduğu için bağlayıcıdır.
Ama Halifelerden ve Peygamberin vefatından sonra, âlimlerin ehl-i hal ve'l akd kısmından sâdır olan içtihadları ile yasama kuvveti mefhumu arasında bağ kurabiliriz.
İçtihad ile yasama kuvveti arasındaki münasebetin genişliğine girmeden önce, içtihadın bağlayıcı sıfatı olmadığı müddetçe ona yasama kuvveti mefhumu verilmesinin mümkün olmadığına işaret etmemiz şarttır. Bağlayıcı özellik, onu, mücerred içtihadı görüşten, bağlayıcı hakka sahip organdan çıkan hukukî içtihada nakletmektedir.
O halde bağlayıcı özellik, içtihadı görüşe, şahısların tatbikle mükellef olduğu kanunî ve yasama mahiyeti veren özelliktir.
Bu ayırıma dayanarak Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) asrından sonraki içtihadı ikiye ayırabiliriz:[171]
Ferdî içtihad, kendisinde içtihad şartları bulunan her müslûmanm hakkıdır. Birçok sahabe karşılaştıkları çeşitli mes'elelerde içtihad yaptıkları gibi, sahabe asrından sonra gelen birçok hukukçu da içtihad yapmıştır.
Belirttiğimiz yasama organı mânasında, bu içtihada hukukî içtihad ismi verilemez. Çünki, bu içtihadiar bağlayıcı değillerdir. Müçtehidlerin bu mes'elede, bu içtihadları tatbik etme hakkına sahip bir kudretleri yoktur.[172]
Bu içtihad, ya kendisinde icmâ'nın şartlarına uygunluk bakımından titiz bir şekilde bütün müçtehidlerden sâdır olur, bu takdirde, icmâ bağlayıcı olduğu için, bağlayıcıdır. Ve hukukun aslî kaynaklarından biridir, ya da icmâ özelliği olmaksızın müçtehidlerden sâdır olan bir içtihaddır. Bu içtihad bağlayıcı özelliği olmayan mücerred bir içtihaddır.[173]
İslâm siyasî düşüncesinde Halife -vazifesi ve ümmetin onu kendine reis olmak için seçmesi sebebiyle -'bağlayıcı mahiyette (özellikte) emirler verme yetkisine sahiptir. Bunun için, emirlerin, kabul edilen (mukarrer) şer'î hükümlerle çatışmaması şarttır.
Vazifesi sahasında Halifenin yaptığı içtihadiar bağlayıcı yasanın mahiyetindedir. Çünki o, iktidar ve idare sahibidir ve emirlerine itaat edilmezse, devlet işlerinin istikrar bulması mümkün değildir.
Bu sebeple İslâm siyasî düşünce âlimleri, halifede ilim ve içtihad (kabiliyetini) şart görmüşler ve bu şartları, halife seçerken nazara alınması en önemli şartlardan kabul etmişlerdir. [174]
İslâm siyasî düşüncesine ait kitaplarda, halifede bulunması gerekli olan şartlara bakacak olursak, bütün bu kitaplarda «ilim» şartının bariz olduğunu görürüz. Bu âlimler sadece ilim ile iktifa etmemişler, ona içtihad yapabilme imkânı veren ilmi şart koşmuşlardır.
Mâverdi, «El-Ahkâmu's-Sultaniye» kitabında şöyle diyor: İmamete (halifeliğe) ehil olanWdaki muteber şartlar yedidir: Birincisi: Bütün şartlarıyla adalet.
İkincisi: Bütün işlerde ve hükümlerinde içtihad imkânı sağlayacak ilim.
Beşincisi: Vatandaşın ve işlerin idaresini anlayacak görüş (rey), [175]
Ebu Yala Muhammed bin El-Hasan, (El-Ferna) «El-Ahkâmu's-Sulta-niyye» isimli kitabında şöyle diyor:
İmamet (hilâfet) ehlinde muteber dört şart aranır:
İkincisi: Hürriyet, bulûğ, akıl, ilim ve adalet sahibi olmak.
Üçüncüsü: Harb ve siyaset işlerinde ve hadleri (cezaları) tatbikte kabiliyeti olmak, bu işlerde acıma hissi olmamak ve imameti müdafaa
edebilmek.
Dördüncüsü: îlim ve din'de onların en efdali (üstünü) olmak.» [176]ibn-i Haldun, Mukaddimesinde şöyle diyor :
«Bu makam için şartlar ise dörttür: İlim, adalet, kabiliyet, görüşlerine ve aklına tesir eden havas ve âzalarının selâmetidir.» [177]
«Ibn-i Haldun» daha sonra bu şartların sebeplerini izah ediyor:
«îmamet'de ilim şarttır. Çünki, o ancak böylece, bu konuda âlim olunca Allah (AzzeveCetle)'m hükümlerini tatbik edebilir. İlim de kâfi değildir, müçtehid olmalıdır. Çünki, taklid etme eksikliktir. İmamet evsaf ve ahvalde kemali (tamamiyeti) gerektirir.» [178]
«Ebu-1' Maâli El-Cüveyflî» şöyle diyor;
«İmamın, içtihad yapabilecek kimselerden olması şarttır, tâ ki, olaylar karşısında, başkasından fetva istemeye ihtiyaç duymasın, muhtaç olmasın.»
EI-Gazzali ise, Kadı için şart olan şeyin îmam (Halife) için de şart olduğunu, mukallid değil, müçtehid olması şerektiğini söylüyor. [179]
Gazzaiî, halifede, kadı için bulunması gerekli şartları şart görüyor. İmam Maverdî ise, El-Ahkâmu!s-Sultaniye adlı kitabının altıncı babında
kadının şartlarım belirterek şöyle diyor :
«Yedinci şart (kadının şartlarından) şer'î hükümleri bilmelidir. İîmi, şeriatın usûlünü (esaslarını) ve füruunu (teferruatını) Mlmeyi içine almalıdır. Şeriatta hükümlerin asılları dörttür :
Birincisi: Allah (Azze ve Celie) in kitabını, nâsih, mensuh, muhkem, rnüteşâbih, genel ve özel, mücmel ve nıüfesser olma bakımımdan ihtiva ettiği hükümlerden doğru şekilde haberi olacak kadar bilmek.
İkincisi : Allah'ın Peygamberinin sabit (sağlam) sözü ve fiilleri ile sünnetini bilmek...
Üçüncüsü: Kendinden evvelkilerin (selef) üzerinde birleştikleri ve ayrıldıkları noktaları bilmek...
Dördüncüsü : Üzerinde konuşulmamış (meskût) fürua ait mes'eîelerî, üzerinde konuşulmuş esaslara kıyas edip, cevap verecek kıyası bilmek. O, fetva ve hüküm verebildiği gibi, fetva ve hüküm vermesini de (birinden) isteyebilir.» [180]
İkincisi -Halifenin içtihadının bağlayıcı değeri:
Belirttiğimiz şartlar halifede bulunduğu takdirde, halifelik makamına gelebilir. Bu durumda, itaat gerektiren vazifesi icabı, içtihatları bağlayıcı olur.
Halife Hz. Ebu Bekir (Radiyaiîahu anh) 'den sâdır olan Önemli içtihad-Iardan bazıları şunlardır.[181]
1- Zekâta mâni olan mürtedler mevzuu : Bu mes'ele İslâm Dünyasının, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin vefatından sonra, karşılaştığı" önemli mes'elelerden biridir. Hz. Ebu Bekir (Radiyalhhu anh), onların Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem)'e karşı yaptıklarına cevap olarak, onlarla çarpışmak görüşünde idi. Hz. Ömer (Radiyaiîahu anth) ona şöyle demiştir:
Nasıl çarpışabiliriz?
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) şöyle demiştir:
«Lâüühe illallah deyinceye kadar (için) insanlarla çarpışmaya emredildim. Şâyef bu kelimeyi söylerlerse, onların kana ve malı bana haramdır, ancak bu kelime için çarpışılır.»
Hz. Ebu Bekir (Radiyaiîahu anh) şöyle cevap verdi:
Ancak bu kelime için demedi mi? Kimlere zekât verilir ve kimin namaz kılmak hakkı vardır.
2-Kur'an'ı toplamak meselesindeki içtihad : Mürtedler ile yapılan harplerde bazı büyük kurralar (hafızlar) şehit edilince, Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh) , hafızlarının ölmesiyle Kur'an'm kaybolacağından korkmuştur. Mes'eleyi, Kur'an'ı toplamak ve yazdırmak için Hz. Ebu Bekir (Radiyaiîahu anh)'e arzetmiştir. Hz. Ebu Bekir (Radiyaiîahu anh) bunu kabul etmemiş ve şöyle demiştir :
«Allah'ın Resulünün (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) yapmadığını mı yapayım?»
Daha sonra aralarında münakaşa cereyan etmiş, neticede Hz. E^u Bekir (Radiyaiîahu anh) Kur'an'm toplanmasını uygun bulmuş ve toplaması için kurra ve hafızlardan meydana gelen bir komisyon teşkil etmiştir.
Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh) 'den ise çok içtihad sâdır olmuştur. Çünki, onun karşılaştığı hâdiseler çok fazladır; onun zamanında ülkeler fethedilmiş, müslünıanlar Arap yarımadasından İran ve Bizans topraklarına intikal etmişlerdir.
Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh) birçok mes'elede içtihad yapmıştır. Bu işte, şeriatın kurduğu genel naslara ve temel prensiplere dayanmıştır. Önemli içtihatlarından bazıları şunlardır. [182]
1- Huzeyfe Mm EI-Yeman hakkında rivayet ediliyor ki, o şehirli ve" ehl-i kitap bir kadınla evlendi. Hz, Ömer (Radiyaiîahu anh) ona şöyle yazmıştır :
«Bırak yoluna (evine) gitsin.»
Huzeyf e ise ona şöyle yazmıştır:
«-O kadm haram mı, ey mü'minlerin Emîri?»
Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh) cevaben şöyle yazmıştır :
«Sana bu mektubu yazdım ki, onu birakası&ı. Ben, mü si umanlar in
sana (bu işte) uyacağından, seni Örnek alıp, taklid edeceklerinden korkarım. Onlar ehl-i zimmeden olan kadınları güzellikleri için seçerler, bu ise, mii'min kadınlar için fitneye kâfidir.»
2- Allah, kadm veya erkek hırsızın elinin kesilmesini emretmiştir. Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh} devrinde müslümanlar açlık sebebiyle başıboş olunca, hırsızlık çoğaldı. Bunun üzerine Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh) onlara had cezasının (el kesme) tatbikini durdurdu, çünki, onun kanaatine göre, açlık bulunduğu müddetçe, bu cezanın tatbikinde arzu edilen maslahat (gaye) mevcut değildir.
3- Bir sözde üç talâk ile boşamayı (talâk-ı selâse) durdurmuştur. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve Ebu Bekir (Radiyaiîahu anh) devrinde bir defada boşama (talâk-ı vahid) vardı. Ne zaman ki, Hz. Ömer (Radiyaiîahu ank), insanların boşamada acele ettiklerini gördü, o zaman biraz sabredip düşünmelerini sağladı ve boşamayı zorlaştırdı. :
4- Zekât mallarından müellefet'ül kulub için sarfedilmesini, bu hak Kur'an'da belirtilmiş (kabul edilmiş) olmasına rağmen, durdurmuştur. Buna da sebep, Hz. Ömer, bu kimselere sarfdan maksadın, İslâm'ı kuvvetlendirmek, müslümanların çoğalması ve kuvvetlendirilmesi olduğunu söyleyerek, halbuki müslümanlar onun devrinde ne kimseden korkmakta ve ne de başka birinin yardımına muhtaç olmaktaydılar.
5- Geniş Irak arazileri mes'elesinde Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh) 'in meşhur içtihadı. Bu mes'elede, Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh), müslümanların menfaatini geniş arazilerin, fâtihler arasında taksim edilmemesinde ve belli bir haraç ödemeleri şartıyla, aslî sahiplerinin ellerinde bırakmakta görmüştür.
Görüyoruz ki, bütün bu durumda halifeler ileri gelen. sahabeleri toplamış, bu mes'eleier hakkında onlarla istişare etmişler, görüşlerini dinlemişlerdir. Bazıları Halifenin görüşünü desteklemiş, bir kısmı ise, ona kar-Şi görüşü savunmuştur.
Siyer kitaplarına bakacak olursak, halifeler ile, sahabelerin fakih (hukukçu) ve âlimleri arasında cereyan eden münakaşanın nasıl olduğuna dair özellikler buluruz. Bu istişarelere katılan her bir şahıs, görüşünü ve delilini, Kur'an ve Sünnet'den nakledilen naslar ve İslâm Hukukunun gözettiği genel menfaat ışığı altında, belirtiyordu.
Tabiî bu münakaşalardan (sonra) sâdır olan içtihat bağlayıcı idi. Çünki, İslâm Devletinin karşısına çıkan siyasî, malî, askerî ve sosyal problemleri inceleyen müçtehidlerden, Ehlü'1-Hal ve'1-Akd'den sâdır olmuştur.
Gerçi, biz bu içtihatlara «hukukî içtihad» ismini veremiyoruz, çünki, âlimler ve hukukçular üzerinde icmâ etmedikçe, hukukî içtihad ümmet için bağlayıcı kabul edilmez. Bu takdirde zaten icmâ husule geliyor, icrnâ ise, hukukçuların görüşlerini bağlar. Ancak, gerçek mânasında icmâ, kolayca gerçekleşmez. Bazıları bu mânada icmâ'm imkânsız olduğunu söylemişlerdir. Bu sebeple icmâ, Hz. Peygamber (Sallaîlchü A leyhl ve Settem) 'in vefatından sonra, sayılı ve bilinen sahabe ve Ehlül'-Hal ve'1-Akd'in icmâ'ı-na münhasırdır; onların bir araya gelmesi ve görüşlerinin alınması kolaydı.
Bugün ise icmâ çok zor, belki de imkânsızdır. Bu sebeple, çoğu âlimin kabul ettiği toplu içtihaddan bazı âlimler kaçınmışlardır (istiaze). Bununla beraber, Veliyyü'1-Emr onu benimsemediği müddetçe, bu içtihada bağlayıcı sıfatı vermek mümkün değildir. Bu durumda bağlay.eı olmaya sebep, onun içtihad özelliği sebebiyle değil, Halifenin onu benimsemesi ve tatbiki için gerekli emri yayınlaması iledir.
Halifenin katıldığı icmâ ve toplu içtihaddan herbirinin bağlayıcılığı farklıdır; icmâ ümmet için mutlak bağlayıcılık vasfına sahip olup, onun kurulmasını temin eden özellikler sebebiyle, ondan dönülmesi caiz değildir.
Bazı müçtehitlerden sâdır olan toplu içtihad, ancak Veiiyyü'l-Emr'in benimsemesi ile bağlayıcı olur. Bu takdirde ondaki bağlayıcılık özelliği, sınırlayıcı bir özelliktir, zira birinci Halifenin, kabul ettiğinin aksine bir içtihadı kabul edebilir. Hatta bizzat Halifenin kendisi dahi, yeni hâdiselerde içtihadından dönebilir. Ama eski içtihadîardaki hükümler, kendileri açısından (o zaman için) bağlayıcıdırlar. Çünki, Veliyyü'1-Emr veya hâkim (Kadı) bu mes'eledeki içtihadı değişse de, birinci kazaî hükmünden dönemez, çünki bütün bu içtihadlar zannîdir, hatalı veya doğru olması kabildir.
Kanaatimizce, müçtehit imamlardan sâdır olan icmâ hakkında söylediklerimiz, bağlayıcıdır ve onlara icmâ hükümleri tatbik olunur.
Toplu içtihad ise, Veliyyü'1-Emr, onu benimsemedikçe, bağlayıcı değildir. O, onun tatbiki için bir emir çıkarır, bu takdirde, onda icmânm şartları olmasa dahi, ümmet için bağlayıcı olur.
Tabiî, şer'î mes'elelerde Veliyyü'1-Emr'e verilen bağlayıcı kılma iktidarı Veliyyü'l-Emr'lerde bulunması gerekli şartlar kendisinde yoksa, icra kabiliyetinden mahrumdur.
Bütün bu içtihadlar, hakkında nas bulunmayan sahalara girer. Şayet bir hüküm için kesin şekilde Kur'an veya Sünnet'den sabit, şer'î ve sahih naslar gelmişse, bu takdirde, müçtehitler veya Veliyyü'l-Emr'in bu hükme aykırı hareketine yer yoktur (olamaz). [183]
İslâm'daki Yasama Organı mefhumu, modern düşüncedeki anlamından iki bakımdan farklıdır :[184]
İslâm düşüncesi, içtihad fonksiyonunu ifa eden yasama orgamndaki şahıslarda, onların ilmî, ahlâkî ve gidişatlarına ait çok ince şartların bulunmasını gerektirmektedir.
Ümmetten herhangi bir fert ilmî araştırmalara tâbi olmak ve -derinleşmek suretiyle bu özellikleri kazanabilir. Kanaatimizce hukukçuların, müçtehid'te bulunmasını istedikleri bütün şartlar ilmî kabiliyet, olgunluk, şuur ve idrak genişliğine aittir.
Bu özellikler onun içtihad ehlinden olmasını mümkün kılar, binne-tice onun içtihadı görüşleri yasama faaliyeti özelliğine sahip olur; bazan icmâ mevzuu olur, bazan da halife onu tatbik eder.
Modern düşünce ise, yasama orgamndaki şahısların ilmî kabiliyetine ait herhangi bir özelliği şart koşmuyor. Daha çok yasama organını iş başına getiren halktan bir grubu seçmen vatandaş yapan demokratik fikirlere uygun olarak seçim mes'elesine bağlı kabul ediliyor.[185]
Demokratik fikirler, parlâmento üyeliğine aday olanlarda bazı şartlar arıyorlarsa da, bu şartlar ilmî, ahlâkî ve gidişatlarıyla ilgili değil, daha çok bu şahısların işlerini görebilme konusundaki kuvvetlerine aittir. Bu gibi kuvvetler toplumdan topluma farklı ve mahallî değerlere tâbi olup, muhit ve şartlara göre değişir.[186]
Kanaatimizce, İslâm ve modern düşüncedeki yasama organları arasında, muhteva ve onlara sağlanan yetkilerin genişliği bakımından büyük bir fark vardır.
Modern düşüncedeki yasama organı istediği kanunları, anayasa hükümlerine aykırı olmamak şartıyla, çıkarabilir. Ve Kurucu organ (Meclis) kendi seçiminin dayandığı değerler ve şartlar dışında, hiç bir kayıt ile bağlı olmadan, kendi iradesiyle anayasayı yapabilir. Çoğu defa Kurucu Meclis'in üzerine tesir eden maddî veya manevî şartların etkili olduğunu görüyoruz. Yasama Organı, anayasanın sınırlarıyla bağlı olunca, bu organ -muayyen şartların bulunması halinde-bu anayasayı değiştirme veya ilga etme, şekil ve muhteva bakımından ondan tamamen değişik yeni bir anayasa koyma hakkına sahiptir.
Amma İslâm düşüncesindeki yasama organı bütün hal ve şartlarda Kur'an nasları ve sahih sünnet ile bağlı kabul edilir. Yasama organının vazifesi, bu nasiarm ihtiva ettiği hükümlerin tefsir, açıklama ve tatbikine inhisar eder[187]
Bu organ, temel hükümlerden birini kaldırma veya bir başkasıyla değiştirme hakkına sahip değildir, ama eski müçtehidlerden sâdır olan içti-hadlara uygun veya onlara aykırı olsun, zaman ve mekân şartlarına uygun olarak yapılan içtihad yoluyla bir nassm tefsiri hakkına sahiptir.
Böylece kanaatimizce, İslâm ve modern düşüncedeki yasama organlarının anlayışları arasında temel farklar vardır. Bu farklar esaslı ve özdeki farklardır, bunlar, bu mevzular anlatılırken görmezlikten gelinemez. [188]
İslâm düşüncesi hakkında eser veren âlimlerin kitapları, İslâmdaki devlet başkanlığı mevzuuna yer vermiştir. Onlar devlet başkanlığına «Hilâfet veya İmamet» ismini vermişlerdir.[189]
Tabiî, İslâm hilâfeti Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi w' Sel(em)'in hayatında yoktu, çünki Peygamber bizzat devlet başkanıydı ve müslümanlar dinî ve d'inyevî işlerine ait her işlerini ona arzediyorîardı.
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem/in vefatından sonra hilâfet ortaya çıktı. Hilâfet, müslümanlarm komutanlığı ve işlerini kontrolde Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyh' re Sellern) 'in halifesini ifade ediyordu. [190]
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) müslümanlarm komutanlığını ve dinî ve dünyevî işleri üzerinde kontrol vazifesi yapacak bir kimseyi kendisine halife tayin etmeden vefat etmiştir. Müslümanlar ona bir halife tayinini zorunlu gördüler. Bu gayeyle Benî Sâide'nin sofasında toplandılar ve hilâfet mes'elelerini görüştüler. Bu görüşmelerde muhacirin ile ensar arasında görüş ayrılığı çıktı. Ensar, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemjin halifeliğine en lâyık kimsenin kendileri oldukları kanaatindey-diler, çünki ona yardım etmişler ve kucak açmışlar, her savaşta onun yanında yer almışlardı. Buna karşılık muhacirin, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellenıjln kavminden ve yakını oldukları için, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in halifeliğine ensardan daha çok kendilerini haklı görüyorlardı. Mekke'de onun yanında yer almışlar, Medine'ye onunla birlikte hicret etmişlerdi.
îki taraf arasındaki uzun münakaşada Ulülemr ve hilâfet mevzuu görüşülmüştür. Her bir taraf uygun gördüğü deliller ile görüşlerini müdafaa ediyorlardı. Neticede muhacirler hilâfete hakları oldukları noktasında ensarı ikna edebildiler. Daha sonra her iki taraf, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in vefatından sonra müslümanlarm halifesi olarak Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)1 e bîat ettiler.
Bildiğimize göre, ensar ve muhacirlerin Benî Sâide'nin sofasında toplanmasında, muhacirler hilâfete haklarını beyanda iki noktaya dayanıyorlardı.
Birincisi: İmamların Kureyş'ten olacağını belirten açık nas. Bu nas Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilenı)'den rivayet edilmiş olup, münakaşa kabul etmeyecek kadar sarih bir nastır. Tabiî, ensar Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) in hilâfetine arzulu olmalarına rağmen, Peygamber (Sallallahü A leyhi ve Sellem) itaat etmeye ve hilâfet arzularını gerçekleştirmesi için emirlerini uygulamaya daha çok gayret gösterdiler. Bu sebeple onlar, muhacirlerle münakaşadan sonra, muhacirler lehine, kendi isteklerinden hemen vazgeçtiler.
İkincisi: Ekseri arap kabileleri İslâm'a girmişti, birbirinden uzak ve farklı olan bu kabileler İslâm'a girince şahsiyetlerini bırakmışlar, ancak, Kureyş'in arap kabileleri arasında işgal ettiği yer ve bu kavmin Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)''in ve ehlinin kavmi olması sebebiyle, Ku-reyş dışında herhangi bir arap kabilesine tâbi olmayı kabul etmeleri mümkün olmamıştır.
Muhacirler ve ensar arasında Benî Sâide'nin sofasında varılan ve çeşitli taraflar arasını bağlayan iman bağlarının kuvvetini sağlamlaştıran ittifaka rağmen «Mc. Donalel» ve «Arnolıt!» gibi bazı müsteşrikler, bu toplantıda raüslümanlar arasında ortaya çıkan görüş ayrılığım sun'î olarak
büyültmek suretiyle, İslâm tarihini bozmaya ve iftira etmeye teşebbüs etmişlerdir. [191]
Halbuki gerçek, bu konudaki görüş ayrılığının bu ittifak ile son bulduğunu ispat ediyor. Daha sonra müslümanlar Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)"m riyaseti altında bir araya gelmişlerdir; Müslümanlar arasında kabile gruplaşmalarının varlığını isbat eden herhangi bir delile rastlamıyoruz.
Bu mânanın bize tekid ettiği hususlardan biri, ensar ve muhacirin, tüm olarak müslümanlar İslâm devletinin temel dayanaklarını sağlam şekilde atmakta yardımlaştıkları, bu genç devletin kurulmasına topluca gayret ettikleri ve Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 3in vefatının tesir ettiği nizam ve istikrarı iadeye hepsinin katıldığıdır,
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) halife seçildikten ve müslümanlar kendisine bîat ettikten sonra bir hitap irad etmiştir :
«Ey imsanlar! Ben hayırlınız olmadığım halde başınıza reis seçildim. İyi bir fiil işlersem, bana yardım ediniz, kötü bir fiil işlersem, beni düzeltiniz. Sıdk emanettir, yalan hiyanettir. İçinizdeki zayıf, hakkını alıncaya kadar benim nazarımda kuvvetlidir. İçinizdeki kuvvetli de, ondan hak alınıncaya kadar, bemim nazarımda zayıftır, inşaallah. İçinizıde kim ki, Allah yolunda cihadı terkederse, Allah onu zelil eder. Kötülüklerin yaygın olduğu bir milletin hepsine fcelâ gönderir. Allah'a ve Resulüne itaat edersem, bana itaat ediniz. Allah'a ve Resulüne isyan edersem, bana itaat etmeniz gerekmez. Şimdi namazlarınızı kılmak için kalkınız. Allah'ın rahmeti üzerinize olsun.»
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'in halife olmasından sonra hilâfet merkezinden uzak olan yerlerdeki huzursuzluk uzun zaman devam etmemiştir, bazı kabileler İslâm'dan çıkarak irtidad etmişler ve halifeye zekât Ödemek istememişler ve zekâtı (haraç ve vergi) şeklinde isimlendirmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) mes'eleyi ciddiye almıştır. Ensar ve muhacirden birçok ordular teşkil etmiş ve bu İslâm devletini yok etmek isteyen mürtedlere karşı harp için göndermiştir, Allah, Hz. Ebu Bekir'e yardım etmiş, zafer kazanılmış, bütün orduları Arabistan'ın her tarafında siyasî birliği temin ettikten sonra geri dönmüştür. [192]
Halife için çeşitli lâkablar vardır. Halife için genel olarak şu isimler kullanılır : «Halife, İmam ve Emîrü'l-Mü'minin».[193]
Hilâfetin masdarı (Halefe ) dir. Şöyle denilir : Halefehu
Hilafetun: yâni ondan sonra halifeliğe geçti. Cem'i: Halâif ve hulefâ Bu, yayılmış bir kelimedir. Şöyle denilir:
Hulefâ-i Ragidin.
Hilâfet, Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) 'den sonra, devlet başkanlığına ve devlet işlerini görmeye geçen kimse için kullanılır.
O halde bu kelime (bu makam) din ve dünya işlerinde Hz. Peygamber adına (niyabeten) genel siyaset demektir. «İbn-i Haldun» bu mevzuda şöyle diyor :
«Hilâfet, uhrevî ve âhirete jc&kaiî dünyevî işlerde İslâm Hukukunun gereklerinin hepsini içine alır. Çünki, İslâm Hukukuma göre, dünyevî hakların hepsi âhiret mes'elesi olarak kabul edilmektedir. Hilâfet aslında, İslâm Hukukunu vaz'eden adına dinî ve dünyevî siyaseti korumaktadır.» [195]
İnsanların itaat etme vecibesi bakımından hilâfet makamı Allah'ın Peygamberi (Saîlallahü Aleyhi ve Seslem} makamı gibidir, çünki Kur'an ve Sünnet hükümlerine aykırı hareket etmemek şartıyîe, dinî ve dünyevî işlerde en üst seviyedeki idarecidir.
Kur'an-ı Kerîm şöyle diyor:
«Ey Dâvud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak (ve adalet) le hükmet (Hükmünde) hevâ (ve heves) e (his-siyâfına) tâbi olma kî bu, seni Âüah yolundan sapdırır.» [196]
Bir diğer âyette şöyle denilmektedir:
«Hani Rabbin meleklere : "Muhakkak bert yeryüzünde (benim emirlerimi tebliğ ve infaza memur) bir halife (bir İnsan, âdem) yaratacağın. demişti. (Melekler) de : "Bİz seni hamdinle îesbih ve seni takdis (ayiblar-dan, eş koşmaktan, eksikliklerden tenzîh) edip dururken (yerde) orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek-kimse mi yaratacaksın?" demîs-ferdi. ASîah (da) : "Sizin biİemİyeceğİsıizi herhalde ben bilirim." demsşSi.» [197]
İkinci âyetteki halifeden maksat insandır.
Halife, Allah'ın halifesi değil, Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)in halifesidir. Hz. Efou Bekir (Radiyallahu anh) şöyle demiştir :
«Ben Allah'ın halifesi değilim, fakat (ancak) Allah'ın Resulünün (Saîlallahü Aleyhi ve Sadem) ha lif esiyim.» [198]
Lügat mânasında İmamet «El-Em» kelimesinden alınmadır, bu da «El-kasd» (aramak, gayret etmek) demektir. Meselâ; Emme fülân fülânen, yani falan filânı aradı. Bir diğer misal: Hamuîe mium, yâni delil ve yol gösterici, hidâyete erdirici. Nâkatün muinime, yani yol gösteren deve. Bir başka misal: Fülân emmül kavm, yani onların önlerindedir, öncülerinden-dir. İmam ise, kavmin önüne geçen, onları doğru yola irşad eden, yol gösterici zattır.
Allah şöyle buyuruyor :
«(Hatırla) o gün (ü) ki İnsan sîmfîanndan her birini biz imamkmyla rcscağsz.» [199]
Bir diğer âyet de şöyledir:
«... Bizi takva sahipSerine rehber kıl.» [200] Bir başka âyet şöyledir :
«Übrâhim'i bir takım kelimelerle (emirleriyle) imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getfrirt^e : "Seni insanlara imam (rehber) yapacağım." buyurmuş.» [201]
Bir diğer âyet ise şöyle diyor:
«Biz ise diliyoruz ki, o yerde za'fa uğraîîlanlara lütfedelim, onları (!ıayrrda) muhfedâbihler yapalım, onları (Firavn mülkünün) vârisler (i) kılalım.» [202]
Bir başka âyette de şöyle deniliyor:
«Eğer ahidlerinden sonra yine andiarını bozarlar ve dininize saldırı Harsa, küfrün önderlerini hemen öldürün. Çünki onlar (haktykatde) and-ları olmayan adamlardır. (Bv suretle) umabilirsiniz ki, (onlara tâbi olanlar) vaz geçerler.» [203]
Kanaatimizce yukarıdaki âyetlerden, (İmam) kelimesi, müstakim olsun veya delâlete sevkeden olsun, sevkeden, bir tarafa götüren şahıs mânasına gelir.
Ayrıca «İmam» kelimesi, namazda müslümanlarm önüne geçen şahıs İle yakınlığı olduğu gibi, kendisine tâbi olunan bir şahıs için de kullanılır. Meselâ : «El-İmıam Ebu Hanife» denilir, çünki fıkıhta onun önderliğinde yürünmüştür, yani o fıkıhta bir örnektir. «El-İmam Buharı» denilir, çünki o hadîsde bir Örnek şahsiyettir.
Ayrıca «El-İmam» kelimesi, devlet işlerini idare eden, devletin baş reisi için de kullanılır. İmamet ise hilâfet demektir. [204]
Mâverdî, El-Ahkâmu's-Sultaniyye isimli kitabında şöyle diyor :
«İmamet, dinî ve dünyevî siyaseti korumada Peygambere halife olma mevzuudur (muhtevasıdir). İmamet vazifesini yürütene uyma gereği icmâ ile vâki olmuştur.» [205]
Devlet Başkanı için kullanılan üçüncü lâkab budur. Kendisi için bu lâkabın kullanıldığı şahıs Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'dir. Daha evvel ona «Allah'ın Peygamberinin (Saîlallahu Aleyhi ve Seîlem) Halifesi» denilirdi.
«Emîr» kelimesi ordu komutanı için kullanılır. «Emîrü'l-Mü'minin» kelimesi ise, El-Kadsiyye muharebesinde büyük bir İslâm ordusuna komuta eden «Sâd bin Ebi Vakkas» için kullanılmıştır. ;>
Rivayet edilir ki, Büreyde (Radiyallahu anh), bazı gruplar (hey'etler) ile birlikte savaşı kazandı. Şehire gidince Emîrü'l-Mü'minin Ömer bin El-Hattab'ı sordu. Müslümanlar onu duydular ve sevip benimsediler. Böylece bu tâbir, Halife Ömer bin EI-Hatta'b (Radiyallahu anh) için kullanılmaya başlandı. Daha sonra diğer halifeler de ondan tevarüs ettiler. [206]
Belirttiklerimiz bize gösteriyor ki, Halife, İmam ve Emîrü'l-Mü'minin kelimeleri bir tek mâna veren lâkablardır. Çoğu defa bir halifeye bir defada kullanılmıştır. Meselâ : İmam ve Halife ve Emîrü'l-Mü'minin.
Bununla beraber, eski âlimlerin çoğu devlet başkanlığından, diğerlerini kullanmadan «İmamet» unvanından bahsetmişlerdir. Öyle anlaşılıyor ki, buna sebep, bu mevzuu araştıran Şiî'lerdir. Onlar «İmamet» lâfzını tercih edip, Hz. AH (Radiyallahu anh) için kullanmışlardır. Daha sonra bu mevzuu «İmame» ismi ile araştırmaya başlamışlar. Bu gelenekte, husumetleri onları konuşturmuş ve «İmamet» kelimesini, hilâfet mevzularma taalluk eden herşey için kullanmışlardır.
Şiîler «İmam» kelimesini, iktidara geçmiş olsun veya olmasın, müslümanların başkanlığına şer'î hakkı olan kişi için kullanıyorlardı. Hilâfet kelimesini ise, bu başkanlığa hakkı olmadan geçmiş olsa bile, fiilî iktidar için kullanmaktadırlar. Şayet, o makama, lâyık olan biri geçerse, ona «İmam» kelimesini kullanmaktadırlar. [207]
Biraz önce Devlet Başkanlığından, Hilâfet ve İmamet'den bahsettik. Burada ise, devlet başkanlığına geçmenin hükmünden ve idarenin anahtar mevkiini teslim alan ve insanların din ve dünyalarındaki menfaatini gerçekleştirecek tarzda idare eden en üstün idarecinin tesis edilmesinden bahsedeceğiz.
Alimler hilâfet mevzuunu çok incelemiş ve açıklığa kavuşturmuşlar-dır. Bu mevzuda eser veren önemli isimler şunlardır: El-Maverdî, «Ei-Ahkâmu's-Sultaniye» kitabında, İbn-i Hazin, «El-Faslu fi'I-MUel ve'1-Ehvau ve'n-Nah!» kitabında, Eş-Şehristsmî, «El-MiIIel ve'n-Nahl» isimli kitabında, Ibn-i Haldun, «Mukaddime» isimli kitabında, Birunî, «EI-Âsâru'I-Eakıyye anı'I-Kurûm'l-Hâliye» isimli kitabında. Ayrıca, El-Farabî, İhvam's-Slafa ve diğerleri gibi, hilâfet mevzuunu ele alan birçok diğer filozoflar daha vardır. [208]
Ebu Yalâ. Muhammed bin EI-Hüseyin El-Ferrâ (Öl. Hicrî: 458) «El-Ahkâmu's-Suîtaniye» isimli kitabında «Fusul fi'i-îmame» başlığı ile kitabına başlıyor ve şöyle diyor :
«İmanı nasfcetmek vâcifodîr. Ahmed (bin Hanbel) (Radiyallahu anh), Muhammedi İbn-i Avf İbn-i Süfyan El-Hasmî'den yaptığı rivayette şöyle diyor:
«İnsanların işini gören bir imam olmazsa (yoksa) fitine vardır.»
Bu mevzuda şu görüş vardır: Sahabeler Benî Sâide'nin sofasında görüş ayrılığına düştükleri zaman Ensar şöyle dedi :
«Bir Emîr sizdıen, bir Emîr bizden.»
Hz. Ebii Bekir ve Ömer (Radiyallahu anhiim) onların teklifini kabul etmediler ve şöyle dediler :
«Arablar ancak Kureyş'in canlanmasiyîa disıdar olabilir.» Ve bu mevzuda (Peygamberden) bazı haberler verdiler. Şayet imamet vâcib olmasaydı, bu konuşmalar ve görüşler boşuna sayılırdı. Biri şöyle demiştir:
«(O) vâcib olmasaydı Kureyş'de ve diğerlerinde hiç bir şey kalmazdı.»
Vâcib olmasına giden yol ise, bu mevzu dışında bahsettiğimiz gibi, akıl değil, duymadır. Akıl, bir şeyin farz mı, mubah mı, helâl veya haranı mı olduğunu bilmez.» [209]
Eİ-Mâverdî Ebu'l-Hasan Ali bin Muhammed bin Habib EI-Basri (Öl. , Hicrî: 450) «EI-Ahkâmu's-Sultani y ye» adlı kitabında «İmamet akdi» başlığı ile kitabına başlayarak şöyle diyor :
«imamet, dinî ve dünyevî siyaseti Jkorumıada Peygambere halife olma mevzuudur (muhtevasıdır). İmamet vazifesini yürütene uyma gereği icmâ ile vâki olmuştur. Sağır olursa imam olamaz.»
Vâcib olduğunda çeşitli görüşler vardır ; Acaba aklen r?.i, yoksa şer'an mı vâcibdir?
Bir grup şöyle diyor :
«Zulme mani olan bir lidere idareyi teslim etmek, eşyanın tabiatına uyduğu için aklen vâcibtir... O insanların arasındaki kavga ve düşmanlığı çözer ve giderir. İdareciler olmasaydı halk, karışıklık (kaos), bayağılık ve zulümler içinde yaşardı.»
Cahiliye devri şairi Ahfetü'1-Evdî şöyle diyor :
«İnsanların câhilleri başlarına idareci oiursa, İnsanlar ıslâh olmaz, karışıklık içinde yaşar, saadet bulamaz.»
Bir diğer grup ise şöyle diyor :
«Aksine, aklen değil, şer'an vâcibdir. Çiinfci, İmam şer'î işleri idare etmektedir. Akı!, taasîbüdü isteyemez, bumu temin edemez. Akıl ancak akıl sahibi her Mr şahsın neüiskıi, kötülük yapma ve çarpışmasına engel olur. Ve merhamet ve yakınlaşmada adalet gereği ne ise onu yapar. Bunu, başkasının değiî, kendi aklı île yapar. Ancak din gelmiş ve işleri, dinde idareci olanlara vermeyi emretmiştir. Allah şöyle buyurmaktadır:
«Ey imâsı edenler. AEIah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de İtaat edin.» [210]
Bizden olan UIü'l-Eror'e itaat bize farz kılınmıştır, onlar bize emreden imamlardır. Hişam bin Ur ve, Ebu Salilı'den, o da, Eîbu Hüreyre'den rivayet ediyor ki, Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
«Benden sonra size bazı idareciler geîecekîİr. Sîze iyi oîan, iyiliği ile, kötü olanı (fâcir) kötülüğü iîe gelecektir. Hakka uygun olan her şeyde (iş-de) onîarj dimeyİn ve onlara iîaaî edin. Şâyeî iyilik yaparlarsa, bu sizin ve onîar için iyidir; yok eğer kötülük yaparlarsa^ sizin lehiniz®, onların aleyhinedir.» [211]
Jbn-i Hazm Eİ-Endulusî (Öl. Hicrî: 456) «El-Faslu fi'1-Mileli ve'I-Ehvau ve'n-Nahl» adlı kitabının 4. kısmında aşağıdaki hususları söylüyor:
«Bütün ehl-i sünnet Mürcie, Şiî ve Haricîler, İmametin vâcib olduğunda ittifak etmiştir. Allah'ı» hükümlerini tatbik eden ve onları Allah'ın Resulüne (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) gönderilen hükümlerle idare eden âdi t imanın ümmetkı tâVi olması, Haricîlerin Necdât kısmı hariç, vâcib olduğu kabul edilmektedir. Onlar diyorlar kİ, insanların bir imam tâyin etmeleri gerekmez, aralarında hakkı tevzi etmeli, vermelidirler. Bu gruptan artık kimse kalmamıştır. Bunlar Necde bin Amir EI-Hanefî'ye tabidirler. Bu fırkanın sözlerinin değeri yoktur. Onların sözlerinin iptali için belirttiğimiz toplulukların icmâı kâfidir. Kur'an ve Sünnet İmametin gerektiğini belirtmişlerdir. Allah'ın şu sözü bir misaldir :
«Ey iman edenler, Allah'a İtaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.» [212]
İmama itaatin ve İmametin vâcib olduğuna dair birçok hadîs de vardır.» [213]
tbn-i Haldun (Öl. Hicrî: 803) -büyük bir tarihçi, hukukçu ve sosyologdur-Mukaddime'sinde insan topluluklarına temas etmekte, temayül ve özellikleri üzerinde durmakta, dinî siyasetin insanlar için iyi olduğunu ve dinî hükümetin en iyi bir hükümet çeşidi olduğunu söylemektedir. Çünki, gayesi, genel menfaat ve topluluğun menfaatidir. Ona göre hilâfet Peygambere vekâlet demektir. Halife, dinî ve siyasî iktidarda Peygamberi temsil eder, diğer müslümanlardan dinî hükümleri tatbik ve dini koruma fonksiyonu dışında, farkı ve imtiyazı yoktur.
Daha sonra İmamın tâyini konusunda şöyle diyor :
«İmam nasbetmek (tâyin etmek) vâcibdir. Şer'an vâcib olduğu, sahabe ve tabiinin icmâı ile bilinmektedir. Çünki, Hz. Peygamber (Sallailahil Aleyhi ve Sellem) 'in sahabeleri, Peygamberin vefatından sonra îıemen Hz. Ebu Bekir (Radiyallahucnh)'e bîat ve işlerinin idaresini oraa teslim ettiler. Bundan sonra da her zaman foÖyle olmuştur (devam etmiştir). Hiç bir asırda insanlar (müslümanlar) kargaşa (kaos) haline bırakılmadı (ter-kedilmedi). Bu suretle imam tâyin etmek gereği hususunda icmâ husule geldi.
Bazıları imam tâyin etmenin akıl ile idrak edilen (bilinen) birşey olduğunu söylerler. Onlar, ortaya çıkan bu icmâ'ın, aklın hükmü ile olduğunu söylerler. Bunlara göre, beşer için sosyal hayatın zaruretinden ve tek başına yaşamalarının imkânsızlığından, akıl gereği imam tâyisı etme vâcib olmuştur. Maksat ve arzular çeşitli olduğu ve çatıştığı için, çekişme cemiyet hayatının bir zaruretidir (icabıdır). Cemiyette hâkim ve yasakçı bulunmazsa, sonu, beşerin maîıvolup gitmesine varan kargaşalık türeye-cektir. Halbuki, (insan) nev'inm beka ve korunmasını temin etmek, şeriatın zarurî (gördüğü) maksatlar in dandır.
Bazıları, aklen ve şer'an, bu makamın vâcib olduğunu inkâr etmişlerdir. Bunlar arasında Mu'tezüe mezhebinden Ebu Bekir El-Asam, bazı Haricîler ve diğerlerine göre, vâcib olma, ancak şeriat hükümlerini tat-bikde sözkonusu olur. Ümmet adaleti hâkim kılmağa ve Allah (Azze ve Celle) 'in hükümlerini tatbik etmeğe karar verip, ittifak ettikleri takdirde, imama ihtiyaçları kalmaz ve imamın nasbi da vâcib olmaz, derler.
Bunlar ümmetin icmâı ile reddedilmiş bulunmaktadır. Bu fikir ve mezhebe sahip olanlar, ancak hükümdarlık ile onun ieablarmdan olan kibir, gurur, tegallüfo ve dünyanın lezzetlerine dalma gibi şeriatın zemmettiği işlerden sakınmak ve kaçınmak için bu yolu seçmişlerdir.
Ayrıca onlara deriz: İmam tayin etmenin vâcib olmadığını iddia ederek, hükümler tayin etmekten kaçmalarının onlara faydası olmaz. Çünki onîar da şeriat hükümlerini tatbik etmenin vâcib olduğuna inanıyorlar. Şeriat hükümleri ise, asabiyet, ışevket, kuvvet ve kudret ile elde edilebilir ve tatbik edilebilir. Asabiyet, bünyesi icabı devlet kurmaya sevkeder. İmam tayin edilmese dahi devlet kurulabilir. Bunu onlar da kabul ediyorlar.» [214]
Böylece anlıyoruz ki, devlet başkanlığının vâcib olduğu, en yüksek idareciyi tayin etmenin veya müsîümanlara halife seçmenin gerektiği hususunda şüpheye yer yoktur. Bu görüşten, çok az bir kısım dışarı çıkmıştır, ama imametin vâcib olduğuna tesirleri yoktur, olamaz. Çeşitli imamların kitaplarından açık naslar sunduk. Hepsi de devlet için en üst bir idarecinin vâcib olduğunu söylüyorlar.
Devlet için en üst bir idarecinin tâyininin vâcib olduğu görüşünde olanlar, ehl-i sünnetin hepsi Murcie mezhebi ve çok az bir kısmı hariç Mutezile mezhebi, Necdât hariç, Haricîler ve Şiî mezhebi mensuplarıdır. Vacip olma caiz olmadan farklıdır. Cevaz, yüksek idarecinin tayin edilmesi ile edilmemesi arasında bir serbestiyeti ifade eder. Buna karşılık vü-cub ise, farziyet ifade eder, ona aykırı hareket eden günah işler. Vücub teklif ve ilzamın en üst bir derecesine işaret eder.[215]
Müslümanlar için bir halife seçmenin vâcib olduğunu söyleyenler şu delillere dayanıyorlar.[217]
Bu icmâ sahabe, tabiin ve ondan sonra gelen bütün imamlardan nakledilmiştir. Bu konuda, Mutezile ve'Haricîlerden belirttiklerimiz dışında. aksi görüşte olan yoktur. Zaten icmâ vuku bulduktan sonra aykırı görüşlerin kıymeti de yoktur. Zaten biz icmâ'nm kaynağı üzerinde araştırma yapmıyoruz, aklî mi, şer'î mi olduğunu araştırıyoruz.
Önemli olan bu icmâa teslim olmaktır. Kaynağı ise, akıl ve şeriat ikisi birliktedir. Şeriat hiç bir zaman akla aykırı değildir. Şer'î naslar devletin en üst idarecisinin varlığının zarurî olduğunda sarihtir. Şu âyet bir misâl teşkil eder
«Ey iman sahiplerine de Allah'a İtaat edin. edin.» [218]
Bu Veliyü'l-Emrin varlığı zarurî olduğundan açıktır. Aksi halde ona itaate emredilmezdik. Ayrıca akıl da devlette en yüksek idarecinir. seçimini zaruri olarak anlar. Çünki devletin, kavga ve anlaşmazlıklarda şahıslar arasında hükmedecek ve onların işlerini idare edecek bir imar. olmadan yürümesi mümkün değildir.
Dr. Er-Eis, «İslâm'ın Siyasî Nazariyeleri» adlı kitabında şöyle diyor:
«İşin sonunda ehl-i sünnet tuttukları yola ait akıldan bir delil getir meye mecbur oldular. Çünki husumetleri, icmâ'nın dayanağının ne olduğunu bihr.ek ve Mutezile'ye de şer'î delilleri bildirmeyi gerektiriyordu Ancak onlar aklın idrakten önce geldiğini, daha sonra onun hükmün a açıklayan ve te'yid eden şeriatın geldiğini söylüyorlar. Her iki taraf da neticede dönüp dolaşıp şeriat ve akıl arasında bir aykırılık olmadığı, bir çatışma söz konusu olamıyacağı ve her biriniîi diğerini te'yid eden ve onunla bağlantılı olduğunu kabul etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki -Bunuı neticesi-en doğru görüş Mutezile'den bazılarının görüşüdür. Yani El-Câhız, Ebu'l Kasım El-Kâbi ve Ebu'l-Hüseyn El-Hayyad diyorlar ki, imamet akıl ve şeriat ile, her ikisiyle vâcib olmuştur. Yani her iki kaynak arasında derece farkı yoktur ve ikisi arasında zaman ve derece bakımından ayırım yapılamaz. İşte iki grup arasında mes'elenin bağlandığı nokta budur.» [219]
Buna ilâve olarak kanaatimizce, Hz. Peygamber (SallaUahü Aleyhi Selem)in vefatından sonra ona halife tayin etmenin vâcib olduğu hususunda sahabenin icmâ-i da vardır.
Siyer âlimlerinin bize bildirdiğine göre Hz. Peygamber (SallaUahü Alevhi ve Sellem) 'in vefatından sonra Benî Sâide'nin sofasında ileri gelen sahabeler toplanmışlar ve hilâfet mes'elesini görüşmüşlerdir. Onlardan hiç biri halifenin varlığına ihtiyaç olmadığını söylememiştir. Tersine aralarında bulunan Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) şöyle demiştir :
«Kim Muhammed'e tapıyorsa, Muhammed ölmüştür. Kim Allah'a tapıyorsa Allah hayattadır, ölmez. Muîıammed sadece bir peygamberdir...»
Daha sonra şöyle dedi :
«Muhanımed vazifesini tamamlamıştır. Onun vazifesini yapacak birinin bulunması şarttır. Düşününüz ve reylerinizi veriniz.»
Bunun üzerine her taraftan sesler yükseldi: «Doğru söyledin, ya Ebâ Bekir!»
Hz. Ebu Bekir'in vefatı yaklaşınca Hz. Ömer ile istişare etti ve onu kendisine halife tayin etti. Halifesiz devletin devam etmesi arzusunu izhar eden hiç bir sahabe çıkmamıştır. îşte bu, bir icmâ'dır. Bundan sonra Mutezile ve Haricîlerden bazılarının muhalefet etmesinin bir kıymeti yoktur.[220]
Bu vecibeler ancak, ülkede emniyet ve istikrarın temini ile yerine getirilebilir. Ülkede karışıklık hüküm sürerse, bu takdirde insanlar hayatlarından, mallarından, şeref ve haysiyetlerinden emin olamazlar.
Gazzalî şöyle diyor:
«Dünya, nefis ve mal emniyetini, ancak itaat edilen bir sultan tanzim edebilir. Bu, sultanların ve imamların ölümü üzerine ortaya çıkan fitne zamanları ile müşahade edilmiştir. Şayet bu durum devamlı olsa, itaat edilen bir sultanın tâyini mümkün olmasa, karışıklık devam eder, harp her tarafa yayılır, her tarafta kıtlık görülür, hayvanlar helak olur, sanayi yerleri durur ve elinde güç ve kuvvet olan yağmacılık yapar, kimse, sağ kalsa bile, ibadet ve ilim için fırsat bulamaz. İnsanların çoğu kılıçların altında can verirler. Bu sebeple şöyle denilmiştir: «Din ve sultan tev'enı iki şeydir.» Yine bu maksat ile şöyle denilmiştir: «Din kurar, sultan korur.» Bir şeyi kimse kurmazsa, o şey, yıkılmış sayılır. Bir şeyi koruyan olmazsa, o şey, kaybolur.» [221]
Nesefî de şöyle diyor :
«Müslümanların, hükümlerini tat'kûk eden, cezalarını tatbik eda. açıklarını kapayan, ordularını teçhiz eden, sadakalarını alam, mütegalE}, hırsızları ve yol kesicileri kahreden, cüm'a ve Bayram namazlarını 'kıldıran kullar arasında ortaya çıkan ihtilâfları sona erdiren, haklar hakkında şahitlikleri kabul, ana-ha!basız küçükleri evlendiren ve ganimetleri taksin eden bir imama sahip olmaları şarttır.» [222]
Müslümanların işlerinde hükmetmek ve müslümanlarm dinî ve dc-yevî işlerinde kendisine başvuracakları bir merci olmak için, İslâm Derlet Başkanının tâyininin vâcib olduğuna ait kat'î delillerden bu kadara iktifa ediyoruz.
Kur'an ve Sünnet'e dayanan ve senedi icmâ olan bu kat'î delili»? rağmen, «Ali Abdürrazik» «El-İslâm ve Usulu'I-Hukm» isimli kitabındı hilâfet mevzuunda hücumlarda bulunmaktadır. Bu kitabında, Islâmiys-fen, devlet başkanı tayini, ya da İslâm devleti için halife tâyinini vâds kılmadığını söylemekte ve böylece, sahabelerin, tabiinin ve onlardan sonra gelenlerin görüşlerine kızarak hücum etmekte, bundan da büyük te neticeye, yani îslâmiyetin siyasî işlere karışmayan «Sadece dinî bir niza»» olduğu neticesine varmak istemektedir. Birçokları ona cevap vermek içi harekete geçmişlerdir. Bunların içinde en önemlisi, «Nakz'u kitabi'l-İslâm ve Usuli'1-Hukm» adlı kitabında onun görüşlerini fıkra fıkra ele alıp münakaşasını yapan ve kat'î ilmî deliller ile açık ve temelli bir cevap vere: Şeyhü'l-Ekber «Muhammed El-Hidir Hüseyn»'dir.
Prof. Dr. Muhammed Yusuf Musa da bu mevzu üzerinde durmuş re «Nizamu'1-Hukm fi'I-İsîâm» isimli eserinin, ikinci bahsinde, sh. 24-48, derlet için bir başkan tayininin gerektiği hakkında kafi ve açık deliller ücc sürmüştür. Ayrıca Prof. Dr. Muhammed Ziyaeddin Er-Kis de, «En-Naa-riyatü's-Sivasiyyeti'l-îsIâmiyye» adlı kitabında, sh. 120-164, müslümante için bir imam tâyininin vâcib olduğuna dair deliller ileri sürmüş, netice*. hülâsa olarak bunları dört delilde toplamıştır. Bunlar şunlardır :
1- İcmâ.
2- Karışıklığın zararlarını giderme.
3- Dinî vecibelerin tatbiki.
4- Tam adaleti sağlama.
Müellif, bu delillerden herbirini destekleyen birçok hükümler (nalar) zikretmiş, daha sonra, devlet için bir başkan tâyininin caiz olduğur söyleyenlerin görüşüne temas ederek vâcib ile caiz arasında ayırım yapmış, sonra da bunun kuvvetli ve sağlam bir şekilde münakaşasını yapmıştır.[223]
Halife, îslâm Devletinin başkanıdır. Tabiî işgal edeceği makam devlet başkanlığı olduğu için, onda mutlaka bulunması gereken şartlar vardır. Âlimler bu şartları kabiliyet esası üzerine oturtmuşlardır, böylece (tâ ki) işgal etmek istediği makam için kâfi gelen bir Devlet Başkanı olsun.
Yine tabiîdir ki, çeşitli âlimler bu şartlarda farklı görüşler ileri sürmüşler, ancak seçimin dayanacağı ve halifede bulunması mutlaka gereken bedihî şart ve temel prensiplerde ittifak vardır.
Bu mes'ele, içinde bulunduğumuz asırda artık bilinen bir keyfiyettir, çünki çeşitli anayasalar devlet başkanında mutlaka bulunması gereken şartları saymaktadırlar.
EI-Mâverdî, «El-Ahkâmus-Sultâniyye» adlı kitabında şöyle diyor: «İmamete ehil olanlarda (aranan) muteber şartlar yedidir:
Birincisi: Bütün şartlarıyla adalet.
İkincisi: Bütün işlerde ve hükümlerinde içtihad imkânı sağlayacak ilim.
Üçüncüsü: Kulak, göz, dil gibi hassalarının, onlarla doğrudan doğruya anlayabilmesi için, sağlam olması.
Dördüncüsü: Hareket etmeye, sür'atle kalkıp oturmaya engel olan organ sakatlıklarından, salim olmak.
Beşincisi: Vatandaşın ve işlerin idaresini anlayacak görüş (rey).
Altıncısı: Düşmana karşı cihad ve topluluğu korumaya yetecek kadar cesaret ve kuvvet sahibi olmak.
Yedincisi: Neseb, yani, bu mevzuda nas bulunduğu için Kureyş kabilesinden olmak. Bu hususta icmâ vuku bulmuştur. (Hadîs vardır demek daha uygun olur.) Çünki, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) , Sakife günü (Benî Sâide'nin sofasında toplandıkları gün), ensarın Halife olarak Sad bin Ubade'ye bîat etmesini, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ;
«İmamlar Kureyş'tendİr.» sözüne dayanarak kabul etmemiştir. Bunun üzerine onun rivayetini ve verdiği haberi kabul gayesiyle, ensar bu mevzuda ısrarı bırakmışlar ve :
«Bizden bir Emir, sîzden bir Emir.» şeklinde sözlerinden vazgeçmişlerdir. Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu ank) 'in :
«Bizler Emirleriz, sizler Vezirlersinie.a şeklindeki sözünden memnun olmuşlardır. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Scllem) şöyle buyurmuştur:
«Kureyş'e öncelik îamyın;z, onun önüne geçmeyiniz.»
Kesin olan bu nassa kargı, münakaşa ve kavgaya sebep olan bir şüphe olmadığı gibi, buna aykırı bir rivayet de yoktur. [225]
Ebu Yâlâ Muhammed El-Hüseyin Eî-Ferrâ,, «EI-Ahkâmii's-Sultaniyye» isimli kitabında diyor:
İmamet (Hilâfet) ehlinde muteber dört cart vardır :
Birincisi: Aslen Kureyş'den olmak. Kureyş'in Benî Eedr, Benî Nadir oğlu (evlâdı) ise, bu, onun Benî Kenâne'den olduğuna delildir. İmam Ah-med rivayetinde şöyle diyor:
«Kureyş'ten başkası Halife olamaz.»
İkincisi: Hürriyet, bulûğ, akıl, ilim ve adalet sahibi olmak.
Üçüncüsü: Harb ve siyaset işlerinde ve hadleri (cezalan) tatbikte kabiliyeti olmak, bu işlerde acıma hissi olmamak ve İmameti müdafaa . edebilmek.
Dördüncüsü: İlim ve din'de onların en efdali (üstünü) olmak.» [226]
îbn-i Haldun ise Mukaddimesinde şöyle diyor :
«Bu makamın şartları dörttür: İlim, adalet, ehliyet ve düşünce, iş ve amele tesir edecek derecede duygu (havas) ve organlarında (azada) sağlam olması. ayrılığına düşünülen beşinci şart Kureyg nesebimden olmaktır.» [227]
Bu şartları daha sonra şöyle tahlil ediyor : Dedik ki, imamlık için ilmin şart olduğu belirtiliyor. Çünki : Ancak ilim varsa Allah'ın hükümlerini tatbik edebilir. Hatta âlim olması da kâfi değildir, nıüctebid olması da gerekir, çünki başkalarını taklit bir eksikliktir. İmamet için ise bütün vasıflarda ve hallerde kemâl (olgunluk) şarttır.
Adaletin şart olmasına gelince, imamet İslâm ümmeti içinde en yüksek dinî bir makamdır. O adaletin şart olduğu diğer bütün makamlara nezaret edeceği için imamın âdil olması şarttır.
Kabiliyete gelince, tâyin edilen cezaları infaz etmesi, savaşlar yapabilmesi, halkı idare ve savaşlara sevk edebilmesi, asabiyet ve dehanın özelliklerini bilmesi siyasetin idaresinde çok kuvvetli olması gerekir. Bütün bunlar onu, kendisine yüklenen dini himaye, düşman ile cihad hükümlerini tatbik ve genel menfaati koruyabilmesi vazifelerini yapabilmesi için şarttır.
Son olarak, havas ve organlarının sağlam olması, delilik, körlük ve sağırlık gibi hastalıklardan uzak olması icab eder; iki elinin ve iki aya-ğmın olmaması gibi, çalışmasına tesir eden, görüş ve faaliyetine tesirli olan eksikliklerden salim olması gerekir. Bu kusurlar ve bunlardan birinin eksik olması, kendisine yüklenen vazifeyi görmeye tesir eder. 3u sebeple bu kusurlardan salim olması şarttır. [228]
Bu konuda diğer birçok fikirler de vardır. [229]Biz şimdi üzerinde biıieşilen bu şartları şu şekilde özetliyebiliriz [230]
İlimden maksat sahibine dinî ve dünyevî işlerde, sıhhatli ve doğru bir karar almasını mümkün kılacak bilgili bir görüş sağlamasıdır.
Bu şart, âlimler arasında üzerine birlegilen bir noktadır. El-Cuveyıu şöyle diyor:
«İmamın şartlarından biri, hâdiseler karşısında başkalarından fetva istemeye ilıtiyacı olmayacak derecede, içtihad elılinden olmasıdır. Biî, üzerinde birleşilen bir noktadır.» [231]
Gazali şöyle diyor:
«O'nda (İmamda) şart olan, Kadı'da şart olan şeydir. Kadı'lığın şartlarından biri de mukallit değil, müçtehid olmasıdır.»
İbn-i Haldun bunu şöyle açıklıyor :
«Çünki, başkalarını taklit bir eksikliktir, İmamet için ise bütün vasıflarda ve hallerde kemâl (olgunluk) şarttır[232]
Bunun mânası, İmamın içtihad derecesinde şer'î ahkâmlara vâkıf olması gereğidir, yani içtihad ehlinden olmalıdır. Eğer içtihad ehlinden olması mümkün değilse, hiç değilse, Allah'ın Kitabını, Resulünün Sünnetini bilen, usûl ilmine, fıkha, delillere, istinbata ve istinbat yollarına, elfâz-lara (kelimelere) ve medlullerine (işaret ettikleri mânalara), görüşler arasında, bir tercih yapmaya ve müçtehidin diğer şartlarına vâkıf olması lâzımdır.
Kanaatimce, bu mânada ilim hiç bir imam ve halifede bulunamaz. Hatta bizzat âlimlerde dahi yoktur, özellikle, müçtehidlerin az olduğunu nazara alırsak ancak nadiren ve sadece onlardan birinde bulunur.
Kanaatimce, ilimden maksat icmâlî ilimdir. Yâni, Kur'an ve hadîsi ve usûl ve fıkıhtaki genel hükümleri, arap dilindeki temel prensipleri bil-mesidir. Bunlar halife için kâfidir. Çünki halifenin bundan fazlasına ihtiyacı yoktur. Yargıda içtihadı şart koşuyorsak bu, hâkimliğin hükümlerin tafsilâtına imametten daha fazla ihtiyacı olduğundandır. [233]
İlim, şeriat hükümlerine münhasır kabul edilemez. İmam da, her bir ilmi ve san'atı her tarafıyla icmali bir surette, fakat tafsilâta girmesi şart olmamak üzere anlayacak geniş bir dirayette olmalıdır.
Özellikle modern asırdaki ilimler çok çeşitlidir ve kısımlara ayrılmıştır. İmam, hukukî, mâlî, iktisadî ve siyasî ilimlerin prensiplerini bilmeye mecbur olacak, kendisine sunulan mes'elelerde müstakil bir fikir sahibi olabilmesi için her bir ilim branşmdaki mütehassıslardan yardım isteyebilir. Devlet Başkanının, arzu ettiği gerçeğe ulaşması için, mütehassıslar ve âlim araştırıcılardan yardım istemesi ayıp değildir.[234]
Mâverdî'nîn İmamın ilk şartlarından birinin adalet olduğunu belirtiğini gördük. Adaleti, «Yargı İşleri» başlığı altında altıncı bölümde hâkim için şartları ele alırken anlatmaktadır. Daha sonra beşinci şarta gelerek şöyle diyor
«Beşinci şart adalet olup, her türlü devlet memurluğunda (velayet) aranan bir şarttır. Adaletten maksat, doğru sözlü, emaneti koruyucu, haramlardan uzak duran, iffetli, günahlardan çekinen, şüpheli işlerden uzak duran, rıza ve kızgınlık durumlarını anlayan ve ayırt eden, din ve dünya işlerinde aynı şahsiyetini kullanabilen kimse demektir. Bu şartları kendisimde toplayan adaletlidir ve şahitliği dinlenilir ve ona Tbu vazife verilir. Şayet bu şartlardan biri yoksa şahitliği dinlenmez, hu vazife de ona verilmez, sözü dinlenilmez, hükmü de tatbik edilmez.»[235]
Adaletten maksat takva ve salâhtır. Çünki, memuriyet emanettir. Fâsık ise emin değildir. Fâsık halife olamaz, çünki halife, insanlara örnektir. Şayet baş, yâni halife bozulursa, vatandaşlar da bozulur.
Gazali şöyle diyor :
«Üçüncü özellik takvadır. Bu, en önemli ve en mühim şarttır. Ve vatandaşları bakımından en uygun ve en üstünüdür. Bu özellik zatî olup (insanın bünyesinde bulunup), başkasından ödünç alınamaz ve başka bir taraftan elde edilemez.» [236]
Bu devlet başkanı için en baş bir şarttır, çünki o devleti temsil eder. Şayet gidişatında, ahlâkında ve inancında ithamlara uğrarsa, halkın güvenini kaybeder. Tenkitlere mâruz kalırsa, iyi olmaz. Çünki, böyle bir şey olursa, insanların ahlâkını, mallarını, şeref ve haysiyetlerini koruması şarttır. Şayet kötü bir isim yaparsa mevkiini kaybeder, devlet de, heybet ve azametini kaybeder. Bu takdirde işlerini, işin bünyesine uygun olarak takvalı bir şekilde göremez. Şayet korkmadan bu işleri yaparsa, hesaba çekilir, fakat ceza verilmez.
Mâverdî, İmam bahsinde adâi etten ayrılması ile ilgili olarak şöyle diyor :
«İmam, ümmetin yukarıda sayıkın haklarını ifa ederken, lehlerine ve aleyhlerine olan Allah'ın haklarını da eda eder. Halifenin durumu değişmedikçe, insanların ona itaat ve yardım etmesi mecburidir. Durumunu değiştiren ve onu imamlıktan düşüren iki şeydir:
Birincisi -Adaletinden ayrılması.
İkincisi -Bedeninde noksanlık.
Adaletten ayrılması, fısktır ve iki halde söz konusu olur. Birincisi: Şehvetine tâbi olması. İkincisi: Şüphe çekici işler yapması.
Bunlardan birincisi, şehvetini kuvvetlendirerek ve nevasına boyun eğerek ihlâl edici işler yapması ve yasaklanmış şeylerin ifasına ait fiillerdir. Bu durum, imamet akdinin yapılmasına (teşekkülüne) ve hilâfetin devamına engeldir. O, imamlığım akteden dısruma dönse de, imamlıktan düşer. Adalete dönse de, imamete, ancak yeni fcir akille tekrar dönebilir. Bazı ilm-i kelâm âlimleri şöyle diyorlar: Adalete dönmesiyle, yeni bir akde ve foîata hacet kalmaksızın, imamete döner, ona yeniden biat etmekte büyük meşakkat vardir.» [237]
Cismi selâmetten maksat, halifelik vazifesini en iyi şekilde doğrudan yapabilme kudretidir. Halifeye arız olan bazı ayıplar, delilik, sağırlık, dilsizlik gibi ve kendisinin göreceği işlerin ifasına tesir edecek bazı organların eksik olması gibi, iktidarını doğrudan doğruya kullanmasına engel olur.
Âlimler bu şart üzerinde durmuşlar ve derinleşmişlerdir. Bu mevzuda bilgi verenlerden biri İbn-i Haldun, Mukaddimesinde şöyle diyor :
«Sağırlık, dilsizlik ve çalınmasına tesir edecek azalardan birinin olmaması, iki elinin, iki ayağının ve husyelerinin olmaması gibi, 'bunların hepsinden, çalışmasına tesir edeceği ve üzerine aldığı vazîieyi hakkıyla ifasına tesir edeceği için, salim tolması şarttır.
Bir organın eksik olması gibi, bu kusurlar gözle görünme bakımından ayıp teşkil ediyorlarsa, bu organın selâmette olması temelli bir şarttır. Azaların olmaması onun tasarruflarına engel olur. Bu kusurlar iki çeşittir :
Bir kısmı, savaşlarda esir olmak ve benzeri işlerde acze sebep, kahr ve şiddet göstermeye engel olan, imanugı feu kusurlardan salim olması şarttır. Bu kusurlar, imama isyan etmeden ve zorluk çıkarmadan yardımcılardan bazılarını devlet idaresini elinden alması gibi, bir kusur ise, fcu takdirde devlet idaresini işgal eden bu kimselere bakılır: Şayet işgalci, dinin hükümlerine ve adalete uygun olarak övgüye lâyık bir siyaset ta-kip ediyorsa, omın devlet 'başında kalması caiz olur. Aksi halde müslü-manlar onu devlet idaresinden el çektirecek kimselerden yardmı isterler, işgalci uzaklaştırılır, böylece vazifesini ifa edebilir.» [238]
Maverdî, «El-Ahkamu's-Sultaniyye»'de bu mevzuu çok güzel tafsilât vererek anlatmıştır. O devlet başkanına arız olan kusurları üçe ayırıyor :
Birincisi: Havasta noksanlık.
İkincisi: Organlarda noksanlık.
Üçüncüsü: Tasarrufta noksanlık.[239]
Havasta noksanlık da halifeliğe mâni olma bakımından üç kısma ayrılır. Bir kısmı da imamete mâni olmaz. Bir kısmı hakkında ise görüş ayrılığı vardır.
Halifeliğe mâni olan kısım ikiye ayrılır:
Birincisi Aklın kaybolması: Delilik gibi. Bu, halifeliğe devama mânidir. Şayet devlet başkanına delilik arız olmuşsa, onun değiştirilmesi gerekir. Bazıları delilik mevzuunda tafsilât vermişlerdir. Bir kısmına göre delilik, şayet geçici yâni bazan delilik hallerine uğraması şeklindedir. Bu takdirde, delilik halifeliğe mâni değildir. Çünki iyileşmesi ve sıhhat bulması mümkündür. Delilik vakitleri azdır.
Kanaatime göre bu görüş hatalıdır. Çünki, geçici de olsa, delilik halifeliğe mânidir. Çünki, halife belki de delilik halinde bir tasarrufta bulunur ve devlete büyük .bir zarar verir. Belki de, delilik anlarından birinde halife düşman ile harbe karar verir. Bu sebeple, halifeye delilik arız olmuşsa, devamlı veya muvakkat olsun, halifeliğe mânidir.
Bayılma ise halifeliğe tesir etmez. Çünki geçici bir hastalıktır. Bazan sıhhati bozulur ama çoğu hallerde herhangi bir zarar vermez.
Maverdî'nin zikrettiği halifeliğe tesir etmeyen ve kabiliyetine gölge düşürmeyen hususlar ise: kokuları almaya engel olan burnun hassasiyetini kaybetmesi ve yemekler arasında ayırım yapamayan tad alma duygusunun kaybıdır. Bu iki durum halifeye arız olursa, halifenin kabiliyetine tesir etmez. Her ikisi de görüş ve faaliyetine tesir etmeyen, sadece lezzete bağlı hususlardır.
Maverdî daha sonra çeşitli duyulara (havas) geçmektedir. Bunlar, sağırlık ve dilsizliktir. Bu ikisi imamet akdinin "başlangıcında imamete engel olurlar. Çünki, vasıfları tamam olan halife adayına engel olurlar.
Ama şayet, sağırlık ve dilsizlik daha sonra halifeye gelmişse, halifelik vazifesi konusunda görüş ayrılığı vardır. Acaba bu iki hastalık sebebiyle halife vazifesinden uzaklaştırılır mı? Maverdî, çeşitli görüşleri saymakta, en sonunda halifelikten çıkarılması gerektiğini söyleyen görüşe katılmaktadır.
Şüphe yok ki, sağırlık ve dilsizlik, halifeliğin devamına engel temel sebeplerdendir. Dilsiz ve sağır olmakla birlikte, yazabilse dahi, vazifelerini yapabilecek kabiliyette olmasını tasavvur edemiyoruz. Bir dilsiz veya sağırın, (bu hastalıklar) halife olduktan sonra kendisine arız olsa bile, müslümanlar için halife olması mümkün değildir. Ancak şayet, tedaviyle iyileşebilecek geçici bir hastalık ise, bu takdirde devlet başkam tedavi edilir. Şayet hastalığına şifâ bulursa vazifesine döner, bu hastalık devam ederse ümmetin halifeliği hakkı düşer. Onun yerine yeni bir halife aranır.
Körlük de, dilsizlik ve sağırlığa benzer. Çünki kör, devlet başkanı olmaya elverişli değildir; çünki vazifesini yapamaz. Ümmetin hayatına ve istikbâline temas eden mes'elelerde başkasının yardımına muhtaç olur ve ona dayanmaya mecbur olur.[240]
Maverdî'nin üzerinde durduğu bu ikinci kısım, dört kısma ayrılmaktadır:
Birincisi: Önce veya sonra olsun, halifeliğe tesir etmeyen organ noksanlıkları : Bir parmağının eksikliği, iç organlarından birinin eksikliği; bunlar, akıl, görüş, hareket ve çalışmaya tesir etmezler.
İkincisi: Halifeliğe tesir eden ve başta seçimine mâni olan-ve idare başına geçtikten sonra, kendisine arız olunca halifelik vazifesini görme durumundan çıkaran noksanlıklar: İki elin ve iki ayağın kesilmesi gibi. Çünki bu takdirde idare işlerini doğrudan doğruya yapamaz. Ondan, artık hareket yapmak ve diğer benzer faaliyetler beklenemez.
Üçüncüsü : Bir şahsın halife seçilmesine engel olan bedenindeki organ noksanlıkları: Halifelikten sonra bir eli ve bir ayağı kesilmiş şahsın durumuna tesir konusunda görüş ayrılığı vardır.
Maverdî şöyle diyor:
«Üçüncü kısım imamet akdinin yapılmasına engel değildir, fakat imamlığın devam ettirilmesine engel olma konusunda görüş ayrılığı vardır. Bu şekildeki noksanlıklarda bazı işler yapılabilir, bazıları yapılamaz. Bir tek elle yürümek gibi veya bir tek ayakla yürümek gibi. Bunlar tam bir tasarruftan âciz olmaya sebep olduğu için, bir şahsın imametine uygun değildir. İmamet akdinden sonra böyle bir eksiklik gelmişse, halifelikten ayrılması konusunda hukukçular iki kısma ayrılırlar: Bir kısmı, başlangıçta engel olan bir noksanlık devamına da engel olur düşüncesiyle onun halifelikten çıkarılmasını ileri sürüyor. îkisıci ekol onun imametten çıkarılmamasını ileri sürüyor. İmamet akdi yapıldığı zaman engeldir. Fakat devamlı değildir, ihracı için tam bir noksanlık gerekir.»[241]
Kanaatimce iki elden birinin olmaması halifeliğe tesir etmez. Çünki tayin edilmiştir. Ayrıca, bir elin olmaması hareket ve çalışmaya engel değildir, görüş ve düşünceye de tesir etmez. Belki iki ayağından biri olmayan komuta ve idare işlerini görmekte diğer âdi bir şahıstan daha kabiliyetlidir.
Dördüncüsü: Bu, yüzde husule gelen bir bozulmadır, burunun kesilmesi, bir gözün çıkması gibi. Bunlar eksikliktir ve çirkinliktir. Fakat, çalışmasına tesir etmediği gibi, burnun kesilmesi ve bir gözün çıkması, faaliyetine de engel değildir. Halifelikten sonra ortaya çıksa dahi, haklarına tesir etmeyeceği için halifelikten uzaklaştırılmaz.
Halifelik akdi sırasında mevcut olması halinde iki görüş vardır : Birincisine göre, bu durum halife olmaya engel değildir. Bunlar onun hakkına tesir eden esaslı şartlardan olmadığından mâni değildir.
İkinci görüşe göre, imamet akdine engeldir ve sağlam olması esaslı bir şarttır. Millet işlerini yürütmede noksanlıklar ayıplanır ve kötülemeyi gerektirir, halifenin halifelik heybetine gölge düşürür [242]emirlerine itaati azaltır. Bunlara sebep olan şey, milletin haklarının kaybına da sebep olur.[243]
Tasarruflardaki noksanlıklar iki halde düşünülebilir : [244]
Şayet halife zayıf ise, bu zayıflık sebebiyle bir grup ona hükmeder, başkaları devlet işlerinde istibdata başlar. Bu takdirde bakılır; şayet, devlet işlerine hükmeden şahıs, devlet islerini yürütmede kabiliyeti varsa, adaletle hükmediyor ve şeriat hükümlerine uygun bir şekilde hükümleri tatbik ediyorsa, bu durum, (yeni) imamın imamlık yetkilerine tesir etmez.
Yok eğer devlet işlerine imam dışında-hâkim olan kimse, dinden uzak (dışında) bir zâlim ise, bu takdirde, imamın, ondan kurtaracak ve idaresine son verebilecek şahıstan yardım istemesi gerekir.
Ehu Yâlâ bin El-Hüseyin El-Ferrâ bu konuda şöyle diyor :
«Şayet hacr edilir ve düşmanların eline esir düşerse, isyan etmeden ve cebir kullanmadan bir kişi işlerin icrasına hükmederse, onun imamlık vazifesine engel olunmaz ve iktidarına itiraz edilemez. Sogıra işlere hâkim olan kişinin fiillerine bakılır: Din hükümlerine ve adalet esaslarına uygun gidiyorsa, onun tatbikatı kabul edilir ve Ümmetin üzerine fesad getirecek dinî muamelelerin durması için idaresinin devamına müsaade edilir. Yok eğer fiilleri din hükümleri dışında ise ve adalet gereklerine ayksn ise, idaresi kafou! edilemez. Elini tutacak ve tahakkümünü giderecek şahıstan yardım istemek imamın vazifesidir.» [245]
Halife, düşman eline esir düşmüştür, bu takdirde, düşman kâfir veya isyancı müslümanlar da olsa, esirliği devam ettiği müddetçe, halifen devlet işlerinden uzaklaştırılır. Müslümanlar onu esirlikten kurtarır gayret etmekle vazifelidirler.
Maverdî şöyle diyor:
«Kuhre, onun galip gelen düşman eline esir düşmesi olup, buuta kurtulmaya da imkân bulamamaktır. Bu durum onum müslümanlarm islerini görmesine engeî olacağı için imamet akdine de mânidir. DÜşmoe müşrik olsun veya isyancı müslümanlar olsun, farketmez. Ümmet içe.. ondan başka kudret sahibi olan birini halice seçmek hakkı vardır. Şakendisine imamet verildikten sonra esir düşmüşse, onun devlet baskım (İmam) olması sebebiyle onu kurtarmak foütün ünuiDetin vazifesidir. >a-yet esirlik, durumu değiştirmeyen çaresizlik söz konusu olsa tla, esir alalar müşrikler veya isyancı nıüsîümajnlar olsun, çarpışmak suretiyle Teva fidye vererek onu kurtarmak müsliimanlarsn vazifesidir.
Şayet müşrikler onu esir etmiş ve halifeyi kurtarmak ümidi kalnui-sa, seçmenler hey'eti ondan foaşka birini seçer ve ona 'biat ederler. Şijî-: İualİfe esarette iken kendisine veliahd durumuna bakılır. Şayet kurtar--masından ümid kesildikten sojara tâyin etmiş ise, bu tâyin bâtıldır. ÇüaJL, kendisi halifelikten çıktıktan sonra veliahd tâyin etmiştir, onun vıelkri tâyini sahih değildir. Yok eğer, kur taramasından ütnid kesilmeden Öt;£ tâyin etmiş ise ve o henüz kurtarılması gerekeni Mr durumda olduğu içi veliahd tayini sahihtir...
e isyancı müslümanların eline esir düşmüşse, kurtarıhras ümid ediliyorsa halifeliği devam eder, kurtarılması ümid edjiraîyorîî isyancıların durumu iki halden birinde olabilir... ilâ âhir.» [246]
işlerine
Bu şarttan maksat, bulunması gereken teklif şartlarıdır. Bu şarû: bedihîdir. Bu sebeple âlimler, bedahati sebebiyle fazla üzerinde durri-mışlardır. Bazı âlimler ise bu şartların hâkimlik şartlarıyla aynı olğunu belirtiyorlar.
Ebu Yâlâ, «El-Afokamu's-Sultaniyye» kitabında imametin şartları besinde şöyle diyor:
«İkincisi; hâkimde bulunması gerekli, hürriyet, bulûğ, akıl, ilim re adalet özelliklerine sahip olmaktır.» [247]
Adalet ve ilmi anlatmıştık. Şimdi teklif şartlarını şu şekilde özetii-yebiliriz .[248]
Bu, temel ve bedihî bir şarttır. Çünki, hilâfet en yüksek vazifedir (velayettir). İslâmiyet her resmî vazifede şarttır. Müslümanların devlet başkanının gayr-ı müslim olması tasavvur edilemez.
Allah şöyle buyurmaktadır :
«Allah, kâfirlere mü'mînlerin aleyhinde (galebeye) asla bîr yol (ve imkân) bahşetmez.» [249]
Çünki halifelikte şeriat hükümlerini icra etmek farzdır, gayr-ı müs-limden ise, böyle bir icraat sâdır olmaz.
Maverdî, Kadılık şartları hakkında şöyle diyor:
«Dördüncü şart; Allah'ın şu âyeti gereğince şahitlikte arandığı gibi aranır» :
«Allah kâfirlere mü'minlerin aleyhinde (galebeye) asla bir yol (ve imkân) bahşetmez.» [250]
«Kâfir müslümanlar ve kâfir üzerinde hâkim olamaz ve hâkim tayin edilemez.» [251]
Kâfir için hâkim olmak caiz olmadığına göre, halife evleviyetle olamaz. [252]
Devlet başkanlığına bir çocuğun geçmesi caiz değildir. Aynı şekilde hâkim de olamaz. Kendi işlerini idare edemeyen evleviyetle başkasının işlerini idare edemez. [253]
Delinin resmî bir vazife görmesi caiz değildir. Biraz evvel bedenin selâmeti konusunda üçüncü şart olarak belirtmiştik ve demiştik ki, delilik vücut selâmetini ihlâl eder. Buna dayanarak, delinin halife olması caiz değildir. Şayet halife iken delilik arız olursa, bu takdirde azledilmesi ve yerine başka birinin getirilmesi milletin selâmeti için şarttır.
Maverdî, hâkimliğin şartları hakkında şöyle diyor: «tkînci şaxt genel bir şarttır. Zarurî şeyleri anlayacak bir ilme sahip olması kâfi değildir. Daha çok, iyiyi kötüyü ayırd eden, unutkan ve gafil olmayan, müşkülleri güçlük çekmeden açıklayan, karışık mes'eleleri çözen Hr kafaya sahip olması lâzımdır.» [254]
Köle, kendisini idare edemediği gibi, başkası üzerinde de idareci olamaz. Şahitliği dinlenmediği gibi, idareciliği de caiz değildir.
Maverdî şöyle diyor:
«Üçüncü şart, hürriyettir. Kendisini idaredeki eksikliği, başkasının üzerinde idareci olmasını engeller. Çünki, kölelik şelıadete mâni olduğu gibi, evleviyetle hükmümün tatbikine ve vazifeye getirilmesine de mâni olur. Aynı şekilde henüz hürriyeti tamamlanmamış olan müdefo'ber, mü-kâteb ve ümmü veled köleler de yine hâkim olamaz. Fakat kölelik fetva vermeye mâni olmadığı gibi, rivayette bulunmaya da mâni değildir. Çün-ki fetva ve rivayette idarecilik yoktur.» [255]
Resmî vazifelerde bu temel bir şarttır. Kadınlar bu en yüksek vazifeye gelemezler. Hâkimlik mevzuunda ise, kadınların hâkim olmasının caiz olduğu mevzuunda âlimler arasında görüş ayrılığı vardır. Efcu Hanife, kadınların, şahidliklerinin caiz olduğu hususlarda hâkim olabileceklerini söylüyor; kadınlar, gahidliklerinin sahih olmadığı hususlarda, hâkim olamazlar. İbni Cerir Et-Taberî, kadının her hususta hâkim olabileceğini söylüyor. [256]
Bu şart âlimler arasında ihtilaflıdır. Bazıları halifede nesebin şart olduğunu ve onun Kureyş'li olması gerektiğini söylüyorlar. Bazıları bunu şart görmüyor, kabilesi ve milleti ne olursa olsun her müslümanın halife olmaya hakkı olduğunu söylüyorlar.
Bu şartı ileri sürenlerin başında Ehl-i Sünnet gelir. Onlar görüşlerini Hz. Peygamber (Saîîallahü Aleyhi ve Sellem)'in şu hadîsine dayandırıyorlar:[257]
Bu şartı kabul etmeyenler Mu'tezile ve Haricîlerdir. Bu görüş ayrılığını Dr. Er-Kis, «En-Nazariyatu's-Siyasiyyetü'1-İslâmiyye» adlı kitabında şöyle izah ediyor :
«Haricîler -bu, inançlarının bariz özelliklerinden biri olmayıp, daha çok mezheblerinin üzerine kurulduğu büyük temellerden biridir -bu şarttan kat'iyyen bahsetmiyorlar. Daha çok her müslümanın, nefsinde ilim, adalet, şecaat, kabilesi ve ırkı nezdimdeki itibarı gibi şartları topladığı zaman imamlığa hakkı olduğunu söylüyorlar...»
Sonra şöyle diyor:
«Bağdadî şöyle demektedir: Haricîler her sınıf insanın halifeliğe uygun olduğunu söylerler, halbuki bu işi yapmaya uygun olan kimse sâlihdir.»
Sonra şöyle demektedir :
«Bu sebeple, İbnüî Ezrak, dafoa sonra Katarı bin El-Fecae, Necde ve Atiyye'ye bîat edilmişin-. Bunlardan hiç bîri Kureyş'li değildir...»
Sonra şöyle söylüyor:
«Mutezile, Haricîler mezhebine tâbi olmuştur. Bunu, İbni Hazm'm rivayetine uygun olarak yapmışlardır: Onların çoğu bu görüştedir. Ancak bir kısmı, Darar bin Ömer El-Gıatfanî, Darariyye fırkasının başına geçti ve Kureyşli olmanın şart olmadığını tafsilatıyla izah etti.»
Şehristanî şöyle naklediyor:
«Darar fırkası Kureyş'li olmayanların imametinin daha faydalı olacağına inanır. Çünki, her şey Kureyş'te toplanırsa hareketimiz zayıflar. Eğer sayıları az ise ve zayıf iseler, şeriata aykırı hareket ederlerse, onları azletmemiz mümkün olur...» [258]
Kanaatimizce fcazı naslar şu iki Hadîs-i Şerîf sebebiyle halifenin Ku-reyş'ten olması gerektiğinin zaruretine işaret eder: [259]
«Doğru reyş'in birri ve dini tatbik ettikleri sürece, bu iş (emirlik) Ku-elinde kalır.»
Bu naslara rağmen, Habeşî bir köle dahi olsa, Ulü'l-Emr'e itaatin vâ-cib olduğuna işaret eden diğer bazı naslar da vardır:
«Başınıza, kafası dazlak (küçük) bir Habeşî de geçse, cnu di sı leyin b ve ona itaat ediniz.»
İbn-i Haldun bunu tahlil ediyor ve; velâyetü'l âmmede Kureyş nesebini, Kureyş'in, o sırada asabiyete sahip ve arap kabileleri arasında kuvvet sahibi olmasıyla, şart görüyor. İbn-i Haldun'a göre, halifenin de; himaye ve yardım edebilme durumunda olması şarttır. Bu sebeple Kureyş'li olmak şart koşulmuştur. Ancak bu, Kureyş'li zayıf, diğerleri kuvvetli olduğu takdirde, Kureyş'lilerden başkasının başa geçmesine engel değildir.
İbn-i Haldun, Mukaddime'sinde şöyle diyor :
«Kureyş nesebi'nin şart olması ise, Sakife toplantısında sahabelerin icmâi sebebiyle kesindir. Ensar Sâd îtin Ubade'ye bîat etmek istemiş ve Şöyle söylemişlerdi;
«Bizden bir Emîr, sizden bir Emîr olsun.»
Kureyş bu davranışı, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin şu sözü sebebiyle kabul etmemişlerdir: [260]
Ayrıca : «Hz. Peygamber bize, sizin iyi ve hayırlı kişilerinize iyilikte bulunmamızı ve kötülerinizin kusurlarını affetmemizi tavsiye etmiştir. Şayet Emirlik sizini hakkınız olsaydı, sizi tavsiye etmezdi.» diyerek onların fark iddia etmelerine karşı çıkmışlardır. Bunun üzerine ensar görüşlerinden vazgeçmişlerdir...
Ancak Kureyş, nimet ve lezzetler içine dalmak suretiyle ve devlet onları yeryüzünün her tarafına dağıtmış olduğundan, zayıfladı ve asabiyetlerini, yani devleti koruma ve idare kudretini kaybettiler ve hilâfeti yüklenmekten âciz kaldılar. Arap olmayan kavimler onlara üstün geldi ve Ehlü'1-Hal ve'l-Akd onlardan oldu. Böyle olunca, birçok araştırıcılar bu konuda şüpheye düştüler ve Kureyş'li olmayı şart koşmayı inkâr bile etmişler ve Hz. Peygamber (SallallahüAleyhi'veSellemyin:
«Basmaza, kafası dazlak bir Habeşî de geçse, onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz.» gibi hadîslerin zahirine dayanarak, bu şartı reddetmişlerdir. Ancak bu hadîs onlar için bu konuda bir delil teşkil etmez. Çünki Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), bir temsil yoluyla, emirleri son derece (mübalağalı bir şekilde) dinlemek ve onlara itaat etmeğe davet etmiştir. Tıpkı Hz. Ömer (Radîyallahuanh)'in:
«Şayet Huzeyfe'nin azatlısı Sâîim sağ olsaydı, onu halife yapardım veya onun bu hakkı hususunda şüphe etmezdim.» sözü gibi. Bu söz de bir delil teşkil etmez. Çünki, biliyorsun ki, sahabelerin mezhebi (gidişatı) (şer'î) bir delil teşkil etmez. Ayrıca bir kavmin azatlısı, o kavimden sayılır, Salim, Kureyş'den olan Huzeyfe'nin azatlısı olduğu için, onun velayeti, yani Kureyş'e intisab hakkı sabittir ve nesebin şart olmasının faydası da budur...
Halifelik için Kureyş'li olmanın şart olduğunu kabul etmeyenlerden biri de, Kadı Ebu Bekr El-Bakılânî'dir. O, Kureyş'in asabiyetinin (devleti korumak ve idare etmek) zayıfladığını ve kaybolduğunu, arap olmayan devlet başkanlarının halifeliğe (devlet idaresine) hükmettiklerini görünce, Haricîlerin görüşlerine uygun düşse de, kendi devrindeki halifelerin halini görünce, Kureyş'li olma şartını reddetmiştir.
Âlimlerin çoğu, müslümanların işlerini görmekten âciz olsa dahi, Kureyş nesebinden gelmenin şart ve imametin Kureyş'e ait olduğunu kabul etmişlerdir. Bakılanı ise, mes'eleyi (Emirlik) kuvvetlendiren ehliyet şartının kaybolma siyle onlara cevap veriyor; asabiyetin kaybolmasiyle kuvvet, kudret ve ehliyet kalmayacağı, ehliyet olmayınca da, bunun ilim ve diyanet şartına tesir edeceğini, bunun bir sonucu olarak da, bu makam için gerekli şartların itibarını kaybedeceğini, bunun ise icmâ'a aykırı olduğunu söylüyor.»
İbn-i Haldun daha sonra neseb şart koşulmasının hikmetine geçiyor
ve şöyle diyor:
«Şeriatın bütün hükümlerinde, kendilerine şâmil olan ve onlar için konulan birer maksat ve hikmet bulunduğunda şüphe yoktur. Biz, halifenin Kureyş nesebinden olmasının şart koşulmasmı ve kanun koyucunun bundan maksadını inceleyecek olursak, meşhur olmuş bir kanaate göre, sadece Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemj'in neslinden geldikleri için onlarla saadete ermek için değildir. Şayet onlar halife olursa, nesil bağı olur ve bundan da mübarekiyet hâsıl olur, ama bildiğin gibi, saadete ermek kanun koyucunun maksadı değildir. O halde nesebin şart koşulmasının ayrı bir faydası olması lâzım gelir ki, bu da, onu meşru kılan maksattır. Mes'eleyi incelediğimizde, sadece korunma, korumak ve mutalebe (haklar talep etmek) olduğunu görürüz. Onun bu makamda bulunması sayesinde ihtilâf ve bÖlünımeler kaybolur, kalmaz. Millete ve ehline sükunet gelir, aralarında ülfet teessüs eder. Bunun sebebi, Kureyş'in o zamanlar Muzar boylarının (uruğlarınin) asabiyetini kendisimde toplamış olmasıydı. Onlar Muzar aslından geliyor ve Muzar'in üstün gücünü teşkil ediyorlardı. Kureyş, Kureyş'in diğer boyları (uruğları) onları çokluk, izzet ve şerefleri ile tanıyor ve üstün kuvvetlerine teoyun eğiyorlardı... Şayet halife diğerlerinden 'olsaydı tam nıânasiyle onların muhalefeti ve tâbi olmamaları sebebiyle, parçalanma husule gelirdi...»
Halbuki, Emîr Kureyş'den olursa, onlar insanları, kendilerine hâkim olmak suretiyle, onlardan istenilen (beklenilen) gayeye doğru sevketmeye kaadirdirler. Hiçbiri, kendi aleyhlerine bir husumetten veya fırkalara ayrılmaktan korkmazlar. Çünki, böyle bir şey vukubulursa, onu gidermeye ve insanları ondan korumaya kefildirler (söz vermişlerdir). Bu makamda bu sebeple Kureyş nesebi şart koşulmuştur, onlar asabiyet (kuvvet ve idare sahibi) ehlidir...
Daha sonra şöyle eliyor:
«O halde Kureyş'in şart koşulması sabittir, bu, onun insanlar üzerine hâkim olması ve çekişmeleri bertaraf edebilmesinden ileri gelmektedir. Biz, şâriin (kanun koyucunun) hükümleri yalnız lir nesil, tir asır ve bîr ümmet için koymadığını biliyoruz. Yiaie biliyoruz ki, bu bir ehliyet işidir ve Kureyş'e verildiğini anlıyoruz. Halifelik için Kureyş'ten olmanın şart koşulmasının illet ve sebebinin Kureyş'te asabiyet, yani devleti korumak içim gereken kudretin bulunmasından iîeri gelmiş olduğunu anlıyor, müslümanların idaresi başında bulunmak için o kavmin asabiy-yet sahiM ve kendi çağlarında diğer kavimlerden üstün olmasını şart koşuyoruz. Bu takdirde; müslümanların idaresi başında bulunan hu kavim, diğerlerini kendilerine boyun eğdirecek ve devleti güzel bir surette korumak için fjirleşecektiı O çağda Kureyş'te tuluııaıı bu kudretin yeryüzünün diğer taraflarında yaşayan başka kavimlerde bulunduğunu bilmiyoruz. Çünki, bunların üzerlerine aldıkları İslâmiyeti kasbule davet işi. umumî olup, arap asafciyeti bu daveti yerine getirmeye yeter derecede idi. Araplar bu asabiyyet kudreti ile diğer kavimlere üstün geldiler. Bu açıklamalarımızdan halifeliğin her asırda Kureyş'e mahsus olmayıp, her ülkenin de o çağda kudreti ve üstün asabiyyet sahibi olan kavmin elinde olacağı anlaşılır.» [261]
Halifede veya devlet başkanlığına geçen kimsede bulunması gereken şartlar kısaca bunlardır. Bazı âlimlerin zikrettiği diğer bazı şartlar daha vardır. Ancak biz, bu şartların, belirtilen diğer şartları içine aldığı kanaatindeyiz.
Yukarıdaki bütün şartlar, Kureyş'li olma şartı hariç, üzerinde ittifak edilmiştir. Kanaatimce, îbn-i Haldun'un dediği gibi, bu hususun şart koşulması, o zamanda Kureyş'in araplar arasındaki kuvveti ve kabileler içindeki yeri sebebiyledir. Bu şart modern asırda şart koşulamaz. Her müslüman kendisinden istenilen ve bu büyük makamın gerektirdiği şartlara sahipse, devlet başkanlığına gelebilir.
Kanaatimce, genel düşünceyi (âmme efkârı) temsil eden ve halk adına konuşan Ehlü'1-Hal ve'l-Akd, halkın arzusunu nazara almalıdır. Halkın seçilmesi için üzerinde birleştiği kimseyi halife olarak seçmeli ve arzu edilen şartları kendinde toplamış kimsenin idaresine razı olmalıdır.
Kureyş şartı, İslâm'ın doğuş yıllarında araplar arasında Kureyş'in kuvveti ve kabileler içindeki yeri sebebiyle gerektiği için, zamanımızda da «arap soyu (nesebi)» zarurîdir. Çünki araplar, Allah'ın kitabım anlamada diğer insanlardan üstündür (daha kabiliyetlidir) ve çoğu İslâm tarihi ile bağlıdır. İslâm'ın doğuşunda İslâm bayrağını taşıyan ve onu ihlâ ve sebat ile müdafaa eden onlardır. [262]
Biraz önce halifelik ve halifede bulunması gereken şartlardan bahsettik. Şimdi halifenin iktidara geçişi konusuna geliyoruz.
Halifenin tayininin yapıldığı tarihî hâdiseler, şartlar ve birçok çeşitli yollar sebebiyle, bu mevzuun birçok tarafları vardır. [263]
Sunduğumuz bahislerin ilki, kabiliyetli olanlar geçmese dahi, bu vazifeyi ifa kudretine sahip kimselerin hilâfete geçmesinin vâcib-i kifaî' olduğudur. Ehil olmalarına rağmen hilâfete geçmeyenler, günahkâr olurlar.
Ebu Yâlâ şöyle diyor:
«O (yâni hilâfet) muhatabı olan inşam kırın iki grubunla farz-ı kifâyedir.
Birincisi: İçiihad ehli olup, seçici hey'ettirler.
İkincisi: Kendisinde imamet şartları bulunanlar, bunlardan bîri imamete tâyin edilir.» [264]
Mâverdî şöyle diyor:
«İmametin (Devlet başkanlığının) vâcib olması, cihad ve ilim talep etmek gibi bir farz-ı kifâyedir. Ehli olanlardan biri bu vazifeyi (imameti -devlet başkanlığını) yerine getirirse, ıdiğerleri bu borçdan kurtulur. Hiç kimse bu vazifeyi yüklenmek için çıkmazsa, insanlardan iki grup çıkar.
Birincisi: Devlet Başkanlığı için imamı seçecek seçmen hey'et.
İkincisi : İmamet ehli. Bunlar içlerinden birini İmam seçerler. Ümmetden bu iki grup dışında kalanlar için, imam seçmede gecikmede zorlama (zorluk) ve günah yoktur.» [265]
O halde hilâfete geçmek vâcibdir ve İslâm nazarında mes'uliyeti mu-cibdir. Kendisinde, halifelik için istenilen şartlar bulunan kimse bulunursa, bu makamı işgal için, onun Önüne geçmek caiz değildir. Halifelik merasim makamı olmayıp, iş, gayret ve mes'uliyet demektir. Şayet, herhangi bir zamanda insanlar, imâmetden vazgeçerlerse, bu takdirde, kendisinde gerekli şartlar bulunan herkes Allah indinde günahkâr olur. [266]
Seçmenler Ehlü'1-Hal ve'1-Akd'dır. Onlar, şuur, olgunluk, ilim ve ahlâk bakımından yüksek derecedeki bir grup insandır ve seçmenleri temsil ederler ve idare işlerine katılması gereken istişârî bir hey'ettir; vazifesi, uygun ve sâlih bir erkeği seçmektir.
Alimler seçmenlerde şu şartları ileri sürmüşlerdir :
1- Bütün şartlan ile âdil bir kimse olmak.
2- Halifelik için aday olan kimsede aranılan şartları bilmeye yeterli ilim sahibi olmak,
3- Halife adaylarından hangisinin, imamet için daha uygun ve işleri idare etmede, daha kuvvetli ve bilgili olduğunu bilmeye götürecek görüş (kanaat) ve hikmet sahibi olmak.
Bütün vatandaşlar bu seçime katılabilirler. Kendisinde bu şartlar bulunan herkes Ehlü'1-hal ve'1-Akd'dendir ve seçmen hey'etinden olup, bu makamın ehemmiyeti sebebiyle, devlet başkanının seçimine katılmaya mecburdur.
Şayet herhangi bir sebeple bir şahsın üstün tutulma ve kayırılması olmadan, uygun ve ehliyetli bir şahsın seçimi gerçekleşirse (yapılırsa), ümmetin ona bîatta bulunması gerekir.
Mâverdî şöyle diyor :
«Ehlü'1-hal ve'I-Akd seçim için toplanınca ümmete ehil olanların (adayların) durumlarını, onlarda bulunan şartları gözden geçirirler ve onlardan en üstün şartı haiz olanına ve insanları kendi itaatine çabucak Çekecek ve insanların biatinden vazgeçemeyecekleri kimseye bîat ederler. Şayet içlerinden birinin halife tâyini sözkonusu ise, ona teklif edilir. Kabul ederse, ona bîat ederler ve ona bîatları ile imamet seçimi tamamlanmış olur. Bütün ümmetin bîat etmesi ve ona tâbi olması gerekir. Şayet imameti kabul etmezse, halife olması için zorlanamaz, çiiınki hilâfet riza beyanı ve seçim ile olan bir akittir (olmalıdır), bu işe cebir ve baskı girmemelidir. Kabul etmeyen adaydan vazgeçilerek, liyakâti olan bir başkasına dönülür. Şayet imamet şartlarını iki kişi haiz ise, yaşlı olanı seçilir. Yaş fazlalığı yoksa, dalha olgunu tercih edilir. Şayet yaşça küçük olana bîat edilirse, bu caizdir. Adaylardan biri daha bilgili, diğeri daha cesaretli ise, zamanın şartları (hükmü) hangisini gerektiriyorsa, o seçilir. Meselâ, anarşi büyük nisbette yayılmış ve isyanlar ortaya çıkmışsa, cesarete ihtiyaç fazladır, hak, daha cesur olanındır. Yok eğer, Ibelâh ve sapık fikirlerin ve foıdatcılarııı durdurulması gerekiyorsa, ilme ihtiyaç fazladır., hak daha bilgili olanındır.» [267]
Yukarıda Ehlü'1-hal ve'1-Akd'ı ve onlarda bulunması gereken şartları anlattık ve dedik ki. halifeyi seçen Ehlü'1-Hal ve'1-Akd'dır. Ancak zihne takılan soru şudur : Acaba Ehlü'1-Hal ve'1-Akd'm bir şahıs üzerinde ittifakı şart mıdır? Bilindiği gibi, bütün insanların ittifakı uzak bir ihtimaldir, çünki, mutlaka onlardan bir muhalif çıkar.
Gerçi, İmamet akdi için Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm ittifakı şart değildir. Bu mevzuda çeşitli görüşler vardır.
(1) Birinci Görüş: Bütün İslâm ülkelerindeki bütün Ehlü'1-hal ve'l-akd'm muayyen bir şahsın halife seçilmesi hususunda ittifaklarını şart görüyorlar. Ancak bu görüşün gerçekleşme ihtimali azdır. Çünki, bir şahıs üzerinde herkesin ittifakı düşünülemez. Bu, Benî Sâide'nin sofasında sahabeler arasında cereyan eden hâdiselerle anlaşılmıştır. Bazı Ehlü'1-hal ve'I-Akd bu Sofa (Sakife) toplantısında birleşince, herkesin hazır olmasını beklememişler ve diğerlerinin reylerini beklemeden, bu celsede Hz. Efou Bekir (Radiyallahu anh) 'e bîat etmişlerdir.
(2) İkinci Görüş: Bütün Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm ittifakını şart koşmaz, bir tek ülkede de olsa, bazı Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm ittifakını kâfi bulur. Seçmenlerin, görüş ve tercih sahiplerinden en az beş kişi kâfidir. Bunların imamet akdinin makbul olması için, kendi kavimleri içinde itibarlı kimselerden olması gerekir.
Bu görüş, kendilerine Hz. Ebu Bekir (Radiyallanu anh) 'e bîatdan delil getiriyor. Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu cnhj 'e sahabeden 5 kişi bîat etmis, onları diğerleri biat ederek takip etmiştir. Bu beş sahabe şunlardır: Ömer bin El-Hattab, Ebu Ubeyde bin Cerrah, Useyd tin Hudeyr, Beşir bin Sâd ve Huzeyfe'nin kölesi Salim. Görüşlerine destek olarak getirdikleri bir delil de şudur: Hz. Ömer (Radiyallahu anh) altı kişiden meydan? gelen bir Şûra kurdurdu ve diğer beş kişinin rızaları ile İçlerinden birini imam (halife) seçtirdi. Bu görüş, ekser hukukçu ve kelâmcılarm görüşüdür.
(3) Üçüncü Görüş: Ehlü'1-hal ve'1-Akd'den üç kişi ile iktifa etmektedir. İçlerinden birine hilâfeti vermekte, diğer ikisi de bu bîata şahitlik yapmaktadır. Nikâh'da bir velî ve iki şahit ile akit tamam olduğu gibi.
(4) Dördüncü Görüş: Bîat akdinin, yalnız bir kişi ile yapılmasını caiz görür. Bu görüşü ileri sürenlerin delili şudur; Abfcas bin Abdülmüt-talib, Hz. Ali (Radiyallahu anh) 'ye şöyle demiştir : [268]
İnsanlar, Allah'ın Resulünün (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) amcası, Peygamberin amcasının oğluna bîat etti, bu duruma ikinci bir şahıs itiraz etmemiştir.
Aslında bu görüşlerin çoğunu kabul edemeyiz, fakat onların tamamından, imametin ancak Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm yeni halifeye bîat etmesiyle tamamlanacağını anlıyoruz. Bu topluluk memlekette mevcut bütün görüşleri ve grupları temsil etmeli, kanaati dinlenilmeli ve bağlayıcı olmalıdır ve halkın hepsinin ehliyetini gördüğü ve kabul ettiği ehliyetli bir kimse halife seçilmelidir.
Bütün Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm ittifakını arayan birinci görüşü kabul edemeyiz. Çünki, tatbiki zordur. Ayrıca onların sayısını beş, altı veya diğer rakamlarla sınırlamamız da mümkün değildir.
Her şeyden önce Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'in halifeliğinin, beş sahabenin biati ile tamamlandığı doğru değilidr. Çünki, bu beş kişi, ancak herkesin bu bîata muvafakatini temin ettikten sonra bîat etmişlerdir.
Aynı şekilde Hz. Osman (Radiyallahu anh) 'in halifeliğinin, Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in tayin ettiği beş kişinin muvafakati ile bîatınm tamamlandığı da doğru değildir. Bu altı kişiyi halife Hz. Ömer (Radiyallahu anh)' Ölümünden önce tayin etmiş ve onların görüşleri bütün müslümanlar için bağlayıcı olmuştur. [269]
Birinci Usûl: Belirttiğimiz gibi Ehlü'1-hal ve'1-Akd'in seçmesidir. Onlar, insanların razı olduğu ve bîat etmeyi kabul ettikleri ehliyetli bir erkeği halife seçerler.
İkinci Usûl: İmam, eski imamın veliahd tayin etmesi suretiyle tayin edilir. Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) 'in kendisinden sonra Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'i veliahdlığa seçmesi gibi.
Mâverdî şöyle diyor :
«İmamlık iki yolla akdedilir :
Biri, Ehlü'1-hal ve'I-Akd'in seçimi.
İkincisi: Daha Önce veliahd tâyini suretiyle. E!ı!ü'I-hal ve'l-Akd ile halifenin tayininde seçimi yapacakların sayısı konusunda görüş ayrılığı vardır...» [270]
Ebu Yâlâ şöyle diyor :
«İmamet iki yo! ile akdedilir. Biri: Ehlii'1-hal ve'1-Akd'm seçimi; ikincisi, Veliahd tayini suretiyle.»
Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm seçmesi yoluyla halife tâyini ancak Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm hepsinin ittifakıyla olabilir.
Ahmet İbni Hanbel şöyle diyor:
«İshak Bin İbrahim'den şöyle rivayet edilmiştir: "Ehlü'1-hal ve'I-Akd'ın bütününün reyini toplayan imamdır. Ve onların hepsinin reyi ile imamet akdi tamamlanır."» [271]
Herkesin ittifakı veya beş, altı veya üç sayılarının tesbiti olmamak şartıyla, bu, makbul ve makuldür. Ancak cumhur şart koşulmuştur ki, bu, onların çoğunluğu demektir.
Daha ehliyetli varken, ehliyetli bîrinin imameti caiz midir?
Bu, önemli bir noktadır. Acaba Ehlü'1-hal ve'l-Akd ehliyetli birini, ondan daha ehliyetli biri olmasına rağmen, seçebilir mi?
Bu soru gerçekten önümüzde durmaktadır. Yani Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm sâlih birini seçmesi ve seçimi ehliyet ve uygunluk esasına dayandırması, yoksa iyilik yapma ve karşılıklı menfaat esasına dayandırmaması gerekir.
Bir kısma göre, meselâ, El-Câhiz'a göre, daha ehliyetli biri varken, ehliyetli birine bîat yapılamaz. Ancak, hastalık ve diğer makbul özürlerden biri sebebiyle, daha ehliyetli birinden dönmek caiz olur.
Ama âlimlerin çoğu böyle bir bîatm sahih olduğunu söylüyor ve istikrarı temin etmeye büyük ehemmiyet vererek, ehliyetli birinin imametinin, daha ehliyetli birinin varlığına rağmen caiz olduğunu söylüyorlar. Bilhassa ehliyetli birine bîat tamamlandıktan sonra. Çünki, insanlar bünye bakımından farklıdırlar, salahat ve uygunluk konusundaki üstünlük insanlara göre değişir. Bir şahsa göre daha ehil olan, diğerine göre ehliyetli sayılmayabilir. Çünki insanların, bir kısım insana değer vermesi, görüşlere göre değişen farklı bir mes'eledir.
Ancak âlimler, ehliyet konusunda, amelinde eksik ve kusurlu olmamayı şart koşmuşlardır. Şayet imamete sâlih değilse, bu takdirde zaten imameti caiz değildir.
Mâverdî şöyle diyor:
«Daha Üstün «lan birinin varlığına rağmen ehliyetli birine Mat edilmeye foaşlanmışsa, bakılır; şayet hu bîat daha ehliyetli olanın gaiplik veya hastalık gibi bir sebepten ileri geliyor, ya da ehliyetli olan şahsısı insanların sevgisini kazanma ve onların kalplerine yakınlıktan ileri geliyorsa, ehliyetli olana bîat ve onun imameti muteberdir. Özürsüz bir sebeple bîat edilmişse, ona bîatın yapılması ve imametinin sıhhati konusunda görüş ayrılığı vardır.
Bir kısmına göre, onlardan El-Câhiz'e göre, ona bîat imamet akdinin teşekkülünü sağlamaz. Çünki, eğer iki husustan birini seçme gerekiyorsa, birincisinde olmayan sebepler dişisi da ondan dönmek caiz değildir. Şer'î hükümlerdeki içtihat gibi.
Hukukçular ve kelâmcılarm çoğunluğuna göre, onun imameti caizdir. Daha ehliyetli olanın varlığı, şayet imamet şartlarında bir eksiklik yoksa, ehliyetli olanın imametine engel değildir.» [272]
Bir vakitte iki kişiye imamet verilmesi caiz değildir; onlardan birine bir memlekette, diğerine diğer bir memlekette birbirlerinin imametinden haberleri olmaksızın imamet verilmesi gibi.
Tabiî iki şahsın imameti şer'an caiz değildir. Çünki, bu durum kavgaya, ihtilâfa, tefrikaya ve parçalanmaya yol açar.
Bu gibi durumlarda İslâm âlimleri, hangisinin imametinin muteber, hangisinin bâtıl olduğu konusunda farklı görüşlere sahiptirler:
1- Bir gruba göre, eski imamın vefat ettiği veya baş şehir olan aynı ülkede imamet verilen şahsın imameti muteberdir. Çünki, orada Ehlü'l-hal ve'1-Akd'ın çoğunluğu vardır. Diğer ülkelerin yeni imama teslim ve ona bîat etmeleri gerekir.
2- Diğer bir gruba göre, iki imamdan her birinin, imametin asıl sahibi için, imametten çekilmesi gerekir. Bu takdirde Ehlü'1-hal ve'l-Akd duruma müdahale eder ve istenilen şartları en iyi şekilde kendinde toplayan birini seçerler.
3- Üçüncü bir gruba göre, iki halifeden hangisi, akit ve bîat bakımından eski ise, onun imameti muteberdir. Yani birinin bîatı tamamlanmadan diğerinin akti ve bîatı tamamlanmişsaj onun imameti muteber olur,
diğeri onun lehine imâmetden vazgeçmelidir. Şayet ikisi aynı anda halife olmuşlarsa, her ikisinin halifeliği de bâtıldır. Ehlü'1-hal ve'l-Akd birini seçer.
Mâverdî bu görüşleri yorumlayarak şöyle diyor:
«Muhakkik hukukçuların ileri sürdüğü bîat ve akit bakımından eski olanın imametinin caiz olduğunu söyleyen görüş doğrudur. İki velînin bir kadını iki erkekle evlendirmesi gibi. Onlardan akit bakımımdan evvel olası nikâh muteberdir. Şayet birinin tâyininin önceliği sabit olursa, imameti kesinîeşir. Diğerinin işi, ona teslim ve onun itaatinta girmesi gerekir. Şayet ikisi aynı anda haÜÜe olmuşlarsa ve ikisinden hangisinin Önce halife olduğu bilinemiyorsa, her iki akit de bâtıldır, biri adem birine imamet akdinin yeniden verilmesi gerekir.» [273]
Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm iradesi veya kabul edilen diğer muteber yollardan biriyle müslümanlardan bir şahsa hilâfet verilmişse, ümmet yeni halifeye bîata çağrılır.[274]
Bîat, ümmetin halifenin seçimine muvafakati ve ona tâbi olmaya ve emirlerine uymaya söz vermesidir.
Bîata, seçme mânası verilemez. Çünki, seçme ile ilgisi yoktur. Daha çok yeni halifenin seçimine muvafakat mânası verilir. Ümmet bîattan imtina ederse, Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm görüşünü ve seçimini reddetmiş gibidir, ya da yeni halifenin hilâfete geçmesine muvafakati reddetmedir. Tıpkı ona güvenini esirgemesi ve tâbi olma ve uymayı reddetmesi gibi.
ıbn-i Haldun şöyle diyor :
«Bil ki, bîat, itaat etmeye söz vermektir. Bir Emîre bîat eden kendi ve bütün müsîümanların işlerine bakmayı »na teslim etmeye, hiç bir hususta onunla çekişmeyeceğine, hoş görmediği ve arzu etmediği bir işe zorlansa bile, ona itaat etmeye söz vermesi »demektir.»
Şayet bir Emîre bîat ederlerse, söz vermelerini te'kid etmek üzere ellerini Emîrin eli üzerine koyarlardı. Bunların bu hareketi alan ve satan arasındaki fiile benzetildiği için, «Bae (Sattı)» mastarından bîat olarak isimlendirilmiştir. Bîat, ellerin musâfâha (el verişmek) suretiyle olmuştur.
Bîatm lügat mânası ve şer'î söz verme budur. Hz. Peygamber (Salîaltahü Aleyhi ve SeHem) 'in Akabe gecesinde [275]ve şecere bîatında [276]olduğu ve hadîste anlatıldığı gibi el verişerek icra olunurdu. Bu kelimenin kullanıldığı yerlerden biri, halifelerin bîatı, diğeri ise eyman biatidir. Halifelere sadâkat andı içirildiğinden ve bütün yemin şekilleriyle bîat ettirildiğinden bu bîat, eyman bîatı seklinde isimlendirilir. Bu suretle yapılan bîatlarda ikrah çoğunlukla söz konusudur. Bu sebeple İmam Mâlik zorlamalarda yapılan yeminin hükmü yoktur yolunda fetva vermiştir. Bu sebeple bu fetvanın, bîat yeminlerinin bozulmasını icap ettireceğini anladıklarından, Cafer EI-Mansur zamanında valiler onun fetvasını inkârla karşılamışlar ve İmama olmadık zorluklar çıkarmışlardır. [277]
EI-Kalkaşandî şöyle diyor :
«Bîat, masdarıdır, filân iadam (bir şey sattı), bîat edilmiş halife'(gibi). Mânası, âkidleşmek ve karşılıklı söz vermek (sözleşmek) tir. Bîat, gerçek satıma benzer... Taraflardan herbiri, kendisinde olan ve sahip olduğu bir şeyi satmakta, ona kendini vererek, itaatine ve emrine girmektedir.
Şöyle denilir :, Filân falana (bir şey) sattı, el tutuşup mukaveleyi aktetti. Bu işte esas oîan, bîat etmenin arap âdetlerinden olması ve iki kişi bir şey satiri aldıkları zaman; onlardan 'biri diğerimin elini tutmakta ve sıkmaktaydı.» [278]
Allah, bîat edilmesine çok ehemmiyet vermiş, ona muhalefet ve insanın verdiği sözden dönülmesi (muhalefet edilmesi) nden sakınmalarım istemiştir.
Allah, Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellemj'e hitab ederek, şöyle diyor :
«Gerçek, sana bîat edenler ancak Allah'a bîat eîmiş olurlar. A!iah';n eli onların elleri üstündedir. Şu halde kim (bu bağı} çözerse, kendi a!ey-hine çözmüş olur. Kim de Âİiah ile sözieşfiği şey'e vefa (onun hükmünü ifa) ederse, O da ona büyük bir ecir verecektir.» [279]
Hilâfet, bîr akit ve söz vermedir.
Zikrettiğimiz naslardan anlıyoruz ki, Hilâfet, bir akit ve söz vermedir.
Bu, halife ile, ümmetin mümessili olan Ehlü'1-hal ve'l-Akd arasında, halifeyi ümmetin işlerinin başına geçirme hususunda yapılmış bir âkittir. Halife, ümmet içinde adalet ve hak ile hükmeder, din ve dünyalarında toplum menfaatini gerçekleştirecek istikâmete onları doğru yola sevk eder, şeriat hükümlerinin tatbikine dikkat ve itina gösterir. Bîat, doğrudan doğruya halife tarafından, ümmete, hak ile hükmedeceğine ve kendisine itaat ve emirlerine tâbi olma hususunda sözlegmesidir. Bu akit ve bu sözleşme, akidin bütün unsurlarını ihtiva eder.
Dr. Er-Ris, kitabında, Dr. Es-Seahurî'den nakilde bulunarak şöyle diyor:
«Prof, Dr. Es-Senhurî, İmamet akdinin özel olarak bünyesini incelemiş, ayrıca İslâm Hukuku âlimleri de mevzuu ele alarak şöyle demişlerdir : O, gerçek bir akittir, yani, hukukî teori bakımından gerekli şartları ihtiva eder ve özelliği, rıza üzerine kurulmuş (bina edilmiş) olmasıdır. Bu akitten gaye, İmam'ın yetkisini alacağı bir kaymak olmasıdır. Bu, ümmet ile diğer tarar (âhir) arasında bir akitleşmedir. Daha sonra diğer bîr mevzua, İslâm mütefekkirlerinin «Rousseau'nun Nazariyesi»'nin Özünü, yani idareci veya devlet başkanının, millet ile aralarında yapılan bir âkitleşme neticesi, onun adına milletten aldığı şekildeki özünü, idrak etmişlerdir.» [280]
Bîat, yeni halifenin tâyini hakkında ümmetin muvafakatini ilândır. Bu biatin usûlü, asırlara göre değişir.
Hz. Peygamber (Salİallahü Aleyhi ve Sellemyin hayatında bîat, bîat edilen şahsa söylenen: «Şu şu mevzuda sana bîat ettim.» şeklinde bir sözle tamamlanırdı ve ittifakın bir çeşidi idi. Çoğu defa, taraflar, aralarındaki bu akdin ve sözleşmenin kuvvetine delil olarak elleri ile musafaha ederlerdi.
Abdülmelik bin Mervan zamanında, Irak Emîri El-Haccac bin Yusuf Es-Sekkafî, Halife Abdülmelik'e bîat etmiş ve bîatı mukaddes bir yemini içine alır hale getirmiştir. Allah'a yemin, boşamaya, köle azat etmeye ve «Eymanü'î-Bîat» diye bilinen mukaddes yemin gibi. Bundan maksat, söz vermeyi tevsik ve bîatı kuvvetlendirmektir, tâ ki bîat edilen, bîat edildikten sonra ondan çıkmaya mecal bulamasın.
Uzak ülkelerdeki vatandaşlardan bîatını, Halife onlara bu konuda mektup yazınca, Emîr'ler alırdı. Bu sırada Emîr, Halife adına kendi ülkesi veya bölgesindeki Ehlül-hal ve'1-Akd'm hepsinden, Halifeye bîatla-rını alırdı.
İçlerinden (Emîr'lerden) biri bîata muvafakati reddederse, onu cemaatin iradesi (arzusu) dışına çıkmış kabul eder, bu takdirde halife ve valiler onu vazifeden azleder ve ağır ceza verir.
Tabiî bîat mefhumu, Hulefa-i Râgidin asrından sonra, gerçek mânasından sapmış, idarecilerin, vatandaşları sınırlayan bir bağ (kayd) haline gelmiş, onlara bîat vecibesi yüklemişler ve İslâm'da hiç bir şekilde caiz olmayan mukaddes bir yemin ettirmişler, bu ise, biatin vâcib olması temel gayesini gerçekleştirememiştir.
Bîatuı şekli:
El-Kalkaşandî, «Subhu'1-Âşa» adlı kitabında biatin birçok şekillerini vermektedir. Yapılan biatin keyfiyetini ve biatin tevsiki için havasına (rengine) hâkim olan eymanı tanıtmak için onlardan birini naklediyoruz:
Bu çeşit, Endülüs'teki Şâtîbe ehlinden Abbasî Halifesi Ebu Cafer El-Muntasır Biîîah için alınmıştır.[281]
Bu bîatda, hilâfetin Özellikleri, hilâfetin azameti ve onu seçen ve ona tâbi olan kullarının bîatı zikredilmekte, sonra şöyle denilmektedir :
«Bu bittikten sotara, Şâtİbe ahalisinin kalabalığına döndü. Onlar ise, daha evvelkiler gibi yemin etmeye ve evvelkilerin tasdik, ettiğini tasdik etmeye ve onların Ahd'ü Şerifin açıkladığı şey üzerine söyleştiklerini, akte bağlamaya başladılar. Onlardan, âlimler ve sâlihler, askerler, hakanlar (vüzera) ve hukukçular (fukaha) ile çeşitli makam ve rütbe sahihi herkes hazır bulunuyordu. Vatandaş ve tüccarlar da bulunuyordu. Hepsi iyi bir maksat için bîatı imzaladılar. Selim bir andîaşma, sağlam bir sözleşme ve kesim bir akit için söz verdiler. Bu biatin gereği itaat ve halifeyi dinlemektir. Hilâfete bağlı olmak bir yoldur (Sünnettir) ve şeriattır. İçlerini onunla tamir ederler ve hayatlarım onun uğruna Jteda ederler. Hem sıkıntı, hem boîiuk zamanında kârda ve ziyanda, darlık ve genişlik, istekli ve isteksiz zamanlarında oma itaat ederler. Zor kullanılmadan bunu ifa ederler. Teker teker (bu biati) yerine getirdiler. Açık ve gizliyi biîen Allah'a söz verdiler. Onun zahirde yaptığına göre kalölerinde o işi tuttular. Allah'ın, Hz. İbrahim'i «İfa eden İbrahim» diye tavsif ettiği gibi, «m un da vefakâr olduğunu kabul ettiler. Gaybı, hazırı bilen ve aziz ve rahim olan ve ondan başka ilâh olmayan Allah'a ve onun aziz peygamberlerden aldığı kesin misaka da yemin ettiler. Bu yoldan dösıer, onu değiştirme ve tahrife sevkeden şeylere itaat ederlerse, Allah'ın havi ve kuvvetinden beri olacaklarına, sadece kendi havi ve kuvvetleriyle fenşfcaşa kalacaklarım söylediler. Böylece Allah'ın himayesini terkedip, kendi himayeleri ile foaşfoaşa kalmış olacaklardır. Bütün bu yeminler, onlar için İmam Mâlîk'in mezhebine göre, gerekHdir. Karışım boşamak isteyen herkes üç talâk ile boşamakdir. Herhangi bir yerde başka bir karısı olanlar, onun da... boş olacağına yemin ettiler. Herbiri yürüyerek hacca gitmeye yemin ettiler, evinde ihrama niyet ederek yola çıkacaktır. Günahlara kef-faret okun diye bu haccı yapacaklardır. Bütün köleleri hür olacak ve hür müsîümanların araşma katılacaklardır. Bütün malları, para, hayvan, eşya, arazi ve mülkündeki diğer şeyler Beytü'1-Mal için sadaka olacaktır... Bunu yapmaktan gayeleri Hat ettikleri Halife ile oğlunu memnun etmektir... Allah'ı kendilerine şahit yaptılar (kıldılar). Böylece azm ve cesm yÖsuünden bu kâfidir.
«Şu halde kim (bu bağı) çözerse, kendi aleyhine çözmüş olur.» [282]
«Kim bunlar (dan birini) yaparsa cezaya çarpar.» [283]
Dualarını, tazarru ve teslim ile Allah'a takdim ettiler.
Allahım! Biz bu ahdimizi, müslümanlara uyarak ve ihtimam ederek infaz ettik. Hakkını tamamlayarak ifa ettik. Kendimizi sana teslim ettik.
Sen de ihayır ve bereketini bize göster. Sen hareket ve sükûnetimizde, uyanıklık ve uykumuzda bizi koru.
«Onlar ki "Ey Rabbimiz, derler. Bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözler (imizin) bebeği olacak (saalik insanlar) ihsan et. Bİzi îakvaa saahiblerine rehber kıl."» [284]
Sen Allahımsın. Bütün arzuların varacakları yer ve duaları kabul eden, yerlerin ve göklerin ilâhı sensin.» [285]
El-Kalkaşandî, Subhu'l Âşâ ismindeki kitabında vatandaştan alınmayı gerekli kılan bîat sebeplerini belirtmekte ve bunları beş sebepte hülâsa etmektedir. [286]
Halifenin, yerine bir veliaht bırakmadan vefat etmesi. Hz. Ebu Bekir (Radiyallahuanh)'in, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seltemyin vefatından sonra halife olması durumunda görüldüğü gibi. Veya halifeliği muayyen bir cemaat içindeki Şûra'ya terk etmesi, Hz. Ömer (Radiyallahu anh) in vefatından evvel altı kişilik bir Şûra Hey'etine işi bıraktığı gibi. Adı geçen altı kişi şunlardır; Ali bin Ebî Talip, Zübeyr bin Avam, Osman bin Affan, Abıdurrahman bin Avf, Talha ve Sad bin Ebî Vakkas (Radiyallahu anhüm)[287]
Halifenin, hal' edilmesini gerektiren bir sebeple vazifeden uzaklaştırılması. Bu takdirde ümmet birincisinin yerini alacak ve imamet mes'uli-yetini yüklenecek diğer bir imama bîat etmeye muhtaçtır. [288]
Halifenin ülkenin herhangi bir yerinde huruç (isyan) tevehhüm etmesi. Bu takdirde, onları emrine tâbi olacak bir kimse onlara gönderilir. [289]
Veliaht tayin eden halifenin vefatından sonra veliahtm halife olarak bîat alması. Fatımî halifelerinin Mısır'da hilâfetleri zamanında yaptıkları gibi. [290]
Halifenin tâyin ettiği veliaht için insanlardan bîat alması. Muaviye bin Ebî Süfyan'ın, oğlu Yezid için yaptığı gibi. [291]
Bîatm yazılmasında kâtibin bazı hususlara riayet etmesi gerekir. El-Kalkaşandî bunları zikrediyor, biz de bir kısmını aşağıya alıyoruz:
Birincisi: Biatin başında, eski halifenin Ölmesi, hal edilmesi ve diğer sebepler gibi, bîata sebep olan hâdise zikredilmelidir.
İkincisi: Halifeliğe ihtiyaç hususunda ikaz yapılmalıdır. Ülkede işlerin istikâmetle gitmesi ancak böyle bir devlet başkanının idaresiyle mümkün olabilir.
Üçüncüsü: Halifelik şartlarını kendisinde toplayan bîat sahibine işaret edilmelidir. İlim, cesaret, görüş sahibi olmak ve ehliyet gibi.
Dördüncüsü: Daha ehliyetlisi varken, ehliyetli bir kimsenin işbaşına
gelmesinin caiz olduğu hususunda ihtilâfa meydan vermemek için, bîat sahibinin üstünlüğü ve fazilette diğerlerine üstün olduğu belirtilmelidir.
Beşincisi: Bîat edilen kimseyi seçen, Ehlü'1-hal ve'l-Akd, âlimler, reisler ve hazır bulunan insanlar belirtilmelidir.
Altıncısı: Şayet bîat sebebi eski halifenin haFedilmesi ise, hal' sebepleri zikredilmelidir. Çünki, işbaşmdaki halifenin hal'i ancak makul ve makbul bir sebeple muteber olabilir.
Sekizincisi: Bu bîatm başkasına yapılan, diğer bir bîata bağlı olmadığı ve ondan evvel bir bîatm mevcut bulunmadığı, belirtilmelidir. Çünki, aynı zamanda iki imamın tayini caiz değildir.
Dokuzuncusu: Mücerret bîatm, bîat sahibine bîat ve ona tâbi olmayı, ve onun kamu hizmetlerini yürütmede tam yetkili olduğunun kabul edilmesini gerektirdiği belirtilmelidir. Böylece, devlet başkanı kamu hizmetlerinde şeriata uygun olarak tasarruf edebilsin ve bu durumda ona itaat vacip olsun.[292]
Bîatm yazılmasını gerektiren durumlar dörttür.[293]
Birincisi: Halifenin kendisinden sonra halife olacak bir veliaht etmeden ölmesi. Bu, bîatm yapıldığı esas mevzudur.
İkincisi: Halifenin kendisinden sonra halife olacak bir veliaht tayin etmesi ve sonra ölmesi. Veliaht ondan sonra halife olur ve halifeliği hakkında icmâ vukua geldiğini ve imameti hakkında ittifak hâsıl olduğunu belirtmek arzusuyla ona bîat alınır.
Üçüncüsü: Halife için bîat valilerinin huzurunda alınır, sonra çeşitli bölgelerdeki idareciler, oradaki halkdan bîat almak için bu bîat metnini tatbik ederler.
Halifeye, hilâfetinin devamı halinde kendisine karşı hareketlerin ortaya çıktığı veya ona karşı isyan yapıldığı arzedilir. Bu takdirde kendisine yeniden bîat edilmesi gereklidir.
Bîat kâtibinin, eski halifenin vefatı veya kendisinden sonra seçtiği veliahtın işbaşına gelmesi gibi, bîat alınma sebebini yazması gereklidir. [294]
Yukarıda halifenin işbaşına gelmesi bahsinde bu konudan bahsetmiştik. Şimdi ise müslümanîann Hulefâ-i Râşidin devrinde halifeleri seçne yolların: görmek için İslâm'ın ilk devirîerindeki tarihî hâdiselere geei-3'oruz.
İyi biliyoruz ki, Hz. Peygamber (SaV.allahü Aleyhi ve SeVem) kendisine bir halife tayin etmeden Halikına kavuşmuştur.
Acaba Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem/i, kendisinden sonra halife olacak şahsı tayin etmekten uzaklaştıran sebep nedir?
Bu bir soru mudur? Bazı âlimlerin zikrettiği birçok sebeplere rağmen, bu soruya cevap verebileceğimizi zannetmiyorum ve sadece Allah'ın bileceği hakikî sebepler üzerinde içtihad yapamayız.
Bununla beraber Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hakkında mevcut birçok rivayetlerin, açıkça belirtmemekle beraber; Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) 'i kendisine halife seçmek istediğini ifâde ettiğini görüyoruz. [295]
1-Buharı ve Müsüm, Ebu Musa El-Eş'arî'den şunu rivayet ediyorlar:
«Hz. Peygamber Aleyhi ve Sellem) hastalanmış, hastalığı ağırlaşmıştı'. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:
«Ebu Bekir (Radiyallahu anhi'e söyleyin, insanlara namaz kıldırsın.»
Hz. Âişe şöyle dedi :
«Ey Allah'ın Resulü! O, yufka yürekli ibir insandır. Şayet senin makamına geçerse, isısanlara namaz kaldıramaz.»
«Ebu Bekir (Rodiyallahu anh} söyle, İnsanlara namaz kılânsm.»
Hz. Peygamber (Sauallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle cevap verdi:
Hz. Âişe gitti ve geri döndü. Hz. Peygamber (SaUaUahü Aleyhi ve Sellem) yine söyle dedi:
«Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anhj'e söySe, insanlara namaz fddVs;n. Şüphesiz ki siz kadınlar, Yûsuf Peygamberin kadınlar gibjsinjz (göniünüzdeki arzunuzun hilafını izhar eder ve bunda İsrar edersiniz). Haydi Ebu Bekir (Radiycllahuanh)e söySeyîn, namazs o foldırsan.»
Bunun üzerine Ebu Bekir (Radiyallahu anh) kıldırdı.»
Süyûtî şöyle diyor :
«Bu hadîs miitevatirdir. Hz. Âişe, îbn-i Mes'ud, Abbas, îfon-i Ömer, Abdul bin Zen'a, Ebu Said El-Huderi, Ali hin Ebî Talip ve Havsa (Radivallahû anhûıv) 'dan da rivayet edilmiştir,
Hz. Âişe (Radiyallahuanh)'den bazı rivayetler daha vardır:
«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)% geri geldim, a«cak dan sonra, onun makamına geçecek kimseyi, halkın ebedî sevebileceği havsalam bir türlü almıyordu, öyle sanıyordum ki, Resûlüllah (SatlaLü Aleyhi ve Sellem)'m yerine geçen kimseyi muhakkak halk uğursuz sava çaktır. Ancak benim bildiğim O (Peygamber) yerine kimseyi geçirmemis tır. Fakat insanların arzu ettiği bir kimsenin işbaşına gelmesini diliyordu Ben bu sebeple Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (Radiyallahuanh) hakkındaki görüşünden dönmesini istiyordum.»
îbn-i ZemVdan rivayet edilen bir diğer hadîs de şöyledir:
«Nerde Ibn-i Ebi Kuhafe (Ebu Bekir)?»
Âlimler şöyle diyorlar : Bu hadîsde Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anlı) 'in sahabelerin en faziletlisi olduğu kesin olarak ortaya çıkmıştır. Ve onlardan daha çok hilâfete hakkı olduğu, imamet bakımından daha üstün olduğu açıktır.
Eş'ârî şöyle diyor :
«Zaruret ortaya çıkınca, muhacirin ve ensarın bulunmalarına rağmen, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem}, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahuanh) in namaz kıldırmasını emretmiştir.
«İnsanlara imam, Allah'ın kitabını en İyi bilen odur.» Bu söz işaret ediyor ki, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) insanların Kur'am en iyi bilenleriydi.»
2-Müslim, Hz. Âişe (Radiyallahu anh)'den şu hadîsi tahric etmiştir, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hastalığı sırasında bana dedi ki:
«Hz. Peygamber onlara, kendilerini namaza hazırlamalarını emretti. Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) ortada yoktu, Hz. Ömer (Radiyallahu anh} imam oldu ve njamaz kıldırdı. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:
«Hayır, hayır. Allah ve müslümanlar sadece Ebu Bekir'i İsfer.» Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) insanlara namaz kıldırdı.»
îbn-i Ömer'den şu hadîs rivayet olunmuştur:
«ız. umer (Radiyallahu anh) tekbir getiriyordu. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun tekbîrini duydu. Kızgın bir şekilde başım sallayarak şöyle »dedi:
«Bana baban ve kardeşin Ebu Bekir (Radiyallahu anh)f\ çağır ki, ona bir yazı yazdırayım.»
Ben korktum ki, kötü bir şey söyleyecek? Sonra şöyle dedi: «O üstündür. Allah ve mü'minler ancak Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'\ isterler.»
Ahmet İhn-i Hanbel ve diğerleri Hz. Âişe (Radiyallahu anh) 'den ve diğer bazı yollardan şu hadîsi tahric etmişlerdir:
«Hz. Âişe (Radiyallahu anh) şöyle diyor: Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bana ölüme yakın hastalığı sırasında şöyle dedi:
«Abdurrahman bin Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'ı bana çağır, benden sonra hakkında İhfifâf atmaması için Ebu Bekir (Radiyallahu anh) Selime birşey yazdıracağım.»[296]!ra şöyle dedi :
«Bana onu çağtr, maazallah müslümanlar Ebu Bekir (Radiyallahu anh) hakkrncfa ihîifâfa düşerler.» [297]
Tirmizî'nin tahric ettiği ve hasen kabul ettiği, Hâkim'in ise, sahih kabul ettiği Huzeyfe (Radiyallahuanh)'''den rivayet edilen şu hadîs vardır. Huzeyfe şöyle diyor:
Hz. Feygamber şöyle dedi:
«Benden sonra lEbu Bekir ve Ö'mer (Radiyallahu anhiim)'e iksîdta
4-Müslim ve Buharî'de mevcut bir hadîse göre, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) vefatına yakın yaptığı konuşmada şöyle demiştir :
«Allah size bir kulu seçmiştir.»
Bir diğer hadîste ise şöyledir:
«Kapanmamış bir kapı kclmam-ştir, sadeca Hz. Ebu Befcsr (Radiyallahu
Bir diğer hadîste ise şöyle buyuruluyor:
«Mescitte hiç bir delik Icalmasinr sadece Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu "m deliği kalsın.» [298]
Fadaiii, Ashabı-n' Neblyyi, Babu kavim Nebiy Suddü-1' Ebvabe. Fadaiii-s1 Sahabe, Babu-11 Hunneydî. Menakıbı-1' Ensar, Bab. 45.
Müslim : Fadaliü-s' Sahabe, Bab. 3.
Âlimler şöyle diyorİar :
«Bunlar hilâfete işarettir. Çünki, o kapıdan müslümanlara dırmak için çıkacaktır.»
Hz. Eııes'ten rivayet edilen bir hadîste şöyle deniliyor:
«Mescitteki aşık ksp;Ears anhfm ©vine bakan kapı kaîssn.»[299]
adece Ebu Bakir (Radiyallahu
Adiyy bu hadîsi tahric etmiştir. Tirmizî Hz. Âişe'den tahric etmiş ve İbn-i Abibas'tan da bazı rivayetler de vardır.
5-Müslim ve Buharî, Cüheyr bin Mııt'im (Radiyallahu anh) ve babasından şu hadîsi rivayet ediyor:
«Bir kadın Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemj'e geldi. Peygamber (Sallallahü A leyhl ve Seilem) ona geri dönmesini emretti. Kadxn şöyle dedi: [300]
«Bakarsın gelirim ve seni bulamam.» (Sanki onun ölümünden bahsediyordu.)
Bunun üzerine Hz. Feygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem)şöyle 'dedi:
«Beni buSamazson Ebu Bekİe[301] (Radiyallahuegel.» İbn-i Asakir, ton-i Abhas'dan şu hadîsi rivayet ediyor : rgamfoer (Sallallahü Aleyhi ve Seilem)' dan birşey sordu. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem)
ve on Kadın şöyle cevap verdi: [302]
«Ey Allah'ın Resulü! Şayet geri dönersem belki de seni bir daha bulamam.» (Ölümü kasdediyor.)
Hz. Peygamber (Sallallahü A leyhi ve Sellem)ş'6yle dedi:
«Şayet gelip de benî bulamazsan, Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'e gel. Benden sonra halife odur.»
6-Hâkim'in tahric ettiği ve sahih kabul ettiği Enes (Radiyallahu anh) tan şu hadîsi rivayet ediyor:
«Benî M us talik beni Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e kendisinden sonra sadakalarımızı kime vereceğimizi sormak üzere gönderdi. Ben gittim ve sordum. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi: «Ebu Bekir (Radiyallahuanh)'e veriniz.» [303]
Birincisi -Hayatına kısa Tbir bakış:
Ebu Bekir Es-Sıddîk (Radiyallahu anh)'in asıl adı, Abdullah bin Ebî Kuhafe Osman bin Âmir bin Ömer bin Kâb bin Sâd bhı Teym bin Merrâ bin Kâb bin Leî bin Gâlib El-Kureyşî'dir. Nesebi, bin Kâb yoluyla Hz.
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile birleşmektedir.
Ümmet onu (Sıddîk) diye isimlendirmekte ittifak etmiştir, çünki Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i tasdik etmekte acele ediyordu.
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh), Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) in doğumundan iki sene birkaç ay sonra doğmuş ve altmışüç yaşında vefat etmiştir.
Nevevî onun hakkında şöyle diyor:
«O cahili yye devrinde Kureyş'in reislerinden ve meşveret hey'etin-den biri idi. Kabilesi onu çok sever, onların idaresini en iyi o bilirdi. İslâm idini gelince kendisine hemen tesir etti ve kısa zamanda İslâmiyet'i kabul etti.»
tbni Atıbas şu rivayeti yapıyor:
Hz. Peygamber (Soaîlahü Aleyh: ve Sellem) şöyle demiştir:
«İslâm hakkında ilk önce kiminle konuştuysam, reddetti, bana İl müspet cevap veren îbni Ebî Kuhafe (Hz. Ebu Bekirj'dİr. Ben ona ne söy-ledimse, kabul etmiş ve söylediğime uygun, istikâmet üzere hareket etmiştir.»
Hz. Peygamber (Sailallahii Aleyhi ve Sellem), onun İslâmiyet'e girmesinden vefatına kadar, onu yakın arkadaş kabul etmiş, seferde ve hazarda yanından ayırmamış, onunla Medine'ye beraber hicret etmiş, herşeyi onunla birlikte görmüştür.
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh), Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) i uzun zaman dinlemesi sayesinde Allah'ın Kitabını en iyi bilen ve onlara en iyi öğreten bir sahabe idi.
Buharı ve Müslim, Ebu Said EI-Huderî'den şu hadîsi tahriç etmişlerdir. O göyle diyor:
«Bir defasında Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) insanlara bitap ediyordu ve şöyîe dedi:
«Allah Tebareke ve Teâlâ, dünya ile âhiret arasında bir kulu hayırlı kıldı, ve bu kulu Allah indinde en değerli olarak seçti.»
Bunun üzerine Hz. Ekti Bekir (Radiyallahu anh) ağladı ve şoyîe dedi: «Babalarımız ve annelerimiz sana feda olsun.»
Ağlamasına hayret ettik, çün'ki Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) seçilen hayırlı kuldan haber veriyor. Onu seçen de Kz. Peygamber
Hz. Peygamber (Sallaîîahü Aleyhi ve Sellem) bir defasında şöyle demiştir:
(Radiya'dahu anh) 'dir, Rabbimo!en başka h'w arkadaş seçecek olsaydjm, Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'\ arkadaş edinirdim. Faka? îsKeim kardeşliği va ssv-gssî çok derindir. Her Scapi kapanda, sadece Ebu Bekir (Radiyallahıt anh) 'h kapısı açdı kaldı.»
O, insanların çok bilgilisi; araplann, Özellikle Kureyş'in soylusu idi. Hatta Kureyş'in soylularından ve çok bilgililerinden olan Ciifceyr Bin Mut'im şöyle demiştir :
«Ben nesebi Ebu Bekir (Radiyallahu ar.hyûen aldım.»
Sahabeler onun fazilet ve ilmini itiraf etmişler ve onun yeri için
onunla rekabete girmemişlerdir. Hatta Ömer bin GI-Hattap (Radiyallahu
anh) onun hakkında şöyle demiştir :
«Şayet Elru Bekir (Radiyallahu anhj'in imaniyîa yeryüzündeki insara-sfö imanı muyazene edilseydi o, diğerlerine üstün gelirdi.» [304]
SÜyûtî, Tarihü'I-Hülefâ isimli kitabında şu hadîsi rivayet ediyor [305]«Bufoarî ve Müslim, Ömer bin EÎ-SIattap'taa şu hadîsi rivayet ediyorlar :
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) ağladı ve şöyle dedi: «Babalanınız ve annelerimiz sana feda olsun.»
Ağlamasına hayret ettik, çünld Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) seçilen hayırlı kuldan haber veriyor. Onu seçen de Hz. Peygarafcer (SdJallahü Aleyhi ve Sellem) idi. Bizim en bilgili olanımızdı.»
Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyh! ve Sellem) bir defasında şöyle demiştir:
«însanüsr arasında sohbefîySe ve malsyüa bana güven veren Ebu Belki?
(Radiyallahu anh) dir. Rabbimden başka bir arkadaş seçecek olsaydım, Eby Bekir (Radiyallahu anh)1] arkadaş edinirdim. Feıkat İst&m kardeşliği vs sevgisi çok derindir. Her kaps kapanda, sadece Ebu Bekir (Radiyallahu anh) 'in kapısı açd-ı kaldı.»
O, insanların çok bilgilisi; araplarm, özellikle Kureyş'in soylusu idi. Hatta Kureyş'in soylularından ve çok bilgililerinden olan Cübeyr Bin Mut'un şöyle demiştir :
«Ben nesebi "Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'den aîdım.» Sahabeler onun fazilet ve ilmini itiraf etmişler ve onun yeri için onunla rekabete girmemişlerdir. Hatta Ömer bin El-Hattap (Radiyallahu anh) onun hakkında şöyle demiştir :
«Şayet Efcu Bekir (Radiyallahu anhj'm hmamyla yeryüzündeki insafların îmanı muvazene edilseydi o, diğerlerine üstün gelirdi.»
Süyûtî, Tarİbü'l-HüIefâ isimli kitabında şu hadîsi rivayet ediyor «Bulıarî ve Muslini, Ömer bin El-Hattap'tan şu hadîsi rivayet ediyorlar :
«Hz. Ömer insanlara hacdan dönüşlerinde hitap ederek şöyle demiştir :
İçinizden filânın şöyle söylediğini bana bildirdiler : «Ömer ölse, falana bîat ederim.»
Aranızdan bazılarınızın, Ebu Bekir (Radiyallahuanh)'e yapılan bîat ansızım yapılmış ve meydana getirilmiş hh işti» diye söylemesi sîzi aldatmasın. Gerçekten de Tbu böyle idi, fakat Allah Eıinım 'şerrinden l-izi korudu. Bugün sizin aranızda, Ebu Bekir gibi samimiyetle teslim olunan ve boyunlar eğilen kimse yoktur. Allah'ın Peygamberi vefat ettiğinde, Ali, Zübeyr ve onlarla birlik olasılar Fatıma'nın evinde toplanıp biatte hazır bulunmadslar. Bundan başka, ensar da Bern Sâide'niıı sofasmdaki toplantıya katılmadilar. Ancak muhacirler Ebu Bekir (' Radiyallahu anh) 'in etrafımda toplandılar. Ben Ebu Sekir (Radiyallahu anh)'e:
«-Ya Ebâ Bekir! Haydi kardeşlerimiz olan ensarlama yanına gidelim.» dedim. Yola çıktık giderken iki sâlih adama rastladık. İkisi bize halkın yaptığını (toplantıyı) anlattılar, sonra dediler M:
«-Ey muhacirler! Nereye gidiyorsunuz?» dîye sordular. Ben dedim:
«-Kardeşlerimiz olan ensariarcn yanma gitmek istiyoriîz,»
O iki adam şöyle dedi:
Vallahi onların yanma gideceğiz.» dedim ve yürüyüp gittik. Benî Sâide'nin sofasına geldiğimizde, onlar toplanmış bulunuyorlardı. Aralarından biri elbisesinle bürünmüş bir halde oturuyordu. Ben :
Ona ne olmuş?» dedim.
«-Hasta!» cevabını verdiler.
Oturduktan sonra, aralarından biri ayağa kalktı, Allah'a hamd ve sena ettikten sonra şöyle dedi:
Amma ba'd! Biz Allah'ın yardımcıları (ensar), İslâmiyet'in askerleriyiz (küteybe). Ey muhacirler! Sizler bizden bir grupsujnuz (parçasınız). Mensup olduğunu» kavimden düşman bir kuvvet sizi, bizim yurdumuza attı.»
Sözünü bitirip susunca, ben konuşmak istedim. Konuşmamı tasarladım, hoşuma gitti ve Ebu Bekir'den önce bunları söylemek istedim. Ebu Bekir'in, belli bir sınır içinde söz söyleyeceğini bilmiyordum, o benden daha yumuşak huylu ve daha vekarh idi. Bana:
«-Sabret!» dedi. Ona muhalefet etmek istemedim. O benden bilgili idi. Allah'a yemin ederim ki, o benim tasarladıklarımı, birşey eksik bırakmadan hepsini daha güzel bir şekilde söyledi. Bu sebeple sustum. O şöyle dedi:
«Amma ba'd. İleri sürdüğünüz bütün fazilet ve meziyetler sizde mevcuttur. Fakat arablar, bu mes'elenin (halifeliğin) ancak Kureyş'e mahsus olduğu kanaatindedir. Onlar, yurtlar ve neseblerî bakımından en meziyetli ve şerefli insanlardır. Ben, şu iki zattan istediğiniz birine Mat ederseniz, sizden memnun olurum (razı olurum).» Sonra benim elimi ve aramızda oturan Ebu Ubeyde bin Cerrah'm elini tuttu. Ben son söyledikleri dışında, hepsini beğendim. Vallahi, ben onun son sözlerinden o kadar hoşlanmadım ki, benim için aralarında Ebu Bekir bulunan bir kavme Emîr olmaktansa, başımın kesilmesi daha tatlı gelecekti. Sonra fcirı (Habbab bin Munzir) kalkarak şöyle dedi:
«-Ben bu işlerde tecrübeli ve bilgili tir adamım, bizden bir Emir, sizden bir Emîr olsun.»
Bunun üzerine sesler yükseldi, bağrışmalar arttı. O kadar ki, ben ihtilâf çıkacağımdan korktum ve şöyle dedim:
«-Elini aç, ya Ebâ Bekir!»
O elini açtı, ona bîat ettim, muhacirler de bîat etti, daha sonra ensar bîat etti. Allah'a yemin ederim ki, o toplantıda Ebu Bekir'e bîat etmekten daha isabetli bir hal şekli bulamadık. Biz, halkı ikiye böleriz ve bU-den sonra da kimse bîat etmez diye korktuk. Ya razı olmadığımız birine bîat edecektik, ya da muhalefet edecektik ki, bu tntislümanlar arasında fesada yol açacaktı.»
Taberî, Tarih kitabında üçüncü cilt, sahife 2Q7'de şu olayı zikrediyor.[306]
«Hz. Peygamber (Sailaliahü Aleyhi ve Sellem) Ölünce ensar, Benî Sâide'-nin sofasında toplanarak şöyle dediler: Biz Muhammed (SailaliahüAleyhi ve Sellemj den sonra onum yerine Sâd bin Ufeâde'yi geçireceğiz. O hasta olduğu halde onu avluya getirdiler ve muhacirlere söyliyecekleri şeyleri konuşmaya başladılar.
Hz. Ömer (Radiyallahu anh), ensarm toplantısını haber aldıktan sonra Allah'ın Kesûliksün evine geldi. Hz. E ju Kekir ve AIİ bin E.bî Tâîib (Radiyallahu anhûma) orada Allah'ın Resulünün teçhiz işi iîe meşgul bulunuyordu. O, Hz. Ömer (Radiyallahuanh)'e:
«-Çıkamıyacağım, ben meşgulüm.» diye cevap verdi.
Hz. Ömer tekrar onu çağırttı ve:
«-Senin mutlaka çıkman (bulunman) lâzımdır.» dedi.
Bunun üzerine Hz. Ebu Be'kir (Radiyallahu anh) onun yanına çıktı. Hz.
Ömer (Radiyallahu anh) ona :
«-Haberin var mı? Ensarlar Beaıî Sâide'îerin sofasında toplanmışlar, Sa'd jbin Ubeyde'yi Emîr seçmek istiyorlar. En uygun söz söyliyen-leri: "Bizden bir Emîr, Kureyş'ten bir Emîr seçilsin." (diyorlar.» dedi.
Bu hâdise Üzerine onlar sür'atli adımlarla toplantı yerme gittiler. Yolda Ebu Ubeyde bin Cerrah'a rastgeldiler. Üçü birlikte yola devam ederken Asım bin Adiy ile Uyeym bin Sa'id osıları görerek:
«-Geriye dönünüz, maksadınıza ermiyeceksiniz.» dediyseler de, onlar:
«-Hayırî Biz toplantı yerine gideceğiz.» cevabında bulundular. Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) hamd ve senadan sonra şu hutbeyi ıra d etti:
«-Yüce Aîîah, Muhammed'i insanlara elçi ve ümmetime şâhid olarak gönderdi ki, maksat insanları Allah'a ibâdete ve vahdaniyet inancına çağırtmaktı. O zaman kavimler yontulmuş taş ile ağaçlara taparlardı.»
Hz- Ebu Bekir liundan sonra şu âyeti okudu:
«Onlar Yara dan a ibâdeî edecekleri yerde, zararları ve fay defan dokunmayan nesnelere toparlar ve : Bunlar Allah kaîmda bize şefaat edeceklerdir, derler.» [307]
Araplara, atalarının diniaiî bırakmak zor geldi. Yüce Allahı elçisinin kavminden olan ilk anulıacirlerin ona îman ve tasdik edip, ona maddî ve
manevî yardımlarda bulunmayı sağladı. Onîar onunla birlikte kavminin şiddetli eza ve cefalarıma dayandılar, onîarın kendilerini yalancı saymalarına önem vermediler, ö vakit bütün insanlar onlara muhalif ve düşmandı. Onlar, sayıları az olduğu halde eu şiddetli hallere dayandılar. Kavimlerimin kendi aleyhlerinde birleşmeleri ve dargmhkları onları korkut-mads. İlk önce yeryüzünudb Allah'a ibâdet edigı, Allah'a ve Resulüne inananlar onlardır; onîar, onun akraba ve aşireti olup, Emirlik onların hakkıdır. Onlarla Emirlik için ancak zalimler çekişebilir.
Ey ensar topluluğu! Sisin meziyet ve faziletiniz, İslâmiyet'e olan hizmetimiz inkâr edilmez. Allah, dinînin ve elçisinin yardımcısı olan sizlerden razı olsun, Allah'ın Resulü sisin yurdunuza hicret etti, onun şan ve şeref sahihi olan eşleri ve sahabeleri hâlâ sizin yanmizdadırlar. Bizim nazarımızda ilk muhacirlerden sonra, siarin derecenizde şeref ve derece sahibi kimse yoktur. Biz Emirler, siz Vezirlersiniz. Sizden başkasıyla müşaverelerde bulunulmaz. Sizin fikir ve muvafakatiniz alınmadan kararlar verilmez.» diye sözüne son verdi.
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahuanh)'den sonra Habbab bin Münzir ayağa kalkarak şu sözleri söyledi:
«-Ey Ensar topluluğu! Kendinizden Emîr seçerek onları hâkimiyetiniz aîtma alınız. ÇÜnki onlar sizin gölgenizde ve yurdunuz da dîrlar. Ne kadar cesaret sahibi olsalar dahi, kimse size muhalefet edemez. Herkes, sizin fikrinizle iş görmek sorundadırlar. Siz kuvvet, kudret ve servet sahibisiniz. Sayımız çoktur, koruyucu ve tecrübe sahibisisıiz. Bahadır ve kuvvetlisiniz. Sis ne yaparsanız herkes de onu yapar. Birlikte iş görünüz, aramada ihtilâfa meydan vermeyiniz. Yoksa, işiniz bozulur. Onlar, işittiğiniz söz ve fi'kirden başkasına kabule yanaşmıyorlar. O halde onlardan bir Emîr, bizden rfair Emîr seçilsin.» diye sözüne son verdi.
Hz. Ömer (Radiyallahu anh):
«-Hayır! İki kişi bîr arada, "bir samanda hükümet süremezler. Allah, adına and içerek arapların, sizden bir Emîr kabul etmiyeceklerini temm ederim. Araplar Peygamber uruğundan olan bir kişinin Emîr olmasına itiraz etmezler. Araplara karşı bizim ileri süreceğimiz kuvvetli ve doğruluğu aşikâr olan delilimiz de, Peygamberin Kureyş'den olmasıdır. Biz onun akraba ve aşireti olduğumuz için Muhammet'in saltanatı ve Emirliği hakkında bizimle ancak davası bâtıl ve yanlış delile dayanan, yahut günahlara kanlanmaktan kaçılmayan yahut felâket çukuruna düşen kimseler çekinebilirler.» diye sözüne son verdi.
Habıbab bin Münzir yine ayağa kalkarak şu sözleri söyledi: «--Ey ensar topluluğu! Elinizue oîan Emirliği kaçırmaymıs, (bu adamla onun arkadaşlarının sözlerine bakmayınız, yoksa onlar Enıîriikte olan hissenizi elinizden alırlar. Onlar sizin bu talebinizi kabul etmedikleri takdirde, onları yurdunuzdan sürünüz, onları hükmünüz altına alınız. Allah adını anarak Emirliğin onlardan ziyade sizin hakkınız olduğunu teyid eylerim. ÇünM, İm dine îmanı edenler sisin kılıcınız sayesinde îman ettiler. Ben tecrübeli ve bilgili bir adamım. Fikir, tedbk ve yardımla kalpler şifa buüur. Allah adına andiçerek, istediğiniz takdirde onları kuzu gibi itaatli bir liale getirdiğimi de teyid eylerim.» dedi.
Hz. Ömer (Radiyallahu anh):
«-O halde Allah seni öldürür.» dediği vakit, o : «-Hayır! Allah seni öldürür.» diye mukabelede bulundu. Bundan sonra Ebu Ubeyde :
«-Ey ensar topluluğu! Six ilk önce bu dine yardım ettiniz ve arka oldunuz, ilk önce bozan ve değiştiren olmayınız.» dedi.
Ondan sonra Beşir bin Sa'd ayağa kalkarak şu sözleri söyledi :
«-Ey ensar topluluğu! Allah adına and içerek teyid eylerim ki, Allah'a ortak katanîıaria yapılan kutîu savaşlarda bulunmak ve dini ilk önce kabul etmek suretiyle fazilet ve meziyetler kazandıysak, bunu anca'k Allah rızası için, elçisine itaat ve bu emeğimiz mukabilinde seva^ kazanmak maksadıyle yaptık. Biz bu hayırlı işleri başkalarına sneîiyet irîdiasznda bulunmak ve dünyevî maksatlara erişmek için yapmadık. Faks£ Muharamed Kureyş'tendir, Emirlik herkesten aiyade onlara hakkıdır. Onlar tunlara müsteîiaktîrîar. Allah beni hiç bir va'kit Emirlik için on-larla çekişenİer arasımda gÖrnıiyecektir. Ey enser! Allah'tan fakmınız, onlara muhalefet edip, Emirlik için onlarca çekişmeyiniz.» diye sözüne son verdi.
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (Radiyallahuanh): İşte Hz. Ömer, işte Efcu Ufoeyde! Hangisine isterseniz, onlardan »cirme biat ediniz.» dedi. Onlar:
Allalı adıma and içerek sen sağken bu görevi üzerimize aîamı-yacağımızı teyit eyleriz. Çünki, sen muhacirlerin en meziyetlisi, mağarada bulunan iki zattan biri ve namazda Allah elçisinin halifesisin. Namaz ise müsîümanların en faziletli ibâdetidir. Kim senin önüsıde namas kıîdîrabilir? Yahut, sen sağken bu görevi kim kabul eder? Elini aç, sana bîat edeceğiz.» diyerek bîat etmek üzere ona doğru yürüdüler. Fakat Be-Şir bin Sâd, onlardan Önce yetişerek bîat etti. Kabbab bin Münzir ona:
«-Ey U'oade bin Sadî Ey asi! Ata ve anana isyan ettin. Seni, yap» tığın bu işi yapmağa ne şevketti?»
Daha sonra Evs kabilesi tamamen bîat etti. Evsler Beşir'in fcu halini ve Kureyşlilerin iddialarını, Hazreçlerin Sad bin Ubade'yi Emir yapmak istediklerini gördüler. [308]
Daha sonra müslümanlar Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) 'e bîat etmeyi kabul ettiler... Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu, anh) müslünıanlardan bî-atı kabul etmek üzere oturdu, hiç biri itirazda bulunmadı. Bazı kimselerin karşı çıktığı tarzında, insanlara daima şüphe düşürmeye teşebbüs eden yanıltıcı rivayetlere rağmen, bu rivayetler kat'iyyen doğru değildir.
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahuanh)'e bîatın yapılış şeklini bildiren rivayetleri naklettik. Ensar ile muhacir'in arasında cereyan etmiş münakaşalara girmek istemedik. Her birinin kendine göre delili vardı, neticede Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'e bîat etmeye topluca karar verildi. [309]
Muhacirler, hilâfete geçmeğe hakları olduğu yolundaki iddialarında şu delillere dayanmışlardır :
1- Araplar, kabile âdetlerinden olduğu üzere, Hz. Peygamber (SaiicUahü Aleyhi ve Sellem) in kabilesi dışındaki bir kimseye halife olarak bîat etmeye razı olmazlar.
2- Diğer kabilelere kuvvetini kabul ettirebilmek bakımından Ku-reyş Kabe hizmetindeki eski tarihî hizmetleri sebebiyle, arap kabileleri arasında Kureyş'in iyi bir yeri vardı.
3- «İmamlar Kureyş'tendir.» şeklindeki Peygamber (Satlallahü Aleyhi
ve SeJlem' den rivayet edilen bir hadîs. Bazı rivayetlerde muhacirin hilâfete hakları konusunda senet olarak buna dayanmışlardır.
4- Hz. Ebu Bekir (RadiyaHahuanh)'e bîat, Ömer bin EI-Hattap (Radiyallahu anh) 'm teklifi üzerine tamamlanmış ve Benî Sâide'nin sofasında toplu halde bulunan Ehlü'1-hal ve'l-Akd muvafakat etmiştir. Sonra da müslümanların hepsi tarafından, Benî Sâide'nin sofasında yapılan özel bîatın ertesi günü, bîat etmişlerdir.
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anhfin hilâfete geçme devrelerini şu şekilde özetleyebiliriz :
1- Teklif: Hz. Ömer {Radiyallahu anh i tarafından yapılmıştır.
2- EMü'1-hal ve'1-Akd'm muvafakati: Bunlar Benî Sâide'nin sofasında toplanmışlar ve Hz. Ebu Bekir (Radiyallahü anh)'e ilk defa bîat etmişlerdir. Bunlar bütün arap kabile ve boylarım temsil ediyorlardı.
3-Genel Mat: Bu, ittifakın ertesi günü mescidde yapılmış, müslü-manlar Hz. Ebu Bekir (Radiyallahü anh)'e toplu olarak bîat etmişlerdir.
Halife olarak Hz. Ebu Bekir (Radiyallahü anh)'e bîat yapıldıktan sonra, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahü anlı) idaresi esnasında takip etmek istediği genel siyaseti ilân etmek gayesiyle bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında şöyle diyor :
«Ey insanlar! Ben hayırlınız olmadığım hakle başınıza reis seçildim. İyi bir fiil işlersem, bana yardım edimiz, kötü bir fiil işlersem beni düzeltiniz. Sıdk emanettir, yalan hıyanettir. İçinizdeki sayıf, hakkım alm-caya kadar benim nazarımda kuvvetlidir. İçinizdeki kuvvetli de, ojjdan hak alınıncaya kadar, benim nazarımda zayıftır ieışaallafo. İçinizden kira ki, Allalı yolunda cihadı terk&derse, Allah onu zelil eder. Kötülüklerin yaygın olduğu bir milletin hepsine belâ gönderir. Allah'a ve Kesûlüne itaat eıîlersem, bana itaat ediniz. Allah'a ve Resulüne işyar» edersem, tama itaat etmeniz gerekmez. Şimdi namazlarınızı kılmak için kalkınız. Allah'ın rahmeti üzerinize olsun.» [310]
Birincisi -Hayatı hakkında kısa bilgi: İsmi, Ömer bin El-Hattap bin Nufeyl, bin
Kurta bin Zirah İbn-i İddeh bin Kââb bin Luî
EI-Faruk'dur.
-Kureyşî'dir, Lâkabı Peygamberliğin altıncı senesinde müsîüman olmuştur. O bu sırada 2? yaşında idi. Nevevî şöyle diyor:
«Ömer, fil hâdisesinden onüç sene sonra doğmuştur. Kureyş'in eşrafından idi. Câhiliyye devrinde arabuluculuk yapardı. Kendi aralarımda -yahut kendileriyle diğerleri arasında -harp çıktığı zaman, Kureyş onu bir haberci ve elçi olarak gönderirlerdi. Şayet biri meydan okursa, yahut birisi onlara karşı böbürlenirse, onu meydan okuyana 'karşı meydan okuyucu, böbürlenene karşı böbürlenen olarak gönderirlerdi.
40 erkek ve 11 kadın müsîüman olduktan sonra müsîüman olmuştur. O ilk müsîüman olanlardan biri olup ve cennetle nıiijdeleneEiIerdesı ve Hz, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Se/fem/in kayınpederlerinden biriydi,
Tirmizî, İbni Ömer'den şu hadîsi rivayet ediyor:
«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Se Hem) şöyle buyurmuştur»:
«Allahım! islâm'ı iki insanın sevgisiyle kuvvetlendir: Ömer bin Hatîab veya Ebu Cehil bin Hişam.»
Hz. Ömer'in İslâmiyet'e giriş tarzı hakkında tarih ve hadîs kitaplarında birçok hikâyeler bulunmaktadır. Bu hikâyeler, bu şahsın büyüklüğüne ve inandığı hakikata (İslâm'a) imanını gösterdiği gibi, ayrıca her yerde, Kureyş'in her tarafında açık bir şekilde İslâmiyet'i ilân etmesi ve başka bir yolu reddetmesine de işaret eder.
İbni Asakir, Ali bin EM TâliVten Hz. Ömer (Radiyallahü anh)'m Medine'ye hicret etme yolunu rivayet ederek şöyle diyor:
«Hicret edenlerin her biri, Ömer hariç, gizlenmişti. Hz, Ömer hicrete karar verince kılıcını kuşandı, yayını aldı ve eline de okları alarak Kabe'ye geldi. Kureyş'i seyretti ve sonra yedi defa Kabe'yi tavaf etti, ma-kam-a İbrahim'de iki rekât namaz kıldı. Daha sonra etrafında teker teker toplandılar. Hz, Ömer (Radiyallahü anh) onlara şöyle dedi:
«Yüzlerinizi gördüm. Annesini kaybetmek isteyen, annesini yetim bırakmak isteyen, çocuğunu babasız, karısını dul bırakmak isteyen bu vadinin arkasında beni bulsun.»
Bu sözlere rağmen onu kimse takip etmedi.»
Onun fazileti hakkında birçok Hadîs-i Şerîf rivayet edilmiştir. Buharı ve Müslim'in, Saad bin Ebî Vakkas'tan tahric ettikleri hadîsler şunlardır :
«Sus, yâ Ömer! Hayatım yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki : Sen bir yolda giderken şeytan, asla sana yaklaşamaz. Herhalde o, senin yolundan başka bir ciheîe yönelip gider.» [311]
Yine Buharî'nin Ebu Hureyre'den tahriç ettiği bir hadîs de şöyledir :
«ResûlüIIah (Sallalîahü Aleyhi ve Seîlem);oyle buyurdu :
«Benî İsrail'den sîzden önce gelip geçen onlar içinde [312] (Allahu Teâlâ tarafından mülhem) öyle kimseler vardı ki, onlar peygamberler (payesinde) ofmadikİcm halde kendilerine haber ilham olunurdu. Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir kimse bulunursa (kî, şüphesiz bulunacaktır) o da muhakkak Ömer'dir.» [313]
Yine Buharî ve Müslim, Hz. Ömer şu hadîsi naklediyorlar :
«Ömer şöyle demiştir: Ben oç şeyde Rabbuna muvafakat ettim: Yâ Resûlâ'lah! Makam-ı İbrahim'i musalla (yâni namazgah) edinsek dedim.
«Siz de İbrahim'in makamından bir âyeti nazil oldu. namazgah edinin.» (Bakara, 125)
«Ya Resûlâllah! Emretsen de zevcelerin perde içine girseler. Çünki iyi ve kötü onlarla konuşabilir.» dedim. Derken lıica'b âyeti (Ahzab, 33) nâziî oldu. Keza Peygamberin zevceleri bir defa kendisine karşı kıskançlık (göstermek) üzere ittifak ettilerdi. Onlara :
«Eğer o sizi boşarsa, yerinize Rabbmın ona sizden hayErMcmm vermesi ümid edilir.» »dedim. Derken bu (Tanrım, 5) âyet nazili oldu.» [314]
Hz. Ömer (Radiyaliahu anh) 'in şahsiyetine bakacak olursak, onun büyük şahsiyetinin makam peşinde koşmayan ve şahsını, insanları hesaba çektiği gibi, hesaba çeken bir şahsiyet olduğunu görürüz. Onun hakkı ıda gu hadîs rivayet edilmiştir:
«O Emlrü'l-müminin iken Mr şahsı dövdü. Daha sonra buna pişman oldu. Nefsini hesaba çekmek için evine döndü. Kendi kendine şöyle diyordu :
-Ey İbnü'I-Hattab! Rezil bir insandın, Allah seni yüceltti, delâlette idin, Allah sana hidayet etti, zelil idin. Allah seni aziz kiLıU. Daba sonra Allah sana müslümanlıarın işlerini idare vazifesi yükledi. Senden foirşey isteyen biri geldi, sen onu dövdün. Yarın Rab'bine ne söyleyeceksin?»
İşte Ömer budur, işte Ömer'in nefsinin yeri budur, işte hayatındaki metod budur!
Hz. Ömer (Radiyaliahu anhj'in hilâfeti kendisinin şeref aldığı ve iftihar ettiği bir teşrifat merkezi olmamıştır, fakat omuzuna konulan büyük mes'uliyetîe işin şuuruna varmıştır. Bir gün Hz. Ali (Radiyaliahu anh) onu bir devenin arkasında koşarken gördü, ona dedi ki:
«Ey Mü'minlerin Emîri, nereye?»
Hz. Ömer (Radiyallahu şöyle cevap verdi;
«Deve îpini çözdü, onu yakalamak istiyorum.»
Hz. AH (Radiy allahu rr.lı> ona şöyle dedi:
«Senden sonra gelenleri (bu hareketin örnek olduğun için) yoracaksın.»
Hz. Ömer (Radiyallahu anh) şöyle cevap verdi:
«Muhammed'i hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bir keçi Fırat nehri sahiline gitse, Ömer kıyamet gününde bundan hesaba çekilir.»
Kendi şahsını hesaba çektiği gibi, oğlunu da hesaba çekiyordu. Kendi sayesinde mal ve şöhret temin etmek için, mevkiini istismar etmeğe kimseye müsamaha etmezdi. Rivayet edilir ki, bir defasında çarşıya gitti, orada iyi beslenmiş, semiz bir deve gördü. Devenin sahibini sorunca, onlanr. oğlu Abdullah'ın devesi olduğunu söylediler. Bunun üzerine kızarak şöyle dedi:
«Mü'minlerin Emîri'nin oğlu, aferin sana, aferin!»
Sonra ona birini gönderdi ve devenin durumunu sordu. Haberci ona, develerin oğlunun olduğunu ve onları kendi serveti ile satın almış olduğunu söyledi. Bunun üzerine develeri, şişmanlasınlar ve onlardan kâr kazansın diye mer'aya gönderdi. Bu sözlerinden sonra, ne zaman insanlar o develeri görseler, onlara sitem edici sözler söylerdi... Mü'minlerin Emî-rinin oğlunun devesini iyi otlatın, iyi bakın, Mü'minlerin Ernîrinin oğlunun devesini sulayın. Daha sonra emredici bir ifade ile şöyle konuştu :
«Ey Ömer'in oğlu Abdullah! Bu deveye ödediğin parayı al, kârı ise müslümaularv» Beytü'I-mal'ına bırak!» [315]
Dr. Taha Hüseyin, onun hakkında şöyle diyor:
«İdaresi bir rahmetti. Müslümanlara hilâfeti esnasında bir hayat rengi (seviyesi) getirmiş, temin etmiştir. Bugün batıdaki medenî milletler halâ, onun uğrunda çalıştığı ve gayret ettiği seviyeye ulaşabilmiş değildir. Müslümanlar bu günlerde, halâ Hz. Ömer (Radiyallahu insanlara sağladığı hayatın bu renginin (seviyesinin) rüyasını görüyorlar ve her gün, hayatın kolaylaşmasına yardım eden her vesile ile eski müslü-manlara sağlanmış ve sağlanan şeylerin ne zaman hakikat olacağını düşünüyorlar.
Ömer ise bu vesilelerden hiç bir şeye mâlik değildi.» [316]
Hz. Ebu Bekir (Radiyallalıu anh) hastalanmış, ölümünü bekliyordu. Kendisine halife seçme konusunda müslümanlarm ihtilâfa düşeceklerinden ve bu durumun parçalanmalara sebep olacağından korktu. Özellikle İslâm orduları, Şam ve Irak yollarını açmışlardı. Hilâfet merkezinde Eh-lü'l-hal ve'l-Akd arasında herhangi bir bölünme, Bizans ve İran ordularının, iç ihtilâflar ile meşgul edilen genç İslâm ordularının üstüne baskın yapmalarına sebep olabilirdi.
Bu durumda Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh}, Medine'de etrafında bulunan Ehlü'1-hal ve'l-Akd içinde, emaneti devir ve onu kendi yerine ve-liahd tâyini için, kendisinde halifelik şartları mevcut emin ve ehliyetli bir kimseyi aradı.
Bu sebeple sahabelerin ileri gelenleriyle istişarelerine başladı. Onlarda her biri, hilâfet mevzuunda onunla istişare etmeye son derecede lâyıktı.
Halife daha sonra sahabelerle yaptığı istişareye dayanarak ve müslümanlarm, halifelik ve hükümet işlerini yapabilecek kuvvete sahip birine olan ihtiyacı nazara alarak, halifeyi seçti. Bu sırada halifelik kuzeye ve doğuya doğru uzanmış, her tarafta gelişme kaydediyordu. Bu durum merhametli ve şiddet sahibi olmayan, ehliyet ve dirayet sahibi birini gerektiriyordu.
Bu adam şahsiyeti, salâbeti, hikmetli hareketinin kuvvetiyle ve gerek Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında ve gerekse Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) devrinde çeşitli mes'eleierdeki uzak görüşlü-lüğüyle tanınmış Ömer bin El-IIattap (RadıvaÜahü ar.h) idi.
Buna rağmen Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) şahsî içtihadıyle hareket etmedi, ikinci bir defa Ömer bin El-Hattap (Radiyallahu anh) hakkında sahabeler ile istişare etti, onları dinledi ve bu mevzudaki görüşlerini aldı. Sahabeler onun kabiliyeti üzerinde ittifak ettiler ve halifeliği konusundaki görüşünü uygun buldular.
Taberî, İl!ni Sad ve İbni Hişam'in naklettiği bütün rivayetler bu mevzu hakkında ya aynı veya birbirine yakındır.[317]
Taberî şunları naklediyor:
«Ha. Ebu Bekir vefatına yakın Abdurraîsman bin Avf'ı yanma çağırttı ve Hz. Ömer (Radiyallahu anh) hakkında görüşünü sordu. O şöyle dedi:
Hz. Ömer (Radiyallahu anh), Allaîı'a istediğinin en faziletlisidir. Fakat onda
«Ey Allah'ın Kesûlümün
yemin ederim ki, yerine geçirmek biraz sertlik vardır.»
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) Evet, o teni yumuşak taTbiatlı ve geçerse, aleyhine olan huylarının bi med'in babası, Iben onuaı halini göğunu bn razı II. Şayet Mr kimseye yumuşak davransam, ona sert
Daha sonra şöyle dedi:
«Ey Muhammed'in habası, sana söylediklerimden kimseye bir şey söyleme.»
Sâd ise şunları nakletmektedir:
L«Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) 'in hastalığı şiddetlenince, A rahman bin Avf'i çağırdı :
«Hz. Ömer bin EI-Hattab hakkında ne diyorsun?» ıdiye sordu.
O şöyle cevap verdi:
«Senin benden iyi bildiğin bir şey hakkında, benden sorma.»
Bunum üzerine Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) şöyle dedi:
«Şayet sorarsam?»
Bunun üzerine A^durrahman şöyle dedi:
«Allah'a yemin ederim ki, o senin onun hakkındaki düşündüğünden daha üstündür.»
Sonra Osman bin Afvan'ı çağırdı ve şöyle dedi:
«Ömer hakkında ne diyorsun?»
Hz. Osman (Radiyallahu anh) şöyle cevap verdi:
«Onun hakkında faize sen bilgi ver.»
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) şöyle dedi:
«Ya Eba Abdullah! Buna rağmen soruyorum.»
Bunun üzerine Hz. Osman (Radiyallahu anh) şöyle cevap verdi: «Allah'a yemin ederim ki, onun hakkında bildiğim, onun gizli halleri alenî hallerinden daha iyidir, içimizde onun gibisi yoktur.»
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) şöyle deıdi: «Yerhâmekallah», Allah'a yemin ederim ki, halifeliği oma bırakmadığım takdirde senden başkasma vasiyet etmiyeceğim.»
Sonra Said bin Zeyd ve Üseyd bin Hazir (Radiyallahu anhüm) ve diğer sahabelerle istişare etti. Üseyd bin Hazir ona şöyle dedi:
«Allah'a yemin ederim ki, senden sonra onu hayırlı bilirim. Razı olunacak şeye razı olur. İstenmeyen şeyi istemez. Hayırlı (bir işi) saklayan, ilân eden kimseden daha hayırlıdır. Bu mevzuda ondan üstün (kuvvetli) kimse yoktur.»
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) sahabe ile istişaresini tamamladıktan ve Ehlü'1-hal ve'1-Akd'den sahabelerin Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in halifeliğini hararetle istediklerini de gördükten sonra, Osman bin Affan (Radiyallahu anh) ?ı çağırdı ve ona Hz. Ömer (Radiyaila.hu anh)'i veliahd tayin ettiğine dair metni yazdırdı. Metin şudur:
«Bismillalsirrahmânirralıîm.
Alîah'm Peygamberi (Sailuiiahu Aleyhi ve Scllem) 'nin halifesi EZu Bekir (Radiyallahu anh) 'in, hayata veda edip, kâfirin imana geldiği, fâcirin korktuğu yalancının katul etmek mecburiyetinde kaldığı âhirete irtiîıâl ettiği sıralardaki vasiyetidir. Ben, üzerinize Ömer bim EI-Hattab'i halef olarak tâyin ediyorum. Eğer, âdil îıareket ederse, onun hakkındaki düşüncelerim gerçekleşmiş olur. Yok, eğer zulmeder ve bugünkü tutumu değişirse, istemediğim şeyi yapmış olur. Çünki, benim arzum, sırf hayırdır. Gayfeı bilmem. Bütün bildiğim:
«O zulmedenler yakında hangi inkılâb ile sarsılacaklarına bileceklerdir.» (Şuara, 227)
Hz. Eâu Bekir (Radiyallahu anh)'i bundan sonra hastalıklı haliyie insanlara baktı ve şöyle dedi:
«Benden sonra size bıraktığım halifeye razı mısınız? Allah'a yemin ederim ki, ben görüş sahiplerinin gayretinden uzaklaşmadım ve hana yakın olanları tayin etmedim. Ben size Ömer 'bin El-Hat(ab (Radiyallahu anh)'ı halife olarak bıraktım. Onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz.»
Müslümanlar şöyle dedi : «Dinledik ve itaat ettik.»
Bundan sonra Hz. Ebu Bekir (Radiyallahuanh), Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'i çağırdı ve ona müilümanları emânet (vasiyet) etti. Kz. Ömer (Radiyallahu anh) , Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'in yanından çıktıktan sonra iki elini kaldırdı ve şöyle dua etti:
«Allahım! Besi böylece sadece onların iyiliklerini istedim. Onlara fitne geleceğinden korktum. Onlar için senin dalia iyi bildiğin şekilde çalıştım, onların lehine kanaatim ve görüşüm ile gayret gösterdim. Onların en hayırlısını ve en kuvvetlisini ve onları doğru yola irşad etmeye en iyi çalışacak olanı, onların üzerine getirdim (tâyin ettim).
Senin emrin (ölüm) de bana artık geldi. Benden sonra sen onları gözet. Onlar senin kullarındır, onların dizginleri senin elindedir. Onları ıslâh et. Onu Peygamberinin (SallaV.ahü Aleyhi ve Sellem) hidayetine tâbi olan ve salih olanların Hulâfa-i Raşidin halifelerden yap. Vatandaşların ıslah et.»
Bu şekilde Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in hilâfete geçmesinin yolunu Öğrenmiş bulunuyoruz. Kanaatimizce Hz. Ömer (Radiyallahu anh)'in işbaşına getirilmesinde şu merhaleler takip edilmiştir:
1- Ömer bin EI-Hattab (Radiyallahu anh) 'ı aday göstermeden Önce Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)''in yaptığı genel müşavere. Bu müşavereler esnasında Ömer bin EI-Hattab'ın Ehlü'1-hal ve'1-Akd'ı tarafından istendiğini gördü.
2- Hz. Ebu Bekir (Radiyaliahu anh)'in eski halife olarak Ehlü'1-hal ve'l-Akd ile yaptığı eski müşaverelerine dayanarak, kendisinden sonra halifelik makamına Ömer $>in El-Haiiafo (Radiyaliahu anh)\ aday göstermesi.
3- Müslümanların Ömer bisi Hattafo (Radiyaliahuanh)'a halife olarak bîatı. Bu biat gereğince Ömer hin El-Hattab (Radiyaliahu anh), Hz. Ebıs (Radiyaliahu anh) 'den sonra halife olmuştur.
Hz. Ebu Bekir (Radiyaliahu anh), kendisinden sonra halifeliğe davet sebeplerini konuşmasında belirtmiştir. Bu da «Fitne korkusudur.» Çünki, müslümanlar belirttiğimiz gibi, düşmanlar ile birbiri arkasında devam eden harp halinde idiler ve parçalanma, birlik ve kuvvetlerine tesir edecek ve düşmanlarını üzerlerine çullanmaya teşci' edecekti.
Hz. Ebu Bekir (Radiyaliahu anh) konuşmasında, kendisine yakın olanları müslümanlarm üzerine tâyin etmediğini belirtmiş, tersine evlâtlarından ve yakın akrabalarından hiç birisini hilâfete yaklaştırmamıştır. Çünki hilâfet, onun kanaatin? göre, bir emânettir ve onu yüklenecek en ehil müslümana, en kabiliyetli olanına teslim etmesi vazifesidir.
Hz. Ömer (Radiyaliahu anh) daha sonra bu emaneti yüklenmekte daha ehil olduğunu ispatladı. O âdil bir halife, muzaffer bir komutan, fevkalâde çalışkan, insanların üzüntülerini hisseden, onlarm yardımına koşan, üzerlerindeki zulüm ve baskıyı kaldıran ve aralarında Allah'ın hükümlerini tatbik eden bir halife idi.
[Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) foir defasında Hz. Osman (Radiyaliahu anh) içeriye girince elbiselerini toparlamış ve şöyle demiştir:
«MeE&îkelerİn kendisinden haya ettiği bir şahıslan, ben haya eîmİye-yİm mi?»]
Tirmizı, Abdurrahman bin Ahbab'dan şu hadîsi tahriç etmiştir. O, şöyle diyor:[318]
Birincisi -Hayatına kısa bakış:
İsmi, Osman bin Affan bin Ebi'l-Âs bin Ümeyye bin Abdü'ş-Şems
bin Kusay bin Kiîalbul Kureyş'dir. Fil hâdisesinden 6 yıl sonra doğdu. Hz. Ebu Bekir (Radiyaliahu anh), onu İslâm'a davet ettikten sonra müslü-man olmuştur. 2 defa hicret etmiştir. Birincisi, Habeşistan'a; ikincisi ise, Medine'ye. Nübüvvetten evvel Peygambex(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in kızı Rukiyye ile evlenmiştir. Kukiyye, Bedir Harbi sırasında vefat etmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) onu Eu'kiyye'nin kız-kardeşi Ümmü Gülsüm ile evlendirmiştir. Eşi hicretin dokuzuncu yılında vefat etmiştir. Hz. Osman (Radiyaliahu anh) ilk rnüslümanlardan ve cennetle müjdelenen on kişiden biridir.
Onun fazileti hakkında çok Hadîs-i Şerîf vardır. Buharı ve Müslim, Hz. Âişe'den naklen şu hadîsi zikrediyorlar.
Ben Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selîern)'i orduyu cesaretlendirirken gördüm.» Hz. Osman (Radiyallahuanh) şöyle dedi:
«-Yâ Kesûlüllah! Benim eğerlenmiş yüz devem var. Onları Allah yoluna hibe ediyorum.»
Sonra onları orduya verdi. Hz. Osman (Radiyailahu anh) şöyle dedi: «yâ Resûlüiİah! Benim eğerlenmiş ikîyüz devem var. Onları Allah yoluna veriyorum.»
Daha sonra onları da orduya verdi. Hz. Osman (Radiyallahu anh) daha sonra şöyle dedi:
Ey Allah'ın Reyûlü! Benim eğerlenmiş üçyüz devem var. Onları Allah yoluna veriyorum.»
Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) bulunduğu yerden indi ve şöyle dedi:
«Artîk Osman (Radiyallahu anh)'in bundan başka yapması gereken bir vecîbesi yoktur.»
Hz. Osman (Radiyallahu anh) hicretin 35. yılında 12 sene hilâfette kaldıktan sonra şehid edildi. Ölüm sebepleri hakkında birçok şeyler söylenmiştir. Ama kesin olan onun hilâfeti zamanında bazı valiler tararından hatalar yapılmış olması ve bu hataların Mısır ve Irak'ta onun aleyhine intikam hissine sebep olmasıdır. Bütün bunlardan sonra bazı isyancılar Medine'ye geldiler. Mes'ele çok kritik bir duruma geldi. Sahabeler durumu ıslâha (kurtarmaya) ve İsyancıları memleketlerine dönmeye ikna etmeğe çalıştılar. Ancak fitne hâkim oldu, halife katledildi (şehit edildi). Onun şehit edilmesi bütün İslâm ülkelerinde derin bir üzüntüye sebep oldu.[319]
Tarihçilerin belirttiklerine göre, «Ebu Lü'îü'», Hz. Ömer (Radiyallahu anh)'i hançerleyip şehit ettikten sonra, sahabeler Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in odasına girmişler ve şöyle demişlerdir :
«Ey Mü'minlerin Emîri! Keşke yerine bir /halife tâyin etseydin.»
Hz. Ömer (Radiyallahu anh) şöyle cevap verdi:
«Kimi tâyin «deyim? Efcu Ubeyde hin El-Cerrah hayatta olsaydı, onu tâyin ederdim. Şayet Rabbim bana bunu sorar», şöyle derim: Peygamberinin şöyle dediğini işittim:
«OF bu ümmeîin eminidir.» Şayet Ebu Huzeyfe'nin azatlısı Salim hayatta olsaydı, onu tâyin ederdim. Şayet Rabbim bana bunu sorarsa, şöyle derim : Peygamberinin şöyle dediğini işittim :
«Sâlim'd» AKah savgisî çok kuvvetlidir.» Ona bir sahabe şöyle dedi :
«Ben sana yol göstereyim. Abdullah bin Ömer (i tâyin et)!» (Radiyallahu anh) şöyle cevap verdi:
«Aliaİı iyiliğinizi versin. VaîlaM ben Alîah'ıdan tmnu istemedim. Ka-nıını boşayamayan (boşamaktan âciz) Mirîni nasıl yerime geçmek üzerg tâyin ederim. Bizde işlerinize karışmak fikri yoktur. Zira Ömer'in ailesinden 1bir kurban yeter. Çünki, eğer hayırlı bir iş yaparsa, bunu Allah'dan bîirÎK. Kötü Mı- iş yaparsa, Allah Ömer'in evlâdı için ümmetin işlerinden dolayı hesaba çekecektir.
Nefsimle cihad ettim ve ehlimi mahrum bıraktım. Eğer huzur-u ilâhîde günahsız ve sevabsız yakamı kurtarabilirsem, o zaman mıes'ud olurum.
Bak! Eğer yerime birini halife tâyin etsem, benden îıayırlı birini tâyini ederim. Birini yerime bıraksam, benden Sıayırlı birini bırakırım. Allah, onun dinîni asla kaybetmeyecektir.
Daha sonra şöyle dedi:
«Sise Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) vefat ettiğinde kendilerinin razı (memnun) «iduğu bir key'et (grup) bırakıyorum. Onlar şunlardır: Ali bin Ebî Tâlib, Osman bin Affan, Sâd bim Sbî Vakkas, Ab-durrahman bin Avî, Ez-Zübeyr bin Eî-Avvams Talha bin Übeyduîlah (Radiyalîahû ar;hû<v,} . AlîdiîHalı "bin Öaner'in ise bu mes'elede yeri olamaz. Dalıa sonra onları yanma çağırttı ve şöyle dedi:
«Ben düşündüm ve sisi müslümamlarcn reisi ve onları İdare eden olarak buldum (gördüm). Bu iş (halife seçme işi), ancak sizin arşımdan biri
ile olabilir. Hz. Peygamber (Sallallaha Aleyhi ve Sellem) sizden razı idî. Ben istikâmet üzere hareket etmeyeceğinizden korkmuyorum, ama aranızdaki ihtilâ£m müslümanlsrî ihtilâfa düşüreceğinden korkarım.»
Sonra feîn El-Esved'i çağırttı ve 091a şöyle dedi:
«Beni kabrime koyunca (koyduktan sonra) bu hey'eti, aralanndsn birini seçmeleri için, Mr evde topla. Eğer bulunurlarsa, Hz. Ali, Hz. Osman, Zübeyr, Sâd, A'bdnrrahnmn bin Avf ve Talha'ya bir eve koy. Abdullah bin Ömer'i de hazır bulundur, ancak omun hu mes'elede bir yeri ve faydası olamaz. Başlarsam üzerine çık. Şayet beş kişi ittifak ederler Ye bir şalıısa rası olurlar, Mri razı cl-nazsa, onun kafasını kılıçla keparm. Dört kişi ittifak ederler ve içlerinden bir şahsa razı olurlar, ikisi razı olmazsa, onun ikidnin başına vur. Osıiardan üçü razs olur, Üçü nazı olmas-sa, Abdullah bin Ömer'i onlara hakem yapsınlar. Hangi grup lehine karar verirse, ® grup içlerinden birini seçsin. Eğer Abdullah bin Ömer'in hükmüne razı olmazlarsa, A&durrahmaaı bin Avf'ın içinde bulunduğu grupla beraber (o grubu destekler) olsunlar. Müslümanların üzerinde ittifak ettiklerini 'beğenmezlerse, geri kalanını öldürünüz.»
Hz. Ömer (Radiyaliahu anh) defnedildikten sonra, El-Mikdad Şûra ehlini «El-Musavver bin Mahreme»'nin evinde topladı. Bazılarına göre Beyt'ül-Mal'da, bir kısmına göre ise, izni ile Hz. Âişe (Radiyaliahu anh) 'nin odasında toplandılar. Onlar beş kişi idi. Hz. Ömer (Radiyaliahu anh) 'in oğlu da onlarla birlikte idi. Talha, o sırada hazır bulunmamıştır.
Onlar bu mevzuda görüştüler, münakaşalar devam etti, fakat bir görüşte ittifak edemediler. En sonunda Abdurrahman bin Avf onlara şöyle dedi:
«Hanginiz kendi isteği ile çekilir ve en efdâlinizİ tâyin etmek üzere diğerini yerine koyar (tâyin eder)?»
Bu soruya kimse cevap vermedi. Bunun üzerine Abdurrahman şöyle dedi:
«O halde ben çıkarayım.»
Bunun üzerine Hz. Osman (Radiyaliahu anh) şöyle dedi: «İlk razı olan benim. Ben, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem/in şöyle dediğini duydum:
"Yerde emin o!an semada (da) emindir."» Oradakiler :
«Razı olduk!» dediler. Hz. Ali (Radiyaliahu anh) susuyordu. Abdurrahman bin Avf, Hz. Ali (Radiyaliahuanh)'je şöyle dedi: «Ne diyorsun, ya Efoa'l-Hasan?» Hz. Ali (Radiyaliahu anh) şöyle cevap verdi:
«Bana, hevaya tâbi olmayıp, hak tesirini göstereceğine ve acımayacağına ve ümmetin aleyhine olmayacağıma dair imsak verin.»
Abdurrahman şöyle cevap verdi:
«Bana, değişen kimse aleyhine tenimle beraber olacağınıza ve sizin için kimi seçersem razı olacağınıza dair misaklarmızı veriniz. Acıyan kimselere, merhameti sebebiyle yumuşak davranmayacağıma ve müsiü-manlar aleyhine ihareket etmemem için üzerimde Allah'ın misakı var.»
O, onlardan misak aldı, kendisi de onlara misak verdi. Sonra Hz. Ali (Radiyaliahu anh) 'ye şöyle dedi:
«Sen, Peygambere yakınlığın, ilk müslümanlardan olman, dinde iyi halin ve dinden uzaklaşmaman sebebiyle emirliğe mevcutlardan daha haklı olduğunu söylüyorsun. Ancak benim kanaatim, eğer halifeliği sana ver-mesem, sen itaat etmemezlik etmezsin. Sence bu hey'et içinde kim hail- daha liyakatlidir?»
Hz. Ali {Radiyaliahu anh) : «Osman!» dedi.
Bu defa Hz. Osman (Radiyaliahu anh) 'a gitti:
«Sen, Benî Abdu Menafin yaşlisism, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi \e Sellemjin akrabasısın, ilk müsîümanlardansın ve dinden uzaklaşmadın. Fakat benim kanaatim, eğer halifeliği sana vermezsem, sen itaat etmemezlik etmezsin. Sence bu hey'et içinde kim halifeliğe daha liyakatlidir?»
Hz. Osman (Radiyaliahu anh):
«Ali!» dedi.
Sonra Ez-Zübeyr (Radiyaliahu anh)1 a yaklaştı, onunla, Hz. Ali ve Hz. Osman ile konuştuklarını konuştu. O, Hz. Osman (Radiyaliahu anh)'ı liyakatli gördü. Daha sonra Sâd ile aynı şeyleri konuştu. O da, Hz. Osman (Radiyaliahu anh) 'm liyakatli olduğunu söyledi.
Hz. Ali (Radiyaliahuanh), Sâd'ı tuttu ve ona şöyle dedi:
«Senden bunun hesabını soracak Allah'tan kork. Şüphe yok ki, Allah üzerinizde sizi kontrol edendir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin sulbünden gelen şu oğlumun ve amcam Hamza'nın hatırı için, Abdurrahman ile hirlik olup, bemim aleyhime Osman'a destek olmamanızı istiyorum. Ben, Osman'ın yapamayacağını yaparım.»
Abdurrahman, bütün gece dolaştı. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi veSellem)n eshabı, halkın eşrafı ve komutanlarla görüştü, onlarla istişare etti. Herkes Osman'ı istiyordu.
Bu rivayetlerden anlıyoruz ki, hilâfet Hz. Ali ile Hz. Osman arasında kalmış ve Abdurrahman bin Avf ise, onlardan birini seçmeden önce halk ile istişare yapıyordu.
Hz. Ömer (Radiyaliahu anh)'in tayin ettiği müddet sona erince Abdurrahman bin Avf, sabah namazını kılmak için mescide geldi. Mescid, ensar ve muhacirinden ileri gelen sahbeler ile doluydu. Ayağa kalkarak şöyle dedi:
«Ey nâs! İnsanlar gördüler ki, diğer ülkenin insanları ülkelerine katıldı, emirlerini de bildirdiler.»
Said bin Zeyd şöyle dedi:
«Biz seni hilâfete ehil görüyoruz.» Abdurrahman şöyle dedi:
«Bırakın bunu, Hz. Ali hakkımda görüşünüzü söyleyiniz?» Ammar şöyle dedi:
«Müslümanarm ihtilâfa düşmemelerini istiyorsan, Ali'ye bîat et.» El-Mİkdad bin El-Esved şöyle dedi:
«Doğru söyledin Ammar! Ali'ye bîat edersen, duyduk ve itaat ettik deriz.»
Ahdurranman bin Eüi Sarlı şöyle dedi:
«Kureyş'in ihtilâfa düzmemesini istiyorsan, Osman'a bîat et.»
Abdurraîıman bin EM BaMa göyle dedi:
«Doğru söyledi. Osman'a Mat edersen, duyduk ve itaat ettik
Daha birçok konuşmalar oldu. Bu sırada Sâd bin Efoî Vakkas şöyle dedi:
«Ey insanlar fitneye düşmeden evveî, bu işi bitir.»
Abdurrahman şöyle dedi;
«Ben düğümdüm ve istişare ettim. Hiç bir .feo/et sisin için hır yol gös-
Sonra Hz. Ali (Radiyaiîahu anh)'yi çağırdı ve ona şöyle dedi: «Allek'ıa kii&ln, Peygamberisin sünneti ve son?» iki halifenin sîreti (tarz-ı hareketi) ile amel etmesi için üzerinde Âîîah'fâ ahdi ve misakı Yardır.»
Hz. Ali (Radiyaiîahu anh) göyle cevap verdi:
«İînîisn ve kuvvetini ölçüsünde (derecesinde) çalışmak ve iş yapmamı (Allah'dan) dilerim.»
Daha sonra Hz. Osman'ı çağırdı ve Hz. Ali'ye söylediğini, ona da söyledi.
Bundan sonra şöyle dedi:
«Evet, »na hîzt edin!»
"Bu söz üzerine müslümanlar Hz. Osman (Radiyaiîahu anh)'a bîat etmek için koşuştular.
Rivayet edildiğine göre Hz. Ali (Radiyaiîahuanh), Abdurrahmem'a şöyle demiştir:
«Evvelce jbunları yapmıştınız, Bıa feizim aleyhİ-mİEe ©rtaya çî^tsğmıs ilk gün delildir. benîm isirrs oözsl bîr sairdir. SöylcdikSerinizA kariî ü« yerd:- mine stğinsîaceik (Yusuf, 18}» [320]
Böylece ösması bin Aîî&n (Radiyaiîahu anh)'s. bîat tamamlanmıştır. Tarih, hicrî, 23 yılının son ayı Zilhicce.
Taeri, Abdurrahraan hm Avfm, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyh', ve Stllemj'in mimberdeki yerine çıktığını, Ha. Gfan (Radiyaiîahuanh)'ı ise bir basamak aşağıya çıkarttığını ve insanları ana bîat ettirdiğini zikredi-
yor. Ali Isın (Radiyaiîahu anh)'m.} hareketsiz bir şekilde yarinde durduğunu gören AbdiîrraKmsn, ona şöyle demiştir :
«(Vazifelerini) ihlâl eden, kepi din e (nefsine) sarar verir,
ine yüklediği vazifeyi ifa edene, Allak foüyafc fcir ecir (sevap) verir.»
Bunun üzerine, Hz. Aîi (Radiyaiîahu anh) gelmiş ve Hz. ösmass (Radiyaiîahu anh) 'a bîat etmiştir.
Hz. Osman (Radiyaiîahu anh), kendisine bîat edildikten sonra, insanlara şöyle hitab etmiştir [321]
«Süy İKsaeılar! Sis
ûs. Ajhlretimia için en iyi bir şekilde hazırlanmış, silmektedir. Dikkat edin! Dünya aldatıcıdır.»
î sızı a ÂHah hakkında sizi aSdatmasin.» (Lokman, 33)
Geçenlerden ibret alınız, sonra gayretli çalışmaz. Gâfiî olmayınız, Mç bir hareketinize göz yumulmaz. Ham nerende, dünyaya gelip de orada uzun müddet menfaatler sağlayan, orayı imar edenler, ekip biçenler ve onlıarm kardeşleri? Onları unuttunuz mu? Dünyaya, Allah'ın değer verdiği kadar değer veriniz. Âhîrettcn de nasibinizi isteyieıiı:. Allah dünyayı re dünyada neyin hayırh olduğuna dair misaller vermiştir.
öyle buyuruyor:
«Onlara dünya hayatının misâlini do irâd af. (O), gökden indirdiğimin bir su gibidir kî, bununla yer (yüzünün) ncbch birbirine kanşmsş, en «sha-yot (o nebat) kuru bir çöp kırıntısı haline gelip, rüzgârlar ©nu sejvurav®!'-mislerdir. Allah h©r şeyin üstünde bir kodro? sahibidir.»
«O ma!, o oğüîlar (hep) dünya hayatinin zîneîidir. Bekaya ©reesk iyi (ame! ve hareket) İer isi Rabbmım nezdind® sev^bca da hayırlıdır, amele» hayırlı.» [322]
Belirttiklerimizden, Halife Ömer bin Hattab (Radiyaiîahu anh) 'm, kendisine halef olacak kimseyi tâyinde, halef tayin etmeyen Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) den farklı bir yol takip ettiğini anlıyoruz. Aynı şekilde kendisine halef tayin eden ve ona bîat yapılan Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anlı) 'in yolundan da farklıdır. Bu metod, Ehlü'1-hal ve'l-Akd'-dan birkaç kişinin aralarından, hilâfet işlerini üzerine alacak uygun birini aday göstermesi esasına dayanır. Bu husustaki safhalar, atılan adımlar aşağıdaki esaslara uygun olarak yapılmıştır :
1- Ehlü'1-hal ve'1-Akd'dan bir kısmının eski halife tarafından aday gösterilmesi.
2- Müslümanların Ehlü'1-hal ve'î-Akd'ı ile istişareden sonra, bu adayların kendilerinden birini seçmesi, Abdurralıman bin Afv, yukarıda gördüğümüz gibi, Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm ve diğerlerinin fikirlerini almıştır.
3- Ümmetin bu seçime muvafakati. Bu muvafakat genel bir bîat ile olmuştur.[323]
Birincisi -Hayatına kısa bir bakış :
İsmi: Ali bin Ebî Tâlib Abdimenaf bin Abdülmuttalib bin Haşim'dir. Künyesi: Ebu Hasan ve Ebu Turab'dır. Annesi: Fatıma foint-i Esed bin Haşim'dir. O, Hâşimîler arasında ilk Haşimî çocuk doğuran bir kadındı. O, Cennet ile müjdelenen on kişiden biridir ve kardeşleşmek yoluyla Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem)''in kardeşidir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem} 'in kızı Fatımıa (Radiyallahu anh) yoluyla damadıdır, İslâm'a ilk girenlerdendir. Hz, Ali (Radiyallahu anh) müşrikler ile harpte tanınmış cesurlardan biriydi. Belîğ konuşan büyük bir hatip, ahkâmı iyi bilen bir âlim, yargı ve fetva vermede kendisine başvurulan bir kimse idi.
Rivayet edildiğine göre, İslâm'a ilk giren odur. Bu sırada henüz rüş-düne basmış değildi. Putlara kat'iyyen ibâdet etmemiştir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Medine'ye hicret ederken, ona, Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem)e ait bazı emânet ve vasiyetleri îfâ. etmesi için birkaç gün Mekke'de kalmasını emretmiştir, önün fazileti ve Hz. Peygamber (Saltallahü Aleyhi ve Selle/n) nezdindeki yeri hakkında birçok hadîs rivayet edilmiştir. Bunlardan birini Buharı ve Müslim, Saad bin Ebî Vak-kas (Radiyallahu anh)'tan tahric etmiştir.
O şöyle diyor:
«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Tebük Harbi'nde, Hz. Ali (Radiyallahu anh)'yi cephe gerisine bıraktı. Hz. Ali (Radiyallahu anh) şöyle dedi:
-Ey Allah'ın Kesûlü! Beni kadm ve çocukların yanında mı bırakıyorsun?»
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle cevap verdi: «Senin bana bağlılığın, Harun'un Musa'ya bağhlığı gibi olmasına razı değü misin? Ancak benden sonra Peygamber gelmeyecektir.»
Buharı ve Müslim, Seîıl bin Sad'dan şu hadîsi tahric ediyorlar: O diyor : Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Hayber günü şöyle dedi:
«Ben şüphesiz İslâm bayrağını yarın bir ere vereceğim ki, ASEah fetih ve zaferi onun iki eliyle müyesser kılacaktır. O Allah'ı ve Peygamberini sever. Allah ve Peygamberi de onu sever.»
Bunun üzerine insanlar o gecelerini sancağın onlardan hangisine verileceği hususunu konuşarak geçirdiler. [324]Onlarmhepsi sancağın kendisine verilmesini umarak ertesi sabaha erişip, Resûltillah'ın huzuruna vardıklarında, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) i
«Alî bin Ebî Tclib nerede?» diye sordu. Sahabiler:
«Yâ Kesûlaîlah! O, gözlerinden rahatsızdır.» dediler.
Eesûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Ona haberci gönderin!» buyurdu. Hz. AH (Radiyallahuanh) getirildi.
Resûlüllah (Saîîaîîahü Aleyhi ve Sellsm), Hz. Ali (Radiyallahu anh) 'nin göz!erine tükürdü ve ona dua etti. Hz. (Radiyallahu anh)'nin ağrısı, sanki kendisinde hiç bir ağrı yokmuşçasına iyileşti. Hz. Resûlüllah Aleyhi ve Selletn) bayrağı ona teslim etti.[325]
Osman bin Af fan (Radiyallahu anh)'m. hilâfeti sırasında onun şehit edilmesine kadar gelişen hâdiseleri zikrettik. Bu hâdiseler Hz. Osman
(Radiyallahu anh)'m ve valilerinin tasarruflarından büyük intikamlar alan bazı isyancılar eliyle yapılmıştır. Hz. Osman (Radiyallahu anh) 'm şehâde-tinden sonra Medine'de ve diğer İslâm ülkelerinde durum kötüleşmiştir; insanlar ihtilâfa düşmüş, taraftarlık başgöstermiş ve gruplara ayrılmışlardır. Böylece müslümanlar arasında iç harpler ve parçalanma devr-i başlamıştır.
Taberî ve İbni Sad'ın belirttikleri hâdiselerin özeti şudur : İntikamcı ihtilâlciler Hz. Ali (Radiyallahu anlı)''den hilâfete geçmesini istediler. Hz. Ali onların bîatını reddetti. Çünki, onlar Ehlü'1-hal ve'1-Akd'den değillerdi ve müslümanların idarelerini ellerinde bulundurmayan ihtilâlci bir gruptu. İhtilâlcilerin duruma hâkim olmaları neticesi Medine'de durum çok kötüleşti. Bazı sahabeler Hz. AH (Radiyallahu anh)'ye gelerek onun Müslümanların halifeliğine en lâyık olduğunu söyleyerek, ondan Hz. Osman (Radiyallahu anh)hn şehadetinden sonra hilâfete geçmesini istediler. Hz. Ali (Radiyallahu anh) hilâfeti kabulde tereddüt etti ve hilâfete bîati-nin bütün Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm genel muvafakati ile ve müslümanların toplandığı mescitte alenî olarak yapılmasını istedi.
Sahabeler mescitte toplandı ve ona bîat ettiler. Daha sonra, halifenin katledilmesinden sonra, Medine'yi terkedenler hariç, kimse karşı koymadan bütün müslümanlar bîat ettiler. Talha ve Zübeyr'e bîat eden şahıslar da bîat ettiler. Daha sonra Mısır ve Irak'taki halk bîat etti. Şam halkı ise, Şam Valisi Muaviye bin Ebî Süfyan'ın bîat etmemesini gerekçe göstererek, bîat etmediler.
Daha sonra, Talha ve Ziibeyr evvelâ Mekke'ye, sonra da Irak'a giderek, kerhen bîat ettiklerini söylediler. Irak'da, Hz. Ali (Radiyallahu anh) 'ye blata kargı olan birçok şahıs ile temas kurdular. Bunun üzerine Halife, Basra üzerine askerî harekata mecbur kaldı. İki taraf arasında «Cemel Harbi» diye adlandırılan çarpışma cereyan etti, Talha ve Zübeyr öldürüldü (şehit edildi).
Bundan sonra Muaviye ve Şam halkı Halife'ye isyan ettiler. Halife onlar üstüne bir sefer tertip etti. İki taraf <-'Sıffîy:n»'de karşılaştılar. Aralarındaki çarpışma günlerce devam etti. Bu sırada Şam halkı, Kur'an'ı kk yapmak için, mushaflan (mızrakları ile) yukarıya kaldırdılar. Bunun üzerine çarpışma durdu, iki taraf da sulh istedi ve birer hakem tâyin etti. Ebu Musa El-Eş'arî, Kz. Ali (Radiyallahu anh)'nin, Amr tin ES-Âs ise, JHuaviye'nin hakemi idi. Bu şekilde hakeme başvurma sebebiyle, bazı sahabeler Hz. Ali (Radiyallahuanh)'ye karşı çıktılar. Bunlar kendilerini Haricîler (Havâriç) diye adlandırdılar : «Aîlah'dan başka hfekem olamaz.» dediler ve Küfe yakınında üstlendiler. Bu durumda Halife mecbur oldu onlarla çarpışmaya. Hz. AU (Radlya'.lahu anlı) taraftarları ile Mııaviye taraftarları bir görüşte ittifak etmeye anlaştılar. İşte burada bir oyun (entrika) oynandı ve bu oyun gereğince Efoıa Musa El-Eş'asi Halife Ali bin Sbî Tab'i, vazifesinden ayırdı (hal'etti). Amr bin El-As ise Halife olarak Muaviye'ye bîat yapılması için bu fırsattan istifâde etti.
Daha sonra Haricîler, Hz. Aîi, Muaviye bin Ebî Süfyan, Ainr bin Ei-Âs'ı bir gecede Öldürmeyi kararlaştırdılar. Abdurrahman bin Mülcem, Hz. Ali (Radiyallahu anh)'yi öldürebildi, ama diğer ikisini Öldürmeyi başaramadı.
Bu hâdise, hicrî 40 "yılının Ramazan ayının 17. gecesi, vukua gelmiştir. Hz. Ali (Radiya lahit anh) evinin kapısından namaza gitmek için çıkmış, şöy]e sesleniyordu:
«İnsanlar! Namaza, namaza!»
Bu sırada İhnü Mülcenı onun üzerine hücum etti ve onu hançerledi. Hz. AH başından ve beyninden yaralandı ve Küfe'deki İmamet (devlet başkanlığı) evinde öldü. [326]
Belirttiklerimizden anlıyoruz ki, Hz. AH (Radiyallahu anh) 'nin halifeliğine bîat muteberdir ve bağlayıcıdır. Çünki, onu halifeliğe aday gösteren Medine'deki Ehlü'1-hal ve'1-Akd'dir, aralarında İbn-i Abbas, Talha ve Zü'beyr de bulunuyordu. Sonra Mescid'de genel bîat yapıldı ve Medine'-İllerden hiç kimse buna itiraz etmedi.
Daha sonra valileri Muaviye bin Ebl Sufyan'm yanında yer alan Şam halkı dışında, diğer İslâm ülkelerinde de bîat tamamlanmıştır.
Biz bu mevzua dalmak istemiyoruz, -Ancak iyice belirtmek istiyoruz ki, Hz. Aîi (Radiyallahu anhynin hilâfetinde, eski halifelere yapılan bîat esaslarının aynısı tatbik edilmiştir. Ancak fitne ve müslümanların parçalanmış olması bu büyük ihtilâfa sebebiyet vermiştir.
Allah'ın lütfü olmasaydı, bu bölünme müslümanların aleyhine çok vahim neticeler husule getirirdi. Ancak, Allah bu ümmete acıdı, bu sayede müslümanlar elde ettikleri iyi, neticeleri muhafaza ettiler ve iç düşmanlarını dahilî harplerle meşguliyetleri sırasında, bundan istifâde ettiler.
Burada müslümanların hayatının bir devresi, yeni bir devre başlamak üzere, sona eriyor. Bu yeni devrede, hilâfet mefhumu, sabit ve ciâ-layıcı seçim esasına dayalı Râşidîn hüâfet'den, bu birinci esastan tani men farklı esaslar üzerine kurulmak üzere îrsî monarşik hilâfete doğn; bir gelişme görülecektir.[327]
Böylece hilâfetin, bu makama geçmek için gerekli şartların keafi-sinde bulunduğu bir müslümanm idare ettiği bir merkez olduğunu görmüş bulunuyoruz. Bu şartlar, devlet işlerinin en iyi şekilde idaresini mümkün kılacak ehliyeti ifâde etmektedir.
Halifenin yetkisi mutlak değildir, o, şeriat hükümlerini, emanet, a-dakat ve ihlâs ile tatbik edecektir; onun dışında bir şey yapamadığı git onun icablarma aykırı bir şekilde de bir tatbikat yapamaz.
Hilâfet hakkındaki izahatımızda gerçek mânada İslâm Hilâfetini kastediyoruz. Bazı zamanlarda bir kısım halifenin doğru yoldan ayrıldığım görmüş olmamıza rağmen, bu, gerçek İslâm hilâfetini anlayışımıza tesr edemez.
İslâm hukukçuları, halifenin îfâ ile mükellef olduğu vazifeleri fce-lirtmişlerdir, çünki hilâfet makamı İslâm nazarında bir protokol makam değil, mes'uliyet ve topluma hizmet makamını ifâde eder. Halife vazifelerini en iyi şekilde yaptığı takdirde, vatandaşlar üzerinde, halifeyi mesiil tuttuğumuz vazifelere karşılık, haklara sahip olur. Bu suretle, halife ra-zifelerini en iyi şekilde yapabilmek için idare işi dosdoğru yoluna gire.[328]
Birçok âlim halifenin vazifelerini ve sınırlarını zikretmiştir. Bunlardan Mâverdî, «EI-Ahkâmu's-Sultaniyye» isimli kitabında [329]bu kamdan bahsetmekte, Ebu Yâlâ Muhammed Tbin Eî-Hüseyin El-Ferrâ da jat «El-Ahkâmu's-Sultaniyye» adlı kitabında temas etmektedir. [330]
«Halifenin yapmakla mükellef olduğu işler on'dur [331]
Sirincisi: Yerleşmiş usûlüne ve selefin üzerinde ittiüak ettikleri esaslara göre dini muhafaza. Din hakkında Hr şüphe yayılırsa, ıdelillerle bunu açıklar ve doğru yolu gösterir. Dini fesaddan korumak ve ümmeti zÜletdem kurtarmak için kendisine lâzım olan hakları ve cezaları tatbik eder.»
Şüphe yok ki, bu vazife Önemli vazifelerden biridir. Çünki, dini muhafaza, prensip ve hükümlerini tatbik, devletin en yüksek idarecisine bağlıdır. Halife dine muhalif bir şey veya şeriat hudutlarını aşan birini görürse, ona doğru yolu ve hareketi nasihat etmesi ve onu doğru yola çevirmesi icap eder. Şayet o şahıs bu nasihati kabul etmezse, halifenin onu, suçuna uygun şer'î bir ceza ile cezalandırması lâzımdır.
Bu mevzu, Devlet başkanı ve vatandaşların hak ve vazifelerini ele alan Anayasa Hukuku âlimlerinin «Devlet başkanının hak ve yetkileri» başhğı altında bahsettikleri mevzu içine girer.
Şayet parlamenter sistem kabul edilmişse, devlet başkanı hükmetmez, binnetice, halk veya halkın temsilcilerinin önünde mes'ul değildir. Ama, bakanlıklarda ifâdesini bulan yürütme organı, hatalarından veya anayasa prensiplerini tatbik etmemesinden dolayı yasama organı önünde mes'uldür. İslâm sistemi ise, halifeyi şeriatı tatbikinden dolayı tam mes'ul kabul eder, onun mes'uîiyeti sadece Allah önünde değil, şeriat hükümlerini tatbikinden (dolayı) halkın her bir ferdine karşı da mes'uldür.
Bu sistem devlet başkanının, halk veya halkın parlâmentodaki mümessilleri Önünde mes'ul olduğu başkanlık sistemine benzemektedir. O, bakanlarını tayin ve azleder, bakanlar ona karşı tam mes'uldürler.
«İkincisi: İslâm hukukunun ihtilaflı taraflar arasında tatbik etmek, hakkaniyet ve nefasetin genelleşmesi, zalimin zulmetmemesi, mazlumun zayıf düşürülmemesi içisı ihtilaflı taraflar arasındaki husumeti kesin olarak ortadan kaldırmak.»
Eu fıkra, halifenin en yüksek başkanı olarak yargı gücünü ifade etmektedir. Halife, insanlar arasında yargı fonksiyonunu görecek hâkimleri tayin eder, çünki, şahıslar arasında mevcut ihtilâfların giderilmesinin bağlı olduğu cihet yargı organıdır.
Tabiî halife bir hâkimi tayin edince artık bu hâkimin ihtilaflı taraflardan biri lehine verdiği hükme müdâhale edemez, ancak şayet hâkim düşmanca davranmış, ya da şerîatm gereklerine aykırı hüküm vermiş ise, bu takdirde, halife baş hâkim ve son merci kabul edilir.
Modern anayasalarda yargının bağımsızlığından maksat, yürütm ganinin yargının seyrine müdahale edememesi ve hâkimin yargı tinde sadece kanunun hâkimiyetine tabiî olması demektir. İslam H kunda hâkim ise, yargı faaliyetinde sadece şeriat hükmüne tâbidir life ise, şeriat hükümlerine aykırı davranması dıgmda, onun işine m hale edemez. ve her türîü seyahatlarında can ve mallarından emin olacak
Şüphesiz memleket içinde emniyet ve istikrarı temin etmek, hsüz ligin yapması gereken en mühim vazifelerden biridir. Bunu, devletin hadisine karşı gelenlere otoritesini tatbik suretiyle temin eder. Böylece -lîs içinde devlete karşı bir ayaklanma veya emniyet ve istikrarı tehdit Efe: isyancı bir kuvvet veya topluluk söz konusu olamaz.
Ve Hudut (hadler) genel ve özel suçlara karşı konulmuş cezalardır. Derletin önemli vazifelerinden biri, şeriat hükümlerine aykırı davranasüsr hakkında ve şeriat hükümlerine aykırı iş yapanlar, ya da başkalarına a-rar veren kimselere bu cezaları tatbik etmektir.
şeriatın yasakladığı şeyleri yaparak zarar vermeleri veya müslîinıamsı karamı akıtmaları, ya da kan akıtmak ûfe-yen kimselerin başarıya ulaşmamaları için engeller ve miislafa» tesiskâ
Devletin Önemli vazifelerinden biri dışardan gelen düşman tehlih-sinden memleketi korumaktır. Bu ise, ancak düşman ordularına karşı ;-kaçak güçte kuvvetli bir ordu hazırlamak ve bu orduya ona üstünlük w zafer temin edecek her türlü silâhı teslim etmekle mümkün olur.
Görüyoruz ki, İslara dini halifeyi devletin her işinden bizzat me?':I kılmıştır. Bu sebeple imamlık için, devlet işlerini yüklenmeye ehliyet ts
kudret şart koşulmuştur. Şayet memleket işlerini idareden âcizse, bu fei-dirde bu büyük mes'uliyeti üzerine alması caiz değildir.
Naslardan anladığımıza göre, memleket müdafaası imam veya hs> fenin vazifelerinden biridir. Çünki onun, bu gaye için hazırlanması ibrekir. Onun bu mes'uîiyetten kaçması veya başkasına yüklemesi c-iz i=-ğildir, çünki, bu işler onun temel vazifelerinin içine dahildir.
in emnni oluncaya kadar, dininin biitiin diğer dişilere üstün olduğa yol etmek için, îslâmiyeü kaoul etmeleri veya zıvam davetten sonra savaşBia'k (cihad etmek).»
Allah yolunda cihad, İslâm dâvasını neşretmek için müslümanlann vazifesidir. İnsanları İslâm'a davet etmeden Önce harbe tevessül etmek caiz değildir. İmam onları İslâmiyet'e davet edince, bu takdirde ya İslâm dinine girerler, bu halde müslümanlaon hak ve vazifelerine sahip olurlar; ya da zmımî olurlar ve müslümanlara kendilerini, hayatlarını, mallarını ve şereflerini korumaları için cizye verirler. Hiç kimse bir zımmiye ya da müslümanlann himayesine girenlerden birine zarar veremez. Zım-mîlere gelecek dış bir zarar, İslâm devletine yapılmış bir düşmanlıktır ve halife onların topraklarını ve canlarını korumak için yardım etmeye mecburdur.
Korkutmadan ve eziyet etmeden, aıas ve içtiîıad yoluyla (fey) ve sadakaları toplamak.»
İmanım, insanlardan sadaka mallarını toplaması ve belirli masraflara tahsis etmesi gerekir. Sadaka mevzuunda tâviz veremez, çünki, fakirlerin ve diğerlerinin bir hakkıdır. Bu kimseler haklarını bizzat tahsil edemez-ler, bu sebeple devletin onları koruması ve kendilerine dağıtacağı malları toplaması gerekir. Halife Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) zekât vermeyi reddettikleri için mürtedlere karşı harp açmıştı. O, muhaliflerine, namaz ile zekâtın arasını açan herkese karşı çarpışacağını söylemiştir.
Ayrıca İmam, Haraç ve Cizye ismi ile Fey de toplamakla vazifelidir. Cizye, Zırnmîlerden şahıs başına alman belli bir miktardır, yani onlardan herbiri kendilerine düşen bir miktar cizye öderler. Cizye, Kur'an'da nas olarak zikredilmektedir. Haraç ise, müslümanlann fethettikleri ve her yıl belli bir miktar ödenmek şartıyle, sahibi olan Zımmîierin elinde bıraktıkları araziden alman meblâğdır. İlk defa haraç koyan, Hilâfeti zamanında Şanı ve Irak fethedildikten sonra Hz. Ömer (Radiyallahu anh) olnruştur. Bu ülkeleri fethedenler, ganimet olarak toprakların aralarında taksimini istemişler, ancak Hz. Ömer (Radiyallahuanh), toprakların taksimini reddetmiş, bu topraklar için her yıl belli bir miktar ödemek üzere, sahiplerine terketrniştir.
İmara bu malları toplarken keyfî hareket edemez veya zimmîlere ödeyemeyecekleri miktarlar yükleyemez, çünki bu, îslâm adaletine aykırıdır.
«Sekizincisi: İsraî ve cimrilik yapmadan, ne vaktinden öncs, ne de
İmam'm vazifelerinden biri de, ihtiyaç durumlarına göre, Beytü'l-MaFın mallarından, muhtaç müslümanlara dağıtmaktır. Bu sarfiyatta İmam, cimrilik yapamaz, çünki o, emin bir vekildir. O, bu malları gecikmeden muhtaç müslümanlar arasında dağıtmaya mecburdur.
Mâverdî yardımların yapılması mevzuunda şöyle diyor: «Yardımların yapılması, halka yetecek kadar olmalıdır 'ki, omu vatanın himayesinden koparıp, maddî isteklere düşürmesin. Bunlar üç çeşittir:
Birincisi: Nafakasını verdiği evlâd ve köleler. İkincisi: At ve binek sayısına göre.
Üçüncüsü: Kıtlıkta ve ucuzlukta kaldığı yer niazara alınacaktır. Bütün senesi için elbise ihtiyacı nazara alınacaktır. Bu, yardım yapılırken nazara alınmalıdır. Sonra da her sene, durumunu Ibeyan edecektir. Eğer ihtiyacı artarsa, fazla verilir; ihtiyacı azalırsa, azaltılır.» [332]
«Dokuzuncusu: Vergilerin toplanması vs îialka nasihat yapılması için emniyet memurları ve nasihatçıiar tfâyin etmek. Buğdan maksat, işleri sağlam bir şekilde yürütmek, malları emniyet içinde korumaktır.»
Emin yardımcılar tayin etmekte halife, yardımcılarını ehliyet ve kudret sahibi kimselerden seçmelidir.
İbn-i Teymiye şöyle diyor:
«O, ancak mevcutların en iyisini kullanabilir. Bir vilâyet içinde iyi ve salih pulummayabilir. Bu takdirde her makama göre uygun olanı seçer. Tam br içtihattan sonra böyle hareket ederse, vilâyetleri haklarını alır, halife de emaneti tam eda etmiş olur, bu işte vâcib olanı yapmış olur ve bu mevzuda âdil ve doğru imamlardan olur.» [333]
Ayrıca şöyle diyor :
«Bunlardan ve diğerlerinden, müslümanların işlerinden birinin idaresini üzerime alanın, her mevzuda elinin altında o işi yapacak ehliyetli şahıslar kullanması lâzımdır. Kendi şahsı için resmî vazife isteyen kimseyi, ya da talepte yarışan (ihtiras gösteren) kimseyi öne almamalıdır. Bu Ihal, bilâkis ona engel olma sebebidir...
Şayet daha ehliyetli olaîî, aralarındaki yakınlık sebebiyle başkaları ya da akrabalık, arkadaşlık, aynı bir memlekete, bir mezhebe, bir tarikata veya Arap, Fars, Türk, ya da Rum gibi Ut ırka mensup olma sebebiyle yahut ma! ve menfaat gibi veya diğer herhasıgi bir sebeple rüşvet almak, ya da kalbinde hakka karşı bir kin veya ikisi arasında bir düşmanlık varsa, düşmanlık yaparak haktan aynlırsa, bu takdirde Allah'a, Feygambe. (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'ine ve mü'minlere hiyanet etmiş olur ve şu âyetin yasakladığı İşi yapmış sayılır :
Ey îman edenler, Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin. Sîz, kendiniz bilip dururken, kendi emanetlerinize hainlik eder misiniz?» [334]
Kamu hizmetine (âmme vazifesine, memuriyetine) girmek ve yardımcılardan istifâde etmek bir vazifedir ve mutlaka ve sadece o işi yapabilecek kimselere verilmesi icap eder.
Müslim şu hadîsi rivayet ediyor:
«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Ebu Zer (Radiyallahu anh)'e imaret mevzuunda şöyle demiştir:
«Yâ Ebâ Zer! Sen zailisin. Bu emirlik ise muhakkak bir emanettir. Şüphe yok ki, bu emanet, kıyamet gününde hakaret ve nedamet olacaktır. Ancak bu emaneti haklı olacak üzerine alıp da, onun gerekli kudığs vazifeleri yerine getirenler müstesnadır (onlar hor ve pişman olmayacaklardır).» buyurdu.»
Buharı de, Sahih'inde Ebu Hureyre (Radiyallahuanh)'den şu hadîsi rivayet ediyor:
«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
«Emaneî kaybedifdi mif kıyameti bekle.»
Yine o (a'rafeî) sordu:
«Emaneti kaybetmek nasıl olur?»
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu:
«İş ehil olmayana verildi mi, kıyameti bekle.»
Bir diğer hadîs de şöyledir :
«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
Sn sanlcır üzerinde (idareci olan) İmam çobandır ve vaîandöşEarindan mes'ul-
mss'uSdör. K6ler efendisinin malanda çobanda ve idarosi affında kilerden missnb, hepİs-iiz çobansmiz vs hepiniz idaresi altEndoki-îsn mes uidyr.» Horasânî, Muaviye bin Ebî Siiıyanin yararsa girdi, şöyle dedi:
«Esselâmii aîeyke, ey hizmetçi!» Muaviye'nin adamî^n ona |öyle dediler: «Esselâmii aîeyke, ey Emir! De!» yine şöyle dedi: «Esselâmii aleyke,
«Ey Emîr, söyle!» dediler.
«Serı bu koyunların galıifoinisı, sürüyü idare etmen için kiraladığı Isir hizmetçisin, eğer sürü zor durumda kalınca yatûım edersen, kasta oîî^rsa tedavi edersen, birini diğerine üstün tutmazsan, efendin sana mükâfatım verir; yok eğer zor dununda kalınca yardım eünıessen, hastalığı tedavi etmezsen, birini diğerine üstiie tutarsan, cezanı efendin verir.»
İbn-i Teymiyyc ayrıca şöyle diyor:
«Bu açık dururu esasdır, İnsanlar Allah'ın kullaradır. İdareciler ise, Allah'ın, kulları ürerinde vekilleridir. Onlar bir şirket ortağının diğeri iîes ofo:ı müîîaseîbeti derecesinde, kulları üzerinde kulların vekilidirler. Onlar içinde velayetin mânası vekâlettir, kendi işini görmek için birini ıtâyİn ederse, o da velî ve vekil sayılır. Ticaret ve gelir temin etme işinde kendinden dana uygun olan kimseye işi, onun görmesi için, bırakır. Bu şahıs eşyayı foir fiyata satar. O şahıs bunu, bu fiyattan daha üstün (pahalı) alan birini görürse, mal sahibine hıyanet etmiş olur.» [335]
«Onuncusu: Toplumun işleriyle ümmetin idaresini iyi bir şekilde yapmak, milleti korumak ve eğlence veya ibadetlerle ihmal etmemek için bizzat meşgul olmak ve durumlara kontrol etmek.» [336]
Bu, yüklenmeyi kabul ettiği emanetin vecibelerine bağlıdır. Çünki, halife devletten mes'ul kabul edilir ve devlet işlerini, eğlence ve diğer şeylerle meşgul olmak için başkasına bırakamaz. Şayet onun bu işe gücü yetmediği görülürse, bu takdirde onun, o işe ehil olan lehine hilâfetten ayrılması gerekir.
Valiler, yardımcılar ve bakanlardan, bunlardan herbirine muayyen bir mes'uliyet verilerek, yardım görmeye bir engel yoktur. Çünki, halife, zikrettiğimiz bu on vazifeyi tek başına kat'iyyen bizzat îfâ edemez.
O her bir iş için bakanlardan yardım isteyebilir; harp işleri ve cihad bakanı, malî işlere vergi toplama ve tevzî işine bakan bir şahıs, üçüncüsü cezaları tatbik ve suçlarla ilgilenen bakan vs....[337]
Kanaatımızca âlimler, halifenin yetkilerine, hilâfet İslâm nazarında mes'uliyet olduğu için, «Halifenin vazifeleri» ismini vermişlerdir.
Fakat modern Anayasa Hukuku bu mevzuda : «Devlet başkanının
yetkileri» tâbirini kullanıyor. Yetki, şartlara göre genişler ve daralır. Buradan hareketle İslâm siyasî düzeni ile modern anayasa düzeni arasında, idare ve idareci düşüncenin temel anlayışında fark görüyoruz.
Gerçekten «Vazifeler» kelimesi İslâm'daki idare anlayışının ince bir şekilde ifadesidir. Hilâfet, halifenin istifâde edeceği yetkiler değil, yerine getirilmesi gereken vazifeler ve mes'uliyetlerdir.
Modern anayasa hukuku, devletin hukukî vazifelerini şu taksimat üzerine kurmuştur:
1-Yasama vazifesi: Karar (Tasarruflar) çıkarma fonksiyonunu ihtiva eder ve idareci ve idare edilenler için hukukî gidişatın esaslarını gösteren kanunî kaidelerin konulmasını ifâde eder. Bu vazifeyi çoğu defa, halkın seçim yoluyla seçtiği kimselerden meydana gelen bir hey'et îfâ eder. (Mutlak) Monarşik sistemde bu vazifeyi devlet başkanı yerine getirir.
Kanun koyucu Allah olduğu için, bu vazifenin îslâm Siyasî Düzeninde yeri yoktur. [338]Ve İslâm Hukuku ise, baş mevkie sahip olması gereken Anayasadır. İdare eden ve idare edilenlerin vazifelerini belirten odur.
Devlet Başkanı ve Ehlü'1-hal ve'l-Akd, bu hukukun temel prensiplerinden dışarı çıkamazlar. İslâm Siyasî Düzeninde Devlet Başkanının ışı, bu prensiplerin tatbikatına nezaret etmektir.
2-Yürütme vazifesi: Yürütme vazifesi, yasama organının koyduğu kanunları tatbik demektir. Biraz önce, îslâm Hukukunun yasama kuvvetini ifade ettiğini belirttik. Yürütme Organının işi, İslâm Hukuku'ndan alman temel hükümleri, toplumun menfaati ışığı altında tatbik etmektir.
Devlet Başkanı, naslar içinde bulunmayan ve ona aykırı olmamak üzere bazı mes'eleler üzerinde çalışabilir. Bu durumda onun Shlü'1-hal ve'1-Akd'dan yardım istemesi, âlimler ve hukukçulardan istifâde etmesi gerekir. Hz. Ebu Bekir (Radiyalîahu anh) yeni hâdiselerle karşılaşınca, sahabelerin ileri gelenleriyle istişare eder ve onların görüşlerini alırdı.
Hz. Ömer (Radiyalîahu anh) de sahabelerin ileri gelenleri ile istişare eder, onlarla istişare etmeden bir işi tatbik etmezdi.
Önva arazisi ismi verilen Irak'taki nıüslümanların fethettiği topraklar mes'elesinde ensar ve muhacirinden bir kısmını toplamış ve bu toprakların, her sene belli bir miktar haraç Ödemek üzere, zımmî olan sahiplerinin elinde bırakılması, fethedenlerin arasında bölüşühnemesi mevzuunda görüşlerini almıştı.
Mâverdî'nin zikrettiği ve bizim yukarıda belirttiğimiz vazifeîer yürütme organının işine dahildir. Bunların önemlileri şunlardır :
A-İçeride emniyeti korumak.
B-Dış düşman tehlikesine karşı cihad ve kaleleri korumak.
C-Vergileri toplamak ve ihtiyaç durumlarına göre sarfetmel:.
D-Devlet işlerini idare eden bakan ve diğer vazifelileri seçmek.
3-Yargı vazifesi: Yargının vazifesi, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilâfları halletmektir.
Mâverdî bunu, Allah'ın hükümlerini, kullarının telef olmama hakkını korumak üzere (korumak için) cezaların tatbiki başlığı altında zikretmiştir. Hâkimleri tayin eden halifedir. Bu organın çalışmasından birinci derecede mes'ul olan da odur. Ancak, îslâm Hukukunu tatbik ettiği müddetçe, Halife bu organın hükümlerine müdâhale edemez. Herhangi bir yargı organının işine, ancak hâkim, sınırını aşar ve zâlim hükümler verirse, müdâhale edebilir. Bu takdirde, devlet başkanı, hakkı sahiplerine iade ve adalet ve şerîatm gerekleri ile hükmetmek ve mazlumun üzerinden zulmü kaldırmak için, müdâhale eder.
Bazı rejimler, yüksek bir murakabe hey'eti tesis etmiştir. Bu hey'e-tin vazifesi, bu üç organdan sâdır olan her şeyi murakabedir. İslâm'da her ferd, halife, halifenin bakanları ve memurları üzerinde murakabe rolünü haiz olup, mutlak tenkit ve doğru yola sevketme hakkı vardır.
Hulefâ-i Râşidin devrinde, bazı sahabelerin halifeleri tenkit ettiğini, onları, işlemleri ve fiillerinden hesaba çektiklerine çok rastlıyoruz. Halife de bu tenkitleri dinlemekte ve sonra da hepsi Kur'an ve Sünnet'in hakemliğine başvurmakta idiler.[339]
Devlet Başkanının üzerine birçok vazifeler yükledik ve ona devlet işlerinin idare ve himayesi, onları gözetmesi, terakki ve halkınma istikâmetinde yürütmesi mevzuunda geniş mes'uliyetler verdik. Bütün bunlar, ancak ona idare edebilecek bir güç (kuvvet) vermek suretiyle gerçekleşebilir. Bu yetki, ona itaat, emirlerini tatbik ve ona destek olmada ifâdesini bulur.
Allah- şöyle buyuruyor :
«Ey îman edenler, Allch'a itaat edin, Peygamber'e ve saden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün.» [340]
Hz. Peygamber {Salialtahü Aleyhi ve Seltemj'den rivayet edilen birçok hadîs, devlet başkanı kim ve ne olursa olsun, ona itaatin vâcib olduğunu ve ancak, aykırı hareketin asla caiz olmadığı temel şer'î hükümlere aykırı hareket etmesi ve Allah'ın yasakladığını emretmesi halinde, ona itaat edilemeyeceğini ifâde etmektedir. Şayet böyle yapmazsa, emirlerine itaat edilir, onlara aykırı davranılamaz. Müslümanlar ona yardım etmeli ve yardım ve destek gereken, her halinde, ona destek olmalıdırlar.
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi veSeilem) şöyle buyurmuştur:
«Kişi, kendisine mâsiyeî (günah işler) emredilmedikçe, sevdiği veya sevmediği şeyi dinlemeli ve İtaat etmelidir. Mâsiyeî emredilirse dinlemez ve itaat emez.»
Müslim'in İbn-i Ömer'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallahü A teyki ve Sellem) şöyle buyurmuştur.
«Her kim İtâatden çıkar ve topluluktan ayrılır da, bu hal üzere ölürse, o kişi câhiliyef ölümü ile ölmüş olur.»
Müslümanlardan bir grup İmam'a isyan eder ve ona itaat ve yardımı reddederse, bu takdirde, İmam'a itâatden ayrılıp isyan eden kimselere ve müslüman cemaatin görüşü ve karşı gelenlere ait hükümler tatbik edilir.
Onlara yapılan muamele bakımından iki durum arasında ayırım yapılır:
Birinci hal: Müslümanlardan bir grup isyan etmiş ve fakat isyanlarını ilân etmeden cemaatin (topluluğun) görüşü ve karşı çıkmışsa, bu takdirde onlar bir müddet kendi hallerine terkedilir; îmam'a itaate devam ederlerse, cezalandırılmazlar.
İkinci hal: Şayet bu grup îmam'a itâatden imtina eder ve İmam'ın haklarını kabul (edâ) etmezse, bu takdirde, tekrar itaat edinceye kadar onlara karşı harbedilir, onlarla çarpışılır.
Mâverdî şöyle diyor:
«Bir grup müslüman isyan eder, topluluğun görüşüne aykm davranır ve yeni uydurulan bir mezhebi aşın derecede müdafaa ederlerse, hu takdirde, îmam'a itaat etmeye yardımdan dışarı çıkmazlar (imtina etmezler), ayrı bir müstakil ülke edinmezler ve ayrı ayrı hareket ediyorlarsa, onlara devlet kudreti yetişir, onlara yerdim eli uzatılır, kendi hallerine terkedilir, onlara karşı iharbedilmez, leh ve aleyhlerine olan âdil hükümler tatbik edilir...
Şayet âsiler, doğru yolda olanlarla mücadele niyetlerini açığa vururIsarsa, İmam onlara, hak inanca dönmeleri ve cemaate uymaları için niyetlerinin 'k&tülüğü ve uydurdukları mezhebin bâtıl olduğunu açıklar. İmanı öldürme ve had cezası tatbik etmeksizin, onlardan fesad niyetini açıklayanları, edeben ve tâziren cezalandırabilir.» [341]
Sonra şöyle diyor:
«Bu isyancı grup İmam'a itaatden imtina eder (kaçınır), devlete karşı vazifelerini ifa etmez, vergilerin toplanmasında ve hükümlerin tatbikinde vazifeden kaçarlarsa, böyle yapmakla beraber, kendilerine ayrı bir İmam tâyin etmezler veya tâyin etseler hile, ona uymazlar ve vergilerini vermezlerse, mes'uliyetleri ortadan kalkmaz. Hak olmayan bazı hükümler tatbik ederlerse, böyle yapmakla beraber, kendilerine ayrı bir imam tâyin ederler ve onun sözüne göre (uyarak) vergi verir, onun emirlerini tatbik eder, hükümleri reddetmezler ve isteklere cevap vermemezlik etmezlerse, iki halde de onlara karşı, aykırı (farklı) davranıştan dönmeleri ve itaat etmeleri için, harbedilir,» [342]
İmam, onlarla çarpışmaya başlamadan evvel, itaat etmelerini isyancılardan istemelidir, şayet itaat etmezlerse, bu takdirde onlara karşı çarpışma caizdir.
İsyancılarla çarpışırken, maksat, onları Öldürmek olamaz, tersine onları, isyanlarından dönüp, itaate gelmeye davettir. Şayet firar ederler ve onları yakalamak mümkün olmazsa, onlara, itaata (etmeye) dönmeleri için
fırsat verilir.
Âlimler, onları öldürmek için şu şartları ileri sürmektedirler [343]
1- Onlarla savaşmak kasdı, öldürmek ve yoketmek değil, sapıklıktan çevirmek ve te'dip olmalıdır.
2- Göğüs göğüse savaşilmalıdır, kaçarlarsa, takip edilmezler,
3- Yaralananlar, bırakılıp terkedİbnemelidir.
4- Esirleri öldürülmemelidir.
5- Malları gûnimet olarak, çocukları esir olarak alınmamalıdır.
6- İsyancılarla savaşta İmam, muahhid müşrikler ye sımmîlerden yardım isteyemez.
7- İtaata dönecekler diye (için) anlaşma yapılamaz.
8- Evleri, ağaç ve bostanları yakılamaz. Çünki, onların ülkesi Dfir-ı İslâm'dır. Dâr-ı İslâm ise, orada oturanlara ve içindekilere toöyle bir nıua-mele yapılmasına engeldir.[344]
Yukarıda anlattıklarımız bizet hilâfet merkezinin, Devletteki en büyük bir mes'uliyet merkezi olduğunu göstermiştir. Ve hilâfete geçen şahıs, bu merkeze bağlı mes'uliyeti yüklenecek uygun ve ehliyetli bir şahıstır. Yukarıda halife olma şartlarını belirtmiştik. İslâm siyasî düşüncesinin hukukçuları bu halifelik şartlarını, bu emaneti yüklenecek uygun bir kimse olması için ileri sürmüşlerdir.
Mantıkî olarak, bîat yoluyla Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm iradesi ile seçilmiş halife, kendisinde bu şartlar mevcut olduğu müddetçe, bu merkezde bulunur. Bu şartlar bulunmaz veya bu vazifeyi görmeye engel bir şey olursa, bu takdirde, hilâfetten azledilir ve bu makama, onun mesuliyetini taşıyabilecek daha ehliyetli biri tâyin edilir.
İmam, belirttiğimiz ümmetin haklarını ifâ ederse, Allah'ın, onların leh ve aleyhindeki hükümlerini tatbik etmiş olur. Bu takdirde iki hakkı vardır : Durumu değişmediği müddetçe ona itaat ve yardım. Onun halini değiştiren ve imametten çıkaran iki şeydir :[345]
Adaletten ayrılması fısktır ve iki halde sözkonusu olur:
1- Şehvetine tâbi olması.
2- Şüphe çekici işler yapması.
Bunlardan birincisi, şehvetini kuvvetlendirerek ve hevâsma boyun eğerek ihlâl edici işler yapması ve yasaklanmış şeyleri ifâsına ait fiillerdir. Bu durum, imamet akdinin yapılmasına (teşekkülüne) ve hilâfetin devamına engeldir. O, imamlığını akteden duruma dönse de, imamlıktan düşer. Adalete dönse de, imamete, ancak yeni bir akitle tekrar dönebilir. Bazı ilm-i kelâm âlimleri şöyle diyorlar: Adalete dönmesiyle, yeni bir ıkde ve bîata hacet kalmaksızın, imamete döner, ona yeniden bîat etmekte üyük meşakkat vardır.
ikincisi ise, inanca ait şüphe çekici işler yapması olup, hakka zıt olan ıareketlerdir. Âlimler bu konuda farklı görüştedirler. Bir kısmına göre, •nun şüphe çekici işler yapması, imamet akdine mâni olduğu gibi, de- vamına da mânidir. Böyle hareket etmeye devam ederse, imamet makamında duramaz (vazifesi sona erer), çünki hali, te'villi ve te'vilsiz fısk mânasına geliyorsa, te'villi ve te'viîsiz küfrüne hükmedilir. Basra âlimlerinin çoğu ise, bu hareketlerin, onun yargı işlerini ifâsına ve şahitlikte bulunmasına engel olmadığı gibi, imamet akdine de mâni değildir ve bu hareketler onu imamlıktan çıkarmayacağım söylerler.» [346]
Mâverdî, adaletten ayrılması mevzuunu zikrettikten sonra, bedenine arız olan noksanlıklara geçmekte ve bunu üç kısma ayırmaktadır :
Birincisi: Havas (beş duyu) noksanlığı.
kincisi: Âza (organ) noksanlığı.
Üçüncüsü: Tasarruf (işlemler) noksanlığı.
Onun açıklamasından, hilâfete devama engel ve halifenin azlini gerektiren sebepleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Delilik: Çünki, halifenin vazifesini görmesine engeldir. Delilik, hilafet akdinin yapılmasına ve hilâfetin devamına engeldir. Buna karşılık, bayılma hastalığı hilâfete devama mâni değildir, çünki geçici bir hastalıktır, halifenin vazife görmesine tesir etmez.
Bazıları, deliliğin devamlı olmasını şart koşmaktadır, çünki kesintili delilik hilâfet akdinin tesisine mani, ama, kesintisiz olması dışında, devamına mâni değildir.
Bu. isabetli bir görüş değildir, çünki kesintili veya kesintisiz delilik, başlangıçta hilâfet akdinin tesisine mani olduğu gibi, devamına da manidir. Bu durumda halifenin azli ve bu vazifeye ehliyetli birinin getirilmesi gerekir.
2- Körlük: İmamet akdine engel olduğu gibi, İmametin devamına da engeldir. Çünki, hâkimlik mesleğine engel ve gehadete mani olan şey, evleviyetle imametin sıhhatine engeldir. Buna karşılık görme zayıflığı ve gece körlüğü -geceleyin görememe -ise, imamet akdine engel olamadığı gibi, devamına da engel değildir.
3- Sağirlık-Dilsizlik: Bu ikisi, başlangıçta imamet akdine engeldir. Bu konuda çeşitli görüşler vardır : Acaba bu ikisi de halifenin azlini gerektirir mi? Bir kısmına göre : körlük ile vazifesinden ayrıldığı gibi, bu ikisi sebebiyle de vazifesinden ayrılır, çünki her ikisi de tedbir ve çalışmaya tesir eder. Diğer bir grup şöyle der : ikisi (kulak ve dil) yerine işaret kullanılabileceği için, bunlar sebebiyle imametten ayrılmaz, tam bir şekilde her ikisi de olmazsa, ayrılması gerekir. Bir başka grup ise şöyle der: Yazması iyi olsa dahi, bu ikisi onun imametten çekilmesini gerektirmez.
İsabetli olan, sağırlık ve dilsizlik, imamet akdinin yapılmasına ve devamına engeldir, çünki her ikisi de, halifenin vazifesini ifâya engeldir.
4- İki elinin, iki ayağının olmaması: İki eli ve iki ayağı olmayan başlangıçta imamete geçemediği gibi, hilâfette bulunduğu sırada iki eli ve iki ayağı kaybolanın hilâfete devamı da caiz değildir. Çünki, her ikisi de halifenin vazgeçemeyeceği, hareketten acze (hareketsizliğe) sebep olur ve vazifelerinin ifâsına tesir eder.
5- Hacr: Bu, işlere zorla hâkim olan yardımcıları tarafından halifeye baskın yapılmasıdır. Şayet işlere zorla hâkim olan, mâsiyetinr açığa vurmazsa ve açıklamazsa, bu imamete tesir etmez.
Şayet, devlet işleri üstünde istibdat tesir eden şahıs, dinin hükümlerinden dışarı çıkar, adaletin icablarından aynlırsa, bu takdirde halifenin, bu müstebidden kurtulmada kendisine yardım edeceklerden yardım istemesi gerekir.
Kanaatimce, düşmanlarından kurtulamayan ve memleketin idaresinde başkalarının istibdatma engel olamayan halife, hilâfet işlerini eline almaya ehil değildir.
6- Kuhre: Bu, îmamın galip gelen düşman eline düşmesi ve onlardan kurtulamama sidir. Bu durum, başlangıçta imamet akdine engeldir. Şayet ona imamet verildikten sonra esir düşerse, ümmetin hepsi, imamete yardımın gerektirdiği herşeyi yaparak, onu kurtarmaya mecburdur.
Bulunmasından ümit kesiîmişse, bu takdirde onu esir alanın müşrik ve isyancı müslümanlar olması durumunu gözden geçirmek lâzımdır.
Şayet onu müşrikler esir etmişse, kurtuluş ümidi olmadığı için, İmamlıktan düşer. Ehlü'1-hal ve'l-Akd başka bir şahsa bîat etmelidir.
Yok eğer, halife isyancıların elinde ise ve kurtulması ümidi varsa. bu, imametine engel olmaz. Kurtulması ümidini kaybetmemiz dışında, esir olsa dahi, imameti devam eder. İsyancılar başka birinin imamlığına bîat etmişlerse, bu takdirde o, imametten düşmüş ve azledilmiş sayılır. Ehlü'l-hal vel-Akd'm aralarında, devlet işlerini idareye ehil birini imam olarak seçmesi gerekir. [347]
Bu noktaları, diğer bir bahiste belirttiğimiz imamın belli şartlara sahip olması şeklinde özetleyebiliriz. Şayet imam bu şartlan kaybederse, idare işlerini yüklenmeye ehil durumdan çıkarsa, Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm toplanması, istişare etmesi ve müslümanlar arasında fitneye sebep olmamak şartıyla, ehliyetli bir şahsı imamete seçmesi gerekir.[348]
Yukarıda, Mâverdî'nin, Halifenin azli için sıraladığı sebepleri belirttik. Ancak zihinlerimizde şu soru dolaşmaktadır. Soru şudur : Halife nasıl azledilir?
Azline sebep olan belirttiğimiz sebepler, haram şeyleri irtikap etmek gibi, adaletine tesir eden, ya da, ehliyet ve bedenî selâmet bakımından hilâfet yetkilerine tesir eden şeylerdir.
Bizim için önemli olan mevzu, haram şeyler irtikâbı sebebiyle adaletine tesir eden ve şehvetini kuvvetlendirmek, heva ve hevesine tâbi olarak yasaklanan şeylere boyun eğmesidir. Bu, Mâverdî'nin belirttiği gibi, fıskdır ve imamet akdine ve devamına engeldir.
Burada şunu soruyoruz:
Fâsık ve zâlim olan ve haram geyleri irtikâb etmekten vazgeçmeyen halifenin hal'i hususunda icmâ olduğunu görürüz. Dr. Er-Ris, işkence ve muharebe caiz midir?
Bu konuda ayaklanma ve kılıç kullanma konusunda âlimlerin çeşitli görüşleri olduğunu görmekteyiz. Bu görüşleri gözden geçirecek olursak, halifenin hal'i hususunda icmâ olduğunu görürüz. Dr. Er-Kis, işkence ve zulüm yapması halinde halifenin hal'i konusunda âlimlerin görüşlerini şöyle nakletmektedir [349]
1- Teftazani, Nesefî akaidi hakkındaki şerhinde, Şafiî'nin görüşünü rivayet ederek şöyle diyor:
«Şafiî'den rivayet edildiğine göre fısk ve fücur sahibi imam ve bütün hâkim ve emirler azledilmiş sayılır.»
2- Abdülkahir El-Cürcani, «Usulü'd-Din» isimli kitabında şöyle
diyor:
«Bu durumdan döndüğü zaman, ümmet ona bir ölçü teşkil eder: Onu hatadan sevaba çevirmek yahut onun yerine başkasını getirmek ve onunla birlikte aynı şeyi yapan hâkim, vali ve memurlarının da değiştirilmesi lâzımdır. Eğer onu yolundan vazgeçirip döndürür 1 erse ne âlâ, aksi halde kendisini değiştirirler.»
3- Şehristanî şöyle diyor :
«Sehâdet ve hâkimlik hakkında istidlal edilen hükümler, imamet için şart olan vasıflar hakkında da çıkarılır... Şayet bundan sonra, cehalet, zulüm, dalâlet ve küfrü görünürse imametten ayrılıp veya biz onu hal'e-deriz.»
4- Gazzalî, «İhya-i Ulumu'd-Dim» adlı kitabında şöyle diyor : «Zâlim Sultanın vazifesinden ayrılması gerekir, o, ya mâzuldur (azledilmiş sayılır), ya da azli gerekir. O, hakikatte Sultan değildir.»
5- Fahreddin-i Râzi, «Mefatihu'1-Gayb» isimli Tefsirinde şöyle diyor :
«Zâlimlere, Allah'ın emirleri konusunda güvenilemez (onlara emniyet edilemez). Bu mevzuda onlara tâbi olunmaz, onlar dinen imam olamazlar, âyetlerin delaletiyle fâsikın velayeti (memuriyeti) bâtıldır.»
6- Adudûddin El-îyci, «Mevakîf»'mda şöyle diyor : «Azledilmesi için gereken şartlar varsa, ümmetin İmamı hal' ve hakkı vardır. Kitabın Sarihi bu konuda misaller veriyor. Meselâ; onda nıüslü-manların durumlarını bozmayı amaçlayan haller görülüp ve dinî işleri bozma yoluna girerse azledilebildiği gibi, işlerin intizamı ve yolunda gitmesi için yerine başka birisini de tâyin edebilirler.»
İbn-î Hazım, «El-Faslu fi'I-Milel ve'1-Ehvau Ve'n-Nahl» isimli kitabında İmamdan şöyle bahsediyor :
«İmama itaat, dizi Allah'ın kitabı ve Peygamberin Sünnetiyle idare ettiği müddetçe, vâcibdir. Bunun ikisinden, bir miktar ayrılsa bile, vazifesine devamına engel olunur, hakkında ceza tatbik edilir. Şayet hal'den başka çare olmayacağına inanılırsa, halledilir ve yerine başkası getirilir.»
Ayrıca bir başka yerde de şöyle diyor :
«Ondan bir zulüm sâdır olur, velevlsi çok az olsun, imamla hu mev-h zuda konuşmak gerekir ve bu durum vazifesine devama engeî olur. Şayet, zulümden vazgeçer hakka dönerse, iyiliğe tâbi olur, zina, kazif ve içki içene had cezası tatbik ederse, artık haPi için Iiiçkir sebep yoktur; o hal'i imkânsız bir imam gibidir. Yok eğer, kendisinin yapması gerektiği vazifelerden hiç bir şey yerine getirmezse ve dönüş yapmazsa, hal'i vâcib ve hakkı tatbik edenlerden birini onun yerine getirmek vâcibdir.»
Buradan şu hükmü çıkarıyoruz ki, âlimler, zâlim ve fâsık imamın haPine cevaz veriyorlar. Bu Ehlü'1-hal ve'1-Akci'm başvuracağı bir hal' şeklidir. Ayrıca böyle bir imam işlemlerinde ısrar ederse hal' ve azline hükmediyorlar. Ancak mes'ele şayet imam hal' kararını reddettiği takdirde ortada kalmaktadır. Acaba ona karşı silâhlı bir ayaklanma caiz midir. Buna «kılınç çekmek» ismi veriliyor. [350]
Âlimler zalim ve fasik imama karşı ayaklanmanın hükmü hakkımda iki görüşe sahiptirler. [351]
Birinci görüş: İmama karşı huruç ve onu kuvvetle hal'etmeyi caiz görüyor. Bu görüşü ileri sürenler, Mutezile, Haricîler, Zeydiler ve Mür-cielerin bir kısmıdır. Onlara göre bu şekilde hareket vâcibdir. Bu mev-zudaki delilleri de şu âyettir:
«İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda biribirinizSe yardımlasın.» [352]
Diğer bir âyet de şudur:
«Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın.» [353]
Bir başka âyet de şöyledir:
«Allah ise; zalimler ahdime (rahmetime/ imametime, taatıma) eremez demişti.» [354]
Rivayet edildiğine göre Mutezile mensupları şöyle demişlerdir: «Biz bir tek cemaat idik, çoğu defa bize karşı olanlara galib geliyorduk, imam için akid yaptık, uyandık, sultanı öldürdük ve onu izale ettik insanları görüşümüze tâbi kıldık.»
Haricîler ise zulmü ortadan kaldırmak, hakkı tesis etmek için imamın azli ve öldürülmesinin vâcib olduğuna karar vermişler ve zâlim imama karşı kılmç çekene yardım etmenin vâcib olduğunu söylemişlerdir.
İmama karşı hurucun vâcib olduğunu söyleyenler bu mevzuda, Emr-i bi'1-Mâruf ve nehy-i Ani'l-Münker'in vâcib olduğu hakkındaki (âyet ve) hadîslere dayanıyorlar.
İkinci görüş: Bu görüşün taraftarları, fitneye ve kan dökülmesine sebep olacağı için, imama karşı kılmç çekmenin caiz olmadığım söylüyorlar. Bu görüş Ehl-i Sünnetin Çoğunluğu ve hadîs âlimlerinin görüşüdür. Ayrıca İbn-i Ömer, Sâd İbn-i Ebî Vakkas ve Üsame bin Zeyd gibi birçok sahabenin görüşüdür.
İbni Hazm, «El-Faslu fi'1-Milel ve'1-Ehvau ve'n-Nahl» isimli kitabında iki grubun görüşlerine karşı çıkıyor. Her bir grup Hz. Peygamber (Saliaiiahü Aleyhi ve Sellem) den rivayet edilen hadîslere dayanmaktadırlar. [355]
Her iki tarafın delillerinden kanaatimizce şu durum ortaya çıkar :
Birincisi: Âdil imama karşı huruç caiz değildir. Ona karşı çıkmak isyan kabul edilir. Ve ümmetin halifeye yardım ve ona destek olması vazifesidir.
İkincisi: Allah'ın hükmüyle hükmetmeyen ve günah işleyen, ve bu günahları kendisine mubah kabul eden imama karşı huruç vâcibdir. Ona itaat gerekmez. Ümmetten her fert ondan kurtulmaya çalışmalıdır. Çünki onun devlet başkanlığındaki varlığı aslında bizzat fitneye sebep olur.
Zikredilen 2 gruptan hiç kimsenin, iki grubun hükmünü açıklığa kavuşturduğu için bu ayrıma, aykırı bir şey söyleyeceğini zannetmiyorum.
Üçüncüsü: Fısk irtikâb eden, fakat onu açıklamayan imam veya bazılarının görüşüne göre hilâfete lâyık, diğer bir kısmının kanaatine göre lâyık olmayan imam, müslümanlarm onun hakkında tek bir görüşte bir-leşmedikleri kimsedir. İşte görüş ayrılığının yeri burasıdır.
Kanaatimce müslümanlarm Ehlü'1-hal ve'1-Akd'ı ona nasihat etmelidir. Belki doğru yola döner ümidiyle beklemelidir. Şayet fışkında ısrar ederse, bu takdirde ona itaat gerekmez. Müslümanların onu mümkün olan her vasıta ile hal' için çalışmaları gerekir. Bu gibi tedbirlere, müslümanlarm, ancak fiilleri hakkında ona ceza tatbikini gerektiren sabit deliller ikâmesi mümkün olacak kadar fışkı ispat edildikten sonra tevessül etmeleri kanaatindeyim. Bu takdirde, ümmetin kendisine bîat ettiği yoldan uzaklaştığı için; ona bîat gerekmez.
İşte böylece, İslâm dininin sultana hudutsuz yetkiler verdiğini söyleyen İslâm düşmanı müsteşriklerin yaydıkları propagandaların esassız (bâtıl) olduğunu anlamış bulunuyoruz.
Bu mânalar bize İslâm hilâfetinin genel esaslarını belirtmekte, halifeyi şahsî gidişatında ve idaresinde sınırlayan kayıtları göstermektedir. Böylece İslâm hilâfetini, hiç bir sınıra bağlı olmayan ve hiç bir murakabeye tâbi olmayan müstebit hilâfet şeklinde göstermeye teşebbüs eden kasıtlı propagandaların maskesini düşürmüş bulunuyoruz. [356]
Veliahdlık, eski halifenin, kendisinde halifelik şartları bulunan bir Şahsı, kendisinden sonra işbaşına gelmek üzere tayin etmesidir.
O halde hilâfet şartlan halifede mevcut olduğuna göre, bir halifenin, böyle bir mes'uliyeti ve vazifeyi yüklenmeye ehil gördüğü bir şahsı veliahd olarak aday göstermesi mümkündür.
Mâverdî şöyle diyor:
«Halifenin kendinden önceki halife tarafından tayini ile hilâfet ak-tinİn tesis edilebileceği hakkımda icmâ vardır ve iki sebepten dolayı müs-lürnatalar bunun sıhhatinde ittifak etmişler ve her iki sebebi de kötü görmemişlerdir.
Birincisi: Hz. Hz. Efcu Bekir (Radiyallahu anh). Hz. Ömer (Radiyallahu anh)'i halife olarak göstermiş, onun zamanmda Hz. Ömer (Radiyallahu anh)"m halifeliğini müslümanlar kabul etmişlerdir.
İkincisi: Hz. Ömer (Radiyallahu anh; hilâfet işini Şûra'ya havale etmiş, cemaat fou Şûra'ya girmeyi kabul etmişlerdir. Bu kimseler o zamana göre inanç ve ahlâk bakımından tanınmış kimselerdi. Diğer sahabeler bu Şûra dışında bırakılmışlardır. Hz. Abbas'ın, Hz. Ali'nin Şûra'ya aıînma-yışim ayıpladığını ve bunu Hz, Ali'ye söylemesi üzerine Bu iş İslâm'n mühim bir mes'elesidir. Benim Şûra dışında kalmam şahsım için mühim değildir.»
Daha sonra İmamet Aktinin yapılmasında Yeliahdhk usûlü üzerinde icmâ vâki olmuştur.» [357]
Ebu Yâîâ ise şöyle diyor :
«İmam, kendinden sonraki imam olacak kimseye veliahdlık verebilir. Bunun için, Ehlü'1-haî ve'1-Akd'm şehadctine ihtiyacı yoktur. Bu tarz, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh), Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'e; Hz. Ömer (Radiyallahu anh) ise, sahabeden altı kişiye veliahdtfk verdiği içiîî, doğrudur.» [358]
îbn-i Haldun ise şöyle diyor :
«Bil ki, İmameti ve meşruiyetim ilk önce anlatmamız, menfaati se fcebiyledir. İmamet, gerçek mânasîyle, ümmetin din ve dünyaları ile fcağî olan menfaatlere bakmaktır. İmamlar, ihayatında onlaırm üzerinde idarec: ve koruyucularıdır, Öldükten sonra, onların işlerini görecek ve kendisi gibi idare edecek şahsı veüahd tâyin eder. Halk sağken hükümdara güvendik lexi gibi, veliahdin de kendilerinin hayrı için çalışacağına inanacaktır.
Veliahd tâyinin cevazı ve tâyin olunduğu ümmetin ittifakı ile sâfoiı okluğu için meşru bîr iştir. Çünki, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh), Hz Ömer (Radiyallahu anh) e sahabelerin huzurunda, kendisinden sonra halifeliği vermiştir. Sahaoeler ise, bunu uygun görmüşler ve Ez, Omeı (Radiyallahu anh) 'e itaat etmelerinin kendilerine vâcib olduğuna inanmış^ lardır. Aynı şekilde Hz. Ömer (Radiyallahu anh) âe, altı kişilik Şûra'ya veliahdlık vermiş, müslümanlar için bir halife seçmelerini istemiştir. OnJ lar bu vazifeyi birbirlerine havale etmişler, neticede kesin karar vermei yi Abdurnahman b.in Avf (Radiyallahu anhj'a bırakmışlardır. O da gayrd etti' müslümanlarm görüşlerini aldı ve onların Hz. Osman ile Hz. Al: (Radiyallahu anh) üzerinde ittifak ettiklerini anladı. Ve kendi fikir ve içtihadı Iİ3 hükmetmeyerek, kendisinden önce halifelik yapmış olası Hz. E Bekir (Radiyallahu anh) ve Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in iş ve hareketlerini örnek alarak iş görmenin vâcib olduğunda ve karşılaşacağı hâdiselerde kendisine muvafakat ettiği için Hz. Osman (Radiyallahu anhj'a 1b etti. Hz. Osman (Radiyallahu anh)f m. halifeliği kararlaştı ve müsîümaıılar ooa itaat etmeyi vâcib ka!bıü ettiler. Hz. Ömer (Radiyallahu ank) ve Hz, Osmaa (Radiyallahu anh.)'m halifeliğe tâyininde sahabeler hazır îbulunmuş-tu. Onlardan hiç biri itiraz etmediler. Bu durum, sahabelerin, bu veliahdlık işinin sıhhatinde anlaştıklarını (ittifak ettiklerini) ve meşru kabul ettiklerine delil teşkil eder. Bilindiği gibi, icmâ bir delildir.» [359]
Zikrettiğimiz naslar bize, prensip itibariyle Veliahdlığın caiz olduğunu göstermektedir. Çünki, halkın iradesi ile seçip bîat ettiği halife, kendisinden sonra halifeliğe lâyık olanı seçme hakkına sahiptir. [360]
Halife, kendisine veliahd tâyininde mutlak yetki sahibi değildir; onda muayyen şartların bulunması gerekir. Bu şartlar daha önce zikrettiğimiz halifelik şartlarının aynısıdır. Halife, bu şartlara sahip olmayan veya bir şart dahi eksik olanı veliahd olarak seçemez.
Halife, kendi anlayışına göre, en uygun (saliı) ve en ehliyetli şahsı seçmelidir. Çünki, hilâfet emanet ve mes'uliyettir. O, kendisine güvenilen kimsedir, ancak bu işe ehliyetli olanın seçilmesi caiz olabilir.
Ebu Yâlâ şöyle eliyor:
«Kendisine veliahdlık verilen kimse için imamet şartları, ona veli-ahdlik verildiği zamana göre tesbit edilir ve hilâfete devam, halifenin ölümünden sonraki duruma göre kararlaştırılır.» [361]
Mâverdî ise şöyle diyor:
«İmam, veliahdlık vermek isterse, görüşünü feu işe en uygun (liyakat sahibi) ve şartları en kuvvetli olan üzerinde toplamalıdır.» [362]
Binaenaleyh, halifelik şartları, kabiliyet, ehliyet, istikbalde iğlere bağlı mes'uliyeti yüklenme kudreti bakımından, veliahd'de de bulunmalıdır. Çünki, veliahd, hilâfet makamını teslim alacaktır. Kudreti ve ehliyeti konusunda şüpheli, ya da gidişatı, ahlâkı ve inancında itham edilirse, insanlar ona güvenini kaybeder ve Halife, kendisine verilen emaneti kötüye kullanmış (suistimal etmiş) olur. [363]
Birincisi -Evlâdın veliahdlığı:
Prensip olarak veliahdlığm, ümmetin iradesi ile bîat edilen halifeye karşı kabul edilen güven sebebiyle, caiz olduğunu söyledik.
Fakat acaba halife, veliahdlığı oğullarından birine verebilir mi? Alimler, halifenin, gerekli şartların bulunması şartıyle, oğullarından birine veliahdlık verebileceğini söylüyorlar. Bununla beraber bu mevzuda şu şekilde bazı değişik görüşler de vardır:
Birinci görüş: Oğul ve babanın veliahdlığmı kabul eder. Ancak derler ki, bu mevzuda Ehlü'1-hal ve'l-Akd ile istişare edip, onların kendi saf iradeleri ile uygun görmelerine kadar, halifenin tek başına oğluna veya başkasına bîat etmesi caiz değildir. Çünki, babanın oğlunu tezkiyesi şe-hadet makamına kaim olur. Babanın, oğlu lehine, kendi tarafını tutmaktan korkarak, şehâdeti caiz değildir?
İkinci görüş: Ümmetin Emîri olarak idare ettiği için, halifenin oğlu ve babasına veliahdlık vermesini caiz gö^ür. Bu velayet akdi, yakınlık sebebiyle değil, ümmetin menfaati ve idaresi sebebiyle muteberdir.
Üçüncü görüş: Seçmen hey'eti ile istişareye ihtiyaç olmadan, oğla değil, fakat babaya velayet akdini caiz görür, çünki, normal olarak insan babasından çok oğluna temayül eder.
Bu durumda, halifenin görüşü, aday gösterme ve tezkiye açısından muteberdir, ancak Ehlü'1-hal ve!l-Akd'ın muvafakatinden sonra bağlayıcı olur.
Kanaatimce, Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm, veliahd için veliahdlık akdine ait muvafakatinin sarih olması bir temel şarttır. Bu takdirde, halifenin yetkisi tâyin değil (olmadan), sadece aday göstermeye inhisar etmektedir.
Mâverdî, çocuk için veliahdlık akti mevzuunda şöyle diyor:
«Veliahd, oğul veya baba olursa, sadece halifenin tek basma ona bîat akdetmesinin caiz olup olmadığı konusunda üç yol vardır:
Birinci yol: Seçmen hey'etiyle istişare edip, onlar ehil göstermedikçe oğul veya babaya halifenin tek basma bîatı caiz değildir. Bu'takdirde ona bîat akdi muteberdir (sahihtir). Çünki bu, onun lehine bir tezkiyedir ve şehadet hükümlerine göre hareket edilir, onun ümmetin başına getirilmesinde ise idare esaslarına göre hareket edilir. Baba ve oğul lebine şe-hadet caiz değildir, onlardan biri lehine, ona meyletmesi sebebiyle, halifeye râci olacak bir töhmet de söz konusu olamaz.
İkinci yol: Halifenin tek basma oğul veya baba için (bîat) akdi caizdir, çünki o, ümmetin üzerinde, onların leh ve aleyhlerine olan hükmü tatbik eden bir Emîr'dir. Makam, nesebden daha üstündür. Yüklendiği emanete kötülük yaptığı yolunda itham yapılamaz...
Üçüncü yol: Oğluna değil, fakat babasına tek basma bîat akdinde bulunması caizdir. Çünki, (insan) bünyesi, babadan çok oğula meyle sevkeder.. [364]
Çocukların veliahdlığa tâyinin caiz olması hakkında bahsettiklerimiz, toplumun menfaati şartına bağlıdır. Hiç bir şekilde, bu veliahdlığm arkasındaki esas itici kuvvet (niyet), tevarüs yoluyla velayetin geçirilmesi (intikali) olamaz. Çünki bu, dinî bir maksat değildir.
tbn-i Haldun bu mânada olmak üzere şöyle diyor: «Bu işde imam itham edilemez. Babasına veya oğluna veliahdlik verebilir, çünki o (imam) hayatında onların işlerine bakan emin bir kimsedir. Ölümünden sonra da onların işlerini yüklenecek veliahd tâyin eder. Buna karşılık bazıları, çocuk ve babaya veliahdhk vermesi hususunda müttehem olduğuna (tarafgirlik gösterebileceğine) kanidir. Bir kısmı ise, ancak oğlunu veliahd tâyin etmek hususunda müttehem olduğunu, babasim tâyin ederse ithama mahal olmadığını söylerler. Babasını tâyinin töhmetten uzak olduğuna kanidirler. Bilhassa, imam veliahd tâyin etmeğe, bir menfaat veyahut bir zararın önüne geçmek gibi bir sebep sevkettiği takdirde, hiç de mahal kakmaz (söz konusu olamaz).»
Daha sonra Muaviye'nin oğlu Yezid'i veliahd tâyini konusu hakkında şunları söylüyor:
«İşte bu sebeplerden dolayı Muaviye, halifeliğe, Yezid'den daha ehliyetli diye sandığı, başkasını veliahd tâyin etmeden, Yezid'i veliahd yapmıştı; daha yüksek fazilet ve meziyet sahibi Lulımduğu halde fazilette ondan aşağı derecede olanı seçmiş, ayrıca Muaviye'nin birliği korumaya düşkün olmasında, 'kanun koyucunun (Sari) nazarlıdaki, arzu ve emelleri birleştirmenin öneminden ileri gelmiştir. Muaviye hakkında bundan başkası düşünülemez, onun adaleti, peygamberle olan arkadaşlığı (sohbeti), başka bir maksatla hareket etmesine engeldir. Ayrıca (Yezid'in veliahd tayin edilmesinde) sahabelerin ileri gelenlerinin hazır bulunmaları ve susmaları, bu işde şüphe edilecek bir nokta bulunmadığına bir delil teşkil eder.» [365]
Bundan sonra şöyle diyor :
«VeHahd tâyin etmekten maksat, oğulları vâris kılmaktan (ve hükümdarlığı irsî bir şekle sokmaktan) ibaret ise, bu takdirde veliahd tâyini dinî maksatlardan uzaklaşır. Çünki, bu bir Allah'ın emri olup, Allah (Azze ve Ceiie) , hükümdarlığı ve devleti arzu ettiği kuluna tahsis eder. Veliahd tâyin ederken, dinî makamlarla oynamaktan sakınarak, hayırh niyetle hareket etmek gerektir. Mülk (Devlet) Allah'ındır. O, devleti arzu ettiği kuluna verir (bağışlar).» [366]
Biz, İbn-i Haldun'un, Muaviye'nin oğlu Yezid'i ve Emevîlerden bir başkasını işbaşına getirme mevzuunun münakaşası üzerinde durmuyoruz. Fakat çocuklara veliahdlik verilmesi dolayısiyle bazı noktalan şu şekilde belirtmek istiyoruz:
1- Veraset yoluyla lüruunda idareyi muhafaza niyeti varsa (olduğu takdirde), çocuklara veliahdlik akdi vermek caiz değildir.
2- Genel menfaatin bu yolla gerçekleşmesi halinde, çocuklara veliahdlik akdi caizdir.
3- Çocuklara veliahdlik akdinde, Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm buna muvafakati ve daha sonra da müslümanlarm seçilen kimseye bîatı şarttır.
İkincisi -Veliahdlik bağlayıcı mıdır?
Veliahdlik mevzuunda sormaya devam ediyoruz : Acaba, halife tarafından yapılan veliahdlik, ümmet için bağlayıcı mıdır?
Bu mevzu iki durumda sözkonusudur:
Birinci hal: Ehiü'1-hal ve'i-Akd ile istişareden sonra, kendisinde halifelik şartları bulunan kimse için, halifenin veliahdlik vermesi. Bu halde veliahdlik bağlayıcı ve icraîdir, çünki, halife bu işi, ümmetin temsilcisi olan seçmen hey'eti ile istişareden sonra yapmıştır ve ümmet bu durumda, bu veliahdlığı kabul ve yeni halifeye bîat etmeye mecburdur.
İkinci hal: Halifenin, Ehlü'1-hal ve'l-Akd ile istişare etmeksizin veliahdlik vermesi. Burada görüş ayrılıkları vardır.
Mâverdî'nin, Ehlü'1-hal ve'1-Akd'in muvafakatini şart koşmadığı anlaşılıyor. Halifenin tasarrufunu ümmet için bağlayıcı kabul ediyor. Or bu mevzuda şöyle diyor:
«Kendi görüşü ile bir şahıs tâyin etmişse, bakılır: Tâyin ettiği şahıs oğlu veya babası değilse, Ehlü'1-hai ve'1-Akd'dan kimse ile istişare etmemiş olsa bile, veliahde bîat akti yapması ve ona a'kdi tefviz etmesi mümkündür. Ancak şu noktada, âlimler görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Biatin akdinde onların rızasının açıklanması şart mıdır, değil midir? Bazı Bas-ralı âlimler, ümmet için bağlayıcı olmak bakımından, bîat için seçmen ehlinin rızası şarttır. Çünki, imam seçme, toplumun bir hakkı olup, ancak seçmen hey'etinin rızası ile onları bağlar. Doğru olan görüş, veliahde bîat akdi tamamlanmıştır, bu hususta seçmen hey'etinin rızasını aramak gerekmez. Çünki, Hz. Ömer {Radiyaüahu anh) 'e yapılan bîat, sahabelerin rızasına feağlı kılınmamıştır. İmam'ın bu husustaki hakkı daha üstündür. Onun, veliahdı seçmesi daha isabetli, bu konudaki sözü daha tesirlidir.» [367]
Mâverdî'nin, Hz. Ömer (Radiyallalmanh)'e bîatm, sahabenin rızasına dayanmadığı yolundaki sözü «Doğru değildir.» Çünki, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) , Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'e, ancak sahabelerin ileri gelenleri ile istişareden ve gösterdiği adayı onların uygun bulduğunu gördükten sonra, veliahdlik vermiştir.
Tarihçilerin çoğu, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) 'in, Hz. Ömer (Radiyallahu anh) mevzuunda sahabe ile istişare ettiğini zikreder. Hz. Osma» (Radiyallahu anh) ona şöyle demiştir :
«Allah'a yemin ederim ki, bildiğim, onun gizli halı, alenî halinden daha hayırlıdır. Aramızda onun gibisi yoktur.»
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh), Hz. Ömer (Radiyallahu anh) mevzuunda istişaresini tamamladıktan sonra, insanları topladı ve şöyle dedi:
«Benden sıonra size bıraktığım halifeye razı mısınız? Allah'a yemin ederim ki, ben görüş sahiplerinin gayretinden uzaklaşmadım ve bana yakın olanları tâyin etmedim. Ben size Ömer bin El-Hattab'ı halife olarak bıraktım. Onu »dinleyiniz ve itaat ediniz. Onlar şöyle dediler: Dinledik ve itaat ettik.»
Hz. Ömer (Radiyailahu anh) ise, hilâfeti 6 kişilik bir hey'ete bırakmış, iş kendisine havale edilen Abdurnahman bin Avf ise, Hz. Osman (Radiyailahu anh) \ ancak insanlarla istişare etmesinden ve hilâfete kimin geçmesini arzu ettiklerini sorarak geçirdiği günlerden sonra, halifelik makamına getirmiştir.
tbn-i Teymiye, «Minhacü's-Sünne» isimli kitabında şöyle diyor [368]
«Aynı şekilde, Hz. Ebu Bekir (Radiyailahu anh), Hz. Ömer (Radiyailahu anh) 'i veliahd tâyin ettiği zaman, onlar bîat ettiği ve itaat ettiği için imam olmuştur, şayet o kudretli ve ehliyetli olmasaydı, müslümanlar Hz. Ebu Bekir (Radtya'tlahu ar.h)'in veliahdlik vermesini kabul etmezler ve ona bîat etmezler, o da imam olmazdı.»
Sonra da şunu söylüyor:
«... İmam Ahmed şöyle demiştir: Hiç bir kavimde Osman'a yapıldığı gibi icmâ ile bîat edilmemiştir... Kudretli olmasaydı Abdurrahman bîat etmezdi, Hz. Ali (Radiyailahu cmh) bîat etmezdi, diğer sahabeler bîat etmezdi, (ve) şevket sahibi olan (o) imam olamazdı.»
Bu naslardan öğreniyoruz ki, eski halifeden sonra halife olacak kimseye veliahdlik verilmesi, ancak Ehlü'1-Hal ve'1-Akd'in muvafakati ile tamamlanır ve bağlayıcı olur. Şayet bu veliahdlığı kabul etmezse, bağlayıcı sayılmaz.
Buradan hareketle, diyebiliriz ki, halifenin rolü, Aday gösterme ve tezkiye'dir. Daha sonra, halkı temsil eden seçmen hey'etinin rolü gelir. Onlar bu adaylığa bakar, şayet onu uygun bulurlarsa, bu, bağlayıcı ve ic-raî olur.
Üçüncüsü -Birden çok kişiye veliahdlik verilmesi:
Halife, belirttiğimiz gibi, bir şahsa veliahdlik verebilir. Aynı şekilde iki ve üç şahsa da verebilir. Âdeta şöyle demektedir : Benden sonra hilâfet, filân şahsa, o ölürse, ondan sonra filân şahsa aittir.
Bu tasarruf caizdir (yapılabilir). Caiz diyenlerin delili, Hz. Peygamberin Mû'te gazvesinde orduyu Zeyd bin Harise'ye bırakması şeklindeki hareketidir. O şöyle demişti:
«Şayet Zeyd yaralanırsa, yerine Cafer bin Ebî Tâlib geçsin. O da yaralanırsa, Abdullah bin Ravaha. O da yaralanırsa, müslümanlar bir şahsı seçsinler.»
Zeyd kumandanlığa geçti, bir müddet sonra şehit edildi. Bayrağı Cafer aldı, kumandanlığa o geçti, bir müddet sonra, o da şehit edildi. Bayrağı Abdullah bin Ravaha aldı, kumandanlığa geçti, bir müddet sonra o da şehit edildi. Bunun üzerine müslümanlar onuaı yerine Halid bin Ve-lid'i seçtiler.
Kendisine veliahıdlık verilen şahıs, Halife hayatta iken vefat ederse, yeliahdhk ikinci şahsa, o da ölürse üçüncüsüne intikal eder. [369]
Şayet esas halife ölse, birinci veliahd halife olduktan sonra, kendisinden sonra halife olmak için esas halifenin ismini zikretmediği bir şahsa veliahdlik verirse, bu durumda hükmü nedir? Acaba halife olan birinci halife, ikinci veliahddan başkasına, esas halifenin veliahd tâyin tasarrufuna aykırı olarak, veliahdlik verebilir mi?
Bazı hukukçular şöyle diyor : Halife olan birinci veliahd, ancak kendisinden sonra gelen iki veliahd isteyerek veliahdlıktan çekilmesi şartıyla, böyle bir tasarrufta bulunabilir, çünki veliahdlik o ikisinin sahip hakkıdır.
Âlimlerin çoğunluğu, halife olan birinci veliahdın, hilâfeti istediği gibi çevirebilir, veliahdlığı istediği şahsa verebilir. Çünki, hilâfet kendisine intkal ederse, ona tam sahip olur ve onda tasarrufu caiz olur. Ve hilâfete lâyık birini veliahd tâyin edebilir. Çünki onun hakkı eski halifenin hakkından daha kuvvetlidir (üstündür), demektedirler.
Dördüncüsü -Halife Veliahdı Azledebilir mi?:
Bazı âlimler, Halifenin veliahdı, onu tâyin ettikten sonra, ancak onun halleri değiştiği takdirde, azledebileceğim söyler. Bu Mâverdî'nin görüşüdür.
Ebu Yâlâ, «El-Ahkâmu's-Sultaniyye» adlı kitabında, Halifenin veliahdı azledebileceğim zikrediyor ve şöyle diyor :
«Halife bir şahsa veliahdlik verdiği takdirde, ölümünden evvel onu azledehilir. Çünki belirttiğimiz gibi, veliahdlik veren hayatta ve imam ise, veliahdm imameti kesin değildir. Kesin olmadığına göre, ıonu velİ-ahdliktan çıkarmak Halifenin hakkıdır. Tıpkı vasiyet yapan, lehine vasiyet yapılan şahsı çıkarabildiği gibi, çünki, o hayatta olduğu müddetçe vasiyet kesin değildir.» [370]
Bu iki görüş arasında hali birbirinden ayırmamız gerekir.
Birincisi : Şayet son halife, seçmen hey'eti ile istişareden evvel veli-ahdlık vermişse, onu azledebilir. Çünki, gerekli olan muamele henüz tamamlanmamıştır, halife görüsünden dönebilir.
İkincisi: Son halife veliahdlık vermiş, daha sonra da Ehlü'i-Hal ve'l-Akd'm muvafakatini almışsa, bu takdirde, halife onu azletme hakkına sahip değildir. Çünki, mes'ele onun elinden çıkmış, veliahd ık, veliahdının kesin hakkı olmuştur.
Üçüncüsü: Bulunması gerekli bazı şartların sona ermesi sebebiyle, veliahdın durumu değişse, bu takdirde, Ehlü'1-Hal ve'İ-Âkd'm muvafakatinden evvel veya sonra olsun, onun azli caizdir.
Beşincisi -Tarih kitaplarında belirtilen şeklîyle Vcliahdhlk: Kalkaşandı, «Subhu'1-Âşa» isimli kitabında, «Süleyman hin Abdül-melik»'in, Ömer lîn ATbdüIaziz»'in kendisinden sonra ge'ecek halife ve daha sonra kardeşi Yezid bin Abdülmelik için yazdığı vehahdhk metnini zikrediyor. Metin şudur[371]
«Bu, Emîrü'l-Mü'minin ve Halifetü'l-Müslimin Abdullah Süleyman Hm Abdülmelik'in verdiği veliabdhk metnidir. O, Allah (Azze veCelle)'a, ru-bubiyeti ve vahdaniyetine, Muhammed (Sallaîlahü Aleyh: ve Sellem)"ın onun kulu ve Resulü olduğuna, onun bisetinin, iyi kullarına müjde verici, günahkâr kullarına ceza (nazir) olduğuna şehadet eder. Hiç şüphe yok ki, cennet ve cehennem, her ikisi de mahluk olup, haktır. Allah cenneti kendisine itaat edenler için rahmet ve mükâfat olarak, cehennemi, kendisine isyan edenler için zorluk ve ceza olarak yaratmıştır. Kendisinden af dileyenler için afvı iyiliksever ve kerem sahibi olarak hareketi vâcîb kılmıştır. Süleyman, nefsi hakkında Allah'ın bildiği günahlarını ve nefsinin bildiği Rabbine isyanını kabul eder. Nefsi hakkında Allah'ın yarattığa ce-zaya müstahak olduğunu kaful ve kendisi için, yarattığı ve vâad ettiği rahmet, afv ve mağfireti rica eder. Hayrı ve şerri ile yaptığı (yarattığı) her şey, iradesi ile yaratılmış (yapılmıştır), yapmasıyla yapılmıştır. O (Allah) ihâdi (hidayet edici) dir, hidayet ettiği ve rahmeti için yarattığı kimseleri şaşırtıcı değildir...»
Sonra şöyle diyor :
«Veliahd Süleyman Tbm Ahdülmelik, Emîrü'l-Mü'minin, onun Ölümünden sonra, askeri, vatandaşı, resmî ve özel şahıslar ve Allah'ın }ıeni üzerlerine halef, koruyucu ve idareci yaptığı kimseler içinde amcam oğlu, iyi (sâlih) bir insan «Ömer bin Abdülaziz bin Mervan'ı veliahd olarak bırakiyorum. Çünki, or-un iç ve dış halini biliyorum. Bu mevzuda, Allah'ın rızasını ve rahmetini rica ederim, mşaaliah. Onulan sadece hayır (h işler) gördüm, onun kötü fiillerine ittıla keşfetmedim (bilmem). Oğlumun küçüğü ve büyükleri Ömer'e (tâbi olsun). Dileğim, acele etmemeleridir. Vebalim onlarm ve mü'miuı ve nuisîüman cemaatin üzerinedir. O Erharmır-rahimindir. Onlar, ahdini ka'jul ettiler. Allah'ın selâm ve rahmeti üzerinize olsun, bu emrimden yüz çeviren veya Usu ahdime karşı gelen dileğim ümmet-i Mulıammed'den kimsenin ona karşı gelmenıesidir. -Karşı gelen delâlettedir ve delâlete sevkeder. Şayet karşı çıkarsa omlar içindeki veliahdım, kılıca kılıç, çarpışmaya çarpışma ile cevap versin. Onlar, onlara (isyancılara) cevap versin. Onun heybetine, onlar korkarak katılırlar. Allah Müsteandır (yardım isteyene verir). Velâ havle velâ kuvvete illâ bilîahi'l-Kadimil-İhsan.» [372]
Zamanımızda bakanlık, Yasama Organından çıkan kanunların tatbiki işine bağlı bir yetkiye verilen isimdir.
Devletin başkanı, ehliyet ve kudret sahibi bir şahsı bakanlar kurulunu teşkil etmekle vazifelendirir. Bu şahsa «Başbakan -Bakanlar Kurulunun Reisi» ismi verilir. O, ehliyet ve ihtisas sahibi şahıslardan bakanlarını seçer ve devletin her bir idaresine, onun işlerini idare edecek bir bakan tâyin eder. Bu bakan, başbakana karşı mes'uldür. [373]
Tarihçiler «Bakanlık» kelimesinin mânası üzerinde farklı görüşlere sahiptirler. Maverdî, «Edebü'l-Vezir» isimli kitabında bakanlık prensiplerini ve Sultanın siyasetini belirtmektedir. Bakanlık kelimesi bu mânadan müştaktır. Bu kelimede üç değişik cihet vardır :
Birincisi: Bakanlık El-Vizr kelimesinden müştaktır (türetilmiştir). Bu ise ağırlık demektir. Çünki. bakan sultandan yüklerini almaktadır.
İkincisi: Bakanlık El-Ezir kelimesinden müştaktır (türetilmiştir). Bu
ise yardım (destek) demektir. Çünki, Sultan beden kuvveti olarak, bakanın yardımıyla kuvvetlenmektedir.
Üçüncüsü: Bu kelime Vizr kelimesinden müştakttr (türetilmiştir). Bu ise, melce (sığmak) demektir. Çünki, bu Âyet-i Kerîme'de şöyle denilmektedir :
«Hayır! Hiç bîr sığınak yok.» [374]
Yani hiç bir sığınak yoktur. Çünki, Sultan onun görüşüne ve yardımına sığınmaktadır. Çünki, o siyasî hâdiselerin merkezindedir; İşler ona havale edilmiştir. Hatta bir İran kralı şöyle demiştir: «Bakanlar işleri idare eden ve malları kazanan kimsedir.» [375]
İbn-i Haldun şöyle diyor:
«Bakanlık, vezirlik» Devlet ve sultanlık işlerinin ana temelidir. Çünki, vezaret kelimesi mutlak yardım etme mânasına gelir ve, ya muvazere kelimesinden alınmadır. Bu ise yardım demektir. Yahut ağırlık mânasın» gelen vizr kelimesinden, bakan (vezir) kendisini memur eden hükümdarın ağırlıklarını kaldırıyormuş gibidir. Bu ise mutlak yardımlaşmanın icabıdır.» [376]
Vezaretin Ortaya Çıkışı: Vezaretten maksat, halifenin, kendisine yardım edecek, yanında yer alacak ve halifenin arkasında duracak kimseden yardım istemesidir. İslâm'ın ilk devirlerinde mevcuttu. Çünki, Hz. Peygamber (Saîîaîlahü Aleyhi ve Sellem) kendisine sunulan birçok mes'ele-lerde ashabı ile istişare eder ve onların görüşünü alırdı.
Hz. E'bufoekiır (Radiyallahu anh) de devlet işlerinde Hz. Ömer
(Radiyalîahu anh) ile istişare ederdi. Bu sebeple daha sonra ona, Hz. Ebu-bekir (Radiyallahu anh) adalet işlerinde çoğu defa dayandığı için «Ebu-bekir'in veziri» ismi verilmiştir.
Hz. Ömer ise, Hz. Ali ve Hz. Osman (Radiyallahu anh) 'a iki müsteşarı ve yardımcısı olarak itimad eder, devlet işlerinde onlarla istişarede bulunur, kitabet, hâkimlik ve diğer işler gibi birçok işleri de onlara yüklerdi.
Hz. Ömer (Radiyallahu anh), Abdullah bin Mes'ud (Radiyallahu anh) 'u Kûfe'ye göndermek istediği zaman onlara (halka), bu mevzuda şunları söylemiştir:
«Ben size Ammar bin Yasir (Radiyallahu anh) 'i emîr olarak, Abdullah bin Mesud (Radiyallahu anh)'a muallim ve vezir olarak gönderdim.»
Her halifenin devlet işlerinde ve işlerin tanziminde kendisine yardım edecek, bîr veya birden çok müsteşarı bulunurdu. Fakat onlara «vezir» ismi verilmemiştir.
Hatta Emevîler devrinde bile vezaret kelimesi bilinmiyordu. Ancak Emevî halifeleri görüş sahipleri (Ehlü Rey) ve bilirkişilerden yardım ister, onlardan bilgi alırlardı. İşte bu kimseler bakanlar (vüzera) rolünü ifa ederlerdi.
Adam Metz, «Hicrî 14. asırda İslâm medeniyeti» isimli kitabında şöyle diyor:
«Emevîler devrinde, esasları kaidelerle tespit edilmiş bakanlık yoktu. Bu hususta kaide bile mevcut değildi. Sultanın müsteşarlarından bilgi ve görüş sahibi olanlar vüzera (bakanlar) yerinde hareket ediyorlardı. Onlardan birinin ismi Kâtib veya Müşir idi.» [377]
İbni Haldun ise şöyle diyor:
«Halifelik hükümdarlık şeklini aldıktan ve hükümdarlık merasim ve törenleri, lâkıabİarı kabul edildikten sonra, ilk önce kapıya önem verilmiş, halkı halifenin katma sokmamak için kapıcılar tâyin edilmiştir. Hz. Ömer, Hz. AH, Muaviye, Amr îfenü'I As (Radiyallahu anhüm)'a ve başka-lairına Haricîler ve diğerleri tarafından yapıldığı gibi, kendilerine suikastlar yapılmasından korkmuş ve sakınnuşlardır. Üstelik kapı açık bulundurulduğu takdirde, halifelerin yanında kalabalık toplanacak ve onları devletin önemli işleriyle meşgul olmaktan alakoyacaklardı. Bu gibi sebeplerden dolayı halifeler kapılarına birini memur edip ona hâcib (kapıcı veya mabeyinci) ismini verdiler... Zamanla devlet büyüdükten sonra, kabilelerin ve boylamının işlerini ve onları ülfet ve itaat ettirmek hususlarına, onlarla konuşmak ve istişarede bulunmak üzere müşavirlik ve yardımcılık (muin) görevi ihdas edildi. Bu görevin başında bulunana vezir adı verildi... Devletin bütün işleri emir ve yasakları, memuriyetlere tâyinler, koruma ve korunma, hak ve hukuk dileme, buna tâbi olan ojrdu dairesine, aylık ve bağışlara bakmak, tâyin etmek gibi ıdevletin idaresiyle ilgili diğer 'bütün işler vezir tarafından idare olunur ve görülürdü.» [378]
Abbasî idaresi, hilâfet kendilerine intikal edip başlayınca devletin bazı müesseselerini İranlılar'dan aldılar. Bunlardan biri vezarettir (bakanlıktır). Böylece vezirin işi ve yetkisi büyümüş, yetkisi çok genişlemiştir. Vezir, halifenin en baş yardımcısı olmuş ve onun adına (devleti) idare etmiştir. Devletin malî ve idarî bütün işlerinde karar vermiş ve halife adına devletin bütün işlerini kontrol etmiştir.
Yine İbni Haldun şöyle diyor :
«Albbiasüeır devleti kurulduktan, devlet lüyüdükten, derece ve şevketi yükseldikten sonra, vezirin kudret ve derecesi de o derece arttı, Halifenin naibi olarak devletin bütün emir, yasak ve idarî işleri vezir tarafından görüldü. Vezirin devletteki yeri ve vazifeleri tayin ve test it edildi. Herkes osna başvurdu. Herkes ona itaat etti, askerin aylıklarını ve masraflarını temin etmek onun vazifesi olduğu için, devletin malî işlerine ftakmak da onun vazifelerîndendi. Paralar ve devletin bütün geliri onun tarafından toptandı ve sarfedildi. Devlet başkanının sırlarını saklamak için yası ve haberleşme işlerine bakmak daM onun vazifesi idi. Üstelik halkın dili bozulduğu için mektupların ve diğer yazılarının dil bakımından doğru ve fasih olmasına fcakmak da ona havale edildi. Taklidinden ve belli olmasından sakınmak üzere Sultan adma yazılan yazıları mühürlemeye de o memur oldu. Devlet başkanının mührü ona teslim edildi... Böylece kilmeîa kalem, yani devletin yazı iîe ilgili olan bütün işleriyle, korunma, koruma ve savaş işleri, yardımcılıktan ibaret olan vezirliğin bütün mânaları vezirin şahsında toplandı.» [379]
Abbasilerin ilk vezirlerinden biri Ehu Selma Hafz bin Süleyman El-Hallâl ve Ebûl A'bbias Es-Saffah idi. O. İslâm'da vezir olarak adlandırılan ilk şahıstır. O, Abbasiler devrinde meşhur olan ve işleri Harun Reşit zamanında ele geçiren ve onlara mutlak hâkim olanlardandır. [380]
Halife, devletin en yüksek idarecisi ve ülkesinde cereyan eden bütün hâdiselerden birinci derecede mes'uî olan bir kimsedir. Tabiî ne kadar kuvvet ve dirayet sahibi olursa olsun, halife kendisine bağlı bütün işleri bizzat göremez. Bu takdirde kendisine devlet işlerinde yardım etmek üzere muavin ve müsteşarlar seçecektir.
Bu yardımcılardan en mühimi vezirlerdir. Devlet işlerinin idaresinde halifeye yardım eden grup onlardır. Onlara verilen yetkileri nazara alarak vezirliği ikiye ayırabiliriz :
1- Vezaretü't-Tefviz (Geniş yetkili Bakan),
2- Vezatretü't-Tenfiz (İcra Bakanı). [381]
Vezareui't-Telviz, Halil'e adma devlet işlerine bakmak üzere, halifenin kabiliyet, ehliyet ve dirayeti iîe tanınmış bir şabsı tâyin etmesidir. Bu vezir, devlet işlerini yürütmede, Halife'ye başvurmadan, bütün yetkilere sahiptir.
Bu yetki, uygun gördüğü tarzda tasarrufda bulunmada yetkilendirilmiş bir vezir olmak bakımından, genel vekâlet (vekâletü'1-âmme) ciheti yle d ir.
Âlimler, tefviz vezaretinin kurulmasının caiz olduğunu söylüyorlar. Bu konudaki delilleri de şunlardır.
Hz. Musa (Aleyh sseiâm) hakkındaki âyette şöyle deniliyor:
kendi ailemden bir de vezir ver. Biraderim Harun'u. Onunla ssrtımı kuvvedendir. Onu İşimde ortak ksl.»[382]
Böyle bir vezirlik, Peygamber için caiz olduğuna göre, evleviyetle imam için de caizdir.
İkincisi -İhtiyaç :
Çünki imam, bütün işleri bizzat kendisi yapamaz; mutlaka başkasından yardım dileyecek, yetkilerinden bir kısmını kullanmak için onu yet-İdîendirecektir.
Mâverriı şöyle diyor :
«Vezirlik iki kısımdır: Vezaretii't-tefviz ve Vezaretü't-tenfiz.
Tefviz vezirliği, Halifenin, işlejrin idaresinde, kendi görüşü ve içtihadına göre harelret etmek üzere yetkilendirdiği vezirdir. Bu çeşit vezirliğin kurulmasına engel bir şey yoktur. Allah, Peygamberi Hz. (Aleyfcsselâm) ile iîgili olayda şöyle diyor:
«Bana kendi ailemden bir de vezir ver. Biraderim Harun'u. Onunlo sırf;m? kuvvetlendir, onu işimde ortak kıl. [383]
Böyle bir vezirlik, peygamber için caiz olduğuna gc'ıre, imam için de caizdir. Halifeni», ümmetin işlerini idajre için verdiği vekâlet, bütün işlerde aynı kudrete sahip olduğunu göstermez. Ancak vekâlet alma suretiyle hareket edebilir. Halifenin işlerine ortak olan vezirin nâibliği daha çok devlet işlerinin yerine getirilmesinde, .halifeliğe zarar verecek işlerin dışında, kendi kep dine hareket etmesi geırekir.» [384]
Tefviz veziri; müstakil ve tam yetkiye sahip olup, bu yetki içinde içtihadına göre hareket eder. Bu husustaki yetkileri, işgal ettiği ve halifeden sonra ikinci olan makamdan kuvvetini alan, geniş yetkilerdir.[385]
Tefviz vezirinde, halifede bulunması şart olduğunu belirttiğimiz şartların bulunması gerekir. Bunlar: İlim, adalet, bedenî selâmet ve veza-rete uygun ve ehliyetli olmaktır. Çünki bu şartlar, halife için zarurî olduğu gibi, vezir için de zarurîdir. Çünki vezire bağlı olan işler, halifeye bağlı olan işlerden az değildir. Bu sebeple, halifede bulunması gereken şartların onda da bulunması şart koşulmuştur.
Ancak âlimler bu şartlardan neseb şartını aramamışlar, tefviz vezirinde Kureyş nesebini şart koşmamışlardır. Kendisinde kabiliyet ve ehliyet olan herkes bu makama geçebilir.
Mâverdî bu vezirin şartları hakkında şunları söylüyor : «Bu vezarete tâyinde, neseb dışımda halife için aranılan şartlar istenir. Çünki vezir, görüşlerini kesin şekilde tatbik ve içtihadını icra edebilmelidir. Onun bir müçtehidn vasıflarına sahip olması gerekir. O, kendisine yetki verilen, hajrb ve haraç gibi işlerde, ehliyetli biri olmalı, bu mevzularda tafsilâtına kadar bilgisi bulunmalıdır. O, bu işleri bizzat, ba-zian da nâib tâyin ederek yapacaktır. Nâib tâyin etmede, ancak kendisi gibi ehliyetli birini tâyin edebilir. Ehliyetsiz bir kimse bu işleri yapamayacağı gibi, ehliyetsiz bir vezir de yapamaz. Nâlbde aranacak şartlar vezirde aranacak şartl&ırm aynıdır. Devlet işleri ancak bu vasıflara sahip kimseler eliyle yürütülebilir.» [386]
Vezirin özellikleri:
Anlatıldığına göre Halife Me'mun vezir seçme konusunda tanıdığı birine şunları yazmıştır
«Ben işlerimin idaresi için üstün özellikleri kendinde toplamış bir adam seçtim. O, ahlâkında iffetli (namuslu), tuttuğu yolda doğruluk sahibidir. Terbiyesini güzel, tecrübelerini kuvvetli buldum. Kendisine sırlar tevdi edilirse, ona göre hareket eder, kendisine önemli işler verilirse, dilçkatli hareket eder. Yumuşaklık onu susturur, ilim onu konuşturur, ona bir anlık bakış kâfidir (kâfi gelir), bi|r imâ yeter. Onda komutanların kuvveti, filozofların (hükemâ) isabetliliği, âlimlerin tevazuu, hukukçuların anlayışı mevcuttur. Ona iyilik edilirse, teşekkür eder, kötülüklere mâruz kalırsa sabreder. Yarınından mahrum kalma uğruna bugünün nasibini satmaz. Dilinin (konuşmasının) tatlılığı ve güzel açıklaması insanların kalblefrini çalıyor (çalar).»
Bazı arab şairleri bu Özellikleri özlü bir şekilde toplamışlar ve Abbasî devletinin bazı vezirlerini vasfetmişîerdir. Onlardan biri şöyle demiştir :
«İnsanlar için işler şüpheli (anlaşılmaz) olduğunda, o vezirin açıklaması ve görüşü hemen görülüfr. Bir gün müşavirler ve müşirler âciz kalırsa (kaldığında), o vezir bütün işlerinin Ömrü boyunca üstesinden gelir. Kalbler sıkıntıdan darahrsa (daralsa), onda geniş ve sıkıntılara karşı ko-yabilen bîr kalb vardır.»
Vezijr olma (Vezarete geçiş) :
Vezirlik, âmme (kamu) vazifelerinden biridir ve ancak bir akitle tamamlanır (verilir). Akitler ise, sadece ona işaret eden kelimelerle tamamlanır.
Vezir olmayı temin eden kelimede bulunması gerekli şartlar ikidir :
Birincisi -Görüşün Genişliği: Bu, tefviz vezirliği şeklinde, halifenin yetkisi içindeki bütün işlere bakma yetkisi verilmiş gibi, işi belirtilerek tayin edilmedir.
İkincisi -Nâiblik: Bir şahsa vezirlik vermek bir nevi niyabet olduğundan, vezir yapmada kullanılan kelimenin, mutlaka niyabet mânasına Şâmil olmalıdır. Halife, vezire şöyle demektedir: «Bana ait işlerde, benim adıma (niyabeten) seni tâyin ettim.» Bu kelime, görüş genişliği ve niyabet mânasını şâmil olur.
Bu konuda Önemli olan, konuşma ile veya yazı ile olsun, vezire, tefviz vezirliğinin verilmesidir. Kelime açık ve kendisinden kastedilen de açık olmalı, Halife adına niyabet mânasını taşıyan bir ifadeyi içine almalıdır (şâmil olsun).
Mâverdî şöyle diyor :
«Vezirliğe lâyık bir şahısta bütün bu vasıflar tamam olunca, vezirlik veren halifenin sözü ile tayini muteber olur. Çünki, velayet (kamu görevi) bir akti gerektirir. Akitler ise, ancak sarih bir kabul ile muteber olur. Halifenin, Toir şahsa vezir gözü ile bakması ve ona (bir işi yapması için) izin vermesi ile onu ihükmen vezir tayini tamamlanmış olmaz. Ör-fen, vezir idarecilik makamına gelse (gelmiş olsa), vezirliği iki şartı şamil bir sözle akdedilmesi gerekir : Sirİncisi, görüşün umumîliği, ikincisi, niyabet. Şayet, niyabet olmaksızın, sade genel bir fikire inhisar etmişse, o hususî bir vazife iîe vazifelendiriSmîş sayılır, bu yetkilendirme ile vezirlik icra enlemez. Yalnız niyabete inhisar etmişse, belli olmayan lir İ$e nâiN tâyin edilir, özel olarak veya bijr işin yapılması ve yetkîiendiriimesi sayılır (kabul edilir), fau yetkilendirme ile vezirlik yapamaz. Şayet iki şart bîrden tahakkuk ederse., vezirlik akdi tamamlanmış olur. [387]
İki şartın birden tahakkuku iki suretle olur :
Birincisi, âkit hükümlerine göre, özel olarak söylemekle olur : «Bana ait işlerde, benîm adıma (niyabeten) seni tâyin ettim.» Bu suretle vezirlik akdi île kurulmuş (tamamlanmış) olur. Çünki, fon sözde, genel î)ir fikir ve
vezirlik teessüs etmiştir. tadır, yani genel bijr fikir ve niyabet. Bir ihtimale göre ise, vezirlik teessüs etmemiştir, çünki izin vermeden evvel akdin teşekkül etmesi gerekir. Akitlere ait hükümlere göre isinle akit sahih (bitmiş) olmaz.» [388]
Mâverdî bundan sonra, vezirlik vermeyi ikmal eden sözlerin tafsilâtını nakletmekte, sözün ne zaman muteber ve işaret ettiği mânanın ne olduğunu belirtmektedir.
Bu mes'eleyi ayrıca, Kadı Ebu Yâlâ Muhammcd bin El-Hüseyin El-Ferra, «EI-Ahkâmu's-Suîtamyye» isimli kitabında zikretmekte, ancak Mâverdî'nin belirttikleri dışında bir şey söylememektedir. [389]
Tefviz vezirinin mutlak yetkiye sahip olduğunu söyledik. O, bu yet-kişini, halifenin kendisini, onun adına devlet işlerini idarede vazifelendirmesinden alır.
Tefviz veziri, bütün tasarruflarını halifeye sunmaya mecburdur, tâ ki halife, kendi devletinde işleri idare ile mükellef olması sebebiyle, nelerin cereyan ettiğini bilsin. Halife de, vezirin fiillerini gözden geçirmeli, uygun olanlarını kabul, hak ve adalete aykırı olanları reddetmelidir, çünki devlet işleri ona tevdi (emanet) edilmiştir.
Binaenaleyh, vezir halifeye kar?ı mes'uldûr. Vezire tanınan yetkiler geniş olmasına rağmen, halifenin, kendisinin murakabesinden uzak olan işler sebebiyle istibdat kurmasın diye, vezirinin tasarrufları hakkında bilgi sahibi olma hakkı vardır. Çünki, ümmet işlerini ona emanet etmiştir. O, kendisiyle beraber çalışan herkesin hatalarından dolayı mes'uîdür.
Ebu Yâlâ şöyle diyor :
«İmara adına istibdat husule gelmesin diye, tefviz veziri, aldığı tedbir ve tatbik ettiği şeylerden imama kilgi vermeye mecburdur. İmam, uygun bulduğunu kabul ve aykırı gördüğüne engel olmak gayesiyle, vezirin fiilleri ve işlerinin idaresini kontrol etmelidir; çün&î, ümmetin idaresi ona ve onun içtihadına emaaıet edilmiştir. Bu vezirin bizzat idare etmesi ve idareyi yürütmesi hakkı olduğu gibi, bu işleri İmam da yapa-bilyr. Çünki, idare etme için gerekli şartlar onda halâ vardır. Vezir Mezalim İşlerine bakabilir veya nâib tâyin edebilir. Çünki, onda Mezalim. işlerine bakma şartları vardır. Bizzat cihat işini üzerine alabilir ve bu işi yapmaya ehil olanları tayin edebilir. Çüsıki, onda cihat yapabilme şartları vardır. İdare ettiği işleri doğrudan doğruya infaz edebilir ve infazı için nâib tayin edebilir. Çünki, onda görüş sahibi olma ve idare etme şartları vardır.» [390]
Tefviz vezirinin yetkileri, halifenin yetkilerinin aynı kabul edilir. Vezirin tasarruf edebildiği her işde, İmam, memurlar tayin ederek yapabilir, onlara yetki verebilir. Orduya komuta eder veya nâib tajân eder. İşleri tenfiz, insanlar arasında yargı fonksiyonunu görür, mezalüme bakar, bütün bu işlerin vezir tarafından görülmesi caiz olduğu gibi, İmam tarafından görülmesi de caizdir.
Halifenin sahip olup da, vezirin sahip olmadığı bazı işler de vardır. Bu işler şunlardır:
Birincisi: Veliahdlık. Halifenin bir hakkının da, kendisinde halifelik şartları bulunmak şartıyla er veya geç bir şahsa veliahdlık vermek olduğunu belirtmiştik. Bu, halifenin sahip olduğu haklardan biri kabul edilir. Bu hakka vezir sahip değildir, çünki bu, halifeye has işlerdendir.
İkincisi: İmam, ümmetten azlini isteyebilir, vezir isteyemez.
Üçüncüsü : İmam, vezirin tayin ettiği kimseyi azledebilir. Vezir, imamın tayin ettiği bir kimseyi azledemez. Çünki, İmam aslî hâkimdir (ida-dir). Onun yetkisi en üstün yetkidir. O. kendisine verilen işlere ehil olmadığını gördüğü her şahsı azledebilir. Buna karşılık vezir, îmam'ın tayin ettiğini azledemez.
Mâverdi, bu üç çeşidi zikrettikten sonra şöyle diyor : «Bu üç şık (çeşit) dışında tefviz vezirinin yaptığı bütün işler, İmam, onun yaptığı işlere karşı çıksa bile, muteberdir. Vezirin yaptığı iş, bir mal hakkında yaptığı tasarruf, halifenin görüşlerine uygun olmasa da, artık o iş ve tasarruftan dönüş yapılamaz. Şayet vezir, vali tayin etmiş veya ordu donatmış, bir harp plânı düşünmüş, hazırlamışsa, halifenin İm türlü tasarruflara karşı çıkması, valiyi azletmesi, donatılan orduyu bir başka inaksalla kullanması, harp plân ve idaresini daha iyi olan bir istikâmete doğru değiştirmesi mümkündür. Çünki, İmam bu işleıri kendi şahsî hareket ve düşüncelerinden istifade ederek yapar. Şüphesiz ki, halifenin fiilleri, vezirin fiillerinden üstündür.» [391]
Tenfiz Vezirliği, vezirliğin ikinci çeşididir. Bu vezirliğin yeri birinci vezirliğin yerinden aşağıdır. Tenfiz vezirinin vazifesi, bizzat kullanacağı müstakil bir yetkiye sahip olmadan, halifenin emirlerini tatbike inhisar eder. Gerçekte ona vezirlik mânası verilmez, çünki, vezirin yetkileri sınırlıdır. Hatta hemen hemen yoktur. Onun yapacağı işler, bir görüş ve kanaat belirtme hakkı olmadan, halifenin emirlerini tatbik (infaz) dir.
Bu sebeple bu vezir hakkındaki hükümler tefviz veziri hakkındaki hükümlerden farklıdır; tefviz vezirliğinde şart olan hususlar burada şart değildir.
Tenfiz veziri halife ile vatandaşlar arasında elçi ve vasıta rolü oynar;
halifenin isteklerini insanlara, insanların isteklerini halifeye nakleder.
Maverdî şöyle diyor :
«Tenfiz vezirlerinin hükmü daha zayıf ve şartları daha azdır. Çünki, bunların idareciliği ve fikirleri imamın görüş, fikir ve idaresiyle sınırlıdır. Bu vezir, îmanı ile halk arasında ve imam ile idareciler arasında vasıta olup, onun emrettiklerini, onun adısıa ifa eder. Söylediklerini yapar, hükmettiği hususları kayda geçer. İmama, emredeceği şeyleri yapmak gayesi ile, idarecilerin tayini ve ordunun 'donatılmasını haber verir, mühim ve yeni işleıri ona sunar. O, işlerin tatbikinde bir yardımcıdır. Yoksa onlar üzerinde müstakil bir idareci veya gözcü değildir. Eğer görüş ve kanaat bildirmeye katılıyorsa, ismi öze! vezirdir. Şayet katılmıyorsa, ismi vasıta vezir veya sefir, vezir ve benzerî gibi olur. Bu vezirliğe tayin bir tayin tasarrufuna bağlı olmayabilir. Sadece imamın izni de kâfidir. Bu vezirliğe ehil olanda hürriyet ve ilim şartı da aranmaz. Çünki, onda tek başına idare ve tayinde bulunma yetkisi yoktur ki, hürriyet aransın. O, tek başıma lıükmdemiyeceği için ilim aranmaz. Onun işi iki hususa inhisar eder :
a) İmama karşı hürmetli davranmak,
b) Halifenin emirlerini tatbik etmek.» [392]
Tenfiz vezirliği için, işlerinin bünyesi ile ahenkli olmak üzere bazı şartları gerektirir. Bu şartlar —ÜViâverdî'nin zikrettiğine göre. şunlardır :
Birincisi -Emânet: Tâ ki, kendisine emânet edilen işlerde hainlik yapmasın ve doğru bilinen şeylere yanlış bir şey karıştırmasın.
İkincisi -Doğru sözlülük: Tâ ki, yaptığı işlerde haberine güvenilsin ve yerine getirdiği işlerde sözüne göre amel edilsin.
Üçüncüsü -Tamahkâr olmamak: Tâ ki, rüşvet almasın, aldanmasın
ve küçük düşmesin.
Dördüncüsü -Kendisi ile insanlar aırasında düşmanlık ve kin olmamalı : Düşmanlık insanı insaftan uzaklaştırır ve iyilik yapmasına engel olur.
Beşincisi: Halifeye hizmet sunacağı ve halife adına hareket edeceği için kuvvetli hafızası olmalıdır. Çünki o, halifenin lehinde ve aleyhinde bir şahittir.
Altıncısı -Zekâ ve anlayış sahibi olmak: Tâ ki, emirleri değiştirip saklamamak, tereddüde düşmemeli ve isleri birbirine karıştırmamak. İşlerde şüpheye düşmek, birbirine karıştırmak ve benzetmek devlet işlerini çıkmaza sokar, güçlükler ortaya çıkarır.
Yedincisi -Hevasma (nefsine) tâbi olmamalı: Çünki, heva onu, haktan ayırır, bâtıla sevkeder, hakkı bâtıl ile karıştırır, akıllıları aldatan ve onlara sevabı vazgeçirtendir (uzaklaştırandır).
Şayet, halife ondan bazan görüş bildirmeye katılmasını isterse, bu takdirde, onda mutlaka «bilgi ve tecrübe» olmalıdır. Bu şart doğru düşünme ve isabetli tedbire götürür.
Kanaatimizce, belirttiklerimizden, bu şartların, bu vezirliğe ait vazifelere bağlı olduğu neticesini çıkartabiliriz. Vazifesi tenfiz rolüne inhisar ettiği için, bu işde anlayış ve bilgi şart değildir, çünki, o hiç bir işde müstakil değildir. Ama Halife ondan bazı işler hakkında meşverete katılmasını ve görüş bildirmesini isterse, bu takdirde yetkisi genişler. Bu durumda onda, görüş, ilim, bilgi ve tecrübe bulunması şarttır, çünki bunlar insanda kendisine sunulan işlerde, isabetli fikir (görüş) teşebbüsünde yardım eder.
Gördüğümüz gibi, bu şartların çoğu, emanet, sıdk ve yüksek ahlâka taalluk eder, çünki tenfiz veziri için zarurîdir. Tâ ki, ona güven devam etsin ve ona söylenenleri, doğruluk ve emanetle nakletsin.[393]
İslâm, hayatın her sahasında kadına haklar tanımış olmasına rağmen velayet mânasını haiz vazifeler ifa etmesine cevaz vermemiştir. Çünki, velayet, azm, kudret, tecrübe ve İnsanlarla doğrudan doğruya temas gerektirir. Bu şartlar kadında az bulunur. Çünki, kadının bünyesi, onu, bünyesine uygun diğer işlere (vazifelere) ehil hale getirmiştir.
Bu sebeple kadın, halife olamadığı gibi, tefviz ve tenfiz veziri de olamaz, çünki bu vazifeler velayet mânasını haizdir.
Mâverdî şöyle diyor :
«Bu vazifeyi kadının görmesi, bilgisi makbul de olsa, caiz değildir. Hz. Peygam'ber (Sallallahü Aleyhi ve Selletn)'in şu hadîsi sebebiyle, velayet mânasının ihtiva ettiği şey kadınlar dışındadır:
«İşlerini kadına bırakan bir kavim felah bulmaz (kurtuluş bulamaz).»
Çünki vezirlikte, görüş, kuvvetli azim ister ki, kadınlar îeu konuda zayıftırlar. İdarî işlerde bissat meşgul olma aranır 'ki, bu, kadınlarını aleyhinedir,» [394]
Tefviz vezirinde bulunması gerekli şartlan ele alan bahsimizde, bu şartların, ilim, adalet, bedenî tamamiyet ve vezirlik yetkisi olduğunu belirtmiştik. Bu vezirliğe, zimmîler ve köleler geçemez. Çünki vezirlik, büyük bir mes'uliyet ve bir velâyet-i âmmedir. Bu işde İslâm ve hürriyet'in mutlaka bulunması gerekir.
Ama tenfiz vezirliği ise, onun işi, bir görüş katmadan, halifenin emirlerini İcra etmeye inhisar ettiği için, zimmî ve köle de yapabilir. Bilindiği gibi, tenfiz vezirliğinde, onun şer'î hükümlerde âlim veya harp işleri, ya da diğer işlerde bilgili olması şart koşulmaz.
Ebû Yâ'a, «El-Ahkâmu's-Sultaniyye» isimli kitabında, tefviz vezirinde bulunması gerekli şartları saymakta ve şöyle demektedir :
1- Hürriyet, tefviz vezirinde aranır, tenfiz vezirinde aranmaz.
2- İslâm, tefviz vezirinde aranır, tenfiz vezirinde aranmaz.
3- Şer'î hükümleri bilmek tefviz vezirinde aranır, tenfiz vezirinde aranmaz.
4- Harp ve haraç işlerini bilmek tefviz vezirinde aranır, tenfiz vezirinde aranmaz.
«Efcû Yala» zımmînin vezir olabileceğine dair iki hâdiseyi rivayet etmektedir :
Birinci rivayet: «EI-Harkî»'den rivayet edilmektedir. Bu hâdise, zım-mîlerin tenfiz veziri olabileceğine cevaz vermektedir. Bundan şu delili çıkarıyorlar: Kâfire ve köleye güvenilmez. (İslâm dini ile) amel ederler ve yaptıkları işin hakkını verirlerse, mümkündür.
İkinci rivayet: İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir. Bu hâdise, zım-mîlerin tenfiz veziri olamayacağını ifade etmektedir. Bunu, Hz, Alî (Radiyallahu anh) 'nin, müsîümaaıların işlerinde yahudi ve hıristiyan kullanılmasını isteyenlere söylediği şu sözden delil getiriyorlar :
«Onlardan hiç bir şeyde yardım alınmaz.» [395]
Mâverdîj zımmîlerin tenfiz veziri olabileceğini, «Ancak yine de uzun müddet yiijrütme yetkisi tenfîz vezirinde bulunmamalıdır.»
Her iki vezirin yetkileri:
Tefviz ve tenfiz vezirliğine verilen mânayı gördük. Herbirine tanınan yetkileri ise, şöyle özetleyebiliriz :
Birincisi: Tefviz veziri, emirlerinin icraî olması sebebiyle, doğrudan ve müstakilen hüküm verebildiği gibi, kendisine sunulan mezalim dâvalarına da bakar, bu kabil zulümleri ortadan kaldırabilir. Tenfiz vezirinin bu yetkisi yoktur.
İkincisi: Tefviz veziri memuriyetlere tayinler yapabilir, vazifesinden azledilmiş birini tayin edebilir, valileri azledebilir, çünki kendisine bu yetkiler verilmiştir. Ancak, halifenin tayin ettiği memurlardan birini az-ledemez; çünki bu halifenin emirlerine nakzedeceğinden caiz değildir. Tenfiz veziri ise bu yetkilere sahip değildir.
Üçüncüsü: Tefviz veziri, halifeye başvurmadan, orduları harekete
geçirebilir, harbi idare edebilir. Valilere verdiği emirleri, bizzat icraîdir. Tenfiz veziri bu yetkilere sahip değildir.
Dördüncüsü: Tefviz veziri, Beytü'l-Mal'm hakkı olan mallan toplar ve gereken yerlere sarfiyat yapabilir. Tenfiz veziri bu yetkilere sahip değildir.[396]
Halife, kendilerine vereceği emirleri icra edecek birden çok lenfiz veziri tayin edebilir. Bu takdirde, her birinin, halifenin tenfizini emrettiği işleri yapması gerekir. Burada tenfiz vezirleri arasında yetki çatışması çıkması sözkonusu olamaz, çünki işleri velayet sebebiyle değil, vekâlet sebebiyledir.[397]
Tefviz vezirliği bir âmme velayetidir. Yetkilerinin belirlenmiş olması dışında, birden çok tefviz veziri tâyin edilemez. Aksi halde, bu mes'ele ile ilgili olarak şu durumlar ortaya çıkar:
Birincisi: Halifenin iki tefviz veziri tayın etmesi ve herbirine genel ve mutlak yetkiler vermesi. Bu, caiz değildir, çünki, ikisinin görüşünün çatışmasına yol açar, belki de, Hal ve'1-Akd'da, memuriyete tâyin ve azil işinde çatışma husule gelir.
Binaenaleyh, şayet halife aynı anda iki vezir tayin etmişse, belirttiklerimiz sebebiyle, bu tayin bâtıldır. Yok eğer birini diğerinden önce tayin etmişse, ilk tayin muteber, ikincisi bâtıldır.
İkincisi: İkisini bir işde iştirak etfcirmişse ve biç birine, diğerinin muvafakatine başvurmadan yalnız başına hareket hakkı vermemişse, bu takdirde, bu tayin muteberdir. Vezirlik her ikisi arasındadır ve üzerinde anlaştıkları hususta, aralarında ihtilâf çıkmadan, tenfizde bulunurlar. Aralarında ihtilâf çıkarsa, halifeye başvururlar. Bu şekildeki vezirlik, mutla!: tefviz vezirliğinden iki bakımdan eksiktir : Birincisi, üzerinde ittifak ettikler hususta tenfiz etmede beraberlik; ikincisi, görüş ayrılığına düştükleri takdirde, ikisinin görüşüne de itibar edilmez.
Şayet ihtilâfa düştükten sonra ittifak ederlerse, bu ittifaka bakılır. Eu ittifak, üzerinde ihtilâf ettikten sonra, doğrudan doğruya birleşme neticesi ise, her ikisinin tenfizi muteberdir. Çünki, eski ihtilâf, ittifakın cevazına mâni değildir.
Şayet ittifak sebebi, kani olmamakla beraber, birinin diğerine tâbi olması ise, bu, caiz değildir. Çünki vezirin, uygun (doğru) görmediği bir hususu tenfiz etmesi muteber değildir.
İkincisi: Şayet aralarında bir mes'elede iştirak yok, bilâkis her biri tek başına iş görebiîiyorsa, her biri muayyen bir sahada kendi işini görmek üzere vazifelendirilmiş kabul edilir, bu işte yetkileri mutlaktır. Yahut da her biri devlete ait sadece bir işe bakmak üzere vazifelendirilmiş-tir, harp işleriyle vazifelendirilmesi gibi, bir diğerinin vergi toplama veya mal idaresiyle vazifelendirmesi gibi. Bu takdirde iki vezirin de tayini mu-
îslAm hukukunda âmme organları teberdir, ancak ikisi de «tefviz veziri» lâkabını taşıyamazlar, fakat iki ayrı işde yetkili iki vali olarak kabul edilirler. Çünki, tefviz vezirliği se-lâhiyeti genelleştirilmemiştir. Vezir işini, muayyen bir bölge veya işe münhasır olmadan ifa eder. Mâverdî'nin, birden çok tefviz vezirinin olması mevzuunda belirttiği görüşlerin özeti budur. Gerçekten biz, birinin diğerinin çalışma sahasına tecavüz etmemesi için, yetki sahalarına ait tes-bitlerde büyük bir dikkat müşahade etmekteyiz.
Belirttiklerimizden anlıyoruz ki, ihtilâfa sebebiyet vermemek için, birden çok tefviz veziri tayin caiz değildir. Çünki, bir tefviz vezirinin yetkisi muayyen bir bölge veya ise inhisar etmeden devletin bütün işlerine bakmaktır. Bütün işlerde aralarında iştirak suretiyle iki tefviz vezirinin tayinine cevaz veriyorlar; bu takdirde, ittifak ettikleri hususlardaki görüşleri kabul ve tatbik edilir.[398]
Belirttiğimiz gibi. temel prensip tefviz vezirinin, halifenin görüşüne başvurmadan valilerin tayininde mutlak yetkiye sahip olduğudur. Çünki o, halifeye bağlı bütün mes'elelere bakma yetkisine sahiptir.
Bu prensibe dayanarak tefviz veziri, kendisine bağlı işlerde yardım etmek üzere kendine naip (vekil) tayin edebilir. Meğer ki, halife onu vekil tayin etmekten men etmiş olsun. Bu takdirde kendisine bir vekil tayin edemez. Buna karşılık tenfiz veziri kendisine vekil tayin edemez, çünki, onun işi bir kimseyi tayin hakkı olmaksızın, tenfize inhisar eder. Meğer ki, halife müsaade etmiş olsun, bu takdirde vekil tayin edebilir.
Bu sebeple halifenin yasaklaması dışında tevfiz vezirinin vekil tayin . etmesi caizdir. Buna karşılık tenfiz veziri, ancak halifenin kendisine müsaade etmesi halinde kendisine vekil tayin edebilir,
Ebu Yâle kitabında şöyle diyor:
Tefviz veziri kendine vekil tayin edebilir, tenfiz veziri vekil tayin edemez. Çünki, vekil tayin etmek, memuriyet tayinidir ve tefviz veziri yaparsa muteber, tenfiz veziri yaparsa muteber değildir.
Şayet halife tefviz vezirinin ve'kiî tayinini yasaklamışça, vekil tayin edemez, çünki, Üıer iki vezir de halifenin emir ve yasaklarına göre hareket eder. İk vezirin tayinlerinden sonra, hükümleri ayrılmaktadır. [399]
Âlimler tefviz ve tenfiz vezirinin azîi konusunda farklı görüşlere sahiptirler. Halife tenfiz vezirini azlederse, bu sebeple memur ve valilerin işine tesir etmez. Bittabi onlar, vezirin azli ile azlolunmaz. Çünk, onun aslen tayin yetkisi yoktur.
Buna kargılık, tefviz veziri azledilirse, bu, onunla birlikte çalışan tenfiz memurlarının da azli neticesini doğurur. Çünki, onun memurları, velayet yetkisi ile değil, ona niyabeten (vekâleten) onunla birlikte iş görürler. Onun azli, hepsinin azli neticesini doğurur. Fakat onun azli ile hiç bir vali, kendisi tayin etmiş olsa biîe, azledilmiş olmaz. Çünki, bu tayin velayet sebebiyledir, niyabet (vekillik) sebebiyle değildir.
Mâverdî şöyle diyor:
«Halife tenfiz vezirini azlederse, onunla birlikte hiç bir vali azledilmez. Tevfiz vezirini azlederse, onun icra memurları azledilmiş olur, fakat tevfiz memurları azledilmiş sayılmaz. Çünki, tenfiz vezirinin memurları vekildirler, tefviz vezirinin memurları ise müstakil idarecidirler.» [400]
islâm tarihçileri ve mütehassıs âlimleri vezirler ve vezirlik üzerinde çok kitap yazmışlardır. Bu mevzuda yazanların en önemlisi, Kadı Ebu Hasan, Ali bin Muhanımed bin Hamid El Basri'nin eseridir. Mâverdî diye bilinen bu âlim Basra'da doğmuş ve hicrî 450 yılında Bağdat'ta vefat etmiştir.
^ Mâverdî'nin asrında, iç fitneler ve batını mezhebinin yayılması gibi, islâm devleti içindeki siyaset sahnesinde büyük hâdiseler cereyan etmiştir. Ancak, bu hâdiseler ilmî hareket asrı olarak kabul edilen bu asırdaki fikrî faaliyete tesir etmemiştir. Mâverdî birçok kitap yazabilmiştir. Bu kitaplardan önemli olan biri El Alıkamu's-Sultaniyye isimli, siyaset ve idare mevzuunda ilmî ve önemli bir kaynak kabul edilen kitaptır.
İsmine «Edebü'l-Vezir» dediği, küçük diğer bir kitap daha yazmıştır. Bu kitap, vezirlik ve devlet başkanının siyasetine ait kaideler ihtiva etmekle tanınmıştır. Müellif bu kitapta vezirliklere, vezirlere, edeplerine ve yapmaları gereken işlere ait bütün hususlar üzerinde izahatta bulunmaktadır.
Kitabının başında vezirlere hitaben şöyle diyor:
«Sen ey vezir! Allah sana muvaffakiyetin için, çok cihetleri o!an vakfende ve senin dışındaki vatandaşların ve senin dışındaki kralların idaresinde, yardım etsin. Siyasetin dizginleri senin elindedir. Vatandaşlarınısı idaresini sen ifa edersin, sultanına itaate sen tâbi kılarsın. İtaat edilenin satveti (kuvveti) ile, itaat edenin inkıyadı arasını birleştiren sensin. İdare ettiğin kimseleri fikrin çeksin, sana itaat ettiırdiğin kimseleri kendine çek. O üç yükten en ağırıdır, en ağır bir binektir. Çünki, insanlar ya idare edenler, ya idare edilenlerdir, ya da her ikisidir. Bu büyük ve toplayıcı rütbe sana aittir. Sen bu cami rütbeye sahipsin, çeşitli hükümlerini bir Hıraya getiren ve şeriatın hükümlerdeki aykırılıkları düzeltip tamanılıyansın. Memleketin salâhını temin etmek, senin isimdir. Nizamın bozulması senden sorulur. Kötülükten mes'ulsün. Yapılan iyilikler de senden bilinmez. Arzu ve iştiyak ile işlerin sana kolay görünür, fakat işlerden sıkı şekilde mes'ul tutulursun. Sana yapılan iyiliği nazara alıp kâfi görmelisin, bu takdirde mes'ul olmazsın. Senin vazifen sultanının hakkını eda etmek içim ve memleketin İslahı uğrunda gayretlerine düşmanlık yapmamaları için, «mlaırın zıddına hareket etmektir. Çünki sen, islâh için vazifelendirilmiş ve davet edilmişsin. Vazifeni yapmadığın için ondan özür dileme, vazifen onu yapmaktır. Mazeretin, çalışman ve gayretindir. Şahitlerin açık olması sebebiyle fiillerin lisanı kelimelerin lisanından daha iyi konuşur.
Bil ey Vezitr! Sen, Sultanının sana verdiği işlerde doğrudan doğruya idarecisin. O, meşru bir din ve nizamdır ve îâzira-ı ittıbâdır. Sana ihtilaflı bir mes'ele geldiği zaman, dini komutanın, hakkı rehberin yap, her türlü zorluğun azalır, güçlükler kolaylaşır, çünki, dinin ve hakkın yardımcıları vardır. Bilfiil yardım etmeselep de, kalbleri seninledir. Kalplerin seninle beraber olması sana kâfidir... Din sultandır (hâkimiyeti vardır), imamlık (liderlik) ona verilmiştir, direği onun temelleri üzerine oturmuştur. İşlerinde onu kendine yardımcı kıl, idarende sana müzahir olsun, böylece kalpleri huşu (yasaklardan korkan), nefisleri itaat'Sualinde bulunsun. Bir memleket dine sarılırsa, (kuvvetli olacağından) başkasına saldirabilir. Dini şiar edinen kuvvetlenir. Bil ki, sen ihtiyaçlarını ancak adalet ve iyilikle temin edebilirsin. Zulüm ve eziyet ile ihtiyaçlarını eMe edemezsin (zor elde edersin), çünki adalet devamlı meyve verijr; kötülük ise, onun kökünü kazır, söz ve fiil olmadan, adalet, sadece mallara inhisar etmez. Hakkını verirsen sana mallar geri döner, onu saMplerine tevdi et, çünki sen haklar üzerinde itimad edilen bir sefirsin (elçisin), kendisine rehin verilmiş bîr kefilsin. Vazifen hak sahiplerine hakkını vermek, haksızlara mani olmaktır.
Sözlerinde adalet yapman, üstün insanı üstün olmayana tercih ederek hitap tarzında olmamalı. Âlimi cahile tercih etme, iyiliğe ve kötülüğe göre meth veya zemmet (yap). Böylece ifrat ve tefrit olmadan, sevdirmen ve korkutman sebeplerine uygun olmalıdır. Dilin terazindir, onun ağıjr ve hafif gelmesinden onu koru.
Fiillerinde adaletin, ancak günah (suç) halinde ceza vermen tarzında olmalı, ancak dönüş (tövbe) halinde affetmelisin, öfken iyilikleri atmana sebep olmasiüij rızan da, seni kötülükleri affetmene sevk etmesin.» [401]
Mâverdî bundan sonra vezirlikten bahsetmekte ve onu, kılıç ve kalem ehliyetini birleştiren tevfiz vezirliği ile, görüş ve icraat mütehassısı tenfiz vezirliği diye ikiye ayırmaktadır. Bunlardan her birinin haklan ve şartları vardır.
Daha sonra tevfiz vezirliğine geçmekte ve bu vezirin vazifelerini şöy-îe sıralamaktadır.[402]
Bu vezirliğin esası vekâletin temelidir, bu sultanın menfaatlerinde ve işlerin istikâmetle gitmesinde kalem kabiliyeti olan bir kimsedir. Beş kısmı içine alır :
1-Sultan'dan sâdır olan emirleri tenfiz etmek. Vezir, iyilikle, onu kötülüklerden korumak için, tatbikatın başlangıcında onu tatbik etmek ve tatbikat esnasında ihlâlden korumak mecburiyetindedir. Bundan sonra, uygun zamanda onun icrasını tacil etmesi gerekir.
2- Gerekli şeyi tenfiz etmek.Vezirin görüşü memleketin idaresi içindir. O, bu emri tatbik ederken iki hakkı vardır : Birisi, kendi içtihadına göre en önemli işi, en isabetli tarzı gözetmek. Çünki o, işleri islâh için seçilip tayin edilmiş ve en uygun tedbiri alan kimsedir.
İkincisi, büyük bir mes'ele ise, Sultanı haberdar etmek gerekir, küçük bir iş ise, ondan gizlemek caizdir. Böylece kötü istibdaddan ve üzüeü kinden uzaklaşır.
3- Kendisinden evvelki halifelerden, işlerini görüşlerine ve içtibad-larına terkettikleri memurlar hakkında sâdır olan emirleri tenfiz etmek. Şayet onlar bu işlerin tenfizinde ileri giderlerse, onlara işi yaptırmak, kusurları görülmediği müddetçe onları cezalandırmamak, tenfizi gecikirse vezire değil, memurlara baş vurulur.
4- Vatandaşın âdet ve muamelât cümlesinden yaptıkları işleri tenfiz etmek, ihtilâf ettikleri hususlarda onları barıştırmak için hareket etmek. Çünki insanların, tek başına bir insanın ifa edemiyeceği kadar çeşitli ihtiyaçları vardır. Her kavmin önem verdiği bir ir vardır.
Vezir bu işleri tenfiz ederken, vatandaşın onda iki hakkı vardır ; Birincisi: Onlardan bir sınıfın isteklerine karsı çıkmaması.
İkincisi: İşinde kimseyi ortak almaması. [404]
Müdafaa dört hususu içine alır :
1- Sultanı yakınlarının tecavüzüne karşı müdafaa etmek. Bu üç sebepten ortaya çıkabilir:
Birincisi: Onları arzularıyla itaatine sevketmek, günahlarından onlar: korkutarak vazgeçirmek. Şayet insanlara arzu ve korkutma devamlı olursa, korku ve tama' husule getirir.
İkincisi : Kuvvetle hareket etmesinler ve zayıflayarak parçalanmasınlar diye. Her ikisi de Sultana zarar verir. Çünki, kuvvet ile düşmanları musallat ederler, zaaf ile acze tebdil ederler.
Üçüncüsü: Yalancı ve dessaslardan korumak ve fesatçılara karşı himaye etmek.
2-Memleketi düşmanlara karşı müdafaa etmek : Sultanın düşmanları tek basma hâVim olmak isteyenler ile kendisine karsı kuvvet kullanılarak yola getirilenlerdir. Bunlar üç gruptur :
Birincisi: Sultanın emsali: Onlara yaklaşmak ve karşılıklı sulh yaparak belâları defedilir.
İkincisi: İleri gelenler: Bunların belâları, tatlılık ve yumuşaklıkla giderilir.
Üçüncüsü: Rekabet edenler: Bunların belâsı, kuvvet kullanarak ve korkutarak defedilir.
3- Vezirin kendi nefsini emsallerine karşı müdafaa etmesi. Bunlar
üç çeşittir :
Birincisi: Zulmedendir. O, vezire karşı kötülük yapan, açığa vurandır. Her ikisi de zulümdür. Ancak ona karşı zafer elde edilerek uysallaş-tırılır.
İkincisi: Zulmedilendir : Kendisine karşı kötülük yapılmıştır, o ise sabretmiştir. Kendisine karşı açıkça düşmanlık yapılmıştır, fakat gizlemiştir. Kendisine yapılan, zulmün neticesinden korunmak için, ona iyilik yapılır. Gizlice hamle yapmasından sakınacaksın.
Üçüncüsü: Rakib : Bu bir rütbe ve makam isteyen kimsedir. Ümit vermek onu sevindirir. Onu bir işde vazifelendirmek ve çalıştırarak rekabetini hafiflet.
4-İhmal sebebiyle (neticesi) ortaya çıkan korku ve ihlâlden vatandagi müdafaa etmek. Her ikisi de kötü gidiş ve fena siyasetten ortaya Çıkar. İfrat ve tefrit arasından çıkmak ve adaletten ayırıp taksir ve israfa sevketmek icab eder.[406]
Bu, siyasetin en başta gelen bir şartıdır. Vezirlikte ise, ileri çıkmanın zaferi, geri durmanın zararı (heybeti) vardır. En iyisi ileriye atılmaktır.
Cesaret ve soğukkanlılık iki kısımdır:
1- Menfaatlerin celbi için cesaret. Bu, mülkün çoğalması, eşyanın artması neticesini doğurur. Böylece mülkün artması, kesin kararlılık ve azim ile olur, eşyanın artması ise, adalet ve ihsan ile gerçekleşir.
2- Zararları defetmede cesaret. Bu, ülkeye gelen zarardan kurtarmak, onu defetmektir. Bunun sebebi ise, ya ürkmek veya eziyettir. Her bir zarar, sebebinin zıddı hareketle Önlenir. [408]
Korunmanın dört veçhesi vardır:
1- Allah'tan, farz ettiği hususlarda korunmak. Bu, onun emirleri dairesinde hareketle ve yasakladığı şeyleri terketmekle olur. Emrettiği şey, itaat edilerek yapılır, yasakladığı şeylerden kaçınmak suretiyle mâ-siyetten kurtulur.
2- Sultandan korunmak: O, kudreti ile hareket eden, otoritesi ile hükmedendir. Hevaya meylederse, Sultan zannı, kesin kabul edip, şüphe
ile muaheze eder. Ona itimat acizliktir. Onunla beraber hareket tehlikedir...
3- Zamandan korunmak: Onun renkleri değişkendir. Yumuşamasından sonra sertleşir. Verdiğini geri alır, topladığını (cem'ettiğini) ayırır.
4- Günün adamlarından (Ehl-i zaman) korunmak: Çünki insan, nimetler karşısında hased yapar, selâmet karşısında mes'ud olur. [410]
Taklid iki çeşittir. Takriri taklid, tedbir taklidi.
1-Takriri taklid: Kaidelerini tesis etmek suretiyle mümkün olur. Takrir, şekillerini belirtmekle başlar. Bu üç kısımdır:
Birincisi: Vezirin doğrudan doğruya takdir hakkını kullanarak hareket etmesidir. Vezir, takririnde özel yetkisi, tatbikatında üstün hakkı olan kimsedir.
İkincisi: Taklid, kendisinden uzaklaşan ve devamlı yapılan şeyde olur. Vezir, takririnde vekil kullanabilir. Vekil, vezirin emrine ve tatbikatına uygun hareket eder.
Üçüncüsü: Taklid, kendisinden uzaklaşan ve devamlı yapılan şeyde olur. Vezir bu işde, takriri ile tatbikatını birleştiren birini kendisine vekil tayin edebilir.
2-Tedbiri taklid: Bu, şekilleri istikrar bulmuş, kaideleri yerleşmiş hususlarda görülür. Bu vezir ile bu işi idare eden (nazır) arasında müşterektir. Vezir, işin genel gözetimini, idareci ise bizzat idare edenidir. Bu da iki çeşittir Ordunun tedbiri, malların tedbiri. [412]
İki çeşittir :
Birincisi: Sebepsiz yere azildir. Bu, siyaset dışıdır. Çünki, fiiller ve sözler sebepleri teşkil ederler. Bunlar ortadan kalkarsa (bunlardan tecerrüd ederseniz), fiil abes olur.
İkincisi: Azil. onu gerektiren bir sebeple olur. Bunun sebeplerinin sekiz veçhesi vardır:
1- Azil sefcebi, azledilende görülen hiyanettir.
2- Azil sekeni, aczi ve ehliyetsizliğidir. Acz ile görülen iş, kayıptır.
3- Azil sebebi, haksızlık ve ihlâlden ortaya çıkan, iş ihlâlidir.
4- Azil sebebi, yumuşaklığı veya heybetsizîiğinden ortaya çıkan işin yayılmasıdır.
5- Azil sebebi, ehliyetinde fazlalık ve işinin gereğinden fazla ona ihtiyaç duyulmasıdır.
6- Azil sebeH, ondan daha fazla ehliyet sahibi olanların varlığıdır. Bu halde daha ehil olanlar gözetilir.
7- Azil sebebi, işini, o işde fazla gayret gösterenin ehliyetine nazaran az yapmasıdır.
8- Azil sebebi, işinin neticesinden garanti veren birinin ortaya çıkmasıdır. İşin garantiye bağlanması, âdil siyasetin kanunları dışındadır. Çünki, kendisine bir iş emanet edilen, gereken işi yapmaya ehil olduğu gibi, gerekmeyeni de yapmaya ehildir. [414]
Bu vezirlikte tefviz vezirliğine ait ve tefvizin umumîliğinden ortaya çıkan yetkisinden bazı noktalarda eksiklikler vardır. Bunlar dört kanundur :
Birincisi: Sultan ile vatandaşlar arasında elçilik. Çünki sultan, çok duvarlarla (perdelerle) çevrili, bizzat hitab ve meşguliyetten beridir. Bu sebeple, muhteşem ve muazzam bir vezirin ihtisasına ihtiyaç vardır. Sultan, konuşan bir dil ve uyanık bir kulak olması için, ondan sâdır olan emir ve yasaklara uyar, ondan istenilen ve şikâyet edilen hususlarda onu teşvik eder ve destekler.
İkincisi: Görüşü ve meşvereti ile Sultana yardım etmek. Çünki, Sultan, fikrinin genişliği ve isabetli görüş sahibi olmakla beraber, işlerle bizzat meşgul olamayan kapalı bir şahıstır. Fikrin kapalı olması onu tecrübeden mahrum bırakır. Bu sebeple, tecrübeli ve kuvvetli bir fikre sahip olması için, doğrudan doğruya iş görecek kuvvetli bir şahsa ihtiyacı vardır. Şâhid, gaib gibi olmaz.
Üçüncüsü : Sultan için gören bir göz, işiten bir kulak olmak. Onun aleyhinde şahit olduğu şeyler hakkında onu tehlikeden uzaklaştırır, ama sadakatsizlik hakkında duyduğunu haber verir. Çünki o, iktidara ortak kılınmıştır, ona ayrı bir imtiyaz verilmiş ve devlet işlerini idare için va-zifelendirmiştir. O halde, iktidarın (Sultanın) menfaatleri için kendini vermelidir. O şahıs, sultan adına ve yerine, onun dışında olan peyler hakkında kendisine bilgi vermek için, onun görmediği zaman gören, uzak olduğu zaman duyandır. Çünki o, başkasından daha yakındır.
Dördüncüsü: Yorulduğu zaman Sultanın rahatını temin etmek için yorulmalıdır, bıkmadan göstermelidir. Sultan istediği zaman, kaybolmayacak, tekrar geri çevrilse bıkmayacak. Çünki o. konuştuğu zaman Sultanın dili, baktığı zaman gözü, vurduğu zaman elidir. [416]
Yukarıda vezirliğin, Hulefâ-i Râşidin devrinden itibaren ve Emevî halifeleri zamanında mevcut olduğunu söyledik. Çünki, kendisinde devlet işlerini idare ehliyet ve dirayeti olan kimselerden yardım istemişlerdir.
Fakat bu vezirlik, resmî bir bünyeyi (şekli) haiz olmamış, vezirler için belli ihtisaslar (yetkiler) gösterilmemiş ve onların vezirliğe tayinleri, âmme vazifesi ifa statüsüne ve buna bağlı görünüşe kavuşturulmamıştır.
Diyebiliriz ki, vezirlik, Abbasîler devri hariç, resmî bir bünyeyi haiz olmamıştır.
İhn-i Tabataba şöyle diyor :
«Vezirlik, ancak Abbasî devletimde kaide ve usûtferi (kanunları) hazırlanmış ve kararlaştırılmıştır. Bundan önce ise, kaide ve kanunları tesbH edilmiş değildi. Daha çok her bir sultanın kendi tutum ve anlayışı mevcut idi. Bir mes'ele ortaya çıktığı zaman, isabetli görüş sahibi kimselerle istişare ederdi. Onlardan her biri vezirin tarzında (yolunda) gider-m (hareket ederdi). Bundan evvel «Kâtib veya Müşir» olarak adlandırılırdı.» [417]
Vezirliğe resmî olaırak ilk defa tayin edilen ve ismine «vezir» denilen şahıs, Ebu Abbas Es-Se££ah'm veziri Efeu Seîeme El-Hallal'dir, Bundan önce Ibu ismi alan kimse bilinmiyor. [418]
Abbasî devrinde vezirlerin tayini, muayyen bir merasime uyularak yapılırdı. Vezirlik makamı için bir şahıs adaylığını koymuşsa, halife ona, onu vezirliğe getirdiğini ifade eden yazılı bir kararname = emirname (mersum) gönderirdi. Bu emirname ona, devlet emirliklerinden bir emirlik yüklemiş olur. O şahıs bu emirnameye ittılâ kesbedince, sarayın özel memurları ve koruyucularının taşıdığı bir binek içinde, hilâfet merkezine giderdi. Saray mabeyncisi (hâcib) onu halifeye takdim eder, o da halifenin önünde eğilerek itaatini belirtir, daha sonra, vezirler için özel bir âdet olan «Saltanat libasını» giymek üzere bitişik bir odaya götürülürdü. Sonra Halifenin huzuruna döner, ona minnet ve şükranlarım takdim ederdi. Sultanın huzurundaki merasim tamamlanınca, resmî bir merasimle, süslü ve asıl (şehiyr) resmî bir at üstünde, vezirlik makamına (dâru'l-vszare) gider. Yapılan merasimde, kendisi ile birlikte yüksek dereceli memurlar, ordu komutanları, emirler, saltanat vazifelileri, protokol memur ve koruyucuları gelir. Daha sonra, vezirlik makamında vezir olarak tayin edilmesi sebebiyle, halkın tebrikini kabul eder, arkasından halkın önünde, kendisine vezirlik vazifesinin verildiğini bildiren Emirnameyi okur.[419]
Vezir için geniş bir özel ev (ikametgah) tahsis edilirdi. Abbasî devrinde, hicrî 320 yılma kadar, vezirlerin ikametgahı, eskiden Süleyman bin Vehb'e ait, Dicle nehrinin doğu kıyısındaki konak idi. Bu konak «Dâ-ru'1-Muharrem» diye adlandırılır, 300.000 kulaç (zira' = yaklaşık 75 cm.) yani 250.000 m- civarında olup, geniş bir avlusu ve arkasında hurma bahçesi bulunan bir ev İdi.
Vezirin evinde, bir zamanlar otuzu geçen sayıda bekçi bulunurdu. Aynı şekilde Vezirin huzurunda, halkın arasında dolaşan silâhlı gençler bulunur, ellerinde kılıçları olduğu halde Vezirin yanında yürürlerdi.
Vezir, âdet olduğu üzere, merasim günleri, yani pazartesi ve perşembe günleri dızında saraya normal olarak gitmezdi. Vezir saraya, Divanında bulunan kâtiplerden birini gönderirdi. Sarayda, Vezir ve yardımcılarının oturduğu ve halife istediği zaman davet etsin ve hazır bulunsunlar diye, özel bir kısım bulunurdu.
Halifenin Meclisinde vezir, yüzü halifeye dönük olarak otururdu. Vezir, halifenin huzurunda bir şey yazdırmak isterse, ona, elleri arasında ilgili malzemeyi taşıyan bir genç getirir, vezir istediğini yazdırırdı. [420]
Abbasî halifeleri vezirlerine, maaş karşılığı, gelir getiren araziler verirler, bazan da bunlara ilâveten maaş başlatırlardı. Bu maaşlar devirlere, halife ve vezirlere göre farklı olmuştur. Genellikle vezirin mülkü milyonlara varmıştır.
Çoğu defa halifeler vezirlerine çeşitli büyük lâkablar vermişlerdir. Hajrım Er-Reşid, veziri Cafer El-Bermekî'ye, sadece ona ait olmak üzere «Sultan» lâkabı vermiş, El-Fadl bin Er-Rebî'e «Mevlâ Emîrü'l-Mü'minîn» lâkabını; Halife EI-Me'mun ise, veziri El-Fadî bin Sehl'e, «Zıı'r-Eiaseteyn» diye lâkab vermiş, onun kardeşi Hasan bin Sehl'e ise, Zu'l-Kifayeteyn» lâkabını vermiştir. Mu'temed Alallah ise, veziri Sâd fcin Muhalled'e, «Zu'î-Vezareteyn» lâkabını vermiştir.
Hicrî 3. asırda Abbasî halifeleri vezirlere Taç vermişler, hicrî 4. asırda ise onlara «HuIletü'I-Munadime» (Mutemed dost) lâkabı vermişlerdir. Halife, vezirine bir ikramda bulunmak-isteyince, onu künyesi ile çağırırdı.
Vezirin yetkileri, halifelere ve vezirlere göre değişmiştir (farklıdır). O kadar ki, bazı vezirler devlet işlerine (idaresine) tam hâkim olarak, halifenin haiz olduğundan fazla yetkilere sahip olmuşlardır. [421]
İmaret, velayetin bir çeşididir. Vezirlik devletin bütün kısımlarını içine alan genel bir velayet olmak bakımından, vezirlikten farklıdır. İmaret, aynı zamanda, hem genel, hem de özel velayettir. Emir, imaretine taalluk eden bütün işleri görmede mutlak yetki sahibi olduğu için, geneldir. Muayyen bir bölgeye münhasır olduğu ve diğer imaretlere karışa-rnayacağı için de, özeldir.
İslâm devletinin "genişlemesi, ülkenin çeşitli bölgelere ayrılması neticesini doğurmuştur. Çünki, Devlet Başkanı olan halife, mesafelerin uzaklığı sebebiyle, devlette bütün işlerle meşgul olamaz; her bölge için kendine nâib tayin eder, bu Emîr, kendisine bağlı bölgenin işlerine bakar.
Zamanımızda, tek bir devlet çeşitli bölgelere (valiliklere) ayrılmıştır, her vilâyeti «Vali» (Muhafız) ismi verilen şahıs idare eder. Vali, kendi vilâyetindeki işlerden birinci derecede mes'ul olup, doğrudan doğruya baş şehrdeki yüksek organa bağlı olduğunu görüyoruz.[422]
Kanaatimizce ülkenin genişlemesi, tabiî olarak . bir idarî taksimata sebep olmaktadır. Ülke bölgelere ayrılmakta, her bölgenin başında, bu bölgenin işlerini idare eden Emîr veya Vali bulunmaktadır.
Şam bölgesi, İslâm'dan önce «Vilâyet-i Şark» denilen Bizanslıların bir vilâyeti idi ve 11 kısma ayrılmıştı. Her kısımda birkaç «bilâd» mevcuttu.
Her kımı «Patrik» ismi verilen biri idare ederdi. Bu lâkab, Bizanslılarda, devlet içinde büyük nüfuz sahibi olan Bizanslı asillerin topluluğüna verilirdi. Bizans devleti genişleyince, bu patriklerden Şarn ve Mısır bölgeleri valileri tayin edilmiştir. [423]
Bu tanzim tarzını, bir hükümet düzenine sahip olmadıkları için, İs-lâmdan evvelki araplarda görmüyoruz. Çünki, onlar kabile düzenlemesi esasına dayanıyorlardı. Kabile ise örflerin ortaya koyduğu bir çeşit düzenlemeye dayanmaktaydı. Kabilenin reisi, kabilenin başkanı ve bütün işlerde ona dayandığı bir merci olarak kabul ediliyordu. Kabilenin fertleri, işleri ve ihtilâflarında onu hakem tutuyorlar, o ise, ihtilâfı halletmek için kanun yerine geçen örflere dayanıyordu.
Kabile, boylardan gelen bir bütündü. Her boyun bir reisi vardı. Kabile reisi mühim bir şey istediği zaman, diğer bir kabileye harp ilânı gibi, bütün boyların başkanlarını toplar, onlardan kabile meclisi meydana gelirdi.[424]
İslâm tarihinde imaret tatbik edilmemiştir. Ancak, evvelâ sınırlı yetkiler ortaya çıkmış, daha sonra genişlemiş ve Emirlerin nüfuzu yavaş yavaş artmıştır. Bir an gelmiş, hilâfetle ancak dış görünüşünde bağlı olan inerkezî hükümeti temsil eder olmuştur.
Biz evvelâ Hz. Peygamber [Sailallahü Aleyhi ve Sellem) devrinde imareti görecek, daha sonra Hulefâ-i Râşidîn, Emevi ve Abbasîler devrinde imareti ele alacağız. [425]
Birincisi Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi veSeîlem)devrinde imaret:
Hz. Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) Medine'ye hicret edince, İslâm devletinin teşekkülünün çekirdeği hicretiyie birlikte başlamıştır. Hz. Peygamber devlet başkanıydı. Bu sırada hayat basit idi ve bütün yetkiler onun elinde toplanmıştı. Harplerde ordulara komutanlık ediyor, ihtilâfları halledip, insanlar arasında hüküm veriyor ve müslümanlara namazda imamhk yapıyordu. İslâm devleti genişleyince, Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem} idarî düzenlemenin çekirdeğini koymuştur. Her bir kabileye, müslümanlara namazda imamlık yapmak, dinlerini Öğretmek ve mallarının zekâtını toplamak için memur veya Emîr gönderiyordu.
Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Seim) bir harp için veya hac niyeti ile Medine'den dışarı çıkınca, yerine kendi vazifesini yapacak bir vekil tayin ediyordu, riarp İçin bir Seriye (Ordu) gönderince, başlarına bir komutan tayin ediyordu.
İslâm Devleti genişleyince, memur ve valilerin sayısı arttı, aynı zamanda yetki ve işleri de çoğaldı. [426]
Hulefâ-i Râşidîn devrinde idarî nizam gayet basit oiup; karışık değildi. Bu devirdeki Emirlere «Ümmaİ» (Memur, İşçi) ve «Vuiât» (Vali) ismi verilirdi. Memurlar yetki ayırımı yapılmaksızın vazifelerine giren halkın işlerinde halifenin yerine vaziie görüyorlardı.
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) Hilâfete geçince, Hz. Peygamber (Sailalkıhu Aleyhi ve SellemJ in memurlarını iş başında bıraktı. Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) idaresi esnasında sahabelerin iîeri gelenlerinden yardım ister, mühim meselelerde onlarla istişare ederdi; onların görüş-(Radiyallahu anhjlerini alırdı. Hz. Ebu Bekir devrinde Arap ülkesi birkaç bölüme (vilâyete) ayrılmıştı: Mekke, Medine, Tâif, San'a, Hadramud, Holan, Zebid, Rakka,^Cened, Necran ve Bahreyn.
Hz. Ömer (RadiyaUahu anh) hilâfete gelince, onun devrinde fütuhatlar olmuş, İslâm ülkesi genişlemiştir. İşlerin idaresi kolay olsun diye ülke büyük eyaletlere ayrılmıştı. Bunlar şunlardı: Ehraz, Bahreyn, Sicistan, Mekran ve Kerman, Taberistan, Horasan, İran kısmı üç vilâyete ayrılmıştı. Irak ülkesi iki kısma ayrılmıştı. Biri, Küfe naziresi, diğeri Basra hazi-resi. Şam ülkesi ikiye ayrılmıştı. Biri Humus haziresi, ikincisi Dimaşk naziresi. Filistin müstakil bir kısım idi. Afrika üç kısma ayrılmıştı. Yukarı Mısır, aşağı Mısır, batı Mısır ve Libya sahrası[427]
Diyebiliriz ki, İslâm devleti için idarî nizamı ilk defa kuran Hz. Ömer (Radiyallahu anh) olmuştur. Bu bölgelerin Emirlerine, vazifelilerin işinin bünyesine uygun olması için «Ummal» (İşçi) deniliyordu. Bunlar, imaret ye iki veya kudret manası olmaksızın, sadece insanlara namazda imamlık yapar, ihtilâfları halleder, orduya kumandanlık yapar ve malî işlere bakardı.
Valileri Hz. Ömer (Radiyallahu anh) seçer, daha sonra çalışmalarını ve işlerini kontrol ederdi. Çizdiği yoldan ayrılanlara müsamaha etmezdi. Bir defasında halkın içinde şöyle demiştir:
«Allah'a yemin ederim ki, ben valilerimi size zulmetmek ve aşar toplamak için göndermiyorum. Ben onları, size dininizi ve sünnetinizi öğretmeleri i"in gönderiyorum. Bunun dışında İbir şey yapan olursa, bana bildirin. Nefsim yedi kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, ondan zulmünün hesabmi sorarım.»
Çoğu defa, çeşitli İslâm ülkelerinden gelen hacıları ve heyetlerin hallerini ve valilerin durumlarım sormak için, onlarla konuşur, valilerden birinin vazifesinin esasına aykırı bir şey bulur veya duyarsa, onu azleder, yerine daha kabiliyetli birini tayin ederdi.
Taberî şu hâdiseyi zikrediyor : Bir defasında Hz. Ömer (Radiyallahu anh) vatandaşlardan Emirlerini soruyordu. Onlara şöyle der :
«Hastalarınıza bakıyor mu?»
Onlar: «Evet!» derler.
Hz. Ömer (Radiyallahu anh) :
«Kölelere iyi bakıyor mu?»
Onlar: «Evet!» derler.
Hz. Ömer (Radiyallahuanh):
«Zayıflara muamelesi nasıl? Kapısı önünde biri oturur mu?»
Onlar valinin bu vasfı için, «Kötü!» deyince, onu azletti.
Diğer Hulefa-i Râşidîn, vali ve memurların tayininde Hz, Ebu Bekir ve Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in sünneti üzre gitmişlerdir. Sadr-ı İslâm'da bu vazife tam bir mes'uliyeti ifade ediyordu. Memur, halife ve vatandaşlara karşı, kendisinden sâdır olan bütün işlemlerinden dolayı mes'ul-dü. Çoğu defa halife basit bir ihmali veya taksiri sebebiyle memuru azleder veya cezalandırırdı.
Memurun diğer vatandaşlardan, iktidar ve yetki ifade eden hiç bir maddî üstünlüğü yoktur. Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (Radiyallahu anh) memurlarına dört şart ileri sürüyordu: Ata binmemek, ince elbise giymemek, açıkta yemek yememek ve insanların ihtiyacını gidermeden kapısını kapamamak ve bekçi taşımamak (araya vasıta koymamak).
Bu, Hz. Ömer (Radiyallahu anhy in velayet anlayışını ifade eder. Yâni halka hizmet, onlardan herhangi bir farklı imtiyazı olmadan, onların men-faatlarını korumak.
Hz. Ömer (Radiyallahu anh) memurlarını ticaret yapmaktan ve hediye almaktan men etmişti. Çünki, ticaretle meşgul olmak, memuru vazifesine ihtimam göstermekten alakoyar. Belki de yetkisini fazla kâr elde etmek uğruna istismar eder. Aynı şekilde memur halktan hediye kabul edemez, çünki hediye idareci için rüşvet mânasına gelir. Vali ve memurların mevkilerini ve yetkilerini kullanmak suretiyle büyük servet elde ettikleri görüldüğünden, memur ve valilerin mallarının müsadere edildiği çok görülmüştür. [428]
Emevîler devrinde İslâm ülkesi büyük nisbette genişlemiş, hilâfet yetkileri, Uzak Doğu'dan, Uzak Garb'a kadar uzayan geniş bir bölgede hükmediyordu. Ülke Emevîler devrinde beş eyalete ayrılmıştı:
1-Hicaz, Yemen ve Arap ülkesinin ortaları.[429]
2- Mısır.
3- İki Irak. Arabî Irak: Babil, Aşur; İran Irak'ı: İran.
4- El-Cezire ülkesi : Bu kısma, Kuzey Suriye'deki Ermenistan ve Azerbeycan dahildir.
5- Batı Mısır'dan Fas'a (Mağrib) kadar Kuzey Afrika, Endülüs ve Akdeniz'deki adalar.
Halife Afodülmelik 'bin Mervan, idarî bakımdan ülkeyi vilâyetlere
ayırdı (göre düzenledi). Bu vilâyetlerin idaresi sadece arap valilerin elinde idi. [430]
Burada valilerin yetkisinin genişlediğini ve arttığını görüyoruz. Bu valiler kendi bölgelerinde âdete mutlak yetkilere sahip olmuşlardır. Irak'da Haccac bin Yusuf Es-Sekkafî; Mısır'da, Abdülaziz bin Mervan gibi. Ömer Hn Afcdulaziz hilâfete gelince, valilerin nüfuzunu çok azaltmış, bazılarını azletmiş, mazlumların hakkını vermiş, zulüm ve cinayete engel olmuştur.
Üstad Muhammed Kür d Ali şöyle diyor:
«Emevîlerin hilâfet günlerinin hepsi ayıpsızdır denemez. Yezid bin Velid'in idaresi hariç, gerçekte zayıflamamıştır. Onlar çalışma ve idarelerinde, kendilerinden öncekilerin yollarında değillerdi. Onların sonuncusu Mervan bin Muhammed, büyük gayret göstermiş ve kötülükleri hilâfetten uzaklaştırmak için çalışmıştır. Çatlaklar büyümüş, memleketin idaresi zayıflamıştır. Hükümetleri, çoğunlukla asilzedelerin idare ettiği 'saf arab' hükümeti idi. Denildiğine göre, Emevî iktidarının sona ejrme sebepleri arasında, kendileri hakkındaki haberlerin örtbas edilmesi, devlet idarecilerinin kızdırılması, veliahdlık sebebiyle, Emevî devletinin kendi aralarında paylaşılması, ayrıca askerin atiyyelerinin geciktirilmesi ve kendileri dışında olan Abbasîletrin ortaya çıkmasıdır.» [431]
Devletin kuvveti ve halifelerin yetkileri sebebiyle, hicrî 132 den 232 yılına kadar, Abbasîler devrinin ilk başlarında imaret müessesesi zayıflamıştır. Bu durum, valilerin çok az yetkiye sahip bir memur haline gelmesi neticesi, merkezî idarenin kuvvetlenmesine sebep olmuştur. İmaret yetkileri vazifeliler arasında çeşitli şekiller almış, o kadar ki, bir memurun vazifesi namaza ve askere komutanlık etmeye inhisar etmiştir, idare, malî işlerde mal sahibine, kapî işlerde kadıya intikal etmiş, böylece Emîre, ancak çok az yetkiler kalmıştır.
Bundan sonra Abbasî Devleti zayıflamış, onunla birlikte, hilâfet baş şehrindeki merkezî iktidar da zayıflamış, Emirlerin yetkileri, bazıları merkezî iktidardan ayrılıp istiklâlini ilân edecek kadar, artmıştır. Böylece zahiren Abbasî hilâfetine bağlı Emirlerin idare ettiği devletçikler ortaya çıkmıştır. Emirler tamamiyle müstakil idiler.[432]
En-Nuzumu'1-İsiâmiyye kitabında şöyle deniliyor :
«Halife, bölge idarecilerini, o 'bölgelerin işlemini ifa etmeleri için, bizzat seçerdi. Ancak sivil ve kazaî yetkileri, sınırsız değildi. Bir idareci, vilâyetinde uzun zaman t ıra kılma zdı. Şayet vazifesinden azledümezse, ondaa. vilâyetinin işleri hakkında mufassal tir açıklama yapması istenirdi. Doğruluğu hakkında en küçük bir şüphe, bütün mülkünün müsaderesi için kâfi idi. Eiu Cafer El-Mansur devrinde valilerin işi, zahijrî bir vazifeden öteye geçmemiştir. Kaza yetkisi ise, bu bölgenin kadısının elinde idi. Çeşitli şehirlerde yardımcı bazı hâkimler vardı. Bununla beraber, bazı valiler ezel imtiyazlar almışlar, bu vilâyetlerde halifenin hâkimiyetini kalul ve i azı maU yardımlar vermişlerdir.» [433]
«İmaret» kelimesi ordu komutanı için kullanılır, ona «Eınîr» ismi verilirdi. Bu Emir, üzerine gittiği bir ülkenin fethinde başarı kazanırsa, bu ülkenin üzerine «Emir» ve işlerini idare için bir vali tayin ederdi.
İmareti ikiye ayırabiliriz : [434]
Bu, bir bölge üzerindeki genel velayettir. Vilâyetinin içlerinde Emîr'in mutlak yetkisi vardır. Ona «İmaretü'I-Bilâd» ismi verilir. [435]
Bu, ordu komutanlığıdır. [436]
Ülke üzerinde imaret, imarete dahil bölge işlerini görmeye şâmildir. Bölgenin Emîr'i, Emîr olarak tayin edildiği bölgenin işlerini idarede devlet başkanı olan Halifenin vekilidir.
Emîr'in yetkileri genel ve özel olma bakımından farklıdır. Bazan imaret bütün dinî ve malî işlere şamil olarak geneldir, bazan da, malî işleri içine almadan sadece dinî işlere şamildir.
Mâverdî şöyle diyor :
«Halife bir bölgeye veya şehire Emîr tayin ederse, imareti iki çeşit olabilir: Genel ve özel. Genel imaret iki çeşit olur:
a) Serbest foir tayin akdi ile meydana gelen îstikfâ İmareti.
b) Mecburî bir tayin (akdi) ile meydana gelen İstilâ İmareti.[437]
Ebu Yala şöyle diyor :
«Halifenin vilâyetlerin idaresi için tayin ettikleri dört kısımdır :
Birincisi -Kamu hizmetindeki yetkisi ve vazifesi geneldir. Bu kimseler vezirlerdir. Çüııki onlar, sınırlama ve tahsis olmadan bütün işlerde yetkilidirler.
İkincisi -Özel işlerde yetkisi geneldir. Bunlar tölgeletrin ve şehirlerin Emirleridir. Çünki, tahsis edilen işdelû çalışma ve idaresi, bütün işlerde geneldir.
Üçüncüsü -Genel işlerde yetkisi özeldir. Bunlar bas hâkim, ordular komutanı (nakib), limanlar muhafızı (âmiri), haraç isleri genel müdürü, sadaka toplayıcı gibi. Çünki bunların herMri, işlerin bütününde özel bir idareye bakar.
Dördüncüsü -özel işlerde yetkisi özeldir. Bunlar, il veya bölge hâkimi, kendi haracını veya sadakasını toplayan ve kendisine ait limanım, muhafızı veya askerinin komutanı idi. Çünki bunların herMffi, tahsis edilen bir işde özel bir idareye bakar.
Bütün hu memurlardan herbiri için, yetkisini tesis ve İdaresini muteber kılacak şartlar vardır.» [438]
Genel imaret, bir şehir veya bölgede bütün işlere bakma yetkisine sahip olmak bakımından, mutlak yetkiye sahip Emîr'in genel yetkileridir.[439]
Emîre verilen imaret genel ise, o aşağıdaki işlere bakabilir:
Birincisi: Ordunun idaresine ve erzaklarını takdirine bakar. Ancak halife bizzat takdir etmişse, halifenin görüşüne uygun hareket eder.
İkincisi: Mahkemelere bakar, hâkimleri tayin eder.
Üçüncüsü: Haraç toplama, sadakaları alma, bu işler için memur tayin etme ve her ikisinden, müstahak olanların hakkını ayırma.
Dördüncüsü: Dini himaye ve halkın namusunu korur, dinin tağyir ve tâdile uğramaması için gayret eder.:
Beşincisi: Allah'ın ve kulların haklarını ihlâl edenlere had (ceza) tatbik etmek.
Altıncısı: Cuma günleri ve diğer zamanlarda cemaata imamlık yapmak veya kendi yerine birini vekil bırakmak.
Yedincisi: Hacca gidenleri yolcu eder. Onların geride kalan yakınlarını dönüşlerine kadar korur. [440]
Emîr, îslânı Siyaset Hukuku âlimlerinin belirttiği kısaca bu yetkileri, genel imarete getirilir getirilmez, doğrudan doğruya haizdir. Bu yetkiler dinî, müdafaa, kazaî ve malî işlere şamildir.[441]
Âlimler imarete gelen şahısta muayyen şartların yerine getirilmesini şart koşuyorlar. Bu şartlar tefviz veziri için ileri sürülen şartların aynıdır. Çünki, Emîr'in muayyen mıntıkadaki selâhiyeti geneldir.
Tefviz vezirinde bulunması gerekli şartlar ise, nesep şartı dışında halifede bulunması gerekli şartlardır.
Bu sebeple Emîr'in şartları şunlardır: İlim, adalet, bedenî selâmet ve kendisine bağlı vazifelen ifaya yetecek kabiliyet ve kudret bakımından imarete uygunluk. [442]
Mâverdî şöyle diyor:
«Böyle bir imaretteki şartlar tefviz vezirindekî şaftlardır. Çünki, ikisi arasmdald fark, velayetin imarette Özel tefviz vezirliğinde ise umumî olduğudur. Velayetin umumî ve hususî olması bu işlerdeki muteber şartlarda bîr fark teşkil etmez.» [443]
Belirttiklerimizden anladığımıza göre, Vezir'in yetkisi Emîr'in yetkisinden daha geneldir. Çünki, Vezir'in yetkisi bütün eyaletler ve bölgeler üzerinde mutlak ve umumîdir. Halbuki Emîr'in yetkisi, idare ettiği bölge dahilinde umumîdir.
Binaenaleyh Vezir, Emirleri tayin ve azletme hakkına sahiptir. Çünki, yetkisi büyük nisbette halifenin yetkilerine benzeyecek kadar geneldir. Vezir, bu yetkilere dayanarak doğrudan doğruya Emîr'in faaliyetlerini murakabe edebilir. Çünki, doğrudan doğruya onun reisidir. Onun yetkisi bütün bölgelerin Emirleri üzerinde genel ve mutlak olduğu için, Emîr'in Halife tarafından veya Vezir tarafından tayin edilmiş olması durumu değiştirmez.[444]
Vezirin bölgelerin Emirleri üzerinde genel yetkisi olduğuna göre, acaba onları tayin veya azledebilir mi? Ve acaba bu, onun selâhiyetleri cümlesinde midir?
Burada tayin ve azil arasında bir ayırım yapmak gerekir.
Birincisi -Tayin durumu:
Vezir, bölgelerin Emirlerini tayin hakkına sahip olduğu gibi, Halife de bu yetkiye sahiptir. Her ikisi de onların muameleleri üzerinde murakabe hakkına sahiptir.
İkincisi -Azil durumu:
Tabiî, Halife bütün Emirleri azil hakkına sahip olduğu gibi, onları Emirlik makamına da getirebilir. Çünki o, devlet başkanıdır.
Vezir İse, ancak kendi iradesiyle tayin ettiği Emirleri azil hakkına sahiptir. Çünki onlar, onun vekilidirler; o tek başına onları azledebilir veya görüşüne göre başka bir yere nakledebilir. Halife, Veziri azlederse, Vezirin tayin ettiği Emîrler, onun azliyle birlikte azledilmiş olurlar. Ancak onların işini uygun bulursa, azledilmiş olmazlar.
Eğer Emirlerin tayinini Halife yapmış, ya da onun izni ile Vezir ta-1 yin etmişse, Vezir onları vazifelerinden azledemez veya yerlerini değiştiremez. Çünki, onun bu işlemi Halifenin tasarrufuna aykırıdır, bu ise caiz değildir.
Ebu Yala şöyle diyor :
«Sonra bu imaret akdine bakılır: Şayet onu Halife tayin etmişse, tefviz vezirinin gözetme ve tetkik yapma hakkı vardır; ancak onu azil veya bir bölgeden nakil hakkı yoktur.
Şayet vezir tek başına onu tayin etmişse, bakılır: Şayet halife adına tayin etmişse, onu azledemez ve bir işten diğer bir İşe nakledemez. Ancak Halifenin izniyle yapabilir. Vezir azletse bile, bu Emîr azledilmiş olmaz. Şayet bizzat kendisi tayin etmişse, o kendisinin vekilidir, bu sebeple görüşüne göre uygun olacak tarzda tek foaşuıa azledebilir ve işini değiştirebilir.
Bu Emîrhı tayini yapılmış ve fakat onun 'İsendişi tarafımdan veya Halife adına yapıldığı belirtilmemişse., kendi adına tayin etmiş sayılır. Onu tek başına azledebilir. Halife onun İmaretini uygun bulması hali dı-Şinda, Vezir azledilince (bu Emir de azledilmiş sayılır. Bu yenileme yeisi bir vazife ve yeniden tayin olur. Ancak akdin sözlerinde, akdîn başlangıcındaki şartlara ihtiyaç yoktur.» [445]
İmaret, bir bölgede genel bir velayettir. Vezir, Halifenin muvafakati ile veya muvafakati olmadan, kendisi için tenfiz veziri tayin edebilir. Çünki, tenfiz vezirinin işi, tahakküm hakkı olmadan vekâlet yoluyla Emî-rin emirlerini icra etmektir.
Buna dayanarak, Emîre tâbi olan tenfiz veziri, orduları harekete geçirmek veya devlet malından sarfiyat yapmak, ya da bazı vazifelileri tayin gibi, tek başına bir işi yapamaz, çünki vazifesi tenfizdir. Emir. kendisinden sâdır olan emirleri tatbik etmek için bir tenfiz vezirine muhtaçtır.
Ancak, Emir kendisi için bir tefviz veziri tayin edemez. Çünki, tefviz vezirinin yetkisi geniş ve müstakildir. İşini kendi âmirine başvurmadan yapar. Bu sebeple Halifenin izni dışında Emîr, tenfiz veziri tayin edebilir, ama tefviz veziri tayin edemez.
Kanaatimizce, Emîrin vezir tayin edebilmesi konusunda Kfou Yala ile Mâverıdî'nin sözleri arasında tenakuz vardır.
Mâverdî, Emîrin, kendisi için halifenin veya bir başkasının emri ile tenfiz veziri tayin edebileceğini ve fakat tefviz vezirinin ancak halifenin izni ile tayin edebileceğini söylüyor. [446]
Ebu Yala ise, Emîrin, Halifenin izni olmadan hiç bir vezir tayin edemiyeceğini söylüyor. [447]
Öyle anlaşılıyor ki. Emîr, emirlerini tatbik için tatbike muhtaçtır, bu İse, ancak bu işi yapacak bir vezir tayini suretiyle mümkün olur. [448]
Halife, kendisi veya veziri, ya da eski halife tarafından tayin edilmiş olsun, herhangi bir Emîri azledebilir. Halifenin ölümü ile Emîr azledilmiş olmaz, imareti devam eder. Buna karşılık, vezir, halifenin ölümü ile azledilmiş olur. Çünki vezirlik, halife adına vekâlettir, imaret ise, müs-lümanlar adına bir vekâlettir.
Ama, tayinleri kendinden evvel yapılmış Vezirlerin Emirleri, Halifenin emriyle azledilmiş, olurlar. Çünki. onun yetkisi en üstündür. Aynı şekilde tayinlerini yapan vezirin ölümüyle azledilmiş olurlar.
Buna dayanarak, şayet Emîr, Halifeden önce tayin edilmişse, Halifenin ölümüyle azledilmiş olmaz. Buna karşılık Vezirin tayin ettiği Emîr Vezirin ölümüyle azledilmiş olur.
Vezir, Halifenin Ölümüyle azledilmiş olur. Çünki, onun vekilidir. Emîr ise Halifenin ölümüyle azledilmiş olmaz. Çünki imaret müsîümanlar adına bir vekâlettir. [449]
Öze! imaret, ordunun idaresi, vatandaşın idaresi, vatanın himayesi ve namus koruma mevzularında münhasır Emirliktir. Hâkimlik veya haraç ve sadaka toplamak yetkisine sahip değildir. [450]
Emirlik ilk başta, bütün işlerde genel bir iş idi. Emîr, imareti dahilinde, Halifenin sahip olduğu bütün haklara sahipti. Çünki. onun vekilidir. Ne zaman İçi ülke genişledi, problemler çoğaldı, Emirliğin işleri de arttı, insanların dertleri ziyadeîeşti, mes'ele bir nevi ihtisasa ihtiyaç gösterdi. Emîr'in yetkileri, hâkimliğe ve malların idaresine karışmadan, ordu mes'eleleri ve vatandaşın idaresi ile sınırlandı. Halife, ihtilâflara bakacak ve hüküm verecek bir hâkim ve malî işler ile haraç işlerine bakacak bir diğer birini tayin ederdi.
Hz. Ömer Amr İbnu'1-Âs'ı Mısır'a, genel yetki ile tayin etti ve onu, bütün müdafaa, içişleri, kazaî ve malî hususlarda yetkilendirdi. Onun hakkında şikâyetler artınca, Abdullah bin Sâd bin Ebî Sarah'ı haracı toplamak için. bir hâkimi de ihtilâflara bakmak için gönderdi.[451]
Mâverdi. hudud mevzuunda tafsilât vermektedir, acaba bu mevzu Emîr'in yetkisi içine girmekte midir, girmemekte midir? İki durum arasında ayırım yapıyor.
Birinci hal: İhtilâf için hukukçu tayinine ihtiyaç gösterir, ya da tarafların inkârı için beyyine ikâmesine ihtiyaç gösteriyorsa, hudud tatbikine tevessül edemez. Çünki hudud, imareti sahasına girmeyen hükümlerdendir.
İkinci hal: Hukukçu tayini ya da beyyine ikâmesine gerek yoksa, bu had (ceza), ya Allah'ın haklarından, ya da insanların haklarından birine taalluk edecektir.
Şayet insanların haklarından biri ise, kazif ve bedenine veya bir organına kısas gibi, bu, talebe bağlıdır. Eğer hâkime başvurursa, hâkim, ifası hâkime verilmiş hakların cümlesine girdiği için, cezayı tatbikte Öncelikle hak sahibidir. Şayet, haddi ve kısası tatbik için bu Emîre talep gelmişse, Emîr tatbikte öncelikle hak sahibidir, Çünki o, hüküm değildir, bilâkis hakkı ifa etmeye bir yardımdır. Yardım eden ise, hâkim değil, Emîr'dir.
Şayet zinada sopa vurulmak veya recmedilmek gibi, Allah'ın bir hakkı sozkonusu ise, bu iş, siyasî kanunlara dahil olduğu, himaye gereklerinden ve milleti korumak sayıldığı, seçilmiş Emirlere bırakılmış ve araştırmaya ihtiyaç gösteren işlerden sayıîmadığı ve taraflar arasındaki ihtilâfı görmek için idarecilere ihtiyaç göstermediği için, Emîr, hâkimden öncelikle ifa hakkına sahiptir. İmaret (Emirlik) hakları içine girer. Bu sahadan, ancak bir nas gösterilerek hariç tutulur. Yargı sahasından da çıkar, ancak bir nas ile kaza sahasına girer. [452]
Özel imaretteki Emîr, haklıya haksız karşısında yardım etmek ve haklının hakkını haksızdan almak üzere, şeriat hükümlerinin tatbik edilmediği, hâkim ve idarecilerin çekindikleri mezalim dâvalarına bakabilir. Çünki o, zulüm ve tegallübe mâni olmak, iyilik ve adalet dağıtmakla vazifelidir.
Şayet mezalim dâvası, şeriat hükümleri tatbik edilen ve hâkimin ele aldığı bir dâva ise, ona bakamaz. Çünki onun Emirliği bu işe bakmayı içine almaz. Bu takdirde o, mevzuu, şehrinin idarecisine yahut, şehrine en yakın şehrin idarecisine sevkeder. O, idareciye, hakları ifada yardım edebilir. [453]
Hacıların sevkedilmesi ve yolculuk şartlarının kolaylaştırılması Emî-rin yetkilerindendir. Çünki, bu hizmetler ona verilen vazifeler cümlesin dendir.
Ama cuma ve bayram namazlarında imamlık yapmak ise, bu mevzuda Ebu Hanife'ye göre, bu, imamlığın Emirlerin vazifelerine dahil olduğunu, onların bu hizmeti yapmaya öncelikle hak sahibi olduklarını söylüyor.
İmam Şafiî yargı yetkisine sahip kılınmanın, Cuma ve Bayram namazlarında imamlık yapmaktan daha önce geldiğini çünki, bu işin onun bünyesine daha yakın olduğunu söylüyor.[454]
Özel işlerdeki Emîr, düşmanları hudutlarında durdukları müddetçe çarpışmayı başlatamaz. Çünki, bu davranış, Halifenin izin vermesi dışında, yetkileri içinde kabul edilmez. Fakat düşmana karşı cevap verebilir. Halifenin izni olmadan düşmanlarını vatanından def edebilir. Çünki müdafaa harbi namusu korumanın ve hakları muhafaza etmenin gereklerindendir.[455]
Özel imaretin şartları, genel imaretin şartlarının aynıdır. Genel imaretin şartları bahsinde, bu şartların, tefviz vezirliği şartlarının aynı olduğunu söylemiştik. Çünki, Emîr kendi bölgesinde tam selâhiyet sahibidir.
Genel imaret şartlarından sadece bir şart müstesnadır. O da «ilira»-dir. İlim, tefviz vezirliğinde ve genel imarette bulunmalıdır. Buna karşılık, yetkileri sınırlı olduğu için özel imarette bulunması gerekmez, onun ilme sahip olma şartı aranmaz. Bununla beraber Emîr, İslâm hükümleri mevzuunda tam bir câhil de olmamalıdır. Çünki bu durum, yetkilerini kullanma kudretiyle tezat ifade eder. [456]
Alimler, tenfiz Veziri ve Emirlikte bulunması gerekli şartlar arasında ayırım yapmışlar ve şartlarını birbirine yakın bulmuşlardır. Ancak tenfiz vezirinde îslâm ve hür olma şartı aranmaktadır. Çünki onun işi halifenin kendisine verdiği işleri yapmaktır. İslâm ve hür olma şartı özel Emirlikte de aranır. Çünki, dinî işler üzerindeki bazı yetkileri içine almaktadır. Bu yetkiyi müslüman ve hür olmayan bir kimseye vermek mümkün değildir. [457]
İstilâ Emirliği, yukarıda bahsettiğimiz İsîıkfâ Emirliği için Halife mânasında kullanılır. O devlet başkanıdır. Tayin ve azillerde mutlak yetki sahibidir. Özel veya genel olsun, kendisinde kudret, kabiliyet ve ehliyet bulunan Emir olarak tayin eden odur.
İslâm siyasi hukukçuları imareti iki kısma ayırıyorlar : İstikt (Ehliyet) İmareti, İstilâ İmareti. Mâverdî, imaret mevzuunda şunu söylüyor:[458]
«Halite lîir kimseyi, bir ıbölge veya şehre Emîir tayin ettiği zaman, onun imareti iki çeşit olabilir : Genel veya özel. Genel olanı iki çeşittir: İstikfa imareti seçim aktiyle oîur. İstilâ imareti zor kullanarak olur.» [459]
Daha sonra istilâ imareti mevzuunda şöyle söylüyor ;
«İstilâ imareti, zor (mecburiyet) yoluyla meydana gelir, kuvvet ile Şehitrdeki Emîr'e hakim olur,, Halife onu, o şehrin idaresine Emîr olara-k tayin eder. Böylece Emîr, istilâsıyla siyaset ve idareye müsteîndâne hâkim olur. Halifenin bu şahsın din hükümlerini tatbik etmesine, izin vermesi, fesattan dürüstlüğe, zararlı durumdan iyi duruma dönmesi gayesi İledir.
Bu şekilde Emirlik, şartları ve hükümleri bakımındasî geleceklere kesin olarak aykırı ise de, bu tatrz berekette, ihlâl edilmesi ve askıya alınması caiz olmayan İslâm hükümlerinin muhafazası ve korunması, sakat ve yanlış işîer yapılmaması gayesi söz konusudur. İstilâ, mecburiyet ve ehliyetli birmin seçimine engel olmasına rağmen, kuvvet ve acizlik arasında fark bulunması sebebiyle caizdir. [460]
Mâverdî, istilâ imaretinden bahsederken, îslâm devletinin zaaf ve fırkalara müptelâ olmasından bahsetmektedir. Devletin zaafı sebebiyle tâyin ve kuvvet yoluyla Emirliğe geçen çok Emirler görülmüştür. Hicrî 4. asırdan sonra, bazı valilerin cebir ve şiddet ile hâkim oldukları devletçikler devri yaşanmıştır. Böylece Abbasî devletinden müstakil devletçikler teşekkül etmiştir. Mâverdî, Buvayhiye, Samani, Gazneliîer, Selçuklular, Tolonoğulîarı, Ahşidîîer ve Emirlerinin cebir ve şiddet ile hâkim oldukları diğer küçük devletleri müşahade etmiştir. Halife onlara hâkim olamamış, bu devletçikleri kabul etmiştir.
Tabiî «îstilâ İmâreti»'nin Hulâfa-i Raşidîn devrinde veya Emevîler devri ile Abbasî devletinin ilk zamanlarında görülmemiştir. Çünki, bu sırada devlet, ülkenin her tarafına hâkim idi. Hiç bir zorba ve hilekâr, devletin ve halifenin iradesinden dışarı çıkamamıştır. Halife, Valilerin tayin ve azlinde mutlak selâhiyete sahip olup, Vali ise, sadece Halifenin arzu ve emirlerine uymaktan başka bir şey yapamazdı. [461]
İslâm siyaset âlimleri istilâ yoluyla Emirlik mevzuunu kaçınılması, inkârı ve iptali mümkün olmayan bir emr-i vâki olarak görmüşlerdir. Ve velayetin bu çeşidinin sıhhatini, inkâr edilmesi, daha fazla parçalanmaya, fırkalara bölünmeye ve kan dökülmesine sebep olmasın diye, bazı şartlar ile kabul etmişlerdir. Bu şartlar şunlardır:
Birincisi: Peygambere halef olması sebebiyle hilâfet makamını korumak, topluluğun işlerini idare etmek. Onun makamının korunması için ve onun haklarının himayesi gayesi ile gereken her şeyi yapmak.
İkincisi: Halifeye karşı menfi tutumun kalkması, dinî itaatin başlaması ve ona karşı gelinmesi konusundaki günahın (vebalin) sona ermesi.
Üçüncüsü: Müslümanların düşmana karşı birlik olması için dostluk ve yardımlaşmada birleşmek.
Dördüncüsü: Dinî idarelerin akitleri caiz (sıhhatli), dinî alandaki hükümlerin tatbik edilebilir olmalıdır. Akitleri fesat ile bâtıl olmamalı, sözleşmeler ve ahidler ihlâl edilerek iskat edilmemelidir.
Beşincisi: Dinin koymuş olduğu vergileri toplamak ve onlardan istifade etmek mümkün olmalıdır.
Altıncısı: îludud (Cezalar) ehil kimseler tarafından müstahak olanlara tatbik edilmeli. Mü'mini korumak ancak Allah'ın koyduğu haklar ve cezalarla mümkün olur.
Yedincisi: Emîr, dini korumada, Allah'ın koyduğu haramlardan sakınmada sadık ve kendisine itaat edildiği takdirde, halka hakkını vermeli, isyan ederlerse itaata davet etmelidir.
Mâverdî, bu yedi şartı zikrettikten sonra, şöyle diyor : «Dinî kaidelerde yer alan (onlardan çıkartılan) la yedi sebeple, imamet hakları ve halkın menfaati korunur ve bu sebeple müstevli valinin tayini gerekir. Şayet onda, Emîr tayin edilme hususundaki şaftlar varsa, tayini kesinlik kazanır, ona itaat şarttır. Ona karsı zorlukları ve muhalefeti defetmek gerekir. Emirlik konusunda ona izin verilmesi, milletin haklarının tatbik edilebilmesini sağlamak içindir.» [462]
Şayet istilâ Emirliğinde, aranan şartlar mevcut değilse, Halifenin müstevliyi istilâ ettiği Emirlikte, ona muhalefeti ve onunla zıtlaşmayı önlemek için, halkı ona itaata çağırır. Bu durumda onun hak ve hükümler sahasındaki işlemlerinin muteber olması için, kendisinde Emîrlik şartları bulunan birini ona vekil tayin eder. Bu takdirde müstevl tayin edilmiş olur, nâib de işleri infaz eder. [463]
Âlimler istilâ Emirliği ile istikfa Emîri arasında 4 bakımdan fark görüyorlar.
Birincisi: İstilâ Emirliği bir yeri zorla ele geçirmekledir. Çünki o, bir imareti cebir ve şiddetle istilâ etmektedr. Halbuki istikfâ imareti eh-Jiyetli kimsenin tayini esasına dayanır.
İkincisi: İstilâ Emirliği, müstevilenin istilâ ettiği ülkenin bütününe şâmildir. İstikfâ Emirliği ise, tayin edenin göstereceği ülkeye münhasırdır.
Üçüncüsü: İstilâ Emirliği belirli ve nâdir işlere bakar, halbuki, istikfâ Emirliği görülmesi gerekli bütün işlere bakar.
Dördüncüsü: İstilâ Emirliğinde, tevfiz veziri tayin etmek muteberdir. Çünki, Vezir ile Emîrin yetkileri arasında fark vardır; Emîr her türlü işe bakar, Vezir ise kendisine verilen işe bakar.
İstikfâ Emirliği ise, her türlü işe bakar. Bu sebeple tefviz Veziri tayini caiz değildir. Çünki, Emîr ve Vezir her türlü işe bakar. [464]
Harp imareti, imaretin ikinci kısmıdır. Bu imaret, Cihad imaretinden geniştir. Mâvetrdî, Ahkamu's-Sultaniye adlı kitabının 4. bölümünde cihad imaretinden bahsetmekte, daha sonra 5. bölümde ise, iç isyanlar velayetinden bahsetmektedir. Harp velayeti her ikisini de içine alır.
Buna dayanarak imaret iki kısım olmaktadır :
1- Ülke üzerindeki imaret: Bundan bahsettik.
2- Harp imareti: Harbin her çeşidine şâmildir. İki kısma ayrılır: [465]
Bu, müşriklere karşı savaşma ile ilgili imarettir. [466]
Bu, müşrikler dışında kalan kimselere karşı cihad ile ilgilidir. Üç kısma ayrılır:
1- Mürtedîere (Ehlu'r-Ridde) karşı harp.
2- İsyancılara (Ehlü'1-Bağî) karşı harp.
3- Muhariplere karşı harp.
Mâverdî, her bir kısmı tafsilatıyle anlatmaktadır. [467]
İslâmiyet, Allah yolunda cihadı kabul etmiş ve birçok âyetlerde cihada davet etmiştir. Çünki cihad, inanç düşmanları fırsat kollayıp, şer ve helâket verecekleri bir sırada, inancı korumak için tabiî ve mantıkî bir yoldur.
Cihad (Kital) âyetleri, Medine'de, müşrikler Hz. Peygamber'e ve müslümanlara işkencelerini devam ettirmelerinden sonra nazil olmuştur. Böylece müslümanlara, üzerlerine gelen düşmanlarına cevap vermeye (mukabele) müsaade edilmiştir.
Allah şöyle buyuruyor :
«Kendileriyle mukaaîele edilen (yâni, düşmanların hücumuna uğrayan mü'min) lere, uğradıkları o zulümden dolayı (bilmukabele harbe) izin verildi. Şüphesiz kî Allah onlara yardım eîmeye elbette kemâliyle kaadirdir.[468]
Bir diğer âyette de şöyle deniliyor:
ıso onmr sızı
srini çekmezlerse, onları nerede bulursanız u İşte size onSar hakkında apaçık bir hüccet dik.» [469]
Bir başka âyet ise şöyledir :
«Ey îman edenler, kâfirlerden size yaksn olanlarla muharebe edin. Onlar sizde büyük bîr âzm-ü şiddet bulsunlar. Büin ki, Allah muhakkak îak-va sahipleriyle beraberdir.» [470]
Allah, inançlarını ve ülkelerini müdafaa etmekte isteksiz davrananları ağır bir ceza ile tehdit etmektedir:
«Ey îmcsi edenler, soplu bsr halde kâfirlerle arkalannszı dönmeyin (kaçmayın). Tekrar muharebe sçîn bir tarafa çekilenin, yahırî dsge;bir firkcsya uSaşsp mevki ra?ar«:aı hali trsösfesncs c!-maık üzers; kim oyls bîr günde onlara arkcs çevirirse Âe-lah'iîi gazâb;na uğramıştır. Onun yürdü cehennemdir. O, sis kötü bir sonuçtur.[471]
Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Senem) zamanında ordu muntazam değildi. Cihad ilân edilince, aralarında hiç bir ayırım yapmadan bütün nıüslumanlar katılırlardı. Çünki cihad herkesin vazifesidir.
Ordu teşkil eden ilk şahıs Hz. Ömer (Radiyallahu anh)'dir. Çarpışan ordunun durumlarını, erzaklarını ve faaliyetlerini idare etmek için «Askerî Divan» (Divanu'1-Cünd) tesis etmiştir. Bu divanın inşaasma sebep, Irak, Şam ve Mısır'daki fütuhattan sonra, ordunun tembelleşeceği, cihad-dan bıkacağı ve askerlik ruhunun kaybolacağından korkuldu. Bu sebeple ordunun bütün mensuplarına Beytü'l-Mal'dan muayyen bir miktar erzak teinin eden «Askerî Divan» kuruldu.
Bundan sonra, yollarda ve hudutlarda, ordino un nakil ve ikâmetini temin edecek devamlı ve Özel askerî kışlalar kuruldu.
Tsribeıî şöyle diyor :
«Hz. Ömer (Radîyaîiahu anh) fcütün ülkede edü&eHIdlîği kadarı ile atlar aldı. Müslüman zenginlerden mal ve imkân nispetinde îaarp malzemesi aldı, 'eie ise süvari teîaiiî edİîısıişti. Ülkeidm Iser taraîmda teşkilât vardı.» [473]
Hz. Ömer (liadiyalktku anh), insanlarla rahata ve reiaaa alb^acaMarı, cihad vazifesinden ve ülkenin müdafaasından kagnıacaManndaiı korktuğu için, gücü yeten erkeklere «Mecburî iiskerlika îaükellefiyeti koydu. Diğer ülkelerdeki memurlarına çarpışabilecek her süvariyi kendisine göndermelerini emretmişti. Şayet gönüllü gelirse ce ala, aksi halde askere aldı ve üstlerine bir kumandan koydu. Hz. Ömer (Radiyallahu anh) memurlarına gerektiğinde mektuplar yazar ve şöyle derdi: [474]
Hz. Ömer (Kadiycdlahu arık), İslâm ordusunun tanzimi için
mel kaideler koymuş, ordu komutanları için Örfe, Nakba ve rütbeler kullanmıştır. Kadİsiye vak'asından Önce Sâd bin Esî şöyle yazmıştı: birer konmian (arîî) tayla et, asker alanlarım silâla aaiîaudır. Halkm ileri gelenlerine eioir Ter, Sıazır takdir e£, tecrülbelî kimseleri bayraktar yap.» [475]
Emevîler devri başlayınca, Hz. Ömer (Radiyallahu orahj'in başlattığı orduyu tanzim ve Askerî Divanı tanzim işini tamamladılar. AfcdüîîaeBk Mn Mervaıa, znecburî askerlik nizamını, insanlar çarpışmaktan kaçınınca, tesis etti. Bilhassa, kuzeydeki Bizans devleti ile devamlı harb hali vardı. Ordunun çoğu araplardan meydana geliyordu. Emevîler Kuzey Afrika ve Endülüs'e kadar gemşleyince; harplerinde Beriberilerden istifade ettiler.
Abbasî devlinde ordu genişledi, mensuplarının sayısı Aynca, harp halinde orduya katılan gönüllüler de vardı. Abbasîler devrinde İranlıların orduya girdiklerini, geliştiklerini ve kendilerine kuvvetli dayanaklar edindiklerini görüyoruz. El-Mu'tasim hilâfete geçince, annesi Türk olduğu için, Türkleri orduya aldî3 bir an geldi, Türklerin sayısı 70.000'e ulaştı. Yabancı unsurların orduya hâkim olması çok kötülüklere sebep olmuş, bundan çok şikâyetler yapılmıştır. Bunun üzerine Halife ElIslîm anayasa vs idare hukukunun genel esasları
Zîra yumuşak, kesik keük yürOyüşie geçemedik toprak, assîmadsk ssrfla?
kalmaz. kötüsü gecen sn iikJnde süî-'aSİe yapman yürüyüş; ür.»
2- Çarpışmaya iştirak için, hazırlanmış atı araştırıp bulmak. Bu at, gerçek ve fiili bir şekilde çarpışmaya katıla bilmelidir. Şayet küçük, yaşlı veya zayıf olma sebebiyle fiilen çarpışmaya katılamayacak bir at bulmuşsa, onu çıkarmalı ve iştirakine mani olmalıdır. Çünki, belki de üzerine binenin hizmetini ifa edemeyecek derecede, orduya zarar verir.
3- Orduya iyi muamele etmek, askeri gözetmek, ihtiyaçlarına bakmak ve temin etmek, herkese müstehak oldukları bir muameleyi yapmak. Çarpışma için hazırlanmış nizamî ordu ile çarpışma için hazırlanmamış ve fakat cihad dâvetine icabet eden gönüllü ordu arasında maddî muamelede ayırım yapmak gerekir.
Nizamî bir orduya Beytü'l-Mal'den erzakı temin edilir. Bu, fey (ganimet) yoluyla temin edilen bir menfaattir. Gönüllü orduya ise feyden mal verilmez, sadaka mallarından verilir.
Belirtelim ki, Eüu Hanife iki çeşit ordu arasında ayırım yapmıyor, her ikisine de aralarında ayırım yapmadan fey veya sadaka malından verilebileceğini söylüyor.
4- Ordu çeşitli kısımlara ayrılır. Her grup için bir baş (arîf ve nakî) mevcut olup, grubundan mes'uldür. Bu baş asker ile başkomutan arasında vasıtadır. Bu baş, başkomutanlıktan sadır olan emirıeri askere nakleder. Bu emirlerin tatbikini temin ettiği gibi, askerin isteklerinin gerçekleşmesi için komutana bildirir.
5- Her bir taburun, diğerinden ayıran bir amblemi vardır. Bu amblem, taburlar arasında ayırımı kolaylaştırır. Bu amblem, ya her bir taburun diğerlerinden ayrı bir bayrağı olmak suretiyle, ya da ayrı bir elbisesi olmak suretiyle gerçekleşir. Bu her taburun ayırımını kolaylaştırır. Urve İbn-i Züfoeyr, babasından şu rivayeti yapıyor: Hz. Peygamber (Sallallahü A leyhl ve SeV.em muharicin için bir şifre yapmıştı :
Ya, Benî Abdurtrahmaa. Hazreci'nin şifresi: Ya, Benî Abdullah.
Evs'in şifresi: Ya, Benî Ubeyduîlah. Kendi atını ise: Allah'ın atı... diye isimlendirmiştir.
6- Askerin durumunu, temayülünü ve fikirlerini öğrenmek için ordunun ahvalini araştırmak, fertler arasında göz gezdirmek, şayet bir kısmında, ordu fertleri arasında kötü cereyanları yayan sapık ve yıkıcı cereyanlar bulunur, ya da ordunun kıymetini azaltanlar veya zafer elde etme gücünü zayıflatanlar, ordu aleyhine casusluk yapan ve düşmana haber nakledenleri tesbit ederse, bu kimseleri ordu mensupları arasından çıkartır, onlarla birlikte harbe gidilmesine engel olur. Çünki, bunlar askerlerin maneviyatına kötü tesir yapar. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Abdullah İbn-i Übiyyi fein SelüPü müslümanları küçük düşürücü harekette bulunduğu için, ordudan ihraç etmişti.
7- Onlara aynı muameleyi yapmak. Nesep, lisan veya dostluk sebebiyle aralarında hiç bir hakta ayırım yapamaz. Çünki, bu tarz bir hareket tek bir ordu içinde bölünmeye sebep olur, belki de parçalanmaya ve yok olmaya götürür. Enıîr'İn herkese, bazıları onun görüşüne muhalefet etseler de, aynı muameleyi yapması iktiza eder. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) çoğu defa münafıklardan sâdır olan ahmakâne tasarrufları bilmezlikten gelir (tecâhül), onlara müslümanlarla beraber aynı muameleyi yapardı. Böylece, onları başkalarından ayırmayarak, ordudaki parçalanmaya engel olmuştur.[476]
Allah şöyle buyurmaktadır:
«Allah'a ve onur Resulüne İî&aî esn, Birbİrnîz! çekişmeyin. Sonra korku ile za'fa düşersiniz, rüzgârınız (kesilip) gider.» [477]
Burada rüzgârdan maksat devlet veya kuvvettir. [478]
Harbi idareden maksat, harp hazırlıkları, işlerim ve müslümanlarla kâfirler arasında cereyan eden çarpışmayı kontroldür. Çünki o, genel Emîr ve Ordu Başkomutanıdır; o, düşmana hâkim olmak için uygun gördüğü metodu takip edebilir.
Burada kâfirlerin iki çeşidi arasında ayırım yapmamız icap eder.
Birinci çeşit: Kendilerine İslâm anlatılan ve İslâm'ı öğrendikten sonra onu reddedendir; ;onların mazeret ileri sürmeye hakları olamaz. Artık çarpışma tek yoldur. Emir, harp yolunu, yer ve zamanını seçmekte mutlak takdir yetkisine sahiptir.
İkinci çeşit: Kendilerine İslâm tebliğ edilmemiş ve İslâm'ı öğrenmemiş kâfirlerdir. Bu durumda onlara karşı harp edilmez; ancak Emîr onlara İslâm'ı sunar, eğer kabul ederlerse, harpten beklenen zaten budur, Çünki, harp bizatihi gaye değildir.
Allah şöyle buyuruyor :
Ancak çarpışmaya iştirak ederlerse, öldürülmeleri caizdir. Onlar müsîü-manlara hücum halinde ikea öldürülürler- kaçarlarsa, peşlerine düşülmez. Şayet düşmaa, kadın ve çocukları, kendileri ile müslümanlar arasına olroak üzere öne sürerler ve müsîiizzDaizIarra onları öldürmeye ceMerini bil-diMerinden bunu yaparlarsa, bu müşriklerin zaferine sebep olacağı için
Ama, eğer düşmanlar müslüinan esirleri Öne sürerlerde lanö müslüaıan. kardeşlerini öldürmeleri caiz değildir.
Aym şekilde, ihtiyarlan, âcîz?eîis raâbed ve maaasfer sârini îarı öldürmek de caiz değildir. Çünki ortîar çarpışmaya katılacak güce sahip değildirler.görüş bildirrae, meşveret üe yardna eder veya
şöyle diyor: keseli makastardaki ıraMK daglîö râsKaîarîü teması otearahat samanlarında tehlikeden korumak için, münasip yerlere bekçiler koyması suretiyle yapılır.
2- Askerî kuvvetlerin konaklıyacağı yerleri seçmek. Eıı yerler konaklamaya elverişli ve askerîn ihtiyaçlarını temin şartlarını haiz olmalıdır. Yirte ayrıca as bir zayiat ile düşman üzerinde zaferi sağlayacak muharebe meydanlarını tesbit etmek.
3- Yemek ve içmek gibi, askerin ihtiyaç duyduğu zaman yeteri kadar bulunması için zarurî ihtiyaçları temin etmek, böylece çarpışma es-nasinda ordu, bu ihtiyaçların azalması ile çarpışma gücünün zayıflamasına sebep olacak, susuzluk, yorgunluk ve açlığa duçar olmasın.
4- Düşmanın planlarını öğrenebilecek her bölgeyi gezden geçirmek, istifade etmek için kuvvetli veya. zayıf oldukları yerleri tetkik etmek. Ayrıca bu yol ile,, düşmanın kuvvetini^ silâhlarını, manevî durumunu ve harp veya mukavemet durumunu da öğrenmiş olur.
Zamanımızda casusluk, modern harplerde büyük rol oynamış, nîhnî zaferin üzerine kurulduğu faydalı bilgilere ulaşmak için, çok çeşitli usuller icad edilmiştir.
5-Kuvvet tanzimini, yapılmış planlara uygun olarak bizzat mtrca-Irabe etmek^ komuta hiyerarşisini tertip ve her bir komutanın vazifesini (işini), i^îerİB herkese dağılmasını temin ederek, herbirine münasip bir mevki vererek belirtmek.[479]
İslâm Askerî Usûlünü tam bîr şekilde ve sağlam esaslarını belirtmiştir. Askerler birbirleriyle karışmayacak şekilde, herbiri-nin yerini tesbit bakînıindant askerî birliklerin en ince tanzimine kadar teferruatlı bir şekilde açıklamıştır.
Planlama cümlesinden olarak, her bir birlik için, ayrı isim (amblem) yapılmıştır. Harp esnasında mânası kendi içinde mevcut kelimelere misal olarak şunlar sayılabilir: (Mil, Inkılâb, İntikal, îstidare, Tekatur, İktiran. Edsaff Etba-ı meymene ve Etha-i meysere, Ceyş-î müstakim ve Ceyş-i münharif). Bu kelimelerden herblmün, ancak askerin bildiği özel bir mânası vardır. Komutan askerlerden bîrini sağa veya sola, Öne veya arkaya almak istediği zaman; bu kelimelerden biri ile çağırırs asker de bu çağrıya göre cevap verir.
Her kabilenin (bölük) kendine ait özel şifre ismi vardı, istenildiğinde bu şiire kullanılırdı.. Meselâ, Ahzab şifre
Belirttiğimiz âyetler bize, İslâm'ın cihada verdiği değeri, cihadda sabretmeyi gösteriyor. Müslüman çarpışmaktan kaçmaz. Çünki bu firar, ümmetin tümünün helakine yol açar. Şayet ümmet, kendisini müdafaa isini ordusuna vermişse, artık bu ordunun, bu emaneti muhafaza etmesi, düşmana karşı durması, sabretmesi, çökmeden ve zaafa uğramadan devam, etmesi gerekir.
2- Savaştan maksat Allah'ın dininin zafere ulaşmasıdır: İşto Allah uğrunda cihacî budur. Savaştan hedef ve maksat, ganimet veya hayat me-taından bir şey elde etmek değil, bu çarpışma ile Allah'ın dinini ve inancı müdafaadır. Şüphesiz, şayet çarpışan kimse, inancı müdafaa için çarpışıyor ise, onun çarpışma gücü kat kat artacak, bu inanç uğruna her fedakârlığı kolayca bulacaktır. Çünki inanç, maddî bütün değerlerden üstündür ve onun uğruna insan, hayatını, malım, ailesini ve yakınlarını feda edebilir.
3- Eli altındaki ganimetlere ihanet etmemek. Her mücahid ganimetleri Emîr'e teslim etmelidir. Çünki o, mücahitlere hakları nisbetinde ganimeti tevzi eder.
Ganimet, müslümaniann harpte ganimet olarak aldıkları maldır. Bu mallar beş kısma ayrılır. Beşte biri, Allah'a, Resulüne, yolda kalmışlara, yetimlere, fakirlere; beşte dördü ise, mücahitler içindir ve aralarında bölüşülür.
Ganimet fey'den farklıdır. Çünki fey, çarpışma dışında müslümanlara gelen ve Beytül-Mal'e konulan maldır, bütün müslümanlar arasında paylaşılır.
Bir asker, eskiden mevcut dostluk ve akrabalık sebebiyle bir müşriki sevmemelidir. Çünki, âyet şöyle buyurmaktadır:
«Ey îman edenler, üzederine Aüah'ın gascsb ettiği o kavm ile âost olmayın k\t mezarlarm yaranından o!an kâfirler nast! OsüitEerifsi kestüerse, onlar da öylece âhtreffen ümitlerini kesmişlerdir.» [480]
Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Hâtib bin EM Beltea, Mekke ehline bir mektup yazarak, onlara müslümanîarın aleyhlerine birkaç harp hazırladıklarını bildirdi. Sonra onu reislerden biri ile Abdülmuttalib'e gönderdi. Allah. Peygamberine bu mektuptan haber verdi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Selle m), Hz. Ali ve Zübeyr (Radiyallahu anh)% mektubu taşıyan kimseyi yakalamak için gönderdi. İkisi (ona yetişip) mektubu başındaki sarığın içinden bulup çıkardılar.
Hz. Peygamber (Salküiahü Aleyhi ve SeHem) Hatıb'ı çağırdı ve şöyle dedi :
«Yapîtğ:nı ışın mesuliyetini biliyor musun?»
Hatıb şöyle dedi:
Ey Allah'ın Kesûîü! Allah'a yeınin ederini ki, Tsen Allah'a ve Resulüne maranuşım, küfre girmedim, (İsîâmiyetten) dönmedim. Fakat turada kavim ve aşiret içinde kiınsem yok. Aile fertlerinin hepsi Mekke'de. Onların kurtulmalaın iğin durumu onlara 'bildirdim.»
Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve SeUemj onu affetti. Emîr'in asker üzerindeki hakları:
Emîr'in askeri üzerinde dört hakkı vardır:
1-Kendisine itaat: Çünki nizam, ancak itaat ile tesis edilir. Askerin itaati, Emîr'e verilen velayet gereğidir.
Allah şöyle buyuruyor: emir sahiplerine de iîaat edin.» [481]
Buradaki âyetteki Ulü'1-Emr (Emir sahipleri)'den maksat, İbn-i Ac-"bas'a göre, «Emirler = Ümera»'dır. Diğer âlimlere göre ise, âlimlerdir.
2-Harp işlerine taalluk eden mes'elelerde onların, işlerini kendisine (Emîr'e) havale etmek, ona tam yetki vermek. Şayet meselelerini Enıîr'e vermezlerse (havale etmezlerse), çeşit çeşit görüşler ortaya çıkar, kuvvetleri kırılır, fikirleri parçalanır. Ancak bu dernek değildir ki, o, onları nazara almadan sadece kendi görüşü ile tahakküm edecektir. Aksine -yukarıda Emîr'in vazifeleri bahsinde belirttiğimiz gibi-onlardan görüş sahipleri ile istişare etmeli ve görüşüne zıt bile olsa, kendisi ve askerin menfaati için görüşlerini almalıdır.
Allah şöyle buyuruyor:
«Halbuki bunu Peygambere ve onlardan (mü'mînierden) emir salîiplümaıı olanların mallarına dokunulamaz, onlardan alınamaz. Çünki, ganimet sayılmazlar.
2- Düşman küfründe devam ederse, Emir onlara karşı zafer kazandıktan sonra, erkekler esir alınır, İslâm ordusu, malları ganimet olarak alır.
Emîr, erkekleri esir aldıktan sonra şu dört husus arasından, müslu-manlarm menfaatine olanı tercih etmekte serbesttir: Afv yoluyla onları serbest bırakmak; şayet maslahat gerektiriyorsa, onları öldürtmek; köle yapmak, bu takdirde haklarında kölelik bükmü işler; inallarına kavuşturarak onlardan istifade etmek; müslümanların esiri yapmak.
3- Müslümanlara verdikleri mal mukabilinde barış yapmak. Eu rnal mücahitlere ait olup, beşte dördü aralarında bölüşülür. Bu ateşkes (barış), devamlı bir ateşkestir. Ancak her sene belli bir haraç ödemedikleri takdirde, onlara karşı savaş caizdir. Bunu öderîerse mutlak bir emân hakları vardır. Kendilerine sağlanan emâna kavuşmak için üzerlerine konulan vergiyi ödedikleri müddetçe, onlara karşı savasüamaz. Bu durumda onlara hayatları ve malları üzerinde emân verilmiş sayılır. Hiç bir rnüs-lüman, onlar andîagmayı bozmadığı ve vergilerini ödemekten kaçınmadıkları müddetçe, ne onların topraklarında, ne de Dar-ı İslâm'da onlara zarar verebilir.
4- Mal vermeden ateş kesmek: Emir, bu şekildeki ateşkese, ancak onları yenmekten âciz olduğu veya zafer onların olduğu takdirde ve imanı tarafından böyle bir ateşkese yetkilendirilmiş olması şartıyla başvurabilir.
Ateşkes daimî ve uzun müddetle olamadığı gibi, düşman ihlâl etmedikçe, onun ihlâl etmesi de caiz değildir. Bu takdirde znüslûznanlar eski durumlara bakmadan onlara karşı savaşabilirler. Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ye Sellem) Hudeybiye vak'asmda Kureyşli kâfir]er ile ateşkes imzalamış ve ancak onlar andlaşmayı ihlâl ettikten sonra, onlara .-arşı harbe başlamış ve Mekke'yi fethetmiştir. [482]
Ordu Ernîrinin, evleri ateşe verme, ağaçları kesme, suları kesme, ordunun harpte düşmana tazyik için başvurduğu, kendisinin münasip gördüğü her türlü vasıta ile düşmana tazyik ederek zaferi sağlayan tedbirlere başvurabilir.
Bu tedbirlerin düşmanın teslime mecbur edici olması şarttır. Şayet teslim olmasına tesir etmiyor ve menfaat de yoksa, bu tedbirlere başvu-ramaz. Hz. Aleyhi ve SefemjTâiflUerm üzüm bağlarını kestirmiştir. Bunun sebebi, onları teslim olmaya zorlamaktı. Aynı şekilde Benî Nâdir Harbi'nde hurma ağaçlarının kesilmesini emretmiştir.
İslâm ordusu düşman malını kendisi için mubah kılamaz. Çünki, bunlar ganimete dahil olup, herkese bölüştürülür. Bundan sadece, askerin normal olarak ihtiyacı olduğu yemek ve atlar müstesnadır, yoksa elbise ve binek alamazlar. Şayet bunu alırlarsa, onu ganimete iade etmeleri gerekir, ancak hisseleri kadar alabilirler.[483]
İsyancılara karşı harp Emirliği Mâverdî'nin seçtiği ve müşrikler dışında kalanlara karşı harp için kullandığı bir tâbirdir. Bu kimseler üç kısımdır:
1- Mürtedler,
2- İsyancılar (Baği),
3-Muharipler.[484]
îrtidat (Ridde) imandan rücûdur ve küfür kelimesini diliyle söylemektir. Bunun için akıl ve bulûğ şarttır. Bu sebeple deli ve küçüğün ir-tidadı (riddesi) sahih değildir. Deli, akıllı değildir ve bu sebeple tasarrufun mânasını idrak edemez, küçük de öyle.
Mürtedin hükmü, irtidat sebebiyle haram kalkacağı için, kanı helâldir. Hz. Peygamber (Saîlailahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: [485]
Sahabeler Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m vefatından sonra, İslâm'dan dönen mürtedlerin öldürülmesi (onlara karşı harb edilmesi) hususunda birleşmişlerdir.
Bir cemaat İslâm dininden dönerse, fakat İslâm ülkesi içinde oturu-yorlarsa, onlara karşı savaşılmaz, dinden dönme sebepleri sorulur. Şayet dinde şüpheleri olduğu belirtilirse, bu şüphenin giderilmesi için onlara, delillerle açıklama yapılır. Bunun üzerine tövbe ederlerse, tövbeleri kabul edilir, ikinci defa İslâm'a dönerler. Dinden dönmeleri müddetince ter-kettikleri namazlarını kılarlar ve oruçlarını tutarlar. Çünki, bunlar irti-dattan evvel onların vecibesidir. Ebu Hanife şöyle diyor :
«Kaza etmeleri gerekmez, onlar İslâm'a yeni girmiş gibidirler. İrti-dattan evvel hac etmişlerse, hacları irtidat ile bâtıl olur.»
Şayet mürted İslâm'a dönmezse, kadın veya erkek olsun, öldürülmesi gerekir. Bütün deliller kadın ve erkek ayırımı yapılmadan mürtedlerin öldürülmesini ifade etmektedir. Ebu Hanife şöyle söylüyor :
«Kadınları öldürmeyin; fakat hapsedin, daha sonra tövbe edip, İslâm'a girmelerini isteyin.» [486]
Mürtede düşünmesi için iyi muamele yapılır. İslâm'a dönmesi için 3 gün mühlet verilir, şayet İslâm'a dönmezse bu takdirde öldürülür, gasledilmez ve müsiüman mezarlığına defnedilmez. Malı fey olarak Beytü'l-Mal'e kalır, ona kimse mirasçı olamaz. Bütün bunlar, İslâm ülkesinde yaşıyorlarsa, diğerlerinden ayırım yapılmaksızın uygulanır.
Ama şayet müslümanlardan ayrı olarak bir evde tek başlarına, kimse ile görüşmeden yaşıyorlarsa, bu takdirde, onlarla konuştuktan ve İslâm'a dönmeleri için iknaya teşebbüs edildikten sonra Öldürülür. İkaz edildikten sonra, öldürülmelerinde ehl-i harbe karşı savaş hükümleri uygulanır. Onlar geceleyin veya gündüzün öldürülebildikleri gibi, onlardan esir almanlar da öldürülür. Onlardan köle de olamaz. Çocukları da, velilerinin dinden çıkışından sonra veya evvel doğmuş olsunlar, esir olmazlar. Bir görüşe göre onlar dinden çıktıktan sonra, doğan çocuk köle olur. Malı ganimet olarak paylaşılmaz, sadece bekletilir. Şayet İslâm'a dönerlerse malları geri verilir. Eğer dinden çıkmış olarak öldürürlerse, malları fey olarak Beytü'l-Mal'e kalır. [487]
Mürtedlere karşı savaş ile muhariplere karşı savaşın arasında farklar vardır. Bu farklar 4 tanedir:
1- Mürtedlerle muahede (Ateşkes) yapılmaz. Muharipler ile yapılabilir.
2- Mürted ile mal konusunda sulh yapılmaz. Çünki suîh. bu irtidadı kabul mânasına gelir.
3- Mürtedlere hâkim olunduktan ve zafer kazanıldıktan sonra köle olarak alınamaz. Ayiu şekilde çocukları ve kadınları köle kabul edilmez. Bütün bunlar muharipler için caizdir.
4- Zaferden sonra mürtedlerden alman mallar ganimetçiler ve mücahitler arasında paylaşılmaz. Buna karşılık muhariplerin malları dağıtılır. [488]
İsyancılar, müsiüman cemaatın görüşüne aykırı hareket eden bir gruptur. Bunlar kendileri için uydurdukları bir görüşe tabidirler. Burada bir ayırım yapmak gerekir.
Birinci hal: Bu grup, müslümanlara karışmış vaziyettedirler ve onlardan tefrik edilemezler. Mensupları İmamın hakimiyeti altında olup, onun itaatmdan çıkmazlar ve diğer müslümanlardan tefrik edilemezler. Bu takdirde kendilerine bir müdahalede bulunmadan, kendi hallerine terk edilir. Onlara diğer müslümanlar gibi, hak ve vecibeler tatbik edilir. İmam herhangi bir haklarına tecavüz edemez.
Haricîlerden bir grup Hz. Ali (Radiyallahu anhynin görüşüne karşı çıkmış ve :
«Hüküm ancak Allah'ın dur.» demiştir.
Hz. Ali (Radiyalkthu anh) onlara şöyle demiştir :
«Onların sözü haktır, fakat bâtıl murad edilmiştir. Sizin üzerimizde üç hakkınız vardır : Allah'ın mescitlerinde Allah'ın ismini zikretmenize mani olunamaz. Size karşı savaşı başlatmayız. İdareniz bizimle beraber clduğu müddetçe fey'i almanıza mani olamayız.»
İmam onlarla görüşleri üzerinde münakaşa eder ve onlara cemaata aykırı olarak tuttukları yolun fesat olduğunu belirtir. Onları tehdit edebilir. Onları öldürmeden ve had tatbik etmeden, tâziren cezalandırabilir. Çünki, Hz. Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
«Bir müslümanın kan? şu üç hal dışında helâl olmaz :
1- îmandan sonra küfre girerse,
2- Evlendikten sonra zina yaparsa,
3- Haksız yere birini öldürürse.»
İkinci hal: Bu grup, Emîr'e karşı isyanını ilân eder, hakları ifa etmez ve vazifelerini yapmazsa, başlarında imam olsun veya olmasın, itaata dönünceye kadar, onlarla savaşılır ve öldürülürler.
Allah şöyle buyurmuştur :
«Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle döğüşürlerse, aralarını bulup barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı halâ tecavüz ediyorsa; siz, o tecavüz edenle,. Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın. Binnetİce eğer (Allah'ın emrine) dönerse arîık adaletle aralarını (bulup) banştırsn. Her işinizde adalet (le hareket) edîn. Allah, şüphesiz ki, adil olanları sever.»[489] İsyancılara karşı savaş ile müşrik ve mürtecilere karşı savaşın farkları: Mâverdî, isyancılara karşı savaşın müşrikler ve mürtedlere karşı savaştan farkını sekiz noktada zikrediyor [490]
1- İsyancılarla savaştan maksat, onları öldürmek değildir. Onlarla savaşmaktan gaye, onları öldürmeden dönmelerini sağlamaktır.' Müşrik ve mürtedlerle savaşta ise, öldürmek gayedir.
2- İsyancılarla savaş arkadan yapılmaz ve kaçarlarsa takip edilmez. Çünki, onlar müslümandırlar. Halbuki müşrik ve mürtedlerle, gerek yüz yüze ve gerekse arkadan savaşılabüir.
3- Yaralıları bırakılıp gidilmez.
Hz. Ali (Radiyallahu anh) Cemel vak'ası günü şöyle seslenmiştir: «Kaçanları takip etmeyin, yaralıları öldürmeyin.»
Buna karşılık müşrik ve mürtedlerin yaralıları harp meydanında ter-kedilebilir.
4-İsyancıların esirleri öldürülmez. Çünki, müslümandırlar. Ancak tekrar savaşacaklarından korkulursa hapsedilebilirler. Mürted ve müşrikler için ise, caizdir.
5- Malları ganimet alınmaz. Çocukları da esir edilemez.
6- Emîr, onlarla bir müddetle ateşkes yapamaz. Mallarının korunacağını vadedemez. Müddetli andlaşma yapılsa da, bağlayıcı değildir. Malların korunacağı vadedilmişse, vaad bâtıldır.
7- Onlarla savaşta müşrik ve zimmîlerden yardım istenmez. Halbuki mürtede ve müşriklerle savaşta, caizdir.
8- Onlarla savaşta evleri yakmak ve yıkmak; meyve ve sebzelikleri imha etmek gibi, şiddet ve sertliğe başvurulamaz.
Emîr'in düşünmesi gerekir ki, isyancılar müslümandırlar ve Daru'l-îslâm'da bulunmaktadırlar. Onlarla savaşmaktan maksat, itaate döner ve düştükleri delâletten çıkar diye, onları durdurmak ve tesirlerini hafifletmektir. Şayet itaate dönerlerse, bütün hakları kendilerine geri döner, kimse onlara tevacüz edemez. Halbuki, müşrikler ve mürtedler ise müslüman değildirler. Bu sebeple, onların Önden ve arkadan öldürülmeleri caiz olduğu gibi, yaralılarını harp meydanında terketmek ve esirlerini öldürmek caizdir ve belirttiğimiz diğer farklar vardır.
Ebu Yala, «EI-Ahkânıu's-Sultaniyye» isimli kitabında şöyle diyor: «İmam, isyancılara karşı savaşmak için bir Emîr tayin edince, o, çarpışmadan önce, onları ikaz eder, takbih edetr; üzerlerine hemen hücuma geçmez. Onlarla çarpışmaktan gayesi, onları durdurmaktır, yoksa Öldürmeye kasdetmek değildir. Buna karşılık, müşrikler ve mürtedlerle çarpışma, muharip ve mürtedlerle çarpışmanın aksine yüz yüze ve arkalarından yapılabilir. Onların esirleri Öldürülmez. Muharip ve mürtedlerin esirleri öldürülür.» [491]
Yol kesiciler, fesatçı ve isyancı olup, yolcuları tehdit etmek, öldürmek ve mallarım almak için yol kesmeye karar veren (ittifak eden) bir gruptur.
Allah şöyle buyuruyor:
«Allah'a ve Resulüne (mü'miniere) harb açanların, yeryüzünde (yol kesmek suretiyle) fesâdcıhğa koşanların cezası, ancak öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çaprazvârî kesilmesi, yahut da (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvalığıdır.» [492]
Bu kimseler hakkında tatbik edilecek hükümler mevzuunda, âlimler üç görüş ileri sürmüşlerdir:
Biırisıci görüş: İmam veya bu hükümleri onlara tatbikte onun vekili, kâfi ve durdurucu mahiyette uygun gördüğü tedbiri almakta serbesttir. Bu tedbirler, öldürmek, asmak, iki elini ve iki ayağını kesmek veya ülkeden sürmektir. Bu görüş, Said bin El-Müseyyeb, Mücahid, Ata ve Nehâî'nindir.
İkinci görüş: İmam aralarında ayırım yapar, herbirine uygun hükmü tatbik eder. Öldüren, öldürülür, hırsızın elleri ve ayakları kesilir. Öldürme fiiline veya hırsızlığa iştirak etmeyen yardımcılar, affedilir veya sürgün edilir. Bu görüş İmam Mâlik'indir.
Üçüncü görüş: Fiillerine göre aralarında ayırım yapar : Öldüren (katil) öldürülür. Öldürmüş ve aynı zamanda hırsızlık yapmışsa, öldürülür ve asılır. Öldürmemiş, sadece hırsızlık yapmışsa, elleri ve ayakları kesilir. Öldürme fiiline katılmış ama öldürmemiş veya hırsızlık yapmamışsa affedilir ve hapsedilir. Bu, Şafiî Mezhebinin görüşüdür. [493]
Ayrıca İmam, İslâm ülkesinden sürgün etmekle, bir şehirden diğerine sürgün etmek arasında tercih yapmakta serbesttir. Sürgünden maksat, suçuna tekrar dönmemesini temin suretiyle, onun tehlikesini uzaklaştırmaktır.
Şayet İmam onlara hüküm tatbik etmeden önce, suçlarından tövbe ederlerse, onlar hakkında Allah'ın hakkına taalluk eden cezalar düşer, ama insanların hakkı düşmez. [494]
İsyancıya karşı savaş ile yol kesenlere karşı savaş arasında şu farklar vardır [495]
1-Yol kesiciler, onlardan hakları geri almak için, yüzyüze ve arkadan öldürülebilirler, isyancılar arkadan öldürülemezler.
2- Müslümanların, yol kesicilerden adam öldüreni öldürmek niyetiyle harekete geçebilirler. İsyancıları öldürme niyeti ise caiz değildir.
3-Yol kesiciler, harp esnasında sebep oldukları kan, mal ve diğer şeyleri tazmin ederler, İsyancılar tazmin etmez.
Esirin, durumunu düzeltmesi için hapsedilmesi caizdir, isyancılar hapsedilmez.
5-Yol kesicinin haraç ve sadaka mükelleflerinden aldıkları şeyler, gasbedilmiş mal gibi olup, haraç ve sadaka mükelleflerinin mükellefiyeti düşmez. İsyancıların düşer.
Mâverdî, yol kesici velayeti hakkında şöyle diyor:
«Yol kesicilerle savaşa gönderilen komutanın yetkisi onlarla savaşmaya inhisar eder, onlara had tatbik edemez, onlardan bîjr hakkın yerine getirilmesini isteyemez. Cezaların tatbiki ve kaybolmuş hakların yerine getirilmesini istemek için İmam'dan izin ister. Şayet yetkisi, onları öldürmek, cezalan tatbik etmek şeklinde genel ise, onun, cezayı tatbik ve hakkı yerine getirmek için ehl-i ilim ve adaletten istifade etmesi şarttır.» [496]
Sonra şöyle söylüyor:
«Üzeırlerme hareketten sonra suçlarından tövbe ederlerse, savaşa sebep olan günahları düşer, yaptıkları kötülükler düşmez. Üzerlerine terettüp eden haklar ve cezalar tatbik edilir. Üzerlerine hareketten önce tövbe ederlerse, günahları ile birlikte, Allah'ın cezası da düşer. İnsanların hakları düşmez.» [497]
Sonra şöyle diyor:
«Üzerlerine hareketten Önce tövbe ettiklerini iddia ederler ve fakat iddia delil ile isbat edilmezse, dinlenilmez, cezaları ne ise tatbik edilir. Ama iddiaları emarelere dayanıyorsa, bu iddianın kabulü için başka delil aramadan iki muhtemel cihet vardır;
Birincisi: İddia kahul edilir...
İkincisi: Kabul edilmez, onlaırm üzerlerine hareketten önce tövbe ettiklerine dair âdil inandırıcı delil aranır.[498]
Kaza, lügatte hüküm manasınadır. Şöyle kullanılır: Kada aleyh, yakdî kadaya, kada ve kadiyye, El-Kadîye, ölüm; kada, öldü... demektir. Estekıda fülanen; ondan, onu öldürmesi taleb edildi, demektir. Tekadahu Ed-Din, dine yapıştı, demektir. Reculün kada, kadayı çabucak yerine getirmek, dinde ve hükümette olmak demektir. Estekdi, kadı ol, demektir. [499]
Kaza, şerf'î örfte Şeriat hükümlerine uygun olarak taraflar arasındaki husumeti gidermek manasınadır.
İbni Haldun şöyle diyor :
«Kaza... insanlar arasındaki ihtilâfları kitap ve sünnetten alması şer'î hükümlere göre halletme ve ayırma makamıdır.»
İbni Ferhun, Tebsiratü'l Hükkâm'da şöyle diyor :
"Kazanın hakikati bağlayıcı olmak üzere şeıriatm hükmünü bildirmektir... "Kadı hüküm verdi." sözünün mânası, yani hakkı ehline bağladı. Buna delil şu âyettir:
«Sonra biz ona ölüm haberini infaz edince...» Yani, onu bağladık ve mühürledik, demektir.»
Hüküm... men'etme manasınadır. «Sefihe hükmettim» şeklinde bir cümle, sefihin elini tutmak ve tasarruftan men'etmek manasınadır. Buradan türetilmiş olarak hâkim zalimin zulmüne mani olmak demektir. Nitekim araplar şöyle derler:
«Hâkim hükmetti.»
Yani; hakkı, hak sahiplerine verdi ve haklı olmayanlara mani oldu.[500]
Cahiliyye devrinde araplarda muntazam bir yargı teşkilâtı yoktu. Onlar Örf ve âdetlere göre ve kendi çevrelerinden ve inançlarından doğan geleneklere göre hüküm veriyorlardı. Kudret ve yetkiyi elinde bulunduran kabile reisine taraflar ihtilâflarını götürüp, onu hakem tutunca, o bir hukuk ve kanun düzenine bağlı olmadan örf ve âdetlere göre hüküm veriyordu.
Cahiliyye devrinde yargı üç yola dayanıyordu.[501]
1- Hükümet: Kureyş'te âdet olarak yetki ve mes'uliyetleri büyük aileler arasında dağıtmıştı. Her bir aile ayrı bir mes'uliyet ve vazife ile meşgul olup, o mevzuda başvurulacak bir mercii idi. Meselâ; «Benu Se-hem» Kureyş içinde hüküm ve yargı yetkisine sahipti. Kureyşliler ihtilâfları olduğu zaman onlara başvuruyorlardı.[502]
İslâm'dan önce yargı faaliyeti ile meşhur olanlar şunlardır: Hacib bin Ziirarte, EI-Akra bin Habis, Rabia bin Meaşin bin Temim, Sakif'den; Gaylan bin Müselleme, Hâşim îbn-i Abdümenaf, Abdülmut-talip bin Hâşim, Ebu Talip bin Abdülmuttalip, Kureyş'ten; El-As İbn-i Vail, Esed'den; Rabia bin Cedar, Kenane'den; Selma Hn Nevfel, Ekseni bin Sayfi Kasbin Saide, Zahir bin Ebiselma ve diğerleri. [503]
2- Kâhin ve Bilginlerin Hakemliği: Kâhin, insanların, kendisine gaybdan haber veren cinlerin tâbi olduğunu zannettiği şahıstır. Bilgin ise hükmünde feraset ve düşünce kuvvetine dayanır.
3- Mezalimin Yardımı: Kureyş'lİler Mekke'de mazlumun yanında olup, ona yardım etme hususunda ittifak yapmışlardı. Bu mevzuda Hul-fu'1-Fudul ismi verilen bir andlaşma yapmışlardı. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de peygamberliğinden önce bu andlaşma yapılırken hazır bulunmuştur.
Bunun sebebi, Yemen'in Benî Zebid kabilesinden bir kişi Mekke'ye bir kısım mallarla umre için gelmiş. Benî Sehm kabilesinden biri ondan eşyalarını satın aldı. Bu şahsın EI-As bin Vail olduğu rivayet ediliyor. Ve adama hakkını vermemiş. Yemenli malını geri istemiş, Mekkeli onu gizlemiştir. Bunun üzerine Yemenli bir taşın üzerine çıkıp yüksek sesle şu şiiri okumuştur :
«Ey Kusay Oğulları! Mekke'nin ortasında eşyalarıyla birlikte bir mazlumun malları elinden alınmıştır. Hacer'ül-Esved'i ziyafete gelenin himaye edileceğini sizler belirtir, ilân ederken, benim gibi, ihramli bir şahsın mallarına hürmet gösterilmemiştir.»
Bunun üzerine Kureyş'in bazı liderleri harekete geçmiş, ona yardım etmiş ve malını geri vermişlerdir. Daha sonra Kureyş ileri gelenleri toplandılar. Abdullah bin Cüd'an'm evinde, Mekke'de mazlumlara haklarının verilmesi hususunda anlaştılar. Kimseye zulmedilmeyecek, zulmedi-lirse, zulme mani olunacak, malları elinden zorla alınanların hakları geri verilecektir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu hâdiseyi zikrederken şöyle demiştir :
Abdullah bin Cüd'n'nm evinde Huİfu'l-Fudul'a şâhid oldum. Ben böyle bir toplantıya dave edilseydim yine giderdim. Hayatımda benim için ondan daha iyi bir şey yoktur.» [504]
ikincisi -Peygamber Devrinde Yargı:
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yargı işlerine bakar, ihtilâfları giderirdi. Muhacirler ile Ensar arasında ihtilaflı durumlarında ihtilâflarını Allah'a ve Resulüne havale etmeleri için (onları hakem tutmak için) yemin ettirmişti.
Allah şöyle buyuruyor:
«Ö'yîe değil, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar.» [505]
Bir diğer âyet ise şöyledir :
«(Hâbibim) Sana da hak olarak kitabı (Kuranı) kendinden evvelki kitap (lar) ı tasdıyk edici (ve doğrultucu) ve ona karşı bir şâhid olmak üzere-gönderdik. O halde (bütün ehl-i kitap) aralarında Allah'ın (sana) indirdiği ile hükmet, sana gelen hakıykatten (dönüp de) onların hevâ (ve heves) lerine uyma.»
Bu iki âyeti tatbik ederek Hz. Peygamber (Saîîaîlahü Aleyhi ve Sellem) yargı işlerine bakar, insanlar arasında hak ile hükmederdi.
Yargı faaliyetinde evvelâ vahye, hakkında vahiy olmayan mes'eleler-de ise içtihada dayanıyordu.
İmam Ahmed'in Müsned'inde, Hz. Peygamber (Saîîaîlahü Aleyhi ve Sellem)in zevcesi Üramü Süleme'den rivayet ettiği sahih bir hadîsde şöyle deniliyor:
Ümmü Süleme diyor ki:
«Aralarında miras ihtilâfı olan iki kişi Peygambere geldi, anlaşmalarına imkân yoktu. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:
«Siz ihtilâfınızı Allah'ın Peygamberine getirdiniz, halbuki ben bir beşerim. Belki de bazüarmız bir kamından daha anlayışlıdır. Ben ise aranızda İşittiğime göre hüküm veririm. Kardeşinin hakkı üzerinde lehine bir şey için hüküm verilen kimse, onu almasın. Çünki ona kıyamet gününde ensesinde aîeşîen bir parça getiren bir meşale (kibrit) dİr.»
O iki adam ağladılar. Her biri şöyle dedi:
«Hakkım, kardeşimin olsun.»
Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:
«Ama arf:k kalkan gidin ve malı bölüşün, soma hakka göre hareket edin. Kur'a çekiniz, daha sonra herbiriniz haEdanı diğerine helâl etsin.»
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in yargı faaliyetinde dayandığı ispat yolları ise şunlardır: Delil (beyyine), şahit ve feraset. Hz. Pey-gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yargı (kaza) faaliyetine ait şu temeli koymuştur :
«İddia eden ispat etmelidir, yemin inkâr edene verdirilir.»
İslâm devletinin ülkesi genişleyince, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in vazifeleri arttı ve bazı sahabelere, gerek huzurunda ve Medine'den uzak bölgelerde, yargı faaliyetinde bulunmasına izin verdi. Böylece yargı yetki prensibini kabul etmiş oldu ve yargı faaliyetinde içtihada dayanmasını teşvik etti.
Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir genç olan Hz. Ali (Radiyallahu anh) yi Yemen'e, Yemenliler arasında hâkimlik yapması için gönderdi. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun göğsüne vurarak şöyle dedi:
«Allahjm, onun kalbine hidayet ver ve dilini kuvvetlendir.»
Daha sonra şöyle dedi :
kî taraf oturduğu zaman, ilk defa İşitİyormuş gibi, her iki taraf; dinlemeden sakın karar verme. Bİr taraf sana mes'eleyî değişik gösterir.»
Rivayet edildiğine göre, ona bir mes'ele soruldu. Hz. Ali (Radiyallahu anh) şöyle dedi:
«Aranızda hükmediyorum, eğer razı olursanız, verdiğim hüküm kesindir; aksi halde Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) gelip aranızda hükmedinceye kadar sizi birbirinizden ayırırım.»
Aralarında hüküm verince razı olmadılar. Haç zamanında Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e geldiler. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Makam-ı İbrahim'deydi. Cereyan eden hâdiseleri anlattılar. «O, benim aleyhime hükmetti.» dediler. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:
«Aranızda hükmeden odur.»
Sîret kitapları Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)'in Muaz bin Cebel (Radiyallahuanh)''i İslâmiyeti öğretmesi ve hâkimlik yapması için Yemen'e gönderdiğini bildiriyor. Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) ona şunu sormuştur:
«Ne ile hükmedeceksin?»
O şöyle cevap verdi: «Allah'ın kitabıyla.»
«Allah'ın kitabında bir şey iıulamazsan?» «Allah'ın Kesûlünün Simnetiyle.» «Allah'ın Resulünün Sünnetinde bir şey bulamazsan?» «Görüşüme göre içtihad ederim.»
Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) bu söz üzerine onun sırtına vurarak şöyle dedi:
«Allah'ın Resulünün memnun olduğu şekilde Peygamberi muvaffak kılan Allah'a harndederim.»[506]
Her şehrin Emîr'i, o şehirde hâkimlik vazifesi yapar, ellerindeki nas-lar ile hükmederdi. Şayet bir nas bulamazsa, kendilerine sunulan mes'e-lede içtihad yaparlar, daha sonra da bu içtihadı, her mes'elede baş merci kabul edilen Hz. Peygamber (Sallaliahü A leyhi ye Sellem) 'e sunarlardı.
İmaret bahsinde zikrettiğimiz gibi, Emîr'de bazı şartların bulunması gerekir: En önemlisi şeriat hükümlerini bilmektir. Çünki, imaret velayettir, velayet ise ancak şeriat hükümlerini bilene verilir.
Belirttiklerimiz bize gösteriyor ki, yargı yetkisi, bahsettiğimiz icraî yetkiden ayrılmamıştır. Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) müslümanlarm dinî ve dünyevî bütün işlerini görüyordu. Onun emirleri de dinî ve dünyevî aynı kuvveti haizdiler. Namazlarında insanlara imamlık yapıyorlar, işlerini idare ediyorlar, ihtilâflarında hüküm veriyorlar ve düşman ile savaşta onlara komutanlık yapıyorlardı. Çünki genel Emirlik velayetin veya vekâletin bir çeşididir. Emîr, özel yetkilerle sımrlandırılma-mıştır. İşler çoğalıp vazifeler artınca, yargı, icradan müstakil hale gelmiştir.[507]
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahuanh) devrinde yargı, şekil bakımından,
Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) devrindekinden farklı değildi. Sadece mes'eleler, görüşünü bildirmesi için Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem)'e arzedilemiyordu. Ancak, ihtilâfın şekline göre içtihad teşekkül etti, içtihad yargının başvuracağı kaynak oldu.' Hâkimler, Kur'ân ve Sünnet'te bir nas bulunmayınca, içtihada dayanıyorlardı. Bu sebeple içtihad gelişme gösterdi; bazı sahabeler fetva vermek ve yargı faaliyeti yapmakla tanındı.
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) devrinde ilk defa hâkimlik yapan Hz. Ömer (Radiyallahu anh) olmuştur. Hz. Ömer, azim ve şiddeti ile tanınmıştır. Onun önünde hiç kimse, ondan korkmadan duramamıştır. Bununla beraber ona «Kadı» ismi verilmemiştir; Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) döneminde bu isim henüz bilinmiyordu.
Hz. Ömer (Radiyallahu anh), hilâfete geçtikten sonra, kadı tayin eden ilk kimse olmuştur. Bunda da İslâm devletinin genişlemesi ve müslümanlarm çeşitli ülkelere yayılması, büyük fütuhatlar neticesi islâm toplumunun karşılaştığı birçok mes'eleler ve müslümanlarm Şam, Irak ve Mısır'da, Arap yarımadasındaki arap toplumundan, hayat şartları ve ortamı bakımından farklı yeni toplumlarla münasebete başlamaları rol oynamıştır.
Hz. Ömer (Radiyallahu anh), Ebu Ed-Dardâ Uveymer biaı Âmff'ı Medine kadılığına, Şûreyh bin El-Haris El-Kindî'yi Küfe kadılığına, Ebu Musa El-Eş'arî'yi Basra kadılığına, Osman bin Kays bin Ebî El-Âs'ı Mısır kadılığına tayin etmiş, Şam'ı müstakil bir yargı bölgesi haline getirmiştir.
Bütün bu işler için, yargının düzenlenmesine ait temel bir kanun vaz'etmiş, bu kanun, yargı faaliyetlerinde ona göre hareket edecekleri bir Anayasa olarak kabul edilmiştir. Ebu Musa El-Eş'ari'ye gönderdiği bu temel kanunun metni şudur:[508]
Yargı tatbik edilecek muhkem bir farz, tâbi olunacak bir sünnettir. Sana bir iş gelince, iyi anla ve dinle. Çiinki, tatbiki mümkün olmayan bir mevzuda konuşmanın faydası yoktur. İnsanlar arasında, durumunla, adaletinle ve meclisinde eşit davran, ta ki, asiller iltifatını istismar etmesin, zayıf adaletinden ümitsizliğe düşmesin. Davacı iddiasını isbat etmelidir, yemin inkâr edene verdirilir. Müslümanlar arasında sulh câizdiır, ancak haramı helâl veya helâli haram kılmamak şartı ile.
Verdiğin bir hükümden sonra aklına müracaat eder de, doğrusunu "bulursan, seni hakka dönmekten bir şey alakoymasın. Hak asıldır (kadîmdir), hakta müracaat, bâtılda devam etmekten hayırlıdır.
Allah'ın kitabı ve Peygamberi (Saîîalhhü Aleyhi ve Sellemj'nm Sünnetinde bulunmayan ve kalbinde tereddüde yolaçan hususları iyi araştır ve anla. Sonra misaller ve benzerlerini bul ve benzeyenleri birbirine kıyas et.
Davacıya, deliller getirene ve bu suretle hakkım isfcat edesıe hakkını ver. Hak isbat edenindir. İsbat edemezlerse, senin hükmüne bağlıdır. Bu durum tereddüt etmekten ve hiç bir hüküm vermemekten daha iyidir.
Müslümanlar birbirlerine karşı çok âdildirler. Şâhidlikleri muteberdir. Ancak, zina iftirası cezasına çaırptınlan, yalancı şahitliği denenmiş olan, yakın alcraba olması sebebiyle yalan söyleyeceği zannedilenler (tahmin edilenler) hariçtir. Allah, böyielerine yemin verdirmekten ve delillerini kabul etmekten hâkimleri uzakîaştırmiştır.
Kalbine vesvese veren şeylerden, ıdar kalbîilikten ve taraflara Öfkelenip kızmaktan kaçın. Adalet makamında hak ile hatreket edeni, Allah mükâfatlandırır, iyilerden yapar. Kendi aleyhine de olsa, kendisi ile Allah arasında olan şeylerde niyetini ıslâh edeni, onun ile insanlar arasında olan şeylerde Allah ona kâfi gelir. Allaih'dan fcildiği ve öğrendiği şeylerle insanlar lehine çalışana Allah yeter.»[509]
Sahabeler yargı faaliyetlerinde, kendilerine hukukî bir ihtilâf geldiği zaman Kur'ân'a başvuruyorlardı. Şayet Kur'ân'da bir cevap bulurlarsa, onu tatbik ediyorlar, yok eğer bulamazlarsa Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'in Sünnetine bakıyorlardı. Sünnette tatbik edilecek bir hüküm bulurlarsa, onu tatbik ediyorlardı. Kur'ân ve Sünnet'te bir hüküm bulamayanca, kendi görüşlerine göre içtihad ediyorlardı.
Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh), bir mes'elede güçlükle karşılaşırsa, sahabeleri toplar ve onlara, Hz. Peygamber (Sallallahü A leyhi ve Seliem) 'in bu mes'ele hakkında bir hükmünü veya hareket tarzını bilip bilmediklerini sorardı. Muhtemelen, Peygamber bu mes'elede şöyle şöyle hareket etti, diyen birisi çıkardı. [510]
Hz. Ömer (Radiyallahu anh) de aynı şekilde hareket ediyordu. Kitap ve Sünnet'te bir mes'eleyi bulmakta zorluk çekerse, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) 'in bu mes'elede bir hükmünü veya hareket tarzını bilip bilmediğim sorardı. Şayet Hz. Ehu Bekir (Radiyallahu ank) 'in bir hükmünü bulursa, aksi sabit oluncaya kadar, onunla hükmederdi. Hz. Osman ve Hz. Ali (Radiyallahu anh) de aynı şekilde hareket etmişlerdir.
Abdullah bin Mes'ud'dan, Mufavvada hakkında ne düşündüğü sorulunca şöyle cevap vermiştir:
«Bu mes'elede görüşümü söyleyeceğim. İsabetli olufrsa, Allah'dandır; hatalı olursa, benden ve şeytandandır. Allala ve Kesûlü hatadan beridirler.»
Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (Radiyallahu anh) bir adama rastladı, ona sordu :
«Sana nasıl hüküm verildi?»
Adam :
«Ali benim hakkımda bu şekilde, Zeyd de o şekilde hüküm verdi.»
Hz. Ömer (Radiyallahu anh) şöyle dedi:
«Ben de lıâkim olsaydım, o şekilde hüküm verirdim.»
Adam şöyle dedi;
«Senin hâkim olmana ne engel var, yetki sende?»
Hz. Ömer (Radiyallahu anh) şöyle dedi:
«Ben olsaydım, Allah'ın kitabına, Hz. Peygamber'in Sünnetine baka/r ve hareket ederdim, fakat sen bejnim görüşümü istedin, görüş müşterektir.»
Onlar görüşten bahsetmelerine rağmen, insanlar ilim olmadan görüşe dayanmaya teşebbüs etmesinler diye, görüşe dayanmayı istemezlerdi. İlim-siz görüş mezmumdur ve caiz değildir. Ama nevaya tâbi olmadan kıyasa ve naslara dayanan görüş kabule şayandır.
Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in, Ebu Musa Eî-Eş'arî'ye yazdığı mektupta valilere emrettiği husus budur.
Şimdi de sahabelerin yargı faaliyetinde görüş ayrılığına düştükleri bazı mes'elelerden bahsedelim. Onlardan bazıları şunlardır :
1-Boşanmış bir kadın iddet müddeti içinde evlenmiştir. Bu evlilik yasaktır. Çünki, nesebin karışmaması, karnındaki çocuğun babasının belli olması için, birinci evliliğinden sonraki iddet müddeti geçtikten sonra evlenebilir.
Hz. Ömer (Radiyalhhu anhye bu mes'ele arzedilince, bir ayırım yaptı ve şöyle dedi: Kadın iddet müddeti içinde nikahlanınca, kendisini nikahlayan kocası, onunla yatmamışsa ve sonradan ayrılmamıgsa, iddet müddeti birinci evliliğinden boşanmasından itibaren sayılır. Sonra, ikinci boşanmadan itibaren yeniden müddet sayılır. Yok eğer kocası onunla yatmışsa ve sonra ayrılmışlarsa, birinci evliliğinden itibaren müddeti sayılır, sonra ikinci evliliğinden itibaren...
Bundan sonra artık onun ikinci bir evlilik yapması, ona ceza olarak
ebediyyen caiz değildir.
Hz. Ali (Radiyallühu anh) ise şöyle diyor :
«Kan koca ayrılırsa, iddetini !birinci evlilikten itibaren tamamlar, genel kaideler tatbik edilerek, erkek bu müddet sonunda onumla tekrar evlenebilip.
Kanaatimizce iki görüş arasındaki bu ihtilâf şuradadır : Hz. Ömer (Radiyallahu unh) , birinci evliliğin iddet müddeti bitmeden, evlenmek için acele eden karı-kocayı korkutmakta (zorlamakta) ve evlenmelerini ebe-diyyen kat'î olarak yasaklamaktadır. Hz. A^i (Radiyallahuanh) ise, bu görüşü kabul etmemekte, durumu tabiî haline iade edip, daha sonra her ikisine genel esasları tatbik etmektedir.
2- Hz. Osman (Radiyallahu anh) boşanmış bir kadının mirasçıhğı mevzuunda, şayet kocası onu Ölüm hastalığı halinde boşamışsa, iddet müddeti sona erdikten sonra ölse bile, mirasçı olacağına hükmetmiştir. Böylece boşama mirastan kaçma için vesile olamamaktadır. Hz. Osman, Abdurrahmaaı bin Avfm karısını ki hasta halinde boşanmıştır-iddet müddeti bittikten sonra mirasçı olacağına hükmetmiştir.
Kadı Şüreyh, bir adam ölüm halindeki hastalığı sırasında karısını üç talâk ile boşadığını, Hz. Ömer'e yazdı. Hz. Gmeır şöyle dedi :
«İddet müddeti içinde olduğu takdirde, onu mirasçı yap. İddet müddeti geçmişse, mirasçı olamaz.»
Kanaatimizce burada, Hz. Ömer ve Hz. Osman (Radiyallahu anh), ölüm halindeki hastalık esnasındaki boşama, evlilik bağını kesmediğinde ittifak ediyorlar. Hz. Ömer (Radiyallahu anh) boşanmış kadının, ancak iddet müddeti içinde mirasçı olacağını, Hz. Osman (Radiyallahu anlı) ise iddet müddeti geçmiş olsa bile mirasçı olabileceğine cevaz veriyor.
3- Hz. Ömer (Radiyallahu anh), doğurması, kocasının vefatından bir ay sonra olsa dahi, kendisinden hamile kaldığı kocası vefat eden kadının iddet müddeti, doğurması ile sona ereceğine hükmetmiştir.
Hz. Ali (Radiyallahu anh) ise şöyle diyor:
«Hamile kaldığı kocası ölen kadının iddeti iki ecele göre tayin edilir : Hamilelik iddeti, vefat iddeti. Buna dayanarak, kocasının vefatından bir ay sonra çocuğunu doğursa dahi, iddet müddeti sona ermez. Hamilelik ve vefat iddetleri hakkında inen iki âyet sebebiyle vefattan sonra müddet sayılır. [511]
Yargı teşkilâtı bu asırda, hukukî ihtilâfların ve hükümlerin kaydedildiği muntazam sicillere sahip değildi. Hükümler, karardan sonra, hukukî ihtilâfın bütün taraflarına tatbik edilirdi. Ayrıca o zaman özel bir yargı mahkeme salonu yoktu. Kadı, Mescid'de oturur ve kendisine sunulan ihtilâflara bakardı. Çünki mescit bu asırda, İslâm toplumunun hayatında açık bir rol oynuyordu; orada insanlar buluşur, halifeye bîat yapılır, halife mescitteki minbere her fırsatta çıkar, idare, harp, yargı işleri ve diğer işlerle ilgili ortaya çıkan yeni durumları anlatırdı. [512]
Emevîler devrindeki yargı, Hulefâ-i Râşİdîn devrindekinden pek farklı değildir. Yargı ana kaynaklar olan Kur'ân ve Sünnet'e dayanıyordu. Bu ikisinde bir hüküm bulamazlarsa, içtihad yapıyorlar, içtihad yaparken de, temel prensiplere ve genel şer'î kaidelere uygun olarak rey ve kıyasa dayanıyorlardı.
Her kadı, diğer yargı mensuplarını bağlamayan, kendi görüş ve ilmine dayanıyordu. Çünki, bu sıralarda içtihat mezhepleri ortaya çıkmış değildi. Bu sebeple halifeler kadı seçmede zorluk çekiyorlar, kadılar çoğu defa kendilerinden sorulan bazı mes'elelerde halifenin görüşüne başvuruyorlardı.
Kadı'nm kararı her durum için icrâî idi. İdarecilerden hiç biri, yargının nezaheti ve insanların ona güveni sebebiyle, hâkimin hükmüne müdahale edemezdi. Bu sebeple Halife Ömer bin Abdülaziz şöyle demiştir :
«Kadı'da 5 haslet bulunursa, kemâle ermiş sayılır : Kendinden önce mevcut iîinı, tama'dan nesahet, husumetten uzak yumuşaklık, imamlara iktida, ilim ve görüş sahipleri ile teşrİk-i mesai.»[513]
İçtihat hareketi ve çeşitli içtihat mezheplerinin ortaya çıkması ve buna bağlı olarak tedvin hareketi sebebiyle, Abbasîler devrinde yargı nizamı, Hulefâ-i Râşidîn ve Emevîler devrine nazaran çok büyük bir gelişme göstermiştir.
Kadı, kendisine sunulan bir mes'elede içtihad hakkına sahip değildi; faaliyeti, müçtehit imamları taklit ve onlardan dışarı çıkmaya teşebbüs etmeksizin, onların görüşlerini tatbike inhisar ediyordu.
İslâm devletinin her bölgesi için, devletin kabul ettiği bir mezheb vardı. Yargı da, bunlarla bağlı kabul edilirdi. Irak'taki kadı, Ebu Hanife'-nin mezhebi ile, Mısır'daki kadı, İmam Şafiî'nin mezhebi. Mağrib'deki kadı ise, İmam Mâlik'in görüşüne göre hükmederdi.
Yargı, Emevîler devrinde olduğu gibi, siyasetten müstakil değildi. Çünki, bazı Abbasî halifeleri, diledikleri gibi hükmetmek için bazı kadılan kendilerine tâbi kılmışlardı. Âlimlerden çoğu hak ve adalete aykırı hüküm vermeye mecbur tutulmak için kadılık makamını kabulden imtina eder duruma gelmişlerdir.
Bu asırda yargı teşkilâtı genişlemiş, kadının yetkileri kısımlara ayrılmış, Emevîler devrinde yetkisi içinde olmayan birçok işlere de bakar hale gelmiştir : Vakıflar, vâsi tayini, mezalim ve hishe gibi.
Bugün karşılığı «Adalet Bakam» olan, bütün kadıların başkanı sayılan «Baş hâkim» 'lik makamı ortaya çıkmıştır. Baş hâkim, bütün şehirlerde kendisine bağlı kadıları tayin ederdi. Baş hâkim olanlardan, Ebu Yusuf Yâkub bin İbrahim, Ebu Hanife'nin talebesi ve Kıtali u'I-Harac'm müellifi, Harun Reşid devrinde baş hâkim olarak tayin edilen ilk şahıstır..[514]
Âlimler, yargı organının hukukî nizamını tesbit etmişlerdir. Mâverdî, «El-Ahkâmu's-Sultasıiyye» isimli kitabında, yargı ve yargı makamına geçen şahısta bulunması gereken şartlar bakımından kadıya taalluk eden her mes'eleye ve kadıya velayet verilmesi usûlünden bahsetmekte, kadıların çeşidini, genel ve özel olmak bakımından yetki ve vazifelerini belirtmektedir. Bundan başka, hukukî nizam ve yargı organının şekline ait hükümlere de temas etmektedir.[515]
Âlimler, kadı olan şahısta bulunması gerekli şartları belirtmişlerdir. Ancak bu şartları haiz olanlar kadılık makamına geçebilirler. Çünki, yargı velayetin bir çeşididir. Velayete ise, ancak onun şartlarını haiz olanlar geçebilir. Bu şartlar ise şunlardır:[516]
Bu cart sebebiyle yargı sadece erkeklere mahsustur. Çünki, belirttiğimiz gibi, velayetin bir çeşididir. Velayet makamının kadına istinat etmesi caiz değildir. Fakat bu durum, onun sözüne ve şehadetine bir yargı hükmünün dayanmasına engel değildir; yapabildiği konularda şehadeti makbuldür.
Ebu Hanife, kadının, şehadetinin caiz olduğu hususlarda, kadı olabileceğine cevaz veriyor. Buna göre kadının, şehadetinin kabul edildiği bütün işlerde, kadılık makamına geçebilir.
El-Kâsanî ise şöyle diyor :
«Esasen bir vazifeye tayin için erkeklik şart değildir. Çünki, kadın esasen şehadette bulunabilen bir kimsedir. Ancak o hudud ve kısas kararı veremez. Çünki o, bu hususlarda şehadette bulunamaz. Yargı ehliyeti ise, şehadet ehliyeti ile birlikte rol oynar.» [517]
İbn-i Ceırîr Et-Tafoerî, bu mevzuda geniş düşünmüş ve bütün hükümlerde kadının yargı makamına geçebileceğine cevaz vermiştir.
Mâvertdî, İbn-i Cerîr'in görüşünü şu şekilde tefsir etmektedir:
İcmâm reddettiği söze itibar edilemez. Bu konuda kadına, şehadetinin caiz olduğu yerlerde yargı makamına geçmeye cevaz veren Ebu Ha-nife'nin belirttiğimiz görüşüne rağmen icmâut mevcut olduğunu zannetmiyorum.[518]
Bu şart bedihidir. Çünki küçük, şahsı üzerinde velayeti haiz değildir. Evîeviyetle insanlar üzerinde velayete sahip olamaz.[519]
Yargı makamına geçen kimsenin, hatadan ve gafletten uzak, uyanık, fatin olması gerekir ki, zekâsı ve aklı ile, hükümlerden meydana gelen güçlükleri izah edebilsin.
Mâverdî şöyle diyor :
«İkinci şart, anlayışına ait her şeyi içine alijr. Zarurî şeyleri ilminin yardımı ile idrak edip anlaması yanında, ayrıca hata ve gafletten uzak, iyiyi kötüden doğru şekilde ayırabilen, güçlükleri izah ve karışık mes'ele-leri çb'zebilmeîidir.» [520]
Ebu Yâîa da şöyle diyor:
«Bulûğ ve akıl ise, küçük ve mecnûn, kendilerine hâkim sayıîmadık-ları için, evleviyetle başkaları üzerinde velayet yetkisine sahip olmazlar. Ayrıca, hâdiselerdeki içtihat yolu onlarda yoktur.» [521]
Köle, kaza makamına geçemez. Çünki, kölenin kendi şahsı üzerindeki velayeti noksandır, bu, başkaları üzerindeki velayete mânidir. Köle şahitlik yapamadığına göre, evleviyetle hükümleri infaza ve ona velayet verilmesine engeldir.
Köle, azat edilirse, kaza makamına geçebildiği gibi, diğer memuriyetlere de tayin edilebilir, çünki neseb; velayette söz konusu edilemez (aranmaz).[522]
Kâfirin müslümanlara ve diğer kimselere hâkimlik yapması caiz değildir. Çünki İslâm, şehadetin kabulünde şarttır, yargı velayettir. Şu âyet sebebiyle müslümanlar üzerindeki velayet kâfirlere istinat ettirilemez :
«Allah, kâfirlere mü'minlerin aleyhinde (galebeye) as!â bir yol (ve imkân) bahşetmez.» [523]
Ebu Hanife kâfirin, kendi dini mensupları arasında hâkimlik yapabileceğini, hükmünü reddederlerse, bağlayıcı olamayacağını, müslüman hâkimin hükmü ise onların içinde icraî olduğunu söylüyor.[524]
Adalet, her velayet için aranır. Mâverdi, adaleti şu sözlerle tarif ediyor :
«Doğru sözlü, emanete uyan, harama girmeyen, günahtan kaçman^ şüpheli işlerden uzak duran, rizalı ve rızasız işletri ayırt eden. dînî ve dünyevî işlerde aynı şahsiyeti haiz olan kimsedir. Böylece şartlara sahip olan kimse, âdildir, şehâdeti caizdir, velayeti muteberdir. Eu şartîardam biri olmazsa, şahitlikten ve velayetten men'edilir. Sözü dinlenilmez, hükmü tatbik edilmez.»
El-Kâsanî şöyle diyor:
«Aynı şekilde adalet, bize göre, memuriyete tayin için şaırt değildir, fakat kemal (olgunluk) şarttır. Fâsıkın tayini de mümkündür, şer'î hududu aşmamişsa, verdiği hükümler infaz edilir. Şafiî'ye göre (Allah rahmet eylesin) cevaz şartıdır. Ona göre fiasık şehaıdette fc ulumama ya cağın a göre,.kadı olamaz. Bize göre ise, o (fâsık) şehadetfe bulunabilir ve kadı olabilir. Fakat fâsikin tayin edilmemesi gerekip, Çünki, yargı büyük bir emanettir. O, malların, eşyaların, şahısların emanet edilmesidir. Bu vazife, ancak şartları haiz olan ve onlara riayet eden, takvası tamam olan kimsenin gayreti ile yerine getirilebilir. Bununla beraber, tayin edilirse, tayin bizzat caizdir ve kadı olırtr. Çünk, fesad başka mânadadır ve kadı olarak tayinine engel yoktur.» [525]
Havas selâmetinden maksat; onun, işiten, gören bir kimse olması gereğidir. Tâ ki, hakkı bâtıldan ayırabilsin, haklıyı bâtıldan tefrik edebilsin. Buna karşılık azaların selâmeti yargıda Önemli değildir, velâyet-i âmmede ise önemlidir ve aranır.
Mâverdî şöyle diyor :
«Altıncı şart, haklatrı isfeat ve alacaklı ve borçlunun arasını ayırabilmesi, ikrar edenle inkâr edenin arasını tefrik edip, hakkı bâtıldan ayırması, haklıyı ve haksızı tanıması için işitme ve görmesinin arızasız olması gerekir. Şayet korse, velayeti bâtıldır.»
îmam Mâlik onun şehadetine cevaz verdiği gibi, kadı olmasına da cevaz veriyor. Şayet sağır ise, Hilâfet mevzuundaki ihtilâf burada da vardır. Azaların selâmeti ise, bu konuda Önemli değildir. Şayet imamette caiz olsaydı (olursa), yatalak da olsa, hüküm vermesi caiz olur. Şayet belâlardan uzak ve salim olursa, daha heybetli olur.» [526]
İlimden maksat, şeriat hükümlerini bilmektir. Şeriat hükümlerini bilmek ise, ancak dört esası bilmekle olur :
1- Allah (Azze ve Celle) 'm kitabım bilmek ve onun muhtevasını nâsih ve mensuh, muhkem, muteşabih, genel (âm) ve özel (has) âyetler: bilmektir.
2- Resûlüllah'm sabit söz ve fiillerim bilmek.
3- Kendisinden önceki âlimlerin görüşlerini, birleştikleri görüşler almak ve ihtilâf ettikleri mevzuda da içtihad yapması için, bilmek.
4- Üzerinde bir şey söylenilmemiş (meskût) fer'î mes'eleleri, üze rinde konuşulmuş (ve bir neticeye varılmış) esas mes'eleye göre ceva}] verecek kıyası bilmek ve ikisinin üzerine bir netice bina etmek.
Şayet ilmi bu dört esası ihata ediyorsa, bu takdirde o, ehl-i içtihad (müçtehid) sayılır. Bu durumda hüküm ve fetva vermesi caizdir. Saye' ilmi, zikrettiğimiz bu dört esasa yetişmiyorsa, bu takdirde onun bükün ve fetva vermesi caiz olmaz. Kadı olarak tayin edilmişse, tayini bâtıldır hukukî ihtilâflara ait hükmü, hakka uygun veya aykırı olsa da merdud dur (kabul olunmaz). [527]
Ebu Hanife, hukukî ihtilâflarda başkalarının görüşü ile (görüşünt göre) hüküm verebilen mukallidin kadılığa tayinine cevaz veriyor. An islam anayasa ve idare hukukunun genel esasları cak, cahil olmaması gerekir. Çünki cahil, bilmeden, bâtıl ile hükmedebilir.
EI-Kâsanî ise, şöyle diyor:
«Helâli, haramı ve diğer hükümleri bilmek konusuna gelince : Acaba bunları bilmek tayin şartı mıdır? Bize göre bir cevaz şartı değil, belki bir sevap (mendub) ve iyi bir ha/reket için şarttır. Hadîs âlimlerine göre kadının, helâli haramı ve diğer hükümleri bilmesi içtihat derecesine varacak kadar bilmesi, feu konuda tayin şartıdır. İmam-ı Âzam hakkında da aynı şeyi söylüyorlar. Bize göre, İmam-ı Âzam, bunu bir cevas şartı olarak kabul etmiyor. Çünki o, karkasının ilmi ile, başka âlimlerin fetvalarına hüküm verebilmesini mümkün görüyor. Fakat TbununSa beraber İslâm hükümlerini bilmeyen bir cahilin tayini gerekmez. Çünki, cahil is-lâhtan çok, ifsat etmekle kalmaz, mes'eleınin şuuruna varmadığı için, ibâtil ile hükmeder. Bununla beraber her nasılsa tayin edilmişse, başka hukukçuların fetvalarıyla hakkı tatbik edebileceği için, tayini caisdir. Onun tayini kendisi için caizdir, fasit olması başkasını ifsat etmesi manasınadır. Bize göre, başkası içiaı fasit ©lan kimse cais gibidir. Şeriatın hududısnu tecavüz etmemişse veırdiği hükümler tatbik edilir,» [528]
El-Kâsanî şöyle diyor:
«Fazilet ve olgunluk şartlarına gelince; bu kadının helâli, harama ve diğer hükümleri bilmesi demektir. İlmi içtihat derecesine varmıştır. İnsanlarla temas ve onlara muameleyi bilmeli, âdil, koruyucu, kendini töhmetten ve kötü huylardan uzak tutabiîmelidir. Çünki yargı, inşamla!4 arasında hak ile hükmetmektiır. Tayin edilen kimse, sayılan bu Özelliklere sahip ise, o herhalde hak ile hükmedecektir.» [529]
Kadı tayin etmek zarurî bir iştir. Çünki, o zaruri bir vazifeyi ifa etmek için tayin edilmektedir. Bu iş, insanlar arasında hüküm, vermek ve müşküllerine bakmak ve halletmektir.
Allah şöyle buyuruyor: arasında hak (ve adalet) hükmet.» [530]
Hilâfet bahsinde imam tayininin vacip olduğunu söyledik. İmam ise, bütün idarî vazifeleri ifa edemez; bazı mes'elelerde kendisine vekâlet edecek kimselere mutlaka muhtaçtır. Bu kimselerden önemli birisi, insanlar arasında adaleti yerine getirmek için ihtiyaç duyulan yargı makamıdır. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem, bazı vilâyetlere kadılar göndermiş, ya da oradaki valileri halkın yargı işlerine bakmakla vazifelen direniştir.[531]
Âlimler yargı faaliyetine talip olmaktan bahsediyorlar. Bu, bir şahsın kaza makamına tayinini istemesidir. Bu şekilde bir istek caizdir. Şayet, bir şahıs, yargı işlerini ellerinde bulunduranlardan veya imamdan bir yargı merciine tayinini isterse, bu istek nazara alınır ve o şahıs, kadı olarak tavin edilebilir, tayini caizdir.
Ancak âlimler, talepte bulunan şahsı kadı olarak tayin etmenin imam için mecburî olmadığını belirtiyorlar. Hz. Peygamber (Sallallahii Aleyhi ve Sellem) bir şahsı, o bu mevzuda itham edildiği için, istediği makama (memuriyete) tayin etmemiştir.
El-Kâsanî şöyle diyor :
Ama talebi terk etmek (talep etmemek), icmâ ile tayinin cevazı için bir şart değildir. Talepte bulunanın tayini caizdir. Çünbi, o gerçekten yargı faaliyeti yapabilecek güçtedir. Fakat istekli itham edildiği için tayin edilmemelidir. Hz. Peygamber (Sallallahii Aleyhi ve Sellem)''den şu hadîs rivayet edilmiştir:
«Biz işlerimizi Bijr diğer
bcsşsrtö, onu isteyen kimseyi ise, şöyle "buyurmuştur : [532]
«Kadı olmak isteyen her şeyi nefsi için isîer, kadı olmaya mecbur fu-;n üstüne bir meÜek iner ve ona engel olur.» [533]
Bu işaret ediyor ki, istekte bulunan, hakta isabette muvaffak olamaz, mecbur tutulan ise muvaffak olur. [534]
İslâm'ın birinci asrındaki âlimlerin birçoğu kaza makamına geçmekten korkmuşlar, birçoğu kadı olmaya icbar edilmiş, kadı olmayı reddettikleri için dövülmüşlerdir.
Mâverdî, bu mevzuu çok güzel tafsil etmekte ve kadı olmak isteyenin, ya içtihat ehlinden (müçtehid) olması ve hukukî ihtilâflara bakmasını, ya da içtihad ehlinden olmadığını nazara alıp, açıklamada bulunmaktadır.
Şayet içtihad ehlinden değilse, kadı olmayı istemesi caiz değildir. Şayet kadı olmak isterse, bu isteği, onun kadılık ehliyetine menfi tesir eder ve kadı olarak tayinine engel olur.
Eğer içtihat ehlinden ise, bu takdirde talebi incelenir ve üç durum arasında ayırım yapılır.
Birinci hal: Eğer yargı faaliyeti ehil olmayan ellerde bulunur ve o şahıs kadı olma isteğinde, bu makamı işgal edenin cehaleti veya zulmü sebebiyle kadılık makamını ehil olmayan kimselerden kurtarmak istiyorsa, münkeri defettiği için, caizdir. Daha sonra bakılır: Şayet kastının çoğu müstahak olmayanların izale edilmesi ise, bu durumda o şahıs sevap kazanır; yok eğer 'kasamın çoğu kaza makamına tayin edilmesi ise, talebi asla caiz olmaz.
İkinci hal: Yargı makamı müstahak ve ehil olanların elinde ise ve kadı olmak isteyen, o kadıyla aralarında bir düşmanlık veya bu makama hırsı sebebiyle, o kadının azlini istiyorsa, bu talebi caiz değildir, bu talep mahzurludur. O, böylece makbul bir iş yapmamıştır. Çünki, kendi nefsine menfaat gelsin diye başkasına zarar vermek istemektedir.
Üçüncü hal: Hâkimlik makamı boştur, bu takdirde hâkim olmak isteyenin niyetine bakılır.
Şayet, hâkim olmak isteyen kadıların Beytü'l-Mal'den aldığı maaşa ihtiyacı sebebiyle talepte bulunuyorsa, talebi caizdir.
Hakkı tatbik etmek arzusu ve ehil olmayan kimselerin o makamı işgal etmesinden korkusu sebebiyle kadı olmak istiyorsa, talebi müste-haptır.
Şayet içtimaî bir mevkie kavuşmak arzusu ve böylece Öğünmek için kadı olmak istiyorsa, talep caizdir, fakat mekruhtur. Çünki, dünyada Öğünmek ve mevki istemek şu âyet sebebiyle mekruhtur.
Allah şöyle buyuruyor:
«İşte âhis-ef yurdu! Biz onu yer (yüzün) de ne îeğailub, ne fesad arzusuna düşmeyeceklere veririz. (İyi) sonuç (Allah'ın İkaabından) sakmanlarındır.» [535]
Diğer bir kısım hukukçulara göre dünyada Öğünmek için kadı olmak istemek mekruh değildir: bu sebeple insanın mevkiini yükseltmek için kadı olmak istemesi caizdir. Bu husustaki delilleri Hazreti Yusuf (A ley hisse .dm) 'm Mısır Firavununa söylediği sözdür.
Bu husustaki Âyet-i Kerîme'de şöyle buyuruluyor :
«(Yusuf) : " onları iyice !i.» [536]
Bu âyetten maksat; beni çağırırsan, ben koruyucuyum, beni tayin edersen, ben bilenim veya hesabı düzgün tutmak, muhafaza etmek ve lisanları anlamaktır. [537]
Belirttiklerimizden anlıyoruz ki, kendisinde hâkimlik şartları bulunan kimse, hâkim olmayı istemeraelidir, isterse tayin edilmez. Ama kendisinde hâkimlik şartı bulunan kimse, bu makamı ehil olmayanlardan kurtarmak için hâkim olmak istiyorsa, müstehabdır, sevabı vardır. Hâkim maaşından istifade için istiyorsa, bu caizdir. Hâkimliğe ehil olan kimselerle yarışmak için hâkim olmak istiyorsa, bu mahzurlu ve haramdır.
Buna dayanarak diyebiliriz ki, hâkim olmayı istemek, isteme niyeti, istemeyi gerektiren sebeplere ve bu makamı işgal eden şahsın durumuna göre vâcib, müstehab, mubah, mekruh ve haram olmak bakımından, çeşitli hükümleri ortaya çıkarmaktadır.[538]
Kendisinde hâkimlik şartı bulunan kimseye hâkimlik teklif edilirse, acaba kabul etmesi gerekir mi, yoksa reddedebilir mi? Burada iki hali birbirinden ayırmamız gerekir:
Birinci hal: Bir şehirde hâkimliğe uygun birkaç kişi varsa, bir şahıs mecbur tutulamaz, kabul etmeye zorlanamaz; kabul veya reddedebilir.
Birkaç sahabe ve tabiin, onlardan sonra gelen bazı sâlih kimselerin, hâkimliği kabul ettiğini ve insanlar arasında hüküm verdiğini görüyoruz. Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) 'in Yemen'e kadı olarak, insanlar arasında hak ve adalet ile hükmetmesi için gönderdiği Muaz bin Cebel, yine Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) in kadı olarak Mekke'ye gönderdiği Attab b. Useyd, Hz. Ömer (Radiyallahu anlı) Şureyh'i ve Vali Bbu Musa El-Eş'arî'yi hâkim olarak tayin etmiştir.
Buna mukabil, Emevîler devrinin sonlarında, Abbasîler devrinin başlarında, hâkim olmayı reddeden birçok büyük âlim de görmekteyiz. Bunlardan şu isimler sayılabilir: Ebu Hanife En-Nu'man: İbn-i Âbrdin şu hâdiseyi rivayet ediyor :
«Ebu Hanife üç defa hâkim olmaya davet edildi, ama (reddetti. Her defasında kendisine otuz kırbaç vuruldu. Son defasında şöyle dedi:
"Bırakın, yakınlarımla istişare edeyim."
Ebu Yusuf'la istişare etti. E:au Yusuf şöyle dedi :
"Eğer tayin edilsen, insanlara faydan dokunur."
Ebu Hanife ona kızgın bir nazarla Tbaktı ve şöyle dedi:
"Sen bana söyle, şu deeıizi yüzerek geçmem emredilse, buna gücüm yetebilir mi? Tahmin ederim, buna ıda evet, diyeceksin."» [539]
Muhammed EI-Hudayr, Ebu Hanife'nin hâkim olmayı reddetmesinin onun dövülmesini haklı göstermeyeceğini söylüyor. Çünki, hâkim olmayı reddetmek, dövülmeyi gerektirmez. Onun dövülmesinin sebebi, devlet memuriyetinden olan hâkimliği redde götüren sebeptir. Devlet memuriyetine geçmeyen şahsın kendisine sunulan vazifelerden birine geçmeyi reddetmesi normaldir. Öyle anlaşılıyor ki, Efcu Hamife, Enıevî devletinin sona ereceğini ve idarenin Abbasîlere geçeceğini anlamıştır. Kendisine, Irak Valisi Yezid bin Hubeyre, son Emevî halifesi Mervan 'bin Mubammed adına hâkimlik vazifesini teklif ettiği zaman, o reddetti. Bunun üzerine onu dövdürttü. Öyle anlaşılıyor ki, ona hâkimlik teklifinden maksat, onun devlet vazifelerine ait bilgisinin derecesi idi ve onun devlet vazifesi istemediğini görünce, onu bu sebeple döverek cezalandırdı. [540]
Bundan sonra âlimler şu konuda görüş ayrılığına düşmüşlerdir : Acaba hâkimliği kabul mü efdaîdir, yoksa red mi efdaldir? Reddetmeyi efdal kabul edenler görüşlerine delil olarak Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) den rivayet edilen hâkimliği kabulden ürküten hadîsi gösteriyorlar.
Kabulünün efdal olduğunu söyleyen diğer grup ise, Peygamberlerin Hu-lefâ-i Kâşidîn'in ve hâkimliği kabul eden sâlih hâkimlerin yaptıklarını ve adalet ile hükmettiklerini delil olarak ileri sürüyorlar. Şüphesiz adil hâkim olmanın azim sevabı vardır ve ameli yükselten ibâdetlerden sayılmaktadır.
İkinci hal: Şayet bütün şehirde bir tek şahıs dışında hâkimliğe uygun kimse yoksa, bu takdirde, onun hâkimliği kabul etmesi gerekir. Hâkimliği kabul etmesi bu durumda bir farz-ı ayndır. Şayet reddederse, yerine, daha ehil olmayan biri olmadığı için, böylece günah işlemiş olur.[541]
Hâkimlik vazifesi diğer akidîer gibi bir akiddir. Diğer akidlerin kurulduğu gibi, icap, kabul ve akde işaret eden özel sözlerle tamamlanır.
Hâkimliğe tayin, tayin eden tarafından şifahî (sözlü) veya hâkim olmak isteyen kimseye gönderiliyormuş gibi, hâkimlik vazifesine onu seçtiğini bildiren yazışma yoluyla olur.
Âlimler hâkimliğe tayini sağlayan sözleri ikiye ayırmışlardır :
Birincisi -Açık sözler : Maksada doğrudan doğruya işaret eden ve kendisine delil olacak herhangi bir karineye ihtiyacı olmayan sözlerdir. Tayindeki açık sözler dört çeşittir :
1- Seni tayin ettim.
2- Seni iş başına getirdim (idareci yaptım).
3- Seni halef tayin ettim.
4- Seni nâib tayin ettim.
Tayin eden, bu dört sözden birini kullanınca (söyleyince), diğer başka bir karineye ihtiyaç olmadan hâkimliğe tayin tamamlanır.
İkincisi -Kinayeli sözlqr: Bu, doğrudan doğruya tayine delâlet eden sözlerdir. Ancak sarih bir hüküm olabilmesi için, bunun bir karinesi olmalıdır. Âlimlerin belirttiği gibi, kinayeli sözler yedi çeşittir :
1- Sana güvendim (dayandım).
2- Sana meylettim.
3- İşleri sana gönderdim.
4- İşleri sana bıraktım.
5- Seni yetkili kıldım.
6- Seni vekil tayin ettim.
7- Sana dayandım.
Bu sözler diğer ihtimalleri nefyeden bir karineye sahip olmalıdır ve sarih hükme işaret eden karineyle birlikte tamam olur. Meselâ; şu sözde olduğu gibi :
«Sana vekâlet verdiğim işlere bak.» «Sana güvendiğim işte hüküm ver.»
Sadece bu sözlerle akid tamamlanmaz. Çünki, sözler icabı açıklar. Tayin edilen tarafından kabul edilmesi de gerekir. Eğer tayin sözü şifahî ise, kabul hemen olur; yok eğer mektupla veya yazı ile yapılıyorsa, kabul biraz gecikir. Doğru olanı şudur ki, icap şifahî veya yazılı olsun, düşünme fırsatı vermek ve tayin edilene kendisine verilen işte düşünmesi için fırsat vermek gerekir. Her hal-u kârda kabul gecikerek yapılırsa normaldir.
Bütün bunlara rağmen tayinin kesin şekilde tamamlanması ancak dört şartın bulunmasıyla mümkün olur :
Birincisi: Tayin eden, tayin edilenin, bu vazifeyi ifa için işin ehli olduğunu bilmelidir. Tayin eden, tayin edilenin, işin ehli olduğunu bilmiyorsa, tayin muteber olamaz. Çünki, velayet tayin edenin elinde bir emânettir ve ancak o vazifeyi ifa edebilecek erbabına verilebilir.
İkincisi: Tayin edilende, vazifeyi ifaya müstehak olması bakımından, istenilen şartlar bulunmalıdır.
Üçüncüsü: Tayin eden, tayinin muhtevasını, hâkimlik, şehir Emirliği veya vergi toplayıcı gibi, belirtmelidir ki, tayin edilen kişi, kendisine bağlanan vazifeyi ve verilen yetkileri tam olarak bilsin.
Dördüncüsü: Tayin eden, vazifenin verildiği yeri (şehiri), bakılması icab eden işleri bilmesi ve ona beyyine olması için, zikretmelidir.
Bu şartlar dışında bir şart daha söz konusudur, o da halkın ona itaat ve hürmette bulunması ve vazifesini tekabbül etmesi için, tayin edildiğini ilgili yerde (şehirde) ilân edilmesi ve duyurulmasıdır[542]
şöyle diyor :
«Belirttiğimiz şartlar ile, tayin tamamlanır. Akdiıa şartlarına iîâve bir şartı da nazara almak icap eder. O da, halkın hâfcune Kati ve hükmüne tâbi olması için, vazife göreceği halka tayin edilenin, tayinin duyu-rulmasıdir. Bu şart, itaat için lâzımdır, yoksa idarenin nüfuzu için şart değildir. Belirttiğimiz özellikleır ile akit ve gerekleri muteber ise, tayin edesi ile, tayin edilen arasında vekâlet akdi gibi muteber bir akit meydana gelmiş olur. Çünki, biri diğerini vekil tayin etmiştir. Tayin eden ve edilen bakımından bu hususta artık yapılacak foir şey yoktur. Tayin eden, istediği zaman azledebileceği gibi, tayin edilen de isterse kendini azledefoilir (vazifeden affedebilir). Ancak tayin eden, tayin edileni Mr sebeple azledebilir. Bu vazife, miislümanların haklarından olduğundan, tayin edilen ancak (makul) bir sebeple azledîlebilir. Azledilir veya kendi kendini azlederse, tayin açıklandığı gibi, azlin de açıklanması gerekir ki, ı verdiği hükümler tatbik edilmesin ve ona artık dâva gelmesin. Azlinden sonra, azlini bildiği halde hüküm verirse, hükmü tatbik edilmez. Yok eğer, azlini bilmeden hüküm vermişse; vekâlet akdinde vekil iîe vekâlet veren arasındaki ihtilâfda olduğu gibi, hükmü muteberdir, tatbik edilir.» [543]
Kendilerine verilen vazifeye göre, hâkimler çeşitlere ayrılır. Ve bu vazifeye, vazife sahibine sağlanan yetkilere göre, genişler ve daralır.
Mâverdî, hâkim çeşitlerinden bahsetmekte, onları yetkilerine göre üç kısma ayırmaktadır :
1- Genel yetkili hâkim: Bu vazifenin içine giren her hususta mutlak yetki sahibidir.
2- Muayyen bir yefrde genel yetkili hâkim: Buna, «Genel bakış, Özel iş» ismi verilir.
3- Muayyen (bir mes'eleıde hâkim: O, diğer mes'elelere bakamaz. Birincisi -Genel Yetkili Hâkini:
Hâkimin vazifesi genel ise, yetkisi on hususu içine alır :
1- Anlaşmazlıkları çözmek, husumet ve sürtüşmeleri ortadan kaldırmak. Bu da iki yol ile olur: Sulhun caiz olması şartı ile, taraflar arasında sulh yoluyla. Bu halde, sulha iki tarafın razı olması şarttır. İkinci yol, aralarında, onlara uygun gördüğü tarzda hükmetmek. Bu halde hüküm, iki taraf için bağlayıcı ve mecburîdir, hiç biri onun tatbikine engel olamaz.
2- Haksız yere hak elde etmiş olanlardan, hakkı geri almak ve sahibine vermek. Bu durumda, ancak hak sahibinin hakkı sabit olmasıyla hükmedilir ve iki yol ile mümkündür:
İkrar: Bu, hakkın başkasına ait olduğunu, ikrar edenin aleyhine söz ile veya dilsiz için işaret yoluyla aynı şeyin ifadesi üe olur. İkrar, sadece ikrar edenin aleyhine münhasır bir delil kabul edilir, başkasına zarar vermez. Çünki, insan başkası hakkında ikrarda bulunamaz.
Beyyine : Bu, davacının dâvasını desteklemek için ileri sürdüğü kesin delildir. Davacının başkasmdaki bir hakkını isbat için, davacı lehine şahitlik yapanların şehadeti gibi. Âlimler şehadet hakkındaki hükümleri tafsilatıyla belirtmişler, kimin şehadetinin kabul, kimin kabul edilmeyeceğini ifade etmişlerdir. Bundan başka fıkıh kitaplarında şehâdet hakkında tafsilâtlı hükümler bulunmaktadır.
Hukukçular, hâkimin kendisine sunulan mes'elede bilgisi ile hüküm vermesinin cevazı mevzuunda farklı görüştedirler. Şafiî ve Mâlik, hükmedebileceğim söylüyorlar. Ebu Hanife ise, hâkimin, kişi güvenliğini ihlâl edeceği için, hâkim olmadan önceki bilgisi gereğince hükme demeyeceğini söylüyor. Hatta, delilsiz olarak, hâkimi eski bilgisine .dayanarak karar veremeyeceğini söylüyor. Ancak sadece, dâva esnasında ve vazifesi sırasında (tayin edildikten sonra) öğrendiği bilgilerine göre karar verebilir.
3-Küçük, deli gibi, herhangi bir sebeple velayetinin kaybına sebep olan ehliyetini kaybeden bir şahsı velî tayin etmek, malında normal olarak akıllı insanların yapmayacağı tasarrufları yapan sefih üzerinde hacir kararı vermek.
Hâkimin, küçük ve delilere velayet hakkını vermesi veya velî tayin etmesinden ve sefihleri hacir altına alma kararını vermesinden maksat, insanların ve hacir altına alınanların mallarını muhafaza etmektir. Böylece daha sonra pişman olacakları tarzda, küçüklükleri ve delilikleri sırasında tasarrufta bulunmamış olurlar.
4- Vakıflara bakmak : Bu, onlara uygun muayyen bir yerde, muhafaza, nemâlandırma ve sarfetme yoluyla olur. Hâkim, bu islere bakmak, murakabe ve bunun dışında, vakıfa menfaat getirecek şeyler temin etmek üzere, kendine bir vekil de tayin edebilir. Eu işler, sarı yollarını gösteren Vâkıfın şartlarına bağlıdır.
5- Vasiyeti infaz etmek : Bunu, vasiyeti yapanın arzularını, şeriattaki mubah yollarla ve onun şartlarına uygun olarak yerine getirmek suretiyle yapar. Lehine vasiyet yapılan, belli ve hayatta iseler, vasiyetten onlara düşen hisseleri verir. Yok eğer şahıslar belirtilmemiş, sadece vasıfları belirtilmişse, hâkim onları kendi içtihadına göre seçer.
6- Velileri olmayan kimsesizleri denkleri ile evlendirmek : «Eyyim», kocası olmayan kadın demektir. Şayet evlenmek isterse ve velisi de yoksa, hâkim onu dengi ile evlendirir. Onun velisi yerine geçerek evlendirir. Çünki, kadın kendisi bizzat evlenemez. Velîsi yoksa, hâkim onu evlendirmek için, velî yerine geçer. Buna karşılık Eibu Hanife, hâkime ihtiyaç olmadan, kadının bizzat evlenmesine cevaz vermiştir.
7- Suçlulara ceza (had) tatbik etmek: Allah'ın hakkı ihlâl edilmişse, bir tarafı davete hacet duymadan, beyyineye ikrar yoluyla sabit gördüğü takdirde, cezayı verir. Yok eğer insanların hakları ihlâl edilmişse, ancak hak sahibinin talebi üzerine ceza tatbik eder.
8- Yollardaki tecavüzleri ve fenalıkları men'etmek, umumî menfaate ait işlere bakmak, cünha ve haksızlık sayılmayan fiilleri ayıklamak : Burada, ülkede mer'î genel kaideleri, umumî menfaate uygun olarak tatbik eder. Umumî menfaati korumak için birinin, bu kaideleri tatbik yolunda dâva açmasına ihtiyaç yoktur.
9- Şahitleri, yed-i eminleri kontrol, yardımcılarından onlara ikrarları mevzuunda nâib tayin etmek, selâmet ve istikâmet ile devam ederlerse, onlarla çalışmak; ihlâl ve hiyanet halinde onları değiştirmek.
10- Kuvvetli ile zayıf arasında eşitlik, yüksek tabakadan olan biri ile, aşağı tabakadan olan biri arasında adaleti tatbik etmek, haklıyı kabahatli bulmada nevasına tâbi olmamak veya haksıza meyletmemek. [544]
Hâkimin bu çeşidine «Genel idare, Özeî iş» ismi verilir. Bu hâkimin yetkisi, işi bir şehire veya bir mahalleye inhisar etmekle beraber, bütün işlere bakmaktır. Bu takdirde, tayin edildiği bölgenin işlerine bakmak hakkına sahiptir.
O, kendisinin evine veya muayyen olan mescidine gelen herkesin dâvasına bakabilir ve hükmü verebilir. Bu takdirde vazifesi sadece kendisine gelen kimselere münhasırdır.
Mâverdî şöyle diyor :
«Hâkimin idaresi genel; işi özel olabilir. Bir ülkenin "bir yerine ve mahallesindeki bütün işlere bakmak üzere tayin edilebilir, tayin edildiği kısımda veya mahalledeki bütün işlere bakabilir. Orada oturan veya oraya geçici olarak gelenler arasındaki ihtilâflara fcakar, cünkj oraya geçici olarak gelen, orada oturan, gibidir. Ancak vazifesi, yabancılar olmadan, sadece yerlil&r arasındaki ihtilâflar da olabilir. Eğer bir ülkeye ve fakat bir tarafında, bir mahallesinde veya bir kısmında hüküm vermek üzere tayin edilmişse, o kısma ait bütün işlerde hüküm verebilir. Çünki, yetkisi genel olmakla birlikte, sadece muayyen mevzularda kalması mümkün değildir. ..
Ama evine veya 'mescidine gelen kimselerin ihtilâfına bakmak için tiayİn edilmişse, evinin ve mescidinin dışındakilere karar veremez. ÇÜn-ki, yetkisi evine veya mescidine gelenlere inhisafr ettirilmiştir. Onlar ancak o iki yere giderlerse, ihtilâflarına kakılır. Bu sebeple hâkimim hükmünde, orada da bulunmaları şartı aranır.
Elu Abdullah Ez-Zübeyr şöyle diyor :
«Bizde, Basra'da, uzun zaman devam eden Emîr'ler vardı. Onlar, hâkim olajrak geniş bir mescidde hüküm verirlerdi. Bunlara «Mescid Kadısı» ismi verilirdi. Onlar 20 ile 200 dirhem arasmdaki dâvalara bakarlardı. Nafakaları toplar, mevzularını aşmazlar, belli miktarlar dışına çıkmazlardı.» [545]
Hâkimlerin birden fazla olması mümkündür. Bu, devlet başkanının bir tek şehire iki hâkim tayin etmesiyle olur. Bu durum, üç halden birinde söz konusu olur.
Birinci hal: Her ikisinin hüküm verecekleri yerleri tayin etmek, şehri ikisi arasında bölmek gibi. Bu takdirde her biri, kendisine ayrılan bölge içinde karar verir, diğer bölgeye taşamaz. Bu şekildeki bir tayin caizdir. Birden çok hâkime ihtiyaç gösteren büyük şehirlerin bunu gerektirdiği çok görülür.
İkinci hal: İki hâkimden her biri için, belirli hükümler tesbit edilir, kimse diğerinin sahasına tecavüz etmez. Meselâ; biri borçlar ve haklar kısmı, diğerine, evlenme, boşanma ve diğerleri gibi hükümlere bakma vazifesi verilmesi halinde böyledir.
Bu tarz tayin de, hâkimlerin bir mes'ele üzerinde çekişmeye düşmemeleri için caizdir. Çünki, her biri kazanın bir çeşidi ile uğraşır, diğerine tecavüz etmez.
Buradan anlıyoruz ki, her hâkimin veya mahkemenin, sadece bir çeşit dâvaya bakması tarzında bir vazife taksimi sözkonusudur : Bir kısmı hukuk dâvalarına, bir kısmı ceza dâvalarına, bir kısmı da şer'î dâvalara bakar; kısacası her mahkeme kendisine ait dâvalara bakar.
Üçüncü hal: Bir yerde iki hâkimin bulunması, her birinin, bir vazife ayırımı olmaksızın ve bölgeler ayrılmaksızın, her dâvaya bakması. Âlimler bu tarz tayinin cevazı konusunda iki görüş ileri sürüyorlar :
Birinci görüş: Bütün dâvalara bakmak üzere bir yere iki hâkim tayini caiz değildir. Çünki, böyle bir tayin, ihtilâflar her ikisine gideceğinden, sürtüşmelere yol açar. Her ikisini tayin eden imam ise, her ikisinin de tayini, zikrettiğimiz sebeplerle, bâtıldır.
İkinci görüş : Her ikisinin de tayini caizdir. Çünki, yargı vekâletin bir çeşididir. Dâvanın götürülmesi, dâvâlıya değil, davacıya bağlıdır. Eğer eşit değillerse, her ikisine de daha yakın hâkime gidilir. Uzaklıkları eşit ise, bir görüşe göre aralarında kur'a çekilir; diğer bir görüşe göre ise, taraflar anlaşmadıkça hâkime başvurmaları mümkün değildir. [546]
«Tabsiratü'l-Ebsar» adlı kitapta, her bir dâvada verilecek hüküm üzerinde her ikisinin birleşmesi ve ittifak etmesi şartıyla, iki hâkimin tayini muteber olduğu belirtiliyor. Bu şart yok ise, tayinleri caiz değildir.
Hanefîlerin görüşü şöyledir : Bir yere iki veya daha fazla hâkimin tayini caizdir. Çünki, iki vekil ve vasinin tek bir tayinle tayin edilmesi caizdir. Şayet ikisi arka arkaya iki tayinle tayin edilmişlerse, birincisi o yerin hâkimi olur, bundan sonra gelen, birincisinin azline gerek olmadan, aynı yerin ikinci bir hâkimi olur. Bu gibi durumlarda görüş ayrılığı vardır. Bazılarına göre, ikinci tayin birincinin azli manasınadır. Bazılarına göre ise, azli mânasına gelmez.
«İslâm'da Yargının Tarihçesi» kitabının müellifi, Bağdat tarihinden naklen,10 cüz-şu olayı zikrediyor: Abbasî Halifesi El-Mehdî, iki hâkime aynı zamanda yetki vermiştir. Eî-Hatib Eî-Bağdadî bu konuda şöyle demiştir :
Basra mes'elesinde, Abdullah bin El-Hasan EI-Anfoerî ile, Ömer bin Âmr arasındaki ihtilâf dışında, iki kişi arasındaki bir ihtilâfta iştirak asla görülmemiştir. O ihtilâfta her ikisi de mahkeme salonunda (Meclis) bir araya gelmişler, birlikte insanların dâvalarına bakmışlardır, ikisine bir grup gelip, doğurmayan bir cariye getirdiler. Bu mevzuda Ömer bin Âmr şöyle dedi :
«Bu, cisim (beden) deki bir fazilettir.»
Sî-Hasan ise şöyle dedi:
«Yaratılışa aykırı olan her şey ayıptır.» [547]
Kitabu Mesaliki'l-Ebsar'm müellifi bazı büyük dâvaların dört[548]hâkimin Önünde görüldüğünü zikrediyor. Görülüyor (anlaşılıyor) ki, onlar, Sultan'm Nâibi'nirı emri ile Şam Mescidinde bir araya geliyorlar ve bir tek hâkimin halledemediği mes'eleieri ele alıyor ve hepsini müşterek bir hükmü olarak kararı ilân ediyorlar.
Zikrettiklerimizden anlıyoruz ki, birden fazla hâkim tayini prensip olarak caizdir. Caiz olmadığını söyleyenler, her hâkim kendi görüşüne tâbi olur, hükümler arasında aykırılık görülür, bu da hükümlerin tatbikinde güçlüğe sebep olur, diye korkmaktadırlar.
Ancak bu itiraz, hükümler doğruya yakın olması için, birden çok hâkim olma prensibi mahkemelere dağıtılma şeklinde yargının düzenlenmesiyle izale edilir. Bu durumda hâkimlerin sayısının iki yerine üç olması caizdir. Bu takdirde, ikisinin reyini alıp ve kendi görüşünü de katarak tatbik edilecek hükmü belirten üçüncü hâkimin varlığı ile güçlük ortadan kalkar.
Hukukçuların çoğu birden fazla hâkim tayinini caiz görmüşlerdir, en doğru görüş de budur. İçtihadda farklılık olunca, hükmün akamete uğramasından korkan bazı Şafiî mezhebi hukukçuları karşı görüştedirler. [549]
Belirttiklerimiz bize gösteriyor ki, hukukçular yargı sahasında vazife ayırımı mevzuunda görüş ayrılığında değildirler. Vaziüe ayırımı iki şekilde olur :
1- Yer bakımımdan yetki: Bu, yukarıda .birinci halde zikrettiğimiz gibidir. Mâverdî bu hususta şöyle diyor ;
«Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Yani, birbirlerine miidalıale etmemek üzere, her biri belli bir yerde olarak, hâkimlerin vazifelerinin ayrılması caizdiır. Hâkimin hükmü, kendi bölgesi içinde tatbik edilir.»
2-Mevzu bakımından yetki: Bu, yukarıda ikinci halde zikrettiğimiz gibidir. Hâkimler vazife ayırımı yapmış, her bir hâkim dâvaların bir tarafına bakmaktadır. Bir hâkim, aile, evlenme ve boşanma işlerine; diğer bir hâkim suçlara ve cezalara; bir üçüncü hâkim ise, medenî münasebetler, muamelât, eşya hukuku ve halen mahkemelerde mevcut olan diğer ihtilâf çeşitlerine bakar.[550]
Sınırlı yetkili hâkim, muayyen bir ihtilâfa bakmakla vazifelendirilen, bu ihtilâfın sona ermesiyle, vazifesi biten hâkimdir. Yeni bir izin ve yeni bir tayin olmadıkça, yeni bir vazifesi olamaz.
Mâverdî bu konuda şunları söylüyor :
«Hâkimin yetkisinin taraflar arasındaki muayyen Mr mes'eîeye m'ânhasıjr olması caizdir. İkisi arasındaki ihtilâf dışında, Tbaş'ka iki şahıs arasındaki ihtilâfa bakması caiz değildir. İkisi arasında ihtilâf devam ettiği müddetçe, hâkimin yetkisi devam eder, İkisi arasında hüküm verince, hâkimin yetkisi sona erer. İkisi arasında diğer bir ihtilâf husule gelirse, bu ihtilâfa, ancak yesni bir izinle bakabilir.» [551]
Hâkimlerin yetkisi zaman olarak da ayrılabilir, bir hâkimin muayyen günler ihtilâflara bakması şeklinde yetkiîendirilmesinde olduğu gibi. Bu takdirde o hâkimin yetkisi, o günün sona ermesi ile biter. Yetkisinin haftanın belli bir günü olması da caizdir, her haftanın cumartesi günü dâvalara bakmakla yetkilendirilmek gibi, bu caizdir. O hâkim kendisine sunulan dâvalara bu günde bakar, diğer günler bakamaz. [552]
Yargı muhkem bir farz, tâbi olunması gereken bir sünnettir. Kaza, hayat ihtilafsız, dosdoğru devam etmediği için, sosyal hayatın zaruretle-rindendir. Çünki, ihtilâf ve kavga insanlar arasında mutlaka mevcuttur. Aynı şekilde, ihtilâfları hak ve adaletle halletmeyi tanzim etmek de mutlaka şarttır. İslâm hukuku, hâkimden hükmün sâdır olması bakımından çok teferruatlı bir şekilde yargı işlerini düzenlemiş, bütün unsurları ve şartlarını belirtmiştir.[553]
1-Hâkim: Hâkim, Halife, baş hâkim veya Adalet Bakanı gibi, veya onun yerine bu işleri gören tarafından, kendisine yargı yetkisi verilen şahıstır. Şayet ona yargı yetkisi verilmemişse, ihtilaflı taraflar anlaşmış ve onu hakem tayin etmiş olsalar dahi, o kimse hâkim sayılmaz.
Aslında yargı işlerini gören şahıs îmanı (Halife) dir. İşlerinin ve meşguliyetlerinin çokluğu ve bütün ihtilâflara bakmasının imkânsızlığı sebebiyle, kendisinde hâkimlik şartları bulunan bir şahsı vekil tayin eder. Bu şartları yukarıda zikretmiştik. Bu şartlardan maksat, yargı makamına sadece ehil olanların ve gücü yetenlerin (becerebilenlerin) geçmesidir.
Bir adayda, arzu edilen şartlar bulunuyorsa, İmam onu, sözlü veya yazılı olarak, yargı vazifesiyle vazifelendirir. Bu takdirde onun tayini tamamlanmış olur. Ve hükmü, yetkisinin yer ve mevzu bakımından genel veya özel olmasına göre, tatbik edilir (icraîdir). Şayet bir yere tayin edilmişse, diğer yerlerdeki ihtilâflara bakamaz, bakacağı ihtilâflar belirtilmişse, onun dışındaki ihtilâflara bakamaz.
2- Davacı: Davacı olmanın şu şartları vardır [554]
a-Hâkim için şehâdeti kabul edilen bir kimse olmalıdır. Çünki, yargı faaliyeti bir ibadettir, ibadet ise, Allah (Azze e Celle) için yapılan en halis bir âmelidir. Hâkim kendisi hakkında hüküm veremeyeceği gibi, kendisi için şehadeti kabul edilmeyen biri hakkında da hüküm veremez. Tâ ki, hükmüne tesir edecek tarzda taraflardan birine meyli veya merhameti iîe hâkime tesir etmesin.
b-Davacı duruşma sırasında hazır bulunmalıdır. Hazır değilse lehine karar verilemez. Çünki, gâib olan aleyhine hüküm verilmediği gibi, lehine de verilemez. Ancak kendisine bir vekil tayn etmişse, caizdir.
c-Dâva açmalı ve hâkimin hükmünü istemelidir. Çünki, davacı hak sahibidir, fakat hakkına kavuşamamaktadır, ancak yargı sayesinde kavuşabilir. Hâkim ancak, kendisine müracaat üzerine dâvalara bakabilir.
3- Davalı: Bir veya birden fazla olsun, aleyhine karar verilen kimsedir. Dâvâlının, aleyhine hüküm verildiği sırada mevcut olması gerekir. Çünki, vekili olması dışında, gâib olan hakkında hüküm verilemez. Bu Ebu Hanife'nin görüşüdür. İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre, gâib olan aleyhine hüküm verilmesi caizdir. [555]
4- Hüküm: Bu, dâvâlı hakkında hâkimin verdiği hükümdür. Onu borçlu (suçlu) bulsun veya beraat ettirsin veya Allah'ın hakkı veya kulların hakkı, ya da her ikisi söz konusu olsun, farketmez.[556]
Hâkimin hakkı tatbik etmesi şarttır. Bu Allah'ın emrettiği bir husustur. Bu husus iki yol ile gerçekleşir :
1- Kesinlik yoluyla : Bu, hakkında kesin delil sunulandır. Bu delil, Kur'ân'dan tefsir edici bir nas veya mütevatir haber, ya da icmâ'dır.
2- Açıklık yoluyla : Bu, hakkında açık delil sunulandır. Ya Kur'ân veya mütevatir veya meşhur haber-i vahit, ya da kıyas'dan bilinmelidir.
Binaenaleyh hâkim, hakkında kat'î delil ikame edilenin aksine karar veremez. Çünki, aksi halde, kat'î delile rağmen bâtıl ile karar vermek demek olur. Ayrıca hâkim, hukukçuların (fukahanm) fetvaları dışında karar veremez. Çünki, hak onların fetvaları dışında değildir. [557]
Belirttiklerimize dayanarak diyebiliriz ki, hâkim kat'î mes'eleierde içtihad yapamaz. Çünki nassa rağmen içtihad yapılamaz.
Şayet kat'î bir nas yoksa, iki hal arasında ayırım yapmak gerekir:
Birinci hal: Eğer hâkim müçtehid ise ve bir mes'ele hakkında kendi görüşüne göre karar vermişse, bu, diğer bir müçtehidin görüşüne aykırı da olsa, hükmü tatbik edilir. Çünki, hâkimin içtihadı ile ifade ettiği hak sabittir ve başkasının içtihadı onun nazarında hatadır. Çünki, hak birdir, birden fazla olamaz.
Hanefî hukukçuları, hâkimin, kendisinden üstün başka bir müçtehidin görüşünü alabilmesi konusunda farklı görüştedirler. Ebu Haniîe'-den nakledildiğine göre, o, kendisinden üstün ise, hâkimi bir başka müçtehidin görüşünü, kendi görüşüne zıt bile olsa, almasına cevaz veriyor. Çünki. onun kendisinden üstün olduğunu ikrar etmesi, onun içtihadının hakikata (sevaba) daha yakın olduğuna delâlet eder. Bu sebeple, Ebu Hanife, sahabelerin taklid edilmesinin vâcib olduğu görüşündedir ve onu kıyasa tercih etmektedir. Çünki, sahabe sözü kıyası yapanın sözünden daha çok sevaba yakındır.
Müçtehid hâkime bazı mes'eleier güç gelirse, o, ehl-i rey ve fıkh ile istişare edebilir. O, ancak, içtihadının kendisini götürdüğü hükmü verebilir. Çünki müçtehit, kendisini içtihadının götürdüğü netice ile amel etmeye me'murdur. Fakat ancak, gerçekten düşündükten ve teemmül ettikten ve kendisine hakikatin yüzü göründükten sonra, içtihad etmelidir. Gayret sarfettikten sonra hakikati görürse (hakikat kendisine tecelli ederse), diğer müçtehitlerin görüşlerine uygun veya aykırı olsun, içtihadının kendisini ulaştırdığı hükümde, cesur ve atılgan olması gerekir.
İkinci hal: Hâkim müçtehid değilse, âlimlerin görüşünü hüküm verirken taklid etmesi ve alması caizdir. Şayet hâkim, âlimlerin görüglerini anlayacak bir kimse değilse, o, zaruret sebebiyle, kendi gelirindeki hukukçuların fetvasını alabilir.
Çünki, Allah şöyle buyuruyor:
«Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun.» [558]
O konuda ilmi olmasına rağmen, karşı gorüştekinin kanaatini alması caiz değildir. Çünki o, kendi görüşüne göre bâtıldır, bâtıl olan bir şeye göre hüküm vermek ise caiz değildir. Çünki, o müçtehid değildir. Müç-tehit bile olsa, içtihadı yoluyla vardığı herhangi bir görüşü alabilir. [559]
Hâkim müçtehit olup da, kendisine bir mes'ele sunulursa, o mes'ele hakkında bir hüküm verir. Daha sonra kendisine ikinci defa sunulursa, bu mes'elede görüşünü değiştirmesi ve ikinci (diğer) bir görüşe göre hüküm vermesi mümkündür. İkinci hüküm birinci hükmü bozmaz. Çünki, birinci hüküm muteber (sahih) olduğunda ittifak edilen bir yargı kararıdır ve âlimler, hâkimin içtihadının ulaştırdığı kararın muteber olduğuna cevaz vermişlerdir ve ittifak edilen birinci hükmün, üzerinde ihtilâf edlen ikinci hükümle bozulması söz konusu olamaz. Aynı şekilde, belirttiğimiz gibi, birinci hâkimin kararını ikinci hâkim bozamaz.
EI-Kâsanî buna dayanarak şöyle diyor :
«Müçtehd bir hukukçu karısına, "Sen benden kesin fcoşsun." dese ve kanaatine göre, kendisi kesin bosamış sayılsa, sonra kendisi ile karısı arasındaki hâdiseye ait görüşünü, yazıp imsaîasa ve karasının artık kendisine haram oîııdğunu kaljul etse, daha sonra, onu hh talâk ile İroşadığıoı ve ona tekrajr dönebileceği yolunda fikrini değiştirse, bu kadın hakkında birinci görüşü ile amel ederse, kadın kendisine haram olur, ama istikbalde o kadın ve başka kadın hakkında ikiınci görüşü ile hareket edebilir (amel edebilir). Çünki, birinci gb'rüşü içtihad ile değiştirmiştir, içtihad içtihad ile nakzedilmez (bozulmaz). [560]
Dâvâlı cahil olsun veya hukukçu müçtehid olsun, görüşü hâkimin görüşüne zıt da olsa, hâkimin içtihad sahasında, dâvâlı hakkındaki kararı tatbik edilir. Şayet davalı câhil ve mukallid ise, hâkimin hükmünün onu bağlayacağında şüphe yoktur. Çünki, hâkimin kararı, tümüyle muteberdir, hususiyle hâkim müçtehid ise.
Yok eğer dâvâlı müçtehid ise ve bir ihtilâfı mahkemeye arzetmişse, dâvâlı, hâkimin hükmünü tatbikle mükelleftir. Çünki, karar, tümüyle muteberdir ve iki tarafa da tatbik edilir.
Bu şuna benzer : Bir adam karısına dese : "Sen kesin olarak boşsun." Halbuki müçtehid kocanın görüşü, o kadının tekrar kendisine dönülecek biçimde boş olduğu yolunda olsa, kadın bu mes'eleyi mahkemeye arzet-se, hâkimin görüşü de kadının kesin olarak boş sayıldığı (bain) merkezinde de olsa. hâkimin kararı tatbik edilir.
Ama, davalı değil de, davacı müçtehid ise, mes'ele, Efcu Yusuf'a göre farklıdır. Ona göre, müçtehid davacı, müçtehid hâkimin kararı ile bağlı değildir. Çünki, hükmün infazı, tesirini, davacı hakkında değil, davalı hakkında gösterir. Çünki. davalı aleyhindeki karara uymaya mecburdur. Davacı ise. lehine verilen karar mevzuunda muhtardır; hâkimin kararına uyarsa, taklidi olarak uyar, onun müçtehid olarak varlığı bu taklide engeldir, kendi görüşüyle amel etmesi gerekir.[561]
Hukukçular, hâkimin kendi bilgisi ile hüküm vermesi mevzuunda farklı görüşlere sahihtirler. Burada iki hali birbirinden ayırmak gerekir:
Birinci hal: Hâkim, hâkimlik yerinde ve hâkimlik yaparken istifade ettiği, tesadüfen bir şahsın kendi aleyhine, başkası lehine yaptığı ikrarı duyması veya karısını bosadığım, ya da bir adamın, kendi yargı bölgeli içinde, bir şahsı Öldürdüğünü bizzat görmesi şeklindeki bilgisidir.
Hanefî hukukçularına göre, hâkim bilgisi ile, cezalar dışında, hükmedebilir. Onların delili şudur: Beyyine'den maksat, hâdise hakkındaki bilgidir. Hâkim, beyyine ile hüküm verebildiğine göre, kendi bilgisi ile evleviyetle hüküm vermesi caiz olur. Çünki, beyyineden maksat, bizzat kendisi değil, hâdise hakkındaki bilginin ortaya çıkardığı neticedir. Gözün ortaya çıkardığı bilgi ise, şehadetin ortaya çıkardığı bilgiden kuvvetlidir. Çünki, sehadetle ortaya çıkan bilgi, daha çok görüş, kanaat ve kuvvetli zandır; his ve mü^ahade ile ortaya çıkan bilgi ise. ilm-î yakîndır. Ancak, hâkim kendi bilgisi ile ceza tatbik edemez. Çünki, cezalar konusunda çok dikkat ve itina ile hareket etmek icap eder, kendi ilmi ile iktifa etmesi kabul edilemez.
Şafiî'nin, görüşü ise, hâkimin bilgisi ile hükmedemeyeceği merkezindedir. Çünki, hâkim beyyine ile hüküm vermeye memurdur, burada ise beyyinenin unsurları mevcut değildir. Hatta hâkimin, bilgisi ile şüpheleri def ve hakları muhafaza yetkisi bile yoktur.
İkinci hal: Hâkimin, hâkimlik müddeti dışında elde edip istifade ettiği bilgidir. Hâkimin, bir adamın diğer bir şahsı öldürdüğünü bizzat görmesi veya bir şahsın başkasının hakkındaki itirafına şahit olması, duyması suretyle olur. Bütün bunları hâkim olmadan önce elde etmiştir, bundan sonra hâkim olmuştur.
Ebu Hanife'ye göre, hâkimin, hâkim olmadan önceki bilgisi ile hüküm vermesi caiz değildir. O; hâkimin, hâkim olmadan evvel elde ettiği bilgisi ile. hâkim olduktan sonra elde ettiği bilgisi arasında ay mm yapıyor. Önceki devrede elde ettiği bilgi beyyine mânasını taşımaz. Buna karşılık Ebu Yusuf ve îmanı Muhammed ise, hâkimin eski bilgisi ile, hâkimliğe geçtikten sonra hüküm vermesinin caiz olduğunu söylüyorlar. Çünki, hâkim iken istifade edilen ilim ile hüküm vermek caiz olduğuna göre, hâkim olmadan evvelki ilmi ile de hüküm verebilir. Çünki, iki halde de İlim aynıdır (birdir), aralarında fark yoktur. Ancak, şüphe edilebildiği için, saf ceza sahasında ilmi ile hüküm veremez. [562]
Hâkim bir hüküm verir, daha sonra mes'ele bir başka hâkime intikal ederse, acaba birinci hâkimin kararının nakzı caiz midir? Burada iki hal arasında ayırım yapmak icap eder.
Birinci hal: Eğer bir hâkim, hakkında Kur'ân veya mütevatir sünnet, ya da icmâ'da nas bulunan bir mes'elede karar verir ve bu karar da hakkındaki naslara uygunsa, bu birinci karar icraîdir (tatbik edilir), ikinci bir hâkim birinci kararı bozamaz. Çünki o karar muteberdir, hakkında ihtilâf yoktur. Ama birinci karar naslara aykırı ise, ikinci hâkim o kararı bozabilir. Çünki, nasîara aykırı olduğu için temelinden bâtıldır.
İkinci hal: Hâkim, kendisinin müçtehid olduğu bir mes'elede bir karar vermiş ve hükmü de içtihadına uygunsa, ikinci bir hâkim, birinci hâkimin kararını bozamaz. Çünki, birinci karar, tümüyle muteberdir. İkinci hâkim, karşı içtihadı ile o kararı bozarsa, bu muteber değildir. Çünki, ikinci içtihat hataya müsaittir (kabil-i hata). Muteber olduğunda ittifak edilen bir karar, muteberliği ihtilâf götürür bir karar ile bozulamaz. Çünki ikinci karar, kat'î nassa dayanmıyor, sadece içtihadına dayanıyor. Şayet ikinci hâkime birinci kararı bozma yetkisi verseydik, üçüncü bir hâkime de, İkinci hâkimin kararını bozma yetkisi vermemiz gerekecek, böylece, bir kararın tatbik edilmemesi ve verilen, kararın istikrarsızlığı sebebiyle husumet sona ermezdi. [563]
Buna dayanarak birinci kararın nakzı (bozulması) iki halde caiz olur:
Birinci hal: Birinci karar, açık naslara aykırı ise, bu takdirde bu karar bâtıl sayılır, herhangi diğer bir hâkim, mes'ele kendisine intikal edince, bir kararla onu bozabilir. Bu karar, birinci karar bâtıl olduğu için, tatbik edilir.
İkinci hal: Birinci hâkim, herhangi bir sebeple, hâkimliğe sâlih değildir. Tıpkı, yargının adaletine tesir eden sebeplerden biri ile şehadeti makbul olmama bakımından, davacıya benzer bir durumdadır, ya da hâkimin elinde açık bir beyyine yokken bir tek şahit veya birinci karara tesir eden ve onu bâtıl kılan bir sebebe dayanarak hüküm vermiş gibidir.
İbn-i Kudema'dan' rivayet edildiğine göre, şayet karar Kur'ân, Sünnet ve icmâ'a aykırı ise, Şafiî ve Ahmed İbn-i Hanbel'e göre, bozulur; aynı şekilde açık bir naGsa aykırı ise yine bozulur. Ebu Sevr ve Dâvud Ez» Zahirî'den rivayet edilir ki, hatası açık her hüküm bozulur. Çünki, hatadan dönülmek gerekir. Anlatıldığına göre İmam Mâlik'e göre, hatalı her hükmün nakzı (bozulması), kararı veren hâkim tarafından bozulma kararı verilmek üzere, caizdir.
Mâliki Fıkhı'na göre, kararı bozmadan evvel, karan veren hâkime bakıhr: Şayet hâkim, içtihad, adalet ve zulüm yapmamasiyle tanınan (mâruf) bir kişi ise, onun zâlim olması dışında, onun hükmü araştırılmaz ve kaldırılamaz. [564]
Hâkim, hükmünde hata eder, karar verdikten sonra hatayı anlarsa, şahitlik yapamayacak kimsenin gehadeti veya diğer sebeplerle karar vermiş olması gibi, tazminata mahkûm edilmez. Çünki, kendi için değil, başkası için ve başkasının menfaati için karar vermiştir, onun kusuru sebebiyle ona mes'uliyet terettüp etmez. Ayrıca hüküm verilen mes'elede Allah'ın ve kulun hakkının ihlâl edilmiş olması durumuna göre de ayırım yapmak gerekir.
Şayet kararı kul hakkı hakkında ise, kararı bâtıldır. Hakkında karar verilen şey mal gibi mevcut bir şey ise, aleyhine hüküm verilen sahibine iade edilir, onun hakkı üstündür. Yok eğer mal, lehine karar verilenin elinde istihlâk edilmiş (tüketilmiş) ise, bunu o şahıs tazmin eder, hâkime mes'uliyet terettüp etmez. Çünki hâkim genel menfaat için çalışmıştır ve lehine karar verilen kimsenin hakkı yoktur. Bu sebeple tükettiği malı veya mislini sahibine iade etmesi icap eder.
Eğer hakkında karar verilen mal değilse, boşanma ve azat etme hakkındaki kararlar gibi, hükmün hatasını sonra anlamışsa, eski karar bâtıldır.
Karar, Allah'ın hakları mevzuunda ise ve kararın hatasını sonra anlamışsa, tazmin borcu Beytü'l-Mal'a aittir. Çünki, hata ona zarar vermektedir, hâkim mes'ul olmadığı için, tazminat Beytü'1-Mal tarafından Ödenir. [565]
Hâkim hakkında vekü hakkındaki hükümler tatbik edilir : Bir sebep dışında, vekili vekillikten çıkaran sebepler, hâkimi hâkimlikten çıkarır. Vekil müvekkilin ölümü ile veya azledilirse, vazifesi sona erer. Halbuki halifenin ölümü veya halledilmesi ile, hâkim ve valiler azledimiş sayılmazlar.
Bu durumda ikisi arasındaki fark, vekil müvekkilin yetkisi ile çalışmaya başlar ve sadece onun için çalışır. Bu sebeple vekil, bu müvekkilin kendisine azli veya ölümü ile azledilmiş olur. Buna karşılık hâkim halifenin yetkisiyle çalışmaz, bilâkis müslümanlann velayeti dahilinde çalışır ve haklarım gözetir.
Halife müslümanları temsil ettiği için, hâkimi azil hakkına sahiptir. Halifenin hâkimi azli, müslümanlann onu azline benzer. Çünki, halife onları temsil eder ve onların işlerini görür. Ondan sâdır olan bütün tasarrufları, müslümanların işlerini idare için iş başına geldiğinden, müslümanlann adına ilân eder. Hâkim iein bir vekil tayin edilse, hâkim olmadığı zaman onun yerine geçer. Bu vekil hâkimin azliyle azledilmiş olmaz. Çünki, vekil halifenin naibidir, aynı şekilde vekil ikinci vekili az-ledemez. Çünki, ikinci vekil, vekilin vekili değil, müekkilin vekilidir.
Hâkimin azlinde, onun bu azli bilmesi şarttır. Çünki, onun bilmesi, azlin sıhhati için şarttır. Onun hükümleri, azlini öğreninceye kadar muteberdir, tatbik edilir.
Hanefi âlimleri, hâkimin rüşvet sebebiyle azli mevzuunda farklı görüşlere sahiptirler. E--Kâsanî'ye göre, hâkim rüşvet sebebiyle azledilmiş olmaz, bilâkis azle müstehak olur, hâkim kendi kendini azleder. Irak âlimlerinin ise, hâkimin bu sebeple azledilmiş sayıldığını kabul ettikleri nakledilmektedir. [566]
İbn-i Âbidin, «Reddü'l-Muüıtar Ala Dürri'l-Muhtar» isimli kitabında rüşveti zikretmekte ve hükümlerini belirtmektedir. Rüşvet, bir şahsın malından hâkime, lehine hükmetmesi veya karşı tarafa istediği şeyi yüklemesi için, verdiği şeydir. İtta-i Âbidin'e göre, rüşvet dört çeşittir:
1- Bir şahıstan, devlet başkanına, kendisini Hâkim, veya Smîr yapması için verilen rüşvet. Bunu almak da, vermek de haramdır.
2- İstediği şeye hükmetmesi için hâkime verilen rüşvet. Hak sahibi veya başkası versin, almak da, vermek de haramdır. Çünki hâkim, hak ile hükmetmeye me'rnurdur.
3- Zararları def, menfaati celb maksadiyle, kendilerine verilen emi-ri izale etmek için, idarecilere verilen rüşvet. Bunu almak da, vermek de haramdır.
4- Hâkimin zulmünü insanlardan uzaklaştırmak için, hâkime verilen rüşvet. Bunu vermek değil, ama almak haramdır. Çünki veren, kendi üzerindeki zulmü uzaklaştırmak (defetmek) için vermektedir, ama alan, yapması gereken bir fiili yapmamak için almaktadır, hâkimin âdil hareket etmesi ve bu fiil zulmetmeme sidir.[567]
İster hâkim olduktan sonra rüşvet alsın, ister rüşvet aldıktan sonra hâkim olsun, iş başına geçtikten sonra rüşvet verenin hukukî durumuna gelince : Bazı Hanefî mezhebi hukukçuları şöyle diyorlar : Rüşvet aldığı sırada verdiği hükümler ve onun dışındaki hükümler tatbik edilir, fakat o günahkârdır. Serafosî'nin dahil bulunduğu diğer bir grup şöyle diyor : Rüşvet aldığı mes'elede verdiği karar tatbik edilmez, diğer kararlar tatbik edilir. Üçüncü bir fikir şöyledir : Onun verdiği bütün hükümlerin hiç biri tatbik edilmez. [568]
Serah?î'nin kabul ettiği görüş en doğrusudur. Eu görüşe göre sadece rüşvet aldığı mes'eledeki kararı tatbik edilmez, diğerleri tatbik edilir.[569]
Alimler, hâkimde görülen fısk mevzuunda farklı görüştedirler. Acaba fısk sebebiyle azledilmiş sayılır mı, sayılmaz mı? Bununla beraber hepsi azli gerektiği konusunda hemfikirdirler.
EI-Kâsanî şöyle diyor :
«Evvelâ, fıska diren hâkim azledilmiş sayılır mı? Bize göre azledilmiş cayılmaz. Şafiî'ye göre sayılır. Mutezile de aynı görüştedir, fakat iki fiarkîı esasa dayanmaktadırlar. Mîrfesile'nin temeli, iüıs'küîi, fasıla imandan çıkaracağı ve hâkim olabilme vasfını iptal etmesidir. Şafiî'nin temeli ise, adalet yargı ehliyetinin şartı olduğu gibi. şahadette bulunmanın da sarfıdır. Çünki, hâkim olabilme vasfı, şehadette bulunaMîme ile birlikte yüırür ve fisk ile ortadan kalkar ve ehliyeti iptal eder. Bize. göre temel ise, 'büyük günahlar o şahsı imandan çıkarmaz, adalet ise, yargı ehliyetimin şart; olmadığı gibi, şahitlik ehliyetinin de şartı değildir.» [570]
İbıı-i Aîbidin, fıska düşen hâkimin azle müstahak olduğunu belirtiyor ve şöyle diyor:
«Şüphesiz bu mezhebin dış görünüşüdür, Buharalı ve Se üstatlarımız tu görüştedirler. Bunun mânası sultanım onu azletmek mecburiyetinde olduğudur. Buna göre hâkimin fisk sebebiyle azledilmiş sayıldığını söyleyenler, onun verdiği hükümlerin bâtıl olduğunu; azledilmesi gerektiğini söyleyenler ise, azil kararı çıkıncaya kadar hükümleırİ-nin tatbik edileceğini kabul ederler.» [571]
Hukukçular kitaplarında yargının âdabı hakkında ve hâkimin mahkeme salonunda yapması gereken hareketler ile önündeki taraflara nasıl muamele edeceği ve mahkemenin başlama vakti hakkında ayrı fasıllar ayırmışlardır.
Bu mevzuda Hz. Ömer (RadiyaUahu anh)'in, 'Ehu Musa El-Eş'ari'ye yazdığı mektuba dayanmakta ve onu usûlü fıkhın bir temeli kabul etmektedirler. Çünki, bu mektup kazaya ait hükümler ve adaba ait her mes'e-leyi içine almaktadır.
El-Kâsânî, bu mevzuda aşağıdaki âdabı saymaktadır. [572]
1-Hâkimin, tarafların sözünü takip edebilmesi için kendisine sunulan hukukî ihtilâfı anlaması lâzımdır ve her türlü hukukî karışıklığa düşmemesi için iki tarafın konuşmalarım dinlemesi gerekir. O iki tara-fm sözlerinin tesirinde kalarak kendini kaybetmemeli, kendisini hakka ve doğruya ulaştıracak nefsini kaybetmemek üzere uyanık olmalıdır. Hz. Ömer (RadiyaUahu anh)'m bu mektubunda şöyle diyor:
«Sana baş vurulunca onlaırı anla. Çünki, hak ile konuşmanın, tatbik edilmedikten sonra faydası yoktur.»
2- Hâkim, duruşma başladığı zaman endişe ve sıkıntıdan uzak ve psikolojik bir rahatlık içinde olmalıdır. Çünki, endişe ve sıkıntı dâvaya ait hâdiseleri takibine engel olur. Yargı büyük bir vazifedir ve ihtilaflı haklar ona bağlıdır. Hâkim ancak hak ve sevabın esasını tesbit edince kararını verebilir. Hz. Ömer (RadiyaUahu anh), E bu Musa El-Eşî'yi sıkıntı ve öfkeden uzak durmasını emretmiştir.
3- Hâkim, öfkeli olmamalıdır. Çünki, öfke insanı sakin halinden ayırır ve belki de onun infial ve öfkesi neticesi vereceği hükümde taraflardan biri aleyhine kötülüğe sevkeder, haklar zayi olur, ya da karar sevaptan uzak olur.
Bununla ilgili olarak hâkim, kendisini meşgul edecek kadar aç olmamalı yahut istirahat ve tenbelliğe meylettirecek kadar tok bulunmamalıdır. Çünki, zikredilen bütün bu durumlar hâkimi yargı faaliyetinden uzaklaştırır.
4- Hâkim, duruşmada taraflardan birine diğeri aleyhine imtiyaz vermeden aralarında eşit davranmalıdır. Hatta, bazı âlimler bu mevzuda daha ileri gidiyorlar ve şöyle diyorlar: Hâkim, birini sağma birini soluna oturtamaz. Çünki, sağ, sola nazaran imtiyazlıdır. Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (RadiyaUahu anh) ve Ebî bin Kâab, bir hâdise dolayısı ile ihtilâfa düştüler ve Zeyd bin Sâbit'e gittiler. Zeyd, Hz. Ömer (RadiyaUahu anh)'e hürmet gösterdi, Efoî tin Kâab'a göstermedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (RadiyaUahu anh), ona şöyle dedi:
«Bu ilk zulmün.» Sonra önüne oturdu.
5- İki tarafa eşit muamele yapmak, biriyle gülüp, diğerine somurtmamak, yahut birine diğerinden farklı bir lehçeyle hitap edemiyeceği gibi, taraflardan birinden diğerinin işitemiyeceği bir şekilde, gizli konuşmasını isteyemez. Çünki, bütün bu durumlar taraflar arasında eşitliği ortadan kaldırır ve netice olarak iki tarafın ihtilâfında adalet gerçekleşmez.
6- Duruşma esnasında veya hâkim olduğu sırada taraflardan hediye kabul etmemek. O şahsın kendi yakını olması ve âdet gereği bir münasebetle hediye etmesi müstesnadır. Bununla beraber duruşma esnasında ona hediye verilemez. Çünki, rüşvet mânasına gelir. Aynı şekilde hâkim uzak ve yakından rüşvet mânasına gelen veya şüpheyi çeken bir şey kabul edemez.
7- Taraflardan birinin, kendi yakını da olsa, şüpheyi defetmek ve tereddüdü gidermek için yemek davetini kabul edemez. Ancak, şayet davet umumî ise ve icabet etmek mendub ise, bu takdirde Sünneti ihya için hazır bulunabilir, düğün yemeği gibi. Bununla beraber mes'ele geleneklere bağlıdır: Şayet bu davete İcabeti şüpheyi çekiyorsa, davette hazır bulunamaz.
8- Taraflardan birine delil telkin edemez, bu konuda ona yardımcı olamaz. Çünki, bu harekette taraflardan birine, diğeri aleyhine yardım söz konusudur. Ancak niyeti hâdiseyi anlamak veya saklanılan şeyi öğrenmek ise, mahzuru yoktur.
9- Şahide şahitliğinde telkinde bulunamaz, bilâkis ona yolu göstermeden (hazırlamadan) bildiğini söylemeye bırakır. E bu Y^sufa göre şahide telkin şu sözlerle caizdir:
«Şöyle şöyle, şahitlikte 'bulunur musun?» Çünki, belki de şahit, hâkimden korkar, mes'e'eyi karıştırır, delil ikâme edemez.
10- Gördüğü şeyleri, duyduklarını ve yaptıklarını sormalıdır. Böylece sorgusu sırasında onları iyice tanımış olur. Çünki, şahitliklerinde adil olmaları şarttır; kendisi için adil olmayan, başkası için adil olamaz.
11- Kendi görüşüyle tahakküm etmemek için kendisine zor gelen nıes'elelerde bazı görüş sahibi ve hukukçulardan yardım istemelidir. İslâmiyet hakikate varma yolu olduğu için meşveret yapılmasını emretmiştir. Duruşma salonunda müşavere yapılmaz, bilâkis duruşma salonundan uzak bir yerde onlarla başbaşa kalmalı, ya da tarafların anlamayacağı bir lisan ile onlarla konuşmalıdır.
12- Taraflardan sâdır olan beyan, delil ve itirafları yazacak ve ihtiyaç halinde başvurmak için bir kâtip tutmak. Bu kâtip itimad edilir, emniyetli ve ehl-i şehadetten biri olmalı ve yazarken mânaya halel verecek noksanlık ve eksiklik yapmaması için yargı işlerinde tanınmış bir kimse olmalıdır.
13- Her iki tarafa, davalı kendisine karşı açılan dâvanın aksine is-bat edici bir delil bulunduğunu iddia etse de, delil ikâmesi için iki tarafa da fırsat vermelidir. Hâkim ona delilini hazır bulundurma fırsatı vermelidir, belki de sözünde sadık bir kimsedir.
14- Muhakeme için duruşmanın yapıldığı bir yer ayırmak. Hanefî mezhebi âlimleri mescidde muhakeme yapılmasına cevaz veriyorlar. Şafiî ise, muhakeme salonunda cereyan eden yalan, iftira ve diğer hususlarda mescidi tenzih etmek için, mescid dışında yargı faaliyetinin yapılmasını tercih ediyor. [573]
İslâm kaza nizamında hâkimin yetkisi tek yetki değildir, bilâkis îs-lâm yargı nizamına bağlı diğer bazı yetkiler de vardır, fakat yetki bakımından yargıdan ayrılırlar.
Bu yargı yetkileri nev'i şahsına münhasır (sui generis) olup, şu yetkilerde ifadesini bulurlar :
1- Velayetii'I-Mezâlim,
2-Velayetül-Hisbe.[574]
Velâyetü'l-Mezâlim, devlet içinde yetki ve nüfuz sahibi şahısların fertlere karşı işlediği ve fakat normal kazanın hükme bağlaması ve onu rü'yst etmesi imkânı olmayan zulüm vak'alarma bakan yüksek yargı yetkisidir.
Belki bu yetki, modern asırdaki «Hd&rî yargı» [575]ya da «Yüksek Mahkeme»'nin yetkisine benzer bir yetkidir. Zira yargının bu çeşidi, yüksek mevki sahibi kimseleri insanlara karşı işlediği, hâkimin, davalının vazifesinden, ya da içtimaî mevkiinden korkması sebebi ile hüküm veremediği mes'elelerde, yaptığı zulmü ortadan kaldırmaktadır.
Bu yetkinin tesisinden gaye, âdil bir sultanın varlığını ve devletin heybetini insanların şuuruna yerleştirmektir. Zira hiç bir şahıs kaza sahası dışında bırakılmayacak, devlet içinde her fert, kendisinden başkasının hakkı aleyhine sâdır olan hatanın mes'uliyetini hissedecektir.
Bu sebeple, «Velâyetü'l-Mezâlim»'i halife, vezir, ya da bunların vekili haizdir. Zira yetkisi bütün yetkilerin üstünde, verdiği hüküm de devlet içindeki her ferde tatbik edilen bir hükümdür.
Mâverdî diyor ki:
«Mezalsm Hâkimi, zalimlere korku ve dehşet vererek onları insafa getiren ve başkasının hakkını inkârdan vaz geçirten bir koruyucudur. Bu yetkiyi kullanacak kimsenin kudretli, emri tatbik kabiliyeti, heybet sahibi, iffetli, tamahkâr olmayan ve takva sahibi olması lâzımdı?. Çünki, zabıtanın ihtüaı kudretine ve hâkimlerin ilmî üstünlüğüne ihtiyacı vardır. Aynı zamanda iki tarafın sıfatları arasında birleştirici olmaya ve iki tarafa da emrini tatbik kudretine muhtaçtır.» [576]
Zulüm, asil ruhların onu reddettiği ve sağlam karakterin nefret ettiği bir sıfattır. Hususen, makam ve mevki sahibi kimselerden, resmî makamlarını, yahut sosyal seviyelerini suistimal ederek sâdır olan zulüm daha kötüdür,
O halde, fert olsun, topluluk olsun, nefsinde şehamet bulan herkesin bayrağım taşıdığı eski bir sıfat olan mazlumlardan zulmün kaldırılmasına rastlarsak, bu, hayret edilecek bir şey değildir.
Yargının tarihçesine ait olan kısımda, cahiliyye devrinde Kureyş'İn, aralarında, zulmü red ve mazluma insaf hususunda andlaşma yaptıklarını anlatmıştık. Kureyş'jn ileri gelenleri, Abdullah bin Ced'an'm evinde toplanmışlar, zulümü ortadan kaldırmak hususunda, biri zulmederse ona mani olacaklarına ve ondan, mazlumun hakkını alacaklarına dair anlaşmışlardır. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) bu mevzuda şöyle demiştir:
«Abdullah bîn Ced'an'm evinde Fudul Ântaşmasma şahit oüdum. Şa-yef şimdi davet edüsem, buna icabet ederdim. Bunu en pahalı bir nimeîe dahi değişmem.»
Peygamber (Salîatlahü Aleyhi ve Sellem) islâm'dan sonra insanlar arasında hâkimlik yapıyordu. Bir müslüman, ya da müslümanların devlet başkanlarından biri müslüman bir kardeşine eziyet etmemiştir. Bu sebeple, Peygamberin devrinde basit bir hayat olduğu ve müslümanlar arasında da mevkiler bakımından bir farklılık olmadığından, bu velayet» şekline benzer tanzim edilmiş bir durum tasavvur edemiyoruz. İki kişi herhangi bir mes'elede ihtilâfa düştükleri zaman, onu peygambere arzederler, o da aralarında hak ile (âdil bir şekilde) hükmederdi.
Bunu Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman (Radiyallo.hu anh) devirlerinde de buluyoruz. Hâkim iki taraf arasındaki ihtilâfı, taraflardan biri hâkimin hükmünün icrasını reddetmeden, görüyordu. İleri gelen sahabelerin hâkim önünde, hasımları ile birlikte aralarında hükmetmesi için oturdukları çoktur. Hâkim onlara, özel bazı meziyetleri sebebiyle üstünlük tanırsa, âmiri onu tenkit eder ve ona hatasını söylerdi ki, insanlardan biri lehine imtiyaz tanımaksızın adalet tabiî yolunu bulsun.
Bazı tarihî rivayetler, mezâlimler için, oturum yapanların ilki olarak Râşidîn halifelerinden Ali bin Ebî Tâlib (Radiyallahu anh} olduğunu bildirmektedir. O, kendisine mazlumlar tarafından arzedüen şikâyetleri dinler ve neticeye bağlardı. Ancak bunun için muayyen bir gün ayırmamıştı. Zannederim, bu kabil oturumlar, ondan evvelki halifelerin zamanında da mevcut idi. Onlardan hiç biri, mazlumlardan birini dinlemekten imtina etmemiştir.
Tarihçilerin üzerinde ittifak ettikleri, mazlumların işine bakmak için bir gün tayin eden «AbdÜlmelik bin Mervan»'dır. O, tayin ettiği bugünde kendisine arzedilen zulüm vak'alarma bakar, kendisine zor gelen bir şey olursa, onu kadısı «İbn-i İdris El-Ezdi»'ye havale ederdi. [577]
Ömer bin Abdülaziz de mezâlime bizzat bakar ve sahiplerine cevap verirdi. Aynı şeyi Emevîler de yaparlardı. Hatta Ömer bin Abdülaziz'e
şöyle deniliyordu:
«Senin için, malları sahiplerine iade etmenin neticelerinden korkarız.»
O da cevaben demiştir ki:
«Eğer kıyamet gününden korkuyorsam, onu görmiyeyim.» [578]Abbasî halifelerinden El-Mehdi, El-Hâdi, El-Râşid ve El-Me'mun'da
mazlumlar için oturumlar yaparlardı. El-Mehdi, kendisi için penceresi demirden ve yola bakan bir ev yaptırmıştı. Halk şikâyetlerini bu pencereden içeri atardı. İnsanlar huzuruna teker teker girerlerdi. O, elinde bulunan mes'eleyi teker teker inceler ve hallederdi ki, bazı insanlar diğerlerinin önüne geçmesinler.
Bundan sonra Abbasî halifeleri, mazlumların işlerini, kendilerine vekâleten bu işlere bakması için, kabiliyet, fazilet ve ilim sahiplerine terketmişlerdir.
El-Makrîzî, «Kitab'us Sülük ilâ Mârifet'il Düvel'il Mülûk» adlı kitabında, bazı bilgiler vermektedir: Devlet Başkanı Es-Salih Eyyüp, Adalet sarayında şikâyetleri halletmek için oturum yapar ve hukukçular da hazır bulunurdu. İnsanlar kendisine yapılan zulmü kaldırmaları için onlara gittiklerini de bu arada zikretmektedir. [579]
"Velâyetü'l-Mezâlim'i halife kullanırsa, o, bu konuda insanların en liyakatlisidir. Çünki o, birinci imamdır. Gerektiğinde, ister bakanlardan veya valilerden, ya da daha aşağı derecedeki memurlardan sâdır olsun, bütün şikâyetleri halleder.
Halife şikâyetlere bizzat bakamadığı zaman, onu Bakanlardan ve Emirlerden birisine havale eder (onları yetkilendirir). Bu takdirde Bakan ve Emirlerden biri kendisine arzedilen şikâyetlere bakabilir.
Bakan veya Emîr, Halife kendisini bu vazifeye tayin etmiş olsun veya olmasın, şikâyetlere bakabilir. Zira tefviz veziri, yahut genel emîr, bu yetkileri gereği Velâyetü'l-Mezâlim'e bakmağa yetkili olduğundan, genel velayet ile tayin edilmesi aranmaksızın, bu şikâyete bakmaya yetkilidir.
Velayetin verilmesi ve şartların mevcut olması dışında, velayeti genel olmayan biri Velâyetü'l-Mezâlim'e bakamaz.
Maverdî diyor ki:
«Vezir ve Emirler gibi, genel işlere bakmaya yetkili olanlardan biri, şikâyete bakmak için, tayin edilmeye, kendisimde genel velayet olduğu ve şikâyete bakabileceği için, ihtiyaç hissetmez. Ama kendisine her ise bakmaya yetki verilmemiş olan, kendisinde yukarıda belirtilen şartlar bulunduğu takdirde, tayin ve yetküendiırilraeye muhtaçtır.» [580]
Kendisinde Velâyetü'l-Mezâlim yetkisi olanlar için şikâyetlere bakmak, bu günde mazlumları kabul etmek ve şikâyetlerini dinlemek müt> tahsen kabul edilmiştir. Mezâlim Valisi, şayet, haftanın her günü boş ise, haftanın her günü veya onun münasip göreceği günlerde ve uygun gördüğü usûle göre dâvalara bakardı.
Maverdî, «Mezâlim Mec]isi»'nin 5 grup olmadan kurulamıyacağnıı ve Vali'nin işini ancak onlarla düzenleyebileceğin! belirtmektedir. Bunlar şunlardır ;
1- Kuvvetliyi mahkemeye getirmek ve belâlıları korkutmak için bekçiler,
2- Kendileri nezdİnde sabit olan hakları ve meclislerinde cereyan edenleri sorup Öğrenmek için kadılar ve hâkimler,
3- İş zorlaştığı zaman müracaat etmek, şüpheye düşüldüğü veya karıştığı zaman onlara sormak için fukahâ,
4- Taraflar arasında cereyan edenleri ve onların lehlerine ve aleyhlerine olanları tesbit etmeleri için kâtipler,
5-Vazifeli olduğu hususlarda hakka şehâdet etmesi ve kararı imzalaması için şahitler.
Bu beş sınıfın varlığı tamamlanınca, Velâyetü'l-Mezâlim Meclisi kendisine arz edilen şikâyetlerdeki haksızlıklara bakabilir.
Görüldüğü üzere, bu düzenlemeler daha sonra, zâlimin zulmüne, yalancı mazlumun da iftirasına engel olmak, mehabet ve kuvvet sağlamak için idhal edilmiştir.
Burada düşüncemiz odur ki, Velâyetü'l-Mezâlim dikkatlice tanzim edilmiş bir kazaî yetki olmuştur. Zira, İslâm devletinde, hâkimler, valiler veya diğerleri olsun, yetkililer tarafından nizamın ihlâline ait fiiller cereyan etmiştir.[581]
Mâvendî'ye göre, Mezâlim'de bakılan mes'eleler on kısımdır [582]Birincisi: «Valilerin reayayı rahatsız etmesi, hareketlerinde şiddet kullanmalarıdır. Bu iş, mazluma yapılan zulmü hoş görmeyen Mezâlim'in bakması gereken bir iştir. Ve valilerin hareketleri için bir kontrol edici, ahvallerini ortaya çıkaran; munsif davranmışlarda kuvvetlendiren, şiddet kullanmışlarsa durdurulmaları, munsif davranmazîarsa değiştirilmelerini sağlar.»
Bu iş zarurîdir; zira Halife, valilerin irtikâp ettiği hatadan tam mes'-uldür. Bu mes'uliyetin gereği, onun, onlardan sâdır olan amelleri tetkik etmesi ve dürüst olanları, kötü olanlardan ayırıp bilmesi için onların muamelelerini dakik bir şekilde kontrol etmesi gerekir. Şayet muamelelerinde zâlim iseler, onlardan sâdır olan bu zulüm kaldırılır ve onlar, bu emaneti yüklenecek olanlarla değiştirilir.
Rivayete göre Ömer bin Abdülaziz, hilâfetinin ilk zamanlarında, bir defasında halka şöyle hitap etmiştir:
«Size takva tavsiye ederim, Allan başka 'bir şey kabul etmez, o ancak kendi yolunda olanlara rahmet eder. Bir kavmin valileri, hakkı halka rüşvet ile verirlerdi ve hakka mani olurlardı. Bâtıl amellere de yardım eder, desteklerlerdi. İslâmî bir âdet öldürülmüş oîsa, onu ihya ederim; bâtıl ihya edilse, onu öldürürüm. Bunu yapmadan bir an yaşamaya bile değer vermem. Âhiretinizi ıslâh ediniz ki, dünyanız da islâh olsun.»
İkincisi: Vazifelilerin mallardan vergi alırken zulmetmeleri. Bu meseleler imamların divanlarındaki âdil kanunlara havale edilir. Bu kanunlar insanlara tatbik edilir ve vazifeliler hesaba çekilir. Fazla alman mallar mes'elesine bakılır, Beytü'l-Mal'e verilmiş ise, iadesi emredilir; kendileri almış ise sahiplerine verilir.
Yalnız zulüm babında değil, zulmün çeşitlerinin en şiddetlisi, müs-lüman olsun, zımmî olsun, reayanın mallarından vergi toplanmadaki zulümdür. İslâm Hukuku, müslümanîann verecekleri zekât ve sadaka ile ehl-i zimmenin vereceği cizye veya haracın miktarını âdil bir şekilde tes-bit etmiştir. Kendi veya devlet lehine olsun, valilerden hiç biri, bu miktarı arttıramaz ve eksiltemez. Halife bundan mes'ul olduğu gibi, Mezâlim Valisi de bu gibi mes'elelere bakmakla mükelleftir. Şayet valilerden birinin kendi belde halkına, kaldıramıyacakları bir vergi borcu yüklediğini tesbit ederse, onu bundan men'eder; bu mallar Beytü'l-Mal'e girmiş ise, alınıp sahiplerine iade edilir, kendi malına geçmiş ise, ondan alınır ve hiyanetinden hesaba çekilir.
Üçüncüsü: Müslümanların malları üzerinde bekçilik yapan, divan kâtipleri. Vergi veya tevzi işinde olsun, bunlardan birinin doğruluktan ayrıldığı ve mal çaldığı tesbit edilirse, o hak yoluna çevrilir ve tasarrufundan hesaba çekilir.
Rivayet edilir ki, Halife Mansur'a, Divanın kâtiplerinden bir kısmının vergi miktarına hile karıştırdıkları ve onları değiştirdikleri haber verildi. Halife onları getirmelerini ve te'diplerini emretti. Onlardan biri şöyle dedi:
Allah iyilikte' ömrünü uzun etsin, Ey mü'minlerin emîri, aziz ol! Biz af diliyoruz, eğeır af edersen Sen de dünyaların hâmisi olursun. Biz kâtipler, doğrusu fenalık yaptık, Bizi meleklere havale et.
Mezâlim Valisinin yetkisinin bu üç nevi, mazluma ihtiyaç göstermez. Çünki, bunlar âmmenin haklarındandır ve Valinin bu mevzuu araştırması ve mazlum kendisini arz etsin veya etmesin, bir zulmü bulursa, ona mani olması gerekir.
Dördüncüsü: Hazineden kendilerine yiyecek ve içecek yardımı yapılanlara (müsterzika) zulüm. Yani kendi erzakları azalır, ya da gecikirse, veya ihtimam gösterilmezse, Mezâlim Valisinin divanına müracaat edilir, orada âdil emirler ve kanunlar tatbik edilir. Daha evvelden az verilen veya verilmeyen haklara bakılır. Eğer valiler onların mallarından almışsa, kendilerinden geri alınır, eğer kendisi almamış ise, Beytü'l-Mal'den geri alınır.
Müsterzika, asker veya memur olsun, yaptığı iş için devletten muayyen bir maaş alan kimsedir. Bu kimselerin maaşları Beytü'l-Mal'den ödenir. Valileri onlara zulmettiği için onların maaşlarının ellerine geçmediği çok vaki olmuştur. Rivayete göre bazı askerî valiler Halife El-Memun'a askerin tahribat yaptıklarını ve gasp ettiklerini yazdılar, El-Memun onlara şu cevabı yolladı:
«Eğer adalet yapsaydın tahribat yapmazlardı, vefakâr olsaydın, gasli etmezler di.» Sonra da onları azil ve yerlerine başkasını tayin etti.
Beşincisi: Gasbedilmiş malların iadesi. Bunlar iki kısımdır.[583]
Bu, emir sahiplerinin gasbı arzu ederek, ya da sahibinden intikam almak için gasbetmeleridir.
Mezalim Valisi, bunu duyunca, sahibi şikâyet etsin etmesin, gasbe-dilen mallan sahiplerine iade ettirmesi icap eder. Şayet duyulmamış ise sahibinin, gasbı şikâyet etmesi gerekir ki, Mezâlim Valisi malın kendisine iadesine karar versin.
Rivayete göre,. Ömer bin Abdülaziz (Rahimehullah) bir gün namazs gitti. Sağ tarafında, mazlum birine tesadüf etti, ona dedi ki:
«Sana zarar veren nedir?»
Adam dedi:
«El-Velid bin Abdülmelik arsamı gasbetti.»
Ömer hizmetçisine dedi ki:
«Ya Meracim! Bana onun defterini getir.»
Defterde Abdullah El-Velid bin Abdülmelik'in birinin malını aldığın gördü ve hizmetçisine dedi ki:
«Onu defterden çıkar, o, adamın malını ona geri verecek şekilde yap sın ve nafakası için tazminat da versin.»[584]
Bu, kıymetli, nüfuzlu ve korkulan kimselerin, nefislerini müdafai edemeyen zayıf şahıslardan gasbettikleri mallardır. Gasbm bu çeşidin' Veliyü'l-Mezâlim, ancak, hak sahibinin talebi üzerine bakar. Ve Veliyü'l Mezâlim, ancak şu dört yoldan biri ile bu gasb kendisinde sabit olursa gâsıbm elini gasbettiği şeyden uzaklaştırabilir: Gâsıbm itirafı, Veliyü'l Mezâlimin bu gasbı öğrenmesi, mülkünden bu malın gasbedilmiş oldt: ğuna dair delil getirilmesi ve gasbedilen mal üzerinde o şahsın malik ol duğuna dair mütevatir haberler.
İslâm Hukukçuları bu şartları, birinin delil getirmeden ve malik o. madan mülkiyet iddiasından korkarak, gasb hâdisesinin te'kidi için şai görmüşlerdir. Mezâlim Valisi, kendisinde, şüpheye yer bırakmayacak d( liller olmadan bu halde hüküm veremez.
Altıncısı: Vakıfların kontrolü. Bu kontrol, sahiplerinin hayır gaysine veya muayyen bir grup insanın menfaatine vakfettikleri vakıfların kontrolüdür.
Vakıflar ikiye ayrılırlar: [585]
Mezâlim Valisi, bu vakıflara bakar, kimse zulme uğradığını söylemiyorsa, onu kontrol ve normal yolunda seyretmesini sağlar ve Vakfın şartlarına uygun olarak tatbikini temin eder.
Bilindiği gibi, vakıf şartlan üç yerden bilinir :
a-Vakıf hükümlerini korumak için temsilci hâkimlerin divanı,
b-Divanlarda cereyan eden muamele üzerinde saltanat divanlarının kontrolü, yahut onlar tarafından zikr ve tesmiye edilenler,
c-Şahitler şahadet etmeseler dahi, sıhhatli şekilde yapıldığına kani olunan eski metinler. [586]
Ancak ihtilâf ettiklerinde, ilgilinin şikâyeti üzerine Veîiyü'l-Mezâlim ihtilâfa bakabilir. Ve elindeki delillere göre aralarında karar verir.
Yedincisi: Aleyhine hüküm verilen bir kimsenin, vazife veya makam dolayısiyle, kuvvetli, ya da kadı'nm zayıflığı sebebiyle, kadı'ların takibinden âciz kaldıkları ve kadı'nm hükmünün tatbik edilmez hale gelmesi halinde, hükmü infaz etmek. Bu halde rnes'ele, yetkisi kadının yetkisinden geniş olan, şahsiyeti kadının şahsiyetinden kuvvetli olan Veliyü'l-Mezâlim'e arzedilir. O, kuvvetli veya zayıf olsun, aleyhlerine verilmiş hükümleri onlara tatbik eder.
Sekizincisi: Nüfuz ve kudret sahiplerinin işledikleri münkiratları men; yine bu şahısların genel menfaatler aleyhine irtikâp ettikleri zulme mâni olmak gibi, Ehî-i Hisbe'nin bakmaya gücü yetmediği genel menfaati koruyan bütün mes'eleîere bakmak.
Zaten bu sebepledir ki, Veliyü'l-Mezâlim'in şartları arasında, onun kuvvetli ve kudretli olmasını, zulmü kaldırmaya kâfi gelecek yetki sahibi ve ondan gelen bir meylin aksine kimsenin gücü yetmeyecek derecede, kararları herkese tatbik kudretini saydık. Ve halifenin de, arkasından taan yapmasınlar ve hak lehine kazandığı zafer sebebiyle ondan intikam alınmasın diye düşmanlarına karşı onu kuvvetli bir şekilde himaye etmesi gerekir.
Kadıya hürriyet verip ve onu koruduğumuz zaman, bununla, kadıyı himaye ve onu kuvvetlendirmiş olmayız, belki, hakkı gâsıplarm gasbm-dan korumuş oluruz. Zira yargının, herkesi önünde zayıf hale getireceği bir kuvvete sahip olması gerekir.
Dokuzuncusu: Namaz, hac ve cihat gibi açık ibadetlerin korunması. Bunlarda taksir caiz değildir, zira bunlar Hukukullahtır. Bunlar korunmalı ki, insanlar bunlarda kusur etmesinler. İnsanların haklarını koruyoruz; Allah'ın hakları ise, daha fazla himayeye lâyıktır.
Onuncusu: İhtilaflı taraflar arasındaki ihtilâfa bakmak. Biliyoruz ki, bu, normal kadıların yetkilerindendir. Ancak anlaşılacağı üzere, burada mes'ele, normal kadıya zor gelen ve bakması için Veliyü'l-Mezâlİm'e havale edilen ihtilâflardır.
Mezâlim Valisinin, kendisini sevabdan uzaklaştıracak hiç bir faktörün tesirinde kalmadan bu mes'elede adaletle hükmetmesi icab eder. Bu mes'elede Mezâlim Valisinin yetkisinin, yüksek ve son yargı yetkisi olduğunu kabul etmek gerekir. Ondan şikâyet mümkün olmadığı gibi, ona itiraz da mümkün değildir. [587]
Hatırlanacağı üzere, yargının ve mezâlimin mes'eleye bakması arasında çok defa benzetmeler yapıldığını belirtmiştik. Ancak İslâm'ın birinci asrında da bu husus karıştırılmıştır. Böylece aralarındaki işte şüphe husule gelmesin diye, birinci asrın sonunda yargının tanzim ve yargıçların yetkisinin tesbitine ve Mezâlim Nâzın tayin ve yetkileri tesbit edilinceye kadar bu farklar anlaşılamamıştır.
Velâyetü'l-Mezâlim'e ait bu tariflerden biz şu farkları görmekteyiz : [588]
«Mezâlim Hâkimi, zalimlere korku ve dehşet vererek, onları insafa getirten ve başkasının hakkını inkârdan vazgeçirten bir koruyucudur. Bu yetkiyi kullanacak kimsenin kudretli, emri tatbik kabiliyeti, heybet sahibi, iffetli, tamahkâr olmayan ve takva saMM olması lâzımdır. Çünkü, zâ-bitanin üstün kudretine ve hâkimlerin ilmî üstünlüğüne ihtiyacı vardır. Aynı zamanda iki tarafm sıfatları arasında birleştirici olmaya ve iki ta-(rafa da emrini tatbik kudretine muhtaçtır.» [589]
bir parçadır. O, halifeye vekâleten fcu yet-k kimsenin, ifaya yetecek himmet ve kabiîıyette olması lâzımdır. Bu yetkiyi kullanan Kadı olarak değil, Emirü'l-Mezâlim diye adlandırılır. Onun, hâkimin yetkisi ve icraatına benzer yetkisi çoğu defa olsa da, faaliyeti saf kazaî olmayıp, belki kazaî ve icraîdir. O, açık mes'eleleri, icra veya sulh, ya da hakkı hak sahibine veren hayırlı amel ile halleder. O bazan kazaî, bazan da idarı-icraîdir.» [590]
«Bu yetki kaza ve muhtesibin yetkisinden üstün olup, sadece kadının bakmadığı ihtilâflara bakmakla kalmaz, ondan yapılan şikâyetlere de bakar. Bu vazife, yarı saltanat kudreti ve yarı kaza yetkisinin karışımıdır. Esas tesis edilişinde kaza içindedir. Bunu kullanan Sahilbü'l-Mezâlim diye adlandırılır. Bu şahıs, insanların, valilerden, vejrgi memurlarından, hâkimlerden, yahut, halifelerin emirleri veya kadının mensuplarımdan şikâyetlere bakar. [591]
«Bu Velayet tedricen ortaya çıkmıştır; içinde kaza ve icranın özellikleri vardır. Mezâlim valisi, hâkimin bakmağa gücü yetmediği ihtilâflara bakabildiği gibi, ihtilaflı tarafların adaletine kani olmadıkları mahkeme kararlarına da bakabilir. Fakat bu müessesenin ortaya çıkışının esas sebebi, yargının kanun hükümlerine tâbi kılmaktan âciz kalması muhtemel yüksek valiler ve devlet ricali üzerinde kanun hâkimiyetini yaymaktır. Bu sebeple İslâm Devletinde, Mezâlim müessesesi, Özünde, modern hukuktaki İdarî Yargı'ya, büyük ölçüde, benzemektedir. Divanü'î-Mezâ-lim'in kurulması ve yetkilerinin tesbitinin gözden geçirilmesi bu hakikati teyit eder.» [592]
Maverdî, Yargı İle Mezâlim Arasındaki Farkları bize 10 noktada belirtmektedir :
1- Mezâlim Valisi, heybet ve kuvvet sayesinde, ki kadının yoktur, husumeti, eziyetten ve zulümden kurtarır, çarpışma ve sürtüşmelere mani olabilir.
2- Mezâlim valisi, vâciblerin darlığından cevazların genişliğine çıkar, böylece, vali'nin bu faaliyet içinde sahası ve yetkisi genişler.
3- Mezâlim valisi, hâkimlerin yapamadığı korkutma ve sebepleri keşfetme sayesinde, devlet yetkilerini kullanır. Ve böylece hakkın zuhuruna ve bâtılı hakdarı ayırıp bilmeye götürür.
4- Mezâlim valisi, zulmü görüleni te'dip eder, düşmanlığı ortaya çıkanı muaheze eder ve doğru yola çevirir ve te'dib eder.
5- Mezâlim valisi, mes'elelerde şüpheye, haklarda tereddüde düşerse, hak iyice belirinceye kadar, teenni eder. Kadı ise, gerekse ve taraflardan biri istese bile, hüküm vermeyi geciktiremez.
6- Mezâlim valisi, husumeti aralarında karşılıklı rıza ve sulh yolu ile halletmek için reddedebilir. Kadı için bu, ancak tarafların rızası ile mümkündür.
7- Mezâlim valisi, hakkı inkâr alâmetleri açıkça belli olursa, tarafların tevkifinden vaz geçip, kefaletin cevaz verdiği teminata izin verebilir. İki tarafa, husumeti adaletle idare, inkâr ve yalanlan adaletli şekilde halletmeleri için fırsat verir.
8- Mezâlim valisi, şahitliği muteber olmıyanları dinleyebilir. Böylece kadıların örfünden çıkmış olur.
9- Mezâlim valisi, şüphe ederse şahitlere yemin ettirebilir. Şüphelerini gidermek için. sayılarını artırabilir. Hâkimin bu yetkisi yoktur.
10- Mezâlim valisi, şahitlerin dnlenmesinden başlayabilir. Onlarda ihtilaflı mes'ele hakkında mevcut olanı sorar. Kazaî faaliyetlerde ise davacıya delilini ortaya koyma imkânı verilir, o, ancak sorgusu bittikten sonra dinlenir.
Mâverdî bu 10 ciheti belirttikten sonra diyor ki:
«Bu on cihet Mezâlimin bakacağı mes'eleîer ile, ihtilâflarda kazanın bakacağı mes'eleleri gösterir. Bu iki yetki bunun dışında eşittirler.» [593]
Davacının Mezâlim valisine arz ettiği dâvası kuvvet ve zayıflık bakımından üç halde birinde bulunur:
1- Davacının delillere sahip olduğu kuvvetli dâvalar,
2- Zayıf delillere dayalı zayıf dâvalar,
3- İspat ve butlandan uzak boş dâvalar. (İsbat ve reddi hakkında hüküm tesisine medar olabilecek kesin delillerden mahrum dâvalar).[594]
Kuvvet ve zayıflık bakımından, isbat edilmeye uygun olan dâvalar çeşitlidir. Bunlar, kuvvet bakımından altı halden birinden bulunurlar.
Birinci Hâl: Dâvâlının bir şey isbat etmesine ihtiyaç kalmaksızın şahitliğe hâzır âdil şehitlerin şahitliği ile isbat edilen dâva. Bu halde Mezâlim valisi, itimatlı şahitleri dinler, şayet dâvayı teyit eden ifade verirlerse, davacının talebine göre karar verir.
İkinci Hâl: Dâva âdil şahitlerin yazıları ile isbatlıdır, ancak şahitlerin biri gâibtir. Bu halde Mezâlim valisi, şahitlerin birinin gıyabında karar veremez. Ancak hakka işaret etmesi muhtemel yollardan bazılarına
başvurabilir.
Bu yollardan biri olarak, davacının, delile ihtiyaç olmadan ikrarı ve mevcut şahitlerin sözlerinin te'kidi düşüncesi ile korkutmak, emare; ve delillerden müddeinin ifade ettiği hususa varmada davacının ifadesi ile amel; dâva mevzuu şey hakkında dâvâlının tasarruflarına haciz koymak, şayet mevzuu mal ise, ona kefil vermesini yüklemek, kira getiren bir şey ise, haciz koymak; haciz var ise, zilyetliği kaldırılmaz, ancak tasarrufuna mani olunur.
Şayet şahitlerin hazır bulunması ümidi yok ise, Mezâlim Valisi, davalıya dâva mevzuunu ve onun kendisine nasıl intikal ettiğini sorar. Şayet Mezâlim Valisi, araştırmaları neticesinde herhangi bir aykırılık görmezse, ulaştığı delile göre hükmeder. Şayet yolunu aydınlatacak bir neticeye varmazsa, yargıda tatbik edilen genel kaideleri o dâvada tatbik eder.
Üçüncü Hâl: Şahitli bir dâvadır, fakat şahitler hâkim nezdinde âdil değildirler. Bu halde şahitlerin durumları üç halden birinde olabilir:
Ya sözlerine kuvvetle itimad edilen kimselerden olurlar.
Yahut sözlerine ve şehadetierine itimad edilmeyen rezil kimselerden olurlar.
Ya da orta (vasat) insanlardan olur, bu takdirde, bu şahıslar ve duydukları araştırılır, sonra da onlara yemin ettirilir.
Mezâlim Valisi, bu son iki sınıfın şehadetierini dinlemek ve münasip gördüğü hükmü vermek ile, dâvayı yeniden bakması için kadıya havale etmekte ihtiyar sahibidir. O da: Mezâlim Valisinin muvafakati olmadan hükme demez. Zira kadı ancak kendisinde adaletini isbat edenin şehadeti ile hüküm verebilir.
Dördüncü Hâl: Dâva âdil şahitlerin belirttiği bir dâvadır, fakat şahitler hayatta değildirler (ölmüşlerdir).
Mezâlim bu halde 3 hususa yetkilidir :
1- Dâvâlıyı korkutmak, böylece doğru harekete ve hakkı itirafa mecbur etmek,
2- Hakikata ulaşması ihtimali sebebiyle ihtilâf mevzuunun eline nasıl geçtiğini sormak,
3- Araştırma yolu ile hakikata ulaşabilmek için ihtilâf mevzuu hakkında tahkikat ve araştırma yapmak, komşulara sormak.
Şayet araştırmasında kesin bir fikre ulaşırsa, bununla hükmeder; aksi halde, yargının genel kaidelerini tatbik eder.
Beşinci Hâl: Davacı, dâvasının ihtiva ettiği şeye taalluk eden ve dâvâlının el yazılı ile yazılmış vesikasını ibraz edebilir. Bu halde bu yazı dâvâlıya verilir. Cevabı iki halden biri olabilir:
1- Davalının, yazısını itiraf etmesi, bu halde o, davacının hakkını kabul etmiş sayılır ve ikrarı gereği aleyhine hükmedilir.
2- Yazıyı inkâr etmesi. Bu halde muhakkik âlimlere göre, Mezâlim Valisi, davalı bu yazısının sıhhatini itiraf edinceye kadar, bu şahsın aleyhine hükme demez. Bu halde, Mezâlim Valisi, yazıyı tanımak ve dâvâlının yazısı ile karşılaştırmak için yazı mütehassıslarından yardım isteyebilir. Şayet yazı birliği isbat edilirse, bununla aleyhine hükmedilmez, zira bu zannî bir delildir. Fakat bu, dâvayı kuvvetlendiren, dâvanın sıhhatine işaret eden bir karine olur, ikrarı yüklenmesi için dâvâlıyı korkutmaya vesile olur. Ancak, itiraf dışında, mücerret bu karineler ile veya inkârı ile beraber, aleyhine hükmedilemez. Bazı Mezâlim Valileri, dâvâlı itiraf etsin veya etmesin, mücerret hat ile hükme cevaz vermişlerdir.
Altıncı Hâl: Mezâlim Valisi, malî dâvalarda, taraflardan her birinin gelir ve giderini gösteren kayıtlı defterlere bakmak gibi, davacı ve dâvâlının hesaplarına istinat edebilir.
Kayıtlı defterler, taraflardan her biri için kat'î delil olarak kabul edilemez, muhtevası ile hükmedilmez; sadece dâvâlı ve davacıyı korkutmak için vesile, hâkimin dâvada dayanabileceği bir karine olabilir.
Mâverdî bu mevzuda diyor ki:
«Hesap durumu iki durumdan biri olabilir; ya davacımın, ya da dâvâlının hesabı sö'z konusudur. Davacının hesabı söz konusu ise, oaıda şüphe ihtimali daha zayıftır. Mezâlim bu gibi halde, bu hesab düzenlerine baş vutrarak hareket eder. Hesap mücmel ise, kusur (kayıtların kaybolması) muhtemeldir ve dâvasının zayıflığı iîe şüphe kuvvetlenir; şayst hesap doğru ise, ona kuvvetlice inanılır, asacak yine de şahitlerin şahadetine göre korkutulur. Daha sonra her ikisini arabulucuya şevketler, sonra da kesin hükme karar verir.
Şayet hesap davalının lehine ise, dâva onun lehine kuvvetlidir. Yazısına ve el hattına nisîîet ediliyorsa {hattına aıîsbeti isibat edüi/rse), Nazır El-Mezâlim, bunu davalıya sorar...»
Mâverdî, davalının yazıyı itiraf halini çok İnce bir şekilde tafsil etmekte, sonra onun için delilleri itirafını, sonra yazıda mevcut hususların sıhhatini itirafını beyan ve bütün bu hallerdeki hükümleri belirtmekledir.
Bundan sonra diyor ki:
«Araştırıcıların kendi aleyhine olduğu kimsenin, hukukçuların fikrine göre, İçindekilerin sıhhatini itiraf etmediği hesap ile aleykine hüküm verilemez. Ancak hesap muhtevasinim ortaya çıkaracağından fazlası, korku sayesinde elde edilir... sonra arabulucuya sevkediür, sonra, da kesin kararı verir.» [595]
Şayet bir şahıs Mezâlim Valisine, bir dâva ile müracaat eder, dâvâlı da bunun doğru olmadığını isbat ederse, korkutma davacıdan davalıya geçer.
Bu dâva altı halden birinde bulunur:
Birinci Hâl; Davacının dâvasını iptal eden, mevcut âdil şahitlerin imzaları ile imzalı bir yazının davalı tarafından takdim edilmesi. Bu, davacının bu yazıda, dâva mevzuunun mülkiyetinin davacıdan dâvâlıya, şahitlerin vücudu ile satış yolu ile geçtiğini, ya da yazının dâvâlının dâva mevzuu üzerindeki mülkiyetini, buna şehadet eden âdil şahitler ile birlikte ihtiva etmesi ile olur.
Bu halde dâva, kat'î deliller ile aksi isbat edildiği için, bâtıl kabul edilir. Ancak davacı, dâva mevzuunun, ikrahı sebebi ile yapılan satış yolu ile dâvâlıya intikal etmiş olduğunu iddia etmesi halinde, Mezâlim Valisi mes'eleyi, satışı ve şüpheleri araştırır. Şayet davacının sözünün doğru olduğunu tesbit ederse, lehine hükmeder, doğru olmadığını görürse dâvayı bâtıl kabul eder (reddeder).
Ebu Hanife ve bazı Şâfiîler, davacının satışa taalluk eden ikrah iddiasının muhtevasına ait doğruluk ihtimali için, ona yemin teklifine cevaz vermektedir.
Mezâlim Valisi, kendisine hangi delilin açık geldiğini, hüküm verme yetkisine sahip olduğu için, takdir etmek hakkına sahiptir:
İkinci Hâl: Dâvâlının, gâib olan şahitler tarafından imzalı olan ve dâvanın bâtıl olduğunu isbat eden bir yazı takdim etmesi. Bu, iki halde bulunabilir :
1- Dâvâlının yazısı, şöyle söylenmesi sebebiyle dâvayı inkâr eden, bir yazı olabilir. «Bu evde filânın hakkı yoktur. Çünki, ben evi ondan aldım ve ona bedelini ödedim.» Bu halde dâvâlıya, malik olduğunu isbat ve şahit getirmesi borcu yüklenir, zira evin davacıya ait olduğu, daha sonra kendisine intikal ettiğini itiraf etmiştir, bunu isbat edecektir. Ona şahit getirmesi için fırsat verilir. Muayyen bir müddet içinde şahit getirmezse, Mezâlim Valisi dâvaya bakar. Şahitlerin durumuna göre araştırma yapar. Aynı zamanda delil getirinceye kadar, dâvâlının elini mülkiyet üzerinde durdurma yetkisi de vardır.
2- Şöyle söylemesi sebebiyle dâvâlının yazısı itiraf ihtiva edebilir : «Bu ev mülkümdür, davacının bunda hakkı yoktur.» Bu halde ev dâvâlının kabul edilir. Davacı hakkı isbat edinceye kadar, ev ondan alınmaz.
Üçüncü Hâl: Dâvâlının yazısı, âdil olmayan şahitlerin şehadeti ile hakkı isbat ediyorsa, bu halde, şahitlerin durumunu belirttiğimiz ve izah ettiğimiz isbata yakın dâvanın üçüncü halinde zikrettiğimiz esaslar tatbik edilir.
Dördüncü Hâl: Yazıdaki şahitler, âdil fakat ölü olabilirler. Bu durumda hiç bir hükmü tatbik edilmez. Evvelâ dâvâlının sözüne dayanarak,
hakkını isbat etmesi için korkutulması söz konusudur.
Beşinci Hâl: Davacının yalanını belirten ve el yazısı ile yazılmış metni iîe davalının, davacının karşısına çkması. Burada yazı ile amel bahsinde beşinci halde belirttiğimiz esaslar tatbik edilir.
Altıncı Hâî: Dâvada, dâvayı iptal eden bir hesabın çıkması. Bu halde, hesap ile amel halinin altıncısında zikrettiklerimize uygun olarak hareket edilir.
İspat Edilemeyen Dâvalar:
Bu, dâvanın 3. çeşididir. Bu, davacının, dâvasını te'kit için takdim ettiği isbattan uzak, ya da dâvâlının, davacının dâvasını iptal için takdim ettiği ispatlı dâvalardır.
Bu mevzuda Mâverdî diyor ki:
«Şayet dâva kuvvet ve zaaf sebeplerinden tecerrÜd ederse, onu ne kuvvetlendiren, ne de zayıflatan şeyler delil olarak ileri sürülemez. Mezâlim, zannın galibiyetine göre tarafların durumlarının gereğiüiî tatbik eder. Durumları herhalde şu üç halde bulunabilir:
Birincisi: Galip zan davacının tarafındadır.
İkincisi: Dâvâlının tarafmdadir.
Üçüncüsü : İki tarafta eşit bulunur. İki taraf korkutulmak suretiyle,
iki taraftan biırinde zanmn galebe gedmesine çalışılır.» [596]
Bu halde iki durum arasında ayırım yapılır :
Birincisi: Galip zannm davacı tarafında bulunması, şüphenin dâvâlıya müteveccih olması; bu şu durumlardan ortaya çıkar:
Davacı, zaaf halinde olduğu gibi, dâvâlının husumetine cevap veremez.
Davacı sadık ve emin olarak bilinen bir kimse olur, davalı ise yalancı ve hain olarak tanınan birisidir.
Dâva mevzu üzerinde davacının zilyetliğinin bilinmesi ve onun dâvâlıya intikalinin bilinmemesi.
Bu durumlarda galip zannın davacı lehinde olmasını düşünürüz. Zira zikrettiğimiz ve dâvasının doğruluğunu destekleyen sıfatlar davacı lehine zannm müteveccih olması gerektiği gibi, belirttiğimiz sıfatları sebebiyle itham dâvâlı aleyhinedir. Benzeri sıfatlar sebebi ile o yalancılıktan kurtulamaz.
Veliyü'l-Mezâlim bu hallerde ithamı dâvâlıya yöneltir. Bu, onun hakkı itiraf edinceye kadar korkutulması ile olur. Ayrıca mülkiyetin ona geçiş sebeplerini sorabilir ve davacının dâva mevzuu üzerinde eskiden zilyet olduğuna dair deliller olması için delil ikâme etmesini de isteyebilir.
İkincisi: Galip zannm, doğruluk, erninlik ve temizlik şöhreti sebebi ile dâvâlı tarafında bulunması, davacıda ise yalancılık ve hainlik şöhretinin bulunması.
Birinci hale karşı olan bu halde, zikrettiğimiz sebepler ile töhmet davacı aleyhinedir. İmam Malik'e göre, bu halde davacının dâvası ancaV kendi lehine sebeplerini zikretmesinden sonra dinlenir. Dâva mala taalluk ediyorsa, davacının dâvası, ancak kendisi ile dâvâlı arasında daha önceki bir muameleyi beyanından sonra dinlenilir. [597]
Ebu Yale diyor ki: ikisine korkutma ve nasihat île sorma, dâvasının asimi ve keşfe yetkilidir. Keşif ile, iki taraftan Mrisinin haklı şey çıkarsa, bununla amel edilir. Şayet ihtilâf ettiî şey çıkmazsa, ikisini komşular ve aşaifrim en ya?"
ilgi sağlamak için mülkiyetin intikalini Lisoınu şeyi huzurırada tıavassuta havale eder. Bununla iki taraf arasındaki mes'elede bir netice elde edilir; aksi halde aralarını kaza görür, kesin hükmü verir.» [598]
Mezâlim Valisi, zulme uğrayanların mes'elelerine bakmak için bir şahsa bir şey yazarsa, bu yazı ve imza acaba ne mânaya gelir? Bu durumda kendisine yazılmış kimseye verilmiş yetki nedir? Bu yazı, kendisine yazı yazılanı yetkilendirme olarak kabul edilir mi edilmez mi?
Mâverdî, bu mevzuu tafsilen beyan ediyor. Ve kendisine yazı yazılanın, her halde, iki halden birinde bulunacağını bildiriyor :
1- O, kendisine yazılan, mevzuda yetkilidir.
2- O, kendisine yazılan mevzuda yetkili değildir.
Birinci Hâl: Kendisine yazılan mevzuda yetkilidir. Veliyü'l-Mezâlim'in (Vali), kadı'nm muayyen mes'eleye bakması için, ona yazması gibi. Bu halde iki ihtimal arasında ayırım yapılır.
Birincisi: Ona yazılan yazı, ona hüküm verme yetkisini de ihtiva eder. Bu halde, kadı bu mes'elede esasen mevcut yetkisine dayanarak karar verebilir. Ona yazılan yazı ilk yetkisini te'kid içindir.
İkincisi: Yazı, hüküm vermek için izni ihtiva etmez, fakat mes'eleyi incelemek, keşif ve tavassuta yetkiyi ihtiva eder. Bu takdirde o, mes'eleye bakar ve hüküm verir. Zira mes'eleye bakmak emri, ona hükmü vermek iznini de şâmildir. Yazının mes'eleyi incelemek ve hüküm vermemeyi ihtiva ettiğinde, onun buna inhisar etmesi gerektiği de söylenilmiştir. Ancak, şayet yazı mes'ele hakkında hüküm vermekten onu nehyet-mişse, bu halde, hükümden nehyedilen bütün hallerde, hüküm veremez.
İkinıcî Hal: Yazı kendisinde daha evvel yetki olmayan bir kimseye yazılmıştır; Mezâlim Valisi'nin fukahadan veya şahitlerden birine, mes'eleyi incelemesi için yazması gibi. Burada üç durum arasında ayırım yapılır :
Birincisi: Ona durumu keşf ve mes'eleyi araştırması için yazmaktır. Bu takdirde ona yazılan yazı, içinde yazıldığı gibi, mes'elenin incelenmesine inhisar eder, sonra yazıyı yazana vardığı neticeyi yazı ile bildirir. Şayet bu neticeler Veliyü'l-Mezâlim için kat'î ve kesin ise, onun gereği ile hükmeder, kesin değilse, ondan hakikatin araştırılmasında istifade eder.
İkincisi: Ona taraflar arasında tavassut için yazmak. Bu yazı, yetkilendirme ve tayin olarak kabul edilemez. Sadece arabulucu ve bilirkişi tayini olarak kabul edilir. Çünki, tavassut tayin dernek değildir. Bu halde arabulucu, iki tarafın sözlerini dinler, eğer durum uygun ise, mes'eleyi sulh ile neticeye bağlar, şayet sulh ile neticelenmezse, mes'eleyi hüküm vermesi için Mezâlim Valisine iade eder. Bu halde arabulucu, önünde tarafların itiraflarına şehadet eden şahit olarak kabul edilir.
Üçüncüsü: Ona taraflar arasında mes'ele hakkında hüküm vermesi için yazmak. Bu yazı «yetkilendirme» olarak kabul edilir ve ondaki yetkilendirme mânası korunur. Kendisine yazı yazılanın vazifesi, muhtevaya inhisar eder. Bu durumda iki mes'ele arasında ayırım yapılır:
Birincisi: Yazı, hasmın mes'elesine cevap vermeye şâmildir. Bu halde, yazı dışına, mes'ele veya hâdise dışına çıksa da yazı yazılanın selâ-hiyeti hasmın yazısının içine aldığı şeye şâmildir. Hasım mes'elede hüküm vermesini talep ederse, husumetin ve tarafların isminin zikri şarttır. Zira, bu özel bir yetkidir. Özel yetki, ondan habersiz sahih olmaz.
İkincisi: Yazı hasmın talebine göre, hasma cevap vermeye ve araştırma yapmaya şâmil olabilir. Bu halde, mes'eleye bakıp karar vermek yetkisine sahip olması sebebiyle, kendisine yazı yazılanın yetkisi büyüktür. Şayet yazı «mes'eleye bakmak ve hüküm vermeye» şâmil ise, bu en geniş bir yazı olur ve yetkisini tam sahih kılar.
Yazı, işin esasına bakma zikredilmeden, «mes'ele hakkında hüküm vermeye» şâmil ise, caizdir. Zira hükme, ancak mevzu hakkında incelemeden sonra varılabilir. Yani hükmü verme işi, mes'eleye bakmayı da tazammun eder.
Fakat yazı, hüküm zikredilmeksizin «fcakma»'ya şâmil ise, bununla velayet tesis edilmez. Zira sadece bakmak, yetki olmaksızın tavassut mânasına da gelir. Bu ihtimalin vücudu sebebiyle onunla yetki tamamlanmış olamaz.[599]
Hisbe İslâm'da özel bir vazifelinin ifa ettiği, bir vazife ve velayettir. Vazifesi : Emr-i bi'I-Mâruf ve Nehy-i Ani'l-Münker (Doğruyu emretmek, kötülükten sakındırmak) dir. Bu, her sahada şeriat hükümlerinin takibini garanti etmek ve kimsenin zarar vermemesini temin gayesiyle, genel menfaati himaye için fertler üzerinde murakabe yapan devletin sahip olduğu yetkinin bir çeşididir.
Hisbe, Ecr ve Mesvabe'den alınmıştır. Şöyle denilir: «Bu işi yaptım, Allah'ın hatırını hesapladım, yani onu gönüllü olarak yaptım ve bu işin üpretini Allah'tan hesapladım (bekledim), yani ücretimi Allah'tan aldım.» Buradan, kendi menfaati için değil, insanların menfaati için çalışan «hasbî dâva» terimi ortaya çıkmıştır. Şöyle denilir : «EI-Hisbetü meşekkatün min hasbike, yani ekfefe.» (Hibe hasbî olarak yapılmış bir meşakkattir.) Çünki, muhtesibin işi, mani olma ve yasaklamadır. Şöyle denilir: «Ehtesebü aleyh», yani, o işi yasakladı (inkâr etti). Buradan muhtesib kelimesi ortaya çıkmıştır.[600]
Hisbenin tarihçesi:
İsmine «Muhtesib» denilen tek bir vazifelinin, tatbikine uygun bir müessese olarak, hisbenin kaynağını tam olarak tesbit edemiyoruz. Tercih edilen görüş odur ki, bu müessese Abbasî Devleti zamanında doğmuştur.
Ama, emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker şeklindeki tatbikat olarak, İslâm'ın başlangıcından beri görülmüştür.
Allah şöyle buyuruyor:
«Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki, onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiüği emretsinler kötülükten vcız geçirmeye çalışsınlar. İşte onlar muradına erenlerin ta kendileridir.» [601]
Bir diğer âyette şöyle denilmektedir:
«Onlar (o müminler ki), eğer mevkii vesirsek dosdoğru namazı ler, kötülükten vaz geçirmeye ç
Bir başka âyet de şöyledir:
«Tevbe edenSer, ibâdet edenler, hamdedenîer, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, (insanlara) iyiliği emredenler ve (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'sn sımrEarim koruyonlar (yok mu?) İşSe onlar da cennet ehlidirEer. Habibim, sen o rnü'n-ıinEere dahi (Cenneti) müjdele.» [602]
Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle demiştir:
«Sîzden biriniz bîr münker (kötülük) görürse, onu eliyle değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle, ona da gücü yeîmiyen kalbiyle. Ve işte bu imanı en zayıf olandır.» [603]
Sahih-i Müslim'de yer alan bir hadîs şöyledir:
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeUem) bir defasında bir yiyecek yığınına uğradı. Elini o yığının içine daldırdı, parmaklarına ıslaklık isabet etti. Bunun üzerine :
«Ey yemek sahibi! Bu nedir?» buyurdu.
Mal sahibi :
«Ya Kesûlüllalı! Ona yağmur isabet etti.» dedi.
Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:
«İnsanların onu görebilmesi için, o ıslak kısmı yemeğin üstün raeden koymadın? Aldatan kimse bizden değildir.» buyurdu.
Zikredildiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem}, Said bin El-Âs'ı, Mekke'nin fethinden sonra çarşı ve pazarların üzerine âmir olarak tayin etmişti. Hulefâ-i Râgİdîn, çarşı işini bizzat idare edenler ya hut kendileri adına vekâletten murakabesini yapacak bir kimse tayir ederlerdi. Ayrıca tarih kitapları Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in çarşılar dolaştığı ve hilekâr birini görünce sopasıyla onu dövdüğünü ve Ensardar bir kadın olan Ümmü Şifa'yı çarşı üzerine müdür tayin ettiğini, muhtemelen kadınlara ait işler için âmir yaptığını, zikrediyor.[604]
Hisbe valisine verilen yetki olarak muhtesibin vazifesi, doğuşu hakkında kesn ve ince bir tesbit yapılamamakla birlikte, Abbasîler devrinde başlamıştır.
Dr. Münir EI-Aclanî, «Afekariyetii'l-İslâm fi Usuli'1-Hukm» (Devlet
idaresinde İslâm'ın dehası) isimli kitabında hisbe müessesesinin Abbasîler devrinde doğduğuna işaret eden birkaç temel esas naklediyor. Bazıları şunlardır :
1- «Hadaratü'l-İslâm fi Dan's-Selâm» (Selâmet diyariaıda İslâm Medeniyeti) kitabının müellifi Prof. Cemiî Nahle Müdevver, hisbenin halife Harun EI-Resid zamanında doğduğu kanaatindedir. O bu konuda şöyle diyor:
«Bağdat'ta ticaret sahası genişledi ve memleketteki ihtiyaç sahipleri bu ticarette mal ihtiyaçlarını elde eder duruma geldiler. Daha sonra ticarette fahiş derecede Üıile görüldü, yahudi ve diğer milletlerin sarrafları, bir yıl sonra iki mislini veya daha fazlası ödenmek üzere, feiz ile mal vermeye başladılar. Halife El-Reşid, çarşıları dolaşan ve terazi ve Ölçülerin hileli olup olmadığını kontrol eden bir muîıtesip tayin etti. O, asiller halk tabakasına, zeaıginler fakirlere aşırı yük yüklemesin ve adalet yolunda gidilsin diye tüccarların muamelesine bakıyordu. Çimki, devlet başkanları, ihtiyaç sahiplerinin erzakını temin etme yolunu hazırlamak, bilhassa eşyalara ve ticarî malları satın alıp istedikleri gibi fiyat koyup pahalıya satan zengin sermayedarları kontrol etmektir. Bu ihtikâr medeniyeti fesada götürür.»
2- Prof. Emîr Ali, «Muhtasara tarihi'I-Arab ve't-Temeddüımi'I-îsIâmî» (Muhtasar Arap Tarihi ve İslâm Medeniyeti) isimli kitabında şunları söylüyor :
«Hisfce: Bu makamı işgal eden vazifeliye Muhtesib denilirdi. Onun vazifesini ilk defa tesis eden (Halife) «EI-Mehdî»'dir. Daha sonra islâm memleketleri tarafından benimsenmiş teşkilât tamamlanmıştır. Muhtesip çarşıların murakabesini ve halkın edep ve terbiye dairesinde hareketini kontrol ettiği gibi, polisin talimatlarının tatbikatını te'kid ve emr-i bi'lmâruf ve nehy-i ani'I-münker yapmak, ölçü ve tartılarda hile yapmaya teşebbüs edenleri cezalandırmak için, adamlarıyla birlikte gece vs gündüz caddeleri dolaşırdı.»
Dr. Aclanî bundan sonra «Muhtesib»'in ortaya çıkış tarihi hakkında, Ebü'1-Fida tarihinden naklen bazı müsteşriklerin görüşünü zikretmekte ve Taberî'nin 6. cildinde, hicrî 146. senesine ait haberde yer alan bazı ifadelere dayanarak, hisbenin Abbasî devrinin başlangıcında mevcut olduğunu tercih ederek kabul ediyor ve şu ifadeyi zikrediyor :
«Halife El-Mansur, Ebu Zekeriyya Yahya bin Abdullah isimli bir şahsı hicrî 157 yılında Bağdat'ta çarşılara ve Medine'deki çarşı için «hisbe» şazifesiyle tayin etti. El-Mansur, Abdullah bin Hasan'ın oğlu Muhammed, İbrahim ile birlikte dışarı çıkıp dolaşıyorlardı. O, Muhtesifo olduğu için, onlarla beraberdi...» [605]
Bununla beraber biz. Hisbe'nin, Hulefâ-i Râşidîn devrinde ve Emevî-ler zamanında mevcut olduğunu te'kiden söyleyebiliriz. O zaman «Divân-ı Hâs» (Özel Divan) veya ismine «Muhtesib» denilen bir vazifeli olmayabilir. Ama Muhtesibin vazifeleri, doğrudan doğruya Halifenin veya vekilinin yetkileri içine girmektedir.
Bazı tarih kitapları, hisbe müessesesinin Romalılar zamanında Şam'da mevcut olduğunu zikrediyorlar. Kesin olan şudur ki; Roma'daki hisbe fikri İslâm'daki hisbe- fikrinden farklıdır. Belirttiğimiz gibi, İslâm'da hs-be müessesesi kaynağını, emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i an'1-münker işinin gerektirdiği genel fikirden olmaktadır.
Hisbe mevzuunda te'lif edilen kitaplar :
İslâm'da Hisbe mevzuun, fıkhı, hukukî ve tatbikî bakımdan ele alan kitap ve araştırmalara bakacak olursak, eski veya yeni birçok müellifler buluruz.
Hisbe mevzuundaki yeni yazarlardan biri, İbn-i Teymiyye'ye göre, «Devlet ve Hisbe Müessesesi» hakkında kitap yazan Saym Prof. Muhammed El-Mübarek'dir. Bu kitapta hisbe mevzuu, ilmî ve sağlam bir şekilde takdim edilmiştir. Bu kitapta yazılan bahisleri, hikâyeler şeklinde anlatmakta, devlete ve iktisadî hayata müdahalesi caiz olan derecesine temas etmekte, fiyatlar ve ücretlerin sınırlandırılması hakkında bazı nazariyeleri anlatmakta, ayrıca İslâm Hukukundaki bazı mühim bahisleri, hikâye tarzı ve çekici parlak üslûbu ile anlatmaktadır.
Müellif kitabında hisbe mevzuundaki te'lifden de bahsetmekte [606] hisbe mevzuunda eser yazanları, mes'eleyi hikâyeleştirerek, sunmaktadır. O, bu mevzuda eser verenleri iki kısma ayırmaktadır:
Birinci Kısım: Müstakil bir kitap halinde olmamakla birlikte, mes'eleyi takdim yoluyla hisbe mevzuunda yazan müelliflerdir. Bu gruptan önemlileri şunlardır : Şafiî mezhebinden El-Mâvendî, Hankelî mezhebinden Ebu Yala, ikisinin kitabı isim ve muhteva bakımından birbirinin aynıdır : «El-Ahkâmu's-Sultaniyye». Her iki müellif kitabında, idare düzenine ve malî işlere taalluk eden her hususu, yargı ile ilgili bahisleri ve İslâm devletine taalluk eden her şeyi ve bunlara bağlı bütün noktaları, muntazam bir hukukî metodla (usûl ile) ele alıp anlatmışlardır. İki müellif aynı zamanda İslâm'da hisbe mevzuunu da ele almış ve buna ait bütün hükümleri belirtmişlerdir.
Ayrıca diğer bazı âlimler kitaplarında hisbe hakkında ayrı fasıllar yazmışlardır. Bu müelliflerden şunlar zikredilebilir: İmam GazâH, İh-yay-u Ulumi'd-Din adlı kitabında; İbni Haldun, Mukaddime'sin de; Nu-veyrî, «Nihayetü'l-Erefo» isimli kitabında; Kalkaşandî, «Subhu'I-Âşa» isimli kitabında; İbnü'1-Hac, «El-MecUıal» isimli kitabında.
İkinci Kısım : Hisbe mevzuunu müstakil şekilde araştıran kitaplardır. Bunlardan önemli olanlar şu kitaplardır :
1-Nihayetü'l-Kütfceti fi taleki'l-Hisbe: Bu kitap Hicrî 589 yılında ölen Afcdurrahman hin Nasır Eş-Seyzerî'nindir. Bu kitabı Prof. Muhammed Ziyade'nin kontrolü altında, Saym El-Baz EI-Arinî neşretmiştir. Naşir bu kitapta adı geçen kitabı ilk defa keşfeden şahsm, Viyana şehri İmparatorluk kütüphanesi müdürü Walter Bernhauer olduğunu zikrediyor. Bu zat, Araplarda, İranlılarda ve Türklerde polis teşkilâtına ait araştırmasında, 1860 yılında, hisbe müessesesine temas etmiştir. Bu araştırma daha sonra, «Adaplarda, İranlılarda ve Türklerde siyasî müesseseler, hususiyle zaptiye (kolluk) teşkilâtına kısa bir bakış» ismi ile Arapçaya tercüme edilmiş ve 1872 yılında «Ravzatü'I-Medaris» isimli dergide neşredilmiştir.
Bu kitabın naşiri Saym El-Baz El-Arinî'nin belirttiği gibi, bu kitap daha sonra, İbnül Uhuvve ve İbnü Bessam ve hisbe mevzuunda eser veren diğer müellifler için temel olmuştur. İbnü'l-Uhuvve, «Mealimü'l-Kurbeti fi Ahkâmi'l-Hisbe» isimli kitabım, Şeyzerî'nin metoduna yakın bir tarzda ve şekilde yazmıştır. İki kitap arasında bir karşılaştırma, büyük benzerliği ortaya koymuştur. İbnü Bessam ise, «Ni,hayetü'!-Rüt!beti fi tale-foi'I-Hisbe» isimli bir kitap yazmıştır. Kitabın muhtevasının Eş-Şeyzerî'-nin kitabından aktarma olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kitabın müellifi, Eş-Şeyzerî'nin kitabında mevcut olmayan diğer bazı kısımlar da ilâve etmiştir.
Bu sebeple Dr. Bernhauer, üç kitabın, zamana uygun bazı değişiklikle ve bazı ilâveler ile müellifin yaşadığı ülkeyi anlatan küçük farklar dışında, hepsi birbirinden alınma olduğunu belirtiyor, [607]
Eş-Şeyzerî'nin, «Nihayetü'l-Rütbeti fi talebi'l-Hishe» isimli kitabı 40 bölümden meydana gelmiştir. Müellif 1. babında mubtesib olacak kimsede aranan şartlar ve onun haklarını; 2. babda, çarşılara ve yollara nezaretinden; 3. kısımda kantar, ertal, miskai ve dirhemlerden; 4. kısımda terazi ve Ölçülerden bahsetmektedir. Daha sonra her san'at üzerinde hisbe hakkındaki bahsine başlıyarak, değirmenciler, ekmekçiler ve fırıncılar, hayvan kesiciler, anbarcılar ve alıcıların mesleklerinden teker teker, 38. kısma gelinceye kadar bahsetmektedir. Daha sonra, küçüklerin terbiyesi hakkında; ondan sonra da ehl-i zimme üzerinde hisbenin yetkilerinden bahsetmektedir. 40. ve son kısımda ise, hisbenin işleri hakkında bilgiler ve tafsilât yer almaktadır. Bu kısımda müellif şöyle diyor :
«Hisbe hakkındaki bu kitapta meşhur sanat erbabını zikrettik ve onların hile ve aldatmalarının ortaya çıkarmasından ve mulıtesibin İra mev-zudakî yetkisinden bahsettik, Zikretmediklenmiz dışında ona kendisinden başka hiç birşey kıyas edilemez.»
Bundan sonra vatandaşların menfaati için muhtesibin yapması gereken işleri anlatmaktadır. [608]
2- Hicrî 729, milâdî 1329 yılında vefat eden îbnü'I-Uhuvve diye meşhur olan, Muhammed bin Muhammed El-Kureyşî'nin «MeaHmü'l-Kurbeti
fi Ahkâmi'l-Hisbe» adlı kitabı, 70 kısımdan meydana gelmektedir. Bu kitap, Şeyzerî'nin kitabından iktibas edilmiştir. Kitabın baskısı, İngilizceye tercümesiyle birlikte Cambrigide Üniversitesi profesörlerinden bir müsteşrik (Reuben Levy) tarafından (1931 yılında) yapılmıştır.
3- İbni Bessam'm, «Nihayetü'ır-Kütbeti fi talebi'l-Hishe» isimli kitabı 118 kısımdır. Bu kitap, matbu değildir. Yazma bir nüshası Kahire Millî Kütüphanesinde, bir nüshası da İngiltere'deki Eritişti Museum'da bulunmaktadır.
Muhammed Tbin Ahmed Es-Sakalî El-Malakî Eî-Endûlisî'nin kitabı Âdâbu'I-Hisbe (İhtisab), bazı Fransız müsteşrikleri tarafından 1931 yılında basılmıştır. Aynca hicrî 909'da Ölen Cemaîeddin Yusuf bin Abduîhadî'-nin, «El-Hisbe» isimli kitabı da vardır. [609]
Prof. Muhammed EI-Mübarek bundan sonra hisbe mevzuunda yazılan modern araştırmaları zikrediyor. Bu mevzuda yazanlardan önemlileri şunlardır : Prof. Rfuhammed Kürd Ali, Şam'da çıkan El-Muktebcs dergisinde, 1908; Abdiirrezzak Eİ-Hasan, El-Histe isimli kitabında; Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesi Prof. İbrahim Düssukî Eş-Şihavî'nin, «El-His-betü fi'1-İslâm» isimli araştırması.
Bazı modern araştırmacılar da hisbe mevzuunda araştırmalar yapmışlardır. Bunlardan şu isimler zikredilebilir. Hisbe hakkında 11 müelliften seçme metinleri toplayan Dr. Nekuia Ziyade. Müellif, hisbe mevzuu hakkında bu metinlerle ilgili önemli araştırmalar sunmuştur. Ayrıca Dr. İs-hak Musa Eî-Hiiseym, Cenevre'de neşredilen «El-Musîimun» dergisinde bir araştırma yayınlamıştır. [610]
1961 yılında Şam Üniversitesi'nde toplanan «İslâm Hukuku Haftası Kongresi»'ne bazı tebliğler sunulmuştur. Bunlardan, Sayın Muhammed Ebu Zehra ve Sayın Ali El-Hafif zikredilebilir. Bu tebliğler, Kahire'de basılan İslâm Hukuku Haftası (Kitabu Usbui'l-Fıkhi'l-îsîâmî) isimli kitapta mevcuttur.[611]
Hisbe, terkedildiği zaman mârufu emretmek, işlendiği zaman ise münkeri nehyetmektir (yasaklamak, mâni olmaktır). Bu vazife, vazifeli olsun olmasın, her müslümanın üzerine farzdır.
Çünki, Allah şöyle buyurmaktadır:
«Sizden öyle bir cemaat bulunmaSidir ki, (onlar herkesi) hayra çağırsınlar,, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçilmeye çalışsınlar.» [612]Cenab-ı Hak kadın ve erkek mü'minleri şöyle tavsif etmektedir :
«Mü'min emekler de, mü'min kcsdsnîar do birbirinin velîleri (dostları ve yardımcıları) dır. Bunlar (İnsanlara) iyiliği emredeHer, (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar.» [613]
«Hisbe Valisi» tâbiri, «Uli'l-Emr'in, emr-ü bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker vazifesini ifa etmekle görevlendirdiği şahıs için kullanılır.
Muhtesibin, müslüman, kuvvetli zekâlı ve dinen yasaklanmış şeyleri iyi bilmesi gerekir ki, vazifesini hayırlı şekilde yapabilsin. Bu vazife, velâyetin bir çeşidi olduğu için, müslüman olmayana verilemez. Bazı hukukçular muhtesibin âdil olmasını şart koşuyorlar ise de, âlimlerin çoğu bunu şart görmezler. Çünki, bunu şart koşmak, bu vazifeye kimsenin gelmemesine sebep olur. Bilhassa fâsıklar, çoğu defa, kuvvetli ve belâh olduklarından, takvalı kimselerden, yasak olan şeyleri men'etmek bakımından daha kuvvetlidirler. Çünki bu vazife, vazifeyi ifa ederken, kuvvetli ve ürkütücü olmayı gerektirir. [614]
Îbnü'l-Kayyım, insanlar arasında dâva açılmasına bağlı olmayan idare hakkında şöyle diyor :
«İnsanlar arasında idaredesı maksat, dava açılmasına bağlı olmayan Tbir çeşit idaredir ve kisbe velayeti diye "bilinir. Onun temeli ve aslı, Allah'ın Peygamberinin gönderdiği ve kitabını indirdiği esas, yâni, emr-i bi'I-mâruf ve nehy-i ani'I-münker'dir. (Allaîı) hu ümmeti, fcıı şekilde tavsif etmiş ve diğer milletlere bu sebeple üstün tutmuştur. Bu, kudreti yeten her miislümana vaciptir, Tbir farz-ı Mfâyedir. Fara-ı ayın, takva ve iktidar sahibi diğejr kimselerin yapmaması sebebyîe, kudreti kâfi gelen şahıs üzerine farz olmaktadır, başkalarına farz olmayan, onlara farzdır. Çünki, gerekli oîan işlerin bağlı olduğu şey, kudrettir, âcize vacip olmayan şey kuvvetliye vaciptir.» [615]
İbni Haldun ise şöyle diyor:
«Hisfce, dinî bir .vazife olup. iyiliği emretmek, kötülüklerden sakuı-dirmaktu' ve müsî umanları idare eden şalısa farzdır. Bu sebeple, müsîü-manlarm idarecisi, bu işe ehil gördüğünü tayin eder. Tayin edilen kimsenin bu işi ifâsı da farzdır. Muhtesib bu vazifesi için yardımcılar tayin eder. O, kötülükleri araştırır, faillerini, fiillerine göre tâsiren cezalandırır. Muhtesib, halkı şehrin genel menfaatine göre hareket etmeye mecbur tutar; yollardaki sıkışıklığa engel olma, hamalların ve gemicilerin haddinden fazla yük taşımalarını yasaklama, yıkılmaya yüz tutmuş binaların yıkılması için, sahiplerine emir verme ve yollardan gelip geçenlere zararı dokunabilecek şeyleri ortadan kaldırma gibi... Muhtesibin hüfemii ihtilaflı taraflara ve dâva açılmasına bağlı değildir, bilâkis, haber aldığı ve kendiline başvurulan mes'elelere bakar ve karar verir. Onun vazifesi sadece dâvalar hakkında hüküm vermek değildir, daha çok, delil dinleme ve hüküm infazmi gerektirmeyen, yiyecek ve içecekler ile diğer hususlardaki hile ve aldatmaya ait her türlü davranırlara bakar.» [616]
İbn-i Teymiye hisbe mevzuundaki izahatında şöyle diyor :
«Şayet dini ve bütün velayetleri kısaca ifade edecek olursak, o, emir ve nehiy (yasak) dir. Al^alı'm Peygamberini gönderdiği emir, emr-İ bi'l-mâruf'dur; Peygamberini onun içlin gönderdiği nehiy ise, nehy-i münker-dir. Bu vazife Peygambere ve mü'minlere verilmiştir.»
Çünki, Allah şöyle buyuruyor :
«Mü'min erkekler de, mümin krchnlar da birbirinin velîler» (dostları ve yardımcıları) dar. Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vazgeç i rmeye » [617]
Bu vazife, kudreti yeten her müslümana vaciptir, ehliyetli herkese farzdır. Başkası yapmadığı takdirde kudretli kimseye farz-ı ayındır.
Kudret, iktidar ve velayettir. Kudret sahibi diğerlerinden daha kuvvetlidir. Başkası için gerekli olmayan vazife, onun için gereklidir. Çünki, vazifenin bağlı olduğu şey, kudrettir. Her insan kuvvetine göre iş yapmaya mecbur bulunmaktadır.
Allah şöyle buyuruyor:
«O halde, gücünüzün yettiği kadar ÂHah'îesn korkun.» [618]
Bütün îslâmî vazifelerin (velayetlerin) maksadı «emr-i vi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker»'dir. Bu; suİtana vekâleten yapılan, büyük harp velayeti olsun yahut polis velayeti veya idarecilik, ya da mâlî divanlar velayeti (Divân-ı Muhasebat) ve hisbe velayeti olsun, fark yoktur.» [619]
Böylece emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker'in bütün müslüman-larm yapması gereken temel vazifelerden biri olduğu ortaya çıkıyor. Bu vazife sosyal güvenlik prensibini ifade etmektedir. Bu toplumun her ferdi, karşılıklı yardımlaşma prensibini gerçekleştirmede, toplumundan mes'-uldür. Yukarıda gördük ki, hisbe her müslümanın yapması gereken kifâî bir vecibedir. Bu vazifeyi sadece o şahsın yapabileceği anlaşılması sebebiyle bir şahıs tayin edilirse, bu takdirde onun üzerine farz-ı ayn'dır.
Gönüllü muhtesib ile vazifeli muhtesib arasında ayırım yapabiliriz. Hisbe vazifesi, Devlet başkanı (Ulü'l-Emr)'mn tayin ve vazifelendirilmesine ihtiyacı olan bir velayet çeşididir. Bu vazifede hisbe valisi için zikrettiğimiz şartlar gereklidir. Bu şartlar, İslâm, akıl, yasaklanmış şeylere ait ilim ve onu giderme kudretidir.
Şeyzerî, muhtesib için, emrettiği ve yasakladığı şeyleri bilmesi bakımından şeriat hükümleri mevzuunda fakih (hukukçu) olmasını şart koşuyor. Çünki iyilik, şeriatın iyi kabul ettiği şeydir; kötülük, şeriatın kötü kabul ettiği şeydir. Akıllar için, doğruyu ve yasaklanmış şeyleri, ancak Allah'ın kitabı ve Peygamberinin vasıtasıyla bilmek imkânı vardır. [620]
Mâverdî, hisbe valisinin, hür, âdil, görüş sahibi, cesaret ve sertlik sahibi, dinde tavizsiz ve açık münkerleri bilecek bir kimse olmasını şart koşuyor.
Şafiî âlimleri insanlardan muhtesip olanların, görüş sahibi ve müç-tehid olmasının cevazı mevzuunda farklı görüştedirler. Efou Said El-îstahrî şöyle diyor :[621]
Bu görüg doğru kabul edilirse, muhtesibin, görüşünün muteber olması için, rnüçtehid olması gerekir. Diğer bîr kısmımn görüşü I^e, muhtesib, insanlara görüşüne ve içtihadına göre hareket etmesini İsteyemez, binne-tice onun müçtehid olması şart koşulamaz. [622]
Kanaatimizce, ilmin şart olduğunda herkes müttefiktir. Çünki, vazifesini ancak emredilen ve yasaklanan şeyleri bilmekle yapabilir. Fakat ehl-i içtihad ve ehl-i tercih olması şart olmadığı gibi, fıkıhta derinleşmesi de şart koşulamaz; onun şeriat hükümlerini bilmesi kâfidir.
Burada hisbe valisi ile birlikte çalışan ve vazifesinde ona yardım eden şahıslar arasında ayırım yapmak lâzımdır. Yardım edenlerin işin bütün teferruatında mütehassıs olması gerekmez, sadece murakabe ettiği her işin bünyesini bilmelidir.
Şeyzerî, Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)'in Sünnetine bağlı ve bütün farz ve vaciplere mütemessik (tatbik eden) olmasını şart koşuyor. Çünki bu özellik, onun kudretini arttırır ve dinindeki tutumuna ait iftiraları uzaklaştırır.
Ayrıca insanların mallarına göz dikmeyen, onlardan uzak duran, sanatkârların hediyesini kabulden kaçman bir kimse olmasını da şart koşuyor. Çünki, aksi halde, bu hareket rüşvete hamledilir ve yine çünki, bu işlerden uzak durmak, işini yaparken onu yüksek mevkide tutar ve betini arttırır.» [623]
Şeyzerî, daha sonra muhtesibin sahip olması gereken Özellikleri bil diriyor ve şöyle diyor:
«Yumuşak huylu, yumuşak sözlü, açık yüzlü ve insanlara emir v yasaklarım bildirirken ciddî ve ahlâklı olması lâzımdır. Şayet böyle oluı sa kalpleri kendine çeker, maksat hâsıl olur. Allah Peygamberine şöylı »demektedir:
«Eğes* (bilfarz) kaba, kaîı yürekli obaydın, onlar etrafından herhaldı dağılıp gitmişlerdi bile.» [624]
Çünki sertlikte ifjrat, belki de günaha sevkeder, nasihatta şiddet din leyen uzaklaştırır. Cezaları tatbik etmeden evvel çok düşünmelidir (te enni). Bir şahsı ilk suçundan muaheze etmemeli, ilk yanlış hareketindi cezalandırma malıdır. Çünki, temiz ahlâk, PeygamJber dışındaki insanlardı yok denecek kadar azdır.» [625]
Muhtesifo i?e gönüllü (fahrî memur) arasındaki fark: Mâvendî, Muhtesib ile gönüllü arasında 9 bakımdan fark görmek tedir:
1- Hisbe, vazife ve tayin bakımından farz-ı ayn kabuî edilir. Bı bir vazifedir ve muhtesibin ifa etmesi gerekir. Buna karşılık gönüllü hiz> met ise, gönüllü olan hakkında farz-ı ayn, değil farz-ı kifâyedir.
2- Muhtesib, hisbeyi bırakıp başka işlerle uğraşamaz. Çünki, bL onun ona vazifesidir. Buna karşılık gönüllü o işi bırakıp başka işle meşgul olabilir. Çünki, o iş kendisinin nafile bir işidir.
3- Muhtesib, yasaklanması gereken bir iş için tayin edilmiştir; gönüllüde ise böyle bir tayin yoktur.
4- Muhtesib, kendisini tayin edene cevap vermeye mecburdur. Çünki o, bu işle vazifelidir. Gönüllü ise, cevap vermek ve emirlere uymays mecbur değildir.
5-Muhtesib, açıkça yasaklanan şeyler hakkında konuşur ve onların ortadan kalkması için emir vermeye mecburdur; vâcib olan hususları ihmal eden birini görürse, o vacibi ifa etmesi için emir verir. Gönüllünün ise, yasaklanan şeyler hakkında konuşma mecburiyeti yoktur.
6- Muhtesib, kendisine yardım edecek ve memlekette ne gibi kötülüklerin cereyan ettiğini bilmesi için yanında bulunacak yardımcılar tayin edebilir. Ama gönüllü, bu vazifeyle mükellef olmadığı için, kendisine yardımcılar tayin edemez.
7- Muhtesib, suçlar için belirtilen cezaları aşmamak üzere ortaya çıkan açık kötülükleri tâziren cezalandırabilir. Gönüllü ise, kötülük yapan bir kimseyi tâsiren cezalandıramaz.
8- Muhtesib, işini yapmak için Beytü'l-Mal'den para (maaş) alabilir. Çünki o, kendisini bu işe vermiştir. Gönüllü ise, yasak bir fiilî yasakladığı için para (maaş) alamaz.
9- Muhtesib, şeriata değil, örfe bağlı işlerde kendi görüşüne göre içtihad edebilir. Çarşıların durumu ve tanzimi ile ilgili hususlap gibi. O, faydalı gördüğü tarzda emirler verebilir ve emrine karşı gelenleri cezalandırabilir. Gönüllünün bu yetkileri yoktur. [626]
Mâverdî şöyle diyor:
«Hisbe, yargı hükümleri iîe mezâlim hükümleri arasında bir yer işgal eder. Hisbe ile yargı arasiaıdaki durum, yargı hükümlerine iki bakımdan benzerliği (uygunluğu), iki bakımdan da onulan ayrıldığı, iki bakımdan ise ondan farklı ve üstün Özelliklere sahip olması şeklindedir.[627]
Hisbe, yargı ile iki bakımdan birleşir:
Birinci cihet: Muhtesibe başvurmak caizdir. Onun da, insan haklarına ait konularda davacıyı, dâvâlı aleyhine dinlemesi gerekir. Muhtesi-bin idaresi sadece üç çeşit dâvaya inhisar eder. Bunlar şunlardır :
1- Dâvanın ölçü ve tartılardaki eksikliklere ait olması,
2- Dâvanın, satılan mal veya ücret hakkında hile ve aldatmayla ilgi ii olması,
3- Dâvanın, ödeme gücü mevcut olmakla beraber borcun tehirine ait olması.
Muhtesib sadece bu dâvalara bakabilir. Çünki, ortada açık bir kötülük vardır. Muhtesibîn işi, bu kötülüğü ortadan kaldırmaktır.
ikinci cihet: Muhtesib -dâvâlı, dâvayı ikrar ettiği takdirde -onu kötülüğü izale etmek ve hakkı sahibine iade etmeye mecbur tutabilir. Bu, bakması caiz olan dâvalarda söz konusudur. Çünki, onun işi, kötülükleri ortadan kaldırmaktır. Bu vazife ise, ancak hükmünün dâvâlı için bağlayıcı olmasiyle mümkündür.[628]
Hisbe, yargıdan bazı mes'elelerde farklıdır. Eu fark, ya hisbenin yargıdan daha dar olması, ya da yargı hakkındaki hükümlerden daha geniş olması hallerinde ortaya çıkar. Bu durum aşağıdaki iki halde söz konusudur
Birinci hal: Hâkimin yetkisi iki mes'elede muhtesibin yetkisinden geniştir:
1- Hisbe, açıkça ortaya çıkan kötülüklere ait dâvalara münhasırdır ve muhtesibin işi emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker'dir, ya da, açık kötülüklerin dışında kalan, akitler, muamelât ve diğer haklara ait dâvalardır. Muhtesib bunun dışındaki dâvalara bakamaz. Çünki, görev sahası dışındadır; bu gibi dâvalara ancak açık bir hüküm ile vazifeli kılınması halinde bakabilir. Bü takdirde ise, bu vazifelendirmeye dayanarak bu dâvalara bakabilir. Böylece aynı anda hisbe ve yargı birleşmiş olmaktadır.
2- Muhtesib, bey yine, isbat ve yemine ihtiyaç duyulan inkâr ve kaçınma ihtiva eden dâvalara bakamaz. Çünki, bu işler muhtesibin değil, yargının vazife ve yetkisine girer.
İkinci hal: Muhtesibin yetkisi hâkimin yetkisinden geniştir. Bu, hâkimin yetkisinin muhtesibin yetkisinden geniş olduğu birinci halin aksidir. Bu durum iki işde sözkonusu olur :
1- Muhtesib, bir tarafça ileri sürülmüş bir dâva neticesi olsun veya olmasın, emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker işinde yetkisini kullanabilir. Çünki onun vazifesi, taraf ve dâva olmasa dahi, her halde kötülükleri gidermek, ortadan kaldırmaktır. Hâkim ise, ancak bir tarafça ileri sürülen dâva üzerine hukukî ihtilâflara ve haklar ile ilgili durumlara bakabilir. Hâkim dâva olmadan bazı mes'elelere bakarsa, bu, yetkisi dışında kabul edilir.
2- Muhtesib, kötülüğü mümkün olan her vesile ile ortadan kaldırabilir (kaldırma hakkını haizdir). O, şiddet ve tâzir kullanabilir. Hâkim ire, taraflara olan muamelesinde şiddet kullanamaz. Çünki, onun işi taraflar arasındaki ihtilâfı fasletmektir, bu da ancak sabır, vekâr ve sükûnet ile mümkündür. [629]
Hisbe ve mezâlim, toplumu korumak ve sapmalara mani olmakla mükellef yargı yetkisine dahildirler. Ancak hisbGnin mezâlimden farkı olduğu gibi. onunla birleştikleri mes'cîeler de vardır.[630]
Hisbe ve mezâlim, muhtesib ve mezâlim valisi, her ikisi de geniş yetkilere sahip olmaları cihetiyle birleşirler.
Mâverdî, iki hususu tesbit ediyor:
1- Her ikisinin muhtevası, iktidarın gücü caydırıcılığı ve kesin kuvveti üzerine oturmaktadır.
2- Her ikisi de, genel menfaat sebebiyle ve açık düşmanlıklar: önlemek için mes'elelere el atabilirler.[631]
Hisbe, mezâlimden iki bakımdan ayrılır :
1-Muhtesibin rütbesi, hâkimin rütbesinden aşağı kabul edilir, halbuki mezâlim valisinin rütbesi, hâkimin rütbesinden yüksektir. Bu sebeple mezâlim valisi, hâkimin âciz kaldığı işlere bakar. Muhtesib ise, hâkime sunulmayan küçük işlere bakar.
2-Mezâlim valisi, kendisine sunulan mes'elede hüküm verebilir. Halbuki muhtesib, haklar mevzuunda hüküm veremez, işi, emr-i bi'I-mâruf ve nehy-i âni'l-münker'e inhisar eder. [632]
Hukukçular muhtesibin vazifesinden bahsederken, onun vazifesinin emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker olduğunu söylüyorlar.
Mâverdî, muhtesibin vazifelerini taksimde, hukukî metoda tâbi olarak şöyle bir ayırım yapıyor :
Mâverdî'ye Göre Muhtesibin Vazifesi:
Mâverdî, muhtesibin vazifesini ikiye ayırıyor :
1- Emr-i bi'1-mâruf.
2- Nehy-i ani'l-münker.
Daha sonra emr-i bi'1-mâruf ve neny-i ani'l-münker'i üçe ayırıyor:
A-Allah'ın haklarına taalluk edenler.
B-İnsanların haklarına taalluk edenler.
C-Her ikisi arasında müşterek olanlar.
Daha sonra bu kısımlardan herbirini ele almakta ve hisbenin bu konulardaki durumunu belirterek, tafsilâtını vermektedir.
Emr-i bi'1-mâruf (Doğruyu emretmek).
Belirttiğimiz gibi, emr-i bi'1-mâruf üç kısma ayrılır:
1- Allah'ın haklarına taalluk edenler.
2- İnsanların haklarına taalluk edenler.
3- Her ikisi arasında müşterek olanlar.[633]
Muhtesib, Allah'ın hakkına taalluk eden hususlarda, doğruyu emretmeğe mecburdur : Cum'a namazı, camide cemaatle namaz, namaz vakitlerinde ezan okunmak gibi.
Mâverdî, eğer cum'a namazının kılınması için yeterli sayıda insan varsa, cum'a namazının kılınmasını emretmeye mecbur olduğunu ve kılmazlarsa, onla te'dib etmesi gerektiğini belirtiyor. Ama sayıları az ise ve âlimler, cum'anm bu kadar insan ile kılınacağında görüş ayrılığında iseler, bu takdirde, dört hal arasında ayırım yapılır:
1- Cum'a namazının kılınabileceği mevzuunda muhtesibin görüşü ile halkın görüşünün uyum halinde olması. Muhtesibin, cum'a namazının kılınmasını emretmesi, halkın da onun emrine hemen uyması gerekir. Cum'a namazını terkederlerse, onları te'dib eder. Çünki, üzerinde icmâ vâki olan bir şeyi terketmişlerdir.
2-Cum'a namazının kılınamayacağı mevzuunda muhtesibin görüşü ile halkın görüşünün uyum halinde olmaması. Bu takdirde, onlara cum'a namazı kılmalarını emredemez, bilâkis onları kılmaktan men'eder, yasaklar.
3-Halk cum'a namazının kılınabileceği, muhtesib ise kılınamayacağı görüşündedir. Muhtesib onların, kendilerine farz olduklarına inandıkları bir şeyin edasına mani olamadığı gibi, kendisi kılınamayacağı görüşünde olduğu için, kılmalarını da emredemez.
4- Muhtesib, cum'a namazının kılınabileceği, halk ise kılınamayacağı görüşündedir. Şafiî âlimlerinden Ebu Sâid El-Istahrî'ye göre, çocukların cum'a namazının terki fikri ile yetişmemeleri ve diğerlerine muhalefet etmemelerindeki maslahata binaen, kılınmasını emredebilir. Diğer âlimler aksi görüşte olup, şöyle demektedirler Muhtesib halkı inancına uymaya zorlayamayacağı için, kılınmasını emredemez.
Camilerdeki namaz mevzuunda ise, Mâverdî, hisbenin vazifeleri konusunda iki görüşü belirtmektedir.
Hanbelî mezhebinden Ebu Yalâ'ya göre, şayet bir mahalle veya şehir halkı, camilerde cemaat halinde namazın tatili ve namaz vakitlerinde ezan okunmaması hakkında anlaşmışlarsa, nıuhtesib, cemaat vâcib olduğu için, onların üzerine vâcib ve terkinde günah olması sebebiyle, onlara ezan okunmasını ve cemaatle namaz kılmalarını emredebilir.
Muhtesİb, insanların ibâdetine, onların hareket tarzı herhangi bir şekilde caiz ise, muhtesibin görüşü onların görüşlerine aykırı da olsa, müdahale edemez. Çünki, içtihadı mes'elelerde insanlar farklı olabilirler.[634]
İnsanların hakları iki kısma ayrılır:
1- Âmme hakkı: Bütün insanların menfaatine ait işlere şâmildir ve hayatları onunla bağlıdır. Şehirdeki içme suyunun kesilmesi, şehir surlarının ve camilerin yıkılması gibi diğer âmme işleri. Bu takdirde Beytü'l-Mal, bu işleri ıslâh etmekle mükelleftir. Beytü'l-Mai'de para (mal) yoksa, zenginlere bu işlerin tamir ve ıslâhına yardım etme mükellefiyeti yüklenir. Muhtesib, zenginler yardım etmek istemezlerse, onları yardım etmeye zorlar ve onları murakabe eder.
2- Hususî haklar: Borçlar ve haklar gibi, fertlerin haklarını içine alır. Bu halde muhtesib, borçlulara, eğer ödeme güçleri varsa, borçlarını alacaklarına, alacaklıları dinlemek şartı ile ödemelerini emreder.
Muhtesib, bu işlere müdahale eder ve emr-i bi'1-mâruf sebebiyle, ifa edilmesini emreder. Ancak, bu işler hâkimin sahasına girdiği için, ihtilaflı taraflar arasında hüküm veremez.[635]
Bunlar, Allah'ın hakları ile insanların hakları arasında müşterek hususlardır ve şu hakları içine alır:
1- Babalara, kızlarını denkleri ile evlendirmelerini emreder, tâ ki, onların evlenmelerine mâni olmasınlar,
2- Kocalarının vefatı ve boşanma halinde, kadınlara iddet müddetine uymalarını emretmek.
3- Köle ve cariyelere, güçlerinden fazla yük yüklenmemesini temin ve efendilerine karşı onların haklarını almak (ve korumak).
4- Şahıslara, hayvanlarına güçlerinden fazla yük yüklememelerini emreder.
5-Lukatayı korumak. Lukatayı alan (bulan) onu korumakla mükelleftir ve gerekeni yapması borcu vardır.[636]
Nehy-i Ani'l-Münker (Kötülüklerden sakındırmak).
Kötülüklerden sakındırma üç kısma ayrılır:
1- Allah'ın haklarına taalluk edenler.
2- İnsanların haklarına taalluk edenler.
3- Her ikisi arasında müşterek olanlar.[637]
Mâverdî, Allah'ın haklarını üç kısma ayırıyor :
Birinci kısım: İbâdetlere taalluk ederler ve şu hususlara şâmildir:
1- İbâdetinde şer'î emirlere aykırı hareket eden şahıs. İbâdetin şeklini değiştirmiş gibi olmaktadır.
2- Bedeninde, elbisesinde ve namaz kıldığı yerde temizliği ihmal eden şahıs.
3- Hastalık ve yolculuk özrü olmadan ramazanda orucunu bozan şahıs.
4- Sahip olduğu maldan zekât vermekten kaçman şahıs. Çünki, bu konu, sadakaları toplayan memurun yetkisi içine girmez.
5- İlim ehlinden olmamakla birlikte, fetvalara, tedrisata ve vaazlara karışan kimse söz konusu olursa.
Muhtesib, bu işlere müdahale eder ve o kimseleri doğru yola ve sevaba sevkeder, gerekli görürse onları te'dib eder.
İkinci kısım : Mahzurlara taalluk ederler :
Muhtesib, insanların kötü şeyler yapmalarına, zan ve töhmette bulunmalarına engel olur.
Çünki, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
«Sana şüpheli gelen şeyi terket, şüpheli olmayana dön.» Mâverdî, şöyle diyor:
«Herkesin gelip gittiği bijr yolda, bir erkeğin bir kadınla beraberce durduğunu görürse, bu, onlar hakkında şüphe çekici bir delil teşkil etmez, bu sebeple onlara engel olunamaz, zecrî tedbirler tatbik edilemez; insanlar bu durumu mahzurlu görmemişlerdir. Ama eğer, ıssız bîr yolda beraberce duruyorlarsa, durumları şüpheyi çeker; buna mâni olunur, fakat yanındaki kadının, erkeğe nikâhlanması haram bir kadın olabileceği ihtimaliyle, cezalandırılmaz. Eğer o kadın, o erkeğin yanında şüphe çekici yerlerde yalnızca bulunması haram olan bir kadın ise, mâni olunur. Kadın yalancı ise, Allah'tan korkması, kötülüğe sevkedici işten kaçınması emredilir (söylenilir), duruma göre, men' ve zecredilir.»
Buradan anlaşılıyor ki, muhtesib, umumî âdabı muhafazaya çalışmaktadır. Hiç bir şahsın, kendisine veya topluma zarar vermesine müsaade ve müsamaha etmez. Ceza ve zecrî tedbirlere başvurmasında acele etmemelidir, aksi halde, müstahak olmayana ceza ve zecrî tedbirler tatbik etmesinden korkulur.
Üçüncü kısım: Muamelâta taalluk edenler :
Bu kısmın içine, fâsid bey'ler (satışlar) gibi yasaklanmış muameleler ile, taraflar zararını ittifakla ve rızalarıyla kabul etseler dahi, şeriatın yasakladığı şeyler girer. Muhtesib, yasaklanan şeyin işlenmesine mâni olur, işleyenlere, duruma göre te'dib edici zecrî tedbirler tatbik eder.
Ama fukahanın mahzurlu veya mubah olduğu konusunda ihtilâf halinde oldukları hususlar, yasaklanamaz, meğer ki, ihtilâfın zayıf olduğu bir konu olsun ve o işin mahzurlu bir neticeye yolaçacağı hususunda ittifak olsun.
Hileli satışlar, ücretlerde (fiyatlarda), aldatma (tedlis) gibi muameleler ise yasaklar, işlenmesine mâni olur, işleyenleri halin icaplarına göre te'dib eder. Eğer bu hile müşteriyi kandırıyor ve ondan bir şeyi gizliyorsa, bu, büyük bir aldatma olup, haramdır. İleri derecesi ise büyük günahtır, şiddetli şekilde yasaklanır...
Muhtesibin yasaklayacağı ana konulardan biri de, ölçü ve tartilar-daki mevcut hileleri, Allah'ın bu hususta kesin hüküm koymuş bulunması sebebiyle ve bu işlerde dürüst hareket etsinler diye kontrol eder. Aksi halde cezalandırır. Çarşı ve pazardaki ölçü ve tartı âletlerini kontrol eder ve ayarlar. Ayarlanmamış âletleri kullanmak, halk arasında yerleşmiş âdetçe, devlet emrini dinlemediğinden ceza görür.» [638]
İnsanların hakları içine, bir şahsın komşusunun hududuna veya evinin masuniyetine tecavüz etmesi, yahut duvarlarına pislik koyması gibi hususlar dâhildir. Muhtesib, komşunun talepte (şikâyette) bulunmadığı müddetçe bu hususlara karışamaz. Çünki, o şahsa ait bir haktır. Bir kimsenin komşusunu afvetmesi ve taleplerinden vazgeçmesi muteberdir.
Muhtesibin, çarşılardaki riayet etmesini istediği san'atkârlar üç bölümdür :
1- İşlerin tara ve noksan olduğunu tesbit : Doktor ve öğretmenler gibi. Çünki, meselâ; doktor, kusuru sakatlık ve telefe sebep olacak derecede insanlara tesir eden bir kimsedir. Öğretmenler ise, küçüklerin psikolojisine tesir eder ve terbiyelerini bozarlar.
2- İşini emamet ve hiyanet içinde yapanlar : Kuyumcular, dokumacılar, demirciler ve boyacılar gibi. Çünki bunlar, her an insanların mallarını çalabilirler. Muhtesib bu kimselerin güvenilir ve emin kimseler olup olmadığını tesbit ve kontrol eder. Hiyanette bulunanlar, meslekden men'ediiir.
3- İşini iyi veya kötü yapanlar: Bu işler, hisbe idarecileri tarafından bizzat görülür. Bir şikâyet olmasa da âmmeyi ilgilendiren işlerden kötü yapanlara engel olur.[639]
Muhtesib, insanların evlerinin gözetlenmesine mâni olur. Ayrıca, zayıfların zorluk çekmemesi için, büyük cami imamlarının namazı uzatmalarına mâni olur. Kendisine havale edilen mes'elelerde ihtilâfa bakmaktan kaçman hâkimleri ikaz eder, bu menfi hareketlerine mâni olur. Hayvan sahiplerinin, hayvanlara, kaldıramayacakları yük yüklemesine mâni olur; gemicilerin de, batma tehlikesinden korkmaya sebep olacak derecede, gemilere taşıyamayacağı yük yüklemesine mâni olur. Muhtesib, çarşı pazardaki yerleşme (oturma) durumlarına da bakar, gelip geçenlere mâni olan veya insanlara zarar veren durumları yasaklar ve insanlara zarar vermesin diye yüklerini yollara koyanlara mâni olur. [640]
Mâverdî ve Ebu Yâla'nm, «El-Ahkâmu's-Suîtaniye» isimli kitaplarında, muhtesibin vazifeleri bakımından yaptıkları ayırımlara göre, bu vazifeleri şöyle Özetleyebiliriz:[641]
Muhtesib, Veliyyü'1-Emr adına, ibâdetlere ait Allah'ın hükümlerinin tatbikini ifa eder ve müslümanlara bu ibâdetleri, Allah'ın haklarından hiç bir hakta kusurlu davranmasına müsaade etmeden, en iyi şekilde ifa etmesini emreder. Bu kusur, bu vazifelerin ifa edilmemesinden veya şer ı usûllere aykırı şekilde edâ edilmesinden ortaya çıksın, farkı yoktur.
Bu haklardan, namaz kılmak, zekât vermek, ramazan orucunu tutislam anayasa ve îdarh hukukunun genel esasları mak, hacca gitmek, cum'a ve cemaat namazı kılmak, ezan okumak, mes-cidlere ve temizliğine bakmak, namaz esnasında şahısların temizliğine dikkat ve itina etmek.
Muhtesibin işi, sadece farz olan işlere münhasır değildir, namazı vaktinde kılmama gibi. alışkanlık husule getirerek, edasında tembellik görülen mendub işlerin ifâsını da emredebilir. Bu takdirde insanlara, Sünnetin kaybolmasına götüren kötü bir alışkanlık olmasından endişe ederek, namazı vaktinde kılmalarını emreder.
İnsanlardan dilenen birini (Eş-Şehaze) görürse, muhtaç ve çalışamayacak durumda olması hali hariç, ona mâni olur, onu te'dib eder ve ona zecrî tedbirler tatbik eder. Muhtaç ve çalışamayacak durumda ise, ona Beytü'l-Mal'den yardım yapar. Çünki, o fakir ve âciz olanlara bakmakla mükelleftir (mes'uldür).
Muhtesib ayrıca, ilimsiz kimselerin ser'î mes'elelere el atıp, kendileri delâlete girip, başkalarını da delâlete sokmalarından kurtarmak için (korkarak), mescitlerde ve diğer yerlerde halka vaaz veren ve onlara birşey-ler öğretenlerin cehalet ve hurafeciliğine mâni olur.
Muhtesib, insanlara, içtihadı hükümlerde, şayet amelleri bir başka içtihada uygunsa, kendi görüşü ve içtihadına göre hareket etmeyi emre-demez. Çünki insanlar, üzerinde ittifak edilen hükümlere aykırı hareket etmemek şartiyle, istedikleri gibi hareket etmekte serbesttirler. [642]
Bu da, Allah'ın hakları kısmına dâhildir. Meğer ki, bu işler toplumun menfaatine bağlı (murtabit) olsun. Bunlar, zaman ve mekâna göre değişen işlerdendir. Meselâ; halkın gözlerinden uzak, ıssız bir yolda bir erkeği bir kadınla konuşurken görürse, onu te'dib edemez ve ona karşı zecrî tedbir tatbik edemez; belki ona nasihat eder ve onu doğru yola sev-keder. Çünki, onun hali şüpheyi çekmektedir.
Umumî âdaba aykırı hareket içine, insanların kalabalık olduğu yollarda veya kadınlara mahsus çarşılarda serserice hareketler de girer.
Muhtesib ayrıca, kimse avret mahallini açmasın ve sere serpe uzanmasın diye, umumî hamamları kontrol eder.
Şeyzerî şöyle diyor:
«Muhtesibin hamamları günde birkaç defa kontrol etmesi gerekir... Şayet avret mahallini açan birini görürse, onu açındığı için tâzir eder. Çunki, avret mahallini açmak haramdır. Hz. Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Seltem) avret mahalline bakana ve gösterene lanet etmiştir.» [643]
Âlimler, ilâç ve ilâcı gerektiren genel sağlığa ve hastalıktan korunma ve korunma yollarına taalluk eden işleri zikrederken geniş şekilde durmuşlardır. Genel sağlık konusuna şu hususlar girer: [644]
Şeyzerî, «Nihayetü'r-Rütbeti fi talebi'l-Hisbe» isimli kitabının 37. babında doktorlar, göz doktorları, ortopedistler ve cerrahlar üzerindeki his-beden bahsetmektedir.
Önemli olan muhtesibin, Hipokrat'ın diğer doktorlardan aldığı yeminin [645]doktorlara tatbikini sağlaması ve kimseye zararlı ilâç ve zehirli bir terkip vermemeye, insanlardan birine muska yapmamaya veya med-hetmemeye, kadınlara çocuk düşüren, erkeklere ise, çocuk yapma kabiliyetini kesen ilâç öğretmemeleri, hastanın yanma girdiklerinde gözlerini haramdan korumaları, sırları ve ayıpları ifşa etmemelerine dair yemin ettirir.
Âlimler, sağlık hizmetleri üzerinde çok durmuşlar, mütehassıs olmayanların sağlık hizmetini ifâsına engel olmuşlar, onlara ceza vermişler ve şayet tıb hizmetlerini ifa ederken doktorun hatası neticesi bir kişi ölürse, ona diyet ödeme borcu yüklemişlerdir.
Ayrıca doktorun, o zamanda normal olarak muhtaç olduğu bütün âlet ve edavatla teçhiz edilmiş olmasını şart koşmuşlardır. Bunlar doktorun, doktorluk yaparken ihtiyaç duyduğu diş çekme kerpeteni, dalak dağlama âletleri, bağırsaklara ve tenasül organına zerk âletleri, basur tutturucu-ları, burundan parça alma âletleri, rahim açıcı ve hamileliği anlama âletleri ve gaz boşaltma âletleri vs.'dir.
Muhtesib veya tıb ile ilgisi olan vekili, Hüneyn bin îshak'm «Mihnetü'I-Etibba» isimli kitabında zikrettikleri uyarınca doktorları imtihan edebilir. Tabiî muhtesib bizzat bu imtihanı yapamaz, yetişmiş büyük doktorlara bu vazifeyi verir. [646]
Muhtesib, eskiden «Kehhal» adı verilen göz doktorlarım kontrol eder, kendisi veya vekili onları imtihan eder ve eğer doktoru, gözün yedi tabakalarını teşrih etme bilgisine (anatomi), üç rutubeti ve üç göz hastalığı ve bunlara teferru eden rahatsızlıkları bildiğini görürse, gözün terkibini ve akakirin bünyesini de bilmek şartiyle, göz doktorluğu yapmasına müsaade eder. Ayrıca bütün göz âletlerinin de elinin altında bulunması gerekir.
Kemik doktorlarından hiç biri, insandaki kemik sayısını ve bütün kemiklerin durumunu (iskelet), şeklini ve kuvvetini bilmeden, kemikleri kıramaz. Tâ ki, onlardan biri kırılır veya çıkarsa, üzerinde bulunduğu iskelete yerleştirebilsin ve tedavi edebilsin. Kemik doktoru bu bilgilere sahip değilse, muhtesib onun kemik cerrahlığı (ortopedisttik) yapmasına engel olur.
Şeyzerî, ayrıca damardan kan alıcılar ve hacamat atıcılar üstündeki muhtesibden de bahsetmektedir. Hacamat, kan alma ve tekniğine verilen addır. Kan alıcılık yapmak isteyenin, ancak organların, kas ve damarların anatomisini çok iyi bilmesi; bilgisi, bunların terkib ve keyfiyeti hususunda kâfi olması lâzımdır ki, kaslar veya damarlarda zarar meydana gelmesin. [647]
Ayrıca, küçük veya büyüklerden veya çok şişman ve yağlı olanlardan yahut sararmış vücutlu ve kansız olanlar gibi kimselerden kan almak caiz değildir. Müellif bundan başka kan alıcıda bulunması gerekli âletleri saymakta, her damardan kan alma hususunda gereken şartları bildirmektedir. [648]
Şeyzerî, insanların muhtaç olduğu, hamam ve sair yerler gibi, umuma açık yerlerde bulunması gereken şartları bildirmektedir.
Bu konuda şöyle diyor :
«Muhtesib onlara, hamamı ve haznesini, yıkanma suyu dışındaki temiz su ile temizlemelerini emreder, bunu günde birkaç defa yaparlar. İnsanların kaymasına sebep olan hatmî, sidre, salbun ve birikim tiler çok iyi fırçalanıp, kaymaların önlenmesi[649]gerekir. Ayda bir defa su ambarı dibinden yıkanmalıdır. Pis sular biriktirihnemeli, musluklar saç telleri ile bağlanmama lif ve temiz bezlerle temizlenmelidir. Günde iki defa buhur yakılması... Hamam soğuyunca hazamı (güzel kokulu bir ağaç) yakıhnah, böylece hava temizlenmeli ve güzel kokmaîidır. Hamamın kokusunu bozmamak için ayakkabıcılar ve keçeciler eşyalarını yıkamak için hamama alınmamalıdır, cüzzamlı ve ebreş de giremez. Hamam-malıdır. Hamamdaki vazifeliler hafif, nazik, tıraş etmesini bileıa, keskin usturalı kimse olması da şarttır.
Traş yapan, soğan ve sarımsak gibi ağzını kötü kokutan biır şey, tıraş esnasında insanların rahatsız olmamaları için, yiyemez. [650]
Yiyecek - içeceklerdeki temizlik, muhtesibin ifa ettiği en önemli hizmetlerden biridir. Şeyzerî, yiyecek ve içeceklerle ilgisi olan bütün meslekleri saymakta ve bunlar hakkında hisbenin tatbik usûlünü anlatmaktadır. Ekmekçiler, fırıncılar, kasaplar ve hayvan kesenler, balıkçılar, lokantacılar, tatlıcılar ve diğerleri gibi.
Ekmek yapanların, fırınlarının çatısı yüksek olmalı, kapılarını da açmaları gerekir. Fırınların kapağı kapalı olursa, pis dumanlar çıkar, bundan da insanlar zarar görür. Muhtesib, ekmekçilere su kaplarını tutmalarını ve üstlerini örtmelerini, hamur teknelerini temiz tutmaları ve yıkamalarını, ekmeklerin üstünü örtmelerini ve üzerine konulan şeylerin temiz olmasını emreder. Ekmekçi, ekmeğin hamurunu ayağı, dirseği ve dizi ile yoğuramaz. Çünki, yapılan şey yemek ile ilgili bir san'attır ve hamurun içine bedeninden ter damlaması muhtemeldir. Hamuru, ancak üzerinde yenleri olmayan açık bir elbise olduğu takdirde yoğurabilir ve aksırınca, konuşunca ağzından ve burnundan bir şey akmaması için ağzı ve burnunun maskeli olması gerekir. Hamurun içine kıl düşmemesi için de, kollarının kıllarını tıraş etmesi gerekir.
Muhtesib, tahinin (maya) hileli olup- olmadığına bakar, hamur ekmek yapmalarına, pişmeden ve fakat yanık da olmadan, ekmeği fırından çıkarmalarına engel olur. [651]
«Hayvan kesiciler ve kasaplara» gelince; bunların müslüman, âkil baliğ olması, hayvanı keserken Allah'ın ismini zikretmesi gerekir. Onların hayvanları boyunlarından, kan ve nefes borularından kesmeleri; hayvan iyice soğuyup canı tam olarak çıkmadıkça derisinin soyulmasına girişmemesi gerekir. Muhtesib, insanların elbiselerine sürünmemesine ve ete zarar vermemeleri için, etleri açık olarak çıkarmalarına mani olur. Onlara, karışmaması için, eti kemiğinden ayırmalarını ve şişman (besili) hayvan eti ile, zayıf hayvanın etini karıştırmamalarını emreder. Şayet muhtesib, bir hayvanın ölü mü yoksa kesilmiş olduğunda şüphe ederse, onu suya atar, et suyun dibine çökerse, o kesilmiştir, çökmezse, ölüdür. [652]
Muhtesib, lokantacılara kaplarım örtmelerini, sıcak ve alkali (eş-nan) su ile yıkadıktan sonra, sinek ve yer böceklerinden korumalarını emreder. Keçi eti ile, koyun etini, dana eti ile, öküz etinin bir arada pişirmemelerini emreder ve az et, çok su koyup, müşterinin bol etli yemek zannetme halini nazara almalıdır... Ayrıca, çeşit çeşit yemekleri karıştırıp bozmalarını nazara almalıdır. [653]
Muhtesib, tatlı yapan tatlıcıları da kontrol eder. Tatlı, çiğ ve yanmamış olarak, tam kıvamında olmalıdır. İmalât sırasında elde bir şeyle sinek kovalanmamalıdır.
Ayrıca tatlılarda mevcut hileleri de kontrol eder. [654]
Çarşı, pazarın ve tartıların murakabesi muhtesibin vazifesine dahildir. Muhtesib, hiç kimsenin diğerine zarar vermesine müsaade etmediği gibi, umumî menfaatlere zarar vermesine de müsaade etmez.
İjbnü'l-Kayyim, «Et-Turuku'I-hükmüyye fi's-Siyaseti'ş-Şer'iyye» isimli
kitabında şöyle diyor:
«Muhtesib, cum'a ve cemaat namazlarını, emanete sadakati, doğruluğu ve sözler ve fiillerle nasihat yapılmasını emreder. Hiyaneti, Ölçü ve tartıların hatalı tutulmasını, imal edilen ve satılan şeylerdeki hileleri yasaklar. Ölçü ve tartıların; yemek, elbise ve âlet imal eden san'atkâr-ların ölçüsü kaybolursa ve eğlence (lehviyat) âletîeri, erkek için ipek elbise yapmak gibi durumlarda, o kişileri bu mesleği icradan feat'iyyen men'eder.
İçkinin her çeşidini yapanı ve imal ettiği işe hile karıştıran her san'-atkârı, mesleğinden men'eder, kısanların paralarını bozanlara ve sahte para yapanlara engel olur. Muhtesib böylece, Allah'tan başka kimsenin bilmediği fesattan insanları uzaklaştırır. Gerekli olan paranın sermayenin esası olmasıdır; onunla piyasada dolaşılır, fakat onda hilekârlık yapılmaz. Şayet Sultan fcir sikke veya parayı yasaklamışsa, onun mumelesine izin verilen para ile karışmasına mâni olur.»
Onun vazifesinin esası ve temeli bu lokanta, içecek satan, elbiseci ve diğer meslek yerlerinde hilekârlara mani olmaktır. Bu kimseler umumî menfaate aykırı hareket ederler ve halka zarar verirlerse, bu zararlara göz yummak kabil değildir. Onun, halkın işlerini ihmal etmemesi, bu gibi kimseleri tenkil etmesi ve üzerlerindeki cezayı kaldırmaması icap eder. Çünki, onların verdiği zarar büyüktür. Bu yasaklar içine, Allah ve Resulünün yasakladığı haram akitler girer. Açık veya kapalı faiz akdi, bü-yu-u zarar akdi, mülâmese akdi (satıcının müşteriye, mala elini değdi-rirsen, fakat satın almazsan, satım akdi otomatik lüzum kesbeder, dediği akit), münâheze akdi (elbisemi, elbisene mukabil sattım, tarzındaki aîışveriş şekli, her biri diğerine elbiseyi attığı anda lüzum kesbeden akit), neceş, yâni ücreti, malı satın alma niyeti olmaksızın, başkasına zarar verme niyetiyle arttırma şeklindeki ve diğer aldatan çeşitten olan meyser akitleri yasaklar.
İşte muhtesib, bütün bunların hepsine mani olur, yasaklar, faillerine ceza verir. Bu tedbirler (icraat), davacı ve dâvâlının bulunmasına bağlı değildir. Çünki bunlar, Uîü'l-Emr'in yasaklamakla mükellef olduğu mün-kerattır[655]
Şeyzerî, «Niyatü'ır-Rütbeti fi talebi'l-Hisbe» adlı kitabında, îbnü'l-"Ühuvve Muhammed Mn Afomed El-Kureyşî, «Mealimu'l-Kurbeti fi ah-kâmi'l-Hisbe» isimli kitabında, çarşı pazar, yasak muameleler, ölçü ve tartılara ait tafsilâtlı bilgi vermişlerdir.
Bu murakabe şu hususlardan ortaya çıkar :[656]
Şeyserî, kitabının 2. babında çarşı ve pazar ile yolların idaresini zikrediyor. İbnü'I-Uhuvve ise, kitabının 8. babında çarşı ve pazara ait yasak hususları belirtmektedir.
Bu konuda Şeyzerî'nin söylediklerinden şunlar verilebilir:
«Çarşı ve pazarın eski Roma'nm koyduğu yüksek derecede olması gerekir. Kış mevsiminde insanlatnn yürümesine mahsus, çarşının iki tarafında saçak (ifrîzân) bulunmalı. Ayrıca dükkânların cephelerinde sahibinin ve adamlarının oturmaları için, bir metre kadar yükseklikte taş veya tuğladan yapılma ve satıh seviyesi dükkânın seviyesi ile aynı olan ve «El-Mıstabah» denen taşmaların Önlenmesi gerekir. Çünki, bunlar gidiş-geîişe zararı verir. İnsanların haklarına zarar verdiklerinden muhtesib bunları kaldırır, yapılmasına engel olur. Her san'at mensubunun ayrı çarşıları olmalı, orada san'atlarmı öğrenmelidirler. Çünki, bu tarz. onların gayelerine daha uygun, hem de san'atları için daha faydahdîfr. Fırıncı, lokantacı ve ıdemirci gibi, san'atı yakacak (yakıt) şey icap ettirenlerin dükkânlarını muhtesıb, aktar ve manifaturacılardan, aralarında yakınlık olmaması ve zarar husule gelmemesi için, uzak tutar.
Eğer, çarşı ve pazarların faaliyetini kontrol edemeyecek kadar geniş ise, muhtesib, her san'attan, sâlih ve o san'atı bilen, hile ve desiselerini (sahtekârlıklarını) anlayan, emin ve güvenilir olmakla meşhur bir yardımcı (arif) tayin edebilir. Bu şahıs, o meslek erbabının üzerinde kont-rolcu olur ve durumlarından muhtesibe bilgi veirir.» [657]
İbnu'l-Uhuvve ise, bu mevzuda şöyle diyor:
«Muhtesifoin, halkm elbiselerini yırtması bakımından «odun, saman, su kırbaları, tezek yükü, kül, dikenli yüklerin şehre girmesini yasaklaması gerekir. Bunlara, halkın elbisesini yırtmaması için, engel olunur. Geniş bir yere yerleştirilmesi mümkünse, öyle yapılır, aksi halde, ihtiyaç söz konusu olduğundan mâni olunamaz...
Odun, saman, taş ve kibrit, pazar yerinde durunca, hayvanlarımın sırtında bekletmemelerini emreder. ÇÜnki, eğer dururlarsa, yük de sırtlarında ise, bu onlara zara/r ve eziyettir... Çarşı ve pazar esnafına çukur kazmasını ve toplumu kirleten şeyleri temizlemesini ve bunun dışımda halka zarar veren herşeyden kaçınmalarım emreder.[658]
Şeyzerî şöyle diyor :
«Yollar ve dükkânlara gelince; hiç kimse evinin veya dükkânının duvarım, kararlaştırılan hudut dışına taşıramaz. Aynı şekilde yoldan geçenlere eziyet ve zarar veren her şeye mani olur. Kış mevsiminıde açıkta olan oluklar; yaz mevsiminde, evlerden yolların ortasına akıtılan kirli oluîtfar gibi durumlarda, mulıtesib ev sahiplerine kaplı çukur kazma ve pislikleri oraya akıtmaya, heır evin içinde, yola bir kanalizasyon yapmasını ve yazın kapamasını, eninde bir çukur edinip, (çöpleri) orada toplamasını emreder.» [659]
Şeyzerî, ölçü ve tartıları, kitabının üçüncü ve dördüncü bablarında ele alıp anlatmıştır. İbnu'l-Uhuvve ise, kitabının dokuzuncu ve onuncu babında temas ediyor.
Her ikisi de, alış-veriş ve esaslarından, ölçü ve tartılardan ve onlara ihtiyaçtan bahsetmektedir. Muhtesib, şehirden şehire değişen ölçü ve tartılan ölçme ve tartmada eksiklik olmaması için, kontrol ve onların doğru ölçü ve tartı esaslarına uygun olmasını sağlar.
Îbnu'l-Uhuvve, şöyle diyor:
«En iyi terazi, kefeleri müsavi, ibresi ortada dik durandır. Çabuk hareket etsin diye uygun duruma getirir. Böyle yapmazsa, sakin durur, müşteri zarar eder.
Muhtesib, terazi sahiplerine, onları her saat kir ve pastan temizlemelerini emtreder. Çünki, aksi halde, belki de bir parça ağırlık kahr ve belirttiğimiz gibi, zarar verir. Satış yaptığı zaman, terazi hareket etmeden durmalıdır. Ve eşya, el ile azar azar ve yavaşça kefeye konulmalı, parmağı ile kefe üzerinde oyna manialıdır. Böyle yapılmazsa, haram olur. Satıcının terazisi alıcılardan hiç biri, elindeki irtal'ı (ülkeden ülkeye değişen ağırlık birimi: 144-684 dirhem) terazi ile tartamaz...
Rıtl'Iar demirden olmalıdır. Muhtesib onların ayarını yapar ve altlarını kendisinde bulunan bir mühür ile mühürler. Rıtl'Iar taştan yapılamaz. Çünki, byrbirine süründükçe, aşınıp eksilirler. Eğer demir azlığı sebebiyle taştan yapılması gerekiyorsa, muhtesib, taş maddelerin deri kılıf ve kaplarla 'kaplanmasını emreder, ayarımı tesbitten sonra mühürler. Bundan başka, onları sık sık kontrol eder...
Muhtesib, miskal, sanc, rıtl ve habbeleri sık sık ve habersizce kontrol eder.» [660]
Şeyzerî, şöyle diyor:
«Doğru ölçek, üst ve alt kısmı, açıklık ve darlık bakımından eşit olandır, çarpık ve biçimsiz olamaz. [661]Bir kısmı içeride, bir kısmı dı-Şarıda olamaz, şayet alt kısmı demir çemberden olursa, onu (zedelenmekten) korur. Saçla kaplanır ki, miktarı artmasın veya eksilmesin. Ölçeklerin ayaklanmasında, en iyisi normal olarak değişmeyen küçük tanelerdir.
Muhtesib, Ölçekleri sık sık kontrol eder ve onlar ölçekler etrafında (üzerinde) dönen oyunları kontrol eder. Bu oyunlardan birisi, Ölçeğin altına «cibs» denilen [662]kenarına da «küsb» ismi verilen (bir nevi yağlı tohum) maddeler yapıştırırlar. Bu oyunlar anlaşılamaz. Bazıları incirin sütünü alır ve yağla yoğurup hamur yapar ve merhem kıvamına getirir, sonra da ölçeğin içine yapıştırırlar, kimse bunların farkına varmaz. Oyun oynanan san'at Ölçekleri kontrol edilmelidir, ama üzerleffinde tecessüs yapılamaz.» [663]
Muhtesib, ölçü ve tartıları kontrol etmekle iktifa etmez, ticarî satışlar ve muamelelere de bakar; şayet şer'an caiz olmayan bir şey görürse, buna mâni olur ve failleri te'dib eder. [664]
Mâverdî, şöyle diyor:
«Faiz ve fâsid satışlar gibi muamelelere ve âkit taraflar zararına razı oîsa dahi, şeriatın yasakladığı hususlara gelince :
Muhtesib bu gibi mumeleîeri yasaklar ve engel olur. Duruma göre, failleri fiillerine göre cezalandırır ve te'dib eder.
Ama fukahanın mahzurlu veya mubah olduğu konusunda ihtilâf halinde oldukları hususlar yasaklanmaz, meğer ki, ihtilâfın zayıf olduğu bir konu olsun ve o işin mahzurlu bir neticeye yol açacağı hususunda ittifak olsun.
Hileli satışlaır, ücretlerde (fiyatlarda) aldatma (tedlis) gibi muameleleri ise yasaklar, işlenmesine mâni oîur, işleyenleri halin icaplarına göre te'diTb eder... Eğer bu hile müşteriyi kandırıyor ve ondan bir şeyi gizliyorsa, bu, büyük bir aldatma olup haramdır, ileri derecede ise, büyük günahtır. Bu gibi muameleler şiddetli şekilde yasaklanır, ağır zecrî tedbirler tatbik edilir. Eğer müşteriden bir şey gizleniyorsa, küçük günahtır, yumuşak şekilde yasaklanır.» [665]
İbnu'I-Uhuvve, muhtesibin yasaklaması gereken şeyler olarak saydıkları şunlardır:
«Fâsid satışlar, faizli satışlar, selem-i fâsid, icare-i faside ve şiırket-i faside gibi yasaklanmış muamelelerdir. Baha sonra, kazancın üzerine döndüğü bu muamelelerin muteber olması için gerekli şer'î şartları bildirmektedir. Yasaklanan hususlara misal olarak, icab ve kabulün terki ve sadece mebinin (Muata) verilmesi ile iktifa edilmesi vetrilebilir. Fakat bu konuda içtihad yapılabilir ve ancak bunların vâcib olduğuna inananlardan yasaklanabilir. İnsanlar arasında mûtad fâsid şartlar da böyledir, bunların yasaklanması gerekir. Çünki akitleri ifsad eder (bozar). Faizin her çeşidi de böyledir. Faiz, birinin diğerine tahakkümü (galebe) dür. Keza yasaklanmış diğer muameleler de böyledir.» [666]
Muhtesib, esnaf için eşya (mal) fiyatlarını tesbit edemediği gibi, onları belli bir fiyattan satışa da zorlayamaz. Çünki, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seltem) kendisinden ücret tesbit edilmesini istemeyi reddetmiş ve şöyle demiştir :
«Alan da, veren de, rizik veren de, fiyatları tesbii eden de (EI-Müsa'İr), şüphesiz Allah'ta. Ben ise, ne can ve ne de mal bakımından benden talebi olan bin olduğu halde Allah'a kavuşmak istemiyorum (istemem).» [667]
Buna dayanarak fiyat tesbitinîn ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz: İbnü'l-Kayyım'm dediği gibi, bir kısmı zulüm ve haramdır, diğer kısmı âdil ve caizdir. Fiyat, insanlara zulmü ihtiva eder ve haksız olarak onların razı olmadıkları bir fiyatla satın almaya zorlarsa, ya da Allah'ın onlara helâl kıldığı şeylere engel olursa, bu haramdır. Fakat fiyat, fertler arasında, aynı miktar bir ücret vererek karşılıklı bir taviz vermeyi insanlara yükler ve onları, fazla almaktan haram eder. Ve fakat verdiğine karşılık bir ziyade olması ise caizdir, hatta vâcibtir. [668]
«El-İtticahu'1-Cemâiyyü fi't-Teşrii'1-İktisadi'l-îslâmî» (İslâm İktisadî Düzeninde Kollektivist İstikâmet) isimli kitabımızda, devletin iktisadî işlere müdahalesinin cevazı bahsinde ücret tesbitine ait bütün mes'eleleri, lehinde ve aleyhinde olanları, herbirinin delilleri ile birlikte[669] belirttik. [670]
İhtikâr, fiyatı artınca satsın ve büyük bir kâr elde etsin diye, bir şahsın, insanların muhtaç olduğu bir malı saklamasıdır. Fukaha, ihtikârın haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Mal sahibinin bu yol ile elde ettiği kârı, habis (iğrenç) bir aldatma kabul edilir. Çünki, Said İfcfi-i Eİ-Mu-seyyeb, Hz. Peygamber (Sallallahü. Aleyhi ve Sellemyden şu hadîsi rivayet etmiştir:
«İhfikân ancak âsî (günahkâr) kimse yapar.»
Ebu Hüreyre (Radiyallahuanh)'den rivayet edilen hadîs de şöyledir:
«Müslümanların aleyhine olarak, bir malı pahalı olması için saklayan, âsidir (günahkârdır).»
Fukaha, ihtikâr sayılan hususlar hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Bazılarına göre ihtikârın illeti insanlara zarar vermektir. Buna dayanarak gıda maddeleri ve diğerlerinde ihtikârın bütün çeşitlerini haram kabul etmişlerdir. Bir kısmına göre ise, ihtikâr sadece zarurî gıda maddelerinde söz konusu olur. [671]
Şeyzerî, şöyle diyor:
«Muhtesib, bir kimsenin diğer bazı gıda maddelerini iyi vaktinde satın alıp beklettiğini, yâni ihtikâr ettiğini (depoladığını) ve fiyatını arttırdığını görürse, onu, o malı satmaya zorlar. Çünki, ihtikâr haramdır, haram bir fiili men'etmek ise vâcibdir.» [672]
Muhtesibin vazifesi çarşı ve pazarları, ticarî muameleleri kontrole inhisar etmez, çocukların terbiye ve te'dibi ile meşgul olan şahısları da kontrol eder.
Muhtesib, evvelâ öğretmenin suretini ve sîretini (ahlâkını), sonra da, çocuklara öğrettiği hususları araştırır. Öğretmen, utanç verici'şiirler ve benzerleri gibi hususları talebelerine öğretemez. Öğretmen, öğretirken şu hususlara dikkat etmelidir:
1- Çocukların cami içine pis şeyler atmaları ve duvarları kirletmeleri sebebiyle, camiler çocukların öğrenim yeri olarak kullanılmaz.
2- Öğretmen, çocuklara Kur'ân-ı Kerîm, dinî ilimler ve ahlâk prensiplerini öğretmelidir.
3- Öğretmen talebelerine namazı vaktinde kılmaya alıştırmalı, kendisi de onlara iyi bir örnek olmalıdır.
4- Öğretmenin talebelerine, anne-babalarma edeble davranmayı, onlara hürmet ve emirlerini ifa etmelerini öğretmelidir.
5- Öğretmenin çocukları, acıtacak şekilde, ya da bedenin hassas yerlerine vurmasına engel olunur.
6- Öğretmenin, talebelerini özel işlerinde kullanmasına engel olunur. Bunlar, Şeyzerî'nin kitabında, muhtesibin, çocukların eğitim ve öğretim yerlerini kontrol vazifelerinden kısa bir özettir. [673]
7- Toplumun menfaatlerimi murakabe ve koruma :
Toplumun menfaatlerinden maksat, toplumun menfaatinin bağlı olduğu menfaatlardır. Muhtesib, şahıslar adına, onların menfaatini, mallarını, namuslarını, hayatlarım, şahıslara verilen heç türlü zararlı tasarruflar karşısında korur.
Bu vazife şu hususlarda sözkonusudur :
1-Binaları kontrol: Muhtesib, halkın evlerine nazır evleri kontrol ve sahiplerinin evlerini, diğerlerine zarar verecek tarzda kullanmalarına mâni olur. [674]
2- Umumî binaların tamiri: Muhtesib mal sahiplerini (şayet Bey-tü'l-Mal müflis ise), umuma ait duvarlar ve surların yapımı, halkın içme suyu aldığı nehirleri ve insanların menfaati bulunan yolları ıslâh vs. için, icbar eder.[675]
3- Kölesini efendilerine karşı himaye: Bu, onlara kaldıramayacakları yük ve vazifeyi vermemeleri ve hak ettikleri beslenme ve bakımlarını temin etmeleri suretiyle olur, [676]
4- Hayvanların bakımı: Buna dayanarak muhtesib, hayvanına takatinin üstünde yük yükleyeni gördüğü zaman, onu, hayvana verdiği bu eziyetten men'eder. Eğer hayvanın beslenmesi veya ona bakımında kusurunu görürse, onu, hayvana (iyi) bakmaya icbar eder. [677]
5- Şeriat hükümlerini tatbikte dikkat: Buna dayanarak meselâ; kızının, sebepsiz olarak, dengi olan bir erkekle evlenmesine engel olan bir baba görürse, muhtesib, babayı, kendinden bir masraf yapmamak üzere, kızım evlendirmeğe icbar edebilir. Aksi halde, babanın kızı sebebiyle zarara uğraması söz konusudur ki, caiz değildir[678]
6- Dilencilere mâni olma: Muhtesib, ihtiyacı olmamasına rağmen, dilenenleri görünce, onlara mâni olur. Şayet bunlar çalışabilecek güçte iseler, onlara şiddetle mâni olur ve çalışmaya zorlar ve te'dib eder ki, dilenmekten vazgeçsinler. [679]
7- Hikayeci vaizler ve müneccimleri yasaklama: İbnu'I-Uhuvve, kitabının 48. ve 49. bablarmda, vaizler ve müneccimler üzerindeki hisbeden bahsetmekte ve vaizin, ancak, halk arasında dindarlığı, iyiliği, fazileti ve İslâm dini hükümlerindeki bilgisi ile tanınmış kimselerden olabileceğini belirtiyor. Muhtesib, onları bu mevzuda imtihan eder, cevap verebilir-lerse ne alâ, aksi halde vaizlik yapmalarına izin vermez. Eğer câhil olduğu meydana çıkarsa, konuşmasına izin vermez; eğer vazgeçmez ve ^konuşmasına devam ederse, onu tâziren cezalandırır. Eğer vaizler hayalî ve vehmî hikâyeler anlatırlar, kötülük ve dalâleti hikâye ederlerse, yalan konuşurlarsa, onları vaizlikten men'eder e te'dib eder. [680]
8- İşçileri ve kiracıları koruma : Buna dayanarak, bir adam, kendisine muayyen bir ücret mukabilinde, muayyen bir müddet çalışması için bir şahsı kiralarsa, sonra da hakkını vermez, yahut fazla çalışmaya mecbur tutarsa, ya da gücünün üstünde iş yüklerse, bu takdirde muhtesib, işçiyi himaye, hakkını almak ve onu işverenin zulmünden korumak için müdahale eder. [681]
9- İmamın namazı uzatmasına mani olma : Buna dayanarak, eğer bir imam, zayıfların acz duyacağı kadar, mescitlerde namazı uzatırsa, muhtesib buna mâni olur. İmam namazı uzatmakta ısrar ederse, onun yerine bir başkasını tayin eder. [682]
10- Valilere vaaz etme: İbnu'I-Uhuvve şöyle diyor : Muhtesib, emirlerin ve valilerin meclislerine gider ve onlara, vatandaşlarına şefkatli davranmaları ve ihsanda bulunmaları için emir verir ve onlara şu hadîsdeki gibi, Hz. Peygamber (Sallailahü Aleyhi ve Sellem)'in sözlerinde yer alan esasları hatırlatır:
«Müslümanların idarecisi olup da, onlar için çalışmayan ve onlara nasihat etmeyen, cennete giremez.» [683]
Başka bir rivayette:
«... Cennet kokusunu alamaz...»
Muhtesib, Emîre, eğer işini ihmale uğratırsa, maruz kalacağı cezayı hatırlatır. Sonra şöyle der:
«Ey, müslümanların işlerini idare eden! Senin, bu gibi durumlardan nefsini koruman ve Allah'ın emirlerine uyman icap eder. Valilerin zulmü büyüktür. Çünki, onlar bâtılı, hakkın mecrasına (yoluna) çevirirler, adalet çıkacak yerden, işkence ve zulüm çıkarırlar...» [684]
11-Hâkimlere nasihat: Hâkimler (Kadılar), kendilerine getirilen dâvalara bakmaktan imtina edip, adalet işlerini ihmal ederlerse, muhtesib, onları dâvaya bakmaya davet eder. Eğer hâkimin mazereti varsa, dâvaya muhtesib bakabilir. Hâkimin rütbece, muhtesibden yüksek olması, onun bu şekilde hareketine engel teşkil etmez.
Bağdat taraflarının muhtesibi İbrahim Batha, bir defasında Başhâ-kim (Kâd-ı Kudât) Ebu Amr İbn-i Ammad'm evine uğrar. Kapısı Önünde ihtilaflı tarafların oturup dâvalarına bakılması için bekleştiklerini görür. Gün hayli ilerlemiş, güneş de öğle vaktine yaklaşmıştır. Bunun üzerine başhâkimin kapıcısını çağırır ve ona şöyle der:
«Başhâkime söyle, ihtilaflı taraflar kapıda bekleşmekte, güneş hayli ilerlemiş, beklemekten sıkıntıya düşmüşler. Ya onlarm işini görsün, ya da onlara özrünü bildirsin, bekleşen halk da vazgeçip gitsin.» [685]
Muhtesibin zikrettiğimiz bütün bu yetki ve vazifeleri, muhtesibe, yasaklanan fiilin tekrarına mani olacak ve suçluyu cezalandırmayı mümkün kılacak te'dib yetkisi verilmediği takdirde, hiç bir tesiri olamaz.
Bu sebeple muhtesib, çalışmasında kendisine yardım etmeleri için birkaç bekçi ve o işlerden anlayan bir kimseyi vazifelendirir. Çünki, yapılan, aykırı fiil ve davranışlarının birçoğunu, ancak her bir san'at için bilgili birinin yardımı ile anlayabilir.
Diyebiliriz ki, muhtesibin vazifesi geniştir ve hisbe işlerinde Baş reis olan ile, bakmakla mükellef oldukları bölgede vukubulan bütün aykırılıkları onun adına teftiş eden vazifeliler ve yardımcılarını içine alır. Bu yetki, modern asırda çeşitli bakanlıklarda kontrol ile vazifeli idarelere verilen yetkilere son derece yakındır.
Prof. Muhammed El-Mübarek, muhtesibin vazifesini, devletin özel
vazifeliler eliyle, fertlerin ahlâk, din ve iktisad sahasındaki faaliyetleri üzerinde yaptırdığı idarî bir murakabe olduğunu söylüyor. Yâni, adalet ve fazileti gerçekleştirmek için, genel olarak sosyal sahada, İslâm dini prensiplerine ve her bir toplum ve zamanda alışılmış âdetlere uygun olarak bir murakabedir. [686]
Modern asırda meselâ; Sağlık Bakanlığının, sağlığa taalluk eden her işde, doktor ve eczacılar ile, hastahane ve diğer sağlık kurumlarını kontrol ettirdiğini biliyoruz. Gıda Bakanlığı ise, ülkede mevcut malları ve ihtikâr durumlarını kontrol etmektedir. Aynı şekilde Millî Eğitim Bakanlığı da, okulları ve okullardaki tedrisâtı kontrol etmektedir. Böylece bütün ülkede çeşitli düzenlemeler ve teşkilâtlar kurulmuştur.
Şeyzerî şöyle diyor;
«O halde, Ölçüyü ve tartıyı eksik tutan, mallara hile karıştıran ve herhangi bir çeşit hileyi yapan kimse, günahından tövbe etmeye davet edilir, ona vaaz ve nasihat edilir, ona ceza ve tâzir tatbik edilir. Şayet fiili tekerrür ederse, suçun büyüklüğüne göre, had derecesine varmayan tâzir en cezalandırır.
Muhtesibîn yanında, kırbaç, sopa (durra), genç yardımcılaır (gılman) ve bekçileri bulunur. Çünki bunlar, insanların kalplerime korku ve ürkeklik verirler. Çarşı ve dükkânlar ise, gaflet zamanlarında bunlara ihtiyaç gösterirler ve muhtesib için birer göz olurlar, ona çarşının durumu hakkında bilgi verirler.» [687]
Sayın Prof. Ali EI-Hafif, emirlere aykırı hareket edenlerin te'dib edilmesini, 1961 yılında Şam'da toplanan İslâm Hukuku Haftası'nda verdiği tebliğinde tafsilâtiyle ele almış ve suçlunun te'dibi için muhtesibin yapacağı işler, aşağıdaki esaslara göre safhalara ayırmıştır [688]
1- Anlatma safhası: Bu mevzudaki Allah'ın hükmünü bildirmek suretiyle olur. Çünki, insanların çoğu yasaklanan (münker) amelleri işler ve fakat o amelin yasaklanmış olduğunu bilmez. Şeyzerî bu hususu, muhtesibin emirlerinde ve yasaklarında uygun sözlü, açık yüzlü-olması gerektiği şeklinde belirtiyor.- Çünki bu tarz hareket, kalpleri iyiliğe sev-ketmek ve gayeyi istihsal etmede daha müessirdir; zorlamada ve ifrata gitmede, belki de günaha teşvik sözkonusu olur.
2- Vaaz, nasihat ve korkutma safhası: Muhtesib, ilk defa bir suç (mâsiyet) işleyen şahıs sözkonusu olunca, bu usûle başvurur. Çoğu defa bu nasihat o şahsın yasaklanmış bir fiili işlemekten dönmesine tesir eder.
3- Şiddetli azarlama safhası: Muhtesib, bu yola, emir ve yasaklara aykırı hareket eden şahıs, güzel nasihatları dinlemediği takdirde başvurur. Bu durumda muhtesib, yasaklanan işi yapanı vazgeçirtmek için şiddetli azarlar.
4- El île 'değiştirmek safhası: İçkiyi dökmek ve parmaklara geçirilen altını sökmek gibi. Bu yola, ancak fail, yasaklanan fiili işlemekte ısrar etmesi, vaaz ve nasihati dinlemeyi reddetmesi halinde başvurulur. Muhtesib bu durumda, ceza ve zecrî tedbirlere başvurmadan, yasaklanmış fiili işleyeni vazgeçirmeye çalışır.
5- Tehdit ve korkutma safhası: Ona şu kabil sözler söyler: «Eğer "bu yasakîanmış fiiline son vermezsen, sana karşı mutlaka şöyle şöyle hareket edeırim.»
Onu tehdit etmeden hareketini düzeltmeye çalışır, aksi halde, emrini gerekli şekilde tatbik eder, Aksi halde muhtesibin tehdidi hafife alınır ve istihfafa sebep olur.
6- Dövıne ve hapsetme: Yasaklanan fiili işleyen, bu fiiline son vermezse tehdit ve korkutmaya başvurulur. Eğer fiilinde ısrar ederse muhtesib, tâziren onu dövebilir ve hapsedebilir. Ancak, zorlayıcı olmayan diğer bütün vasıtalara başvurulduktan sonra, dövmeye başvurulabilir.
7-Bekçi ve silâh kullanmak: Muhtesib bu yola, ancak yasaklanan fiili işleyen kuvvetli ve sefil biri ise ve muhtesibe karşı kuvvetle karşı koyması halinde başvurabilir.
Çünki, Allah şöyle buyurmaktadır :
«Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle döğüşürîerse, aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri, diğerine karşı halâ tecavüz ediyorsa, siz, o tecavüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar, savaşın. Bsnneîice eğer (Allah'ın emrine) dönerse, arfsk adaletle araların? (bulup) barıştırın. (Her işinizde) adalet (le hareket) edin. A!Iah, şüphesiz ki, âdil olanları sever.» [689]
Muhtesib, emir ve yasaklara karşı gelene tatbik ettiği te'dib tedbirlerinde şer'î hudutları aşamaz. Ancak ona had dışında bir ceza tatbik edebilir. Bu ceza «tâzir» diye isimlendirilir. Tâzir, suçluyu Veliyyü'l-Emr'in münasip gördüğü ve fakat haddin en küçüğünü bile tatbik etmeden te'dip etmesidir.
Hisbe bahsi, üzerinde dikkatle durulması gereken önemli bahislerden biridir. Bu, toplum menfaatlerini korumak için şeriat hükümlerinin tatbikini murakabe rolü oynayan bir yetkidir.
Mâverdî, hisbe mevzuunu şu sözlerle sona erdiriyor: «Hisbe, dinî işlerin esaslarındandir. İlk asır halifeleri, halkın iyiliğini temin ve çok sevan kazanmak için, bu işlerle bizzat meşgul olmuşlardır. Ancak zamanla Sultan bu işle uğraşmaktan vazgeçti, ehemmiyetsiz telâkki etti. Bu sefeeıole kazanç azaldı, rüşvet kabul edilmeye başlandı, bunların halka vetrdiği zarar önemsenmedi. Hisbe görevi İhlâl edilirse, bu hizmetin ortadan kalkacağına dair Tbîr kaide yoktur. îsîâm hukukçuları, belirtilen işlerin ihlâl edileceğimi nazara almamış ve tecviz etmemişleridir. Bu sebeple hisbe teşkilâtımın teknik yönünü açıklamamışlardır.
Bu kitabımızda temas ettiğimiz konuların çoğu, eski devir hukukçularının nazara alroodıklan veya kısa bir şekilde temas ettikîeiri konulardır. Biz. temas edilmeyen ve eksik temas edilen noktaları anlattık ve açıkladık. [690]
Ve nihayet... İslâm'daki siyasî düşüncenin esasları hakkında değerli kitaplar içinde yaptığımız bu dağınık ve uzun seyahatten sonra, bu araştırma esnasında ele aldığımız temel bazı noktaları kaydetmek istiyorum.
1- İslâm Siyasî Düşüncesi, modern siyasî düşünceden birçok noktalarda ayırıcı Özelliklere sahiptir. İslâm Siyasî Düşüncesi, Kur'an ve Sünnetten alman kaynaklara dayandığı için, bu düşünceyi, diğer herhangi bir düşünceye benzetmemiz hata olur. Bu kaynaklar İnsan iradesine bağlı değildir ve çoğu defa şahsî menfaatler arkasından patlamalara iten şartlardan müteessir olmaz.
Bugünki siyasî müesseselere bakacak olursak, bunların, bu müesseseleri koyanların yaşadığı şahsî şartlarından müteessir olduğunu görürüz. Ve çoğu. defa, bu müesseseler kabul edilirken, insanların bir sınıfının menfaatleri, bu menfaat cemiyetin diğer tabakalarının menfaatlerine aykırı da olsa, nazara alınır. Ayrıca, maddî güçler de, bu güçlerin kârını tahakkuk ettirecek şekilde bu müesseselerin yöneltilmesinde gözle görülür biçimde bir rol oynarlar.
Bu sebeple, siyasî müesseselerin iğrenç sömürüsü gibi durumların, çoğu defa kötü siyasî şartların neticesi olarak kendiliğinden ortaya çıkan askerî ve halk ihtilâllerinde ifadesini bulan şiddetli bir şekilde reaksiyona sebep olmaktadır.
2- İslâm'daki siyasî düşünce dinî ve ruhî Tbir "bünye üzerine kurulmuştur. Bu ruhî bünye, maddî siyasî müesseselerde bulunmayan, toplumun içinde, saadet, istikrar ve huzur şartları temin eder.
Bu bünyenin ilk faydası, toplum fertlerinin arasını kopmaz muhkem bağlarla bağlamasıdır. Şahıslara hürriyet tam manasiyle tanınmıştır. Ancak bu hürriyet, diğer şahısların hürriyetleri ile sınırlıdır, hiç bir şahıs, hürriyetini kullanırken, bu hürriyet başkalarının hürriyeti ile çatışmaması için, şeriatın tesbit ettiği hududa tecavüzde bulunamaz. Bu mânayı, Kur'an-ı Kerîm'i okurken, Özel mülkiyet üzerinde toplumun haklarına dolaylı olarak işaret eden birçok âyetlerden anlamaktayız. Bu hakları, şeriatın gerçekleştirmesi için geldiği şer'î maksatlarda ifadesini bulan genel menfaatlere bağlamıştır.
Bu mâna, İslâm dininin, toplum fertleri arasında, maddî ve manevî bütün sahalarda, toplumu, beka ve istikrarını temin edecek sağlam temellere oturtmak gayesiyle, düzenlediği sosyal güvenlik gerekleri ile bağlıdır.
3- İslâm'da siyasî düşünce ahlâkî prensipler ile siyasî prensipler
arasını, bu prensiplere nefislerde, insanların onun âdil olduğuna inanç ve kaynağının ulviyetine inanarak hürmet ve tatbik etmeye sevkedecek bir yer sağlamak gayesiyle, bağlamıştır.
İslâm dininden alman hükümlerde bu düşüncenin açık olduğunu zannediyoruz. Çünki, İslâmiyet, bu hükümler ile ahlâkî mefhumları bağlamaya gayret etmiştir. İslâmiyette, kabul ettiği ahlâkî esaslardan uzak bir kaideye rastlamıyoruz.
4- İslâm'da Siyasî Nazariye, bu nazariye tarafından oluşturulan ve diğer herhangi bir siyasî nazariyeden farklı, kendine has özellikleri bulunan müstakil bir nazariyenin hükümlerine hâkim olan siyasî temeller üzerine kurulmuştur. Bu temeller, ulûhiyyet, tevhid, risâlet ve hilâfeti içine alır. Bu temeller, İslâm Siyasî Nazariyesinde sabittir, çünki bu temellerden hiç biri görmezlikten gelinemez.
Ulûhiyet, Allah'ın insan fıtratına uygun olarak, insanın insana yolunu çizen ve onu, hayatındaki temel değerlere sevkeden, rabbani bir me-toddur. Bu metod, insanın, onunla hakkı bâtıldan ayırdığı hakikî (gerçek) bir terazidir. Tevhid fikri, değişme kabul etmeyen ulûhiyet fikri ile bağlantılıdır. Risâlet, ulûhiyet ve tevhid fikrini gerekli kılan sıfattır (vasıftır). Çünki Peygamber, ilâhî metodu insanlara öğretir. Hilâfet ise, Hz. Peygamber (SaUaUahü Aleyhi ve Sellem)1'den sonra İslâm dininin hükümlerini tatbike itina eden kuvveti ifade eder. Ve halife —lâkabının da ifade ettiği gibi-Hz. Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)'m üzerinde yürüdüğü genel çizgi ile bağlıdır.
5- İslâm ve modern siyasî düşüncenin hâkimiyet mefhumu, doğuşu ve mefhum olarak, farklıdır. Modern siyasî düşünce nazarmdaki hâkimiyet düşüncesi, ortaçağlarda kral ve derebeylerin, dinî ve dünyevî iktidar arasındaki mücadele neticesi, ülkelerinin içişlerine müdahale arzusundaki dış güçlere karşı haklarını kuvvetlendirmek gayesiyle ortaya çıkmıştır. Hâkimiyet fikri buna tâbi olarak krallara, herhangi bir vatandaş önünde mes'ul olmama kudreti sağlamaktadır. Bu mes'ele, Fransız İhtilâlinden sonra gelişme kaydetmiş ve hâkimiyet millete ait olmuştur.
İslâm Siyasî Düşüncesi nazarında hâkimiyet ise, ister devlet başkanı ve krallar olsun, ister halklar veya milletler olsun, şahıslar ile bağlı olmayıp, idareci veya idare edilen şahısların tâbi olduğu İlâhî Şer'î Hâkimiyet ile bağlıdır. İhtilâf halinde ona başvururlar, hükümlerine bağlanırlar. İslâm'da Millet Hâkimiyeti gerçekte, İslâm dini hükümlerini tatbikleri sebebiyle idareciler üzerinde kontrol faaliyetinde ifadesini bulur.
6- İslâm'da Siyasî Düşünce, batıda eski ve ortaçağ'da ve yeni çağın başında siyasî düşünceye hâkim olan devlet başkanlarının mutlak iktidarını kabul etmez. Çünki, batı siyasî düşüncesinde devletin hukuka bağlılığı ancak kanlı ihtilâllerden sonra ortaya çıkmıştır (doğmuştur). İslâm Siyasî Düşüncesinde bu prensip İslâm Devleti ile birlikte doğmuştur. Çünki, müslüman Devlet Başkanı, yetkilerini kullanırken şeriat hükümlerinin gerekleri ile bağlıdır, hatta onun vazifesi, bu şeriat hükümlerini tatbike ve onunla oynamak isteyenlerin oyunundan korunmasını temine inhisar eder. İslâm'da Devlet Başkanı, halkın nazarmdaki yeri veya yetkisi ne olursa olsun, kat'î naslar yoluyla ortaya çıkan sabit hükümlerden hiç birini değiştirme hakkına sahip değildir. O —içtihadı mes'elelerde-toplum menfaatlerini gerçekleştirmek için içtihada başvurabilir.
7- İslâm ve Modern Düşüncedeki Anayasa mefhumu, doğuşu, mefhum ve kuvvet bakımından birbirinden farklıdır, İslâm Hukuku âlimleri Anayasa kelimesini kullanmamasına rağmen, biz, bu ismi esas, ve temel kaide mânasına gelen ve sabit şer'î nasları veya bu naslardan çıkarılan kaideleri içine alan «Anayasa» kelimesini yapan lisan kriterine (kıstasına) dayanarak sabit naslar için kullandık.
İslâm Düşüncesinde anayasa kaideleri sabit, katı ve genel sıfatları ile tavsif edilir. Bunlar, bu anayasa hükümlerine, ondan çıkarılması mümkün olan bütün mânaları içine almak bakımından, beşerî toplumların gelişmesi ile birlikte gelişen zamanın bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kudret veren sıfatlardır.
İslâm Anayasası bahsettiğimiz kritere göre-her türlü şartlarda, yasama organı veya yürütme organı yoluyla konulmuş olsun, vaz'edilen bütün hukuk sistemlerine üstün mevkii işgal eder.
Bu prensibe dayanarak, vaz'edilen herhangi bir kanun, sabit şer'î hükümlere aykırı olamaz.
8- İslâm Şûra Prensibini kabul etmiştir. Ve bu prensibi, islâm'da idarenin üzerine kurulduğu temel prensiplerden yapmıştır. Ancak, naslar, Şûra'nm gerçekleştirme yolunu göstermemiş, bunu, bu prensipten beklenen hedefi gerçekleştirecek şekilde bu prensibin gerçekleşmesi için münasip yolu tesbit edecek sosyal gelişmelere terketmiştir.
İslâm tarihimizde, Şûra'nm çeşitli örneklerini görmekteyiz; bu örnekler zaman ve mekân sebebiyle farklıdırlar. Modern asrımızda, Şûra'nm mânasını doğru bir şekilde sağlayan yol ile bu anlayışı düzenlemeye hiç bir engel yoktur.
9- İslâm, sınıf, soy, dil ve cins farklarına rağmen bütün vatandaşlar arasında eşitlik prensibini kabul etmiştir. Halkın hiç bir ferdine, onu diğer insanlardan ayıran bir imtiyaz tanımamıştır. Ve bu prensip, İslâm'ın doğuşundan itibaren, İslâm toplumu, geniş isîâmî fütuhatlar sebebiyle, birinci asırda geçirdiği nazik şartlar ve bu hızlı gelişen fütuhatlardan ortaya çıkan yeni problemlere rağmen, tatbik edilmiştir.
Bu eşitlik, kanunî eşitlikte ifadesini bulur. Bu prensip gereği, herkes kanunun himayesine tâbidir. Bu eşitlik sosyal menfaatler bakımından ortaya çıkar, kanun ve hâkim Önüde eşitliği ve kamu hizmetlerine girmede eşitliği içine alır. Eşitliğin ikinci çeşidi ise, herkese eşit vergi konulması sekinde maddî mükellefiyetlerdeki eşitliktir.
İslâmiyet, müslümanlar ile zımmîler arasında, müslümanlara zekât mükellefiyeti, zımmîlere ise cizye mükellefiyeti koymak suretiyle bir ayırım yapmıştır. Ancak bu ayırım eşitlik düşüncesini ihlâl etmez. Çünki, zekât ibadettir, gayr-i müslimden ibadet istenilmez. Bu sebeple İslâmiyet, müslümanlar için mecburi olan zekât mukabilinde (karşılık) zımmîlere haraç ve cizye borcu yüklemiştir.
Eşitlik prensibini kabul eden modern anayasaların birçoğu toplumun bazı gruplarına ait bazı özel hükümler koymuşlardır. Bu hükümler eşitlik düşüncesini ihlâl etmiş sayılmaz. Çünki gaye, genel menfaati gerçekleştirmektir.
10- Hürriyet düşüncesi çeşitli anlayışları ile İslâm Siyasî Düşüncesinde ihtilafsız kabul edilen prensiplerdendir. Hürriyet düşüncesi, modern siyasî düşünce içindeki tarihî gelişimi esnasında çeşitli devrelerden geçmiştir. İnsan toplulukları bu prensibi, ancak kanlı halk ihtilâllerinden sonra kabul edebilmiştir. Bu gibi tarihî gelişme ve kanlı mücadeleye İslâm Siyasî Düşüncesinde rastlamıyoruz. Çünki, hürriyet düşüncesi sabit şer'î naslarm kabul ettiği temel kaidelerinden biridir. Yetkileri ne kadar geniş olursa olsun, hiç bir devlet başkanı insanlardan bu hakkı alamaz.
İslâm tarihimizde bu hakkı kötüye kullanmış kimselere rastlıyoruz; ama bu gibi tasarruflar reddedilen ve kabul edilmeyen işlemler olup, İslâmiyet aleyhine delil olamaz, bilâkis bu haksızlığı yapan aleyhine bir delildir.
İslâmiyetin kabul ettiği hürriyet, âdi bir şahsın hayatına taalluk eden, seyahati, çalışması ve haberleşmesi ile meskenine hürmet gösterilmesi gibi hususları içine alan şahsî hürriyeti ve ayrıca inanç, düşünce ve fikir açıklama hürriyetini içine alan manevî hürriyetler'i içine alır. Bu iki hürriyete ilâve olarak İslâmiyet diğer hürriyetlerin tamamlayıcısı olarak iktisadî hürriyetleri de kabul etmiştir. Çünki, insan manevî hürriyetlere muhtaç olduğu gibi, ona bütün enerjisi ile, kendisine, ailesine ve toplumuna menfaati olan binayı tesis uğrunda çalışmak için kazanma ve mülk edinme hürriyetine de muhtaçtır.
11- İslâmda Siyasî Düşünce temel bazı kaideler üzerine oturmaktadır. Bu kaideler iki temel kaynaktan alınmıştır. Birincisi nas'lardır : Bunlar Kur'an ve sabit sahih sünnetleri içine alır. Bu naslar, İslâm düşüncesinin esaslarını bütün tarafları için temel kaynağı ifade eder. Hiç kimse bu naslarm gerektirdiği hususlardan dışarı çıkamaz, çünki, onlar diğer bütün kaynaklara üstün olan bu temel kaynağı ifade eder ve devlet içindeki herhangi bir organın işi, bu naslardan alman hükümlerin tatbikine inhisar eder.
İslâm'da Siyasî Düşüncenin dayandığı ikinci kaynak içtihad'dır. Ve kıyas, istihsan, mesâlih-i mürsele, örf ve âdetleri içine alır. Bu içtihadı kaynaklar, kanunî ve anayasa kaidelerine, birçok hal şekilleri ve görüşler bildirmek suretiyle yardımda bulunurlar.
12- Yasama Organı, İslâm siyasî düşüncesi ile modern siyasî düşüncesinde farklıdır. Çünki, modern anayasa hukukundaki yasama mefhumu, özel bir amme organı (yasama organı) eliyle kanun koymayı ifade eder. Halbuki İslâm'daki yasama mefhumu, sabit naslardan hüküm çıkarma (istinbat) faliyetine inhisar eder ve bu hak, sadece müçtehid âlimlerindir.
Tabiî bağlayıcı vasfı verme hakkı olan organdan sâdır olmadıkça, ferdî içtihadın bağlayıcı kuvveti yoktur. Kendisinde icmânm bütün şartları mevcut olan toplu içtihat ise, bağlayıcıdır. Çünki, icmâ muteber şer'î kaynaklardan bir kaynaktır.
Halifenin içtihadı ise ümmet onu seçmesi sebebiyle-sabit naslardan birine aykırı olmamak ve ona, toplumun menfatlerinden çıkan sıhhatli bir içtihad yapma imkânı veren şartların bu halifede bulunması şartıyle, bağlayıcıdır.
İslâm'da ve modern düşüncedeki yasama organının bünyesi arasında, organik ve muhteva bakımından farklar ortaya çıkar.
İslâmiyet, yasama faaliyetine teşebbüs edenlerde, ona içtihad yapma imkânı veren ilmî kabiliyet sahibi ve görüşte bulunabilen bir kimse olmasını şart koşmaktadır. Modern düşünce ise, seçimle işbaşına gelen yasama organı üyelerinde ilmî bakımdan herhangi bir şart aramamaktadır.
Muhteva bakımından ise, modern anayasa düşüncesinde yasama organı üyeleri diledikleri gibi, ancak anayasa hükümlerine aykırı olmamak şartı ile, kanun koyabilme hakkına sahiptirler. Aynı şekilde toplumun menfaatlerini gerçekleştireceğine inandıkları anayasa kaidelerinden, anayasa yapmak haklarına sahiptirler. Ayrıca bu organ —muayyen şartlarla-anayasayı uygun gördükleri şekilde değiştirmek hakkına sahiptir. İslâm düşüncesinde müçtehitler ve halife, sabit kat'î nâslara aykırı kanun koyamazlar. Ancak Halife bu naslarm hangi hükümlere işaret ettiğine ait tefsir yapabildiği gibi, hakkında nas bulunmayan mes'elelerde kanun da koyabilir. Bu faaliyet esnasında toplum menfaatini gerçekleştirmeye götüren içtihada dayanırlar.
13- Yürütme organı birkaç bahsi içine alır. Bu bahislerden en önemlisi Hilâfettir. İslâm devletinde hilâfet, devlet başkanlığını ifade eder. îslâm Siyasî Düşünce âlimleri hilâfet mevzusunu araştırmışlar ve hilâfetin doğuşu, hükmü, halifelik şartları, hilâfete geçiş ve halifenin hak ve vazifeleri ile, halifenin azli ile, azlini ve ona karşı ayaklanmayı meşru kılan sebepler üzerinde durdukları gibi; fcîat mevzuu, bu biatin nasıl yapılacağı ve seçmen hey'etinde bulunması gerekli şartları da araştırmışlardır.
Gerçekten bu mevzular, herbirine ait tehlikelerden kurtulması bakımından, müslüman âlimleri incelemeye sevk eden hassas mevzulardır. Âlimler, hilâfet mevzuu üzerindeki araştırma ve izahatlarını muhtevalı ve mantıklı şekilde yapmışlardır. Bu yoldaki çalışmalar bize, altın çağlarda ümmetimizin ulaştığı medeniyet seviyesi hakkında parlak bir fikir vermektedir.
Maalesef, bu parlak fikrin ve muazzam mirasın üzerindeki örtüyü kaldırma yolunda yeterli gayret ve dikkat görülmemiştir.
Müslüman âlimleri hilâfet mevzuunu araştırmakla kalmamışlar, Ve-liahdhk, vezaret ve imaret gibi yürütme organı konusuna ait her hususu da araştırmışlardır.
Vezarete ait bahisler, vezaretin kısımlarına temas etmek suretiyle araştırmaları zengin bir seviyeye ulaşmıştır : Vezeretü't-Tefviz ve Veze-retü't-Tenfiz. Her ikisi arasında farklar olup, şartları da değişiktir. Aynı şekilde İmaret de, Emîr'e sağlanan yetkiler bakımından çeşitli kısımlara ayrılmıştır. İmaret, İmâret-i Âmme ve İmâret-i Hassa'yı içine alır. Ayrıca ülke üzerinde imaret ile harp imaretine ayırmışlardır.
Bu bahisler bize, ilk ortaya çıktığından itibaren İslâm devletinde idarî düzenlemenin bünyesi hakkında bir fikir vermektedir. Ayrıca bundan sonra geçirdikleri devirler ve bugüne kadar toplumun ihtiyaçlarını giderecek mütekâmil bir nizam oluncaya kadarki merhaleler hakkında da bir fikir vermektedir.
14-Yargı, İslâm tarihimizde büyük bir rol oynamıştır. Âlimlerimiz yargıya ait her mes'eleyi bütün esaslarıyla ve istifade edilir şekilde araştırmışlardır. Yargının tarihçesi, yargı çeşitleri ve herbirinin yetkileri ve hâkimlerde bulunması gereken şartları ve yargı gücü ile yargının unsurları ve şartlarını da incelemişlerdir.
İslâm nazarında yargı muhkem bir farz ve tabiî olunması gereken bir sünnettir. Yargı, onsuz sosyal hayatın istikametle gidemiyeceği zaruretlerinden birisidir. Yargı, şahıslar arasında vukua gelen ihtilâflara hakan ve aralarında hak ve adalet ile hükmeden güçtür.
Hâkimin yetkisi, İslâm'da yargı nizamını ifade eden tek yetki değildir. Bilâkis normal yargıdan vazifeleri bakımından ayrılan diğer yetkiler de vardır ve bunlar İslâm'da yargı yetkisi mefhumu içine dahildirler. Bu organlar: Velâyetü'l-Mezalim ve Velâyetü'l-Hisbe'dir.
Velâyetü'l-Mezalim, devlet içinde nüfuz ve iktidar sahibi şahıslar aleyhine vuku bulan ve normal yargının, şartları ve imkânları sebebiyle bakamadığı zulüm iddialarına bakar. Bu velayet (yetki), modern asırdaki idarî yargıya veya yüksek mahkemeye benzemektedir. Bu organı düşünmekten gaye insanlara, hakkın kuvvetini ve devletin heybetini göstermektir.
Velâyetü'l-Hishe ise, şeriat hükümlerinin tatbikini garanti etmek ve toplum menfaatinin korunması için emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker hizmeti yapan bir velayettir,
Hisbe bahsi güzel ve enteresan mevzulardan birisidir. Eski âlimlerden bir kısmı hisbe mevzuunda ve muhtesibin ifa edeceği hizmetler hakkında bahisler yazmışlardır. Bu mevzuda ayrıca kitaplar yazıldığı gibi, modern kitaplardan bazısı da bu bahsi ele almışlardır.
Son olarak bu araştırmanın, İslâm'da devlet idaresine ait çeşitli hükümleri toplayıp bir araya getirmek gayesi ile yapılmış mütevazı bir teşebbüs olduğuna işaret etmek istiyorum. Ümit ederim ki, bu araştırma ebedî insanlık mirasımızın açıklanması mevzuundaki çalışmalarda bir çekirdek olur. Ve dileğim, bu mevzuda daha geniş ve daha faydalı diğer araştırmaların yapılmasıdır.
Cenab-ı Hak'dan bizi hayırlı ve uğurlu işlerde muvaffak kılmasını niyaz ederim.
Tercümeye 20 Mart 1979 Sah günü başladım, 22 Şubat 1980 Cuma günü tamamlamak nasib oldu.[691]
1- Müellifin istifade ettiği kaynaklar eski ve yeni olmak üzere iki çeşittir. Bunların hepsi, arabça isimlerine göre alfabetik olarak sıralanmıştır.
2- Arabça bilmeyen Türk okuyucuları kaynaklar hakkında bilgi sahibi kılmak ve gerekirse istifade yolunu açık bırakmak için, kaynakların türkçe tercümelerini veriyoruz. Meşhur müellifler, meşhur oldukları isimleri (MÂVERDÎ gibi), diğerleri ise tam isimleri ile zikredilmiştir.
Eserlerin büyük kısmının türkçe tercümesini, çok meşhur olan diğerlerinin ise, tercüme etmeden malûm olan isimleri (El-Ahkâmu's Sultaniye gibi) ile verdik.
3- Kitablarm künyesi arabça asıllarında mevcutur. Bu kısmın, arabça bilmeyen türk okuyucularına faydası olmadığından, tercümesini vermedik. Bu kaynakları temin etmek isteyenler, arabça künyesini tesbit ederek aramalıdırlar.
4- Müellifin istifade ettiği hadîs kaynaklarına ise kitapta işaret edilmiştir. [692]
Muhammed Faruk En-NEBHAN
«İslâm İktisadî Nizamında Koîlektivîst Temayüller»
Abdülcelil ISA
«Peygamber (SallallahÜ Aleyhi Vesellem)'in İçtihadı
Bedr B-Müfevellî ABDULBASIT
Peygamber (SallallahÜ Aleyhi Vesellem) Devrinde İçtihad»
Ali ABDURRAZIK
«İslâm Hukukunda İcmâ»
EI-MÂVERDÎ
El-Ahkâmu's~Sultaniyye
Ebu YALE
dEl-Ahkâmu's-Sultanİyyeî
fifiO
Ebu Bekir Ahmed bin Ali Er-Razi EI-CESSAS
EI-GAZZALÎ
dhya-u Uîumi'd-Dîn»
El-MÂVERDÎ
«Edebü'l-Vezir»
Müdessir Abdürrahîm Et-TÂYYIB
«Modern Arap Toplumunun Buhranı»
İslâm Hukuku Haftası (1961 - Şam Kongresi)
(Kongrede sunulan tebliğleri ihtiva etmektedir.)
tMüslümamn Hayatında İslâm»
Mu ha m m ed Ferid VECDİ
«İlim Asrında İslâmiyet
Ali ABDÜRRAZIK
«İslâmiyet ve İdare Usûlü
Mustafa Es-SSBAÎ
«İslâm Sosyalizmi
Muhammed Accac EI-HATÎB
<sHadîs Usûlü»
Muhammed Ebu
«.Fikh Usulü»
Ali HASEBULLAH
«İslâm Hukuk Metodolojisi»
Abdülmün'ım Ferec bs-bAüüb
«Hukuk Usûlü»
Hasan KİRE
«Hukuk Usûlü»
Hayrüddin Ez-ZERKILİ
İbn-i KAYYIM
«İlamü'l-Muvakkıin»
Hasan EI-PAŞA
«Tarihte ve Vesikalarda İslâm'ın Lâkabîan»
Muhammed Hüseyin HEYKEL
«İslâm İmparatorluğu»
Ebu Abdülkasım bin SELÂM
«El-Emvâl»
BİBLİYOGRAFYA
El-MAKDISÎ
«El-Bedü ve't-Tarİh»
EI-KÂSANÎ
«Bedaiu's-Sanai' fi TerWbİ'-Şerai'%
Ibn-i Rüşd El-KURTUBÎ
zBidayetü'l-Müçtehid ve Nihayetü'l-Muktesid»
Hafız îbn-i KESİR
«,El-Bidaye ve'n-Nihaye*
Sofî Ebu TALIB
tRoma Hukuku ve İslâm Hukuku Arasında»
Hasan İbrahim HASAN
Hafız EI-BAĞDADÎ
Ahmed ÇELEBİ
tislâm Terbiye Tarihi
Muhammed Eİ-HUDERI
«İslâm Hukuk Tarihi
Corcî ZEYDAN
«İslâm Medeniyeti Tarihi
BİBLİYOGRAFYA
Ömer FERRUH
«Câhiliyye Tarihi
İbn-i Zeyd EI-ÇELEBI
«İslâm Medeniyeti Tarihi ve İslâm Düsüncesis
SÜYUTÎ
«Halifeler Tarihi»
Ibn-i Cafer Ef-TABERÎ
^Peygamberler ve Hükümdarlar Tarihi
Mahmud ARNUS
«İslâm'da Yargının Tarihi
Muhammed Ebu ZEHRA
«İslâmî Mezhepler Tarihi»
Ebu'l-Â!â EI-MEVDUDÎ
«İslâm Anayasasının Tedvini
Gcoi-ge H. SEBAİN (Tere. : Hasan Celâl EI-ARUS)
«Siyasî Düşüncenin Gelişimi
Mustafa ÇELEBİ
«Hükümlerin Tahlili»
İbn-i Cafer Et-TABERÎ
«Taoeri Tefsiri»
Ebu El-Fida ibn-i KESİR
«Kufan-ı Azîm'in Tefsiri»
Muhammed Edib SALİH
«İslâm Hukukunda Naslann Tefsiri?,
Muhammed Hüseyin Ez-ZEHEBÎ
«Tefsir ve Müfessirler»
Muhammed Ebu ZEHRA
«İslâm'ın Toplumu Düzenlemesi*
Muhammed HÂLEFULLAH
«İslâm Kültürü ve Modern Hayat»
İbn-i Âbidin
«Reddü'l-Muhtar Alâ'd-Dürrü'l-Muhtar1»
Taime EI-CURAF
«Liberal ve Sosyalist Ekollerde Kamu Hürriyetleri*
tıt-rt.
Muhammed USFUR
«Demokraside ve Sosyalizmde Hürriyet Düsüncesh
îbn-i TEYMÎYYE
«İslâm'da Hisbe»
Adam METZ (Tere. : Abdülhâdi Ebu RÎDE)
«Hicri 4. Asırda İslâm Medeniyeti»
Gustave Le BON (Tere. : Âdil ZUEYTER)
«Arab Medeniyeti»
Muhammed Cemaleddin SÜRÜR
«Hicrî î. ve 2. Asırlardaki İslâm- Arab Devletinde Siyasî HayaU
Ebu YUSUF
«El-Haraç»
Yahya bin ÂDEM
«El-Haraç»
Muhammed Ziyaüddin Er-RİS
«El-Haraç ve İslâm Devletinin Mâlî Müesseseleri»
Seyyid KUTUB
«İslâm Düşüncesinin Özellikleri ve Temelleri»
fififî
Abdülvahhab HALLAF
«Kısa İslâm Hukuku Tarihi
Munammea izzot l/ckvcz.c
^Hayatın Mes'elelerinde Kur'an'tn Prensipleri
Muhammed EI-MÜBAREK
dbn-i Teymiyye'ye Göre Devlet ve Hisbe Müessesesi»
Abbas EI-AKKAD
«İslâm'da Demokrasi
Muhammed EI-BEHÎ
«Din ve Devlet
Muhtar tl-KADI
«İslâm Hukukunda Rey (Görüş)»
Süleyman Et-TEMAVÎ
«Modern Arab Anayasalarında ve İslâm Düşüncesinde Üç Orgam
Abdülvahhab HALLAF
«İslâm'da Üç Organ*
Ahmed ÇELEBİ
«İslâm Düşüncesinde Siyaset ve İktisad*
EI-KALKAŞANDT
«Subhu'l-Âsa»
Ahmed EMÎN
«Duha'l-îslâm
Muhammed bin SÂD
«Et-TabakatÜ'l-Kübra
Ibn-i KAYYUM
dslâm Siyasetinde Yollar (Metodlar)»
Münir EI-ACLANÎ
«Devlet İdaresinde İslâm'ın Dehası
İbrahim HADDAD
«Arablarda Sosyal Adalet
Seyyid KUTUB
^İslâm'da Sosyal Adalet
Ibn-i TEYMIYYE
«İdare Edenleri ve Edilenleri İslah Konusunda S.er'1 Siyaset»
Abdülhamid BAHIT
«Hulefâ-i Râşidin Asrı
Abdülvahhab HALLAF
«İslâm Hukuk Metodolojisi?.
Osman Halil OSMAN
«Anayasa Hukuku»
Ahmed EMÎN
«islâm'ın Doğusu»
Taime ES-CURAF
Ebu Muhammed Ali bin Ha2m Ez-ZAHİRÎ
«El-Faslu fi'l-Mülel ve'l-Ehvau ve'n-Nahl»
Muhammed Kâmil LEYLE
«Anayasa Hukuku»
Muhammed El-BEHÎ
«İslâm Düşüncesi ve Modern Toplum»
Fefhi OSMAN
«İslâm Dini Esasları ve Fıkhın Bize Bıraktıkları Düşüncesi
Muhammed USFUR
«Anayasa Hukuku»
AbdüSfeîtah Sayr DAYR
«Anayasa Hukuku»
Abdülhamid MÜTEVELLİ
^Anayasa Hukuku ve Siyasi Müesseseler»
Es-Saîd Mustafa Es-SÂID
«İslâm Hukukunda ve Modern Mısır Hukukunda Ka lanüma Sahası ve Sınırları Hakkında»
İbn-i ESİR
«El-Kâmü fi't-Tarih»
Subhi Es-SALİH
«Kur'an İlimleri Hakkında Bahisler»
Villy DURANT
«Medeniyetin Hikâyesi»
Sof? Ebu TÂLİB
«Hukuk Tarihi Prensipleriz
Atiyye Mustafa MÜŞERREFE
^İslâm'da Yargı»
Muhammed HİLMÎ
«Genel Anayasa Prensipleri»
Süleyman Muhammed Et-TAMAVT
«Anayasa Hukuku Prensipleri
Abdülhamid MUTEVELLÎ
«İslâm'da İdare Nizamının Prensipleri
Muhammed Ebu ZEHRA
«İslâm'ın Gölgesinde İslâm Toplumu
Muhammed Yusuf MUSA
«.İslâm Hukuk Tarihi Hakkında Konferanslar
Muhammed Abdullah EI-ARABÎ
«İslâm Müesseseleri Hakkında Konferanslar
Ahmed Muhammed CEMAL
<si$lâm Kültürü Hakkında Konferanslar
İhn-i Hazm Ez-ZÂHİRÎ
m-Muhallfo
Mâruf Ed-DEVAUBÎ
«İslâm Hukuk Metodolojisine Giriş
Mustafa Ez-ZERKA
«Hukuka Giriş»
YOGRAFYA
Muhammed Selâm MEDKÜR
«İslâm Hukukuna Giriş»
Abdülhay HİCAZî
«Hukukî İlimler Araştırmalarına Giriş
Necmüddîn Et-TUFÎ
«İslâm Hukukunda Menfaat
Abdülkerim OSMAN
«İslâm Kültürünün Ana Katlan
Ibnü'l-UHUVVE
«Mealimû'l-Kuroeti fi Talebi'l-Hisbe
Yakut El-HEMAVÎ
«Ülkeler Ansiklopedisi
İbn-i KUDEMA
«El-Muğnh
İbn-i HALDUN
«Mukaddime»
Eş-ŞEHRISTANÎ
tEl-Milel ve'n-Nahl
Muhammed Eş-ŞELTUT
«İslâmî Esaslar Hakkında»
«Devlet İdaresinde İslâm'ın Metodu
Eş-ŞÂTÎBÎ
«Hukuk Usûlünde Muvafakate
«Ferdî Hürriyetler Genel Nazariyesi»
Ebu'l-Âla El-MEVDUDÎ
«Biz ve Batı Medeniyeti»
Muhammed Remzi Eş-ŞÂÎR
«Anayasa Hukuku Genel Nazariyesi
Yusuf EYBEŞ
«İslâm Siyasî Düşüncesinin Esasları
Muhammed EUMÜBAREK
«İslâm Nizamı»
Muhammed Yusuf MUSA
«İslâm'da İdare Sistemi»
Muhammed Abdullah El-ARABÎ
«İslâm'da İdare Sistemiz
Yahya CEMEL
«Küveyt'de Anayasa Sistemi»
Mustafa Ebu Zeyd FEHMİ
«Birleşik Arab Cumhuriyeti Anayasa Sistemi»
Tâime El-CURAF
«Siyasî Sisteme Ait Devlet Nazariyesi ve Temej^Eiaslan»
Abdülfeîîah ABDULBÂKI
«Hukuk Nazariyesi»
Muhammed Ziyaüddin Er-RÎS
«İslâm Siyasî Nazariyeleri»
Subhî Es-SALİH
«İslâm Müesseseleri
Hasan İbrahim HASAN
«İslâm Müesseseleri»
Muhammed Kâmil LEYLE
«Siyasî Rejimler»
Servet BEDVÎ
«Siyasî Rejimler»
Muhsin HALİL
«Siyasî Rejimler ve Anayasa Hukuku»
ATTAR
«Siyası Rejimler ve Anayasa Hukuku»
Es-ŞEYZER.
nNihayetü'r-Rüîbeti fi Talebi'l-Hisbe»
«Nihayetü'l-Mühtâç
«Neylü'l-Evtan
«.Özet Siyasî Nazariyeler ve Müesseseler
«Bakanlar (Vüzera) ve Yazarlar (Küttab)»
«islâm'da Velâyetü'l-Mezalim»
(1960 yılında, İlim, San'at ve Edebiyatı Koruma Yüksek Konseyinin nezâretinde Kahire'de toplanan Hukuk ve Siyasî İlimler birinci araştırma toplantısına sunulan tebliğ). [693]
[1] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 283-284.
[2] Aynı kaynak. 220-221. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 284-285.
[3] Bu konuda Dr. Muhammed Edib Salih kardeşin doktora tezi olan kitabına başvurulabilir.
[4] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 285.
[5] Aynı kaynak, sn. 53-54.
[6] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 286-287.
[7] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 287.
[8] Ali Hasibullah, sn. 7-8.
[9] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 287.
[10] Aynı kaynak, 209.
[11] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 288.
[12] Mâide, 89.
[13] Nûr, 2.
[14] Nûr, 4. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 288-289.
[15] Edib Salih, sh. 702-703.
[16] Hallaf, İlra-i, sh. 212-220.
[17] Bu konunun tafsilâtı için bkz. Edib Salih, sh. 87-246.
[18] Bakara, 275.
[19] Nûr, 4.
[20] Bakara, 282.
[21] Bakara, 228. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 289-290.
[22] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 290.
[23] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 291.
[24] Feth, 10.
[25] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 291.
[26] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 291.
[27] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 291.
[28] Bkz. Hallaf, İlm-i, sh. 206.
[29] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 291.
[30] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 292.
[31] Bkz. Ali Hasibullah, sh. 272, t. 4. ve Edib Salih, sh. 341. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 292.
[32] Bkz. Ebu Bekir Muhammed bin Ahmed Sarahsî (Öl. h. 490)'nin Usûl kitabı, c. I, sh. 236, Daru'l-Kitabi'l-Arabî yayını.
[33] Nisa, 3.
[34] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 292-293.
[35] Bakara, 236.
[36] Bakara, 187.
[37] Bkz. Hallaf, İlm-i, sh. 170. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 293.
[38] İsra, 23.
Taberanî, Sevban (Radiyallahü anh)'âan tahriç etmiştir,
[39] Bkz. Uallat İlm-i, sh. 170. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 293-294.
[40] Yusuf, 82.
[41] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 294-295.
[42] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 295.
[43] Bakara, 275.
[44] Yusuf, 82.
( * ) Taberanî, Sevban (Radiyallahü anh) tahriç ethıiştir;
[45] Mâide, 38.
(**) Buhr.ri : -11, Kitabu-11 Hars, 15. Babiı Men 'Alı ya "Ardan "meralen'de. Ebu Davud : Kitabu-1' Haraç ve-r İmare, 37. Babu-n' fi İhyai-1' JMevat. Tirmizî: Ebvab-ıl Ahkâm 38 inci Bab'ta tahric etmiştir.
[46] Ahkâf, 15,
[47] Lokman, 14.
[48] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 295-297.
[49] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 297.
[50] îsra, 23.
[51] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 297.
[52] Nisa, 25.
[53] Talâk, 6.
[54] Ali Uasibulîah, sb. 284-286, Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 297-298.
[55] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 298-299.
[56] Bkz. Davalibî, sh. 306-310 (1. baskı),
[57] Aynı kaynak, 310.
[58] Aynı kaynak, 311.
(*) Buharî : Kitabu-n' Nikâh, 27. La Tenkıhu-1' Mer'etü'de.
Müslim : 16. Kitabu'n-Nikâh, 4. Babu Tahrim-ü' Cem'i beyne-1' Mer'eti. No. 38/1408'de.
Ebu Davud : Kitabu-n' Nikâh, Bab : 12.
Tirmizî: Ebvabu-n' Nikâh, Bab : 30. Nesâî: Kitabu'n-Nikâh, Bab : 47.
İbnü Mâce : Kitabu-n' Nikâh, Bab : 31.
(*) Buharî : Kitabü-s' Sehadat, Babu-s' Şehadeti ale-1' Ensab ve-r' Rıda' ve Kitabu-n' Nikâh, Bab : 20.
Müslim : Kitabu-r' Rıda1. 2. Babu Tahri mi-r' Rıdaa. H. N. 9'da.
Aynı kitap : 3. Babu Tahrimi İbretü-l' Ah. . Ebu Davud : Kitabü-n' Nikâh, Bab : 6.
Tirmizî : Ebvabu-r' Rıda', Bab : 1.
Nesâî: Kitabu-n' Nikâh, Bab : 49.
İbni Mace : Kitabu-n' Nikâh, Bab : 50. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 299-300.
[59] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 300-301.
[60] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 301-302.
( * ) Ebu Davud: Kitabu-d' Diyat, 18. Babu Diyyetü-11 Aza'da tahriç etmiştir.
( ** ) Ebu Davud: Kitabü-1' Akziye, Baun fi Kazai-F Kaadı, İza Ehtaa'da.
[61] Enfâl, 67.
[62] Abese, 1-2.
[63] Necm, 3-4.
[64] Nisa, 11.
[65] Bkz. Ali Hasibullah, sn. 86-88.
[66] Mustasfa, c. II, sh. 356.
[67] Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in İçtihadı mevzuunda Arap Dili Fakültesi Dekanı olan Abdülcelü İsa Ebu'n-Nasr'm eserme bkz. 1950 Daru İhya-i'1-ktitübi'l-Arabiyye.
(*) Ebu Davud : Kitabu-1' Akzıye, 11. Babu İctihadi-r' Rey'i fi-1' Kaza.
(**) Buharı : 96. Kitabu-1' İ'tisam. Babu Ercü-1' Hâkimi iza ietehede fe Esabe. Müslim : 30. Kitabu-1' Akziye, 6. Babu Beyani-1 Ecri-1' Hakimi iza ietehede Esabe, Hadîs No. 15/1716.
Ebu Davud : Kitabu-1' Akzıye, 2. Bafcun fi-1' Kadî Yuhtiu.
Ibni Mace ; 13. Kitabu-1' Ahkam, 3. Babu-1' Hakimi Yectehidi, No. 2314. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 302-304.
[68] Bkz. Dr. Muhtar El-Kadî'mn 1. baskısı 1949 yılında yapılan doktor? /,ı. g".i. 37-38.
[69] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 304-306.
[70] Dr. Ali Hasan Abdülkadir'uı «Nazratün Âmme fi tarihi't-T.e§ri'l-Islâmîy adlı eserine bkz. sn. 138-148.
[71] Bkz. Muhtar Kadı, sn. 46-47.
[72] Aynı kaynak, 55-56.
[73] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 306-308.
[74] Bu konunun tafsilâtı İçin bkz. Ali Rasibullah, sh. 80-84.
[75] İbnü'l-Kayyım, c. I, sh, 275,
[76] Aynı kaynak, 154.
[77] Nisa, 59,
[78] Ebu Dâvud ve Tirmizî tahriç etmiştir.
Bu hadîsin arapça metni 300. sh.de verilmiştir (Çeviren),
[79] Bkz. Âli Hasibullah, sh. 85; İfcnü'l Kayyım, c. I, sh. 70.
[80] Bkz. Zehebî, c. I, sh. 265; Ali Haşilıullah, sh, 9S, Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 308-310.
[81] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 310-311.
[82] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 311.
[83] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 312.
[84] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 312.
[85] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 312.
[86] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 312.
[87] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 312-313.
[88] Bu konuda §u eserlere bkz. Şevkânî, İrşadü'l-Fuhul, sn. 71; Âmedî, El-İhkâm, c. I, sh, 101; K&ranî, Şerhu'l-Fusul, s n. 140; El-GazzçıÜ, E C, I, sh. 173,
[89] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 313.
[90] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 313-314.
[91] Bkz. Ali Hasioullah, sh. 112.
[92] Nisa, 115,
[93] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 314-315.
[94] İbni Mace : Kitabu-11 Fiten, 8. Babu-s' Sevadi-1' Azam, No. 3950.
[95] Ebu Davud : Kitabu-1' Fiten. Babu Zikrü-1' Fiten ve-1' Melahim'de.
[96] Buharî: 92. Kitabu-1' Fiten, 2. Babu Kavlİ-n* Nebiyyi (Sallallahü Aleyhi ve Sellem). Seterevne ba'dî umuren'de.
Müslim : 33. Kitabü-l' İmare, 13. Babu-1' Emri bi lüzumi-1' Ccma'da bu mânaya mütekarib elfaz ile.
Ebu Davud : Kitabü-s' Sünne, Babün fi Katl-il Havaric'de aynı metni tahric etmiştir.
[97] Bu konunun tafsilâtı ve ilen sürülen görüşler için bkz, Ali Abdür-vazıh, sh, 25-36,
[98] Bkz. Muhtar Kadı, sh. 172-173, bu kısımlar Keşfü'l-Esrar'dan nakledilmektedir.
[99] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 315-316.
[100] Bkz. Hallaf, Îlm-I, sh. 53-54 (4. baskı), Medkûr, sh. 221.
[101] Hallaf, İlm-i, sn. 54.
[102] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 317-318.
[103] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 318.
[104] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 318-319.
[105] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 318-320.
[106] İcmâ hükmü içine, büyük babanın, kız kardeşin varlığına rağmen mirasçı olabileceği; büyük annenin, anne gibi, evlenme yasağına tâbi olduğu, büyük babanın, oğulun varlığına rağmen, o, babanın yerine geçtiği için, mirasçı olabileceği hususundaki icmâları ile; istisna akdinin muteber olduğu (bu akit imal edilecek şeyin, imal edilmeden evvel satın alınması hakkındadır) hakkındaki icmâ da girer. Hukuk kaideleri, mevcut olmayan bir şey satıldığı için bunu kabul etmezler. Ama bu akdin muteber olduğu hususunda icmâ hâsıl olmuştur. (Bkz. Zerka, c. I, sh. 66)
[107] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 320.
[108] Hallaf, İlm-i, sh. 64. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 320-321.
EbuDavud: Kitabu-d' Diyat, 18. Babu Diyyetü-V Aza'da tahriç etmiştir.
[109] Mâide, 90.
[110] Zerka, c. i, sh. 71. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 321.
[111] Bkz. Hallaf, İlm-i, sh. 58-63; Ali Hasihullah, sh. 129-133; Muhtar Kadı, sh. 200-202.
[112] En'am, 145.
[113] Yasin, 79.
[114] Yasin, 78.
( * ) Ebu Davud : Kitabu-t' Tahare, Babu Su'rü-V Hîrreti. Tirmizî: Ebvabü-t' Tahare, Bab : 69. Nesaî : Kitabu-t' Tahare, Eab : 53. İbni Mâce : Kitabu-t' Tahare, Eab : 33.
[115] Hallaf, İlm-i, sh. 62. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 322-324.
[116] İllet ile ilgili bahislerin, ahkâmın tâlilinin tafsilâtı için Prof. Mu-hammed Mustafa Çelebi'nin kitabına bkz. Bu kitapta içtihat ve taklid asrında tâlil metodu ve gelişmesi konulan verilmektedir. Bu eser ile müellif, Ezher Üniversitesi tarafından İslâm hukukunda beynelmilel (uluslararası) profesörlük derecesine nail olmuştur.
[117] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 324-325.
[118] Bkz. Hçtllaf, Usul, sh, 72-76,
[119] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 325-326.
[120] El-Haake, 10.
Müslim : Kitabu-r Cenaiz, İl. 36 ncı Bab, No. 106/977. Müslim: Kitabu-1' Udahi, S. Bab, No. 37/1977. Ebu Davud : Kitabu-1' Esribe, Babün fi Ev'ıye. İbni Mace : Kitabu-1' Udahi, Bab : 16, "Arabi Matbaası).
[121] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 327.
[122] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 327.
[123] Bu konunun ahkâmın tâlilinin tafsilâtı için Prof. Muhammed Mustafa Çelebi'nin kitabı ile, eski ve yeni bütün usul kitaplarına tjkz,
[124] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 328.
[125] Mütevelli, sn. 227-229.
[126] Aynı kaynak, sb, 248,
[127] Aynı kaynak, sn. 251-252,
[128] Bkz. Muhammed Ebu Zehra'nın kitabına, bkz, (Zerka'nm kitabından, c. I, sh. 75'den naklen) Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 328-332.
[129] Bkz. Zerka, ç. I, sh. 77-81, Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 332.
[130] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 332-333.
[131] Aynı kaynak, sh, 84.
[132] Hallaf, İlm-i, sn. 01. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 333-334.
[133] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 335.
[134] Bkz. Zerim, c. I, sh. 115.
[135] Bkz. Ali Hasibullah, sn. 165.
[136] Buharî : 65. Kitabu-t' Tefsir, 3. Suretü Âl-i İmran.
Müslim : 30. Kitabu-1' Akzıye, 1. Babu-1' Yemin Müddea Aleyh.
Ebu Davud : Kitabu-1' Akzıye, 23. Babu-1' Yemin Ale-1' Müddea Aleyh.
[137] Bkz. Zerka, c. I, sh. 121-129.
[138] Bkz. Aynı kaynak, (Muhammed Ebu Zehra'nın <$îbn-i Hanbeh kitabından naklen). Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 335-338.
[139] Bu konunun tafsilâtı İçin bks. Zerka, e. II, sh. 831-914 (7. baskı): Prof. Ahmed Fehmi Ebu Sene'nin, <Ei-örf ve'l-Adetü fi Nazari'l-Fukaha» isimli risalesi.
[140] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339.
[141] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339.
[142] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339.
[143] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339.
[144] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339.
[145] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339.
[146] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339-342.
[147] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 342.
[148] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 342-343.
[149] Yan kaynaklar arasında, bira» evveî ondan bahsettiğimiz, «Ör/ (thnnza şartları? isimli araştırmaya btes, Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 343-350.
[150] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 351.
[151] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 351-353.
[152] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 353.
[153] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 353-354.
[154] Dr. Süleyman Ei-Tamavî bu konuda şöyle diyor :
«Modern Anayasa Hukuku mânasırda yabama, halkın parlâmentosunda mümessil olarak: halkın iradesini açıklamadır. Bu sebeple seçim, toplumun ona göre hareket edeceği kanunları koyma vazifesi verilen yasama organının üyelerinin seçimine giden tabiî bir yoldur. Üyelik için çok zor ilmî şartlar aranmaz. Bu gelenek, anayasa yoluna başvurarak istediği kanunu kabul etmek tarzındaki topluluk hürriyetini ortaya çıkaran temel bir kaideden doğmuştur.
İslüm'ır; yasar:^. görücü, yukarıdaki görüşlerden açık bir farklılık arzeder. Çünki, —gördüğümüz gibi-İslâm'a göre yasama, Kur'an ve Sünnet'den hüküm çıkarmaya (istinbata) inhisar eder. Modern mânada İslâm yasama vazifesi ise. müslümanlardan müçtehit ismi verilen muayyen bir grubun faaliyetine inhisar eder. Şer'î delillerden amelî hükümleri çıkarabilen kimse, Usûl (Metodoloji) üs-tadlannm tarifine göre müçtehiddir. Bunlara «fakihs ismi de verilir.» (Bkz. Tamavî, sh. 232)
[155] Dr. Abdülhamid Mütevelli, «Mebadiu Nisamî'l-Hukm fi'l-islâm» isimli kitabında şöyle diyor Csh. 592-593)
«Yasama kuvveti» tâbirinin -İslâm Hukuku ve Beşeri Hukukdaki -mânası ve gayesi evvelâ, bu tâbirin maksadını tesbit ederek belirtilebilir. Gerçekten bazı büyük İslâm Hukukçuları, «Yasama» kelimesini, beşerî hukukda tanınmış âlimler nezdinde bilinen ve kabul edilen mânasından farklı olarak kullanıyorlar. Prof. Hallafm, yasama kelimesini kullandığını ve bununla iki mânadan birini kastettiğini görüyoruz. Birisi, ilk ve aslî olarak yolu (şer1) açmak, tesis etmek; ikincisi ise, mevcut hukuk düzeninin gerektirdiği hükmü bildirmektir.» Sonra şöyle diyor : «Birinci mânada yasama, islâm'da, ancak Allah'ın yetkisindedir... İkinci mânada İse, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'ûen sonra, âlim sahabelerinden yerine geçen halifeler ve daha sonra gelen halifelerdir... ilâh...» Gerçekten, belirtilenler gösteriyor ki, İslâm hukukçuları nezdinde malûm olan birinci mânada, İslâm'da esas ve temel yasamanın kastedildiğidir. Bunlar Kur'an ve Sünnet'tir. Ve Peygamber —belirttiğimiz gibi-bu yasama, faaliyetini, ya Allah'tan gelen vahiy yoluyla, ya da kendi içtihadı olarak tebliğ eden kimsedir. Bu temel yasama, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in vefatından sonra da devam etmiştir. Nadiren, Sünnet'ten sayılmayan şeyleri genel yasama olarak müstesna kıldık.
İkinci mânada yasama ise, «mevcut hukuk düzeninin gerektirdiği hükmü "s bildirmektir.» Gerçekten bu şekil, hukukçu veya müçtehitlerin mücerret fetva vermeleri ve içtihat yapmaları halinde söz konusudur. Bu, beşerî hukuk mensuplarının kabul ettiği mânada yasama sayılmaz. Ancak resmen bağlayıcı olma ; özelliği verilirse, yasama faaliyeti kabul edilebilir. İbadetler dışındaki mes'ele- -lere ise, bu özelliğin verilmesine imkân yoktur. Fakat, icmâ şeklinde şeriatın hükmünü Mldiriyorsa, bağlayıcıdır. İcmâ ise, sıra bakımından Kur'an ve Sünnet'ten sonra gelir. Ya da, bütün iktidarlar arasım birleştirmek yetkisine sahip .. halifenin bir kararı ile bağlayıcı hale getirilir.
Beşerî hukukda ise, yasama ile, özel bir âmme (kamu) organı tarafından kanun kaidelerinin konulması kastedilir. Yasama kaideleri bağlayıcı özelliğe sahiptirler, yâni ona hürmet edilmek şarttır. Âmme organı, zaruret halinde, kuvvet kullanarak ona hürmete zorlar.»
[156] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 355-356.
[157] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 357-358.
[158] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 358.
[159] Bu konunun tarsiiâtı için, bu kitabın ikinci Bab'ma bka. Ayrıca fcto. Hallaf, İlm-i..., sh. 31-33.
[160] Medhal, c. I, sh. 61-62.
[161] Hailaf, İlm-i,.., sh. 33,
[162] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 358-359.
[163] Bkz. Ali Hasibullah, sh. 38-40.
[164] Halîaf, îlm-i..., sh. 34-35. (Bu dipnotunun yeri metin içinde gösterilmemiştir. Biz tahminen gösterdik.) (Çeviren) Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 359-360.
[165] Ezher Üniversitesi, Hukuk ve Şeriat Fakültesi eski dekanı ve Kuveyt Ünivşrsitesi Şeriat ve İşlâinî Araştırmaları kısmı pirektgrü.
[166] Küveyt'de çıkan El-Arabî dergisinde Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Aleyhi) aşnncîaki içtihad hakkınca neşredilen makalesine bkz. s. 1Ç0, sîı, 23. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 360-362.
[167] Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (Radiyaîlahu anh) bir adamı tutup, ona şöyle dedi :
«-Ne yapıyorsun?»
«-Ali şöyle yaptı, Zeyd şöyle yaptı, onu c1 avunuyorum.»
Bunun üzerine Hz. Ömer (Radiyaîlahu anh) şöyle dedi :
Onların yerine ben olsaydım, şöyle yapardım.»
«-İktidar senin elinde, bunları yapmana ne engel var.»
Hz. Ömer (Radiyaîlahu anh) şöyle cevap verdi :
Ben olsam, seni Allah'ın kitabına ve Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Seliemy'm Sünnetine havale eder, öyle hareket ederdim. Fakat seni görüşüme havale edersem, görüşümüz müşterektir, Ali ve Zeyd'in söylediklerini nakzetmez.» (Bu dipnotunun yeri metin içinde gösterilmemiştir. Bis tahminen gösterdik.)
(Çeviren)
[168] Hz. Ömer (Radiyaîlahu anh) bu mevzuda, muhacir ve ensardan bazı sahabeleri toplamış, onlara şöyle demiştir ;
«-Sizin işlerinizden üzerime aldığım emanetlere iştirakinizi te'min için sizi rahatgız ediyorum. Ben de sizin gibi bilişiyim. Siz bugün hak ile hükmediyorsu nuz. Aykırı bir iş yaparsam, bana karşı çıkınız, uygun hareket edersem, bana uyunuz. İçinde hevâ olan şeye tâbi olmanızı istemedim. Kitabı hak söyleyen Allah sizinle beraberdir. Allah'a yemin ederim ki, ancak hak olan şeyleri istedim.»
Bunun üzerine sahabeler şöyle dediler :
«~~ Ey Mü'minlerin Emîri! Söyle, dinliyoruz.»
Hz. Ömer (Radiyallahu anh) şöyle konuştu :
«-Benim haklarına zulmettiğimi zannedenlerin sözlerini dinlediniz. Ben, zulüm irtikâb etmekten Allah'a sığınırım. Zulüm kabul edilen bir şey yapmışsam, bu, onların Iehlerinedir, ve o şeyi onlardan başkasına verdim, bu sebeple üzüldüm. Fakat, Kisra'dan sonra fethedilecek birşeyin kalmadığını gördüm. Allah onların mallarını, topraklarını ve hayvanlarını bize ganimet olarak nasib etti. Ben de, ganimet olarak aldıklarımı hakkı olanlar arasında paylaştırdım. Bunlardan beşte birini ayırdım ve ait olduğu yerlere verdim, ben bu işe nezaret ettim. Binekleri ile birlikte topraklan muhafaza etmeyi ve üzerlerine haraç, insanlara da cizye koymayı uygun gördüm. Bunları ödeyecekler, böylece, çarpışan müslümanlar ve onlardan sonra gelecek nesiller için bir fey teşekkül etmiş oldu. Ya da bu toprakları (şehirleri) idare edecek insan temin etmeniz şarttır. Şam, Arap yarımadası, Küfe, Basra ve Mısır gibi büyük şehirleri gördünüz mü, buralara mutlaka asker yığmağı ve masraf yapmak şarttır. Şayet bu topraklan ve hayvanları taksim edersem, bu masrafları kim ve nereden verecek?»
Bunun üzerine sahabeler :
«-Esas ve kabule şayan görüş, senin görüşündür. Söylediklerin ve kanaatin ne kadar güzel U
«-Eğer bu topraklara ve şehirlere asker doldurmazsam, korktukları ehl-i küfür şehirlerine gelip yerleşirler.»
Daha sonra Hz. Ömer (Radiyallahu anh) şöyle dedi :
«-Benim için mes'ele tavazzuh etmiştir (açıklanmış olmaktadır).s Ve bu toprakları, esas sahiplerinin ellerinde bıraktı; onlara haraç verme mükellefiyeti koydu.
Hz. Ömer (Radiyallahu anhyin görüşü ikna edici idi. Ona karşı olanlar, bu hâkim görüşe tâbi olarak sustular.
Bu mevzuda şu eserlere bkz. E~bu Yusuf, El-Haraç; Yahya bin Adem, Eh Maraç; Ebu Ubeyd El-Kasım bin Selâm, El-Emval,
Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 362-363.
[169] Bkz. Dr. Muhtar Kadı, sh. 46-47. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 364-365.
[170] Biraz evvel, Ezher Üniversitesi Hukuk ve Şeriat Fakültesi eski Dekanı' Prof. Beâr El-Mütevellî Abdülbas'ıfm, Küveyt'de ç?kan M-Ar abı dergisinde Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) devrindeki içtihad hakkında neşredilen makalesinden bir bölümü vnkrettik. Orada şöyle demektedir :
«Ümmetin siyasetindeki (idaresinde) üslûbu, ana hükümler dahi olsa -ondan sonra gelen, imam, devlet başkanı ve komutanlar için bağlayıcı değildir. Bu işler zamana ve mekâna göre değişir ve gelişir. Ancak bu komutan ve devlet başkanları hukukî bir naşı âtıl bırakmayıp, ıslâh edici bir siyaset takip etmek mecburiyetindedirler.»
(Ekz. Mecelletü'l-Ardbî, s. 160.
[171] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 365-367.
[172] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 367.
[173] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 367.
[174] Bu Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) içtlhadlarından bir kısım için Sayın Prof. Bedr El-Mütevelll Abdülbasıt'm, Küveyt'de neşredilen Arab'ı dergisinde neşredilen, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)"m yasama faaliyetleri ile ilgili içtihadı Hakkındaki makalesine bkz. s. 162, sh. 46.
(Bu dipnotunun yeri metin içinde gösterilmemiştir. Biz tahminen gösterdik.) (Çeviren) Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 367-368.
[175] Mâverdî, sh. 6.
[176] Ebu Yâle, sh. 4.
[177] İbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh. 692.
[178] Aynı kaynak.
[179] Bu konunun tafsilâtı için Yürütme Organı bahsimize bkz.
[180] Mâverdî, sh. 66.
[181] Bkz. Prof, Ali Basibullah, sn. 78.
[182] Bkz. Aynı kaynak, sh. 79-80.
[183] Bu mevzularda Sayın Prof. Dr. Abdulvahhab Hallaf'm, 1935, 1936 ve 1937 yıllarüida Mecelletü'l-Kanun ve'l-İktisad'da neşredilen İslâm'da üç organ hakkındaki makalelerine başvurulabilir.
Ayrıca şu eserlere bkz. Dr. Süleyman Et~TamavVnm, age, sh. 235-237; Dr. Âbdiilhamid Mütevelli, age, sh. 594-597.
Dr. Tamavi, yukarıda zikredilen eserinde şöyle demektedir :
«İslâm'ın kabul ettiği içtihadın iki şekli ve görünüşü vardır : Toplu ve ferdî, Toplu olam, Devlet Başkanının, kendi asrmdaki müçtehitlere bir mes'eleyi sunması, müçtehitlerin bu konuyu araştırmaia::ı, sonra da bir görüş üzerinde birleşmeleridir. Bu, İslâm Hukukunun üçüncü kaynağı olarak kabul edilen, icmâdır...
Perdî olanı ise, kendisinde, yukarıda beürt'len içtihad şartları bulunan her müslümanm içtihadıdır. Bu ferdî içtihadın lıükrnü, sadece içtihad yapanı bağlaması şeklindedir...
Fakat bu kaide, ancak resmî bir vazifede çalışmayan müçtenidler için muteberdir. Şayet müçtehid, hilâfet, vezaret veya yargı gibi bir kamu hizmeti ifa ediyorsa... o, kendisine sunulan mes'elede, içtihadının kendisini ulaştırdığı neticeyi tatbik eder. Bu takdirde, onun içtilıadı, kendi vazife sahasına giren sahada bağlayıcı olur.
Müçtehidin, aynı mes'elede, görüşünden dönerek muayyen bir görüşe ulaş-masma bir engel yoktur. Çünki içtilıadı, onu diğer bir görüşe katılmaya sevket-mektedir...»
Bundan sonra ise şöyle diyor :
«Toplu içtihad şekli, pratik olarak bağlayıcıdır, buna karşılık ferdî içtihad, bünyesi icabı bağlayıcı değildir. Bu, Devlet Başkanı, toplumun menfaati gerektiriyorsa, bir görüşe bağlayıcı özelliği vermek için müdahale edeceği mevzular-dandır. Müslümanların menfaati bir tek görüşe topluca tâbi olmaktadır. Devlet Başkanı da, müçtehid olabilir, Hulefa-i Râşidin ve diğer birçok halifelerde olduğu gibi (Bkz. Tamavî, age, sh. 337).
Dr. Abdülhamid Mütevelli İse, eserinde şu ifadeleri kullanmaktadır :
«İkinci mânada yasamaya (mevcut hukukun gerektirdiği hükmü bildirmek) gelince; gerçekten bu —bir hukukçu veya bir müçtehid tarafından ifade edilince-mücerret bir içtihad yapma ve fetva vermedir. Bu şekil, bağlayıcı sıfatı olma hali dışında, beşeri hukuk âlimlerinin anladığı ve kabul ettiği mânada yasama sayılmaz... Bu özellik ona asla verilemez... Meğer ki, müçtehidierin icmâı şeklinde, şeriatın hükmünü belirten «/cmâ&'ıım muhtevasına (mânasına) dâhil olsun, İcmâ, sıra bakımından Kur'an ve Sünnet'den sonra gelir, yahut da, bütün yetkilerin arasını bağlayan halifeden sâdır olan kararın muhtevası haline gelmiş olsun (Bkz. Dr. Mütevelli, age, sh. 593), Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 368-373.
[184] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 373.
[185] Bkz. Tamam, sh. 239.
(Bu dipnotunun yeri metin içinde gösterilmemiştir. Biz tahminen gösterdik.)
(Çeviren)
[186] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 374.
[187] Dr. Süleyman Et-Tamavl, İslâm Hukuku ile Modern Hukuk arasında yasama sahasında bir benzetme yapmaya çalışıyor ve şöyle diyor :
«Müçtehidde bulunması gereken özellikleri, zamanımızda ancak muayyen bir derecede kültür alanlar elde edebilirler. Modern devletde öğrenimi murakabe eden devlettir. Buna dayanarak müçtelıidin özelliklerini, devletin resmen tanıdığı diplomalara sahip olmaya hasretmek mümkündür. Bu diplomalara, anc?.k içtihad mertebesine ulaşanların sahip olabildiği tecbit edilir, sonra bu diplomayı alanlar İstişarî Konseyi meydana getirirler. Bütün kanun tasarıları, Yasama organınca kabulden evvel, bunların İslâm dinine uygunluk derecesini tesbit için. Konseye sunulur. Bu tesbit daha sonra, bağlayıcı özelliği ile bir hukuk morırıu olarak ısdarından evvel yasama organına sevkedilir.
Bu hal şekli, modern anayasa usûlleri dışında bir hal şekli değildir. Çünki, seçilmiş yasama meclisi, vazifesini yerine getirirken, adaylarda ilmî ihtisas şartı aranmadığı için, üyelerinde bulunan eksikliği gidermek gayesiyle ilim adamları ve teknokratların görüşlerinden istifade edebilir. Bu sebeple devlet seviyesinde çeşitli sahalarda olmak üzere çeşitli teknik hey'etler teşkil edilmiştir:» (Bkz, Td-mavî, age, şh, 243)
[188] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 374-375.
[189] Dr. Fazıl Zeki Muhammed, «El-Fikru's-Siyasiyyv/l-Arabiyııu'l-İslâmh isimli kitabında şunları söylüyor :
«Siyasî sosyal adalet nazariyesi, İslâm-Arab düşüncesinde devlethı üzerine kurulduğu idare nazariyesidir. Hilâfet nazariyesi ise devlet başkanlığı nazariyesidir. Hilâfet veya başkanlık nazariyesi, bize bir örneği ifade eder (gösterir) ve arab siyasî düşüncesinin getirdiği siyasî akitlerin bir şeklidir. Hilâfet ise, Arata-İslâm devlet başkanlığı yolunu tesbit eden bir akittir. Bu akit, devlet başkanı olan halife ile, ki birinci taraftır, ikinci taraf olan ümmet arasında aktedilir... Bahsettiğimiz hilâfet nazariyesi, en azından denilebilir ki, Arab-İslâm toplumunun geçirdiği şartların doğurduğu bir nazariyedir...» Csh. 166),
[190] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 377.
[191] Bkz. Dr, Ris, sh. 28,
[192] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 377-379.
[193] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 380.
[194] Dr, İbrahim Hasan ve Dr, Ali İbrahim Hasan, age, sh, 2.
[195] İbn-i Haldun, Mukaddime, şh. 26,
[196] Şad, 26,
[197] Bakara, 30.
[198] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 380-381.
[199] İsra, 71.
[200] Ftırkan, 74.
[201] Bakara, 124.
[202] Kasas, 5.
[203] Tevbe, 12
[204] Bkz. Dr. Sh. 64-68.
[205] Mâverdî, sh 5 Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 381-382.
[206] Dr. Ris, Sh. 103. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 382-383.
[207] Aynı kaynak, sh. 104-105. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 383.
[208] Bu konunun tafsilâtı için bkz. Dr. İbrahim Hasan ve Dr. İbrahim Hasan, age, siı. 14-16.
Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 383-384.
[209] Mâverdî, sh. 3.
[210] Nisa, 59.
[211] Mâverdî, sh. 5.
[212] Nisa, 59.
[213] İbn-i Hazm, c. IV. sh. 87.
[214] İbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh. 688-691.
[215] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 384-387.
[216] Deliller bahsinde Dr. Ris'in age'ne bkz. sh. 125-137.
[217] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 387.
[218] Nisa, 59.
[219] Dr. Ris, sn. 125-126.
[220] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 388-389.
[221] Eî-İktisadu fi'l-İ'tikad, sn. 135-136.
[222] El-AkaidÜ'n-Nesefiyye, sh. 142-143.
[223] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 389-391.
[224] Bkz. pr. His, sh, 243; Dr, Mütevelli, sh, 49.
[225] Mâverdî, sh. 6.
Halifede bulunması gereken sarılan, iki şart halinde özetleyebiliriz :
1- Aklî kabiliyet: İlim, akıl ve lo;ü§ sahibi olma özelliklerinde ortaya çıkar.
2- Bedenî kabiliyet: Vazifelini en iyi çekıide ifa edebilmesi için duyu (havas) larının selâmetini (sağlamlığını) ifade eder.
[226] Ebu Yâle, sh. 4.
[227] îbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh. 692.
[228] Aynı kaynak, sh. 692.
[229] Bu konunun tafsilâtı ve âlimlerin sözleri ve kitaplarındaki ifadeler için Dr. Muhammed Yusuf'un Nizamu'l-Hukm fi'l-tsîâm isimli eserine bkz.
[230] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 391-393.
[231] İbn-i Uazm, c. IV, sh. 166.
[232] Bkz. Dr. Ris, sh. 243.
[233] Mâverdî, altıncı babda tVelâyetil't-Kaza» taşlığı altında, yargı makamına geçen kimsede aranan şartlar hakkında şöyle diyor :
«Yedinci şart şer'î Hükümleri bilmesidir. İlmi şer'î hükümlerin esaslarını bilmeye ve teferruatını tatbike şâmil olmalıdır. Şeriatın esasları (dörttür : Birincisi --Nâsih, mensuh, muhkem, müteşâbih, genel ve özel, mücmel ve müfesser hüküm ihtiva ettiğini doğru şekilde bilecek tarzda Allah (Azze ve Celleym. kitabını bilmek. İkincisi -Hz. Peygamber (SaUaîlahü Aleyhi ve Seilem)'in söz ve fiillerinden meydana gelen £âbit sünnetini, mütevâtir veya ehad olup olmadığını, hangi yol ile geldiğini, sıhhat ve fesadını, ve sevep ve ıtlakını bilmek. Üçüncüsü -İcmâ ettiklerine tâbi ve ihtilâf ettikleri yerlerde de görüşü ile içtihad etmesi için Selefin üzerinde birleştikleri ve ihtilâf ettikleri hususları bilmek. Dördüncüsü -Meskût geçilen teferruata ait noktaları, üzerinde konuşulmuş esaslara kıyas yapmayı ve onunla birleştirmeyi bilmek, bu suretle ahkâmı anlama ve hak ile bâtılı ayırma usûlünü bilmek.
O halde hâkimin ilmi bu dört esası ihata ederse, dinde müçtehid sayılır ve fetva ve hüküm vermesi caiz olur; ondan fetva ve hüküm vermesini istemek de caizdir. Eğer hâkim bu şartları ihlâl eder ve onlardan dışarı çıkarsa, içtihad ehli olmaktan çıkar, artık fetva ye hüküm vermesi caiz olmaz,» (Age, sh: 66).
[234] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 393-394.
[235] Mâverdî, sn. 66.
[236] Bkz. Dr. Ris, sn. 248,
[237] Mâverdî, sh. 17. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 394-396.
[238] İbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh. 692. (Kitapta referans bu şekilde olmakla birlikte, zikredilen sh.de bu bilgiler yer almamaktadır,)
[239] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 396.
[240] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 397-398.
[241] Mâverdî, sn. 19.
[242] Aynı yer.
[243] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 398-399.
[244] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 399.
[245] Aynı kaynak, sn. 6. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 399.
[246] Aynı kaynak, sn. 20.
[247] Ebu Yâîe, sh. 4.
[248] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 399-400.
[249] Nisa, 141.
[250] Nisa, 141.
[251] Maverdî, sh. 65.
[252] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 401.
[253] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 401.
[254] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 401-402.
[255] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 402.
[256] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 402.
[257] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 402.
[258] Dr. Ris, sh. 252-253.
Buharı, 61. Kitabül' Menakıb, 2. Babu Menakıbı Kureyş.
Müslim, 33. Kitabül' Imare, 1. Babu-n' Nasi, tebau-n li Kureyşi-n' ve-1* Hilafeti fi-1' Kureyş.
(*) İbni Mace, 24. Kitabu-11 Cihad, 39. Babu taati-1* İmam, No. 2860.
[259] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 402-403.
[260] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 403-404.
[261] İbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh. 693-696.
[262] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 404-407.
[263] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 407.
[264] Ehu Yâle, sh. 3,
[265] Mâverdî, sn. 6.
[266] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 407-408.
[267] Aynı kaynak, sh, 7. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 408-409.
[268] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 409-410.
[269] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 410.
[270] Aynı kaynak, sn. 6,
[271] Ebu Yâle, sh. 7,
[272] Mâverdî, sn. 8. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 410-412.
[273] Aynı kaynak, 9. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 412-413.
[274] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 413.
[275] Birinci Akabe biat!, bi'setin 12. senesinde vukubulmugtur. Medine'den gelen 12 şahıs, Mekke yakınlarında Akabe'de Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) ile buluştular ve müslüman olacaklarına, ona itaat edeceklerine, şirk, zina, hırsızlık ve adam Öldürme fiillerinden usal: duracaklarına dair söz vererek Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem)'e biat ettiler.
İkinci Akabe biati ise, bi'setin 13. senesinde vukubıılmuştur. Medine'den gelen 73 şahıs, Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) ile bir araya gelmiş ve onu hicrete davet etmişler ve ona, müslüman olma ve ona yardım ve himaye sözü vererek biat etmişlerdir.
[276] Ağaç biati hakkında Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır :
iAndolsun ki Allah mü'minlerden —sertinle o ağacın altında bîat ederlerken—mazi olmuşdur.» (Feth, 18).
Bunun sebebi şudur : Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) Hudey-biye'de konakladığı zaman, Cevas bin Ümeyye El-Hazaî'yi, görüşmek üzere Mek-kelilere gönderdi. Habeşliler mani olmalarına rağmen, üzerine atılıp onu öldürdüler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem), Osman hin A-f-fan (Radiyallahü anh)'ı onlara gönderdi. Hz. Osman (Radiyallahil anh)'m dönüşü gecikti, müslümanlar onun Öldürüldüğü zannına kapıldılar. Bu durum üzerine Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem), 1500 kişi olan sahabelerini o müşriklerle savaşmak üzere kendisini biata davet etti.
[277] îbn-t Haldun, Mukaddime, sh. 719-720.
[278] Subhu'1-Âşa, c. IX, sh. 273.
[279] Feth, 10.
[280] Dr. Ris, sh. 165-166. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 413-415.
[281] Biati, Endülüs Hâkimi (Valisi) Ebu Abdullah hin Yusuf bin Hud yapmıştır. Bu biat çok uzun olup, yaklaşık 7 sahifedir. Ralkaşandî, Subhu'l-Âşa isimli kitabının 9. cüz'ünde sn. 301-308 zikretmektedir.
[282] Feth, 10.
[283] Feth, 10.
[284] Furkan, 74.
[285] Aynı kaynak, sn. 301-309. Kalkaşandî kitabında çeşitli biat şekillerini zikretmektedir. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 416-418.
[286] Aynı kaynak, sn. 275. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 418.
[287] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 418.
[288] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 418.
[289] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 418.
[290] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 419.
[291] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 419.
[292] Aynı kaynak, sn. 275-278. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 419.
[293] Aynı kaynak, sh. 279.
[294] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 420.
[295] Bu konuda Süyutî'mn Halifeler Tarihi'nc bkz. sh. 61-66.
( * ) Müslim : 4. Kitabü-s' Salât, 21. Babu İstihlafi-I' İmamı Iza unza lehu öcrün. Hadîs No. 95 (418).
Buharı : 10. Kitabû-1' E^an, 39. Babu Hadcll'l-Mariz en Yeşhede-1'
Cemaa.
(**) Buharî: 64. Kitabu-1' Megazî, 83. Babu Meriza-n' Nebiyyü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve Yefatühü.
Müslim : 4. Kitabu-s' Salât, 21. Babu İ'timamü-r Memura bl-1' İmam, 93 (418).
(*) Buharı : Kitabu-s' Salât. Babu İmameti-1' Abdi ve-1' Mevlâda Hz. Âişe (Radiyallahu anha)'dân.
(*) Ebu Davud : Kitabü-s' Sünne, 11. Babu-n' fi Istihlaf. Ebu Bekir.
( * ) Buharı : KitabÜ-s' Salât, Babu Haddi-1' Merîz'de.
(** ) Müslim: 44. Kitabu Fadali-s' Sahabe, 1. Babun min Fadaile Ebi Bekri-s' Sıddıyk. H, No. 11. (2387).
[296] Müsnedi îmam Ahmed b. Hanbel. C. VI, Shf. 47. Hz. Aişe (R.A.).
Tabakat-ı İbni Saad. Müsned-i Tayalisİ. H. No. 1508.
[297] Tîrmîzî : 46. Ebvabu-F Menakıb, 16. Babıı fadl-i Ebi Bekir.
İbni Mâce: Mukaddime, 11. Babım fi Fadaile Ashabı Resulillah (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) No, 97.
[298] Buharı
[299] Buharî Fadaiii, Ashabı-n' Nebiyyi, Babu kavim Nebiy Suddü-1* Ebvabe.
[300] Buhar! Fadaili-s' Sahabe.
[301] Kitabu Fadaile Ashabı-n Nebiyyi (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) 5. Babu Kavli-n' Nebiyyi (Aleyhisselâm) Lev kün kü müttehizen Halîlen. Müslim : 44. K. Fadail-Is' Sahabe, Bab. 1. Hadîs No. 10/2386.
[302] Buharı : 63. Kitabu Menakıbe-1' Ensar, 45. Babu Hicreti-n1 Nebiyy (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'de.
Müslim : 44. Kitatm Fadail-es' Sahabe, 1. Babun Min Fadaile Ebu Bekir, Hadîs. No, 2/2382,
[303] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 420-426.
[304] Bkz. Aynı kaynak, sh. 27-60.
[305] Aynı kaynak, sh. 67-68.
( * ) Buharı : 6'ö. Kits-ıbu Menakîbı-1' Ensar, 45. Babu Hicreti-n' Nebiy'de. Müslim : 44. Kitabu Fadaile-s' Sahabe, 1. Babu-n' min fadaüe Ebi siîir, Hadîs No. 2/^382.
[306] Taberî, e. III, sh. 203. Siyer kitaplarında birçok rivayet yer almaktadır. Hiç biri de bu mâna diçma çıkmamaktadır.
[307] Yunus, 18.
[308] Aynı kaynak, sn. 207-208.
[309] Ekz. Dr. Bahit, sn. 36-38
[310] Aynı Kaynak, sn. 45. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 426-438.
( * ) Tirmizî, 46. Ebvabtt-V Menakıb, 17. Bablm Fadaile Ömer (R.A.).
[311] Buhar:, 59. Kitabu Bed'I-1' Halk, 11. Babu Sıfatı İblis ve Cunuduhu. Müslim, 44. Kitabu Fadailt-s' Sahabe, Bab : 3. H.N. 22/2396.
[312] Buharî : Kitabu-1' Fadail, Babu Fadaile Ömer. Müslim, 44. Kitabu Fadaile-s' Sahabe, Bab: 2. Hadîs 23 (2398).
[313] Buharı, 8. Kitabu-s' Salât, 32. Ma Cae fi-1' kıbîeti. Müslim, 44. Hadîs 24 (2399).
[314] Aynı yer,
[315] Şu kitabımıza bkz. El-Hticahu'l-Cemâiyyu fi't-Teşrii'l-İktisadî'l-İslâmî, sh. 408.
[316] E§-Şeyhan, sh, 130. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 438-442.
[317] Tarih., c. IV, sh, 51; İbn-i Sâd, Tabakat, c. III, ah. 122.
[318] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 442-446.
( * ) Buharî, 62. Kitabu Fadaile Ashab-in Nebiyyi, 5. Babu Kavli-n* Nebi, Lev küntü Müttehizen.
Müslim, 44. Kitabu Fadai'1-es' Sahabe. 3. Bab. Hadîs No. 36 (2401).
(**) Tirmizî, 46. Bbvabu-1' Menakıb, 18. Babu «Üsbtit Hıra' feleyse aleyke illa Nebiyyün ve Sıddıykun ve Şehiydani» No. 3701. Nesaî, 20. Kitâbu-1' Abbas, Bab: 4.
[319] Bkz. Süyutî, Tarih., siı. 147. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 446-448.
[320] Bu konuda bkz. Taberî, Tarih, c. V, sn. 34-37.
[321] Aynı ks,ynak, sh. 43.
[322] Kehf. 45-46.
[323] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 448-454.
( * ) Buharı, 64. Kitabu-I' Megazi, 78. Babu Gazveti Tebük. Müslim, 44. Kitabü-1' Fadail-is' Sahabe, 4. Babu Fadaili. Ali b. Ebu Talib (Radiyallahu anh) 30 (2404). Tirmizî, 46. Ebvabu-1' Menakıb. Babu «Ene Darü-1' Hikmeti ve Aliy-yu-n' Babuha» No. 3726. İbnü Mace : Mukaddime. Bab : 11. No. 115.
(**) Buharı, 58. Kitabu-1' Cihad ve Siyer, Bab: 102. Müslim, 32. Kitabu-1' Cihad ve-s1 Siyer. Bab : Gazveti Zi Kared ve Gayriha. No. 132 (1807).
[324] Yani mes'eleyi konuştular, müzakere ettiler.
[325] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 454-456.
[326] Süyutî, Tarih, sn. 174-176.
[327] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 456-458.
[328] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 458.
[329] Sh. 15
[330] Sh. 11.
[331] Mâverdî, sh. 15-16. Mâverdi'de yer alan bu ifade Ebu Yâle'nin kitabında yer alan İfadeye çok benzemektedir.
[332] Mâverdî, sh. 205. Mâverdî, insanlar arasında yardımların dağıtılmasını tafsilatıyla anlatmaktadır.
[333] Es-Siyasetü'ş-Ser'iyye, sh, 14-15,
[334] Enfal, 27.
( * ) Müslim, 33. Kitabu-1' İmare, 4. Babu, Keraheti-1' İmareti bi gayri zaruretin 16 (1825).
( ** ) Buharı, Kitabu-1' İlmi, 3. Babu Men Suile İlmen ve Hüve MÜste-gıllün fi Hadisini.
[335] Aynı kaynak, sn. 14.
[336] Mâverdî, sh. 16.
[337] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 458-465.
[338] İslâm'da Yasama Organının vakfesi, İslâm dininde yer alan prensiplerden istifade ederek kanunlar vaz'etmeye inhisar eder. Ancak açık naslara (hükümlere) aykırı olmamak şartiyle ve toplumun menfaati nazara alınarak kanun konulabilir.
[339] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 465-467.
[340] Nisa, 58.
( * ) Müslim, 33. Kitabu-1' İmare, 8. Babu Vucubi taati-1' Ümera, Hadîs No. 38/1839.
(•• ) Müslim, 33. Kitabü-1' İmare, 13. Babu Mülazemeti-r Müslimin, Hadîs No. 58 (1851).
[341] Mâverdl, sh. 58.
[342] Aynı kaynak, 59.
[343] Aynı kaynak, 61.
[344] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 467-469.
[345] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 470.
[346] Aynı kaynak, 17.
[347] Bu konunun tafsilâtı için bkz. Aynı kaynaK, sh. 20.
[348] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 470-473.
[349] Bu görüşler için bkz. Dr. Ris, sh, 294-297.
[350] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 473-475.
[351] Modern Siyasî Düşünce ve.Anayasa Hukuku âlimleri, âmme organlarının zulmüne kargı vatandaşların isyan hakkı üzerinde durmuşlardır. Anayasaların hakkında hüküm sevfcettiği bu hak, hukukî güvencelerden biri olup. anayasa prensiplerine hüımeti temine kâfi gelmemektedir. Özellikle, idareciler temel hak ve hürriyetlere saygı göstermiyorlar ve kabul edilmiş anayasa prensiplerine dayanmıyorlarsa.
Şartlar ne olursa olsun, beşerî kanunlar, direnme, isyan hakkını kabul ve itiraf da zorlukla k?.ış-la;maktadırlsr. Devletin emniyet ve istikrarını tehdit eden her şey cezalandırmayı gerektirir. Bu, —bazı hallerde-isyanın zulme karşı direnmek içm tıcü ve mantıkî bir yol haline gelmesine mani olamamaktadır. Bu yol, anayrcaja hürmeti temin eden bir vesile (vasıta) olarak, bilmezlikten gelinmesi mümkün olmayan realist ve değerli bir vesiledir.
Şüphesiz, temci bîr prennrp olsn-ak bu düşünceyi kabul etmek, devlet idarecilerini, hukukî hükümlere veya haîkm temayüllerine aykırı hareket etmekten korkup çekinmeye ssvkeder. Çünln onlar, halkın kendi aleyhlerine olarak pusuda beklediklerine ve işlemlerini takip ettiklerine ihtimal verir ve kendilerine verilen yetkileri kötüye kullanmaları halinde, kendilerini hesaba çekeceklerini düşünürler.
Hıristiyanlığa bpkacak olursak, ilk devirlerde, kilise adamlarının, iktidara, kaynağını. Allah'dan alması sebebiyle hürmet göstermek gerektiği görüşüne dayanarak, idarecilere karşı direnme fikrini kabul etmediklerini görürüz.
Dünyevî iktidarla mücaclelesüı^en sonra kiî'sc görüşünü değiştirmiştir. Sainî Thomas D'Aguİno, Devlet Başkanı, ilâhî kanunlara bağlı kaldığı müddetçe ona itaat etmek gerektiğini söylemiştir. Eğer bu i'aM ksnunla?: dısraa çıkarca azli gerekir. Saint Thomas, direnmenin meşruiyeti için. direnmenin zarurî olması ve zulmü ortadan kaldırmak gayesiyle ona başvurmanın Aşınılmaz olmasını şart koşmakta ve direnmenin husule getirdiği zararların, ortadan kaldırılması için, direnmenin meşru olduğu istibdadın zararlarından büyük olmaması gerektiğini belirtmektedir.
Modern asırdaki Siyasî Düşünce âlimleri ise, diktatör idarecilere karşı direnmede halkın hakkının derecesi inerinde farklı görüştedirler. Bir kısmı, halkın direnme hakkını inkâr etmektedir. Bu grubun liderliğini Nicolo MachiavelH yapmaktadır. Onun görüşüne göre, bir dikta iktidarına karşı direnmek gereği, insanî değerlendirmeler için tor ölçü husule getirme? ve farklı gayelerin vesilelerine tâbidir. Ondan sonra Hobbes gelmektedir. Bu filozof, devlet başkanının mutlak iktidarı olduğunu kabul etmektedir. Bu temayül ve görüşlere rağmen, Siyasi: Düşünce âlimlerinin büyük kısmı, bu hak, görmezlikten gelinmesi mümkün olmayan ahlâkî ve siyasî değerler üzerine kurulduğu için, halkın bu hakkım kabul etmektedirler.
Bu hak mevzuunda lehde ve aleyhde söylenenler ne olursa olsun, direnme, halkın, siyasî iktidarların zulmüne karşı kendisini koruyabileceği mantıkî "* bir yol (metod) olarak devam edecektir. Ve bu hakkın zarar ve tehlikeleri olmakla birlikte, zulüm ve haksızlıkların zararı ve tehlikesi daha büyük ve acıdır 1 (Bkz. Remzi §âir, age, sh. 617-638).
[352] Mâide, 2.
[353] Hucurât, 9.
[354] Bakara, 124,
[355] Bu konuda tafsilât için bkz. Dr. Yusuf Musa, age, sh. 153-160; Dr. Ris, age, sh. 304-307.
[356] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 475-477.
[357] Mâverdî, sh. 10.
[358] Aynı kaynak, 9.
[359] İbn-i Haldun, Mukaddime, sh. 721-722.
[360] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 477-478.
[361] Mâverdî, sh. 9.
[362] Aynı kaynak, 10.
[363] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 479-480.
[364] Aynı yer.
[365] İtnA Haldun, Mukaddime, sn. 723.
[366] Aynı kaynak, 724.
[367] Mâverdl, ah. 10.
[368] Dr. Ris'den naklen, sh. 196.
( * ) Buharı, 6. K. Megazî, Babu Gazvetü Mute.
[369] Kanaatimce, birden çok kişiye veliahdlik verilmesi akdi, aklen ve şer'an kabul edilemez. Çünki, halife için kendisine bir veliahd tâyin etmesini caiz gördüğümüze göre, veliahdın halifeliği dönemi İçin veliahdını seçmesi caiz olmaz. Böyle bir seçim, veliahdını seçme hakkı ortadan kalkan ikinci halifeye bir kötülüktür (zarardır).
[370] Ebu Yâle, sh. 9.
[371] Kalkaşandî, c. IX, sn. 360-362.
[372] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 480-487.
[373] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 487.
[374] Kıyamet, 11.
[375] Mâverdî, Edeb., sh. 9.
[376] İbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh. 773.
[377] «İslâm Medeniyetn'nûen (tere : Dr. Muhammed Abdülhâdi, c. I, sh. 150).
[378] Mukadidrae, c. II, sh. 778.
[379] Aynı kaynak, sn. 776-777.
[380] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 487-490.
[381] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 490.
[382] Taahâ, 29-32.
[383] Taahâ, 29-32,
[384] Mâverdî, sîı, 22.
[385] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 491-492..
[386] Aynı yer.
[387] Aynı yer.
[388] Aynı kaynak, sh. 23-24.
[389] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 492-494.
[390] Ebu Yâle, Sh. 14. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 494-495.
[391] Mâverdî, sn. 25. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 495-496.
[392] Aynı kaynak, sh. 25-26. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 496-497.
[393] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 497-498.
[394] Aynı kaynak, sh. 27. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 498
[395] Ebu Yâle, sh. 16.
[396] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 598-500.
[397] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 500
[398] Mâverdî, sn. 28. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 500-501.
[399] Ebu Yâle, sn. 29. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 501
[400] Mâverdî, sn. 29. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 501-502.
[401] Mâverdî, Edeb, sh. 2-3. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 502-504.
[402] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 504.
[403] Aynı kaynak, sn. 10.
[404] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 504.
[405] Aynı kaynak, sh. 13.
[406] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 505-506.
[407] Aynı Kaynak, 18.
[408] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 506.
[409] Aynı kaynak, sn. 21.
[410] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 506.
[411] Aynı kaynak, sh. 31.
[412] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 506-507.
[413] Aynı kaynak, sh. 35.
[414] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 507.
[415] Aynı kaynak, sh. 37.
[416] Bunlar, Mâverdî'nm «Edeb'ül-Vezir» isimli kitabında zikrettiklerinden kısa bir parçadır. Metni kısaltmakla, birlikte aslî ifadeleri muhafaza etmeğe gayret ettim. Bu risale 58 sahifedir ve vezirlere nasihatlara ait olup, onların haklarına, vazifelerine, âmirlerine ve mâiyetindekilere muamelelerine ait esasları belirten, gayet değerli ve faydalı bir eserdir. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 507-508.
[417] El-Fahrî fi Âdâbi's-Sultaniyye, sn. 121.
[418] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 508-509.
[419] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 509.
[420] Bkz. Adam Metz, İslâm Medeniyeti, sh. 154.
[421] Vezirlerin hayatı hakkındaki tafsilât için şu esere bkz: Tevfik Sultan El-Özbekî: «Abbasî Devletinde Bakanlıkların (Vesaret) Doğusu ve Gelişimi» (Arabca, Master tezi). Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 509-510.
[422] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 511.
[423] Bkz. Corci Zeyüan, c. I, sh. 150.
[424] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 511-512.
[425] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 512.
[426] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 512-513.
[427] Bkz. Dr. İbrahim Hasan ve Dr. İbrahim Hasan, age, sh. 154.
[428] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 513-514.
[429] Prof. Adam Metz, İslâm Medeniyeti, sn. 143.
[430] Bkz. Dr. İbrahim Hasan ve Dr. İbrahim Hasan age, sh. 161.
[431] Aynı kaynaktan naklen, sh. 162. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 514-515.
[432] Bkz. Aynı kaynak, sn. 163.
[433] Aynı kaynak, sn. 164. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 515-516.
[434] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 516.
[435] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 516.
[436] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 516.
[437] Mâverdî, sh. 30.
[438] Ebu Yâle, sn. 12. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 516-517.
[439] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 517.
[440] Aynı kaynak, 18.
[441] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 517-518.
[442] Emîr'de bulunması gerekli şartlar konusunda, halifede bulunması gerekli şartlar bahsine bkz.
[443] Mâverdî, sh. 30. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 518.
[444] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 518-519.
[445] Ebu Yâle, sh. 18. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 519-520.
[446] Mâverdî, sh. 31.
[447] Age, sh. 19.
[448] Mâverdî, sh. 31-32. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 520.
[449] Mâverdî, sh. 31-32. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 520-521.
[450] Aynı kaynak, sh. 32,
[451] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 521.
[452] Aynı kaynak, sh. 32. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 521-522.
[453] Ebu Yâle, sh. 20. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 522.
[454] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 522-523.
[455] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 523.
[456] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 523.
[457] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 523.
[458] Mâverdî, sn. 33.
[459] Aynı kaynak, sn. 30.
[460] Aynı kaynak, sn. 33.
[461] Bu konuda bkz. Dr, His, sn. 234.
[462] Mâverdî, sn. 34.
[463] Bkz. Ebu Yâle, sn. 22. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 523-525.
[464] Bkz. Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 526.
[465] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 526.
[466] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 526.
[467] Mâverdî, sn. 35-5S. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 526.
[468] Hac, 39.
[469] Nisa, 91.
[470] Tevbe, 123.
[471] EnJal, 15-18. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 527-528.
[472] Eski zamanda muntazam ve dislplinü bir ordunun mevcut olduğa bilinmemektedir. Savaş halinde, disiplinsiz ve intizamsız b?r şekilde, her taraftan gelen insanlar toplanır ve çarpışmaya katılırlardı. Savaş sona erince de, eski işlerine dönerlerdi.
Muntazam bir ordu kuran ilk devlet Mı su- Firavun devletidir. Kızıl Deniz sahili halkını kendilerine tâbi kılmak için zenci ve Hamsilerden meydana gelen bir ordu teşkil edilmişti. Bu ordu, Milâddan Önce 20. Yüzyılda kurulmuştur.
Rivayet edildiğine göre muntazam bir orduyu, ilk cîefa bugün bilinen harp esaslarına uygun olarak kuran 7/. Ramses'âlr. Ba.bil3.iler ve Pcrsler bu düzeni firavunlardan almışlardır.
Atina devleti kurulunca, bu tsnzim tarzını eski Mısırlılardan iktibas etmişlerdir. Daha sonra birçok askerden meydana gelen birlikler kurmuşlar ve birbirini tâkibeaen bölümlere ayırarak, arka arkaya dizilen ve her biri diğerinin arkasında, ellerinde mızraklar taşîyan birlikler teşkil etmişlerdir.
Roma devleti kurulunca, küçük birîikîcr dinenini Yunanlılardan almışlar ve buna mangalar ve bölükler ilâve etmişlerdir. BöUikier 10 mansada meydana gelmekteydi. Bu nizam İslâm ordularının fethine kadar devam etmiştir.
İslâm'dan önce Arapların ordu nizamı yoktu. Çünki, birçok kabilelerden meydana geliyordu. Harbetmek istedikleri zaman, kabile esasına göre çarpışıyorlar, bazıları süvari, baklan yaya olarak, câhil^yye devrinde bilinen silâhları kullanıyorlardı. Bu silâhlar, yay, mızrak ve kıîmç idi. (Bkz. Ccrci Zeydan, asû> sn, 166-169)
[473] Tarih, e. IV, sh. 196.
[474] Bkz. Dr, Salih, sh. 488.
[475] Taberi, Tarih, c. II, sh. 188.
[476] Mâverdî, sh. 35.
[477] Enfal, 46.
[478] Ebu Yâle, sh. 23-25. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 528-533.
[479] Cord Ze&dan, sh. 209.
[480] Mümtehine, 13.
[481] Nisa, 59.
[482] Mâverdî, sn. 49-52.
[483] Bu mevzuların tafsilâtı için bkz. Mâverdî, sh. 24-35; Ebu Yâle. sh. 22-34. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 533-545.
( * ) îmam Nesaî, Sünen : Kitabu-t' Tahrim-id' Dem. Babu-1' HÜkmi-1' Mürted'de.
[484] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 545.
[485] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 545-546.
[486] Bkz. Bedaiu's-Sanai', c. VII, sh. 134.
[487] Mâverdî, sh. 55-56.
( * ) Nesaî, Kitabu-t' Tahrimü-d'dem. Babu-zikri ma yahillü bini Demu-1' Müslim.
[488] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 546
[489] Hucurât, 9.
[490] Mâverdî, sn. 60-61.
[491] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 547-549.
[492] Mâide, 33,
[493] Mâverdî, sh. 62.
[494] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 549-550.
[495] Ebu Yâle, sh. 42.
[496] Mâverdî, sh. 63.
[497] Aynı kaynak, sh. 64,
[498] Bkz. Tertibu'l-Kamusi'l-Muhit, c, III, sh. 568. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 550-551.
[499] Sebe, 14,
[500] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 553-554.
[501] Bkz. Dr. Aclânî, sn, 367.
[502] Bkz. Dr. ibrahim Hasan ve Dr. İbrahim Hasan, sn. 273.
[503] Bkz. Corci Zeydan, sh. 244.
[504] Mâverdı, sh. 79.
[505] Nisa, 65.
( • ) Müsned-i Ahmed b. Bambel, C. 6, Shf. 290-291.
[506] Bundan önce tahrici ve metni birkaç defa geçti, oraya bakılabilir.
[507] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 554-558.
[508] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 558-559.
[509] Bkz. Dr. MedJcû, sh. 333.
[510] Bkz. Dr. İbrahim Hasan ve Dr. İfr:ahim Kasan, sh. 277.
[511] Bkz. Huderî, sn. 114-120.
[512] Bkz. Dr. İbrahim Hasan ve Dr. İbrahim Hasan, sh. 278. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 559-563.
[513] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 563.
[514] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 563-564.
[515] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 564.
[516] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 564
[517] Bkz. Bedayiu's-Sanayi', c. VTI, sn. 3.
[518] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 564-565.
[519] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 565.
[520] Mâverdî, sh. 65.
[521] Ebu Yâle, sh. 44. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 565.
[522] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 565-566.
[523] Nisa, 141.
[524] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 566.
[525] Bedayiu''s~Sanayi', c. VII. sn. 3. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 566.
[526] Mâverdî, sn. 66. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 567.
[527] Aynı yer.
[528] Bedaiu's-Sanayi', c. VII, sh. 3. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 567.568.
[529] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 568.
[530] Saad, 26.
[531] Mâverdî, sh. 31-32. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 568-569.
[532] Bedayiu-s' Sanayi.
[533] îmam Ahmed b. Hanbel. Müsned'de Enes b. Mâlik (R.A.)'dan.
[534] Beâayiu's-Sanayi', c. VII, sh. 3.
[535] Kasas, 83.
[536] Yusuf, 55.
[537] Bkz. Mâverdî, sh, 74-75,
[538] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 569-571.
[539] Bkz. Arnus, sh. 72.
[540] Huderî, sh. 230.
[541] Bkz. Kasanı, c. VII, sh. 4. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 571-573.
[542] Mâverdi, sh. 69.
[543] Aynı kaynak, 70. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 573-575.
[544] Aynı kaynak, 70-71. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 575-577.
[545] Aynı kaynak, 72-73. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 577-578.
[546] Aynı kaynak, 73.
[547] Bkz. Arnus, sh. 91-92.
[548] Bkz. Aynı kaynak, 93.
[549] Bkz. Medkûr, sh. 3S6. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 578-580.
[550] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 580.
[551] Mâverdî, sh. 73.
[552] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 580-581.
[553] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 581.
[554] Kasam, Bedaiu's-Sanayi', c. VII, sh. 8.
[555] îbn-t RÜsd, c, II, sh. 512.
[556] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 581-582.
[557] Kanaatimce müçtehid hâkim, hükümleri anlamada içtihad yapabilir ve hukukçuların görüşlerine uygun veya aykırı olsun, içtihadının kendisini ulaştırdığı neticeyi tatbik eder. Onların söylerinden sonra görüş olmaz diye kesip atamayız, çünki bu, îçtihad kapısının kapanması mânasına gelir, iddiası doğru değildir.
[558] Enbiya, 7.
[559] Kasanı, c. VII, sn. 4. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 582-584.
[560] Aynı kaynak, 5. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 584.
[561] Aynı kaynak, 6. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 585.
[562] Aynı kaynak, 7. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 585-586.
[563] Aynı kaynak. 14.
[564] Bkz. Dr. Medkûr, sn, 389. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 586-587.
[565] Kasanı, c. VII, sh. 16, Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 587-588.
[566] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 588.
[567] Bkz. Reddü'l-Muhtar, c. IV, sh. 316.
[568] Aynı yer.
[569] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 589.
[570] Bkz. Kâsanî, c. VII, sh. 9-12.
[571] Bkz. Reddü'I-Muhtar, c, IV, sh. 317. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 589-590.
[572] Bkz. Kâsanî, c. VII, sh. 9-12.
[573] Bkz. Aynı kaynak, 9-13. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 590-592.
[574] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 593.
[575] Bkz. Dr. Tamam, sn. 313.
[576] Maverdl, sh. 77. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 593-594.
[577] Bkz. Dr. Salih, sh. 295.
[578] Bkz. Maverdî, sh. 78.
[579] Bkz. Dr. Acîanî, sh. 360. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 594-595.
[580] Maverdî, sh. 77. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 595-596.
[581] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 596-597.
[582] Bunun için bakınız : Maverdî, sh. 80-83.
[583] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 597-599.
[584] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 599.
[585] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 599-600.
[586] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 600-601.
[587] Bu 10 kısım için hliz. Maverdî, sn. 80-83. Biz, El-Ahkâmü's-Sultanıy-ye'de mevcut hükümleri mümkün mertebe muhafazaya çalıştık.
Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 601.
[588] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 601.
[589] Maverdî, sîı. 77. Benzer fikirler Ebu Yale'nin El-Amâmu's-Sulta-niyye adlı kitabında da vardır, sh. 58.
[590] Üstad Muhammed Ebu Zehra'nın «Velâyetü'l-Mezâlim fi'î-İslâm» isimli incelemesi, İlim, Sanat, Edebiyat ve Sosyal İlimleri Koruma Yüksek Kon-yesînin kontrolü altında, Kahire'de, 23-27 Ekim 1960 tarihinde toplanan, Birinci Hukuk ve Siyasî İlimler Semineri'ne sunulmuştur.
Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 601.
[591] Dr. Medkûr, sh. 404.
Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 602.
[592] Bkz. Es-Sulutâttü's-Selâse, sh. 313.
[593] Maverdî, sh. 83-84. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 602-603.
[594] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 603.
[595] Maverdî, sn. 87. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 604-606.
[596] Maverdî, sh. 90
[597] Bu kısım, Maverdî'nin kitabı ile, sh. 84-93; Ebu Yale'nin kitabında mevcut kısımların, sh. 64-71 özetidir.
[598] Bkz. Ebu Yâle, sh. 71. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 606-609.
[599] Âl-i İmrân, 104. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 609-610.
[600] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 610-611.
[601] Hac, 41.
[602] Tevbe, 112.
[603] Müslim rivayet etmiştir.
[604] Mübarek, sh. 76.
[605] Bu konuda bkz. Aclanî, sh. 205-207
[606] Bkz. İbn-i Teymiyye, sh. 78.
[607] Bkz. Seyzeri, age.
[608] Bkz. Aynı kaynak, 108.
[609] Bkz. Mübarek, sn. 82.
[610] İbn-i Teymiyye, sh.
[611] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları:611-617.
[612] Âl-1 îmran, 104.
[613] Tevbe, 71.
[614] Şu kitabımıza bkz. El~İHicahu'l~Cemaiyyu fi't-Teşrii'l-İktisadi'l İsîâmî, sh. 362. Bu kitapta, devletin iktisadî faaliyetleri kontrol vesilesi olarak Hisbe Teşkilâtından bahsettik.
[615] Tbn-i Teymiyye, Siyase,, sh. 337.
[616] tbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh, 746.
[617] Tevbe, 71.
[618] Tegabun, 16.
[619] îbn-i Teymiyye, sh. 8.
[620] Şeyzerî, sh. 6.
[621] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 617-620.
[622] Mâverdî, sh. 24.
[623] Bkz. Şeyzerî, sh. 10.
[624] Âl-i îmran, 159.
[625] Şeyzerî, sh. 9.
[626] Mâverdî, sn. 242. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 620-622.
[627] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 622.
[628] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 622-623.
[629] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 623.
[630] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 623-624.
[631] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 624.
[632] Aynı kaynak, 243. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 624.
[633] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 624-625.
[634] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 625-626.
[635] Mâverdî, sh. 31-32. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 526.
[636] Bkz. Ebu Yâle, sh. 275.
[637] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 526-527.
[638] Bkz. Mâverdî, sh. 243-258; Ebu Yâle, sh. 271-290. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 627-628.
[639] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 628-629.
[640] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 629.
[641] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 629.
[642] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 629-630.
[643] Şeyzerî, sh, 88. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 630.
[644] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 631.
[645] «Hipokrat» eski bir Yunan hekimidir, Ona «Tıbbın Babası» ismi verilir. M.Ö. 460 yılında doğmuş, tıb tahsili yapmış, Atina'da doktorluk yapmıştır. Sonra çocuklarına da öğretmiş, onlara üzerinde yürüyecekleri bir esas vaz'et-miş ve doktorluk yapacak kimsede bulunması gereken şartları bildirmiştir.
[646] Bkz. Şeyzerî, sh. 99.
[647] Aynı yer.
[648] Aynı kaynak, 89-94. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 631-632.
[649] Bu temizlikte kullanılan bir kâğıttır.
[650] Bkz. Şeyzerî, sh. 86-88 Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 632-633.
[651] Aynı kaynak, 22-23.
[652] Aynı kaynak, 27.
[653] Aynı kaynak, 34.
[654] Aynı kaynak, 40. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 633-634.
[655] İbn-i Teymiyye, Siyase., sh. 241-242.
[656] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 634-635.
[657] Şeyzerî, sh. 11-12.
[658] İbnu'l-Uhuvve, sh. 78-89. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 635-636.
[659] Şeyzerî, sh. 14. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 636.
[660] İbnü'l-Ühuvve, sh. 83-85. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 636-637.
[661] El-Ezur, eğik demektir. Bundan maksat, terazinin iki tarafının düz olmamasıdır.
[662] El-Cibs, bir taştır, su ile karıştırılır, bırakılırsa kurur ve parlak olur
[663] Şeyzerî, sh. 20. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 637.
[664] Şu kitabımıza bkz. El-Hticahu'l-Cemâiyyu fi't-Teşrii'l-İktisadî'l' İslâmî, sh. 363.
[665] Mâverdî, sn. 253.
[666] İbnü'l-Uhuvve, sh. 52. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 637-638.
[667] Bkz. Seyzerî, sh. 12.
[668] Bkz. İbn-i Teymiyye, Siyase., sh. 244.
[669] 372 dipnotımclaki eserimize bkz. sh. 370.
[670] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 638-639.
[671] Aynı kaynak, 377.
[672] Şeyzerî, sh. 12. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 639-640.
[673] Aynı kaynak, sh. 103.
[674] Mâverdî, sh. 256.
[675] Aynı kaynak, sh. 245.
[676] Aynı kaynak, sh. 247.
[677] Aynı kaynak, sh. 247.
[678] Aynı kaynak, sh. 247.
[679] Aynı kaynak, sh. 248.
[680] tbnü'l-Uhuvve, sh. 180.
[681] Mâverdî, sh. 255.
[682] Aynı kaynak, sh. 257.
[683] Müslim : Mâlik b. Ya'ser.
[684] İbnü'l'ühuvve, sh. 216.
[685] Mâverdî, sh. 257. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 640-643.
[686] Mübarek, sn. 73.
[687] Şeyzerî, sn. 9-10.
[688] 372. dipnotundaki kitabımıza bkz. sn. 366.
[689] Hucurât, 9.
[690] Mâverdî, sn. 258-259. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 643-645.
[691] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 649-655.
[692] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 657.
[693] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 659-674.