Muhtelif Fırkaların Tefsirleri: 10

Modern Tefsir: 10

Üçüncü Başlık. 10

Tefsir Kaideleri 10

Tefsir Kaidelerinin Ortaya Çıkışı: 11

1- Mütekelîimîn'in Yahut Şafiî'nin Yolu: 11

2- Hanefîlerin Yolu : 11

Tefsir Kaideleri: 12

1- Özel (Hâs) : 12

2-Genel (Âm) : 12

2-Hafi (Gizli) Delâlet: 13

«Allah'ın Eli Onların Elleri Üstündedir.». 13

Üçüncüsü -Kelimenin Ahkâma Delalet Etme Metodlan (Yolları) : 13

A-Delâletlerde Gizli Metod : 14

1-Nassıgı İbaresi: 14

2-Nassın İşareti: 14

3-Nassın Delâleti: 14

4-Nassın İktizası: 15

B- Delâletde Mütekellimînin Metodu: 15

1-Konuşulanın Delâleti: 15

2-Delâletü'l-Mefhum : 16

A-Mefhumu'l-Muvafakla: 16

B-Mefhumu'I-Muhalefe : 16

Dördüncü Bahis. 17

İslâm Hukukunda Ahkâma Ait İçtihatların  Kaynakları 17

Birinci Başlık. 17

İçtihat Bahisleri 17

Birinci Altbaşlık. 17

Beşerî Hukukta İçtihadın Tarihi 17

İkinci Altbaşlık. 18

İslâm Hukukunda İçtihadın Tarihi 18

Birincisi -Açıklayıcı İçtihatlar: 18

İkincisi -Mutlak İçtihat: 18

2-Sahabe Asrında İçtihad: 19

3- Tabiin Ve Ondan Sonrakilerim, Devrinde İçtihad: 20

Üçüncü Altbaşlık. 21

İçtihadın Delil Kuvveti 21

İkinci Baslık. 22

İçtihadın Çeşitleri 22

Birincisi. Sabit Kaynaklar: 22

İkincisi - İçtihad Kaynakları: 22

1- Ferdî İçtihad: 23

2-Toplu İçtihad: 23

A-Bağlayıcı Toplu İçtihad: 23

B-Toplu İçtihad: 23

BİRİNCİ ALTBAŞLIK.. 23

Π  C    M   Â.. 23

İcmâ'nın Vukuu Mümkün Müdür?. 23

Îcmâ Delil Teşkil Eder Mi?. 24

«Ümmetim Hata Üzerine Birleşmez.». 25

«Ümmetim Delâlet Üzerine Birleşmez.» 25

«Cemaate!En Bir Karış Ayrılanın, Boynundan İslâm Yuları Düşer.» 25

İcmâ Çeşitleri: 25

Birincisi -Sabit Şer'î Hükümler: 26

İkincisi  Değişmeye Müsait Hükümler: 26

Özet 26

İkinci Altbaşlık. 27

KIYAS. 27

Kıyasın Unsurları: 27

Yapılan Kıyaslara Misaller: 27

Kıyas Bir Delil Teşkil Eder Mi?. 28

Kıyasda İllet Bahisleri: 29

İlletin Şartları: 29

Birincisi -İllet Hakkındaki Nas İle : 30

İkinci-İcmâ: 30

Üçüncüsü -Sebr Ve Taksim : 30

1-Dr. Abdulhamid Mütevellî'nin Kıyas Mevzuundaki Görüşü: 31

Üçüncü Altbaşlik. 32

İstihsan. 32

Birincisi -İstihsanü'l-Kıyasî: 32

İkincisi -İstihsanü'l-Zarure: 33

Dördüncü Altbaşlık. 33

İstislâh: Mesâlih-İ Mürsele (Âmme Menfaati) 33

İstihsan İle İstislâh Arasındaki Fark : 34

BEŞİNCİ ALTBAŞLIK 35

ÖRF. 35

Örfün Kısımları: 35

Birincisi: Lâfzı Örf: 35

İkincisi -Fiilî Orf: 35

Birincisi -Genel Örf: 35

İkincisi -Özel Örf: 35

Örfün Kuvveti: 35

Üçüncü Başlık. 35

Tebeî (Yan, İkinci Derecede) Kaynaklar Bir Anayasa Kaidesi Kaynağı Olarak Kabul Edilebilir Mi?. 35

Birincisi -Îstihsan: 36

İkincisi -Mesâlih-İ Mürsele: 36

ÜÇÜNCÜ BAB.. 37

İSLÂM HUKUNDA ÂMME ORGANLARI 37

Birinci Fasıl 37

İslâm Devletinde Yasama Kuvveti 37

Birinci Bahis. 37

Modern Siyasî Düşüncede Yasama Kuvveti 37

Birinci Başlık. 37

Yasama Organının Teşekkülü. 37

Üçüncüsü -Siyasî vazife: 37

İkinci Bahis. 38

İslâm'da Yasama Organı 38

Birinci Başlık. 38

İslam'da Yasama Organı Mefhumunun Tarifi 38

Îkinci Başlık. 39

Îslam'da YASAMA ORGANININ DOĞUŞU VE TARİHÇESİ 39

Üçüncü Başlık. 40

İslam’da Yasama Organının Faaliyet Sahaları 40

Birinci -Naslar: 40

1-Kur'an-ı Kerîm: 40

2- Peygamberin Sünneti: 40

İkincisi -Îçtihad: 41

2-Sahafce Asrında İçtihad : 42

3-Sahabe Asrından Sonra İçtihad: 43

Dördüncü Başlık. 43

İçtihad Ve Yasama Organı 43

Birincisi -Ferdî İçtihad: 44

İkincisi -Toplu İçtihad: 44

Beşinci Başlık. 44

Halifenin Yasama Fonksiyonu. 44

Birincisi -Halifeliğin Şartları: 45

Altıncı Başlık. 47

İslâm'da Ve Modern Düşüncede Yasama Organı Kavramındaki Fark. 47

Birincisi -Organik Takımdan : 47

İkincisi -Muhteva Bakımından: 48

İKİNCİ FASIL. 48

İSLÂM DEVLETİNDE YÜRÜTME ORGANI 48

Birinci Bahis. 48

İslâm Hilâfeti 48

Birinci Başlık. 48

İslâm Hilâfetine Ait Bahisler 48

Birinci Altbaşlık. 48

Hilâfetin Doğuşu. 48

İkinci Altbaşlık. 49

Hilafetin Lâkabları 49

Birincisi -Hilâfet 50

İkincisi İmamet: 50

Üçüncüsü -Emîrü'l-Mü'minin : 51

İmamet Lâkabının Kullanılması: 51

İkinci Başlık. 51

Hilâfetin Hükmü. 51

Birimcisi -Hilâfeti Tesis Gereği (Vüculnı) : 51

İkincisi -İmametin Vâcib Olduğuna Dair Deliller. 53

Birincisi -İcmâ : 53

İkincisi -Dinî Vecibelerin Yerine Getirilmesi: 54

Üçüncü Başlık. 55

Halifeliğin Şartları 55

Birincisi -İlim: 56

İkincisi -Adalet: 56

Üçümcüsü -Cismî Selâmet: 57

Birincisi -Havasta Noksanlık: 57

İkisıcisî -Organlarda Noksanlık: 58

Üçüncüsü -Tasarruf Noksanlıkları: 59

Birinci Hal -Halifenin Hacredihnesi: 59

İkinci Hal -Halifenin Esir Olması: 59

Birincisi -İslâm : 59

İkincisi -Bulûğ: 60

Üçüncüsü -Akıl: 60

Dördüncüsü -Hürriyet: 60

Beşincisi -Erkek Olmak: 60

Altıncısı -Kureyş'li Olmak: 60

«İmamlar Kureyş'tendir.». 60

«İmamlar Kureys'fendir.». 61

«İmamlar Kureyş'dendir.». 61

Dördüncü Başlık. 63

Halifeliğe Geçiş. 63

Hilâfete Geçişin Hükmü: 63

Seçmenler: 63

İmamet Akdinin Nasıl Tamamlanacağı: 64

«Elini Uzat, Sana Bîat Edeyim.». 64

İmamet Akti İki Usûlle Yapılır: 64

Bir Tek Ülkede İki Şahsın İmameti: 65

Beşinci Başlık. 66

İslâm'da Bîat Mefhumu. 66

Biatin Mânası: 66

Bîat’ın Usûlü: 67

Bîat Sebepleri: 68

Birinci Sebep: 68

İkinci Sebep: 68

Üçüncü Sebep : 68

Dördüncü Sebep: 68

Beşinci Sebep : 68

Biatin Yazılması: 68

Bîat Ne Zaman Yazılır?. 69

Altıncı Başlık. 69

Hulefâ-İ Raşidin'in İşbaşına  Gelme Yollaeı 69

Birinci Altbaşlık. 71

Hz. Ebu Bekir .(Radiyallahuanh)'İn Hilâfeti 71

İkinci Altbaşlık. 75

Hz. Ömeb( Radiyallahü Anh) În Hilafeti 75

İkincisi -Halifeliğe Geçişi: 77

Üçüncü Altbaşlık. 78

Osman Bin Affan   (Radiyaliahu Anh) İn Hilafeti 78

İkincisi -Hilâfete Geçişi: 79

Dördüncü Altbaşlık. 81

Hz. Ali (Radiyallahu Anh)'Nin Hilâfeti 81

İkincisi -Hilâfete Geçişi: 82

Yedinci Başlık. 83

Haıifenin Hak Ve Vazifeleri 83

Birinci Altbaşlık. 83

Halifenin Vazifeleri 83

Yetki Mi, Vazife Mi?. 86

İkinci Altbaşlık. 87

Halifenin  Haklaki 87

Sekizinci Başlık. 88

Halifenin Azli 88

Birincisi: Adaletinden Ayrılması, 88

İkincisi: Bedeninde Noksanlık. 88

İkinci Altbaşlık. 90

Haıife Nasıl Azlediür 90

Üçüncü Aitbaşlık. 90

Zalim İmama Karşı Ayaklanmanın Hükmü. 90

İkinci Bahis. 92

Velayetü'l-Ahd (Veliahdlık) 92

Birinci Başlık. 92

Velayetü'l-Ahb'ın (Veliahdlık) Mânası 92

İkinci Başlık. 93

Veliahdlığın Şartları 93

Üçüncü Başlık. 93

Veliahdlığa Ait Bahisler 93

Üçüncü Bahis. 96

Vezaret (Bakanlık) 96

Birinci Başlık. 96

Vezaretin (Bakanlığın) Mânası Ve Doğuşu. 96

Bakanlığın Mânası: 96

İkinci Başlık. 98

Vezarkt  (Bakanlık)  Çeşitleri 98

Birinci Altbaşlık. 98

Vezaretü't-Tefviz  (Geniş Yetkili Bakanlık) 98

Vezaretü't-Tefviz'in Mânası: 98

Tefviz Vezirinin Şartları: 98

Tefviz Vezirinin Vazifeleri: 100

Halifenin Yetkileri -Vezirin Yetkileri: 100

İkinci Altbaşhk. 100

Vezaretü't-Tenfiz  (İcra Bakanı) 100

Tenfiz Vezirinin Mânası: 100

Tenfiz Vezirinin Şartları: 101

Kadının Vezir Olması: 101

Zımmîsıin Vezir Olması: 102

Tenfiz Vezirinin Birden Çok Olması: 102

Tefviz Vezirinin Birden Çok Olması: 102

Vezir Nâifei (Vekili) : 103

Vezirin Azli: 103

Üçüncü Başlık. 103

Vezirlerin (Veziklik) Adâbî 103

Vezirin Kanunları ve Sultanın Siyaseti: 104

Birincisi -Tefviz Vezirliği 104

İkincisi -Müdafaa 105

Üçüncüsü -İkdam  (İleri atılma, Cesaret) 105

Dördüncüsü -Hazr (Korunmak) 106

Beşincisi -Taklid (Teşebbüs) 106

Altıncısı -Azil 106

Tenfiz Vezirliğine Ait Hususlara Gelince. 106

Dördüncü Başlık. 107

Vezirliğin Görünüşü. 107

Vezirlerin Tayini: 107

Vezirin İmtiyazları: 107

Dördüncü Bahis. 108

î   M      R   E   T.. 108

Birinci Başlık. 108

İmaretin Doğuşu Ve Tarihçesi 108

Birinci Altbaşlık. 108

İmaretin Doğuşu. 108

İkinci Altbaşlık. 109

İslâm Takibinde İmaretin Taeîhçesi 109

İkincisi -Hulefa-i Kaşidîn Devrinde İmaret: 109

Üçüncüsü -Emevîler Devrinde İmaret: 110

Dördüncüsü -Abbasîler Devrinde İmaret: 110

İkinci Başlık. 111

İmaret Çeşitleri 111

Birincisi -Medenî (Sivil) İmaret: 111

İkncisi -Harb İmareti: 111

Birinci Altbaşlık. 111

Ülke Üzerinde İsi 111

Birinci Kısım.. 112

Genel İmaret 112

Birincisi Genel İmaretin Yetkileri: 112

İkincisi -Genel İmâjretin Şartlan: 112

Üçüncüsü -Vezirin Emîr Üzerindeki Yetkisi: 112

Dördüncüsü -Vezirin Emîri Azletmesi: 112

Beşincisi -Vezir'iil-Emir : 113

Altıncısı -Emîrin Azli: 113

İkinci Kısım.. 113

Özel İmaret 113

Birincsi -Özel İmâıretm Mânası: 114

İkincisi -Özel İmaretin Yetkilori : 114

1-Hudud (Cezaları) Tatbik: 114

2- Mezalim Dâvalarına Bakmak: 114

3- Namaz İmamlığı ve Hacıları Sevketme : 114

4- Cihad. 114

İkincisi -Gesıel ve Özel İmaretin Şartları Arasındaki Fark: 115

Dördüncüsü -Özel İmaret İle Teııfiz Vezirliği Arasındaki Fark: 115

Üçüncü Kısım.. 115

İstila Yoluyla Emirlik. 115

Birincisi -İstilâ Emirliğinin Mânası: 115

İkincisi: İstilâ İmâreti İle İstikfar  İmareti  Arasındaki  Fark : 116

İkinci Altbaşlık. 116

Harp İmareti (Ordu Komutanlığı) 116

Birincisi -Cihad İmareti: 116

İkincisi -İsyancılar İle İlgili İmaret: 116

Birinci Kısım.. 117

Cihad İmareti 117

Birincisi  İslâm Ordusu Hakkımda Genel Bilgi 117

İkincisi-Harbi İdare Etmek: 119

İkinci Kısım.. 121

İsyancılara Karşı Harp İmareti 121

Birincisi -Mürtedlere Karşı Savaş: 121

«Dininden Döneni Öldürünüz.». 121

Mürtedler İle Muhariplere Karşı Savaşmanın Farkları: 121

İkincisi -Asilere  (Bağüere) Karşı Savaş : 122

Üçüncüsü -Yol Kesiciye Karşı Savaş: 123

İsyancı İle Yolkesici Arasındaki Fark: 123

ÜÇÜNCÜ FASIL. 124

İSLÂM DEVLETİNDE KAZA (YARGI) YETKİSİ 124

BİRİNCİ BAHİS. 124

KAZANIN   (YARGININ)  MÂNASI VE  TARİHÇESİ 124

BİRİNCİ BAŞLIK.. 124

KAZANIN   (YARGININ)  MÂNASI 124

İkinci Başlık. 124

Kazanın (Yargının) Tarihçesi 124

Birincisi -Cahiliyye Devrinde Kaza : 124

Üçüncüsü -Hulefâ-î Râşidîn Devrinde Yargı: 126

«Bismillahirrahmanirrahim... 127

Emîrü'I-Mü'minim Ömer'den, Abdullah bin Kays'a (Yani, Ebu Musa El-Eş'ârî). 127

Selâmün Aleyke. 127

Amma foa'd. 127

Dördüncüsü -Emevîler Devrinde Yargı: 128

Beşincisi -Abbasîler Devrinde Yargı: 128

İkinci Bahis. 129

Yargı Organının Hukukî Nizamı 129

Birinci Başlık. 129

Kadfnın Genel Şartları 129

Birincisi -Erkeklik: 129

İkincisi -Bulûğ: 130

Üçüncüsü -Akıl: 130

Dördüncüsü -Hürriyet: 130

Beşincisi -İslâm : 130

Altıncısı -Adalet: 130

Yedincisi -Havas selâmeti: 130

Sekizincisi -İlim: 131

Kemâl (Olgunluk) Şartı: 131

İkinci Başlık. 131

Yargı Velayeti (Yetkisi) 131

Birincisi -Yargının Hükmü: 131

İkincisi -Yargı Faaliyetine Talip Olmak: 132

Üçümcü-ü -Hâkimliği Kabul Şart Mıdır? : 133

Dördüncüsü -Hâkimlik Vazifesinin Verilmesi (Velâyetü'I-Kaza Akdi): 133

Üçüncü Bahis. 134

Hâkimlik Çeşitleri Ve Yetkileri 134

İkincisi -Özel Bir Yerde Genel Yetkili Hâkim: 135

Birden Fazla Hâkim: 136

Yer Ve Mevzu Bakımından Yetki: 137

Üçüncüsü -Smırli Yetkili Hâkim : 137

Dördüncü Bahis. 137

Yargının Unsuklaeı Ve Şartları 137

Birinci Baslık. 137

Yargının Unsurları Şunlardır: 137

İkinci Başlık. 138

Yargının Şartları 138

Üçüncü Başlık. 139

Yargıya Taalluk Eden Bahisler 139

Birincisi -Bir Mes'elede Birden Çok. 139

İkincisi -İki Müçtehid Arasında Yargı: 139

Üçüncüsü -Hâkimin Bilgisi İle Hüküm Vermesi: 139

Dördüncüsü -İkinci Hâkimin Birinci Hâkimin Kararını Nakzetmesi (Bozması) : 140

Beşincisi - Hâkimin Hatalı Karar Vermesi: 140

Altıncısı -Hâkimin Azli: 141

Yedinci -Kasveti 141

Sekizincisi -Hâkimin Fışkı: 141

Beşinci Bahis. 142

Yargının Âdabî 142

Altıncı Bahis. 143

Yargı Faaliyetine Bağlı Yetkiler 143

Birinci Başlık. 143

Velâyetü'l-Mezâlim.. 143

Birinci Altbaşlık. 144

Velâyetü',l-Mez.Âlimje Ait  Mes'eleler 144

Birincisi -Velâyetü'l-Mezâlim'in Tarihçesi: 144

İkincisi -Velâyetü'I-Mezâlim'in Kullanılması: 144

Üçüncüsü -Mezâlim Meclisi: 145

Dördüncüsü -Velâyetü'I-Mezâlim'in Yetki Sahası: 145

1-Yetkililerin Gasbı: 146

2-Ferdî Gasblar: 146

1- Genel Vakıflar : 146

2- Özel Vakıflar: 147

Beşincisi -Yargı İle Mezâlim Arasındaki Fark: 147

1-Maverdî (Velâyetü'l-Mezâlim)'İ Bize Şöyle Açıklıyor: 147

3-Dr. Muhammeıd Selâm Medkûr : 148

4-Dr. Süleyman Muhammed Et-Tamavî: 148

İkinci Altbaşîık. 148

Mezâlim Valisinin Önünde Duruşma. 148

İsbata Yakın Dâvalar: 149

İsbat İle Reddedilen Dâvalar: 150

Üçüncü Altbaşlık. 151

Mezâlim Valisinin Yazilari 151

İkinci Başlık. 152

Velayetü'l-Hîsbe. 152

Birinci Altbaşlık. 152

Hisseye Taalluk Eden Bahisler 152

Muhtesibin Vazifesi: 155

«Muhtesibin, İnsamlaıra Görüşünü Ve İçtihadını Kabul Ettirmesi Caizdir.». 156

Hisbe İle Yargı Arasındaki Fark: 157

Birincisi -Hisbenin Yargıya Benzerliği: 157

İkincisi -Hisbenin Yargıdan Farkı: 157

Üçüncüsü -Hisbe île Mezâlim Arasındaki Fark: 158

Birincisi -Birleştikleri Cihetler : 158

İkincisi -Ayrıldıkları Cihetler : 158

İkinci Altbaslık. 158

Muhtesibin Vazifeleri 158

Birincisi -Allah'ın Hakları: 158

İkincisi -İnsanlarııa Hakları: 159

Üçüncüsü -Müşterek Haklar: 159

Birincisi -Allah'ın Hakları: 159

İkincisi -İnsanların Hakları: 160

Üçüncüsü -Müşterek Haklar: 160

Muhtesibin Vazifelerinin Genel Olarak Tesbiti: 160

Birincisi -İbâdetleri Murakabe: 161

İkincisi -Umumî Adabı Murakabe Etmek: 161

Üçüncüsü -Genel Sağlığı Murakabe: 161

1-Tıb: 161

2-Eşyaların  (Cisimlerin)  Temizliği: 162

3- Yiyecek - İçeceklerin  Temizliği : 162

4-Çarşı, Pazajrin Murakabesi : 163

1-Çarşı Ve Pazarlar: 163

2- Umumî Yollar Ve Binalar: 164

3- Tartı ve Ölçüler: 164

4-Ölçüleır (Mekâyil) : 164

Beşincisi -Ticarî Muamelelerin Murakabesi: 165

1-Fâsid (Yasak-Haram) Muameleler: 165

2-Ücretleri (Fiyatları) Tesbit: 165

3-İhtikâr: 166

6-Çocuk Terbiyecileırini Murakabe : 166

Üçüncü Altbaşlık. 167

Muhtesibin Te'dib Yetkisi 167

NETİCE. 168

BİBLİYOGRAFYA.. 172

BİBLİYOGRAFYA.. 172


Muhtelif Fırkaların Tefsirleri:

 

Mu'tezile, Emevî devrinin sonlarında ortaya çıkmış bir islâmî grup­tur. Daha sonra Abbasîler devrinde müzmin bir mes'ele haline geldi. Bun­lara, itikada taalluk eden bazı mes'elelerde Hasan Basri ile ihtilâfa düşen reisleri  (Vasil bin Âta) sebebiyle Mu'tezile ismi verilmiştir. Daha sonra Hasan Basri'nin toplantılarını terk etmiş ve Basra'daki mescidde kendisi için ayrı bir toplantı ihdas etmiştir.

Mu'tezile için itimad edilen usûller şunlardır: Tevhid, adalet, vaad, tehdit (vaid) ve kâfir ile müslüman arasındaki yer ve doğruyu tavsiye ve kötülükten sakındırmaktır. İşte Mu'tezile'nin dayandığı beş esas budur. Yaptıkları tefsirlerde Kur'an naslarını kendi görüşlerine tâbi kılmışlar ve mezheplerine aykırı olan hadîsleri reddetmişlerdir.

Bu sebeple âlimler bu yoldaki çalışmaları kabul etmemişler ve on­ların yaptığı tefsirleri reddetmişlerdir, hatta «İbn-i Teymİye» onları, ev­velâ bir görüşe inanmak, sonra da Kur'an'm kelimelerini bu görüşe ham­letmek şeklinde tavsif etmiştir.

Önemli kitaplarından, Kadı Abdülcebbar'ın «Tenzihu'I-Kur'an am'l-Matain», Zemahşerî'nin «Eİ-Keşşaf lan hakaiki't-Tenzil ve uyuni'l-Akavil fi cevvihi't-Tevil»'dir.

Tabiî tefsirin bu çeşidi, güvenilmeyen ve kabule şayan olmayan mez-mum tefsir kısmına girer.[1]

 

Modern Tefsir:

 

Modern asırda, belirttiğimiz (gördüğümüz) eski ekollerden farklı, ye­ni bir tefsir çeşidi ortaya çıkmıştır. Bu tefsir, Kur'an naslarmm ihtiva et­tiği edebî ve sosyal taraflara ehemmiyet vermektedir.

Modern tefsirin metodu, müfessirlerin Kur'an'ı tefsir ederken dayan­dıkları metoddan farklıdır. Üslûb, takdim ve muhteva bakımından eski metodlardan farklı bir metodu benimsemişlerdir.

Bu modern ekol, başta Ezher Üniversitesi âlimleri olmak üzere, diğer âlimlerin tevcih ettikleri tenkitlerden kurtulamamıştır. Ancak bu ekol, insanların hüsn-ü kabulüne mazhar olmuştur, çünki mânaları sunarken tatbik ettikleri metod, lüzumsuz izahat ve ürkütücü beyanlardan uzak bir şekilde akıllara yakın bir genişliktedir.

Bu ekolün başlıca önderlerinden, Muhammed Abduh, Muhammed Re-şid Rıza ve Muhammed Mustafa El-Merağî sayılabilir.

«Muhammed Hüseyin Ei-Zehebî», Muhammed Afeduh'un tefsir konu­sundaki metodu hakkında şöyle diyor :

«İmam, Eslıer mensupları arasımda tek başına yeniliğe ve sınır ve geleneklerden kurtulmaya davet eden, ytazılarında ve araştırmalarında hür akimi kullanan bir kimsedir. O, son geçmiş asır âlimlerinin üzerinde donup kaldıkları fikirler ve eskilerin sözleri üzerinde durmamıştır. Bun­larım gerisinde, kendisine, eskilerin fikir ve görüşlerine aykırı görüş ve fikirleri vardır. Âlimler ona kızmış, ancak onun etrafına, onu isteyen ve beğenenlerin kalbleri toplanmıştır.

Bu, aklın hürleşmesidir, bu, eskiye karşı bir başkaldırmadır. Her iki­sinin de, üstadın kendisi için benimsediği ve tefsirimde takip ettiği meto­dunda açık izleri görülür.

Bu, İmamın, kendisine prensip olarak kabul ettiği ve Kur'an'ı tef­sirde tatbik ettiği bir tarzdır. Son devir müessirlerinden bir cemaat ona muhaliftir. O, Allah'ın kitabını, insanları, dünya ve âhire t hayatlarında saadetlerinin yer aldığı yere irşad eden (sevkeden) bir din olarak anla­mıştır. Çünki ona göre, Kur'an'm en yüksek gayesi budur. Bunun geri­sindeki bahisler ona tâbidir veya onu elde etmek için bir vesiledir.» [2]

 

Üçüncü Başlık

 

Tefsir Kaideleri[3]

 

Buradaki tefsir kavramı, geçen bahislerdeki tefsir kavramından fark­lıdır. Çünki, geçen bahislerdeki tefsir, Kur'an'm tefsiri, doğuşu, tarihi ve ekollerine münhasır idi; burada ise naslarm tefsirinden bahsedeceğiz. Nas-lar ise, Kur'an'a münhasır olmayıp, Kur'an ve Sünneti birlikte içine alır. İkisinin tefsiri ise, usûl âlimleri tarafından tedvin edilmiş istinbad kâi-delerne uygun olarak kelimelerin mânası ve delâlet ettikleri hükümleri bildirmektir. Buna «Delâlet» veya «İstinbad kaideleri» ismi verilir.

O halde müfessirin vazifesi, Kur'an veya Sünnet olsun, dinî nasları incelemek ve onlardan içtihad yoluyla hükümler çıkarmaktır. Bilindiği gibi, hukukî hükümler «naslar» açık olabildiği gibi, kapalı da olabilir. Birinci halde, hükmün mânasını açıklamaya ihtiyaç yoktur; halbuki ikin­ci halde, kapalılığı gideren bir beyana mutlaka ihtiyaç vardır.

Tefsirin bu çeşidi nasları anlamak için zarurîdir, çünki bu olmadan nasları anlamak mümkün değildir. Bu tefsirin, kabul edilen bir tefsir ve arzu edilen bir içtihad olduğunda hiç bir âlimin ihtilâfı yoktur.

Yukarıda dedik ki, âlimler nefislerine uygun tefsirden korktukları !Çm, rey ile tefsirden ve sadece akıl ile, müfessirin tefsirinde başvurmak­tan kaçınamayacağı temel kaynaklara dayanmadan, dinî hükümleri te'vil çekmiyorlardı. [4]

 

Tefsir Kaidelerinin Ortaya Çıkışı:

 

Tefsir kaideleri İslâm'ın yayılış devrinde, yani sahabe ve tabiin dev­rinde tedvin edilmiş değildi. Nasları tefsirlerinde, tedvin edilmemiş mah-fuzata, kendilerine dinlerini öğretmek için aralarında yaşayan ve Hz. Pey­gamber (Sallallahü ALyhi ve Sellem)''in meclislerinde öğrendiklerine dayanı­yorlardı. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) aralarında yaşıyor, on­lara Kur'an'dan hükümler çıkarıyor ve kavlî, fiilî veya takriri olarak sâ­dır olan sünnetler yoluyla onlara öğretiyordu. Böylece, kaideler ve pren­sipler (zevabıt) teşekkül etmiş, bunlar yoluyla ve Kur'an hakkındaki ge­niş bilgilerini de katarak, Kur'an'm nüzul sebeplerine, dinin hikmetlerine ve bir müfessirin uzak kalamıyacağı diğer hususlar hakkında hükümleri çıkar abilmi şlerdir.

Ancak durumlar değişti, İslâm dünyasında yeni hadiseler cereyan etti, Kur'an ve Sünnet hizmetinde çalışan âlimler yetişti, İslâm Hukuku gelişti, İslâm toplumu büyüdü, problemler çoğaldı, hâkimler ve müçtehit-ler bilmedikleri mes'elelerle karşı karşıya geldiler. Bunun neticesi olarak içtihat gelişti. Ve hukukun bu gelişmesine paralel olarak, benzer bir ge­lişmenin hukuk usulünde (hukuk metedolojisinde) ve kaidelerinde de gö­rülmesi, hüküm çıkarma işini disiplin altına almak ve müçtehitlerin içti­hatlarında başvuracakları müdevven kaideler koyarak tefsir metodlarım belirlemek için zorunlu oldu.

Bunu ilk defa yapan «İmam Şafiî»'dir. O, hadîs bilenlerden fıkıh öğ­renmiş, hadîs imamı Mâlik bin Enes (Radiyallahu anlı) 'e talebe olmuştur. Daha sonra bu metoda, rey ehlinin metodunu da katarak ve Ebu Hanife'-nin talebesi İmam Muhammed îbn-i Hasan ile temas kurmuş ve ondan ilim öğrenmiştir.

Bu suretle İmam Şafiî, hadîs ehli ile rey ehli arasında bağ kurmuş, istinbad kaidelerine sıkı sıkıya bağlı kalarak hukukî araştırmalara yeni bir istikamet vermiştir. İlk defa Usulü'l-Fıkıh hakkında bir kitap yazmış, burada hukukun kaynakları, içtihad kaideleri, hâs, âm, nâsih, mensuh, emir, nehiy ve Usul-ü Fıkıh mevzuuna giren diğer hususlara temas et­miştir.

Daha sonra iki ana metod doğmuştur:

Birincisi: Usûl kaidelerini koymak ve onu, ona bağlı yan mes'eleler­le sınırlamadan, ortaya çıkarmak, sonra da bu kaideleri yan mes'elelere tatbik etmek. Bu metoda «Tarikatu'l-Mütekellimîn» (Kelâm ilimcilerinin metodu) ismi verilir.

İkincisi: Küllî kaidelerdeki teferruat hükümlerinin esaslarına dayan­mak,    evvelâ fer'i hükümleri getirmek ve sağlam bir şekilde esaslarını koymak, sonra da ondan kaideler çıkarmak. Evvelâ fer'i kaideler, sonra ana kaideler, yani birinci metodun aksi. Bu metoda «Hanefi Ulemasının metodu» ismi verilir. Bu sebeple Hanefi mezhebindeki âlimler evvelâ usûl kaidelerini belirtir, daha sonra şöyle derler: «Buna ashabımızı!» füruatı delâlet eder.» [5]

Muhterem Prof. Ali Hasibullah şöyle diyor: «Bu konuda onlar için iki yol (metod) vardı:[6]

 

1- Mütekelîimîn'in Yahut Şafiî'nin Yolu:

 

Bu, kaideleri mantıkî olarak gerçekleştirmek, onu destekleyen laklî ve naklî delilleri (burhanları) tesbit etmek. Bu esnada bir mezheb ima­mına bağlanmamak ve ondan, fürüatîan bir hususta rivayet edilen söze hüküm değeri vermemek. Bu mihver etrafında, Ebu Hâmid El-Gazzalî (İrtihali, hicrî: 505), kitabı «El-Mustas£a»; Fahru'd-din Muhammed bin Ömer El-Razi (İrtihali, hicrî: 606), kitabı «El-Mahsul» ve Ebu'l-Hasan El-Âmedî, kitabı «El-İhkâm»'da ve birçok Şafiî âlimi usûlcüleri faaliyet gös­termişlerdir. [7]

 

2- Hanefîlerin Yolu :

 

Bu, imamlardan füruatdan nakledilenlerin ışığı altında kaideleri tat­bik etmektir. Şayet bazı füruat mes'elelerinde uygun bir kaide bulamazlar­sa, onda tasarruf ediyorlar, o mes'eleyi, dar değil, geniş olarak tatbik edi­yorlardı. Sanki onlar, imamlarından füruat mes'elelerinde nakledilenlere, imamlarının üzerine bina ettiği usûlleri tesbit ediyorlardı.

Bu sebeple kitaplarında teferruat çoktur. Bu esas (mihver) etrafın­da onlardan birçoğu kitap telif etmiştir: Fahru'l-İslâm bin Muhammed EI-Bezdevî, (irtihali, hicrî: 483), kitabı «Usûl» ve Abdullah bin Muham­med El-Nesefî  (irtihali, hicrî: 790), kitabı, «S

3-iki tarafı bağdaştıran âlimler kaidelerin tatbikine ve bunlar hak­kındaki delilleri ikame etmeye itina gösterdikleri gibi, bunlarla fıkhı te­ferruatı bağlamaya da gayret etmişlerdir. [8]

Bu metoda uygun olarak eser yazan önemli kişilerden «Sadru'ş-Şeria Abdullah bin Mes'ud El-Buharî «Tenkihu'I-UsÛl» adlı kitabında, «Tacu'd-üın El-Stibkî Eş-Şafiî», «Cem'ul-Cevaınî'» adlı kitabında ve «Kemal bin Humam», «Et-Tahrir» adlı kitabında ve bunlardan sonra gelen Es-Şâti-bınm «El-Muvafakat»'ı sayılabilir. [9]

 

Tefsir Kaideleri:

 

Usûl âlimleri tefsir kaidelerinden ve istinbat metodlarından bahset­mişler ve kelimenin mâna ile ilgisi ve ona bağlı ve onun delâlet ettiği hususlara ehemmiyet vermişlerdir. Bu mevzu etrafındaki taksimatlarında esas olarak dört kısım vermişlerdir. Bu kısımlar şunlardır:[10]

Birincisi Âm (Genel) ve Hâs (Özel) hallerde kelimenin  ( mânaya delâleti (işareti) :

Usûl âlimleri, genel ve özel olma bakımından kelimeleri ikiye ayırı­yorlar : [11]

 

1- Özel (Hâs) :

 

Özel, sadece bir hususa (teferrüd) delâlet (işaret) eden kelimeye de­nir. Misal: Filân şu işte ihtisas sahibi oldu, sadece bir hususa gayret et­tiği için ihtisas yaptı.

Usûl âlimlerine göre her kelime bir mâna ortaya koyar: Bir tek şa­hıs olarak, Mahmud gibi veya bir nevi olarak, erkek gibi veya cins, hay­van gibi, belli bir mânası vardır.

Özel delâlet, delâlet ettiği şeyde kafidir, ancak delil olduğu takdirde, başka bir mâna için kullanılır. Çünki, özel kelime sayılar ve doğrudan doğruya işaret ettiği sarih kelimelerdir. Şu Âyet bir misal teşkil eder :

«Üç gün Oruç.» [12]

Ve şu Âyetteki yüz kelimesi gibi:

«Zina eden kadınla zina eden erkekten herbirîne yüzer vurunuz.»[13]

Şu Âyetteki seksen kelimesi gibi: dört  şahid   getirmeyen   kimseler (in herbirine) de seksen değnek vu­run.» [14] [15]

 

2-Genel (Âm) :

 

Genel kelimesi, hasretme dışında, şümul ve istiğrak yolunda çoğun­luğa işaret eden bir kelimedir. Genel kelimesi şümul için kullanılır. Ge­nel kelimesi mutlaktan ayrıdır. Genel, şümule giden yolda efradın her bir ferdi için kullanılır; halbuki mutlak ise, şüyu bulmuş bir fert veya fertler için kullanılır.

Genel ve şümule işaret eden çok kelimeler vardır. Bir cinsin fertle­rini bildiren kelime gibi, veya şart isimleri, soru isimleri (ism-i istifham), ism-i mevsul, siyak-ı nef'îde nekre, genel vasıflı vasfedilen nekre' ve ona ilâve edilen «Kül ve cemi» gibi.

Usûl âlimlerinin kahir ekseriyetinde, genel delâlet bütün fertleri için zannîdir. Çünki, çoğu defa genelden maksat, topluluğun bazı parçalarıdır. Buna karşılık Hanefî âlimleri karşı görüştedirler; onlar derler ki, efradı­na genel delâlet, bu genellikten bazılarının çıktığına delil olmadığı müd­detçe, kat'îdir.

Bazen genelin, parçalarının bir kısmına münhasır olması caizdir. Ke­limenin, istisna, sıfat, şart ve gaye gibi muttasıl kasra veya munfasil kas­ra işaret etmesi arasında fark yoktur. Bu noktalar usûl kitaplarında mu­fassal bir şekilde belirtilmiştir. [16]

İkincisi -Gizli ve açık halde belli bir mânaya işaret eden kelime:

Usûl âlimleri, gizlilik ve açıklık bakımından kelimeyi ikiye ayırmak­tadırlar :                                                                                                

1-Açık işaret (Zahir delâlet) :

Açıklık, mevzu dışına çıkmadan sigasmdaki mânaya işaret eden ke­limedir. Bunun da kısımları vardır :

2-Açıklık: Bu, bizzat sığasından kastedilen mânaya işaret eden yoksa, tefsir ve te'vile ihtimaliyle beraber, sözün sevkedildiği asıl mak-sad kastedilmez. Şu âyet buna misaldir:[17]

«Halbuki Allah, alış verişi helâl, ribâyı (fâİzi) haram kılmıştır.» [18]

Bu âyet, alım-satım ile faizi ayırmak için gelmiştir. Bunun yanında, âyet faizin haram ve alını-satımm yasaklanmadığına işaret ediyor.

B- Nâs: Bu, te'vile muhtemel olmakla beraber, bizzat sigasının işa­ret ettiği, siyakından çıkan mahsur olan mânadır. Nas ile amel gerektiği gibi, açıklık ile de amel gerekir, tâ ki3 delil tefsirine, te'viline ve neshine işaret etsin.

C- Mufessir: Bu, te'vil ihtimali olmaksızın, doğrudan doğruya işa­retle, mânasına işaret eden kelimedir.

Şu âyet buna misaldir:

«Namuslu ve hür kacîsnlara (zînâ isnadıyla) iftira atan, sonra (bu bab-da) dört şahîd getirmeyen kimseler (İn herbirine) de seksen değnek vu­run.» [19]

Bu, te'vil ihtimali olmayan açık bir hükümdür.

D- Muhkem: Bu, mânasına açık bir şekilde işaret eden kelimedir, te'vil, tefsir ve nesh kabul etmez.

Şu âyet buna misaldir:

«Allah her şeyi hakkıyle bilendir.» [20]

Çünki, bu nasdan istifade edilen hüküm, te'vil kabul etmeyen, dinin kaidelerinden temel bir hükümdür. Bunun içine, akide ve iman prensip­lerine giren her şey dahildir.

Bu dört kısımdan her kısımda, kuvvet bakımından farklı olmakla be­raber, amel gerekir. Çatışma halinde daha kuvvetli olan tercih edilir. Muh­kem müfessire, mufessir nas'a ve nas açıklığa tercih edilir. [21]

 

2-Hafi (Gizli) Delâlet:

 

Gizlilik, kendisinden maksut olan şeye sigasmda işaret etmeyen keli­medir. Ondan maksut olan şeyi anlamak için dış bir müdahaleye muh­taçtır.[22]

 

A-Gizlilik: Bu,, mânasına açık şekilde işaret eden kelimedir, an­cak mânası, araştırma ve içtihat nev'inden bazı kelimelere uygun ol­maya muhtaçtır. Meselâ, Kur'an'da bulunan hırsız kelimesi ve onun ifade ettiği mânaya intibak derecesi gibi. Aynı şekilde, mânası hırsız mâna­sına yakın olan neşşal (cüzdan hırsızı) ve nebbaş (mezar soyucu, kefen soyucu) kelimesi gibi. Ancak aralarında küçük bir fark vardır ve binne-tice acaba hırsızın hükmü diğer ikisine de tatbik edilecek mi, edilemeye­cek mi? Bu gizliliği içtihat yoluyla gidermek mümkündür. [23]

 

B-Müşkil: Bu, kendi mânasına işaretini gizleyen kelimedir. Bu ka­palılığı, ondan maksadı belirten dış bir karine yoluyla gidermek müm­kündür. Meselâ, şu âyetteki «kar'u» kelimesi gibi:

«Boşanmış kadmlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti

beklerler (beklesinler).» [24]

Şafiî mezhebine göre, «kar'u» «temizlik» demektir, Hanefî mezhebine göre ise «hayız» demektir. [25]

 

C-Mücmel: Bu, işaretini bizzat kendi mânasında gizleyen kelime­dir. Bu kelimeden çıkan bir açıklama (beyan) dışında, bu gizliliği giderme imkânı yoktur. Bu çeşit içine, kanun koyucunun (sâri') lügat mânasın­dan şer'î mânasına naklettiği bütün kelimeler girer. Namaz (Salât), Ze­kât, Oruç (Savm), Hac ve Faiz (Riba) gibi. [26]

 

D-Müteşâbin: Bu, kendi mânasına delâletini gizleyen kelimedir. Onun işaret ettiği mânayı belirten dış bir karine yoktur, Bu çeşidin içine, Allah'ın zâtma ait naslar, sûrelerin baslarında mukattaatm mânası, bizzat Allah'ın yaratmasına ve ona ait vecihlerdeki teşbihler girer. Şu âyet buna misaldir: [27]

 

«Allah'ın Eli Onların Elleri Üstündedir.» [28]

 

Müteşablh âyetlerden insanların menfaatlerine taalluk eden ahkâm âyeti mevcut değildir. Bu kısım, onları ilgilendirmeyen ve belirttiğimiz hususlara münhasırdır.

Müteşabih, gizlilik çeşidinin en şiddetlisi sayılır. Bu sebeple selef, Al­lah'a lâyık olmayan herşeyden onu tenzih etmekle beraber, bunların te'-vili işini Allah'a bırakmıştır. [29]

 

Üçüncüsü -Kelimenin Ahkâma Delalet Etme Metodlan (Yolları) :

 

Usûl âlimleri, kelimelerin ahkâma işaret metodlan (yolları) bahsinde teferruatıyla durmuşlardır. Çünki, bu mevzu, nasları tefsir mevzuların­dan önemli bir mevzudur. Çünki, şer'î nas veya beşerî hukuk nassı olsun, hukukî naslar, ancak temellerin ve kelimelerin, ondan çıkarılan hükme delâlet (işaret) kaidelerinin incelenmesinden sonra, muhtevalı ve geniş bir tefsiri anlaşılabilir. Tabiî, hukuk naslarmdan çıkarılan hüküm, sadece nas-sın doğrudan doğruya delâlet ettiği şeye münhasır kabul edilemez; bunun içine, nassın dolaylı yol ile (olarak) işaret edebildiği şey de dahildir: İşa­rete ve diğerlerine delâlet gibi.

Usûlcülerin metodu, kelimelerin ahkâma delâlet etme yollarını araş-tırmalarındaki metoddan farklıdır. Bu farklılık iki ana metoda bağlana­bilir : [30]

 

A-Delâletlerde Gizli Metod :

 

Hanefî mezhebi kitaplarına bakacak olursak, onların kelimelerin ah­kâma delâlet yollarını dört kısma ayırdıklarını görürüz.[31]

 

1-Nassıgı İbaresi:

 

Buna «İbarenin delâleti» de denilir. Bu, kelimenin, ondan anlaşılan mânaya delâletidir, bu, söze asaleten veya tebean bağlı olan mânadır.

Serahsî şöyle diyor:

«İbaredeki kesinlik, siyakın kendisi için mevcut olduğu şeydir. Nassîn ilıtiva ettiği açık mâna teemmülden önce bilinir.» [32]

Kelimeyi irad etmekten esas maksat olma bakımından asaleten, ya da, ibarenin delâlet zımnına girmesi bakımında tebean, sözün siyakı ara­sındaki hükmünde fark yoktur.

Allah şöyle buyuruyor:                         

«Eğer yetim kızlar hakkında (adaleti yerine getiremiyeceğinİzden) kor-karsanız sfzİn için helâl olan (diğer) kadınlardan, ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Şâyef (bu suretle de} adalet yapamıyacağınızdan endişe ederseniz, o zaman bir (dâne ile) iktifa edin.» [33]

Bu âyet, ibaresiyle birden çok mânaya gelmektedir: Evlenmenin he­lâl olduğu (ibahe), birden çok kadın almanın caiz olduğu, adalet yapıla­mama halinde bir tanede kalmanın gerekli olduğu. Bütün bu hükümler, asaleten veya tebean siyakına ait olsun, nassın ibaresinden çıkarılan hü­kümlerdir. [34]

 

2-Nassın İşareti:

 

Buna «işaretin delâleti» de denilir. Bu, kelimenin, maksut olmayan mânaya işaretidir. Ancak, kelimenin ifadesinin belirttiği hükme bağlıdır. İbare ile hükmün sabit olması ile, işaret ile sabit hüküm arasında fark, birincisinde nas maksut olan şekilde bir mânaya kavuşturulmuştur; hal­buki, işaret maksut değildir, fakat hükmün lâzımıdır. Hüküm çıkarılmada teemmüle muhtaçtır.

Allah şöyle buyuruyor:

«Kendileri ile temas etmediğiniz, yahut kendilerine bir mehir ta'yin ey-İçmediğiniz kadınları boşamissanız, (bunda) üzerinize vebal yoktur.» [35]

Bu nas ibaresiyle boşamanın zifafa girmeden evvel ve mehir verdik­ten sonra caiz olduğuna işaret etmiştir. Bu nassı irad etmekten aslî mak-sad budur. Ayrıca işaret yoluyla, sağlam bir mehir takdir edilmeden de evlenme akdinin tamam olduğuna işaret yoluyla delâlet etmektedir.

Allah bir diğer âyette şöyle buyuruyor:

«Oruç (günlerinizin) gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak helâl edil­di.» [36]

Bu nas, ibare yoluyla gece içinde herhangi bir anda eşlerin birleşme­sinin (cima) caiz olduğuna işaret ediyor, bu nassı şevkten maksat budur. Ve işaret yoluyla, üzerine güneş doğan ve cünüp olan şahsın orucunun sahih olduğuna delâlet etmektedir. [37]

 

3-Nassın Delâleti:

 

Buna «delâletül-delâlet» denir. Bu, kelimenin ifade edilen sabit hükme, ifade, edilmeyen yoluyla, illetteki iştiraki sebebiyle delâleti olup, hü­kümden kastedilen budur. Üzerinde düşünmeye ve içtihada ihtiyacı yoktur.                                                                                        

Şâfiîler buna «Mefhumü'l-muvafaka» ismi verirler. Çünki, hakkında bir şey söylenilmeyen, sükût edilen hüküm, ifade edilen hükme uygun­dur. Bazıları buna «birinci derecede kıyas» veya «açık kıyas» ismini veri­yorlar.

Bu çeşit «nassın delâleti» diye isimlendirilir. Çünki, nasdan çıkarılan hüküm, ondan doğrudan doğruya çıkarılmıyor, içtihada ihtiyaç olmadan, nassm medlulünden çıkarılmaktadır.

Allah şöyle buyuruyor:                           

«Âna ve babaya iyi muamele edin, diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her İkisi senin nezdinde ihtiyarlığa ererîerse, onlara öf!" bile de­me.» [38]

Bu nasdan açıkça anlaşılan «öf» kelimesinin yasaklandığıdır. Çünki, bu kelimede anne-babaya eziyet ve üzüntü mânası vardır. Aynı zamanda hatıra gelen anne-babayı dövmek ve onlara hakaret etmenin, her ikisinin de eziyet olması sebebiyle, yasaklandığıdır. [39]

 

4-Nassın İktizası:

 

Buna, «iktizanın delâleti» ismi verilir. Bu, bir sözün sükût geçilen bir işe, bu sözün doğruluğunun ona bağlı olduğu ve mânasının ancak onunla isabetli olacağına delâlet eder.                    -

Bu Üç çeşittir :

Sözün doğruluğunun takdiri vâcib değildir.

Hz. Peygamber (SaUalîahü Aleyhi ve Setîem) şöyle buyuruyor:

«Aüah ümmetimden, hatayı, unutmayı ve korkuyu kaldsrmsştir.»

Hata ve unutma, vukuu muhal olan ve hatıra gelmeme ihtimalinde kaldırılmıştır. Söz, ancak gizli olan (mahzuf) şeyin takdiri ile tarh ola­rak anlaşılabilir. Ve söz hatanın günahı ve hükmünü ortadan kaldırır.

-Sözün sıhhatini takdir aklen vâcib değildir.

«Aralarında geldiğimiz kervana da sor.» [40]

Şayet söz, ancak mahzufun takdiri iie sıhhatli olacaksa, (âyet şöyle anlaşılır) : «Köy halkına sor.»

-Şer'an kelâmın sıhhati için takdiri şart değildir. Bir şahsın diğer bir şahsa şu sözü gibi: «Köleni bine (bin dinara) azat ediyorum.» Bu söz sıhhatli değildir, çünki köle, ancak sahibi tarafından azat edilebilir. Bu söz, tıpkı şöyle söylenmiş gibidir:

«Köleni bana bin'e sat, sonra ben onu azat edeceğim.»[41]

 

B- Delâletde Mütekellimînin Metodu:

 

Mütekellimînin veya Şâfiîlerin delâlet usûlleri hakkında metod-ları, bahsettiğimiz Hanefî âlimlerinin metodlarmdan farklıdır.

Arabça bir kelimenin, bir hükme delâletine ait mütekellimînin da­yandığı metod iki kısma ayrılır:[42]

 

1-Konuşulanın Delâleti:

 

Bu, kelimenin, sözde zikredilen ve üzerinde konuşulan hükme delâ­letidir, mutabakat halinde veya teyid ederek, ya da iltizam ederek ola­bilir. Bu delâlet ya sarih, ya da zımnî (sarih olmayan) olabilir.

Sarih delâlet, Allah'ın şu âyetinde:

«Halbuki, Allah, alış verişi helâl, ribâyı (faizi) haram kılmıştır.» [43]olduğu gibi, alım-satımın helâl, faizin haram olduğuna delâleti  gibidir. Çünki nas, doğrudan doğruya buna delâlet etmektedir.

Zımnî delâlet ise, kelimenin iltizam yoluyla bir hükme delâletidir. Yâni, kelime doğrudan doğruya bir hükme delâlet etmiyor, bunun üze­rine mütekellim için bir mânanın maksut olup olmamasına göre ayrılıyor. Metnin delâletini dört şekilde taksim edebiliriz:

A- Metnin sarih delâleti: Bu, kelimenin, mutabakat veya tesanüt (destek) yoluyla bir hükme delâleti olup, Hanefîlerce kabul edilmiştir (ibaretu'n-Nas).

B- Delâletü'l-İktiza : Bu, kelimenin, mütekellim için lâzım~ı _ mak­sut olana, kelâmın doğruluğu ve aklen ve ger'an kabulüne bağlı olarak, delâletidir. Delâletü'l-İktizanm misallerini zikretmiştik. Şu âyet gibi :

«Araiarınaa geldiğiniz kervana da sor.» [44]

Yani, köy halkına sor.

Hz. Peygamber (Salltllahü Aleyhi ve Sellem)'m şu sözü de misaldir:.

«Allah ümmetimden hatayı, unutmayı ve korkuyu kaldırmıştır.»

Yani, hata ve unutma sebebiyle ortaya çıkan günahı kaldırmıştır.

C- Delâletü'1-îmâ : Bu, kelimenin, mütekellimîn için lâzım-ı maksut olana, kelâmın doğruluğu, aklen ve şer'an kabulüne bağlı olmayarak, de­lâletidir : Sanki, hüküm, illet olmasa ihtiram makbul olmayacakmış gibi bir vasıf ile ihtiram edilmiş olmaktadır. Şu âyetteki:

«Erkek hırsızla kadın hirsızm o irtîkâb ettiklerine bir karşılık ve ceza ve.Allah'tan (insanlara) ibret verici bir ukubet olmak üzere-ellerini ke­sin.» [45]

Hırsızlık el kesimi için illettir. Hz. Peygamber (Sallalkıhü Aleyhi ve Seîlemyin şu hadîsi de misaldir:

«Kim ölü bir toprağı ihya ederse, toprak onun olur.»

Burada, ihya etmenin, mülkiyet sebebi olduğuna imâ ile delâlet vardır.

D- Delâletü'l-İşare : Bu, kelimenin, mütekellim için maksüd olma­yan lâzıma delâletidir. Fakat, nassin mânası için lâzımdır. Şu âyet buna bir misaldir:                                                            

«Onun bu taşınması ile sütten kesilmesi (müddeti) otuz aydır.» [46]

Şu âyet de bir misal teşkil eder :

«Sütten ayrılması 6a iki yıl (sürmüştür).» [47]

Burada hamileliğin asgarî müddetinin altı ay olduğuna delâlet vardır.[48]

 

2-Delâletü'l-Mefhum :

 

Delâletü'l-Mefhum ikiye ayrılır:[49]

 

A-Mefhumu'l-Muvafakla:

 

Bu, konuşulan hükmün, meskût geçilen şeye, içtihada ihtiyaç kalma­dan, mücerret lisan bilgisi ile, uygun bularak veya reddederek kelimenin delâletidir.

Buna Hanefî âlimlerince «delâletü'n-Nâs» ismi verilir.

Şu âyet buna misaldir:

«Eğer onlardan biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa arerlerse onlara "öf!" (bile) deme.» [50]

Bu nass, eziyet ve üzüntülerine sebep olduğu için, ebeveynin dövül­mesi ve onlara hakareti de içine alır. Allah'ın onlara söylenilmesini ya­sakladığı aynı illet, bu halde de söz konusudur. Çünki, bütün bu tasar­ruflar (davranışlar) ebeveyn için kötüdür.[51]

 

B-Mefhumu'I-Muhalefe :

 

Bu, kelimenin, meskût geçilen hükmün sübûtuna, hükümdeki mute­ber sınırlardan bir sınırın olmadığına metnin delâlet etmesi sebebiyle, de­lâletidir. Şu kısımları vardır :

Meihumu's-Sifa: Bu, sınırlı hükmün mütenakız olmasının, kendi­sinden bu sıfatı nez'eden (kaldıran) bir sıfat ile sübutudur.

Bu âyet bir misal teşkil eder:

«Sizden kim hür ve güc yetiştiremezse, o halde rinizden (alsın).» [52] müslüman kadınları  nikâhla alacak bir

Bu âyet, metni ile, müslümanm, şayet hür kimselerle evlenmeye gücü yetmiyorsa, mü'min olan cariyelerle evlenebileceğine işaret (delâlet) edi­yor. Mefhum-u muhalifi ile, onun kâfir câriye ile evlenmesinin haram ol­duğuna delâlet ediyor.

Mefhumu'ş-Şart: Bu, mütenakız hükmün, bu şartın olmaması ha­linde bir şart ile bağlı olmasının sübûtudur.

Su âvet buna misaldir:

«Eğer onlar yüklü iseler, yüklerini koyuncaya kadar nafakalarını ve­rin. Eğer (kendÜerİnden olan evlâdlannızı) sizin faidelerinize emziHrlerse, onlara ücretlerini verin.» [53]

Bu âyet metni ile, iki talâk ile boşanmış kadının, şayet boşandığı sı­rada hamile idiyse, nafaka hakkı olduğuna delâlet etmektedir. Mefhum-u muhalifi ile de, üç talâk ile boşanmış bir kadının, şayet boşandığı sırada hamile değil idiyse, hükmün bağlı olduğu şart bulunmadığından, nafaka hakkının olmadığına delâlet etmektedir.

Bu konuda usûl âlimlerinin zikrettiği diğer bazı sınırlar daha vardır : Lâkab, hasr, gaye, âdet gibi ve mefhum-u muhalife dayanarak, sabit bir hükmün mütenakız olduğunu isbat eden diğer sınırlar. [54]

 

Dördüncü Bahis                            

 

İslâm Hukukunda Ahkâma Ait İçtihatların  Kaynakları                                 

 

İslâm Hukukunun kaynakları ikiye ayrılır:

Birincisi -Sabit kaynaklar: Bunlar Kur'an ve Sünnetdir. Kur'an ve Sünnet yolundan saparak, sabit hükümlere muhalefet hiç bir şekilde mümkün değildir. İslâm Hukukunun aslî kaynakları işte bunlardır.

İkincisi -İçtihat kaynakları: İçtihat kaynakları kelimesi, sabit nas-ları anlamada yapılan içtihat veya sabit naslar dışındaki metinlerde içti­hat yoluyla ortaya çıkan sabit hükümler hakkında kullanılır.

Sabit naslardan elde edilmiş sabit ahkâm iki kısma ayrılır:

1- Kat'  (kesinlik)  yoluyla naslardan çıkarılmış hükümler: Belirtti­ğimiz tefsir kaidelerine uygun olarak nassm doğrudan doğruya delâlet et­mesinde olduğu gibi. Bu hükümler bağlayıcıdır.

2- İçtihat ve zan yoluyla naslardan çıkarılmış hükümler. Bunlar de­lâlet yoluyla naslardan çıkarılmış ahkâmlardır. İçtihadı hükümler olduk­larından, bu hükümler kat'î sayılmazlar. O halde her müçtehit, yerleşmiş içtihat kaidelerine uygun olarak, nassı anlamada,    içtihadının kendisini götürdüğü tarzda içtihat edebilir.[55]

 

Birinci Başlık

 

İçtihat Bahisleri

 

Birinci Altbaşlık

 

Beşerî Hukukta İçtihadın Tarihi

 

Lügat mânasında içtihat, bir işi gerçekleştirmek uğruna sarfedüen gayrete işaret eder. Usûl mânasında içtihad ise, hukukçunun, delilinden hüküm çıkarma uğrundaki aklî gayret sarfıdır.

Bilindiği gibi, hukukî hükümler, kendisinden doğrudan doğruya mak­sat olan hükme işaret edebilir. Bu halde, içtihada yer yoktur. Hukukî hü­kümler, dolaylı olarak başka bir hükme de işaret edebilirler. Bu takdirde, müçtehit içtihadına dayanır. Bu sebeple, semavî olsun, beşerî olsun, hu­kukî hükümlerde içtihada dayanmak kaçınılmazdır.

Roma devrine bakacak olursak, Romalı hukukçuların, cumhuriyet dev­rinde hukukun kaynaklarından biri olarak içtihada dayandıklarını görü­rüz. Daha sonra İmparatorluk devrinde, imparatorlar içtihadı kendilerine münhasır kılmak istediklerinden, içtihadın hukukî değeri azalmıştır.

Modern asırda, 19. asır içinde hâkim olan geleneksel ekol, hukukî hü­kümlere taalluk eden her türlü resmî müdevven kanuna dayanıyordu. Hatta Paris Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. «Blonde», 1841 yılında manevî ve siyasî ilimler sahasına ait raporunda, o zamanda hukukî hükümlerin tek kaynağının sadece kanun olduğunu açıkça belirtmişti. Zaruret halin­de, istedikleri mes'eleleri, mantıkî kıyas yoluyla, bu mantıkî kıyas, ada­let ve nasafet kaideleri dışına çıkmaya sebep olsa da, mukaddenıeler ve neticeleri ortaya çıkararak kanuna yüklüyorlardı.[56]

Ancak bu'ekol (medrese), bir nassın dış görünüşüne itimat edip da­yanması sebebiyle, dağılmağa başladı ve aklî ekol ile mevcut sosyal şart­lara uygun olarak nasların tefsirine dayanan tarihî ekol doğdu. Ancak nasların tefsirine girmiş ve kanundan olmayan şeyleri onun içine ithal etmiştir.

Bu ekol, Fransız hukukçusu «François Gene» tarafından ileri sürülen ve kanun yanında ve kanundan az değeri olan diğer bazı kaynakları ka­bul eden modern nazariyeler önünde tutunamamıştır. Romalılar da bir hukuk kaynağı olarak içtihadı kabul etmişlerdi. [57]

Dr. Devfctlibî şerhinde bu mevzu hakkında şunları söylüyor:

«Belirtilenler iki metodu bize öğretmiştir: Modern Hukukdaki gele­neksel ve aklî ekol; her ikisi de, içtihadı, hukukun kaynaklarından müs­takil bir kaynak olarak ileri sürmezler. Bu sebeple her ikisi de, ondan, ancak, ya kanun hükümlerine hamletme ve muteber olarak ondan çık­ması, ya da, müstakil ve modern sosyal menfaat (maslahat) fikrine da­yanması halinde, bir şey kabul ederler. Bu, bu asrın başında, Prof. «Fran-çois Gene»'nin, toplumun menfaatini himaye için kanunun yanında hu­kukî bir kaynak ikame gayesiyle ve toplumun menfaatlerindeki yenilen­meye tâbi olarak yasama seviyesiyle devam etmeye teşvik ve bu yolda uyandırmak arzusundan hareketle iîeri sürdüğü üçüncü metodun gerek­lerindendir.

Görüyorsunuz ki, İslâm Hukuku, bugün toplumun menfaatini koru­mak ve hukuk seviyesini yükseltmek için toplumun zaruretlerinden biri olarak kabul edilen hu son merhaleyi çoktan katetmiştir. Ve 14 asırdan-beri içtihadı, Kur'an'ın nasları yanında hukuk kaynaklarından bir kay­nak olarak kabul etmiştir...» [58]

 

İkinci Altbaşlık

 

İslâm Hukukunda İçtihadın Tarihi

 

İslâm Hukukunda içtihadın tarihi Hz. Peygamber (Sallaîhhü Aleyhi ve Sellem, devrine kadar uzanır. Çünki (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem), hakkında henüz Ailah'dan bir vahiy inmemiş ve kendisine sunulan çok mes'elelerde içtihat yapıyordu.

1-Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) devrinde içtihat:

Âlimler, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihadı mevzu­unda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bilindiği gibi, Allah Kur'an'ı Peygam­berine (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) indirmiş ve ona, onu insanlara bildirme­sini ve aralarında onunla hükmetmesini emretmiştir.

Buna dayanarak, Kur'an'da mevcut hükümler hakkında, Kur'an'da hüküm bulunması sebebiyle, içtihada yer yoktur. Ama acaba, hakkında Kur'an nazil olmayan hükümler hakkında Peygamber içtihat yapabilir mi?

Burada, Hz. Peygamber (SailalkıhüA ieyhi ve Sellem} 'den sâdır olan iç­tihatları ikiye ayırabiliriz :[59]

 

Birincisi -Açıklayıcı İçtihatlar:

 

Bu içtihatlar, Kur'an'da mevcut hukukî hükümler kısmına girer ve özet olarak açıklama, mutlakı sınırlama ve geneli özelleştirmeyi içine alır. Bu grup içtihatlara misal şu hadîsler verilebilir :

«Bir kadını amcası, dayısı, erkek kardeşinin oğlu, kız kardeşinin oğluna nikahlamayınız (onunla evİendirmeyİniz). Şayet böyle yaparsanız, akraba­lığınızı  koparırsınız.»

Bir diğer hadîs de şudur:

«Neseben yasak olan, süt emzirme bakımından da yasaktır.»

«Katil, mirasçı olamaz veya varise vasiyet yapılmaz.»

İçtihadın bu çeşidi, Kur'an'daki hükümlerin beyanı için olup, sıhhati (doğru olduğu)  isbat edildiği takdirde, değeri Kur'an seviyesindedir.[60]

 

İkincisi -Mutlak İçtihat:

 

Bu içtihatlar, ıstılah mânasında içtihat mefhumuna girer (dahijdir). Yani, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir görüşe varmak için, aklını ve gayretini kullanmaktadır. Bu gibi durumlarda çoğu defa ashabı ile istişare eder, onların görüşünü alır ve maslahatı gerçekleştirecek mü­nasip neticeyi söylerdi. Halbuki birinci çeşit içtihatta, ashabının istişa­resine ihtiyacı yoktu.

Bu sebeple Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyur­muştur :

«Ben aranızda hakkında vahy nazil olmamış mevzularda, görüş (rey) ile hükmederim.»

Çoğu defa bundan sonra bu içtihadı kabul eden veya etmeyen vahy nazil olurdu. Bu içtihadın içine, Bedir esirleri için fidye kabul ederken yaptığı içtihad girer. Allah onları şu sözlerle azarlamıştı:

«Hiç bir peygamberin yeryüzünde ağır bassp (harb edip) zaferler ka-zanıncaya kadar (muharib düşmandan) esirler alması (vaakî1) olmamış­tır.» [61]

Aynı şekilde, müşriklerin liderleri, İbn-i Ümm-ü Mektum'dan tama-an yüz çevirdikleri zaman, istimale (ona meylettirmek) için yapmıştır. Allah şu âyetle onları azarlamıştır :

«Yüzünü ekşitip çevirdi, kendisine o a'maa geldi dİye.»[62]

Ve Mekke'nin Seyyidini iz'aç etmelerini nehyetmiş ve şevkini kırma­malarını söylemiştir. Abbas, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem.) 'e şöyle demiştir :

«Sakın azhar olmasın.»

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona şöyle cevap vermiştir:

«Sadece azhar olacak.»

Bununla beraber biz Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyia içti­hadında âlimlerin ikiye ayrıldığını görüyoruz :

1-Eş'arîler ve birçok Mu'tezile, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihat yapamayacağı görüşündedirler. Çünki, ondan sâdır olan fiiller ve sözler şu âyet gereğince hata kabul etmezler:

«Kendi (re'y-ü) nevasından söylemez O; O kendisine (Allah'tan) İîkaa edilegelen bir vahy d en başkası değildir. [63]İçtihat ise hatalı veya isabetli olabilir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in ise, hatalı olması imkânsız olan vahye dayandığı için, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihada başvurması caiz de­ğildir.

Buna ilâve olarak Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), kendisi­ne sunulan birçok mes'elelerde vahiy beklerdi. Bunun misallerinden biri şudur: Sâd bin Er-Rabi'nin iki oğlunun miras mes'elesinde, çocukların annesi Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e gelmiş, çocukların amcasının çocukların babasının bıraktığı mirastan hisse aldığını söyleye­rek şikâyet etmiştir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle de­miştir :

«Bu mes'elede Allah hüküm versin.»

Bundan sonra şu âyet nazil olmuştur:

«Allah sîze (miras hükümlerini şöylece) tavsiye (ve emr) eder: Evlâd-lannız hakkında (ki hüküm) erkeğe iki dişinin payı mikdarrdır.» [64]

2-Usûl âlimlerinin büyük çoğunluğu Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in, insanlar arasında tatbik edilme gerekliliğini bildiren âyetler umumî oldukları için, Allah'ın istediği doğru şekilde tatbik için içtihad yapabileceği görüşündedirler. İçtihad, kusursuz hareket ettiği söylenemeyen müçtehid için caiz olduğuna göre, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) için evleviyetle caizdir. [65]

Gazzali, «EI-Mustasfa» isimli kitabında Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihadı mes'elesi hakkında hukukçuların nakledilen görüşleri hakkında şöyle diyor :

«Gerçek olanı halk söylemiştir, diğerleri inkâr etmiştir. Geriye üçün­cü grup kalıyor, en doğrusu odur. O, onun hakkımda kat'î bir delil geti­rilmemiştir.» [66]

Bundan sonra âlimlerin bu konudaki görüşlerini zikretmektedir.

Muhterem müellif Abdülcelü İsa Ehu Nasır, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihad yapması konusunda bir risale telif etmiş ve orada, taraftarlar ile karşı çıkanların kanaatlarmı zikretmiş, daha sonra da Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'-'den sâdır olan kavlî, fiilî ve ikrar tarzındaki içtihad çeşitlerini anlatmıştır. [67]

 

2-Sahabe Asrında İçtihad:

 

Sahabelerin içtihad yaptığında hiç bir âlim farklı düşünmemektedir. Bilindiği gibi, sahabeler Hz. Peygamber (Saltallahü Aleyhi ve Sellem) 'in ha­yatında içtihad yapıyorlardı, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de on­ları teşvik ediyor, sahabeler yaptıkları içtihadın Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e arz ediyorlar, şayet kabul ederse, bu takriri sünnet olu­yordu.

Haris bin Ömer, şu vak'ayı naklediyor : Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) , Muaz (Radiyallahu anh) Yemen'e göndermek istediği za­man ona şöyle dedi:

«Sana bir mes'ele arz edilirse, nasıl hüküm verirsin?»

Muaz şöyle dedi:

«Allah'ın kitabîyle hükmederim.»

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)  şöyle dedi:

«Şetyet kitapta hulanıazsan?»

Muaz cevap verdi:

«Allaîı'in Kesûlünün Sünnetiyle.»

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)  şöyle dedi:

«Allah'ın Resulünün Sünnetinde ve Allah'ın kitabında bir şey bula­mazsan?»

Muaz şöyle dedi:

«Reyimle içtihat ederim.»

O zaman Hz. P'eygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Muaz'ın sırtına vurdu ve şöyle dedi:

«Allah'ın Resulünün razı olacağı şekilde, Allah'ın Resulünü muvaffak kılana şükürler oEsun.»

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Amr bin Âs (Radiyallahu anh) a bazı mes'elelerde hüküm vermesini emretmiştir. Amr ona şöyle dedi:

«Sen hazır olduğun halde (yanımda bulunduğum halde) mi hüküm vereyim?».

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:

«Evet, şayet isabet edersen iki sevap, hata edersen bir sevap var.»

Sahabe, Hz. Peygamber (Saiiaiiahü Aleyhi ve Sellem) 'in vefatından son­ra kuzeyde ve doğuda uzak topraklara kadar yayılmış İslâm toplumunda ortaya çıkan yeni problemleri halletmek için içtihat yapmaya mecbur olmuşlardır. Bu gaye ile Hz. Ömer (liadiyailahuanh), tayin ettiği kadısı Eûu Musa hükümlerinde kıyasa dayanmasını şu sözlerle emret­miştir :

«Sana gelen ve Kur'an ve Sü&net'te olmayan mes'elelerde anlamaya çaİış, sonra kıyas yap.» [68]

Hz. Ömer (Radiyallahu anh) sahabeler arasında içtihatları ile şöhret bulmuştu. Önemli içtihatlarından bazıları şunlardır :

1- Irak'taki    sevat    toprakları    hakkındaki    içtihadı    Hz.,   Ömer (Radiyallahu anh) bu topraklan fetheden askerler arasında paylaştırmayı reddetmiş, onu esas sahiplerinin elinde bırakmış, ama onlara beiii bir ha­raç yüklemiştir. Bu, ehl-i zimmeye konan ilk haraçtır.

2- Zekât mallarından kalpleri islâm'a ısındırmak için para sarfına engel olma konusundaki içtihadı. Bilindiği gibi, Kur'an'da Allah'ın   (Azzfi

veCeile) saydığı sekiz sınıf insan için bu yoldaki sarfiyat bir güvenlik teşkil ediyordu. Hz. Ömer (Radiyatlahu anh) onlara bu sarfiyatın yapılma­sına engel oldu, çünki artık İslâmiyet kuvvetlenmişti ve buna ihtiyacı yoktu.

3- Hırsıza verilecek cezanın durdurulması konusundaki içtihadı. Bu, müslümanlara açlık ve kıtlığın arız olduğu yıl görülmüştür, çünki, hırsız, hırsızlık yapmada mazurdur ve el kesmek, hırsız ile hırsızlık arasında hiç bir zaman bir perde olmamıştır.

4- Hazife hin El-¥eman'ın, caiz olmakla birlikte, müslürnan olma­yan ehl-i kitap bir kadınla evlenmesine mani olması konusundaki içtihadı. İçtihadına sebep müsiümanlarm bu tarzı benimsemesinden korkması ve bunun mü'min kadınlar için bir fitne olmasıdır.[69]

 

3- Tabiin Ve Ondan Sonrakilerim, Devrinde İçtihad:

 

Sahabe (Radiyallahu anh) asrından sonra, İslâm toplumunda birçok problemler ortaya çıktığı için, içtihad sahaları genişlemiş ve içtihad me-todları zenginleşmiştir. Sahabeler arasında içtihad metodlarmda görüş ayrılıkları başlamış, daha sonra da, Said bin El-Müseyyeb ve Urve bin Zübeyir ve Kasım bin Muhammed (Radiyallahu anhüm) gibi tabiinden talebeleri gelmiştir.  Bu ekol, bu  sıradaki hukukî istikametler arasında baş mevkii almayı başarmıştır. Metodu, hadîsi almak, reyi ise, istisnaî haller dışında reddetmektir. Bu sebeple bu ekolün mensupları hadîsleri araştırıyorlar, onunla amel ediyorlar, zayıf da olsa, hadîsin reyden üstün olduğunu ileri sürüyorlardı. [70]

Eey veya Küfe medresesi ise, hadîslerin rivayetlerinde müşkülpesent davranıyor ve sıhhati ispat edilinceye kadar kabul etmiyordu. Kendi­sinde sıhhat şartları bulunmayan hadîsleri red etmiş, bu sebeple rey'e dayanmıştır. Bu ekole, Abdullah bin Mesud ve Ali bin Ehî Talib gibi, Irak'a intikal eden bir kısım sahabe ile, Alkanıe bin Kays, Esved bin Yezid ve Şerih bin El-Haris gibi âlimler mensuptur. Her ikisinin Kûfe'deki tale­beleri büyük rol oynamışlardır.

İki medrese arasındaki görüş ayrılığına sebep, Medine'de, Medine'­nin Peygamber (Salİaliahü Aleyhi ve Seller.ı) 'e ve sahabelerine ait olması se­bebiyle, birçok sahih hadîsin bulunmasıdır. Bu sebeple onlardan hiç biri bir hadîste dahi yalana tevessül etmemişlerdir.

Halbuki Irak'ta ise hadîs azdı ve çoğunda da sıhhat şartı mevcut de­ğildi. Bu sebeple Irak'taki rey görüşünü benimseyen âlimler hadîslerin kabulünde çok müşkülpesent davranıyorlardı, özellikle İslâm toplumunda siyasî bölünmeden ve gerçekten hadîslere uydurmacılığın girmesinde açık tesiri görülen çeşitli grupların ortaya çıkmasından sonra.

Bu iki ekolden (medreseden) her birinin âlimleri, diğerini hüküm çıkarmadaki metodlan sebebiyle ayıplıyorlardı. Medine âlimleri Küfe âlimlerinin fetvadaki cür'etlerini ayıplıyorlar; rey âlimleri ise, hadîs âlim­lerinin zayıf hadîs almalarını takbih ediyorlardı. Birçok mes'elede : «La edri = Bilmiyorum» sözünü söylerlerdi. [71]

Zannederim, işin başında kuvvetli şekilde başlayan bu görüş ayrılı­ğı, daha sonra, iki medrese arasında vukua gelen yakınlık sebebiyle, şid­detini kaybetmiştir. Şafiî'lerin, hadîs ve rey'in arasını birleştirmeye ça­lıştıklarını, Medine'de Mâlik bin Enes ve Irak'da Ebu Hanife'nin talebesi Muhammed ibnu'l-Hasan'dan ilim öğrendiklerine şahit olmaktayız (gör­mekteyiz).

^Iki ayrı istikametin yakınlaşmasına tesir eden bir diğer sebep de, hadis ıstılahları ilminin ortaya çıkması yoluyla, hadîs-i şerife hizmet ve sahih rivayetleri uydurma hadîslerden ayıklama faaliyetidir. Hadîsler her ıkı taraf için de sahih kabul edilince ve mevzu (uydurulmuş) hadîsleri her iki taraf da bilince, iki medresenin âlimlerinden hiçbirinin, sahih hadîsi almanın vâcib olduğu, onun bütün rey çeşitlerinden önde geldiği ve uy­durulmuş hadîslerin, aslı olmadığı için, reddedilmek gerektiğinde itirazı ve görüş ayrılığı kalmamıştır. Görüş ayrılığı olarak geriye mahdut bir saha kalmakta, yani, sıhhat derecesine varmamış ve mürsel hadîs ve di­ğerleri gibi, uydurulmuş olduğu isbat edilmemiş hadîs çeşitlerini almanın caiz olmasının derecesi noktasındadır.

îki hukuk ekolünün yakınlaşmasına usul-ü fıkh ilminin doğuşu ve istinbat kaidelerinin konulması da yardımcı olmuştur. Bilindiği gibi, İmam Şafiî, «Risale» isimli eserinde bu kaideleri tedvin eden ilk âlimdir. Bun­dan sonra içtihad, bilinen, sağlam ve bağlayıcı kaidelere bağlı olarak ya­pılmaya başlanmıştır.

Bu sebepler, daha sonraları iki ekol arasında bir nevi yardımlaşmaya götürmüş, her âlim veya fâkih (hukukçu), iki taraf arasını birleştirmeye başlamış, sahih hadîsleri alarak onu, içtihadın bütün çeşitlerine üstün tutmuş ve hakkında nas bulunmayan yerlerde kıyas ve istihsan yoluyla içtihat yapma yoluna girmiştir. [72]

İslâm Hukukunu, fıkhı olgunluğa ve hicrî 3. ve 4. asırlarda ulaştığı hukukî tekâmüle ulaştıran da büyük hamleyi yaptıran bu metoddur. Bu­na bağlı olarak, bütün islâmî ilimlerdeki tedvin hareketi de rol oyna­mıştır.[73]

 

Üçüncü Altbaşlık

 

İçtihadın Delil Kuvveti

 

Alimler, içtihadın, sübut, delâlet veya bu naslarm beyan ve tavzihi bakımından, dinî nasiara bağlı ve gereği ile amel edilecek delil olduğunda görüş birliği içindedirler.

Ama, hakkında nas bulunmayan bir şer'î hükmü anlamadaki içtihat ise, aşağıdaki sebeplerle hüccet bakımından farklıdır [74]

1-Şiîler, Nazzam, Zahirîler ve bir kısım Mutezile, bu içtihatm de­lil teşkil etmediğini ve caiz olmadığını söylüyorlar. Görüşlerine delil ola­rak diyorlar ki; Kur'an ve Sünnetteki naslar, Özet olarak, insanın haya­tında muhtaç olduğu şeyleri bilmesi için kâfidir. İnsanın kıyas ve diğer içtihadî hususlara dayanmasına ihtiyacı  yoktur. Hakkında  nas varsa, onunla amel edilir, nas yoksa aslolan ibahedir (serbestlik, caiz) esası üze­rine hareket eder. Kur'an ve Sünnetteki naslar ve sahabeden nakledilen sözler (asar), hepsi, rey'e dayanmanın veya onu şer'î hükümler sahasında kabul etmenin sıhhatli bir davranış olmadığını te'kid ettiğini söyleyerek görüşlerine destek alıyorlar. [75]

2-Âlimlerin çoğu içtihada dayanma görüşündedirler. İçtihat, şer'î hükümler sahasında şer'î bir hüccet (delil) kabul edilmektedir. Buna da Kur'an ve Sünnet'den ve aklî birçok delil getirmektedirler. [76]

Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:

«Ey îman edenler, Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahihlerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygambere döndürün.» [77]

Burada hükümleri Allah'a ve Resulüne döndürmekten maksat, hak­kında nas bulunmayan hallerde, bu hükümleri anlamada içtihat yoluyla şer'î hükümlerin gerektiği şekilde amelde ihtilâf çıktığı takdirde onlara başvurmaktır.

Sünnet ise; hakkında nas bulunmayan meselelerde içtihada dayan­maya cevaz veren çok hadîs mevcuttur. Bunlardan bir misal, Muaz bin Cebel hakkında rivayet edilen hadisedir:

Hz. Peygambev(Saltollahü Aleyhi ve Sellem), Muaz (Radiyallahu anh)\ Yemen'e göndermek istediği zaman ona şöyle dedi:

«Sana bir mes'ele arz edilirse, nasıl hüküm verirsin?»

Muaz (Radiyallahu anh)   şöyle dedi:

«Allah   (Azze ve Cellejm kitabiyle hükmederim.»

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selle m) şöyle dedi:

«Şayet kitapta bulamazsan?»

Muaz (Radiyallahu anh)  cevap verdi:

«Allah'ın Resulünün Sünnetiyle.»

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:

«Allah'ın Resulünün Sünnetinde ve Allah'ın kitabında bulamazsan?»

Muaz (Radiyallahu anh)  şöyle dedi:

«Reyimle içtihad ederim.»

O zaman Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Muaz   (Radlyallahu anh)hn sırtına vurdu ve şöyle dedi:

Akıl içtihad ile amel etmeyi iktiza eder, çünki, naslar, miktar bakı­mından sınırlı (az), halbuki beşerî hadiseler çok çeşitlidir. Hükümlerin birbirine kıyas edilmesi ve âlimlerin tesbit edip koyduğu usûl kaidele­rine uygun olarak, ası] (temel) esaslarına cüz'i hükümler ilhak etme (ek­leme)  temeline dayanan içtihattan vazgeçmemiz mümkün değildir.

Rivayet edildiğine göre, sahabeler, hakkında nas gelmemiş birçok mes'elelerde içtihada sığınmakta ve ona dayanmakta idiler. Ve içtihad-ları tatbik edilir ve dayanak teşkil ederdi.

Sahabelerden sâdır olan naslarm bazısı, rey ile amel ve gereğini tat­bikten yetmektedir.[78] Ancak buradaki rey'den maksat, hevaya dayanan ve cehaletten ortaya çıkan mücerret rey'dir. Âlimlerin yaptıkları içtihat ise, mücerret bir rey (görüş) den ortaya çıkmadığı gibi, içtihatlarının sebebi de, heva değildir, daha çok, hakkında nas bulunmayan hükümle­rin, hakkında nas bulunan hükümlere kıyasıdır.

Anlattıklarımız bize rey'in iki kısım olduğunu göstermiştir :

1- Cehalet ve nevadan çıkan rey, ki haramı helâl veya helâli ha­ram yapabilir. Bu çeşit rey caiz değildir, hiç kimse onun caiz olduğunu söylememiştir. Bu çeşit rey, tatbikten nehyedildiğimiz mezmum bir reydir.

2- Hakkında nas bulunan hükümlere aykırı olmayan ve müçtehit-lerden sâdır olan rey. Burada, kıyas yapılan ve kıyasa esas hükümde illet şartı bulunması halinde, kıyas yoluyla naslardan birine bir görüş ilâve etmedir. Bu çeşit rey, sahabelerden hiçbirinin caiz olmadığını söyleme­diği arzu edilen bir reydir.

Dördüncü Aitbaşlik

İçtihad kolay bir faaliyet değildir ve âlimler nezdinde muteber ola­bilmesi için ancak kendisinde şartları bulunanlardan sâdır olabilir. Bu şartlar şunlardır:

1- Müçtehid, sarf ve nahiv olarak arapçaya, âlim derecesinde vakıf olmalı, mânalar hakkındaki açıklamaların esaslarını bilmelidir. Bu şart ona, şer'î nasları doğru (sıhhatli) şekilde anlama, genel ve özel hük­mü, hakikat ve mecazı, sarih ve kinaye arasındaki farkı idrak etme ka­biliyeti verecektir. Bu şartlar, ancak arabî ilimlerde geniş şekilde bilgisi bulunan kimselerde gerçekleşebilir.

2- Kur'an ilimleri âlimi olmalıdır : Nüzul sebepleri, nâsih ve mensun Mekkî ve Medenî âyetler ile Kur'an hükümlerini sıhhatli bir şekil­de anlaması için müçtehide yardımcı olacak Kur'an ilimlerine bağlı olan (ilimleri) bilmek.[79]

3- Hadîs ve hadîs ilimlerinde âlim olmak ve sahih hadîsi zayıftan ayırmak için ıstılah kaidelerini bilmek. Kendisinde sıhhat şartlan bulu­nan hadîsi tatbik, hüküm sahasında kullanılmayan zayıf hadîsleri terk eder.

4- Usûl-ü Fıkh kaidelerinde âlim olmak. Bu kaideler, tefsir kaide­leri hakkındaki bahisde üzerinde durduğumuz istinbat kaideleri ve de­lâlet metodlarma uygun olarak, asıllarından hüküm çıkarmakta ona yar­dım eder.

5- Kanun koyucu (Sâri') nun maksadını anlamaya yardım edecek fıkhî meleke sahibi olmak ve iki mes'elede illetin uymasından sonra ben­zeyeni kıyas edebilmek, görüşü görüşle karşılaştırabilmek için illeti bil­mek. [80]

 

İkinci Baslık

 

İçtihadın Çeşitleri

 

İçtihat, hukukun bir kaynağı kabul edilir. Hukukun kaynakları ikiye ayrılır:[81]

 

Birincisi. Sabit Kaynaklar:

 

Bu, Kur'an hükümleri ve sahih sünnetleri içine alır. İslâm Huku­kunun esası bu kaynaklardır. Diğer herhangi bir kaynağın, bu aslî hüküm­lere aykırı olması mümkün değildir. Biz, mükellefler olarak bu nasların gereği ile amel etmeğe mecburuz; nas bulunan konuda içtihada yer yok­tur: «Mevrid-i masda içtihada mesağ yoktur.» (Mecelle, md. 14).[82]

 

İkincisi - İçtihad Kaynakları:

 

Bu, içtihadın bütün çeşitlerini içine alır. İçtihad, delilden şer'î bir hüküm çıkarmak için aklî gayret göstermektir. İçtihad iki kısma ayrılır :[83]

 

1- Ferdî İçtihad:

 

Bu, müçtehidlerden sâdır olan içtihaddır. Kendisinde içtihad yapma şartı bulunan müçtehitlerden birinden sâdır olan her reye (görüşe), içti­had ismi verilir. İçtihad, kıyas veya istihsan yoluyla veya bunun dışında kalan yollarla yapılmış olsun, farkı yoktur. [84]

 

2-Toplu İçtihad:

Bu, umum müçtehitlerden muayyen bir mes'elede sâdır olan içtihad­dır ve iki kısımdır : [85]

 

A-Bağlayıcı Toplu İçtihad:

Bu, bir mes'elede ve aynı zamanda bütün müçtehitlerden sâdır olan içtihaddır. Buna icmâ'nın şartları tatbik edilir. Şayet bu içtihad icmâ'-nm şartlarına uyuyorsa, bu takdirde, aykırı davranılmarJ! caiz olmayan, İslâm Hukukunun aslî ve bağlayıcı kaynaklarından biri kabul edilir. Çün-ki, müslümanlarm müçtehitlerinin hepsinin birlikte hatalı bir görüşte bir­leşmeleri mümkün değildir. [86]

 

B-Toplu İçtihad:

 

Bu, müçtehitlerin çoğunluğundan sâdır olan içtihattır, buna icmânın şartlan tatbik edilmez. Kanaatımca, Hz. Ali IRadıyallahü anhfmn Peygam­ber (Salîalîahü Aleyhi ve Seilem) 'e, hakkında Kur'an hükümleri nazil olmayan ve Sünnet de bulunmayan bir mes'elenin insanların kargısına çıkması hali hakkında sorması üzerine, peygamberin cevabında esas bu içtihaddır. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) söyle cevap vermiştir:

«Mü'minlerin âlimlerini toplayınız, aranızda bîr şûra teşkil ediniz, bir tek görüşle hüküm vermeyiniz.»

Hz. Peygamber (Salîalîahü A leyhi ve Seilem) 'in sözünün mânası şudur:

«Aranızda Şûra teşkil ©diniz, yani o mes'elede icmâ yoktur, ihtilaflı bir mes'eledir. Bu mes'elede çoğunluğun görüşünü lalınız, yoksa bir ki­şinin görüşünü değil.»

Biz, çeşitleri bakımından içtihadı kaynaklardan bahsedeceğiz. Kanaa­timce, icmâ içtihadın bir çeşididir. Çünki, müçtehitlerin bir görüşte icmâ etmeleriyle birlikte, delilinden hüküm çıkarma esasına dayanır. İcmâ mev­zuuna girmesi sebebiyle bir nassa dayansa dahi, ikinci derece kaynaklar içine, yani naslara girer. Bütün müçtehitlerin bir hüküm getirmek için bir görüşte birleştiklerini farzetsek, bu takdirde bu hüküm delil değil, ic-mâdır. Bu, kendisine dayanılan nas kabul edilir. Çünki, nas icmâ'dan ön­de gelir (yer alır). [87]

 

BİRİNCİ ALTBAŞLIK

 

Π  C    M   Â

 

İcma, müsîümanlarm müçtehitlerinin, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m vefatından sonra, şer'î bir hüküm üzerinde bir asırdaki itti­faklarıdır. [88]

İslâm Hukukunda icmâ'nın muhtevası budur. Hukukçular icmâ'nm tarifinde farklı görüşlere sahip olmalarına rağmen, belirttiğimiz muhteva değişmez. Bazıları müçtehitlerin ittifakını, bir kısım Ehl'ül-Hal Ve'1-Akd'm ittifakını, diğer bir kısım ise, ehl-i rey ve içtihadın ittifakını zikretmek­tedir. Maksat, aslî kaynaklardan hüküm çıkarma kabiliyet ve kudretinde olan müçtehit âlimlerin ittifakıdır. Bazıları, raüçtehitlerin ittifakına mu­kabil Ümmet-i Muhammed'in ittifakını icmânın gerçekleşmesi için şart koşuyorsa da, içtihat ehli olmayan bütün insanların ittifakı buraya gir­mez.

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem)'m hayatında icmâ vuku bulmamıştı, çünki o, hükümlerin birinci kaynağı idi ve bir işi veya dav­ranışı tasvip ederse, o, takriri sünnete dahil olurdu.

Icmâ'da, bir asırdaki bütün müçtehitlerin bir şer'î hüküm üzerinde ittifak etmeleri şarttır. Bir teki hariç bütün müçtehitler ittifak etse, bir müçtehit icmâ ile ittifak etmese, icmâ olmaz. Ayrıca bir şer'î hüküm üze­rinde ittifakın, aklî veya âdî hükümleri çıkarmak için olması da şarttır. [89]

 

İcmâ'nın Vukuu Mümkün Müdür?

 

Bu mevzu üzerinde iki cihetten durabiliriz:

Birinci cihet: Acaba icrnâ, aklen, usûl âlimlerinin bildirdiği tarzdaki usûle uygun icma'm vukuu mümkün müdür? İcmâ, bir vakitte bütün müç-tehitlerin geri' bir hüküm üzerinde ittifaklarıdır.

1- Nazzam ve bir kısım Şia,  icmâ'm vukua gelmesinin, müçtehit-lerin İslâm ülkelerinde birbirinden uzak yerlere dağılmış oldukları, bir müçtehidin diğer bir müçtelıidden haberi ve bilgisi olmadığı için imkân­sız olduğu görüşündedir. Hepsinin bir şer'î hüküm üzerinde ittifakları çok zordur.

2- Âlimlerin çoğu, icmâ'm vukuunun akîen mümkün olduğunu söy­lüyorlar. Zorluklarını itiraf etmekle beraber müçtelıidlerin şer'î ir mes'e-lede ittifakına bir mani yoktur.

İkinci cihet: îcmâ, gerçekten vuku bulmuş mudur? Burada diyebili­riz ki, icmâ Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) devrinde ve Hz. Ömer (Radİyallahuanhy'm hilâfetinin başında, rnüçtelı iti erin azlığı ve hepsinin Medine'de bulunması sebebiyle vukubulmuştur. Ancak bundan sonra, vukuu için engeller olduğundan, gerçekleşmemiştir. Bu durumda, vukuu­nu temin etmek imkânsızlığı sebebiyle, icmâ ile hükmetmemiz güçtür.

Kanaatimce, icmâ kitap ve sünnetten bir delile dayandığı için -bu­rada icmâ'm vukuu mümkündür-bir hukuk kaynağı olarak, delil ma­kamında kullanmak için, icrnâ'ı kurmaya ihtiyaç yoktur. Fakat kitap ve sünnetten bir delile dayanmıyorsa, bir mes'ele üzerinde ittifak etseler bile, bu halde icmâ, müçtehitlerin ihtilaflı bir mes'elede ittifaklarının güçlüğü sebebiyle güç değildir. Belki de kimse farkında olmadan bir karşı gö­rüştedir. [90]

 

Îcmâ Delil Teşkil Eder Mi?

 

Alimler icmâ'm delil derecesi konusunda görüş ayrılığına düşmüş­lerdir; acaba icmâ delil olarak kabul edilebilir mi? Acaba kat'î bir hü­küm müdür, yoksa zan mıdır?

İcmâ'm delil olması konusuna geçmeden önce, icmâ mevzuunun bir­kaç bakımdan münakaşasını yapmak istiyorum:

Birimcisi: Yukarıda dedik ki, delile dayanmayan icmâ, bir mes'ele üzerinde, bir zamanda, müçtehitlerin, içlerinden biri muhalefet etse de, birleşmeleri imkânsız denecek kadar güç olduğundan, vukuu imkânsız­dır. Bu sınırlama icmâ'm gerçekleşmesini güçleştirmektedir. Çünki, içti­hadın şartı, müçtehidin bir diğeri tarafından tanınması için (bakımından) dakik değildir. Kendisinde içtihat yapma gücü bulan ve içtihat ehliyeti gören kimsede, diğerleri bu ehliyeti bulmayabilir. Sonra hepsinin görüşünü bilmemiz nasıl mümkün olabilir? Bir yerde bazı müctehitler bulunur ki, onları kimse bilmez ve onlar hükümleri değerlendirme bakımından daha kabiliyetli kimseler olabilirler.

İkincisi: Üzerinde icmâ yapılan mes'eleler, ihtilaflı mes'elelerdir. îc-ma herhangi bir mes'elede delil olur mu, yoksa sade şer'ı mes'elelerde mi olur? Diğer taraftan şer'î mes'elelere hangi konular girer?

Üçüncüsü: İcmâ, muayyen bir zamanda, muayyen bir ihtiyaca uygun olarak herhangi bir durumda bir mes'ele üzerinde olabilir. Daha sonra durumlar ve şartlar değişir ve icmâ'm vukua geldiği sosyal, siyasî ve ik­tisadî şartlardan farklı şartlar ortaya çıkar. Acaba o zamanda vukubulan icmâ delil olarak kabul edilebilir mi? Onlar için delil kabul edilse bile. acaba bütün zamanlardaki müslümaniar için de delil teşkil eder mi? Eğer bu doğru kabul edilirse, bunda zorluk ve meşakkat sözkonusu olacaktır. Çünki, insanlar hatadan salim değildirler. Hatasız dahi kabul edilseler, bir zaman gelebilir ki, hayat yolları ve şartları değişir. Acaba bir asırda vukubulan icmâ, daha sonraki bütün asırlar için bağlayıcı mıdır?

Ancak, icmâ hakkındaki bu düşünceler, onun bağlayıcı bir hukuk kaynağı olma özelliğine tesir etmez.

Âmîdî şöyle diyor:

«Müslümanların çoğuınluğu, icmâ'm şer'î bir delil olduğunda ve Şîa-lar, Haricîler Mu'tezile'nin Nazzam'ı hariç, traimla amel edilmesi gerek­tiğinde itti£ak etmişlerdir.» İcmâ'm delil olduğuna SCur'ası, Sünnet ve mâ-kul'dan delil getirmişlerdir. [91]

Kur'an şöyle diyor:

o yolda bırakınız. (Fakat âhirette de) kendisini cehenneme koyanz. O, ne kötü bir yerdir.» [92]

Müslümanların ittifak ettikleri bir şeye muhalefet, mü'minlerin git­mediği yola tâbi olmaktır; bu ise âyetin nassı ile haramdır. Bu sebeple müslümanlann üzerinde birleştiği şeyle amel etmek icap eder.

Sünnet'e gelince : Bu, ümmetin hatadan masun olduğuna dair birçok hadîs vardır. Şunlar bir misal teşkil eder: [93]

 

«Ümmetim Hata Üzerine Birleşmez.»[94]

 

«Ümmetim Delâlet Üzerine Birleşmez.» [95]

 

«Cemaate!En Bir Karış Ayrılanın, Boynundan İslâm Yuları Düşer.» [96]

 

Mâkul olarak düşünürsek, bir asırdaki bütün müçtehitlerin bir hü­küm üzerinde birleşmeleri imkânsızdır. Eğer ittifak ederlerse, bu, kendi­sine aykırı davranılması caiz olmayan şer'î bir delil kabul edilir. Çünki, onların hata üzerinde birleşmeleri, normal olarak imkânsızdır. Bir hüküm üzerindeki ittifakları da, bu icmâ'da dayandıkları şer'î bir delile sahip ol­duklarını gösterir. Bu delile dayanmasalar, bu icrnâ husule gelmezdi.

Ancak icmâ'ya karşı olan bir grup bu delillere dayanmayı kabul et­memiş ve icmâ'nm delil olduğuna dair demlendirmenin doğru olmadığını söylemişlerdir. Birinci âyet ve Peygamberin işaret ettiği icmâ'a delil ola­maz (işaret etmez). Daha çok Peygambere tâbi olma ve ona uyma ve mü'minlerin yoluna uyma ve bu yola aykırı hareket eden herkesi teh­dide işaret etmektedir.

İcmâ için Sünnet'den delil getirme ise söz konusu olamaz. Çünki, ri­vayet edilen hadîsler icmâ'm delil olduğuna işaret etmiyor, daha çok İs­lâm ümmetinin delâlet ve küfür üzerinde birleşmelerinin mümkün olma­dığını ifade etmektedir. İslâm ümmeti herhalde hakkı söyleyen ve delâ­lete karşı direnen bir varlık olmalıdır.

Mâkul'dan delil getirme de doğru değildir. Çünki, icmâ'm vuku bul­duğunu farzetsek, ancak ondan sonra hata üzerinde icmâ'ın mümkün ol­madığını söylerdik. Bu, kabul edilen bir şey değildir. Çünki, bizzat icmâ'm vukuu mümkün değildir. Binaenaleyh onun üzerine şer'î bir hüküm bina edemeyiz. [97]

Aynı şekilde, delillerindeki görüş ayrılığına tâbi olarak icmâ mefhu­munu da çok farklı müşahade etmekteyiz. İmam Mâlik, icmâ'ı Medine halkının icmâ'ı olarak kabul ediyor. İmam İUımed îjin Hanbel'den iki ri­vayet naklediliyor:

Birincisi: İcmâ'm varlığını reddetmektedir. Onun şöyle söylediği ri­vayet ediliyor :

«İcmâ var diyen yalancıdır; (çünki) insanların ihtilâfa düşmüş olduk­ları muhtemeldir.»

İkinci rivayet: Küçük bir muhalefetle birlikte^ icmâ'm çoğunlukla kurulabileceğini söylüyor.[98]Öyle anlaşılıyor ki, İmam Ahmed, külli bir icmâ'ı mümkün görmüyor, onun nazarmdaki icmâ, çoğunluğun ic­mâ 'ıdır. [99]

 

İcmâ Çeşitleri:

 

İcmâ ikiye ayrılır :

1- Sarih (açık) icmâ, veya hakikî icmâ, bütün müçtehitlerin kendi­lerine sunulan mes'elede görüşlerini, müsbet veya menfi, uygun bulma (muvafakat) veya karşı çıkma  (muhalefet)  tarzında bildirmeleridir. Bu icmâ, bütün hukukçular nezdinde, müçtehitlerden açık şekilde sâdır olan hükmü uygun bulmaları hususunda şer'î bir delil kabul edilmektedir.

2- Sükûtî icmâ: Bu, hukukçu müçtehitlerden birinin bir görüş bil­dirmesi, diğer müçtehitlerin onu uygun bulma veya ona karşı çıkma ko­nularında susmalarıdır. Hanefî mezhebi hukukçuları, diğer müçtehitlerin susmalarım, onların uygun bulduğuna bir delil teşkil ettiği yolunda kabul ediyorlar. Çünki, müçtehit görüşünü sarih şekilde bildirmek mecburiye­tindedir. Görüşlerini açıklama hususunda hürriyet olmasına rağmen, ko­nuşmaları gerekip de sussalar, bu susmaları, eski hükmü uygun buldukları yolunda kabul edilir.

Âlimlerin çoğu, sükûtî icmâ'ı kabul ve onu bir delil saymamışlardır. Çünki sâkite (susana) bir söz isnad edilmez. Belki de kimsenin bilmediği onun özel şartlan, kendisinin konuşmasına engeldir. Bu sebeple sükûtî icmâ'a dayanılamaz. [100]

Prof. Abdulvahhab Hallaf şöyle diyor:

«Çoğunluğun fikrini râcih (üstün) görüyorum. Çünki, müçtehitler­den susan olursa, onun susması ruhî ve maddî birtakım şartlar ve durum­lar (içinde olmuş demek) dir. Bu startları ve durumları saymaya ve sus­manın, fikre muvafakat edip, ona razı olduğunu kesinlikle ortaya koy­mağa imkân yoktur. Susan kimsenin fikri yoktur. Ona muvafık (destekleyici) veya muhalif  (karşı çıkan)  Tbir söz ve görüş isntad edilemez. İcmâ ismi verilenlerin çoğu sükûtî icmâdır.» [101]

İcmâ, Anayasa kaidelerinin bir kaynağı sayılır mı?

Yukarıdaki bahislerde, âlimlerin icnıâ'm daima Kur'an veya Sünnetin bir deliline dayandığını söylediklerini belirttik. Çünki, müçtehitler, ancak bir delilleri olduğu takdirde içtihadı bir mes'elede ittiiak edebilirler, aksi halde içtihada yer yoktur.

Burada icmâ'ı ikiye ayırıyoruz:

Birincisi: Şer'î bir delile dayanan icmâ : Bu icmâ, Kur'an ve Sün­nete aykırı olmayan Anayasa kaidelerinin kaynaklarından bir kaynak ka­bul edilir. Ona dayanmamızın sebebi, onun sabit bir şer'î nassa dayanma­sıdır ve asıl delilin işgal ettiği aynı yeri alır. Yukarıda, Kur'an ve,Sün-netin, Anayasa kaidelerinin en önemli temel kaynakları olarak kabul edil­diğini belirtmiştik.

İkincisi: İçtihada dayanan icmâ'dır. Çoğu âlimler, müçtehit âlimlerin bir hüküm üzerinde icmâının (birleşmelerinin) imkânsız olması sebebiy­le, bu çeşit icmâ'm vukuu ihtimalini uzak görüyorlar (istib'ad ediyorlar). Bununla beraber, içtihadı icmâ'm vukuunu mümkün kabul etsek bile, bu­rada hüküm bakımdan iki çeşit arasında ayırım yapmamız icap eder : [102]

 

Birincisi -Sabit Şer'î Hükümler:

 

Burada icmâ, bağlayıcı bir kaynak kabul edilir; icmâ'm gerekleri ile amel edilmek icab eder. Çünki, icmâ'm üzerinde birleştiği hükümler, za­manın değişmesiyle değişmeyen ibadet ve diğer mes'elelerdeki icmâ gibi sabit şer'î hükümlerdir. [103]

 

İkincisi  Değişmeye Müsait Hükümler:

 

Bu halde bir asırda vukubulan icmâ, ondan sonra gelen asır için iki sebepten dolayı bağlayıcı kabul edilemez :

Birinci sebep: İcmâ'm üzerinde birleştiği hükümler, genel hükümler­dir, yani sadece şer'î olan hükümler değildirler. Bilindiği gibi, birçok âlimler icmâ'ı, sadece şer'î mes'elelerde vukubulan icmâ olarak tarif edip benimsemişlerdir.

İkinci sebep: Bir asırda, zamanla değişikliğe uğrayan veya şartların değişmesiyle değişen bir mes'eîe üzerinde vukubulan icmâ, ondan sonra gelen asır için bağlayıcı kabul edilemez. Çünki, kaynağı belli bir ihtiyaç­tır, İnsanların bir asırdaki ihtiyaçları, diğer bîr asırdaki ihtiyaçlarından, farklıdır. Bu sebeple, sabit olmayan genel bir mes'ele üzerindeki içtihadı bir icmâ ile insanları bağlamamız mümkün değildir. Meğer ki, bu, büyük bir durgunluk ve donukluğa sebep olsun. Çünki, her asırdaki insanların zaman ve şartların değişmesiyle değişen muayyen âdetleri ve özel gele­nekleri vardır.

Kanaatimce, siyasî düzenleme ve düzenleyici Anayasa kaideleri, bu son çeşite girer ve daha sonraki zaman gelişmelerine tâbidir. Bir önceki asırda faydalı olan, bir sonraki asırda faydalı olmayabilir. Çünki bu işler, şeklî ve düzenlemeye ait işlerdir.

Buna misal, meselâ Şûra prensibi Kur'an'da yer alan temel bir Ana­yasa prensibidir. Bu sebeple, hiçbir zaman ve mekânda, ve hiçbir şekilde bu prensibe aykırı hareket caiz değildir. Tatbik bakımından, bu prensibe aykırı Anayasa prensipleri ortaya çıksa (doğsa), bunu kabul ve gereği ile amel etmek caiz olmaz.

Ama Şûra'nın tatbik yolu ve gerçekleştirilmesi, her zamana uygun tefsire bağlı içtihadı bir mes'eledir. Bu prensip Hz. Efeu Bekir (Radiyallahu anh)in halifeliğe seçilmesinde tatbik edilmiştir. İnsanlar, Şûra prensibine ait bu tefsir tarzının doğru olduğunda birleşmişlerdir. Sonra Hz. Ebu Be-kir (Radiyallahu anh) de, birinci tefsirden farklı bir tefsir yapmış, hilâfete Hz. Ömer (Radiyaüahu anhyi seçmiş ve bu seçim de, prensip olarak, Şûra prensibine aykırı sayılmamıştır. Fakat, kendisinin hilâfete seçilmesi me­todu bakımından, aykırıdır. Hz. Ömer (Radiyallahu anh) Halife olunca te­mel prensibe, yani Şûra'ya büyük ehemmiyet vermiştir, fakat ilk iki şe­kilden başka şekilde olmak üzere, Osman bin Affaıı'm (Radiyallahu anh) müslümanların halifesi olarak seçilmesinde tatbik edilmiştir.

İcmâ, her defasında, Şûra prensibinin bu tatbiki ve tefsirinin sıhhati üzerine vukubuhnuştur, Onlardan hiç biri, birinci icmâ'ya aykırılığını de­lil göstererek, birinci Şûra metoduna aykırılığın caiz olmadığı yolunda itirazda bulunmamıştır.

Burada icmâ tekrar vukubulmuştur ve her defasında birinci icmâ'ya aykırı şekilde husule gelmiştir. Çünki o, Kur'an'da mevcut temel bir Ana­yasa kaidesinin tefsirine dayanan içtihadî bir icrnâ'dır; yani «Şûra pren­sibi».[104]

 

Özet

 

Belirttiklerimiz bize özst olarak şunu gösterdi ki, muayyen bir şen mes'eîede delile dayanan icmâ, büyük anne-babaya altıda bir miras ver­mek veya müslüman bir kadının müslüman olmayan bir erkekle evlen­mesinin bâtıl olduğu hakkındaki icmâ'lar gibi, hiç bir şekilde ona aykırı davramlması caiz olmayıp, bağlayıcıdır.

Şartların, zaman ve mekânların ortaya çıkardığı içtihadı icmâ ise, şartların değişmesi sebebiyle, ortaya çıktığı zamandan başka zamanlarda (için)   bağlayıcı  değildir. Misal:  Hz.  Ömer   (Radiyallahu anh) 'in, zekâtda sarfiyat bakımından hak olan müellefetü'l-kulubü yasaklaması içtihadı ve sahabenin de onun görüşünde birleşmesi; yine Hz. Ömer (Radiyallahu anhj'in, üç talâk ile boşamanın bir lâfız (kelime, ifade) ile üç defa boşa­manın vuku bulduğuna dair içtihadı ve sahabenin bunu kabul etmesi; yi­ne Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in Irak Sevad topraklarını taksim etmeme içtihadı ve o sırada bulunan sahabelerin buna muvafakati. Bununla be­raber biz, daha sonraki asırlarda, bu içtihada aykırı olarak, Sevad top­raklarının taksimi ve üç talâk ile boşama konusunda, içtihadı icmâ'nm vuku bulduğunu görmekteyiz. Ayrıca zamanımızda, zekât mallarından, gayet zaruret varsa, müellefât-ı kulub için sarfiyat yapılmasına da bir en­gel yoktur.

Bu metod siyasî ve Anayasa düzenlemesinin muhtevasına dahildir. Bu gibi mes'elelerde içtihadı icmâ, bütün asırlarda bütün müslümanlar için bağlayıcı kabul edilemez. Buna delil, ilk sahabelerin, halifeyi seçme konusunda Şûra prensibini tatbik metodunu anlama farklarıdır. [105]

 

İkinci Altbaşlık

 

KIYAS

 

Kıyas, iki mes'elenin, hükümlerindeki illet ayniyeti sebebiyle, hak­kında nas bulunmayan mes'eleyi, hakkında nas bulunan diğer mes'elenin şer'î hükmüne [106]ilhak etmektir (eklemektir). [107]

 

Kıyasın Unsurları:

 

Kıyasta dört unsur mutlaka bulunmalıdır:

1) Kıyaslanan   (Makîsün aleyh) :  Bu, hakkında nas  gelen  asıldır. Buna El-Müşe'bbeh bih ve El-Mahmul aleyh (Asıl) de denir.

2) Kıyaslanan (Makîs) : Bu, asla ilhak edilmek (eklenmek) istenen fer'dir. Buna El-Mahmul ve El-Müşebbeh (feri') de denir.

3) Hüküm: Bu, asla göre hüküm verilen nasdır.

4) İllet: Bu, asılda, üzerine hüküm bina edilen ve fer'de gerçekle­şen şeydir. [108]

 

Yapılan Kıyaslara Misaller:

 

1-Katilin mirasçı olmasına engel nas vardır. Çünki, Hz. Peygamber

(Sallallahü Aleyhi ve Sellern) şöyle buyurmuştur:

«Katil mirasçı olamaz.»

Bu engeldeki illet, katilin bir şeye (mirasa) kavuşmak için vaktin­den önce acele etmesidir ve bu sebeple ondan mahrum olma cezasına çarptırılmaktadır. Hukukçular buna dayanarak, lehine vasiyet yapılan şahsın vasiyi öldürmesine kıyas ederek, vasiyetten hakkım almaya engel olacağına hükmetmişlerdir. Çünki, o bir şeye (mirasa) kavuşmak için vaktinden evvel acele etmekte, vasiyet yapanı (vasiyi) öldürmesi, murisi öldürmesi gibi kabul edilerek mirastan mahrum olmaktadır.

2-İçkinin haram kılındığına dair nas  (âyet) gelmiştir.

Âyet şudur:

«Ey İman edenler, içki, kumar, (tapmıya mahsus} dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelînden birer murdardır. Onun için bun (lar) dan kaçı­nın.» [109]

İçkinin haram olduğuna ait nas gelmiştir. Bu haramdaki illet, sarhoş etmedir (iskâr). Sarhoş eden her şey içkiye (hamr) kıyas edilmekte ve kıyas yoluyla haram kabul edilmektedir.

3-Vasiyet mevzuunda şer'î naslar gelmiştir. Bunlar yetimin mallan üzerinde murakabe vazifesini ifa eden vasi hakkındaki hükümlerdir. Hu­kukçular vakıf hakkındaki hükümleri, vasiyet ile vakıf arasındaki ben­zerlik sebebiyle, vasiyet hakkındaki hükümlere kıyas etmişler ve ölüm hastalığı halinde üçte birinden fazla miktar için vakıf yapılmasını, vasi­yete kıyasen, ancak mirasçıların muvafakati ile mümkün olacağına karar vermişlerdir[110]

 

Kıyas Bir Delil Teşkil Eder Mi?

 

Âlimler kıyasın delil konusu üzerinde görüş ayrılığı içindedirler. Ba­zıları kıyasa dayanmanın caiz olmadığını söylüyorlar. Çunki, kanun ko­yucu (sâri) nun bu hüküm hakkındaki hükmünü, onunla bildirebilecek ince ölçülere dayanmayan zannî bir delildir. Çünki illete bakmak, müç-tehit için mazbut (sağlam) bir şey değildir. Müçtehit, asılda veya fer'de mevcut illeti bildirmek için içtihat yapabilir. Ancak hüküm ületienmiş (muallel) olarak ortaya çıkmayabilir veya illet, müçtehidin anladığı ille­te aykırı  (onun tersi) olabilir.

Ancak âlimlerin çoğu, İslâmiyetin temel kaynaklarından içtihadı bir kaynak olarak kıyasa dayanmışlardır. Çünki, aslî şer'î naslar miktar ba­kımdan sınırlı kabul edilmektedir ve beşerî hadiseler çeşitlidir. .Bu se­beple, yeni hükümler veren ve değeri (hükmü) şer'î olan, şer'î bir kay­nak olarak kıyasdan vazgeçmek mümkün değildir. Rey ile içtihat yapı­larak lâyık olduğu yerine oturtulmuştur.

Şüphe edilmeyen bir husus, külli esaslarına uygun olarak, fer'î hü­kümleri eklemek yoluyla, birçok hükümleriyle İslâm Hukukunun imda­dına yetişmesi bakımından kıyas, birçok şer'î kaynaklardan biri kabul edilir. Hz. Ömer (Radiyallahu anh), Efou Musa El-Eş'arî'ye şöyle demiştir :

«Allah'ın kitabı ve Resulünün (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Sünnetinde bulunmayan hususlarda ve kalbinde tereddüde yolaçan hususları iyi araş­tır ve anla. Sonra misaller ve benzerlerini bul ve benzeyenleri birbirine kıyas et. Ona yakın olan hususlarda Allah'a dayan, benzerlerinde lıak ile hükmet.»

Kıyasın caiz olduğunu söyleyenler, içtihadın caiz olduğuna dair de­liller ile Kur'an ve Sünnet'in yüksek delillerine dayanıyorlar. [111]

1-Kur'an: Kur'an'da, hükümleri, kendisine uygun illetler ile, kı­yasa dayanmak suretiyle, bağlayarak kıyasın caiz olduğuna dair çok âyet­ler vardır.

Şu âyet bir misal teşkil eder:                                                               .

«De ki : "Bana vahyolunanlar arasmda, yiyen bir kimsenin yiyeceği İçinde (sizin haram dediklerinizden böyle) haram edilmiş bir şey bilmiyorum. Yalnız gerek ölü, gerek dökülen kan, gerek domuz eti -ki bu şüp­hesiz bîr murdardır. [112]

Âyette sayılan bu şeyler, onlardan selim bünyelerin nefret ettiği pis peylerin haram kılınmasını İllet kabul etmiştir.

İstidlal için kıyasın kullanıldığı diğer bazı âyetler de vardır.

Kur'an'daki :

«(Habibim) De ki : rmklere kim can verecekmiş?" dedi.» [113]diye söyleyenlere cevap olarak

«O, kendi yaratılışını unutarak bize bir misâl gelirdi : "Bu çürümüş ke-mayî hakkıyle bilendir."» [114]denilmesi, bu âyetlerle, Allah'ın nefret et­tiği şeylere kıyas ile istidlale tevcih etmiştir. İnsanın ölmesinden sonra tekrar hayata dönmesi,- ilk defa yaratılmalarına kıyas ederek ba'sı' red­detmeyin, bilâkis Allah bunu çok kolay yapabilir.

2-Sünnet: Birçok hadîsler, çoğu defa illet kabul edilen, uygun tav­sifler ile, hükümleri, birinci hükme bağlamıştır Meselâ; Hz. Peygamber (Salkülahü Aleyhi ve Sellem) kedi hakkında şöyle demiştir:

«Kediler pislik scsysSmejz. Onlar efmszda dolaşan

Ayrıca, kendisinden babası adına hac etme konusunu soran cariyeye verdiği cevap da misal teşkil eder. Câriye şöyle demiştir :

«Ey Allah'ın Kesûlü! Babam yaşlı ve .hac edemeyeceği bir samanda, hac kendisine farz oldu. Şayet hen onun adına hac etsem, ona faidesi olur mu?»

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona şöyle cevap vermiştir:

«Babanın bir borcu olsa ve sen onu ödeşen, bunun ona faidesi ola­cağına inanıyor musun?»

Câriye :

«Evet!» dedi.

Bu" defa Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Allah'ın borcu ödenmeğe daha lâyıktır.» buyurmuştur.

Burada, içtihadın deüî gücü bahsinde belirttiğimiz, bir diğer delil söz konusudur.

3-Akıl (EI-Mâkul) : Buna göre, kıyası almak tabiî bir iştir. Çünki, illet bakımından uygun olduğu her fer'î mes'elede asl'a bir hüküm temin etmektedir. Merhum Prof, Abdiüvahhab Hallaf, aklın kıyasın caiz oldu­ğuna dair delilini üç kısımda belirtmektedir:

1- Allah, maslahatsız bir hüküm koymamıştır. Hakkında bir nas bu­lunmayan bir hadise, hakkında bir nas gelmiş bir hadise ile eşitse, adalet prensibi ve şeriatın gözettiği maslahatı gerçekleştirmek için, bu iki hadise­nin hükümde eşit olmasını gerektirir.

2- Kur'an ve Sünnet metinleri miktar bakımından sınırlıdır. Beşerî hadiseler ve onların bunlara ait davranışları ise sınırsız ve sonsuzdur. Bu sebeple kıyası yapmak, işte yeni vukubulacak bu hadiselere şer'î hüküm vermek için bir yoldur.

3- Kıyas yapmak, selim (bozulmamış) fıtrat ve doğru mantığın te'-yid ettiği bir iştir. Herhangi bir sebep veya illet ile bir şeyi haram kılan bir nas gelse, hikmet, aynı illetin bulunduğu her şeyin de haram kılınma­sını gerektirir. Çünki, birinci haram kılınışın sebebi  (içkinin yasaklan­masında), onun sarhoş edici özelliğidir. Sarhoş vericilik bu haram kılı­nışta, illettir. Hakkında nas bulunsun veya bulunmasın, sarhoşluk veren her gey ona kıyas edilir.[115]

 

Kıyasda İllet Bahisleri:

 

Kıyasın önemli bahislerinden biri illet mevzuudur. Çünki, kıyası yap­mak ve onu kullanabilmemiz, ancak, asıl ile fer'î bağlayan illeti bilmekle mümkün olur. Bu sebeple illet, kıyasın unsurlarından biri kabul edilmek­tedir. [116]

Şayet müçtehit, illeti bilemezse, o mes'eledeki illet unsurunun yok­luğu sebebiyle, kıyas yapmaktan vazgeçer. Buna misal, ibadete taalluk eden işlerdir. İnsan bunların illetini anlayamazsa, bu sebeple bunlarda kıyas yapması da caiz değildir. Namaz ve Zekât gibi.

İllet, asılda, üzerine hükmün kurulduğu vasıftır. Ve illet ayniliği ha­linde, fer' onun üzerine kıyas edilir. İçkide, üzerine onun haram kılınma­sının bina edildiği bir vasıf olarak kabul edilen sarhoşluk verme gibi. Bu vasıf fer'de bulunursa asla (benzetilerek) bir hüküm verilir.

Âlimler arasında malûm olduğu üzere şer'î hükümler, menfaati celb ve mazarratı defetmek yoluyla insanların menfaatini gerçekleştirmek için gelmiştir.

İçkinin yasaklanmasının illeti, sarhoş ediciliktir. Bu illetle hikmeti bağlamak, yasaklamadan maksad olan şeyi gerçekleştirir, o da, insanların akıllarını muhafazadır.

Ancak illet bazı hallerde açık değildir ve bilinmez. Bu takdirde müç­tehit uygun olan illeti araştırır.[117]

 

İlletin Şartları:

 

Usûl âlimleri illetde birkaç şartın bulunmasını zarurî görmüşlerdir. Bu şartlar şunlardır [118]

1- İllet, his ile idrak edilmesi mümkün olacak derecede açık bir vasıf (Özellik) olmalıdır. İçkideki sarhoş edicilik gibi, küçüklerin üzerinde velayetin sabit olmasında, küçüklük gibi ve mirasdan mahrumiyetinde, vârisin murisi öldürmesi gibi. İllet, kolayca idrak edilemeyecek derecede gizli ise, bu takdirde hukuk, gizli makam yerine geçen ve hükmü onun­la bağlayan açık bir iş (emr) ikame eder; nesepleri muhafaza gayesiyle evlilikte nesebin sübûtu gibi. Asıl, nesebin sübûtundaki illetin, helâl (meş­ru) cinsî birleşmedir. Ancak bu illet gizlidir, bu sebeple kanun koyucu, onunla hükmü bağlayacak zahirî (açık) bir sebep koyar, o da muteber evliliktir.»

Kısas'da amd (kasıt) şarttır. Amd, gizli olup, idrak edilemez. Ka­nun koyucu ona işaret eden ve onun yerine geçen bir sebep koyar. Bu, insanların hayatım korumak için, normal olarak öldürücü bir âletin kul­lanılmasıdır,

2- Özellik, sağlam (mazbut, munzabit) olmalıdır, yâni anlaşılması ve varlığının gerçekleşmesi mümkün olan, mahdut ve muayyen bir hakika­tinin bulunması şarttır: Kısası gerektiren amden adam öldürme  (kati) gibi. Ancak Özellik sağlam olmayabilir, bu takdirde, kanun koyucu, mes'e-leyi sağlam bir mes'eleyle bağlar. Ramazanda oruç tutmamayı (bozma) gerektiren meşakkat gibi. Meşakkat, sağlam kabul edilmeyebilir; bazı şa­hıslarda meşakkat kabul edilen, başkalarında meşakkat sayılmayabilir. Bu sebeple kanun koyucu, özelliği, sağlam bir mes'ele ile bağlamıştır, o da yolculuk (sefer) ve hastalıktır. Çünki, her ikisinde de, meşakkat lehine bir zan vardır.

Özellik, fer'e ait olmaksısm, sadece asla mahsus olmama mâna­sında, müteaddî (geçişli-transitiv) olmalıdır. İllet, muayyen bir ferde has olsa, gelen nas. diğer bir şahıs için illet olmaya müsait değildir. Ve asıl­dan fer'e teaddî (geçiş) olmaması sebebiyle ona kıyas yapılamaz : Dört­ten fazla kadınla evlenmesi gibi. Hs. Peygamber ('Saîialîahü Aleyhi ve Sellem] 'e has olarak gelen hükümler gibi, hanımlarının başkası ile evlenme­sinin yasaklanması gibi. Bu işler asla hastır, fer'e geçmez, bu sebeple de ona kıyas yapılamaz.

4-Özellik, kanun koyucunun ilga ettiği işlerden olmamalıdır. Böyle olursa, fer'in asla kıyasına dayanmak caiz olmaz : Kan-kocamn muvafa­kati şart olan evlenme akdi gibi. Bu akde dayanarak kocaya boşama hakkı verilir, akdin taraflarından biri olmasına rağmen, kadının hakkı yoktur. Çünki, kanun koyucu, bu durumu ilga etmiştir, boşamayı, kadın olmadan, sadece erkeğe hasretmiştir.

Burada Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem), halka dağıtmayı sağla­mak için, eti biriktirmekten (iddihar) nehyetmiştir, bu da illettir.

Kediler hakkındaki şu hadîs de bir misaldir :

«Kediler

Burada nas, illeti tasrihle gelmiştir. Bazan illeti, tasrih etmeden imâ yoluyla illeti zikrederek naü yâni nas, illete dolaylı olarak işaret eder:

Şu hadîs bir misal teşkil eder :

«Katil mirasçc olamaz.»

İlleti bilme metodları:

Müçtehid, illeti çeşitli yollarla bilebilir. Bu yollar şunlardır :[119]

 

Birincisi -İllet Hakkındaki Nas İle :

 

Bu nas, Kur'an'dan veya Sünnet'den olsun, farkı yoktur. Şu âyet bir misal teşkil eder :

«Oyle ki (her ümme)  Rablennİn  Peygamberine isyan eiîiicr.  Bundan dolayı O da kendilerini fazla bir şiddefİe yakalayiverdi.» [120]

Buradaki illet, bu azabdadır, o da isyandır.

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in şu sözü de bir misaldir;

«Gezginci fakirler (dâffe) bulunduğu için sizi kurban saklamaktan nehyefmişîîni; artık yiyiniz ve saklayınız.»

Adam Öldürme mirasçı olmamanın illetidir. Su hadîs de bir misaldir :

«Mirasa için vasiyet olmaz.»

Miras, vasiyetin sıhhatine mânidir.

Şu hadîs de bir misaldir :

«Savaşan yaya ise bir hisse, atlı ise iki hisse alır.» [121]

 

İkinci-İcmâ:

 

Şayet nas, açık veya dolaylı olarak illeti zikretme misse, herhangi bir asırdaki müçtehitler bir hükmün illetinde ittifak edebilirler. Küçüğün malı üzerinde velayetin sabit olmasının sebebinin, küçüklük olduğunda icmâ gibi; mirasda, ana-baba bir kardeşin, baba bir kardeşe takdimindeki illet, ana-baba bir kardeşin, murise, anne ve baba yoluyla intisabı, baba bir kardeşin ise murise anne olmadan sadece baba yoluyla intisabıdır. [122]

 

Üçüncüsü -Sebr Ve Taksim :

 

Şayet müçtehit, nas veya icmâ yoluyla illeti bulamazsa, bu takdirde mutlaka sebr ve taksim yoluna başvurması lâzımdır.

Taksim: Taksim, asılda illet olması sebebiyle, uygun Özelliklere has­retmedir,

Sebr: Sebr ise, bu Özelliklerin hepsini araştırmak, sonra, içtihadının kendisini götürdüğü uygun özelliğe dayanma ve hükme illet olamayan, bunun dışındaki özellikleri uzaklaştırmadır  (atmadır).

Buna misal, küçük kızın bekâretinin sübûtudur. Burada ^elimizde iki özellik veya illet var: «Bekâret ve küçüklük.» Bunlardan her biri, küçük bakire kızın üzerindeki bekâretin sübûtu için illet olmaya müsaittir ve burada içtihat sahası sözkonusudur. İmam Şafiî burada illeti «bekâıret»'e vermiştir. Çünki, bekâret, normal olarak evlenme işlerinde bilinmez. İmam Ebu Hanife ise illeti «küçüklüğe» vermiştir. Çünki, küçükiük evlenme iş­lerinde bilinmeme (cehalet) lehine bir zandır.

Kıyas'da illet mevzuu, kıyasın önemli hislerinden biridir. Ve illetdeki görüş ayrılığı, müçtehitlerin, kendilerinden sâdır olan hukukî görüşler-deki ayrılık sebebidir.[123]

Kıyas anayasa kaidelerinin kaynaklar m dan bir kaynak olarak kabul edilebilir mi?

Kıyas İslâm Hukuku'nun kaynaklarından dördüncü kaynak olarak kabul edilmektedir. Bu, kendilerine sunulan mes'elelerin birçoğunda kı­yasa başvuran âlimlerin çoğunun   görüşüdür.

Belirttiğimiz gibi, kıyas içtihada dayanır. Binnetice kıyas, hukukun kaynaklarından içtihadî bir kaynaktır. Her müçtehit bazı mes'elelerde kı­yas yoluyla içtihat edebilir. Bu içtihat, diğer bir müçtehidi bağlamaz ve her müçtehit, kendisine sunulan bir mes'elede, birinci müçtehidi taklit edip, ona bağlanmadan içtihat yapabilir.

Birçok sahabe, tabiin ve içtihat yapan mezheb imamları, cereyan et­miş veya cereyan etmesi mümkün olan birçok mes'elelerde görüş ayrılı­ğına düşmüşlerdir. Belirttiklerimiz bize, kıyasın, müçtehitlere göre deği­şen bir tefsir kaynağı olduğunu göstermiştir. [124]

 

1-Dr. Abdulhamid Mütevellî'nin Kıyas Mevzuundaki Görüşü:

 

Prof. Dr. Abdülhamit Mütevelli, «Mefcadiu Nizami'1-Hukm fi'î-İslâm» adlı kitabında, Anayasa Hukuku'nun kaynaklarından bahsederken, kıyasın, İslâm Hukuku'nda anayasa hükümlerinin bir kaynağı olmadığını söylü­yor. Buna delil olarak, zorla bir hukuk kaynağı olarak kabul edilse de kı­yasın hukukun bir kaynağı olmadığını söylüyor. Kıyası, asrımızda, ana­yasa hukukunun kaynaklarından saymanın mümkün olmadığını, binnetice, bu asırda İslâm Hukuku'nda da anayasa hükümlerinin bir kaynağı sayıl­masına imkân olmadığını belirtiyor. [125]

Sonra kıyasın mânasını tefsir ederek, onun, bir hükmün benzerini ve ona eşit olanı isbat ettiğini söylüyor ve şöyle diyor :

«Bu husus kesinlik kazanınca, bizim için aklen, bu asrımızda, üzerin­den asırlar geçtikten sonra -nitekim geçmiştir -kıyası anayasa hüküm­leri üzerinde bazı cüz'î mes'elelerde kullanmamış nasıl mümkün olabilir? Aradan birçok devirler geçmiştir. Bu durumda, benzerin benzeri ve eşit­lerin eşidi için bir hükmü olduğunu isbat için çalışmamız aklen nasıl caiz olabilir. Birşeyde cereyaeı eden şeyin, onun benzerinde de cereyan etti­ğini söylemek mümkün değildir. Anayasa hükümleri bahsimize dönelim. Bu hükümlerin çoğunun bünyesi siyasîdir. Çünki, siyasî düzen ve fikrî ve siyasî atmosfer iîe irtibatlı ve ilgilidirler. Açıklamaya ihtiyaç olmaya­cak kadar büyük bir ferkı bildiren ve zamanımızla o zamanı ayıran kir £ark sÖzkonusudur. Bu atmosfere ve iki durumdaki, yâni iki zamandaki siyasî mizama bakacak olursak, bu iki zamandan birindeki benzerlik, eşit­lik ve paralellik ile diğer zamandaki benzerlerinden söz etmemize imkân yoktur.» [126]

Sonra sözünü şöyle bitiriyor:

«Görüşümüzü destekleyen hususlardan biri, bu asrımızda İslâm ana­yasa hükümleri sahasında kıyasa asla yer olama ya cağıdır. İslâm tarihinin eski asırljarında cereyan etmiş hadiselere yapılan kıyas durumlarına ba­kacak olursak, bütüm bunların, bu asrımızda tekrarlanmasını düşünmek ve tasavvur etmenin mümkün olmadığını görürüz. Çünki, bu durumlarda kıyas yapmak açık şekilde maslahat (menfaat) ile çatışır. BöySe olunca, meselâ; bu asırda, bir şahsa, İmamet-i âmmeye, yani müsîümanlarnı dev­let başkanlığına geçme hakkını kabul etmek makul olur mu -onun müslüraaınîara namazda imam olma yetkisi sebebiyle? Bir diğer de­yişle : Asrımızda, namtaz imamlığını, devlet başkanlığına kıyas etmemiz makbul ve mâkul bir iş olur mu, asrımızda akıllar bunu kabul eder mi, yahut, biz devlet foaşkanısu seçme usûlünü ordu komutanını seçme yolu

olarak   ka'oul    edersek,    devlet   işlerinde   işlerin    seyri   istikametti    olar mu?» [127]

Dr. Mütevellinin görüşünün münakaşası:

Dr. Abılülîıamit Mitevellî'nin sözlerinden, onun kıyası ne bir anaya­sa ve ne de bir İslâm Hukuku kaynağı olarak kabul ettiğini anlıyoruz. Bu­rada aşağıdaki noktaları belirtmek isterim :

Birincisi: Beşerî hukuk ile İslâm Hukuku arasında fark vardır. Bu­nun neticesi olarak beşerî hukukun kaynakları da, İslâm Hukukunun kay­naklarından farklıdır. Muhterem profesör, kıyasın, adî kanun için bir kay­nak olmaya elverişli olmadığım söylüyor ve bu hükme kıyasen, kıyasın İslâm Hukukunun kaynaklarından biri olamayacağı neticesine varıyor. Kendisi bizzat burada «Kıyas»'ı kullanmakta ve kıyası bir hukuk kay­nağı olarak kabul etmemesine rağmen ve bunun neticesi olarak İslâm Hu­kukunun bir kaynağı olarak dayanmamasına rağmen, kıyasında İslâm Hu­kukunu beşerî hukuka kıyas etmektedir.

Kanaatimce bu durumda kıyas caiz değildir, İslâm Hukukunun kay­nakları beşerî hukukun kaynaklarından farklıdır. Beşerî hukuk için kay­nak olan bir şey, İslâm Hu ^uk için kaynak olamaz.

Araştırıcı profesör, hükümlerinde kıyasa itibar etmiyor, ama İslâm Hukukçuları kıyası İslam Hukukunun dördüncü kaynağı olarak ka­bul etmişlerdir.

ikincisi: Araştırıcı profesör anayasa kaideleri ile âdi kanun kaideleri arasında ayırım yapıyor. Bu ayırımı İslâm hukukçularında görmüyoruz. Çünki, onlara göre, delil ya şer'î bir hükme delil olmaya müsaittir ve bu takdirde o delil âdî ve anayasa hükümlerinin hepsinde kabul edilir, ya da delil olmaya uygun değildir, bu takdirde, herhangi bir hükümde ona da­yanmak caiz değildir.

Üçüncüsü: Yukarıda kıyas bahsinde, kıyasın, nas gibi kat'î delil ka­bul edilmemekle beraber, içtihadî bir delil olduğunu söyledik. Bu sebeple çeşitli hukukçuların birçok sabit hükümlerden kıyas yoluyla istifade et­tiklerini görüyoruz. İllet ve istinbat metodlarmda farklı oldukları için, her müçtehid, kendisinde içtihat yapma şartları bulunmak şartıyla, kendisini içtihada götüren yol ile içtihad yapabilir.

Bu mânada kıyas, küllî naslar yoluyla sabit hükümler için bir tefsir kaynağı kabul edilir. Bu, muayyen bir sağlamlığa dayanmayan mutlak içtihatların en isabetli olanıdır.

Zannetmiyorum, beşerî ve semavî hukuklardan biri, hukukun kay­nağı olarak kıyasdan vazgeçebilsin. Hiç bir kanun veya anayasa bütün hükümlerini naslar (hükümler) yoluyla koyamaz. Çünki, kanun halindeki hukukun düzenlemediği birçok yeni hâdiseler cereyan etmektedir. Bu yeni islerin, hakkında nas bulunan hükümlere eklenmesi zarurettir. Bu kıyas, ancak âlimlerin belirttikleri birçok şartların gerçekleşmesi halinde sahih olur. Bu şartların önemlileri, kıyaslanan ile kıyaslayan veya asi ile fer' arasında illetde iştirakdir. Bu illet çoğu defa, asıl nasda zikredilir ve aslî nas'a eklenen fer'de de bulunur.

Dördüncüsü: Beşerî kanunlar, bir hukuk kaynağı olarak, kıyasdan vazgeçebilirler. Ancak bu (durum) İslâm Hukuku için mümkün olmaz. İkisi arasındaki fark, beşerî hukuk, bu hukuku koyan organa (kuvvete) başvurmak suretiyle kıyasdan vazgeçebilir. Halbuki İslâm Hukuku, Kur'-an'daki hükümleri insanlara beyan eden Hz. Peygamber Aleyhi ve Sellem) ve Seiiem)'in vefatından sonra, bunu yapamaz. Bu sebeple, çok dar bir sa­hada ve Kur'an ve Sünııet'de hüküm bulamamaları hali dışında, sahabeler Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) 'in hayatında kıyasa başvurmu­yorlardı.

Bu sebeple İslâm Hukukunu beşerî hukuka, bu sahada birbirlerinden tamamen farklı olduklarından, kıyas etmemiz mümkün  değildir.

Beşincisi: Dr. Mütevelli araştırmasında, zamanımızda kıyasa dayanıl-madiğini belirtiyor. Buna delil olarak, hiç bir hukukçunun söylemediği garip bir misal ve acâib (ferid) bir kıyas zikrediyor. Bu misal, namazdaki imamın devlet başkanlığına kıyas edilmesidir. Onun nazarında kıyas, bi­rincisini ikincisine ilâve etmek ve namazdaki her imamın devlet başkan­lığına uygun olduğudur.

Bu misali hiç bir hukukçu vermemiştir. Şayet araştırıcı profesör bu­nun kıyas olduğunu kabul ve bundan maksadın bu olduğunu söylüyorsa, biz de deriz ki, bu, kıyasdan son derece uzaktır. Muhterem araştırıcı, kı­yasın mânasını Öğrenmek için usûl kitaplarına ve sağlam temellere daya­narak yazılan kıyas bahislerine müracaat edebilir, ancak bu takdirde kı­yası kabul edip etmeme konusunda içtibadda bulunabilir.

Bununla beraber biz, kıyası, aslî naslarm tefsirine ait içtihadı bir kay­nak kabul ediyoruz ve mutlak içtihada en yakın doğru hareket olduğun­da şüphe yoktur. Ahkâm sahasında ona başvurulabilir. Şayet genel men­faat gerektiriyorsa, ona aykırı hareket de edilebilir. Biliyoruz ki, istihsali ve kıyas kaidelerinden dışarı çıkma caizdir. Genel menfaati gerçekleştir­mek için kıyasa birçok muhalefet yapıldığı olmuştur.

Bununla, beraber, bazı hukukçular kıyası inkâr etmişlerdir : zahirî hebi gibi. Onlar, naslarm dış görünüşlerine (zahirine) dayanmışlardır. Bu mezhebe bu isim, imamları içtihada dayanmadan, naslarm zahirini (dış görünüşünü) aldıkları için verilmiştir. Bu mezheb, müşkülâtı ve hayatın bünyesine aykırı olması sebebiyle, İslâm ülkelerinde yayılmamıştır.

İmam Şafiî'nin yakın arkadaşı İmam El-Müzenî kıyas düşüncesini şöy­le özetlemiştir :

«Peygamber (SaîlaUahü Aieyhi ve Selîem) asrından günümüze kadar hu­kukçular (fakihler) din işlerindeki bütün hükümlerde kıyasları kullanmış­lar, hakkın benzerinin hak, bâtılın benzerinin de bâtıl olduğunda icmâ et­mişlerdir. Kimse kıyası inkâr edemez, çünki kıyas, olayları. (işleri) Ibir-birine benzetme ve aynı Ihükme varmadır.» [128]

 

Üçüncü Altbaşlik

 

İstihsan

 

İstihsan, İslâm Hukukunun yan (tebeî) kaynaklarından biri kabul edilir ve kıyasın bir çeşididir. Buna gizli kıyas ismi verilir. İstihsan ile kıyas arasındaki fark; kıyas, hakkında nas bulunmayan, bir mes'elenin, ona benzeyen bir hükme eklenmesi esasına dayanır; istihsan ise, bir hüküm­den, görüşüne göre diğer bir hükme dönmeyi gerektirecek daha kuvvetli bir ciheti sebebiyle, dönmektir veya müçtehidin, açık kıyasın gereğinden, kapalı kıyasın gereğine dönmeyi gerektiren daha kuvvetli bir sebep için dönmesidir.

Buna dayanarak istihsana, gizli kıyasın bir çeşididir denilir. Buna gö­re, müçtehid genel kıyas kaidelerini kullanmaktan dönmesi ve menfaati gerçekleştirmek ve küllî kıyas karşısında cüz'i menfaatleri gözetmek için diğer bir içtihadın gereği ile amel etmesidir.

Şafiî gibi bazı âlimler, istihsanı inkâr etmişlerdir. O şöyle demiştir:

«istihsan yapan şeriat koymuş olur.» Yani kendisi için, Allah'ın hük­münü nazara almadan, hüküm koymuş olur. Şafiî, istihsanı, delilsiz, bir çeşit hevadan söylenmiş söz kabul etmiştir. İstihsan ikiye ayrılır [129]

 

Birincisi -İstihsanü'l-Kıyasî:

 

Bu, müçtehidin, maslahatın (menfaatin) gerektirdiği gizli kıyasa da­yanarak, kıyası kaidelerin gerekleri ile amel etmekten, diğer bir hükme dönmesidir. Buna misal: Bir satıcı ziraî bir toprağı satınca, bu satışa su kanalı tesis, içme ve geçme hakkı dâhil değildir. Vakıf, eşit olmaları se­bebiyle, mülkiyetin naklinde, satım akdine kıyas edilir. Ancak Hanefî âlimleri bu kıyası terketmişler ve geçme, içme ve su kanalı tesis hakkını vakfedilen mala, istihsanen bağlı kabul etmişlerdir. Böylece kıyasa karşı çıkmışlardır. Bu konudaki görüşleri şudur : Vakfedilen ziraî bir araziden istifade (intifa), ancak, içme, geçme ve su kanlı tesis ile mümkündür. Böy­lece bu haklar, satış olmadan yapılan vakfa, araziden istifade ancak bu hakların kullanılması ile mümkün olacağından, bunların zikredilmesine hacet olmaksızın, dahildir.

Bu misalde, vakfa açık kıyasın tatbik edilmesi, vakfedilen araziden istifadeyi sağlamadığını (gerçekleştirmediğini) söyleyebiliriz. Bu sebeple bu kıyasdan, diğer bir kıyas olan gizli kıyasa dönmüşlerdir.[130]

 

İkincisi -İstihsanü'l-Zarure:

 

Bu, bir zorluğu ortadan kaldırmak ve bir ihtiyacı gidermek için za­ruret veya maslahat sebebiyle kıyasın hükmüne muhalefettir. Bu durum, genel kıyas kaidelerinin tatbikinin zorluk ve meşakkate sebep olduğu za­man sözkonusu olur. Buna misal, vedia veya emanet, vediayı alan veya emanet edilen kimsenin elinde ve fakat kusuru olmadan telef olursa, taz­minle mükellef değildir. Bunun gibi, kiracı, ariyet alan ve işçi aynı du­rumdadır. Ancak (hukukçular) özel işçi (ecîr'ül-has) ile diğer normal işçi (ecîr'ül-müşterek) arasında ayırım yapmışlar ve boyacı, fırıncı gibi, mu­ayyen bir zanaatda emeğini satan herkes, elinde bulundurduğu için istih­sanen tazmin ile mükelleftir, ta ki, işini ihmal etmesin, dikkatsiz davran­masın. Çünki, böyle bir davranış eşyanın telef olması neticesini doğurur. Ama şayet telef, yangın ve diğer benzeri gibi kaçınılması mümkün olma­yan bir sebeple telef olursa, tazminle mükellef değildir.

Kanaatimizce böylece, istihsan kıyasa tekaddüm eder (ondan önce gelir), çünki, zarurî maslahatlar, için genel kıyas kaidelerine aykırı dav­ranmayı gerektirmektedir.

Prof. Mustafa Ez-Zerka, «El-Medhal'ül-fıkhi'1-Âm» adlı kitabında şöy­le diyor:

«Bunun hakkında hukukçular diyorlar ki, bir mes'elede hüküm zik-redilmişse kıyas, aksı halde istihsan tatMk edilir. İstihsan'ın hükmü daima tatbik edilmesi gereken hükümdür. Çünki, gerçekten istihsan, bazı haller­de hükümlerin problem husule getirdiği zaman kıyasa terettüp eden şeyin ilâcıdır.»[131]

Hanefi mezhebi hukukçuları, tatbiki zorluk ve meşakkate sebep o.V birçok kıyas mes'elelerinde istihsanı kabul ve tatbik etmişlerdir. Aym şe­kilde, Mâliki mezhebi âlimleri de istihsanı kabul ve onun içinde geniş şekilde hareket etmişler ve açık kıyasın üç şey için terkedileceğini söyle­mişlerdir :

1- Galip bir örf veya yaygın bir âdet varsa,

2- Üstün bir maslahat varsa,

3- Zorluk ve meşakkate sebep olunuyorsa.

İşte, kanaatimizce istihsanı kabul etmek, kıyas kaitdel erin den dön­mek ve âmme menfaatine yönelmektir.

îstihsanü'l-kıyasî'den öğrendiğimize dayanarak diyebiliriz ki, istihsan, gizli kıyasın bir çeşididir.

İstin san'üz-zarure ise, küllî kaidelerden cüz'i bir hükmü istisna yap­mak suretiyle maslahatın gerekleriyle ameldir.

Anlattıklarımız bize gösterdi ki, istihsan müstakil bir hukuk kaynağı kabul edilmemektedir (edilemez), o daha çok, gizli kıyas ya da cüz'i mas­lahata dayanan tebeî (yan, ikinci derecede) bir kaynaktır.

Gerçekten, istihsanın cevazı mevzuunda hukukçular arasındaki görüş ayrılığı, istihsanı anlamadaki farka dayanır. Şafiî gibi, istihsanı reddeden âlimler, onu boş bir hüküm ve mücerret görüşün bir çeşidi kabul ediyor. Bu sebeple Şafiî diyor ki: «İstihsan yapan şeriat yapmış olur.» Ebu Hanife gibi istihsanı kabul edenler ise, onu kıyasın bir çeşidi kabul etmekte ve ona aynı hükmü (değeri) vermektedirler.

Prof. Abdülvahhab Mallak şöyle diyor :

«Bence istihsan mevzuunda iki ayrı grubun Istihsaımn mâıı:;.smın tes­pitinde ittifak etmedikleri açıktır. İstihsana ihtiyaç duyaniar ondan, ona ihtiyaç duymayanların iste diklerim den farklı soy istemektedirler. Onun mâ­nâsımı tesMtde ittifak etseler, ona ihtiyaçta görüş ayrılığına düşmezler. Çünki, istihsan gerçekte açık Bir delil veya külîî bir hükümden? [bir delsl uğruna dönmedir, mücerret boş Mr hukuk yapma değildir. Her kadı, ak­lından birçok vakıalarda, kanunun açık olarak istediği hususlardan dön­meyi gerektiren gerçek menfaati bulabilir. İşte bu, istihsanın Mr çeşidin­den başka bir şey değildir.» [132]

 

Dördüncü Altbaşlık

 

İstislâh: Mesâlih-İ Mürsele (Âmme Menfaati)

 

Mesâlih-i Mürsele, hakkında kanun koyucu (sâri') dan te'yid veya ilga etmek üzere, bir delil bulunmayan her menfaattir. Şayet bu menfa­ati teyid veya onu ilga eden bir nas gelirse, bu takdirde, mesâlih-i rnür-sele'nin bir hükmü olmaktan çıkar, bu nâs sayesinde, sabit bir hüküm kabul edilir.

Kanun koyucunun ona itibarı bakımından mesâlih-i mürseîe üç kısma ayrılır:

Birincisi -Kanun koyucu nazarında muteber bir menfaat: Yani, in­sanların menfaatini gerçekleştirmek için bu menfaati te'yid eden şer'î nas-lar gelmiştir. Bu kısmin içine, nefis ve aklı muhafaza ve insanlardan zor­luğu gidermek üzere gelmiş bütün hükümler girer.

İkincisi -Mülga menfaat: Yani, kanun koyucu onun itibarını ilga et­miştir. Servet fazlalığında ribayı yeme menfaati, boşanma halinde, mev­cut malda kadının erkek ile eşit olma menfaati gibi.

üç mürsele : Onu te'yid ve onu ilga için delil ikame edilmemiş menfaattir. Fakat insanların menfaati ona bağlıdır, Kan-koca arasında yapılan evlenme akdinin isbatı ve ikisinden birisinin bu akdi inkâra kalkışmaması için şer'î mahkemeye tescil edilmesi gibi.[133]

 

İstihsan İle İstislâh Arasındaki Fark :

 

İstihsan bahsinde, istihsanın iki kısma ayrıldığını söylemiştik : İstin-san-ı kıyası ve istihsan-ı zarure. Bu, Hanefî âlimlerinin taksimidir. Ger­çekten hukukçuların çoğu istihsan-ı kıyasî'yi kıyasın bir kısmı kabul edi­yor ve istihsan-ı zarure'yi ise, mesalih-i mürseleye dâhil ediyorlar.

İstihsan ile istislâh arasındaki ince fark, bir mes'eledeki istihsan hük­mü, genel menfaati korumak için kıyas kaidelerinin gereklerine muhale­fettir : İşçi eli altında bulunanları kıyas kaideleri gereği tazmin etmek mecburiyetinde olmamasına rağmen, müşterek işçilerin, ellerinde bulunan insanların mallarını tazmin etmeğe mecbur olmaları gibi.

İstislâh ise, kıyasa aykırı davranmayı şart koşmaz, çünki mücerret menfaate dayanır.

O halde istihsan, kıyas kaidelerine aykırı bir davranış iken, istislâh kıyas kaidelerine aykırı kabul edilmez, o yeni bir kaynaktır.

Mesalih-i mürseîe hakksaida hukukçuların  görüşleri :

Âlimler, ibadete taalluk eden işlerde kıyasın caiz olmadığında birleş­mişlerdir. Binnetice bu konularda istislâh caiz değildir; istislâh, hakkında nâs gelmeyen mes'elelere inhisar eder.

Diğer muamelâtda ise, âlimler iki kısma ayrılmışlardır :

Birincisi: Şafiî, mesalih-i mürseİeyi kabul etmenin caiz olmadığını söylediği gibi, neva ve heves sahiplerinin önüne, «Mesâlih-i mürsele» adı­na, nevalarını tatmin ve neva yoluyla hükümlere tahakküm etmek için saha açılmasın diye istihsanin da caiz olmadığı görüşündedir. Şafiî'den şu sözler nakledilir :

«Müçtehit şeriat koyamaa.» «İstihsası yapan şeriat yapmış olur.»

Çünki müçtehidin işi, yeni bir hukuk koymaksızm sadece mevcut hü­kümlere inhisar eder. Bu sebeple Gazzalî, El-Mustasfa adlı kitabında şöyle diyor :

«İstihsan ve istislâh mevhum delillerdeaıdir. Bu ikisi, şer'î bir delil­den mücerret, zevki (teşebbî) ve heva ile verilmiş hüküm kandendir.» [134]

Bu görüşü Efou Hanifie uygun buluyor. [135]Ancak kanaatimizce, ki-yasen veya zaruret olarak olsun, Ebu Hanife istihsanı kabul etmiştir. İs-tihsanu'l kıyasî gizli kıyasın bir çeşididir. İstihsanu'l-zarure ise, kıyas, zor­luk ve meşakkate yol açtığı zaman maslahat ile amel etmenin bir çeşidi­dir. Ebu Hanife maslahat için kıyası terkediyor, ama birinci babdan me­sâlih-i mürsele ile onu almış oluyor. Ancak onu, dört kaynağa ilâveten müstakil bir kaynak kabul etmiyor, daha çok, zaruret kaidesine dayana­rak, aksi yola yönelerek, kıyasa ilâve ediyor. Bu sebeple diyebiliriz ki, Efeu Haınife mesâlih-i mürseİeyi kabul etmiş ve onu kıyasa ilâve ederek buna «kıyas-ı zarure» ismini vermiştir.

ikincisi: İmam Mâlik ve İmam Ahmed, mesâlih-i mürseİeyi kabul ve onu, hukukî nasların bulunmaması halinde, şer'î hükümlerin temel­leri üzerine kurulduğu müstakil bir hukuk kaidesi haline getirmişlerdir. Mesâlih-i mürseİeyi kıyasın bir çeşidi kabul ettiğine dair İmam Ahmed'-den bir rivayet de vardır.

Üçüncüsü: Bazı âlimler mesâlih-i mürseleye .büyük değer vermişler ve şer'î hükümlerin  çatışması halinde,   onu tercih  yoluna  gitmişlerdir.

B) HanbelİIerin görüşü şöyledir: Şer'î hükmün bulunmaması halin­de mesâlih-i mürseleyi kabul ediyorlar; bu, Şafiî'nin görüşünün zıddıdır. Ancak, Hanbeli mezhebi, naslarm, bu naslar kat'î olmasa bile, mesâlih-i mürseleye tahsisine cevaz vermez. Çünki, mesâlih-i mürsele ile amel sa­hası, -nassm bulunmaması halinde söz konusudur. Şayet, kat'î olmasa bile, bir nas varsa, bu, maslahattan önce gelir.

C) Mâliki  mezhebi  âlimleri  mesâlih-i  mürseleyi  kabule  cevaz ve­riyorlar. Onlar çoğu insanlar gibi maslahata dayanırlar.    Onlar, çatışma halinde, kat'î olmayan nasları maslahat ile sınırlamaya cevaz veriyorlar. Bu uğurda Hz. Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Selkm)'in şu sözü delil ola­rak verilmektedir :

«Isbcıf yükü davacıya düşer, yemin inkâr edene verdirilin» [136]

Bu nas, inkâr edene (münkir) yemin verdirmenin caiz olduğuna dair açık bir hükümdür. Ancak onlar bu nassı maslahat ile sınırlamışlardır: Şayet bir şahıs diğer bir şahısta hakkı olduğunu iddia ve fakat isbat ede­mezse ve münkire yemin verdirilmesini talep ederse; Mâliki mezhebi, dâ­vâlıya ancak kendisi ile davacı arasında eski bir münasebet ve muamele olması halinde yemin verdirilebileceğini söylüyor. Bu görüşü maslahat­tan almışlar (çıkarmışlardır) ve onu nas ile sınırlamışlardır ki, kötü ki­şiler iyi niyetli kimselere musallat olup, onları güç durumda bırakmak ve kendilerini dinlemeye mecbur etmek için yalan dâvalar ile onları mah­kemelere sürükleme sinler. [137]

Prof. Mustafa Es-Zerka'ya göre, Hanefi mezhebi âlimleri nasları me­sâlih-i mürsele ile sınırlamaya cevaz veriyorlar. Bu görüşün karşıtı ola­rak, Prof. Muhammedi Ebu Zehra, «İbn-i HanfeeU isimli kitabında, Hanefi âlimlerinin, çatışma halinde, nasların maslahata tahsisini kabul etme­diğine dair deliller göstermektedir. [138]

 

BEŞİNCİ ALTBAŞLIK [139]

 

ÖRF

 

Örf, İslâm Hukukunda hükümlerin kaynaklarından tebeî (yan, ikinci derecede) bir kaynak olarak kabul edilir. Örf, kendisinden geniş olan âdetden ayrılır. Âdet, şahıs veya cemaatlerden tekrar tekrar sâdır olan her davranışa denilir.

Örf, âdetin bir çeşididir ve söz ve fiil halinde bir kavmin topluluğu­nun âdetidir. Örfün, insanların çoğunluğunun arasında yayılmış olması şarttır. Örf düşünmeye ihtiyaç gösteren işlerde olur.[140]

 

Örfün Kısımları:

 

örf iki kısma ayrılır: [141]

 

Birincisi: Lâfzı Örf:

 

Bu, bazı elfaz ve terkiplerin ıstılah mânasında kullanılmasının insan­lar arasında, doğrudan doğruya zihinlere yerleşerek, yaygınîaşmasıdır. Meselâ; derahim kelimesinin, gümüş veya kâğıt para şeklinde olsun, ra­yiçteki para için kullanılması gibi. [142]

 

İkincisi -Fiilî Orf:

 

Bu, insanların muamelelerinde bir fiile olan alışkanlıklarıdır. Evleri kiraya verme usûlü, taksitleri tediye usûlü, evlenme akdinde bir miktar mehir vermek ve karı-koca arasındaki ayrılık halindeki diğer bazı örfler gibi.

Ayrıca örf genel ve özel olma bakımından da ikiye ayrılır: [143]

 

Birincisi -Genel Örf:

 

Bu, bütün ülkedeki insanlar arasında yayılmış örfdür. Birçok ihtiyaç­lar için yapılan hizmet akdi gibi. [144]

 

İkincisi -Özel Örf:

 

Bu, muayyen bir ülkeye veya bir grup insana mahsus örfdür. Tüc­carların, malların kıymetini ödemedeki örfler ve herkese yayılmamış, bir grup insana mahsus örfler gibi. [145]

 

Örfün Kuvveti:

 

Örf, sözlü ve fiilî birçok tasarruflar için bir kaynak kabul edilmek îçtihad kıyas veya istislâh yoluyla yapılmış olsun farketmez. Çünki, örf, insanların ihtiyacına delildir, kıyas ve istislâha tekaddüm eder. [146]

 

Üçüncü Başlık

 

Tebeî (Yan, İkinci Derecede) Kaynaklar Bir Anayasa Kaidesi Kaynağı Olarak Kabul Edilebilir Mi?

 

Yukarıda temel içtihad kaynaklarından, yani icma ve kıyas'dan bah­settik. Bu kaynaklar İslâm Hukukunun bütün sahalarında temel kaynak-. lar olarak kabul edilir.

Şimdi ise, anayasa kaidelerinin bir kaynağı olması için, tebeî kay­naklardan ve onların kuvvet derecesinden bahsedeceğiz. Bu kaynaklar, is-tihsan, mesâlih-i mürsele ve örf dür.

Usûl âlimleri, temel kaidelerin alınmasında görüş ayrılığına düşme­mişlerdir : İcmâ ve kıyas. Onlar tebeî kaynakların alınmasında farklı gö­rüştedirler. Buna dayanarak her bir tebeî kaynak hakkında konuşabiliriz. [147]

 

Birincisi -Îstihsan:

 

İstihsan bahsinde, istihsanjn ikiye ayrıldığını söylemiştik :

1- İstİhsanü'l-kıyasî: Bu, gizli kıyasın bir çeşididir. Bu sebeple kı­yasa eklenir ve kıyasla aynı neticeyi  (hükmü) verir. Hukukçuların çoğu onu kabul ve gerekleri ile amel etmişlerdir. Ancak bazıları onu «İstihsan» olarak isimlendirmişler, bazıları ise, onu kıyasın bir çeşidi olarak tatbik etmişlerdir.

2- İstihsanu'z-zarure: Bu, zaruret veya maslahat sebebiyle, zorluğu def ve ihtiyacı gidermek için kıyasın hükmüne muhalefettir. Bu, genel kıyas kaidelerinin tatbiki zorluk ve meşakkate sebep olması halinde söz-konusu olur.

Bu mânada istihsan, maslahatın bir çeşidi olarak düşünülebilir. Çün­ki, kıyas kaidelerini işletmek, çoğu defa bazı menfaatlerin heder olmasına veya yerleşmiş şer'î prensiplere aykırılığa sebep olur. Bu takdirde ise, istihsan, şer'î maksatlara aykırı genel kıyas kaidelerinden kurtulmak için tabiî bir metod haline gelir.

Şer'î hükümler sahasında kıyası veya zarurî istihsan çeşitlerinin ge­reklerine uyduğumuz takdirde, onu, anayasa kaideleri sahasında da kul­lanabiliriz. Çünki, bir hüküm ile diğer hüküm arasında fark yoktur. Kay­nak, ya makbul (kabule şayan) bir şer'î kaynak olur ve bütün ahkâm sa­halarında kabul ve tatbik edilir veya kaynak olmaz, bu takdirde de ona itimat edilemez (dayanılmaz). Kanaatimce istihsana dayanmak zarurîdir. Çünki, kıyas kaidelerinin baskısını, onlardan vazgeçmek ve maslahatın gereği ve İslâm dininin ru­hunu almak suretiyle, hafifletir. Bu sebeple âlimler, istihsanın kıyasdan önce geldiğini kabul etmişlerdir. Çünki, mücerret kıyas, kıyas kaidelerini tatbikde mugalata yoluyla çoğu defa İslâm dininin ruhundan ve hedefle­rinden uzaklaştırır.

Bu kaynak zarurîdir; kendisine kıyasın tatbik edilmesi halinde, İslâm dininin ruhundan uzaklaşmaya ve şer'î maksatların heder olmasına sebep olan bir hüküm söz konusu olunca, ona dayanılması gerekir. [148]

 

İkincisi -Mesâlih-İ Mürsele:

 

İstihsan ile istislâh arasındaki fark büyük sayılmaz. Çünki, her ikisi de maslahata dayanır. Ancak ikisi arasındaki fark şudur: istihsan, genel menfaate uyarak, kıyas kaidelerine uymamayı gerektirir. Buna karşılık is­tislâh veya mesâlih-i mürselede kıyas kaidelerine aykırılık yoktur. Çünki, hakkında nas, icmâ veya kıyas bulunmayan mes'elelere bakar ve mücerret maslahat temeline dayanarak yeni bir hüküm verir.

Kanaatimce, istislâh anayasa kaideleri için temel bir kaidedir, Çünki, bu kaidelerin çoğu hakkında nas yoktur ve bu durumda müçtehit masla­hatın gerektirdiğini yapar.

Beşerî hukuk, hakkında nas bulunmayan mes'eleîerde tabiî hukuk prensiplerine ve adalet kaidelerine dayanır. Bu ise, İslâm Hukukundaki mesâlih-i mürseleye son derece yakındır.

Bilindiği gibi, beşerî hukuk kanun koyucusu hakkında nas bulunan hükümlerde tabiî hukuk prensiplerine ve adalet kaidelerine dayanmayı reddeder; İslâm Hukuku da, hakkında nas bulunan mes'eleîerde mesâlih-i mürseleye dayanmayı kabul etmez.

İslâm Hukukçuları maslahata dayanma için, maslahatın İslâm Huku­kunda muteber bir maslahat olmasını şart koştukları gibi, maslahatın mül­ga olmaması gerektiğini de belirtiyorlar. Şayet nassm, itibar edilmesine, ya da ilga edildiğine dair bir hüküm sözkonusu ise, müçtehid için rnasla-hât-ı mürseleye dayanmak caizdir.

Mesâlih-i mürsele bahsinde dedik ki, ancak temel bazı şartların bu­lunması halinde mesâlih-i mürsele alınabilir. Bu şartların en önemlisi, maslahatın, kendisi ile amel etme, menfaati celb ve kötülükleri defe se­bep olması ve sabit şer'î bir nassa aykırı olmamasıdır.

Bununla beraber kanaatimce, İslâm Hukukunda içtihadı kaynaklar, .müçtehid, onlardan münasip gördüğünü, hukukî görüşler olduklar ve fruyasa, kendi değişikliği için muayyen kaideler koyar; anayasa değişikliği ancak bu yollara başvurularak yapılabilir.

İslâm Hukukuna gelince : Örf bahsinde, kanun sahasında olsun veya anayasa kaidelerini alma sahasında olsun, Örfün kabul şartlarından bahset­miştik.

İhtilafsız olan husus, kat'î naslara aykırı olan değiştirici örflerin yeri olmadığıdır, çünki, şer'î bir nassa aykırı olmamak örfün temel şartların­dan dır ve nas örfden Önce gelir (ona tekaddüm eder). Hususen, şer'î nas-ların çoğu defa birçok örfleri ilga ettiğini düşünecek olursak, şer'î naslara aykırı örfleri almak hiç bir şekilde mümkün (caiz) değildir. Meğer ki, bu naslar geldiği zaman örflere dayanmamış olsun, bu takdirde nas, örfün değişmesiyle değişir.

Bununla beraber, hukukçular hukukî naslan kuvvetleri bakımından kısımlara ayırmışlardır:

Bu kısımların birincisi, özel hukuk nasîarıdır ve örfden önce gelir. Bu naslar Örfler ile çatışırsa, bu takdirde nas ile amel edilir, örf terk eder.

Şayet hukukî nas genel ise, ki, özel hukukî nasdan zayıftır, bu tak­dirde, nassm geldiği sırada mevcut örf ile yenisi arasında ayırım yapılır. Şayet Örf, nassm geldiği sırada mevcut idiyse, genel naslara tâbi olur, hal­buki nassm gelmesinden sonra ortaya çıkan örf, nassı değiştiremez.

Hukukçular, kıyası veya istisiâhî olsun, içtihada aykırı örfü kabule cevaz veriyorlar, çünki, örf insanların oca ihtiyacına bir delildir ve kıyas ve istislâhdan önde gelir. [149]

 

ÜÇÜNCÜ BAB

 

İSLÂM HUKUNDA ÂMME ORGANLARI

 

Birinci Fasıl

 

İslâm Devletinde Yasama Kuvveti

 

Birinci Bahis

 

Modern Siyasî Düşüncede Yasama Kuvveti

 

Yasama kuvvetinden maksat, genel anayasa kaideleri ile kanunları içine alan, şahıslar için bağlayıcı genel kaideler ısdar (çıkarma) hakkına sahip olma cihetidir.

İcra organının çıkardığı bağlayıcı kaidelere kanun ismi verilmez, bun­lara «Tüzük» ismi verilir.

Yasama kuvveti, devlet içinde en önemli kuvvettir. Bu sebeple «Jean Jsaoque Rousseau»'ya göre bu hakkı doğrudan doğruya halk kullanmalı­dır, çünki hak onundur. «Mtontesquieu» ise, halkın bu vazifeyi doğrudan doğruya görmesi zordur, bu sebeple halkın, bunu, daha iyi bir şekilde yerine getirebilecekler lehine bırakması gerektiği görüşündedir. Bu, halk tarafından seçilen parlâmentodur. [150]

 

Birinci Başlık

 

Yasama Organının Teşekkülü

 

Yasama organının teşekkülü devletten devlete değişmektedir. Bu hu­sus, her devletin geçirdiği tarihî şartlara bağlıdır. Bu sebeple, tek meclisi kabul eden veya iki meclisli düzeni (rejimi) kabul eden devletler gör­mekteyiz.

Tek ve iki meclisli rejimden herbirinin iyi ve kötü tarafları vardır. Bunlar, o devletin halkının bünyesine, şuuruna ve olgunluk derecesine gö­re değişir.

Tek meclis sisteminin önemli meziyyetlerinden biri, karışık olmayan, basit bir sistem olmasıdır. Bu sistemde kanunlar sür'atli bir şekilde çıkar. Buna karşılık çift meclis sistemi iki meclisin menfaatlerinin çarpışmasına yol açar, kanunların çıkarılması ağırdır ve nihayet bu sistem sosyal bir sınıfın doğmasına yol açar. mallarının murakabesi, vergileri kabul ve toplanmasına nezaret ve sonra da sarf edilmesini kontrol etmektir.

Tabiî yasama organının vazifelerinden biri, kabulünden evvel bütçe­nin incelenmesi ve müzakeresidir. Birçok anayasalar, devlet istikrazları ile, devletin bağlı bulunduğu malî bağların tesirinde, yasama organının uygun bulmasını şart koşmaktadırlar. [151]

 

Üçüncüsü -Siyasî vazife:

 

Siyasî vazife, yasama organının önemli vazifelerinden biri kabul edi­lir. Bu vazife, yasama organı tarafından, yürütme organını murakabe su­retiyle çalışan, kendisi tarafından çıkarılan kanunların icrası yoluyla ye­rine getirir. Yasama organı bu vazifeyi, bakanlıkların görevi içine giren sahadaki işlem ve fiilleri hakkında, bakanlardan soru sormak suretiyle yerine getirir.

Tabiî anayasalar, yürütme organının intikamına maruz kalmamaları için, yasama organı üyelerine, vazifelerini en iyi şekilde yerine getirmeleri için garantiler sağlamışlardır. Bu garantilere, yasama dokunulmazlığı (teş­riî masuniyet) ismi verilir. Bu masuniyet gereği, meclis karar vermediği veya üyeliği sona ermediği müddetçe, bir yasama organı üyesine karşı ce­zaî hiç bir tedbir alınamaz.

Bu masuniyetten maksat, halkı temsil eden bir parlâmento üyesini, yürütme organı karşısında korumaktır. Tâ ki, kendisinden intikam alması veya tevkif ettirmesi, ya da ona kötülük yapması muhtemel olan, yürütme organının baskısından uzak olarak vazifesini yapabilsin. [152]

 

İkinci Bahis

 

İslâm'da Yasama Organı

 

Modern Anayasa düşüncesinde yasama organından, doğrudan ve do­laylı olarak (iki dereceli seçim) halk tarafından seçilen, halk adına ve onu temsil ederek kanun hazırlayan, çıkaran ve tatbikini kontrol eden,

seçilmiş bir hey'et kastedilir.

Bilindiği gibi, modern devletlerdeki anayasaları, halkın seçtiği ve «Kurucu Hey'et» ismi verilen özel hey'etler yapmışlardır. Ve Anayasa devletteki birinci kanun kabul edilmiştir. Tabiî, halk kendi uygun gör­düğü ve arzularını dile getiren anayasayı, temsilcileri vasıtasıyla koyma hakkına sahiptir.

Bu mefhumları, zikrettiğimiz şekliyle İslâm düşüncesine tatbik et­mek mümkün değildir, çünki İslâmiyetin organlar kavramına bakışı, mo­dern bakışın bünyesinden farklıdır.

Hz. Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellemyin hayatına bakacak olur­sak, birbirinden ayrı üç organ hakkındaki modern (yeni) mefhumları bu­lamayız. Çünki, İslâm Devletini kuran Hz. Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) dir; Bu devlet onun hayatında, henüz siyasî ve idarî organizasyonu tamamlanmamış, yeni bir devletti ve Hz. Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Sellem), yasama, yürütme ve yargı fonksiyonunu bizzat ifa ediyordu.

Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Sellem)'in ya:ama sahasındaki rolü, yü­rütme ve yargı sahasındaki rolü ile kıyaslanırsa, mahdut idi. Çünki, temel yasama esasları, Kur'an-ı Kerîm'de ifadesini bulan, ilâhî vahiy * yoluyla Hz.  Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem)'e  nazil  oluyordu.

Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem} de bundan sonra, Kur'an âyet­lerinin müfessiri, açıklayıcı ve tebliği edeni rolünü yapıyordu. Bazen de, 'Kur'an'da bulunmayan yeni bir hüküm getiriyordu, ancak Kur'an'da yer alan genel çerçeve ve temel prensiplerden dışarı çıkmıyordu.

Bu sebeple, Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) sünnetini Kur'an-ı Kerîm'den ayıramayız; her ikisi de, birbirini tamamlayan ana iki kay­naktır. Çünki. Kur'an, İslâm Hukuku için genel kaideler ve sosyal pren­sipler koyuyor, Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) ise, bu kaide ve prensipleri tafsil- ediyor ve bazı hükümler ekliyordu.

Hz. Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) yasama hakkını, insanlara kendisine ve Resulüne itaat etmeyi emreden Allah (Azze ve Celle) 'dan alı­yordu. O iki itaatin arasını bağlamış ve müslümanlardan, aralarında ihti­lâf ve niza olduğu zaman Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellemj'i hakem tutmalarını emretmiştir.

Buradan hareketle diyebiliriz ki, Hz. Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) devrinde yasamanın ilk ve son kaynağı bizzat peygamberin ken­disi idi. Yasamanın kaynağı ikiye ayrılıyordu:

Birincisi -Kur'an: Bu, Allah'ın, Peygamberine hitap ettiği sözü olup, ondan, değiştirmeden, hükümlerini harfiyyen insanlara tebliğ etmesini is­temektedir.

İkincisi -Sünnet: Bu, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den sâ­dır olan söz, fiil veya takrirlerdir.[153]

 

Birinci Başlık

 

İslam'da Yasama Organı Mefhumunun Tarifi

 

Biraz önce, yasama organı fikrinin, İslâm Hukuku ve beşerî hukuk arasında farklı olduğunu belirttik. Bu organı incelemeye geçmeden önce, bu organdan maksat olan mânayı tarif etmek gerekir.

Prof. Dr. Süleyman Et-Tamavî, «Modern Batı Anayasaları ve İslâm Siyasî Düşüncesinde Üç Organ» isimli kitabında[154] İslâm anlayışında yasama kavramının, Kur'an ve Sünnet'den hüküm çıkarmaya (istinbat) inhisar ettiğini söylüyor ve bu işin de müçtehidlere ait olduğunu belir­tiyor. Ancak modern anayasa hukukunda yasama kavramı, milletin ira­desinin, kendi parlâmentosunda, onu temsilen açıklaıımasıdır. Bu sebeple seçim, toplumun üzerinde yürüyeceği mevzuatı yapma vazifesi verilen ya­sama organının üyelerini tesfcite giden tabiî yoldur.

Dr.  Abdülhamit  Mütevelli,   «İslâm'da  İdare  Sisteminin  Prensipleri»

isimli kitabında, merhum Prof. Abdülvahhab Hallaf'm, «Meceiletü'l-Kanuaı ve'1-İktisad» isimli dergide «İslâm'da Üç Organ» hakkında yayınlanan in­celemesinde belirtilenlerle tarif ediyor. Prof. Hallaf, bu araştırmada, ya­sama kelimesinin, iki mânadan biri (birincisi: ana yolu bulmak ve tesis etmek; ikincisi, mevcut hukukun gerektirdiği hükmü bildirmek) için kulla­nıldığını söylüyor. Birinci mânada yasama. Allah'dan gelir, onun hakkıdır; ikinci mânada ise, mevcut hukukun hükmünü bildirmektir ki, bu da, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in vefatından sonra, kendisinden sonra gelen sahabeler ve onlardan sonra gelenler tarafından ifa edilmiştir.

Beşerî hukukdaki yasama ise, özel bir âmme organı vasıtasıyla kanun kaideleri koyma mânasına gelir. [155]

Bu ayırıma dayanarak Prof. Dr. Süleyman Et-Tamavî ve Prof. Dr.

Abdülhamit Mütevelli, beşerî hukuktaki yasama kavramını kabul ve böy­lece yasama iktidarını (organını), müslümanlarm muayyen bir grubuna, yani müçtehidlere hasretmişlerdir. Bu sebeple, Hz. Peygamber (Sctllallahü Aleyhi ve Sellem) 'in hayatından sonra içtihat ve müçtehitlere ait araştır­maları içinde incelemişlerdir.

Böylece yasama kavramını tesbit, yasama organı kavramı içine gir­meyen Kur'an ve Sünnet'i içine alan hükümler olmaktadır. Çünki, modern mânada yasama, özel bir yasama organı vasıtasıyla kaide koymaktır.[156]

 

Îkinci Başlık

 

Îslam'da YASAMA ORGANININ DOĞUŞU VE TARİHÇESİ

 

Yukarıda belirttiklerimizden zaman bakımından iki devreyi ayıra­biliriz :

Birincisi: Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in hayatındaki dev­re. Bu devrede yasama organı mevcut değildi, çünki bu devrede yasama, hükümlerini Kur'an ve Peygamberin sünnetinden alıyordu. Sahabelerden hiç biri hüküm koyma (teşri') veya tefsir yapma fonksiyonu ifa etmiyor­du. Şayet onlardan biri, bir âyeti tefsir etse, ya da hukukî sahada bir iç­tihat yapsa, bu içtihadı Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e arz ediyordu, o da ya kabul, ya da reddediyordu.

İkincisi: Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m vefatından son­raki devre. Bu devrede sahabe, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sel!em)'in hayatında dayandıkları ve başvurdukları iki temel kaynağa, Kur'an ve Sünnet'e bakmışlardır.

Tabiî sahabeler (Hz. Peygamber'in vefatından sonra), yeni gelişme­lere ve büyük fetih hareketinden sonra İslâm toplumunun karşılaştığı yeni hâdiseler ve buna bağlı olarak İslâm Devletinde, siyasî, iktisadî ve sosyal sahada görülen büyük değişikliklere cevap verebilmek için toplu veya ferdî içtihada dayanmaya mecbur oldular.

Sahabeler İslâm ümmetini temsil etmeleri hasebiyle, burada modern anlayışdaki yasama organı düşüncesi ortaya çıkmaktadır. Onlar Peygamber ile sohbetleri ve yasama faaliyetinin merhalelerini müşahade ve takip et­meleri bakımından, halife ve ümerânın tesis ettiği ve sonra da ona bağ­layıcı ve icraî vasfını verdiği, mes'eleleri halletme ve içtiiıadları koyma­da, halifelere yardım bakımından en kudretli kimselerdiler.

Bu sırada Yasama organı tâbiri mevcut olmadığına göre, sahabenin yaptığı bu iş, modern mânadaki yasa organı kelimesinin aynı mânasını ifade etmektedir.

Ancak -belirttiğimiz yakınlığa rağmen biz, islâmî kavram ile be­şerî kavram arasında büyük bir fark olduğu kanaatindeyiz. Beşerî hukuk­taki yasama organı, münasip gördüğü kanunu çıkarma ve ona dayanma hakkına sahiptir, o, herhangi bir bağ ile bağlı olmadan, istediği kaideyi koymakta hürdür.

Buna karşılık, müçtehidler için kullanıldığını belirttiğimiz bu tâbir hasebiyle, İslâm anlayışındaki yasama organı ise, kanaatimizce, bu muçtehitler dinin hükümleri ve onları tatbikle bağlıdırlar, naslarda ifadesini bulan dinî prensiplere aykırı bir tek kaide koyamazlar. Bunun dışında faaliyetleri olarak, naslardan çıkarılan hükümlerin ikrarına ve hakkında nas bulunmayan mes'elelerde içtihada inhisar etmektedir.

İçtihat yolu âlimlerin tesbit ettikleri gibi-ağır ve zor bir iştir İçtihadı, ancak kendisinde içfcihad rartları bulunan kimse yapabilir. Ve müçtehid. içtihadı, sevaba daha yakın, hatadan daha uzak olması için, sağ­lam metodlara uygun hareket etmelidir.[157]

 

Üçüncü Başlık

 

İslam’da Yasama Organının Faaliyet Sahaları

 

Karşılaştıkları yeni mes'eleleri halletmede halifeye yardım eden. grup oldukları için, İslâm'da yasama organı mefhumu müçtehidlerin faaliyetle­rine inhisar edince, bu âlim grubun, içinde hareket edebileceği genel sa­hayı ve yasak bölgeyi belirtmek gerekir.

Bu gaye ile, İslâm Hukukunun kaynaklarını şu şekilde sunabiliriz:[158]

 

Birinci -Naslar:

 

1-Kur'an-ı Kerîm:

 

Kur'an, yasamanın birinci kaynağı kabul edilir ve İslâm Hukukunun genel esasları ve küllî prensiplerinden bahseder.

Kur'an, çeşitli hükümleri içine alır. Bir kısım inanca, Allah'a ve on­dan gelenlere (onun gönderdiklerine) iman bahislerini ilgilendiren konu­lara, bir kısım ahlâk ve faziletlere, diğer bir kısım ise, kullardan (mükel­lef) sâdır olan söz, fiiller ve tasarruflara bağlı amelî hükümlere aittir. Hü-,kümlerin bu kısmına «Fıkhu'I-îsîâmî = İslâm Fıkhı» ismi verilir.

Kur'an'da ahkâm âyetleri 500'ü geçmez. Bunların bir kısmı ibadete aittir, insan ile rabbi arasındaki münâsebeti tanzim eden bunlardır: Na­maz, oruç, hac "ve zekât gibi. Diğer kısım, insanların hayatın bir sahasında yaptıkları işler ve tasarruflarının hukukî düzenlenmesine aittir: Aile hu­kuku, şahıslar arasındaki muamelât hukuku ve İslâm Devletinin malî, siyasî ve milletlerarası münasebetlerinin düzenlenmesi gibi. [159]

Kur'an'm, hükümlerini takrirdeki metodu, hukuku meydana getirme­de tedricîlik denilen temel prensiplere riayet etmesi, mükellefiyetlerin azaltılması, hukuku insanların fıtratına ve menfaatına intibak ettirmesi­dir. Bu prensipleri gerçekleştirmek için, Kur'an, teferruata dalmadan ge­nel prensipler getirmiştir.

Prof. Mustafa Ez-Zerka şöyle diyor:

«Ancak kitap (Kur'an) anayasa olma özelliği ile, hükümleri (ahkâm) icmâlî naslar (kısa ve özlü hükümler) ile belirtmiş, cüz'iyata (teferrua­ta) taşmamış, az bir istisna dışında, mes'elelerin tafsilâtını vermemiştir. Çünki bu, onu uzatır ve onu, belagat ve Kur'an'm diğer galyelerinden dı­şarı çıkartır... Kur'an naslarındaki Tbu icmal, medenî muamelelere ait hü­kümler, siyasî ve sosyal düzenlemeler bakımından diğer bir önemli mezi­yettir. Bu, hu mücmel nasların anlamaya ve naslarin muhtemel mânaları sebebiyle tatbikine yardım eder ve şer'î temeller ve maksatlardan çık­mamak üzere zamanın şartlarına uygun ahenkli şekilde genişletmek ve hükmün gereklerine göre ayarlamak mümkündür.» [160]

Merhum Prof. Afadulvahhab Hallaf ise şöyle diyor :

«İbadet ve ahvâl-i şahsiyye dışında kalan, Medenî Hukuk, Ceza Hu­kuku, Anayasa Hukuku, Milletlerarası Hukuku ve İktisat hükümleri ile ilgili genel kaideler ve temel prensipler vardır. Kur'an bu hususlarda na­diren cüz'î tefsilâta girmiştir. Çünki bu hükümler, ortamın ve menfaat­lerin değişmesiyle değişirler. Kur'an bu hususlarda genel kaideler ve te­mel prensipler koymakla iktifa etmiştir.» [161]

Tabiî, Kur'an nasları sahasında müçtehidlerin işi, tefsir ve açıklama hudutları ile hudutlu ve bağlıdır, hiç bir şekilde Kur'an hükümlerine ay­kırı veya onunla çatışan hukukî bir kaide koyamazlar. Çünki Kur'an, hiç bir beşerî kanunun aykırı gelemeyeceği üstün bir anayasayı ifade eder, belki bütün beşerî kanunlar, onun prensip, esas ve temelinden çıkmadır.

Kur'an, meselâ idarede Şûra gibi bazı anayasa prensiplerine ait nas ihtiva eder. Bu durumda yasama organı, bu prensibi, muayyen bir şekil ile bağlı kalmadan, gerçekleştirecek kanun ve tüzükleri koyabilir.

Tabiî, müçtehidlerde ifadesini bulan yasama organının içtihadı, ken­dinden sonra gelenler için bağlayıcı değildir. Her asırdaki müçtehitler ümmetlerinin, menfaati için uygun gördükleri şekilde, zamana ve sosyal şartlara uygun olarak içtihat yapabilirler. Bu gibi içtihatlar zamandan za­mana, toplumdan topluma değişir.[162]

 

2- Peygamberin Sünneti:

 

Sünnet kelimesi usûl âlimleri tarafından, Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) 'den sâdır olan söz, fiil ve takrir şeklinde, şer'î bir hük­me delil olan her şey için kullanılır.

Sünnet,-İslâm hukukunun aslî kaynaklarından ikincisini temsil ede Sünnette yer alan hükümler mutlaka Kur'an hükümlerine uygundurla Bu durumda ya onu te'kid ederler, ya da Kur'andaki hükümleri tefsir v ' tafsil eden hükümlerdir. Mücmel bir hükmü tafsil etmek, mutlak bir hük mü sınırlamak, genel bir hükmü özelleştirmek gibi. Sünnet bazan Kur' anda yer almayan yeni bazı hükümler de getirir. [163]

Usûl âlimleri sünneti sabit olması bakımından, mütevâtir, meşhur ve ehad kısımlarına ayırıyorlar.

Mütevâtir sünnet, sabitliği kesin ve ilmî yakîni ifade eder.

Meşhur sünnet, tatbik edilme gereği bakımından mütevâtir sünnet­ten farkı yoktur, bununla1 beraber ilmî yakîni ifade etmez, sadece kesin­liğe yakın bir zannı ifade eder.

Ebrvd sünnet ise, "bir veya birden çok kimsenin rivayet ettiği sünnet­tir, tevatür ve şöhret derecesine varmamıştır, sadece zannı ifade eder. Âlimlerin çoğu bununla amel edilmesi gerektiği kanaatlidedirler. Çünki, râcih bir zan vardır, bu da amel işlerinde kâfidir.

Sünnet amel edilmesi bakımından ikiye ayrılır : Bir kısmı Peygamber (Saltallahü Aleyhi ve Sellem)den sâdır olan ve hukukî bir düzenlemeyi kas­tedenlerdir. Bu sünnet Kur'andan sonra hukukun ikinci kaynağıdır. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ye Sellem) 'den sâdır olan şahsî tasarruflar onun özel hayatına ait ve ferdî mizacına taalluk ederler. Yemesi, içmesi, otur­ması ve uykusu, ya da şahsî içtihadları gibi. Meselâ; ağaç aşılaması ko­nusundaki görüşü, Bedir Harbi'nde askerin konaklaması konusundaki gö­rüşü gibi. Bu tasarruflar hukukî mânada bağlayıcı bir sünnet kabul edimezîer.

Müçtehitlerin Kur'an ve sünnet ile ilgili faaliyetleri onların tefsir ve açıklanmasına münhasırdır. Onlar bu iki kaynağa, ikisi de aslî sabit kay­naklar olduklarından ve naklî kaynak sayıldıklarından, aykırı hareket edemezler, ya da ikisinin hükümlerine aykırı bir tatbikat yapamazlar. [164]

 

İkincisi -Îçtihad:

 

îçtihad, İslâm hukukunun kaynaklarından üçüncüsüdür. îçtihad, usûl mânasında hukukçunun delilinden hüküm çıkarması konusunda fikrî gay­ret sarfetmesi demektir. İçtihad, nas olsun olmasın, kaçınılması mümkün olmayan bir zarurettir, çünki, hukukun gelişmesi için zarurî kabul edilir.

Gerek Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) devrinde ve gerekse O'n-dan sonra hiç bir hukukî devrede içtihad ortadan kalkmış değildir.

1- Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)  devrinde İçtihad:

Hz Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) devrinde içtihad mevcuttu. Birinci müçtehid Peygamber (Sallallahü A leyhi ve Sellem) 'in kendisiydi. Onun dışında sahabeden biri içtihad yaparsa, bu içtihadlannı Peygambere arze-derler, o da onu ya kabul, ya da red ederdi.

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)''in içtihadlannı ikiye ayıra­biliriz : Bir kısım, bağlayıcı hukukî içtihadlardır. Kur'anın mücmel, sınırlı ve genel hükümlerini bildirmesi, haramı, helâli, sahihi ve fesadı belirtmesi gibi, bütün bu içtihadlar bağlayıcıdır. Bunlar Kur'an hükümlerinin işgal ettiği seviyededirler. Çünki Rabbisinin risaletini tebliğ eden ve şeriatın hükümlerini bildirme işini ifâ eden O'dur. Bu içtihadî hükümlerde hata ihtimali aramak mümkün değildir.

İkinci kısım içtihad, bir yargıç ve kumandan sıfatıyla ondan sâdır olan içtihaddır. Bu, O'nun bir görüşe ve neticeye varmak için aklını kul­landığı ve gayret ettiği işlerde söz konusu olur. O, bu işlerde ashabiyle istişare eder ve onların görüşlerini alırdı. Bedir Harbi esirleri konusunda onlarla istişaresi gibi. Bazı âlimler Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in içtihadlarınm, hata imkânı olmayan vahye dayandırılmasının caiz olma­dığını söylüyorlar. Ancak usûl âlimlerinin çoğu Peygamberin, insanların işlerini halletmesi gereken ve Allah'ın kastettiği hükmünü belirten bütün âyetler için içtihad yapmasının caiz olduğunu söylüyorlar.

Muhterem Profesör Bedir El-MütevelH Abdul Basit şöyle diyor[165]

«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in insan ve beşer olduğu kabul edilince, onun yemesi, içmesi ve tedavisindeki âdet ve tecrübeleri­nin ve insan hayatına ait her konuda tecrübelerinin ve âdetlerin olacağı kabul edilecektir. Onun, bir insan ve beşer olarak-ziraat, sanat ve be­denî tedavi gibi hayata ait işlerde mutlaka görüşü (içtihadı) olacaktır. İç­tihadın bu çeşidi hukukî işler ve devlet siyasetiyle ilgili olmadığı gibi, nikâh, boşanma veya alım ve satım gibi insanlar arasımda anlaşmazlık çıkan konularda bir hüküm sayılmaz. Hz. Peygamber (Sallalkthü Aleyhi ve

SellemVden sâdır olan söz, fiil ve tecrübeden her biri bu sebeple ümmet için bağlayıcı değildir, ümmet onu alır ve ona davet eder...»

Müellif, bir hâkim ve idareci olarak Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin vazifesi konusunda daha sonra şöyle diyor :

«Bu takdirde onun vazifesi icra yetkisi üzerinde devlet bş vazifesi gibidir. Onlar mahkeme hükümlerini tatbik ederler, elçi tâyin ederler, elçi kabul ederler, çeşitli vazifelere memurları tayin ettikleri gİM, orduyu tanzim, askerî planlan tespit ve vatan topraklarını müdafaa eder­ler. Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem} de bütün bu işlerde, kendi zamanı için uygun gördüğü bir tarzda, ümmetin menfaatlerini gerçekleş­tirecek hikmetli bir siyaset takip ediyordu. Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) , hakkında vahiy gelmeyeni konularda ashaldyle istişare eder, fcıı konularda içtihad yapardı. Büîüuı içtihadlar maslahatı hedef alır, ekserisinde isabet kaydedilirdi.»

Bundan sonra şöyle diyor:

«Bütün fcu işler bir imam ve komutan olarak Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) 'den çıkmıştır. Kendisinden sonra gelenler, Hz. Peygam­ber (Saîlallahü Aleyhi ve Se!!em)"m bu işlerdeki tedavi esaslarıyla bağlı olma­dan, dînin genel prensipleri çerçevesinde maslahata en yakın gördükleri tarzda hareket etme hakları vardır.

Ama bir Peygamber ve mübeliiğ olarak, Kafcbinin emirlerini, şunun haram, şunun helâl veya şer'an sahih veya fâsid olduğu veya vacip olma­dığım bildirmesi gibi işlerde, idareci veya idare edilen olarak ümmetten hiç 'biri, hüküm veremez. Caun haram kıldığını helâl yakamaz, ,^ıelâl kıl­dığını haram edemez, veya —Peygamber olarak-fesadına hükmettiği bir şeyi sahih kılamaz ya da, yine -Peygamber olarak -sıhhatine hük­mettiği bir şeyi fâsid kılamaz.» [166]

 

2-Sahafce Asrında İçtihad :

 

Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) vefat edince sahabeler ken­dilerini, Kur'anda yer almayan ve Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) den bir hüküm sâdır olmamış meselelerde rey ve içtihada dayanmaya mecbur hissettiler.

Sahabelerden birçoğu içtihad ve fetvada meşhur oldular. Onlar Kur'-an'a dayanıyorlar, orada bir hüküm bulamayınca Sünnet'e geçiyorlar, ora­da da bir hüküm bulamayınca içtihad ediyorlardı.

Ömer bin Hattab (Radiyallahuanh), «Şüreyh»'i Küfe kadısı tayin et­tiği zaman, ona şöyle demiştir :

«Allah'ın kitabında sana bildirilene bak, kimseye birşey sorma. Sana oirşey Mldirilmemişse o nıes'elede Allah'ın Resulünün sünnetine tâbi ol. Sünnette sana birşey Tbildmlmemişse, o mes'elede reyin (görüşünle) İçtihad et.»

Bir tek mes'elede sahabelerin görüş ayrılığına düşüp farklı içtihad va'otıkları çoktur. Onlardan hiç biri kendisini hak üzere olduğu ve görü­sünün doğru olduğunu belirtmemiştir. Çünki, aralarında görüş müşte­rekti. [167]

Önemli içtihadlarından bazıları şunlardır:

1- Hz. Ömer (Radiyaîlahu anh) kocası vefat eden hâmile kadının ço­cuğunu doğurmasına kadar izinli olduğuna fetva vermiştir. Hz. Ali (Radiyallahuanh) ise iki ecelin (müddetin), hamilelik müddeti ve iddet müddeti, sonuna kadar uzayabüeceğine fetva vermiştir.

2- Hz. Ömer (Radiyaîlahu anh)   bir söz ile üç talâkı  (boşanma)  zor­laştırmıştır (mümkün olmadığını söylemiştir),    Hz. Ali   (Radiyallahuanh) ve Ebu Musa El-Eş'arî aksi istikamette fetva vermiştir.

3- Hz. Ebu Bekir (Radiyaîlahu anh)  kardeşlerin dede ile birlikte mi­rasçı olamayacığını, çünki dedenin baba sayıldığını söylemiştir. Aynı şe­kilde kardeşler baba ile birlikte mirasçı olamazlar. Buna karşılık Hz. Ömer (Radiyallahuanh)   kardeşlerin dede ile mirasçı olacağını kabul etmiştir.

4-  Hz. Ömer   (Radiyaîlahu anh), mehri verilmiş ve boşanmış kadına

nafaka ve ev verilmesinin gerektiğine karar vermiştir. Diğerleri ise, böyle bir kadının nafaka ve ev almaması gerektiğini söylemişlerdir. Bu olay Fatma bint-i Kays hâdisesinde cereyan etmiştir.

Belki de içtihadlardan en önemlisi, Irak ve Şam'da fethedilen arazi mevzuunda yapılan içtihaddır. Hz. Ömer (Radiyallahuanh) sahabeleriyle bu mevzuda istişare etmiş, istişareden sonra arazinin fâtihler arasında bö­lünmemesi, sahiplerinin ellerinde bırakılmasına karar vermiştir. [168]

 

3-Sahabe Asrından Sonra İçtihad:

 

Sahabe asrından sonra içtihadın sahası genişlemiş, çeşitli yollar bu­lunmuş ve ortaya iki ekol  (medrese)  çıkmıştır

Hadîs ekolü, rey ekolü.

Bu iki medreseden herbiri yaşlı sahabelerin içtihatlarıyla tesirli ol­muştur. Hadîs ekolü veya diğer ismiyle Hicaz ekolü, Hz. Ömer (Radiyallahu anh), Zeyd bin Sabit (Radiyallahu anh) ve Abdullah bin Ömer ve onlar­dan sonra gelen, Sait bin El Müseyyeb ve Urve bin Zübeyr ve Kasım bin Muhammed gibi tabiinden kimselerin görüşleriyle tesirli olmuştur. Bu medrese, hadîse dayanmış ve görüşlerini ondan elde etmiştir. Onlar an­cak çok dar bir sahada reye baş vurmuşlardır.

Rey ekolü veya diğer ismiyle Küfe ekolü ise, hadîslerin rivayetlerin­de titiz davranmışlar ve ancak sıhhati sabit olduğu taktirde, hadîsleri al­mışlardır. Çünki, Irak Hicaz'a uzaktı ve sahih hadîslerle temasları (tear-ruf) mümkün değildi, bu ekolün sahabeden ileri gelenleri şunlardır : Hz. Ali Abdullah bin Mes'ud (Radiyallahu anhûma) ve onların Kûfe'deki, Al-fcame bin Kays ve EÎ-Esved bin Yezid gibi talebeleri.

Tabiî daha sonra bu iki ekolün iyi taraflarını birleştiren bazı âlim­lerin ortaya çıkması yolu ile iki medrese arasında bağlantı kurulmuştur. Her bir medresenin ileri gelenlerinin ilimleri temas haline gelmiştir. Ay­rıca daha sonra hadîs ilmi ve âlimlere sahih hadîsi sahih olmayandan ayır­mayı mümkün kılan hadîs usûlü ilmi ortaya çıkmıştır.

Bundan sonra Fıkıh usûlü (metodoloji) ilmi doğmuştur. Böylece iç-tihad sağlam kaidelere bağlı olarak yapılmaya bağlanmıştır. [169]

 

Dördüncü Başlık

 

İçtihad Ve Yasama Organı

 

Yukarıda belirttiklerimizden şunu tesbit edebiliriz ki, müçtehitlerin meydana getirdiği yasama organının faaliyeti, naslara aykırı olmayan ya­hut kısa, özet, genel veya mutlak olarak bildirilen hükümlerle sınırlıdır.

Müçtehitlere ve müslümanların Ehl-i Hal ve'l Akd'e hasrettiğimiz yasama organı hakkındaki bahsimizi Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) in vefatından sonraki devre ile sınırlayacağız. Çünki, Hz. Peygam­ber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)'den sâdır olan içtihad ile, onun vefatından sonra gelen müçtehitlerden, halife olsun, âlim olsun, sâdır olanlar ara­sında fark vardır. Biz, âlimlerin, vahye dayanması sebebiyle, Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) den sâdır olan içtihad yapılmasının cevazı veya ademî cevazı bakımından görüş ayrılıklarına giremeyiz.

Hz. Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)'in içtihad yapabileceğine inanan âlimler dahi bu içtihadın beşerî hayat ile bağlı kabul ederek üm­met için bağlayıcı olmadığını söylüyorlar   (Hukukî olmayan işler veya insanlar arasındaki yargı sahasında ondan sâdır olan hükümler dışında.) [170]Hz. Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)'in yemesi, içmesi, tedavisi veya devlet işlerini idaredeki siyaseti, memur ve hâkimleri tayinindeki âdetleri gibi, zamana göre değişen ve Hz. Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) 'İn maslahatın gerçekleşmesini hedef aldığı işler bunların dışındadır.

Bu mâna, yasama organının mânasını genişletmekte, hukuk ve yargı sahasına ait olmayan içtihadlarmı da yasama kuvveti mefhumuna dahil etmektedir. Çünki, belirttiğimiz mânada y asama kuvveti, bağlayıcı sıfatı olan genel kaideler koyma hakkına sahip kuvvet mânasında yasama kuv­vetidir. Ayrıca bağlayıcı hukuk içtihadları sahasına girmeyen Peygam­ber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)'m içtihatları, mücmel, sınırlı ve genel Kur'an âyetlerini bildirmesi gibi yasama organı görevi sahasına girdiği kabul edilmektedir. Bunlar, kanun koyucu Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) den sadır oldukları için değil, Peygamber devlet başkanı sıfatına sahip olduğu ve bu durumlardaki emirleri maslahatı gerçekleştirmeyi hedef al­dıkları için bağlayıcıdırlar.

Anlattıklarımızı özetleyecek olursak, Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve SeHem)'in içtihadları ikiye ayrılır :

1- Hukukî içtihatlar: Kur'an hükümlerini bildirmesi, belirtmesi, hu­kukî işleri düzenlemesi ve buna ait şer'î hükmü söylemesi gibi. Bu içti­hadiar   bağlayıcıdır ve hatasızdır,   çünki   Peygamber (Sallaahü Aleyhi ve Sellem) Rabbinin Risaletini tebliğ etmektedir.

2- Hukukî olmayan içtihadiar: Hz. Peygamber  (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)in aklını ve görüşünü kullandığı içtihadlardır. Bunlar devlet ve di­ğer işlerin düzenlenmesine ait işlerde söz konusu olur. Bedir Harbi esir­leri mes'elesindeki içtihadı, Bedir Harbi'nde konaklatacak yer mevzuundaki içtihadı, Selman Eî-Farisî'nin şehrin etrafına hendek kazılması görüşüne muvafakatin deki içtihadı gibi. Bu içtihadiar aynı şekilde sahabeler için, Müslümanların İmamı ve komutanı  (kaid)  sıfatıyla Allah'ın Peygambe­rinden sâdır olduğu için bağlayıcıdır.

Ama Halifelerden ve Peygamberin vefatından sonra, âlimlerin ehl-i hal ve'l akd kısmından sâdır olan içtihadları ile yasama kuvveti mefhumu arasında bağ kurabiliriz.

İçtihad ile yasama kuvveti arasındaki münasebetin genişliğine gir­meden önce, içtihadın bağlayıcı sıfatı olmadığı müddetçe ona yasama kuv­veti mefhumu verilmesinin mümkün olmadığına işaret etmemiz şarttır. Bağlayıcı özellik, onu, mücerred içtihadı görüşten, bağlayıcı hakka sahip organdan çıkan hukukî içtihada nakletmektedir.

O halde bağlayıcı özellik, içtihadı görüşe, şahısların tatbikle mükellef olduğu kanunî ve yasama mahiyeti veren özelliktir.

Bu ayırıma dayanarak Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) asrın­dan sonraki içtihadı ikiye ayırabiliriz:[171]

 

Birincisi -Ferdî İçtihad:

 

Ferdî içtihad, kendisinde içtihad şartları bulunan her müslûmanm hakkıdır. Birçok sahabe karşılaştıkları çeşitli mes'elelerde içtihad yaptık­ları gibi, sahabe asrından sonra gelen birçok hukukçu da içtihad yapmıştır.

Belirttiğimiz yasama organı mânasında, bu içtihada hukukî içtihad ismi verilemez. Çünki, bu içtihadiar bağlayıcı değillerdir. Müçtehidlerin bu mes'elede, bu içtihadları tatbik etme hakkına sahip bir kudretleri yoktur.[172]

 

İkincisi -Toplu İçtihad:

 

Bu içtihad, ya kendisinde icmâ'nın şartlarına uygunluk bakımından titiz bir şekilde bütün müçtehidlerden sâdır olur, bu takdirde, icmâ bağ­layıcı olduğu için, bağlayıcıdır. Ve hukukun aslî kaynaklarından biridir, ya da icmâ özelliği olmaksızın müçtehidlerden sâdır olan bir içtihaddır. Bu içtihad bağlayıcı özelliği olmayan mücerred bir içtihaddır.[173]

 

Beşinci Başlık

 

Halifenin Yasama Fonksiyonu

 

İslâm siyasî düşüncesinde Halife -vazifesi ve ümmetin onu kendine reis olmak için seçmesi sebebiyle -'bağlayıcı mahiyette (özellikte) emir­ler verme yetkisine sahiptir. Bunun için, emirlerin, kabul edilen (mukar­rer) şer'î hükümlerle çatışmaması şarttır.

Vazifesi sahasında Halifenin yaptığı içtihadiar bağlayıcı yasanın ma­hiyetindedir. Çünki o, iktidar ve idare sahibidir ve emirlerine itaat edil­mezse, devlet işlerinin istikrar bulması mümkün değildir.

Bu sebeple İslâm siyasî düşünce âlimleri, halifede ilim ve içtihad (kabiliyetini) şart görmüşler ve bu şartları, halife seçerken nazara alın­ması en önemli şartlardan kabul etmişlerdir. [174]

 

Birincisi -Halifeliğin Şartları:

 

İslâm siyasî düşüncesine ait kitaplarda, halifede bulunması gerekli olan şartlara bakacak olursak, bütün bu kitaplarda «ilim» şartının bariz olduğunu görürüz. Bu âlimler sadece ilim ile iktifa etmemişler, ona içti­had yapabilme imkânı veren ilmi şart koşmuşlardır.

Mâverdi, «El-Ahkâmu's-Sultaniye» kitabında şöyle diyor: İmamete (halifeliğe) ehil olanWdaki muteber şartlar yedidir: Birincisi: Bütün şartlarıyla adalet.

İkincisi: Bütün işlerde ve hükümlerinde içtihad imkânı sağlayacak ilim.

Beşincisi: Vatandaşın ve işlerin idaresini anlayacak görüş (rey), [175]

Ebu Yala Muhammed bin El-Hasan, (El-Ferna) «El-Ahkâmu's-Sulta-niyye» isimli kitabında şöyle diyor:

İmamet (hilâfet) ehlinde muteber dört şart aranır:

İkincisi: Hürriyet, bulûğ, akıl, ilim ve adalet sahibi olmak.

Üçüncüsü: Harb ve siyaset işlerinde ve hadleri (cezaları) tatbikte kabiliyeti olmak, bu işlerde acıma hissi olmamak ve imameti müdafaa

edebilmek.

Dördüncüsü: îlim ve din'de onların en efdali (üstünü) olmak.» [176]ibn-i Haldun, Mukaddimesinde şöyle diyor :

«Bu makam için şartlar ise dörttür: İlim, adalet, kabiliyet, görüşle­rine ve aklına tesir eden havas ve âzalarının selâmetidir.» [177]

«Ibn-i Haldun» daha sonra bu şartların sebeplerini izah ediyor:

«îmamet'de ilim şarttır. Çünki, o ancak böylece, bu konuda âlim olun­ca Allah (AzzeveCetle)'m hükümlerini tatbik edebilir. İlim de kâfi de­ğildir, müçtehid olmalıdır. Çünki, taklid etme eksikliktir. İmamet evsaf ve ahvalde kemali  (tamamiyeti)  gerektirir.» [178]

«Ebu-1' Maâli El-Cüveyflî» şöyle diyor;

«İmamın, içtihad yapabilecek kimselerden olması şarttır, tâ ki, olay­lar karşısında, başkasından fetva istemeye ihtiyaç duymasın, muhtaç ol­masın.»

EI-Gazzali ise, Kadı için şart olan şeyin îmam (Halife) için de şart olduğunu, mukallid değil, müçtehid olması şerektiğini söylüyor. [179]

Gazzaiî, halifede, kadı için bulunması gerekli şartları şart görüyor. İmam Maverdî ise, El-Ahkâmu!s-Sultaniye adlı kitabının altıncı babında

kadının şartlarım belirterek şöyle diyor :

«Yedinci şart (kadının şartlarından) şer'î hükümleri bilmelidir. İîmi, şeriatın usûlünü (esaslarını) ve füruunu (teferruatını) Mlmeyi içine al­malıdır. Şeriatta hükümlerin asılları dörttür :

Birincisi: Allah (Azze ve Celie) in kitabını, nâsih, mensuh, muhkem, rnüteşâbih, genel ve özel, mücmel ve nıüfesser olma bakımımdan ihtiva et­tiği hükümlerden doğru şekilde haberi olacak kadar bilmek.

İkincisi : Allah'ın Peygamberinin sabit (sağlam) sözü ve fiilleri ile sünnetini bilmek...

Üçüncüsü: Kendinden evvelkilerin (selef) üzerinde birleştikleri ve ayrıldıkları noktaları bilmek...

Dördüncüsü : Üzerinde konuşulmamış (meskût) fürua ait mes'eîelerî, üzerinde konuşulmuş esaslara kıyas edip, cevap verecek kıyası bilmek. O, fetva ve hüküm verebildiği gibi, fetva ve hüküm vermesini de (birin­den) isteyebilir.» [180]

İkincisi -Halifenin içtihadının bağlayıcı değeri:

Belirttiğimiz şartlar halifede bulunduğu takdirde, halifelik makamına gelebilir. Bu durumda, itaat gerektiren vazifesi icabı, içtihatları bağlayıcı olur.

Halife Hz. Ebu Bekir (Radiyaiîahu anh) 'den sâdır olan Önemli içtihad-Iardan bazıları şunlardır.[181]

1- Zekâta mâni olan mürtedler mevzuu : Bu mes'ele İslâm Dünya­sının, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin vefatından sonra, kar­şılaştığı" önemli mes'elelerden biridir. Hz. Ebu Bekir (Radiyalhhu anh), on­ların Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem)'e karşı yaptıklarına cevap olarak, onlarla çarpışmak görüşünde idi. Hz. Ömer (Radiyaiîahu anth) ona şöyle demiştir:

Nasıl çarpışabiliriz?

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem)  şöyle demiştir:

«Lâüühe illallah deyinceye kadar (için) insanlarla çarpışmaya emre­dildim. Şâyef bu kelimeyi söylerlerse, onların kana ve malı bana haram­dır, ancak bu kelime için çarpışılır.»

Hz. Ebu Bekir (Radiyaiîahu anh)   şöyle cevap verdi:

Ancak bu kelime için demedi mi? Kimlere zekât verilir ve kimin namaz kılmak hakkı vardır.

2-Kur'an'ı toplamak meselesindeki içtihad : Mürtedler ile yapılan harplerde bazı büyük kurralar (hafızlar) şehit edilince, Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh) , hafızlarının ölmesiyle Kur'an'm kaybolacağından kork­muştur. Mes'eleyi, Kur'an'ı toplamak ve yazdırmak için Hz. Ebu Bekir (Radiyaiîahu anh)'e arzetmiştir. Hz. Ebu Bekir (Radiyaiîahu anh) bunu kabul etmemiş ve şöyle demiştir :

«Allah'ın Resulünün (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) yapmadığını mı ya­payım?»

Daha sonra aralarında münakaşa cereyan etmiş, neticede Hz. E^u Bekir (Radiyaiîahu anh) Kur'an'm toplanmasını uygun bulmuş ve topla­ması için kurra ve hafızlardan meydana gelen bir komisyon teşkil etmiştir.

Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh) 'den ise çok içtihad sâdır olmuştur. Çünki, onun karşılaştığı hâdiseler çok fazladır; onun zamanında ülkeler fethedil­miş, müslünıanlar Arap yarımadasından İran ve Bizans topraklarına inti­kal etmişlerdir.

Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh) birçok mes'elede içtihad yapmıştır. Bu iş­te, şeriatın kurduğu genel naslara ve temel prensiplere dayanmıştır. Önemli içtihatlarından bazıları şunlardır. [182]

1- Huzeyfe Mm EI-Yeman hakkında rivayet ediliyor ki, o şehirli ve" ehl-i kitap bir kadınla evlendi. Hz, Ömer (Radiyaiîahu anh)   ona şöyle yaz­mıştır :

«Bırak yoluna  (evine) gitsin.»

Huzeyf e ise ona şöyle yazmıştır:

«-O kadm haram mı, ey mü'minlerin Emîri?»

Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh)   cevaben şöyle yazmıştır :

«Sana bu mektubu yazdım ki, onu birakası&ı. Ben, mü si umanlar in

sana (bu işte) uyacağından, seni Örnek alıp, taklid edeceklerinden korka­rım. Onlar ehl-i zimmeden olan kadınları güzellikleri için seçerler, bu ise, mii'min kadınlar için fitneye kâfidir.»

2- Allah, kadm veya erkek hırsızın elinin kesilmesini emretmiştir. Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh}   devrinde müslümanlar açlık sebebiyle başıboş olunca, hırsızlık çoğaldı. Bunun üzerine Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh)   onla­ra had cezasının (el kesme) tatbikini durdurdu, çünki, onun kanaatine göre, açlık bulunduğu müddetçe,   bu cezanın tatbikinde arzu edilen   maslahat (gaye) mevcut değildir.

3- Bir sözde üç talâk ile boşamayı  (talâk-ı selâse)   durdurmuştur. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve Ebu Bekir   (Radiyaiîahu anh) devrinde bir defada boşama (talâk-ı vahid) vardı. Ne zaman ki, Hz. Ömer (Radiyaiîahu ank), insanların boşamada acele ettiklerini gördü, o zaman biraz sabredip düşünmelerini sağladı ve boşamayı zorlaştırdı.                    :

4- Zekât mallarından müellefet'ül kulub için sarfedilmesini, bu hak Kur'an'da belirtilmiş (kabul edilmiş) olmasına rağmen, durdurmuştur. Bu­na da sebep, Hz. Ömer, bu kimselere sarfdan maksadın, İslâm'ı kuvvet­lendirmek, müslümanların çoğalması ve kuvvetlendirilmesi olduğunu söy­leyerek, halbuki müslümanlar onun devrinde ne kimseden korkmakta ve ne de başka birinin yardımına muhtaç olmaktaydılar.

5- Geniş Irak arazileri mes'elesinde Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh) 'in meşhur içtihadı. Bu mes'elede, Hz. Ömer (Radiyaiîahu anh), müslümanların menfaatini geniş arazilerin, fâtihler arasında taksim edilmemesinde ve belli bir haraç ödemeleri şartıyla, aslî sahiplerinin ellerinde bırakmakta görmüştür.

Görüyoruz ki, bütün bu durumda halifeler ileri gelen. sahabeleri top­lamış, bu mes'eleier hakkında onlarla istişare etmişler, görüşlerini dinle­mişlerdir. Bazıları Halifenin görüşünü desteklemiş, bir kısmı ise, ona kar-Şi görüşü savunmuştur.

Siyer kitaplarına bakacak olursak, halifeler ile, sahabelerin fakih (hu­kukçu) ve âlimleri arasında cereyan eden   münakaşanın  nasıl   olduğuna dair özellikler buluruz. Bu istişarelere katılan her bir şahıs, görüşünü ve delilini, Kur'an ve Sünnet'den nakledilen naslar ve İslâm Hukukunun gö­zettiği genel menfaat ışığı altında, belirtiyordu.

Tabiî bu münakaşalardan (sonra) sâdır olan içtihat bağlayıcı idi. Çünki, İslâm Devletinin karşısına çıkan siyasî, malî, askerî ve sosyal problem­leri inceleyen müçtehidlerden, Ehlü'1-Hal ve'1-Akd'den sâdır olmuştur.

Gerçi, biz bu içtihatlara «hukukî içtihad» ismini veremiyoruz, çünki, âlimler ve hukukçular üzerinde icmâ etmedikçe, hukukî içtihad ümmet için bağlayıcı kabul edilmez. Bu takdirde zaten icmâ husule geliyor, icrnâ ise, hukukçuların görüşlerini bağlar. Ancak, gerçek mânasında icmâ, ko­layca gerçekleşmez. Bazıları bu mânada icmâ'm imkânsız olduğunu söy­lemişlerdir. Bu sebeple icmâ, Hz. Peygamber (Sallaîlchü A leyhl ve Settem) 'in vefatından sonra, sayılı ve bilinen sahabe ve Ehlül'-Hal ve'1-Akd'in icmâ'ı-na münhasırdır; onların bir araya gelmesi ve görüşlerinin alınması kolaydı.

Bugün ise icmâ çok zor, belki de imkânsızdır. Bu sebeple, çoğu âli­min kabul ettiği toplu içtihaddan bazı âlimler kaçınmışlardır (istiaze). Bununla beraber, Veliyyü'1-Emr onu benimsemediği müddetçe, bu içti­hada bağlayıcı sıfatı vermek mümkün değildir. Bu durumda bağlay.eı ol­maya sebep, onun içtihad özelliği sebebiyle değil, Halifenin onu benimse­mesi ve tatbiki için gerekli emri yayınlaması iledir.

Halifenin katıldığı icmâ ve toplu içtihaddan herbirinin bağlayıcılığı farklıdır; icmâ ümmet için mutlak bağlayıcılık vasfına sahip olup, onun kurulmasını temin eden özellikler sebebiyle, ondan dönülmesi caiz değildir.

Bazı müçtehitlerden sâdır olan toplu içtihad, ancak Veiiyyü'l-Emr'in benimsemesi ile bağlayıcı olur. Bu takdirde ondaki bağlayıcılık özelliği, sınırlayıcı bir özelliktir, zira birinci Halifenin, kabul ettiğinin aksine bir içtihadı kabul edebilir. Hatta bizzat Halifenin kendisi dahi, yeni hâdise­lerde içtihadından dönebilir. Ama eski içtihadîardaki hükümler, kendileri açısından (o zaman için) bağlayıcıdırlar. Çünki, Veliyyü'1-Emr veya hâ­kim (Kadı) bu mes'eledeki içtihadı değişse de, birinci kazaî hükmünden dönemez, çünki bütün bu içtihadlar zannîdir, hatalı veya doğru olması kabildir.

Kanaatimizce, müçtehit imamlardan sâdır olan icmâ hakkında söyle­diklerimiz, bağlayıcıdır ve onlara icmâ hükümleri tatbik olunur.

Toplu içtihad ise, Veliyyü'1-Emr, onu benimsemedikçe, bağlayıcı de­ğildir. O, onun tatbiki için bir emir çıkarır, bu takdirde, onda icmânm şartları olmasa dahi, ümmet için bağlayıcı olur.

Tabiî, şer'î mes'elelerde Veliyyü'1-Emr'e verilen bağlayıcı kılma iktidarı   Veliyyü'l-Emr'lerde bulunması gerekli şartlar kendisinde yoksa, icra kabiliyetinden mahrumdur.

Bütün bu içtihadlar, hakkında nas bulunmayan sahalara girer. Şayet bir hüküm için kesin şekilde Kur'an veya Sünnet'den sabit, şer'î ve sahih naslar gelmişse, bu takdirde, müçtehitler veya Veliyyü'l-Emr'in bu hükme aykırı hareketine yer yoktur (olamaz). [183]

 

Altıncı Başlık

 

İslâm'da Ve Modern Düşüncede Yasama Organı Kavramındaki Fark

 

İslâm'daki Yasama Organı mefhumu, modern düşüncedeki anlamın­dan iki bakımdan farklıdır :[184]

 

Birincisi -Organik Takımdan :

 

İslâm düşüncesi, içtihad fonksiyonunu ifa eden yasama orgamndaki şahıslarda, onların ilmî, ahlâkî ve gidişatlarına ait çok ince şartların bu­lunmasını gerektirmektedir.

Ümmetten herhangi bir fert ilmî araştırmalara tâbi olmak ve -derin­leşmek suretiyle bu özellikleri kazanabilir. Kanaatimizce hukukçuların, müçtehid'te bulunmasını istedikleri bütün şartlar ilmî kabiliyet, olgunluk, şuur ve idrak genişliğine aittir.

Bu özellikler onun içtihad ehlinden olmasını mümkün kılar, binne-tice onun içtihadı görüşleri yasama faaliyeti özelliğine sahip olur; bazan icmâ mevzuu olur, bazan da halife onu tatbik eder.

Modern düşünce ise, yasama orgamndaki şahısların ilmî kabiliyetine ait herhangi bir özelliği şart koşmuyor. Daha çok yasama organını iş ba­şına getiren halktan bir grubu seçmen vatandaş yapan demokratik fi­kirlere uygun olarak seçim mes'elesine bağlı kabul ediliyor.[185]

Demokratik fikirler, parlâmento üyeliğine aday olanlarda bazı şartlar arıyorlarsa da, bu şartlar ilmî, ahlâkî ve gidişatlarıyla ilgili değil, daha çok bu şahısların işlerini görebilme konusundaki kuvvetlerine aittir. Bu gibi kuvvetler toplumdan topluma farklı ve mahallî değerlere tâbi olup, mu­hit ve şartlara göre değişir.[186]

 

İkincisi -Muhteva Bakımından:

 

Kanaatimizce, İslâm ve modern düşüncedeki yasama organları ara­sında, muhteva ve onlara sağlanan yetkilerin genişliği bakımından büyük bir fark vardır.

Modern düşüncedeki yasama organı istediği kanunları, anayasa hü­kümlerine aykırı olmamak şartıyla, çıkarabilir. Ve Kurucu organ (Mec­lis) kendi seçiminin dayandığı değerler ve şartlar dışında, hiç bir kayıt ile bağlı olmadan, kendi iradesiyle anayasayı yapabilir. Çoğu defa Kurucu Meclis'in üzerine tesir eden maddî veya manevî şartların etkili olduğunu görüyoruz. Yasama Organı, anayasanın sınırlarıyla bağlı olunca, bu organ -muayyen şartların bulunması halinde-bu anayasayı değiştirme veya ilga etme, şekil ve muhteva bakımından ondan tamamen değişik yeni bir anayasa koyma hakkına sahiptir.

Amma İslâm düşüncesindeki yasama organı bütün hal ve şartlarda Kur'an nasları ve sahih sünnet ile bağlı kabul edilir. Yasama organının vazifesi, bu nasiarm ihtiva ettiği hükümlerin tefsir, açıklama ve tatbikine inhisar eder[187]

Bu organ, temel hükümlerden birini kaldırma veya bir başkasıyla de­ğiştirme hakkına sahip değildir, ama eski müçtehidlerden sâdır olan içti-hadlara uygun veya onlara aykırı olsun, zaman ve mekân şartlarına uy­gun olarak yapılan içtihad yoluyla bir nassm tefsiri hakkına sahiptir.

Böylece kanaatimizce, İslâm ve modern düşüncedeki yasama organ­larının anlayışları arasında temel farklar vardır. Bu farklar esaslı ve öz­deki farklardır, bunlar, bu mevzular anlatılırken görmezlikten gelinemez. [188]

 

İKİNCİ FASIL

 

İSLÂM DEVLETİNDE YÜRÜTME ORGANI

 

Birinci Bahis

 

İslâm Hilâfeti

 

İslâm düşüncesi hakkında eser veren âlimlerin kitapları, İslâmdaki devlet başkanlığı mevzuuna yer vermiştir. Onlar devlet başkanlığına «Hilâfet veya İmamet» ismini vermişlerdir.[189]

Tabiî, İslâm hilâfeti Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi w' Sel(em)'in ha­yatında yoktu, çünki Peygamber bizzat devlet başkanıydı ve müslümanlar dinî ve d'inyevî işlerine ait her işlerini ona arzediyorîardı.

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem/in vefatından sonra hilâfet ortaya çıktı. Hilâfet, müslümanlarm komutanlığı ve işlerini kontrolde Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyh' re Sellern) 'in halifesini ifade ediyordu. [190]

 

Birinci Başlık

 

İslâm Hilâfetine Ait Bahisler

 

Birinci Altbaşlık

 

Hilâfetin Doğuşu

 

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) müslümanlarm komutanlı­ğını ve dinî ve dünyevî işleri üzerinde kontrol vazifesi yapacak bir kimseyi kendisine halife tayin etmeden vefat etmiştir. Müslümanlar ona bir halife tayinini zorunlu gördüler. Bu gayeyle Benî Sâide'nin sofasında top­landılar ve hilâfet mes'elelerini görüştüler. Bu görüşmelerde muhacirin ile ensar arasında görüş ayrılığı çıktı. Ensar, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemjin halifeliğine en lâyık kimsenin kendileri oldukları kanaatindey-diler, çünki ona yardım etmişler ve kucak açmışlar, her savaşta onun ya­nında yer almışlardı. Buna karşılık muhacirin, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellenıjln kavminden ve yakını oldukları için, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in halifeliğine ensardan daha çok kendilerini haklı görü­yorlardı. Mekke'de onun yanında yer almışlar, Medine'ye onunla birlikte hicret etmişlerdi.

îki taraf arasındaki uzun münakaşada Ulülemr ve hilâfet mevzuu gö­rüşülmüştür. Her bir taraf uygun gördüğü deliller ile görüşlerini müda­faa ediyorlardı. Neticede muhacirler hilâfete hakları oldukları noktasında ensarı ikna edebildiler. Daha sonra her iki taraf, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in vefatından sonra müslümanlarm halifesi olarak Hz. Ebu Bekir   (Radiyallahu anh)1 e bîat ettiler.

Bildiğimize göre, ensar ve muhacirlerin Benî Sâide'nin sofasında top­lanmasında, muhacirler hilâfete haklarını beyanda iki noktaya dayanı­yorlardı.

Birincisi: İmamların Kureyş'ten olacağını belirten açık nas. Bu nas Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilenı)'den rivayet edilmiş olup, müna­kaşa kabul etmeyecek kadar sarih bir nastır. Tabiî, ensar Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) in hilâfetine arzulu olmalarına rağmen, Peygam­ber (Sallallahü A leyhi ve Sellem) itaat etmeye ve hilâfet arzularını gerçek­leştirmesi için emirlerini uygulamaya daha çok gayret gösterdiler. Bu se­beple onlar, muhacirlerle münakaşadan sonra, muhacirler lehine, kendi is­teklerinden hemen vazgeçtiler.

İkincisi: Ekseri arap kabileleri İslâm'a girmişti, birbirinden uzak ve farklı olan bu kabileler İslâm'a girince şahsiyetlerini bırakmışlar, ancak, Kureyş'in arap kabileleri arasında işgal ettiği yer ve bu kavmin Peygam­ber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)''in ve ehlinin kavmi olması sebebiyle, Ku-reyş dışında herhangi bir arap kabilesine tâbi olmayı kabul etmeleri müm­kün olmamıştır.

Muhacirler ve ensar arasında Benî Sâide'nin sofasında varılan ve çe­şitli taraflar arasını bağlayan iman bağlarının kuvvetini sağlamlaştıran ittifaka rağmen «Mc. Donalel» ve «Arnolıt!» gibi bazı müsteşrikler, bu top­lantıda raüslümanlar arasında ortaya çıkan görüş ayrılığım sun'î olarak

büyültmek suretiyle,    İslâm tarihini bozmaya ve iftira etmeye teşebbüs etmişlerdir. [191]

Halbuki gerçek, bu konudaki görüş ayrılığının bu ittifak ile son bul­duğunu ispat ediyor. Daha sonra müslümanlar Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)"m riyaseti altında bir araya gelmişlerdir; Müslümanlar arasında ka­bile gruplaşmalarının varlığını isbat eden herhangi bir delile rastlamı­yoruz.

Bu mânanın bize tekid ettiği hususlardan biri, ensar ve muhacirin, tüm olarak müslümanlar İslâm devletinin temel dayanaklarını sağlam şe­kilde atmakta yardımlaştıkları, bu genç devletin kurulmasına topluca gay­ret ettikleri ve Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 3in vefatının te­sir ettiği nizam ve istikrarı iadeye hepsinin katıldığıdır,

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) halife seçildikten ve müslümanlar ken­disine bîat ettikten sonra bir hitap irad etmiştir :

«Ey imsanlar! Ben hayırlınız olmadığım halde başınıza reis seçildim. İyi bir fiil işlersem, bana yardım ediniz, kötü bir fiil işlersem, beni dü­zeltiniz. Sıdk emanettir, yalan hiyanettir. İçinizdeki zayıf, hakkını alın­caya kadar benim nazarımda kuvvetlidir. İçinizdeki kuvvetli de, ondan hak alınıncaya kadar, bemim nazarımda zayıftır, inşaallah. İçinizıde kim ki, Allah yolunda cihadı terkederse, Allah onu zelil eder. Kötülüklerin yaygın olduğu bir milletin hepsine fcelâ gönderir. Allah'a ve Resulüne ita­at edersem, bana itaat ediniz. Allah'a ve Resulüne isyan edersem, bana itaat etmeniz gerekmez. Şimdi namazlarınızı kılmak için kalkınız. Allah'ın rahmeti üzerinize olsun.»

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'in halife olmasından sonra hilâfet merkezinden uzak olan yerlerdeki huzursuzluk uzun zaman devam etme­miştir, bazı kabileler İslâm'dan çıkarak irtidad etmişler ve halifeye zekât Ödemek istememişler ve zekâtı (haraç ve vergi) şeklinde isimlendirmiş­lerdir. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) mes'eleyi ciddiye almıştır. Ensar ve muhacirden birçok ordular teşkil etmiş ve bu İslâm devletini yok etmek isteyen mürtedlere karşı harp için göndermiştir, Al­lah, Hz. Ebu Bekir'e yardım etmiş, zafer kazanılmış, bütün orduları Ara­bistan'ın her tarafında siyasî birliği temin ettikten sonra geri dönmüştür. [192]

 

İkinci Altbaşlık

 

Hilafetin Lâkabları

 

Halife için çeşitli lâkablar vardır. Halife için genel olarak şu isimler kullanılır : «Halife, İmam ve Emîrü'l-Mü'minin».[193]

 

Birincisi -Hilâfet [194]

 

Hilâfetin masdarı (Halefe ) dir. Şöyle denilir : Halefehu    

Hilafetun: yâni ondan sonra halifeliğe geçti.    Cem'i: Halâif ve hulefâ Bu, yayılmış bir kelimedir. Şöyle denilir:

Hulefâ-i Ragidin.

Hilâfet, Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) 'den sonra, devlet başkanlığına ve devlet işlerini görmeye geçen kimse için kullanılır.

O halde bu kelime (bu makam) din ve dünya işlerinde Hz. Peygam­ber adına (niyabeten) genel siyaset demektir. «İbn-i Haldun» bu mevzuda şöyle diyor :

«Hilâfet, uhrevî ve âhirete jc&kaiî dünyevî işlerde İslâm Hukukunun gereklerinin hepsini içine alır. Çünki, İslâm Hukukuma göre, dünyevî hak­ların hepsi âhiret mes'elesi olarak kabul edilmektedir. Hilâfet aslında, İs­lâm Hukukunu vaz'eden adına dinî ve dünyevî siyaseti korumaktadır.» [195]

İnsanların itaat etme vecibesi bakımından hilâfet makamı Allah'ın Peygamberi (Saîlallahü Aleyhi ve Seslem} makamı gibidir, çünki Kur'an ve Sünnet hükümlerine aykırı hareket etmemek şartıyîe, dinî ve dünyevî işlerde en üst seviyedeki idarecidir.

Kur'an-ı Kerîm şöyle diyor:

«Ey Dâvud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak (ve adalet) le hükmet (Hükmünde) hevâ (ve heves) e (his-siyâfına) tâbi olma kî bu, seni Âüah yolundan sapdırır.» [196]

Bir diğer âyette şöyle denilmektedir:

«Hani  Rabbin  meleklere :  "Muhakkak  bert  yeryüzünde  (benim  emir­lerimi tebliğ ve infaza memur) bir halife (bir İnsan, âdem) yaratacağın. demişti. (Melekler) de : "Bİz seni hamdinle îesbih ve seni takdis (ayiblar-dan, eş koşmaktan, eksikliklerden tenzîh) edip dururken (yerde) orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek-kimse mi yaratacaksın?" demîs-ferdi. ASîah (da) : "Sizin biİemİyeceğİsıizi herhalde ben bilirim." demsşSi.» [197]

İkinci âyetteki halifeden maksat insandır.

Halife, Allah'ın halifesi değil, Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)in halifesidir. Hz. Efou Bekir (Radiyallahu anh)   şöyle demiştir :

«Ben   Allah'ın   halifesi   değilim,   fakat   (ancak)   Allah'ın   Resulünün (Saîlallahü Aleyhi ve Sadem) ha lif esiyim.» [198]

 

İkincisi İmamet:

 

Lügat mânasında İmamet «El-Em» kelimesinden alınmadır, bu da «El-kasd» (aramak, gayret etmek) demektir. Meselâ; Emme fülân fülânen, yani falan filânı aradı. Bir diğer misal: Hamuîe mium, yâni delil ve yol gösterici, hidâyete erdirici. Nâkatün muinime, yani yol gösteren deve. Bir başka misal: Fülân emmül kavm, yani onların önlerindedir, öncülerinden-dir. İmam ise, kavmin önüne geçen, onları doğru yola irşad eden, yol gös­terici zattır.

Allah şöyle  buyuruyor :

«(Hatırla) o gün (ü) ki İnsan sîmfîanndan her birini biz imamkmyla rcscağsz.» [199]

Bir diğer âyet de şöyledir:

«... Bizi takva sahipSerine rehber kıl.» [200] Bir başka âyet şöyledir :

«Übrâhim'i bir takım kelimelerle (emirleriyle) imtihan edip de o, bun­ları tamamen yerine getfrirt^e : "Seni insanlara imam (rehber) yapaca­ğım." buyurmuş.» [201]

Bir diğer âyet ise şöyle diyor:

«Biz ise diliyoruz ki, o yerde za'fa uğraîîlanlara lütfedelim, onları (!ıayrrda) muhfedâbihler yapalım, onları (Firavn mülkünün) vârisler (i) kı­lalım.» [202]

Bir başka âyette de şöyle deniliyor:

«Eğer ahidlerinden sonra yine andiarını bozarlar ve dininize saldı­rı Harsa, küfrün önderlerini hemen öldürün. Çünki onlar (haktykatde) and-ları olmayan adamlardır. (Bv suretle) umabilirsiniz ki, (onlara tâbi olan­lar) vaz geçerler.» [203]

Kanaatimizce yukarıdaki âyetlerden, (İmam) kelimesi, müstakim olsun veya delâlete sevkeden olsun, sevkeden, bir tarafa götüren şahıs mâ­nasına gelir.

Ayrıca «İmam» kelimesi, namazda müslümanlarm önüne geçen şahıs İle yakınlığı olduğu gibi, kendisine tâbi olunan bir şahıs için de kullanılır. Meselâ : «El-İmıam Ebu Hanife» denilir, çünki fıkıhta onun önderliğinde yürünmüştür, yani o fıkıhta bir örnektir. «El-İmam Buharı» denilir, çünki o hadîsde bir Örnek şahsiyettir.

Ayrıca «El-İmam» kelimesi, devlet işlerini idare eden, devletin baş reisi için de kullanılır. İmamet ise hilâfet demektir. [204]

Mâverdî, El-Ahkâmu's-Sultaniyye isimli kitabında şöyle diyor :

«İmamet, dinî ve dünyevî siyaseti korumada Peygambere halife olma mevzuudur (muhtevasıdir). İmamet vazifesini yürütene uyma gereği icmâ ile vâki olmuştur.» [205]

 

Üçüncüsü -Emîrü'l-Mü'minin :

 

Devlet Başkanı için kullanılan üçüncü lâkab budur. Kendisi için bu lâkabın kullanıldığı şahıs Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'dir. Daha evvel ona «Allah'ın Peygamberinin (Saîlallahu Aleyhi ve Seîlem) Halifesi» denilirdi.

«Emîr»  kelimesi ordu komutanı için  kullanılır.   «Emîrü'l-Mü'minin» kelimesi ise, El-Kadsiyye muharebesinde büyük bir İslâm ordusuna komuta eden «Sâd bin Ebi Vakkas» için kullanılmıştır.                                  ;>

Rivayet edilir ki, Büreyde (Radiyallahu anh), bazı gruplar (hey'etler) ile birlikte savaşı kazandı. Şehire gidince Emîrü'l-Mü'minin Ömer bin El-Hattab'ı sordu. Müslümanlar onu duydular ve sevip benimsediler. Böy­lece bu tâbir, Halife Ömer bin EI-Hatta'b (Radiyallahu anh) için kullanıl­maya başlandı. Daha sonra diğer halifeler de ondan tevarüs ettiler. [206]

 

İmamet Lâkabının Kullanılması:

 

Belirttiklerimiz bize gösteriyor ki, Halife, İmam ve Emîrü'l-Mü'minin kelimeleri bir tek mâna veren lâkablardır. Çoğu defa bir halifeye bir de­fada kullanılmıştır. Meselâ : İmam ve Halife ve Emîrü'l-Mü'minin.

Bununla beraber, eski âlimlerin çoğu devlet başkanlığından, diğerle­rini kullanmadan «İmamet» unvanından bahsetmişlerdir. Öyle anlaşılıyor ki, buna sebep, bu mevzuu araştıran Şiî'lerdir. Onlar «İmamet» lâfzını ter­cih edip, Hz. AH (Radiyallahu anh) için kullanmışlardır. Daha sonra bu mevzuu «İmame» ismi ile araştırmaya başlamışlar. Bu gelenekte, husu­metleri onları konuşturmuş ve «İmamet» kelimesini, hilâfet mevzularma taalluk eden herşey için kullanmışlardır.

Şiîler «İmam» kelimesini, iktidara geçmiş olsun veya olmasın, müs­lümanların başkanlığına şer'î hakkı olan kişi için kullanıyorlardı. Hilâfet kelimesini ise, bu başkanlığa hakkı olmadan geçmiş olsa bile, fiilî iktidar için kullanmaktadırlar. Şayet, o makama, lâyık olan biri geçerse, ona «İmam» kelimesini kullanmaktadırlar. [207]

 

İkinci Başlık

 

Hilâfetin Hükmü

 

Biraz önce Devlet Başkanlığından, Hilâfet ve İmamet'den bahsettik. Burada ise, devlet başkanlığına geçmenin hükmünden ve idarenin anah­tar mevkiini teslim alan ve insanların din ve dünyalarındaki menfaatini gerçekleştirecek tarzda idare eden en üstün idarecinin tesis edilmesinden bahsedeceğiz.

Alimler hilâfet mevzuunu çok incelemiş ve açıklığa kavuşturmuşlar-dır. Bu mevzuda eser veren önemli isimler şunlardır: El-Maverdî, «Ei-Ahkâmu's-Sultaniye» kitabında, İbn-i Hazin, «El-Faslu fi'I-MUel ve'1-Ehvau ve'n-Nah!» kitabında, Eş-Şehristsmî, «El-MiIIel ve'n-Nahl» isimli kitabın­da, Ibn-i Haldun, «Mukaddime» isimli kitabında, Birunî, «EI-Âsâru'I-Eakıyye anı'I-Kurûm'l-Hâliye» isimli kitabında. Ayrıca, El-Farabî, İhvam's-Slafa ve diğerleri gibi, hilâfet mevzuunu ele alan birçok diğer filo­zoflar daha vardır. [208]

 

Birimcisi -Hilâfeti Tesis Gereği (Vüculnı) :

 

Ebu Yalâ. Muhammed bin EI-Hüseyin El-Ferrâ (Öl. Hicrî: 458) «El-Ahkâmu's-Suîtaniye» isimli kitabında «Fusul fi'i-îmame» başlığı ile ki­tabına başlıyor ve şöyle diyor :

«İmanı nasfcetmek vâcifodîr. Ahmed (bin Hanbel) (Radiyallahu anh), Mu­hammedi İbn-i Avf İbn-i Süfyan El-Hasmî'den yaptığı rivayette şöyle diyor:

«İnsanların işini gören bir imam olmazsa (yoksa) fitine vardır.»

Bu mevzuda şu görüş vardır: Sahabeler Benî Sâide'nin sofasında gö­rüş ayrılığına düştükleri zaman Ensar şöyle dedi :

«Bir Emîr sizdıen, bir Emîr bizden.»

Hz. Ebii Bekir ve Ömer (Radiyallahu anhiim) onların teklifini kabul etmediler ve şöyle dediler :

«Arablar ancak Kureyş'in canlanmasiyîa disıdar olabilir.» Ve bu mev­zuda (Peygamberden) bazı haberler verdiler. Şayet imamet vâcib olma­saydı, bu konuşmalar ve görüşler boşuna sayılırdı. Biri şöyle demiştir:

«(O) vâcib olmasaydı Kureyş'de ve diğerlerinde hiç bir şey kalmazdı.»

Vâcib olmasına giden yol ise, bu mevzu dışında bahsettiğimiz gibi, akıl değil, duymadır. Akıl, bir şeyin farz mı, mubah mı, helâl veya ha­ranı mı olduğunu bilmez.» [209]

Eİ-Mâverdî Ebu'l-Hasan Ali bin Muhammed bin Habib EI-Basri (Öl. , Hicrî: 450) «EI-Ahkâmu's-Sultani y ye» adlı kitabında «İmamet akdi» baş­lığı ile kitabına başlayarak şöyle diyor :

«imamet, dinî ve dünyevî siyaseti Jkorumıada Peygambere halife olma mevzuudur (muhtevasıdır). İmamet vazifesini yürütene uyma gereği icmâ ile vâki olmuştur. Sağır olursa imam olamaz.»

Vâcib olduğunda çeşitli görüşler vardır ; Acaba aklen r?.i, yoksa şer'an mı vâcibdir?

Bir grup şöyle diyor :

«Zulme mani olan bir lidere idareyi teslim etmek, eşyanın tabiatına uyduğu için aklen vâcibtir... O insanların arasındaki kavga ve düşmanlığı çözer ve giderir. İdareciler olmasaydı halk, karışıklık (kaos), bayağılık ve zulümler içinde yaşardı.»

Cahiliye devri şairi Ahfetü'1-Evdî şöyle diyor :

«İnsanların  câhilleri  başlarına   idareci  oiursa, İnsanlar ıslâh olmaz, karışıklık içinde yaşar, saadet bulamaz.»

Bir diğer grup ise şöyle diyor :

«Aksine, aklen değil, şer'an vâcibdir. Çiinfci, İmam şer'î işleri idare etmektedir. Akı!, taasîbüdü isteyemez, bumu temin edemez. Akıl ancak akıl sahibi her Mr şahsın neüiskıi, kötülük yapma ve çarpışmasına engel olur. Ve merhamet ve yakınlaşmada adalet gereği ne ise onu yapar. Bunu, başkasının değiî, kendi aklı île yapar. Ancak din gelmiş ve işleri, dinde idareci olanlara vermeyi emretmiştir. Allah şöyle buyurmaktadır:

«Ey imâsı edenler. AEIah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de İtaat edin.» [210]

Bizden olan UIü'l-Eror'e itaat bize farz kılınmıştır, onlar bize emre­den imamlardır. Hişam bin Ur ve, Ebu Salilı'den, o da, Eîbu Hüreyre'den rivayet ediyor ki, Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyur­muştur :

«Benden sonra size bazı idareciler geîecekîİr. Sîze iyi oîan, iyiliği ile, kötü olanı (fâcir) kötülüğü iîe gelecektir. Hakka uygun olan her şeyde (iş-de) onîarj dimeyİn ve onlara iîaaî edin. Şâyeî iyilik yaparlarsa, bu sizin ve onîar için iyidir; yok eğer kötülük yaparlarsa^ sizin lehiniz®, onların aley­hinedir.» [211]

Jbn-i  Hazm  Eİ-Endulusî   (Öl.  Hicrî:  456)   «El-Faslu  fi'1-Mileli  ve'I-Ehvau ve'n-Nahl» adlı kitabının 4. kısmında aşağıdaki hususları söylüyor:

«Bütün ehl-i sünnet Mürcie, Şiî ve Haricîler, İmametin vâcib oldu­ğunda ittifak etmiştir. Allah'ı» hükümlerini tatbik eden ve onları Allah'ın Resulüne (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) gönderilen hükümlerle idare eden âdi t imanın ümmetkı tâVi olması, Haricîlerin Necdât kısmı hariç, vâcib olduğu kabul edilmektedir. Onlar diyorlar kİ, insanların bir imam tâyin etmeleri gerekmez, aralarında hakkı tevzi etmeli, vermelidirler. Bu gruptan artık kimse kalmamıştır. Bunlar Necde bin Amir EI-Hanefî'ye tabidirler. Bu fırkanın sözlerinin değeri yoktur. Onların sözlerinin iptali için belirttiği­miz toplulukların icmâı kâfidir. Kur'an ve Sünnet İmametin gerektiğini belirtmişlerdir. Allah'ın şu sözü bir misaldir :

«Ey iman edenler, Allah'a İtaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.» [212]

İmama itaatin ve İmametin vâcib olduğuna dair birçok hadîs de var­dır.» [213]

tbn-i Haldun (Öl. Hicrî: 803) -büyük bir tarihçi, hukukçu ve sos­yologdur-Mukaddime'sinde insan topluluklarına temas etmekte, tema­yül ve özellikleri üzerinde durmakta, dinî siyasetin insanlar için iyi oldu­ğunu ve dinî hükümetin en iyi bir hükümet çeşidi olduğunu söylemek­tedir. Çünki, gayesi, genel menfaat ve topluluğun menfaatidir. Ona göre hilâfet Peygambere vekâlet demektir. Halife, dinî ve siyasî iktidarda Pey­gamberi temsil eder, diğer müslümanlardan dinî hükümleri tatbik ve dini koruma fonksiyonu dışında, farkı ve imtiyazı yoktur.

Daha sonra İmamın tâyini konusunda şöyle diyor :

«İmam nasbetmek (tâyin etmek) vâcibdir. Şer'an vâcib olduğu, sa­habe ve tabiinin icmâı ile bilinmektedir. Çünki, Hz. Peygamber (Sallailahil Aleyhi ve Sellem) 'in sahabeleri, Peygamberin vefatından sonra îıemen Hz. Ebu Bekir (Radiyallahucnh)'e bîat ve işlerinin idaresini oraa teslim ettiler. Bundan sonra da her zaman foÖyle olmuştur (devam etmiştir). Hiç bir asırda insanlar (müslümanlar) kargaşa (kaos) haline bırakılmadı (ter-kedilmedi). Bu suretle imam tâyin etmek gereği hususunda icmâ husule geldi.

Bazıları imam tâyin etmenin akıl ile idrak edilen (bilinen) birşey ol­duğunu söylerler. Onlar, ortaya çıkan bu icmâ'ın, aklın hükmü ile oldu­ğunu söylerler. Bunlara göre, beşer için sosyal hayatın zaruretinden ve tek başına yaşamalarının imkânsızlığından, akıl gereği imam tâyisı etme vâcib olmuştur. Maksat ve arzular çeşitli olduğu ve çatıştığı için, çekişme cemiyet hayatının bir zaruretidir (icabıdır). Cemiyette hâkim ve yasakçı bulunmazsa, sonu, beşerin maîıvolup gitmesine varan kargaşalık türeye-cektir. Halbuki, (insan) nev'inm beka ve korunmasını temin etmek, şeri­atın zarurî   (gördüğü)   maksatlar in dandır.

Bazıları, aklen ve şer'an, bu makamın vâcib olduğunu inkâr etmişler­dir. Bunlar arasında Mu'tezüe mezhebinden Ebu Bekir El-Asam, bazı Haricîler ve diğerlerine göre, vâcib olma, ancak şeriat hükümlerini tat-bikde sözkonusu olur. Ümmet adaleti hâkim kılmağa ve Allah (Azze ve Celle) 'in hükümlerini tatbik etmeğe karar verip, ittifak ettikleri takdirde, imama ihtiyaçları kalmaz ve imamın nasbi da vâcib olmaz, derler.

Bunlar ümmetin icmâı ile reddedilmiş bulunmaktadır. Bu fikir ve mezhebe sahip olanlar, ancak hükümdarlık ile onun ieablarmdan olan ki­bir, gurur, tegallüfo ve dünyanın lezzetlerine dalma gibi şeriatın zemmet­tiği işlerden sakınmak ve kaçınmak için bu yolu seçmişlerdir.

Ayrıca onlara deriz: İmam tayin etmenin vâcib olmadığını iddia ede­rek, hükümler tayin etmekten kaçmalarının onlara faydası olmaz. Çünki onîar da şeriat hükümlerini tatbik etmenin vâcib olduğuna inanıyorlar. Şeriat hükümleri ise, asabiyet, ışevket, kuvvet ve kudret ile elde edilebi­lir ve tatbik edilebilir. Asabiyet, bünyesi icabı devlet kurmaya sevkeder. İmam tayin edilmese dahi devlet kurulabilir. Bunu onlar da kabul edi­yorlar.» [214]

Böylece anlıyoruz ki, devlet başkanlığının vâcib olduğu, en yüksek idareciyi tayin etmenin veya müsîümanlara halife seçmenin gerektiği hu­susunda şüpheye yer yoktur. Bu görüşten, çok az bir kısım dışarı çıkmış­tır, ama imametin vâcib olduğuna tesirleri yoktur, olamaz. Çeşitli imam­ların kitaplarından açık naslar sunduk. Hepsi de devlet için en üst bir idarecinin vâcib olduğunu söylüyorlar.

Devlet için en üst bir idarecinin tâyininin vâcib olduğu görüşünde olanlar, ehl-i sünnetin hepsi Murcie mezhebi ve çok az bir kısmı hariç Mutezile mezhebi, Necdât hariç, Haricîler ve Şiî mezhebi mensuplarıdır. Vacip olma caiz olmadan farklıdır. Cevaz, yüksek idarecinin tayin edil­mesi ile edilmemesi arasında bir serbestiyeti ifade eder. Buna karşılık vü-cub ise, farziyet ifade eder, ona aykırı hareket eden günah işler. Vücub teklif ve ilzamın en üst bir derecesine işaret eder.[215]

 

İkincisi -İmametin Vâcib Olduğuna Dair Deliller. [216]

 

Müslümanlar için bir halife seçmenin vâcib olduğunu söyleyenler şu delillere dayanıyorlar.[217]

 

Birincisi -İcmâ :

 

Bu icmâ sahabe, tabiin ve ondan sonra gelen bütün imamlardan nak­ledilmiştir. Bu konuda, Mutezile ve'Haricîlerden belirttiklerimiz dışında. aksi görüşte olan yoktur. Zaten icmâ vuku bulduktan sonra aykırı görüş­lerin kıymeti de yoktur. Zaten biz icmâ'nm kaynağı üzerinde araştırma yapmıyoruz, aklî mi, şer'î mi olduğunu araştırıyoruz.

Önemli olan bu icmâa teslim olmaktır. Kaynağı ise, akıl ve şeriat ikisi birliktedir. Şeriat hiç bir zaman akla aykırı değildir. Şer'î naslar dev­letin en üst idarecisinin varlığının zarurî olduğunda sarihtir. Şu âyet bir misâl teşkil eder

«Ey iman sahiplerine de Allah'a İtaat edin. edin.» [218]

Bu Veliyü'l-Emrin varlığı zarurî olduğundan açıktır. Aksi halde ona itaate emredilmezdik. Ayrıca akıl da devlette en yüksek idarecinir. seçimini zaruri olarak anlar. Çünki devletin, kavga ve anlaşmazlıklarda şahıslar arasında hükmedecek ve onların işlerini idare edecek bir imar. olmadan yürümesi mümkün değildir.

Dr. Er-Eis, «İslâm'ın Siyasî Nazariyeleri» adlı kitabında şöyle diyor:

«İşin sonunda ehl-i sünnet tuttukları yola ait akıldan bir delil getir meye mecbur oldular. Çünki husumetleri, icmâ'nın dayanağının ne oldu­ğunu bihr.ek ve Mutezile'ye de şer'î delilleri bildirmeyi gerektiriyordu Ancak onlar aklın idrakten önce geldiğini, daha sonra onun hükmün a açıklayan ve te'yid eden şeriatın geldiğini söylüyorlar. Her iki taraf da neticede dönüp dolaşıp şeriat ve akıl arasında bir aykırılık olmadığı, bir çatışma söz konusu olamıyacağı ve her biriniîi diğerini te'yid eden ve onunla bağlantılı olduğunu kabul etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki -Bunuı neticesi-en doğru görüş Mutezile'den bazılarının görüşüdür. Yani El-Câhız, Ebu'l Kasım El-Kâbi ve Ebu'l-Hüseyn El-Hayyad diyorlar ki, ima­met akıl ve şeriat ile, her ikisiyle vâcib olmuştur. Yani her iki kaynak arasında derece farkı yoktur ve ikisi arasında zaman ve derece bakımın­dan ayırım yapılamaz. İşte iki grup arasında mes'elenin bağlandığı nokta budur.» [219]

Buna ilâve olarak kanaatimizce,    Hz. Peygamber (SallaUahü Aleyhi Selem)in vefatından sonra ona halife tayin etmenin vâcib olduğu husu­sunda sahabenin icmâ-i da vardır.

Siyer âlimlerinin bize bildirdiğine göre Hz. Peygamber (SallaUahü Alevhi ve Sellem) 'in vefatından sonra Benî Sâide'nin sofasında ileri gelen sahabeler toplanmışlar ve hilâfet mes'elesini görüşmüşlerdir. Onlardan hiç biri halifenin varlığına ihtiyaç olmadığını söylememiştir. Tersine ara­larında bulunan Hz. Ebu Bekir   (Radiyallahu anh) şöyle demiştir :

«Kim Muhammed'e tapıyorsa, Muhammed ölmüştür. Kim Allah'a ta­pıyorsa Allah hayattadır, ölmez. Muîıammed sadece bir peygamberdir...»

Daha sonra şöyle dedi :

«Muhanımed vazifesini tamamlamıştır. Onun vazifesini yapacak biri­nin bulunması şarttır. Düşününüz ve reylerinizi veriniz.»

Bunun üzerine her taraftan sesler yükseldi: «Doğru söyledin, ya Ebâ Bekir!»

Hz. Ebu Bekir'in vefatı yaklaşınca Hz. Ömer ile istişare etti ve onu kendisine halife tayin etti. Halifesiz devletin devam etmesi arzusunu izhar eden hiç bir sahabe çıkmamıştır. îşte bu, bir icmâ'dır. Bundan sonra Mu­tezile ve Haricîlerden bazılarının muhalefet etmesinin bir kıymeti yoktur.[220]

 

İkincisi -Dinî Vecibelerin Yerine Getirilmesi:

 

Bu vecibeler ancak, ülkede emniyet ve istikrarın temini ile yerine getirilebilir. Ülkede karışıklık hüküm sürerse, bu takdirde insanlar hayat­larından, mallarından, şeref ve haysiyetlerinden emin olamazlar.

Gazzalî şöyle diyor:

«Dünya, nefis ve mal emniyetini, ancak itaat edilen bir sultan tan­zim edebilir. Bu, sultanların ve imamların ölümü üzerine ortaya çıkan fit­ne zamanları ile müşahade edilmiştir. Şayet bu durum devamlı olsa, itaat edilen bir sultanın tâyini mümkün olmasa, karışıklık devam eder, harp her tarafa yayılır, her tarafta kıtlık görülür, hayvanlar helak olur, sanayi yerleri durur ve elinde güç ve kuvvet olan yağmacılık yapar, kimse, sağ kalsa bile, ibadet ve ilim için fırsat bulamaz. İnsanların çoğu kılıçların al­tında can verirler. Bu sebeple şöyle denilmiştir: «Din ve sultan tev'enı iki şeydir.» Yine bu maksat ile şöyle denilmiştir: «Din kurar, sultan ko­rur.» Bir şeyi kimse kurmazsa, o şey, yıkılmış sayılır. Bir şeyi koruyan olmazsa, o şey, kaybolur.» [221]

Nesefî de şöyle diyor :

«Müslümanların, hükümlerini tat'kûk eden, cezalarını tatbik eda. açıklarını kapayan, ordularını teçhiz eden, sadakalarını alam, mütegalE}, hırsızları ve yol kesicileri kahreden, cüm'a ve Bayram namazlarını 'kıldıran kullar arasında ortaya çıkan ihtilâfları sona erdiren, haklar hakkında şa­hitlikleri kabul, ana-ha!basız küçükleri evlendiren ve ganimetleri taksin eden bir imama sahip olmaları şarttır.» [222]

Müslümanların işlerinde hükmetmek ve müslümanlarm dinî ve dc-yevî işlerinde kendisine başvuracakları bir merci olmak için, İslâm Der­let Başkanının tâyininin vâcib olduğuna ait kat'î delillerden bu kadara iktifa ediyoruz.

Kur'an ve Sünnet'e dayanan ve senedi icmâ olan bu kat'î delili»? rağmen, «Ali Abdürrazik» «El-İslâm ve Usulu'I-Hukm» isimli kitabındı hilâfet mevzuunda hücumlarda bulunmaktadır. Bu kitabında, Islâmiys-fen, devlet başkanı tayini, ya da İslâm devleti için halife tâyinini vâds kılmadığını söylemekte ve böylece, sahabelerin, tabiinin ve onlardan son­ra gelenlerin görüşlerine kızarak hücum etmekte, bundan da büyük te neticeye, yani îslâmiyetin siyasî işlere karışmayan «Sadece dinî bir niza»» olduğu neticesine varmak istemektedir. Birçokları ona cevap vermek içi harekete geçmişlerdir. Bunların içinde en önemlisi, «Nakz'u kitabi'l-İslâm ve Usuli'1-Hukm» adlı kitabında onun görüşlerini fıkra fıkra ele alıp mü­nakaşasını yapan ve kat'î ilmî deliller ile açık ve temelli bir cevap vere: Şeyhü'l-Ekber «Muhammed El-Hidir Hüseyn»'dir.

Prof. Dr. Muhammed Yusuf Musa da bu mevzu üzerinde durmuş re «Nizamu'1-Hukm fi'I-İsîâm» isimli eserinin, ikinci bahsinde, sh. 24-48, der­let için bir başkan tayininin gerektiği hakkında kafi ve açık deliller ücc sürmüştür. Ayrıca Prof. Dr. Muhammed Ziyaeddin Er-Kis de, «En-Naa-riyatü's-Sivasiyyeti'l-îsIâmiyye» adlı kitabında, sh. 120-164, müslümante için bir imam tâyininin vâcib olduğuna dair deliller ileri sürmüş, netice*. hülâsa olarak bunları dört delilde toplamıştır. Bunlar şunlardır :

1- İcmâ.

2- Karışıklığın zararlarını giderme.

3- Dinî vecibelerin tatbiki.

4- Tam adaleti sağlama.

Müellif, bu delillerden herbirini destekleyen birçok hükümler  (nalar) zikretmiş, daha sonra, devlet için bir başkan tâyininin caiz olduğur söyleyenlerin görüşüne temas ederek vâcib ile caiz arasında ayırım yap­mış, sonra da bunun kuvvetli ve sağlam bir şekilde münakaşasını yap­mıştır.[223]

 

Üçüncü Başlık

 

Halifeliğin Şartları [224]

 

Halife, îslâm Devletinin başkanıdır. Tabiî işgal edeceği makam dev­let başkanlığı olduğu için, onda mutlaka bulunması gereken şartlar vardır. Âlimler bu şartları kabiliyet esası üzerine oturtmuşlardır, böylece (tâ ki) işgal etmek istediği makam için kâfi gelen bir Devlet Başkanı olsun.

Yine tabiîdir ki, çeşitli âlimler bu şartlarda farklı görüşler ileri sür­müşler, ancak seçimin dayanacağı ve halifede bulunması mutlaka gere­ken bedihî şart ve temel prensiplerde ittifak vardır.

Bu mes'ele, içinde bulunduğumuz asırda artık bilinen bir keyfiyet­tir, çünki çeşitli anayasalar devlet başkanında mutlaka bulunması gereken şartları saymaktadırlar.

EI-Mâverdî, «El-Ahkâmus-Sultâniyye» adlı kitabında şöyle diyor: «İmamete ehil olanlarda (aranan) muteber şartlar yedidir:

Birincisi: Bütün şartlarıyla adalet.

İkincisi: Bütün işlerde ve hükümlerinde içtihad imkânı sağlayacak ilim.

Üçüncüsü: Kulak, göz, dil gibi hassalarının, onlarla doğrudan doğru­ya anlayabilmesi için, sağlam olması.

Dördüncüsü: Hareket etmeye, sür'atle kalkıp oturmaya engel olan organ sakatlıklarından, salim olmak.

Beşincisi: Vatandaşın ve işlerin idaresini anlayacak görüş  (rey).

Altıncısı: Düşmana karşı cihad ve topluluğu korumaya yetecek kadar cesaret ve kuvvet sahibi olmak.

Yedincisi: Neseb, yani, bu mevzuda nas bulunduğu için Kureyş ka­bilesinden olmak. Bu hususta icmâ vuku bulmuştur. (Hadîs vardır demek daha uygun olur.) Çünki, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) , Sakife günü (Benî Sâide'nin sofasında toplandıkları gün), ensarın Halife olarak Sad bin Ubade'ye bîat etmesini, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ;

«İmamlar Kureyş'tendİr.» sözüne dayanarak kabul etmemiştir. Bunun üzerine onun rivayetini ve verdiği haberi kabul gayesiyle, ensar bu mev­zuda ısrarı bırakmışlar ve :

«Bizden bir Emir, sîzden bir Emir.» şeklinde sözlerinden vazgeçmiş­lerdir. Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu ank) 'in :

«Bizler Emirleriz, sizler Vezirlersinie.a şeklindeki sözünden memnun olmuşlardır. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Scllem) şöyle buyurmuştur:

«Kureyş'e öncelik îamyın;z, onun önüne geçmeyiniz.»

Kesin olan bu nassa kargı, münakaşa ve kavgaya sebep olan bir şüp­he olmadığı gibi, buna aykırı bir rivayet de yoktur. [225]

Ebu Yâlâ Muhammed El-Hüseyin Eî-Ferrâ,, «EI-Ahkâmii's-Sultaniyye» isimli kitabında diyor:

İmamet (Hilâfet) ehlinde muteber dört cart vardır :

Birincisi: Aslen Kureyş'den olmak. Kureyş'in Benî Eedr, Benî Nadir oğlu (evlâdı) ise, bu, onun Benî Kenâne'den olduğuna delildir. İmam Ah-med rivayetinde şöyle diyor:

«Kureyş'ten başkası Halife olamaz.»

İkincisi: Hürriyet, bulûğ, akıl, ilim ve adalet sahibi olmak.

Üçüncüsü: Harb ve siyaset işlerinde ve hadleri  (cezalan)  tatbikte kabiliyeti olmak, bu işlerde acıma hissi olmamak ve İmameti müdafaa . edebilmek.

Dördüncüsü: İlim ve din'de onların en efdali  (üstünü)  olmak.» [226]

îbn-i Haldun ise Mukaddimesinde şöyle diyor :

«Bu makamın şartları dörttür: İlim, adalet, ehliyet ve düşünce, iş ve amele tesir edecek derecede duygu (havas) ve organlarında (azada) sağ­lam olması. ayrılığına düşünülen beşinci şart Kureyg nesebimden olmaktır.» [227]

Bu şartları daha sonra şöyle tahlil ediyor : Dedik ki, imamlık için ilmin şart olduğu belirtiliyor. Çünki : Ancak ilim varsa Allah'ın hüküm­lerini tatbik edebilir. Hatta âlim olması da kâfi değildir, nıüctebid olması da gerekir, çünki başkalarını taklit bir eksikliktir. İmamet için ise bütün vasıflarda ve hallerde kemâl (olgunluk) şarttır.

Adaletin şart olmasına gelince, imamet İslâm ümmeti içinde en yük­sek dinî bir makamdır. O adaletin şart olduğu diğer bütün makamlara ne­zaret edeceği için imamın âdil olması şarttır.

Kabiliyete gelince, tâyin edilen cezaları infaz etmesi, savaşlar yapa­bilmesi, halkı idare ve savaşlara sevk edebilmesi, asabiyet ve dehanın özelliklerini bilmesi siyasetin idaresinde çok kuvvetli olması gerekir. Bü­tün bunlar onu, kendisine yüklenen dini himaye, düşman ile cihad hü­kümlerini tatbik ve genel menfaati koruyabilmesi vazifelerini yapabilmesi için şarttır.

Son olarak, havas ve organlarının sağlam olması, delilik, körlük ve sağırlık gibi hastalıklardan uzak olması icab eder; iki elinin ve iki aya-ğmın olmaması gibi, çalışmasına tesir eden, görüş ve faaliyetine tesirli olan eksikliklerden salim olması gerekir. Bu kusurlar ve bunlardan birinin eksik olması, kendisine yüklenen vazifeyi görmeye tesir eder. 3u sebeple bu kusurlardan salim olması şarttır. [228]

Bu konuda diğer birçok fikirler de vardır. [229]Biz şimdi üzerinde biıieşilen bu şartları şu şekilde özetliyebiliriz [230]

 

Birincisi -İlim:

 

İlimden maksat sahibine dinî ve dünyevî işlerde, sıhhatli ve doğru bir karar almasını mümkün kılacak bilgili bir görüş sağlamasıdır.

Bu şart, âlimler arasında üzerine birlegilen bir noktadır. El-Cuveyıu şöyle diyor:

«İmamın şartlarından biri, hâdiseler karşısında başkalarından fetva istemeye ilıtiyacı olmayacak derecede, içtihad elılinden olmasıdır. Biî, üze­rinde birleşilen bir noktadır.» [231]

Gazali şöyle diyor:

«O'nda (İmamda) şart olan, Kadı'da şart olan şeydir. Kadı'lığın şart­larından biri de mukallit değil, müçtehid olmasıdır.»

İbn-i Haldun bunu şöyle açıklıyor :

«Çünki, başkalarını taklit bir eksikliktir, İmamet için ise bütün va­sıflarda ve hallerde kemâl  (olgunluk)  şarttır[232]

Bunun mânası, İmamın içtihad derecesinde şer'î ahkâmlara vâkıf ol­ması gereğidir, yani içtihad ehlinden olmalıdır. Eğer içtihad ehlinden ol­ması mümkün değilse, hiç değilse, Allah'ın Kitabını, Resulünün Sünnetini bilen, usûl ilmine, fıkha, delillere, istinbata ve istinbat yollarına, elfâz-lara (kelimelere) ve medlullerine (işaret ettikleri mânalara), görüşler ara­sında, bir tercih yapmaya ve müçtehidin diğer şartlarına vâkıf olması lâ­zımdır.

Kanaatimce, bu mânada ilim hiç bir imam ve halifede bulunamaz. Hatta bizzat âlimlerde dahi yoktur, özellikle, müçtehidlerin az olduğunu nazara alırsak ancak nadiren ve sadece onlardan birinde bulunur.

Kanaatimce, ilimden maksat icmâlî ilimdir. Yâni, Kur'an ve hadîsi ve usûl ve fıkıhtaki genel hükümleri, arap dilindeki temel prensipleri bil-mesidir. Bunlar halife için kâfidir. Çünki halifenin bundan fazlasına ih­tiyacı yoktur. Yargıda içtihadı şart koşuyorsak bu, hâkimliğin hükümlerin tafsilâtına imametten daha fazla ihtiyacı olduğundandır. [233]

İlim, şeriat hükümlerine münhasır kabul edilemez. İmam da, her bir ilmi ve san'atı her tarafıyla icmali bir surette, fakat tafsilâta girmesi şart olmamak üzere anlayacak geniş bir dirayette olmalıdır.

Özellikle modern asırdaki ilimler çok çeşitlidir ve kısımlara ayrıl­mıştır. İmam, hukukî, mâlî, iktisadî ve siyasî ilimlerin prensiplerini bil­meye mecbur olacak, kendisine sunulan mes'elelerde müstakil bir fikir sahibi olabilmesi için her bir ilim branşmdaki mütehassıslardan yardım isteyebilir. Devlet Başkanının, arzu ettiği gerçeğe ulaşması için, müte­hassıslar ve âlim araştırıcılardan yardım istemesi ayıp değildir.[234]

 

İkincisi -Adalet:

 

Mâverdî'nîn İmamın ilk şartlarından birinin adalet olduğunu belirtiğini gördük. Adaleti, «Yargı İşleri» başlığı altında altıncı bölümde hâ­kim için şartları ele alırken anlatmaktadır. Daha sonra beşinci şarta ge­lerek şöyle diyor

«Beşinci şart adalet olup, her türlü devlet memurluğunda (velayet) aranan bir şarttır. Adaletten maksat, doğru sözlü, emaneti koruyucu, ha­ramlardan uzak duran, iffetli, günahlardan çekinen, şüpheli işlerden uzak duran, rıza ve kızgınlık durumlarını anlayan ve ayırt eden, din ve dünya işlerinde aynı şahsiyetini kullanabilen kimse demektir. Bu şartları ken­disimde toplayan adaletlidir ve şahitliği dinlenilir ve ona Tbu vazife veri­lir. Şayet bu şartlardan biri yoksa şahitliği dinlenmez, hu vazife de ona verilmez, sözü dinlenilmez, hükmü de tatbik edilmez.»[235]

Adaletten maksat takva ve salâhtır. Çünki, memuriyet emanettir. Fâsık ise emin değildir. Fâsık halife olamaz, çünki halife, insanlara ör­nektir. Şayet baş, yâni halife bozulursa, vatandaşlar da bozulur.

Gazali şöyle diyor :

«Üçüncü özellik takvadır. Bu, en önemli ve en mühim şarttır. Ve va­tandaşları bakımından en uygun ve en üstünüdür. Bu özellik zatî olup (insanın bünyesinde bulunup), başkasından ödünç alınamaz ve başka bir taraftan elde edilemez.» [236]

Bu devlet başkanı için en baş bir şarttır, çünki o devleti temsil eder. Şayet gidişatında, ahlâkında ve inancında ithamlara uğrarsa, halkın gü­venini kaybeder. Tenkitlere mâruz kalırsa, iyi olmaz. Çünki, böyle bir şey olursa, insanların ahlâkını, mallarını, şeref ve haysiyetlerini koruması şarttır. Şayet kötü bir isim yaparsa mevkiini kaybeder, devlet de, hey­bet ve azametini kaybeder. Bu takdirde işlerini, işin bünyesine uygun ola­rak takvalı bir şekilde göremez. Şayet korkmadan bu işleri yaparsa, he­saba çekilir, fakat ceza verilmez.

Mâverdî, İmam bahsinde adâi etten ayrılması ile ilgili olarak şöyle diyor :

«İmam, ümmetin yukarıda sayıkın haklarını ifa ederken, lehlerine ve aleyhlerine olan Allah'ın haklarını da eda eder. Halifenin durumu değiş­medikçe, insanların ona itaat ve yardım etmesi mecburidir. Durumunu değiştiren ve onu imamlıktan düşüren iki şeydir:

Birincisi -Adaletinden ayrılması.

İkincisi -Bedeninde noksanlık.

Adaletten ayrılması, fısktır ve iki halde söz konusu olur. Birincisi: Şehvetine tâbi olması. İkincisi: Şüphe çekici işler yapması.

Bunlardan birincisi, şehvetini kuvvetlendirerek ve nevasına boyun eğerek ihlâl edici işler yapması ve yasaklanmış şeylerin ifasına ait fiil­lerdir. Bu durum, imamet akdinin yapılmasına (teşekkülüne) ve hilâfetin devamına engeldir. O, imamlığım akteden dısruma dönse de, imamlıktan düşer. Adalete dönse de, imamete, ancak yeni fcir akille tekrar dönebilir. Bazı ilm-i kelâm âlimleri şöyle diyorlar: Adalete dönmesiyle, yeni bir akde ve foîata hacet kalmaksızın, imamete döner, ona yeniden biat etmek­te büyük meşakkat vardir.» [237]

 

Üçümcüsü -Cismî Selâmet:

 

Cismi selâmetten maksat, halifelik vazifesini en iyi şekilde doğru­dan yapabilme kudretidir. Halifeye arız olan bazı ayıplar, delilik, sağır­lık, dilsizlik gibi ve kendisinin göreceği işlerin ifasına tesir edecek bazı organların eksik olması gibi, iktidarını doğrudan doğruya kullanmasına engel olur.

Âlimler bu şart üzerinde durmuşlar ve derinleşmişlerdir. Bu mev­zuda bilgi verenlerden biri İbn-i Haldun, Mukaddimesinde şöyle diyor :

«Sağırlık, dilsizlik ve çalınmasına tesir edecek azalardan birinin ol­maması, iki elinin, iki ayağının ve husyelerinin olmaması gibi, 'bunların hepsinden, çalışmasına tesir edeceği ve üzerine aldığı vazîieyi hakkıyla ifasına tesir edeceği için, salim tolması şarttır.

Bir organın eksik olması gibi, bu kusurlar gözle görünme bakımın­dan ayıp teşkil ediyorlarsa, bu organın selâmette olması temelli bir şarttır. Azaların olmaması onun tasarruflarına engel olur. Bu kusurlar iki çeşittir :

Bir kısmı, savaşlarda esir olmak ve benzeri işlerde acze sebep, kahr ve şiddet göstermeye engel olan, imanugı feu kusurlardan salim olması şarttır. Bu kusurlar, imama isyan etmeden ve zorluk çıkarmadan yardım­cılardan bazılarını devlet idaresini elinden alması gibi, bir kusur ise, fcu takdirde devlet idaresini işgal eden bu kimselere bakılır: Şayet işgalci, dinin hükümlerine ve adalete uygun olarak övgüye lâyık bir siyaset ta-kip ediyorsa, omın devlet 'başında kalması caiz olur. Aksi halde müslü-manlar onu devlet idaresinden el çektirecek kimselerden yardmı isterler, işgalci uzaklaştırılır, böylece vazifesini ifa edebilir.» [238]

Maverdî, «El-Ahkamu's-Sultaniyye»'de bu mevzuu çok güzel tafsilât vererek anlatmıştır. O devlet başkanına arız olan kusurları üçe ayırıyor :

Birincisi: Havasta noksanlık.

İkincisi: Organlarda noksanlık.

Üçüncüsü: Tasarrufta noksanlık.[239]

 

Birincisi -Havasta Noksanlık:

 

Havasta noksanlık da halifeliğe mâni olma bakımından üç kısma ay­rılır. Bir kısmı da imamete mâni olmaz. Bir kısmı hakkında ise görüş ay­rılığı vardır.

Halifeliğe mâni olan kısım ikiye ayrılır:

Birincisi Aklın kaybolması: Delilik gibi. Bu, halifeliğe devama mâ­nidir. Şayet devlet başkanına delilik arız olmuşsa, onun değiştirilmesi gerekir. Bazıları delilik mevzuunda tafsilât vermişlerdir. Bir kısmına gö­re delilik, şayet geçici yâni bazan delilik hallerine uğraması şeklindedir. Bu takdirde, delilik halifeliğe mâni değildir. Çünki iyileşmesi ve sıhhat bulması mümkündür. Delilik vakitleri azdır.

Kanaatime göre bu görüş hatalıdır. Çünki, geçici de olsa, delilik ha­lifeliğe mânidir. Çünki, halife belki de delilik halinde bir tasarrufta bu­lunur ve devlete büyük .bir zarar verir. Belki de, delilik anlarından birin­de halife düşman ile harbe karar verir. Bu sebeple, halifeye delilik arız olmuşsa, devamlı veya muvakkat olsun, halifeliğe mânidir.

Bayılma ise halifeliğe tesir etmez. Çünki geçici bir hastalıktır. Ba­zan sıhhati bozulur ama çoğu hallerde herhangi bir zarar vermez.

Maverdî'nin zikrettiği halifeliğe tesir etmeyen ve kabiliyetine gölge düşürmeyen hususlar ise: kokuları almaya engel olan burnun hassasiyetini kaybetmesi ve yemekler arasında ayırım yapamayan tad alma duygusu­nun kaybıdır. Bu iki durum halifeye arız olursa, halifenin kabiliyetine tesir etmez. Her ikisi de görüş ve faaliyetine tesir etmeyen, sadece lez­zete bağlı hususlardır.

Maverdî daha sonra çeşitli duyulara (havas) geçmektedir. Bunlar, sağırlık ve dilsizliktir. Bu ikisi imamet akdinin "başlangıcında imamete en­gel olurlar. Çünki, vasıfları tamam olan halife adayına engel olurlar.

Ama şayet, sağırlık ve dilsizlik daha sonra halifeye gelmişse, halife­lik vazifesi konusunda görüş ayrılığı vardır. Acaba bu iki hastalık sebe­biyle halife vazifesinden uzaklaştırılır mı? Maverdî, çeşitli görüşleri say­makta, en sonunda halifelikten çıkarılması gerektiğini söyleyen görüşe katılmaktadır.

Şüphe yok ki, sağırlık ve dilsizlik, halifeliğin devamına engel temel sebeplerdendir. Dilsiz ve sağır olmakla birlikte, yazabilse dahi, vazifele­rini yapabilecek kabiliyette olmasını tasavvur edemiyoruz. Bir dilsiz veya sağırın, (bu hastalıklar) halife olduktan sonra kendisine arız olsa bile, müslümanlar için halife olması mümkün değildir. Ancak şayet, tedaviyle iyileşebilecek geçici bir hastalık ise, bu takdirde devlet başkam tedavi edilir. Şayet hastalığına şifâ bulursa vazifesine döner, bu hastalık devam ederse ümmetin halifeliği hakkı düşer. Onun yerine yeni bir halife aranır.

Körlük de, dilsizlik ve sağırlığa benzer. Çünki kör, devlet başkanı olmaya elverişli değildir; çünki vazifesini yapamaz. Ümmetin hayatına ve istikbâline temas eden mes'elelerde başkasının yardımına muhtaç olur ve ona dayanmaya mecbur olur.[240]

 

İkisıcisî -Organlarda Noksanlık:

 

Maverdî'nin üzerinde durduğu bu ikinci kısım, dört kısma ayrılmak­tadır:

Birincisi: Önce veya sonra olsun, halifeliğe tesir etmeyen organ nok­sanlıkları : Bir parmağının eksikliği, iç organlarından birinin eksikliği; bunlar, akıl, görüş, hareket ve çalışmaya tesir etmezler.

İkincisi: Halifeliğe tesir eden ve başta seçimine mâni olan-ve idare başına geçtikten sonra, kendisine arız olunca halifelik vazifesini görme durumundan çıkaran noksanlıklar: İki elin ve iki ayağın kesilmesi gibi. Çünki bu takdirde idare işlerini doğrudan doğruya yapamaz. Ondan, artık hareket yapmak ve diğer benzer faaliyetler beklenemez.

Üçüncüsü : Bir şahsın halife seçilmesine engel olan bedenindeki or­gan noksanlıkları: Halifelikten sonra bir eli ve bir ayağı kesilmiş şahsın durumuna tesir konusunda görüş ayrılığı vardır.

Maverdî şöyle diyor:

«Üçüncü kısım imamet akdinin yapılmasına engel değildir, fakat imam­lığın devam ettirilmesine engel olma konusunda görüş ayrılığı vardır. Bu şekildeki noksanlıklarda bazı işler yapılabilir, bazıları yapılamaz. Bir tek elle yürümek gibi veya bir tek ayakla yürümek gibi. Bunlar tam bir ta­sarruftan âciz olmaya sebep olduğu için, bir şahsın imametine uygun de­ğildir. İmamet akdinden sonra böyle bir eksiklik gelmişse, halifelikten ayrılması konusunda hukukçular iki kısma ayrılırlar: Bir kısmı, başlan­gıçta engel olan bir noksanlık devamına da engel olur düşüncesiyle onun halifelikten çıkarılmasını ileri sürüyor. îkisıci ekol onun imametten çıka­rılmamasını ileri sürüyor. İmamet akdi yapıldığı zaman engeldir. Fakat devamlı değildir, ihracı için tam bir noksanlık gerekir.»[241]

Kanaatimce iki elden birinin olmaması halifeliğe tesir etmez. Çünki tayin edilmiştir. Ayrıca, bir elin olmaması hareket ve çalışmaya engel de­ğildir, görüş ve düşünceye de tesir etmez. Belki iki ayağından biri olma­yan komuta ve idare işlerini görmekte diğer âdi bir şahıstan daha kabi­liyetlidir.

Dördüncüsü: Bu, yüzde husule gelen bir bozulmadır, burunun kesilmesi, bir gözün çıkması gibi. Bunlar eksikliktir ve çirkinliktir. Fakat, ça­lışmasına tesir etmediği gibi, burnun kesilmesi ve bir gözün çıkması, faa­liyetine de engel değildir. Halifelikten sonra ortaya çıksa dahi, haklarına tesir etmeyeceği için halifelikten uzaklaştırılmaz.

Halifelik akdi sırasında mevcut olması halinde iki görüş vardır : Birincisine göre, bu durum halife olmaya engel değildir. Bunlar onun hakkına tesir eden esaslı şartlardan olmadığından mâni değildir.

İkinci görüşe göre, imamet akdine engeldir ve sağlam olması esaslı bir şarttır. Millet işlerini yürütmede noksanlıklar ayıplanır ve kötülemeyi gerektirir, halifenin halifelik heybetine gölge düşürür [242]emirlerine itaati azaltır. Bunlara sebep olan şey, milletin haklarının kaybına da se­bep olur.[243]

 

Üçüncüsü -Tasarruf Noksanlıkları:

 

Tasarruflardaki noksanlıklar iki halde düşünülebilir : [244]

 

Birinci Hal -Halifenin Hacredihnesi:

 

Şayet halife zayıf ise, bu zayıflık sebebiyle bir grup ona hükmeder, başkaları devlet işlerinde istibdata başlar. Bu takdirde bakılır; şayet, dev­let işlerine hükmeden şahıs, devlet islerini yürütmede kabiliyeti varsa, adaletle hükmediyor ve şeriat hükümlerine uygun bir şekilde hükümleri tatbik ediyorsa, bu durum, (yeni) imamın imamlık yetkilerine tesir etmez.

Yok eğer devlet işlerine imam dışında-hâkim olan kimse, din­den uzak (dışında) bir zâlim ise, bu takdirde, imamın, ondan kurtaracak ve idaresine son verebilecek şahıstan yardım istemesi gerekir.

Ehu Yâlâ bin El-Hüseyin El-Ferrâ bu konuda şöyle diyor :

«Şayet hacr edilir ve düşmanların eline esir düşerse, isyan etmeden ve cebir kullanmadan bir kişi işlerin icrasına hükmederse, onun imamlık vazifesine engel olunmaz ve iktidarına itiraz edilemez. Sogıra işlere hâkim olan kişinin fiillerine bakılır: Din hükümlerine ve adalet esaslarına uygun gidiyorsa, onun tatbikatı kabul edilir ve Ümmetin üzerine fesad getirecek dinî muamelelerin durması için idaresinin devamına müsaade edilir. Yok eğer fiilleri din hükümleri dışında ise ve adalet gereklerine ayksn ise, ida­resi kafou! edilemez. Elini tutacak ve tahakkümünü giderecek şahıstan yardım istemek imamın vazifesidir.» [245]

 

İkinci Hal -Halifenin Esir Olması:

 

Halife, düşman eline esir düşmüştür, bu takdirde, düşman kâfir veya isyancı müslümanlar da olsa, esirliği devam ettiği müddetçe, halifen devlet işlerinden uzaklaştırılır. Müslümanlar onu esirlikten kurtarır gayret etmekle vazifelidirler.

Maverdî şöyle diyor:

«Kuhre, onun galip gelen düşman eline esir düşmesi olup, buuta kurtulmaya da imkân bulamamaktır. Bu durum onum müslümanlarm is­lerini görmesine engeî olacağı için imamet akdine de mânidir. DÜşmoe müşrik olsun veya isyancı müslümanlar olsun, farketmez. Ümmet içe.. ondan başka kudret sahibi olan birini halice seçmek hakkı vardır. Şakendisine imamet verildikten sonra esir düşmüşse, onun devlet baskım (İmam) olması sebebiyle onu kurtarmak foütün ünuiDetin vazifesidir. >a-yet esirlik, durumu değiştirmeyen çaresizlik söz konusu olsa tla, esir ala­lar müşrikler veya isyancı nıüsîümajnlar olsun, çarpışmak suretiyle Teva fidye vererek onu kurtarmak müsliimanlarsn vazifesidir.

Şayet müşrikler onu esir etmiş ve halifeyi kurtarmak ümidi kalnui-sa, seçmenler hey'eti ondan foaşka birini seçer ve ona 'biat ederler. Şijî-: İualİfe esarette iken kendisine veliahd durumuna bakılır. Şayet kurtar--masından ümid kesildikten sojara tâyin etmiş ise, bu tâyin bâtıldır. ÇüaJL, kendisi halifelikten çıktıktan sonra veliahd tâyin etmiştir, onun vıelkri tâyini sahih değildir. Yok eğer, kur taramasından ütnid kesilmeden Öt;£ tâyin etmiş ise ve o henüz kurtarılması gerekeni Mr durumda olduğu içi veliahd tayini sahihtir...

e isyancı müslümanların eline esir düşmüşse, kurtarıhras ümid ediliyorsa halifeliği devam eder, kurtarılması ümid edjiraîyorîî isyancıların durumu iki halden birinde olabilir... ilâ âhir.» [246]

işlerine

Bu şarttan maksat, bulunması gereken teklif şartlarıdır. Bu şarû: bedihîdir. Bu sebeple âlimler, bedahati sebebiyle fazla üzerinde durri-mışlardır. Bazı âlimler ise bu şartların hâkimlik şartlarıyla aynı olğunu belirtiyorlar.

Ebu Yâlâ, «El-Afokamu's-Sultaniyye» kitabında imametin şartları be­sinde şöyle diyor:

«İkincisi; hâkimde bulunması gerekli, hürriyet, bulûğ, akıl, ilim re adalet özelliklerine sahip olmaktır.» [247]

Adalet ve ilmi anlatmıştık. Şimdi teklif şartlarını şu şekilde özetii-yebiliriz .[248]

 

Birincisi -İslâm :

 

Bu, temel ve bedihî bir şarttır. Çünki, hilâfet en yüksek vazifedir (ve­layettir). İslâmiyet her resmî vazifede şarttır. Müslümanların devlet baş­kanının gayr-ı müslim olması tasavvur edilemez.

Allah şöyle buyurmaktadır :

«Allah, kâfirlere mü'mînlerin aleyhinde (galebeye) asla bîr yol (ve imkân) bahşetmez.» [249]

Çünki halifelikte şeriat hükümlerini icra etmek farzdır, gayr-ı müs-limden ise, böyle bir icraat sâdır olmaz.

Maverdî, Kadılık şartları hakkında şöyle diyor:

«Dördüncü şart; Allah'ın şu âyeti gereğince şahitlikte arandığı gibi aranır» :

«Allah kâfirlere mü'minlerin aleyhinde (galebeye) asla bir yol (ve im­kân) bahşetmez.» [250]

«Kâfir müslümanlar ve kâfir üzerinde hâkim olamaz ve hâkim tayin edilemez.» [251]

Kâfir için hâkim olmak caiz olmadığına göre, halife evleviyetle olamaz. [252]

 

İkincisi -Bulûğ:

 

Devlet başkanlığına bir çocuğun geçmesi caiz değildir. Aynı şekilde hâkim de olamaz. Kendi işlerini idare edemeyen evleviyetle başkasının işlerini idare edemez. [253]

 

Üçüncüsü -Akıl:

 

Delinin resmî bir vazife görmesi caiz değildir. Biraz evvel bedenin selâmeti konusunda üçüncü şart olarak belirtmiştik ve demiştik ki, deli­lik vücut selâmetini ihlâl eder. Buna dayanarak, delinin halife olması caiz değildir. Şayet halife iken delilik arız olursa, bu takdirde azledilmesi ve yerine başka birinin getirilmesi milletin selâmeti için şarttır.

Maverdî, hâkimliğin şartları hakkında şöyle diyor: «tkînci şaxt genel bir şarttır. Zarurî şeyleri anlayacak bir ilme sahip olması kâfi değildir. Daha çok, iyiyi kötüyü ayırd eden, unutkan ve gafil olmayan, müşkülleri güçlük çekmeden açıklayan, karışık mes'eleleri çö­zen Hr kafaya sahip olması lâzımdır.» [254]

 

Dördüncüsü -Hürriyet:

 

Köle, kendisini idare edemediği gibi, başkası üzerinde de idareci ola­maz. Şahitliği dinlenmediği gibi, idareciliği de caiz değildir.

Maverdî şöyle diyor:

«Üçüncü şart, hürriyettir. Kendisini idaredeki eksikliği, başkasının üzerinde idareci olmasını engeller. Çünki, kölelik şelıadete mâni olduğu gibi, evleviyetle hükmümün tatbikine ve vazifeye getirilmesine de mâni olur. Aynı şekilde henüz hürriyeti tamamlanmamış olan müdefo'ber, mü-kâteb ve ümmü veled köleler de yine hâkim olamaz. Fakat kölelik fetva vermeye mâni olmadığı gibi, rivayette bulunmaya da mâni değildir. Çün-ki fetva ve rivayette idarecilik yoktur.» [255]

 

Beşincisi -Erkek Olmak:

 

Resmî vazifelerde bu temel bir şarttır. Kadınlar bu en yüksek vazi­feye gelemezler. Hâkimlik mevzuunda ise, kadınların hâkim olmasının caiz olduğu mevzuunda âlimler arasında görüş ayrılığı vardır. Efcu Hanife, kadınların, şahidliklerinin caiz olduğu hususlarda hâkim olabileceklerini söylüyor; kadınlar, gahidliklerinin sahih olmadığı hususlarda, hâkim ola­mazlar. İbni Cerir Et-Taberî, kadının her hususta hâkim olabileceğini söy­lüyor. [256]

 

Altıncısı -Kureyş'li Olmak:

 

Bu şart âlimler arasında ihtilaflıdır. Bazıları halifede nesebin şart olduğunu ve onun Kureyş'li olması gerektiğini söylüyorlar. Bazıları bunu şart görmüyor, kabilesi ve milleti ne olursa olsun her müslümanın halife olmaya hakkı olduğunu söylüyorlar.

Bu şartı ileri sürenlerin başında Ehl-i Sünnet gelir. Onlar görüşlerini Hz. Peygamber (Saîîallahü Aleyhi ve Sellem)'in şu hadîsine dayandırıyorlar:[257]

 

«İmamlar Kureyş'tendir.»

 

Bu şartı kabul etmeyenler Mu'tezile ve Haricîlerdir. Bu görüş ayrı­lığını Dr. Er-Kis, «En-Nazariyatu's-Siyasiyyetü'1-İslâmiyye» adlı kitabında şöyle izah ediyor :

«Haricîler -bu, inançlarının bariz özelliklerinden biri olmayıp, daha çok mezheblerinin üzerine kurulduğu büyük temellerden biridir -bu şart­tan kat'iyyen bahsetmiyorlar. Daha çok her müslümanın, nefsinde ilim, adalet, şecaat, kabilesi ve ırkı nezdimdeki itibarı gibi şartları topladığı za­man imamlığa hakkı olduğunu söylüyorlar...»

Sonra şöyle diyor:

«Bağdadî şöyle demektedir: Haricîler her sınıf insanın halifeliğe uy­gun olduğunu söylerler, halbuki bu işi yapmaya uygun olan kimse sâlihdir.»

Sonra şöyle demektedir :

«Bu sebeple, İbnüî Ezrak, dafoa sonra Katarı bin El-Fecae, Necde ve Atiyye'ye bîat edilmişin-. Bunlardan hiç bîri Kureyş'li değildir...»

Sonra şöyle söylüyor:

«Mutezile, Haricîler mezhebine tâbi olmuştur. Bunu, İbni Hazm'm rivayetine uygun olarak yapmışlardır: Onların çoğu bu görüştedir. Ancak bir kısmı, Darar bin Ömer El-Gıatfanî, Darariyye fırkasının başına geçti ve Kureyşli olmanın şart olmadığını tafsilatıyla izah etti.»

Şehristanî şöyle naklediyor:

«Darar fırkası Kureyş'li olmayanların imametinin daha faydalı ola­cağına inanır. Çünki, her şey Kureyş'te toplanırsa hareketimiz zayıflar. Eğer sayıları az ise ve zayıf iseler, şeriata aykırı hareket ederlerse, onları azletmemiz mümkün olur...» [258]

Kanaatimizce fcazı naslar şu iki Hadîs-i Şerîf sebebiyle halifenin Ku-reyş'ten olması gerektiğinin zaruretine işaret eder: [259]

 

«İmamlar Kureys'fendir.»

 

«Doğru reyş'in birri ve dini   tatbik   ettikleri   sürece,   bu iş (emirlik) Ku-elinde kalır.»

Bu naslara rağmen, Habeşî bir köle dahi olsa, Ulü'l-Emr'e itaatin vâ-cib olduğuna işaret eden diğer bazı naslar da vardır:

«Başınıza, kafası dazlak (küçük) bir Habeşî de geçse, cnu di sı leyin b ve ona itaat ediniz.»

İbn-i Haldun bunu tahlil ediyor ve; velâyetü'l âmmede Kureyş ne­sebini, Kureyş'in, o sırada asabiyete sahip ve arap kabileleri arasında kuvvet sahibi olmasıyla, şart görüyor. İbn-i Haldun'a göre, halifenin de; hi­maye ve yardım edebilme durumunda olması şarttır. Bu sebeple Kureyş'li olmak şart koşulmuştur. Ancak bu, Kureyş'li zayıf, diğerleri kuvvetli ol­duğu takdirde, Kureyş'lilerden başkasının başa geçmesine engel değildir.

İbn-i Haldun, Mukaddime'sinde şöyle diyor :

«Kureyş nesebi'nin şart olması ise, Sakife toplantısında sahabelerin icmâi sebebiyle kesindir. Ensar Sâd îtin Ubade'ye bîat etmek istemiş ve Şöyle söylemişlerdi;

«Bizden bir Emîr, sizden bir Emîr olsun.»

Kureyş bu davranışı, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin şu sözü sebebiyle kabul etmemişlerdir: [260]

 

«İmamlar Kureyş'dendir.»

 

Ayrıca : «Hz. Peygamber bize, sizin iyi ve hayırlı kişilerinize iyilikte bulunmamızı ve kötülerinizin kusurlarını affetmemizi tavsiye etmiştir. Şa­yet Emirlik sizini hakkınız olsaydı, sizi tavsiye etmezdi.» diyerek onların fark iddia etmelerine karşı çıkmışlardır. Bunun üzerine ensar görüşlerin­den vazgeçmişlerdir...

Ancak Kureyş, nimet ve lezzetler içine dalmak suretiyle ve devlet onları yeryüzünün her tarafına dağıtmış olduğundan, zayıfladı ve asabi­yetlerini, yani devleti koruma ve idare kudretini kaybettiler ve hilâfeti yüklenmekten âciz kaldılar. Arap olmayan kavimler onlara üstün geldi ve Ehlü'1-Hal ve'l-Akd onlardan oldu. Böyle olunca, birçok araştırıcılar bu konuda şüpheye düştüler ve Kureyş'li olmayı şart koşmayı inkâr bile etmişler ve Hz. Peygamber (SallallahüAleyhi'veSellemyin:

«Basmaza, kafası dazlak bir Habeşî de geçse, onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz.» gibi hadîslerin zahirine dayanarak, bu şartı reddetmişlerdir. Ancak bu hadîs onlar için bu konuda bir delil teşkil etmez. Çünki Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), bir temsil yoluyla, emirleri son de­rece (mübalağalı bir şekilde) dinlemek ve onlara itaat etmeğe davet et­miştir. Tıpkı Hz. Ömer   (Radîyallahuanh)'in:

«Şayet Huzeyfe'nin azatlısı Sâîim sağ olsaydı, onu halife yapardım veya onun bu hakkı hususunda şüphe etmezdim.» sözü gibi. Bu söz de bir delil teşkil etmez. Çünki, biliyorsun ki, sahabelerin mezhebi (gidişatı) (şer'î) bir delil teşkil etmez. Ayrıca bir kavmin azatlısı, o kavimden sa­yılır, Salim, Kureyş'den olan Huzeyfe'nin azatlısı olduğu için, onun vela­yeti, yani Kureyş'e intisab hakkı sabittir ve nesebin şart olmasının fay­dası da budur...

Halifelik için Kureyş'li olmanın şart olduğunu kabul etmeyenlerden biri de, Kadı Ebu Bekr El-Bakılânî'dir. O, Kureyş'in asabiyetinin (devleti korumak ve idare etmek) zayıfladığını ve kaybolduğunu, arap olmayan devlet başkanlarının halifeliğe (devlet idaresine) hükmettiklerini görün­ce, Haricîlerin görüşlerine uygun düşse de, kendi devrindeki halifelerin halini görünce, Kureyş'li olma şartını reddetmiştir.

Âlimlerin çoğu, müslümanların işlerini görmekten âciz olsa dahi, Ku­reyş nesebinden gelmenin şart ve imametin Kureyş'e ait olduğunu kabul etmişlerdir. Bakılanı ise, mes'eleyi (Emirlik) kuvvetlendiren ehliyet şar­tının kaybolma siyle onlara cevap veriyor; asabiyetin kaybolmasiyle kuv­vet, kudret ve ehliyet kalmayacağı, ehliyet olmayınca da, bunun ilim ve diyanet şartına tesir edeceğini, bunun bir sonucu olarak da, bu makam için gerekli şartların itibarını kaybedeceğini, bunun ise icmâ'a aykırı ol­duğunu söylüyor.»

İbn-i Haldun daha sonra neseb şart koşulmasının hikmetine geçiyor

ve şöyle diyor:

«Şeriatın bütün hükümlerinde, kendilerine şâmil olan ve onlar için konulan birer maksat ve hikmet bulunduğunda şüphe yoktur. Biz, hali­fenin Kureyş nesebinden olmasının şart koşulmasmı ve kanun koyucunun bundan maksadını inceleyecek olursak, meşhur olmuş bir kanaate göre, sadece Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemj'in neslinden geldikleri için onlarla saadete ermek için değildir. Şayet onlar halife olursa, nesil bağı olur ve bundan da mübarekiyet hâsıl olur, ama bildiğin gibi, saadete ermek kanun koyucunun maksadı değildir. O halde nesebin şart koşul­masının ayrı bir faydası olması lâzım gelir ki, bu da, onu meşru kılan mak­sattır. Mes'eleyi incelediğimizde, sadece korunma, korumak ve mutalebe (haklar talep etmek) olduğunu görürüz. Onun bu makamda bulunması sayesinde ihtilâf ve bÖlünımeler kaybolur, kalmaz. Millete ve ehline sükunet gelir, aralarında ülfet teessüs eder. Bunun sebebi, Kureyş'in o zamanlar Muzar boylarının (uruğlarınin) asabiyetini kendisimde toplamış olmasıydı. Onlar Muzar aslından geliyor ve Muzar'in üstün gücünü teşkil ediyorlardı. Kureyş, Kureyş'in diğer boyları (uruğları) onları çokluk, izzet ve şerefleri ile tanıyor ve üstün kuvvetlerine teoyun eğiyorlardı... Şayet halife diğer­lerinden 'olsaydı tam nıânasiyle onların muhalefeti ve tâbi olmamaları se­bebiyle, parçalanma husule gelirdi...»

Halbuki, Emîr Kureyş'den olursa, onlar insanları, kendilerine hâkim olmak suretiyle, onlardan istenilen (beklenilen) gayeye doğru sevketmeye kaadirdirler. Hiçbiri, kendi aleyhlerine bir husumetten veya fırkalara ay­rılmaktan korkmazlar. Çünki, böyle bir şey vukubulursa, onu gidermeye ve insanları ondan korumaya kefildirler (söz vermişlerdir). Bu makamda bu sebeple Kureyş nesebi şart koşulmuştur, onlar asabiyet (kuvvet ve idare sahibi) ehlidir...

Daha sonra şöyle eliyor:

«O halde Kureyş'in şart koşulması sabittir, bu, onun insanlar üzerine hâkim olması ve çekişmeleri bertaraf edebilmesinden ileri gelmektedir. Biz, şâriin (kanun koyucunun) hükümleri yalnız lir nesil, tir asır ve bîr ümmet için koymadığını biliyoruz. Yiaie biliyoruz ki, bu bir ehliyet işidir ve Kureyş'e verildiğini anlıyoruz. Halifelik için Kureyş'ten olma­nın şart koşulmasının illet ve sebebinin Kureyş'te asabiyet, yani dev­leti korumak içim gereken kudretin bulunmasından iîeri gelmiş olduğunu anlıyor, müslümanların idaresi başında bulunmak için o kavmin asabiy-yet sahiM ve kendi çağlarında diğer kavimlerden üstün olmasını şart ko­şuyoruz. Bu takdirde; müslümanların idaresi başında bulunan hu kavim, diğerlerini kendilerine boyun eğdirecek ve devleti güzel bir surette ko­rumak için fjirleşecektiı O çağda Kureyş'te tuluııaıı bu kudretin yeryü­zünün diğer taraflarında yaşayan başka kavimlerde bulunduğunu bilmi­yoruz. Çünki, bunların üzerlerine aldıkları İslâmiyeti kasbule davet işi. umumî olup, arap asafciyeti bu daveti yerine getirmeye yeter derecede idi. Araplar bu asabiyyet kudreti ile diğer kavimlere üstün geldiler. Bu açıklamalarımızdan halifeliğin her asırda Kureyş'e mahsus olmayıp, her ülkenin de o çağda kudreti ve üstün asabiyyet sahibi olan kavmin elinde olacağı anlaşılır.» [261]

Halifede veya devlet başkanlığına geçen kimsede bulunması gereken şartlar kısaca bunlardır. Bazı âlimlerin zikrettiği diğer bazı şartlar daha vardır. Ancak biz, bu şartların, belirtilen diğer şartları içine aldığı kanaa­tindeyiz.

Yukarıdaki bütün şartlar, Kureyş'li olma şartı hariç, üzerinde itti­fak edilmiştir. Kanaatimce, îbn-i Haldun'un dediği gibi, bu hususun şart koşulması, o zamanda Kureyş'in araplar arasındaki kuvveti ve kabileler içindeki yeri sebebiyledir. Bu şart modern asırda şart koşulamaz. Her müslüman kendisinden istenilen ve bu büyük makamın gerektirdiği şart­lara sahipse, devlet başkanlığına gelebilir.

Kanaatimce, genel düşünceyi (âmme efkârı) temsil eden ve halk adına konuşan Ehlü'1-Hal ve'l-Akd, halkın arzusunu nazara almalıdır. Hal­kın seçilmesi için üzerinde birleştiği kimseyi halife olarak seçmeli ve arzu edilen şartları kendinde toplamış kimsenin idaresine razı olmalıdır.

Kureyş şartı, İslâm'ın doğuş yıllarında araplar arasında Kureyş'in kuvveti ve kabileler içindeki yeri sebebiyle gerektiği için, zamanımızda da «arap soyu (nesebi)» zarurîdir. Çünki araplar, Allah'ın kitabım anla­mada diğer insanlardan üstündür (daha kabiliyetlidir) ve çoğu İslâm ta­rihi ile bağlıdır. İslâm'ın doğuşunda İslâm bayrağını taşıyan ve onu ihlâ ve sebat ile müdafaa eden onlardır. [262]

 

Dördüncü Başlık

 

Halifeliğe Geçiş

 

Biraz önce halifelik ve halifede bulunması gereken şartlardan bah­settik. Şimdi halifenin iktidara geçişi konusuna geliyoruz.

Halifenin tayininin yapıldığı tarihî hâdiseler, şartlar ve birçok çeşitli yollar sebebiyle, bu mevzuun birçok tarafları vardır. [263]

 

Hilâfete Geçişin Hükmü:

 

Sunduğumuz bahislerin ilki, kabiliyetli olanlar geçmese dahi, bu va­zifeyi ifa kudretine sahip kimselerin hilâfete geçmesinin vâcib-i kifaî' ol­duğudur. Ehil olmalarına rağmen hilâfete geçmeyenler, günahkâr olurlar.

Ebu Yâlâ şöyle diyor:

«O (yâni hilâfet) muhatabı olan inşam kırın iki grubunla farz-ı kifâyedir.

Birincisi: İçiihad ehli olup, seçici hey'ettirler.

İkincisi: Kendisinde imamet şartları bulunanlar, bunlardan bîri ima­mete tâyin edilir.» [264]

Mâverdî şöyle diyor:

«İmametin  (Devlet başkanlığının)  vâcib olması, cihad ve ilim talep etmek gibi bir farz-ı kifâyedir. Ehli olanlardan biri bu vazifeyi (imameti -devlet başkanlığını) yerine getirirse, ıdiğerleri bu borçdan kurtulur. Hiç kimse bu vazifeyi yüklenmek için çıkmazsa, insanlardan iki grup çıkar.

Birincisi: Devlet Başkanlığı için imamı seçecek seçmen hey'et.

İkincisi : İmamet ehli. Bunlar içlerinden birini İmam seçerler. Ümmetden bu iki grup dışında kalanlar için, imam seçmede gecikmede zor­lama (zorluk) ve günah yoktur.» [265]

O halde hilâfete geçmek vâcibdir ve İslâm nazarında mes'uliyeti mu-cibdir. Kendisinde, halifelik için istenilen şartlar bulunan kimse bulu­nursa, bu makamı işgal için, onun Önüne geçmek caiz değildir. Halifelik merasim makamı olmayıp, iş, gayret ve mes'uliyet demektir. Şayet, her­hangi bir zamanda insanlar, imâmetden vazgeçerlerse, bu takdirde, ken­disinde gerekli şartlar bulunan herkes Allah indinde günahkâr olur. [266]

 

Seçmenler:

 

Seçmenler Ehlü'1-Hal ve'1-Akd'dır. Onlar, şuur, olgunluk, ilim ve ah­lâk bakımından yüksek derecedeki bir grup insandır ve seçmenleri tem­sil ederler ve idare işlerine katılması gereken istişârî bir hey'ettir; vazi­fesi, uygun ve sâlih bir erkeği seçmektir.

Alimler seçmenlerde şu şartları ileri sürmüşlerdir :

1- Bütün şartlan ile âdil bir kimse olmak.

2- Halifelik için aday olan kimsede aranılan şartları bilmeye yeterli ilim sahibi olmak,

3- Halife adaylarından hangisinin, imamet için daha uygun ve iş­leri idare etmede, daha kuvvetli ve bilgili olduğunu bilmeye götürecek görüş (kanaat) ve hikmet sahibi olmak.

Bütün vatandaşlar bu seçime katılabilirler. Kendisinde bu şartlar bu­lunan herkes Ehlü'1-hal ve'1-Akd'dendir ve seçmen hey'etinden olup, bu makamın ehemmiyeti sebebiyle, devlet başkanının seçimine katılmaya mecburdur.

Şayet herhangi bir sebeple bir şahsın üstün tutulma ve kayırılması olmadan, uygun ve ehliyetli bir şahsın seçimi gerçekleşirse (yapılırsa), ümmetin ona bîatta bulunması gerekir.

Mâverdî şöyle diyor :

«Ehlü'1-hal ve'I-Akd seçim   için   toplanınca   ümmete   ehil   olanların  (adayların) durumlarını, onlarda bulunan şartları gözden geçirirler ve onlardan en üstün şartı haiz olanına ve insanları kendi itaatine çabucak Çekecek ve insanların biatinden vazgeçemeyecekleri kimseye bîat ederler. Şayet içlerinden birinin halife tâyini sözkonusu ise, ona teklif edilir. Ka­bul ederse, ona bîat ederler ve ona bîatları ile imamet seçimi tamamlanmış olur. Bütün ümmetin bîat etmesi ve ona tâbi olması gerekir. Şayet ima­meti kabul etmezse, halife olması için zorlanamaz, çiiınki hilâfet riza be­yanı ve seçim ile olan bir akittir (olmalıdır), bu işe cebir ve baskı girme­melidir. Kabul etmeyen adaydan vazgeçilerek, liyakâti olan bir başkasına dönülür. Şayet imamet şartlarını iki kişi haiz ise, yaşlı olanı seçilir. Yaş fazlalığı yoksa, dalha olgunu tercih edilir. Şayet yaşça küçük olana bîat edilirse, bu caizdir. Adaylardan biri daha bilgili, diğeri daha cesaretli ise, zamanın şartları (hükmü) hangisini gerektiriyorsa, o seçilir. Meselâ, anar­şi büyük nisbette yayılmış ve isyanlar ortaya çıkmışsa, cesarete ihtiyaç fazladır, hak, daha cesur olanındır. Yok eğer, Ibelâh ve sapık fikirlerin ve foıdatcılarııı durdurulması gerekiyorsa, ilme ihtiyaç fazladır., hak daha bilgili olanındır.» [267]

 

İmamet Akdinin Nasıl Tamamlanacağı:

 

Yukarıda Ehlü'1-hal ve'1-Akd'ı ve onlarda bulunması gereken şartları anlattık ve dedik ki. halifeyi seçen Ehlü'1-Hal ve'1-Akd'dır. Ancak zihne takılan soru şudur : Acaba Ehlü'1-Hal ve'1-Akd'm bir şahıs üzerinde it­tifakı şart mıdır? Bilindiği gibi, bütün insanların ittifakı uzak bir ihti­maldir, çünki, mutlaka onlardan bir muhalif çıkar.

Gerçi, İmamet akdi için Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm ittifakı şart değildir. Bu mevzuda çeşitli görüşler vardır.

(1) Birinci Görüş: Bütün İslâm ülkelerindeki bütün Ehlü'1-hal ve'l-akd'm muayyen bir şahsın halife seçilmesi hususunda ittifaklarını şart görüyorlar. Ancak bu görüşün gerçekleşme ihtimali azdır. Çünki, bir şa­hıs üzerinde herkesin ittifakı düşünülemez. Bu, Benî Sâide'nin sofasında sahabeler arasında cereyan eden hâdiselerle anlaşılmıştır. Bazı Ehlü'1-hal ve'I-Akd bu Sofa  (Sakife) toplantısında birleşince, herkesin hazır olma­sını beklememişler ve diğerlerinin reylerini beklemeden, bu celsede Hz. Efou Bekir (Radiyallahu anh) 'e bîat etmişlerdir.

(2) İkinci Görüş:  Bütün Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm ittifakını şart koş­maz, bir tek ülkede de olsa, bazı Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm ittifakını kâfi bu­lur. Seçmenlerin, görüş ve tercih sahiplerinden en az beş kişi kâfidir. Bun­ların imamet akdinin makbul olması için, kendi kavimleri içinde itibarlı kimselerden olması gerekir.

Bu görüş, kendilerine Hz. Ebu Bekir (Radiyallanu anh) 'e bîatdan delil getiriyor.   Hz. Ebu  Bekir  (Radiyallahu cnhj 'e sahabeden 5 kişi   bîat   etmis, onları diğerleri biat ederek takip etmiştir. Bu beş sahabe şunlardır: Ömer bin El-Hattab, Ebu Ubeyde bin Cerrah, Useyd tin Hudeyr, Beşir bin Sâd ve Huzeyfe'nin kölesi Salim. Görüşlerine destek olarak getirdik­leri bir delil de şudur: Hz. Ömer (Radiyallahu anh) altı kişiden meydan? gelen bir Şûra kurdurdu ve diğer beş kişinin rızaları ile İçlerinden birini imam (halife) seçtirdi. Bu görüş, ekser hukukçu ve kelâmcılarm görüşüdür.

(3) Üçüncü Görüş: Ehlü'1-hal ve'1-Akd'den üç kişi ile iktifa etmek­tedir. İçlerinden birine hilâfeti vermekte, diğer ikisi de bu bîata şahitlik yapmaktadır. Nikâh'da bir velî ve iki şahit ile akit tamam olduğu gibi.

(4) Dördüncü Görüş: Bîat akdinin, yalnız bir kişi ile yapılmasını caiz görür. Bu görüşü ileri sürenlerin delili şudur; Abfcas bin Abdülmüt-talib, Hz. Ali (Radiyallahu anh) 'ye şöyle demiştir : [268]

 

«Elini Uzat, Sana Bîat Edeyim.»

 

İnsanlar, Allah'ın Resulünün (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) amcası, Pey­gamberin amcasının oğluna bîat etti, bu duruma ikinci bir şahıs itiraz et­memiştir.

Aslında bu görüşlerin çoğunu kabul edemeyiz, fakat onların tama­mından, imametin ancak Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm yeni halifeye bîat etme­siyle tamamlanacağını anlıyoruz. Bu topluluk memlekette mevcut bütün görüşleri ve grupları temsil etmeli, kanaati dinlenilmeli ve bağlayıcı ol­malıdır ve halkın hepsinin ehliyetini gördüğü ve kabul ettiği ehliyetli bir kimse halife seçilmelidir.

Bütün Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm ittifakını arayan birinci görüşü kabul edemeyiz. Çünki, tatbiki zordur. Ayrıca onların sayısını beş, altı veya diğer rakamlarla sınırlamamız da mümkün değildir.

Her şeyden önce Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'in halifeliğinin, beş sahabenin biati ile tamamlandığı doğru değilidr. Çünki, bu beş kişi, an­cak herkesin bu bîata muvafakatini temin ettikten sonra bîat etmişlerdir.

Aynı şekilde Hz. Osman   (Radiyallahu anh) 'in halifeliğinin, Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in tayin ettiği beş kişinin muvafakati ile bîatınm tamam­landığı da doğru değildir. Bu altı kişiyi halife Hz. Ömer (Radiyallahu anh)' Ölümünden önce tayin etmiş ve onların görüşleri bütün müslümanlar için bağlayıcı olmuştur. [269]

 

İmamet Akti İki Usûlle Yapılır:

 

Birinci Usûl: Belirttiğimiz gibi Ehlü'1-hal ve'1-Akd'in seçmesidir. On­lar, insanların razı olduğu ve bîat etmeyi kabul ettikleri ehliyetli bir er­keği halife seçerler.

İkinci Usûl: İmam, eski imamın veliahd tayin etmesi suretiyle tayin edilir. Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) 'in kendisinden sonra Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'i veliahdlığa seçmesi gibi.

Mâverdî şöyle diyor :

«İmamlık iki yolla akdedilir :

Biri, Ehlü'1-hal ve'I-Akd'in seçimi.

İkincisi: Daha Önce veliahd tâyini suretiyle. E!ı!ü'I-hal ve'l-Akd ile halifenin tayininde seçimi yapacakların sayısı konusunda görüş ayrılığı vardır...» [270]

Ebu Yâlâ şöyle diyor :

«İmamet iki yo! ile akdedilir. Biri: Ehlii'1-hal ve'1-Akd'm seçimi; ikin­cisi, Veliahd tayini suretiyle.»

Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm seçmesi yoluyla halife tâyini ancak Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm hepsinin ittifakıyla olabilir.

Ahmet İbni Hanbel şöyle diyor:

«İshak Bin İbrahim'den şöyle rivayet edilmiştir: "Ehlü'1-hal ve'I-Akd'ın bütününün reyini toplayan imamdır. Ve onların hepsinin reyi ile imamet akdi tamamlanır."» [271]

Herkesin ittifakı veya beş, altı veya üç sayılarının tesbiti olmamak şartıyla, bu, makbul ve makuldür. Ancak cumhur şart koşulmuştur ki, bu, onların çoğunluğu demektir.

Daha ehliyetli varken, ehliyetli bîrinin imameti caiz midir?

Bu, önemli bir noktadır. Acaba Ehlü'1-hal ve'l-Akd ehliyetli birini, ondan daha ehliyetli biri olmasına rağmen, seçebilir mi?

Bu soru gerçekten önümüzde durmaktadır. Yani Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm sâlih birini seçmesi ve seçimi ehliyet ve uygunluk esasına dayandırması, yoksa iyilik yapma ve karşılıklı menfaat esasına dayandırmaması gerekir.

Bir kısma göre, meselâ, El-Câhiz'a göre, daha ehliyetli biri varken, ehliyetli birine bîat yapılamaz. Ancak, hastalık ve diğer makbul özürler­den biri sebebiyle, daha ehliyetli birinden dönmek caiz olur.

Ama âlimlerin çoğu böyle bir bîatm sahih olduğunu söylüyor ve is­tikrarı temin etmeye büyük ehemmiyet vererek, ehliyetli birinin imame­tinin, daha ehliyetli birinin varlığına rağmen caiz olduğunu söylüyorlar. Bilhassa ehliyetli birine bîat tamamlandıktan sonra. Çünki, insanlar bün­ye bakımından farklıdırlar, salahat ve uygunluk konusundaki üstünlük insanlara göre değişir. Bir şahsa göre daha ehil olan, diğerine göre ehli­yetli sayılmayabilir. Çünki insanların, bir kısım insana değer vermesi, gö­rüşlere göre değişen farklı bir mes'eledir.

Ancak âlimler, ehliyet konusunda, amelinde eksik ve kusurlu olma­mayı şart koşmuşlardır. Şayet imamete sâlih değilse, bu takdirde zaten imameti caiz değildir.

Mâverdî şöyle diyor:

«Daha Üstün «lan birinin varlığına rağmen ehliyetli birine Mat edil­meye foaşlanmışsa, bakılır; şayet hu bîat daha ehliyetli olanın gaiplik veya hastalık gibi bir sebepten ileri geliyor, ya da ehliyetli olan şahsısı insan­ların sevgisini kazanma ve onların kalplerine yakınlıktan ileri geliyorsa, ehliyetli olana bîat ve onun imameti muteberdir. Özürsüz bir sebeple bîat edilmişse, ona bîatın yapılması ve imametinin sıhhati konusunda görüş ayrılığı vardır.

Bir kısmına göre, onlardan El-Câhiz'e göre, ona bîat imamet akdinin teşekkülünü sağlamaz. Çünki, eğer iki husustan birini seçme gerekiyorsa, birincisinde olmayan sebepler dişisi da ondan dönmek caiz değildir. Şer'î hükümlerdeki içtihat gibi.

Hukukçular ve kelâmcılarm çoğunluğuna göre, onun imameti caiz­dir. Daha ehliyetli olanın varlığı, şayet imamet şartlarında bir eksiklik yoksa, ehliyetli olanın imametine engel değildir.» [272]

 

Bir Tek Ülkede İki Şahsın İmameti:

 

Bir vakitte iki kişiye imamet verilmesi caiz değildir; onlardan birine bir memlekette, diğerine diğer bir memlekette birbirlerinin imametinden haberleri olmaksızın imamet verilmesi gibi.

Tabiî iki şahsın imameti şer'an caiz değildir. Çünki, bu durum kav­gaya, ihtilâfa, tefrikaya ve parçalanmaya yol açar.

Bu gibi durumlarda İslâm âlimleri, hangisinin imametinin muteber, hangisinin bâtıl olduğu konusunda farklı görüşlere sahiptirler:

1- Bir gruba göre, eski imamın vefat ettiği veya baş şehir olan aynı ülkede imamet verilen şahsın imameti muteberdir. Çünki, orada Ehlü'l-hal ve'1-Akd'ın çoğunluğu vardır. Diğer ülkelerin yeni imama teslim ve ona bîat etmeleri gerekir.

2- Diğer bir gruba göre, iki imamdan her birinin, imametin asıl sa­hibi için, imametten çekilmesi gerekir. Bu takdirde Ehlü'1-hal ve'l-Akd duruma müdahale eder ve istenilen şartları en iyi şekilde kendinde top­layan birini seçerler.

3- Üçüncü bir gruba göre, iki halifeden hangisi, akit ve bîat bakı­mından eski ise, onun imameti muteberdir. Yani birinin bîatı tamamlan­madan diğerinin akti ve bîatı tamamlanmişsaj onun imameti muteber olur,

diğeri onun lehine imâmetden vazgeçmelidir. Şayet ikisi aynı anda halife olmuşlarsa, her ikisinin halifeliği de bâtıldır. Ehlü'1-hal ve'l-Akd birini seçer.

Mâverdî bu görüşleri yorumlayarak şöyle diyor:

«Muhakkik hukukçuların ileri sürdüğü bîat ve akit bakımından eski olanın imametinin caiz olduğunu söyleyen görüş doğrudur. İki velînin bir kadını iki erkekle evlendirmesi gibi. Onlardan akit bakımımdan evvel olası nikâh muteberdir. Şayet birinin tâyininin önceliği sabit olursa, ima­meti kesinîeşir. Diğerinin işi, ona teslim ve onun itaatinta girmesi gerekir. Şayet ikisi aynı anda haÜÜe olmuşlarsa ve ikisinden hangisinin Önce ha­life olduğu bilinemiyorsa, her iki akit de bâtıldır, biri adem birine imamet akdinin yeniden verilmesi gerekir.» [273]

 

Beşinci Başlık

 

İslâm'da Bîat Mefhumu

 

Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm iradesi veya kabul edilen diğer muteber yol­lardan biriyle müslümanlardan bir şahsa hilâfet verilmişse, ümmet yeni halifeye bîata çağrılır.[274]

 

Biatin Mânası:

 

Bîat, ümmetin halifenin seçimine muvafakati ve ona tâbi olmaya ve emirlerine uymaya söz vermesidir.

Bîata, seçme mânası verilemez. Çünki, seçme ile ilgisi yoktur. Daha çok yeni halifenin seçimine muvafakat mânası verilir. Ümmet bîattan im­tina ederse, Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm görüşünü ve seçimini reddetmiş gibi­dir, ya da yeni halifenin hilâfete geçmesine muvafakati reddetmedir. Tıpkı ona güvenini esirgemesi ve tâbi olma ve uymayı reddetmesi gibi.

ıbn-i Haldun şöyle diyor :

«Bil ki, bîat, itaat etmeye söz vermektir. Bir Emîre bîat eden kendi ve bütün müsîümanların işlerine bakmayı »na teslim etmeye, hiç bir hu­susta onunla çekişmeyeceğine, hoş görmediği ve arzu etmediği bir işe zor­lansa bile, ona itaat etmeye söz vermesi »demektir.»

Şayet bir Emîre bîat ederlerse, söz vermelerini te'kid etmek üzere ellerini Emîrin eli üzerine koyarlardı. Bunların bu hareketi alan ve satan arasındaki fiile benzetildiği için, «Bae (Sattı)» mastarından bîat olarak isimlendirilmiştir. Bîat, ellerin musâfâha (el verişmek) suretiyle olmuştur.

Bîatm lügat mânası ve şer'î söz verme budur. Hz. Peygamber (Salîaltahü Aleyhi ve SeHem) 'in Akabe gecesinde [275]ve şecere bîatında [276]olduğu ve hadîste anlatıldığı gibi el verişerek icra olunurdu. Bu kelimenin kul­lanıldığı yerlerden biri, halifelerin bîatı, diğeri ise eyman biatidir. Halife­lere sadâkat andı içirildiğinden ve bütün yemin şekilleriyle bîat ettiril­diğinden bu bîat, eyman bîatı seklinde isimlendirilir. Bu suretle yapılan bîatlarda ikrah çoğunlukla söz konusudur. Bu sebeple İmam Mâlik zor­lamalarda yapılan yeminin hükmü yoktur yolunda fetva vermiştir. Bu se­beple bu fetvanın, bîat yeminlerinin bozulmasını icap ettireceğini anla­dıklarından, Cafer EI-Mansur zamanında valiler onun fetvasını inkârla karşılamışlar ve İmama olmadık zorluklar çıkarmışlardır. [277]

EI-Kalkaşandî şöyle diyor :

«Bîat, masdarıdır, filân iadam (bir şey sattı), bîat edilmiş halife'(gibi). Mânası, âkidleşmek ve karşılıklı söz vermek (sözleşmek) tir. Bîat, gerçek satıma benzer... Taraflardan herbiri, kendisinde olan ve sahip olduğu bir şeyi satmakta, ona kendini vererek, itaatine ve emrine girmektedir.

Şöyle denilir :, Filân falana (bir şey) sattı, el tutuşup mukaveleyi aktetti. Bu işte esas oîan, bîat etmenin arap âdetlerinden olması ve iki kişi bir şey satiri aldıkları zaman; onlardan 'biri diğerimin elini tutmakta ve  sıkmaktaydı.» [278]

Allah, bîat edilmesine çok ehemmiyet vermiş, ona muhalefet ve in­sanın verdiği sözden dönülmesi (muhalefet edilmesi) nden sakınmalarım istemiştir.

Allah, Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellemj'e hitab ederek, şöyle diyor :

«Gerçek, sana bîat edenler ancak Allah'a bîat eîmiş olurlar. A!iah';n eli onların elleri üstündedir. Şu halde kim (bu bağı} çözerse, kendi a!ey-hine çözmüş olur. Kim de Âİiah ile sözieşfiği şey'e vefa (onun hükmünü ifa) ederse, O da ona büyük bir ecir verecektir.» [279]

Hilâfet, bîr akit ve söz vermedir.

Zikrettiğimiz naslardan anlıyoruz ki, Hilâfet, bir akit ve söz vermedir.

Bu, halife ile, ümmetin mümessili olan Ehlü'1-hal ve'l-Akd arasında, ha­lifeyi ümmetin işlerinin başına geçirme hususunda yapılmış bir âkittir. Halife, ümmet içinde adalet ve hak ile hükmeder, din ve dünyalarında toplum menfaatini gerçekleştirecek istikâmete onları doğru yola sevk eder, şeriat hükümlerinin tatbikine dikkat ve itina gösterir. Bîat, doğru­dan doğruya halife tarafından, ümmete, hak ile hükmedeceğine ve ken­disine itaat ve emirlerine tâbi olma hususunda sözlegmesidir. Bu akit ve bu sözleşme, akidin bütün unsurlarını ihtiva eder.

Dr. Er-Ris, kitabında, Dr. Es-Seahurî'den nakilde bulunarak şöyle diyor:

«Prof, Dr. Es-Senhurî, İmamet akdinin özel olarak bünyesini incele­miş, ayrıca İslâm Hukuku âlimleri de mevzuu ele alarak şöyle demişler­dir : O, gerçek bir akittir, yani, hukukî teori bakımından gerekli şartları ihtiva eder ve özelliği, rıza üzerine kurulmuş (bina edilmiş) olmasıdır. Bu akitten gaye, İmam'ın yetkisini alacağı bir kaymak olmasıdır. Bu, üm­met ile diğer tarar (âhir) arasında bir akitleşmedir. Daha sonra diğer bîr mevzua, İslâm mütefekkirlerinin «Rousseau'nun Nazariyesi»'nin Özü­nü, yani idareci veya devlet başkanının, millet ile aralarında yapılan bir âkitleşme neticesi, onun adına milletten aldığı şekildeki özünü, idrak et­mişlerdir.» [280]

 

Bîat’ın Usûlü:

 

Bîat, yeni halifenin tâyini hakkında ümmetin muvafakatini ilândır. Bu biatin usûlü, asırlara göre değişir.

Hz. Peygamber (Salİallahü Aleyhi ve Sellemyin hayatında bîat, bîat edi­len şahsa söylenen: «Şu şu mevzuda sana bîat ettim.» şeklinde bir sözle tamamlanırdı ve ittifakın bir çeşidi idi. Çoğu defa, taraflar, aralarındaki bu akdin ve sözleşmenin kuvvetine delil olarak elleri ile musafaha eder­lerdi.

Abdülmelik bin Mervan zamanında, Irak Emîri El-Haccac bin Yusuf Es-Sekkafî, Halife Abdülmelik'e bîat etmiş ve bîatı mukaddes bir yemini içine alır hale getirmiştir. Allah'a yemin, boşamaya, köle azat etmeye ve «Eymanü'î-Bîat» diye bilinen mukaddes yemin gibi. Bundan maksat, söz vermeyi tevsik ve bîatı kuvvetlendirmektir, tâ ki bîat edilen, bîat edil­dikten sonra ondan çıkmaya mecal bulamasın.

Uzak ülkelerdeki vatandaşlardan bîatını, Halife onlara bu konuda mektup yazınca, Emîr'ler alırdı. Bu sırada Emîr, Halife adına kendi ül­kesi veya bölgesindeki Ehlül-hal ve'1-Akd'm hepsinden, Halifeye bîatla-rını alırdı.

İçlerinden (Emîr'lerden) biri bîata muvafakati reddederse, onu ce­maatin iradesi (arzusu) dışına çıkmış kabul eder, bu takdirde halife ve valiler onu vazifeden azleder ve ağır ceza verir.

Tabiî bîat mefhumu, Hulefa-i Râgidin asrından sonra, gerçek mâna­sından sapmış, idarecilerin, vatandaşları sınırlayan bir bağ (kayd) haline gelmiş, onlara bîat vecibesi yüklemişler ve İslâm'da hiç bir şekilde caiz olmayan mukaddes bir yemin ettirmişler, bu ise, biatin vâcib olması te­mel gayesini gerçekleştirememiştir.

Bîatuı şekli:

El-Kalkaşandî, «Subhu'1-Âşa» adlı kitabında biatin birçok şekillerini vermektedir. Yapılan biatin keyfiyetini ve biatin tevsiki için havasına (rengine) hâkim olan eymanı tanıtmak için onlardan birini naklediyoruz:

Bu çeşit, Endülüs'teki Şâtîbe ehlinden Abbasî Halifesi Ebu Cafer El-Muntasır Biîîah için alınmıştır.[281]

Bu bîatda, hilâfetin Özellikleri, hilâfetin azameti ve onu seçen ve ona tâbi olan kullarının bîatı zikredilmekte, sonra şöyle denilmektedir :

«Bu bittikten sotara, Şâtİbe ahalisinin kalabalığına döndü. Onlar ise, daha evvelkiler gibi yemin etmeye ve evvelkilerin tasdik, ettiğini tasdik etmeye ve onların Ahd'ü Şerifin açıkladığı şey üzerine söyleştiklerini, akte bağlamaya başladılar. Onlardan, âlimler ve sâlihler, askerler, hakan­lar (vüzera) ve hukukçular (fukaha) ile çeşitli makam ve rütbe sahihi herkes hazır bulunuyordu. Vatandaş ve tüccarlar da bulunuyordu. Hepsi iyi bir maksat için bîatı imzaladılar. Selim bir andîaşma, sağlam bir söz­leşme ve kesim bir akit için söz verdiler. Bu biatin gereği itaat ve hali­feyi dinlemektir. Hilâfete bağlı olmak bir yoldur (Sünnettir) ve şeriattır. İçlerini onunla tamir ederler ve hayatlarım onun uğruna Jteda ederler. Hem sıkıntı, hem boîiuk zamanında kârda ve ziyanda, darlık ve genişlik, istekli ve isteksiz zamanlarında oma itaat ederler. Zor kullanılmadan bunu ifa ederler. Teker teker (bu biati) yerine getirdiler. Açık ve gizliyi biîen Allah'a söz verdiler. Onun zahirde yaptığına göre kalölerinde o işi tut­tular. Allah'ın, Hz. İbrahim'i «İfa eden İbrahim» diye tavsif ettiği gibi, «m un da vefakâr olduğunu kabul ettiler. Gaybı, hazırı bilen ve aziz ve rahim olan ve ondan başka ilâh olmayan Allah'a ve onun aziz peygam­berlerden aldığı kesin misaka da yemin ettiler. Bu yoldan dösıer, onu de­ğiştirme ve tahrife sevkeden şeylere itaat ederlerse, Allah'ın havi ve kuv­vetinden beri olacaklarına, sadece kendi havi ve kuvvetleriyle fenşfcaşa kalacaklarım söylediler. Böylece Allah'ın himayesini terkedip, kendi hi­mayeleri ile foaşfoaşa kalmış olacaklardır. Bütün bu yeminler, onlar için İmam Mâlîk'in mezhebine göre, gerekHdir. Karışım boşamak isteyen her­kes üç talâk ile boşamakdir. Herhangi bir yerde başka bir karısı olanlar, onun da... boş olacağına yemin ettiler. Herbiri yürüyerek hacca gitmeye yemin ettiler, evinde ihrama niyet ederek yola çıkacaktır. Günahlara kef-faret okun diye bu haccı yapacaklardır. Bütün köleleri hür olacak ve hür müsîümanların araşma katılacaklardır. Bütün malları, para, hayvan, eşya, arazi ve mülkündeki diğer şeyler Beytü'1-Mal için sadaka olacaktır... Bu­nu yapmaktan gayeleri Hat ettikleri Halife ile oğlunu memnun etmek­tir... Allah'ı kendilerine şahit yaptılar (kıldılar). Böylece azm ve cesm yÖsuünden bu kâfidir.

«Şu halde kim (bu bağı) çözerse, kendi aleyhine çözmüş olur.» [282]

«Kim bunlar (dan birini) yaparsa cezaya çarpar.» [283]

Dualarını, tazarru ve teslim ile Allah'a takdim ettiler.

Allahım! Biz bu ahdimizi, müslümanlara uyarak ve ihtimam ederek infaz ettik. Hakkını tamamlayarak ifa ettik. Kendimizi sana teslim ettik.

Sen de ihayır ve bereketini bize göster. Sen hareket ve sükûnetimizde, uyanıklık ve uykumuzda bizi koru.

«Onlar ki "Ey Rabbimiz, derler. Bize zevcelerimizden ve nesillerimiz­den gözler (imizin) bebeği olacak (saalik insanlar) ihsan et. Bİzi îakvaa saahiblerine rehber kıl."» [284]

Sen Allahımsın. Bütün arzuların varacakları yer ve duaları kabul eden, yerlerin ve göklerin ilâhı sensin.» [285]

 

Bîat Sebepleri:

 

El-Kalkaşandî, Subhu'l Âşâ ismindeki kitabında vatandaştan alınmayı gerekli kılan bîat sebeplerini belirtmekte ve bunları beş sebepte hülâsa etmektedir. [286]

 

Birinci Sebep:

 

Halifenin, yerine bir veliaht bırakmadan vefat etmesi. Hz. Ebu Be­kir (Radiyallahuanh)'in, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seltemyin ve­fatından sonra halife olması durumunda görüldüğü gibi. Veya halifeliği muayyen bir cemaat içindeki Şûra'ya terk etmesi, Hz. Ömer (Radiyallahu anh) in vefatından evvel altı kişilik bir Şûra Hey'etine işi bıraktığı gibi. Adı geçen altı kişi şunlardır; Ali bin Ebî Talip, Zübeyr bin Avam, Osman bin Affan, Abıdurrahman bin Avf, Talha ve Sad bin Ebî Vakkas (Radiyallahu anhüm)[287]

 

İkinci Sebep:

 

Halifenin, hal' edilmesini gerektiren bir sebeple vazifeden uzaklaştı­rılması. Bu takdirde ümmet birincisinin yerini alacak ve imamet mes'uli-yetini yüklenecek diğer bir imama bîat etmeye muhtaçtır. [288]

 

Üçüncü Sebep :

 

Halifenin ülkenin herhangi bir yerinde huruç (isyan) tevehhüm et­mesi. Bu takdirde, onları emrine tâbi olacak bir kimse onlara gönderilir. [289]

 

Dördüncü Sebep:

 

Veliaht tayin eden halifenin vefatından sonra veliahtm halife olarak bîat alması. Fatımî halifelerinin Mısır'da hilâfetleri zamanında yaptıkları gibi. [290]

 

Beşinci Sebep :

 

Halifenin tâyin ettiği veliaht için insanlardan bîat alması. Muaviye bin Ebî Süfyan'ın, oğlu Yezid için yaptığı gibi. [291]

 

Biatin Yazılması:

 

Bîatm yazılmasında kâtibin bazı hususlara riayet etmesi gerekir. El-Kalkaşandî bunları zikrediyor, biz de bir kısmını aşağıya alıyoruz:

Birincisi: Biatin başında, eski halifenin Ölmesi, hal edilmesi ve diğer sebepler gibi, bîata sebep olan hâdise zikredilmelidir.

İkincisi: Halifeliğe ihtiyaç hususunda ikaz yapılmalıdır. Ülkede iş­lerin istikâmetle gitmesi ancak böyle bir devlet başkanının idaresiyle mümkün olabilir.

Üçüncüsü: Halifelik şartlarını kendisinde toplayan bîat sahibine işa­ret edilmelidir. İlim, cesaret, görüş sahibi olmak ve ehliyet gibi.

Dördüncüsü: Daha ehliyetlisi varken, ehliyetli bir kimsenin işbaşına

gelmesinin caiz olduğu hususunda ihtilâfa meydan vermemek için,    bîat sahibinin üstünlüğü ve fazilette diğerlerine üstün olduğu belirtilmelidir.

Beşincisi: Bîat edilen kimseyi seçen, Ehlü'1-hal ve'l-Akd, âlimler, re­isler ve hazır bulunan insanlar belirtilmelidir.

Altıncısı: Şayet bîat sebebi eski halifenin haFedilmesi ise, hal' sebep­leri zikredilmelidir. Çünki, işbaşmdaki halifenin hal'i ancak makul ve makbul bir sebeple muteber olabilir.

Sekizincisi: Bu bîatm başkasına yapılan, diğer bir bîata bağlı olma­dığı ve ondan evvel bir bîatm mevcut bulunmadığı, belirtilmelidir. Çün­ki, aynı zamanda iki imamın tayini caiz değildir.

Dokuzuncusu: Mücerret bîatm, bîat sahibine bîat ve ona tâbi olmayı, ve onun kamu hizmetlerini yürütmede tam yetkili olduğunun kabul edil­mesini gerektirdiği belirtilmelidir. Böylece, devlet başkanı kamu hizmet­lerinde şeriata uygun olarak tasarruf edebilsin ve bu durumda ona itaat vacip olsun.[292]

 

Bîat Ne Zaman Yazılır?

 

Bîatm yazılmasını gerektiren durumlar dörttür.[293]

Birincisi: Halifenin kendisinden sonra halife olacak bir veliaht etmeden ölmesi. Bu, bîatm yapıldığı esas mevzudur.

İkincisi: Halifenin kendisinden sonra halife olacak bir veliaht tayin etmesi ve sonra ölmesi. Veliaht ondan sonra halife olur ve halifeliği hak­kında icmâ vukua geldiğini ve imameti hakkında ittifak hâsıl olduğunu belirtmek arzusuyla ona bîat alınır.

Üçüncüsü: Halife için bîat valilerinin huzurunda alınır, sonra çeşitli bölgelerdeki idareciler, oradaki halkdan bîat almak için bu bîat metnini tatbik ederler.

Halifeye, hilâfetinin devamı halinde kendisine karşı hareketlerin ortaya çıktığı veya ona karşı isyan yapıldığı arzedilir. Bu takdirde kendisine yeniden bîat edilmesi gereklidir.

Bîat kâtibinin, eski halifenin vefatı veya kendisinden sonra seçtiği veliahtın işbaşına gelmesi gibi, bîat alınma sebebini yazması gereklidir. [294]

 

Altıncı Başlık

 

Hulefâ-İ Raşidin'in İşbaşına  Gelme Yollaeı

 

Yukarıda halifenin işbaşına gelmesi bahsinde bu konudan bahsetmiş­tik. Şimdi ise müslümanîann Hulefâ-i Râşidin devrinde halifeleri seçne yolların: görmek için İslâm'ın ilk devirîerindeki tarihî hâdiselere geei-3'oruz.

İyi biliyoruz ki, Hz. Peygamber (SaV.allahü Aleyhi ve SeVem) kendisine bir halife tayin etmeden Halikına kavuşmuştur.

Acaba Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem/i, kendisinden sonra halife olacak şahsı tayin etmekten uzaklaştıran sebep nedir?

Bu bir soru mudur? Bazı âlimlerin zikrettiği birçok sebeplere rağmen, bu soruya cevap verebileceğimizi zannetmiyorum ve sadece Allah'ın bi­leceği hakikî sebepler üzerinde içtihad yapamayız.

Bununla beraber Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hakkında mevcut birçok rivayetlerin, açıkça belirtmemekle beraber; Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) 'i kendisine halife seçmek istediğini ifâde ettiğini görü­yoruz. [295]

1-Buharı ve Müsüm, Ebu Musa El-Eş'arî'den şunu rivayet ediyorlar:

«Hz. Peygamber Aleyhi ve Sellem) hastalanmış, hastalığı ağır­laşmıştı'. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:

«Ebu Bekir   (Radiyallahu anhi'e söyleyin, insanlara namaz kıldırsın.»

Hz. Âişe şöyle dedi :

«Ey Allah'ın Resulü! O, yufka yürekli ibir insandır. Şayet senin ma­kamına geçerse, isısanlara namaz kaldıramaz.»

«Ebu Bekir   (Rodiyallahu anh} söyle, İnsanlara namaz kılânsm.»

Hz. Peygamber (Sauallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle cevap verdi:

Hz. Âişe gitti ve geri döndü. Hz. Peygamber (SaUaUahü Aleyhi ve Sellem) yine söyle dedi:

«Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anhj'e söySe, insanlara namaz fddVs;n. Şüphesiz ki siz kadınlar, Yûsuf Peygamberin kadınlar gibjsinjz (göniünüzdeki arzunuzun hilafını izhar eder ve bunda İsrar edersiniz). Hay­di Ebu Bekir   (Radiycllahuanh)e söySeyîn, namazs o foldırsan.»

Bunun üzerine Ebu Bekir (Radiyallahu anh)   kıldırdı.»

Süyûtî şöyle diyor :

«Bu hadîs miitevatirdir. Hz. Âişe, îbn-i Mes'ud, Abbas, îfon-i Ömer, Abdul bin Zen'a, Ebu Said El-Huderi, Ali hin Ebî Talip ve Havsa (Radivallahû anhûıv)   'dan da rivayet edilmiştir,

Hz. Âişe (Radiyallahuanh)'den bazı rivayetler daha vardır:

«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)% geri geldim, a«cak  dan sonra, onun makamına geçecek kimseyi, halkın ebedî sevebileceği havsalam bir türlü almıyordu, öyle sanıyordum ki, Resûlüllah (SatlaLü Aleyhi ve Sellem)'m yerine geçen kimseyi muhakkak halk uğursuz sava çaktır. Ancak benim bildiğim O (Peygamber) yerine kimseyi geçirmemis tır. Fakat insanların arzu ettiği bir kimsenin işbaşına gelmesini diliyordu Ben bu sebeple Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (Radiyallahuanh) hakkındaki görüşünden dönmesini istiyordum.»

îbn-i ZemVdan rivayet edilen bir diğer hadîs de şöyledir:

«Nerde Ibn-i Ebi Kuhafe (Ebu Bekir)?»

Âlimler şöyle diyorlar : Bu hadîsde Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anlı) 'in sahabelerin en faziletlisi olduğu kesin olarak ortaya çıkmıştır. Ve onlar­dan daha çok hilâfete hakkı olduğu, imamet bakımından daha üstün ol­duğu açıktır.

Eş'ârî şöyle diyor :

«Zaruret ortaya çıkınca, muhacirin ve ensarın bulunmalarına rağmen, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem}, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahuanh) in namaz kıldırmasını emretmiştir.

«İnsanlara imam, Allah'ın kitabını en İyi bilen odur.» Bu söz işaret ediyor ki, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)    insanların Kur'am en iyi bilenleriydi.»

2-Müslim, Hz. Âişe (Radiyallahu anh)'den şu hadîsi tahric etmiştir, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hastalığı sırasında bana dedi ki:

«Hz. Peygamber onlara, kendilerini namaza hazırlamalarını emretti. Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) ortada yoktu, Hz. Ömer (Radiyallahu anh} imam oldu ve njamaz kıldırdı. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:

«Hayır, hayır. Allah ve müslümanlar sadece Ebu Bekir'i İsfer.» Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)   insanlara namaz kıl­dırdı.»

îbn-i Ömer'den şu hadîs rivayet olunmuştur:

«ız. umer (Radiyallahu anh) tekbir getiriyordu. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun tekbîrini duydu. Kızgın bir şekilde başım sallayarak şöyle »dedi:

«Bana baban ve kardeşin Ebu Bekir   (Radiyallahu anh)f\ çağır ki, ona bir yazı yazdırayım.»

Ben korktum ki, kötü bir şey söyleyecek? Sonra şöyle dedi: «O üstündür. Allah ve mü'minler ancak Ebu Bekir   (Radiyallahu anh)'\ is­terler.»

Ahmet İhn-i Hanbel ve diğerleri Hz. Âişe    (Radiyallahu anh) 'den ve di­ğer bazı yollardan şu hadîsi tahric etmişlerdir:

«Hz. Âişe (Radiyallahu anh)     şöyle diyor: Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)   bana ölüme yakın hastalığı sırasında şöyle dedi:

«Abdurrahman bin Ebu Bekir  (Radiyallahu anh)'ı bana çağır, benden sonra  hakkında  İhfifâf atmaması  için  Ebu  Bekir (Radiyallahu anh)  Selime birşey yazdıracağım.»[296]!ra şöyle dedi :

«Bana onu çağtr, maazallah müslümanlar Ebu Bekir (Radiyallahu anh) hakkrncfa ihîifâfa düşerler.» [297]

Tirmizî'nin tahric ettiği ve hasen kabul ettiği, Hâkim'in ise, sa­hih kabul ettiği Huzeyfe (Radiyallahuanh)'''den rivayet edilen şu hadîs vardır. Huzeyfe şöyle diyor:

Hz. Feygamber şöyle dedi:

«Benden sonra lEbu Bekir ve Ö'mer     (Radiyallahu anhiim)'e iksîdta

4-Müslim ve Buharî'de mevcut bir hadîse göre, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) vefatına yakın yaptığı konuşmada şöyle de­miştir :

«Allah size bir kulu seçmiştir.»

Bir diğer hadîste ise şöyledir:

«Kapanmamış bir kapı kclmam-ştir, sadeca Hz. Ebu Befcsr    (Radiyallahu

Bir diğer hadîste ise şöyle buyuruluyor:

«Mescitte hiç bir delik Icalmasinr sadece Hz. Ebu Bekir    (Radiyallahu "m deliği kalsın.» [298]

Fadaiii, Ashabı-n' Neblyyi, Babu kavim Nebiy Suddü-1' Ebvabe. Fadaiii-s1 Sahabe, Babu-11 Hunneydî. Menakıbı-1' Ensar, Bab. 45.

Müslim : Fadaliü-s' Sahabe, Bab. 3.

Âlimler şöyle diyorİar :

«Bunlar hilâfete işarettir. Çünki, o kapıdan müslümanlara dırmak için çıkacaktır.»

Hz. Eııes'ten rivayet edilen bir hadîste şöyle deniliyor:

«Mescitteki aşık ksp;Ears anhfm ©vine bakan kapı kaîssn.»[299]

 adece  Ebu  Bakir     (Radiyallahu

Adiyy bu hadîsi tahric etmiştir. Tirmizî Hz. Âişe'den tahric et­miş ve İbn-i Abibas'tan da bazı rivayetler de vardır.

5-Müslim ve Buharî, Cüheyr bin Mııt'im (Radiyallahu anh) ve baba­sından şu hadîsi rivayet ediyor:

«Bir kadın Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemj'e geldi. Peygam­ber (Sallallahü A leyhl ve Seilem) ona geri dönmesini emretti. Kadxn şöyle dedi: [300]

«Bakarsın gelirim ve seni bulamam.» (Sanki onun ölümünden bah­sediyordu.)

Bunun üzerine Hz. Feygamber   (Sallallahü Aleyhi ve Seilem)şöyle 'dedi:

«Beni buSamazson Ebu Bekİe[301]  (Radiyallahuegel.» İbn-i Asakir, ton-i Abhas'dan şu hadîsi rivayet ediyor : rgamfoer (Sallallahü Aleyhi ve Seilem)' dan birşey sordu. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem)

ve on Kadın şöyle cevap verdi: [302]

«Ey Allah'ın Resulü! Şayet geri dönersem belki de seni bir daha bu­lamam.»  (Ölümü kasdediyor.)

Hz. Peygamber (Sallallahü A leyhi ve Sellem)ş'6yle dedi:

«Şayet gelip de benî bulamazsan, Ebu Bekir    (Radiyallahu anh)'e gel. Benden sonra halife odur.»

6-Hâkim'in tahric ettiği ve sahih kabul ettiği Enes  (Radiyallahu anh) tan şu hadîsi rivayet ediyor:

«Benî M us talik beni Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e ken­disinden sonra sadakalarımızı kime vereceğimizi sormak üzere gönderdi. Ben gittim ve sordum. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi: «Ebu Bekir    (Radiyallahuanh)'e veriniz.» [303]

 

Birinci Altbaşlık

 

Hz. Ebu Bekir .(Radiyallahuanh)'İn Hilâfeti

 

Birincisi -Hayatına kısa Tbir bakış:

Ebu Bekir Es-Sıddîk (Radiyallahu anh)'in asıl adı, Abdullah bin Ebî Kuhafe Osman bin Âmir bin Ömer bin Kâb bin Sâd bhı Teym bin Merrâ bin Kâb bin Leî bin Gâlib El-Kureyşî'dir. Nesebi, bin Kâb yoluyla Hz.

Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)  ile birleşmektedir.

Ümmet onu (Sıddîk) diye isimlendirmekte ittifak etmiştir, çünki Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i tasdik etmekte acele ediyordu.

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh), Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) in doğumundan iki sene birkaç ay sonra doğmuş ve altmışüç ya­şında vefat etmiştir.

Nevevî onun hakkında şöyle diyor:

«O cahili yye devrinde Kureyş'in reislerinden ve meşveret hey'etin-den biri idi. Kabilesi onu çok sever, onların idaresini en iyi o bilirdi. İs­lâm idini gelince kendisine hemen tesir etti ve kısa zamanda İslâmiyet'i kabul etti.»

tbni Atıbas şu rivayeti yapıyor:

Hz. Peygamber (Soaîlahü Aleyh: ve Sellem) şöyle demiştir:

«İslâm hakkında ilk önce kiminle konuştuysam, reddetti, bana İl müspet cevap veren îbni Ebî Kuhafe (Hz. Ebu Bekirj'dİr. Ben ona ne söy-ledimse, kabul etmiş ve söylediğime uygun, istikâmet üzere hareket et­miştir.»

Hz. Peygamber (Sailallahii Aleyhi ve Sellem), onun İslâmiyet'e girmesin­den vefatına kadar, onu yakın arkadaş kabul etmiş, seferde ve hazarda yanından ayırmamış, onunla Medine'ye beraber hicret etmiş, herşeyi onunla birlikte görmüştür.

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh), Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) i uzun zaman dinlemesi sayesinde Allah'ın Kitabını en iyi bilen ve onlara en iyi öğreten bir sahabe idi.

Buharı ve Müslim, Ebu Said EI-Huderî'den şu hadîsi tahriç etmiş­lerdir. O göyle diyor:

«Bir defasında Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) insanlara bi­tap ediyordu ve şöyîe dedi:

«Allah Tebareke ve Teâlâ, dünya ile âhiret arasında bir kulu hayırlı kıldı, ve bu kulu Allah indinde en değerli olarak seçti.»

Bunun üzerine Hz. Ekti Bekir (Radiyallahu anh)  ağladı ve şoyîe dedi: «Babalarımız ve annelerimiz sana feda olsun.»

Ağlamasına hayret ettik,    çün'ki Hz. Peygamber  (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) seçilen hayırlı kuldan haber veriyor. Onu seçen de Kz. Peygamber

Hz. Peygamber (Sallaîîahü Aleyhi ve Sellem) bir defasında şöyle demiştir:

(Radiya'dahu anh) 'dir, Rabbimo!en başka h'w arkadaş seçecek olsaydjm, Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'\ arkadaş edinirdim. Faka? îsKeim kardeşliği va ssv-gssî çok derindir. Her Scapi kapanda, sadece Ebu Bekir (Radiyallahıt anh) 'h kapısı açdı kaldı.»

O, insanların çok bilgilisi; araplann, Özellikle Kureyş'in soylusu idi. Hatta Kureyş'in soylularından ve çok bilgililerinden olan Ciifceyr Bin Mut'im şöyle demiştir :

«Ben nesebi Ebu Bekir (Radiyallahu ar.hyûen aldım.»

Sahabeler onun fazilet ve ilmini itiraf etmişler ve  onun yeri için

onunla rekabete girmemişlerdir. Hatta Ömer bin GI-Hattap   (Radiyallahu

anh) onun hakkında şöyle demiştir :

«Şayet Elru Bekir  (Radiyallahu anhj'in imaniyîa yeryüzündeki insara-sfö imanı muyazene edilseydi o, diğerlerine üstün gelirdi.» [304]

SÜyûtî, Tarihü'I-Hülefâ isimli kitabında şu hadîsi rivayet ediyor [305]«Bufoarî ve Müslim, Ömer bin EÎ-SIattap'taa şu hadîsi rivayet edi­yorlar :

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)   ağladı ve şöyle dedi: «Babalanınız ve annelerimiz sana feda olsun.»

Ağlamasına hayret ettik, çünld Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) seçilen hayırlı kuldan haber veriyor. Onu seçen de Hz. Peygarafcer (SdJallahü Aleyhi ve Sellem) idi. Bizim en bilgili olanımızdı.»

Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyh! ve Sellem) bir defasında şöyle demiştir:

«însanüsr arasında sohbefîySe ve malsyüa bana güven veren Ebu Belki?

(Radiyallahu anh) dir. Rabbimden başka bir arkadaş seçecek olsaydım, Eby Bekir (Radiyallahu anh)1] arkadaş edinirdim. Feıkat İst&m kardeşliği vs sev­gisi çok derindir. Her kaps kapanda, sadece Ebu Bekir (Radiyallahu anh) 'in kapısı açd-ı kaldı.»

O, insanların çok bilgilisi; araplarm, özellikle Kureyş'in soylusu idi. Hatta Kureyş'in soylularından ve çok bilgililerinden olan Cübeyr Bin Mut'un şöyle demiştir :

«Ben nesebi "Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'den aîdım.» Sahabeler onun fazilet ve ilmini itiraf etmişler ve  onun yeri için onunla rekabete girmemişlerdir. Hatta Ömer bin El-Hattap   (Radiyallahu anh) onun hakkında şöyle demiştir :

«Şayet Efcu Bekir (Radiyallahu anhj'm hmamyla yeryüzündeki insaf­ların îmanı muvazene edilseydi o, diğerlerine üstün gelirdi.»

Süyûtî, Tarİbü'l-HüIefâ isimli kitabında şu hadîsi rivayet ediyor «Bulıarî ve Muslini, Ömer bin  El-Hattap'tan şu hadîsi rivayet edi­yorlar :

«Hz. Ömer insanlara hacdan dönüşlerinde hitap ederek şöyle de­miştir :

İçinizden filânın şöyle söylediğini bana bildirdiler : «Ömer ölse, falana bîat ederim.»

Aranızdan bazılarınızın, Ebu Bekir (Radiyallahuanh)'e yapılan bîat ansızım yapılmış ve meydana getirilmiş hh işti» diye söylemesi sîzi aldat­masın. Gerçekten de Tbu böyle idi, fakat Allah Eıinım 'şerrinden l-izi ko­rudu. Bugün sizin aranızda, Ebu Bekir gibi samimiyetle teslim olunan ve boyunlar eğilen kimse yoktur. Allah'ın Peygamberi vefat ettiğinde, Ali, Zübeyr ve onlarla birlik olasılar Fatıma'nın evinde toplanıp biatte hazır bulunmadslar. Bundan başka, ensar da Bern Sâide'niıı sofasmdaki toplan­tıya katılmadilar. Ancak muhacirler Ebu Bekir (' Radiyallahu anh) 'in etra­fımda toplandılar. Ben Ebu Sekir (Radiyallahu anh)'e:

«-Ya Ebâ Bekir! Haydi kardeşlerimiz olan ensarlama yanına gide­lim.» dedim. Yola çıktık giderken iki sâlih adama rastladık. İkisi bize hal­kın yaptığını (toplantıyı) anlattılar, sonra dediler M:

«-Ey muhacirler! Nereye gidiyorsunuz?» dîye sordular. Ben dedim:

«-Kardeşlerimiz olan ensariarcn yanma gitmek istiyoriîz,»

O iki adam şöyle dedi:

Vallahi onların yanma gideceğiz.» dedim ve yürüyüp gittik. Benî Sâide'nin sofasına geldiğimizde, onlar toplanmış bulunuyorlardı. Araların­dan biri elbisesinle bürünmüş bir halde oturuyordu. Ben :

Ona ne olmuş?» dedim.

«-Hasta!»  cevabını verdiler.

Oturduktan sonra, aralarından biri ayağa kalktı, Allah'a hamd ve sena ettikten sonra şöyle dedi:

Amma ba'd! Biz Allah'ın yardımcıları (ensar), İslâmiyet'in as­kerleriyiz (küteybe). Ey muhacirler! Sizler bizden bir grupsujnuz (parça­sınız). Mensup olduğunu» kavimden düşman bir kuvvet sizi, bizim yur­dumuza attı.»

Sözünü bitirip susunca, ben konuşmak istedim. Konuşmamı tasarla­dım, hoşuma gitti ve Ebu Bekir'den önce bunları söylemek istedim. Ebu Bekir'in, belli bir sınır içinde söz söyleyeceğini bilmiyordum, o benden daha yumuşak huylu ve daha vekarh idi. Bana:

«-Sabret!» dedi. Ona muhalefet etmek istemedim. O benden bilgili idi. Allah'a yemin ederim ki, o benim tasarladıklarımı, birşey eksik bı­rakmadan hepsini daha güzel bir şekilde söyledi. Bu sebeple sustum. O şöyle dedi:

«Amma ba'd. İleri sürdüğünüz bütün fazilet ve meziyetler sizde mev­cuttur. Fakat arablar, bu mes'elenin (halifeliğin) ancak Kureyş'e mahsus olduğu kanaatindedir. Onlar, yurtlar ve neseblerî bakımından en mezi­yetli ve şerefli insanlardır. Ben, şu iki zattan istediğiniz birine Mat eder­seniz, sizden memnun olurum (razı olurum).» Sonra benim elimi ve ara­mızda oturan Ebu Ubeyde bin Cerrah'm elini tuttu. Ben son söyledikleri dışında, hepsini beğendim. Vallahi, ben onun son sözlerinden o kadar hoş­lanmadım ki, benim için aralarında Ebu Bekir bulunan bir kavme Emîr olmaktansa, başımın kesilmesi daha tatlı gelecekti. Sonra fcirı (Habbab bin Munzir) kalkarak şöyle dedi:

«-Ben bu işlerde tecrübeli ve bilgili tir adamım, bizden bir Emir, sizden bir Emîr olsun.»

Bunun üzerine sesler yükseldi, bağrışmalar arttı. O kadar ki, ben ih­tilâf çıkacağımdan korktum ve şöyle dedim:

«-Elini aç, ya Ebâ Bekir!»

O elini açtı, ona bîat ettim, muhacirler de bîat etti, daha sonra ensar bîat etti. Allah'a yemin ederim ki, o toplantıda Ebu Bekir'e bîat etmek­ten daha isabetli bir hal şekli bulamadık. Biz, halkı ikiye böleriz ve bU-den sonra da kimse bîat etmez diye korktuk. Ya razı olmadığımız birine bîat edecektik, ya da muhalefet edecektik ki, bu tntislümanlar arasında fesada yol açacaktı.»

Taberî, Tarih kitabında üçüncü cilt, sahife 2Q7'de şu olayı zikre­diyor.[306]

«Hz. Peygamber (Sailaliahü Aleyhi ve Sellem) Ölünce ensar, Benî Sâide'-nin sofasında toplanarak şöyle dediler: Biz Muhammed (SailaliahüAleyhi ve Sellemj den sonra onum yerine Sâd bin Ufeâde'yi geçireceğiz. O hasta olduğu halde onu avluya getirdiler ve muhacirlere söyliyecekleri şeyleri konuşmaya başladılar.

Hz. Ömer (Radiyallahu anh), ensarm toplantısını haber aldıktan son­ra Allah'ın Kesûliksün evine geldi. Hz. E ju Kekir ve AIİ bin E.bî Tâîib (Radiyallahu anhûma) orada Allah'ın Resulünün teçhiz işi iîe meşgul bu­lunuyordu. O, Hz. Ömer   (Radiyallahuanh)'e:

«-Çıkamıyacağım, ben meşgulüm.» diye cevap verdi.

Hz. Ömer tekrar onu çağırttı ve:

«-Senin mutlaka çıkman (bulunman) lâzımdır.» dedi.

Bunun üzerine Hz. Ebu Be'kir (Radiyallahu anh)  onun yanına çıktı. Hz.

Ömer (Radiyallahu anh)   ona :

«-Haberin var mı? Ensarlar Beaıî Sâide'îerin sofasında toplanmış­lar, Sa'd jbin Ubeyde'yi Emîr seçmek istiyorlar. En uygun söz söyliyen-leri: "Bizden bir Emîr, Kureyş'ten bir Emîr seçilsin." (diyorlar.» dedi.

Bu hâdise Üzerine onlar sür'atli adımlarla toplantı yerme gittiler. Yolda Ebu Ubeyde bin Cerrah'a rastgeldiler. Üçü birlikte yola devam ederken Asım bin Adiy ile Uyeym bin Sa'id osıları görerek:

«-Geriye dönünüz, maksadınıza ermiyeceksiniz.» dediyseler de, onlar:

«-Hayırî Biz toplantı yerine gideceğiz.» cevabında bulundular. Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)   hamd ve senadan sonra şu hutbeyi ıra d etti:

«-Yüce Aîîah, Muhammed'i insanlara elçi ve ümmetime şâhid olarak gönderdi ki, maksat insanları Allah'a ibâdete ve vahdaniyet inancına ça­ğırtmaktı. O zaman kavimler yontulmuş taş ile ağaçlara taparlardı.»

Hz- Ebu Bekir liundan sonra şu âyeti okudu:

«Onlar Yara dan a ibâdeî edecekleri yerde, zararları ve fay defan dokunmayan nesnelere toparlar ve : Bunlar Allah kaîmda bize şefaat ede­ceklerdir, derler.» [307]

Araplara, atalarının diniaiî bırakmak zor geldi. Yüce Allahı elçisinin kavminden olan ilk anulıacirlerin ona îman ve tasdik edip, ona maddî ve

manevî yardımlarda bulunmayı sağladı. Onîar onunla birlikte kavminin şiddetli eza ve cefalarıma dayandılar, onîarın kendilerini yalancı sayma­larına önem vermediler, ö vakit bütün insanlar onlara muhalif ve düş­mandı. Onlar, sayıları az olduğu halde eu şiddetli hallere dayandılar. Ka­vimlerimin kendi aleyhlerinde birleşmeleri ve dargmhkları onları korkut-mads. İlk önce yeryüzünudb Allah'a ibâdet edigı, Allah'a ve Resulüne ina­nanlar onlardır; onîar, onun akraba ve aşireti olup, Emirlik onların hak­kıdır. Onlarla Emirlik için ancak zalimler çekişebilir.

Ey ensar topluluğu! Sisin meziyet ve faziletiniz, İslâmiyet'e olan hiz­metimiz inkâr edilmez. Allah, dinînin ve elçisinin yardımcısı olan sizler­den razı olsun, Allah'ın Resulü sisin yurdunuza hicret etti, onun şan ve şeref sahihi olan eşleri ve sahabeleri hâlâ sizin yanmizdadırlar. Bizim na­zarımızda ilk muhacirlerden sonra, siarin derecenizde şeref ve derece sa­hibi kimse yoktur. Biz Emirler, siz Vezirlersiniz. Sizden başkasıyla mü­şaverelerde bulunulmaz. Sizin fikir ve muvafakatiniz alınmadan kararlar verilmez.» diye sözüne son verdi.

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahuanh)'den sonra Habbab bin Münzir ayağa kalkarak şu sözleri söyledi:

«-Ey Ensar topluluğu! Kendinizden Emîr seçerek onları hâkimi­yetiniz aîtma alınız. ÇÜnki onlar sizin gölgenizde ve yurdunuz da dîrlar. Ne kadar cesaret sahibi olsalar dahi, kimse size muhalefet edemez. Herkes, sizin fikrinizle iş görmek sorundadırlar. Siz kuvvet, kudret ve servet sa­hibisiniz. Sayımız çoktur, koruyucu ve tecrübe sahibisisıiz. Bahadır ve kuvvetlisiniz. Sis ne yaparsanız herkes de onu yapar. Birlikte iş görünüz, aramada ihtilâfa meydan vermeyiniz. Yoksa, işiniz bozulur. Onlar, işit­tiğiniz söz ve fi'kirden başkasına kabule yanaşmıyorlar. O halde onlardan bir Emîr, bizden rfair Emîr seçilsin.» diye sözüne son verdi.

Hz. Ömer    (Radiyallahu anh):

«-Hayır! İki kişi bîr arada, "bir samanda hükümet süremezler. Allah, adına and içerek arapların, sizden bir Emîr kabul etmiyeceklerini temm ederim. Araplar Peygamber uruğundan olan bir kişinin Emîr olmasına itiraz etmezler. Araplara karşı bizim ileri süreceğimiz kuvvetli ve doğru­luğu aşikâr olan delilimiz de, Peygamberin Kureyş'den olmasıdır. Biz onun akraba ve aşireti olduğumuz için Muhammet'in saltanatı ve Emir­liği hakkında bizimle ancak davası bâtıl ve yanlış delile dayanan, yahut günahlara kanlanmaktan kaçılmayan yahut felâket çukuruna düşen kim­seler çekinebilirler.» diye sözüne son verdi.

Habıbab bin Münzir yine ayağa kalkarak şu sözleri söyledi: «--Ey ensar topluluğu! Elinizue oîan Emirliği kaçırmaymıs, (bu adam­la onun arkadaşlarının sözlerine bakmayınız, yoksa onlar Enıîriikte olan hissenizi elinizden alırlar. Onlar sizin bu talebinizi kabul etmedikleri tak­dirde, onları yurdunuzdan sürünüz, onları hükmünüz altına alınız. Allah adını anarak Emirliğin onlardan ziyade sizin hakkınız olduğunu teyid ey­lerim. ÇünM, İm dine îmanı edenler sisin kılıcınız sayesinde îman ettiler. Ben tecrübeli ve bilgili bir adamım. Fikir, tedbk ve yardımla kalpler şifa buüur. Allah adına andiçerek, istediğiniz takdirde onları kuzu gibi itaatli bir liale getirdiğimi de teyid eylerim.» dedi.

Hz. Ömer   (Radiyallahu anh):

«-O halde Allah seni öldürür.» dediği vakit, o : «-Hayır! Allah seni öldürür.» diye mukabelede bulundu. Bundan sonra Ebu Ubeyde :

«-Ey ensar topluluğu! Six ilk önce bu dine yardım ettiniz ve arka oldunuz, ilk önce bozan ve değiştiren olmayınız.» dedi.

Ondan sonra Beşir bin Sa'd ayağa kalkarak şu sözleri söyledi :

«-Ey ensar topluluğu! Allah adına and içerek teyid eylerim ki, Al­lah'a ortak katanîıaria yapılan kutîu savaşlarda bulunmak ve dini ilk ön­ce kabul etmek suretiyle fazilet ve meziyetler kazandıysak, bunu anca'k Allah rızası için, elçisine itaat ve bu emeğimiz mukabilinde seva^ kazan­mak maksadıyle yaptık. Biz bu hayırlı işleri başkalarına sneîiyet irîdiasznda bulunmak ve dünyevî maksatlara erişmek için yapmadık. Faks£ Muharamed Kureyş'tendir, Emirlik herkesten aiyade onlara hakkıdır. Onlar tunlara müsteîiaktîrîar. Allah beni hiç bir va'kit Emirlik için on-larla çekişenİer arasımda gÖrnıiyecektir. Ey enser! Allah'tan fakmınız, on­lara muhalefet edip, Emirlik için onlarca çekişmeyiniz.» diye sözüne son verdi.

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir   (Radiyallahuanh): İşte Hz. Ömer, işte Efcu Ufoeyde! Hangisine isterseniz, onlardan »cirme biat ediniz.» dedi. Onlar:

Allalı adıma and içerek sen sağken bu görevi üzerimize aîamı-yacağımızı teyit eyleriz. Çünki, sen muhacirlerin en meziyetlisi, mağa­rada bulunan iki zattan biri ve namazda Allah elçisinin halifesisin. Na­maz ise müsîümanların en faziletli ibâdetidir. Kim senin önüsıde namas kıîdîrabilir? Yahut, sen sağken bu görevi kim kabul eder? Elini aç, sana bîat edeceğiz.» diyerek bîat etmek üzere ona doğru yürüdüler. Fakat Be-Şir bin Sâd, onlardan Önce yetişerek bîat etti. Kabbab bin Münzir ona:

«-Ey U'oade bin Sadî Ey asi! Ata ve anana isyan ettin. Seni, yap» tığın bu işi yapmağa ne şevketti?»

Daha sonra Evs kabilesi tamamen bîat etti. Evsler Beşir'in fcu halini ve Kureyşlilerin iddialarını, Hazreçlerin Sad bin Ubade'yi Emir yapmak istediklerini gördüler. [308]

Daha sonra müslümanlar Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) 'e bîat et­meyi kabul ettiler... Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu, anh) müslünıanlardan bî-atı kabul etmek üzere oturdu, hiç biri itirazda bulunmadı. Bazı kimselerin karşı çıktığı tarzında, insanlara daima şüphe düşürmeye teşebbüs eden yanıltıcı rivayetlere rağmen, bu rivayetler kat'iyyen doğru değildir.

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahuanh)'e bîatın yapılış şeklini bildiren riva­yetleri naklettik. Ensar ile muhacir'in arasında cereyan etmiş münakaşa­lara girmek istemedik. Her birinin kendine göre delili vardı, neticede Hz. Ebu Bekir  (Radiyallahu anh)'e bîat etmeye topluca karar verildi. [309]

Muhacirler, hilâfete geçmeğe hakları olduğu yolundaki iddialarında şu delillere dayanmışlardır :

1- Araplar,   kabile   âdetlerinden   olduğu   üzere,    Hz.   Peygamber (SaiicUahü Aleyhi ve Sellem) in kabilesi dışındaki bir kimseye halife olarak bîat etmeye razı olmazlar.

2- Diğer kabilelere kuvvetini kabul ettirebilmek bakımından Ku-reyş Kabe hizmetindeki eski tarihî hizmetleri sebebiyle,    arap kabileleri arasında Kureyş'in iyi bir yeri vardı.

3- «İmamlar Kureyş'tendir.» şeklindeki Peygamber   (Satlallahü Aleyhi

ve SeJlem' den rivayet edilen bir hadîs. Bazı rivayetlerde muhacirin hilâ­fete hakları konusunda senet olarak buna dayanmışlardır.

4- Hz.   Ebu   Bekir   (RadiyaHahuanh)'e   bîat,   Ömer   bin   EI-Hattap (Radiyallahu anh) 'm teklifi üzerine tamamlanmış ve Benî Sâide'nin sofa­sında toplu halde bulunan Ehlü'1-hal ve'l-Akd muvafakat etmiştir. Sonra da müslümanların hepsi tarafından, Benî Sâide'nin sofasında yapılan özel bîatın ertesi günü, bîat etmişlerdir.

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anhfin hilâfete geçme devrelerini şu şe­kilde özetleyebiliriz :

1- Teklif: Hz. Ömer {Radiyallahu anh i tarafından yapılmıştır.

2- EMü'1-hal ve'1-Akd'm muvafakati: Bunlar Benî Sâide'nin  sofasında toplanmışlar ve Hz. Ebu Bekir   (Radiyallahü anh)'e ilk defa bîat et­mişlerdir. Bunlar bütün arap kabile ve boylarım temsil ediyorlardı.

3-Genel Mat: Bu, ittifakın ertesi günü mescidde yapılmış, müslü-manlar Hz. Ebu Bekir (Radiyallahü anh)'e toplu olarak bîat etmişlerdir.

Halife olarak Hz. Ebu Bekir (Radiyallahü anh)'e bîat yapıldıktan son­ra, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahü anlı) idaresi esnasında takip etmek istediği genel siyaseti ilân etmek gayesiyle bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında şöyle diyor :

«Ey insanlar! Ben hayırlınız olmadığım hakle başınıza reis seçildim. İyi bir fiil işlersem, bana yardım edimiz, kötü bir fiil işlersem beni dü­zeltiniz. Sıdk emanettir, yalan hıyanettir. İçinizdeki sayıf, hakkım alm-caya kadar benim nazarımda kuvvetlidir. İçinizdeki kuvvetli de, ojjdan hak alınıncaya kadar, benim nazarımda zayıftır ieışaallafo. İçinizden kira ki, Allalı yolunda cihadı terk&derse, Allah onu zelil eder. Kötülüklerin yaygın olduğu bir milletin hepsine belâ gönderir. Allah'a ve Kesûlüne itaat eıîlersem, bana itaat ediniz. Allah'a ve Resulüne işyar» edersem, tama itaat etmeniz gerekmez. Şimdi namazlarınızı kılmak için kalkınız. Al­lah'ın rahmeti üzerinize  olsun.» [310]

 

İkinci Altbaşlık

 

Hz. Ömeb( Radiyallahü Anh) În Hilafeti

 

Birincisi -Hayatı hakkında kısa bilgi: İsmi, Ömer bin El-Hattap bin Nufeyl, bin

Kurta bin Zirah İbn-i İddeh bin Kââb bin Luî

EI-Faruk'dur.

-Kureyşî'dir,    Lâkabı Peygamberliğin altıncı senesinde müsîüman olmuştur. O bu sırada 2? yaşında idi. Nevevî şöyle diyor:

«Ömer, fil hâdisesinden onüç sene sonra doğmuştur. Kureyş'in eşra­fından idi. Câhiliyye devrinde arabuluculuk yapardı. Kendi aralarımda -yahut kendileriyle diğerleri arasında -harp çıktığı zaman, Kureyş onu bir haberci ve elçi olarak gönderirlerdi. Şayet biri meydan okursa, yahut birisi onlara karşı böbürlenirse, onu meydan okuyana 'karşı meydan oku­yucu, böbürlenene karşı böbürlenen olarak gönderirlerdi.

40 erkek ve 11 kadın müsîüman olduktan sonra müsîüman olmuştur. O ilk müsîüman olanlardan biri olup ve cennetle nıiijdeleneEiIerdesı ve Hz, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Se/fem/in kayınpederlerinden biriydi,

Tirmizî, İbni Ömer'den şu hadîsi rivayet ediyor:

«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Se Hem) şöyle buyurmuştur»:

«Allahım! islâm'ı iki insanın sevgisiyle kuvvetlendir: Ömer bin Hatîab veya Ebu Cehil bin Hişam.»

Hz. Ömer'in İslâmiyet'e giriş tarzı hakkında tarih ve hadîs kitapla­rında birçok hikâyeler bulunmaktadır. Bu hikâyeler, bu şahsın büyüklü­ğüne ve inandığı hakikata (İslâm'a) imanını gösterdiği gibi, ayrıca her yerde, Kureyş'in her tarafında açık bir şekilde İslâmiyet'i ilân etmesi ve başka bir yolu reddetmesine de işaret eder.

İbni Asakir, Ali bin EM TâliVten Hz. Ömer (Radiyallahü anh)'m Me­dine'ye hicret etme yolunu rivayet ederek şöyle diyor:

«Hicret edenlerin her biri, Ömer hariç, gizlenmişti. Hz, Ömer hicrete karar verince kılıcını kuşandı, yayını aldı ve eline de okları alarak Ka­be'ye geldi. Kureyş'i seyretti ve sonra yedi defa Kabe'yi tavaf etti, ma-kam-a İbrahim'de iki rekât namaz kıldı. Daha sonra etrafında teker teker toplandılar. Hz, Ömer (Radiyallahü anh) onlara şöyle dedi:

«Yüzlerinizi gördüm. Annesini kaybetmek isteyen, annesini yetim bı­rakmak isteyen, çocuğunu babasız, karısını dul bırakmak isteyen bu va­dinin arkasında beni bulsun.»

Bu sözlere rağmen onu kimse takip etmedi.»

Onun fazileti hakkında birçok Hadîs-i Şerîf rivayet edilmiştir. Bu­harı ve Müslim'in, Saad bin Ebî Vakkas'tan tahric ettikleri hadîsler şun­lardır :

«Sus, yâ Ömer! Hayatım yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki : Sen bir yolda giderken şeytan, asla sana yaklaşamaz. Herhalde o, se­nin yolundan başka bir ciheîe yönelip gider.» [311]

Yine Buharî'nin Ebu Hureyre'den tahriç ettiği bir hadîs de şöyledir :

«ResûlüIIah  (Sallalîahü Aleyhi ve Seîlem);oyle buyurdu :

«Benî İsrail'den sîzden önce gelip geçen onlar içinde [312] (Allahu Teâlâ tarafından mülhem) öyle kimseler vardı ki, onlar peygamberler (payesinde) ofmadikİcm halde kendilerine haber ilham olunurdu. Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir kimse bulunursa (kî, şüphesiz bulunacaktır) o da muhak­kak Ömer'dir.» [313]

Yine Buharî ve Müslim, Hz. Ömer şu hadîsi nak­lediyorlar :

«Ömer şöyle demiştir: Ben oç şeyde Rabbuna muvafakat ettim: Yâ Resûlâ'lah! Makam-ı İbrahim'i musalla (yâni namazgah)  edinsek dedim.

«Siz de İbrahim'in makamından bir âyeti nazil oldu. namazgah edinin.» (Bakara, 125)

«Ya Resûlâllah! Emretsen de zevcelerin perde içine girseler. Çünki iyi ve kötü onlarla konuşabilir.» dedim. Derken lıica'b âyeti (Ahzab, 33) nâziî oldu. Keza Peygamberin zevceleri bir defa kendisine karşı kıskanç­lık (göstermek) üzere ittifak ettilerdi. Onlara :

«Eğer o sizi boşarsa, yerinize Rabbmın ona sizden hayErMcmm vermesi ümid edilir.» »dedim. Derken bu  (Tanrım, 5)  âyet nazili oldu.» [314]

Hz. Ömer (Radiyaliahu anh) 'in şahsiyetine bakacak olursak, onun bü­yük şahsiyetinin makam peşinde koşmayan ve şahsını, insanları hesaba çektiği gibi, hesaba çeken bir şahsiyet olduğunu görürüz. Onun hakkı ıda gu hadîs rivayet edilmiştir:

«O Emlrü'l-müminin iken Mr şahsı dövdü. Daha sonra buna pişman oldu. Nefsini hesaba çekmek için evine döndü. Kendi kendine şöyle di­yordu :

-Ey İbnü'I-Hattab! Rezil bir insandın, Allah seni yüceltti, delâlette idin, Allah sana hidayet etti, zelil idin. Allah seni aziz kiLıU. Daba sonra Allah sana müslümanlıarın işlerini idare vazifesi yükledi. Senden foirşey isteyen biri geldi, sen onu dövdün. Yarın Rab'bine ne söyleyeceksin?»

İşte Ömer budur, işte Ömer'in nefsinin yeri budur, işte hayatındaki metod budur!

Hz. Ömer (Radiyaliahu anhj'in hilâfeti kendisinin şeref aldığı ve ifti­har ettiği bir teşrifat merkezi olmamıştır, fakat omuzuna konulan büyük mes'uliyetîe işin şuuruna varmıştır. Bir gün Hz. Ali (Radiyaliahu anh) onu bir devenin arkasında koşarken gördü, ona dedi ki:

«Ey Mü'minlerin Emîri, nereye?»

Hz. Ömer (Radiyallahu şöyle cevap verdi;

«Deve îpini çözdü, onu yakalamak istiyorum.»

Hz. AH (Radiy allahu rr.lı>  ona şöyle dedi:

«Senden sonra gelenleri (bu hareketin örnek olduğun için) yoracak­sın.»

Hz. Ömer (Radiyallahu anh)  şöyle cevap verdi:

«Muhammed'i hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bir keçi Fı­rat nehri sahiline gitse, Ömer kıyamet gününde bundan hesaba çekilir.»

Kendi şahsını hesaba çektiği gibi, oğlunu da hesaba çekiyordu. Kendi sayesinde mal ve şöhret temin etmek için, mevkiini istismar etmeğe kim­seye müsamaha etmezdi. Rivayet edilir ki, bir defasında çarşıya gitti, ora­da iyi beslenmiş, semiz bir deve gördü. Devenin sahibini sorunca, onlanr. oğlu Abdullah'ın devesi olduğunu söylediler. Bunun üzerine kızarak şöyle dedi:

«Mü'minlerin Emîri'nin oğlu, aferin sana, aferin!»

Sonra ona birini gönderdi ve devenin durumunu sordu. Haberci ona, develerin oğlunun olduğunu ve onları kendi serveti ile satın almış oldu­ğunu söyledi. Bunun üzerine develeri, şişmanlasınlar ve onlardan kâr ka­zansın diye mer'aya gönderdi. Bu sözlerinden sonra, ne zaman insanlar o develeri görseler, onlara sitem edici sözler söylerdi... Mü'minlerin Emî-rinin oğlunun devesini iyi otlatın, iyi bakın, Mü'minlerin Ernîrinin oğlu­nun devesini sulayın. Daha sonra emredici bir ifade ile şöyle konuştu :

«Ey Ömer'in oğlu Abdullah! Bu deveye ödediğin parayı al, kârı ise müslümaularv» Beytü'I-mal'ına bırak!» [315]

Dr. Taha Hüseyin, onun hakkında şöyle diyor:

«İdaresi bir rahmetti. Müslümanlara hilâfeti esnasında bir hayat ren­gi (seviyesi) getirmiş, temin etmiştir. Bugün batıdaki medenî milletler halâ, onun uğrunda çalıştığı ve gayret ettiği seviyeye ulaşabilmiş değil­dir. Müslümanlar bu günlerde, halâ Hz. Ömer (Radiyallahu insan­lara sağladığı hayatın bu renginin (seviyesinin) rüyasını görüyorlar ve her gün, hayatın kolaylaşmasına yardım eden her vesile ile eski müslü-manlara sağlanmış ve sağlanan şeylerin ne zaman hakikat olacağını dü­şünüyorlar.

Ömer ise bu vesilelerden hiç bir şeye mâlik değildi.» [316]

 

İkincisi -Halifeliğe Geçişi:

 

Hz. Ebu Bekir (Radiyallalıu anh) hastalanmış, ölümünü bekliyordu. Kendisine halife seçme konusunda müslümanlarm ihtilâfa düşeceklerin­den ve bu durumun parçalanmalara sebep olacağından korktu. Özellikle İslâm orduları, Şam ve Irak yollarını açmışlardı. Hilâfet merkezinde Eh-lü'l-hal ve'l-Akd arasında herhangi bir bölünme, Bizans ve İran ordula­rının, iç ihtilâflar ile meşgul edilen genç İslâm ordularının üstüne baskın yapmalarına sebep olabilirdi.

Bu durumda Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh}, Medine'de etrafında bu­lunan Ehlü'1-hal ve'l-Akd içinde, emaneti devir ve onu kendi yerine ve-liahd tâyini için, kendisinde halifelik şartları mevcut emin ve ehliyetli bir kimseyi aradı.

Bu sebeple sahabelerin ileri gelenleriyle istişarelerine başladı. Onlar­da her biri, hilâfet mevzuunda onunla istişare etmeye son derecede lâyıktı.

Halife daha sonra sahabelerle yaptığı istişareye dayanarak ve müs­lümanlarm, halifelik ve hükümet işlerini yapabilecek kuvvete sahip bi­rine olan ihtiyacı nazara alarak, halifeyi seçti. Bu sırada halifelik kuzeye ve doğuya doğru uzanmış, her tarafta gelişme kaydediyordu. Bu durum merhametli ve şiddet sahibi olmayan, ehliyet ve dirayet sahibi birini ge­rektiriyordu.

Bu adam şahsiyeti, salâbeti, hikmetli hareketinin kuvvetiyle ve ge­rek Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında ve gerekse Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) devrinde çeşitli mes'eleierdeki uzak görüşlü-lüğüyle tanınmış Ömer bin El-IIattap (RadıvaÜahü ar.h) idi.

Buna rağmen Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) şahsî içtihadıyle hare­ket etmedi, ikinci bir defa Ömer bin El-Hattap (Radiyallahu anh) hakkın­da sahabeler ile istişare etti, onları dinledi ve bu mevzudaki görüşlerini aldı. Sahabeler onun kabiliyeti üzerinde ittifak ettiler ve halifeliği konu­sundaki görüşünü uygun buldular.

Taberî, İl!ni Sad ve İbni Hişam'in naklettiği bütün rivayetler bu mev­zu hakkında ya aynı veya birbirine yakındır.[317]

Taberî şunları naklediyor:

«Ha. Ebu Bekir vefatına yakın Abdurraîsman bin Avf'ı yanma çağırttı ve Hz. Ömer (Radiyallahu anh) hakkında görüşünü sordu. O şöyle dedi:

 Hz. Ömer (Radiyallahu anh), Allaîı'a  istediğinin en faziletlisidir. Fakat onda

«Ey Allah'ın Kesûlümün

yemin ederim ki, yerine geçirmek biraz sertlik vardır.»

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) Evet, o teni yumuşak taTbiatlı ve geçerse, aleyhine  olan huylarının bi med'in babası, Iben onuaı halini göğunu bn razı II. Şayet Mr kimseye yumuşak davransam, ona sert

Daha sonra şöyle dedi:

«Ey Muhammed'in habası,    sana söylediklerimden kimseye bir şey söyleme.»

Sâd ise şunları nakletmektedir:

L«Hz.  Ebu  Bekir   (Radiyallahu anh) 'in  hastalığı şiddetlenince,  A rahman bin Avf'i çağırdı :

«Hz. Ömer bin EI-Hattab hakkında ne diyorsun?» ıdiye sordu.

O şöyle cevap verdi:

«Senin benden iyi bildiğin bir şey hakkında, benden sorma.»

Bunum üzerine Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)    şöyle dedi:

«Şayet sorarsam?»

Bunun üzerine A^durrahman şöyle dedi:

«Allah'a yemin ederim ki, o senin onun hakkındaki düşündüğünden daha üstündür.»

Sonra Osman bin Afvan'ı çağırdı ve şöyle dedi:

«Ömer hakkında ne diyorsun?»

Hz. Osman (Radiyallahu anh)   şöyle cevap verdi:

«Onun hakkında faize sen bilgi ver.»

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)   şöyle dedi:

«Ya Eba Abdullah! Buna rağmen soruyorum.»

Bunun üzerine Hz. Osman (Radiyallahu anh)   şöyle cevap verdi: «Allah'a yemin ederim ki, onun hakkında bildiğim, onun gizli halleri alenî hallerinden daha iyidir, içimizde onun gibisi yoktur.»

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)   şöyle deıdi: «Yerhâmekallah», Allah'a yemin ederim ki, halifeliği oma bırakma­dığım takdirde senden başkasma vasiyet etmiyeceğim.»

Sonra Said bin Zeyd ve Üseyd bin Hazir (Radiyallahu anhüm) ve di­ğer sahabelerle istişare etti. Üseyd bin Hazir ona şöyle dedi:

«Allah'a yemin ederim ki, senden sonra onu hayırlı bilirim. Razı olu­nacak şeye razı olur. İstenmeyen şeyi istemez. Hayırlı (bir işi) saklayan, ilân eden kimseden daha hayırlıdır. Bu mevzuda ondan üstün (kuvvetli) kimse yoktur.»

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) sahabe ile istişaresini tamamladıktan ve Ehlü'1-hal ve'1-Akd'den sahabelerin Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in ha­lifeliğini hararetle istediklerini de gördükten sonra, Osman bin Affan (Radiyallahu anh) ?ı çağırdı ve ona Hz. Ömer (Radiyaila.hu anh)'i veliahd ta­yin ettiğine dair metni yazdırdı. Metin şudur:

«Bismillalsirrahmânirralıîm.

Alîah'm Peygamberi (Sailuiiahu Aleyhi ve Scllem) 'nin halifesi EZu Be­kir (Radiyallahu anh) 'in, hayata veda edip, kâfirin imana geldiği, fâcirin korktuğu yalancının katul etmek mecburiyetinde kaldığı âhirete irtiîıâl ettiği sıralardaki vasiyetidir. Ben, üzerinize Ömer bim EI-Hattab'i halef olarak tâyin ediyorum. Eğer, âdil îıareket ederse, onun hakkındaki dü­şüncelerim gerçekleşmiş olur. Yok, eğer zulmeder ve bugünkü tutumu değişirse, istemediğim şeyi yapmış olur. Çünki, benim arzum, sırf hayır­dır. Gayfeı bilmem. Bütün bildiğim:

«O zulmedenler yakında hangi inkılâb ile sarsılacaklarına bilecekler­dir.» (Şuara, 227)

Hz. Eâu Bekir (Radiyallahu anh)'i bundan sonra hastalıklı haliyie in­sanlara baktı ve şöyle dedi:

«Benden sonra size bıraktığım halifeye razı mısınız? Allah'a yemin ederim ki, ben görüş sahiplerinin gayretinden uzaklaşmadım ve hana ya­kın olanları tayin etmedim. Ben size Ömer 'bin El-Hat(ab (Radiyallahu anh)'ı halife olarak bıraktım. Onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz.»

Müslümanlar şöyle dedi : «Dinledik ve itaat ettik.»

Bundan sonra Hz. Ebu Bekir (Radiyallahuanh), Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'i çağırdı ve ona müilümanları emânet (vasiyet) etti. Kz. Ömer (Radiyallahu anh) , Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)'in yanından çıktıktan sonra iki elini kaldırdı ve şöyle dua etti:

«Allahım! Besi böylece sadece onların iyiliklerini istedim. Onlara fit­ne geleceğinden korktum. Onlar için senin dalia iyi bildiğin şekilde ça­lıştım, onların lehine kanaatim ve görüşüm ile gayret gösterdim. Onların en hayırlısını ve en kuvvetlisini ve onları doğru yola irşad etmeye en iyi çalışacak olanı, onların üzerine getirdim (tâyin ettim).

Senin emrin (ölüm) de bana artık geldi. Benden sonra sen onları gözet. Onlar senin kullarındır, onların dizginleri senin elindedir. Onları ıslâh et. Onu Peygamberinin (SallaV.ahü Aleyhi ve Sellem) hidayetine tâbi olan ve salih olanların Hulâfa-i Raşidin halifelerden yap. Vatandaşların ıslah et.»

Bu şekilde Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in hilâfete geçmesinin yolunu Öğrenmiş bulunuyoruz. Kanaatimizce Hz. Ömer (Radiyallahu anh)'in işba­şına getirilmesinde şu merhaleler takip edilmiştir:

1- Ömer bin EI-Hattab (Radiyallahu anh) 'ı aday göstermeden Önce Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh)''in yaptığı genel müşavere. Bu müşave­reler esnasında Ömer bin EI-Hattab'ın Ehlü'1-hal ve'1-Akd'ı tarafından is­tendiğini gördü.

2- Hz. Ebu Bekir (Radiyaliahu anh)'in eski halife olarak Ehlü'1-hal ve'l-Akd ile yaptığı eski müşaverelerine dayanarak, kendisinden sonra ha­lifelik makamına Ömer $>in El-Haiiafo  (Radiyaliahu anh)\ aday göstermesi.

3- Müslümanların Ömer bisi Hattafo  (Radiyaliahuanh)'a halife olarak bîatı. Bu biat gereğince Ömer hin El-Hattab   (Radiyaliahu anh), Hz. Ebıs (Radiyaliahu anh) 'den sonra halife olmuştur.

Hz. Ebu Bekir (Radiyaliahu anh), kendisinden sonra halifeliğe davet sebeplerini konuşmasında belirtmiştir. Bu da «Fitne korkusudur.» Çünki, müslümanlar belirttiğimiz gibi, düşmanlar ile birbiri arkasında devam eden harp halinde idiler ve parçalanma, birlik ve kuvvetlerine tesir ede­cek ve düşmanlarını üzerlerine çullanmaya teşci' edecekti.

Hz. Ebu Bekir (Radiyaliahu anh) konuşmasında, kendisine yakın olan­ları müslümanlarm üzerine tâyin etmediğini belirtmiş, tersine evlâtların­dan ve yakın akrabalarından hiç birisini hilâfete yaklaştırmamıştır. Çün­ki hilâfet, onun kanaatin? göre, bir emânettir ve onu yüklenecek en ehil müslümana, en kabiliyetli olanına teslim etmesi vazifesidir.

Hz. Ömer (Radiyaliahu anh) daha sonra bu emaneti yüklenmekte daha ehil olduğunu ispatladı. O âdil bir halife, muzaffer bir komutan, fevka­lâde çalışkan, insanların üzüntülerini hisseden, onlarm yardımına koşan, üzerlerindeki zulüm ve baskıyı kaldıran ve aralarında Allah'ın hükümle­rini tatbik eden bir halife idi.

 [Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) foir defasında Hz. Osman (Radiyaliahu anh)   içeriye girince elbiselerini toparlamış ve şöyle demiştir:

«MeE&îkelerİn kendisinden haya ettiği bir şahıslan, ben haya eîmİye-yİm mi?»]

Tirmizı, Abdurrahman bin Ahbab'dan şu hadîsi tahriç etmiştir. O, şöyle diyor:[318]

 

Üçüncü Altbaşlık

 

Osman Bin Affan   (Radiyaliahu Anh) İn Hilafeti

 

Birincisi -Hayatına kısa bakış:

İsmi, Osman bin Affan bin Ebi'l-Âs bin Ümeyye bin Abdü'ş-Şems

bin Kusay bin Kiîalbul Kureyş'dir. Fil hâdisesinden 6 yıl sonra doğdu. Hz. Ebu Bekir (Radiyaliahu anh), onu İslâm'a davet ettikten sonra müslü-man olmuştur. 2 defa hicret etmiştir. Birincisi, Habeşistan'a; ikincisi ise, Medine'ye. Nübüvvetten evvel Peygambex(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in kızı Rukiyye ile evlenmiştir. Kukiyye, Bedir Harbi sırasında vefat etmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) onu Eu'kiyye'nin kız-kardeşi Ümmü Gülsüm ile evlendirmiştir. Eşi hicretin dokuzuncu yılında vefat etmiştir. Hz. Osman (Radiyaliahu anh) ilk rnüslümanlardan ve cen­netle müjdelenen on kişiden biridir.

Onun fazileti hakkında çok Hadîs-i Şerîf vardır. Buharı ve Müslim, Hz. Âişe'den naklen şu hadîsi zikrediyorlar.

 Ben Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selîern)'i orduyu cesaretlendirir­ken gördüm.» Hz. Osman (Radiyallahuanh)   şöyle dedi:

«-Yâ Kesûlüllah! Benim eğerlenmiş yüz devem var. Onları Allah yoluna hibe ediyorum.»

Sonra onları orduya verdi. Hz. Osman   (Radiyailahu anh)  şöyle dedi: «yâ Resûlüiİah! Benim eğerlenmiş ikîyüz devem var. Onları Allah yoluna veriyorum.»

Daha sonra onları da orduya verdi. Hz. Osman (Radiyallahu anh)   daha sonra şöyle dedi:

Ey Allah'ın Reyûlü! Benim eğerlenmiş üçyüz devem var. Onları Allah yoluna veriyorum.»

Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) bulunduğu yerden indi ve şöyle dedi:

«Artîk Osman (Radiyallahu anh)'in bundan başka yapması gereken bir vecîbesi yoktur.»

Hz. Osman (Radiyallahu anh) hicretin 35. yılında 12 sene hilâfette kal­dıktan sonra şehid edildi. Ölüm sebepleri hakkında birçok şeyler söylen­miştir. Ama kesin olan onun hilâfeti zamanında bazı valiler tararından hatalar yapılmış olması ve bu hataların Mısır ve Irak'ta onun aleyhine intikam hissine sebep olmasıdır. Bütün bunlardan sonra bazı isyancılar Medine'ye geldiler. Mes'ele çok kritik bir duruma geldi. Sahabeler duru­mu ıslâha (kurtarmaya) ve İsyancıları memleketlerine dönmeye ikna et­meğe çalıştılar. Ancak fitne hâkim oldu, halife katledildi (şehit edildi). Onun şehit edilmesi bütün İslâm ülkelerinde derin bir üzüntüye sebep oldu.[319]

 

İkincisi -Hilâfete Geçişi:

 

Tarihçilerin belirttiklerine göre, «Ebu Lü'îü'», Hz. Ömer (Radiyallahu anh)'i hançerleyip şehit ettikten sonra, sahabeler Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in odasına girmişler ve şöyle demişlerdir :

«Ey Mü'minlerin Emîri! Keşke yerine bir /halife tâyin etseydin.»

Hz. Ömer (Radiyallahu anh)  şöyle cevap verdi:

«Kimi tâyin «deyim? Efcu Ubeyde hin El-Cerrah hayatta olsaydı, onu tâyin ederdim. Şayet Rabbim bana bunu sorar», şöyle derim: Peygam­berinin şöyle dediğini işittim:

«OF bu ümmeîin eminidir.» Şayet Ebu Huzeyfe'nin azatlısı Salim ha­yatta olsaydı, onu tâyin ederdim. Şayet Rabbim bana bunu sorarsa, şöyle derim : Peygamberinin şöyle dediğini işittim :

«Sâlim'd» AKah savgisî çok kuvvetlidir.» Ona bir sahabe şöyle dedi :

«Ben sana yol göstereyim. Abdullah bin Ömer (i tâyin et)!» (Radiyallahu anh) şöyle cevap verdi:

«Aliaİı iyiliğinizi versin. VaîlaM ben Alîah'ıdan tmnu istemedim. Ka-nıını boşayamayan (boşamaktan âciz) Mirîni nasıl yerime geçmek üzerg tâyin ederim. Bizde işlerinize karışmak fikri yoktur. Zira Ömer'in ailesin­den 1bir kurban yeter. Çünki, eğer hayırlı bir iş yaparsa, bunu Allah'dan bîirÎK. Kötü Mı- iş yaparsa, Allah Ömer'in evlâdı için ümmetin işlerinden dolayı hesaba çekecektir.

Nefsimle cihad ettim ve ehlimi mahrum bıraktım. Eğer huzur-u ilâ­hîde günahsız ve sevabsız yakamı kurtarabilirsem, o zaman mıes'ud olurum.

Bak! Eğer yerime birini halife tâyin etsem, benden îıayırlı birini tâ­yini ederim. Birini yerime bıraksam, benden Sıayırlı birini bırakırım. Al­lah, onun dinîni asla kaybetmeyecektir.

Daha sonra şöyle dedi:

«Sise Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) vefat ettiğinde ken­dilerinin razı (memnun) «iduğu bir key'et (grup) bırakıyorum. Onlar şunlardır: Ali bin Ebî Tâlib, Osman bin Affan, Sâd bim Sbî Vakkas, Ab-durrahman bin Avî, Ez-Zübeyr bin Eî-Avvams Talha bin Übeyduîlah (Radiyalîahû ar;hû<v,} . AlîdiîHalı "bin Öaner'in ise bu mes'elede yeri olamaz. Dalıa sonra onları yanma çağırttı ve şöyle dedi:

«Ben düşündüm ve sisi müslümamlarcn reisi ve onları İdare eden ola­rak buldum (gördüm). Bu iş (halife seçme işi), ancak sizin arşımdan biri

ile olabilir. Hz. Peygamber (Sallallaha Aleyhi ve Sellem) sizden razı idî. Ben istikâmet üzere hareket etmeyeceğinizden korkmuyorum, ama aranızdaki ihtilâ£m müslümanlsrî ihtilâfa düşüreceğinden korkarım.»

Sonra feîn El-Esved'i çağırttı ve 091a şöyle dedi:

«Beni kabrime koyunca (koyduktan sonra) bu hey'eti, aralanndsn birini seçmeleri için, Mr evde topla. Eğer bulunurlarsa, Hz. Ali, Hz. Os­man, Zübeyr, Sâd, A'bdnrrahnmn bin Avf ve Talha'ya bir eve koy. Ab­dullah bin Ömer'i de hazır bulundur, ancak omun hu mes'elede bir yeri ve faydası olamaz. Başlarsam üzerine çık. Şayet beş kişi ittifak ederler Ye bir şalıısa rası olurlar, Mri razı cl-nazsa, onun kafasını kılıçla keparm. Dört kişi ittifak ederler ve içlerinden bir şahsa razı olurlar, ikisi razı ol­mazsa, onun ikidnin başına vur. Osıiardan üçü razs olur, Üçü nazı olmas-sa, Abdullah bin Ömer'i onlara hakem yapsınlar. Hangi grup lehine ka­rar verirse, ® grup içlerinden birini seçsin.   Eğer Abdullah bin Ömer'in hükmüne razı olmazlarsa, A&durrahmaaı bin Avf'ın içinde bulunduğu grupla beraber (o grubu destekler) olsunlar. Müslümanların üzerinde it­tifak ettiklerini 'beğenmezlerse, geri kalanını öldürünüz.»

Hz. Ömer (Radiyaliahu anh) defnedildikten sonra, El-Mikdad Şûra eh­lini «El-Musavver bin Mahreme»'nin evinde topladı. Bazılarına göre Beyt'ül-Mal'da, bir kısmına göre ise, izni ile Hz. Âişe (Radiyaliahu anh) 'nin oda­sında toplandılar. Onlar beş kişi idi. Hz. Ömer (Radiyaliahu anh) 'in oğlu da onlarla birlikte idi. Talha, o sırada hazır bulunmamıştır.

Onlar bu mevzuda görüştüler, münakaşalar devam etti, fakat bir gö­rüşte ittifak edemediler. En sonunda Abdurrahman bin Avf onlara şöyle dedi:

«Hanginiz kendi isteği ile çekilir ve en efdâlinizİ tâyin etmek üzere diğerini yerine koyar (tâyin eder)?»

Bu soruya kimse cevap vermedi. Bunun üzerine Abdurrahman şöyle dedi:

«O halde ben çıkarayım.»

Bunun üzerine Hz. Osman (Radiyaliahu anh) şöyle dedi: «İlk razı olan benim. Ben, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem/in şöyle dediğini duydum:

"Yerde emin o!an semada (da) emindir."» Oradakiler :

«Razı olduk!» dediler. Hz. Ali (Radiyaliahu anh) susuyordu. Abdurrahman bin Avf, Hz. Ali  (Radiyaliahuanh)'je şöyle dedi: «Ne diyorsun, ya Efoa'l-Hasan?» Hz. Ali (Radiyaliahu anh)  şöyle cevap verdi:

«Bana, hevaya tâbi olmayıp, hak tesirini göstereceğine ve acımaya­cağına ve ümmetin aleyhine olmayacağıma dair imsak verin.»

Abdurrahman şöyle cevap verdi:

«Bana, değişen kimse aleyhine tenimle beraber olacağınıza ve sizin için kimi seçersem razı olacağınıza dair misaklarmızı veriniz. Acıyan kimselere, merhameti sebebiyle yumuşak davranmayacağıma ve müsiü-manlar aleyhine ihareket etmemem için üzerimde Allah'ın misakı var.»

O, onlardan misak aldı, kendisi de onlara misak verdi. Sonra Hz. Ali (Radiyaliahu anh) 'ye şöyle dedi:

«Sen, Peygambere yakınlığın, ilk müslümanlardan olman, dinde iyi halin ve dinden uzaklaşmaman sebebiyle emirliğe mevcutlardan daha hak­lı olduğunu söylüyorsun. Ancak benim kanaatim, eğer halifeliği sana ver-mesem, sen itaat etmemezlik etmezsin. Sence bu hey'et içinde kim hail- daha liyakatlidir?»

Hz. Ali   {Radiyaliahu anh) : «Osman!» dedi.

Bu defa Hz. Osman  (Radiyaliahu anh) 'a gitti:

«Sen, Benî Abdu Menafin yaşlisism, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi \e Sellemjin akrabasısın, ilk müsîümanlardansın ve dinden uzaklaşmadın. Fakat benim kanaatim, eğer halifeliği sana vermezsem, sen itaat etme­mezlik etmezsin. Sence bu hey'et içinde kim halifeliğe daha liyakatlidir?»

Hz. Osman   (Radiyaliahu anh):

«Ali!» dedi.

Sonra Ez-Zübeyr (Radiyaliahu anh)1 a yaklaştı, onunla, Hz. Ali ve Hz. Osman ile konuştuklarını konuştu. O, Hz. Osman (Radiyaliahu anh)'ı liya­katli gördü. Daha sonra Sâd ile aynı şeyleri konuştu. O da, Hz. Osman (Radiyaliahu anh) 'm liyakatli olduğunu söyledi.

Hz. Ali (Radiyaliahuanh), Sâd'ı tuttu ve ona şöyle dedi:

«Senden bunun hesabını soracak Allah'tan kork. Şüphe yok ki, Allah üzerinizde sizi kontrol edendir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin sulbünden gelen şu oğlumun ve amcam Hamza'nın hatırı için, Abdurrah­man ile hirlik olup, bemim aleyhime Osman'a destek olmamanızı istiyo­rum. Ben, Osman'ın yapamayacağını yaparım.»

Abdurrahman, bütün gece dolaştı. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi veSellem)n eshabı, halkın eşrafı ve komutanlarla görüştü, onlarla isti­şare etti. Herkes Osman'ı istiyordu.

Bu rivayetlerden anlıyoruz ki, hilâfet Hz. Ali ile Hz. Osman arasında kalmış ve Abdurrahman bin Avf ise, onlardan birini seçmeden önce halk ile istişare yapıyordu.

Hz. Ömer (Radiyaliahu anh)'in tayin ettiği müddet sona erince Abdur­rahman bin Avf, sabah namazını kılmak için mescide geldi. Mescid, ensar ve muhacirinden ileri gelen sahbeler ile doluydu. Ayağa kalkarak şöyle dedi:

«Ey nâs! İnsanlar gördüler ki, diğer ülkenin insanları ülkelerine ka­tıldı, emirlerini de bildirdiler.»

Said bin Zeyd şöyle dedi:                                                    

«Biz seni hilâfete ehil görüyoruz.» Abdurrahman şöyle dedi:

«Bırakın bunu, Hz. Ali hakkımda görüşünüzü söyleyiniz?» Ammar şöyle dedi:

«Müslümanarm ihtilâfa düşmemelerini istiyorsan, Ali'ye bîat et.» El-Mİkdad bin El-Esved şöyle dedi:

«Doğru söyledin Ammar! Ali'ye bîat edersen, duyduk ve itaat ettik deriz.»

Ahdurranman bin Eüi Sarlı şöyle dedi:

«Kureyş'in ihtilâfa düzmemesini istiyorsan, Osman'a bîat et.»

Abdurraîıman bin EM BaMa göyle dedi:

«Doğru söyledi. Osman'a Mat edersen, duyduk ve itaat ettik

Daha birçok konuşmalar oldu. Bu sırada Sâd bin Efoî Vakkas şöyle dedi:

«Ey insanlar fitneye düşmeden evveî, bu işi bitir.»

Abdurrahman şöyle dedi;

«Ben düğümdüm ve istişare ettim. Hiç bir .feo/et sisin için hır yol gös-

Sonra Hz. Ali (Radiyaiîahu anh)'yi çağırdı ve ona şöyle dedi: «Allek'ıa  kii&ln,  Peygamberisin  sünneti  ve  son?»  iki halifenin sîreti   (tarz-ı hareketi)  ile amel etmesi için üzerinde Âîîah'fâ ahdi ve misakı Yardır.»

Hz. Ali (Radiyaiîahu anh)   göyle cevap verdi:

«İînîisn ve kuvvetini ölçüsünde (derecesinde) çalışmak ve iş yapma­mı  (Allah'dan) dilerim.»

Daha sonra Hz. Osman'ı çağırdı ve Hz. Ali'ye söylediğini, ona da söyledi.

Bundan sonra şöyle dedi:

«Evet, »na hîzt edin!»

"Bu söz üzerine müslümanlar Hz. Osman (Radiyaiîahu anh)'a bîat et­mek için koşuştular.

Rivayet edildiğine göre Hz. Ali (Radiyaiîahuanh), Abdurrahmem'a şöy­le demiştir:

«Evvelce jbunları yapmıştınız, Bıa feizim aleyhİ-mİEe ©rtaya çî^tsğmıs ilk gün delildir. benîm isirrs oözsl bîr sairdir. SöylcdikSerinizA kariî ü« yerd:- mine stğinsîaceik (Yusuf, 18}» [320]

Böylece ösması bin Aîî&n (Radiyaiîahu anh)'s. bîat tamamlanmıştır. Tarih, hicrî, 23 yılının son ayı Zilhicce.

Taeri, Abdurrahraan hm Avfm, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyh', ve Stllemj'in mimberdeki yerine çıktığını, Ha. Gfan (Radiyaiîahuanh)'ı ise bir basamak aşağıya çıkarttığını ve insanları ana bîat ettirdiğini zikredi-

yor. Ali Isın (Radiyaiîahu anh)'m.} hareketsiz bir şekilde yarinde durduğunu gören AbdiîrraKmsn, ona şöyle demiştir :

«(Vazifelerini)   ihlâl  eden, kepi din e   (nefsine)   sarar  verir,

ine yüklediği vazifeyi ifa edene, Allak foüyafc fcir ecir (sevap) verir.»

Bunun   üzerine,   Hz.   Aîi (Radiyaiîahu anh)    gelmiş   ve   Hz.   ösmass (Radiyaiîahu anh) 'a bîat etmiştir.

Hz. Osman  (Radiyaiîahu anh), kendisine bîat edildikten sonra, insan­lara şöyle hitab etmiştir [321]

«Süy İKsaeılar!  Sis

ûs. Ajhlretimia için en iyi bir şekilde hazırlanmış, silmektedir. Dikkat edin! Dünya aldatıcıdır.»

î sızı a ÂHah hakkında sizi aSdatmasin.» (Lokman, 33)

Geçenlerden ibret alınız, sonra gayretli çalışmaz. Gâfiî olmayınız, Mç bir hareketinize göz yumulmaz. Ham nerende, dünyaya gelip de orada uzun müddet menfaatler sağlayan, orayı imar edenler, ekip biçenler ve onlıarm kardeşleri? Onları unuttunuz mu? Dünyaya, Allah'ın değer ver­diği kadar değer veriniz. Âhîrettcn de nasibinizi isteyieıiı:. Allah dünyayı re dünyada neyin hayırh olduğuna dair misaller vermiştir.

öyle buyuruyor:

«Onlara dünya hayatının misâlini do irâd af. (O), gökden indirdiğimin bir su gibidir kî, bununla yer (yüzünün) ncbch birbirine kanşmsş, en «sha-yot (o nebat) kuru bir çöp kırıntısı haline gelip, rüzgârlar ©nu sejvurav®!'-mislerdir. Allah h©r şeyin üstünde bir kodro? sahibidir.»

«O ma!, o oğüîlar (hep) dünya hayatinin zîneîidir. Bekaya ©reesk iyi (ame! ve hareket) İer isi Rabbmım nezdind® sev^bca da hayırlıdır, amele» hayırlı.» [322]

Belirttiklerimizden, Halife Ömer bin Hattab (Radiyaiîahu anh) 'm, ken­disine halef olacak kimseyi tâyinde, halef tayin etmeyen Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) den farklı bir yol takip ettiğini anlıyoruz. Aynı şekilde kendisine halef tayin eden ve ona bîat yapılan Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anlı) 'in yolundan da farklıdır. Bu metod, Ehlü'1-hal ve'l-Akd'-dan birkaç kişinin aralarından, hilâfet işlerini üzerine alacak uygun birini aday göstermesi esasına dayanır. Bu husustaki safhalar, atılan adımlar aşağıdaki esaslara uygun olarak yapılmıştır :

1- Ehlü'1-hal ve'1-Akd'dan bir kısmının eski halife tarafından aday gösterilmesi.

2- Müslümanların   Ehlü'1-hal   ve'î-Akd'ı   ile   istişareden   sonra,   bu adayların kendilerinden birini seçmesi, Abdurralıman bin Afv, yukarıda gördüğümüz gibi, Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm ve diğerlerinin fikirlerini almıştır.

3- Ümmetin bu seçime muvafakati. Bu muvafakat genel bir bîat ile olmuştur.[323]

 

Dördüncü Altbaşlık 

 

Hz. Ali (Radiyallahu Anh)'Nin Hilâfeti

 

Birincisi -Hayatına kısa bir bakış :

İsmi: Ali bin Ebî Tâlib Abdimenaf bin Abdülmuttalib bin Haşim'dir. Künyesi: Ebu Hasan ve Ebu Turab'dır. Annesi: Fatıma foint-i Esed bin Haşim'dir. O, Hâşimîler arasında ilk Haşimî çocuk doğuran bir kadındı. O, Cennet ile müjdelenen on kişiden biridir ve kardeşleşmek yoluyla Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem)''in kardeşidir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem} 'in kızı Fatımıa (Radiyallahu anh) yoluyla dama­dıdır, İslâm'a ilk girenlerdendir. Hz, Ali (Radiyallahu anh) müşrikler ile harpte tanınmış cesurlardan biriydi. Belîğ konuşan büyük bir hatip, ah­kâmı iyi bilen bir âlim, yargı ve fetva vermede kendisine başvurulan bir kimse idi.

Rivayet edildiğine göre, İslâm'a ilk giren odur. Bu sırada henüz rüş-düne basmış değildi. Putlara kat'iyyen ibâdet etmemiştir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Medine'ye hicret ederken, ona, Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem)e ait bazı emânet ve vasiyetleri îfâ. etmesi için birkaç gün Mekke'de kalmasını emretmiştir, önün fazileti ve Hz. Pey­gamber (Saltallahü Aleyhi ve Selle/n) nezdindeki yeri hakkında birçok hadîs rivayet edilmiştir. Bunlardan birini Buharı ve Müslim, Saad bin Ebî Vak-kas   (Radiyallahu anh)'tan tahric etmiştir.

O şöyle diyor:

«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Tebük Harbi'nde, Hz. Ali (Radiyallahu anh)'yi cephe gerisine bıraktı. Hz. Ali (Radiyallahu anh) şöyle dedi:

-Ey Allah'ın Kesûlü! Beni kadm ve çocukların yanında mı bırakı­yorsun?»

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle cevap verdi: «Senin bana bağlılığın, Harun'un Musa'ya bağhlığı gibi olmasına razı değü misin? Ancak benden sonra Peygamber gelmeyecektir.»

Buharı ve Müslim, Seîıl bin Sad'dan şu hadîsi tahric ediyorlar: O diyor : Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Hayber günü şöy­le dedi:

«Ben şüphesiz İslâm bayrağını yarın bir ere vereceğim ki, ASEah fetih ve zaferi onun iki eliyle müyesser kılacaktır. O Allah'ı ve Peygamberini sever. Allah ve Peygamberi de onu sever.»

Bunun üzerine insanlar o gecelerini sancağın onlardan hangisine ve­rileceği hususunu konuşarak geçirdiler. [324]Onlarmhepsi sancağın ken­disine verilmesini umarak ertesi sabaha erişip, Resûltillah'ın huzuruna vardıklarında, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) i

«Alî bin Ebî Tclib nerede?»   diye sordu. Sahabiler:

«Yâ Kesûlaîlah! O, gözlerinden rahatsızdır.» dediler.

Eesûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Ona haberci gönderin!» buyurdu. Hz. AH (Radiyallahuanh)   getirildi.

Resûlüllah (Saîîaîîahü Aleyhi ve Sellsm), Hz. Ali (Radiyallahu anh) 'nin göz!erine tükürdü ve ona dua etti. Hz. (Radiyallahu anh)'nin ağrısı, sanki kendisinde hiç bir ağrı yokmuşçasına iyileşti. Hz. Resûlüllah Aleyhi ve Selletn)  bayrağı ona teslim etti.[325]

 

İkincisi -Hilâfete Geçişi:

 

Osman bin Af fan (Radiyallahu anh)'m. hilâfeti sırasında onun şehit edilmesine kadar gelişen hâdiseleri zikrettik.    Bu hâdiseler Hz. Osman

(Radiyallahu anh)'m ve valilerinin tasarruflarından büyük intikamlar alan bazı isyancılar eliyle yapılmıştır. Hz. Osman (Radiyallahu anh) 'm şehâde-tinden sonra Medine'de ve diğer İslâm ülkelerinde durum kötüleşmiştir; insanlar ihtilâfa düşmüş, taraftarlık başgöstermiş ve gruplara ayrılmış­lardır. Böylece müslümanlar arasında iç harpler ve parçalanma devr-i baş­lamıştır.

Taberî ve İbni Sad'ın belirttikleri hâdiselerin özeti şudur : İntikamcı ihtilâlciler Hz. Ali (Radiyallahu anlı)''den hilâfete geçmesini istediler. Hz. Ali onların bîatını reddetti. Çünki, onlar Ehlü'1-hal ve'1-Akd'den değil­lerdi ve müslümanların idarelerini ellerinde bulundurmayan ihtilâlci bir gruptu. İhtilâlcilerin duruma hâkim olmaları neticesi Medine'de durum çok kötüleşti. Bazı sahabeler Hz. AH (Radiyallahu anh)'ye gelerek onun Müslümanların halifeliğine en lâyık olduğunu söyleyerek, ondan Hz. Os­man (Radiyallahu anh)hn şehadetinden sonra hilâfete geçmesini istediler. Hz. Ali (Radiyallahu anh) hilâfeti kabulde tereddüt etti ve hilâfete bîati-nin bütün Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm genel muvafakati ile ve müslümanların toplandığı mescitte alenî olarak yapılmasını istedi.

Sahabeler mescitte toplandı ve ona bîat ettiler. Daha sonra, halife­nin katledilmesinden sonra, Medine'yi terkedenler hariç, kimse karşı koy­madan bütün müslümanlar bîat ettiler. Talha ve Zübeyr'e bîat eden şa­hıslar da bîat ettiler. Daha sonra Mısır ve Irak'taki halk bîat etti. Şam halkı ise, Şam Valisi Muaviye bin Ebî Süfyan'ın bîat etmemesini gerekçe göstererek, bîat etmediler.

Daha sonra, Talha ve Ziibeyr evvelâ Mekke'ye, sonra da Irak'a gide­rek, kerhen bîat ettiklerini söylediler. Irak'da, Hz. Ali (Radiyallahu anh) 'ye blata kargı olan birçok şahıs ile temas kurdular. Bunun üzerine Halife, Basra üzerine askerî harekata mecbur kaldı. İki taraf arasında «Cemel Harbi» diye adlandırılan çarpışma cereyan etti, Talha ve Zübeyr öldü­rüldü (şehit edildi).

Bundan sonra Muaviye ve Şam halkı Halife'ye isyan ettiler. Halife onlar üstüne bir sefer tertip etti. İki taraf <-'Sıffîy:n»'de karşılaştılar. Ara­larındaki çarpışma günlerce devam etti. Bu sırada Şam halkı, Kur'an'ı kk      yapmak için, mushaflan (mızrakları ile) yukarıya kaldırdılar. Bunun üzerine çarpışma durdu, iki taraf da sulh istedi ve birer hakem tâ­yin etti. Ebu Musa El-Eş'arî, Kz. Ali (Radiyallahu anh)'nin, Amr tin ES-Âs ise, JHuaviye'nin hakemi idi. Bu şekilde hakeme başvurma sebebiyle, bazı sahabeler Hz. Ali (Radiyallahuanh)'ye karşı çıktılar. Bunlar kendile­rini Haricîler (Havâriç) diye adlandırdılar : «Aîlah'dan başka hfekem ola­maz.» dediler ve Küfe yakınında üstlendiler. Bu durumda Halife mecbur oldu onlarla çarpışmaya. Hz. AU (Radlya'.lahu anlı) taraftarları ile Mııaviye taraftarları bir görüşte ittifak etmeye anlaştılar. İşte burada bir oyun (entrika) oynandı ve bu oyun gereğince Efoıa Musa El-Eş'asi Halife Ali bin Sbî Tab'i, vazifesinden ayırdı (hal'etti). Amr bin El-As ise Halife olarak Muaviye'ye bîat yapılması için bu fırsattan istifâde etti.

Daha sonra Haricîler, Hz. Aîi, Muaviye bin Ebî Süfyan, Ainr bin Ei-Âs'ı bir gecede Öldürmeyi kararlaştırdılar. Abdurrahman bin Mülcem, Hz. Ali (Radiyallahu anh)'yi öldürebildi, ama diğer ikisini Öldürmeyi ba­şaramadı.

Bu hâdise, hicrî 40 "yılının Ramazan ayının 17. gecesi, vukua gelmiş­tir. Hz. Ali (Radiya lahit anh) evinin kapısından namaza gitmek için çık­mış, şöy]e sesleniyordu:

«İnsanlar! Namaza, namaza!»

Bu sırada İhnü Mülcenı onun üzerine hücum etti ve onu hançerledi. Hz. AH başından ve beyninden yaralandı ve Küfe'deki İmamet (devlet başkanlığı) evinde öldü. [326]

Belirttiklerimizden anlıyoruz ki, Hz. AH (Radiyallahu anh) 'nin halife­liğine bîat muteberdir ve bağlayıcıdır. Çünki, onu halifeliğe aday göste­ren Medine'deki Ehlü'1-hal ve'1-Akd'dir, aralarında İbn-i Abbas, Talha ve Zü'beyr de bulunuyordu. Sonra Mescid'de genel bîat yapıldı ve Medine'-İllerden hiç kimse buna itiraz etmedi.

Daha sonra valileri Muaviye bin Ebl Sufyan'm yanında yer alan Şam halkı dışında, diğer İslâm ülkelerinde de bîat tamamlanmıştır.

Biz bu mevzua dalmak istemiyoruz, -Ancak iyice belirtmek istiyoruz ki, Hz. Aîi (Radiyallahu anhynin hilâfetinde, eski halifelere yapılan bîat esaslarının aynısı tatbik edilmiştir. Ancak fitne ve müslümanların parça­lanmış olması bu büyük ihtilâfa sebebiyet vermiştir.

Allah'ın lütfü olmasaydı, bu bölünme müslümanların aleyhine çok va­him neticeler husule getirirdi. Ancak, Allah bu ümmete acıdı, bu sayede müslümanlar elde ettikleri iyi, neticeleri muhafaza ettiler ve iç düşman­larını dahilî harplerle meşguliyetleri sırasında, bundan istifâde ettiler.

Burada müslümanların hayatının bir devresi, yeni bir devre başlamak üzere, sona eriyor. Bu yeni devrede, hilâfet mefhumu, sabit ve ciâ-layıcı seçim esasına dayalı Râşidîn hüâfet'den, bu birinci esastan tani men farklı esaslar üzerine kurulmak üzere îrsî monarşik hilâfete doğn; bir gelişme görülecektir.[327]

 

Yedinci Başlık

 

Haıifenin Hak Ve Vazifeleri

 

Böylece hilâfetin, bu makama geçmek için gerekli şartların keafi-sinde bulunduğu bir müslümanm idare ettiği bir merkez olduğunu gör­müş bulunuyoruz. Bu şartlar, devlet işlerinin en iyi şekilde idaresini müm­kün kılacak ehliyeti ifâde etmektedir.

Halifenin yetkisi mutlak değildir, o, şeriat hükümlerini, emanet, a-dakat ve ihlâs ile tatbik edecektir; onun dışında bir şey yapamadığı git onun icablarma aykırı bir şekilde de bir tatbikat yapamaz.

Hilâfet hakkındaki izahatımızda gerçek mânada İslâm Hilâfetini kas­tediyoruz. Bazı zamanlarda bir kısım halifenin doğru yoldan ayrıldığım görmüş olmamıza rağmen, bu, gerçek İslâm hilâfetini anlayışımıza tesr edemez.

İslâm hukukçuları, halifenin îfâ ile mükellef olduğu vazifeleri fce-lirtmişlerdir, çünki hilâfet makamı İslâm nazarında bir protokol makam değil, mes'uliyet ve topluma hizmet makamını ifâde eder. Halife vazife­lerini en iyi şekilde yaptığı takdirde, vatandaşlar üzerinde, halifeyi mesiil tuttuğumuz vazifelere karşılık, haklara sahip olur. Bu suretle, halife ra-zifelerini en iyi şekilde yapabilmek için idare işi dosdoğru yoluna gire.[328]

 

Birinci Altbaşlık

 

Halifenin Vazifeleri

 

Birçok âlim halifenin vazifelerini ve sınırlarını zikretmiştir. Bunlar­dan Mâverdî, «EI-Ahkâmu's-Sultaniyye» isimli kitabında [329]bu kam­dan bahsetmekte, Ebu Yâlâ Muhammed Tbin Eî-Hüseyin El-Ferrâ da jat «El-Ahkâmu's-Sultaniyye» adlı kitabında temas etmektedir. [330]

«Halifenin yapmakla mükellef olduğu işler on'dur [331]

Sirincisi: Yerleşmiş usûlüne ve selefin üzerinde ittiüak ettikleri esas­lara göre dini muhafaza. Din hakkında Hr şüphe yayılırsa, ıdelillerle bunu açıklar ve doğru yolu gösterir. Dini fesaddan korumak ve ümmeti zÜletdem kurtarmak için kendisine lâzım olan hakları ve cezaları tatbik eder.»

Şüphe yok ki, bu vazife Önemli vazifelerden biridir. Çünki, dini mu­hafaza, prensip ve hükümlerini tatbik, devletin en yüksek idarecisine bağ­lıdır. Halife dine muhalif bir şey veya şeriat hudutlarını aşan birini gö­rürse, ona doğru yolu ve hareketi nasihat etmesi ve onu doğru yola çe­virmesi icap eder. Şayet o şahıs bu nasihati kabul etmezse, halifenin onu, suçuna uygun şer'î bir ceza ile cezalandırması lâzımdır.

Bu mevzu, Devlet başkanı ve vatandaşların hak ve vazifelerini ele alan Anayasa Hukuku âlimlerinin «Devlet başkanının hak ve yetkileri» başhğı altında bahsettikleri mevzu içine girer.

Şayet parlamenter sistem kabul edilmişse, devlet başkanı hükmet­mez, binnetice, halk veya halkın temsilcilerinin önünde mes'ul değildir. Ama, bakanlıklarda ifâdesini bulan yürütme organı, hatalarından veya anayasa prensiplerini tatbik etmemesinden dolayı yasama organı önünde mes'uldür. İslâm sistemi ise, halifeyi şeriatı tatbikinden dolayı tam mes'ul kabul eder, onun mes'uîiyeti sadece Allah önünde değil, şeriat hükümle­rini tatbikinden (dolayı) halkın her bir ferdine karşı da mes'uldür.

Bu sistem devlet başkanının, halk veya halkın parlâmentodaki mü­messilleri Önünde mes'ul olduğu başkanlık sistemine benzemektedir. O, bakanlarını tayin ve azleder, bakanlar ona karşı tam mes'uldürler.

«İkincisi: İslâm hukukunun ihtilaflı taraflar arasında tatbik etmek, hakkaniyet ve nefasetin genelleşmesi, zalimin zulmetmemesi, mazlumun zayıf düşürülmemesi içisı ihtilaflı taraflar arasındaki husumeti kesin ola­rak ortadan kaldırmak.»

Eu fıkra, halifenin en yüksek başkanı olarak yargı gücünü ifade et­mektedir. Halife, insanlar arasında yargı fonksiyonunu görecek hâkimleri tayin eder, çünki, şahıslar arasında mevcut ihtilâfların giderilmesinin bağlı olduğu cihet yargı organıdır.

Tabiî halife bir hâkimi tayin edince artık bu hâkimin ihtilaflı taraf­lardan biri lehine verdiği hükme müdâhale edemez, ancak şayet hâkim düşmanca davranmış, ya da şerîatm gereklerine aykırı hüküm vermiş ise, bu takdirde, halife baş hâkim ve son merci kabul edilir.

Modern anayasalarda yargının bağımsızlığından maksat, yürütm ganinin yargının seyrine müdahale edememesi ve hâkimin yargı tinde sadece kanunun hâkimiyetine tabiî olması demektir. İslam H kunda hâkim ise, yargı faaliyetinde sadece şeriat hükmüne tâbidir life ise, şeriat hükümlerine aykırı davranması dıgmda, onun işine m hale edemez. ve her türîü seyahatlarında can ve mallarından emin olacak

Şüphesiz memleket içinde emniyet ve istikrarı temin etmek, hsüz ligin yapması gereken en mühim vazifelerden biridir. Bunu, devletin ha­disine karşı gelenlere otoritesini tatbik suretiyle temin eder. Böylece -lîs içinde devlete karşı bir ayaklanma veya emniyet ve istikrarı tehdit Efe: isyancı bir kuvvet veya topluluk söz konusu olamaz.

Ve Hudut (hadler) genel ve özel suçlara karşı konulmuş cezalardır. Der­letin önemli vazifelerinden biri, şeriat hükümlerine aykırı davranasüsr hakkında ve şeriat hükümlerine aykırı iş yapanlar, ya da başkalarına a-rar veren kimselere bu cezaları tatbik etmektir.

şeriatın yasakladığı şeyleri yaparak zarar vermeleri veya müslîinıamsı karamı akıtmaları, ya da kan akıtmak ûfe-yen kimselerin başarıya ulaşmamaları için engeller ve miislafa» tesiskâ

Devletin Önemli vazifelerinden biri dışardan gelen düşman tehlih-sinden memleketi korumaktır. Bu ise, ancak düşman ordularına karşı ;-kaçak güçte kuvvetli bir ordu hazırlamak ve bu orduya ona üstünlük w zafer temin edecek her türlü silâhı teslim etmekle mümkün olur.

Görüyoruz ki, İslara dini halifeyi devletin her işinden bizzat me?':I kılmıştır. Bu sebeple imamlık için, devlet işlerini yüklenmeye ehliyet ts

kudret şart koşulmuştur. Şayet memleket işlerini idareden âcizse, bu fei-dirde bu büyük mes'uliyeti üzerine alması caiz değildir.

Naslardan anladığımıza göre, memleket müdafaası imam veya hs> fenin vazifelerinden biridir. Çünki onun, bu gaye için hazırlanması ibrekir. Onun bu mes'uîiyetten kaçması veya başkasına yüklemesi c-iz i=-ğildir, çünki, bu işler onun temel vazifelerinin içine dahildir.

in  emnni oluncaya kadar, dininin biitiin diğer dişilere üstün olduğa yol etmek için, îslâmiyeü kaoul etmeleri veya zıvam davetten sonra savaşBia'k (cihad etmek).»

Allah yolunda cihad, İslâm dâvasını neşretmek için müslümanlann vazifesidir. İnsanları İslâm'a davet etmeden Önce harbe tevessül etmek caiz değildir. İmam onları İslâmiyet'e davet edince, bu takdirde ya İslâm dinine girerler, bu halde müslümanlaon hak ve vazifelerine sahip olur­lar; ya da zmımî olurlar ve müslümanlara kendilerini, hayatlarını, mal­larını ve şereflerini korumaları için cizye verirler. Hiç kimse bir zımmiye ya da müslümanlann himayesine girenlerden birine zarar veremez. Zım-mîlere gelecek dış bir zarar, İslâm devletine yapılmış bir düşmanlıktır ve halife onların topraklarını ve canlarını korumak için yardım etmeye mec­burdur.

Korkutmadan ve eziyet etmeden, aıas ve içtiîıad yoluyla (fey)  ve sadakaları toplamak.»

İmanım, insanlardan sadaka mallarını toplaması ve belirli masraflara tahsis etmesi gerekir. Sadaka mevzuunda tâviz veremez, çünki, fakirlerin ve diğerlerinin bir hakkıdır. Bu kimseler haklarını bizzat tahsil edemez-ler, bu sebeple devletin onları koruması ve kendilerine dağıtacağı malları toplaması gerekir. Halife Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) zekât vermeyi reddettikleri için mürtedlere karşı harp açmıştı. O, muhaliflerine, namaz ile zekâtın arasını açan herkese karşı çarpışacağını söylemiştir.

Ayrıca İmam, Haraç ve Cizye ismi ile Fey de toplamakla vazifelidir. Cizye, Zırnmîlerden şahıs başına alman belli bir miktardır, yani onlar­dan herbiri kendilerine düşen bir miktar cizye öderler. Cizye, Kur'an'da nas olarak zikredilmektedir. Haraç ise, müslümanlann fethettikleri ve her yıl belli bir miktar ödenmek şartıyle, sahibi olan Zımmîierin elinde bı­raktıkları araziden alman meblâğdır. İlk defa haraç koyan, Hilâfeti za­manında Şanı ve Irak fethedildikten sonra Hz. Ömer (Radiyallahu anh) olnruştur. Bu ülkeleri fethedenler, ganimet olarak toprakların aralarında taksimini istemişler, ancak Hz. Ömer (Radiyallahuanh), toprakların tak­simini reddetmiş, bu topraklar için her yıl belli bir miktar ödemek üze­re, sahiplerine terketrniştir.

İmara bu malları toplarken keyfî hareket edemez veya zimmîlere ödeyemeyecekleri miktarlar yükleyemez, çünki bu, îslâm adaletine ay­kırıdır.

«Sekizincisi: İsraî ve cimrilik yapmadan, ne vaktinden öncs, ne de

İmam'm vazifelerinden biri de, ihtiyaç durumlarına göre, Beytü'l-MaFın mallarından, muhtaç müslümanlara dağıtmaktır. Bu sarfiyatta İmam, cimrilik yapamaz, çünki o, emin bir vekildir. O, bu malları gecik­meden muhtaç müslümanlar arasında dağıtmaya mecburdur.

Mâverdî yardımların yapılması mevzuunda şöyle diyor: «Yardımların yapılması, halka yetecek kadar olmalıdır 'ki, omu vata­nın himayesinden koparıp, maddî isteklere düşürmesin. Bunlar üç çeşittir:

Birincisi: Nafakasını verdiği evlâd ve köleler. İkincisi: At ve binek sayısına göre.

Üçüncüsü: Kıtlıkta ve ucuzlukta kaldığı yer niazara alınacaktır. Bü­tün senesi için elbise ihtiyacı nazara alınacaktır. Bu, yardım yapılırken nazara alınmalıdır. Sonra da her sene, durumunu Ibeyan edecektir. Eğer ihtiyacı artarsa, fazla verilir; ihtiyacı azalırsa, azaltılır.» [332]

«Dokuzuncusu: Vergilerin toplanması vs îialka nasihat yapılması için emniyet memurları ve nasihatçıiar tfâyin etmek. Buğdan maksat, iş­leri sağlam bir şekilde yürütmek, malları emniyet içinde korumaktır.»

Emin yardımcılar tayin etmekte halife, yardımcılarını ehliyet ve kud­ret sahibi kimselerden seçmelidir.

İbn-i Teymiye şöyle diyor:

«O, ancak mevcutların en iyisini kullanabilir. Bir vilâyet içinde iyi ve salih pulummayabilir. Bu takdirde her makama göre uygun olanı seçer. Tam br içtihattan sonra böyle hareket ederse, vilâyetleri haklarını alır, halife de emaneti tam eda etmiş olur, bu işte vâcib olanı yapmış olur ve bu mevzuda âdil ve doğru imamlardan olur.» [333]

Ayrıca şöyle diyor :

«Bunlardan ve diğerlerinden, müslümanların işlerinden birinin ida­resini üzerime alanın, her mevzuda elinin altında o işi yapacak ehliyetli şahıslar kullanması lâzımdır. Kendi şahsı için resmî vazife isteyen kim­seyi, ya da talepte yarışan (ihtiras gösteren) kimseyi öne almamalıdır. Bu Ihal, bilâkis ona engel olma sebebidir...

Şayet daha ehliyetli olaîî, aralarındaki yakınlık sebebiyle başkaları ya da akrabalık, arkadaşlık, aynı bir memlekete, bir mezhebe, bir ta­rikata veya Arap, Fars, Türk, ya da Rum gibi Ut ırka mensup olma se­bebiyle yahut ma! ve menfaat gibi veya diğer herhasıgi bir sebeple rüş­vet almak, ya da kalbinde hakka karşı bir kin veya ikisi arasında bir düş­manlık varsa, düşmanlık yaparak haktan aynlırsa, bu takdirde Allah'a, Feygambe. (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'ine ve mü'minlere hiyanet etmiş olur ve şu âyetin yasakladığı İşi yapmış sayılır :

Ey îman edenler, Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin. Sîz, ken­diniz bilip dururken, kendi emanetlerinize hainlik eder misiniz?» [334]

Kamu hizmetine (âmme vazifesine, memuriyetine) girmek ve yardım­cılardan istifâde etmek bir vazifedir ve mutlaka ve sadece o işi yapabi­lecek kimselere verilmesi icap eder.

Müslim şu hadîsi rivayet ediyor:

«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Ebu Zer (Radiyallahu anh)'e imaret mevzuunda şöyle demiştir:

«Yâ Ebâ Zer! Sen zailisin. Bu emirlik ise muhakkak bir emanettir. Şüp­he yok ki, bu emanet, kıyamet gününde hakaret ve nedamet olacaktır. An­cak bu emaneti haklı olacak üzerine alıp da, onun gerekli kudığs vazife­leri yerine getirenler müstesnadır (onlar hor ve pişman olmayacaklardır).» buyurdu.»

Buharı de, Sahih'inde Ebu Hureyre (Radiyallahuanh)'den şu hadîsi rivayet ediyor:

«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

«Emaneî kaybedifdi mif kıyameti bekle.»

Yine o (a'rafeî) sordu:

«Emaneti kaybetmek nasıl olur?»

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu:

«İş ehil olmayana verildi mi, kıyameti bekle.»

Bir diğer hadîs de şöyledir :

«Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)  şöyle buyurmuştur:

Sn sanlcır üzerinde (idareci olan) İmam çobandır ve vaîandöşEarindan mes'ul-

mss'uSdör.  K6ler efendisinin  malanda  çobanda ve  idarosi  affında kilerden missnb, hepİs-iiz çobansmiz vs hepiniz idaresi altEndoki-îsn mes uidyr.» Horasânî, Muaviye bin Ebî Siiıyanin yararsa girdi, şöy­le dedi:

«Esselâmii aîeyke, ey hizmetçi!» Muaviye'nin adamî^n ona |öyle dediler: «Esselâmii aîeyke, ey Emir! De!» yine şöyle dedi: «Esselâmii aleyke,

«Ey Emîr, söyle!» dediler.

«Serı bu koyunların galıifoinisı, sürüyü idare etmen için kiraladığı Isir hizmetçisin, eğer sürü zor durumda kalınca yatûım edersen, kasta oîî^rsa tedavi edersen, birini diğerine üstün tutmazsan, efendin sana mükâfatım verir; yok eğer zor dununda kalınca yardım eünıessen, hastalığı tedavi etmezsen, birini diğerine üstiie tutarsan, cezanı efendin verir.»

İbn-i Teymiyyc ayrıca şöyle diyor:

«Bu açık dururu esasdır, İnsanlar Allah'ın kullaradır. İdareciler ise, Allah'ın, kulları ürerinde vekilleridir. Onlar bir şirket ortağının diğeri iîes ofo:ı müîîaseîbeti derecesinde, kulları üzerinde kulların vekilidirler. Onlar içinde velayetin mânası vekâlettir, kendi işini görmek için birini ıtâyİn ederse, o da velî ve vekil sayılır. Ticaret ve gelir temin etme işinde ken­dinden dana uygun olan kimseye işi, onun görmesi için, bırakır. Bu şahıs eşyayı foir fiyata satar. O şahıs bunu, bu fiyattan daha üstün (pahalı) alan birini görürse, mal sahibine hıyanet etmiş olur.» [335]

«Onuncusu: Toplumun işleriyle ümmetin idaresini iyi bir şekilde yap­mak, milleti korumak ve eğlence veya ibadetlerle ihmal etmemek için bizzat meşgul olmak ve durumlara kontrol etmek.» [336]

Bu, yüklenmeyi kabul ettiği emanetin vecibelerine bağlıdır. Çünki, halife devletten mes'ul kabul edilir ve devlet işlerini, eğlence ve diğer şeylerle meşgul olmak için başkasına bırakamaz. Şayet onun bu işe gücü yetmediği görülürse, bu takdirde onun, o işe ehil olan lehine hilâfetten ayrılması gerekir.

Valiler, yardımcılar ve bakanlardan, bunlardan herbirine muayyen bir mes'uliyet verilerek, yardım görmeye bir engel yoktur. Çünki, halife, zikrettiğimiz bu on vazifeyi tek başına kat'iyyen bizzat îfâ edemez.

O her bir iş için bakanlardan yardım isteyebilir; harp işleri ve cihad bakanı, malî işlere vergi toplama ve tevzî işine bakan bir şahıs, üçüncü­sü cezaları tatbik ve suçlarla ilgilenen bakan vs....[337]

 

Yetki Mi, Vazife Mi?

 

Kanaatımızca âlimler, halifenin yetkilerine, hilâfet İslâm nazarında mes'uliyet olduğu için, «Halifenin vazifeleri» ismini vermişlerdir.

Fakat modern Anayasa Hukuku bu mevzuda :    «Devlet başkanının

yetkileri» tâbirini kullanıyor. Yetki, şartlara göre genişler ve daralır. Bu­radan hareketle İslâm siyasî düzeni ile modern anayasa düzeni arasında, idare ve idareci düşüncenin temel anlayışında fark görüyoruz.

Gerçekten «Vazifeler» kelimesi İslâm'daki idare anlayışının ince bir şekilde ifadesidir. Hilâfet, halifenin istifâde edeceği yetkiler değil, yerine getirilmesi gereken vazifeler ve mes'uliyetlerdir.

Modern anayasa hukuku, devletin hukukî vazifelerini şu taksimat üzerine kurmuştur:

1-Yasama vazifesi: Karar (Tasarruflar) çıkarma fonksiyonunu ih­tiva eder ve idareci ve idare edilenler için hukukî gidişatın esaslarını gös­teren kanunî kaidelerin konulmasını ifâde eder. Bu vazifeyi çoğu defa, halkın seçim yoluyla seçtiği kimselerden meydana gelen bir hey'et îfâ eder. (Mutlak) Monarşik sistemde bu vazifeyi devlet başkanı yerine ge­tirir.

Kanun koyucu Allah olduğu için, bu vazifenin îslâm Siyasî Düzeninde yeri yoktur. [338]Ve İslâm Hukuku ise, baş mevkie sahip olması ge­reken Anayasadır. İdare eden ve idare edilenlerin vazifelerini belirten odur.

Devlet Başkanı ve Ehlü'1-hal ve'l-Akd, bu hukukun temel prensiple­rinden dışarı çıkamazlar. İslâm Siyasî Düzeninde Devlet Başkanının ışı, bu prensiplerin tatbikatına nezaret etmektir.

2-Yürütme vazifesi: Yürütme vazifesi, yasama organının koyduğu kanunları tatbik demektir. Biraz önce, îslâm Hukukunun yasama kuvve­tini ifade ettiğini belirttik. Yürütme Organının işi, İslâm Hukuku'ndan alman temel hükümleri, toplumun menfaati ışığı altında tatbik etmektir.

Devlet Başkanı, naslar içinde bulunmayan ve ona aykırı olmamak üzere bazı mes'eleler üzerinde çalışabilir. Bu durumda onun Shlü'1-hal ve'1-Akd'dan yardım istemesi, âlimler ve hukukçulardan istifâde etmesi gerekir. Hz. Ebu Bekir (Radiyalîahu anh) yeni hâdiselerle karşılaşınca, sa­habelerin ileri gelenleriyle istişare eder ve onların görüşlerini alırdı.

Hz. Ömer (Radiyalîahu anh) de sahabelerin ileri gelenleri ile istişare eder, onlarla istişare etmeden bir işi tatbik etmezdi.

Önva arazisi ismi verilen Irak'taki nıüslümanların fethettiği toprak­lar mes'elesinde ensar ve muhacirinden bir kısmını toplamış ve bu top­rakların, her sene belli bir miktar haraç Ödemek üzere, zımmî olan sa­hiplerinin elinde bırakılması, fethedenlerin arasında bölüşühnemesi mev­zuunda görüşlerini almıştı.

Mâverdî'nin zikrettiği ve bizim yukarıda belirttiğimiz vazifeîer yü­rütme organının işine dahildir. Bunların önemlileri şunlardır :

A-İçeride emniyeti korumak.

B-Dış düşman tehlikesine karşı cihad ve kaleleri korumak.

C-Vergileri toplamak ve ihtiyaç durumlarına göre sarfetmel:.

D-Devlet işlerini idare eden bakan ve diğer vazifelileri seçmek.

3-Yargı vazifesi: Yargının vazifesi, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilâfları halletmektir.

Mâverdî bunu, Allah'ın hükümlerini, kullarının telef olmama hak­kını korumak üzere (korumak için) cezaların tatbiki başlığı altında zikret­miştir. Hâkimleri tayin eden halifedir. Bu organın çalışmasından birinci derecede mes'ul olan da odur. Ancak, îslâm Hukukunu tatbik ettiği müddetçe, Halife bu organın hükümlerine müdâhale edemez. Herhangi bir yargı organının işine, ancak hâkim, sınırını aşar ve zâlim hükümler ve­rirse, müdâhale edebilir. Bu takdirde, devlet başkanı, hakkı sahiplerine iade ve adalet ve şerîatm gerekleri ile hükmetmek ve mazlumun üzerin­den zulmü kaldırmak için, müdâhale eder.

Bazı rejimler, yüksek bir murakabe hey'eti tesis etmiştir. Bu hey'e-tin vazifesi, bu üç organdan sâdır olan her şeyi murakabedir. İslâm'da her ferd, halife, halifenin bakanları ve memurları üzerinde murakabe rolünü haiz olup, mutlak tenkit ve doğru yola sevketme hakkı vardır.

Hulefâ-i Râşidin devrinde, bazı sahabelerin halifeleri tenkit ettiğini, onları, işlemleri ve fiillerinden hesaba çektiklerine çok rastlıyoruz. Halife de bu tenkitleri dinlemekte ve sonra da hepsi Kur'an ve Sünnet'in ha­kemliğine başvurmakta idiler.[339]

 

İkinci Altbaşlık

 

Halifenin  Haklaki

 

Devlet Başkanının üzerine birçok vazifeler yükledik ve ona devlet işlerinin idare ve himayesi, onları gözetmesi, terakki ve halkınma istikâ­metinde yürütmesi mevzuunda geniş mes'uliyetler verdik. Bütün bunlar, ancak ona idare edebilecek bir güç (kuvvet) vermek suretiyle gerçekle­şebilir. Bu yetki, ona itaat, emirlerini tatbik ve ona destek olmada ifâde­sini bulur.

Allah- şöyle buyuruyor :

«Ey îman edenler, Allch'a itaat edin, Peygamber'e ve saden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün.» [340]

Hz. Peygamber {Salialtahü Aleyhi ve Seltemj'den rivayet edilen birçok hadîs, devlet başkanı kim ve ne olursa olsun, ona itaatin vâcib olduğunu ve ancak, aykırı hareketin asla caiz olmadığı temel şer'î hükümlere aykırı hareket etmesi ve Allah'ın yasakladığını emretmesi halinde, ona itaat edilemeyeceğini ifâde etmektedir. Şayet böyle yapmazsa, emirlerine itaat edilir, onlara aykırı davranılamaz. Müslümanlar ona yardım etmeli ve yardım ve destek gereken, her halinde, ona destek olmalıdırlar.

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi veSeilem) şöyle buyurmuştur:

«Kişi, kendisine mâsiyeî (günah işler) emredilmedikçe, sevdiği veya sevmediği şeyi dinlemeli ve İtaat etmelidir. Mâsiyeî emredilirse dinlemez ve itaat emez.»

Müslim'in   İbn-i   Ömer'den   rivayet   ettiğine   göre,   Hz.   Peygamber (Sallallahü A teyki ve Sellem) şöyle buyurmuştur.

«Her kim İtâatden çıkar ve topluluktan ayrılır da, bu hal üzere ölürse, o kişi câhiliyef ölümü ile ölmüş olur.»

Müslümanlardan bir grup İmam'a isyan eder ve ona itaat ve yardımı reddederse, bu takdirde, İmam'a itâatden ayrılıp isyan eden kimselere ve müslüman cemaatin görüşü ve karşı gelenlere ait hükümler tatbik edilir.

Onlara yapılan muamele bakımından iki durum arasında ayırım yapılır:

Birinci hal: Müslümanlardan bir grup isyan etmiş ve fakat isyanla­rını ilân etmeden cemaatin (topluluğun) görüşü ve karşı çıkmışsa, bu tak­dirde onlar bir müddet kendi hallerine terkedilir; îmam'a itaate devam ederlerse, cezalandırılmazlar.

İkinci hal: Şayet bu grup îmam'a itâatden imtina eder ve İmam'ın haklarını kabul (edâ) etmezse, bu takdirde, tekrar itaat edinceye kadar onlara karşı harbedilir, onlarla çarpışılır.

Mâverdî şöyle diyor:

«Bir grup müslüman isyan eder, topluluğun görüşüne aykm davra­nır ve yeni uydurulan bir mezhebi aşın derecede müdafaa ederlerse, hu takdirde, îmam'a itaat etmeye yardımdan dışarı çıkmazlar (imtina etmez­ler), ayrı bir müstakil ülke edinmezler ve ayrı ayrı hareket ediyorlarsa, onlara devlet kudreti yetişir, onlara yerdim eli uzatılır, kendi hallerine terkedilir, onlara karşı iharbedilmez, leh ve aleyhlerine olan âdil hüküm­ler tatbik edilir...

Şayet âsiler, doğru yolda olanlarla mücadele niyetlerini açığa vururIsarsa, İmam onlara, hak inanca dönmeleri ve cemaate uymaları için ni­yetlerinin 'k&tülüğü ve uydurdukları mezhebin bâtıl olduğunu açıklar. İmanı öldürme ve had cezası tatbik etmeksizin, onlardan fesad niyetini açıklayanları, edeben ve tâziren cezalandırabilir.» [341]

Sonra şöyle diyor:

«Bu isyancı grup İmam'a itaatden imtina eder (kaçınır), devlete karşı vazifelerini ifa etmez, vergilerin toplanmasında ve hükümlerin tatbikin­de vazifeden kaçarlarsa, böyle yapmakla beraber, kendilerine ayrı bir İmam tâyin etmezler veya tâyin etseler hile, ona uymazlar ve vergilerini vermezlerse, mes'uliyetleri ortadan kalkmaz. Hak olmayan bazı hükümler tatbik ederlerse, böyle yapmakla beraber, kendilerine ayrı bir imam tâyin ederler ve onun sözüne göre (uyarak) vergi verir, onun emirlerini tatbik eder, hükümleri reddetmezler ve isteklere cevap vermemezlik etmezlerse, iki halde de onlara karşı, aykırı (farklı) davranıştan dönmeleri ve itaat etmeleri için, harbedilir,» [342]

İmam, onlarla çarpışmaya başlamadan evvel, itaat etmelerini isyan­cılardan istemelidir, şayet itaat etmezlerse, bu takdirde onlara karşı çar­pışma caizdir.

İsyancılarla çarpışırken, maksat, onları Öldürmek olamaz, tersine on­ları, isyanlarından dönüp, itaate gelmeye davettir. Şayet firar ederler ve onları yakalamak mümkün olmazsa, onlara, itaata (etmeye) dönmeleri için

fırsat verilir.

Âlimler, onları öldürmek için şu şartları ileri sürmektedirler [343]

1- Onlarla savaşmak kasdı, öldürmek ve yoketmek değil, sapıklık­tan çevirmek ve te'dip olmalıdır.

2- Göğüs göğüse savaşilmalıdır, kaçarlarsa, takip edilmezler,

3- Yaralananlar, bırakılıp terkedİbnemelidir.

4- Esirleri öldürülmemelidir.

5- Malları gûnimet olarak, çocukları esir olarak alınmamalıdır.

6- İsyancılarla savaşta İmam, muahhid müşrikler ye sımmîlerden yardım isteyemez.

7- İtaata dönecekler diye (için) anlaşma yapılamaz.

8- Evleri, ağaç ve bostanları yakılamaz. Çünki, onların ülkesi Dfir-ı İslâm'dır. Dâr-ı İslâm ise, orada oturanlara ve içindekilere toöyle bir nıua-mele yapılmasına engeldir.[344]

 

Sekizinci Başlık

 

Halifenin Azli

 

Yukarıda anlattıklarımız bizet hilâfet merkezinin, Devletteki en bü­yük bir mes'uliyet merkezi olduğunu göstermiştir. Ve hilâfete geçen şa­hıs, bu merkeze bağlı mes'uliyeti yüklenecek uygun ve ehliyetli bir şahıstır. Yukarıda halife olma şartlarını belirtmiştik. İslâm siyasî düşüncesi­nin hukukçuları bu halifelik şartlarını, bu emaneti yüklenecek uygun bir kimse olması için ileri sürmüşlerdir.

Mantıkî olarak, bîat yoluyla Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm iradesi ile seçilmiş halife, kendisinde bu şartlar mevcut olduğu müddetçe, bu merkezde bu­lunur. Bu şartlar bulunmaz veya bu vazifeyi görmeye engel bir şey olur­sa, bu takdirde, hilâfetten azledilir ve bu makama, onun mesuliyetini ta­şıyabilecek daha ehliyetli biri tâyin edilir.

İmam, belirttiğimiz ümmetin haklarını ifâ ederse, Allah'ın, onların leh ve aleyhindeki hükümlerini tatbik etmiş olur. Bu takdirde iki hakkı vardır : Durumu değişmediği müddetçe ona itaat ve yardım. Onun halini değiştiren ve imametten çıkaran iki şeydir :[345]

 

Birincisi: Adaletinden Ayrılması,

 

İkincisi: Bedeninde Noksanlık.

 

Adaletten ayrılması fısktır ve iki halde sözkonusu olur:

1- Şehvetine tâbi olması.

2- Şüphe çekici işler yapması.

Bunlardan birincisi, şehvetini kuvvetlendirerek ve hevâsma boyun eğerek ihlâl edici işler yapması ve yasaklanmış şeyleri ifâsına ait fiiller­dir. Bu durum, imamet akdinin yapılmasına (teşekkülüne) ve hilâfetin devamına engeldir. O, imamlığını akteden duruma dönse de, imamlıktan düşer. Adalete dönse de, imamete, ancak yeni bir akitle tekrar dönebilir. Bazı ilm-i kelâm âlimleri şöyle diyorlar: Adalete dönmesiyle, yeni bir ıkde ve bîata hacet kalmaksızın, imamete döner, ona yeniden bîat etmekte üyük meşakkat vardır.

ikincisi ise, inanca ait şüphe çekici işler yapması olup, hakka zıt olan ıareketlerdir. Âlimler bu konuda farklı görüştedirler. Bir kısmına göre, •nun şüphe çekici işler yapması, imamet akdine mâni olduğu gibi, de- vamına da mânidir. Böyle hareket etmeye devam ederse, imamet maka­mında duramaz (vazifesi sona erer), çünki hali, te'villi ve te'vilsiz fısk mânasına geliyorsa, te'villi ve te'viîsiz küfrüne hükmedilir. Basra âlim­lerinin çoğu ise, bu hareketlerin, onun yargı işlerini ifâsına ve şahitlikte bulunmasına engel olmadığı gibi, imamet akdine de mâni değildir ve bu hareketler onu imamlıktan çıkarmayacağım söylerler.» [346]

Mâverdî, adaletten ayrılması mevzuunu zikrettikten sonra, bedenine arız olan noksanlıklara geçmekte ve bunu üç kısma ayırmaktadır :

Birincisi: Havas (beş duyu) noksanlığı.

kincisi: Âza (organ) noksanlığı.

Üçüncüsü: Tasarruf (işlemler) noksanlığı.

Onun açıklamasından, hilâfete devama engel ve halifenin azlini ge­rektiren sebepleri şöyle sıralayabiliriz:

1- Delilik: Çünki, halifenin vazifesini görmesine engeldir. Delilik, hilafet akdinin yapılmasına ve hilâfetin devamına engeldir. Buna karşılık, bayılma hastalığı hilâfete devama mâni değildir, çünki geçici bir hasta­lıktır, halifenin vazife görmesine tesir etmez.

Bazıları, deliliğin devamlı olmasını şart koşmaktadır, çünki kesintili delilik hilâfet akdinin tesisine mani, ama, kesintisiz olması dışında, deva­mına mâni değildir.

Bu. isabetli bir görüş değildir, çünki kesintili veya kesintisiz delilik, başlangıçta hilâfet akdinin tesisine mani olduğu gibi, devamına da ma­nidir. Bu durumda halifenin azli ve bu vazifeye ehliyetli birinin getiril­mesi gerekir.

2- Körlük: İmamet akdine engel olduğu gibi, İmametin devamına da engeldir. Çünki, hâkimlik mesleğine engel ve gehadete mani olan şey, evleviyetle imametin sıhhatine engeldir. Buna karşılık görme zayıflığı ve gece körlüğü -geceleyin görememe -ise, imamet akdine engel olama­dığı gibi, devamına da engel değildir.

3- Sağirlık-Dilsizlik: Bu ikisi, başlangıçta imamet akdine engeldir. Bu konuda çeşitli görüşler vardır : Acaba bu ikisi de halifenin azlini ge­rektirir mi? Bir kısmına göre : körlük ile vazifesinden ayrıldığı gibi, bu ikisi sebebiyle de vazifesinden ayrılır, çünki her ikisi de tedbir ve çalış­maya tesir eder. Diğer bir grup şöyle der : ikisi (kulak ve dil) yerine işa­ret kullanılabileceği için, bunlar sebebiyle imametten ayrılmaz, tam bir şekilde her ikisi de olmazsa, ayrılması gerekir. Bir başka grup ise şöyle der: Yazması iyi olsa dahi, bu ikisi onun imametten çekilmesini gerek­tirmez.

İsabetli olan, sağırlık ve dilsizlik, imamet akdinin yapılmasına ve de­vamına engeldir, çünki her ikisi de, halifenin vazifesini ifâya engeldir.

4- İki elinin, iki ayağının olmaması: İki eli ve iki ayağı olmayan başlangıçta imamete geçemediği gibi, hilâfette bulunduğu sırada iki eli ve iki ayağı kaybolanın hilâfete devamı da caiz değildir. Çünki, her ikisi de halifenin vazgeçemeyeceği, hareketten acze (hareketsizliğe) sebep olur ve vazifelerinin ifâsına tesir eder.

5- Hacr: Bu, işlere zorla hâkim olan yardımcıları tarafından hali­feye baskın yapılmasıdır. Şayet işlere zorla hâkim olan, mâsiyetinr açığa vurmazsa ve açıklamazsa, bu imamete tesir etmez.

Şayet, devlet işleri üstünde istibdat tesir eden şahıs, dinin hüküm­lerinden dışarı çıkar, adaletin icablarından aynlırsa, bu takdirde halife­nin, bu müstebidden kurtulmada kendisine yardım edeceklerden yardım istemesi gerekir.

Kanaatimce, düşmanlarından kurtulamayan ve memleketin idaresin­de başkalarının istibdatma engel olamayan halife, hilâfet işlerini eline almaya ehil değildir.

6- Kuhre: Bu, îmamın galip gelen düşman eline düşmesi ve onlar­dan kurtulamama sidir. Bu durum, başlangıçta imamet akdine engeldir. Şayet ona imamet verildikten sonra esir düşerse, ümmetin hepsi, ima­mete yardımın gerektirdiği herşeyi yaparak, onu kurtarmaya mecburdur.

Bulunmasından ümit kesiîmişse, bu takdirde onu esir alanın müşrik ve isyancı müslümanlar olması durumunu gözden geçirmek lâzımdır.

Şayet onu müşrikler esir etmişse, kurtuluş ümidi olmadığı için, İmam­lıktan düşer. Ehlü'1-hal ve'l-Akd başka bir şahsa bîat etmelidir.

Yok eğer, halife isyancıların elinde ise ve kurtulması ümidi varsa. bu, imametine engel olmaz. Kurtulması ümidini kaybetmemiz dışında, esir olsa dahi, imameti devam eder. İsyancılar başka birinin imamlığına bîat etmişlerse, bu takdirde o, imametten düşmüş ve azledilmiş sayılır. Ehlü'l-hal vel-Akd'm aralarında, devlet işlerini idareye ehil birini imam olarak seçmesi gerekir. [347]

Bu noktaları, diğer bir bahiste belirttiğimiz imamın belli şartlara sa­hip olması şeklinde özetleyebiliriz. Şayet imam bu şartlan kaybederse, idare işlerini yüklenmeye ehil durumdan çıkarsa, Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm toplanması, istişare etmesi ve müslümanlar arasında fitneye sebep olma­mak şartıyla, ehliyetli bir şahsı imamete seçmesi gerekir.[348]

 

İkinci Altbaşlık

 

Haıife Nasıl Azlediür

 

Yukarıda, Mâverdî'nin, Halifenin azli için sıraladığı sebepleri belirt­tik. Ancak zihinlerimizde şu soru dolaşmaktadır. Soru şudur : Halife na­sıl azledilir?

Azline sebep olan belirttiğimiz sebepler, haram şeyleri irtikap etmek gibi, adaletine tesir eden, ya da, ehliyet ve bedenî selâmet bakımından hilâfet yetkilerine tesir eden şeylerdir.

Bizim için önemli olan mevzu, haram şeyler irtikâbı sebebiyle adale­tine tesir eden ve şehvetini kuvvetlendirmek, heva ve hevesine tâbi ola­rak yasaklanan şeylere boyun eğmesidir. Bu, Mâverdî'nin belirttiği gibi, fıskdır ve imamet akdine ve devamına engeldir.

Burada şunu soruyoruz:

Fâsık ve zâlim olan ve haram geyleri irtikâb etmekten vazgeçmeyen halifenin hal'i hususunda icmâ olduğunu görürüz. Dr. Er-Ris, işkence ve muharebe caiz midir?

Bu konuda ayaklanma ve kılıç kullanma konusunda âlimlerin çeşitli görüşleri olduğunu görmekteyiz. Bu görüşleri gözden geçirecek olursak, halifenin hal'i hususunda icmâ olduğunu görürüz. Dr. Er-Kis, işkence ve zulüm yapması halinde halifenin hal'i konusunda âlimlerin görüşlerini şöyle nakletmektedir [349]

1- Teftazani, Nesefî akaidi hakkındaki şerhinde, Şafiî'nin görüşünü rivayet ederek şöyle diyor:

«Şafiî'den rivayet edildiğine göre fısk ve fücur sahibi imam ve bütün hâkim ve emirler azledilmiş sayılır.»

2- Abdülkahir   El-Cürcani,   «Usulü'd-Din»   isimli   kitabında   şöyle

diyor:

«Bu durumdan döndüğü zaman, ümmet ona bir ölçü teşkil eder: Onu hatadan sevaba çevirmek yahut onun yerine başkasını getirmek ve onun­la birlikte aynı şeyi yapan hâkim, vali ve memurlarının da değiştirilmesi lâzımdır. Eğer onu yolundan vazgeçirip döndürür 1 erse ne âlâ, aksi halde kendisini değiştirirler.»

3- Şehristanî şöyle diyor :

«Sehâdet ve hâkimlik hakkında istidlal edilen hükümler, imamet için şart olan vasıflar hakkında da çıkarılır... Şayet bundan sonra, cehalet, zulüm, dalâlet ve küfrü görünürse imametten ayrılıp veya biz onu hal'e-deriz.»

4- Gazzalî, «İhya-i Ulumu'd-Dim» adlı kitabında şöyle diyor : «Zâlim Sultanın vazifesinden ayrılması gerekir, o, ya mâzuldur (azle­dilmiş sayılır), ya da azli gerekir. O, hakikatte Sultan değildir.»

5- Fahreddin-i Râzi, «Mefatihu'1-Gayb» isimli Tefsirinde şöyle diyor :

«Zâlimlere, Allah'ın emirleri konusunda güvenilemez (onlara emniyet edilemez). Bu mevzuda onlara tâbi olunmaz, onlar dinen imam olamazlar, âyetlerin delaletiyle fâsikın velayeti (memuriyeti) bâtıldır.»

6- Adudûddin El-îyci, «Mevakîf»'mda şöyle diyor : «Azledilmesi için gereken şartlar varsa, ümmetin İmamı hal' ve hakkı vardır. Kitabın Sarihi bu konuda misaller veriyor. Meselâ; onda nıüslü-manların durumlarını bozmayı amaçlayan haller görülüp ve dinî işleri bozma yoluna girerse azledilebildiği gibi, işlerin intizamı ve yolunda git­mesi için yerine başka birisini de tâyin edebilirler.»

İbn-î Hazım, «El-Faslu fi'I-Milel ve'1-Ehvau Ve'n-Nahl» isimli kita­bında İmamdan şöyle bahsediyor :

«İmama itaat, dizi Allah'ın kitabı ve Peygamberin Sünnetiyle idare ettiği müddetçe, vâcibdir. Bunun ikisinden, bir miktar ayrılsa bile, vazi­fesine devamına engel olunur, hakkında ceza tatbik edilir. Şayet hal'den başka çare olmayacağına inanılırsa, halledilir ve yerine başkası getirilir.»

Ayrıca bir başka yerde de şöyle diyor :

«Ondan bir zulüm sâdır olur, velevlsi çok az olsun, imamla hu mev-h zuda konuşmak gerekir ve bu durum vazifesine devama engeî olur. Şa­yet, zulümden vazgeçer hakka dönerse, iyiliğe tâbi olur, zina, kazif ve içki içene had cezası tatbik ederse, artık haPi için Iiiçkir sebep yoktur; o hal'i imkânsız bir imam gibidir. Yok eğer, kendisinin yapması gerektiği vazifelerden hiç bir şey yerine getirmezse ve dönüş yapmazsa, hal'i vâcib ve hakkı tatbik edenlerden birini onun yerine getirmek vâcibdir.»

Buradan şu hükmü çıkarıyoruz ki, âlimler, zâlim ve fâsık imamın haPine cevaz veriyorlar. Bu Ehlü'1-hal ve'1-Akci'm başvuracağı bir hal' şeklidir. Ayrıca böyle bir imam işlemlerinde ısrar ederse hal' ve azline hükmediyorlar. Ancak mes'ele şayet imam hal' kararını reddettiği takdirde ortada kalmaktadır. Acaba ona karşı silâhlı bir ayaklanma caiz mi­dir. Buna «kılınç çekmek» ismi veriliyor. [350]

 

Üçüncü Aitbaşlık

 

Zalim İmama Karşı Ayaklanmanın Hükmü

 

Âlimler zalim ve fasik imama karşı ayaklanmanın hükmü hakkımda iki görüşe sahiptirler. [351]

Birinci görüş: İmama karşı huruç ve onu kuvvetle hal'etmeyi caiz görüyor. Bu görüşü ileri sürenler, Mutezile, Haricîler, Zeydiler ve Mür-cielerin bir kısmıdır. Onlara göre bu şekilde hareket vâcibdir. Bu mev-zudaki delilleri de şu âyettir:

«İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda biribirinizSe yardımla­sın.» [352]

Diğer bir âyet de şudur:

«Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın.» [353]

Bir başka âyet de şöyledir:

«Allah ise; zalimler ahdime (rahmetime/ imametime, taatıma) eremez demişti.» [354]

Rivayet edildiğine göre Mutezile mensupları şöyle demişlerdir: «Biz bir tek cemaat idik, çoğu defa bize karşı olanlara galib geliyor­duk, imam için akid yaptık, uyandık, sultanı öldürdük ve onu izale ettik insanları görüşümüze tâbi kıldık.»

Haricîler ise zulmü ortadan kaldırmak, hakkı tesis etmek için imamın azli ve öldürülmesinin vâcib olduğuna karar vermişler ve zâlim imama karşı kılmç çekene yardım etmenin vâcib olduğunu söylemişlerdir.

İmama karşı hurucun vâcib olduğunu söyleyenler bu mevzuda, Emr-i bi'1-Mâruf ve nehy-i Ani'l-Münker'in vâcib olduğu hakkındaki (âyet ve) hadîslere dayanıyorlar.

İkinci görüş: Bu görüşün taraftarları, fitneye ve kan dökülmesine sebep olacağı için, imama karşı kılmç çekmenin caiz olmadığım söylü­yorlar. Bu görüş Ehl-i Sünnetin Çoğunluğu ve hadîs âlimlerinin görüşüdür. Ayrıca İbn-i Ömer, Sâd İbn-i Ebî Vakkas ve Üsame bin Zeyd gibi birçok sahabenin görüşüdür.

İbni Hazm, «El-Faslu fi'1-Milel ve'1-Ehvau ve'n-Nahl» isimli kitabın­da iki grubun görüşlerine karşı çıkıyor. Her bir grup Hz. Peygamber (Saliaiiahü Aleyhi ve Sellem) den rivayet edilen hadîslere dayanmaktadır­lar. [355]

Her iki tarafın delillerinden kanaatimizce şu durum ortaya çıkar :

Birincisi: Âdil imama karşı huruç caiz değildir. Ona karşı çıkmak isyan kabul edilir. Ve ümmetin halifeye yardım ve ona destek olması va­zifesidir.

İkincisi: Allah'ın hükmüyle hükmetmeyen ve günah işleyen, ve bu günahları kendisine mubah kabul eden imama karşı huruç vâcibdir. Ona itaat gerekmez. Ümmetten her fert ondan kurtulmaya çalışmalıdır. Çünki onun devlet başkanlığındaki varlığı aslında bizzat fitneye sebep olur.

Zikredilen 2 gruptan hiç kimsenin, iki grubun hükmünü açıklığa ka­vuşturduğu için bu ayrıma, aykırı bir şey söyleyeceğini zannetmiyorum.

Üçüncüsü: Fısk irtikâb eden, fakat onu açıklamayan imam veya ba­zılarının görüşüne göre hilâfete lâyık, diğer bir kısmının kanaatine göre lâyık olmayan imam, müslümanlarm onun hakkında tek bir görüşte bir-leşmedikleri kimsedir. İşte görüş ayrılığının yeri burasıdır.

Kanaatimce müslümanlarm Ehlü'1-hal ve'1-Akd'ı ona nasihat etme­lidir. Belki doğru yola döner ümidiyle beklemelidir. Şayet fışkında ısrar ederse, bu takdirde ona itaat gerekmez. Müslümanların onu mümkün olan her vasıta ile hal' için çalışmaları gerekir. Bu gibi tedbirlere, müslüman­larm, ancak fiilleri hakkında ona ceza tatbikini gerektiren sabit deliller ikâmesi mümkün olacak kadar fışkı ispat edildikten sonra tevessül etme­leri kanaatindeyim. Bu takdirde, ümmetin kendisine bîat ettiği yoldan uzaklaştığı için; ona bîat gerekmez.

İşte böylece, İslâm dininin sultana hudutsuz yetkiler verdiğini söyle­yen İslâm düşmanı müsteşriklerin yaydıkları propagandaların esassız (bâ­tıl) olduğunu anlamış bulunuyoruz.

Bu mânalar bize İslâm hilâfetinin genel esaslarını belirtmekte, hali­feyi şahsî gidişatında ve idaresinde sınırlayan kayıtları göstermektedir. Böylece İslâm hilâfetini, hiç bir sınıra bağlı olmayan ve hiç bir mura­kabeye tâbi olmayan müstebit hilâfet şeklinde göstermeye teşebbüs eden kasıtlı propagandaların maskesini düşürmüş bulunuyoruz. [356]                   

 

İkinci Bahis

 

Velayetü'l-Ahd (Veliahdlık)

 

Birinci Başlık

 

Velayetü'l-Ahb'ın (Veliahdlık) Mânası

 

Veliahdlık, eski halifenin, kendisinde halifelik şartları bulunan bir Şahsı, kendisinden sonra işbaşına gelmek üzere tayin etmesidir.

O halde hilâfet şartlan halifede mevcut olduğuna göre, bir hali­fenin, böyle bir mes'uliyeti ve vazifeyi yüklenmeye ehil gördüğü bir şahsı veliahd olarak aday göstermesi mümkündür.

Mâverdî şöyle diyor:

«Halifenin kendinden önceki halife tarafından tayini ile hilâfet ak-tinİn tesis edilebileceği hakkımda icmâ vardır ve iki sebepten dolayı müs-lürnatalar bunun sıhhatinde ittifak etmişler ve her iki sebebi de kötü gör­memişlerdir.

Birincisi: Hz. Hz. Efcu Bekir (Radiyallahu anh). Hz. Ömer (Radiyallahu anh)'i halife olarak göstermiş, onun zamanmda Hz. Ömer (Radiyallahu anh)"m halifeliğini müslümanlar kabul etmişlerdir.

İkincisi: Hz. Ömer (Radiyallahu anh; hilâfet işini Şûra'ya havale et­miş, cemaat fou Şûra'ya girmeyi kabul etmişlerdir. Bu kimseler o zamana göre inanç ve ahlâk bakımından tanınmış kimselerdi. Diğer sahabeler bu Şûra dışında bırakılmışlardır. Hz. Abbas'ın, Hz. Ali'nin Şûra'ya aıînma-yışim ayıpladığını ve  bunu Hz,  Ali'ye  söylemesi üzerine Bu iş İslâm'n mühim bir mes'elesidir. Benim Şûra dışında kalmam şahsım için mühim değildir.»

Daha sonra İmamet Aktinin yapılmasında Yeliahdhk usûlü üzerinde icmâ vâki olmuştur.» [357]

Ebu Yâîâ ise şöyle diyor :

«İmam, kendinden sonraki imam olacak kimseye veliahdlık verebi­lir. Bunun için, Ehlü'1-haî ve'1-Akd'm şehadctine ihtiyacı yoktur. Bu tarz, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh), Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'e; Hz. Ömer (Radiyallahu anh) ise, sahabeden altı kişiye veliahdtfk verdiği içiîî, doğ­rudur.» [358]

îbn-i Haldun ise şöyle diyor :

«Bil ki, İmameti ve meşruiyetim ilk önce anlatmamız, menfaati se fcebiyledir. İmamet, gerçek mânasîyle, ümmetin din ve dünyaları ile fcağî olan menfaatlere bakmaktır. İmamlar, ihayatında onlaırm üzerinde idarec: ve koruyucularıdır, Öldükten sonra, onların işlerini görecek ve kendisi gibi idare edecek şahsı veüahd tâyin eder. Halk sağken hükümdara güvendik lexi gibi, veliahdin de kendilerinin hayrı için çalışacağına inanacaktır.

Veliahd tâyinin cevazı ve tâyin olunduğu ümmetin ittifakı ile sâfoiı okluğu için meşru bîr iştir. Çünki, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh), Hz Ömer (Radiyallahu anh) e sahabelerin huzurunda, kendisinden sonra hali­feliği vermiştir. Sahaoeler ise, bunu uygun görmüşler ve Ez, Omeı (Radiyallahu anh) 'e itaat etmelerinin kendilerine vâcib olduğuna inanmış^ lardır. Aynı şekilde Hz. Ömer (Radiyallahu anh) âe, altı kişilik Şûra'ya veliahdlık vermiş, müslümanlar için bir halife seçmelerini istemiştir. OnJ lar bu vazifeyi birbirlerine havale etmişler, neticede kesin karar vermei yi Abdurnahman b.in Avf (Radiyallahu anhj'a bırakmışlardır. O da gayrd etti' müslümanlarm görüşlerini aldı ve onların Hz. Osman ile Hz. Al: (Radiyallahu anh) üzerinde ittifak ettiklerini anladı. Ve kendi fikir ve iç­tihadı Iİ3 hükmetmeyerek, kendisinden önce halifelik yapmış olası Hz. E Bekir (Radiyallahu anh) ve Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in iş ve hareketle­rini örnek alarak iş görmenin vâcib olduğunda ve karşılaşacağı hâdise­lerde kendisine muvafakat ettiği için Hz. Osman (Radiyallahu anhj'a 1b etti. Hz. Osman (Radiyallahu anh)f m. halifeliği kararlaştı ve müsîümaıılar ooa itaat etmeyi vâcib ka!bıü ettiler. Hz. Ömer (Radiyallahu ank) ve Hz, Osmaa (Radiyallahu anh.)'m halifeliğe tâyininde sahabeler hazır îbulunmuş-tu. Onlardan hiç biri itiraz etmediler. Bu durum, sahabelerin, bu veliahd­lık işinin sıhhatinde anlaştıklarını (ittifak ettiklerini) ve meşru kabul et­tiklerine delil teşkil eder. Bilindiği gibi, icmâ bir delildir.» [359]

Zikrettiğimiz naslar bize, prensip itibariyle Veliahdlığın caiz olduğunu göstermektedir. Çünki, halkın iradesi ile seçip bîat ettiği halife, kendi­sinden sonra halifeliğe lâyık olanı seçme hakkına sahiptir. [360]

 

İkinci Başlık

 

Veliahdlığın Şartları

 

Halife, kendisine veliahd tâyininde mutlak yetki sahibi değildir; on­da muayyen şartların bulunması gerekir. Bu şartlar daha önce zikretti­ğimiz halifelik şartlarının aynısıdır. Halife, bu şartlara sahip olmayan ve­ya bir şart dahi eksik olanı veliahd olarak seçemez.

Halife, kendi anlayışına göre, en uygun (saliı) ve en ehliyetli şahsı seçmelidir. Çünki, hilâfet emanet ve mes'uliyettir. O, kendisine güvenilen kimsedir, ancak bu işe ehliyetli olanın seçilmesi caiz olabilir.

Ebu Yâlâ şöyle eliyor:

«Kendisine veliahdlık verilen kimse için imamet şartları, ona veli-ahdlik verildiği zamana göre tesbit edilir ve hilâfete devam, halifenin ölümünden sonraki duruma göre kararlaştırılır.» [361]

Mâverdî ise şöyle diyor:

«İmam, veliahdlık vermek isterse, görüşünü feu işe en uygun (liya­kat sahibi) ve şartları en kuvvetli olan üzerinde toplamalıdır.» [362]

Binaenaleyh, halifelik şartları, kabiliyet, ehliyet, istikbalde iğlere bağlı mes'uliyeti yüklenme kudreti bakımından, veliahd'de de bulunma­lıdır. Çünki, veliahd, hilâfet makamını teslim alacaktır. Kudreti ve ehli­yeti konusunda şüpheli, ya da gidişatı, ahlâkı ve inancında itham edilir­se, insanlar ona güvenini kaybeder ve Halife, kendisine verilen emaneti kötüye kullanmış (suistimal etmiş) olur. [363]

 

Üçüncü Başlık

 

Veliahdlığa Ait Bahisler

 

Birincisi -Evlâdın veliahdlığı:

Prensip olarak veliahdlığm, ümmetin iradesi ile bîat edilen halifeye karşı kabul edilen güven sebebiyle, caiz olduğunu söyledik.

Fakat acaba halife, veliahdlığı oğullarından birine verebilir mi? Alim­ler, halifenin, gerekli şartların bulunması şartıyle, oğullarından birine ve­liahdlık verebileceğini söylüyorlar. Bununla beraber bu mevzuda şu şe­kilde bazı değişik görüşler de vardır:

Birinci görüş: Oğul ve babanın veliahdlığmı kabul eder. Ancak der­ler ki, bu mevzuda Ehlü'1-hal ve'l-Akd ile istişare edip, onların kendi saf iradeleri ile uygun görmelerine kadar, halifenin tek başına oğluna veya başkasına bîat etmesi caiz değildir. Çünki, babanın oğlunu tezkiyesi şe-hadet makamına kaim olur. Babanın, oğlu lehine, kendi tarafını tutmak­tan korkarak, şehâdeti caiz değildir?

İkinci görüş: Ümmetin Emîri olarak idare ettiği için, halifenin oğlu ve babasına veliahdlık vermesini caiz gö^ür. Bu velayet akdi, yakınlık sebebiyle değil, ümmetin menfaati ve idaresi sebebiyle muteberdir.

Üçüncü görüş: Seçmen hey'eti ile istişareye ihtiyaç olmadan, oğla değil, fakat babaya velayet akdini caiz görür, çünki, normal olarak in­san babasından çok oğluna temayül eder.

Bu durumda, halifenin görüşü, aday gösterme ve tezkiye açısından muteberdir, ancak Ehlü'1-hal ve!l-Akd'ın muvafakatinden sonra bağlayıcı olur.

Kanaatimce, Ehlü'1-hal ve'1-Akd'm, veliahd için veliahdlık akdine ait muvafakatinin sarih olması bir temel şarttır. Bu takdirde, halifenin yet­kisi tâyin değil (olmadan), sadece aday göstermeye inhisar etmektedir.

Mâverdî, çocuk için veliahdlık akti mevzuunda şöyle diyor:

«Veliahd, oğul veya baba olursa, sadece halifenin tek basma ona bîat akdetmesinin caiz olup olmadığı konusunda üç yol vardır:

Birinci yol: Seçmen hey'etiyle istişare edip, onlar ehil göstermedikçe oğul veya babaya halifenin tek basma bîatı caiz değildir. Bu'takdirde ona bîat akdi muteberdir (sahihtir). Çünki bu, onun lehine bir tezkiyedir ve şehadet hükümlerine göre hareket edilir, onun ümmetin başına getiril­mesinde ise idare esaslarına göre hareket edilir. Baba ve oğul lebine şe-hadet caiz değildir, onlardan biri lehine, ona meyletmesi sebebiyle, hali­feye râci olacak bir töhmet de söz konusu olamaz.

İkinci yol: Halifenin tek basma oğul veya baba için (bîat) akdi ca­izdir, çünki o, ümmetin üzerinde, onların leh ve aleyhlerine olan hükmü tatbik eden bir Emîr'dir. Makam, nesebden daha üstündür. Yüklendiği emanete kötülük yaptığı yolunda itham yapılamaz...

Üçüncü yol: Oğluna değil, fakat babasına tek basma bîat akdinde bulunması caizdir. Çünki, (insan) bünyesi, babadan çok oğula meyle sevkeder.. [364]

Çocukların veliahdlığa tâyinin caiz olması hakkında bahsettiklerimiz, toplumun menfaati şartına bağlıdır. Hiç bir şekilde, bu veliahdlığm ar­kasındaki esas itici kuvvet (niyet), tevarüs yoluyla velayetin geçirilmesi (intikali) olamaz. Çünki bu, dinî bir maksat değildir.

tbn-i Haldun bu mânada olmak üzere şöyle diyor: «Bu işde imam itham edilemez. Babasına veya oğluna veliahdlik ve­rebilir, çünki o (imam) hayatında onların işlerine bakan emin bir kim­sedir. Ölümünden sonra da onların işlerini yüklenecek veliahd tâyin eder. Buna karşılık bazıları, çocuk ve babaya veliahdhk vermesi hususunda müttehem olduğuna (tarafgirlik gösterebileceğine) kanidir. Bir kısmı ise, ancak oğlunu veliahd tâyin etmek hususunda müttehem olduğunu, babasim tâyin ederse ithama mahal olmadığını söylerler. Babasını tâyinin töh­metten uzak olduğuna kanidirler. Bilhassa, imam veliahd tâyin etmeğe, bir menfaat veyahut bir zararın önüne geçmek gibi bir sebep sevkettiği takdirde, hiç de mahal kakmaz (söz konusu olamaz).»

Daha sonra Muaviye'nin oğlu Yezid'i veliahd tâyini konusu hakkın­da şunları söylüyor:

«İşte bu sebeplerden dolayı Muaviye, halifeliğe, Yezid'den daha ehli­yetli diye sandığı, başkasını veliahd tâyin etmeden, Yezid'i veliahd yap­mıştı; daha yüksek fazilet ve meziyet sahibi Lulımduğu halde fazilette ondan aşağı derecede olanı seçmiş, ayrıca Muaviye'nin birliği korumaya düşkün olmasında, 'kanun koyucunun (Sari) nazarlıdaki, arzu ve emel­leri birleştirmenin öneminden ileri gelmiştir. Muaviye hakkında bundan başkası düşünülemez, onun adaleti, peygamberle olan arkadaşlığı (soh­beti), başka bir maksatla hareket etmesine engeldir. Ayrıca (Yezid'in ve­liahd tayin edilmesinde) sahabelerin ileri gelenlerinin hazır bulunmaları ve susmaları, bu işde şüphe edilecek bir nokta bulunmadığına bir delil teşkil eder.» [365]

Bundan sonra şöyle diyor :

«VeHahd tâyin etmekten maksat, oğulları vâris kılmaktan (ve hü­kümdarlığı irsî bir şekle sokmaktan) ibaret ise, bu takdirde veliahd tâ­yini dinî maksatlardan uzaklaşır. Çünki, bu bir Allah'ın emri olup, Allah (Azze ve Ceiie) , hükümdarlığı ve devleti arzu ettiği kuluna tahsis eder. Veliahd tâyin ederken, dinî makamlarla oynamaktan sakınarak, hayırh niyetle hareket etmek gerektir. Mülk (Devlet) Allah'ındır. O, devleti arzu ettiği kuluna verir  (bağışlar).» [366]

Biz, İbn-i Haldun'un, Muaviye'nin oğlu Yezid'i ve Emevîlerden bir başkasını işbaşına getirme mevzuunun münakaşası üzerinde durmuyoruz. Fakat çocuklara veliahdlik verilmesi dolayısiyle bazı noktalan şu şekilde belirtmek istiyoruz:

1- Veraset yoluyla lüruunda idareyi muhafaza niyeti varsa (olduğu takdirde), çocuklara veliahdlik akdi vermek caiz değildir.

2- Genel menfaatin bu yolla gerçekleşmesi halinde, çocuklara veli­ahdlik akdi caizdir.

3- Çocuklara veliahdlik akdinde,  Ehlü'1-hal  ve'1-Akd'm  buna  mu­vafakati ve daha sonra da müslümanlarm seçilen kimseye bîatı şarttır.

İkincisi -Veliahdlik bağlayıcı mıdır?

Veliahdlik mevzuunda sormaya devam ediyoruz : Acaba, halife tara­fından yapılan veliahdlik, ümmet için bağlayıcı mıdır?

Bu mevzu iki durumda sözkonusudur:

Birinci hal: Ehiü'1-hal ve'i-Akd ile istişareden sonra, kendisinde ha­lifelik şartları bulunan kimse için, halifenin veliahdlik vermesi. Bu halde veliahdlik bağlayıcı ve icraîdir, çünki, halife bu işi, ümmetin temsilcisi olan seçmen hey'eti ile istişareden sonra yapmıştır ve ümmet bu durum­da, bu veliahdlığı kabul ve yeni halifeye bîat etmeye mecburdur.

İkinci hal: Halifenin, Ehlü'1-hal ve'l-Akd ile istişare etmeksizin veli­ahdlik vermesi. Burada görüş ayrılıkları vardır.

Mâverdî'nin, Ehlü'1-hal ve'1-Akd'in muvafakatini şart koşmadığı an­laşılıyor. Halifenin tasarrufunu ümmet için bağlayıcı kabul ediyor. Or bu mevzuda şöyle diyor:

«Kendi görüşü ile bir şahıs tâyin etmişse, bakılır: Tâyin ettiği şahıs oğlu veya babası değilse, Ehlü'1-hai ve'1-Akd'dan kimse ile istişare etme­miş olsa bile, veliahde bîat akti yapması ve ona a'kdi tefviz etmesi müm­kündür. Ancak şu noktada, âlimler görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Biatin akdinde onların rızasının açıklanması şart mıdır, değil midir? Bazı Bas-ralı âlimler, ümmet için bağlayıcı olmak bakımından, bîat için seçmen ehlinin rızası şarttır. Çünki, imam seçme, toplumun bir hakkı olup, ancak seçmen hey'etinin rızası ile onları bağlar. Doğru olan görüş, veliahde bîat akdi tamamlanmıştır, bu hususta seçmen hey'etinin rızasını aramak ge­rekmez. Çünki, Hz. Ömer {Radiyaüahu anh) 'e yapılan bîat, sahabelerin rı­zasına feağlı kılınmamıştır. İmam'ın bu husustaki hakkı daha üstündür. Onun, veliahdı seçmesi daha isabetli, bu konudaki sözü daha tesirlidir.» [367]

Mâverdî'nin, Hz. Ömer (Radiyallalmanh)'e bîatm, sahabenin rızasına dayanmadığı yolundaki sözü «Doğru değildir.» Çünki, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) , Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'e, ancak sahabelerin ileri gelenleri ile istişareden ve gösterdiği adayı onların uygun bulduğunu gör­dükten sonra, veliahdlik vermiştir.

Tarihçilerin çoğu, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) 'in, Hz. Ömer (Radiyallahu anh)   mevzuunda sahabe ile istişare ettiğini zikreder. Hz. Osma» (Radiyallahu anh)   ona şöyle demiştir :

«Allah'a yemin ederim ki, bildiğim, onun gizli halı, alenî halinden daha hayırlıdır. Aramızda onun gibisi yoktur.»

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh), Hz. Ömer (Radiyallahu anh) mevzu­unda istişaresini tamamladıktan sonra, insanları topladı ve şöyle  dedi:

«Benden sıonra size bıraktığım halifeye razı mısınız? Allah'a yemin ederim ki, ben görüş sahiplerinin gayretinden uzaklaşmadım ve bana ya­kın olanları tâyin etmedim. Ben size Ömer bin El-Hattab'ı halife olarak bıraktım. Onu »dinleyiniz ve itaat ediniz. Onlar şöyle dediler: Dinledik ve itaat ettik.»

Hz. Ömer (Radiyailahu anh) ise, hilâfeti 6 kişilik bir hey'ete bırakmış, iş kendisine havale edilen Abdurnahman bin Avf ise, Hz. Osman (Radiyailahu anh) \ ancak insanlarla istişare etmesinden ve hilâfete kimin geçmesini arzu ettiklerini sorarak geçirdiği günlerden sonra, halifelik ma­kamına getirmiştir.

tbn-i Teymiye, «Minhacü's-Sünne» isimli kitabında şöyle diyor [368]

«Aynı şekilde, Hz. Ebu Bekir (Radiyailahu anh), Hz. Ömer (Radiyailahu anh) 'i veliahd tâyin ettiği zaman, onlar bîat ettiği ve itaat ettiği için imam olmuştur, şayet o kudretli ve ehliyetli olmasaydı, müslümanlar Hz. Ebu Bekir (Radtya'tlahu ar.h)'in veliahdlik vermesini kabul etmezler ve ona bîat etmezler, o da imam olmazdı.»

Sonra da şunu söylüyor:

«... İmam Ahmed şöyle demiştir: Hiç bir kavimde Osman'a yapıldığı gibi icmâ ile bîat edilmemiştir... Kudretli olmasaydı Abdurrahman bîat etmezdi, Hz. Ali (Radiyailahu cmh) bîat etmezdi, diğer sahabeler bîat et­mezdi, (ve) şevket sahibi olan (o) imam olamazdı.»

Bu naslardan öğreniyoruz ki, eski halifeden sonra halife olacak kim­seye veliahdlik verilmesi, ancak Ehlü'1-Hal ve'1-Akd'in muvafakati ile tamamlanır ve bağlayıcı olur. Şayet bu veliahdlığı kabul etmezse, bağla­yıcı sayılmaz.

Buradan hareketle, diyebiliriz ki, halifenin rolü, Aday gösterme ve tezkiye'dir. Daha sonra, halkı temsil eden seçmen hey'etinin rolü gelir. Onlar bu adaylığa bakar, şayet onu uygun bulurlarsa, bu, bağlayıcı ve ic-raî olur.

Üçüncüsü -Birden çok kişiye veliahdlik verilmesi:

Halife, belirttiğimiz gibi, bir şahsa veliahdlik verebilir. Aynı şekilde iki ve üç şahsa da verebilir. Âdeta şöyle demektedir : Benden sonra hilâ­fet, filân şahsa, o ölürse, ondan sonra filân şahsa aittir.

Bu tasarruf caizdir (yapılabilir). Caiz diyenlerin delili, Hz. Peygam­berin Mû'te gazvesinde orduyu Zeyd bin Harise'ye bırakması şeklindeki hareketidir. O şöyle demişti:

«Şayet Zeyd yaralanırsa, yerine Cafer bin Ebî Tâlib geçsin. O da ya­ralanırsa, Abdullah bin Ravaha. O da yaralanırsa, müslümanlar bir şahsı seçsinler.»

Zeyd kumandanlığa geçti, bir müddet sonra şehit edildi. Bayrağı Ca­fer aldı, kumandanlığa o geçti, bir müddet sonra, o da şehit edildi. Bay­rağı Abdullah bin Ravaha aldı, kumandanlığa geçti, bir müddet sonra o da şehit edildi. Bunun üzerine müslümanlar onuaı yerine Halid bin Ve-lid'i seçtiler.

Kendisine veliahıdlık verilen şahıs, Halife hayatta iken vefat ederse, yeliahdhk ikinci şahsa, o da ölürse üçüncüsüne intikal eder. [369]

Şayet esas halife ölse, birinci veliahd halife olduktan sonra, kendi­sinden sonra halife olmak için esas halifenin ismini zikretmediği bir şah­sa veliahdlik verirse, bu durumda hükmü nedir? Acaba halife olan birin­ci halife, ikinci veliahddan başkasına, esas halifenin veliahd tâyin tasar­rufuna aykırı olarak, veliahdlik verebilir mi?

Bazı hukukçular şöyle diyor : Halife olan birinci veliahd, ancak ken­disinden sonra gelen iki veliahd isteyerek veliahdlıktan çekilmesi şartıy­la, böyle bir tasarrufta bulunabilir, çünki veliahdlik o ikisinin sahip hak­kıdır.

Âlimlerin çoğunluğu, halife olan birinci veliahdın, hilâfeti istediği gibi çevirebilir, veliahdlığı istediği şahsa verebilir. Çünki, hilâfet kendi­sine intkal ederse, ona tam sahip olur ve onda tasarrufu caiz olur. Ve hilâfete lâyık birini veliahd tâyin edebilir. Çünki onun hakkı eski hali­fenin hakkından daha kuvvetlidir (üstündür), demektedirler.

Dördüncüsü -Halife Veliahdı Azledebilir mi?:

Bazı âlimler, Halifenin veliahdı, onu tâyin ettikten sonra, ancak onun halleri değiştiği takdirde, azledebileceğim söyler. Bu Mâverdî'nin görü­şüdür.

Ebu Yâlâ, «El-Ahkâmu's-Sultaniyye» adlı kitabında, Halifenin veli­ahdı azledebileceğim zikrediyor ve şöyle diyor :

«Halife bir şahsa veliahdlik verdiği takdirde, ölümünden evvel onu azledehilir. Çünki belirttiğimiz gibi, veliahdlik veren hayatta ve imam ise, veliahdm imameti kesin değildir. Kesin olmadığına göre, ıonu velİ-ahdliktan çıkarmak Halifenin hakkıdır. Tıpkı vasiyet yapan, lehine va­siyet yapılan şahsı çıkarabildiği gibi, çünki, o hayatta olduğu müddetçe vasiyet kesin değildir.» [370]

Bu iki görüş arasında  hali birbirinden ayırmamız gerekir.

Birincisi : Şayet son halife, seçmen hey'eti ile istişareden evvel veli-ahdlık vermişse, onu azledebilir. Çünki, gerekli olan muamele henüz ta­mamlanmamıştır, halife görüsünden dönebilir.

İkincisi: Son halife veliahdlık vermiş, daha sonra da Ehlü'i-Hal ve'l-Akd'm muvafakatini almışsa, bu takdirde, halife onu azletme hakkına sahip değildir. Çünki, mes'ele onun elinden çıkmış, veliahd ık, veliahdı­nın kesin hakkı olmuştur.

Üçüncüsü: Bulunması gerekli bazı şartların sona ermesi sebebiyle, veliahdın durumu değişse, bu takdirde, Ehlü'1-Hal ve'İ-Âkd'm muvafaka­tinden evvel veya sonra olsun, onun azli caizdir.

Beşincisi -Tarih kitaplarında belirtilen şeklîyle Vcliahdhlk: Kalkaşandı,   «Subhu'1-Âşa»  isimli  kitabında,   «Süleyman   hin  Abdül-melik»'in, Ömer lîn ATbdüIaziz»'in kendisinden  sonra  ge'ecek  halife  ve daha sonra kardeşi Yezid bin Abdülmelik için yazdığı vehahdhk metnini zikrediyor. Metin şudur[371]

«Bu, Emîrü'l-Mü'minin ve Halifetü'l-Müslimin Abdullah Süleyman Hm Abdülmelik'in verdiği veliabdhk metnidir. O, Allah (Azze veCelle)'a, ru-bubiyeti ve vahdaniyetine, Muhammed (Sallaîlahü Aleyh: ve Sellem)"ın onun kulu ve Resulü olduğuna, onun bisetinin, iyi kullarına müjde verici, gü­nahkâr kullarına ceza (nazir) olduğuna şehadet eder. Hiç şüphe yok ki, cennet ve cehennem, her ikisi de mahluk olup, haktır. Allah cenneti ken­disine itaat edenler için rahmet ve mükâfat olarak, cehennemi, kendi­sine isyan edenler için zorluk ve ceza olarak yaratmıştır. Kendisinden af dileyenler için afvı iyiliksever ve kerem sahibi olarak hareketi vâcîb kıl­mıştır. Süleyman, nefsi hakkında Allah'ın bildiği günahlarını ve nefsinin bildiği Rabbine isyanını kabul eder. Nefsi hakkında Allah'ın yarattığa ce-zaya müstahak olduğunu kaful ve kendisi için, yarattığı ve vâad ettiği rahmet, afv ve mağfireti rica eder. Hayrı ve şerri ile yaptığı (yarattığı) her şey, iradesi ile yaratılmış (yapılmıştır), yapmasıyla yapılmıştır. O (Allah) ihâdi (hidayet edici) dir, hidayet ettiği ve rahmeti için yarattığı kimseleri şaşırtıcı değildir...»

Sonra şöyle diyor :

«Veliahd Süleyman Tbm Ahdülmelik, Emîrü'l-Mü'minin, onun Ölümün­den sonra, askeri, vatandaşı, resmî ve özel şahıslar ve Allah'ın }ıeni üzer­lerine halef, koruyucu ve idareci yaptığı kimseler içinde amcam oğlu, iyi (sâlih) bir insan «Ömer bin Abdülaziz bin Mervan'ı veliahd olarak bırakiyorum. Çünki, or-un iç ve dış halini biliyorum. Bu mevzuda, Allah'ın rı­zasını ve rahmetini rica ederim, mşaaliah. Onulan sadece hayır (h işler) gördüm, onun kötü fiillerine ittıla keşfetmedim (bilmem). Oğlumun kü­çüğü ve büyükleri Ömer'e (tâbi olsun). Dileğim, acele etmemeleridir. Ve­balim onlarm ve mü'miuı ve nuisîüman cemaatin üzerinedir. O Erharmır-rahimindir. Onlar, ahdini ka'jul ettiler. Allah'ın selâm ve rahmeti üzeri­nize olsun, bu emrimden yüz çeviren veya Usu ahdime karşı gelen dileğim ümmet-i Mulıammed'den kimsenin ona karşı gelmenıesidir. -Karşı gelen delâlettedir ve delâlete sevkeder. Şayet karşı çıkarsa omlar içindeki ve­liahdım, kılıca kılıç, çarpışmaya çarpışma ile cevap versin. Onlar, onlara (isyancılara) cevap versin. Onun heybetine, onlar korkarak katılırlar. Allah Müsteandır (yardım isteyene verir). Velâ havle velâ kuvvete illâ bilîahi'l-Kadimil-İhsan.» [372]

 

Üçüncü Bahis

 

Vezaret (Bakanlık)

 

Zamanımızda bakanlık, Yasama Organından çıkan kanunların tat­biki işine bağlı bir yetkiye verilen isimdir.

Devletin başkanı, ehliyet ve kudret sahibi bir şahsı bakanlar kuru­lunu teşkil etmekle vazifelendirir. Bu şahsa «Başbakan -Bakanlar Ku­rulunun Reisi» ismi verilir. O, ehliyet ve ihtisas sahibi şahıslardan ba­kanlarını seçer ve devletin her bir idaresine, onun işlerini idare edecek bir bakan tâyin eder. Bu bakan, başbakana karşı mes'uldür. [373]

 

Birinci Başlık

 

Vezaretin (Bakanlığın) Mânası Ve Doğuşu

 

Bakanlığın Mânası:

 

Tarihçiler «Bakanlık» kelimesinin mânası üzerinde farklı görüşlere sahiptirler. Maverdî, «Edebü'l-Vezir» isimli kitabında bakanlık prensiple­rini ve Sultanın siyasetini belirtmektedir. Bakanlık kelimesi bu mâna­dan müştaktır. Bu kelimede üç değişik cihet vardır :

Birincisi: Bakanlık El-Vizr kelimesinden müştaktır (türetilmiştir). Bu ise ağırlık demektir. Çünki. bakan sultandan yüklerini almaktadır.

İkincisi: Bakanlık El-Ezir kelimesinden müştaktır (türetilmiştir). Bu

ise yardım   (destek)   demektir. Çünki, Sultan beden kuvveti olarak, ba­kanın  yardımıyla  kuvvetlenmektedir.

Üçüncüsü: Bu kelime Vizr kelimesinden müştakttr (türetilmiştir). Bu ise, melce (sığmak) demektir. Çünki, bu Âyet-i Kerîme'de şöyle denil­mektedir :

«Hayır! Hiç bîr sığınak yok.» [374]

Yani hiç bir sığınak yoktur. Çünki, Sultan onun görüşüne ve yardı­mına sığınmaktadır. Çünki, o siyasî hâdiselerin merkezindedir; İşler ona havale edilmiştir. Hatta bir İran kralı şöyle demiştir: «Bakanlar işleri idare eden ve malları kazanan kimsedir.» [375]

İbn-i Haldun şöyle diyor:

«Bakanlık, vezirlik» Devlet ve sultanlık işlerinin ana temelidir. Çünki, vezaret kelimesi mutlak yardım etme mânasına gelir ve, ya muvazere kelimesinden alınmadır. Bu ise yardım demektir. Yahut ağırlık mânasın» gelen vizr kelimesinden, bakan (vezir) kendisini memur eden hükümda­rın ağırlıklarını kaldırıyormuş gibidir. Bu ise mutlak yardımlaşmanın ica­bıdır.» [376]

Vezaretin Ortaya Çıkışı: Vezaretten maksat, halifenin, kendisine yardım edecek, yanında yer alacak ve halifenin arkasında duracak kim­seden yardım istemesidir. İslâm'ın ilk devirlerinde mevcuttu. Çünki, Hz. Peygamber (Saîîaîlahü Aleyhi ve Sellem) kendisine sunulan birçok mes'ele-lerde ashabı ile istişare eder ve onların görüşünü alırdı.

Hz.    E'bufoekiır     (Radiyallahu anh) de    devlet    işlerinde    Hz.    Ömer

(Radiyalîahu anh) ile istişare ederdi. Bu sebeple daha sonra ona, Hz. Ebu-bekir (Radiyallahu anh) adalet işlerinde çoğu defa dayandığı için «Ebu-bekir'in veziri» ismi verilmiştir.

Hz. Ömer ise, Hz. Ali ve Hz. Osman (Radiyallahu anh) 'a iki müsteşarı ve yardımcısı olarak itimad eder, devlet işlerinde onlarla istişarede bu­lunur, kitabet, hâkimlik ve diğer işler gibi birçok işleri de onlara yüklerdi.

Hz. Ömer (Radiyallahu anh), Abdullah bin Mes'ud (Radiyallahu anh) 'u Kûfe'ye göndermek istediği zaman onlara (halka), bu mevzuda şunları söylemiştir:

«Ben size Ammar bin Yasir (Radiyallahu anh) 'i emîr olarak, Abdullah bin Mesud  (Radiyallahu anh)'a muallim ve vezir olarak gönderdim.»

Her halifenin devlet işlerinde ve işlerin tanziminde kendisine yar­dım edecek, bîr veya birden çok müsteşarı bulunurdu. Fakat onlara «ve­zir»  ismi verilmemiştir.

Hatta Emevîler devrinde bile vezaret kelimesi bilinmiyordu. Ancak Emevî halifeleri görüş sahipleri (Ehlü Rey) ve bilirkişilerden yardım is­ter, onlardan bilgi alırlardı. İşte bu kimseler bakanlar (vüzera) rolünü ifa ederlerdi.

Adam Metz, «Hicrî 14. asırda İslâm medeniyeti» isimli kitabında şöy­le diyor:

«Emevîler devrinde, esasları kaidelerle tespit edilmiş bakanlık yok­tu. Bu hususta kaide bile mevcut değildi. Sultanın müsteşarlarından bilgi ve görüş sahibi olanlar vüzera (bakanlar) yerinde hareket ediyorlardı. Onlardan birinin ismi Kâtib veya Müşir idi.» [377]

İbni Haldun ise şöyle diyor:

«Halifelik hükümdarlık şeklini aldıktan ve hükümdarlık merasim ve törenleri, lâkıabİarı kabul edildikten sonra, ilk önce kapıya önem veril­miş, halkı halifenin katma sokmamak için kapıcılar tâyin edilmiştir. Hz. Ömer, Hz. AH, Muaviye, Amr îfenü'I As (Radiyallahu anhüm)'a ve başka-lairına Haricîler ve diğerleri tarafından yapıldığı gibi, kendilerine sui­kastlar yapılmasından korkmuş ve sakınnuşlardır. Üstelik kapı açık bu­lundurulduğu takdirde, halifelerin yanında kalabalık toplanacak ve onları devletin önemli işleriyle meşgul olmaktan alakoyacaklardı. Bu gibi se­beplerden dolayı halifeler kapılarına birini memur edip ona hâcib (kapıcı veya mabeyinci) ismini verdiler... Zamanla devlet büyüdükten sonra, ka­bilelerin ve boylamının işlerini ve onları ülfet ve itaat ettirmek hususla­rına, onlarla konuşmak ve istişarede bulunmak üzere müşavirlik ve yar­dımcılık (muin) görevi ihdas edildi. Bu görevin başında bulunana vezir adı verildi... Devletin bütün işleri emir ve yasakları, memuriyetlere tâ­yinler, koruma ve korunma, hak ve hukuk dileme, buna tâbi olan ojrdu dairesine, aylık ve bağışlara bakmak, tâyin etmek gibi ıdevletin idare­siyle ilgili diğer 'bütün işler vezir tarafından idare olunur ve görülür­dü.» [378]

Abbasî idaresi, hilâfet kendilerine intikal edip başlayınca devletin bazı müesseselerini İranlılar'dan aldılar. Bunlardan biri vezarettir (ba­kanlıktır). Böylece vezirin işi ve yetkisi büyümüş, yetkisi çok genişle­miştir. Vezir, halifenin en baş yardımcısı olmuş ve onun adına (devleti) idare etmiştir. Devletin malî ve idarî bütün işlerinde karar vermiş ve halife adına devletin bütün işlerini kontrol etmiştir.

Yine İbni Haldun şöyle diyor :

«Albbiasüeır devleti  kurulduktan,  devlet lüyüdükten, derece ve şev­keti yükseldikten sonra, vezirin kudret ve derecesi de o derece arttı, Ha­lifenin naibi olarak devletin bütün emir, yasak ve idarî işleri vezir tara­fından görüldü. Vezirin devletteki yeri ve vazifeleri tayin ve test it edildi. Herkes osna başvurdu. Herkes ona itaat etti, askerin aylıklarını ve mas­raflarını temin  etmek  onun  vazifesi olduğu için,  devletin malî işlerine ftakmak da onun vazifelerîndendi. Paralar ve devletin bütün geliri onun tarafından  toptandı  ve  sarfedildi.  Devlet  başkanının  sırlarını  saklamak için yası ve haberleşme işlerine bakmak daM onun vazifesi idi. Üstelik halkın dili bozulduğu için mektupların ve diğer yazılarının dil bakımın­dan doğru ve fasih olmasına fcakmak da ona havale edildi. Taklidinden ve belli olmasından sakınmak üzere Sultan adma yazılan yazıları mühür­lemeye de o memur oldu. Devlet başkanının mührü ona teslim edildi... Böylece kilmeîa kalem, yani devletin yazı iîe ilgili olan bütün işleriyle, korunma, koruma ve savaş işleri, yardımcılıktan ibaret olan vezirliğin bü­tün mânaları vezirin şahsında toplandı.» [379]

Abbasilerin ilk vezirlerinden biri Ehu Selma Hafz bin Süleyman El-Hallâl ve Ebûl A'bbias Es-Saffah idi. O. İslâm'da vezir olarak adlandırılan ilk şahıstır. O, Abbasiler devrinde meşhur olan ve işleri Harun Reşit za­manında ele geçiren ve onlara mutlak hâkim olanlardandır. [380]

 

İkinci Başlık

 

Vezarkt  (Bakanlık)  Çeşitleri

 

Halife, devletin en yüksek idarecisi ve ülkesinde cereyan eden bütün hâdiselerden birinci derecede mes'uî olan bir kimsedir. Tabiî ne kadar kuvvet ve dirayet sahibi olursa olsun, halife kendisine bağlı bütün işleri bizzat göremez. Bu takdirde kendisine devlet işlerinde yardım etmek üzere muavin ve müsteşarlar seçecektir.

Bu yardımcılardan en mühimi vezirlerdir. Devlet işlerinin idaresinde halifeye yardım eden grup onlardır. Onlara verilen yetkileri nazara ala­rak vezirliği ikiye ayırabiliriz :

1- Vezaretü't-Tefviz  (Geniş yetkili Bakan),

2- Vezatretü't-Tenfiz (İcra Bakanı). [381]

 

Birinci Altbaşlık

 

Vezaretü't-Tefviz  (Geniş Yetkili Bakanlık)

 

Vezaretü't-Tefviz'in Mânası:

 

Vezareui't-Telviz, Halil'e adma devlet işlerine bakmak üzere, hali­fenin kabiliyet, ehliyet ve dirayeti iîe tanınmış bir şabsı tâyin etmesidir. Bu vezir, devlet işlerini yürütmede, Halife'ye başvurmadan, bütün yet­kilere sahiptir.

Bu yetki, uygun gördüğü tarzda tasarrufda bulunmada yetkilendiril­miş bir vezir olmak bakımından, genel vekâlet (vekâletü'1-âmme) cihe­ti yle d ir.

Âlimler, tefviz vezaretinin kurulmasının caiz olduğunu söylüyorlar. Bu konudaki delilleri de şunlardır.

Hz. Musa (Aleyh sseiâm) hakkındaki âyette şöyle deniliyor:

kendi ailemden  bir de vezir ver.  Biraderim  Harun'u.  Onunla ssrtımı kuvvedendir. Onu İşimde ortak ksl.»[382]

Böyle bir vezirlik, Peygamber için caiz olduğuna göre, evleviyetle imam için de caizdir.

İkincisi -İhtiyaç :

Çünki imam, bütün işleri bizzat kendisi yapamaz; mutlaka başkasın­dan yardım dileyecek, yetkilerinden bir kısmını kullanmak için onu yet-İdîendirecektir.

Mâverriı şöyle diyor :

«Vezirlik iki kısımdır: Vezaretii't-tefviz ve Vezaretü't-tenfiz.

Tefviz vezirliği, Halifenin, işlejrin idaresinde, kendi görüşü ve içtiha­dına göre harelret etmek üzere  yetkilendirdiği vezirdir. Bu çeşit vezir­liğin kurulmasına engel bir şey yoktur.    Allah,    Peygamberi Hz. (Aleyfcsselâm)   ile iîgili olayda şöyle diyor:

«Bana kendi ailemden bir de vezir ver. Biraderim Harun'u. Onunlo sırf;m? kuvvetlendir, onu işimde ortak kıl. [383]

Böyle bir vezirlik, peygamber için caiz olduğuna gc'ıre, imam için de caizdir. Halifeni», ümmetin işlerini idajre için verdiği vekâlet, bütün işlerde aynı kudrete sahip olduğunu göstermez. Ancak vekâlet alma su­retiyle hareket edebilir. Halifenin işlerine ortak olan vezirin nâibliği da­ha çok devlet işlerinin yerine getirilmesinde, .halifeliğe zarar verecek iş­lerin dışında, kendi kep dine hareket etmesi geırekir.» [384]

Tefviz veziri; müstakil ve tam yetkiye sahip olup, bu yetki içinde içtihadına göre hareket eder. Bu husustaki yetkileri, işgal ettiği ve hali­feden sonra ikinci olan makamdan kuvvetini alan, geniş yetkilerdir.[385]

 

Tefviz Vezirinin Şartları:

 

Tefviz vezirinde, halifede bulunması şart olduğunu belirttiğimiz şart­ların bulunması gerekir. Bunlar: İlim, adalet, bedenî selâmet ve veza-rete uygun ve ehliyetli olmaktır. Çünki bu şartlar, halife için zarurî oldu­ğu gibi, vezir için de zarurîdir. Çünki vezire bağlı olan işler, halifeye bağlı olan işlerden az değildir. Bu sebeple, halifede bulunması gereken şartların onda da bulunması şart koşulmuştur.

Ancak âlimler bu şartlardan neseb şartını aramamışlar, tefviz vezi­rinde Kureyş nesebini şart koşmamışlardır. Kendisinde kabiliyet ve eh­liyet olan herkes bu makama geçebilir.

Mâverdî bu vezirin şartları hakkında şunları söylüyor : «Bu vezarete tâyinde, neseb dışımda halife için aranılan şartlar iste­nir. Çünki vezir, görüşlerini kesin şekilde tatbik ve içtihadını icra ede­bilmelidir. Onun bir müçtehidn vasıflarına sahip olması gerekir. O, ken­disine yetki verilen, hajrb ve haraç gibi işlerde, ehliyetli biri olmalı, bu mevzularda tafsilâtına kadar bilgisi bulunmalıdır. O, bu işleri bizzat, ba-zian da nâib tâyin ederek yapacaktır. Nâib tâyin etmede, ancak kendisi gibi ehliyetli birini tâyin edebilir. Ehliyetsiz bir kimse bu işleri yapamaya­cağı gibi, ehliyetsiz bir vezir de yapamaz. Nâlbde aranacak şartlar vezir­de aranacak şartl&ırm aynıdır. Devlet işleri ancak bu vasıflara sahip kim­seler eliyle yürütülebilir.» [386]

Vezirin özellikleri:

Anlatıldığına göre Halife Me'mun vezir seçme konusunda tanıdığı birine şunları yazmıştır

«Ben işlerimin idaresi için üstün özellikleri kendinde toplamış bir adam seçtim. O, ahlâkında iffetli (namuslu), tuttuğu yolda doğruluk sa­hibidir. Terbiyesini güzel, tecrübelerini kuvvetli buldum. Kendisine sır­lar tevdi edilirse, ona göre hareket eder, kendisine önemli işler verilirse, dilçkatli hareket eder. Yumuşaklık onu susturur, ilim onu konuşturur, ona bir anlık bakış kâfidir (kâfi gelir), bi|r imâ yeter. Onda komutanların kuvveti, filozofların (hükemâ) isabetliliği, âlimlerin tevazuu, hukukçu­ların anlayışı mevcuttur. Ona iyilik edilirse, teşekkür eder, kötülüklere mâruz kalırsa sabreder. Yarınından mahrum kalma uğruna bugünün na­sibini satmaz. Dilinin (konuşmasının) tatlılığı ve güzel açıklaması insan­ların kalblefrini çalıyor (çalar).»

Bazı arab şairleri bu Özellikleri özlü bir şekilde toplamışlar ve Ab­basî devletinin bazı vezirlerini vasfetmişîerdir. Onlardan biri şöyle de­miştir :

«İnsanlar için işler şüpheli (anlaşılmaz) olduğunda, o vezirin açıkla­ması ve görüşü hemen görülüfr. Bir gün müşavirler ve müşirler âciz ka­lırsa (kaldığında), o vezir bütün işlerinin Ömrü boyunca üstesinden gelir. Kalbler sıkıntıdan darahrsa (daralsa), onda geniş ve sıkıntılara karşı ko-yabilen bîr kalb vardır.»

Vezijr olma (Vezarete geçiş) :

Vezirlik, âmme (kamu) vazifelerinden biridir ve ancak bir akitle ta­mamlanır (verilir). Akitler ise, sadece ona işaret eden kelimelerle tamam­lanır.

Vezir olmayı temin eden kelimede bulunması gerekli şartlar ikidir :

Birincisi -Görüşün Genişliği: Bu, tefviz vezirliği şeklinde, halife­nin yetkisi içindeki bütün işlere bakma yetkisi verilmiş gibi, işi belir­tilerek tayin edilmedir.

İkincisi -Nâiblik: Bir şahsa vezirlik vermek bir nevi niyabet oldu­ğundan, vezir yapmada kullanılan kelimenin, mutlaka niyabet mânasına Şâmil olmalıdır. Halife, vezire şöyle demektedir: «Bana ait işlerde, benim adıma (niyabeten) seni tâyin ettim.» Bu kelime, görüş genişliği ve niya­bet mânasını şâmil olur.

Bu konuda Önemli olan, konuşma ile veya yazı ile olsun, vezire, tef­viz vezirliğinin verilmesidir. Kelime açık ve kendisinden kastedilen de açık olmalı, Halife adına niyabet mânasını taşıyan bir ifadeyi içine al­malıdır (şâmil olsun).

Mâverdî şöyle diyor :

«Vezirliğe lâyık bir şahısta bütün bu vasıflar tamam olunca, vezirlik veren halifenin sözü ile tayini muteber olur. Çünki, velayet (kamu gö­revi) bir akti gerektirir. Akitler ise, ancak sarih bir kabul ile muteber olur. Halifenin, Toir şahsa vezir gözü ile bakması ve ona (bir işi yapması için) izin vermesi ile onu ihükmen vezir tayini tamamlanmış olmaz. Ör-fen, vezir idarecilik makamına gelse (gelmiş olsa), vezirliği iki şartı şamil bir sözle akdedilmesi gerekir : Sirİncisi, görüşün umumîliği, ikincisi, ni­yabet. Şayet, niyabet olmaksızın, sade genel bir fikire inhisar etmişse, o hususî bir vazife iîe vazifelendiriSmîş sayılır, bu yetkilendirme ile ve­zirlik icra enlemez. Yalnız niyabete inhisar etmişse, belli olmayan lir İ$e nâiN tâyin edilir, özel olarak veya bijr işin yapılması ve yetkîiendiriimesi sayılır (kabul edilir), fau yetkilendirme ile vezirlik yapamaz. Şayet iki şart bîrden tahakkuk ederse., vezirlik akdi tamamlanmış olur. [387]

İki şartın birden tahakkuku iki suretle olur :

Birincisi, âkit hükümlerine göre, özel olarak söylemekle olur : «Bana ait işlerde, benîm adıma (niyabeten) seni tâyin ettim.» Bu su­retle  vezirlik akdi île  kurulmuş   (tamamlanmış)   olur. Çünki, fon sözde, genel î)ir fikir ve

vezirlik teessüs etmiştir. tadır, yani genel bijr fikir ve niyabet. Bir ihtimale göre ise, vezirlik tees­süs etmemiştir, çünki izin vermeden evvel akdin teşekkül etmesi gere­kir. Akitlere ait hükümlere göre isinle akit sahih  (bitmiş)  olmaz.» [388]

Mâverdî bundan sonra, vezirlik vermeyi ikmal eden sözlerin tafsi­lâtını nakletmekte, sözün ne zaman muteber ve işaret ettiği mânanın ne olduğunu belirtmektedir.

Bu mes'eleyi ayrıca, Kadı Ebu Yâlâ Muhammcd bin El-Hüseyin El-Ferra, «EI-Ahkâmu's-Suîtamyye» isimli kitabında zikretmekte, ancak Mâverdî'nin belirttikleri dışında bir şey söylememektedir. [389]

 

Tefviz Vezirinin Vazifeleri:

 

Tefviz vezirinin mutlak yetkiye sahip olduğunu söyledik. O, bu yet-kişini, halifenin kendisini, onun adına devlet işlerini idarede vazifelendir­mesinden alır.

Tefviz veziri, bütün tasarruflarını halifeye sunmaya mecburdur, tâ ki halife, kendi devletinde işleri idare ile mükellef olması sebebiyle, nelerin cereyan ettiğini bilsin. Halife de, vezirin fiillerini gözden geçirmeli, uy­gun olanlarını kabul, hak ve adalete aykırı olanları reddetmelidir, çünki devlet işleri ona tevdi (emanet) edilmiştir.

Binaenaleyh, vezir halifeye kar?ı mes'uldûr. Vezire tanınan yetkiler geniş olmasına rağmen, halifenin, kendisinin murakabesinden uzak olan işler sebebiyle istibdat kurmasın diye, vezirinin tasarrufları hakkında bil­gi sahibi olma hakkı vardır. Çünki, ümmet işlerini ona emanet etmiştir. O, kendisiyle beraber çalışan herkesin hatalarından dolayı mes'uîdür.

Ebu Yâlâ şöyle diyor :

«İmara adına istibdat husule gelmesin diye, tefviz veziri, aldığı ted­bir ve tatbik ettiği şeylerden imama kilgi vermeye mecburdur. İmam, uygun bulduğunu kabul ve aykırı gördüğüne engel olmak gayesiyle, ve­zirin fiilleri ve işlerinin idaresini kontrol etmelidir; çün&î, ümmetin ida­resi ona ve onun içtihadına emaaıet edilmiştir. Bu vezirin bizzat idare etmesi ve idareyi yürütmesi hakkı olduğu gibi, bu işleri İmam da yapa-bilyr. Çünki, idare etme için gerekli şartlar onda halâ vardır. Vezir Me­zalim İşlerine bakabilir veya nâib tâyin edebilir. Çünki, onda Mezalim. işlerine bakma şartları vardır. Bizzat cihat işini üzerine alabilir ve bu işi yapmaya ehil olanları tayin edebilir. Çüsıki, onda cihat yapabilme şart­ları vardır. İdare ettiği işleri doğrudan doğruya infaz edebilir ve infazı için nâib tayin edebilir. Çünki, onda görüş sahibi olma ve idare etme şartları vardır.» [390]

 

Halifenin Yetkileri -Vezirin Yetkileri:

 

Tefviz vezirinin yetkileri, halifenin yetkilerinin aynı kabul edilir. Vezirin tasarruf edebildiği her işde, İmam, memurlar tayin ederek yapa­bilir, onlara yetki verebilir. Orduya komuta eder veya nâib tajân eder. İşleri tenfiz, insanlar arasında yargı fonksiyonunu görür, mezalüme ba­kar, bütün bu işlerin vezir tarafından görülmesi caiz olduğu gibi, İmam tarafından görülmesi de caizdir.

Halifenin sahip olup da, vezirin sahip olmadığı bazı işler de vardır. Bu işler şunlardır:

Birincisi: Veliahdlık. Halifenin bir hakkının da, kendisinde halifelik şartları bulunmak şartıyla er veya geç bir şahsa veliahdlık vermek olduğu­nu belirtmiştik. Bu, halifenin sahip olduğu haklardan biri kabul edilir. Bu hakka vezir sahip değildir, çünki bu, halifeye has işlerdendir.

İkincisi: İmam, ümmetten azlini isteyebilir, vezir isteyemez.

Üçüncüsü : İmam, vezirin tayin ettiği kimseyi azledebilir. Vezir, ima­mın tayin ettiği bir kimseyi azledemez. Çünki, İmam aslî hâkimdir (ida-dir). Onun yetkisi en üstün yetkidir. O. kendisine verilen işlere ehil ol­madığını gördüğü her şahsı azledebilir. Buna karşılık vezir, îmam'ın ta­yin ettiğini azledemez.

Mâverdi, bu üç çeşidi zikrettikten sonra şöyle diyor : «Bu üç şık (çeşit) dışında tefviz vezirinin yaptığı bütün işler, İmam, onun yaptığı işlere karşı çıksa bile, muteberdir. Vezirin yaptığı iş, bir mal  hakkında  yaptığı tasarruf,  halifenin  görüşlerine uygun  olmasa  da, artık o iş ve tasarruftan dönüş yapılamaz. Şayet vezir, vali tayin etmiş veya ordu donatmış, bir harp plânı düşünmüş, hazırlamışsa, halifenin İm türlü tasarruflara karşı çıkması, valiyi azletmesi, donatılan orduyu bir başka inaksalla kullanması, harp plân ve idaresini daha iyi olan bir is­tikâmete doğru değiştirmesi mümkündür. Çünki, İmam bu işleıri kendi şahsî hareket ve düşüncelerinden istifade ederek yapar. Şüphesiz ki, ha­lifenin fiilleri, vezirin fiillerinden üstündür.» [391]

 

İkinci Altbaşhk

 

Vezaretü't-Tenfiz  (İcra Bakanı)

 

Tenfiz Vezirinin Mânası:

 

Tenfiz Vezirliği, vezirliğin ikinci çeşididir. Bu vezirliğin yeri birinci vezirliğin yerinden aşağıdır. Tenfiz vezirinin vazifesi, bizzat kullanacağı müstakil bir yetkiye sahip olmadan, halifenin emirlerini tatbike inhisar eder. Gerçekte ona vezirlik mânası verilmez, çünki, vezirin yetkileri sı­nırlıdır. Hatta hemen hemen yoktur. Onun yapacağı işler, bir görüş ve kanaat belirtme hakkı olmadan, halifenin emirlerini tatbik (infaz) dir.

Bu sebeple bu vezir hakkındaki hükümler tefviz veziri hakkındaki hükümlerden farklıdır; tefviz vezirliğinde şart olan hususlar burada şart değildir.

Tenfiz veziri halife ile vatandaşlar arasında elçi ve vasıta rolü oynar;

halifenin isteklerini insanlara, insanların isteklerini halifeye nakleder.

Maverdî şöyle diyor :

«Tenfiz vezirlerinin hükmü daha zayıf ve şartları daha azdır. Çünki, bunların idareciliği ve fikirleri imamın görüş, fikir ve idaresiyle sınır­lıdır. Bu vezir, îmanı ile halk arasında ve imam ile idareciler arasında vasıta olup, onun emrettiklerini, onun adısıa ifa eder. Söylediklerini ya­par, hükmettiği hususları kayda geçer. İmama, emredeceği şeyleri yap­mak gayesi ile, idarecilerin tayini ve ordunun 'donatılmasını haber verir, mühim ve yeni işleıri ona sunar. O, işlerin tatbikinde bir yardımcıdır. Yoksa onlar üzerinde müstakil bir idareci veya gözcü değildir. Eğer gö­rüş ve kanaat bildirmeye katılıyorsa, ismi öze! vezirdir. Şayet katılmı­yorsa, ismi vasıta vezir veya sefir, vezir ve benzerî gibi olur. Bu vezir­liğe tayin bir tayin tasarrufuna bağlı olmayabilir. Sadece imamın izni de kâfidir. Bu vezirliğe ehil olanda hürriyet ve ilim şartı da aranmaz. Çün­ki, onda tek başına idare ve tayinde bulunma yetkisi yoktur ki, hürriyet aransın. O, tek başıma lıükmdemiyeceği için ilim aranmaz. Onun işi iki hususa inhisar eder :

a) İmama karşı hürmetli davranmak,

b) Halifenin emirlerini tatbik etmek.» [392]

 

Tenfiz Vezirinin Şartları:

 

Tenfiz vezirliği için, işlerinin bünyesi ile ahenkli olmak üzere bazı şartları gerektirir. Bu şartlar —ÜViâverdî'nin zikrettiğine göre. şun­lardır :

Birincisi -Emânet: Tâ ki, kendisine emânet edilen işlerde hainlik yapmasın ve doğru bilinen şeylere yanlış bir şey karıştırmasın.

İkincisi -Doğru sözlülük: Tâ ki, yaptığı işlerde haberine güvenil­sin ve yerine getirdiği işlerde sözüne göre amel edilsin.

Üçüncüsü -Tamahkâr olmamak: Tâ ki, rüşvet almasın, aldanmasın

ve küçük düşmesin.

Dördüncüsü -Kendisi ile insanlar aırasında düşmanlık ve kin olma­malı : Düşmanlık insanı insaftan uzaklaştırır ve iyilik yapmasına engel olur.

Beşincisi: Halifeye hizmet sunacağı ve halife adına hareket edeceği için kuvvetli hafızası olmalıdır. Çünki o, halifenin lehinde ve aleyhinde bir şahittir.

Altıncısı -Zekâ ve anlayış sahibi olmak: Tâ ki, emirleri değiştirip saklamamak, tereddüde düşmemeli ve isleri birbirine karıştırmamak. İş­lerde şüpheye düşmek, birbirine karıştırmak ve benzetmek devlet işlerini çıkmaza sokar, güçlükler ortaya çıkarır.

Yedincisi -Hevasma (nefsine) tâbi olmamalı: Çünki, heva onu, hak­tan ayırır, bâtıla sevkeder, hakkı bâtıl ile karıştırır, akıllıları aldatan ve onlara sevabı vazgeçirtendir  (uzaklaştırandır).

Şayet, halife ondan bazan görüş bildirmeye katılmasını isterse, bu takdirde, onda mutlaka «bilgi ve tecrübe» olmalıdır. Bu şart doğru dü­şünme ve isabetli tedbire götürür.

Kanaatimizce, belirttiklerimizden, bu şartların, bu vezirliğe ait va­zifelere bağlı olduğu neticesini çıkartabiliriz. Vazifesi tenfiz rolüne inhi­sar ettiği için, bu işde anlayış ve bilgi şart değildir, çünki, o hiç bir işde müstakil değildir. Ama Halife ondan bazı işler hakkında meşverete ka­tılmasını ve görüş bildirmesini isterse, bu takdirde yetkisi genişler. Bu durumda onda, görüş, ilim, bilgi ve tecrübe bulunması şarttır, çünki bun­lar insanda kendisine sunulan işlerde, isabetli fikir (görüş) teşebbüsün­de yardım eder.

Gördüğümüz gibi, bu şartların çoğu, emanet, sıdk ve yüksek ahlâka taalluk eder, çünki tenfiz veziri için zarurîdir. Tâ ki, ona güven devam etsin ve ona söylenenleri, doğruluk ve emanetle nakletsin.[393]

 

Kadının Vezir Olması:

 

İslâm, hayatın her sahasında kadına haklar tanımış olmasına rağmen velayet mânasını haiz vazifeler ifa etmesine cevaz vermemiştir. Çünki, velayet, azm, kudret, tecrübe ve İnsanlarla doğrudan doğruya temas gerek­tirir. Bu şartlar kadında az bulunur. Çünki, kadının bünyesi, onu, bünye­sine uygun diğer işlere (vazifelere) ehil hale getirmiştir.

Bu sebeple kadın, halife olamadığı gibi, tefviz ve tenfiz veziri de olamaz, çünki bu vazifeler velayet mânasını haizdir.

Mâverdî şöyle diyor :

«Bu vazifeyi kadının görmesi, bilgisi makbul de olsa, caiz değildir. Hz. Peygam'ber (Sallallahü Aleyhi ve Selletn)'in şu hadîsi sebebiyle, velayet mânasının ihtiva ettiği şey kadınlar dışındadır:

«İşlerini kadına bırakan bir kavim felah bulmaz (kurtuluş bulamaz).»

Çünki vezirlikte, görüş, kuvvetli azim ister ki, kadınlar îeu konuda zayıftırlar. İdarî işlerde bissat meşgul olma aranır 'ki, bu, kadınlarını aley­hinedir,» [394]

 

Zımmîsıin Vezir Olması:

 

Tefviz vezirinde bulunması gerekli şartlan ele alan bahsimizde, bu şartların, ilim, adalet, bedenî tamamiyet ve vezirlik yetkisi olduğunu be­lirtmiştik. Bu vezirliğe, zimmîler ve köleler geçemez. Çünki vezirlik, bü­yük bir mes'uliyet ve bir velâyet-i âmmedir. Bu işde İslâm ve hürriyet'in mutlaka bulunması gerekir.

Ama tenfiz vezirliği ise, onun işi, bir görüş katmadan, halifenin emir­lerini İcra etmeye inhisar ettiği için, zimmî ve köle de yapabilir. Bilin­diği gibi, tenfiz vezirliğinde, onun şer'î hükümlerde âlim veya harp işleri, ya da diğer işlerde bilgili olması şart koşulmaz.

Ebû Yâ'a, «El-Ahkâmu's-Sultaniyye» isimli kitabında, tefviz vezirin­de bulunması gerekli şartları saymakta ve şöyle demektedir :

1- Hürriyet, tefviz vezirinde aranır, tenfiz vezirinde aranmaz.

2- İslâm, tefviz vezirinde aranır, tenfiz vezirinde aranmaz.

3- Şer'î hükümleri bilmek tefviz vezirinde aranır, tenfiz vezirinde aranmaz.

4- Harp ve haraç işlerini bilmek tefviz vezirinde aranır, tenfiz ve­zirinde aranmaz.

«Efcû Yala» zımmînin vezir olabileceğine dair iki hâdiseyi rivayet etmektedir :

Birinci rivayet: «EI-Harkî»'den rivayet edilmektedir. Bu hâdise, zım-mîlerin tenfiz veziri olabileceğine cevaz vermektedir. Bundan şu delili çıkarıyorlar: Kâfire ve köleye güvenilmez. (İslâm dini ile) amel ederler ve yaptıkları işin hakkını verirlerse, mümkündür.

İkinci rivayet: İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir. Bu hâdise, zım-mîlerin tenfiz veziri olamayacağını ifade etmektedir. Bunu, Hz, Alî (Radiyallahu anh) 'nin, müsîümaaıların işlerinde yahudi ve hıristiyan kul­lanılmasını isteyenlere söylediği şu sözden delil getiriyorlar :

«Onlardan hiç bir şeyde yardım alınmaz.» [395]

Mâverdîj zımmîlerin tenfiz veziri olabileceğini, «Ancak yine de uzun müddet yiijrütme yetkisi tenfîz vezirinde bulunmamalıdır.»

Her iki vezirin yetkileri:

Tefviz ve tenfiz vezirliğine verilen mânayı gördük. Herbirine tanı­nan yetkileri ise, şöyle özetleyebiliriz :

Birincisi: Tefviz veziri, emirlerinin icraî olması sebebiyle, doğrudan ve müstakilen hüküm verebildiği gibi, kendisine sunulan mezalim dâva­larına da bakar, bu kabil zulümleri ortadan kaldırabilir. Tenfiz vezirinin bu yetkisi yoktur.

İkincisi: Tefviz veziri memuriyetlere tayinler yapabilir, vazifesinden azledilmiş birini tayin edebilir, valileri azledebilir, çünki kendisine bu yetkiler verilmiştir. Ancak, halifenin tayin ettiği memurlardan birini az-ledemez; çünki bu halifenin emirlerine nakzedeceğinden caiz değildir. Tenfiz veziri ise bu yetkilere sahip değildir.

Üçüncüsü: Tefviz veziri, halifeye başvurmadan,    orduları harekete

geçirebilir, harbi idare edebilir. Valilere verdiği emirleri, bizzat icraîdir. Tenfiz veziri bu yetkilere sahip değildir.

Dördüncüsü:  Tefviz veziri, Beytü'l-Mal'm hakkı olan mallan toplar ve gereken yerlere sarfiyat yapabilir. Tenfiz veziri bu yetkilere sahip değildir.[396]

 

Tenfiz Vezirinin Birden Çok Olması:

 

Halife, kendilerine vereceği emirleri icra edecek birden çok lenfiz veziri tayin edebilir. Bu takdirde, her birinin, halifenin tenfizini emrettiği işleri yapması gerekir. Burada tenfiz vezirleri arasında yetki çatışması çık­ması sözkonusu olamaz, çünki işleri velayet sebebiyle değil, vekâlet se­bebiyledir.[397]

 

Tefviz Vezirinin Birden Çok Olması:

 

Tefviz vezirliği bir âmme velayetidir. Yetkilerinin belirlenmiş olması dışında, birden çok tefviz veziri tâyin edilemez. Aksi halde, bu mes'ele ile ilgili olarak şu durumlar ortaya çıkar:

Birincisi: Halifenin iki tefviz veziri tayın etmesi ve herbirine genel ve mutlak yetkiler vermesi. Bu, caiz değildir, çünki, ikisinin görüşünün çatışmasına yol açar, belki de, Hal ve'1-Akd'da, memuriyete tâyin ve azil işinde çatışma husule gelir.

Binaenaleyh, şayet halife aynı anda iki vezir tayin etmişse, belirt­tiklerimiz sebebiyle, bu tayin bâtıldır. Yok eğer birini diğerinden önce tayin etmişse, ilk tayin muteber, ikincisi bâtıldır.

İkincisi: İkisini bir işde iştirak etfcirmişse ve biç birine, diğerinin muvafakatine başvurmadan yalnız başına hareket hakkı vermemişse, bu takdirde, bu tayin muteberdir. Vezirlik her ikisi arasındadır ve üzerinde anlaştıkları hususta, aralarında ihtilâf çıkmadan, tenfizde bulunurlar. Ara­larında ihtilâf çıkarsa, halifeye başvururlar. Bu şekildeki vezirlik, mutla!: tefviz vezirliğinden iki bakımdan eksiktir : Birincisi, üzerinde ittifak et­tikler hususta tenfiz etmede beraberlik; ikincisi, görüş ayrılığına düştük­leri takdirde, ikisinin görüşüne de itibar edilmez.

Şayet ihtilâfa düştükten sonra ittifak ederlerse, bu ittifaka bakılır. Eu ittifak, üzerinde ihtilâf ettikten sonra, doğrudan doğruya birleşme neticesi ise, her ikisinin tenfizi muteberdir. Çünki, eski ihtilâf, ittifakın cevazına mâni değildir.

Şayet ittifak sebebi, kani olmamakla beraber, birinin diğerine tâbi olması ise, bu, caiz değildir. Çünki vezirin, uygun (doğru) görmediği bir hususu tenfiz etmesi muteber değildir.

İkincisi: Şayet aralarında bir mes'elede iştirak yok, bilâkis her biri tek başına iş görebiîiyorsa, her biri muayyen bir sahada kendi işini gör­mek üzere vazifelendirilmiş kabul edilir, bu işte yetkileri mutlaktır. Ya­hut da her biri devlete ait sadece bir işe bakmak üzere vazifelendirilmiş-tir, harp işleriyle vazifelendirilmesi gibi, bir diğerinin vergi toplama veya mal idaresiyle vazifelendirmesi gibi. Bu takdirde iki vezirin de tayini mu-

îslAm hukukunda âmme organları teberdir, ancak ikisi de «tefviz veziri» lâkabını taşıyamazlar, fakat iki ayrı işde yetkili iki vali olarak kabul edilirler. Çünki, tefviz vezirliği se-lâhiyeti genelleştirilmemiştir. Vezir işini, muayyen bir bölge veya işe münhasır olmadan ifa eder. Mâverdî'nin, birden çok tefviz vezirinin ol­ması mevzuunda belirttiği görüşlerin özeti budur. Gerçekten biz, birinin diğerinin çalışma sahasına tecavüz etmemesi için, yetki sahalarına ait tes-bitlerde büyük bir dikkat müşahade etmekteyiz.

Belirttiklerimizden anlıyoruz ki, ihtilâfa sebebiyet vermemek için, birden çok tefviz veziri tayin caiz değildir. Çünki, bir tefviz vezirinin yet­kisi muayyen bir bölge veya ise inhisar etmeden devletin bütün işlerine bakmaktır. Bütün işlerde aralarında iştirak suretiyle iki tefviz vezirinin tayinine cevaz veriyorlar; bu takdirde, ittifak ettikleri hususlardaki gö­rüşleri kabul ve tatbik edilir.[398]

 

Vezir Nâifei (Vekili) :

 

Belirttiğimiz gibi. temel prensip tefviz vezirinin, halifenin görüşüne başvurmadan valilerin tayininde mutlak yetkiye sahip olduğudur. Çünki o, halifeye bağlı bütün mes'elelere bakma yetkisine sahiptir.

Bu prensibe dayanarak tefviz veziri, kendisine bağlı işlerde yardım etmek üzere kendine naip (vekil) tayin edebilir. Meğer ki, halife onu vekil tayin etmekten men etmiş olsun. Bu takdirde kendisine bir vekil tayin edemez. Buna karşılık tenfiz veziri kendisine vekil tayin edemez, çünki, onun işi bir kimseyi tayin hakkı olmaksızın, tenfize inhisar eder. Meğer ki, halife müsaade etmiş olsun, bu takdirde vekil tayin edebilir.

Bu sebeple halifenin yasaklaması dışında tevfiz vezirinin vekil tayin . etmesi caizdir. Buna karşılık tenfiz veziri, ancak halifenin kendisine mü­saade etmesi halinde kendisine vekil tayin edebilir,

Ebu Yâle kitabında şöyle diyor:

Tefviz veziri kendine vekil tayin edebilir, tenfiz veziri vekil tayin edemez. Çünki, vekil tayin etmek, memuriyet tayinidir ve tefviz veziri yaparsa muteber, tenfiz veziri yaparsa muteber değildir.

Şayet halife tefviz vezirinin ve'kiî tayinini yasaklamışça, vekil tayin edemez, çünki, Üıer iki vezir de halifenin emir ve yasaklarına göre hare­ket eder. İk vezirin tayinlerinden sonra, hükümleri ayrılmaktadır. [399]

 

Vezirin Azli:

 

Âlimler tefviz ve tenfiz vezirinin azîi konusunda farklı görüşlere sa­hiptirler. Halife tenfiz vezirini azlederse, bu sebeple memur ve valilerin işine tesir etmez. Bittabi onlar, vezirin azli ile azlolunmaz. Çünk, onun aslen tayin yetkisi yoktur.

Buna kargılık, tefviz veziri azledilirse, bu, onunla birlikte çalışan tenfiz memurlarının da azli neticesini doğurur. Çünki, onun memurları, velayet yetkisi ile değil, ona niyabeten (vekâleten) onunla birlikte iş gö­rürler. Onun azli, hepsinin azli neticesini doğurur. Fakat onun azli ile hiç bir vali, kendisi tayin etmiş olsa biîe, azledilmiş olmaz. Çünki, bu tayin velayet sebebiyledir, niyabet (vekillik) sebebiyle değildir.

Mâverdî şöyle diyor:

«Halife tenfiz vezirini azlederse, onunla birlikte hiç bir vali azledil­mez. Tevfiz vezirini azlederse, onun icra memurları azledilmiş olur, fakat tevfiz memurları azledilmiş sayılmaz. Çünki, tenfiz vezirinin memurları vekildirler, tefviz vezirinin memurları ise müstakil  idarecidirler.» [400]

 

Üçüncü Başlık

 

Vezirlerin (Veziklik) Adâbî

 

islâm tarihçileri ve mütehassıs âlimleri vezirler ve vezirlik üzerinde çok kitap yazmışlardır. Bu mevzuda yazanların en önemlisi, Kadı Ebu Hasan, Ali bin Muhanımed bin Hamid El Basri'nin eseridir. Mâverdî diye bilinen bu âlim Basra'da doğmuş ve hicrî 450 yılında Bağdat'ta vefat et­miştir.

^ Mâverdî'nin asrında, iç fitneler ve batını mezhebinin yayılması gibi, islâm devleti içindeki siyaset sahnesinde büyük hâdiseler cereyan etmiş­tir. Ancak, bu hâdiseler ilmî hareket asrı olarak kabul edilen bu asırdaki fikrî faaliyete tesir etmemiştir. Mâverdî birçok kitap yazabilmiştir. Bu kitaplardan önemli olan biri El Alıkamu's-Sultaniyye isimli, siyaset ve idare mevzuunda ilmî ve önemli bir kaynak kabul edilen kitaptır.

İsmine «Edebü'l-Vezir» dediği, küçük diğer bir kitap daha yazmıştır. Bu kitap, vezirlik ve devlet başkanının siyasetine ait kaideler ihtiva et­mekle tanınmıştır. Müellif bu kitapta vezirliklere, vezirlere, edeplerine ve yapmaları gereken işlere ait bütün hususlar üzerinde izahatta bulun­maktadır.

Kitabının başında vezirlere hitaben şöyle diyor:

«Sen ey vezir! Allah sana muvaffakiyetin için, çok cihetleri o!an va­kfende ve senin dışındaki vatandaşların ve senin dışındaki kralların ida­resinde, yardım etsin. Siyasetin dizginleri senin elindedir. Vatandaşlarınısı idaresini sen ifa edersin, sultanına itaate sen tâbi kılarsın. İtaat edi­lenin satveti (kuvveti) ile, itaat edenin inkıyadı arasını birleştiren sensin. İdare ettiğin kimseleri fikrin çeksin, sana itaat ettiırdiğin kimseleri ken­dine çek. O üç yükten en ağırıdır, en ağır bir binektir. Çünki, insanlar ya idare edenler, ya idare edilenlerdir, ya da her ikisidir. Bu büyük ve toplayıcı rütbe sana aittir. Sen bu cami rütbeye sahipsin, çeşitli hüküm­lerini bir Hıraya getiren ve şeriatın hükümlerdeki aykırılıkları düzeltip tamanılıyansın. Memleketin salâhını temin etmek, senin isimdir. Nizamın bozulması senden sorulur. Kötülükten mes'ulsün. Yapılan iyilikler de sen­den bilinmez. Arzu ve iştiyak ile işlerin sana kolay görünür, fakat işlerden sıkı şekilde mes'ul tutulursun. Sana yapılan iyiliği nazara alıp kâfi gör­melisin, bu takdirde mes'ul olmazsın. Senin vazifen sultanının hakkını eda etmek içim ve memleketin İslahı uğrunda gayretlerine düşmanlık yap­mamaları için, «mlaırın zıddına hareket etmektir. Çünki sen, islâh için vazifelendirilmiş ve davet edilmişsin. Vazifeni yapmadığın için ondan özür dileme, vazifen onu yapmaktır. Mazeretin, çalışman ve gayretindir. Şahitlerin açık olması sebebiyle fiillerin lisanı kelimelerin lisanından daha iyi konuşur.

Bil ey Vezitr! Sen, Sultanının sana verdiği işlerde doğrudan doğruya idarecisin. O, meşru bir din ve nizamdır ve îâzira-ı ittıbâdır. Sana ihti­laflı bir mes'ele geldiği zaman, dini komutanın, hakkı rehberin yap, her türlü zorluğun azalır, güçlükler kolaylaşır, çünki, dinin ve hakkın yar­dımcıları vardır. Bilfiil yardım etmeselep de, kalbleri seninledir. Kalp­lerin seninle beraber olması sana kâfidir... Din sultandır (hâkimiyeti vardır), imamlık (liderlik) ona verilmiştir, direği onun temelleri üzerine oturmuştur. İşlerinde onu kendine yardımcı kıl, idarende sana müzahir olsun, böylece kalpleri huşu (yasaklardan korkan), nefisleri itaat'Sualinde bulunsun. Bir memleket dine sarılırsa, (kuvvetli olacağından) başkasına saldirabilir. Dini şiar edinen kuvvetlenir. Bil ki, sen ihtiyaçlarını ancak adalet ve iyilikle temin edebilirsin. Zulüm ve eziyet ile ihtiyaçlarını eMe edemezsin (zor elde edersin), çünki adalet devamlı meyve verijr; kötülük ise, onun kökünü kazır, söz ve fiil olmadan, adalet, sadece mallara inhi­sar etmez. Hakkını verirsen sana mallar geri döner, onu saMplerine tevdi et, çünki sen haklar üzerinde itimad edilen bir sefirsin (elçisin), kendi­sine rehin verilmiş bîr kefilsin. Vazifen hak sahiplerine hakkını vermek, haksızlara mani olmaktır.

Sözlerinde adalet yapman, üstün insanı üstün olmayana tercih ede­rek hitap tarzında olmamalı. Âlimi cahile tercih etme, iyiliğe ve kötülü­ğe göre meth veya zemmet (yap). Böylece ifrat ve tefrit olmadan, sev­dirmen ve korkutman sebeplerine uygun olmalıdır. Dilin terazindir, onun ağıjr ve hafif gelmesinden onu koru.

Fiillerinde adaletin, ancak günah (suç) halinde ceza vermen tarzında olmalı, ancak dönüş (tövbe) halinde affetmelisin, öfken iyilikleri at­mana sebep olmasiüij rızan da, seni kötülükleri affetmene sevk etme­sin.» [401]

 

Vezirin Kanunları ve Sultanın Siyaseti:

 

Mâverdî bundan sonra vezirlikten bahsetmekte ve onu, kılıç ve ka­lem ehliyetini birleştiren tevfiz vezirliği ile, görüş ve icraat mütehassısı tenfiz vezirliği diye ikiye ayırmaktadır. Bunlardan her birinin haklan ve şartları vardır.

Daha sonra tevfiz vezirliğine geçmekte ve bu vezirin vazifelerini şöy-îe sıralamaktadır.[402]

 

Birincisi -Tefviz Vezirliği [403]

 

Bu vezirliğin esası vekâletin temelidir, bu sultanın menfaatlerinde ve işlerin istikâmetle gitmesinde kalem kabiliyeti olan bir kimsedir. Beş kısmı içine alır :

1-Sultan'dan sâdır olan emirleri tenfiz etmek. Vezir, iyilikle, onu kötülüklerden korumak için, tatbikatın başlangıcında onu tatbik etmek ve tatbikat esnasında ihlâlden korumak mecburiyetindedir. Bundan son­ra, uygun zamanda onun icrasını tacil etmesi gerekir.

2- Gerekli şeyi tenfiz etmek.Vezirin görüşü memleketin idaresi içindir. O, bu emri tatbik ederken iki hakkı vardır : Birisi, kendi içtiha­dına göre en önemli işi, en isabetli tarzı gözetmek. Çünki o, işleri islâh için seçilip tayin edilmiş ve en uygun tedbiri alan kimsedir.

İkincisi, büyük bir mes'ele ise, Sultanı haberdar etmek gerekir, kü­çük bir iş ise, ondan gizlemek caizdir. Böylece kötü istibdaddan ve üzüeü kinden uzaklaşır.

3- Kendisinden evvelki halifelerden, işlerini görüşlerine ve içtibad-larına terkettikleri memurlar hakkında sâdır olan emirleri tenfiz etmek. Şayet onlar bu işlerin tenfizinde ileri giderlerse, onlara işi yaptırmak, ku­surları görülmediği müddetçe onları cezalandırmamak, tenfizi  gecikirse vezire değil, memurlara baş vurulur.

4- Vatandaşın âdet ve muamelât cümlesinden yaptıkları işleri ten­fiz etmek, ihtilâf ettikleri hususlarda onları barıştırmak için hareket et­mek. Çünki insanların, tek başına bir insanın ifa edemiyeceği kadar çe­şitli ihtiyaçları vardır. Her kavmin önem verdiği bir ir vardır.

Vezir bu işleri tenfiz ederken, vatandaşın onda iki hakkı vardır ; Birincisi: Onlardan bir sınıfın isteklerine karsı çıkmaması.

İkincisi: İşinde kimseyi ortak almaması. [404]

 

İkincisi -Müdafaa [405]

 

Müdafaa dört hususu içine alır :

1- Sultanı yakınlarının tecavüzüne karşı müdafaa etmek. Bu üç se­bepten ortaya çıkabilir:

Birincisi: Onları arzularıyla itaatine sevketmek, günahlarından on­lar: korkutarak vazgeçirmek. Şayet insanlara arzu ve korkutma devamlı olursa, korku ve tama' husule getirir.

İkincisi : Kuvvetle hareket etmesinler ve zayıflayarak parçalanma­sınlar diye. Her ikisi de Sultana zarar verir. Çünki, kuvvet ile düşman­ları musallat ederler, zaaf ile acze tebdil ederler.

Üçüncüsü: Yalancı ve dessaslardan korumak ve fesatçılara karşı hi­maye etmek.

2-Memleketi düşmanlara karşı müdafaa etmek : Sultanın düşman­ları tek basma hâVim olmak isteyenler ile kendisine karsı kuvvet kulla­nılarak yola getirilenlerdir. Bunlar üç gruptur :

Birincisi: Sultanın emsali: Onlara yaklaşmak ve karşılıklı sulh ya­parak belâları defedilir.

İkincisi: İleri gelenler: Bunların belâları, tatlılık ve yumuşaklıkla giderilir.

Üçüncüsü: Rekabet edenler: Bunların belâsı, kuvvet kullanarak ve korkutarak defedilir.

3- Vezirin kendi nefsini emsallerine karşı müdafaa etmesi. Bunlar

üç çeşittir :

Birincisi: Zulmedendir. O, vezire karşı kötülük yapan, açığa vuran­dır. Her ikisi de zulümdür. Ancak ona karşı zafer elde edilerek uysallaş-tırılır.

İkincisi: Zulmedilendir : Kendisine karşı kötülük yapılmıştır, o ise sabretmiştir. Kendisine karşı açıkça düşmanlık yapılmıştır, fakat gizle­miştir. Kendisine yapılan, zulmün neticesinden korunmak için, ona iyilik yapılır. Gizlice hamle yapmasından sakınacaksın.

Üçüncüsü: Rakib : Bu bir rütbe ve makam isteyen kimsedir. Ümit vermek onu sevindirir. Onu bir işde vazifelendirmek ve çalıştırarak re­kabetini hafiflet.

4-İhmal sebebiyle   (neticesi)   ortaya çıkan korku ve ihlâlden vatandagi müdafaa etmek. Her ikisi de kötü gidiş ve fena siyasetten ortaya Çıkar. İfrat ve tefrit arasından çıkmak ve adaletten ayırıp taksir ve israfa sevketmek icab eder.[406]

 

Üçüncüsü -İkdam  (İleri atılma, Cesaret)[407]

 

Bu, siyasetin en başta gelen bir şartıdır. Vezirlikte ise, ileri çıkma­nın zaferi, geri durmanın zararı (heybeti) vardır. En iyisi ileriye atıl­maktır.

Cesaret ve soğukkanlılık iki kısımdır:

1- Menfaatlerin celbi için cesaret. Bu, mülkün çoğalması, eşyanın artması neticesini doğurur. Böylece mülkün artması, kesin kararlılık ve azim ile olur, eşyanın artması ise, adalet ve ihsan ile gerçekleşir.

2- Zararları defetmede cesaret. Bu, ülkeye gelen zarardan kurtar­mak, onu defetmektir. Bunun sebebi ise, ya ürkmek veya eziyettir. Her bir zarar, sebebinin zıddı hareketle Önlenir. [408]

 

Dördüncüsü -Hazr (Korunmak) [409]

 

Korunmanın dört veçhesi vardır:

1- Allah'tan, farz ettiği hususlarda korunmak.    Bu, onun emirleri dairesinde hareketle ve yasakladığı şeyleri terketmekle olur. Emrettiği şey, itaat edilerek yapılır, yasakladığı şeylerden kaçınmak suretiyle mâ-siyetten kurtulur.

2- Sultandan korunmak: O, kudreti ile hareket eden, otoritesi ile hükmedendir. Hevaya meylederse, Sultan zannı, kesin kabul edip, şüphe

ile muaheze eder.  Ona itimat acizliktir. Onunla beraber hareket tehli­kedir...

3- Zamandan korunmak: Onun renkleri değişkendir. Yumuşamasın­dan sonra sertleşir. Verdiğini geri alır, topladığını (cem'ettiğini) ayırır.

4- Günün adamlarından (Ehl-i zaman) korunmak: Çünki insan, ni­metler karşısında hased yapar, selâmet karşısında mes'ud olur. [410]

 

Beşincisi -Taklid (Teşebbüs) [411]

 

Taklid iki çeşittir. Takriri taklid, tedbir taklidi.

1-Takriri taklid: Kaidelerini tesis etmek suretiyle mümkün olur. Takrir, şekillerini belirtmekle başlar. Bu üç kısımdır:

Birincisi: Vezirin doğrudan doğruya takdir hakkını kullanarak hareket etmesidir. Vezir, takririnde özel yetkisi, tatbikatında üstün hakkı olan kimsedir.

İkincisi: Taklid, kendisinden uzaklaşan ve devamlı yapılan şeyde olur. Vezir, takririnde vekil kullanabilir. Vekil, vezirin emrine ve tatbi­katına uygun hareket eder.

Üçüncüsü: Taklid, kendisinden uzaklaşan ve devamlı yapılan şeyde olur. Vezir bu işde, takriri ile tatbikatını birleştiren birini kendisine ve­kil tayin edebilir.

2-Tedbiri taklid: Bu, şekilleri istikrar bulmuş, kaideleri yerleşmiş hususlarda görülür. Bu vezir ile bu işi idare eden (nazır) arasında müş­terektir. Vezir, işin genel gözetimini, idareci ise bizzat idare edenidir. Bu da iki çeşittir Ordunun tedbiri, malların tedbiri. [412]

 

Altıncısı -Azil [413]

 

İki çeşittir :                                                    

Birincisi: Sebepsiz yere azildir. Bu, siyaset dışıdır. Çünki, fiiller ve sözler sebepleri teşkil ederler. Bunlar ortadan kalkarsa (bunlardan tecerrüd ederseniz), fiil abes olur.

İkincisi: Azil. onu gerektiren bir sebeple olur. Bunun sebeplerinin sekiz veçhesi vardır:

1- Azil sefcebi, azledilende görülen hiyanettir.

2- Azil sekeni, aczi ve ehliyetsizliğidir. Acz ile görülen iş, kayıptır.

3- Azil sebebi, haksızlık ve ihlâlden ortaya çıkan, iş ihlâlidir.

4- Azil sebebi, yumuşaklığı veya heybetsizîiğinden ortaya çıkan işin yayılmasıdır.

5- Azil sebebi, ehliyetinde fazlalık ve işinin gereğinden fazla ona ihtiyaç duyulmasıdır.

6- Azil sebeH, ondan daha fazla ehliyet sahibi olanların varlığıdır. Bu halde daha ehil olanlar gözetilir.

7- Azil sebebi, işini, o işde fazla gayret gösterenin ehliyetine na­zaran az yapmasıdır.

8- Azil sebebi, işinin neticesinden garanti veren birinin ortaya çık­masıdır.  İşin  garantiye bağlanması,  âdil siyasetin kanunları  dışındadır. Çünki, kendisine bir iş emanet edilen, gereken işi yapmaya ehil olduğu gibi, gerekmeyeni de yapmaya ehildir. [414]

 

Tenfiz Vezirliğine Ait Hususlara Gelince[415]

 

Bu vezirlikte tefviz vezirliğine ait ve tefvizin umumîliğinden ortaya çıkan   yetkisinden   bazı   noktalarda   eksiklikler   vardır.   Bunlar dört ka­nundur :

Birincisi: Sultan ile vatandaşlar arasında elçilik. Çünki sultan, çok duvarlarla (perdelerle) çevrili, bizzat hitab ve meşguliyetten beridir. Bu sebeple, muhteşem ve muazzam bir vezirin ihtisasına ihtiyaç vardır. Sul­tan, konuşan bir dil ve uyanık bir kulak olması için, ondan sâdır olan emir ve yasaklara uyar, ondan istenilen ve şikâyet edilen hususlarda onu teşvik eder ve destekler.

İkincisi: Görüşü ve meşvereti ile Sultana yardım etmek. Çünki, Sul­tan, fikrinin genişliği ve isabetli görüş sahibi olmakla beraber, işlerle biz­zat meşgul olamayan kapalı bir şahıstır. Fikrin kapalı olması onu tecrü­beden mahrum bırakır. Bu sebeple, tecrübeli ve kuvvetli bir fikre sahip olması için, doğrudan doğruya iş görecek kuvvetli bir şahsa ihtiyacı var­dır. Şâhid, gaib gibi olmaz.

Üçüncüsü : Sultan için gören bir göz, işiten bir kulak olmak. Onun aleyhinde şahit olduğu şeyler hakkında onu tehlikeden uzaklaştırır, ama sadakatsizlik hakkında duyduğunu haber verir. Çünki o, iktidara ortak kılınmıştır, ona ayrı bir imtiyaz verilmiş ve devlet işlerini idare için va-zifelendirmiştir. O halde, iktidarın (Sultanın) menfaatleri için kendini vermelidir. O şahıs, sultan adına ve yerine, onun dışında olan peyler hak­kında kendisine bilgi vermek için, onun görmediği zaman gören, uzak olduğu zaman duyandır. Çünki o, başkasından daha yakındır.

Dördüncüsü: Yorulduğu zaman Sultanın rahatını temin etmek için yorulmalıdır, bıkmadan göstermelidir. Sultan istediği zaman, kaybolma­yacak, tekrar geri çevrilse bıkmayacak. Çünki o. konuştuğu zaman Sul­tanın dili, baktığı zaman gözü, vurduğu zaman elidir. [416]

 

Dördüncü Başlık                                     

 

Vezirliğin Görünüşü

 

Yukarıda vezirliğin, Hulefâ-i Râşidin devrinden itibaren ve Emevî halifeleri zamanında mevcut olduğunu söyledik. Çünki, kendisinde devlet işlerini idare ehliyet ve dirayeti olan kimselerden yardım istemişlerdir.

Fakat bu vezirlik, resmî bir bünyeyi (şekli) haiz olmamış, vezirler için belli ihtisaslar (yetkiler) gösterilmemiş ve onların vezirliğe tayinleri, âmme vazifesi ifa statüsüne ve buna bağlı görünüşe kavuşturulmamıştır.

Diyebiliriz ki, vezirlik, Abbasîler devri hariç, resmî bir bünyeyi haiz olmamıştır.

İhn-i Tabataba şöyle diyor :

«Vezirlik, ancak Abbasî devletimde kaide ve usûtferi (kanunları) ha­zırlanmış ve kararlaştırılmıştır. Bundan önce ise, kaide ve kanunları tesbH edilmiş değildi. Daha çok her bir sultanın kendi tutum ve anlayışı mev­cut idi. Bir mes'ele ortaya çıktığı zaman, isabetli görüş sahibi kimselerle istişare ederdi. Onlardan her biri vezirin tarzında (yolunda) gider-m (ha­reket ederdi). Bundan evvel «Kâtib veya Müşir» olarak adlandırılır­dı.» [417]

Vezirliğe resmî olaırak ilk defa tayin edilen ve ismine «vezir» deni­len şahıs, Ebu Abbas Es-Se££ah'm veziri Efeu Seîeme El-Hallal'dir, Bun­dan önce Ibu ismi alan kimse bilinmiyor. [418]

 

Vezirlerin Tayini:

 

Abbasî devrinde vezirlerin tayini, muayyen bir merasime uyularak yapılırdı. Vezirlik makamı için bir şahıs adaylığını koymuşsa, halife ona, onu vezirliğe getirdiğini ifade eden yazılı bir kararname = emirname (mersum) gönderirdi. Bu emirname ona, devlet emirliklerinden bir emir­lik yüklemiş olur. O şahıs bu emirnameye ittılâ kesbedince, sarayın özel memurları ve koruyucularının taşıdığı bir binek içinde, hilâfet merkezine giderdi. Saray mabeyncisi (hâcib) onu halifeye takdim eder, o da hali­fenin önünde eğilerek itaatini belirtir, daha sonra, vezirler için özel bir âdet olan «Saltanat libasını» giymek üzere bitişik bir odaya götürülürdü. Sonra Halifenin huzuruna döner, ona minnet ve şükranlarım takdim ederdi. Sultanın huzurundaki merasim tamamlanınca, resmî bir mera­simle, süslü ve asıl (şehiyr) resmî bir at üstünde, vezirlik makamına (dâru'l-vszare) gider. Yapılan merasimde, kendisi ile birlikte yüksek de­receli memurlar, ordu komutanları, emirler, saltanat vazifelileri, protokol memur ve koruyucuları gelir. Daha sonra, vezirlik makamında vezir ola­rak tayin edilmesi sebebiyle, halkın tebrikini kabul eder, arkasından hal­kın önünde, kendisine vezirlik vazifesinin verildiğini bildiren Emirna­meyi okur.[419]

 

Vezirin İmtiyazları:

 

Vezir için geniş bir özel ev (ikametgah) tahsis edilirdi. Abbasî dev­rinde, hicrî 320 yılma kadar, vezirlerin  ikametgahı, eskiden  Süleyman bin Vehb'e ait, Dicle nehrinin doğu kıyısındaki konak idi. Bu konak «Dâ-ru'1-Muharrem» diye adlandırılır, 300.000 kulaç (zira' = yaklaşık 75 cm.) yani 250.000 m- civarında olup, geniş bir avlusu ve arkasında hurma bah­çesi bulunan bir ev İdi.

Vezirin evinde, bir zamanlar otuzu geçen sayıda bekçi bulunurdu. Aynı şekilde Vezirin huzurunda, halkın arasında dolaşan silâhlı gençler bulunur, ellerinde kılıçları olduğu halde Vezirin yanında yürürlerdi.

Vezir, âdet olduğu üzere, merasim günleri, yani pazartesi ve perşem­be günleri dızında saraya normal olarak gitmezdi. Vezir saraya, Divanın­da bulunan kâtiplerden birini gönderirdi. Sarayda, Vezir ve yardımcıla­rının oturduğu ve halife istediği zaman davet etsin ve hazır bulunsunlar diye, özel bir kısım bulunurdu.

Halifenin Meclisinde vezir, yüzü halifeye dönük olarak otururdu. Ve­zir, halifenin huzurunda bir şey yazdırmak isterse, ona, elleri arasında ilgili malzemeyi taşıyan bir genç getirir, vezir istediğini yazdırırdı. [420]

Abbasî halifeleri vezirlerine, maaş karşılığı, gelir getiren araziler ve­rirler, bazan da bunlara ilâveten maaş başlatırlardı. Bu maaşlar devir­lere, halife ve vezirlere göre farklı olmuştur. Genellikle vezirin mülkü milyonlara varmıştır.

Çoğu defa halifeler vezirlerine çeşitli büyük lâkablar vermişlerdir. Hajrım Er-Reşid, veziri Cafer El-Bermekî'ye, sadece ona ait olmak üzere «Sultan» lâkabı vermiş, El-Fadl bin Er-Rebî'e «Mevlâ Emîrü'l-Mü'minîn» lâkabını; Halife EI-Me'mun ise, veziri El-Fadî bin Sehl'e, «Zıı'r-Eiaseteyn» diye lâkab vermiş, onun kardeşi Hasan bin Sehl'e ise, Zu'l-Kifayeteyn» lâkabını vermiştir. Mu'temed Alallah ise, veziri Sâd fcin Muhalled'e, «Zu'î-Vezareteyn» lâkabını vermiştir.

Hicrî 3. asırda Abbasî halifeleri vezirlere Taç vermişler, hicrî 4. asır­da ise onlara «HuIletü'I-Munadime» (Mutemed dost) lâkabı vermişlerdir. Halife, vezirine bir ikramda bulunmak-isteyince, onu künyesi ile çağırırdı.

Vezirin yetkileri, halifelere ve vezirlere göre değişmiştir (farklıdır). O kadar ki, bazı vezirler devlet işlerine (idaresine) tam hâkim olarak, ha­lifenin haiz olduğundan fazla yetkilere sahip olmuşlardır. [421]

 

Dördüncü Bahis

 

î   M      R   E   T

 

İmaret, velayetin bir çeşididir. Vezirlik devletin bütün kısımlarını içine alan genel bir velayet olmak bakımından, vezirlikten farklıdır. İma­ret, aynı zamanda, hem genel, hem de özel velayettir. Emir, imaretine taalluk eden bütün işleri görmede mutlak yetki sahibi olduğu için, genel­dir. Muayyen bir bölgeye münhasır olduğu ve diğer imaretlere karışa-rnayacağı için de, özeldir.

İslâm devletinin "genişlemesi, ülkenin çeşitli bölgelere ayrılması ne­ticesini doğurmuştur. Çünki, Devlet Başkanı olan halife, mesafelerin uzaklığı sebebiyle, devlette bütün işlerle meşgul olamaz; her bölge için kendine nâib tayin eder, bu Emîr, kendisine bağlı bölgenin işlerine bakar.

Zamanımızda, tek bir devlet çeşitli bölgelere (valiliklere) ayrılmıştır, her vilâyeti «Vali» (Muhafız) ismi verilen şahıs idare eder. Vali, kendi vilâyetindeki işlerden birinci derecede mes'ul olup, doğrudan doğruya baş şehrdeki yüksek organa bağlı olduğunu görüyoruz.[422]

 

Birinci Başlık

 

İmaretin Doğuşu Ve Tarihçesi

 

Birinci Altbaşlık

 

İmaretin Doğuşu

 

Kanaatimizce ülkenin genişlemesi, tabiî olarak . bir idarî taksimata sebep olmaktadır. Ülke bölgelere ayrılmakta, her bölgenin başında, bu bölgenin işlerini idare eden Emîr veya Vali bulunmaktadır.

Şam bölgesi, İslâm'dan önce «Vilâyet-i Şark» denilen Bizanslıların bir vilâyeti idi ve 11 kısma ayrılmıştı. Her kısımda birkaç «bilâd» mev­cuttu.

Her kımı «Patrik» ismi verilen biri idare ederdi. Bu lâkab, Bizans­lılarda, devlet içinde büyük nüfuz sahibi olan Bizanslı asillerin topluluğüna verilirdi. Bizans devleti genişleyince, bu patriklerden Şarn ve Mısır bölgeleri valileri tayin edilmiştir. [423]

Bu tanzim tarzını, bir hükümet düzenine sahip olmadıkları için, İs-lâmdan evvelki araplarda görmüyoruz. Çünki, onlar kabile düzenlemesi esasına dayanıyorlardı. Kabile ise örflerin ortaya koyduğu bir çeşit dü­zenlemeye dayanmaktaydı. Kabilenin reisi, kabilenin başkanı ve bütün işlerde ona dayandığı bir merci olarak kabul ediliyordu. Kabilenin fert­leri, işleri ve ihtilâflarında onu hakem tutuyorlar, o ise, ihtilâfı halletmek için kanun yerine geçen örflere dayanıyordu.

Kabile, boylardan gelen bir bütündü. Her boyun bir reisi vardı. Ka­bile reisi mühim bir şey istediği zaman, diğer bir kabileye harp ilânı gi­bi, bütün boyların başkanlarını toplar, onlardan kabile meclisi meydana gelirdi.[424]

 

İkinci Altbaşlık

 

İslâm Takibinde İmaretin Taeîhçesi

 

İslâm tarihinde imaret tatbik edilmemiştir. Ancak, evvelâ sınırlı yet­kiler ortaya çıkmış, daha sonra genişlemiş ve Emirlerin nüfuzu yavaş ya­vaş artmıştır. Bir an gelmiş, hilâfetle ancak dış görünüşünde bağlı olan inerkezî hükümeti temsil eder olmuştur.

Biz evvelâ Hz. Peygamber [Sailallahü Aleyhi ve Sellem) devrinde ima­reti görecek, daha sonra Hulefâ-i Râşidîn, Emevi ve Abbasîler devrinde imareti ele alacağız. [425]

 

Birincisi  Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi veSeîlem)devrinde imaret:

Hz. Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) Medine'ye hicret edince, İslâm devletinin teşekkülünün çekirdeği hicretiyie birlikte başlamıştır. Hz. Peygamber devlet başkanıydı. Bu sırada hayat basit idi ve bütün yetkiler onun elinde toplanmıştı. Harplerde ordulara komutanlık ediyor, ihtilâfları halledip, insanlar arasında hüküm veriyor ve müslümanlara namazda imamhk yapıyordu. İslâm devleti genişleyince, Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem} idarî düzenlemenin çekirdeğini koymuştur. Her bir kabileye, müslümanlara namazda imamlık yapmak, dinlerini Öğret­mek ve mallarının zekâtını toplamak için memur veya Emîr gönderi­yordu.

Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Seim) bir harp için veya hac ni­yeti ile Medine'den dışarı çıkınca, yerine kendi vazifesini yapacak bir vekil tayin ediyordu, riarp İçin bir Seriye  (Ordu)  gönderince, başlarına bir komutan tayin ediyordu.

İslâm Devleti genişleyince, memur ve valilerin sayısı arttı, aynı za­manda yetki ve işleri de çoğaldı. [426]

 

İkincisi -Hulefa-i Kaşidîn Devrinde İmaret:

 

Hulefâ-i Râşidîn devrinde idarî nizam gayet basit oiup; karışık de­ğildi. Bu devirdeki Emirlere «Ümmaİ» (Memur, İşçi) ve «Vuiât» (Vali) ismi verilirdi. Memurlar yetki ayırımı yapılmaksızın vazifelerine giren halkın işlerinde halifenin yerine vaziie görüyorlardı.

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) Hilâfete geçince, Hz. Peygamber (Sailalkıhu Aleyhi ve SellemJ in memurlarını iş başında bıraktı. Hz. Ebu Be­kir (Radiyallahu anh) idaresi esnasında sahabelerin iîeri gelenlerinden yardım ister, mühim meselelerde onlarla istişare ederdi; onların görüş-(Radiyallahu anhjlerini alırdı. Hz. Ebu Bekir devrinde Arap ülkesi birkaç bölüme (vilâyete) ayrılmıştı: Mekke, Medine, Tâif, San'a, Hadramud, Holan, Zebid, Rakka,^Cened, Necran ve Bahreyn.

Hz. Ömer (RadiyaUahu anh) hilâfete gelince, onun devrinde fütuhat­lar olmuş, İslâm ülkesi genişlemiştir. İşlerin idaresi kolay olsun diye ülke büyük eyaletlere ayrılmıştı. Bunlar şunlardı: Ehraz, Bahreyn, Sicistan, Mekran ve Kerman, Taberistan, Horasan, İran kısmı üç vilâyete ayrılmış­tı. Irak ülkesi iki kısma ayrılmıştı. Biri, Küfe naziresi, diğeri Basra hazi-resi. Şam ülkesi ikiye ayrılmıştı. Biri Humus haziresi, ikincisi Dimaşk naziresi. Filistin müstakil bir kısım idi. Afrika üç kısma ayrılmıştı. Yu­karı Mısır, aşağı Mısır, batı Mısır ve Libya sahrası[427]

Diyebiliriz ki, İslâm devleti için idarî nizamı ilk defa kuran Hz. Ömer (Radiyallahu anh) olmuştur. Bu bölgelerin Emirlerine, vazifelilerin işinin bünyesine uygun olması için «Ummal» (İşçi) deniliyordu. Bunlar, imaret ye iki veya kudret manası olmaksızın, sadece insanlara namazda imamlık yapar, ihtilâfları halleder, orduya kumandanlık yapar ve malî işlere ba­kardı.

Valileri Hz. Ömer (Radiyallahu anh) seçer, daha sonra çalışmalarını ve işlerini kontrol ederdi. Çizdiği yoldan ayrılanlara müsamaha etmezdi. Bir defasında halkın içinde şöyle demiştir:

«Allah'a yemin ederim ki, ben valilerimi size zulmetmek ve aşar toplamak için göndermiyorum. Ben onları, size dininizi ve sünnetinizi öğretmeleri i"in gönderiyorum. Bunun dışında İbir şey yapan olursa, ba­na bildirin. Nefsim yedi kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, on­dan zulmünün hesabmi sorarım.»

Çoğu defa, çeşitli İslâm ülkelerinden gelen hacıları ve heyetlerin hallerini ve valilerin durumlarım sormak için, onlarla konuşur, valilerden birinin vazifesinin esasına aykırı bir şey bulur veya duyarsa, onu azleder, yerine daha kabiliyetli birini tayin ederdi.

Taberî şu hâdiseyi zikrediyor : Bir defasında Hz. Ömer (Radiyallahu anh) vatandaşlardan Emirlerini soruyordu. Onlara şöyle der :

«Hastalarınıza bakıyor mu?»

Onlar: «Evet!» derler.

Hz. Ömer (Radiyallahu anh) :

«Kölelere iyi bakıyor mu?»

Onlar: «Evet!» derler.

Hz. Ömer  (Radiyallahuanh):

«Zayıflara muamelesi nasıl? Kapısı önünde biri oturur mu?»

Onlar valinin bu vasfı için, «Kötü!» deyince, onu azletti.

Diğer Hulefa-i Râşidîn, vali ve memurların tayininde Hz, Ebu Bekir ve Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in sünneti üzre gitmişlerdir. Sadr-ı İslâm'­da bu vazife tam bir mes'uliyeti ifade ediyordu. Memur, halife ve vatan­daşlara karşı, kendisinden sâdır olan bütün işlemlerinden dolayı mes'ul-dü. Çoğu defa halife basit bir ihmali veya taksiri sebebiyle memuru azle­der veya cezalandırırdı.

Memurun diğer vatandaşlardan, iktidar ve yetki ifade eden hiç bir maddî üstünlüğü yoktur. Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (Radiyallahu anh) memurlarına dört şart ileri sürüyordu: Ata binmemek, ince elbise giymemek, açıkta yemek yememek ve insanların ihtiyacını gidermeden kapısını kapamamak ve bekçi taşımamak (araya vasıta koymamak).

Bu, Hz. Ömer (Radiyallahu anhy in velayet anlayışını ifade eder. Yâni halka hizmet, onlardan herhangi bir farklı imtiyazı olmadan, onların men-faatlarını korumak.

Hz. Ömer (Radiyallahu anh) memurlarını ticaret yapmaktan ve hediye almaktan men etmişti. Çünki, ticaretle meşgul olmak, memuru vazifesine ihtimam göstermekten alakoyar. Belki de yetkisini fazla kâr elde etmek uğruna istismar eder. Aynı şekilde memur halktan hediye kabul edemez, çünki hediye idareci için rüşvet mânasına gelir. Vali ve memurların mev­kilerini ve yetkilerini kullanmak suretiyle büyük servet elde ettikleri görüldüğünden, memur ve valilerin mallarının müsadere edildiği çok gö­rülmüştür. [428]

 

Üçüncüsü -Emevîler Devrinde İmaret:

 

Emevîler devrinde İslâm ülkesi büyük nisbette genişlemiş, hilâfet yetkileri, Uzak Doğu'dan, Uzak Garb'a kadar uzayan geniş bir bölgede hükmediyordu. Ülke Emevîler devrinde beş eyalete ayrılmıştı:

1-Hicaz, Yemen ve Arap ülkesinin ortaları.[429]

2- Mısır.

3- İki Irak. Arabî Irak: Babil, Aşur; İran Irak'ı: İran.

4- El-Cezire  ülkesi :  Bu  kısma,  Kuzey Suriye'deki  Ermenistan ve Azerbeycan dahildir.

5- Batı Mısır'dan Fas'a  (Mağrib)  kadar Kuzey Afrika, Endülüs ve Akdeniz'deki adalar.

Halife Afodülmelik 'bin Mervan,    idarî bakımdan ülkeyi vilâyetlere

ayırdı (göre düzenledi). Bu vilâyetlerin idaresi sadece arap valilerin elin­de idi. [430]

Burada valilerin yetkisinin genişlediğini ve arttığını görüyoruz. Bu valiler kendi bölgelerinde âdete mutlak yetkilere sahip olmuşlardır. Irak'da Haccac bin Yusuf Es-Sekkafî; Mısır'da, Abdülaziz bin Mervan gibi. Ömer Hn Afcdulaziz hilâfete gelince, valilerin nüfuzunu çok azaltmış, bazılarını azletmiş, mazlumların hakkını vermiş, zulüm ve cinayete engel olmuştur.

Üstad Muhammed Kür d Ali şöyle diyor:

«Emevîlerin hilâfet günlerinin hepsi ayıpsızdır denemez. Yezid bin Velid'in idaresi hariç, gerçekte zayıflamamıştır. Onlar çalışma ve idare­lerinde, kendilerinden öncekilerin yollarında değillerdi. Onların sonun­cusu Mervan bin Muhammed, büyük gayret göstermiş ve kötülükleri hi­lâfetten uzaklaştırmak için çalışmıştır. Çatlaklar büyümüş, memleketin idaresi zayıflamıştır. Hükümetleri, çoğunlukla asilzedelerin idare ettiği 'saf arab' hükümeti idi. Denildiğine göre, Emevî iktidarının sona ejrme sebepleri arasında, kendileri hakkındaki haberlerin örtbas edilmesi, dev­let idarecilerinin kızdırılması, veliahdlık sebebiyle, Emevî devletinin ken­di aralarında paylaşılması, ayrıca askerin atiyyelerinin geciktirilmesi ve kendileri dışında olan Abbasîletrin ortaya çıkmasıdır.» [431]

 

Dördüncüsü -Abbasîler Devrinde İmaret:

 

Devletin kuvveti ve halifelerin yetkileri sebebiyle, hicrî 132 den 232 yılına kadar, Abbasîler devrinin ilk başlarında imaret müessesesi zayıf­lamıştır. Bu durum, valilerin çok az yetkiye sahip bir memur haline gel­mesi neticesi, merkezî idarenin kuvvetlenmesine sebep olmuştur. İmaret yetkileri vazifeliler arasında çeşitli şekiller almış, o kadar ki, bir memu­run vazifesi namaza ve askere komutanlık etmeye inhisar etmiştir, idare, malî işlerde mal sahibine, kapî işlerde kadıya intikal etmiş, böylece Emîre, ancak çok az yetkiler kalmıştır.

Bundan sonra Abbasî Devleti zayıflamış, onunla birlikte, hilâfet baş şehrindeki merkezî iktidar da zayıflamış, Emirlerin yetkileri, bazıları mer­kezî iktidardan ayrılıp istiklâlini ilân edecek kadar, artmıştır. Böylece zahiren Abbasî hilâfetine bağlı Emirlerin idare ettiği devletçikler ortaya çıkmıştır. Emirler tamamiyle müstakil idiler.[432]

En-Nuzumu'1-İsiâmiyye kitabında şöyle deniliyor :

«Halife, bölge idarecilerini, o 'bölgelerin işlemini ifa etmeleri için, biz­zat seçerdi. Ancak sivil ve kazaî yetkileri, sınırsız değildi. Bir idareci, vilâyetinde uzun zaman t ıra kılma zdı. Şayet vazifesinden azledümezse, ondaa. vilâyetinin işleri hakkında mufassal tir açıklama yapması istenir­di. Doğruluğu hakkında en küçük bir şüphe, bütün mülkünün müsaderesi için kâfi idi. Eiu Cafer El-Mansur devrinde valilerin işi, zahijrî bir vazi­feden öteye geçmemiştir. Kaza yetkisi ise, bu bölgenin kadısının elinde idi. Çeşitli şehirlerde yardımcı bazı hâkimler vardı. Bununla beraber, bazı valiler ezel imtiyazlar almışlar, bu vilâyetlerde halifenin hâkimiye­tini kalul ve i azı maU yardımlar vermişlerdir.» [433]

 

İkinci Başlık

 

İmaret Çeşitleri

 

«İmaret» kelimesi ordu komutanı için kullanılır, ona «Eınîr» ismi ve­rilirdi. Bu Emir, üzerine gittiği bir ülkenin fethinde başarı kazanırsa, bu ülkenin üzerine «Emir» ve işlerini idare için bir vali tayin ederdi.

İmareti ikiye ayırabiliriz : [434]

 

Birincisi -Medenî (Sivil) İmaret:

 

Bu, bir bölge üzerindeki genel velayettir. Vilâyetinin içlerinde Emîr'in mutlak yetkisi vardır. Ona «İmaretü'I-Bilâd» ismi verilir. [435]

 

İkncisi -Harb İmareti:

 

Bu, ordu komutanlığıdır. [436]

 

Birinci Altbaşlık

 

Ülke Üzerinde İsi

 

Ülke üzerinde imaret, imarete dahil bölge işlerini görmeye şâmildir. Bölgenin Emîr'i, Emîr olarak tayin edildiği bölgenin işlerini idarede  devlet başkanı olan Halifenin vekilidir.

Emîr'in yetkileri genel ve özel olma bakımından farklıdır. Bazan ima­ret bütün dinî ve malî işlere şamil olarak geneldir, bazan da, malî işleri içine almadan sadece dinî işlere şamildir.

Mâverdî şöyle diyor :

«Halife bir bölgeye veya şehire Emîr tayin ederse, imareti iki çeşit olabilir: Genel ve özel. Genel imaret iki çeşit olur:

a) Serbest foir tayin akdi ile meydana gelen îstikfâ İmareti.

b) Mecburî bir tayin (akdi) ile meydana gelen İstilâ İmareti.[437]

Ebu Yala şöyle diyor :

«Halifenin vilâyetlerin idaresi için tayin ettikleri dört kısımdır :

Birincisi -Kamu hizmetindeki yetkisi ve vazifesi geneldir. Bu kim­seler vezirlerdir. Çüııki onlar, sınırlama ve tahsis olmadan bütün işlerde yetkilidirler.

İkincisi -Özel işlerde yetkisi geneldir. Bunlar tölgeletrin ve şehir­lerin Emirleridir. Çünki, tahsis edilen işdelû çalışma ve idaresi, bütün işlerde geneldir.

Üçüncüsü -Genel işlerde yetkisi özeldir. Bunlar bas hâkim, ordular komutanı (nakib), limanlar muhafızı (âmiri), haraç isleri genel müdürü, sadaka toplayıcı gibi. Çünki bunların herMri, işlerin bütününde özel bir idareye bakar.

Dördüncüsü -özel işlerde yetkisi özeldir. Bunlar, il veya bölge hâ­kimi, kendi haracını veya sadakasını toplayan ve kendisine ait limanım, muhafızı veya askerinin komutanı idi. Çünki bunların herMffi, tahsis edi­len bir işde özel bir idareye bakar.

Bütün hu memurlardan herbiri için, yetkisini tesis ve İdaresini mu­teber kılacak şartlar vardır.» [438]

 

Birinci Kısım

 

Genel İmaret

 

Genel imaret, bir şehir veya bölgede bütün işlere bakma yetkisine sahip olmak bakımından, mutlak yetkiye sahip Emîr'in genel yetkileridir.[439]

 

Birincisi Genel İmaretin Yetkileri:

 

Emîre verilen imaret genel ise, o aşağıdaki işlere bakabilir:

Birincisi: Ordunun idaresine ve erzaklarını takdirine bakar. Ancak halife bizzat takdir etmişse, halifenin görüşüne uygun hareket eder.

İkincisi: Mahkemelere bakar, hâkimleri tayin eder.

Üçüncüsü: Haraç toplama, sadakaları alma, bu işler için memur ta­yin etme ve her ikisinden, müstahak olanların hakkını ayırma.

Dördüncüsü: Dini himaye ve halkın namusunu korur, dinin tağyir ve tâdile uğramaması için gayret eder.:

Beşincisi: Allah'ın ve kulların haklarını ihlâl edenlere had (ceza) tatbik etmek.

Altıncısı: Cuma günleri ve diğer zamanlarda cemaata imamlık yap­mak veya kendi yerine birini vekil bırakmak.

Yedincisi: Hacca gidenleri yolcu eder. Onların geride kalan yakınla­rını dönüşlerine kadar korur. [440]

Emîr, îslânı Siyaset Hukuku âlimlerinin belirttiği kısaca bu yetkileri, genel imarete getirilir getirilmez, doğrudan doğruya haizdir. Bu yetkiler dinî, müdafaa, kazaî ve malî işlere şamildir.[441]

 

İkincisi -Genel İmâjretin Şartlan:

 

Âlimler imarete gelen şahısta muayyen şartların yerine getirilmesini şart koşuyorlar. Bu şartlar tefviz veziri için ileri sürülen şartların aynı­dır. Çünki, Emîr'in muayyen mıntıkadaki selâhiyeti geneldir.

Tefviz vezirinde bulunması gerekli şartlar ise, nesep şartı dışında ha­lifede bulunması gerekli şartlardır.

Bu sebeple Emîr'in şartları şunlardır: İlim, adalet, bedenî selâmet ve kendisine bağlı vazifelen ifaya yetecek kabiliyet ve kudret bakımından imarete uygunluk. [442]

Mâverdî şöyle diyor:

«Böyle bir imaretteki şartlar tefviz vezirindekî şaftlardır. Çünki, ikisi arasmdald fark, velayetin imarette Özel tefviz vezirliğinde ise umu­mî olduğudur. Velayetin umumî ve hususî olması bu işlerdeki muteber şartlarda bîr fark teşkil etmez.» [443]

 

Üçüncüsü -Vezirin Emîr Üzerindeki Yetkisi:

 

Belirttiklerimizden anladığımıza göre, Vezir'in yetkisi Emîr'in yet­kisinden daha geneldir. Çünki, Vezir'in yetkisi bütün eyaletler ve bölgeler üzerinde mutlak ve umumîdir. Halbuki Emîr'in yetkisi, idare ettiği bölge dahilinde umumîdir.

Binaenaleyh Vezir, Emirleri tayin ve azletme hakkına sahiptir. Çün­ki, yetkisi büyük nisbette halifenin yetkilerine benzeyecek kadar genel­dir. Vezir, bu yetkilere dayanarak doğrudan doğruya Emîr'in faaliyetle­rini murakabe edebilir. Çünki, doğrudan doğruya onun reisidir. Onun yet­kisi bütün bölgelerin Emirleri üzerinde genel ve mutlak olduğu için, Emîr'in Halife tarafından veya Vezir tarafından tayin edilmiş olması du­rumu değiştirmez.[444]

 

Dördüncüsü -Vezirin Emîri Azletmesi:

 

Vezirin bölgelerin Emirleri üzerinde genel yetkisi olduğuna göre, acaba onları tayin veya azledebilir mi? Ve acaba bu, onun selâhiyetleri cümlesinde midir?

Burada tayin ve azil arasında bir ayırım yapmak gerekir.

Birincisi -Tayin durumu:

Vezir, bölgelerin Emirlerini tayin hakkına sahip olduğu gibi, Halife de bu yetkiye sahiptir. Her ikisi de onların muameleleri üzerinde mura­kabe hakkına sahiptir.

İkincisi -Azil durumu:

Tabiî, Halife bütün Emirleri azil hakkına sahip olduğu gibi, onları Emirlik makamına da getirebilir. Çünki o, devlet başkanıdır.

Vezir İse, ancak kendi iradesiyle tayin ettiği Emirleri azil hakkına sahiptir. Çünki onlar, onun vekilidirler; o tek başına onları azledebilir veya görüşüne göre başka bir yere nakledebilir. Halife, Veziri azlederse, Vezirin tayin ettiği Emîrler, onun azliyle birlikte azledilmiş olurlar. An­cak onların işini uygun bulursa, azledilmiş olmazlar.

Eğer Emirlerin tayinini Halife yapmış, ya da onun izni ile Vezir ta-1 yin etmişse, Vezir onları vazifelerinden azledemez veya yerlerini değiş­tiremez. Çünki, onun bu işlemi Halifenin tasarrufuna aykırıdır, bu ise caiz değildir.  

Ebu Yala şöyle diyor :                                               

«Sonra bu imaret akdine bakılır: Şayet onu Halife tayin etmişse, tefviz vezirinin gözetme ve tetkik yapma hakkı vardır; ancak onu azil veya bir bölgeden nakil hakkı yoktur.

Şayet vezir tek başına onu tayin etmişse, bakılır: Şayet halife adına tayin etmişse, onu azledemez ve bir işten diğer bir İşe nakledemez. Ancak Halifenin izniyle yapabilir. Vezir azletse bile, bu Emîr azledilmiş olmaz. Şayet bizzat kendisi tayin etmişse, o kendisinin vekilidir, bu sebeple görüşüne göre uygun olacak tarzda  tek foaşuıa  azledebilir ve işini  değişti­rebilir.

Bu Emîrhı tayini yapılmış ve fakat onun 'İsendişi tarafımdan veya Halife adına yapıldığı belirtilmemişse., kendi adına tayin etmiş sayılır. Onu tek başına azledebilir. Halife onun İmaretini uygun bulması hali dı-Şinda, Vezir azledilince (bu Emir de azledilmiş sayılır. Bu yenileme yeisi bir vazife ve yeniden tayin olur. Ancak akdin sözlerinde, akdîn başlangı­cındaki şartlara ihtiyaç yoktur.» [445]

 

Beşincisi -Vezir'iil-Emir :

 

İmaret, bir bölgede genel bir velayettir. Vezir, Halifenin muvafakati ile veya muvafakati olmadan, kendisi için tenfiz veziri tayin edebilir. Çünki, tenfiz vezirinin işi, tahakküm hakkı olmadan vekâlet yoluyla Emî-rin emirlerini icra etmektir.

Buna dayanarak, Emîre tâbi olan tenfiz veziri, orduları harekete ge­çirmek veya devlet malından sarfiyat yapmak, ya da bazı vazifelileri ta­yin gibi, tek başına bir işi yapamaz, çünki vazifesi tenfizdir. Emir. ken­disinden sâdır olan emirleri tatbik etmek için bir tenfiz vezirine muh­taçtır.

Ancak, Emir kendisi için bir tefviz veziri tayin edemez. Çünki, tef­viz vezirinin yetkisi geniş ve müstakildir. İşini kendi âmirine başvurma­dan yapar. Bu sebeple Halifenin izni dışında Emîr, tenfiz veziri tayin edebilir, ama tefviz veziri tayin edemez.

Kanaatimizce, Emîrin vezir tayin edebilmesi konusunda Kfou Yala ile Mâverıdî'nin sözleri arasında tenakuz vardır.

Mâverdî, Emîrin, kendisi için halifenin veya bir başkasının emri ile tenfiz veziri tayin edebileceğini ve fakat tefviz vezirinin ancak halife­nin izni ile tayin edebileceğini söylüyor. [446]

Ebu Yala ise, Emîrin, Halifenin izni olmadan hiç bir vezir tayin edemiyeceğini söylüyor. [447]

Öyle anlaşılıyor ki. Emîr,  emirlerini  tatbik için  tatbike muhtaçtır, bu İse, ancak bu işi yapacak bir vezir tayini suretiyle mümkün olur. [448]

 

Altıncısı -Emîrin Azli:

 

Halife, kendisi veya veziri, ya da eski halife tarafından tayin edilmiş olsun, herhangi bir Emîri azledebilir. Halifenin ölümü ile Emîr azledil­miş olmaz, imareti devam eder. Buna karşılık, vezir, halifenin ölümü ile azledilmiş olur. Çünki vezirlik, halife adına vekâlettir, imaret ise, müs-lümanlar adına bir vekâlettir.

Ama, tayinleri kendinden evvel yapılmış Vezirlerin Emirleri, Hali­fenin emriyle azledilmiş, olurlar. Çünki. onun yetkisi en üstündür. Aynı şekilde tayinlerini yapan vezirin ölümüyle azledilmiş olurlar.

Buna dayanarak, şayet Emîr, Halifeden önce tayin edilmişse, Hali­fenin ölümüyle azledilmiş olmaz. Buna karşılık Vezirin tayin ettiği Emîr Vezirin ölümüyle azledilmiş olur.

Vezir, Halifenin Ölümüyle azledilmiş olur. Çünki, onun vekilidir. Emîr ise Halifenin ölümüyle azledilmiş olmaz. Çünki imaret müsîümanlar adı­na bir vekâlettir. [449]

 

İkinci Kısım

 

Özel İmaret

 

Birincsi -Özel İmâıretm Mânası:

 

Öze! imaret, ordunun idaresi, vatandaşın idaresi, vatanın himayesi ve namus koruma mevzularında münhasır Emirliktir. Hâkimlik veya ha­raç ve sadaka toplamak yetkisine sahip değildir. [450]

Emirlik ilk başta, bütün işlerde genel bir iş idi. Emîr, imareti dahi­linde, Halifenin sahip olduğu bütün haklara sahipti. Çünki. onun vekili­dir. Ne zaman İçi ülke genişledi, problemler çoğaldı, Emirliğin işleri de arttı, insanların dertleri ziyadeîeşti, mes'ele bir nevi ihtisasa ihtiyaç gös­terdi. Emîr'in yetkileri, hâkimliğe ve malların idaresine karışmadan, ordu mes'eleleri ve vatandaşın idaresi ile sınırlandı. Halife, ihtilâflara bakacak ve hüküm verecek bir hâkim ve malî işler ile haraç işlerine bakacak bir diğer birini tayin ederdi.

Hz. Ömer Amr İbnu'1-Âs'ı Mısır'a, genel yetki ile tayin etti ve onu, bütün müdafaa, içişleri, kazaî ve malî hususlarda yet­kilendirdi. Onun hakkında şikâyetler artınca, Abdullah bin Sâd bin Ebî Sarah'ı haracı toplamak için. bir hâkimi de ihtilâflara bakmak için gön­derdi.[451]

 

İkincisi -Özel İmaretin Yetkilori :

 

1-Hudud (Cezaları) Tatbik:

 

Mâverdi. hudud mevzuunda tafsilât vermektedir, acaba bu mevzu Emîr'in yetkisi içine girmekte midir, girmemekte midir? İki durum ara­sında ayırım yapıyor.

Birinci hal: İhtilâf için hukukçu tayinine ihtiyaç gösterir, ya da ta­rafların inkârı için beyyine ikâmesine ihtiyaç gösteriyorsa, hudud tatbi­kine tevessül edemez. Çünki hudud, imareti sahasına girmeyen hüküm­lerdendir.

İkinci hal: Hukukçu tayini ya da beyyine ikâmesine gerek yoksa, bu had (ceza), ya Allah'ın haklarından, ya da insanların haklarından bi­rine taalluk edecektir.

Şayet insanların haklarından biri ise, kazif ve bedenine veya bir organına kısas gibi, bu, talebe bağlıdır. Eğer hâkime başvurursa, hâkim, ifası hâkime verilmiş hakların cümlesine girdiği için, cezayı tatbikte Ön­celikle hak sahibidir. Şayet, haddi ve kısası tatbik için bu Emîre talep gelmişse, Emîr tatbikte öncelikle hak sahibidir, Çünki o, hüküm değildir, bilâkis hakkı ifa etmeye bir yardımdır. Yardım eden ise, hâkim değil, Emîr'dir.

Şayet zinada sopa vurulmak veya recmedilmek gibi, Allah'ın bir hakkı sozkonusu ise, bu iş, siyasî kanunlara dahil olduğu, himaye gerek­lerinden ve milleti korumak sayıldığı, seçilmiş Emirlere bırakılmış ve araştırmaya ihtiyaç gösteren işlerden sayıîmadığı ve taraflar arasındaki ihtilâfı görmek için idarecilere ihtiyaç göstermediği için, Emîr, hâkim­den öncelikle ifa hakkına sahiptir. İmaret (Emirlik) hakları içine girer. Bu sahadan, ancak bir nas gösterilerek hariç tutulur. Yargı sahasından da çıkar, ancak bir nas ile kaza sahasına girer. [452]

 

2- Mezalim Dâvalarına Bakmak:

 

Özel imaretteki Emîr, haklıya haksız karşısında yardım etmek ve haklının hakkını haksızdan almak üzere, şeriat hükümlerinin tatbik edil­mediği, hâkim ve idarecilerin çekindikleri mezalim dâvalarına bakabi­lir. Çünki o, zulüm ve tegallübe mâni olmak, iyilik ve adalet dağıtmakla vazifelidir.

Şayet mezalim dâvası, şeriat hükümleri tatbik edilen ve hâkimin ele aldığı bir dâva ise, ona bakamaz. Çünki onun Emirliği bu işe bakmayı içine almaz. Bu takdirde o, mevzuu, şehrinin idarecisine yahut, şehrine en yakın şehrin idarecisine sevkeder. O, idareciye, hakları ifada yardım edebilir. [453]

 

3- Namaz İmamlığı ve Hacıları Sevketme :

 

Hacıların sevkedilmesi ve yolculuk şartlarının kolaylaştırılması Emî-rin yetkilerindendir. Çünki, bu hizmetler ona verilen vazifeler cümlesin dendir.

Ama cuma ve bayram namazlarında imamlık yapmak ise, bu mev­zuda Ebu Hanife'ye göre, bu, imamlığın Emirlerin vazifelerine dahil ol­duğunu, onların bu hizmeti yapmaya öncelikle hak sahibi olduklarını söylüyor.

İmam Şafiî yargı yetkisine sahip kılınmanın, Cuma ve Bayram na­mazlarında imamlık yapmaktan daha önce geldiğini çünki, bu işin onun bünyesine daha yakın olduğunu söylüyor.[454]

 

4- Cihad

 

Özel işlerdeki Emîr, düşmanları hudutlarında durdukları müddetçe çarpışmayı başlatamaz. Çünki, bu davranış, Halifenin izin vermesi dışın­da, yetkileri içinde kabul edilmez. Fakat düşmana karşı cevap verebilir. Halifenin izni olmadan düşmanlarını vatanından def edebilir. Çünki mü­dafaa harbi namusu korumanın ve hakları muhafaza etmenin gerekle­rindendir.[455]

 

İkincisi -Gesıel ve Özel İmaretin Şartları Arasındaki Fark:

 

Özel imaretin şartları, genel imaretin şartlarının aynıdır. Genel ima­retin şartları bahsinde, bu şartların, tefviz vezirliği şartlarının aynı oldu­ğunu söylemiştik. Çünki, Emîr kendi bölgesinde tam selâhiyet sahibidir.

Genel imaret şartlarından sadece bir şart müstesnadır. O da «ilira»-dir. İlim, tefviz vezirliğinde ve genel imarette bulunmalıdır. Buna kar­şılık, yetkileri sınırlı olduğu için özel imarette bulunması gerekmez, onun ilme sahip olma şartı aranmaz. Bununla beraber Emîr, İslâm hükümleri mevzuunda tam bir câhil de olmamalıdır. Çünki bu durum, yetkilerini kullanma kudretiyle tezat ifade eder. [456]

 

Dördüncüsü -Özel İmaret İle Teııfiz Vezirliği Arasındaki Fark:

 

Alimler, tenfiz Veziri ve Emirlikte bulunması gerekli şartlar arasın­da ayırım yapmışlar ve şartlarını birbirine yakın bulmuşlardır. Ancak tenfiz vezirinde îslâm ve hür olma şartı aranmaktadır. Çünki onun işi halifenin kendisine verdiği işleri yapmaktır. İslâm ve hür olma şartı özel Emirlikte de aranır. Çünki, dinî işler üzerindeki bazı yetkileri içine al­maktadır. Bu yetkiyi müslüman ve hür olmayan bir kimseye vermek mümkün değildir. [457]

 

Üçüncü Kısım

 

İstila Yoluyla Emirlik

 

Birincisi -İstilâ Emirliğinin Mânası:

 

İstilâ Emirliği, yukarıda bahsettiğimiz İsîıkfâ Emirliği için Halife mânasında kullanılır. O devlet başkanıdır. Tayin ve azillerde mutlak yetki sahibidir. Özel veya genel olsun, kendisinde kudret, kabiliyet ve ehli­yet bulunan Emir olarak tayin eden odur.

İslâm siyasi hukukçuları imareti iki kısma ayırıyorlar : İstikt (Eh­liyet) İmareti, İstilâ İmareti. Mâverdî, imaret mevzuunda şunu söylüyor:[458]

«Halite lîir kimseyi, bir ıbölge veya şehre Emîir tayin ettiği zaman, onun imareti iki çeşit olabilir : Genel veya özel. Genel olanı iki çeşittir: İstikfa imareti seçim aktiyle oîur. İstilâ imareti zor kullanarak olur.» [459]

Daha sonra istilâ imareti mevzuunda şöyle söylüyor ;

«İstilâ imareti, zor (mecburiyet) yoluyla meydana gelir, kuvvet ile Şehitrdeki Emîr'e hakim olur,, Halife onu, o şehrin idaresine Emîr olara-k tayin eder. Böylece Emîr, istilâsıyla siyaset ve idareye müsteîndâne hâ­kim olur. Halifenin bu şahsın din hükümlerini tatbik etmesine, izin ver­mesi, fesattan dürüstlüğe, zararlı durumdan iyi duruma dönmesi gayesi İledir.

Bu şekilde Emirlik, şartları ve hükümleri bakımındasî geleceklere kesin olarak aykırı ise de, bu tatrz berekette, ihlâl edilmesi ve askıya alınması caiz olmayan İslâm hükümlerinin muhafazası ve korunması, sa­kat ve yanlış işîer yapılmaması gayesi söz konusudur. İstilâ, mecburiyet ve ehliyetli birmin seçimine engel olmasına rağmen, kuvvet ve acizlik arasında fark bulunması sebebiyle caizdir. [460]

Mâverdî, istilâ imaretinden bahsederken, îslâm devletinin zaaf ve fır­kalara müptelâ olmasından bahsetmektedir. Devletin zaafı sebebiyle tâ­yin ve kuvvet yoluyla Emirliğe geçen çok Emirler görülmüştür. Hicrî 4. asırdan sonra, bazı valilerin cebir ve şiddet ile hâkim oldukları devlet­çikler devri yaşanmıştır. Böylece Abbasî devletinden müstakil devletçik­ler teşekkül etmiştir. Mâverdî, Buvayhiye, Samani, Gazneliîer, Selçuklu­lar, Tolonoğulîarı, Ahşidîîer ve Emirlerinin cebir ve şiddet ile hâkim ol­dukları diğer küçük devletleri müşahade etmiştir. Halife onlara hâkim olamamış, bu devletçikleri kabul etmiştir.

Tabiî «îstilâ İmâreti»'nin Hulâfa-i Raşidîn devrinde veya Emevîler devri ile Abbasî devletinin ilk zamanlarında görülmemiştir. Çünki, bu sırada devlet, ülkenin her tarafına hâkim idi. Hiç bir zorba ve hilekâr, devletin ve halifenin iradesinden dışarı çıkamamıştır. Halife, Valilerin tayin ve azlinde mutlak selâhiyete sahip olup, Vali ise, sadece Halifenin arzu ve emirlerine uymaktan başka bir şey yapamazdı. [461]

İslâm siyaset âlimleri istilâ yoluyla Emirlik mevzuunu kaçınılması, inkârı ve iptali mümkün olmayan bir emr-i vâki olarak görmüşlerdir. Ve velayetin bu çeşidinin sıhhatini, inkâr edilmesi, daha fazla parçalanma­ya, fırkalara bölünmeye ve kan dökülmesine sebep olmasın diye, bazı şart­lar ile kabul etmişlerdir. Bu şartlar şunlardır:

Birincisi: Peygambere halef olması sebebiyle hilâfet makamını ko­rumak, topluluğun işlerini idare etmek. Onun makamının korunması için ve onun haklarının himayesi gayesi ile gereken her şeyi yapmak.

İkincisi: Halifeye karşı menfi tutumun kalkması, dinî itaatin başla­ması ve ona karşı gelinmesi konusundaki günahın (vebalin) sona ermesi.

Üçüncüsü: Müslümanların düşmana karşı birlik olması için dostluk ve yardımlaşmada birleşmek.

Dördüncüsü: Dinî idarelerin akitleri caiz (sıhhatli), dinî alandaki hükümlerin tatbik edilebilir olmalıdır. Akitleri fesat ile bâtıl olmamalı, sözleşmeler ve ahidler ihlâl edilerek iskat edilmemelidir.

Beşincisi: Dinin koymuş olduğu vergileri toplamak ve onlardan is­tifade etmek mümkün olmalıdır.

Altıncısı: îludud (Cezalar) ehil kimseler tarafından müstahak olan­lara tatbik edilmeli. Mü'mini korumak ancak Allah'ın koyduğu haklar ve cezalarla mümkün olur.

Yedincisi: Emîr, dini korumada, Allah'ın koyduğu haramlardan sa­kınmada sadık ve kendisine itaat edildiği takdirde, halka hakkını vermeli, isyan ederlerse itaata davet etmelidir.

Mâverdî, bu yedi şartı zikrettikten sonra, şöyle diyor : «Dinî kaidelerde yer alan (onlardan çıkartılan) la yedi sebeple, ima­met hakları ve halkın menfaati korunur ve bu sebeple müstevli valinin tayini gerekir. Şayet onda, Emîr tayin edilme hususundaki şaftlar varsa, tayini kesinlik kazanır, ona itaat şarttır. Ona karsı zorlukları ve muhale­feti defetmek gerekir. Emirlik konusunda ona izin verilmesi, milletin hak­larının tatbik edilebilmesini sağlamak içindir.» [462]

Şayet istilâ Emirliğinde, aranan şartlar mevcut değilse, Halifenin müstevliyi istilâ ettiği Emirlikte, ona muhalefeti ve onunla zıtlaşmayı ön­lemek için, halkı ona itaata çağırır. Bu durumda onun hak ve hükümler sahasındaki işlemlerinin muteber olması için, kendisinde Emîrlik şartları bulunan birini ona vekil tayin eder. Bu takdirde müstevl tayin edilmiş olur, nâib de işleri infaz eder. [463]

 

İkincisi: İstilâ İmâreti İle İstikfar  İmareti  Arasındaki  Fark :

 

Âlimler istilâ Emirliği ile istikfa Emîri arasında 4 bakımdan fark görüyorlar.

Birincisi: İstilâ Emirliği bir yeri zorla ele geçirmekledir. Çünki o, bir imareti cebir ve şiddetle istilâ etmektedr. Halbuki istikfâ imareti eh-Jiyetli kimsenin tayini esasına dayanır.

İkincisi: İstilâ Emirliği, müstevilenin istilâ ettiği ülkenin bütününe şâmildir. İstikfâ Emirliği ise, tayin edenin göstereceği ülkeye münha­sırdır.

Üçüncüsü: İstilâ Emirliği belirli ve nâdir işlere bakar, halbuki, is­tikfâ Emirliği görülmesi gerekli bütün işlere bakar.

Dördüncüsü: İstilâ Emirliğinde, tevfiz veziri tayin etmek muteber­dir. Çünki, Vezir ile Emîrin yetkileri arasında fark vardır; Emîr her türlü işe bakar, Vezir ise kendisine verilen işe bakar.

İstikfâ Emirliği ise, her türlü işe bakar. Bu sebeple tefviz Veziri tayini caiz değildir. Çünki, Emîr ve Vezir her türlü işe bakar. [464]

 

İkinci Altbaşlık

 

Harp İmareti (Ordu Komutanlığı)

 

Harp imareti, imaretin ikinci kısmıdır. Bu imaret, Cihad imaretin­den geniştir. Mâvetrdî, Ahkamu's-Sultaniye adlı kitabının 4. bölümünde cihad imaretinden bahsetmekte, daha sonra 5. bölümde ise, iç isyanlar velayetinden bahsetmektedir. Harp velayeti her ikisini de içine alır.

Buna dayanarak imaret iki kısım olmaktadır :

1- Ülke üzerindeki imaret: Bundan bahsettik.

2- Harp imareti: Harbin her çeşidine şâmildir. İki kısma ayrılır: [465]

 

Birincisi -Cihad İmareti:

 

Bu, müşriklere karşı savaşma ile ilgili imarettir. [466]

 

İkincisi -İsyancılar İle İlgili İmaret:

Bu, müşrikler dışında kalan kimselere karşı cihad ile ilgilidir. Üç kısma ayrılır:

1- Mürtedîere  (Ehlu'r-Ridde) karşı harp.

2- İsyancılara  (Ehlü'1-Bağî) karşı harp.

3- Muhariplere karşı harp.

Mâverdî, her bir kısmı tafsilatıyle anlatmaktadır. [467]

 

Birinci Kısım

 

Cihad İmareti

 

İslâmiyet, Allah yolunda cihadı kabul etmiş ve birçok âyetlerde ci­hada davet etmiştir. Çünki cihad, inanç düşmanları fırsat kollayıp, şer ve helâket verecekleri bir sırada, inancı korumak için tabiî ve mantıkî bir yoldur.

Cihad (Kital) âyetleri, Medine'de, müşrikler Hz. Peygamber'e ve müslümanlara işkencelerini devam ettirmelerinden sonra nazil olmuştur. Böylece müslümanlara, üzerlerine gelen düşmanlarına cevap vermeye (mukabele) müsaade edilmiştir.

Allah şöyle buyuruyor :

«Kendileriyle mukaaîele edilen (yâni, düşmanların hücumuna uğrayan mü'min) lere, uğradıkları o zulümden dolayı (bilmukabele harbe) izin ve­rildi. Şüphesiz kî Allah onlara yardım eîmeye elbette kemâliyle kaadirdir.[468]

Bir diğer âyette de şöyle deniliyor:

ıso onmr sızı

srini çekmezlerse, onları nerede bulursanız u İşte size onSar hakkında apaçık bir hüccet dik.» [469]

Bir başka âyet ise şöyledir :

«Ey îman edenler, kâfirlerden size yaksn olanlarla muharebe edin. On­lar sizde büyük bîr âzm-ü şiddet bulsunlar. Büin ki, Allah muhakkak îak-va sahipleriyle beraberdir.» [470]

Allah, inançlarını ve ülkelerini müdafaa etmekte isteksiz davranan­ları ağır bir ceza ile tehdit etmektedir:

«Ey îmcsi edenler, soplu bsr halde kâfirlerle arkalannszı dönmeyin (kaçmayın). Tekrar muharebe sçîn bir tarafa çekilenin, yahırî dsge;bir firkcsya uSaşsp mevki ra?ar«:aı hali trsösfesncs c!-maık üzers; kim oyls bîr günde onlara arkcs çevirirse Âe-lah'iîi gazâb;na uğramıştır. Onun yürdü cehennemdir. O, sis kötü bir sonuçtur.[471]

 

Birincisi  İslâm Ordusu Hakkımda Genel Bilgi [472]

 

Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Senem) zamanında ordu muntazam değildi. Cihad ilân edilince, aralarında hiç bir ayırım yapmadan bütün nıüslumanlar katılırlardı. Çünki cihad herkesin vazifesidir.

Ordu teşkil eden ilk şahıs Hz. Ömer (Radiyallahu anh)'dir. Çarpışan ordunun durumlarını, erzaklarını ve faaliyetlerini idare etmek için «As­kerî Divan» (Divanu'1-Cünd) tesis etmiştir. Bu divanın inşaasma sebep, Irak, Şam ve Mısır'daki fütuhattan sonra, ordunun tembelleşeceği, cihad-dan bıkacağı ve askerlik ruhunun kaybolacağından korkuldu. Bu sebeple ordunun bütün mensuplarına Beytü'l-Mal'dan muayyen bir miktar erzak teinin eden «Askerî Divan» kuruldu.

Bundan sonra, yollarda ve hudutlarda, ordino un nakil ve ikâmetini temin edecek devamlı ve Özel askerî kışlalar kuruldu.

Tsribeıî şöyle diyor :

«Hz. Ömer (Radîyaîiahu anh)   fcütün ülkede edü&eHIdlîği kadarı ile atlar aldı.  Müslüman  zenginlerden mal ve imkân nispetinde îaarp malzemesi aldı, 'eie ise süvari teîaiiî edİîısıişti. Ülkeidm Iser taraîmda teşkilât vardı.» [473]

Hz. Ömer (liadiyalktku anh), insanlarla rahata ve reiaaa alb^acaMarı, cihad vazifesinden ve ülkenin müdafaasından kagnıacaManndaiı korktuğu için, gücü yeten erkeklere «Mecburî iiskerlika îaükellefiyeti koydu. Diğer ülkelerdeki memurlarına çarpışabilecek her süvariyi kendisine gönder­melerini emretmişti. Şayet gönüllü gelirse ce ala, aksi halde askere aldı ve üstlerine bir kumandan koydu. Hz. Ömer (Radiyallahu anh) memurla­rına gerektiğinde mektuplar yazar ve şöyle derdi: [474]

Hz. Ömer  (Kadiycdlahu arık), İslâm ordusunun tanzimi için

mel kaideler koymuş, ordu komutanları için Örfe, Nakba ve rütbeler kullanmıştır. Kadİsiye vak'asından Önce Sâd bin Esî şöyle yazmıştı: birer konmian  (arîî) tayla et, asker alanlarım silâla aaiîaudır. Halkm ileri gelenlerine eioir Ter, Sıazır takdir e£, tecrülbelî kimseleri bayraktar yap.» [475]

Emevîler devri başlayınca, Hz. Ömer (Radiyallahu orahj'in başlattığı orduyu tanzim ve Askerî Divanı tanzim işini tamamladılar. AfcdüîîaeBk Mn Mervaıa, znecburî askerlik nizamını, insanlar çarpışmaktan kaçınınca, tesis etti. Bilhassa, kuzeydeki Bizans devleti ile devamlı harb hali vardı. Ordunun çoğu araplardan meydana geliyordu. Emevîler Kuzey Afrika ve Endülüs'e kadar gemşleyince; harplerinde Beriberilerden istifade ettiler.

Abbasî devlinde ordu genişledi, mensuplarının sayısı Aynca, harp halinde orduya katılan gönüllüler de vardı. Abbasîler dev­rinde İranlıların orduya girdiklerini, geliştiklerini ve kendilerine kuvvetli dayanaklar edindiklerini görüyoruz. El-Mu'tasim hilâfete geçince, annesi Türk olduğu için, Türkleri orduya aldî3 bir an geldi, Türklerin sayısı 70.000'e ulaştı. Yabancı unsurların orduya hâkim olması çok kötülüklere sebep olmuş, bundan çok şikâyetler yapılmıştır. Bunun üzerine Halife ElIslîm anayasa vs idare hukukunun genel esasları

Zîra  yumuşak,   kesik  keük yürOyüşie  geçemedik toprak,  assîmadsk ssrfla?

kalmaz. kötüsü gecen sn iikJnde süî-'aSİe yapman yürüyüş; ür.»

2- Çarpışmaya iştirak için, hazırlanmış atı araştırıp bulmak. Bu at, gerçek ve fiili bir şekilde çarpışmaya katıla bilmelidir. Şayet küçük, yaşlı veya zayıf olma sebebiyle fiilen çarpışmaya katılamayacak bir at bulmuş­sa, onu çıkarmalı ve iştirakine mani olmalıdır. Çünki, belki de  üzerine binenin hizmetini ifa edemeyecek derecede, orduya zarar verir.

3- Orduya iyi muamele etmek, askeri gözetmek, ihtiyaçlarına bak­mak ve temin etmek, herkese müstehak oldukları bir muameleyi yapmak. Çarpışma için hazırlanmış nizamî ordu ile çarpışma için hazırlanmamış ve fakat cihad dâvetine icabet eden gönüllü ordu arasında maddî mua­melede ayırım yapmak gerekir.

Nizamî bir orduya Beytü'l-Mal'den erzakı temin edilir. Bu, fey (ga­nimet) yoluyla temin edilen bir menfaattir. Gönüllü orduya ise feyden mal verilmez, sadaka mallarından verilir.

Belirtelim ki, Eüu Hanife iki çeşit ordu arasında ayırım yapmıyor, her ikisine de aralarında ayırım yapmadan fey veya sadaka malından ve­rilebileceğini söylüyor.

4- Ordu çeşitli kısımlara ayrılır. Her grup için bir baş (arîf ve nakî) mevcut olup, grubundan mes'uldür. Bu baş asker ile başkomutan arasın­da vasıtadır. Bu baş, başkomutanlıktan sadır olan emirıeri askere nakle­der. Bu emirlerin tatbikini temin ettiği gibi, askerin isteklerinin gerçek­leşmesi için komutana bildirir.

5- Her bir taburun, diğerinden ayıran bir amblemi vardır. Bu amb­lem, taburlar arasında ayırımı kolaylaştırır. Bu amblem, ya her bir ta­burun diğerlerinden ayrı bir bayrağı olmak suretiyle, ya da ayrı bir el­bisesi olmak suretiyle gerçekleşir. Bu her taburun ayırımını kolaylaştırır. Urve İbn-i Züfoeyr,    babasından şu rivayeti yapıyor:    Hz. Peygamber (Sallallahü A leyhl ve SeV.em muharicin için bir şifre yapmıştı :

Ya,   Benî Abdurtrahmaa.    Hazreci'nin şifresi:    Ya,   Benî Abdullah.

Evs'in şifresi: Ya, Benî Ubeyduîlah. Kendi atını ise: Allah'ın atı... diye isimlendirmiştir.

6- Askerin durumunu, temayülünü ve fikirlerini öğrenmek için or­dunun ahvalini araştırmak, fertler arasında göz gezdirmek, şayet bir kıs­mında, ordu fertleri arasında kötü cereyanları yayan sapık ve yıkıcı ce­reyanlar bulunur, ya da ordunun kıymetini azaltanlar veya zafer elde et­me gücünü zayıflatanlar, ordu aleyhine casusluk yapan ve düşmana ha­ber nakledenleri tesbit ederse, bu kimseleri ordu mensupları arasından çıkartır, onlarla birlikte harbe gidilmesine engel olur. Çünki, bunlar as­kerlerin maneviyatına kötü tesir yapar. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Abdullah İbn-i Übiyyi fein SelüPü müslümanları küçük düşü­rücü harekette bulunduğu için, ordudan ihraç etmişti.

7- Onlara aynı muameleyi yapmak. Nesep, lisan veya dostluk se­bebiyle aralarında hiç bir hakta ayırım yapamaz. Çünki, bu tarz bir ha­reket tek bir ordu içinde bölünmeye sebep olur, belki de parçalanmaya ve yok olmaya götürür. Enıîr'İn herkese, bazıları onun görüşüne muha­lefet etseler de, aynı muameleyi yapması iktiza eder. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) çoğu defa münafıklardan sâdır olan ahmakâne tasarrufları bilmezlikten gelir (tecâhül), onlara müslümanlarla beraber aynı muameleyi yapardı. Böylece, onları başkalarından ayırmayarak, or­dudaki parçalanmaya engel olmuştur.[476]

Allah şöyle buyurmaktadır:

«Allah'a ve onur Resulüne İî&aî esn, Birbİrnîz! çekişmeyin. Sonra korku ile za'fa düşersiniz, rüzgârınız (kesilip) gider.» [477]

Burada rüzgârdan maksat devlet veya kuvvettir. [478]

 

İkincisi-Harbi İdare Etmek:

 

Harbi idareden maksat, harp hazırlıkları, işlerim ve müslümanlarla kâfirler arasında cereyan eden çarpışmayı kontroldür. Çünki o, genel Emîr ve Ordu Başkomutanıdır; o, düşmana hâkim olmak için uygun gör­düğü metodu takip edebilir.

Burada kâfirlerin iki çeşidi arasında ayırım yapmamız icap eder.

Birinci çeşit: Kendilerine İslâm anlatılan ve İslâm'ı öğrendikten son­ra onu reddedendir; ;onların mazeret ileri sürmeye hakları olamaz. Artık çarpışma tek yoldur. Emir, harp yolunu, yer ve zamanını seçmekte mut­lak takdir yetkisine sahiptir.

İkinci çeşit: Kendilerine İslâm tebliğ edilmemiş ve İslâm'ı öğrenme­miş kâfirlerdir. Bu durumda onlara karşı harp edilmez; ancak Emîr on­lara İslâm'ı sunar, eğer kabul ederlerse, harpten beklenen zaten budur, Çünki, harp bizatihi gaye değildir.

Allah şöyle buyuruyor :

Ancak çarpışmaya iştirak ederlerse, öldürülmeleri caizdir. Onlar müsîü-manlara hücum halinde ikea öldürülürler- kaçarlarsa, peşlerine düşülmez. Şayet düşmaa, kadın ve çocukları, kendileri ile müslümanlar arasına olroak üzere öne sürerler ve müsîiizzDaizIarra onları öldürmeye ceMerini bil-diMerinden bunu yaparlarsa, bu müşriklerin zaferine sebep olacağı için

Ama, eğer düşmanlar müslüinan esirleri Öne sürerlerde lanö müslüaıan. kardeşlerini öldürmeleri caiz değildir.

Aym şekilde, ihtiyarlan, âcîz?eîis raâbed ve maaasfer sârini îarı öldürmek de caiz değildir. Çünki ortîar çarpışmaya katılacak güce sahip değildirler.görüş bildirrae, meşveret üe yardna eder veya

 şöyle diyor: keseli  makastardaki ıraMK daglîö  râsKaîarîü teması otearahat samanlarında tehlikeden korumak için,  münasip  yerlere bekçiler koyması suretiyle yapılır.

2- Askerî kuvvetlerin konaklıyacağı yerleri seçmek. Eıı yerler ko­naklamaya elverişli ve askerîn ihtiyaçlarını temin şartlarını haiz olmalı­dır. Yirte ayrıca as bir zayiat ile düşman üzerinde zaferi sağlayacak mu­harebe meydanlarını tesbit etmek.

3- Yemek ve içmek gibi, askerin ihtiyaç duyduğu zaman yeteri ka­dar bulunması için zarurî ihtiyaçları temin etmek, böylece çarpışma es-nasinda ordu, bu ihtiyaçların azalması ile çarpışma gücünün zayıflama­sına sebep olacak, susuzluk, yorgunluk ve açlığa duçar olmasın.

4- Düşmanın planlarını öğrenebilecek her bölgeyi gezden geçirmek, istifade etmek için kuvvetli veya. zayıf oldukları yerleri tetkik etmek. Ayrıca bu yol ile,, düşmanın kuvvetini^ silâhlarını, manevî durumunu ve harp veya mukavemet durumunu da öğrenmiş olur.

Zamanımızda casusluk, modern harplerde büyük rol oynamış, nîhnî zaferin üzerine kurulduğu faydalı bilgilere ulaşmak için, çok çeşitli usul­ler icad edilmiştir.

5-Kuvvet tanzimini, yapılmış planlara uygun olarak bizzat mtrca-Irabe etmek^ komuta hiyerarşisini tertip ve her bir komutanın vazifesini (işini), i^îerİB herkese dağılmasını temin ederek, herbirine münasip bir mevki vererek belirtmek.[479]

İslâm Askerî Usûlünü tam bîr şekilde ve sağlam esas­larını belirtmiştir. Askerler birbirleriyle karışmayacak şekilde, herbiri-nin yerini tesbit bakînıindant askerî birliklerin en ince tanzimine kadar teferruatlı bir şekilde açıklamıştır.

Planlama cümlesinden olarak, her bir birlik için, ayrı isim (amblem) yapılmıştır. Harp esnasında mânası kendi içinde mevcut kelimelere misal olarak şunlar sayılabilir: (Mil, Inkılâb, İntikal, îstidare, Tekatur, İktiran. Edsaff Etba-ı meymene ve Etha-i meysere, Ceyş-î müstakim ve Ceyş-i münharif). Bu kelimelerden herblmün, ancak askerin bildiği özel bir mâ­nası vardır. Komutan askerlerden bîrini sağa veya sola, Öne veya arkaya almak istediği zaman; bu kelimelerden biri ile çağırırs asker de bu çağ­rıya göre cevap verir.

Her kabilenin (bölük) kendine ait özel şifre ismi vardı, istenildiğin­de bu şiire kullanılırdı.. Meselâ, Ahzab şifre

Belirttiğimiz âyetler bize, İslâm'ın cihada verdiği değeri, cihadda sab­retmeyi gösteriyor. Müslüman çarpışmaktan kaçmaz. Çünki bu firar, üm­metin tümünün helakine yol açar. Şayet ümmet, kendisini müdafaa isini ordusuna vermişse, artık bu ordunun, bu emaneti muhafaza etmesi, düş­mana karşı durması, sabretmesi, çökmeden ve zaafa uğramadan devam, etmesi gerekir.

2- Savaştan maksat Allah'ın dininin zafere ulaşmasıdır: İşto Allah uğrunda cihacî budur. Savaştan hedef ve maksat, ganimet veya hayat me-taından bir şey elde etmek değil, bu çarpışma ile Allah'ın dinini ve inan­cı müdafaadır. Şüphesiz, şayet çarpışan kimse, inancı müdafaa için çar­pışıyor ise, onun çarpışma gücü kat kat artacak, bu inanç uğruna her fe­dakârlığı kolayca bulacaktır. Çünki inanç, maddî bütün değerlerden üs­tündür ve onun uğruna insan, hayatını, malım, ailesini ve yakınlarını feda edebilir.

3- Eli altındaki ganimetlere ihanet etmemek. Her mücahid gani­metleri Emîr'e teslim etmelidir. Çünki o, mücahitlere hakları nisbetinde ganimeti tevzi eder.

Ganimet, müslümaniann harpte ganimet olarak aldıkları maldır. Bu mallar beş kısma ayrılır. Beşte biri, Allah'a, Resulüne, yolda kalmışlara, yetimlere, fakirlere; beşte dördü ise, mücahitler içindir ve aralarında bö­lüşülür.

Ganimet fey'den farklıdır. Çünki fey, çarpışma dışında müslümanlara gelen ve Beytül-Mal'e konulan maldır, bütün müslümanlar arasında pay­laşılır.

Bir asker, eskiden mevcut dostluk ve akrabalık sebebiyle bir müş­riki sevmemelidir. Çünki, âyet şöyle buyurmaktadır:

«Ey îman edenler, üzederine Aüah'ın gascsb ettiği o kavm ile âost olmayın k\t mezarlarm yaranından o!an kâfirler nast! OsüitEerifsi kestüerse, onlar da öylece âhtreffen ümitlerini kesmişlerdir.» [480]

Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Hâtib bin EM Beltea, Mekke ehline bir mektup yazarak, onlara müslümanîarın aleyhlerine birkaç harp ha­zırladıklarını bildirdi. Sonra onu reislerden biri ile Abdülmuttalib'e gön­derdi. Allah. Peygamberine bu mektuptan haber verdi. Bunun üzerine

Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Selle m), Hz. Ali ve Zübeyr (Radiyallahu anh)% mektubu taşıyan kimseyi yakalamak için gönderdi. İkisi (ona ye­tişip) mektubu başındaki sarığın içinden bulup çıkardılar.

Hz. Peygamber (Salküiahü Aleyhi ve SeHem) Hatıb'ı çağırdı ve şöyle dedi :

«Yapîtğ:nı ışın mesuliyetini biliyor musun?»

Hatıb şöyle dedi:

Ey Allah'ın Kesûîü! Allah'a yeınin ederini ki, Tsen Allah'a ve Re­sulüne maranuşım, küfre girmedim, (İsîâmiyetten) dönmedim. Fakat tu­rada kavim ve aşiret içinde kiınsem yok. Aile fertlerinin hepsi Mekke'de. Onların kurtulmalaın iğin durumu onlara 'bildirdim.»

Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve SeUemj onu affetti. Emîr'in asker üzerindeki hakları:

Emîr'in askeri üzerinde dört hakkı vardır:

1-Kendisine itaat: Çünki nizam, ancak itaat ile tesis edilir. Askerin itaati, Emîr'e verilen velayet gereğidir.

Allah şöyle buyuruyor: emir sahiplerine de iîaat edin.» [481]

Buradaki âyetteki Ulü'1-Emr (Emir sahipleri)'den maksat, İbn-i Ac-"bas'a göre, «Emirler = Ümera»'dır. Diğer âlimlere göre ise, âlimlerdir.

2-Harp işlerine taalluk eden mes'elelerde onların, işlerini kendisine (Emîr'e) havale etmek, ona tam yetki vermek. Şayet meselelerini Enıîr'e vermezlerse (havale etmezlerse), çeşit çeşit görüşler ortaya çıkar, kuv­vetleri kırılır, fikirleri parçalanır. Ancak bu dernek değildir ki, o, onları nazara almadan sadece kendi görüşü ile tahakküm edecektir. Aksine -yukarıda Emîr'in vazifeleri bahsinde belirttiğimiz gibi-onlardan gö­rüş sahipleri ile istişare etmeli ve görüşüne zıt bile olsa, kendisi ve aske­rin menfaati için görüşlerini almalıdır.

Allah şöyle buyuruyor:

«Halbuki bunu Peygambere ve onlardan (mü'mînierden) emir salîiplümaıı olanların mallarına dokunulamaz, onlardan alınamaz. Çünki, gani­met sayılmazlar.

2- Düşman küfründe devam ederse, Emir onlara karşı zafer kazan­dıktan sonra, erkekler esir alınır, İslâm ordusu, malları ganimet olarak alır.

Emîr, erkekleri esir aldıktan sonra şu dört husus arasından, müslu-manlarm menfaatine olanı tercih etmekte serbesttir: Afv yoluyla onları serbest bırakmak; şayet maslahat gerektiriyorsa, onları öldürtmek; köle yapmak, bu takdirde haklarında kölelik bükmü işler; inallarına kavuştu­rarak onlardan istifade etmek; müslümanların esiri yapmak.

3- Müslümanlara verdikleri mal mukabilinde barış yapmak. Eu rnal mücahitlere ait olup, beşte dördü aralarında bölüşülür. Bu ateşkes (ba­rış), devamlı bir ateşkestir. Ancak her sene belli bir haraç ödemedikleri takdirde, onlara karşı savaş caizdir. Bunu öderîerse mutlak bir emân hak­ları vardır. Kendilerine sağlanan emâna kavuşmak için üzerlerine konu­lan vergiyi ödedikleri müddetçe, onlara karşı savasüamaz. Bu durumda onlara hayatları ve malları üzerinde emân verilmiş sayılır. Hiç bir rnüs-lüman, onlar andîagmayı bozmadığı ve vergilerini ödemekten kaçınma­dıkları müddetçe, ne onların topraklarında, ne de Dar-ı İslâm'da onlara zarar verebilir.

4- Mal vermeden ateş kesmek: Emir, bu şekildeki ateşkese, ancak onları yenmekten âciz olduğu veya zafer onların olduğu takdirde ve imanı tarafından böyle bir ateşkese yetkilendirilmiş olması şartıyla başvurabilir.

Ateşkes daimî ve uzun müddetle olamadığı gibi, düşman ihlâl etme­dikçe, onun ihlâl etmesi de caiz değildir. Bu takdirde znüslûznanlar eski durumlara bakmadan onlara karşı savaşabilirler. Hz. Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ye Sellem) Hudeybiye vak'asmda Kureyşli kâfir]er ile ateşkes im­zalamış ve ancak onlar andlaşmayı ihlâl ettikten sonra, onlara .-arşı har­be başlamış ve Mekke'yi fethetmiştir. [482]

Ordu Ernîrinin, evleri ateşe verme, ağaçları kesme, suları kesme, or­dunun harpte düşmana tazyik için başvurduğu, kendisinin münasip gör­düğü her türlü vasıta ile düşmana tazyik ederek zaferi sağlayan tedbir­lere başvurabilir.

Bu tedbirlerin düşmanın teslime mecbur edici olması şarttır. Şayet teslim olmasına tesir etmiyor ve menfaat de yoksa, bu tedbirlere başvu-ramaz. Hz. Aleyhi ve SefemjTâiflUerm üzüm bağlarını kestirmiştir. Bunun sebebi, onları teslim olmaya zorlamaktı. Aynı şekil­de Benî Nâdir Harbi'nde hurma ağaçlarının kesilmesini emretmiştir.

İslâm ordusu düşman malını kendisi için mubah kılamaz. Çünki, bun­lar ganimete dahil olup, herkese bölüştürülür. Bundan sadece, askerin normal olarak ihtiyacı olduğu yemek ve atlar müstesnadır, yoksa elbise ve binek alamazlar. Şayet bunu alırlarsa, onu ganimete iade etmeleri ge­rekir, ancak hisseleri kadar alabilirler.[483]

 

İkinci Kısım

 

İsyancılara Karşı Harp İmareti

 

İsyancılara karşı harp Emirliği Mâverdî'nin seçtiği ve müşrikler dı­şında kalanlara karşı harp için kullandığı bir tâbirdir. Bu kimseler üç kısımdır:

1- Mürtedler,

2- İsyancılar (Baği),

3-Muharipler.[484]

 

Birincisi -Mürtedlere Karşı Savaş:

 

îrtidat (Ridde) imandan rücûdur ve küfür kelimesini diliyle söyle­mektir. Bunun için akıl ve bulûğ şarttır. Bu sebeple deli ve küçüğün ir-tidadı (riddesi) sahih değildir. Deli, akıllı değildir ve bu sebeple tasar­rufun mânasını idrak edemez, küçük de öyle.

Mürtedin hükmü, irtidat sebebiyle haram kalkacağı için, kanı helâl­dir. Hz. Peygamber (Saîlailahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: [485]

 

«Dininden Döneni Öldürünüz.»

 

Sahabeler Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m vefatından sonra, İslâm'dan dönen mürtedlerin öldürülmesi (onlara karşı harb edil­mesi) hususunda birleşmişlerdir.

Bir cemaat İslâm dininden dönerse, fakat İslâm ülkesi içinde oturu-yorlarsa, onlara karşı savaşılmaz, dinden dönme sebepleri sorulur. Şayet dinde şüpheleri olduğu belirtilirse, bu şüphenin giderilmesi için onlara, delillerle açıklama yapılır. Bunun üzerine tövbe ederlerse, tövbeleri ka­bul edilir, ikinci defa İslâm'a dönerler. Dinden dönmeleri müddetince ter-kettikleri namazlarını kılarlar ve oruçlarını tutarlar. Çünki, bunlar irti-dattan evvel onların vecibesidir. Ebu Hanife şöyle diyor :

«Kaza etmeleri gerekmez, onlar İslâm'a yeni girmiş gibidirler. İrti-dattan evvel hac etmişlerse, hacları irtidat ile bâtıl olur.»

Şayet mürted İslâm'a dönmezse, kadın veya erkek olsun, öldürülmesi gerekir. Bütün deliller kadın ve erkek ayırımı yapılmadan mürtedlerin öldürülmesini ifade etmektedir. Ebu Hanife şöyle söylüyor :

«Kadınları öldürmeyin; fakat hapsedin, daha sonra tövbe edip, İs­lâm'a girmelerini isteyin.» [486]

Mürtede düşünmesi için iyi muamele yapılır. İslâm'a dönmesi için 3 gün mühlet verilir, şayet İslâm'a dönmezse bu takdirde öldürülür, gas­ledilmez ve müsiüman mezarlığına defnedilmez. Malı fey olarak Beytü'l-Mal'e kalır, ona kimse mirasçı olamaz. Bütün bunlar, İslâm ülkesinde ya­şıyorlarsa, diğerlerinden ayırım yapılmaksızın uygulanır.

Ama şayet müslümanlardan ayrı olarak bir evde tek başlarına, kimse ile görüşmeden yaşıyorlarsa, bu takdirde, onlarla konuştuktan ve İslâm'a dönmeleri için iknaya teşebbüs edildikten sonra Öldürülür. İkaz edildikten sonra, öldürülmelerinde ehl-i harbe karşı savaş hükümleri uygulanır. On­lar geceleyin veya gündüzün öldürülebildikleri gibi, onlardan esir alman­lar da öldürülür. Onlardan köle de olamaz. Çocukları da, velilerinin din­den çıkışından sonra veya evvel doğmuş olsunlar, esir olmazlar. Bir gö­rüşe göre onlar dinden çıktıktan sonra, doğan çocuk köle olur. Malı ga­nimet olarak paylaşılmaz, sadece bekletilir. Şayet İslâm'a dönerlerse mal­ları geri verilir. Eğer dinden çıkmış olarak öldürürlerse, malları fey ola­rak Beytü'l-Mal'e kalır. [487]

 

Mürtedler İle Muhariplere Karşı Savaşmanın Farkları:

 

Mürtedlere karşı savaş ile muhariplere karşı savaşın arasında farklar vardır. Bu farklar 4 tanedir:

1- Mürtedlerle muahede  (Ateşkes)  yapılmaz. Muharipler ile yapı­labilir.

2- Mürted ile mal konusunda sulh yapılmaz. Çünki suîh. bu irtidadı kabul mânasına gelir.

3- Mürtedlere hâkim olunduktan ve zafer kazanıldıktan sonra köle olarak alınamaz. Ayiu şekilde çocukları ve kadınları köle kabul edilmez. Bütün bunlar muharipler için caizdir.

4- Zaferden sonra mürtedlerden alman mallar ganimetçiler ve mü­cahitler arasında paylaşılmaz. Buna karşılık muhariplerin malları dağıtılır. [488]

 

İkincisi -Asilere  (Bağüere) Karşı Savaş :

 

İsyancılar, müsiüman cemaatın görüşüne aykırı hareket eden bir grup­tur. Bunlar kendileri için uydurdukları bir görüşe tabidirler. Burada bir ayırım yapmak gerekir.

Birinci hal: Bu grup, müslümanlara karışmış vaziyettedirler ve on­lardan tefrik edilemezler. Mensupları İmamın hakimiyeti altında olup, onun itaatmdan çıkmazlar ve diğer müslümanlardan tefrik edilemezler. Bu takdirde kendilerine bir müdahalede bulunmadan, kendi hallerine terk edilir. Onlara diğer müslümanlar gibi, hak ve vecibeler tatbik edilir. İmam herhangi bir haklarına tecavüz edemez.

Haricîlerden bir grup Hz. Ali (Radiyallahu anhynin görüşüne karşı çıkmış ve :

«Hüküm ancak Allah'ın dur.» demiştir.

Hz. Ali (Radiyalkthu anh)   onlara şöyle demiştir :

«Onların sözü haktır, fakat bâtıl murad edilmiştir. Sizin üzerimizde üç hakkınız vardır : Allah'ın mescitlerinde Allah'ın ismini zikretmenize mani olunamaz. Size karşı savaşı başlatmayız. İdareniz bizimle beraber clduğu müddetçe fey'i almanıza mani olamayız.»

İmam onlarla görüşleri üzerinde münakaşa eder ve onlara cemaata aykırı olarak tuttukları yolun fesat olduğunu belirtir. Onları tehdit ede­bilir. Onları öldürmeden ve had tatbik etmeden, tâziren cezalandırabilir. Çünki, Hz. Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

«Bir müslümanın kan? şu üç hal dışında helâl olmaz :

1- îmandan sonra küfre girerse,

2- Evlendikten sonra zina yaparsa,

3- Haksız yere birini öldürürse.»

İkinci hal: Bu grup, Emîr'e karşı isyanını ilân eder, hakları ifa etmez ve vazifelerini yapmazsa, başlarında imam olsun veya olmasın, itaata dönünceye kadar, onlarla savaşılır ve öldürülürler.

Allah şöyle buyurmuştur :

«Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle döğüşürlerse, aralarını bulup barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı halâ tecavüz ediyorsa; siz, o tecavüz edenle,. Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın. Binnetİce eğer (Allah'ın  emrine)  dönerse arîık adaletle aralarını  (bulup)  banştırsn.   Her işinizde adalet (le hareket) edîn. Allah, şüphesiz ki, adil olanları sever.»[489] İsyancılara karşı savaş ile müşrik ve mürtecilere karşı savaşın farkları: Mâverdî, isyancılara karşı savaşın müşrikler ve mürtedlere karşı sa­vaştan farkını sekiz noktada zikrediyor [490]

1- İsyancılarla savaştan maksat, onları öldürmek değildir.  Onlarla savaşmaktan  gaye,  onları  öldürmeden   dönmelerini  sağlamaktır.' Müşrik ve mürtedlerle savaşta ise, öldürmek gayedir.

2- İsyancılarla savaş arkadan yapılmaz ve kaçarlarsa takip edilmez. Çünki, onlar müslümandırlar. Halbuki müşrik ve mürtedlerle, gerek yüz yüze ve gerekse arkadan savaşılabüir.

3- Yaralıları bırakılıp gidilmez.

Hz. Ali (Radiyallahu anh)   Cemel vak'ası günü şöyle seslenmiştir: «Kaçanları takip etmeyin, yaralıları öldürmeyin.»

Buna karşılık müşrik ve mürtedlerin yaralıları harp meydanında ter-kedilebilir.

4-İsyancıların esirleri öldürülmez. Çünki, müslümandırlar. Ancak tekrar savaşacaklarından korkulursa hapsedilebilirler. Mürted ve müşrik­ler için ise, caizdir.

5- Malları ganimet alınmaz. Çocukları da esir edilemez.

6- Emîr,  onlarla  bir müddetle ateşkes yapamaz.  Mallarının  koru­nacağını vadedemez.  Müddetli andlaşma  yapılsa  da,  bağlayıcı  değildir. Malların korunacağı vadedilmişse, vaad bâtıldır.

7- Onlarla savaşta müşrik ve zimmîlerden yardım istenmez. Hal­buki mürtede ve müşriklerle savaşta, caizdir.

8- Onlarla savaşta evleri yakmak ve yıkmak; meyve ve sebzelikleri imha etmek gibi, şiddet ve sertliğe başvurulamaz.

Emîr'in düşünmesi gerekir ki, isyancılar müslümandırlar ve Daru'l-îslâm'da bulunmaktadırlar. Onlarla savaşmaktan maksat, itaate döner ve düştükleri delâletten çıkar diye, onları durdurmak ve tesirlerini hafiflet­mektir. Şayet itaate dönerlerse, bütün hakları kendilerine geri döner, kim­se onlara tevacüz edemez. Halbuki, müşrikler ve mürtedler ise müslüman değildirler. Bu sebeple, onların Önden ve arkadan öldürülmeleri caiz ol­duğu gibi, yaralılarını harp meydanında terketmek ve esirlerini öldür­mek caizdir ve belirttiğimiz diğer farklar vardır.

Ebu Yala, «EI-Ahkânıu's-Sultaniyye» isimli kitabında şöyle diyor: «İmam, isyancılara karşı savaşmak için bir Emîr tayin edince, o, çar­pışmadan önce, onları ikaz eder, takbih edetr; üzerlerine hemen hücuma geçmez. Onlarla çarpışmaktan gayesi, onları durdurmaktır, yoksa Öldür­meye kasdetmek değildir. Buna karşılık, müşrikler ve mürtedlerle çar­pışma, muharip ve mürtedlerle çarpışmanın aksine yüz yüze ve arkala­rından yapılabilir. Onların esirleri Öldürülmez. Muharip ve mürtedlerin esirleri öldürülür.» [491]

 

Üçüncüsü -Yol Kesiciye Karşı Savaş:

 

Yol kesiciler, fesatçı ve isyancı olup, yolcuları tehdit etmek, öldür­mek ve mallarım almak için yol kesmeye karar veren (ittifak eden) bir gruptur.

Allah şöyle buyuruyor:

«Allah'a ve Resulüne (mü'miniere) harb açanların, yeryüzünde (yol kesmek suretiyle) fesâdcıhğa koşanların cezası, ancak öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çaprazvârî kesilmesi, ya­hut da (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsva­lığıdır.» [492]

Bu kimseler hakkında tatbik edilecek hükümler mevzuunda, âlimler üç görüş ileri sürmüşlerdir:

Biırisıci görüş: İmam veya bu hükümleri onlara tatbikte onun vekili, kâfi ve durdurucu mahiyette uygun gördüğü tedbiri almakta serbesttir. Bu tedbirler, öldürmek, asmak, iki elini ve iki ayağını kesmek veya ül­keden sürmektir. Bu görüş, Said bin El-Müseyyeb, Mücahid, Ata ve Nehâî'nindir.

İkinci görüş: İmam aralarında ayırım yapar, herbirine uygun hükmü tatbik eder. Öldüren, öldürülür, hırsızın elleri ve ayakları kesilir. Öldür­me fiiline veya hırsızlığa iştirak etmeyen yardımcılar, affedilir veya sür­gün edilir. Bu görüş İmam Mâlik'indir.

Üçüncü görüş: Fiillerine göre aralarında ayırım yapar : Öldüren (ka­til) öldürülür. Öldürmüş ve aynı zamanda hırsızlık yapmışsa, öldürülür ve asılır. Öldürmemiş, sadece hırsızlık yapmışsa, elleri ve ayakları kesi­lir. Öldürme fiiline katılmış ama öldürmemiş veya hırsızlık yapmamışsa affedilir ve hapsedilir. Bu, Şafiî Mezhebinin görüşüdür. [493]

Ayrıca İmam, İslâm ülkesinden sürgün etmekle, bir şehirden diğe­rine sürgün etmek arasında tercih yapmakta serbesttir. Sürgünden mak­sat, suçuna tekrar dönmemesini temin suretiyle, onun tehlikesini uzaklaş­tırmaktır.

Şayet İmam onlara hüküm tatbik etmeden önce, suçlarından tövbe ederlerse, onlar hakkında Allah'ın hakkına taalluk eden cezalar düşer, ama insanların hakkı düşmez. [494]

 

İsyancı İle Yolkesici Arasındaki Fark:

 

İsyancıya karşı savaş ile yol kesenlere karşı savaş arasında şu fark­lar vardır [495]

1-Yol kesiciler, onlardan hakları geri almak için, yüzyüze ve arka­dan öldürülebilirler, isyancılar arkadan öldürülemezler.

2- Müslümanların, yol kesicilerden adam öldüreni öldürmek niye­tiyle harekete geçebilirler. İsyancıları öldürme niyeti ise caiz değildir.

3-Yol kesiciler, harp esnasında sebep oldukları kan, mal ve diğer şeyleri tazmin ederler, İsyancılar tazmin etmez.

Esirin,  durumunu  düzeltmesi  için  hapsedilmesi   caizdir,  isyan­cılar hapsedilmez.

5-Yol kesicinin haraç ve sadaka mükelleflerinden aldıkları şeyler, gasbedilmiş mal gibi olup, haraç ve sadaka mükelleflerinin mükellefiyeti düşmez. İsyancıların düşer.                                                                        

Mâverdî, yol kesici velayeti hakkında şöyle diyor:

«Yol kesicilerle savaşa gönderilen komutanın yetkisi onlarla savaşmaya inhisar eder, onlara had tatbik edemez, onlardan bîjr hakkın yerine getirilmesini isteyemez. Cezaların tatbiki ve kaybolmuş hakların yerine getirilmesini istemek için İmam'dan izin ister. Şayet yetkisi, onları öldür­mek, cezalan tatbik etmek şeklinde genel ise, onun, cezayı tatbik ve hak­kı yerine getirmek için ehl-i ilim ve adaletten istifade etmesi şarttır.» [496]

Sonra şöyle söylüyor:

«Üzeırlerme hareketten sonra suçlarından tövbe ederlerse, savaşa se­bep olan günahları düşer, yaptıkları kötülükler düşmez. Üzerlerine te­rettüp eden haklar ve cezalar tatbik edilir. Üzerlerine hareketten önce tövbe ederlerse, günahları ile birlikte, Allah'ın cezası da düşer. İnsanların hakları düşmez.» [497]

Sonra şöyle diyor:

«Üzerlerine hareketten Önce tövbe ettiklerini iddia ederler ve fakat iddia delil ile isbat edilmezse, dinlenilmez, cezaları ne ise tatbik edilir. Ama iddiaları emarelere dayanıyorsa, bu iddianın kabulü için başka delil aramadan iki muhtemel cihet vardır;

Birincisi: İddia kahul edilir...

İkincisi: Kabul edilmez, onlaırm üzerlerine hareketten önce tövbe ettiklerine dair âdil inandırıcı delil aranır.[498]

 

ÜÇÜNCÜ FASIL

 

İSLÂM DEVLETİNDE KAZA (YARGI) YETKİSİ

 

BİRİNCİ BAHİS

 

KAZANIN   (YARGININ)  MÂNASI VE  TARİHÇESİ

 

BİRİNCİ BAŞLIK

 

KAZANIN   (YARGININ)  MÂNASI

 

Kaza, lügatte hüküm manasınadır. Şöyle kullanılır: Kada aleyh, yakdî kadaya, kada ve kadiyye, El-Kadîye, ölüm; kada, öldü... demektir. Estekıda fülanen; ondan, onu öldürmesi taleb edildi, demektir. Tekadahu Ed-Din, dine yapıştı, demektir. Reculün kada, kadayı çabucak yerine ge­tirmek, dinde ve hükümette olmak demektir. Estekdi, kadı ol, demek­tir. [499]

Kaza, şerf'î örfte Şeriat hükümlerine uygun olarak taraflar arasın­daki husumeti gidermek manasınadır.

İbni Haldun şöyle diyor :

«Kaza... insanlar arasındaki ihtilâfları kitap ve sünnetten alması şer'î hükümlere göre halletme ve ayırma makamıdır.»

İbni Ferhun, Tebsiratü'l Hükkâm'da şöyle diyor :

"Kazanın hakikati bağlayıcı olmak üzere şeıriatm hükmünü bildir­mektir... "Kadı hüküm verdi." sözünün mânası, yani hakkı ehline bağ­ladı. Buna delil şu âyettir:

«Sonra biz ona ölüm haberini infaz edince...» Yani, onu bağladık ve mühürledik, demektir.»

Hüküm... men'etme manasınadır. «Sefihe hükmettim» şeklinde bir cümle, sefihin elini tutmak ve tasarruftan men'etmek manasınadır. Bura­dan türetilmiş olarak hâkim zalimin zulmüne mani olmak demektir. Ni­tekim araplar şöyle derler:

«Hâkim hükmetti.»

Yani;  hakkı, hak  sahiplerine  verdi ve  haklı  olmayanlara  mani  ol­du.[500]

 

İkinci Başlık

 

Kazanın (Yargının) Tarihçesi

 

Birincisi -Cahiliyye Devrinde Kaza :

 

Cahiliyye devrinde araplarda muntazam bir yargı teşkilâtı yoktu. Onlar Örf ve âdetlere göre ve kendi çevrelerinden ve inançlarından doğan geleneklere göre hüküm veriyorlardı. Kudret ve yetkiyi elinde bulundu­ran kabile reisine taraflar ihtilâflarını götürüp, onu hakem tutunca, o bir hukuk ve kanun düzenine bağlı olmadan örf ve âdetlere göre hüküm ve­riyordu.

Cahiliyye devrinde yargı üç yola dayanıyordu.[501]

1- Hükümet: Kureyş'te âdet olarak yetki ve mes'uliyetleri büyük aileler arasında dağıtmıştı. Her bir aile ayrı bir mes'uliyet ve vazife ile meşgul olup, o mevzuda başvurulacak bir mercii idi. Meselâ; «Benu Se-hem» Kureyş içinde hüküm ve yargı yetkisine sahipti. Kureyşliler ihti­lâfları olduğu zaman onlara başvuruyorlardı.[502]

İslâm'dan önce yargı faaliyeti ile meşhur olanlar şunlardır: Hacib bin Ziirarte, EI-Akra bin Habis, Rabia bin Meaşin bin Temim, Sakif'den; Gaylan bin Müselleme, Hâşim îbn-i Abdümenaf, Abdülmut-talip bin Hâşim, Ebu Talip bin Abdülmuttalip, Kureyş'ten; El-As İbn-i Vail, Esed'den; Rabia bin Cedar, Kenane'den; Selma Hn Nevfel, Ekseni bin Sayfi Kasbin Saide, Zahir bin Ebiselma ve diğerleri. [503]

2- Kâhin  ve Bilginlerin  Hakemliği:  Kâhin,  insanların,  kendisine gaybdan haber veren cinlerin tâbi olduğunu zannettiği şahıstır. Bilgin ise hükmünde feraset ve düşünce kuvvetine dayanır.

3- Mezalimin  Yardımı:  Kureyş'lİler Mekke'de mazlumun  yanında olup, ona yardım etme hususunda ittifak yapmışlardı. Bu mevzuda Hul-fu'1-Fudul ismi verilen bir andlaşma yapmışlardı. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)   de peygamberliğinden önce bu andlaşma yapılırken ha­zır bulunmuştur.

Bunun sebebi, Yemen'in Benî Zebid kabilesinden bir kişi Mekke'ye bir kısım mallarla umre için gelmiş. Benî Sehm kabilesinden biri ondan eşyalarını satın aldı. Bu şahsın EI-As bin Vail olduğu rivayet ediliyor. Ve adama hakkını vermemiş. Yemenli malını geri istemiş, Mekkeli onu giz­lemiştir. Bunun üzerine Yemenli bir taşın üzerine çıkıp yüksek sesle şu şiiri okumuştur :

«Ey Kusay Oğulları! Mekke'nin ortasında eşyalarıyla birlikte bir maz­lumun malları elinden alınmıştır. Hacer'ül-Esved'i ziyafete gelenin hi­maye edileceğini sizler belirtir, ilân ederken, benim gibi, ihramli bir şah­sın mallarına hürmet gösterilmemiştir.»

Bunun üzerine Kureyş'in bazı liderleri harekete geçmiş, ona yardım etmiş ve malını geri vermişlerdir. Daha sonra Kureyş ileri gelenleri top­landılar. Abdullah bin Cüd'an'm evinde, Mekke'de mazlumlara hakları­nın verilmesi hususunda anlaştılar. Kimseye zulmedilmeyecek, zulmedi-lirse, zulme mani olunacak, malları elinden zorla alınanların hakları geri verilecektir. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu hâdiseyi zikre­derken şöyle demiştir :

Abdullah bin Cüd'n'nm evinde Huİfu'l-Fudul'a şâhid oldum. Ben böyle bir toplantıya dave edilseydim yine giderdim. Hayatımda benim için on­dan daha iyi bir şey yoktur.» [504]

ikincisi -Peygamber Devrinde Yargı:

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yargı işlerine bakar, ihti­lâfları giderirdi. Muhacirler ile Ensar arasında ihtilaflı durumlarında ih­tilâflarını Allah'a ve Resulüne havale etmeleri için (onları hakem tutmak için) yemin ettirmişti.

Allah şöyle buyuruyor:

«Ö'yîe değil, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar.» [505]

Bir diğer âyet ise şöyledir :

«(Hâbibim) Sana da hak olarak kitabı (Kuranı) kendinden evvelki kitap (lar) ı tasdıyk edici (ve doğrultucu) ve ona karşı bir şâhid olmak üzere-gönderdik. O halde (bütün ehl-i kitap) aralarında Allah'ın (sana) in­dirdiği  ile hükmet, sana gelen  hakıykatten  (dönüp  de)  onların  hevâ  (ve heves) lerine uyma.»

Bu iki âyeti tatbik ederek Hz. Peygamber (Saîîaîlahü Aleyhi ve Sellem) yargı işlerine bakar, insanlar arasında hak ile hükmederdi.

Yargı faaliyetinde evvelâ vahye, hakkında vahiy olmayan mes'eleler-de ise içtihada dayanıyordu.

İmam Ahmed'in Müsned'inde, Hz. Peygamber (Saîîaîlahü Aleyhi ve Sellem)in zevcesi Üramü Süleme'den rivayet ettiği sahih bir hadîsde şöy­le deniliyor:

Ümmü Süleme diyor ki:

«Aralarında miras ihtilâfı olan iki kişi Peygambere geldi, anlaşma­larına imkân yoktu. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:

«Siz ihtilâfınızı Allah'ın Peygamberine getirdiniz, halbuki ben bir be­şerim. Belki de bazüarmız bir kamından daha anlayışlıdır. Ben ise aranız­da İşittiğime göre hüküm veririm. Kardeşinin hakkı üzerinde lehine bir şey için hüküm verilen kimse, onu almasın. Çünki ona kıyamet gününde ense­sinde aîeşîen bir parça getiren bir meşale (kibrit) dİr.»

O iki adam ağladılar. Her biri şöyle dedi:

«Hakkım, kardeşimin olsun.»

Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:

«Ama arf:k kalkan gidin ve malı bölüşün, soma hakka göre hareket edin. Kur'a çekiniz, daha sonra herbiriniz haEdanı diğerine helâl etsin.»

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in yargı faaliyetinde dayan­dığı ispat yolları ise şunlardır: Delil (beyyine), şahit ve feraset. Hz. Pey-gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yargı (kaza) faaliyetine ait şu temeli koymuştur :

«İddia eden ispat etmelidir, yemin inkâr edene verdirilir.»

İslâm devletinin ülkesi genişleyince, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in vazifeleri arttı ve bazı sahabelere, gerek huzurunda ve Me­dine'den uzak bölgelerde, yargı faaliyetinde bulunmasına izin verdi. Böy­lece yargı yetki prensibini kabul etmiş oldu ve yargı faaliyetinde içti­hada dayanmasını teşvik etti.

Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir genç olan Hz. Ali (Radiyallahu anh) yi Yemen'e, Yemenliler arasında hâ­kimlik yapması için gönderdi. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun göğsüne vurarak şöyle dedi:

«Allahjm, onun kalbine hidayet ver ve dilini kuvvetlendir.»

Daha sonra şöyle dedi :

kî taraf oturduğu zaman, ilk defa İşitİyormuş gibi, her iki taraf; dinlemeden sakın karar verme. Bİr taraf sana mes'eleyî değişik gös­terir.»

Rivayet edildiğine göre, ona bir mes'ele soruldu. Hz. Ali (Radiyallahu anh) şöyle dedi:

«Aranızda hükmediyorum, eğer razı olursanız, verdiğim hüküm ke­sindir; aksi halde Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) gelip aranızda hükmedinceye kadar sizi birbirinizden ayırırım.»

Aralarında hüküm verince razı olmadılar. Haç zamanında Peygam­ber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e geldiler. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Makam-ı İbrahim'deydi. Cereyan eden hâdiseleri anlattılar. «O, benim aleyhime hükmetti.» dediler. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:

«Aranızda hükmeden odur.»

Sîret kitapları Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)'in Muaz bin Cebel (Radiyallahuanh)''i İslâmiyeti öğretmesi ve hâkimlik yapması için Yemen'e gönderdiğini bildiriyor. Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) ona şunu sormuştur:

«Ne ile hükmedeceksin?»

O şöyle cevap verdi: «Allah'ın kitabıyla.»

«Allah'ın kitabında bir şey iıulamazsan?» «Allah'ın Kesûlünün Simnetiyle.» «Allah'ın Resulünün Sünnetinde bir şey bulamazsan?» «Görüşüme göre içtihad ederim.»

Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) bu söz üzerine onun sırtı­na vurarak şöyle dedi:

«Allah'ın Resulünün memnun olduğu şekilde Peygamberi muvaffak kı­lan Allah'a harndederim.»[506]

Her şehrin Emîr'i, o şehirde hâkimlik vazifesi yapar, ellerindeki nas-lar ile hükmederdi. Şayet bir nas bulamazsa, kendilerine sunulan mes'e-lede içtihad yaparlar, daha sonra da bu içtihadı, her mes'elede baş merci kabul edilen Hz. Peygamber (Sallaliahü A leyhi ye Sellem) 'e sunarlardı.

İmaret bahsinde zikrettiğimiz gibi, Emîr'de bazı şartların bulunması gerekir: En önemlisi şeriat hükümlerini bilmektir. Çünki, imaret vela­yettir, velayet ise ancak şeriat hükümlerini bilene verilir.

Belirttiklerimiz bize gösteriyor ki, yargı yetkisi, bahsettiğimiz icraî yetkiden ayrılmamıştır. Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) müslü­manlarm dinî ve dünyevî bütün işlerini görüyordu. Onun emirleri de dinî ve dünyevî aynı kuvveti haizdiler. Namazlarında insanlara imamlık ya­pıyorlar, işlerini idare ediyorlar, ihtilâflarında hüküm veriyorlar ve düş­man ile savaşta onlara komutanlık yapıyorlardı. Çünki genel Emirlik ve­layetin veya vekâletin bir çeşididir. Emîr, özel yetkilerle sımrlandırılma-mıştır. İşler çoğalıp vazifeler artınca, yargı, icradan müstakil hale gel­miştir.[507]

 

Üçüncüsü -Hulefâ-î Râşidîn Devrinde Yargı:

 

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahuanh)   devrinde yargı,    şekil bakımından,

Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) devrindekinden farklı değildi. Sadece mes'eleler, görüşünü bildirmesi için Hz. Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem)'e arzedilemiyordu. Ancak, ihtilâfın şekline göre içtihad teşekkül etti, içtihad yargının başvuracağı kaynak oldu.' Hâkimler, Kur'ân ve Sünnet'te bir nas bulunmayınca, içtihada dayanıyorlardı. Bu sebeple içtihad gelişme gösterdi; bazı sahabeler fetva vermek ve yargı faaliyeti yapmakla tanındı.

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) devrinde ilk defa hâkimlik yapan Hz. Ömer (Radiyallahu anh) olmuştur. Hz. Ömer, azim ve şiddeti ile tanınmış­tır. Onun önünde hiç kimse, ondan korkmadan duramamıştır. Bununla beraber ona «Kadı» ismi verilmemiştir; Hz. Ebu Bekir    (Radiyallahu anh) döneminde bu isim henüz bilinmiyordu.

Hz. Ömer (Radiyallahu anh), hilâfete geçtikten sonra, kadı tayin eden ilk kimse olmuştur. Bunda da İslâm devletinin genişlemesi ve müslüman­larm çeşitli ülkelere yayılması, büyük fütuhatlar neticesi islâm toplumu­nun karşılaştığı birçok mes'eleler ve müslümanlarm Şam, Irak ve Mısır'­da, Arap yarımadasındaki arap toplumundan, hayat şartları ve ortamı ba­kımından farklı yeni toplumlarla münasebete başlamaları rol oynamıştır.

Hz. Ömer (Radiyallahu anh), Ebu Ed-Dardâ Uveymer biaı Âmff'ı Me­dine kadılığına, Şûreyh bin El-Haris El-Kindî'yi Küfe kadılığına, Ebu Musa El-Eş'arî'yi Basra kadılığına, Osman bin Kays bin Ebî El-Âs'ı Mısır kadılığına tayin etmiş, Şam'ı müstakil bir yargı bölgesi haline getirmiş­tir.

Bütün bu işler için, yargının düzenlenmesine ait temel bir kanun vaz'etmiş, bu kanun, yargı faaliyetlerinde ona göre hareket edecekleri bir Anayasa olarak kabul edilmiştir. Ebu Musa El-Eş'ari'ye gönderdiği bu te­mel kanunun metni şudur:[508]

 

«Bismillahirrahmanirrahim...

Emîrü'I-Mü'minim Ömer'den, Abdullah bin Kays'a (Yani, Ebu Musa El-Eş'ârî).

 

Selâmün Aleyke.

 

Amma foa'd.

 

Yargı tatbik edilecek muhkem bir farz, tâbi olunacak bir sünnettir. Sana bir iş gelince, iyi anla ve dinle. Çiinki, tatbiki mümkün olmayan bir mevzuda konuşmanın faydası yoktur. İnsanlar arasında, durumunla, ada­letinle ve meclisinde eşit davran, ta ki, asiller iltifatını istismar etmesin, zayıf adaletinden ümitsizliğe düşmesin. Davacı iddiasını isbat etmelidir, yemin inkâr edene verdirilir. Müslümanlar arasında sulh câizdiır, ancak haramı helâl veya helâli haram kılmamak şartı ile.

Verdiğin bir hükümden sonra aklına müracaat eder de, doğrusunu "bulursan, seni hakka dönmekten bir şey alakoymasın. Hak asıldır (kadîm­dir), hakta müracaat, bâtılda devam etmekten hayırlıdır.

Allah'ın kitabı ve Peygamberi (Saîîalhhü Aleyhi ve Sellemj'nm Sünne­tinde bulunmayan ve kalbinde tereddüde yolaçan hususları iyi araştır ve anla. Sonra misaller ve benzerlerini bul ve benzeyenleri birbirine kıyas et.

Davacıya, deliller getirene ve bu suretle hakkım isfcat edesıe hakkını ver. Hak isbat edenindir. İsbat edemezlerse, senin hükmüne bağlıdır. Bu durum tereddüt etmekten ve hiç bir hüküm vermemekten daha iyidir.

Müslümanlar birbirlerine karşı çok âdildirler. Şâhidlikleri muteber­dir. Ancak, zina iftirası cezasına çaırptınlan, yalancı şahitliği denenmiş olan, yakın alcraba olması sebebiyle yalan söyleyeceği zannedilenler (tah­min edilenler) hariçtir. Allah, böyielerine yemin verdirmekten ve delil­lerini kabul etmekten hâkimleri uzakîaştırmiştır.

Kalbine vesvese veren şeylerden, ıdar kalbîilikten ve taraflara Öfke­lenip kızmaktan kaçın. Adalet makamında hak ile hatreket edeni, Allah mükâfatlandırır, iyilerden yapar. Kendi aleyhine de olsa, kendisi ile Al­lah arasında olan şeylerde niyetini ıslâh edeni, onun ile insanlar arasında olan şeylerde Allah ona kâfi gelir. Allaih'dan fcildiği ve öğrendiği şeylerle insanlar lehine çalışana Allah yeter.»[509]

Sahabeler yargı faaliyetlerinde, kendilerine hukukî bir ihtilâf geldiği zaman Kur'ân'a başvuruyorlardı. Şayet Kur'ân'da bir cevap bulurlarsa, onu tatbik ediyorlar, yok eğer bulamazlarsa Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'in Sünnetine bakıyorlardı. Sünnette tatbik edilecek bir hüküm bulurlarsa, onu tatbik ediyorlardı. Kur'ân ve Sünnet'te bir hüküm bulamayanca, kendi görüşlerine göre içtihad ediyorlardı.

Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh), bir mes'elede güçlükle karşılaşırsa, sahabeleri toplar ve onlara, Hz. Peygamber (Sallallahü A leyhi ve Seliem) 'in bu mes'ele hakkında bir hükmünü veya hareket tarzını bilip bilmedik­lerini sorardı. Muhtemelen, Peygamber bu mes'elede şöyle şöyle hareket etti, diyen birisi çıkardı. [510]

Hz. Ömer (Radiyallahu anh) de aynı şekilde hareket ediyordu. Kitap ve Sünnet'te bir mes'eleyi bulmakta zorluk çekerse, Hz. Ebu Bekir (Radiyallahu anh) 'in bu mes'elede bir hükmünü veya hareket tarzını bilip bilmediğim sorardı. Şayet Hz. Ehu Bekir (Radiyallahu ank) 'in bir hükmü­nü bulursa, aksi sabit oluncaya kadar, onunla hükmederdi. Hz. Osman ve Hz. Ali (Radiyallahu anh)   de aynı şekilde hareket etmişlerdir.

Abdullah bin Mes'ud'dan, Mufavvada hakkında ne düşündüğü soru­lunca şöyle cevap vermiştir:

«Bu mes'elede görüşümü söyleyeceğim. İsabetli olufrsa, Allah'dandır; hatalı olursa, benden ve şeytandandır. Allala ve Kesûlü hatadan beri­dirler.»

Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (Radiyallahu anh) bir adama rast­ladı, ona sordu :

«Sana nasıl hüküm verildi?»

Adam :

«Ali benim hakkımda bu şekilde, Zeyd de o şekilde hüküm verdi.»

Hz. Ömer (Radiyallahu anh)   şöyle dedi:

«Ben de lıâkim olsaydım, o şekilde hüküm verirdim.»

Adam şöyle dedi;

«Senin hâkim olmana ne engel var, yetki sende?»

Hz. Ömer  (Radiyallahu anh)   şöyle dedi:

«Ben olsaydım, Allah'ın kitabına, Hz. Peygamber'in Sünnetine baka/r ve hareket ederdim, fakat sen bejnim görüşümü istedin, görüş müşte­rektir.»

Onlar görüşten bahsetmelerine rağmen, insanlar ilim olmadan görüşe dayanmaya teşebbüs etmesinler diye, görüşe dayanmayı istemezlerdi. İlim-siz görüş mezmumdur ve caiz değildir. Ama nevaya tâbi olmadan kıyasa ve naslara dayanan görüş kabule şayandır.

Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in, Ebu Musa Eî-Eş'arî'ye yazdığı mek­tupta valilere emrettiği husus budur.

Şimdi de sahabelerin yargı faaliyetinde görüş ayrılığına düştükleri bazı mes'elelerden bahsedelim. Onlardan bazıları şunlardır :

1-Boşanmış bir kadın iddet müddeti içinde evlenmiştir. Bu evlilik yasaktır. Çünki, nesebin karışmaması, karnındaki çocuğun babasının belli olması için, birinci evliliğinden sonraki iddet müddeti geçtikten sonra evlenebilir.

Hz. Ömer (Radiyalhhu anhye bu mes'ele arzedilince, bir ayırım yaptı ve şöyle dedi: Kadın iddet müddeti içinde nikahlanınca, kendisini nikah­layan kocası, onunla yatmamışsa ve sonradan ayrılmamıgsa, iddet müd­deti birinci evliliğinden boşanmasından itibaren sayılır. Sonra, ikinci bo­şanmadan itibaren yeniden müddet sayılır. Yok eğer kocası onunla yat­mışsa ve sonra ayrılmışlarsa, birinci evliliğinden itibaren müddeti sayılır, sonra ikinci evliliğinden itibaren...

Bundan sonra artık onun ikinci bir evlilik yapması, ona ceza olarak

ebediyyen caiz değildir.

Hz. Ali (Radiyallühu anh)    ise şöyle diyor :

«Kan koca ayrılırsa, iddetini !birinci evlilikten itibaren tamamlar, ge­nel kaideler tatbik edilerek, erkek bu müddet sonunda onumla tekrar ev­lenebilip.

Kanaatimizce iki görüş arasındaki bu ihtilâf şuradadır : Hz. Ömer (Radiyallahu unh) , birinci evliliğin iddet müddeti bitmeden, evlenmek için acele eden karı-kocayı korkutmakta (zorlamakta) ve evlenmelerini ebe-diyyen kat'î olarak yasaklamaktadır. Hz. A^i (Radiyallahuanh) ise, bu gö­rüşü kabul etmemekte, durumu tabiî haline iade edip, daha sonra her iki­sine genel esasları tatbik etmektedir.

2- Hz.  Osman (Radiyallahu anh)    boşanmış   bir   kadının   mirasçıhğı mevzuunda, şayet kocası onu Ölüm hastalığı halinde boşamışsa, iddet müd­deti sona erdikten sonra ölse bile, mirasçı olacağına hükmetmiştir. Böylece   boşama   mirastan   kaçma   için   vesile   olamamaktadır.   Hz.   Osman, Abdurrahmaaı bin Avfm karısını ki hasta halinde boşanmıştır-iddet müddeti bittikten sonra mirasçı olacağına hükmetmiştir.

Kadı Şüreyh, bir adam ölüm halindeki hastalığı sırasında karısını üç talâk ile boşadığını, Hz. Ömer'e yazdı. Hz. Gmeır şöyle dedi :

«İddet müddeti içinde olduğu takdirde, onu mirasçı yap. İddet müd­deti geçmişse, mirasçı olamaz.»

Kanaatimizce burada, Hz. Ömer ve Hz. Osman (Radiyallahu anh), ölüm halindeki hastalık esnasındaki boşama, evlilik bağını kesmediğinde itti­fak ediyorlar. Hz. Ömer (Radiyallahu anh) boşanmış kadının, ancak iddet müddeti içinde mirasçı olacağını, Hz. Osman (Radiyallahu anlı) ise iddet müddeti geçmiş olsa bile mirasçı olabileceğine cevaz veriyor.

3- Hz. Ömer   (Radiyallahu anh), doğurması, kocasının vefatından bir ay sonra olsa dahi, kendisinden hamile kaldığı kocası vefat eden kadının iddet müddeti, doğurması ile sona ereceğine hükmetmiştir.

Hz. Ali (Radiyallahu anh)   ise şöyle diyor:

«Hamile kaldığı kocası ölen kadının iddeti iki ecele göre tayin edi­lir : Hamilelik iddeti, vefat iddeti. Buna dayanarak, kocasının vefatından bir ay sonra çocuğunu doğursa dahi, iddet müddeti sona ermez. Hamile­lik ve vefat iddetleri hakkında inen iki âyet sebebiyle vefattan sonra müddet sayılır. [511]

Yargı teşkilâtı bu asırda, hukukî ihtilâfların ve hükümlerin kaydedil­diği muntazam sicillere sahip değildi. Hükümler, karardan sonra, hukukî ihtilâfın bütün taraflarına tatbik edilirdi. Ayrıca o zaman özel bir yargı mahkeme salonu yoktu. Kadı, Mescid'de oturur ve kendisine sunulan ih­tilâflara bakardı. Çünki mescit bu asırda, İslâm toplumunun hayatında açık bir rol oynuyordu; orada insanlar buluşur, halifeye bîat yapılır, halife mescitteki minbere her fırsatta çıkar, idare, harp, yargı işleri ve diğer işlerle ilgili ortaya çıkan yeni durumları anlatırdı. [512]

 

Dördüncüsü -Emevîler Devrinde Yargı:

 

Emevîler devrindeki yargı, Hulefâ-i Râşİdîn devrindekinden pek fark­lı değildir. Yargı ana kaynaklar olan Kur'ân ve Sünnet'e dayanıyordu. Bu ikisinde bir hüküm bulamazlarsa, içtihad yapıyorlar, içtihad yaparken de, temel prensiplere ve genel şer'î kaidelere uygun olarak rey ve kıyasa dayanıyorlardı.

Her kadı, diğer yargı mensuplarını bağlamayan, kendi görüş ve ilmi­ne dayanıyordu. Çünki, bu sıralarda içtihat mezhepleri ortaya çıkmış de­ğildi. Bu sebeple halifeler kadı seçmede zorluk çekiyorlar, kadılar çoğu defa kendilerinden sorulan bazı mes'elelerde halifenin görüşüne başvuru­yorlardı.

Kadı'nm kararı her durum için icrâî idi. İdarecilerden hiç biri, yar­gının nezaheti ve insanların ona güveni sebebiyle, hâkimin hükmüne mü­dahale edemezdi. Bu sebeple Halife Ömer bin Abdülaziz şöyle demiştir :

«Kadı'da 5 haslet bulunursa, kemâle ermiş sayılır : Kendinden önce mevcut iîinı, tama'dan nesahet, husumetten uzak yumuşaklık, imamlara iktida, ilim ve görüş sahipleri ile teşrİk-i mesai.»[513]

 

Beşincisi -Abbasîler Devrinde Yargı:

 

İçtihat hareketi ve çeşitli içtihat mezheplerinin ortaya çıkması ve buna bağlı olarak tedvin hareketi sebebiyle, Abbasîler devrinde yargı ni­zamı, Hulefâ-i Râşidîn ve Emevîler devrine nazaran çok büyük bir geliş­me göstermiştir.

Kadı, kendisine sunulan bir mes'elede içtihad hakkına sahip değildi; faaliyeti, müçtehit imamları taklit ve onlardan dışarı çıkmaya teşebbüs etmeksizin, onların görüşlerini tatbike inhisar ediyordu.

İslâm devletinin her bölgesi için, devletin kabul ettiği bir mezheb vardı. Yargı da, bunlarla bağlı kabul edilirdi. Irak'taki kadı, Ebu Hanife'-nin mezhebi ile, Mısır'daki kadı, İmam Şafiî'nin mezhebi. Mağrib'deki kadı ise, İmam Mâlik'in görüşüne göre hükmederdi.

Yargı, Emevîler devrinde olduğu gibi, siyasetten müstakil değildi. Çünki, bazı Abbasî halifeleri, diledikleri gibi hükmetmek için bazı kadılan kendilerine tâbi kılmışlardı. Âlimlerden çoğu hak ve adalete aykırı hüküm vermeye mecbur tutulmak için kadılık makamını kabulden im­tina eder duruma gelmişlerdir.

Bu asırda yargı teşkilâtı genişlemiş, kadının yetkileri kısımlara ay­rılmış, Emevîler devrinde yetkisi içinde olmayan birçok işlere de bakar hale gelmiştir : Vakıflar, vâsi tayini, mezalim ve hishe gibi.

Bugün karşılığı «Adalet Bakam» olan, bütün kadıların başkanı sa­yılan «Baş hâkim» 'lik makamı ortaya çıkmıştır. Baş hâkim, bütün şehir­lerde kendisine bağlı kadıları tayin ederdi. Baş hâkim olanlardan, Ebu Yusuf Yâkub bin İbrahim, Ebu Hanife'nin talebesi ve Kıtali u'I-Harac'm müellifi, Harun Reşid devrinde baş hâkim olarak tayin edilen ilk şahıstır..[514]

 

İkinci Bahis

 

Yargı Organının Hukukî Nizamı

 

Âlimler, yargı organının hukukî nizamını tesbit etmişlerdir. Mâverdî, «El-Ahkâmu's-Sultasıiyye» isimli kitabında, yargı ve yargı makamına ge­çen şahısta bulunması gereken şartlar bakımından kadıya taalluk eden her mes'eleye ve kadıya velayet verilmesi usûlünden bahsetmekte, kadı­ların çeşidini, genel ve özel olmak bakımından yetki ve vazifelerini be­lirtmektedir. Bundan başka, hukukî nizam ve yargı organının şekline ait hükümlere de temas etmektedir.[515]

 

Birinci Başlık

 

Kadfnın Genel Şartları

 

Âlimler, kadı olan şahısta bulunması gerekli şartları belirtmişlerdir. Ancak bu şartları haiz olanlar kadılık makamına geçebilirler. Çünki, yar­gı velayetin bir çeşididir. Velayete ise, ancak onun şartlarını haiz olanlar geçebilir. Bu şartlar ise şunlardır:[516]

 

Birincisi -Erkeklik:

 

Bu cart sebebiyle yargı sadece erkeklere mahsustur. Çünki, belirt­tiğimiz gibi, velayetin bir çeşididir. Velayet makamının kadına istinat etmesi caiz değildir. Fakat bu durum, onun sözüne ve şehadetine bir yargı hükmünün dayanmasına engel değildir; yapabildiği konularda şehadeti makbuldür.

Ebu Hanife, kadının, şehadetinin caiz olduğu hususlarda, kadı olabileceğine cevaz veriyor. Buna göre kadının, şehadetinin kabul edildiği bütün işlerde, kadılık makamına geçebilir.

El-Kâsanî ise şöyle diyor :

«Esasen bir vazifeye tayin için erkeklik şart değildir. Çünki, kadın esasen şehadette bulunabilen bir kimsedir. Ancak o hudud ve kısas ka­rarı veremez. Çünki o, bu hususlarda şehadette bulunamaz. Yargı ehliyeti ise, şehadet ehliyeti ile birlikte rol oynar.» [517]

İbn-i Ceırîr Et-Tafoerî, bu mevzuda geniş düşünmüş ve bütün hüküm­lerde kadının yargı makamına geçebileceğine cevaz vermiştir.

Mâvertdî, İbn-i Cerîr'in görüşünü şu şekilde tefsir etmektedir:

İcmâm reddettiği söze itibar edilemez. Bu konuda kadına, şehadeti­nin caiz olduğu yerlerde yargı makamına geçmeye cevaz veren Ebu Ha-nife'nin belirttiğimiz görüşüne rağmen icmâut mevcut olduğunu zannet­miyorum.[518]

 

İkincisi -Bulûğ:

 

Bu şart bedihidir. Çünki küçük, şahsı üzerinde velayeti haiz değildir. Evîeviyetle insanlar üzerinde velayete sahip olamaz.[519]

 

Üçüncüsü -Akıl:

 

Yargı makamına geçen kimsenin, hatadan ve gafletten uzak, uyanık, fatin olması gerekir ki, zekâsı ve aklı ile, hükümlerden meydana gelen güçlükleri izah edebilsin.

Mâverdî şöyle diyor :

«İkinci şart, anlayışına ait her şeyi içine alijr. Zarurî şeyleri ilminin yardımı ile idrak edip anlaması yanında, ayrıca hata ve gafletten uzak, iyiyi kötüden doğru şekilde ayırabilen, güçlükleri izah ve karışık mes'ele-leri çb'zebilmeîidir.» [520]

Ebu Yâîa da şöyle diyor:

«Bulûğ ve akıl ise, küçük ve mecnûn, kendilerine hâkim sayıîmadık-ları için, evleviyetle başkaları üzerinde velayet yetkisine sahip olmazlar. Ayrıca, hâdiselerdeki içtihat yolu onlarda yoktur.» [521]

 

Dördüncüsü -Hürriyet:

 

Köle, kaza makamına geçemez. Çünki, kölenin kendi şahsı üzerin­deki velayeti noksandır, bu, başkaları üzerindeki velayete mânidir. Köle şahitlik yapamadığına göre, evleviyetle hükümleri infaza ve ona velayet verilmesine engeldir.

Köle, azat edilirse, kaza makamına geçebildiği gibi, diğer memuri­yetlere de tayin edilebilir, çünki neseb; velayette söz konusu edilemez (aranmaz).[522]

 

Beşincisi -İslâm :

 

Kâfirin müslümanlara ve diğer kimselere hâkimlik yapması caiz de­ğildir. Çünki İslâm, şehadetin kabulünde şarttır, yargı velayettir. Şu âyet sebebiyle müslümanlar üzerindeki velayet kâfirlere istinat ettirilemez :

«Allah, kâfirlere mü'minlerin aleyhinde (galebeye) as!â bir yol (ve im­kân) bahşetmez.» [523]

Ebu Hanife kâfirin, kendi dini mensupları arasında hâkimlik yapa­bileceğini, hükmünü reddederlerse, bağlayıcı olamayacağını, müslüman hâkimin hükmü ise onların içinde icraî olduğunu söylüyor.[524]

 

Altıncısı -Adalet:

 

Adalet, her velayet için aranır. Mâverdi, adaleti şu sözlerle tarif ediyor :

«Doğru sözlü, emanete uyan, harama girmeyen, günahtan kaçman^ şüpheli işlerden uzak duran, rizalı ve rızasız işletri ayırt eden. dînî ve dünyevî işlerde aynı şahsiyeti haiz olan kimsedir. Böylece şartlara sahip olan kimse, âdildir, şehâdeti caizdir, velayeti muteberdir. Eu şartîardam biri olmazsa, şahitlikten ve velayetten men'edilir. Sözü dinlenilmez, hük­mü tatbik edilmez.»

El-Kâsanî şöyle diyor:

«Aynı şekilde adalet, bize göre, memuriyete tayin için şaırt değildir, fakat kemal (olgunluk) şarttır. Fâsıkın tayini de mümkündür, şer'î hu­dudu aşmamişsa, verdiği hükümler infaz edilir. Şafiî'ye göre (Allah rah­met eylesin) cevaz şartıdır. Ona göre fiasık şehaıdette fc ulumama ya cağın a göre,.kadı olamaz. Bize göre ise, o (fâsık) şehadetfe bulunabilir ve kadı olabilir. Fakat fâsikin tayin edilmemesi gerekip, Çünki, yargı büyük bir emanettir. O, malların, eşyaların, şahısların emanet edilmesidir. Bu va­zife, ancak şartları haiz olan ve onlara riayet eden, takvası tamam olan kimsenin gayreti ile yerine getirilebilir. Bununla beraber, tayin edilirse, tayin bizzat caizdir ve kadı olırtr. Çünk, fesad başka mânadadır ve kadı olarak tayinine engel yoktur.» [525]

 

Yedincisi -Havas selâmeti:

 

Havas selâmetinden maksat; onun, işiten, gören bir kimse olması ge­reğidir. Tâ ki, hakkı bâtıldan ayırabilsin, haklıyı bâtıldan tefrik edebil­sin. Buna karşılık azaların selâmeti yargıda Önemli değildir, velâyet-i âmmede ise önemlidir ve aranır.

Mâverdî şöyle diyor :

«Altıncı şart, haklatrı isfeat ve alacaklı ve borçlunun arasını ayırabil­mesi, ikrar edenle inkâr edenin arasını tefrik edip, hakkı bâtıldan ayır­ması, haklıyı ve haksızı tanıması için işitme ve görmesinin arızasız ol­ması gerekir. Şayet korse, velayeti bâtıldır.»

îmam Mâlik onun şehadetine cevaz verdiği gibi, kadı olmasına da cevaz veriyor. Şayet sağır ise, Hilâfet mevzuundaki ihtilâf burada da var­dır. Azaların selâmeti ise, bu konuda Önemli değildir. Şayet imamette caiz olsaydı (olursa), yatalak da olsa, hüküm vermesi caiz olur. Şayet belâlardan uzak ve salim olursa, daha heybetli olur.» [526]

 

Sekizincisi -İlim:

 

İlimden maksat, şeriat hükümlerini bilmektir. Şeriat hükümlerini bilmek ise, ancak dört esası bilmekle olur :

1- Allah (Azze ve Celle) 'm kitabım bilmek ve onun muhtevasını nâsih ve mensuh, muhkem, muteşabih, genel (âm) ve özel (has) âyetler: bilmektir.

2- Resûlüllah'm sabit söz ve fiillerim bilmek.

3- Kendisinden  önceki âlimlerin görüşlerini, birleştikleri görüşler almak ve ihtilâf ettikleri mevzuda da içtihad yapması için, bilmek.

4- Üzerinde bir şey söylenilmemiş  (meskût)  fer'î mes'eleleri, üze rinde konuşulmuş  (ve bir neticeye varılmış)  esas mes'eleye göre ceva}] verecek kıyası bilmek ve ikisinin üzerine bir netice bina etmek.

Şayet ilmi bu dört esası ihata ediyorsa, bu takdirde o, ehl-i içtihad (müçtehid) sayılır. Bu durumda hüküm ve fetva vermesi caizdir. Saye' ilmi, zikrettiğimiz bu dört esasa yetişmiyorsa, bu takdirde onun bükün ve fetva vermesi caiz olmaz. Kadı olarak tayin edilmişse, tayini bâtıldır hukukî ihtilâflara ait hükmü, hakka uygun veya aykırı olsa da merdud dur (kabul olunmaz). [527]

Ebu Hanife, hukukî ihtilâflarda başkalarının görüşü ile (görüşünt göre)  hüküm verebilen mukallidin kadılığa tayinine cevaz veriyor. An islam anayasa ve idare hukukunun genel esasları cak,  cahil   olmaması  gerekir.    Çünki  cahil,   bilmeden,   bâtıl   ile   hükme­debilir.

EI-Kâsanî ise, şöyle diyor:

«Helâli, haramı ve diğer hükümleri bilmek konusuna gelince : Acaba bunları bilmek tayin şartı mıdır? Bize göre bir cevaz şartı değil, belki bir sevap (mendub) ve iyi bir ha/reket için şarttır. Hadîs âlimlerine göre kadının, helâli haramı ve diğer hükümleri bilmesi içtihat derecesine va­racak kadar bilmesi, feu konuda tayin şartıdır. İmam-ı Âzam hakkında da aynı şeyi söylüyorlar. Bize göre, İmam-ı Âzam, bunu bir cevas şartı olarak kabul etmiyor. Çünki o, karkasının ilmi ile, başka âlimlerin fet­valarına hüküm verebilmesini mümkün görüyor. Fakat TbununSa beraber İslâm hükümlerini bilmeyen bir cahilin tayini gerekmez. Çünki, cahil is-lâhtan çok, ifsat etmekle kalmaz, mes'eleınin şuuruna varmadığı için, ibâtil ile hükmeder. Bununla beraber her nasılsa tayin edilmişse, başka hukuk­çuların fetvalarıyla hakkı tatbik edebileceği için, tayini caisdir. Onun ta­yini kendisi için caizdir, fasit olması başkasını ifsat etmesi manasınadır. Bize göre, başkası içiaı fasit ©lan kimse cais gibidir. Şeriatın hududısnu tecavüz etmemişse veırdiği hükümler tatbik edilir,» [528]

 

Kemâl (Olgunluk) Şartı:

 

El-Kâsanî şöyle diyor:

«Fazilet ve olgunluk şartlarına gelince; bu kadının helâli, harama ve diğer hükümleri bilmesi demektir. İlmi içtihat derecesine varmıştır. İnsanlarla temas ve onlara muameleyi bilmeli, âdil, koruyucu, kendini töhmetten ve kötü huylardan uzak tutabiîmelidir. Çünki yargı, inşamla!4 arasında hak ile hükmetmektiır. Tayin edilen kimse, sayılan bu Özellik­lere sahip ise, o herhalde hak ile hükmedecektir.» [529]

 

İkinci Başlık

 

Yargı Velayeti (Yetkisi)

 

Birincisi -Yargının Hükmü:

 

Kadı tayin etmek zarurî bir iştir. Çünki, o zaruri bir vazifeyi ifa et­mek için tayin edilmektedir. Bu iş, insanlar arasında hüküm, vermek ve müşküllerine bakmak ve halletmektir.

Allah şöyle buyuruyor: arasında hak (ve adalet) hükmet.» [530]

Hilâfet bahsinde imam tayininin vacip olduğunu söyledik. İmam ise, bütün idarî vazifeleri ifa edemez; bazı mes'elelerde kendisine vekâlet edecek kimselere mutlaka muhtaçtır. Bu kimselerden önemli birisi, in­sanlar arasında adaleti yerine getirmek için ihtiyaç duyulan yargı maka­mıdır. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem, bazı vilâyetlere kadılar göndermiş, ya da oradaki valileri halkın yargı işlerine bakmakla vazife­len direniştir.[531]

 

İkincisi -Yargı Faaliyetine Talip Olmak:

 

Âlimler yargı faaliyetine talip olmaktan bahsediyorlar. Bu, bir şah­sın kaza makamına tayinini istemesidir. Bu şekilde bir istek caizdir. Şa­yet, bir şahıs, yargı işlerini ellerinde bulunduranlardan veya imamdan bir yargı merciine tayinini isterse, bu istek nazara alınır ve o şahıs, kadı olarak tavin edilebilir, tayini caizdir.

Ancak âlimler, talepte bulunan şahsı kadı olarak tayin etmenin imam için mecburî olmadığını belirtiyorlar. Hz. Peygamber (Sallallahii Aleyhi ve Sellem) bir şahsı, o bu mevzuda itham edildiği için, istediği makama (me­muriyete) tayin etmemiştir.

El-Kâsanî şöyle diyor :

Ama talebi terk etmek (talep etmemek), icmâ ile tayinin cevazı için bir şart değildir. Talepte bulunanın tayini caizdir. Çünbi, o gerçekten yargı faaliyeti yapabilecek güçtedir. Fakat istekli itham edildiği için ta­yin edilmemelidir. Hz. Peygamber (Sallallahii Aleyhi ve Sellem)''den şu hadîs rivayet edilmiştir:

«Biz işlerimizi Bijr diğer

bcsşsrtö, onu isteyen kimseyi ise, şöyle "buyurmuştur : [532]

«Kadı olmak isteyen her şeyi nefsi için isîer, kadı olmaya mecbur fu-;n üstüne bir meÜek iner ve ona engel olur.» [533]

Bu işaret ediyor ki, istekte bulunan, hakta isabette muvaffak ola­maz, mecbur tutulan ise muvaffak olur. [534]

İslâm'ın birinci asrındaki âlimlerin birçoğu kaza makamına geçmek­ten korkmuşlar, birçoğu kadı olmaya icbar edilmiş, kadı olmayı reddet­tikleri için dövülmüşlerdir.

Mâverdî, bu mevzuu çok güzel tafsil etmekte ve kadı olmak iste­yenin, ya içtihat ehlinden (müçtehid) olması ve hukukî ihtilâflara bak­masını, ya da içtihad ehlinden olmadığını nazara alıp, açıklamada bulun­maktadır.

Şayet içtihad ehlinden değilse, kadı olmayı istemesi caiz değildir. Şa­yet kadı olmak isterse, bu isteği, onun kadılık ehliyetine menfi tesir eder ve kadı olarak tayinine engel olur.

Eğer içtihat ehlinden ise, bu takdirde talebi incelenir ve üç durum arasında ayırım yapılır.

Birinci hal: Eğer yargı faaliyeti ehil olmayan ellerde bulunur ve o şahıs kadı olma isteğinde, bu makamı işgal edenin cehaleti veya zulmü sebebiyle kadılık makamını ehil olmayan kimselerden kurtarmak istiyor­sa, münkeri defettiği için, caizdir. Daha sonra bakılır: Şayet kastının çoğu müstahak olmayanların izale edilmesi ise, bu durumda o şahıs se­vap kazanır; yok eğer 'kasamın çoğu kaza makamına tayin edilmesi ise, talebi asla caiz olmaz.

 İkinci hal: Yargı makamı müstahak ve ehil olanların elinde ise ve kadı olmak isteyen, o kadıyla aralarında bir düşmanlık veya bu makama hırsı sebebiyle, o kadının azlini istiyorsa, bu talebi caiz değildir, bu talep mahzurludur. O, böylece makbul bir iş yapmamıştır. Çünki, kendi nef­sine menfaat gelsin diye başkasına zarar vermek istemektedir.

Üçüncü hal: Hâkimlik makamı boştur, bu takdirde hâkim olmak is­teyenin niyetine bakılır.

Şayet, hâkim olmak isteyen kadıların Beytü'l-Mal'den aldığı maaşa ihtiyacı sebebiyle talepte bulunuyorsa, talebi caizdir.

Hakkı tatbik etmek arzusu ve ehil olmayan kimselerin o makamı iş­gal etmesinden korkusu sebebiyle kadı olmak istiyorsa, talebi müste-haptır.

Şayet içtimaî bir mevkie kavuşmak arzusu ve böylece Öğünmek için kadı olmak istiyorsa, talep caizdir, fakat mekruhtur. Çünki, dünyada Öğünmek ve mevki istemek şu âyet sebebiyle mekruhtur.

Allah şöyle buyuruyor:

«İşte âhis-ef yurdu! Biz onu yer (yüzün) de ne îeğailub, ne fesad arzu­suna düşmeyeceklere veririz. (İyi) sonuç (Allah'ın İkaabından) sakmanlarındır.» [535]

Diğer bir kısım hukukçulara göre dünyada Öğünmek için kadı ol­mak istemek mekruh değildir: bu sebeple insanın mevkiini yükseltmek için kadı olmak istemesi caizdir. Bu husustaki delilleri Hazreti Yusuf (A ley hisse .dm)  'm Mısır Firavununa söylediği sözdür.

Bu husustaki Âyet-i Kerîme'de şöyle buyuruluyor :

«(Yusuf) : " onları iyice !i.» [536]

Bu âyetten maksat; beni çağırırsan, ben koruyucuyum, beni tayin edersen, ben bilenim veya hesabı düzgün tutmak, muhafaza etmek ve li­sanları anlamaktır. [537]

Belirttiklerimizden anlıyoruz ki, kendisinde hâkimlik şartları bulu­nan kimse, hâkim olmayı istemeraelidir, isterse tayin edilmez. Ama ken­disinde hâkimlik şartı bulunan kimse, bu makamı ehil olmayanlardan kurtarmak için hâkim olmak istiyorsa, müstehabdır, sevabı vardır. Hâkim maaşından istifade için istiyorsa, bu caizdir. Hâkimliğe ehil olan kimse­lerle yarışmak için hâkim olmak istiyorsa, bu mahzurlu ve haramdır.

Buna dayanarak diyebiliriz ki, hâkim olmayı istemek, isteme niyeti, istemeyi gerektiren sebeplere ve bu makamı işgal eden şahsın durumuna göre vâcib, müstehab, mubah, mekruh ve haram olmak bakımından, çeşitli hükümleri ortaya çıkarmaktadır.[538]

 

Üçümcü-ü -Hâkimliği Kabul Şart Mıdır? :

 

Kendisinde hâkimlik şartı bulunan kimseye hâkimlik teklif edilirse, acaba kabul etmesi gerekir mi, yoksa reddedebilir mi? Burada iki hali birbirinden ayırmamız gerekir:

Birinci hal: Bir şehirde hâkimliğe uygun birkaç kişi varsa, bir şahıs mecbur tutulamaz, kabul etmeye zorlanamaz; kabul veya reddedebilir.

Birkaç sahabe ve tabiin, onlardan sonra gelen bazı sâlih kimselerin, hâkimliği kabul ettiğini ve insanlar arasında hüküm verdiğini görüyoruz. Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) 'in Yemen'e kadı olarak, insan­lar arasında hak ve adalet ile hükmetmesi için gönderdiği Muaz bin Ce­bel, yine Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) in kadı olarak Mek­ke'ye gönderdiği Attab b. Useyd, Hz. Ömer (Radiyallahu anlı) Şureyh'i ve Vali Bbu Musa El-Eş'arî'yi hâkim olarak tayin etmiştir.

Buna mukabil, Emevîler devrinin sonlarında, Abbasîler devrinin baş­larında, hâkim olmayı reddeden birçok büyük âlim de görmekteyiz. Bun­lardan  şu isimler sayılabilir: Ebu Hanife En-Nu'man: İbn-i Âbrdin şu hâdiseyi rivayet ediyor :

«Ebu Hanife üç defa hâkim olmaya davet edildi, ama (reddetti. Her defasında kendisine otuz kırbaç vuruldu. Son defasında şöyle dedi:

"Bırakın, yakınlarımla istişare edeyim."

Ebu Yusuf'la istişare etti. E:au Yusuf şöyle  dedi :

"Eğer tayin edilsen, insanlara faydan dokunur."

Ebu Hanife ona kızgın bir nazarla Tbaktı ve şöyle dedi:

"Sen bana söyle, şu deeıizi yüzerek geçmem emredilse, buna gücüm yetebilir mi? Tahmin ederim, buna ıda evet, diyeceksin."» [539]

Muhammed EI-Hudayr, Ebu Hanife'nin hâkim olmayı reddetmesinin onun dövülmesini haklı göstermeyeceğini söylüyor. Çünki, hâkim olmayı reddetmek, dövülmeyi gerektirmez. Onun dövülmesinin sebebi, devlet me­muriyetinden olan hâkimliği redde götüren sebeptir. Devlet memuriye­tine geçmeyen şahsın kendisine sunulan vazifelerden birine geçmeyi red­detmesi normaldir. Öyle anlaşılıyor ki, Efcu Hamife, Enıevî devletinin so­na ereceğini ve idarenin Abbasîlere geçeceğini anlamıştır. Kendisine, Irak Valisi Yezid bin Hubeyre, son Emevî halifesi Mervan 'bin Mubammed adına hâkimlik vazifesini teklif ettiği zaman, o reddetti. Bunun üzerine onu dövdürttü. Öyle anlaşılıyor ki, ona hâkimlik teklifinden maksat, onun devlet vazifelerine ait bilgisinin derecesi idi ve onun devlet vazifesi iste­mediğini görünce, onu bu sebeple döverek cezalandırdı. [540]

Bundan sonra âlimler şu konuda görüş ayrılığına düşmüşlerdir : Aca­ba hâkimliği kabul mü efdaîdir, yoksa red mi efdaldir? Reddetmeyi efdal kabul edenler görüşlerine delil olarak Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) den rivayet edilen hâkimliği kabulden ürküten hadîsi gösteriyorlar.

Kabulünün efdal olduğunu söyleyen diğer grup ise, Peygamberlerin Hu-lefâ-i Kâşidîn'in ve hâkimliği kabul eden sâlih hâkimlerin yaptıklarını ve adalet ile hükmettiklerini delil olarak ileri sürüyorlar. Şüphesiz adil hâ­kim olmanın azim sevabı vardır ve ameli yükselten ibâdetlerden sayıl­maktadır.

İkinci hal: Şayet bütün şehirde bir tek şahıs dışında hâkimliğe uy­gun kimse yoksa, bu takdirde, onun hâkimliği kabul etmesi gerekir. Hâ­kimliği kabul etmesi bu durumda bir farz-ı ayndır. Şayet reddederse, ye­rine, daha ehil olmayan biri olmadığı için, böylece günah işlemiş olur.[541]

 

Dördüncüsü -Hâkimlik Vazifesinin Verilmesi (Velâyetü'I-Kaza Akdi):

 

Hâkimlik vazifesi diğer akidîer gibi bir akiddir. Diğer akidlerin ku­rulduğu gibi, icap, kabul ve akde işaret eden özel sözlerle tamamlanır.

Hâkimliğe tayin, tayin eden tarafından şifahî (sözlü) veya hâkim olmak isteyen kimseye gönderiliyormuş gibi, hâkimlik vazifesine onu seç­tiğini bildiren yazışma yoluyla olur.

Âlimler hâkimliğe tayini sağlayan sözleri ikiye ayırmışlardır :

Birincisi -Açık sözler : Maksada doğrudan doğruya işaret eden ve kendisine delil olacak herhangi bir karineye ihtiyacı olmayan sözlerdir. Tayindeki açık sözler dört çeşittir :

1- Seni tayin ettim.

2- Seni iş başına getirdim (idareci yaptım).

3- Seni halef tayin ettim.

4- Seni nâib tayin ettim.

Tayin eden, bu dört sözden birini kullanınca (söyleyince), diğer baş­ka bir karineye ihtiyaç olmadan hâkimliğe tayin tamamlanır.

İkincisi -Kinayeli sözlqr: Bu, doğrudan doğruya tayine delâlet eden sözlerdir. Ancak sarih bir hüküm olabilmesi için, bunun bir karinesi ol­malıdır. Âlimlerin belirttiği gibi, kinayeli sözler yedi çeşittir :

1- Sana güvendim (dayandım).

2- Sana meylettim.

3- İşleri sana gönderdim.

4- İşleri sana bıraktım.

5- Seni yetkili kıldım.

6- Seni vekil tayin ettim.

7- Sana dayandım.

Bu sözler diğer ihtimalleri nefyeden bir karineye sahip olmalıdır ve sarih hükme işaret eden karineyle birlikte tamam olur. Meselâ; şu sözde olduğu gibi :

«Sana vekâlet verdiğim işlere bak.» «Sana güvendiğim işte hüküm ver.»

Sadece bu sözlerle akid tamamlanmaz. Çünki, sözler icabı açıklar. Tayin edilen tarafından kabul edilmesi de gerekir. Eğer tayin sözü şifahî ise, kabul hemen olur; yok eğer mektupla veya yazı ile yapılıyorsa, kabul biraz gecikir. Doğru olanı şudur ki, icap şifahî veya yazılı olsun, düşünme fırsatı vermek ve tayin edilene kendisine verilen işte düşünmesi için fır­sat vermek gerekir. Her hal-u kârda kabul gecikerek yapılırsa normaldir.

Bütün bunlara rağmen tayinin kesin şekilde tamamlanması ancak dört şartın bulunmasıyla mümkün olur :

Birincisi: Tayin eden, tayin edilenin, bu vazifeyi ifa için işin ehli olduğunu bilmelidir. Tayin eden, tayin edilenin, işin ehli olduğunu bil­miyorsa, tayin muteber olamaz. Çünki, velayet tayin edenin elinde bir emânettir ve ancak o vazifeyi ifa edebilecek erbabına verilebilir.

İkincisi: Tayin edilende, vazifeyi ifaya müstehak olması bakımından, istenilen şartlar bulunmalıdır.

Üçüncüsü: Tayin eden, tayinin muhtevasını, hâkimlik, şehir Emir­liği veya vergi toplayıcı gibi, belirtmelidir ki, tayin edilen kişi, kendisine bağlanan vazifeyi ve verilen yetkileri tam olarak bilsin.

Dördüncüsü: Tayin eden, vazifenin verildiği yeri (şehiri), bakılması icab eden işleri bilmesi ve ona beyyine olması için, zikretmelidir.

Bu şartlar dışında bir şart daha söz konusudur, o da halkın ona itaat ve hürmette bulunması ve vazifesini tekabbül etmesi için, tayin edildiğini ilgili yerde (şehirde) ilân edilmesi ve duyurulmasıdır[542]

 şöyle diyor :

«Belirttiğimiz şartlar ile, tayin tamamlanır. Akdiıa şartlarına iîâve bir şartı da nazara almak icap eder. O da, halkın hâfcune Kati ve hükmü­ne tâbi olması için, vazife göreceği halka tayin edilenin, tayinin duyu-rulmasıdir. Bu şart, itaat için lâzımdır, yoksa idarenin nüfuzu için şart değildir. Belirttiğimiz özellikleır ile akit ve gerekleri muteber ise, tayin edesi ile, tayin edilen arasında vekâlet akdi gibi muteber bir akit mey­dana gelmiş olur. Çünki, biri diğerini vekil tayin etmiştir. Tayin eden ve edilen bakımından bu hususta artık yapılacak foir şey yoktur. Tayin eden, istediği zaman azledebileceği gibi, tayin edilen de isterse kendini azledefoilir (vazifeden affedebilir). Ancak tayin eden, tayin edileni Mr se­beple azledebilir. Bu vazife, miislümanların haklarından olduğundan, ta­yin edilen ancak (makul) bir sebeple azledîlebilir. Azledilir veya kendi kendini azlederse, tayin açıklandığı gibi, azlin de açıklanması gerekir ki, ı verdiği hükümler tatbik edilmesin ve ona artık dâva gelmesin. Azlinden sonra, azlini bildiği halde hüküm verirse, hükmü tatbik edilmez. Yok eğer, azlini bilmeden hüküm vermişse; vekâlet akdinde vekil iîe vekâlet veren arasındaki ihtilâfda olduğu gibi, hükmü muteberdir, tatbik edi­lir.» [543]

 

Üçüncü Bahis

 

Hâkimlik Çeşitleri Ve Yetkileri

 

Kendilerine verilen vazifeye göre, hâkimler çeşitlere ayrılır. Ve bu vazifeye, vazife sahibine sağlanan yetkilere göre, genişler ve daralır.

Mâverdî, hâkim çeşitlerinden bahsetmekte, onları yetkilerine göre üç kısma ayırmaktadır :

1- Genel yetkili hâkim: Bu vazifenin içine giren her hususta mut­lak yetki sahibidir.

2- Muayyen  bir  yefrde genel  yetkili hâkim:  Buna,   «Genel bakış, Özel iş» ismi verilir.

3- Muayyen (bir mes'eleıde hâkim: O, diğer mes'elelere bakamaz. Birincisi -Genel Yetkili Hâkini:

Hâkimin vazifesi genel ise, yetkisi on hususu içine alır :

1- Anlaşmazlıkları çözmek, husumet ve sürtüşmeleri ortadan  kal­dırmak. Bu da iki yol ile olur: Sulhun caiz olması şartı ile, taraflar ara­sında sulh yoluyla. Bu halde, sulha iki tarafın razı olması şarttır. İkinci yol, aralarında, onlara uygun gördüğü tarzda hükmetmek. Bu halde hü­küm, iki taraf için bağlayıcı ve mecburîdir, hiç biri onun tatbikine engel olamaz.

2- Haksız yere hak elde etmiş olanlardan, hakkı geri almak ve sa­hibine vermek. Bu durumda, ancak hak sahibinin hakkı sabit olmasıyla hükmedilir ve iki yol ile mümkündür:

İkrar: Bu, hakkın başkasına ait olduğunu, ikrar edenin aleyhine söz ile veya dilsiz için işaret yoluyla aynı şeyin ifadesi üe olur. İkrar, sadece ikrar edenin aleyhine münhasır bir delil kabul edilir, başkasına za­rar vermez. Çünki, insan başkası hakkında ikrarda bulunamaz.

Beyyine : Bu, davacının dâvasını desteklemek için ileri sürdüğü kesin delildir. Davacının başkasmdaki bir hakkını isbat için, davacı le­hine şahitlik yapanların şehadeti gibi. Âlimler şehadet hakkındaki hü­kümleri tafsilatıyla belirtmişler, kimin şehadetinin kabul, kimin kabul edilmeyeceğini ifade etmişlerdir. Bundan başka fıkıh kitaplarında şehâdet hakkında tafsilâtlı hükümler bulunmaktadır.

Hukukçular, hâkimin kendisine sunulan mes'elede bilgisi ile hüküm vermesinin cevazı mevzuunda farklı görüştedirler. Şafiî ve Mâlik, hük­medebileceğim söylüyorlar. Ebu Hanife ise, hâkimin, kişi güvenliğini ih­lâl edeceği için, hâkim olmadan önceki bilgisi gereğince hükme demeye­ceğini söylüyor. Hatta, delilsiz olarak, hâkimi eski bilgisine .dayanarak karar veremeyeceğini söylüyor. Ancak sadece, dâva esnasında ve vazifesi sırasında (tayin edildikten sonra) öğrendiği bilgilerine göre karar ve­rebilir.

3-Küçük, deli gibi, herhangi bir sebeple velayetinin kaybına sebep olan ehliyetini kaybeden bir şahsı velî tayin etmek, malında normal ola­rak akıllı insanların yapmayacağı tasarrufları yapan sefih üzerinde hacir kararı vermek.

Hâkimin, küçük ve delilere velayet hakkını vermesi veya velî tayin etmesinden ve sefihleri hacir altına alma kararını vermesinden maksat, insanların ve hacir altına alınanların mallarını muhafaza etmektir. Böy­lece daha sonra pişman olacakları tarzda, küçüklükleri ve delilikleri sı­rasında tasarrufta bulunmamış olurlar.

4- Vakıflara bakmak : Bu, onlara uygun muayyen bir yerde, mu­hafaza, nemâlandırma ve sarfetme yoluyla olur. Hâkim, bu islere bak­mak, murakabe ve bunun dışında, vakıfa menfaat getirecek şeyler temin etmek üzere, kendine bir vekil de tayin edebilir. Eu işler, sarı yollarını gösteren Vâkıfın şartlarına bağlıdır.

5- Vasiyeti infaz etmek : Bunu, vasiyeti yapanın arzularını, şeriat­taki mubah yollarla ve onun şartlarına uygun olarak yerine getirmek su­retiyle yapar. Lehine vasiyet yapılan, belli ve hayatta iseler, vasiyetten onlara düşen hisseleri verir. Yok eğer şahıslar belirtilmemiş, sadece va­sıfları belirtilmişse, hâkim onları kendi içtihadına göre seçer.

6- Velileri olmayan kimsesizleri denkleri ile evlendirmek : «Eyyim», kocası olmayan kadın demektir. Şayet evlenmek isterse ve velisi de yok­sa, hâkim onu dengi ile evlendirir. Onun velisi yerine geçerek evlendi­rir. Çünki, kadın kendisi bizzat evlenemez. Velîsi yoksa, hâkim onu evlendirmek için, velî yerine geçer. Buna karşılık Eibu Hanife, hâkime ih­tiyaç olmadan, kadının bizzat evlenmesine cevaz vermiştir.

7- Suçlulara   ceza   (had)   tatbik  etmek:  Allah'ın  hakkı  ihlâl   edil­mişse, bir tarafı davete hacet duymadan, beyyineye ikrar yoluyla sabit gördüğü takdirde, cezayı verir. Yok eğer insanların hakları ihlâl edilmiş­se, ancak hak sahibinin talebi üzerine ceza tatbik eder.

8- Yollardaki tecavüzleri ve fenalıkları men'etmek, umumî menfa­ate ait işlere bakmak, cünha ve haksızlık sayılmayan fiilleri ayıklamak : Burada, ülkede mer'î genel kaideleri, umumî menfaate uygun olarak tat­bik eder. Umumî menfaati korumak için birinin, bu kaideleri tatbik yo­lunda dâva açmasına ihtiyaç yoktur.

9- Şahitleri, yed-i eminleri kontrol, yardımcılarından onlara ikrar­ları mevzuunda nâib tayin etmek, selâmet ve istikâmet ile devam eder­lerse, onlarla çalışmak; ihlâl ve hiyanet halinde onları değiştirmek.

10- Kuvvetli ile zayıf arasında eşitlik, yüksek tabakadan olan biri ile, aşağı tabakadan olan biri arasında adaleti tatbik etmek, haklıyı ka­bahatli bulmada nevasına tâbi olmamak veya haksıza meyletmemek. [544]

 

İkincisi -Özel Bir Yerde Genel Yetkili Hâkim:

 

Hâkimin bu çeşidine «Genel idare, Özeî iş» ismi verilir. Bu hâkimin yetkisi, işi bir şehire veya bir mahalleye inhisar etmekle beraber, bütün işlere bakmaktır. Bu takdirde, tayin edildiği bölgenin işlerine bakmak hakkına sahiptir.

O, kendisinin evine veya muayyen olan mescidine gelen herkesin dâ­vasına bakabilir ve hükmü verebilir. Bu takdirde vazifesi sadece kendi­sine gelen kimselere münhasırdır.

Mâverdî şöyle diyor :

«Hâkimin idaresi genel; işi özel olabilir. Bir ülkenin "bir yerine ve mahallesindeki bütün işlere bakmak üzere tayin edilebilir, tayin edildiği kısımda veya mahalledeki bütün işlere bakabilir. Orada oturan veya ora­ya geçici olarak gelenler arasındaki ihtilâflara fcakar, cünkj oraya geçici olarak gelen, orada oturan, gibidir. Ancak vazifesi, yabancılar olmadan, sadece yerlil&r arasındaki ihtilâflar da olabilir. Eğer bir ülkeye ve fakat bir tarafında, bir mahallesinde veya bir kısmında hüküm vermek üzere tayin edilmişse, o kısma ait bütün işlerde hüküm verebilir. Çünki, yetkisi genel olmakla birlikte, sadece muayyen mevzularda kalması mümkün de­ğildir. ..

Ama evine veya 'mescidine gelen kimselerin ihtilâfına bakmak için tiayİn edilmişse, evinin ve mescidinin dışındakilere karar veremez. ÇÜn-ki, yetkisi evine veya mescidine gelenlere inhisafr ettirilmiştir. Onlar an­cak o iki yere giderlerse, ihtilâflarına kakılır. Bu sebeple hâkimim hük­münde, orada da bulunmaları şartı aranır.

Elu Abdullah Ez-Zübeyr şöyle diyor :

«Bizde, Basra'da, uzun zaman devam eden Emîr'ler vardı. Onlar, hâ­kim olajrak geniş bir mescidde hüküm verirlerdi. Bunlara «Mescid Kadısı» ismi verilirdi. Onlar 20 ile 200 dirhem arasmdaki dâvalara bakarlardı. Nafakaları toplar, mevzularını aşmazlar, belli miktarlar dışına çıkmaz­lardı.» [545]

 

Birden Fazla Hâkim:

 

Hâkimlerin birden fazla olması mümkündür. Bu, devlet başkanının bir tek şehire iki hâkim tayin etmesiyle olur. Bu durum, üç halden bi­rinde söz konusu olur.

Birinci hal: Her ikisinin hüküm verecekleri yerleri tayin etmek, şehri ikisi arasında bölmek gibi. Bu takdirde her biri, kendisine ayrılan bölge içinde karar verir, diğer bölgeye taşamaz. Bu şekildeki bir tayin ca­izdir. Birden çok hâkime ihtiyaç gösteren büyük şehirlerin bunu gerek­tirdiği çok görülür.

İkinci hal: İki hâkimden her biri için, belirli hükümler tesbit edilir, kimse diğerinin sahasına tecavüz etmez. Meselâ; biri borçlar ve haklar kısmı, diğerine, evlenme, boşanma ve diğerleri gibi hükümlere bakma vazifesi verilmesi halinde böyledir.

Bu tarz tayin de, hâkimlerin bir mes'ele üzerinde çekişmeye düşme­meleri için caizdir. Çünki, her biri kazanın bir çeşidi ile uğraşır, diğe­rine tecavüz etmez.

Buradan anlıyoruz ki, her hâkimin veya mahkemenin, sadece bir çe­şit dâvaya bakması tarzında bir vazife taksimi sözkonusudur : Bir kısmı hukuk dâvalarına, bir kısmı ceza dâvalarına, bir kısmı da şer'î dâvalara bakar; kısacası her mahkeme kendisine ait dâvalara bakar.

Üçüncü hal: Bir yerde iki hâkimin bulunması, her birinin, bir va­zife ayırımı olmaksızın ve bölgeler ayrılmaksızın, her dâvaya bakması. Âlimler bu tarz tayinin cevazı konusunda iki görüş ileri sürüyorlar :

Birinci görüş: Bütün dâvalara bakmak üzere bir yere iki hâkim ta­yini caiz değildir. Çünki, böyle bir tayin, ihtilâflar her ikisine gideceğinden, sürtüşmelere yol açar. Her ikisini tayin eden imam ise, her ikisinin de tayini, zikrettiğimiz sebeplerle, bâtıldır.

İkinci görüş : Her ikisinin de tayini caizdir. Çünki, yargı vekâletin bir çeşididir. Dâvanın götürülmesi, dâvâlıya değil, davacıya bağlıdır. Eğer eşit değillerse, her ikisine de daha yakın hâkime gidilir. Uzaklıkları eşit ise, bir görüşe göre aralarında kur'a çekilir; diğer bir görüşe göre ise, taraflar anlaşmadıkça hâkime başvurmaları mümkün değildir. [546]

«Tabsiratü'l-Ebsar» adlı kitapta, her bir dâvada verilecek hüküm üze­rinde her ikisinin birleşmesi ve ittifak etmesi şartıyla, iki hâkimin tayini muteber olduğu belirtiliyor. Bu şart yok ise, tayinleri caiz değildir.

Hanefîlerin görüşü şöyledir : Bir yere iki veya daha fazla hâkimin tayini caizdir. Çünki, iki vekil ve vasinin tek bir tayinle tayin edilmesi caizdir. Şayet ikisi arka arkaya iki tayinle tayin edilmişlerse, birincisi o yerin hâkimi olur, bundan sonra gelen, birincisinin azline gerek olmadan, aynı yerin ikinci bir hâkimi olur. Bu gibi durumlarda görüş ayrılığı var­dır. Bazılarına göre, ikinci tayin birincinin azli manasınadır. Bazılarına göre ise, azli mânasına gelmez.

«İslâm'da Yargının Tarihçesi» kitabının müellifi, Bağdat tarihinden naklen,10 cüz-şu olayı zikrediyor: Abbasî Halifesi El-Mehdî, iki hâkime aynı zamanda yetki vermiştir. Eî-Hatib Eî-Bağdadî bu konuda şöyle demiştir :

Basra mes'elesinde, Abdullah bin El-Hasan EI-Anfoerî ile, Ömer bin Âmr arasındaki ihtilâf dışında, iki kişi arasındaki bir ihtilâfta iştirak asla görülmemiştir. O ihtilâfta her ikisi de mahkeme salonunda (Meclis) bir araya gelmişler, birlikte insanların dâvalarına bakmışlardır, ikisine bir grup gelip, doğurmayan bir cariye getirdiler. Bu mevzuda Ömer bin Âmr şöyle dedi :

«Bu, cisim  (beden) deki bir fazilettir.»

Sî-Hasan ise şöyle dedi:

«Yaratılışa aykırı olan her şey ayıptır.» [547]

Kitabu Mesaliki'l-Ebsar'm müellifi bazı büyük dâvaların dört[548]hâki­min Önünde görüldüğünü zikrediyor. Görülüyor (anlaşılıyor) ki, onlar, Sultan'm Nâibi'nirı emri ile Şam Mescidinde bir araya geliyorlar ve bir tek hâkimin halledemediği mes'eleieri ele alıyor ve hepsini müşterek bir hükmü olarak kararı ilân ediyorlar.

Zikrettiklerimizden anlıyoruz ki, birden fazla hâkim tayini prensip olarak caizdir. Caiz olmadığını söyleyenler, her hâkim kendi görüşüne tâbi olur, hükümler arasında aykırılık görülür, bu da hükümlerin tatbi­kinde güçlüğe sebep olur, diye korkmaktadırlar.

Ancak bu itiraz, hükümler doğruya yakın olması için, birden çok hâ­kim olma prensibi mahkemelere dağıtılma şeklinde yargının düzenlen­mesiyle izale edilir. Bu durumda hâkimlerin sayısının iki yerine üç ol­ması caizdir. Bu takdirde, ikisinin reyini alıp ve kendi görüşünü de kata­rak tatbik edilecek hükmü belirten üçüncü hâkimin varlığı ile güçlük or­tadan kalkar.

Hukukçuların çoğu birden fazla hâkim tayinini caiz görmüşlerdir, en doğru görüş de budur. İçtihadda farklılık olunca, hükmün akamete uğramasından korkan bazı Şafiî mezhebi hukukçuları karşı görüştedir­ler. [549]

 

Yer Ve Mevzu Bakımından Yetki:

 

Belirttiklerimiz bize gösteriyor ki, hukukçular yargı sahasında vazife ayırımı mevzuunda görüş ayrılığında değildirler. Vaziüe ayırımı iki şe­kilde olur :

1- Yer bakımımdan yetki: Bu, yukarıda .birinci halde zikrettiğimiz gibidir. Mâverdî bu hususta şöyle diyor ;

«Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Yani, birbirlerine miidalıale etme­mek üzere, her biri belli bir yerde olarak, hâkimlerin vazifelerinin ayrıl­ması caizdiır. Hâkimin hükmü, kendi bölgesi içinde tatbik edilir.»

2-Mevzu bakımından yetki: Bu, yukarıda ikinci halde zikrettiğimiz gibidir. Hâkimler vazife ayırımı yapmış, her bir hâkim dâvaların bir ta­rafına bakmaktadır. Bir hâkim, aile, evlenme ve boşanma işlerine; diğer bir hâkim suçlara ve cezalara; bir üçüncü hâkim ise, medenî münasebet­ler, muamelât, eşya hukuku ve halen mahkemelerde mevcut olan diğer ihtilâf çeşitlerine bakar.[550]

 

Üçüncüsü -Smırli Yetkili Hâkim :

 

Sınırlı yetkili hâkim, muayyen bir ihtilâfa bakmakla vazifelendiri­len, bu ihtilâfın sona ermesiyle, vazifesi biten hâkimdir. Yeni bir izin ve yeni bir tayin olmadıkça, yeni bir vazifesi olamaz.

Mâverdî bu konuda şunları söylüyor :

«Hâkimin yetkisinin taraflar arasındaki muayyen Mr mes'eîeye m'ânhasıjr olması caizdir. İkisi arasındaki ihtilâf dışında, Tbaş'ka iki şahıs ara­sındaki ihtilâfa bakması caiz değildir. İkisi arasında ihtilâf devam ettiği müddetçe, hâkimin yetkisi devam eder, İkisi arasında hüküm verince, hâkimin yetkisi sona erer. İkisi arasında diğer bir ihtilâf husule gelirse, bu ihtilâfa, ancak yesni bir izinle bakabilir.» [551]

Hâkimlerin yetkisi zaman olarak da ayrılabilir, bir hâkimin muay­yen günler ihtilâflara bakması şeklinde yetkiîendirilmesinde olduğu gibi. Bu takdirde o hâkimin yetkisi, o günün sona ermesi ile biter. Yetkisinin haftanın belli bir günü olması da caizdir, her haftanın cumartesi günü dâvalara bakmakla yetkilendirilmek gibi, bu caizdir. O hâkim kendisine sunulan dâvalara bu günde bakar, diğer günler bakamaz. [552]

 

Dördüncü Bahis

 

Yargının Unsuklaeı Ve Şartları

 

Yargı muhkem bir farz, tâbi olunması gereken bir sünnettir. Kaza, hayat ihtilafsız, dosdoğru devam etmediği için, sosyal hayatın zaruretle-rindendir. Çünki, ihtilâf ve kavga insanlar arasında mutlaka mevcuttur. Aynı şekilde, ihtilâfları hak ve adaletle halletmeyi tanzim etmek de mut­laka şarttır. İslâm hukuku, hâkimden hükmün sâdır olması bakımından çok teferruatlı bir şekilde yargı işlerini düzenlemiş, bütün unsurları ve şartlarını belirtmiştir.[553]

 

Birinci Baslık

 

Yargının Unsurları Şunlardır:

 

1-Hâkim: Hâkim, Halife, baş hâkim veya Adalet Bakanı gibi, veya onun yerine bu işleri gören tarafından, kendisine yargı yetkisi verilen şahıstır. Şayet ona yargı yetkisi verilmemişse, ihtilaflı taraflar anlaşmış ve onu hakem tayin etmiş olsalar dahi, o kimse hâkim sayılmaz.

Aslında yargı işlerini gören şahıs îmanı (Halife) dir. İşlerinin ve meş­guliyetlerinin çokluğu ve bütün ihtilâflara bakmasının imkânsızlığı se­bebiyle, kendisinde hâkimlik şartları bulunan bir şahsı vekil tayin eder. Bu şartları yukarıda zikretmiştik. Bu şartlardan maksat, yargı makamına sadece ehil olanların ve gücü yetenlerin (becerebilenlerin) geçmesidir.

Bir adayda, arzu edilen şartlar bulunuyorsa, İmam onu, sözlü veya yazılı olarak, yargı vazifesiyle vazifelendirir. Bu takdirde onun tayini ta­mamlanmış olur. Ve hükmü, yetkisinin yer ve mevzu bakımından genel veya özel olmasına göre, tatbik edilir (icraîdir). Şayet bir yere tayin edilmişse, diğer yerlerdeki ihtilâflara bakamaz, bakacağı ihtilâflar belir­tilmişse, onun dışındaki ihtilâflara bakamaz.

2- Davacı: Davacı olmanın şu şartları vardır [554]

a-Hâkim için şehâdeti kabul edilen bir kimse olmalıdır. Çünki, yar­gı faaliyeti bir ibadettir, ibadet ise, Allah (Azze e Celle) için yapılan en halis bir âmelidir. Hâkim kendisi hakkında hüküm veremeyeceği gibi, kendisi için şehadeti kabul edilmeyen biri hakkında da hüküm veremez. Tâ ki, hükmüne tesir edecek tarzda taraflardan birine meyli veya mer­hameti iîe hâkime tesir etmesin.

b-Davacı duruşma sırasında hazır bulunmalıdır. Hazır değilse le­hine karar verilemez. Çünki, gâib olan aleyhine hüküm verilmediği gibi, lehine de verilemez. Ancak kendisine bir vekil tayn etmişse, caizdir.

c-Dâva açmalı ve hâkimin hükmünü istemelidir. Çünki, davacı hak sahibidir, fakat hakkına kavuşamamaktadır, ancak yargı sayesinde kavu­şabilir. Hâkim ancak, kendisine müracaat üzerine dâvalara bakabilir.

3- Davalı: Bir veya birden fazla olsun, aleyhine karar verilen kim­sedir. Dâvâlının, aleyhine hüküm verildiği sırada mevcut olması gerekir. Çünki, vekili olması dışında, gâib olan hakkında hüküm verilemez.  Bu Ebu Hanife'nin görüşüdür. İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre, gâib olan aley­hine hüküm verilmesi caizdir. [555]

4- Hüküm: Bu, dâvâlı hakkında hâkimin verdiği hükümdür. Onu borçlu (suçlu) bulsun veya beraat ettirsin veya Allah'ın hakkı veya kul­ların hakkı, ya da her ikisi söz konusu olsun, farketmez.[556]

 

İkinci Başlık

 

Yargının Şartları

 

Hâkimin hakkı tatbik etmesi şarttır. Bu Allah'ın emrettiği bir hu­sustur. Bu husus iki yol ile gerçekleşir :

1- Kesinlik yoluyla : Bu, hakkında kesin delil sunulandır. Bu delil, Kur'ân'dan tefsir edici bir nas veya mütevatir haber, ya da icmâ'dır.

2- Açıklık yoluyla : Bu, hakkında açık delil sunulandır. Ya Kur'ân veya mütevatir veya meşhur haber-i vahit, ya da kıyas'dan bilinmelidir.

Binaenaleyh hâkim, hakkında kat'î delil ikame edilenin aksine karar veremez. Çünki, aksi halde, kat'î delile rağmen bâtıl ile karar vermek demek olur. Ayrıca hâkim, hukukçuların (fukahanm) fetvaları dışında karar veremez. Çünki, hak onların fetvaları dışında değildir. [557]

Belirttiklerimize dayanarak diyebiliriz ki, hâkim kat'î mes'eleierde içtihad yapamaz. Çünki nassa rağmen içtihad yapılamaz.

Şayet kat'î bir nas yoksa, iki hal arasında ayırım yapmak gerekir:

Birinci hal: Eğer hâkim müçtehid ise ve bir mes'ele hakkında kendi görüşüne göre karar vermişse, bu, diğer bir müçtehidin görüşüne aykırı da olsa, hükmü tatbik edilir. Çünki, hâkimin içtihadı ile ifade ettiği hak sabittir ve başkasının içtihadı onun nazarında hatadır. Çünki, hak birdir, birden fazla olamaz.

Hanefî hukukçuları, hâkimin, kendisinden üstün başka bir müç­tehidin görüşünü alabilmesi konusunda farklı görüştedirler. Ebu Haniîe'-den nakledildiğine göre, o, kendisinden üstün ise, hâkimi bir başka müç­tehidin görüşünü, kendi görüşüne zıt bile olsa, almasına cevaz veriyor. Çünki. onun kendisinden üstün olduğunu ikrar etmesi, onun içtihadının hakikata (sevaba) daha yakın olduğuna delâlet eder. Bu sebeple, Ebu Hanife, sahabelerin taklid edilmesinin vâcib olduğu görüşündedir ve onu kıyasa tercih etmektedir. Çünki, sahabe sözü kıyası yapanın sözünden daha çok sevaba yakındır.

Müçtehid hâkime bazı mes'eleier güç gelirse, o, ehl-i rey ve fıkh ile istişare edebilir. O, ancak, içtihadının kendisini götürdüğü hükmü ve­rebilir. Çünki müçtehit, kendisini içtihadının götürdüğü netice ile amel etmeye me'murdur. Fakat ancak, gerçekten düşündükten ve teemmül et­tikten ve kendisine hakikatin yüzü göründükten sonra, içtihad etmelidir. Gayret sarfettikten sonra hakikati görürse (hakikat kendisine tecelli eder­se), diğer müçtehitlerin görüşlerine uygun veya aykırı olsun, içtihadının kendisini ulaştırdığı hükümde, cesur ve atılgan olması gerekir.

İkinci hal: Hâkim müçtehid değilse, âlimlerin görüşünü hüküm verirken taklid etmesi ve alması caizdir. Şayet hâkim, âlimlerin görüglerini anlayacak bir kimse değilse, o, zaruret sebebiyle, kendi gelirindeki hukuk­çuların fetvasını alabilir.

Çünki, Allah şöyle buyuruyor:

«Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun.» [558]

O konuda ilmi olmasına rağmen, karşı gorüştekinin kanaatini alması caiz değildir. Çünki o, kendi görüşüne göre bâtıldır, bâtıl olan bir şeye göre hüküm vermek ise caiz değildir. Çünki, o müçtehid değildir. Müç-tehit bile olsa, içtihadı yoluyla vardığı herhangi bir görüşü alabilir. [559]

 

Üçüncü Başlık

 

Yargıya Taalluk Eden Bahisler

 

Birincisi -Bir Mes'elede Birden Çok

 

Hâkim müçtehit olup da, kendisine bir mes'ele sunulursa, o mes'ele hakkında bir hüküm verir. Daha sonra kendisine ikinci defa sunulursa, bu mes'elede görüşünü değiştirmesi ve ikinci (diğer) bir görüşe göre hü­küm vermesi mümkündür. İkinci hüküm birinci hükmü bozmaz. Çünki, birinci hüküm muteber (sahih) olduğunda ittifak edilen bir yargı kara­rıdır ve âlimler, hâkimin içtihadının ulaştırdığı kararın muteber oldu­ğuna cevaz vermişlerdir ve ittifak edilen birinci hükmün, üzerinde ihti­lâf edlen ikinci hükümle bozulması söz konusu olamaz. Aynı şekilde, be­lirttiğimiz gibi, birinci hâkimin kararını ikinci hâkim bozamaz.

EI-Kâsanî buna dayanarak şöyle diyor :

«Müçtehd bir hukukçu karısına, "Sen benden kesin fcoşsun." dese ve kanaatine göre, kendisi kesin bosamış sayılsa, sonra kendisi ile karısı ara­sındaki hâdiseye ait görüşünü, yazıp imsaîasa ve karasının artık kendi­sine haram oîııdğunu kaljul etse, daha sonra, onu hh talâk ile İroşadığıoı ve ona tekrajr dönebileceği yolunda fikrini değiştirse, bu kadın hakkında birinci görüşü ile amel ederse, kadın kendisine haram olur, ama istik­balde o kadın ve başka kadın hakkında ikiınci görüşü ile hareket edebilir (amel edebilir). Çünki, birinci gb'rüşü içtihad ile değiştirmiştir, içtihad içtihad ile nakzedilmez (bozulmaz). [560]

 

İkincisi -İki Müçtehid Arasında Yargı:

 

Dâvâlı cahil olsun veya hukukçu müçtehid olsun, görüşü hâkimin görüşüne zıt da olsa, hâkimin içtihad sahasında, dâvâlı hakkındaki ka­rarı tatbik edilir. Şayet davalı câhil ve mukallid ise, hâkimin hükmünün onu bağlayacağında şüphe yoktur. Çünki, hâkimin kararı, tümüyle mute­berdir, hususiyle hâkim müçtehid ise.

Yok eğer dâvâlı müçtehid ise ve bir ihtilâfı mahkemeye arzetmişse, dâvâlı, hâkimin hükmünü tatbikle mükelleftir. Çünki, karar, tümüyle mu­teberdir ve iki tarafa da tatbik edilir.

Bu şuna benzer : Bir adam karısına dese : "Sen kesin olarak boşsun." Halbuki müçtehid kocanın görüşü, o kadının tekrar kendisine dönülecek biçimde boş olduğu yolunda olsa, kadın bu mes'eleyi mahkemeye arzet-se, hâkimin görüşü de kadının kesin olarak boş sayıldığı (bain) merke­zinde de olsa. hâkimin kararı tatbik edilir.

Ama, davalı değil de, davacı müçtehid ise, mes'ele, Efcu Yusuf'a göre farklıdır. Ona göre, müçtehid davacı, müçtehid hâkimin kararı ile bağlı değildir. Çünki, hükmün infazı, tesirini, davacı hakkında değil, davalı hakkında gösterir. Çünki. davalı aleyhindeki karara uymaya mecburdur. Davacı ise. lehine verilen karar mevzuunda muhtardır; hâkimin kararına uyarsa, taklidi olarak uyar, onun müçtehid olarak varlığı bu taklide en­geldir, kendi görüşüyle amel etmesi gerekir.[561]

 

Üçüncüsü -Hâkimin Bilgisi İle Hüküm Vermesi:

 

Hukukçular, hâkimin kendi bilgisi ile hüküm vermesi mevzuunda farklı görüşlere sahihtirler. Burada iki hali birbirinden ayırmak gerekir:

Birinci hal: Hâkim, hâkimlik yerinde ve hâkimlik yaparken istifade ettiği, tesadüfen bir şahsın kendi aleyhine, başkası lehine yaptığı ikrarı duyması veya karısını bosadığım, ya da bir adamın, kendi yargı bölgeli içinde, bir şahsı Öldürdüğünü bizzat görmesi şeklindeki bilgisidir.

Hanefî hukukçularına göre, hâkim bilgisi ile, cezalar dışında, hük­medebilir. Onların delili şudur: Beyyine'den maksat, hâdise hakkındaki bilgidir. Hâkim, beyyine ile hüküm verebildiğine göre, kendi bilgisi ile evleviyetle hüküm vermesi caiz olur. Çünki, beyyineden maksat, bizzat kendisi değil, hâdise hakkındaki bilginin ortaya çıkardığı neticedir. Gö­zün ortaya çıkardığı bilgi ise, şehadetin ortaya çıkardığı bilgiden kuv­vetlidir. Çünki, sehadetle ortaya çıkan bilgi, daha çok görüş, kanaat ve kuvvetli zandır; his ve mü^ahade ile ortaya çıkan bilgi ise. ilm-î yakîndır. Ancak, hâkim kendi bilgisi ile ceza tatbik edemez. Çünki, cezalar konu­sunda çok dikkat ve itina ile hareket etmek icap eder, kendi ilmi ile ik­tifa etmesi kabul edilemez.

Şafiî'nin, görüşü ise, hâkimin bilgisi ile hükmedemeyeceği merkezin­dedir. Çünki, hâkim beyyine ile hüküm vermeye memurdur, burada ise beyyinenin unsurları mevcut değildir. Hatta hâkimin, bilgisi ile şüphe­leri def ve hakları muhafaza yetkisi bile yoktur.

İkinci hal: Hâkimin, hâkimlik müddeti dışında elde edip istifade et­tiği bilgidir. Hâkimin, bir adamın diğer bir şahsı öldürdüğünü bizzat görmesi veya bir şahsın başkasının hakkındaki itirafına şahit olması, duy­ması suretyle olur. Bütün bunları hâkim olmadan önce elde etmiştir, bundan sonra hâkim olmuştur.

Ebu Hanife'ye göre, hâkimin, hâkim olmadan önceki bilgisi ile hü­küm vermesi caiz değildir. O; hâkimin, hâkim olmadan evvel elde ettiği bilgisi ile. hâkim olduktan sonra elde ettiği bilgisi arasında ay mm ya­pıyor. Önceki devrede elde ettiği bilgi beyyine mânasını taşımaz. Buna karşılık Ebu Yusuf ve îmanı Muhammed ise, hâkimin eski bilgisi ile, hâ­kimliğe geçtikten sonra hüküm vermesinin caiz olduğunu söylüyorlar. Çünki, hâkim iken istifade edilen ilim ile hüküm vermek caiz olduğuna göre, hâkim olmadan evvelki ilmi ile de hüküm verebilir. Çünki, iki hal­de de İlim aynıdır (birdir), aralarında fark yoktur. Ancak, şüphe edile­bildiği için, saf ceza sahasında ilmi ile hüküm veremez. [562]

 

Dördüncüsü -İkinci Hâkimin Birinci Hâkimin Kararını Nakzetmesi (Bozması) :

 

Hâkim bir hüküm verir, daha sonra mes'ele bir başka hâkime intikal ederse, acaba birinci hâkimin kararının nakzı caiz midir? Burada iki hal arasında ayırım yapmak icap eder.

Birinci hal: Eğer bir hâkim, hakkında Kur'ân veya mütevatir sün­net, ya da icmâ'da nas bulunan bir mes'elede karar verir ve bu karar da hakkındaki naslara uygunsa, bu birinci karar icraîdir (tatbik edilir), ikin­ci bir hâkim birinci kararı bozamaz. Çünki o karar muteberdir, hakkında ihtilâf yoktur. Ama birinci karar naslara aykırı ise, ikinci hâkim o kararı bozabilir. Çünki, nasîara aykırı olduğu için temelinden bâtıldır.

İkinci hal: Hâkim, kendisinin müçtehid olduğu bir mes'elede bir ka­rar vermiş ve hükmü de içtihadına uygunsa, ikinci bir hâkim, birinci hâ­kimin kararını bozamaz. Çünki, birinci karar, tümüyle muteberdir. İkinci hâkim, karşı içtihadı ile o kararı bozarsa, bu muteber değildir. Çünki, ikinci içtihat hataya müsaittir (kabil-i hata). Muteber olduğunda ittifak edilen bir karar, muteberliği ihtilâf götürür bir karar ile bozulamaz. Çün­ki ikinci karar, kat'î nassa dayanmıyor, sadece içtihadına dayanıyor. Şa­yet ikinci hâkime birinci kararı bozma yetkisi verseydik, üçüncü bir hâkime de, İkinci hâkimin kararını bozma yetkisi vermemiz gerekecek, böy­lece, bir kararın tatbik edilmemesi ve verilen, kararın istikrarsızlığı se­bebiyle husumet sona ermezdi. [563]

Buna  dayanarak  birinci   kararın  nakzı   (bozulması)   iki  halde   caiz olur:

Birinci hal: Birinci karar, açık naslara aykırı ise, bu takdirde bu karar bâtıl sayılır, herhangi diğer bir hâkim, mes'ele kendisine intikal edince, bir kararla onu bozabilir. Bu karar, birinci karar bâtıl olduğu için, tatbik edilir.

İkinci hal: Birinci hâkim, herhangi bir sebeple, hâkimliğe sâlih de­ğildir. Tıpkı, yargının adaletine tesir eden sebeplerden biri ile şehadeti makbul olmama bakımından, davacıya benzer bir durumdadır, ya da hâ­kimin elinde açık bir beyyine yokken bir tek şahit veya birinci karara tesir eden ve onu bâtıl kılan bir sebebe dayanarak hüküm vermiş gibidir.

İbn-i Kudema'dan' rivayet edildiğine göre, şayet karar Kur'ân, Sünnet ve icmâ'a aykırı ise, Şafiî ve Ahmed İbn-i Hanbel'e göre, bozulur; aynı şekilde açık bir naGsa aykırı ise yine bozulur. Ebu Sevr ve Dâvud Ez» Zahirî'den rivayet edilir ki, hatası açık her hüküm bozulur. Çünki, ha­tadan dönülmek gerekir. Anlatıldığına göre İmam Mâlik'e göre, hatalı her hükmün nakzı (bozulması), kararı veren hâkim tarafından bozulma kararı verilmek üzere, caizdir.

Mâliki Fıkhı'na göre, kararı bozmadan evvel, karan veren hâkime bakıhr: Şayet hâkim, içtihad, adalet ve zulüm yapmamasiyle tanınan (mâruf) bir kişi ise, onun zâlim olması dışında, onun hükmü araştırılmaz ve kaldırılamaz. [564]

 

Beşincisi - Hâkimin Hatalı Karar Vermesi:

 

Hâkim, hükmünde hata eder, karar verdikten sonra hatayı anlarsa, şahitlik yapamayacak kimsenin gehadeti veya diğer sebeplerle karar ver­miş olması gibi, tazminata mahkûm edilmez. Çünki, kendi için değil, baş­kası için ve başkasının menfaati için karar vermiştir, onun kusuru sebe­biyle ona mes'uliyet terettüp etmez. Ayrıca hüküm verilen mes'elede Al­lah'ın ve kulun hakkının ihlâl edilmiş olması durumuna göre de ayırım yapmak gerekir.

Şayet kararı kul hakkı hakkında ise, kararı bâtıldır. Hakkında karar verilen şey mal gibi mevcut bir şey ise, aleyhine hüküm verilen sahibine iade edilir, onun hakkı üstündür. Yok eğer mal, lehine karar verilenin elinde istihlâk edilmiş (tüketilmiş) ise, bunu o şahıs tazmin eder, hâkime mes'uliyet terettüp etmez. Çünki hâkim genel menfaat için çalışmıştır ve lehine karar verilen kimsenin hakkı yoktur. Bu sebeple tükettiği malı veya mislini sahibine iade etmesi icap eder.

Eğer hakkında karar verilen mal değilse, boşanma ve azat etme hak­kındaki kararlar gibi, hükmün hatasını sonra anlamışsa, eski karar bâ­tıldır.

Karar, Allah'ın hakları mevzuunda ise ve kararın hatasını sonra an­lamışsa, tazmin borcu Beytü'l-Mal'a aittir. Çünki, hata ona zarar vermek­tedir, hâkim mes'ul olmadığı için, tazminat Beytü'1-Mal tarafından Öde­nir. [565]

 

Altıncısı -Hâkimin Azli:

 

Hâkim hakkında vekü hakkındaki hükümler tatbik edilir : Bir sebep dışında, vekili vekillikten çıkaran sebepler, hâkimi hâkimlikten çıkarır. Vekil müvekkilin ölümü ile veya azledilirse, vazifesi sona erer. Halbuki halifenin ölümü veya halledilmesi ile, hâkim ve valiler azledimiş sayıl­mazlar.

Bu durumda ikisi arasındaki fark, vekil müvekkilin yetkisi ile çalış­maya başlar ve sadece onun için çalışır. Bu sebeple vekil, bu müvekkilin kendisine azli veya ölümü ile azledilmiş olur. Buna karşılık hâkim hali­fenin yetkisiyle çalışmaz, bilâkis müslümanlann velayeti dahilinde çalışır ve haklarım gözetir.

Halife müslümanları temsil ettiği için, hâkimi azil hakkına sahiptir. Halifenin hâkimi azli, müslümanlann onu azline benzer. Çünki, halife onları temsil eder ve onların işlerini görür. Ondan sâdır olan bütün ta­sarrufları, müslümanların işlerini idare için iş başına geldiğinden, müs­lümanlann adına ilân eder. Hâkim iein bir vekil tayin edilse, hâkim ol­madığı zaman onun yerine geçer. Bu vekil hâkimin azliyle azledilmiş ol­maz. Çünki, vekil halifenin naibidir, aynı şekilde vekil ikinci vekili az-ledemez. Çünki, ikinci vekil, vekilin vekili değil, müekkilin vekilidir.

Hâkimin azlinde, onun bu azli bilmesi şarttır. Çünki, onun bilmesi, azlin sıhhati için şarttır. Onun hükümleri, azlini öğreninceye kadar mu­teberdir, tatbik edilir.

Hanefi âlimleri, hâkimin rüşvet sebebiyle azli mevzuunda farklı gö­rüşlere sahiptirler. E--Kâsanî'ye göre, hâkim rüşvet sebebiyle azledilmiş olmaz, bilâkis azle müstehak olur, hâkim kendi kendini azleder. Irak âlim­lerinin ise, hâkimin bu sebeple azledilmiş sayıldığını kabul ettikleri nak­ledilmektedir. [566]

 

Yedinci -Kasveti

 

İbn-i Âbidin, «Reddü'l-Muüıtar Ala Dürri'l-Muhtar» isimli kitabında rüşveti zikretmekte ve hükümlerini belirtmektedir. Rüşvet, bir şahsın malından hâkime, lehine hükmetmesi veya karşı tarafa istediği şeyi yük­lemesi için, verdiği şeydir. İtta-i Âbidin'e göre, rüşvet dört çeşittir:

1- Bir şahıstan, devlet başkanına, kendisini Hâkim, veya Smîr yap­ması için verilen rüşvet. Bunu almak da, vermek de haramdır.

2- İstediği şeye hükmetmesi için hâkime verilen rüşvet. Hak sahibi veya başkası versin, almak da, vermek de haramdır. Çünki hâkim, hak ile hükmetmeye me'rnurdur.

3- Zararları def, menfaati celb maksadiyle, kendilerine verilen emi-ri izale etmek için, idarecilere verilen rüşvet. Bunu almak da, vermek de haramdır.

4- Hâkimin zulmünü insanlardan uzaklaştırmak için, hâkime veri­len rüşvet. Bunu vermek değil, ama almak haramdır. Çünki veren, kendi üzerindeki zulmü uzaklaştırmak (defetmek) için vermektedir, ama alan, yapması gereken bir fiili yapmamak için almaktadır, hâkimin âdil hare­ket etmesi ve bu fiil zulmetmeme sidir.[567]

İster hâkim olduktan sonra rüşvet alsın, ister rüşvet aldıktan sonra hâkim olsun, iş başına geçtikten sonra rüşvet verenin hukukî durumuna gelince : Bazı Hanefî mezhebi hukukçuları şöyle diyorlar : Rüşvet aldığı sırada verdiği hükümler ve onun dışındaki hükümler tatbik edilir, fakat o günahkârdır. Serafosî'nin dahil bulunduğu diğer bir grup şöyle diyor : Rüşvet aldığı mes'elede verdiği karar tatbik edilmez, diğer kararlar tat­bik edilir. Üçüncü bir fikir şöyledir : Onun verdiği bütün hükümlerin hiç biri tatbik edilmez. [568]

Serah?î'nin kabul ettiği görüş en doğrusudur. Eu görüşe göre sade­ce rüşvet aldığı mes'eledeki kararı tatbik edilmez, diğerleri tatbik edilir.[569]

 

Sekizincisi -Hâkimin Fışkı:

 

Alimler, hâkimde görülen fısk mevzuunda farklı görüştedirler. Aca­ba fısk sebebiyle azledilmiş sayılır mı, sayılmaz mı? Bununla beraber hepsi azli gerektiği konusunda hemfikirdirler.

EI-Kâsanî şöyle diyor :

«Evvelâ, fıska diren hâkim azledilmiş sayılır mı? Bize göre azledil­miş cayılmaz. Şafiî'ye göre sayılır. Mutezile de aynı görüştedir, fakat iki fiarkîı esasa dayanmaktadırlar. Mîrfesile'nin temeli, iüıs'küîi, fasıla imandan çıkaracağı ve hâkim olabilme vasfını iptal etmesidir. Şafiî'nin temeli ise, adalet yargı ehliyetinin şartı olduğu gibi. şahadette bulunmanın da sarfı­dır. Çünki, hâkim olabilme vasfı, şehadette bulunaMîme ile birlikte yüırür ve fisk ile ortadan kalkar ve ehliyeti iptal eder. Bize. göre temel ise, 'bü­yük günahlar o şahsı imandan çıkarmaz, adalet ise, yargı ehliyetimin şart; olmadığı gibi, şahitlik ehliyetinin de şartı değildir.» [570]

İbıı-i Aîbidin, fıska düşen hâkimin azle müstahak olduğunu belirtiyor ve şöyle diyor:

«Şüphesiz bu mezhebin dış görünüşüdür, Buharalı ve Se üstatlarımız tu görüştedirler. Bunun mânası sultanım onu azletmek mec­buriyetinde olduğudur. Buna göre hâkimin fisk sebebiyle azledilmiş sa­yıldığını söyleyenler, onun verdiği hükümlerin bâtıl olduğunu; azledil­mesi gerektiğini söyleyenler ise, azil kararı çıkıncaya kadar hükümleırİ-nin tatbik edileceğini kabul ederler.» [571]

 

Beşinci Bahis

 

Yargının Âdabî

 

Hukukçular kitaplarında yargının âdabı hakkında ve hâkimin mah­keme salonunda yapması gereken hareketler ile önündeki taraflara nasıl muamele edeceği ve mahkemenin başlama vakti hakkında ayrı fasıllar ayırmışlardır.

Bu mevzuda Hz. Ömer (RadiyaUahu anh)'in, 'Ehu Musa El-Eş'ari'ye yazdığı mektuba dayanmakta ve onu usûlü fıkhın bir temeli kabul etmek­tedirler. Çünki, bu mektup kazaya ait hükümler ve adaba ait her mes'e-leyi içine almaktadır.

El-Kâsânî, bu mevzuda aşağıdaki âdabı saymaktadır. [572]

1-Hâkimin, tarafların sözünü takip edebilmesi için kendisine su­nulan hukukî ihtilâfı anlaması lâzımdır ve her türlü hukukî karışıklığa düşmemesi için iki tarafın konuşmalarım dinlemesi gerekir. O iki tara-fm sözlerinin tesirinde kalarak kendini kaybetmemeli, kendisini hakka ve doğruya ulaştıracak nefsini kaybetmemek üzere uyanık olmalıdır. Hz. Ömer (RadiyaUahu anh)'m bu mektubunda şöyle diyor:

«Sana baş vurulunca onlaırı anla. Çünki, hak ile konuşmanın, tatbik edilmedikten sonra faydası yoktur.»

2- Hâkim, duruşma başladığı zaman endişe ve sıkıntıdan uzak ve psikolojik bir rahatlık içinde olmalıdır. Çünki, endişe ve sıkıntı dâvaya ait hâdiseleri takibine engel olur. Yargı büyük bir vazifedir ve ihtilaflı haklar ona bağlıdır. Hâkim ancak hak ve sevabın esasını tesbit edince kararını verebilir. Hz. Ömer  (RadiyaUahu anh), E bu Musa El-Eşî'yi sı­kıntı ve öfkeden uzak durmasını emretmiştir.

3- Hâkim, öfkeli olmamalıdır.    Çünki, öfke insanı sakin halinden ayırır ve belki de onun infial ve öfkesi neticesi vereceği hükümde taraf­lardan biri aleyhine kötülüğe sevkeder, haklar zayi olur, ya da karar se­vaptan uzak olur.

Bununla ilgili olarak hâkim, kendisini meşgul edecek kadar aç olma­malı yahut istirahat ve tenbelliğe meylettirecek kadar tok bulunmama­lıdır. Çünki, zikredilen bütün bu durumlar hâkimi yargı faaliyetinden uzaklaştırır.

4- Hâkim, duruşmada   taraflardan birine   diğeri aleyhine   imtiyaz vermeden aralarında eşit davranmalıdır. Hatta, bazı âlimler bu mevzuda daha ileri gidiyorlar ve şöyle diyorlar: Hâkim, birini sağma birini soluna oturtamaz. Çünki, sağ, sola nazaran imtiyazlıdır. Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (RadiyaUahu anh)    ve Ebî bin Kâab, bir hâdise dolayısı ile ihti­lâfa düştüler ve Zeyd bin Sâbit'e gittiler. Zeyd, Hz. Ömer    (RadiyaUahu anh)'e hürmet gösterdi, Efoî tin Kâab'a göstermedi. Bunun üzerine Hz. Ömer  (RadiyaUahu anh), ona şöyle dedi:

«Bu ilk zulmün.» Sonra önüne oturdu.

5- İki tarafa eşit muamele yapmak, biriyle gülüp, diğerine somurt­mamak,  yahut birine  diğerinden  farklı bir lehçeyle hitap edemiyeceği gibi, taraflardan birinden diğerinin işitemiyeceği bir şekilde, gizli konuş­masını isteyemez. Çünki, bütün bu durumlar taraflar arasında eşitliği ortadan kaldırır ve netice  olarak iki tarafın ihtilâfında  adalet gerçek­leşmez.

6- Duruşma esnasında veya hâkim olduğu sırada taraflardan hediye kabul etmemek. O şahsın kendi yakını olması ve âdet gereği bir müna­sebetle hediye etmesi müstesnadır. Bununla beraber duruşma esnasında ona hediye verilemez. Çünki, rüşvet mânasına gelir. Aynı şekilde hâkim uzak ve yakından rüşvet mânasına gelen veya şüpheyi çeken bir şey ka­bul edemez.

7- Taraflardan birinin, kendi yakını da olsa, şüpheyi defetmek ve tereddüdü gidermek için yemek davetini kabul edemez. Ancak, şayet da­vet umumî ise ve icabet etmek mendub ise, bu takdirde Sünneti ihya için hazır bulunabilir, düğün yemeği gibi. Bununla beraber mes'ele geleneklere bağlıdır: Şayet bu davete İcabeti şüpheyi çekiyorsa, davette ha­zır bulunamaz.

8- Taraflardan birine delil telkin edemez, bu konuda ona yardımcı olamaz.  Çünki, bu harekette taraflardan birine,  diğeri aleyhine  yardım söz konusudur. Ancak niyeti hâdiseyi anlamak veya saklanılan şeyi öğ­renmek ise, mahzuru yoktur.

9- Şahide   şahitliğinde  telkinde   bulunamaz,   bilâkis  ona   yolu  gös­termeden  (hazırlamadan) bildiğini söylemeye bırakır. E bu Y^sufa göre şahide telkin şu sözlerle caizdir:

«Şöyle şöyle, şahitlikte 'bulunur musun?» Çünki, belki de şahit, hâ­kimden korkar, mes'e'eyi karıştırır, delil ikâme edemez.

10- Gördüğü şeyleri, duyduklarını ve yaptıklarını sormalıdır. Böy­lece sorgusu sırasında onları iyice tanımış olur. Çünki, şahitliklerinde adil olmaları şarttır; kendisi için adil olmayan, başkası için adil olamaz.

11- Kendi görüşüyle tahakküm etmemek için kendisine zor gelen nıes'elelerde bazı görüş sahibi ve hukukçulardan yardım istemelidir. İs­lâmiyet hakikate varma yolu olduğu için meşveret yapılmasını emretmiş­tir. Duruşma salonunda müşavere yapılmaz, bilâkis duruşma salonundan uzak bir yerde onlarla başbaşa kalmalı, ya da tarafların anlamayacağı bir lisan ile onlarla konuşmalıdır.

12- Taraflardan sâdır olan beyan, delil ve itirafları yazacak ve ih­tiyaç halinde başvurmak için bir kâtip tutmak. Bu kâtip itimad edilir, emniyetli ve ehl-i şehadetten biri olmalı ve yazarken mânaya halel ve­recek noksanlık ve eksiklik yapmaması için yargı işlerinde tanınmış bir kimse olmalıdır.

13- Her iki tarafa, davalı kendisine karşı açılan dâvanın aksine is-bat edici bir delil bulunduğunu iddia etse de, delil ikâmesi için iki tarafa da fırsat vermelidir. Hâkim ona delilini hazır bulundurma fırsatı ver­melidir, belki de sözünde sadık bir kimsedir.

14- Muhakeme için duruşmanın yapıldığı bir yer ayırmak. Hanefî mezhebi âlimleri mescidde muhakeme yapılmasına cevaz veriyorlar. Şa­fiî ise, muhakeme salonunda cereyan eden yalan, iftira ve diğer husus­larda mescidi tenzih etmek için, mescid dışında yargı faaliyetinin yapıl­masını tercih ediyor. [573]

 

Altıncı Bahis

 

Yargı Faaliyetine Bağlı Yetkiler

 

İslâm kaza nizamında hâkimin yetkisi tek yetki değildir, bilâkis îs-lâm yargı nizamına bağlı diğer bazı yetkiler de vardır, fakat yetki ba­kımından yargıdan ayrılırlar.

Bu yargı yetkileri nev'i şahsına münhasır (sui generis) olup, şu yet­kilerde ifadesini bulurlar :

1- Velayetii'I-Mezâlim,

2-Velayetül-Hisbe.[574]

 

Birinci Başlık

 

Velâyetü'l-Mezâlim

 

Velâyetü'l-Mezâlim, devlet içinde yetki ve nüfuz sahibi şahısların fertlere karşı işlediği ve fakat normal kazanın hükme bağlaması ve onu rü'yst etmesi imkânı olmayan zulüm vak'alarma bakan yüksek yargı yetkisidir.

Belki bu yetki, modern asırdaki «Hd&rî yargı» [575]ya da «Yüksek Mahkeme»'nin yetkisine benzer bir yetkidir. Zira yargının bu çeşidi, yüksek mevki sahibi kimseleri insanlara karşı işlediği, hâkimin, davalı­nın vazifesinden, ya da içtimaî mevkiinden korkması sebebi ile hüküm veremediği mes'elelerde, yaptığı zulmü ortadan kaldırmaktadır.

Bu yetkinin tesisinden gaye, âdil bir sultanın varlığını ve devletin heybetini insanların şuuruna yerleştirmektir. Zira hiç bir şahıs kaza sa­hası dışında bırakılmayacak, devlet içinde her fert, kendisinden başka­sının hakkı aleyhine sâdır olan hatanın mes'uliyetini hissedecektir.

Bu sebeple, «Velâyetü'l-Mezâlim»'i halife, vezir, ya da bunların ve­kili haizdir. Zira yetkisi bütün yetkilerin üstünde, verdiği hüküm de dev­let içindeki her ferde tatbik edilen bir hükümdür.

Mâverdî diyor ki:

«Mezalsm Hâkimi, zalimlere korku ve dehşet vererek onları insafa getiren ve başkasının hakkını inkârdan vaz geçirten bir koruyucudur. Bu yetkiyi kullanacak kimsenin kudretli, emri tatbik kabiliyeti, heybet sa­hibi, iffetli, tamahkâr olmayan ve takva sahibi olması lâzımdı?. Çünki, zabıtanın ihtüaı kudretine ve hâkimlerin ilmî üstünlüğüne ihtiyacı var­dır. Aynı zamanda iki tarafın sıfatları arasında birleştirici olmaya ve iki tarafa da emrini tatbik kudretine muhtaçtır.» [576]

 

Birinci Altbaşlık

 

Velâyetü',l-Mez.Âlimje Ait  Mes'eleler

 

Birincisi -Velâyetü'l-Mezâlim'in Tarihçesi:

 

Zulüm, asil ruhların onu reddettiği ve sağlam karakterin nefret et­tiği bir sıfattır. Hususen, makam ve mevki sahibi kimselerden, resmî ma­kamlarını, yahut sosyal seviyelerini suistimal ederek sâdır olan zulüm daha kötüdür,

O halde, fert olsun, topluluk olsun, nefsinde şehamet bulan herkesin bayrağım taşıdığı eski bir sıfat olan mazlumlardan zulmün kaldırılmasına rastlarsak, bu, hayret edilecek bir şey değildir.

Yargının tarihçesine ait olan kısımda, cahiliyye devrinde Kureyş'İn, aralarında, zulmü red ve mazluma insaf hususunda andlaşma yaptıklarını anlatmıştık. Kureyş'jn ileri gelenleri, Abdullah bin Ced'an'm evinde top­lanmışlar, zulümü ortadan kaldırmak hususunda, biri zulmederse ona mani olacaklarına ve ondan, mazlumun hakkını alacaklarına dair anlaşmışlardır. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)  bu mevzuda şöyle demiştir:

«Abdullah bîn Ced'an'm evinde Fudul Ântaşmasma şahit oüdum. Şa-yef şimdi davet edüsem, buna icabet ederdim. Bunu en pahalı bir nimeîe dahi değişmem.»

Peygamber (Salîatlahü Aleyhi ve Sellem) islâm'dan sonra insanlar ara­sında hâkimlik yapıyordu. Bir müslüman, ya da müslümanların devlet başkanlarından biri müslüman bir kardeşine eziyet etmemiştir. Bu sebep­le, Peygamberin devrinde basit bir hayat olduğu ve müslümanlar ara­sında da mevkiler bakımından bir farklılık olmadığından, bu velayet» şek­line benzer tanzim edilmiş bir durum tasavvur edemiyoruz. İki kişi her­hangi bir mes'elede ihtilâfa düştükleri zaman, onu peygambere arzederler, o da aralarında hak ile (âdil bir şekilde) hükmederdi.

Bunu Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman (Radiyallo.hu anh) devirlerinde de buluyoruz. Hâkim iki taraf arasındaki ihtilâfı, taraflardan biri hâki­min hükmünün icrasını reddetmeden, görüyordu. İleri gelen sahabelerin hâkim önünde, hasımları ile birlikte aralarında hükmetmesi için oturduk­ları çoktur. Hâkim onlara, özel bazı meziyetleri sebebiyle üstünlük tanır­sa, âmiri onu tenkit eder ve ona hatasını söylerdi ki, insanlardan biri le­hine imtiyaz tanımaksızın adalet tabiî yolunu bulsun.

Bazı tarihî rivayetler, mezâlimler için, oturum yapanların ilki olarak Râşidîn halifelerinden Ali bin Ebî Tâlib (Radiyallahu anh} olduğunu bil­dirmektedir. O, kendisine mazlumlar tarafından arzedüen şikâyetleri din­ler ve neticeye bağlardı. Ancak bunun için muayyen bir gün ayırmamıştı. Zannederim, bu kabil oturumlar, ondan evvelki halifelerin zamanında da mevcut idi. Onlardan hiç biri, mazlumlardan birini dinlemekten imtina etmemiştir.

Tarihçilerin üzerinde ittifak ettikleri, mazlumların işine bakmak için bir gün tayin eden «AbdÜlmelik bin Mervan»'dır. O, tayin ettiği bugünde kendisine arzedilen zulüm vak'alarma bakar, kendisine zor gelen bir şey olursa, onu kadısı «İbn-i İdris El-Ezdi»'ye havale ederdi. [577]

Ömer bin Abdülaziz de mezâlime bizzat bakar ve sahiplerine cevap verirdi. Aynı şeyi Emevîler de yaparlardı. Hatta Ömer bin Abdülaziz'e

şöyle deniliyordu:

«Senin için, malları sahiplerine iade etmenin neticelerinden korkarız.»

O da cevaben demiştir ki:

«Eğer kıyamet gününden korkuyorsam, onu görmiyeyim.» [578]Abbasî halifelerinden El-Mehdi, El-Hâdi, El-Râşid ve El-Me'mun'da

mazlumlar için oturumlar yaparlardı. El-Mehdi, kendisi için penceresi de­mirden ve yola bakan bir ev yaptırmıştı. Halk şikâyetlerini bu pencere­den içeri atardı. İnsanlar huzuruna teker teker girerlerdi. O, elinde bulu­nan mes'eleyi teker teker inceler ve hallederdi ki, bazı insanlar diğerle­rinin önüne geçmesinler.

Bundan sonra Abbasî halifeleri, mazlumların işlerini, kendilerine ve­kâleten bu işlere bakması için, kabiliyet, fazilet ve ilim sahiplerine terketmişlerdir.

El-Makrîzî, «Kitab'us Sülük ilâ Mârifet'il Düvel'il Mülûk» adlı kita­bında, bazı bilgiler vermektedir: Devlet Başkanı Es-Salih Eyyüp, Adalet sarayında şikâyetleri halletmek için oturum yapar ve hukukçular da ha­zır bulunurdu. İnsanlar kendisine yapılan zulmü kaldırmaları için onlara gittiklerini de bu arada zikretmektedir. [579]

 

İkincisi -Velâyetü'I-Mezâlim'in Kullanılması:

 

"Velâyetü'l-Mezâlim'i halife kullanırsa, o, bu konuda insanların en liyakatlisidir. Çünki o, birinci imamdır. Gerektiğinde, ister bakanlardan veya valilerden, ya da daha aşağı derecedeki memurlardan sâdır olsun, bütün şikâyetleri halleder.

Halife şikâyetlere bizzat bakamadığı zaman, onu Bakanlardan ve Emirlerden birisine havale eder (onları yetkilendirir). Bu takdirde Ba­kan ve Emirlerden biri kendisine arzedilen şikâyetlere bakabilir.

Bakan veya Emîr, Halife kendisini bu vazifeye tayin etmiş olsun veya olmasın, şikâyetlere bakabilir. Zira tefviz veziri, yahut genel emîr, bu yetkileri gereği Velâyetü'l-Mezâlim'e bakmağa yetkili olduğundan, ge­nel velayet ile tayin edilmesi aranmaksızın, bu şikâyete bakmaya yet­kilidir.

Velayetin verilmesi ve şartların mevcut olması dışında, velayeti ge­nel olmayan biri Velâyetü'l-Mezâlim'e bakamaz.

Maverdî diyor ki:

«Vezir ve Emirler gibi, genel işlere bakmaya yetkili olanlardan biri, şikâyete bakmak için, tayin edilmeye, kendisimde genel velayet olduğu ve şikâyete bakabileceği için, ihtiyaç hissetmez. Ama kendisine her ise bakmaya yetki verilmemiş olan, kendisinde yukarıda belirtilen şartlar bulunduğu takdirde, tayin ve yetküendiırilraeye muhtaçtır.» [580]

 

Üçüncüsü -Mezâlim Meclisi:

 

Kendisinde Velâyetü'l-Mezâlim yetkisi olanlar için şikâyetlere bak­mak, bu günde mazlumları kabul etmek ve şikâyetlerini dinlemek müt> tahsen kabul edilmiştir. Mezâlim Valisi, şayet, haftanın her günü boş ise, haftanın her günü veya onun münasip göreceği günlerde ve uygun gör­düğü usûle göre dâvalara bakardı.

Maverdî, «Mezâlim Mec]isi»'nin 5 grup olmadan kurulamıyacağnıı ve Vali'nin işini ancak onlarla düzenleyebileceğin! belirtmektedir. Bunlar şunlardır ;

1- Kuvvetliyi  mahkemeye  getirmek  ve  belâlıları korkutmak  için bekçiler,

2- Kendileri nezdİnde sabit olan hakları ve meclislerinde cereyan edenleri sorup Öğrenmek için kadılar ve hâkimler,

3- İş zorlaştığı zaman müracaat etmek, şüpheye düşüldüğü veya ka­rıştığı zaman onlara sormak için fukahâ,

4- Taraflar arasında cereyan edenleri ve onların lehlerine ve aleyh­lerine olanları tesbit etmeleri için kâtipler,

5-Vazifeli olduğu hususlarda hakka şehâdet etmesi ve kararı im­zalaması için şahitler.

Bu beş sınıfın varlığı tamamlanınca, Velâyetü'l-Mezâlim Meclisi ken­disine arz edilen şikâyetlerdeki haksızlıklara bakabilir.

Görüldüğü üzere, bu düzenlemeler daha sonra, zâlimin zulmüne, ya­lancı mazlumun da iftirasına engel olmak, mehabet ve kuvvet sağlamak için idhal edilmiştir.

Burada düşüncemiz odur ki, Velâyetü'l-Mezâlim dikkatlice tanzim edilmiş bir kazaî yetki olmuştur. Zira, İslâm devletinde, hâkimler, valiler veya diğerleri olsun, yetkililer tarafından nizamın ihlâline ait fiiller ce­reyan etmiştir.[581]

 

Dördüncüsü -Velâyetü'I-Mezâlim'in Yetki Sahası:

 

Mâvendî'ye göre, Mezâlim'de bakılan mes'eleler on kısımdır [582]Birincisi: «Valilerin reayayı rahatsız etmesi, hareketlerinde şiddet kullanmalarıdır. Bu iş, mazluma yapılan zulmü hoş görmeyen Mezâlim'in bakması gereken bir iştir. Ve valilerin hareketleri için bir kontrol edici, ahvallerini ortaya çıkaran; munsif davranmışlarda kuvvetlendiren, şiddet kullanmışlarsa durdurulmaları, munsif davranmazîarsa değiştirilmelerini sağlar.»

Bu iş zarurîdir; zira Halife, valilerin irtikâp ettiği hatadan tam mes'-uldür. Bu mes'uliyetin gereği, onun, onlardan sâdır olan amelleri tetkik etmesi ve dürüst olanları, kötü olanlardan ayırıp bilmesi için onların mu­amelelerini dakik bir şekilde kontrol etmesi gerekir. Şayet muamelelerin­de zâlim iseler, onlardan sâdır olan bu zulüm kaldırılır ve onlar, bu ema­neti yüklenecek olanlarla değiştirilir.

Rivayete göre Ömer bin Abdülaziz, hilâfetinin ilk zamanlarında, bir defasında halka şöyle hitap etmiştir:

«Size takva tavsiye ederim, Allan başka 'bir şey kabul etmez, o an­cak kendi yolunda olanlara rahmet eder. Bir kavmin valileri, hakkı hal­ka rüşvet ile verirlerdi ve hakka mani olurlardı. Bâtıl amellere de yardım eder, desteklerlerdi. İslâmî bir âdet öldürülmüş oîsa, onu ihya ederim; bâtıl ihya edilse, onu öldürürüm. Bunu yapmadan bir an yaşamaya bile değer vermem. Âhiretinizi ıslâh ediniz ki, dünyanız da islâh olsun.»

İkincisi: Vazifelilerin mallardan vergi alırken zulmetmeleri. Bu mes­eleler imamların divanlarındaki âdil kanunlara havale edilir. Bu kanun­lar insanlara tatbik edilir ve vazifeliler hesaba çekilir. Fazla alman mal­lar mes'elesine bakılır, Beytü'l-Mal'e verilmiş ise, iadesi emredilir; kendi­leri almış ise sahiplerine verilir.

Yalnız zulüm babında değil, zulmün çeşitlerinin en şiddetlisi, müs-lüman olsun, zımmî olsun, reayanın mallarından vergi toplanmadaki zu­lümdür. İslâm Hukuku, müslümanîann verecekleri zekât ve sadaka ile ehl-i zimmenin vereceği cizye veya haracın miktarını âdil bir şekilde tes-bit etmiştir. Kendi veya devlet lehine olsun, valilerden hiç biri, bu mik­tarı arttıramaz ve eksiltemez. Halife bundan mes'ul olduğu gibi, Mezâlim Valisi de bu gibi mes'elelere bakmakla mükelleftir. Şayet valilerden bi­rinin kendi belde halkına, kaldıramıyacakları bir vergi borcu yüklediğini tesbit ederse, onu bundan men'eder; bu mallar Beytü'l-Mal'e girmiş ise, alınıp sahiplerine iade edilir, kendi malına geçmiş ise, ondan alınır ve hiyanetinden hesaba çekilir.

Üçüncüsü: Müslümanların malları üzerinde bekçilik yapan, divan kâtipleri. Vergi veya tevzi işinde olsun, bunlardan birinin doğruluktan ayrıldığı ve mal çaldığı tesbit edilirse, o hak yoluna çevrilir ve tasarru­fundan hesaba çekilir.

Rivayet edilir ki, Halife Mansur'a, Divanın kâtiplerinden bir kısmı­nın vergi miktarına hile karıştırdıkları ve onları değiştirdikleri haber ve­rildi. Halife onları getirmelerini ve te'diplerini emretti. Onlardan biri şöyle dedi:

Allah iyilikte' ömrünü uzun etsin, Ey mü'minlerin emîri, aziz ol! Biz af diliyoruz, eğeır af edersen Sen de dünyaların hâmisi olursun. Biz kâtipler, doğrusu fenalık yaptık, Bizi meleklere havale et.

Mezâlim Valisinin yetkisinin bu üç nevi, mazluma ihtiyaç göstermez. Çünki, bunlar âmmenin haklarındandır ve Valinin bu mevzuu araştırması ve mazlum kendisini arz etsin veya etmesin, bir zulmü bulursa, ona mani olması gerekir.

Dördüncüsü: Hazineden kendilerine yiyecek ve içecek yardımı yapı­lanlara (müsterzika) zulüm. Yani kendi erzakları azalır, ya da gecikirse, veya ihtimam gösterilmezse, Mezâlim Valisinin divanına müracaat edi­lir, orada âdil emirler ve kanunlar tatbik edilir. Daha evvelden az veri­len veya verilmeyen haklara bakılır. Eğer valiler onların mallarından al­mışsa, kendilerinden geri alınır, eğer kendisi almamış ise, Beytü'l-Mal'den geri alınır.

Müsterzika, asker veya memur olsun, yaptığı iş için devletten muay­yen bir maaş alan kimsedir. Bu kimselerin maaşları Beytü'l-Mal'den öde­nir. Valileri onlara zulmettiği için onların maaşlarının ellerine geçmediği çok vaki olmuştur. Rivayete göre bazı askerî valiler Halife El-Memun'a askerin tahribat yaptıklarını ve gasp ettiklerini yazdılar, El-Memun on­lara şu cevabı yolladı:

«Eğer adalet yapsaydın tahribat yapmazlardı, vefakâr olsaydın, gas­li etmezler di.» Sonra da onları azil ve yerlerine başkasını tayin etti.

Beşincisi: Gasbedilmiş malların iadesi. Bunlar iki kısımdır.[583]

 

1-Yetkililerin Gasbı:

 

Bu, emir sahiplerinin gasbı arzu ederek, ya da sahibinden intikam almak için gasbetmeleridir.

Mezalim Valisi, bunu duyunca, sahibi şikâyet etsin etmesin, gasbe-dilen mallan sahiplerine iade ettirmesi icap eder. Şayet duyulmamış ise sahibinin, gasbı şikâyet etmesi gerekir ki, Mezâlim Valisi malın kendisine iadesine karar versin.

Rivayete göre,. Ömer bin Abdülaziz (Rahimehullah) bir gün namazs gitti. Sağ tarafında, mazlum birine tesadüf etti, ona dedi ki:

«Sana zarar veren nedir?»

Adam dedi:

«El-Velid bin Abdülmelik arsamı gasbetti.»

Ömer hizmetçisine dedi ki:

«Ya Meracim! Bana onun defterini getir.»

Defterde Abdullah El-Velid bin Abdülmelik'in birinin malını aldığın gördü ve hizmetçisine dedi ki:

«Onu defterden çıkar, o, adamın malını ona geri verecek şekilde yap sın ve nafakası için tazminat da versin.»[584]

 

2-Ferdî Gasblar:

 

Bu, kıymetli, nüfuzlu ve korkulan kimselerin, nefislerini müdafai edemeyen zayıf şahıslardan gasbettikleri mallardır. Gasbm bu çeşidin' Veliyü'l-Mezâlim, ancak, hak sahibinin talebi üzerine bakar. Ve Veliyü'l Mezâlim, ancak şu dört yoldan biri ile bu gasb kendisinde sabit olursa gâsıbm elini gasbettiği şeyden uzaklaştırabilir: Gâsıbm itirafı, Veliyü'l Mezâlimin bu gasbı öğrenmesi, mülkünden bu malın gasbedilmiş oldt: ğuna dair delil getirilmesi ve gasbedilen mal üzerinde o şahsın malik ol duğuna dair mütevatir haberler.

İslâm Hukukçuları bu şartları, birinin delil getirmeden ve malik o. madan mülkiyet iddiasından korkarak, gasb hâdisesinin te'kidi için şai görmüşlerdir. Mezâlim Valisi, kendisinde, şüpheye yer bırakmayacak d( liller olmadan bu halde hüküm veremez.

Altıncısı: Vakıfların kontrolü. Bu kontrol, sahiplerinin hayır gaysine veya muayyen bir grup insanın menfaatine vakfettikleri vakıfların kontrolüdür.

Vakıflar ikiye ayrılırlar: [585]

 

1- Genel Vakıflar :

 

Mezâlim Valisi, bu vakıflara bakar, kimse zulme uğradığını söylemi­yorsa, onu kontrol ve normal yolunda seyretmesini sağlar ve Vakfın şart­larına uygun olarak tatbikini temin eder.

Bilindiği gibi, vakıf şartlan üç yerden bilinir :

a-Vakıf hükümlerini korumak için temsilci hâkimlerin divanı,

b-Divanlarda cereyan eden muamele üzerinde saltanat divanları­nın kontrolü, yahut onlar tarafından zikr ve tesmiye edilenler,  

c-Şahitler şahadet etmeseler dahi, sıhhatli şekilde yapıldığına kani olunan eski metinler. [586]

 

2- Özel Vakıflar:

 

Ancak ihtilâf ettiklerinde, ilgilinin şikâyeti üzerine Veîiyü'l-Mezâlim ihtilâfa bakabilir. Ve elindeki delillere göre aralarında karar verir.

Yedincisi: Aleyhine hüküm verilen bir kimsenin, vazife veya makam dolayısiyle, kuvvetli, ya da kadı'nm zayıflığı sebebiyle, kadı'ların taki­binden âciz kaldıkları ve kadı'nm hükmünün tatbik edilmez hale gelmesi halinde, hükmü infaz etmek. Bu halde rnes'ele, yetkisi kadının yetkisin­den geniş olan, şahsiyeti kadının şahsiyetinden kuvvetli olan Veliyü'l-Mezâlim'e arzedilir. O, kuvvetli veya zayıf olsun, aleyhlerine verilmiş hükümleri onlara tatbik eder.

Sekizincisi: Nüfuz ve kudret sahiplerinin işledikleri münkiratları men; yine bu şahısların genel menfaatler aleyhine irtikâp ettikleri zulme mâni olmak gibi, Ehî-i Hisbe'nin bakmaya gücü yetmediği genel menfaati koruyan bütün mes'eleîere bakmak.

Zaten bu sebepledir ki, Veliyü'l-Mezâlim'in şartları arasında, onun kuvvetli ve kudretli olmasını, zulmü kaldırmaya kâfi gelecek yetki sahibi ve ondan gelen bir meylin aksine kimsenin gücü yetmeyecek derecede, kararları herkese tatbik kudretini saydık. Ve halifenin de, arkasından taan yapmasınlar ve hak lehine kazandığı zafer sebebiyle ondan intikam alınmasın diye düşmanlarına karşı onu kuvvetli bir şekilde himaye et­mesi gerekir.

Kadıya hürriyet verip ve onu koruduğumuz zaman, bununla, kadıyı himaye ve onu kuvvetlendirmiş olmayız, belki, hakkı gâsıplarm gasbm-dan korumuş oluruz. Zira yargının, herkesi önünde zayıf hale getireceği bir kuvvete sahip olması gerekir.

Dokuzuncusu: Namaz, hac ve cihat gibi açık ibadetlerin korunması. Bunlarda taksir caiz değildir, zira bunlar Hukukullahtır. Bunlar korun­malı ki, insanlar bunlarda kusur etmesinler. İnsanların haklarını koruyo­ruz; Allah'ın hakları ise, daha fazla himayeye lâyıktır.

Onuncusu: İhtilaflı taraflar arasındaki ihtilâfa bakmak. Biliyoruz ki, bu, normal kadıların yetkilerindendir. Ancak anlaşılacağı üzere, burada mes'ele, normal kadıya zor gelen ve bakması için Veliyü'l-Mezâlİm'e ha­vale edilen ihtilâflardır.

Mezâlim Valisinin, kendisini sevabdan uzaklaştıracak hiç bir fak­törün tesirinde kalmadan bu mes'elede adaletle hükmetmesi icab eder. Bu mes'elede Mezâlim Valisinin yetkisinin, yüksek ve son yargı yetkisi olduğunu kabul etmek gerekir. Ondan şikâyet mümkün olmadığı gibi, ona itiraz da mümkün değildir. [587]

 

Beşincisi -Yargı İle Mezâlim Arasındaki Fark:

 

Hatırlanacağı üzere, yargının ve mezâlimin mes'eleye bakması ara­sında çok defa benzetmeler yapıldığını belirtmiştik. Ancak İslâm'ın bi­rinci asrında da bu husus karıştırılmıştır. Böylece aralarındaki işte şüphe husule gelmesin diye, birinci asrın sonunda yargının tanzim ve yargıç­ların yetkisinin tesbitine ve Mezâlim Nâzın tayin ve yetkileri tesbit edi­linceye kadar bu farklar anlaşılamamıştır.

Velâyetü'l-Mezâlim'e ait bu tariflerden biz şu farkları görmekteyiz : [588]

 

1-Maverdî (Velâyetü'l-Mezâlim)'İ Bize Şöyle Açıklıyor:

 

«Mezâlim Hâkimi, zalimlere korku ve dehşet vererek, onları insafa getirten ve başkasının hakkını inkârdan vazgeçirten bir koruyucudur. Bu yetkiyi kullanacak kimsenin kudretli, emri tatbik kabiliyeti, heybet sahi­bi, iffetli, tamahkâr olmayan ve takva saMM olması lâzımdır. Çünkü, zâ-bitanin üstün kudretine ve hâkimlerin ilmî üstünlüğüne ihtiyacı vardır. Aynı zamanda iki tarafm sıfatları arasında birleştirici olmaya ve iki ta-(rafa da emrini tatbik kudretine muhtaçtır.» [589]

bir parçadır. O, halifeye vekâleten fcu yet-k kimsenin, ifaya yetecek himmet ve kabiîıyette olması lâzımdır. Bu yetkiyi kullanan Kadı olarak değil, Emirü'l-Mezâlim diye adlandırılır. Onun, hâkimin yetkisi ve icraatına benzer yet­kisi çoğu defa olsa da, faaliyeti saf kazaî olmayıp, belki kazaî ve icraîdir. O, açık mes'eleleri, icra veya sulh, ya da hakkı hak sahibine veren hayırlı amel ile halleder. O bazan kazaî, bazan da idarı-icraîdir.» [590]

 

3-Dr. Muhammeıd Selâm Medkûr :

 

«Bu yetki kaza ve muhtesibin yetkisinden üstün olup, sadece kadı­nın bakmadığı ihtilâflara bakmakla kalmaz, ondan yapılan şikâyetlere de bakar. Bu vazife, yarı saltanat kudreti ve yarı kaza yetkisinin karışımı­dır. Esas tesis edilişinde kaza içindedir. Bunu kullanan Sahilbü'l-Mezâlim diye adlandırılır. Bu şahıs, insanların, valilerden, vejrgi memurlarından, hâkimlerden, yahut, halifelerin emirleri veya kadının mensuplarımdan şi­kâyetlere bakar. [591]

 

4-Dr. Süleyman Muhammed Et-Tamavî:

 

«Bu Velayet tedricen ortaya çıkmıştır; içinde kaza ve icranın özel­likleri vardır. Mezâlim valisi, hâkimin bakmağa gücü yetmediği ihtilâf­lara bakabildiği gibi, ihtilaflı tarafların adaletine kani olmadıkları mah­keme kararlarına da bakabilir. Fakat bu müessesenin ortaya çıkışının esas sebebi, yargının kanun hükümlerine tâbi kılmaktan âciz kalması muh­temel yüksek valiler ve devlet ricali üzerinde kanun hâkimiyetini yay­maktır. Bu sebeple İslâm Devletinde, Mezâlim müessesesi, Özünde, modern hukuktaki İdarî Yargı'ya, büyük ölçüde, benzemektedir. Divanü'î-Mezâ-lim'in kurulması ve yetkilerinin tesbitinin gözden geçirilmesi bu hakikati teyit eder.» [592]

Maverdî, Yargı İle Mezâlim Arasındaki Farkları bize 10 noktada be­lirtmektedir :

1- Mezâlim Valisi, heybet ve kuvvet sayesinde, ki kadının yoktur, husumeti, eziyetten ve zulümden kurtarır, çarpışma ve sürtüşmelere ma­ni olabilir.

2- Mezâlim valisi, vâciblerin darlığından cevazların genişliğine çı­kar, böylece, vali'nin bu faaliyet içinde sahası ve yetkisi genişler.

3- Mezâlim valisi,    hâkimlerin yapamadığı korkutma ve sebepleri keşfetme sayesinde, devlet yetkilerini kullanır. Ve böylece hakkın zuhu­runa ve bâtılı hakdarı ayırıp bilmeye götürür.

4- Mezâlim valisi, zulmü görüleni te'dip  eder,     düşmanlığı ortaya çıkanı muaheze eder ve doğru yola çevirir ve te'dib eder.

5- Mezâlim valisi, mes'elelerde şüpheye, haklarda tereddüde düşer­se, hak iyice belirinceye kadar, teenni eder. Kadı ise, gerekse ve taraf­lardan biri istese bile, hüküm vermeyi geciktiremez.

6- Mezâlim valisi, husumeti aralarında karşılıklı rıza ve sulh yolu ile halletmek için reddedebilir. Kadı için bu, ancak tarafların rızası ile mümkündür.

7- Mezâlim valisi, hakkı inkâr alâmetleri açıkça belli olursa, taraf­ların tevkifinden vaz geçip, kefaletin cevaz verdiği teminata izin verebi­lir. İki tarafa, husumeti adaletle idare, inkâr ve yalanlan adaletli şekilde halletmeleri için fırsat verir.

8- Mezâlim valisi, şahitliği muteber olmıyanları dinleyebilir. Böy­lece kadıların örfünden çıkmış olur.

9- Mezâlim valisi, şüphe ederse şahitlere yemin ettirebilir. Şüphe­lerini gidermek için. sayılarını artırabilir. Hâkimin bu yetkisi yoktur.

10- Mezâlim valisi, şahitlerin dnlenmesinden başlayabilir. Onlarda ihtilaflı mes'ele hakkında mevcut olanı sorar. Kazaî faaliyetlerde ise da­vacıya delilini ortaya koyma imkânı verilir, o, ancak sorgusu bittikten sonra dinlenir.

Mâverdî bu 10 ciheti belirttikten sonra diyor ki:

«Bu on cihet Mezâlimin bakacağı mes'eleîer ile, ihtilâflarda kazanın bakacağı mes'eleleri gösterir. Bu iki yetki bunun dışında eşittirler.» [593]

 

İkinci Altbaşîık

 

Mezâlim Valisinin Önünde Duruşma

 

Davacının Mezâlim valisine arz ettiği dâvası kuvvet ve zayıflık bakı­mından üç halde birinde bulunur:

1- Davacının delillere sahip olduğu kuvvetli dâvalar,

2- Zayıf delillere dayalı zayıf dâvalar,

3- İspat ve butlandan uzak boş dâvalar.  (İsbat ve reddi hakkında hüküm tesisine medar olabilecek kesin delillerden mahrum dâvalar).[594]

 

İsbata Yakın Dâvalar:

 

Kuvvet ve zayıflık bakımından, isbat edilmeye uygun olan dâvalar çeşitlidir. Bunlar, kuvvet bakımından altı halden birinden bulunurlar.

Birinci Hâl: Dâvâlının bir şey isbat etmesine ihtiyaç kalmaksızın şa­hitliğe hâzır âdil şehitlerin şahitliği ile isbat edilen dâva. Bu halde Me­zâlim valisi, itimatlı şahitleri dinler, şayet dâvayı teyit eden ifade verir­lerse, davacının talebine göre karar verir.

İkinci Hâl: Dâva âdil şahitlerin yazıları ile isbatlıdır, ancak şahit­lerin biri gâibtir. Bu halde Mezâlim valisi, şahitlerin birinin gıyabında karar veremez. Ancak hakka işaret etmesi muhtemel yollardan bazılarına

başvurabilir.

Bu yollardan biri olarak, davacının, delile ihtiyaç olmadan ikrarı ve mevcut şahitlerin sözlerinin te'kidi düşüncesi ile korkutmak, emare; ve delillerden müddeinin ifade ettiği hususa varmada davacının ifadesi ile amel; dâva mevzuu şey hakkında dâvâlının tasarruflarına haciz koymak, şayet mevzuu mal ise, ona kefil vermesini yüklemek, kira getiren bir şey ise, haciz koymak; haciz var ise, zilyetliği kaldırılmaz, ancak tasarrufuna mani olunur.

Şayet şahitlerin hazır bulunması ümidi yok ise, Mezâlim Valisi, da­valıya dâva mevzuunu ve onun kendisine nasıl intikal ettiğini sorar. Şa­yet Mezâlim Valisi, araştırmaları neticesinde herhangi bir aykırılık gör­mezse, ulaştığı delile göre hükmeder. Şayet yolunu aydınlatacak bir ne­ticeye varmazsa, yargıda tatbik edilen genel kaideleri o dâvada tatbik eder.

Üçüncü Hâl: Şahitli bir dâvadır, fakat şahitler hâkim nezdinde âdil değildirler. Bu halde şahitlerin durumları üç halden birinde olabilir:

Ya sözlerine kuvvetle itimad edilen kimselerden olurlar.

Yahut sözlerine ve şehadetierine itimad edilmeyen rezil kimseler­den olurlar.

Ya da orta (vasat) insanlardan olur, bu takdirde, bu şahıslar ve duydukları araştırılır, sonra da onlara yemin ettirilir.

Mezâlim Valisi, bu son iki sınıfın şehadetierini dinlemek ve münasip gördüğü hükmü vermek ile, dâvayı yeniden bakması için kadıya havale etmekte ihtiyar sahibidir. O da: Mezâlim Valisinin muvafakati olmadan hükme demez. Zira kadı ancak kendisinde adaletini isbat edenin şehadeti ile hüküm verebilir.

Dördüncü Hâl: Dâva âdil şahitlerin belirttiği bir dâvadır, fakat şa­hitler hayatta değildirler (ölmüşlerdir).

Mezâlim bu halde 3 hususa yetkilidir :

1- Dâvâlıyı korkutmak, böylece doğru harekete ve hakkı itirafa mecbur etmek,

2- Hakikata ulaşması ihtimali sebebiyle ihtilâf mevzuunun eline nasıl geçtiğini sormak,

3- Araştırma yolu ile hakikata ulaşabilmek için ihtilâf mevzuu hak­kında tahkikat ve araştırma yapmak, komşulara sormak.

Şayet araştırmasında kesin bir fikre ulaşırsa, bununla hükmeder; aksi halde, yargının genel kaidelerini tatbik eder.

Beşinci Hâl: Davacı, dâvasının ihtiva ettiği şeye taalluk eden ve dâ­vâlının el yazılı ile yazılmış vesikasını ibraz edebilir. Bu halde bu yazı dâvâlıya verilir. Cevabı iki halden biri olabilir:

1- Davalının, yazısını itiraf etmesi, bu halde o, davacının hakkını kabul etmiş sayılır ve ikrarı gereği aleyhine hükmedilir.

2- Yazıyı inkâr etmesi. Bu halde muhakkik âlimlere göre, Mezâlim Valisi, davalı bu yazısının sıhhatini itiraf edinceye kadar, bu şahsın aley­hine hükme demez. Bu halde, Mezâlim Valisi, yazıyı tanımak ve dâvâlının yazısı ile karşılaştırmak için yazı mütehassıslarından yardım isteyebilir. Şayet yazı birliği isbat edilirse, bununla aleyhine hükmedilmez, zira bu zannî bir delildir. Fakat bu, dâvayı kuvvetlendiren, dâvanın  sıhhatine işaret eden bir karine olur, ikrarı yüklenmesi için dâvâlıyı korkutmaya vesile olur. Ancak, itiraf dışında, mücerret bu karineler ile veya inkârı ile beraber, aleyhine hükmedilemez. Bazı Mezâlim Valileri, dâvâlı itiraf etsin veya etmesin, mücerret hat ile hükme cevaz vermişlerdir.

Altıncı Hâl: Mezâlim Valisi, malî dâvalarda, taraflardan her birinin gelir ve giderini gösteren kayıtlı defterlere bakmak gibi, davacı ve dâvâ­lının hesaplarına istinat edebilir.

Kayıtlı defterler, taraflardan her biri için kat'î delil olarak kabul edi­lemez, muhtevası ile hükmedilmez; sadece dâvâlı ve davacıyı korkutmak için vesile, hâkimin dâvada dayanabileceği bir karine olabilir.

Mâverdî bu mevzuda diyor ki:

«Hesap durumu iki durumdan biri olabilir; ya davacımın, ya da dâ­vâlının hesabı sö'z konusudur. Davacının hesabı söz konusu ise, oaıda şüp­he ihtimali daha zayıftır. Mezâlim bu gibi halde, bu hesab düzenlerine baş vutrarak hareket eder. Hesap mücmel ise, kusur (kayıtların kaybol­ması) muhtemeldir ve dâvasının zayıflığı iîe şüphe kuvvetlenir; şayst he­sap doğru ise, ona kuvvetlice inanılır, asacak yine de şahitlerin şahadetine göre korkutulur. Daha sonra her ikisini arabulucuya şevketler, sonra da kesin hükme karar verir.

Şayet hesap davalının lehine ise, dâva onun lehine kuvvetlidir. Ya­zısına ve el hattına nisîîet ediliyorsa {hattına aıîsbeti isibat edüi/rse), Nazır El-Mezâlim, bunu davalıya sorar...»

Mâverdî, davalının yazıyı itiraf halini çok İnce bir şekilde tafsil et­mekte, sonra onun için delilleri itirafını, sonra yazıda mevcut hususların sıhhatini itirafını beyan ve bütün bu hallerdeki hükümleri belirtmekledir.

Bundan sonra diyor ki:

«Araştırıcıların kendi aleyhine olduğu kimsenin, hukukçuların fikri­ne göre, İçindekilerin sıhhatini itiraf etmediği hesap ile aleykine hüküm verilemez. Ancak hesap muhtevasinim ortaya çıkaracağından fazlası, kor­ku sayesinde elde edilir... sonra arabulucuya sevkediür, sonra, da kesin kararı verir.» [595]

 

İsbat İle Reddedilen Dâvalar:

 

Şayet bir şahıs Mezâlim Valisine, bir dâva ile müracaat eder, dâvâlı da bunun doğru olmadığını isbat ederse, korkutma davacıdan davalıya geçer.

Bu dâva altı halden birinde bulunur:

Birinci Hâl; Davacının dâvasını iptal eden, mevcut âdil şahitlerin imzaları ile imzalı bir yazının davalı tarafından takdim edilmesi. Bu, da­vacının bu yazıda, dâva mevzuunun mülkiyetinin davacıdan dâvâlıya, şahitlerin vücudu ile satış yolu ile geçtiğini, ya da yazının dâvâlının dâva mevzuu üzerindeki mülkiyetini, buna şehadet eden âdil şahitler ile bir­likte ihtiva etmesi ile olur.

Bu halde dâva, kat'î deliller ile aksi isbat edildiği için, bâtıl kabul edilir. Ancak davacı, dâva mevzuunun, ikrahı sebebi ile yapılan satış yolu ile dâvâlıya intikal etmiş olduğunu iddia etmesi halinde, Mezâlim Valisi mes'eleyi, satışı ve şüpheleri araştırır. Şayet davacının sözünün doğru olduğunu tesbit ederse, lehine hükmeder, doğru olmadığını görürse dâvayı bâtıl kabul eder (reddeder).

Ebu Hanife ve bazı Şâfiîler, davacının satışa taalluk eden ikrah iddi­asının muhtevasına ait doğruluk ihtimali için, ona yemin teklifine cevaz vermektedir.

Mezâlim Valisi, kendisine hangi delilin açık geldiğini, hüküm verme yetkisine sahip olduğu için, takdir etmek hakkına sahiptir:

İkinci Hâl: Dâvâlının, gâib olan şahitler tarafından imzalı olan ve dâvanın bâtıl olduğunu isbat eden bir yazı takdim etmesi. Bu, iki halde bulunabilir :

1- Dâvâlının yazısı, şöyle söylenmesi sebebiyle dâvayı inkâr eden, bir yazı olabilir. «Bu evde filânın hakkı yoktur. Çünki, ben evi ondan aldım ve ona bedelini ödedim.» Bu halde dâvâlıya, malik olduğunu isbat ve şahit getirmesi borcu yüklenir, zira evin davacıya ait olduğu, daha sonra kendisine intikal ettiğini itiraf etmiştir, bunu isbat edecektir. Ona şahit getirmesi için fırsat verilir. Muayyen bir müddet içinde şahit ge­tirmezse, Mezâlim Valisi dâvaya bakar. Şahitlerin durumuna göre araş­tırma yapar. Aynı zamanda delil getirinceye kadar, dâvâlının elini mül­kiyet üzerinde durdurma yetkisi de vardır.

2- Şöyle söylemesi sebebiyle dâvâlının yazısı itiraf ihtiva edebilir : «Bu ev mülkümdür, davacının bunda hakkı yoktur.» Bu halde ev dâvâ­lının kabul edilir. Davacı hakkı isbat edinceye kadar, ev ondan alınmaz.

Üçüncü Hâl: Dâvâlının yazısı, âdil olmayan şahitlerin şehadeti ile hakkı isbat ediyorsa, bu halde, şahitlerin durumunu belirttiğimiz ve izah ettiğimiz isbata yakın dâvanın üçüncü halinde zikrettiğimiz esaslar tat­bik edilir.

Dördüncü Hâl: Yazıdaki şahitler, âdil fakat ölü olabilirler. Bu du­rumda hiç bir hükmü tatbik edilmez. Evvelâ dâvâlının sözüne dayanarak,

hakkını isbat etmesi için korkutulması söz konusudur.

Beşinci Hâl: Davacının yalanını belirten ve el yazısı ile yazılmış met­ni iîe davalının, davacının karşısına çkması. Burada yazı ile amel bah­sinde beşinci halde belirttiğimiz esaslar tatbik edilir.

Altıncı Hâî: Dâvada, dâvayı iptal eden bir hesabın çıkması. Bu hal­de, hesap ile amel halinin altıncısında zikrettiklerimize uygun olarak ha­reket edilir.

İspat Edilemeyen Dâvalar:

Bu, dâvanın 3. çeşididir. Bu, davacının, dâvasını te'kit için takdim ettiği isbattan uzak, ya da dâvâlının, davacının dâvasını iptal için takdim ettiği ispatlı dâvalardır.

Bu mevzuda Mâverdî diyor ki:

«Şayet dâva kuvvet ve zaaf sebeplerinden tecerrÜd ederse, onu ne kuvvetlendiren, ne de zayıflatan şeyler delil olarak ileri sürülemez. Me­zâlim, zannın galibiyetine göre tarafların durumlarının gereğiüiî tatbik eder. Durumları herhalde şu üç halde bulunabilir:

Birincisi: Galip zan davacının tarafındadır.

İkincisi: Dâvâlının tarafmdadir.

Üçüncüsü : İki tarafta eşit bulunur. İki taraf korkutulmak suretiyle,

iki taraftan biırinde zanmn galebe gedmesine çalışılır.» [596]

Bu halde iki durum arasında ayırım yapılır :

Birincisi: Galip zannm davacı tarafında bulunması, şüphenin dâvâ­lıya müteveccih olması; bu şu durumlardan ortaya çıkar:

Davacı, zaaf halinde olduğu gibi, dâvâlının husumetine cevap ve­remez.

Davacı sadık ve emin olarak bilinen bir kimse olur, davalı ise ya­lancı ve hain olarak tanınan birisidir.

Dâva mevzu üzerinde  davacının zilyetliğinin bilinmesi ve  onun dâvâlıya intikalinin bilinmemesi.

Bu durumlarda galip zannın davacı lehinde olmasını düşünürüz. Zira zikrettiğimiz ve dâvasının doğruluğunu destekleyen sıfatlar davacı lehine zannm müteveccih olması gerektiği gibi, belirttiğimiz sıfatları sebebiyle itham dâvâlı aleyhinedir. Benzeri sıfatlar sebebi ile o yalancılıktan kur­tulamaz.

Veliyü'l-Mezâlim bu hallerde ithamı dâvâlıya yöneltir. Bu, onun hakkı itiraf edinceye kadar korkutulması ile olur. Ayrıca mülkiyetin ona geçiş sebeplerini sorabilir ve davacının dâva mevzuu üzerinde eskiden zilyet olduğuna dair deliller olması için delil ikâme etmesini de isteyebilir.

İkincisi: Galip zannm, doğruluk, erninlik ve temizlik şöhreti sebebi ile dâvâlı tarafında bulunması, davacıda ise yalancılık ve hainlik şöhre­tinin bulunması.

Birinci hale karşı olan bu halde, zikrettiğimiz sebepler ile töhmet da­vacı aleyhinedir. İmam Malik'e göre, bu halde davacının dâvası ancaV kendi lehine sebeplerini zikretmesinden sonra dinlenir. Dâva mala taal­luk ediyorsa, davacının dâvası, ancak kendisi ile dâvâlı arasında daha önceki bir muameleyi beyanından sonra dinlenilir. [597]

Ebu Yale diyor ki: ikisine korkutma ve nasihat île sorma, dâvasının asimi ve keşfe yetkilidir. Keşif ile, iki taraftan Mrisinin haklı şey çıkarsa, bununla amel edilir. Şayet ihtilâf ettiî şey çıkmazsa, ikisini komşular ve aşaifrim en ya?"

ilgi sağlamak için mülkiyetin intikalini Lisoınu şeyi huzurırada tıavassuta havale eder. Bununla iki taraf arasındaki mes'elede bir netice elde edilir; aksi halde aralarını kaza görür, kesin hükmü verir.» [598]

 

Üçüncü Altbaşlık

 

Mezâlim Valisinin Yazilari

 

Mezâlim Valisi, zulme uğrayanların mes'elelerine bakmak için bir şahsa bir şey yazarsa, bu yazı ve imza acaba ne mânaya gelir? Bu durum­da kendisine yazılmış kimseye verilmiş yetki nedir? Bu yazı, kendisine yazı yazılanı yetkilendirme olarak kabul edilir mi edilmez mi?

Mâverdî, bu mevzuu tafsilen beyan ediyor. Ve kendisine yazı yazı­lanın, her halde, iki halden birinde bulunacağını bildiriyor :

1- O, kendisine yazılan, mevzuda yetkilidir.

2- O, kendisine yazılan mevzuda yetkili değildir.

Birinci Hâl: Kendisine yazılan mevzuda yetkilidir. Veliyü'l-Mezâlim'in (Vali), kadı'nm muayyen mes'eleye bakması için, ona yazması gibi. Bu halde iki ihtimal arasında ayırım yapılır.

Birincisi: Ona yazılan yazı, ona hüküm verme yetkisini de ihtiva eder. Bu halde, kadı bu mes'elede esasen mevcut yetkisine dayanarak ka­rar verebilir. Ona yazılan yazı ilk yetkisini te'kid içindir.

İkincisi: Yazı, hüküm vermek için izni ihtiva etmez, fakat mes'eleyi incelemek, keşif ve tavassuta yetkiyi ihtiva eder. Bu takdirde o, mes'e­leye bakar ve hüküm verir. Zira mes'eleye bakmak emri, ona hükmü ver­mek iznini de şâmildir. Yazının mes'eleyi incelemek ve hüküm verme­meyi ihtiva ettiğinde, onun buna inhisar etmesi gerektiği de söylenilmiş­tir. Ancak, şayet yazı mes'ele hakkında hüküm vermekten onu nehyet-mişse, bu halde, hükümden nehyedilen bütün hallerde, hüküm veremez.

İkinıcî Hal: Yazı kendisinde daha evvel yetki olmayan bir kimseye yazılmıştır; Mezâlim Valisi'nin fukahadan veya şahitlerden birine, mes'e­leyi incelemesi için yazması gibi. Burada üç durum arasında ayırım ya­pılır :

Birincisi: Ona durumu keşf ve mes'eleyi araştırması için yazmaktır. Bu takdirde ona yazılan yazı, içinde yazıldığı gibi, mes'elenin incelenme­sine inhisar eder, sonra yazıyı yazana vardığı neticeyi yazı ile bildirir. Şayet bu neticeler Veliyü'l-Mezâlim için kat'î ve kesin ise, onun gereği ile hükmeder, kesin değilse, ondan hakikatin araştırılmasında istifade eder.

İkincisi: Ona taraflar arasında tavassut için yazmak. Bu yazı, yetki­lendirme ve tayin olarak kabul edilemez. Sadece arabulucu ve bilirkişi tayini olarak kabul edilir. Çünki, tavassut tayin dernek değildir. Bu halde arabulucu, iki tarafın sözlerini dinler, eğer durum uygun ise, mes'eleyi sulh ile neticeye bağlar, şayet sulh ile neticelenmezse, mes'eleyi hüküm vermesi için Mezâlim Valisine iade eder. Bu halde arabulucu, önünde ta­rafların itiraflarına şehadet eden şahit olarak kabul edilir.

Üçüncüsü: Ona taraflar arasında mes'ele hakkında hüküm vermesi için yazmak. Bu yazı «yetkilendirme» olarak kabul edilir ve ondaki yet­kilendirme mânası korunur. Kendisine yazı yazılanın vazifesi, muhtevaya inhisar eder. Bu durumda iki mes'ele arasında ayırım yapılır:

Birincisi: Yazı, hasmın mes'elesine cevap vermeye şâmildir. Bu hal­de, yazı dışına, mes'ele veya hâdise dışına çıksa da yazı yazılanın selâ-hiyeti hasmın yazısının içine aldığı şeye şâmildir. Hasım mes'elede hü­küm vermesini talep ederse, husumetin ve tarafların isminin zikri şart­tır. Zira, bu özel bir yetkidir. Özel yetki, ondan habersiz sahih olmaz.

İkincisi: Yazı hasmın talebine göre, hasma cevap vermeye ve araştır­ma yapmaya şâmil olabilir. Bu halde, mes'eleye bakıp karar vermek yet­kisine sahip olması sebebiyle, kendisine yazı yazılanın yetkisi büyüktür. Şayet yazı «mes'eleye bakmak ve hüküm vermeye» şâmil ise, bu en geniş bir yazı olur ve yetkisini tam sahih kılar.

Yazı, işin esasına bakma zikredilmeden, «mes'ele hakkında hüküm vermeye» şâmil ise, caizdir. Zira hükme, ancak mevzu hakkında incele­meden sonra varılabilir. Yani hükmü verme işi, mes'eleye bakmayı da tazammun eder.

Fakat yazı, hüküm zikredilmeksizin «fcakma»'ya şâmil ise, bununla velayet tesis edilmez. Zira sadece bakmak, yetki olmaksızın tavassut mâ­nasına da gelir. Bu ihtimalin vücudu sebebiyle onunla yetki tamamlanmış olamaz.[599]

 

İkinci Başlık

 

Velayetü'l-Hîsbe

 

Hisbe İslâm'da özel bir vazifelinin ifa ettiği, bir vazife ve velayettir. Vazifesi : Emr-i bi'I-Mâruf ve Nehy-i Ani'l-Münker (Doğruyu emretmek, kötülükten sakındırmak) dir. Bu, her sahada şeriat hükümlerinin taki­bini garanti etmek ve kimsenin zarar vermemesini temin gayesiyle, genel menfaati himaye için fertler üzerinde murakabe yapan devletin sahip olduğu yetkinin bir çeşididir.

Hisbe, Ecr ve Mesvabe'den alınmıştır. Şöyle denilir: «Bu işi yaptım, Allah'ın hatırını hesapladım, yani onu gönüllü ola­rak yaptım ve bu işin üpretini Allah'tan hesapladım (bekledim), yani üc­retimi Allah'tan aldım.» Buradan, kendi menfaati için değil, insanların menfaati için çalışan «hasbî dâva» terimi ortaya çıkmıştır. Şöyle denilir : «EI-Hisbetü meşekkatün min hasbike, yani ekfefe.» (Hibe hasbî olarak yapılmış bir meşakkattir.) Çünki, muhtesibin işi, mani olma ve yasakla­madır. Şöyle denilir: «Ehtesebü aleyh», yani, o işi yasakladı (inkâr etti). Buradan muhtesib kelimesi ortaya çıkmıştır.[600]

 

Birinci Altbaşlık

 

Hisseye Taalluk Eden Bahisler

 

Hisbenin tarihçesi:

İsmine «Muhtesib» denilen tek bir vazifelinin, tatbikine uygun bir müessese olarak, hisbenin kaynağını tam olarak tesbit edemiyoruz. Ter­cih edilen görüş odur ki, bu müessese Abbasî Devleti zamanında doğmuştur.

Ama, emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker şeklindeki tatbikat ola­rak, İslâm'ın başlangıcından beri görülmüştür.

Allah şöyle buyuruyor:

«Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki, onlar herkesi) hayra çağır­sınlar, iyiüği emretsinler kötülükten vcız geçirmeye çalışsınlar. İşte onlar muradına erenlerin ta kendileridir.» [601]

Bir diğer âyette şöyle denilmektedir:

«Onlar (o müminler ki), eğer mevkii vesirsek dosdoğru namazı ler, kötülükten vaz geçirmeye ç

Bir başka âyet de şöyledir:

«Tevbe edenSer, ibâdet edenler, hamdedenîer, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, (insanlara) iyiliği emredenler ve (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'sn sımrEarim koruyonlar (yok mu?) İşSe onlar da cennet ehlidirEer. Habibim, sen o rnü'n-ıinEere dahi (Cenneti) müj­dele.» [602]

Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle demiştir:

«Sîzden biriniz bîr münker (kötülük) görürse, onu eliyle değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle, ona da gücü yeîmiyen kal­biyle. Ve işte bu imanı en zayıf olandır.» [603]

Sahih-i Müslim'de yer alan bir hadîs şöyledir:

Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeUem) bir defasında bir yiyecek yığınına uğradı. Elini o yığının içine daldırdı, parmaklarına ıslaklık isa­bet etti. Bunun üzerine :

«Ey yemek sahibi! Bu nedir?» buyurdu.

Mal sahibi :

«Ya Kesûlüllalı! Ona yağmur isabet etti.» dedi.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dedi:

«İnsanların onu görebilmesi için, o ıslak kısmı yemeğin üstün raeden koymadın? Aldatan  kimse bizden  değildir.» buyurdu.

Zikredildiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem}, Said bin El-Âs'ı, Mekke'nin fethinden sonra çarşı ve pazarların üzerine âmir olarak tayin etmişti. Hulefâ-i Râgİdîn, çarşı işini bizzat idare edenler ya hut kendileri adına vekâletten murakabesini yapacak bir kimse tayir ederlerdi. Ayrıca tarih kitapları Hz. Ömer (Radiyallahu anh) 'in çarşılar dolaştığı ve hilekâr birini görünce sopasıyla onu dövdüğünü ve Ensardar bir kadın olan Ümmü Şifa'yı çarşı üzerine müdür tayin ettiğini, muhte­melen kadınlara ait işler için âmir yaptığını, zikrediyor.[604]

Hisbe valisine verilen yetki olarak muhtesibin vazifesi, doğuşu hak­kında kesn ve ince bir tesbit yapılamamakla birlikte, Abbasîler devrinde başlamıştır.

Dr.  Münir EI-Aclanî,  «Afekariyetii'l-İslâm fi Usuli'1-Hukm»   (Devlet

idaresinde İslâm'ın dehası) isimli kitabında hisbe müessesesinin Abba­sîler devrinde doğduğuna işaret eden birkaç temel esas naklediyor. Bazı­ları şunlardır :

1- «Hadaratü'l-İslâm   fi   Dan's-Selâm»    (Selâmet   diyariaıda   İslâm Medeniyeti) kitabının müellifi Prof. Cemiî Nahle Müdevver, hisbenin ha­life Harun EI-Resid zamanında doğduğu kanaatindedir. O bu konuda şöy­le diyor:

«Bağdat'ta ticaret sahası genişledi ve memleketteki ihtiyaç sahipleri bu ticarette mal ihtiyaçlarını elde eder duruma geldiler. Daha sonra ti­carette fahiş derecede Üıile görüldü, yahudi ve diğer milletlerin sarrafları, bir yıl sonra iki mislini veya daha fazlası ödenmek üzere, feiz ile mal ver­meye başladılar. Halife El-Reşid, çarşıları dolaşan ve terazi ve Ölçülerin hileli olup olmadığını kontrol eden bir muîıtesip tayin etti. O, asiller halk tabakasına, zeaıginler fakirlere aşırı yük yüklemesin ve adalet yolunda gidilsin diye tüccarların muamelesine bakıyordu. Çimki, devlet başkan­ları, ihtiyaç sahiplerinin erzakını temin etme yolunu hazırlamak, bilhassa eşyalara ve ticarî malları satın alıp istedikleri gibi fiyat koyup pahalıya satan zengin sermayedarları kontrol etmektir. Bu ihtikâr medeniyeti fe­sada götürür.»

2- Prof. Emîr Ali, «Muhtasara tarihi'I-Arab ve't-Temeddüımi'I-îsIâmî» (Muhtasar Arap Tarihi ve İslâm Medeniyeti) isimli kitabında şunları söy­lüyor :

«Hisfce: Bu makamı işgal eden vazifeliye Muhtesib denilirdi. Onun vazifesini ilk defa tesis eden (Halife) «EI-Mehdî»'dir. Daha sonra islâm memleketleri tarafından benimsenmiş teşkilât tamamlanmıştır. Muhtesip çarşıların murakabesini ve halkın edep ve terbiye dairesinde hareketini kontrol ettiği gibi, polisin talimatlarının tatbikatını te'kid ve emr-i bi'lmâruf ve nehy-i ani'I-münker yapmak, ölçü ve tartılarda hile yapmaya teşebbüs edenleri cezalandırmak için, adamlarıyla birlikte gece vs gün­düz caddeleri dolaşırdı.»

Dr. Aclanî bundan sonra «Muhtesib»'in ortaya çıkış tarihi hakkında, Ebü'1-Fida tarihinden naklen bazı müsteşriklerin görüşünü zikretmekte ve Taberî'nin 6. cildinde, hicrî 146. senesine ait haberde yer alan bazı ifa­delere dayanarak, hisbenin Abbasî devrinin başlangıcında mevcut olduğu­nu tercih ederek kabul ediyor ve şu ifadeyi zikrediyor :

«Halife El-Mansur, Ebu Zekeriyya Yahya bin Abdullah isimli bir şahsı hicrî 157 yılında Bağdat'ta çarşılara ve Medine'deki çarşı için «hisbe» şazifesiyle tayin etti. El-Mansur, Abdullah bin Hasan'ın oğlu Muhammed, İbrahim ile birlikte dışarı çıkıp dolaşıyorlardı. O, Muhtesifo olduğu için, onlarla beraberdi...» [605]

Bununla beraber biz. Hisbe'nin, Hulefâ-i Râşidîn devrinde ve Emevî-ler zamanında mevcut olduğunu te'kiden söyleyebiliriz. O zaman «Divân-ı Hâs» (Özel Divan) veya ismine «Muhtesib» denilen bir vazifeli olmaya­bilir. Ama Muhtesibin vazifeleri, doğrudan doğruya Halifenin veya veki­linin yetkileri içine girmektedir.

Bazı tarih kitapları, hisbe müessesesinin Romalılar zamanında Şam'da mevcut olduğunu zikrediyorlar. Kesin olan şudur ki; Roma'daki hisbe fikri İslâm'daki hisbe- fikrinden farklıdır. Belirttiğimiz gibi, İslâm'da hs-be müessesesi kaynağını, emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i an'1-münker işinin gerektirdiği genel fikirden olmaktadır.

Hisbe mevzuunda te'lif edilen kitaplar :

İslâm'da Hisbe mevzuun, fıkhı, hukukî ve tatbikî bakımdan ele alan kitap ve araştırmalara bakacak olursak, eski veya yeni birçok müellifler buluruz.

Hisbe mevzuundaki yeni yazarlardan biri, İbn-i Teymiyye'ye göre, «Devlet ve Hisbe Müessesesi» hakkında kitap yazan Saym Prof. Muham­med El-Mübarek'dir. Bu kitapta hisbe mevzuu, ilmî ve sağlam bir şekilde takdim edilmiştir. Bu kitapta yazılan bahisleri, hikâyeler şeklinde anlat­makta, devlete ve iktisadî hayata müdahalesi caiz olan derecesine temas etmekte, fiyatlar ve ücretlerin sınırlandırılması hakkında bazı nazari­yeleri anlatmakta, ayrıca İslâm Hukukundaki bazı mühim bahisleri, hi­kâye tarzı ve çekici parlak üslûbu ile anlatmaktadır.

Müellif kitabında hisbe mevzuundaki te'lifden de bahsetmekte [606] hisbe mevzuunda eser yazanları, mes'eleyi hikâyeleştirerek, sunmaktadır. O, bu mevzuda eser verenleri iki kısma ayırmaktadır:

Birinci Kısım: Müstakil bir kitap halinde olmamakla birlikte, mes'e­leyi takdim yoluyla hisbe mevzuunda yazan müelliflerdir. Bu gruptan önemlileri şunlardır : Şafiî mezhebinden El-Mâvendî, Hankelî mezhebin­den Ebu Yala, ikisinin kitabı isim ve muhteva bakımından birbirinin ay­nıdır : «El-Ahkâmu's-Sultaniyye». Her iki müellif kitabında, idare düze­nine ve malî işlere taalluk eden her hususu, yargı ile ilgili bahisleri ve İslâm devletine taalluk eden her şeyi ve bunlara bağlı bütün noktaları, muntazam bir hukukî metodla (usûl ile) ele alıp anlatmışlardır. İki mü­ellif aynı zamanda İslâm'da hisbe mevzuunu da ele almış ve buna ait bütün hükümleri belirtmişlerdir.

Ayrıca diğer bazı âlimler kitaplarında hisbe hakkında ayrı fasıllar yazmışlardır. Bu müelliflerden şunlar zikredilebilir: İmam GazâH, İh-yay-u Ulumi'd-Din adlı kitabında; İbni Haldun, Mukaddime'sin de; Nu-veyrî, «Nihayetü'l-Erefo» isimli kitabında; Kalkaşandî, «Subhu'I-Âşa» isimli kitabında; İbnü'1-Hac, «El-MecUıal» isimli kitabında.

İkinci Kısım : Hisbe mevzuunu müstakil şekilde araştıran kitaplar­dır. Bunlardan önemli olanlar şu kitaplardır :

1-Nihayetü'l-Kütfceti fi taleki'l-Hisbe: Bu kitap Hicrî 589 yılında ölen Afcdurrahman hin Nasır Eş-Seyzerî'nindir. Bu kitabı Prof. Muham­med Ziyade'nin kontrolü altında, Saym El-Baz EI-Arinî neşretmiştir. Na­şir bu kitapta adı geçen kitabı ilk defa keşfeden şahsm, Viyana şehri İm­paratorluk kütüphanesi müdürü Walter Bernhauer olduğunu zikrediyor. Bu zat, Araplarda, İranlılarda ve Türklerde polis teşkilâtına ait araştır­masında, 1860 yılında, hisbe müessesesine temas etmiştir. Bu araştırma daha sonra, «Adaplarda, İranlılarda ve Türklerde siyasî müesseseler, hu­susiyle zaptiye (kolluk) teşkilâtına kısa bir bakış» ismi ile Arapçaya ter­cüme edilmiş ve 1872 yılında «Ravzatü'I-Medaris» isimli dergide neşredil­miştir.

Bu kitabın naşiri Saym El-Baz El-Arinî'nin belirttiği gibi, bu kitap daha sonra, İbnül Uhuvve ve İbnü Bessam ve hisbe mevzuunda eser ve­ren diğer müellifler için temel olmuştur. İbnü'l-Uhuvve, «Mealimü'l-Kurbeti fi Ahkâmi'l-Hisbe» isimli kitabım, Şeyzerî'nin metoduna yakın bir tarzda ve şekilde yazmıştır. İki kitap arasında bir karşılaştırma, büyük benzerliği ortaya koymuştur. İbnü Bessam ise, «Ni,hayetü'!-Rüt!beti fi tale-foi'I-Hisbe» isimli bir kitap yazmıştır. Kitabın muhtevasının Eş-Şeyzerî'-nin kitabından aktarma olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kitabın müellifi, Eş-Şeyzerî'nin kitabında mevcut olmayan diğer bazı kısımlar da ilâve etmiştir.

Bu sebeple Dr. Bernhauer, üç kitabın, zamana uygun bazı değişik­likle ve bazı ilâveler ile müellifin yaşadığı ülkeyi anlatan küçük farklar dışında, hepsi birbirinden alınma olduğunu belirtiyor, [607]

Eş-Şeyzerî'nin, «Nihayetü'l-Rütbeti fi talebi'l-Hishe» isimli kitabı 40 bölümden meydana gelmiştir. Müellif 1. babında mubtesib olacak kimsede aranan şartlar ve onun haklarını; 2. babda, çarşılara ve yollara nezare­tinden; 3. kısımda kantar, ertal, miskai ve dirhemlerden; 4. kısımda terazi ve Ölçülerden bahsetmektedir. Daha sonra her san'at üzerinde hisbe hak­kındaki bahsine başlıyarak, değirmenciler, ekmekçiler ve fırıncılar, hay­van kesiciler, anbarcılar ve alıcıların mesleklerinden teker teker, 38. kıs­ma gelinceye kadar bahsetmektedir. Daha sonra, küçüklerin terbiyesi hak­kında; ondan sonra da ehl-i zimme üzerinde hisbenin yetkilerinden bah­setmektedir. 40. ve son kısımda ise, hisbenin işleri hakkında bilgiler ve tafsilât yer almaktadır. Bu kısımda müellif şöyle diyor :

«Hisbe hakkındaki bu kitapta meşhur sanat erbabını zikrettik ve on­ların hile ve aldatmalarının ortaya çıkarmasından ve mulıtesibin İra mev-zudakî yetkisinden bahsettik, Zikretmediklenmiz dışında ona kendisinden başka hiç birşey kıyas edilemez.»

Bundan sonra vatandaşların menfaati için muhtesibin yapması gere­ken işleri anlatmaktadır. [608]

2- Hicrî 729, milâdî 1329 yılında vefat eden îbnü'I-Uhuvve diye meş­hur olan, Muhammed bin Muhammed El-Kureyşî'nin «MeaHmü'l-Kurbeti

fi Ahkâmi'l-Hisbe» adlı kitabı, 70 kısımdan meydana gelmektedir. Bu ki­tap, Şeyzerî'nin kitabından iktibas edilmiştir. Kitabın baskısı, İngilizceye tercümesiyle birlikte Cambrigide Üniversitesi profesörlerinden bir müs­teşrik (Reuben Levy) tarafından (1931 yılında) yapılmıştır.

3- İbni Bessam'm, «Nihayetü'ır-Kütbeti fi talebi'l-Hishe» isimli ki­tabı 118 kısımdır. Bu kitap, matbu değildir. Yazma bir nüshası Kahire Millî Kütüphanesinde, bir nüshası da İngiltere'deki Eritişti Museum'da bulunmaktadır.

Muhammed Tbin Ahmed Es-Sakalî El-Malakî Eî-Endûlisî'nin kitabı Âdâbu'I-Hisbe (İhtisab), bazı Fransız müsteşrikleri tarafından 1931 yılın­da basılmıştır. Aynca hicrî 909'da Ölen Cemaîeddin Yusuf bin Abduîhadî'-nin, «El-Hisbe» isimli kitabı da vardır. [609]

Prof. Muhammed EI-Mübarek bundan sonra hisbe mevzuunda yazı­lan modern araştırmaları zikrediyor. Bu mevzuda yazanlardan önemlileri şunlardır : Prof. Rfuhammed Kürd Ali, Şam'da çıkan El-Muktebcs dergi­sinde, 1908; Abdiirrezzak Eİ-Hasan, El-Histe isimli kitabında; Ezher Üni­versitesi Şeriat Fakültesi Prof. İbrahim Düssukî Eş-Şihavî'nin, «El-His-betü fi'1-İslâm» isimli araştırması.

Bazı modern araştırmacılar da hisbe mevzuunda araştırmalar yapmış­lardır. Bunlardan şu isimler zikredilebilir. Hisbe hakkında 11 müelliften seçme metinleri toplayan Dr. Nekuia Ziyade. Müellif, hisbe mevzuu hak­kında bu metinlerle ilgili önemli araştırmalar sunmuştur. Ayrıca Dr. İs-hak Musa Eî-Hiiseym, Cenevre'de neşredilen «El-Musîimun» dergisinde bir araştırma yayınlamıştır. [610]

1961 yılında Şam Üniversitesi'nde toplanan «İslâm Hukuku Haftası Kongresi»'ne bazı tebliğler sunulmuştur. Bunlardan, Sayın Muhammed Ebu Zehra ve Sayın Ali El-Hafif zikredilebilir. Bu tebliğler, Kahire'de basılan İslâm Hukuku Haftası (Kitabu Usbui'l-Fıkhi'l-îsîâmî) isimli ki­tapta mevcuttur.[611]

 

Muhtesibin Vazifesi:

 

Hisbe, terkedildiği zaman mârufu emretmek, işlendiği zaman ise münkeri nehyetmektir (yasaklamak, mâni olmaktır). Bu vazife, vazifeli olsun olmasın, her müslümanın üzerine farzdır.

Çünki, Allah şöyle buyurmaktadır:

«Sizden öyle bir cemaat bulunmaSidir ki, (onlar herkesi) hayra çağır­sınlar,, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçilmeye çalışsınlar.» [612]Cenab-ı Hak kadın ve erkek mü'minleri şöyle tavsif etmektedir :

«Mü'min emekler de, mü'min kcsdsnîar do birbirinin velîleri (dostları ve yardımcıları) dır. Bunlar (İnsanlara) iyiliği emredeHer, (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar.» [613]

«Hisbe Valisi» tâbiri, «Uli'l-Emr'in, emr-ü bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker vazifesini ifa etmekle görevlendirdiği şahıs için kullanılır.

Muhtesibin, müslüman, kuvvetli zekâlı ve dinen yasaklanmış şeyleri iyi bilmesi gerekir ki, vazifesini hayırlı şekilde yapabilsin. Bu vazife, velâyetin bir çeşidi olduğu için, müslüman olmayana verilemez. Bazı hu­kukçular muhtesibin âdil olmasını şart koşuyorlar ise de, âlimlerin çoğu bunu şart görmezler. Çünki, bunu şart koşmak, bu vazifeye kimsenin gel­memesine sebep olur. Bilhassa fâsıklar, çoğu defa, kuvvetli ve belâh ol­duklarından, takvalı kimselerden, yasak olan şeyleri men'etmek bakımın­dan daha kuvvetlidirler. Çünki bu vazife, vazifeyi ifa ederken, kuvvetli ve ürkütücü olmayı gerektirir. [614]

Îbnü'l-Kayyım, insanlar arasında dâva açılmasına bağlı olmayan ida­re hakkında şöyle diyor :

«İnsanlar arasında idaredesı maksat, dava açılmasına bağlı olmayan Tbir çeşit idaredir ve kisbe velayeti diye "bilinir. Onun temeli ve aslı, Al­lah'ın Peygamberinin gönderdiği ve kitabını indirdiği esas, yâni, emr-i bi'I-mâruf ve nehy-i ani'I-münker'dir. (Allaîı) hu ümmeti, fcıı şekilde tav­sif etmiş ve diğer milletlere bu sebeple üstün tutmuştur. Bu, kudreti ye­ten her miislümana vaciptir, Tbir farz-ı Mfâyedir. Fara-ı ayın, takva ve iktidar sahibi diğejr kimselerin yapmaması sebebyîe, kudreti kâfi gelen şahıs üzerine farz olmaktadır, başkalarına farz olmayan, onlara farzdır. Çünki, gerekli oîan işlerin bağlı olduğu şey, kudrettir, âcize vacip olma­yan şey kuvvetliye vaciptir.» [615]

İbni Haldun ise şöyle diyor:

«Hisfce, dinî bir .vazife olup. iyiliği emretmek, kötülüklerden sakuı-dirmaktu' ve müsî umanları idare eden şalısa farzdır. Bu sebeple, müsîü-manlarm idarecisi, bu işe ehil gördüğünü tayin eder. Tayin edilen kim­senin bu işi ifâsı da farzdır. Muhtesib bu vazifesi için yardımcılar tayin eder. O, kötülükleri araştırır, faillerini, fiillerine göre tâsiren cezalandı­rır. Muhtesib, halkı şehrin genel menfaatine göre hareket etmeye mec­bur tutar; yollardaki sıkışıklığa engel olma, hamalların ve gemicilerin haddinden fazla yük taşımalarını yasaklama, yıkılmaya yüz tutmuş bina­ların yıkılması için, sahiplerine emir verme ve yollardan gelip geçenlere zararı dokunabilecek şeyleri ortadan kaldırma gibi... Muhtesibin hüfemii ihtilaflı taraflara ve dâva açılmasına bağlı değildir, bilâkis, haber aldığı ve kendiline başvurulan mes'elelere bakar ve karar verir. Onun vazifesi sadece dâvalar hakkında hüküm vermek değildir, daha çok, delil dinleme ve hüküm infazmi gerektirmeyen, yiyecek ve içecekler ile diğer hususlardaki hile ve aldatmaya ait her türlü davranırlara bakar.» [616]

İbn-i Teymiye hisbe mevzuundaki izahatında şöyle  diyor :

«Şayet dini ve bütün velayetleri kısaca ifade edecek olursak, o, emir ve nehiy (yasak) dir. Al^alı'm Peygamberini gönderdiği emir, emr-İ bi'l-mâruf'dur; Peygamberini onun içlin gönderdiği nehiy ise, nehy-i münker-dir. Bu vazife Peygambere ve mü'minlere verilmiştir.»

Çünki, Allah şöyle buyuruyor :

«Mü'min erkekler de, mümin krchnlar da birbirinin velîler» (dostları ve yardımcıları) dar. Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülük­ten vazgeç i rmeye » [617]

Bu vazife, kudreti yeten her müslümana vaciptir, ehliyetli herkese farzdır. Başkası yapmadığı takdirde kudretli kimseye farz-ı ayındır.

Kudret, iktidar ve velayettir. Kudret sahibi diğerlerinden daha kuv­vetlidir. Başkası için gerekli olmayan vazife, onun için gereklidir. Çünki, vazifenin bağlı olduğu şey, kudrettir. Her insan kuvvetine göre iş yap­maya mecbur bulunmaktadır.

Allah şöyle buyuruyor:

«O halde, gücünüzün yettiği kadar ÂHah'îesn korkun.» [618]

Bütün îslâmî vazifelerin (velayetlerin) maksadı «emr-i vi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker»'dir. Bu; suİtana vekâleten yapılan, büyük harp ve­layeti olsun yahut polis velayeti veya idarecilik, ya da mâlî divanlar ve­layeti (Divân-ı Muhasebat) ve hisbe velayeti olsun, fark yoktur.» [619]

Böylece emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker'in bütün müslüman-larm yapması gereken temel vazifelerden biri olduğu ortaya çıkıyor. Bu vazife sosyal güvenlik prensibini ifade etmektedir. Bu toplumun her fer­di, karşılıklı yardımlaşma prensibini gerçekleştirmede, toplumundan mes'-uldür. Yukarıda gördük ki, hisbe her müslümanın yapması gereken kifâî bir vecibedir. Bu vazifeyi sadece o şahsın yapabileceği anlaşılması sebe­biyle bir şahıs tayin edilirse, bu takdirde onun üzerine farz-ı ayn'dır.

Gönüllü muhtesib ile vazifeli muhtesib arasında ayırım yapabiliriz. Hisbe vazifesi, Devlet başkanı (Ulü'l-Emr)'mn tayin ve vazifelendirilme­sine ihtiyacı olan bir velayet çeşididir. Bu vazifede hisbe valisi için zikrettiğimiz şartlar gereklidir. Bu şartlar, İslâm, akıl, yasaklanmış şeylere ait ilim ve onu giderme kudretidir.

Şeyzerî, muhtesib için, emrettiği ve yasakladığı şeyleri bilmesi ba­kımından şeriat hükümleri mevzuunda fakih (hukukçu) olmasını şart koşuyor. Çünki iyilik, şeriatın iyi kabul ettiği şeydir; kötülük, şeriatın kötü kabul ettiği şeydir. Akıllar için, doğruyu ve yasaklanmış şeyleri, ancak Allah'ın kitabı ve Peygamberinin vasıtasıyla bilmek imkânı var­dır. [620]

Mâverdî, hisbe valisinin, hür, âdil, görüş sahibi, cesaret ve sertlik sahibi, dinde tavizsiz ve açık münkerleri bilecek bir kimse olmasını şart koşuyor.

Şafiî âlimleri insanlardan muhtesip olanların, görüş sahibi ve müç-tehid olmasının cevazı mevzuunda farklı görüştedirler. Efou Said El-îstahrî şöyle diyor :[621]

 

«Muhtesibin, İnsamlaıra Görüşünü Ve İçtihadını Kabul Ettirmesi Caizdir.»

 

Bu görüg doğru kabul edilirse, muhtesibin, görüşünün muteber olması için, rnüçtehid olması gerekir. Diğer bîr kısmımn görüşü I^e, muhtesib, insanlara görüşüne ve içtihadına göre hareket etmesini İsteyemez, binne-tice onun müçtehid olması şart koşulamaz. [622]

Kanaatimizce, ilmin şart olduğunda herkes müttefiktir. Çünki, vazi­fesini ancak emredilen ve yasaklanan şeyleri bilmekle yapabilir. Fakat ehl-i içtihad ve ehl-i tercih olması şart olmadığı gibi, fıkıhta derinleşmesi de şart koşulamaz; onun şeriat hükümlerini bilmesi kâfidir.

Burada hisbe valisi ile birlikte çalışan ve vazifesinde ona yardım eden şahıslar arasında ayırım yapmak lâzımdır. Yardım edenlerin işin bütün teferruatında mütehassıs olması gerekmez, sadece murakabe ettiği her işin bünyesini bilmelidir.

Şeyzerî, Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)'in Sünnetine bağlı ve bütün farz ve vaciplere mütemessik (tatbik eden) olmasını şart koşu­yor. Çünki bu özellik, onun kudretini arttırır ve dinindeki tutumuna ait iftiraları uzaklaştırır.

Ayrıca insanların mallarına göz dikmeyen, onlardan uzak duran, sa­natkârların hediyesini kabulden kaçman bir kimse olmasını da şart ko­şuyor. Çünki, aksi halde, bu hareket rüşvete hamledilir ve yine çünki, bu işlerden uzak durmak, işini yaparken onu yüksek mevkide tutar ve betini arttırır.» [623]

Şeyzerî, daha sonra muhtesibin sahip olması gereken Özellikleri bil diriyor ve şöyle diyor:

«Yumuşak huylu, yumuşak sözlü, açık yüzlü ve insanlara emir v yasaklarım bildirirken ciddî ve ahlâklı olması lâzımdır. Şayet böyle oluı sa kalpleri kendine çeker, maksat hâsıl olur. Allah Peygamberine şöylı »demektedir:

«Eğes* (bilfarz) kaba, kaîı yürekli obaydın, onlar etrafından herhaldı dağılıp gitmişlerdi bile.» [624]

Çünki sertlikte ifjrat, belki de günaha sevkeder, nasihatta şiddet din leyen uzaklaştırır. Cezaları tatbik etmeden evvel çok düşünmelidir (te enni). Bir şahsı ilk suçundan muaheze etmemeli, ilk yanlış hareketindi cezalandırma malıdır. Çünki, temiz ahlâk, PeygamJber dışındaki insanlardı yok denecek kadar azdır.» [625]

Muhtesifo i?e gönüllü (fahrî memur) arasındaki fark: Mâvendî, Muhtesib ile  gönüllü arasında 9  bakımdan fark görmek tedir:

1- Hisbe, vazife ve tayin bakımından farz-ı ayn kabuî edilir. Bı bir vazifedir ve muhtesibin ifa etmesi gerekir. Buna karşılık gönüllü hiz> met ise, gönüllü olan hakkında farz-ı ayn, değil farz-ı kifâyedir.

2- Muhtesib,  hisbeyi  bırakıp  başka  işlerle  uğraşamaz.   Çünki,  bL onun ona vazifesidir. Buna karşılık gönüllü o işi bırakıp başka işle meş­gul olabilir. Çünki, o iş kendisinin nafile bir işidir.

3- Muhtesib, yasaklanması gereken bir iş için tayin edilmiştir; gö­nüllüde ise böyle bir tayin yoktur.

4- Muhtesib, kendisini tayin edene cevap vermeye mecburdur. Çün­ki o, bu işle vazifelidir. Gönüllü ise, cevap vermek ve emirlere uymays mecbur değildir.

5-Muhtesib, açıkça yasaklanan şeyler hakkında konuşur ve onların ortadan kalkması için emir vermeye mecburdur; vâcib olan hususları ih­mal eden birini görürse, o vacibi ifa etmesi için emir verir. Gönüllünün ise, yasaklanan şeyler hakkında konuşma mecburiyeti yoktur.

6- Muhtesib, kendisine yardım edecek ve memlekette ne gibi kö­tülüklerin  cereyan  ettiğini  bilmesi  için  yanında  bulunacak  yardımcılar tayin edebilir. Ama gönüllü, bu vazifeyle mükellef olmadığı için, kendi­sine yardımcılar tayin edemez.

7- Muhtesib, suçlar için belirtilen cezaları aşmamak üzere ortaya çıkan açık kötülükleri tâziren cezalandırabilir. Gönüllü ise, kötülük ya­pan bir kimseyi tâsiren cezalandıramaz.

8- Muhtesib, işini yapmak için Beytü'l-Mal'den para  (maaş)  alabi­lir. Çünki o, kendisini bu işe vermiştir. Gönüllü ise, yasak bir fiilî yasak­ladığı için para (maaş) alamaz.

9- Muhtesib, şeriata değil, örfe bağlı işlerde kendi görüşüne göre içtihad edebilir. Çarşıların durumu ve tanzimi ile ilgili hususlap gibi. O, faydalı gördüğü tarzda  emirler verebilir ve  emrine karşı gelenleri  ce­zalandırabilir. Gönüllünün bu yetkileri yoktur. [626]

 

Hisbe İle Yargı Arasındaki Fark:

 

Mâverdî şöyle diyor:

«Hisbe, yargı hükümleri iîe mezâlim hükümleri arasında bir yer iş­gal eder. Hisbe ile yargı arasiaıdaki durum, yargı hükümlerine iki bakım­dan benzerliği (uygunluğu), iki bakımdan da onulan ayrıldığı, iki bakım­dan ise ondan farklı ve üstün Özelliklere sahip olması şeklindedir.[627]

 

Birincisi -Hisbenin Yargıya Benzerliği:

 

Hisbe, yargı ile iki bakımdan birleşir:

Birinci cihet: Muhtesibe başvurmak caizdir. Onun da, insan hakla­rına ait konularda davacıyı, dâvâlı aleyhine dinlemesi gerekir. Muhtesi-bin idaresi sadece üç çeşit dâvaya inhisar eder. Bunlar şunlardır :

1- Dâvanın ölçü ve tartılardaki eksikliklere ait olması,

2- Dâvanın, satılan mal veya ücret hakkında hile ve aldatmayla il­gi ii olması,

3- Dâvanın, ödeme gücü mevcut olmakla beraber borcun tehirine ait olması.

Muhtesib sadece bu dâvalara bakabilir. Çünki, ortada açık bir kötü­lük vardır. Muhtesibîn işi, bu kötülüğü ortadan kaldırmaktır.

ikinci cihet: Muhtesib -dâvâlı, dâvayı ikrar ettiği takdirde -onu kötülüğü izale etmek ve hakkı sahibine iade etmeye mecbur tutabilir. Bu, bakması caiz olan dâvalarda söz konusudur. Çünki, onun işi, kötülükleri ortadan kaldırmaktır. Bu vazife ise, ancak hükmünün dâvâlı için bağlayıcı olmasiyle mümkündür.[628]

 

İkincisi -Hisbenin Yargıdan Farkı:

 

Hisbe, yargıdan bazı mes'elelerde farklıdır. Eu fark, ya hisbenin yar­gıdan daha dar olması, ya da yargı hakkındaki hükümlerden daha geniş olması hallerinde ortaya çıkar. Bu durum aşağıdaki iki halde söz konu­sudur

Birinci hal: Hâkimin yetkisi iki mes'elede muhtesibin yetkisinden geniştir:

1- Hisbe, açıkça ortaya çıkan kötülüklere ait dâvalara münhasırdır ve muhtesibin işi emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker'dir, ya da, açık kötülüklerin dışında kalan, akitler, muamelât ve diğer haklara ait dâva­lardır. Muhtesib bunun dışındaki dâvalara bakamaz. Çünki, görev sahası dışındadır; bu gibi dâvalara ancak açık bir hüküm ile vazifeli kılınması halinde bakabilir. Bü takdirde ise, bu vazifelendirmeye dayanarak bu dâ­valara bakabilir. Böylece aynı anda hisbe ve yargı birleşmiş olmaktadır.

2- Muhtesib,  bey yine,  isbat ve  yemine  ihtiyaç  duyulan  inkâr ve kaçınma ihtiva eden dâvalara bakamaz. Çünki, bu işler muhtesibin değil, yargının vazife ve yetkisine girer.

İkinci hal: Muhtesibin yetkisi hâkimin yetkisinden geniştir. Bu, hâ­kimin yetkisinin muhtesibin yetkisinden geniş olduğu birinci halin ak­sidir. Bu durum iki işde sözkonusu olur :

1- Muhtesib, bir tarafça ileri sürülmüş bir dâva neticesi olsun veya olmasın, emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker işinde yetkisini kulla­nabilir. Çünki onun vazifesi, taraf ve dâva olmasa dahi, her halde kötü­lükleri gidermek, ortadan kaldırmaktır. Hâkim ise, ancak bir tarafça ileri sürülen  dâva üzerine hukukî ihtilâflara ve haklar ile  ilgili  durumlara bakabilir. Hâkim dâva olmadan bazı mes'elelere bakarsa, bu, yetkisi dı­şında kabul edilir.

2- Muhtesib, kötülüğü mümkün olan her vesile ile ortadan kaldı­rabilir (kaldırma hakkını haizdir). O, şiddet ve tâzir kullanabilir. Hâkim ire, taraflara olan muamelesinde şiddet kullanamaz. Çünki, onun işi ta­raflar arasındaki ihtilâfı fasletmektir, bu da ancak sabır, vekâr ve sükû­net ile mümkündür. [629]

 

Üçüncüsü -Hisbe île Mezâlim Arasındaki Fark:

 

Hisbe ve  mezâlim, toplumu  korumak ve  sapmalara  mani  olmakla mükellef yargı yetkisine dahildirler. Ancak hisbGnin mezâlimden farkı ol­duğu gibi. onunla birleştikleri mes'cîeler de vardır.[630]

 

Birincisi -Birleştikleri Cihetler :

 

Hisbe ve  mezâlim, muhtesib ve mezâlim valisi,  her  ikisi  de  geniş yetkilere sahip olmaları cihetiyle birleşirler.

Mâverdî, iki hususu tesbit ediyor:

1- Her ikisinin muhtevası, iktidarın gücü caydırıcılığı ve kesin kuv­veti üzerine oturmaktadır.

2- Her ikisi de, genel menfaat sebebiyle ve açık düşmanlıklar: ön­lemek için mes'elelere el atabilirler.[631]

 

İkincisi -Ayrıldıkları Cihetler :

 

Hisbe, mezâlimden iki bakımdan ayrılır :

1-Muhtesibin rütbesi, hâkimin rütbesinden aşağı kabul edilir, hal­buki mezâlim valisinin rütbesi, hâkimin rütbesinden yüksektir.  Bu se­beple mezâlim valisi, hâkimin âciz kaldığı işlere bakar. Muhtesib ise, hâ­kime sunulmayan küçük işlere bakar.

2-Mezâlim valisi,  kendisine  sunulan  mes'elede  hüküm  verebilir. Halbuki muhtesib,    haklar mevzuunda hüküm veremez, işi, emr-i bi'I-mâruf ve nehy-i âni'l-münker'e inhisar eder. [632]

 

İkinci Altbaslık

 

Muhtesibin Vazifeleri

 

Hukukçular muhtesibin vazifesinden bahsederken, onun  vazifesinin emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker olduğunu söylüyorlar.

Mâverdî, muhtesibin vazifelerini taksimde, hukukî metoda tâbi ola­rak şöyle bir ayırım yapıyor :

Mâverdî'ye Göre Muhtesibin Vazifesi:

Mâverdî, muhtesibin vazifesini ikiye ayırıyor :

1- Emr-i bi'1-mâruf.

2- Nehy-i ani'l-münker.

Daha sonra emr-i bi'1-mâruf ve neny-i ani'l-münker'i üçe ayırıyor:

A-Allah'ın haklarına taalluk edenler.

B-İnsanların haklarına taalluk edenler.

C-Her ikisi arasında müşterek olanlar.

Daha sonra bu kısımlardan herbirini ele almakta ve hisbenin bu ko­nulardaki durumunu belirterek, tafsilâtını vermektedir.

Emr-i bi'1-mâruf (Doğruyu emretmek).

Belirttiğimiz gibi, emr-i bi'1-mâruf üç kısma ayrılır:

1- Allah'ın haklarına taalluk edenler.

2- İnsanların haklarına taalluk edenler.

3- Her ikisi arasında müşterek olanlar.[633]

 

Birincisi -Allah'ın Hakları:

 

Muhtesib, Allah'ın hakkına taalluk eden hususlarda, doğruyu emret­meğe mecburdur : Cum'a namazı, camide cemaatle namaz, namaz vakit­lerinde ezan okunmak gibi.

Mâverdî, eğer cum'a namazının kılınması için yeterli sayıda insan varsa, cum'a namazının kılınmasını emretmeye mecbur olduğunu ve kıl­mazlarsa, onla te'dib etmesi gerektiğini belirtiyor. Ama sayıları az ise ve âlimler, cum'anm bu kadar insan ile kılınacağında görüş ayrılığında iseler, bu takdirde, dört hal arasında ayırım yapılır:

1- Cum'a namazının  kılınabileceği  mevzuunda  muhtesibin  görüşü ile halkın görüşünün uyum halinde olması. Muhtesibin, cum'a namazının kılınmasını  emretmesi, halkın da  onun emrine hemen uyması gerekir. Cum'a namazını terkederlerse, onları te'dib eder. Çünki, üzerinde icmâ vâki olan bir şeyi terketmişlerdir.

2-Cum'a namazının kılınamayacağı mevzuunda muhtesibin görüşü ile halkın görüşünün uyum halinde olmaması. Bu takdirde, onlara cum'a namazı kılmalarını  emredemez, bilâkis  onları kılmaktan men'eder, ya­saklar.

3-Halk cum'a namazının kılınabileceği, muhtesib ise kılınamaya­cağı görüşündedir. Muhtesib onların, kendilerine farz olduklarına inan­dıkları bir şeyin edasına mani olamadığı gibi, kendisi kılınamayacağı gö­rüşünde olduğu için, kılmalarını da emredemez.

4- Muhtesib, cum'a namazının kılınabileceği, halk ise kılınamaya­cağı görüşündedir. Şafiî âlimlerinden Ebu Sâid El-Istahrî'ye göre, çocuk­ların cum'a namazının terki fikri ile yetişmemeleri ve diğerlerine muha­lefet etmemelerindeki maslahata binaen, kılınmasını emredebilir. Diğer âlimler aksi görüşte olup, şöyle demektedirler Muhtesib halkı inancına uymaya zorlayamayacağı için, kılınmasını emredemez.

Camilerdeki namaz mevzuunda ise, Mâverdî, hisbenin vazifeleri ko­nusunda iki görüşü belirtmektedir.

Hanbelî mezhebinden Ebu Yalâ'ya göre, şayet bir mahalle veya şehir halkı, camilerde cemaat halinde namazın tatili ve namaz vakitlerinde ezan okunmaması hakkında anlaşmışlarsa, nıuhtesib, cemaat vâcib oldu­ğu için, onların üzerine vâcib ve terkinde günah olması sebebiyle, onlara ezan okunmasını ve cemaatle namaz kılmalarını emredebilir.

Muhtesİb, insanların ibâdetine, onların hareket tarzı herhangi bir şe­kilde caiz ise, muhtesibin görüşü onların görüşlerine aykırı da olsa, mü­dahale edemez. Çünki, içtihadı mes'elelerde insanlar farklı olabilirler.[634]

 

İkincisi -İnsanlarııa Hakları:

 

İnsanların hakları iki kısma ayrılır:

1- Âmme hakkı: Bütün  insanların  menfaatine ait işlere şâmildir ve hayatları onunla bağlıdır. Şehirdeki içme suyunun kesilmesi, şehir sur­larının ve camilerin yıkılması gibi diğer âmme işleri. Bu takdirde Beytü'l-Mal, bu işleri ıslâh etmekle mükelleftir. Beytü'l-Mai'de para (mal) yok­sa, zenginlere bu işlerin tamir ve ıslâhına yardım etme mükellefiyeti yük­lenir. Muhtesib, zenginler yardım etmek istemezlerse, onları yardım et­meye zorlar ve onları murakabe eder.

2- Hususî haklar: Borçlar ve haklar gibi, fertlerin haklarını içine alır. Bu halde muhtesib, borçlulara, eğer ödeme güçleri varsa, borçlarını alacaklarına, alacaklıları dinlemek şartı ile ödemelerini emreder.

Muhtesib, bu işlere müdahale eder ve emr-i bi'1-mâruf sebebiyle, ifa edilmesini emreder. Ancak, bu işler hâkimin sahasına girdiği için, ihtilaflı taraflar arasında hüküm veremez.[635]

 

Üçüncüsü -Müşterek Haklar:

 

Bunlar, Allah'ın hakları ile insanların hakları arasında müşterek hu­suslardır ve şu hakları içine alır:

1- Babalara, kızlarını denkleri ile evlendirmelerini emreder, tâ ki, onların evlenmelerine mâni olmasınlar,

2- Kocalarının vefatı ve boşanma halinde, kadınlara iddet müdde­tine uymalarını emretmek.

3- Köle ve cariyelere, güçlerinden fazla yük yüklenmemesini temin ve efendilerine karşı onların haklarını almak (ve korumak).

4- Şahıslara, hayvanlarına güçlerinden fazla yük yüklememelerini emreder.

5-Lukatayı korumak. Lukatayı alan   (bulan)   onu korumakla mü­kelleftir ve gerekeni yapması borcu vardır.[636]

Nehy-i Ani'l-Münker  (Kötülüklerden sakındırmak).

Kötülüklerden sakındırma üç kısma ayrılır:

1- Allah'ın haklarına taalluk edenler.

2- İnsanların haklarına taalluk edenler.

3- Her ikisi arasında müşterek olanlar.[637]

 

Birincisi -Allah'ın Hakları:

 

Mâverdî, Allah'ın haklarını üç kısma ayırıyor :

Birinci kısım: İbâdetlere taalluk ederler ve şu hususlara şâmildir:

1- İbâdetinde şer'î emirlere aykırı hareket eden şahıs. İbâdetin şek­lini değiştirmiş gibi olmaktadır.

2- Bedeninde, elbisesinde ve namaz kıldığı yerde temizliği ihmal eden şahıs.

3- Hastalık ve yolculuk özrü  olmadan ramazanda orucunu bozan şahıs.

4- Sahip olduğu maldan zekât vermekten kaçman şahıs. Çünki, bu konu, sadakaları toplayan memurun yetkisi içine girmez.

5- İlim ehlinden olmamakla birlikte, fetvalara, tedrisata ve vaaz­lara karışan kimse söz konusu olursa.

Muhtesib, bu işlere müdahale eder ve o kimseleri doğru yola ve se­vaba sevkeder, gerekli görürse onları te'dib eder.

İkinci kısım : Mahzurlara taalluk ederler :

Muhtesib, insanların kötü şeyler yapmalarına, zan ve töhmette bu­lunmalarına engel olur.

Çünki, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

«Sana şüpheli gelen şeyi terket, şüpheli olmayana dön.» Mâverdî, şöyle diyor:

«Herkesin gelip gittiği bijr yolda, bir erkeğin bir kadınla beraberce durduğunu görürse, bu, onlar hakkında şüphe çekici bir delil teşkil etmez, bu sebeple onlara engel olunamaz, zecrî tedbirler tatbik edilemez; insanlar bu durumu mahzurlu görmemişlerdir. Ama eğer, ıssız bîr yolda be­raberce duruyorlarsa, durumları şüpheyi çeker; buna mâni olunur, fakat yanındaki kadının, erkeğe nikâhlanması haram bir kadın olabileceği ih­timaliyle, cezalandırılmaz. Eğer o kadın, o erkeğin yanında şüphe çekici yerlerde yalnızca bulunması haram olan bir kadın ise, mâni olunur. Kadın yalancı ise, Allah'tan korkması, kötülüğe sevkedici işten kaçınması em­redilir (söylenilir), duruma göre, men' ve zecredilir.»

Buradan anlaşılıyor ki, muhtesib, umumî âdabı muhafazaya çalış­maktadır. Hiç bir şahsın, kendisine veya topluma zarar vermesine müsaa­de ve müsamaha etmez. Ceza ve zecrî tedbirlere başvurmasında acele et­memelidir, aksi halde, müstahak olmayana ceza ve zecrî tedbirler tatbik etmesinden korkulur.

Üçüncü kısım: Muamelâta taalluk edenler :

Bu kısmın içine, fâsid bey'ler (satışlar) gibi yasaklanmış muamele­ler ile, taraflar zararını ittifakla ve rızalarıyla kabul etseler dahi, şeria­tın yasakladığı şeyler girer. Muhtesib, yasaklanan şeyin işlenmesine mâni olur, işleyenlere, duruma göre te'dib edici zecrî tedbirler tatbik eder.

Ama fukahanın mahzurlu veya mubah olduğu konusunda ihtilâf ha­linde oldukları hususlar, yasaklanamaz, meğer ki, ihtilâfın zayıf olduğu bir konu olsun ve o işin mahzurlu bir neticeye yolaçacağı hususunda it­tifak olsun.

Hileli satışlar, ücretlerde (fiyatlarda), aldatma (tedlis) gibi muame­leler ise yasaklar, işlenmesine mâni olur, işleyenleri halin icaplarına göre te'dib eder. Eğer bu hile müşteriyi kandırıyor ve ondan bir şeyi gizli­yorsa, bu, büyük bir aldatma olup, haramdır. İleri derecesi ise büyük günahtır, şiddetli şekilde yasaklanır...

Muhtesibin yasaklayacağı ana konulardan biri de, ölçü ve tartilar-daki mevcut hileleri, Allah'ın bu hususta kesin hüküm koymuş bulunması sebebiyle ve bu işlerde dürüst hareket etsinler diye kontrol eder. Aksi halde cezalandırır. Çarşı ve pazardaki ölçü ve tartı âletlerini kontrol eder ve ayarlar. Ayarlanmamış âletleri kullanmak, halk arasında yerleşmiş âdetçe, devlet emrini dinlemediğinden ceza görür.» [638]

 

İkincisi -İnsanların Hakları:

 

İnsanların hakları içine, bir şahsın komşusunun hududuna veya evi­nin masuniyetine tecavüz etmesi, yahut duvarlarına pislik koyması gibi hususlar dâhildir. Muhtesib, komşunun talepte (şikâyette) bulunmadığı müddetçe bu hususlara karışamaz. Çünki, o şahsa ait bir haktır. Bir kim­senin komşusunu afvetmesi ve taleplerinden vazgeçmesi muteberdir.

Muhtesibin, çarşılardaki riayet etmesini istediği san'atkârlar üç bö­lümdür :

1- İşlerin tara ve noksan olduğunu tesbit : Doktor ve öğretmenler gibi. Çünki, meselâ; doktor, kusuru sakatlık ve telefe sebep olacak dere­cede insanlara tesir eden bir kimsedir. Öğretmenler ise, küçüklerin psi­kolojisine tesir eder ve terbiyelerini bozarlar.

2- İşini emamet ve hiyanet içinde yapanlar : Kuyumcular, dokuma­cılar, demirciler ve boyacılar gibi. Çünki bunlar, her an insanların mal­larını çalabilirler.   Muhtesib bu kimselerin güvenilir ve emin kimseler olup olmadığını tesbit ve kontrol eder. Hiyanette bulunanlar, meslekden men'ediiir.

3- İşini iyi veya kötü yapanlar: Bu işler, hisbe idarecileri tarafın­dan bizzat görülür. Bir şikâyet olmasa da âmmeyi ilgilendiren işlerden kötü yapanlara engel olur.[639]

 

Üçüncüsü -Müşterek Haklar:

 

Muhtesib, insanların evlerinin gözetlenmesine mâni olur. Ayrıca, zayıfların zorluk çekmemesi için, büyük cami imamlarının namazı uzat­malarına mâni olur. Kendisine havale edilen mes'elelerde ihtilâfa bak­maktan kaçman hâkimleri ikaz eder, bu menfi hareketlerine mâni olur. Hayvan sahiplerinin, hayvanlara, kaldıramayacakları yük yüklemesine mâni olur; gemicilerin de, batma tehlikesinden korkmaya sebep olacak derecede, gemilere taşıyamayacağı yük yüklemesine mâni olur. Muhtesib, çarşı pazardaki yerleşme (oturma) durumlarına da bakar, gelip geçenlere mâni olan veya insanlara zarar veren durumları yasaklar ve insanlara zarar vermesin diye yüklerini yollara koyanlara mâni olur. [640]

 

Muhtesibin Vazifelerinin Genel Olarak Tesbiti:

 

Mâverdî ve Ebu Yâla'nm, «El-Ahkâmu's-Suîtaniye» isimli kitapla­rında, muhtesibin vazifeleri bakımından yaptıkları ayırımlara göre, bu vazifeleri şöyle Özetleyebiliriz:[641]

 

Birincisi -İbâdetleri Murakabe:

 

Muhtesib, Veliyyü'1-Emr adına, ibâdetlere ait Allah'ın hükümlerinin tatbikini ifa eder ve müslümanlara bu ibâdetleri, Allah'ın haklarından hiç bir hakta kusurlu davranmasına müsaade etmeden, en iyi şekilde ifa etmesini emreder. Bu kusur, bu vazifelerin ifa edilmemesinden veya şer ı usûllere aykırı şekilde edâ edilmesinden ortaya çıksın, farkı yoktur.

Bu haklardan, namaz kılmak, zekât vermek, ramazan orucunu tutislam anayasa ve îdarh hukukunun genel esasları mak, hacca gitmek, cum'a ve cemaat namazı kılmak, ezan okumak, mes-cidlere ve temizliğine bakmak, namaz esnasında şahısların temizliğine dikkat ve itina etmek.

Muhtesibin işi, sadece farz olan işlere münhasır değildir, namazı vaktinde kılmama gibi. alışkanlık husule getirerek, edasında tembellik görülen mendub işlerin ifâsını da emredebilir. Bu takdirde insanlara, Sünnetin kaybolmasına götüren kötü bir alışkanlık olmasından endişe ederek, namazı vaktinde kılmalarını emreder.

İnsanlardan dilenen birini (Eş-Şehaze) görürse, muhtaç ve çalışa­mayacak durumda olması hali hariç, ona mâni olur, onu te'dib eder ve ona zecrî tedbirler tatbik eder. Muhtaç ve çalışamayacak durumda ise, ona Beytü'l-Mal'den yardım yapar. Çünki, o fakir ve âciz olanlara bak­makla mükelleftir  (mes'uldür).

Muhtesib ayrıca, ilimsiz kimselerin ser'î mes'elelere el atıp, kendileri delâlete girip, başkalarını da delâlete sokmalarından kurtarmak için (kor­karak), mescitlerde ve diğer yerlerde halka vaaz veren ve onlara birşey-ler öğretenlerin cehalet ve hurafeciliğine mâni olur.

Muhtesib, insanlara, içtihadı hükümlerde, şayet amelleri bir başka içtihada uygunsa, kendi görüşü ve içtihadına göre hareket etmeyi emre-demez. Çünki insanlar, üzerinde ittifak edilen hükümlere aykırı hareket etmemek şartiyle, istedikleri gibi hareket etmekte serbesttirler. [642]

 

İkincisi -Umumî Adabı Murakabe Etmek:

 

Bu da, Allah'ın hakları kısmına dâhildir. Meğer ki, bu işler toplu­mun menfaatine bağlı (murtabit) olsun. Bunlar, zaman ve mekâna göre değişen işlerdendir. Meselâ; halkın gözlerinden uzak, ıssız bir yolda bir erkeği bir kadınla konuşurken görürse, onu te'dib edemez ve ona karşı zecrî tedbir tatbik edemez; belki ona nasihat eder ve onu doğru yola sev-keder. Çünki, onun hali şüpheyi çekmektedir.

Umumî âdaba aykırı hareket içine, insanların kalabalık olduğu yol­larda veya kadınlara mahsus çarşılarda serserice hareketler de girer.

Muhtesib ayrıca, kimse avret mahallini açmasın ve sere serpe uzan­masın diye, umumî hamamları kontrol eder.

Şeyzerî şöyle diyor:

«Muhtesibin hamamları günde birkaç defa kontrol etmesi gerekir... Şayet avret mahallini açan birini görürse, onu açındığı için tâzir eder. Çunki, avret mahallini açmak haramdır. Hz. Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Seltem) avret mahalline bakana ve gösterene lanet etmiştir.» [643]

 

Üçüncüsü -Genel Sağlığı Murakabe:

 

Âlimler, ilâç ve ilâcı gerektiren genel sağlığa ve hastalıktan korun­ma ve korunma yollarına taalluk eden işleri zikrederken geniş şekilde durmuşlardır. Genel sağlık konusuna şu hususlar girer: [644]

 

1-Tıb:

 

Şeyzerî, «Nihayetü'r-Rütbeti fi talebi'l-Hisbe» isimli kitabının 37. ba­bında doktorlar, göz doktorları, ortopedistler ve cerrahlar üzerindeki his-beden bahsetmektedir.

Önemli olan muhtesibin, Hipokrat'ın diğer doktorlardan aldığı yemi­nin [645]doktorlara tatbikini sağlaması ve kimseye zararlı ilâç ve zehirli bir terkip vermemeye, insanlardan birine muska yapmamaya veya med-hetmemeye, kadınlara çocuk düşüren, erkeklere ise, çocuk yapma kabi­liyetini kesen ilâç öğretmemeleri, hastanın yanma girdiklerinde gözlerini haramdan korumaları, sırları ve ayıpları ifşa etmemelerine dair yemin ettirir.

Âlimler, sağlık hizmetleri üzerinde çok durmuşlar, mütehassıs olma­yanların sağlık hizmetini ifâsına engel olmuşlar, onlara ceza vermişler ve şayet tıb hizmetlerini ifa ederken doktorun hatası neticesi bir kişi ölürse, ona diyet ödeme borcu yüklemişlerdir.

Ayrıca doktorun, o zamanda normal olarak muhtaç olduğu bütün âlet ve edavatla teçhiz edilmiş olmasını şart koşmuşlardır. Bunlar doktorun, doktorluk yaparken ihtiyaç duyduğu diş çekme kerpeteni, dalak dağlama âletleri, bağırsaklara ve tenasül organına zerk âletleri, basur tutturucu-ları, burundan parça alma âletleri, rahim açıcı ve hamileliği anlama âlet­leri ve gaz boşaltma âletleri vs.'dir.

Muhtesib veya tıb ile ilgisi olan vekili, Hüneyn bin îshak'm «Mihnetü'I-Etibba» isimli kitabında zikrettikleri uyarınca doktorları imtihan edebilir. Tabiî muhtesib bizzat bu imtihanı yapamaz, yetişmiş büyük dok­torlara bu vazifeyi verir. [646]

Muhtesib, eskiden «Kehhal» adı verilen göz doktorlarım kontrol eder, kendisi veya vekili onları imtihan eder ve eğer doktoru, gözün yedi ta­bakalarını teşrih etme bilgisine (anatomi), üç rutubeti ve üç göz hasta­lığı ve bunlara teferru eden rahatsızlıkları bildiğini görürse, gözün terkibini ve akakirin bünyesini de bilmek şartiyle, göz doktorluğu yapmasına müsaade eder. Ayrıca bütün göz âletlerinin de elinin altında bulunması gerekir.

Kemik doktorlarından hiç biri, insandaki kemik sayısını ve bütün kemiklerin durumunu (iskelet), şeklini ve kuvvetini bilmeden, kemik­leri kıramaz. Tâ ki, onlardan biri kırılır veya çıkarsa, üzerinde bulunduğu iskelete yerleştirebilsin ve tedavi edebilsin. Kemik doktoru bu bilgilere sahip değilse, muhtesib onun kemik cerrahlığı (ortopedisttik) yapmasına engel olur.

Şeyzerî, ayrıca damardan kan alıcılar ve hacamat atıcılar üstündeki muhtesibden de bahsetmektedir. Hacamat, kan alma ve tekniğine verilen addır. Kan alıcılık yapmak isteyenin, ancak organların, kas ve damar­ların anatomisini çok iyi bilmesi; bilgisi, bunların terkib ve keyfiyeti hususunda kâfi olması lâzımdır ki, kaslar veya damarlarda zarar mey­dana gelmesin. [647]

Ayrıca, küçük veya büyüklerden veya çok şişman ve yağlı olanlar­dan yahut sararmış vücutlu ve kansız olanlar gibi kimselerden kan al­mak caiz değildir. Müellif bundan başka kan alıcıda bulunması gerekli âletleri saymakta, her damardan kan alma hususunda gereken şartları bildirmektedir. [648]

 

2-Eşyaların  (Cisimlerin)  Temizliği:

 

Şeyzerî, insanların muhtaç olduğu, hamam ve sair yerler gibi, umu­ma açık yerlerde bulunması gereken şartları bildirmektedir.

Bu konuda şöyle diyor :                                                                 

«Muhtesib onlara, hamamı ve haznesini, yıkanma suyu dışındaki temiz su ile temizlemelerini emreder, bunu günde birkaç defa yaparlar. İnsanların kaymasına sebep olan hatmî, sidre, salbun ve birikim tiler çok iyi fırçalanıp, kaymaların önlenmesi[649]gerekir. Ayda bir defa su ambarı dibinden yıkanmalıdır. Pis sular biriktirihnemeli, musluklar saç telleri ile bağlanmama lif ve temiz bezlerle temizlenmelidir. Günde iki defa buhur yakılması... Hamam soğuyunca hazamı (güzel kokulu bir ağaç) yakıhnah, böylece hava temizlenmeli ve güzel kokmaîidır. Hama­mın kokusunu bozmamak için ayakkabıcılar ve keçeciler eşyalarını yıka­mak için hamama alınmamalıdır, cüzzamlı ve ebreş de giremez. Hamam-malıdır. Hamamdaki vazifeliler hafif, nazik, tıraş etmesini bileıa, keskin usturalı kimse olması da şarttır.

Traş yapan, soğan ve sarımsak gibi ağzını kötü kokutan biır şey, tı­raş esnasında insanların rahatsız olmamaları için, yiyemez. [650]

 

3- Yiyecek - İçeceklerin  Temizliği :

 

Yiyecek - içeceklerdeki temizlik, muhtesibin ifa ettiği en önemli hiz­metlerden biridir. Şeyzerî, yiyecek ve içeceklerle ilgisi olan bütün mes­lekleri saymakta ve bunlar hakkında hisbenin tatbik usûlünü anlatmak­tadır. Ekmekçiler, fırıncılar, kasaplar ve hayvan kesenler, balıkçılar, lo­kantacılar, tatlıcılar ve diğerleri gibi.

Ekmek yapanların, fırınlarının çatısı yüksek olmalı, kapılarını da açmaları gerekir. Fırınların kapağı kapalı olursa, pis dumanlar çıkar, bun­dan da insanlar zarar görür. Muhtesib, ekmekçilere su kaplarını tutma­larını ve üstlerini örtmelerini, hamur teknelerini temiz tutmaları ve yı­kamalarını, ekmeklerin üstünü örtmelerini ve üzerine konulan şeylerin temiz olmasını emreder. Ekmekçi, ekmeğin hamurunu ayağı, dirseği ve dizi ile yoğuramaz. Çünki, yapılan şey yemek ile ilgili bir san'attır ve hamurun içine bedeninden ter damlaması muhtemeldir. Hamuru, ancak üzerinde yenleri olmayan açık bir elbise olduğu takdirde yoğurabilir ve aksırınca, konuşunca ağzından ve burnundan bir şey akmaması için ağzı ve burnunun maskeli olması gerekir. Hamurun içine kıl düşmemesi için de, kollarının kıllarını tıraş etmesi gerekir.

Muhtesib, tahinin (maya) hileli olup- olmadığına bakar, hamur ek­mek yapmalarına, pişmeden ve fakat yanık da olmadan, ekmeği fırından çıkarmalarına engel olur. [651]

«Hayvan kesiciler ve kasaplara» gelince; bunların müslüman, âkil baliğ olması, hayvanı keserken Allah'ın ismini zikretmesi gerekir. Onla­rın hayvanları boyunlarından, kan ve nefes borularından kesmeleri; hay­van iyice soğuyup canı tam olarak çıkmadıkça derisinin soyulmasına gi­rişmemesi gerekir. Muhtesib, insanların elbiselerine sürünmemesine ve ete zarar vermemeleri için, etleri açık olarak çıkarmalarına mani olur. Onlara, karışmaması için, eti kemiğinden ayırmalarını ve şişman (besili) hayvan eti ile, zayıf hayvanın etini karıştırmamalarını emreder. Şayet muhtesib, bir hayvanın ölü mü yoksa kesilmiş olduğunda şüphe ederse, onu suya atar, et suyun dibine çökerse, o kesilmiştir, çökmezse, ölü­dür. [652]

Muhtesib, lokantacılara kaplarım örtmelerini, sıcak ve alkali (eş-nan) su ile yıkadıktan sonra, sinek ve yer böceklerinden korumalarını emreder. Keçi eti ile, koyun etini, dana eti ile, öküz etinin bir arada pişirmemelerini emreder ve az et, çok su koyup, müşterinin bol etli ye­mek zannetme halini nazara almalıdır... Ayrıca, çeşit çeşit yemekleri ka­rıştırıp bozmalarını nazara almalıdır. [653]

Muhtesib, tatlı yapan tatlıcıları da kontrol eder. Tatlı, çiğ ve yan­mamış olarak, tam kıvamında olmalıdır. İmalât sırasında elde bir şeyle sinek kovalanmamalıdır.

Ayrıca tatlılarda mevcut hileleri de kontrol eder. [654]

 

4-Çarşı, Pazajrin Murakabesi :

 

Çarşı, pazarın ve tartıların murakabesi muhtesibin vazifesine dahil­dir. Muhtesib, hiç kimsenin diğerine zarar vermesine müsaade etmediği gibi, umumî menfaatlere zarar vermesine de müsaade etmez.

İjbnü'l-Kayyim, «Et-Turuku'I-hükmüyye fi's-Siyaseti'ş-Şer'iyye» isimli

kitabında şöyle diyor:

«Muhtesib, cum'a ve cemaat namazlarını, emanete sadakati, doğ­ruluğu ve sözler ve fiillerle nasihat yapılmasını emreder. Hiyaneti, Ölçü ve tartıların hatalı tutulmasını, imal edilen ve satılan şeylerdeki hileleri yasaklar. Ölçü ve tartıların; yemek, elbise ve âlet imal eden san'atkâr-ların ölçüsü kaybolursa ve eğlence (lehviyat) âletîeri, erkek için ipek el­bise yapmak gibi durumlarda, o kişileri bu mesleği icradan feat'iyyen men'eder.

İçkinin her çeşidini yapanı ve imal ettiği işe hile karıştıran her san'-atkârı, mesleğinden men'eder, kısanların paralarını bozanlara ve sahte para yapanlara engel olur. Muhtesib böylece, Allah'tan başka kimsenin bilmediği fesattan insanları uzaklaştırır. Gerekli olan paranın sermayenin esası olmasıdır; onunla piyasada dolaşılır, fakat onda hilekârlık yapılmaz. Şayet Sultan fcir sikke veya parayı yasaklamışsa, onun mumelesine izin verilen para ile karışmasına mâni olur.»

Onun vazifesinin esası ve temeli bu lokanta, içecek satan, elbiseci ve diğer meslek yerlerinde hilekârlara mani olmaktır. Bu kimseler umumî menfaate aykırı hareket ederler ve halka zarar verirlerse, bu zararlara göz yummak kabil değildir. Onun, halkın işlerini ihmal etmemesi, bu gibi kimseleri tenkil etmesi ve üzerlerindeki cezayı kaldırmaması icap eder. Çünki, onların verdiği zarar büyüktür. Bu yasaklar içine, Allah ve Re­sulünün yasakladığı haram akitler girer. Açık veya kapalı faiz akdi, bü-yu-u zarar akdi, mülâmese akdi (satıcının müşteriye, mala elini değdi-rirsen, fakat satın almazsan, satım akdi otomatik lüzum kesbeder, dediği akit), münâheze akdi  (elbisemi, elbisene mukabil sattım, tarzındaki aîışveriş şekli, her biri diğerine elbiseyi attığı anda lüzum kesbeden akit), neceş, yâni ücreti, malı satın alma niyeti olmaksızın, başkasına zarar ver­me niyetiyle arttırma şeklindeki ve diğer aldatan çeşitten olan meyser akitleri yasaklar.

İşte muhtesib, bütün bunların hepsine mani olur, yasaklar, faillerine ceza verir. Bu tedbirler (icraat), davacı ve dâvâlının bulunmasına bağlı değildir. Çünki bunlar, Uîü'l-Emr'in yasaklamakla mükellef olduğu mün-kerattır[655]

Şeyzerî, «Niyatü'ır-Rütbeti fi talebi'l-Hisbe» adlı kitabında, îbnü'l-"Ühuvve Muhammed Mn Afomed El-Kureyşî, «Mealimu'l-Kurbeti fi ah-kâmi'l-Hisbe» isimli kitabında, çarşı pazar, yasak muameleler, ölçü ve tartılara ait tafsilâtlı bilgi vermişlerdir.

Bu murakabe şu hususlardan ortaya çıkar :[656]

 

1-Çarşı Ve Pazarlar:

 

Şeyserî, kitabının 2. babında çarşı ve pazar ile yolların idaresini zik­rediyor. İbnü'I-Uhuvve ise, kitabının 8. babında çarşı ve pazara ait yasak hususları belirtmektedir.

Bu konuda Şeyzerî'nin söylediklerinden şunlar verilebilir:

«Çarşı ve pazarın eski Roma'nm koyduğu yüksek derecede olması gerekir. Kış mevsiminde insanlatnn yürümesine mahsus, çarşının iki ta­rafında saçak (ifrîzân) bulunmalı. Ayrıca dükkânların cephelerinde sa­hibinin ve adamlarının oturmaları için, bir metre kadar yükseklikte taş veya tuğladan yapılma ve satıh seviyesi dükkânın seviyesi ile aynı olan ve «El-Mıstabah» denen taşmaların Önlenmesi gerekir. Çünki, bunlar gidiş-geîişe zararı verir. İnsanların haklarına zarar verdiklerinden muhte­sib bunları kaldırır, yapılmasına engel olur. Her san'at mensubunun ayrı çarşıları olmalı, orada san'atlarmı öğrenmelidirler. Çünki, bu tarz. onla­rın gayelerine daha uygun, hem de san'atları için daha faydahdîfr. Fırın­cı, lokantacı ve ıdemirci gibi, san'atı yakacak (yakıt) şey icap ettirenlerin dükkânlarını muhtesıb, aktar ve manifaturacılardan, aralarında yakınlık olmaması ve zarar husule gelmemesi için, uzak tutar.

Eğer, çarşı ve pazarların faaliyetini kontrol edemeyecek kadar geniş ise, muhtesib, her san'attan, sâlih ve o san'atı bilen, hile ve desiselerini (sahtekârlıklarını) anlayan, emin ve güvenilir olmakla meşhur bir yar­dımcı (arif) tayin edebilir. Bu şahıs, o meslek erbabının üzerinde kont-rolcu olur ve durumlarından muhtesibe bilgi veirir.» [657]

İbnu'l-Uhuvve ise, bu mevzuda şöyle diyor:

«Muhtesifoin, halkm elbiselerini yırtması bakımından «odun, saman, su kırbaları, tezek yükü, kül, dikenli yüklerin şehre girmesini yasakla­ması gerekir. Bunlara, halkın elbisesini yırtmaması için, engel olunur. Geniş bir yere yerleştirilmesi mümkünse, öyle yapılır, aksi halde, ihtiyaç söz konusu olduğundan mâni olunamaz...

Odun, saman, taş ve kibrit, pazar yerinde durunca, hayvanlarımın sırtında bekletmemelerini emreder. ÇÜnki, eğer dururlarsa, yük de sırt­larında ise, bu onlara zara/r ve eziyettir... Çarşı ve pazar esnafına çukur kazmasını ve toplumu kirleten şeyleri temizlemesini ve bunun dışımda halka zarar veren herşeyden kaçınmalarım emreder.[658]

 

2- Umumî Yollar Ve Binalar:

 

Şeyzerî şöyle diyor :

«Yollar ve dükkânlara gelince; hiç kimse evinin veya dükkânının duvarım, kararlaştırılan hudut dışına taşıramaz. Aynı şekilde yoldan ge­çenlere eziyet ve zarar veren her şeye mani olur. Kış mevsiminıde açıkta olan oluklar; yaz mevsiminde, evlerden yolların ortasına akıtılan kirli oluîtfar gibi durumlarda, mulıtesib ev sahiplerine kaplı çukur kazma ve pislikleri oraya akıtmaya, heır evin içinde, yola bir kanalizasyon yapma­sını ve yazın kapamasını, eninde bir çukur edinip, (çöpleri) orada topla­masını emreder.» [659]

 

3- Tartı ve Ölçüler:

 

Şeyzerî, ölçü ve tartıları, kitabının üçüncü ve dördüncü bablarında ele alıp anlatmıştır. İbnu'l-Uhuvve ise, kitabının dokuzuncu ve onuncu babında temas ediyor.

Her ikisi de, alış-veriş ve esaslarından, ölçü ve tartılardan ve onlara ihtiyaçtan bahsetmektedir. Muhtesib, şehirden şehire değişen ölçü ve tar­tılan ölçme ve tartmada eksiklik olmaması için, kontrol ve onların doğru ölçü ve tartı esaslarına uygun olmasını sağlar.

Îbnu'l-Uhuvve, şöyle diyor:

«En iyi terazi, kefeleri müsavi, ibresi ortada dik durandır. Çabuk hareket etsin diye uygun duruma getirir. Böyle yapmazsa, sakin durur, müşteri zarar eder.

Muhtesib, terazi sahiplerine, onları her saat kir ve pastan temizle­melerini emtreder. Çünki, aksi halde, belki de bir parça ağırlık kahr ve belirttiğimiz gibi, zarar verir. Satış yaptığı zaman, terazi hareket etmeden durmalıdır. Ve eşya, el ile azar azar ve yavaşça kefeye konulmalı, parmağı ile kefe üzerinde oyna manialıdır. Böyle yapılmazsa, haram olur. Satıcının terazisi alıcılardan hiç biri, elindeki irtal'ı (ülkeden ülkeye de­ğişen ağırlık birimi: 144-684 dirhem) terazi ile tartamaz...

Rıtl'Iar demirden olmalıdır. Muhtesib onların ayarını yapar ve alt­larını kendisinde bulunan bir mühür ile mühürler. Rıtl'Iar taştan yapıla­maz. Çünki, byrbirine süründükçe, aşınıp eksilirler. Eğer demir azlığı se­bebiyle taştan yapılması gerekiyorsa, muhtesib, taş maddelerin deri kılıf ve kaplarla 'kaplanmasını emreder, ayarımı tesbitten sonra mühürler. Bun­dan başka, onları sık sık kontrol eder...

Muhtesib, miskal, sanc, rıtl ve habbeleri sık sık ve habersizce kontrol eder.» [660]

 

4-Ölçüleır (Mekâyil) :

 

Şeyzerî, şöyle diyor:

«Doğru ölçek, üst ve alt kısmı, açıklık ve darlık bakımından eşit olandır, çarpık ve biçimsiz olamaz. [661]Bir kısmı içeride, bir kısmı dı-Şarıda olamaz, şayet alt kısmı demir çemberden olursa, onu (zedelenmek­ten) korur. Saçla kaplanır ki, miktarı artmasın veya eksilmesin. Ölçekle­rin ayaklanmasında, en iyisi normal olarak değişmeyen küçük tanelerdir.

Muhtesib, Ölçekleri sık sık kontrol eder ve onlar ölçekler etrafında (üzerinde) dönen oyunları kontrol eder. Bu oyunlardan birisi, Ölçeğin altına «cibs» denilen [662]kenarına da «küsb» ismi verilen (bir nevi yağlı tohum) maddeler yapıştırırlar. Bu oyunlar anlaşılamaz. Bazıları in­cirin sütünü alır ve yağla yoğurup hamur yapar ve merhem kıvamına getirir, sonra da ölçeğin içine yapıştırırlar, kimse bunların farkına var­maz. Oyun oynanan san'at Ölçekleri kontrol edilmelidir, ama üzerleffinde tecessüs yapılamaz.» [663]

 

Beşincisi -Ticarî Muamelelerin Murakabesi:

 

1-Fâsid (Yasak-Haram) Muameleler:

 

Muhtesib, ölçü ve tartıları kontrol etmekle iktifa etmez, ticarî satış­lar ve muamelelere de bakar; şayet şer'an caiz olmayan bir şey görürse, buna mâni olur ve failleri te'dib eder. [664]

Mâverdî, şöyle diyor:

«Faiz ve fâsid satışlar gibi muamelelere ve âkit taraflar zararına razı oîsa dahi, şeriatın yasakladığı hususlara gelince :

Muhtesib bu gibi mumeleîeri yasaklar ve engel olur. Duruma göre, failleri fiillerine göre cezalandırır ve te'dib eder.

Ama fukahanın mahzurlu veya mubah olduğu konusunda ihtilâf ha­linde oldukları hususlar yasaklanmaz, meğer ki, ihtilâfın zayıf olduğu bir konu olsun ve o işin mahzurlu bir neticeye yol açacağı hususunda ittifak olsun.

Hileli satışlaır, ücretlerde (fiyatlarda) aldatma (tedlis) gibi muame­leleri ise yasaklar, işlenmesine mâni oîur, işleyenleri halin icaplarına gö­re te'diTb eder... Eğer bu hile müşteriyi kandırıyor ve ondan bir şeyi giz­liyorsa, bu, büyük bir aldatma olup haramdır, ileri derecede ise, büyük günahtır. Bu gibi muameleler şiddetli şekilde yasaklanır, ağır zecrî ted­birler tatbik edilir. Eğer müşteriden bir şey gizleniyorsa, küçük günah­tır, yumuşak şekilde yasaklanır.» [665]

İbnu'I-Uhuvve, muhtesibin yasaklaması gereken şeyler olarak say­dıkları şunlardır:

«Fâsid satışlar, faizli satışlar, selem-i fâsid, icare-i faside ve şiırket-i faside gibi yasaklanmış muamelelerdir. Baha sonra, kazancın üzerine dön­düğü bu muamelelerin muteber olması için gerekli şer'î şartları bildir­mektedir. Yasaklanan hususlara misal olarak, icab ve kabulün terki ve sadece mebinin (Muata) verilmesi ile iktifa edilmesi vetrilebilir. Fakat bu konuda içtihad yapılabilir ve ancak bunların vâcib olduğuna inanan­lardan yasaklanabilir. İnsanlar arasında mûtad fâsid şartlar da böyledir, bunların yasaklanması gerekir. Çünki akitleri ifsad eder (bozar). Faizin her çeşidi de böyledir. Faiz, birinin diğerine tahakkümü (galebe) dür. Keza yasaklanmış diğer muameleler de böyledir.» [666]

 

2-Ücretleri (Fiyatları) Tesbit:

 

Muhtesib, esnaf için eşya (mal) fiyatlarını tesbit edemediği gibi, on­ları belli bir fiyattan satışa da zorlayamaz. Çünki, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seltem) kendisinden ücret tesbit edilmesini istemeyi reddetmiş ve şöyle demiştir :

«Alan da, veren de, rizik veren de, fiyatları tesbii eden de (EI-Müsa'İr), şüphesiz Allah'ta. Ben ise, ne can ve ne de mal bakımından benden talebi olan bin olduğu halde Allah'a kavuşmak istemiyorum (istemem).» [667]

Buna dayanarak fiyat tesbitinîn ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz: İbnü'l-Kayyım'm dediği gibi, bir kısmı zulüm ve haramdır, diğer kısmı âdil ve caizdir. Fiyat, insanlara zulmü ihtiva eder ve haksız olarak onla­rın razı olmadıkları bir fiyatla satın almaya zorlarsa, ya da Allah'ın on­lara helâl kıldığı şeylere engel olursa, bu haramdır. Fakat fiyat, fertler arasında, aynı miktar bir ücret vererek karşılıklı bir taviz vermeyi in­sanlara yükler ve onları, fazla almaktan haram eder. Ve fakat verdiğine karşılık bir ziyade olması ise caizdir, hatta vâcibtir. [668]

«El-İtticahu'1-Cemâiyyü fi't-Teşrii'1-İktisadi'l-îslâmî» (İslâm İktisadî Düzeninde Kollektivist İstikâmet) isimli kitabımızda, devletin iktisadî iş­lere müdahalesinin cevazı bahsinde ücret tesbitine ait bütün mes'eleleri, lehinde ve aleyhinde olanları, herbirinin delilleri ile birlikte[669] belirttik. [670]

 

3-İhtikâr:

 

İhtikâr, fiyatı artınca satsın ve büyük bir kâr elde etsin diye, bir şahsın, insanların muhtaç olduğu bir malı saklamasıdır. Fukaha, ihtikârın haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Mal sahibinin bu yol ile elde ettiği kârı, habis (iğrenç) bir aldatma kabul edilir. Çünki, Said İfcfi-i Eİ-Mu-seyyeb, Hz. Peygamber (Sallallahü. Aleyhi ve Sellemyden şu hadîsi rivayet etmiştir:

«İhfikân ancak âsî (günahkâr) kimse yapar.»

Ebu Hüreyre   (Radiyallahuanh)'den rivayet edilen hadîs de şöyledir:

«Müslümanların aleyhine olarak, bir malı pahalı olması için saklayan, âsidir (günahkârdır).»

Fukaha, ihtikâr sayılan hususlar hakkında farklı görüşlere sahiptir­ler. Bazılarına göre ihtikârın illeti insanlara zarar vermektir. Buna da­yanarak gıda maddeleri ve diğerlerinde ihtikârın bütün çeşitlerini haram kabul etmişlerdir. Bir kısmına göre ise, ihtikâr sadece zarurî gıda mad­delerinde söz konusu olur. [671]

Şeyzerî, şöyle diyor:

«Muhtesib, bir kimsenin diğer bazı gıda maddelerini iyi vaktinde satın alıp beklettiğini, yâni ihtikâr ettiğini (depoladığını) ve fiyatını art­tırdığını görürse, onu, o malı satmaya zorlar. Çünki, ihtikâr haramdır, haram bir fiili men'etmek ise vâcibdir.» [672]

 

6-Çocuk Terbiyecileırini Murakabe :

 

Muhtesibin vazifesi çarşı ve pazarları, ticarî muameleleri kontrole inhisar etmez, çocukların terbiye ve te'dibi ile meşgul olan şahısları da kontrol eder.

Muhtesib, evvelâ öğretmenin suretini ve sîretini (ahlâkını), sonra da, çocuklara öğrettiği hususları araştırır. Öğretmen, utanç verici'şiirler ve benzerleri gibi hususları talebelerine öğretemez. Öğretmen, öğretir­ken şu hususlara dikkat etmelidir:

1- Çocukların cami içine pis şeyler atmaları ve duvarları kirletme­leri sebebiyle, camiler çocukların öğrenim yeri olarak kullanılmaz.

2- Öğretmen, çocuklara Kur'ân-ı Kerîm, dinî ilimler ve ahlâk pren­siplerini öğretmelidir.

3- Öğretmen talebelerine namazı vaktinde kılmaya alıştırmalı, ken­disi de onlara iyi bir örnek olmalıdır.

4- Öğretmenin   talebelerine,    anne-babalarma   edeble   davranmayı, onlara hürmet ve emirlerini ifa etmelerini öğretmelidir.

5- Öğretmenin çocukları, acıtacak şekilde, ya da bedenin hassas yer­lerine vurmasına engel olunur.

6- Öğretmenin, talebelerini özel işlerinde kullanmasına engel olunur. Bunlar, Şeyzerî'nin kitabında, muhtesibin, çocukların eğitim ve öğ­retim yerlerini kontrol vazifelerinden kısa bir özettir. [673]

7- Toplumun menfaatlerimi murakabe ve koruma :

Toplumun menfaatlerinden maksat, toplumun menfaatinin bağlı ol­duğu menfaatlardır. Muhtesib, şahıslar adına, onların menfaatini, malla­rını, namuslarını, hayatlarım, şahıslara verilen heç türlü zararlı tasar­ruflar karşısında korur.

Bu vazife şu hususlarda sözkonusudur :

1-Binaları kontrol: Muhtesib, halkın evlerine nazır evleri kontrol ve sahiplerinin evlerini, diğerlerine zarar verecek tarzda kullanmalarına mâni olur. [674]

2- Umumî binaların tamiri: Muhtesib mal sahiplerini  (şayet Bey-tü'l-Mal müflis ise), umuma ait duvarlar ve surların yapımı, halkın içme suyu aldığı nehirleri ve insanların menfaati bulunan yolları ıslâh vs. için, icbar eder.[675]

3- Kölesini efendilerine karşı himaye: Bu, onlara kaldıramayacak­ları yük ve vazifeyi vermemeleri ve hak ettikleri beslenme ve bakım­larını temin etmeleri suretiyle olur, [676]

4- Hayvanların bakımı: Buna dayanarak muhtesib, hayvanına ta­katinin üstünde yük yükleyeni gördüğü zaman, onu, hayvana verdiği bu eziyetten men'eder. Eğer hayvanın beslenmesi veya ona bakımında ku­surunu görürse, onu, hayvana  (iyi) bakmaya icbar eder. [677]

5- Şeriat hükümlerini tatbikte dikkat: Buna dayanarak meselâ; kı­zının, sebepsiz olarak, dengi olan bir erkekle evlenmesine engel olan bir baba görürse, muhtesib, babayı, kendinden bir masraf yapmamak üzere, kızım evlendirmeğe icbar edebilir. Aksi halde, babanın kızı sebebiyle za­rara uğraması söz konusudur ki, caiz değildir[678]

6- Dilencilere mâni olma: Muhtesib, ihtiyacı olmamasına rağmen, dilenenleri görünce, onlara mâni olur. Şayet bunlar çalışabilecek güçte iseler, onlara şiddetle mâni olur ve çalışmaya zorlar ve te'dib eder ki, di­lenmekten vazgeçsinler. [679]

7- Hikayeci vaizler ve müneccimleri yasaklama: İbnu'I-Uhuvve, ki­tabının 48. ve 49. bablarmda, vaizler ve müneccimler üzerindeki hisbeden bahsetmekte ve vaizin, ancak, halk arasında dindarlığı, iyiliği, fazileti ve İslâm dini hükümlerindeki bilgisi ile tanınmış kimselerden olabileceğini belirtiyor. Muhtesib, onları bu mevzuda imtihan eder, cevap verebilir-lerse ne alâ, aksi halde vaizlik yapmalarına izin vermez. Eğer câhil oldu­ğu meydana çıkarsa, konuşmasına izin vermez; eğer vazgeçmez ve ^ko­nuşmasına devam ederse, onu tâziren cezalandırır. Eğer vaizler hayalî ve vehmî hikâyeler anlatırlar,   kötülük ve dalâleti hikâye ederlerse,   yalan konuşurlarsa, onları vaizlikten men'eder e te'dib eder. [680]

8- İşçileri ve kiracıları koruma : Buna dayanarak, bir adam, kendi­sine muayyen bir ücret mukabilinde, muayyen bir müddet çalışması için bir şahsı kiralarsa, sonra da hakkını vermez, yahut fazla çalışmaya mec­bur tutarsa, ya da gücünün üstünde iş yüklerse, bu takdirde muhtesib, işçiyi himaye, hakkını almak ve onu işverenin zulmünden korumak için müdahale eder. [681]

9- İmamın namazı uzatmasına mani olma : Buna dayanarak, eğer bir imam, zayıfların acz duyacağı kadar,    mescitlerde namazı uzatırsa, muhtesib buna mâni olur. İmam namazı uzatmakta ısrar ederse, onun ye­rine bir başkasını tayin eder. [682]

10- Valilere vaaz etme: İbnu'I-Uhuvve şöyle diyor : Muhtesib, emir­lerin ve valilerin meclislerine gider ve onlara, vatandaşlarına şefkatli dav­ranmaları ve ihsanda bulunmaları için emir verir ve onlara şu hadîsdeki gibi, Hz. Peygamber (Sallailahü Aleyhi ve Sellem)'in sözlerinde yer alan esas­ları hatırlatır:

«Müslümanların idarecisi olup da, onlar için çalışmayan ve onlara na­sihat etmeyen, cennete giremez.» [683]

Başka bir rivayette:

«... Cennet kokusunu alamaz...»

Muhtesib, Emîre, eğer işini ihmale uğratırsa, maruz kalacağı cezayı hatırlatır. Sonra şöyle der:

«Ey, müslümanların işlerini idare eden! Senin, bu gibi durumlardan nefsini koruman ve Allah'ın emirlerine uyman icap eder. Valilerin zulmü büyüktür. Çünki, onlar bâtılı, hakkın mecrasına (yoluna) çevirirler, ada­let çıkacak yerden, işkence ve zulüm çıkarırlar...» [684]

11-Hâkimlere nasihat: Hâkimler (Kadılar), kendilerine getirilen dâvalara bakmaktan imtina edip, adalet işlerini ihmal ederlerse, muhte­sib, onları dâvaya bakmaya davet eder. Eğer hâkimin mazereti varsa, dâ­vaya muhtesib bakabilir. Hâkimin rütbece, muhtesibden yüksek olması, onun bu şekilde hareketine engel teşkil etmez.

Bağdat taraflarının muhtesibi İbrahim Batha, bir defasında Başhâ-kim (Kâd-ı Kudât) Ebu Amr İbn-i Ammad'm evine uğrar. Kapısı Önün­de ihtilaflı tarafların oturup dâvalarına bakılması için bekleştiklerini gö­rür. Gün hayli ilerlemiş, güneş de öğle vaktine yaklaşmıştır. Bunun üze­rine başhâkimin kapıcısını çağırır ve ona şöyle der:

«Başhâkime söyle, ihtilaflı taraflar kapıda bekleşmekte, güneş hayli ilerlemiş, beklemekten sıkıntıya düşmüşler. Ya onlarm işini görsün, ya da onlara özrünü bildirsin, bekleşen halk da vazgeçip gitsin.» [685]

 

Üçüncü Altbaşlık

 

Muhtesibin Te'dib Yetkisi

 

Muhtesibin zikrettiğimiz bütün bu yetki ve vazifeleri, muhtesibe, ya­saklanan fiilin tekrarına mani olacak ve suçluyu cezalandırmayı mümkün kılacak te'dib yetkisi verilmediği takdirde, hiç bir tesiri olamaz.

Bu sebeple muhtesib, çalışmasında kendisine yardım etmeleri için birkaç bekçi ve o işlerden anlayan bir kimseyi vazifelendirir. Çünki, yapı­lan, aykırı fiil ve davranışlarının birçoğunu, ancak her bir san'at için bil­gili birinin yardımı ile anlayabilir.

Diyebiliriz ki, muhtesibin vazifesi geniştir ve hisbe işlerinde Baş reis olan ile, bakmakla mükellef oldukları bölgede vukubulan bütün aykırı­lıkları onun adına teftiş eden vazifeliler ve yardımcılarını içine alır. Bu yetki, modern asırda çeşitli bakanlıklarda kontrol ile vazifeli idarelere verilen yetkilere son derece yakındır.

Prof. Muhammed El-Mübarek, muhtesibin vazifesini,    devletin özel

vazifeliler eliyle, fertlerin ahlâk, din ve iktisad sahasındaki faaliyetleri üzerinde yaptırdığı idarî bir murakabe olduğunu söylüyor. Yâni, adalet ve fazileti gerçekleştirmek için, genel olarak sosyal sahada, İslâm dini prensiplerine ve her bir toplum ve zamanda alışılmış âdetlere uygun ola­rak bir murakabedir. [686]

Modern asırda meselâ; Sağlık Bakanlığının, sağlığa taalluk eden her işde, doktor ve eczacılar ile, hastahane ve diğer sağlık kurumlarını kontrol ettirdiğini biliyoruz. Gıda Bakanlığı ise, ülkede mevcut malları ve ihtikâr durumlarını kontrol etmektedir. Aynı şekilde Millî Eğitim Bakanlığı da, okulları ve okullardaki tedrisâtı kontrol etmektedir. Böylece bütün ülke­de çeşitli düzenlemeler ve teşkilâtlar kurulmuştur.

Şeyzerî şöyle diyor;

«O halde, Ölçüyü ve tartıyı eksik tutan, mallara hile karıştıran ve herhangi bir çeşit hileyi yapan kimse, günahından tövbe etmeye davet edilir, ona vaaz ve nasihat edilir, ona ceza ve tâzir tatbik edilir. Şayet fiili tekerrür ederse, suçun büyüklüğüne göre, had derecesine varmayan tâzir en cezalandırır.

Muhtesibîn yanında, kırbaç, sopa (durra), genç yardımcılaır (gılman) ve bekçileri bulunur. Çünki bunlar, insanların kalplerime korku ve ür­keklik verirler. Çarşı ve dükkânlar ise, gaflet zamanlarında bunlara ihti­yaç gösterirler ve muhtesib için birer göz olurlar, ona çarşının durumu hakkında bilgi verirler.» [687]

Sayın Prof. Ali EI-Hafif, emirlere aykırı hareket edenlerin te'dib edilmesini, 1961 yılında Şam'da toplanan İslâm Hukuku Haftası'nda ver­diği tebliğinde tafsilâtiyle ele almış ve suçlunun te'dibi için muhtesibin yapacağı işler, aşağıdaki esaslara göre safhalara ayırmıştır [688]

1- Anlatma  safhası:  Bu mevzudaki  Allah'ın  hükmünü  bildirmek suretiyle olur. Çünki, insanların çoğu yasaklanan  (münker) amelleri iş­ler ve fakat o amelin yasaklanmış olduğunu bilmez. Şeyzerî bu hususu, muhtesibin emirlerinde ve yasaklarında uygun sözlü, açık yüzlü-olması gerektiği şeklinde belirtiyor.- Çünki   bu tarz hareket, kalpleri iyiliğe sev-ketmek ve gayeyi istihsal etmede daha müessirdir; zorlamada ve ifrata gitmede, belki de günaha teşvik sözkonusu olur.

2- Vaaz, nasihat ve korkutma safhası: Muhtesib, ilk defa bir suç (mâsiyet) işleyen şahıs sözkonusu olunca, bu usûle başvurur. Çoğu defa bu nasihat o şahsın yasaklanmış bir fiili işlemekten dönmesine tesir eder.

3- Şiddetli azarlama safhası: Muhtesib, bu yola, emir ve yasaklara aykırı hareket eden şahıs, güzel nasihatları dinlemediği takdirde başvu­rur. Bu durumda muhtesib, yasaklanan işi yapanı vazgeçirtmek için şid­detli azarlar.

4- El île 'değiştirmek safhası: İçkiyi dökmek ve parmaklara geçi­rilen altını sökmek gibi. Bu yola, ancak fail, yasaklanan fiili işlemekte ısrar etmesi, vaaz ve nasihati dinlemeyi reddetmesi halinde başvurulur. Muhtesib bu durumda, ceza ve zecrî tedbirlere başvurmadan, yasaklan­mış fiili işleyeni vazgeçirmeye çalışır.

5- Tehdit ve korkutma safhası: Ona şu kabil sözler söyler: «Eğer "bu yasakîanmış fiiline son vermezsen, sana karşı mutlaka şöy­le şöyle hareket edeırim.»

Onu tehdit etmeden hareketini düzeltmeye çalışır, aksi halde, emri­ni gerekli şekilde tatbik eder, Aksi halde muhtesibin tehdidi hafife alınır ve istihfafa sebep olur.

6- Dövıne ve hapsetme: Yasaklanan fiili işleyen, bu fiiline son ver­mezse tehdit ve korkutmaya başvurulur. Eğer fiilinde ısrar ederse muhtesib, tâziren onu dövebilir ve hapsedebilir. Ancak, zorlayıcı olmayan di­ğer bütün vasıtalara başvurulduktan sonra, dövmeye başvurulabilir.

7-Bekçi ve silâh kullanmak: Muhtesib bu yola, ancak yasaklanan fiili işleyen kuvvetli ve sefil biri ise ve muhtesibe karşı kuvvetle karşı koyması halinde   başvurabilir.

Çünki, Allah şöyle buyurmaktadır :

«Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle döğüşürîerse, aralarını (bu­lup) barıştırın. Eğer onlardan biri, diğerine karşı halâ tecavüz ediyorsa, siz, o tecavüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar, savaşın. Bsnneîice eğer (Allah'ın emrine) dönerse, arfsk adaletle araların? (bulup) barıştırın. (Her işinizde) adalet (le hareket) edin. A!Iah, şüphesiz ki, âdil olanları se­ver.» [689]

Muhtesib, emir ve yasaklara karşı gelene tatbik ettiği te'dib tedbir­lerinde şer'î hudutları aşamaz. Ancak ona had dışında bir ceza tatbik ede­bilir. Bu ceza «tâzir» diye isimlendirilir. Tâzir, suçluyu Veliyyü'l-Emr'in münasip gördüğü ve fakat haddin en küçüğünü bile tatbik etmeden te'dip etmesidir.

Hisbe bahsi, üzerinde dikkatle durulması gereken önemli bahislerden biridir. Bu, toplum menfaatlerini korumak için şeriat hükümlerinin tat­bikini murakabe rolü oynayan bir yetkidir.

Mâverdî, hisbe mevzuunu şu sözlerle sona erdiriyor: «Hisbe, dinî işlerin esaslarındandir. İlk asır halifeleri, halkın iyiliğini temin ve çok sevan kazanmak için, bu işlerle bizzat meşgul olmuşlardır. Ancak zamanla Sultan bu işle uğraşmaktan vazgeçti, ehemmiyetsiz telâk­ki etti. Bu sefeeıole kazanç azaldı, rüşvet kabul edilmeye başlandı, bun­ların halka vetrdiği zarar önemsenmedi. Hisbe görevi İhlâl edilirse, bu hizmetin ortadan kalkacağına dair Tbîr kaide yoktur. îsîâm hukukçuları, belirtilen işlerin ihlâl edileceğimi nazara almamış ve tecviz etmemişler­idir. Bu sebeple hisbe teşkilâtımın teknik yönünü açıklamamışlardır.

Bu kitabımızda temas ettiğimiz konuların çoğu, eski devir hukukçu­larının nazara alroodıklan veya kısa bir şekilde temas ettikîeiri konular­dır. Biz. temas edilmeyen ve eksik temas edilen noktaları anlattık ve açıkladık. [690]

 

NETİCE

 

Ve nihayet... İslâm'daki siyasî düşüncenin esasları hakkında değerli kitaplar içinde yaptığımız bu dağınık ve uzun seyahatten sonra, bu araş­tırma esnasında ele aldığımız temel bazı noktaları kaydetmek istiyorum.

1- İslâm Siyasî Düşüncesi, modern siyasî düşünceden birçok nokta­larda ayırıcı Özelliklere sahiptir. İslâm Siyasî Düşüncesi, Kur'an ve Sün­netten alman kaynaklara dayandığı için, bu düşünceyi, diğer herhangi bir düşünceye benzetmemiz hata olur. Bu kaynaklar İnsan iradesine bağlı değildir ve çoğu defa şahsî menfaatler arkasından patlamalara iten şart­lardan müteessir olmaz.

Bugünki siyasî müesseselere bakacak olursak, bunların, bu müesse­seleri koyanların yaşadığı şahsî şartlarından müteessir olduğunu görürüz. Ve çoğu. defa, bu müesseseler kabul edilirken, insanların bir sınıfının men­faatleri, bu menfaat cemiyetin diğer tabakalarının menfaatlerine aykırı da olsa, nazara alınır. Ayrıca, maddî güçler de, bu güçlerin kârını tahak­kuk ettirecek şekilde bu müesseselerin yöneltilmesinde gözle görülür bi­çimde bir rol oynarlar.

Bu sebeple, siyasî müesseselerin iğrenç sömürüsü gibi durumların, çoğu defa kötü siyasî şartların neticesi olarak kendiliğinden ortaya çıkan askerî ve halk ihtilâllerinde ifadesini bulan şiddetli bir şekilde reaksiyona sebep olmaktadır.

2- İslâm'daki siyasî düşünce dinî ve ruhî Tbir "bünye üzerine kurul­muştur. Bu ruhî bünye, maddî siyasî müesseselerde bulunmayan, toplu­mun içinde, saadet, istikrar ve huzur şartları temin eder.

Bu bünyenin ilk faydası, toplum fertlerinin arasını kopmaz muhkem bağlarla bağlamasıdır. Şahıslara hürriyet tam manasiyle tanınmıştır. An­cak bu hürriyet, diğer şahısların hürriyetleri ile sınırlıdır, hiç bir şahıs, hürriyetini kullanırken, bu hürriyet başkalarının hürriyeti ile çatışma­ması için, şeriatın tesbit ettiği hududa tecavüzde bulunamaz. Bu mânayı, Kur'an-ı Kerîm'i okurken, Özel mülkiyet üzerinde toplumun haklarına dolaylı olarak işaret eden birçok âyetlerden anlamaktayız. Bu hakları, şeriatın gerçekleştirmesi için geldiği şer'î maksatlarda ifadesini bulan ge­nel menfaatlere bağlamıştır.

Bu mâna, İslâm dininin, toplum fertleri arasında, maddî ve manevî bütün sahalarda, toplumu, beka ve istikrarını temin edecek sağlam temel­lere oturtmak gayesiyle, düzenlediği sosyal güvenlik gerekleri ile bağlıdır.

3- İslâm'da  siyasî düşünce    ahlâkî prensipler ile siyasî prensipler

arasını, bu prensiplere nefislerde, insanların onun âdil olduğuna inanç ve kaynağının ulviyetine inanarak hürmet ve tatbik etmeye sevkedecek bir yer sağlamak gayesiyle, bağlamıştır.

İslâm dininden alman hükümlerde bu düşüncenin açık olduğunu zan­nediyoruz. Çünki, İslâmiyet, bu hükümler ile ahlâkî mefhumları bağla­maya gayret etmiştir. İslâmiyette, kabul ettiği ahlâkî esaslardan uzak bir kaideye rastlamıyoruz.

4- İslâm'da Siyasî Nazariye, bu nazariye tarafından oluşturulan ve diğer herhangi bir siyasî nazariyeden farklı, kendine has özellikleri bu­lunan müstakil bir nazariyenin hükümlerine hâkim olan siyasî temeller üzerine kurulmuştur. Bu temeller, ulûhiyyet, tevhid, risâlet ve hilâfeti içine alır. Bu temeller, İslâm Siyasî Nazariyesinde sabittir, çünki bu te­mellerden hiç biri görmezlikten gelinemez.

Ulûhiyet, Allah'ın insan fıtratına uygun olarak, insanın insana yolu­nu çizen ve onu, hayatındaki temel değerlere sevkeden, rabbani bir me-toddur. Bu metod, insanın, onunla hakkı bâtıldan ayırdığı hakikî (ger­çek) bir terazidir. Tevhid fikri, değişme kabul etmeyen ulûhiyet fikri ile bağlantılıdır. Risâlet, ulûhiyet ve tevhid fikrini gerekli kılan sıfattır (va­sıftır). Çünki Peygamber, ilâhî metodu insanlara öğretir. Hilâfet ise, Hz. Peygamber (SaUaUahü Aleyhi ve Sellem)1'den sonra İslâm dininin hükümle­rini tatbike itina eden kuvveti ifade eder. Ve halife —lâkabının da ifade ettiği gibi-Hz. Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem)'m üzerinde yürü­düğü genel çizgi ile bağlıdır.

5- İslâm ve modern siyasî düşüncenin hâkimiyet mefhumu, doğuşu ve mefhum olarak, farklıdır. Modern siyasî düşünce nazarmdaki hâkimi­yet düşüncesi, ortaçağlarda kral ve derebeylerin, dinî ve dünyevî iktidar arasındaki mücadele neticesi, ülkelerinin içişlerine müdahale arzusundaki dış güçlere karşı haklarını kuvvetlendirmek gayesiyle ortaya çıkmıştır. Hâkimiyet fikri buna tâbi olarak krallara, herhangi bir vatandaş önünde mes'ul olmama kudreti sağlamaktadır.  Bu mes'ele, Fransız İhtilâlinden sonra gelişme kaydetmiş ve hâkimiyet millete ait olmuştur.

İslâm Siyasî Düşüncesi nazarında hâkimiyet ise, ister devlet başkanı ve krallar olsun, ister halklar veya milletler olsun, şahıslar ile bağlı ol­mayıp, idareci veya idare edilen şahısların tâbi olduğu İlâhî Şer'î Hâki­miyet ile bağlıdır. İhtilâf halinde ona başvururlar, hükümlerine bağla­nırlar. İslâm'da Millet Hâkimiyeti gerçekte, İslâm dini hükümlerini tat­bikleri sebebiyle idareciler üzerinde kontrol faaliyetinde ifadesini bulur.

6- İslâm'da Siyasî Düşünce, batıda eski ve ortaçağ'da ve yeni çağın başında siyasî düşünceye hâkim olan devlet başkanlarının mutlak iktidarını kabul etmez. Çünki, batı siyasî düşüncesinde devletin hukuka bağ­lılığı ancak kanlı ihtilâllerden sonra ortaya çıkmıştır (doğmuştur). İslâm Siyasî Düşüncesinde bu prensip İslâm Devleti ile birlikte doğmuştur. Çün­ki, müslüman Devlet Başkanı, yetkilerini kullanırken şeriat hükümlerinin gerekleri ile bağlıdır, hatta onun vazifesi, bu şeriat hükümlerini tatbike ve onunla oynamak isteyenlerin oyunundan korunmasını temine inhisar eder. İslâm'da Devlet Başkanı, halkın nazarmdaki yeri veya yetkisi ne olursa olsun, kat'î naslar yoluyla ortaya çıkan sabit hükümlerden hiç bi­rini değiştirme hakkına sahip değildir. O —içtihadı mes'elelerde-top­lum menfaatlerini gerçekleştirmek için içtihada başvurabilir.

7- İslâm ve Modern Düşüncedeki Anayasa mefhumu, doğuşu, mef­hum ve kuvvet bakımından birbirinden farklıdır, İslâm Hukuku âlimleri Anayasa kelimesini kullanmamasına rağmen, biz, bu ismi esas, ve temel kaide mânasına gelen ve sabit şer'î nasları veya bu naslardan çıkarılan kaideleri içine alan «Anayasa» kelimesini yapan lisan kriterine (kıstasına) dayanarak sabit naslar için kullandık.

İslâm Düşüncesinde anayasa kaideleri sabit, katı ve genel sıfatları ile tavsif edilir. Bunlar, bu anayasa hükümlerine, ondan çıkarılması müm­kün olan bütün mânaları içine almak bakımından, beşerî toplumların ge­lişmesi ile birlikte gelişen zamanın bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kudret veren sıfatlardır.

İslâm Anayasası bahsettiğimiz kritere göre-her türlü şartlarda, yasama organı veya yürütme organı yoluyla konulmuş olsun, vaz'edilen bütün hukuk sistemlerine üstün mevkii işgal eder.

Bu prensibe dayanarak, vaz'edilen herhangi bir kanun, sabit şer'î hü­kümlere aykırı olamaz.

8- İslâm Şûra Prensibini kabul etmiştir. Ve bu prensibi, islâm'da idarenin üzerine kurulduğu temel prensiplerden yapmıştır. Ancak, naslar, Şûra'nm gerçekleştirme yolunu göstermemiş, bunu, bu prensipten bekle­nen hedefi gerçekleştirecek şekilde bu prensibin gerçekleşmesi için mü­nasip yolu tesbit edecek sosyal gelişmelere terketmiştir.

İslâm tarihimizde, Şûra'nm çeşitli örneklerini görmekteyiz; bu örnek­ler zaman ve mekân sebebiyle farklıdırlar. Modern asrımızda, Şûra'nm mânasını doğru bir şekilde sağlayan yol ile bu anlayışı düzenlemeye hiç bir engel yoktur.

9- İslâm, sınıf, soy, dil ve cins farklarına rağmen bütün vatandaşlar arasında eşitlik prensibini kabul etmiştir. Halkın hiç bir ferdine, onu di­ğer insanlardan ayıran bir imtiyaz tanımamıştır. Ve bu prensip, İslâm'ın doğuşundan itibaren, İslâm toplumu,  geniş isîâmî fütuhatlar sebebiyle, birinci asırda geçirdiği nazik şartlar ve bu hızlı gelişen fütuhatlardan or­taya çıkan yeni problemlere rağmen, tatbik edilmiştir.

Bu eşitlik, kanunî eşitlikte ifadesini bulur. Bu prensip gereği, herkes kanunun himayesine tâbidir. Bu eşitlik sosyal menfaatler bakımından or­taya çıkar, kanun ve hâkim Önüde eşitliği ve kamu hizmetlerine girmede eşitliği içine alır. Eşitliğin ikinci çeşidi ise, herkese eşit vergi konulması sekinde maddî mükellefiyetlerdeki eşitliktir.

İslâmiyet, müslümanlar ile zımmîler arasında, müslümanlara zekât mükellefiyeti, zımmîlere ise cizye mükellefiyeti koymak suretiyle bir ayı­rım yapmıştır. Ancak bu ayırım eşitlik düşüncesini ihlâl etmez. Çünki, zekât ibadettir, gayr-i müslimden ibadet istenilmez. Bu sebeple İslâmiyet, müslümanlar için mecburi olan zekât mukabilinde (karşılık) zımmîlere haraç ve cizye borcu yüklemiştir.

Eşitlik prensibini kabul eden modern anayasaların birçoğu toplumun bazı gruplarına ait bazı özel hükümler koymuşlardır. Bu hükümler eşitlik düşüncesini ihlâl etmiş sayılmaz. Çünki gaye, genel menfaati gerçekleştirmektir.

10- Hürriyet düşüncesi çeşitli anlayışları ile İslâm Siyasî Düşünce­sinde ihtilafsız kabul edilen prensiplerdendir. Hürriyet düşüncesi, modern siyasî düşünce içindeki tarihî gelişimi esnasında çeşitli devrelerden geç­miştir.  İnsan toplulukları bu prensibi,  ancak kanlı halk ihtilâllerinden sonra kabul edebilmiştir. Bu gibi tarihî gelişme ve kanlı mücadeleye İs­lâm Siyasî Düşüncesinde rastlamıyoruz. Çünki, hürriyet düşüncesi sabit şer'î naslarm kabul ettiği temel kaidelerinden biridir. Yetkileri ne kadar geniş olursa olsun, hiç bir devlet başkanı insanlardan bu hakkı alamaz.

İslâm tarihimizde bu hakkı kötüye kullanmış kimselere rastlıyoruz; ama bu gibi tasarruflar reddedilen ve kabul edilmeyen işlemler olup, İs­lâmiyet aleyhine delil olamaz, bilâkis bu haksızlığı yapan aleyhine bir delildir.

İslâmiyetin kabul ettiği hürriyet, âdi bir şahsın hayatına taalluk eden, seyahati, çalışması ve haberleşmesi ile meskenine hürmet gösterilmesi gibi hususları içine alan şahsî hürriyeti ve ayrıca inanç, düşünce ve fikir açıklama hürriyetini içine alan manevî hürriyetler'i içine alır. Bu iki hür­riyete ilâve olarak İslâmiyet diğer hürriyetlerin tamamlayıcısı olarak iktisadî hürriyetleri de kabul etmiştir. Çünki, insan manevî hürriyetlere muhtaç olduğu gibi, ona bütün enerjisi ile, kendisine, ailesine ve toplu­muna menfaati olan binayı tesis uğrunda çalışmak için kazanma ve mülk edinme hürriyetine de muhtaçtır.

11- İslâmda Siyasî Düşünce temel bazı kaideler üzerine oturmakta­dır. Bu kaideler iki temel kaynaktan alınmıştır. Birincisi nas'lardır : Bun­lar Kur'an ve sabit sahih sünnetleri içine alır. Bu naslar, İslâm düşünce­sinin esaslarını bütün tarafları için temel kaynağı ifade eder. Hiç kimse bu naslarm gerektirdiği hususlardan dışarı çıkamaz, çünki, onlar diğer bütün kaynaklara üstün olan bu temel kaynağı ifade eder ve devlet için­deki herhangi bir organın işi, bu naslardan alman hükümlerin tatbikine inhisar  eder.

İslâm'da Siyasî Düşüncenin dayandığı ikinci kaynak içtihad'dır. Ve kıyas, istihsan, mesâlih-i mürsele, örf ve âdetleri içine alır. Bu içtihadı kaynaklar, kanunî ve anayasa kaidelerine, birçok hal şekilleri ve görüş­ler bildirmek suretiyle yardımda bulunurlar.

12- Yasama  Organı,  İslâm siyasî  düşüncesi  ile  modern  siyasî dü­şüncesinde farklıdır. Çünki, modern anayasa hukukundaki yasama mef­humu, özel bir amme organı (yasama organı) eliyle kanun koymayı ifade eder. Halbuki İslâm'daki yasama mefhumu, sabit naslardan hüküm çıkar­ma  (istinbat)  faliyetine inhisar eder ve bu hak, sadece müçtehid âlim­lerindir.

Tabiî bağlayıcı vasfı verme hakkı olan organdan sâdır olmadıkça, ferdî içtihadın bağlayıcı kuvveti yoktur. Kendisinde icmânm bütün şart­ları mevcut olan toplu içtihat ise, bağlayıcıdır. Çünki, icmâ muteber şer'î kaynaklardan bir kaynaktır.

Halifenin içtihadı ise ümmet onu seçmesi sebebiyle-sabit nas­lardan birine aykırı olmamak ve ona, toplumun menfatlerinden çıkan sıh­hatli bir içtihad yapma imkânı veren şartların bu halifede bulunması şartıyle, bağlayıcıdır.

İslâm'da ve modern düşüncedeki yasama organının bünyesi arasın­da, organik ve muhteva bakımından farklar ortaya çıkar.

İslâmiyet, yasama faaliyetine teşebbüs edenlerde, ona içtihad yapma imkânı veren ilmî kabiliyet sahibi ve görüşte bulunabilen bir kimse ol­masını şart koşmaktadır. Modern düşünce ise, seçimle işbaşına gelen ya­sama organı üyelerinde ilmî bakımdan herhangi bir şart aramamaktadır.

Muhteva bakımından ise, modern anayasa düşüncesinde yasama or­ganı üyeleri diledikleri gibi, ancak anayasa hükümlerine aykırı olmamak şartı ile, kanun koyabilme hakkına sahiptirler. Aynı şekilde toplumun menfaatlerini gerçekleştireceğine inandıkları anayasa kaidelerinden, ana­yasa yapmak haklarına sahiptirler. Ayrıca bu organ —muayyen şartlar­la-anayasayı uygun gördükleri şekilde değiştirmek hakkına sahiptir. İslâm düşüncesinde müçtehitler ve halife, sabit kat'î nâslara aykırı kanun koyamazlar. Ancak Halife bu naslarm hangi hükümlere işaret ettiğine ait tefsir yapabildiği gibi, hakkında nas bulunmayan mes'elelerde kanun da koyabilir. Bu faaliyet esnasında toplum menfaatini gerçekleştirmeye götüren içtihada dayanırlar.

13- Yürütme organı birkaç bahsi içine alır. Bu bahislerden en önem­lisi Hilâfettir. İslâm devletinde hilâfet, devlet başkanlığını ifade eder. îslâm Siyasî Düşünce âlimleri hilâfet mevzusunu araştırmışlar ve hilâfetin doğuşu, hükmü, halifelik şartları, hilâfete geçiş ve halifenin hak ve vazi­feleri ile, halifenin azli ile, azlini ve ona karşı ayaklanmayı meşru kılan sebepler üzerinde durdukları gibi; fcîat mevzuu, bu biatin nasıl yapıla­cağı ve seçmen hey'etinde bulunması gerekli şartları da araştırmışlardır.

Gerçekten bu mevzular, herbirine ait tehlikelerden kurtulması bakı­mından, müslüman âlimleri incelemeye sevk eden hassas mevzulardır. Âlimler, hilâfet mevzuu üzerindeki araştırma ve izahatlarını muhtevalı ve mantıklı şekilde yapmışlardır. Bu yoldaki çalışmalar bize, altın çağlarda ümmetimizin ulaştığı medeniyet seviyesi hakkında parlak bir fikir ver­mektedir.

Maalesef, bu parlak fikrin ve muazzam mirasın üzerindeki örtüyü kaldırma yolunda yeterli gayret ve dikkat görülmemiştir.

Müslüman âlimleri hilâfet mevzuunu araştırmakla kalmamışlar, Ve-liahdhk, vezaret ve imaret gibi yürütme organı konusuna ait her hususu da araştırmışlardır.

Vezarete ait bahisler, vezaretin kısımlarına temas etmek suretiyle araştırmaları zengin bir seviyeye ulaşmıştır : Vezeretü't-Tefviz ve Veze-retü't-Tenfiz. Her ikisi arasında farklar olup, şartları da değişiktir. Aynı şekilde İmaret de, Emîr'e sağlanan yetkiler bakımından çeşitli kısımlara ayrılmıştır. İmaret, İmâret-i Âmme ve İmâret-i Hassa'yı içine alır. Ay­rıca ülke üzerinde imaret ile harp imaretine ayırmışlardır.

Bu bahisler bize, ilk ortaya çıktığından itibaren İslâm devletinde idarî düzenlemenin bünyesi hakkında bir fikir vermektedir. Ayrıca bun­dan sonra geçirdikleri devirler ve bugüne kadar toplumun ihtiyaçlarını giderecek mütekâmil bir nizam oluncaya kadarki merhaleler hakkında da bir fikir vermektedir.

14-Yargı, İslâm tarihimizde büyük bir rol oynamıştır. Âlimlerimiz yargıya ait her mes'eleyi bütün esaslarıyla ve istifade edilir şekilde araş­tırmışlardır. Yargının tarihçesi, yargı çeşitleri ve herbirinin yetkileri ve hâkimlerde bulunması gereken şartları ve yargı gücü ile yargının unsur­ları ve şartlarını da incelemişlerdir.

İslâm nazarında yargı muhkem bir farz ve tabiî olunması gereken bir sünnettir. Yargı, onsuz sosyal hayatın istikametle gidemiyeceği zaru­retlerinden birisidir. Yargı, şahıslar arasında vukua gelen ihtilâflara ha­kan ve aralarında hak ve adalet ile hükmeden güçtür.

Hâkimin yetkisi, İslâm'da yargı nizamını ifade eden tek yetki değil­dir. Bilâkis normal yargıdan vazifeleri bakımından ayrılan diğer yetkiler de vardır ve bunlar İslâm'da yargı yetkisi mefhumu içine dahildirler. Bu organlar: Velâyetü'l-Mezalim ve Velâyetü'l-Hisbe'dir.

Velâyetü'l-Mezalim, devlet içinde nüfuz ve iktidar sahibi şahıslar aleyhine vuku bulan ve normal yargının, şartları ve imkânları sebebiyle bakamadığı zulüm iddialarına bakar. Bu velayet (yetki), modern asırdaki idarî yargıya veya yüksek mahkemeye benzemektedir. Bu organı düşün­mekten gaye insanlara, hakkın kuvvetini ve devletin heybetini göster­mektir.

Velâyetü'l-Hishe ise, şeriat hükümlerinin tatbikini garanti etmek ve toplum menfaatinin korunması için emr-i bi'1-mâruf ve nehy-i ani'l-münker hizmeti yapan bir velayettir,

Hisbe bahsi güzel ve enteresan mevzulardan birisidir. Eski âlimler­den bir kısmı hisbe mevzuunda ve muhtesibin ifa edeceği hizmetler hak­kında bahisler yazmışlardır. Bu mevzuda ayrıca kitaplar yazıldığı gibi, modern kitaplardan bazısı da bu bahsi ele almışlardır.

Son olarak bu araştırmanın, İslâm'da devlet idaresine ait çeşitli hü­kümleri toplayıp bir araya getirmek gayesi ile yapılmış mütevazı bir te­şebbüs olduğuna işaret etmek istiyorum. Ümit ederim ki, bu araştırma ebedî insanlık mirasımızın açıklanması mevzuundaki çalışmalarda bir çe­kirdek olur. Ve dileğim, bu mevzuda daha geniş ve daha faydalı diğer araştırmaların yapılmasıdır.

Cenab-ı Hak'dan bizi hayırlı ve uğurlu işlerde muvaffak kılmasını niyaz ederim.

Tercümeye 20 Mart 1979 Sah günü başladım, 22 Şubat 1980 Cuma günü tamamlamak nasib oldu.[691]

 

BİBLİYOGRAFYA

 

1- Müellifin istifade ettiği kaynaklar eski ve yeni olmak üzere iki çeşittir. Bunların hepsi, arabça isimlerine göre alfabetik olarak sıralan­mıştır.

2- Arabça bilmeyen Türk okuyucuları kaynaklar hakkında bilgi sa­hibi kılmak ve gerekirse istifade yolunu açık bırakmak için, kaynakların türkçe tercümelerini veriyoruz. Meşhur müellifler, meşhur oldukları isim­leri (MÂVERDÎ gibi), diğerleri ise tam isimleri ile zikredilmiştir.

Eserlerin büyük kısmının türkçe tercümesini, çok meşhur olan diğer­lerinin ise, tercüme etmeden malûm olan isimleri (El-Ahkâmu's Sultaniye gibi) ile verdik.

3- Kitablarm künyesi arabça asıllarında mevcutur. Bu kısmın, arab­ça bilmeyen türk okuyucularına faydası olmadığından, tercümesini ver­medik.    Bu kaynakları temin etmek isteyenler, arabça künyesini tesbit ederek aramalıdırlar.

4- Müellifin istifade ettiği hadîs kaynaklarına ise kitapta işaret edil­miştir. [692]

 

BİBLİYOGRAFYA

 

Muhammed Faruk En-NEBHAN

«İslâm İktisadî Nizamında Koîlektivîst Temayüller»

Abdülcelil ISA

«Peygamber (SallallahÜ Aleyhi Vesellem)'in İçtihadı

Bedr B-Müfevellî ABDULBASIT

Peygamber (SallallahÜ Aleyhi Vesellem) Devrinde İçtihad»

Ali ABDURRAZIK

«İslâm Hukukunda İcmâ»

EI-MÂVERDÎ

El-Ahkâmu's~Sultaniyye

Ebu YALE

dEl-Ahkâmu's-Sultanİyyeî

fifiO

Ebu Bekir Ahmed bin Ali Er-Razi EI-CESSAS

EI-GAZZALÎ

dhya-u Uîumi'd-Dîn»

El-MÂVERDÎ

«Edebü'l-Vezir»

Müdessir Abdürrahîm Et-TÂYYIB

«Modern Arap Toplumunun Buhranı»

İslâm Hukuku Haftası (1961 - Şam Kongresi)

(Kongrede sunulan tebliğleri ihtiva etmektedir.)

tMüslümamn Hayatında İslâm»

Mu ha m m ed Ferid VECDİ

«İlim Asrında İslâmiyet

Ali ABDÜRRAZIK

«İslâmiyet ve İdare Usûlü

Mustafa Es-SSBAÎ

«İslâm Sosyalizmi

Muhammed Accac EI-HATÎB

<sHadîs Usûlü»

Muhammed Ebu

«.Fikh Usulü»

Ali HASEBULLAH

«İslâm Hukuk Metodolojisi»

Abdülmün'ım Ferec bs-bAüüb

«Hukuk Usûlü»

Hasan KİRE

«Hukuk Usûlü»

Hayrüddin Ez-ZERKILİ

İbn-i KAYYIM

«İlamü'l-Muvakkıin»

Hasan EI-PAŞA

«Tarihte ve Vesikalarda İslâm'ın Lâkabîan»

Muhammed Hüseyin HEYKEL

«İslâm İmparatorluğu»

Ebu Abdülkasım bin SELÂM

«El-Emvâl»

BİBLİYOGRAFYA

El-MAKDISÎ

«El-Bedü ve't-Tarİh»

EI-KÂSANÎ

«Bedaiu's-Sanai' fi TerWbİ'-Şerai'%

Ibn-i Rüşd El-KURTUBÎ

zBidayetü'l-Müçtehid ve Nihayetü'l-Muktesid»

Hafız îbn-i KESİR

«,El-Bidaye ve'n-Nihaye*

Sofî Ebu TALIB

tRoma Hukuku ve İslâm Hukuku Arasında»

Hasan İbrahim HASAN

Hafız EI-BAĞDADÎ

Ahmed ÇELEBİ

tislâm Terbiye Tarihi

Muhammed Eİ-HUDERI

«İslâm Hukuk Tarihi

Corcî ZEYDAN

«İslâm Medeniyeti Tarihi

BİBLİYOGRAFYA

Ömer FERRUH

«Câhiliyye Tarihi

İbn-i Zeyd EI-ÇELEBI

«İslâm Medeniyeti Tarihi ve İslâm Düsüncesis

SÜYUTÎ

«Halifeler Tarihi»

Ibn-i Cafer Ef-TABERÎ

^Peygamberler ve Hükümdarlar Tarihi

Mahmud ARNUS

«İslâm'da Yargının Tarihi

Muhammed Ebu ZEHRA

«İslâmî Mezhepler Tarihi»

Ebu'l-Â!â EI-MEVDUDÎ

«İslâm Anayasasının Tedvini

Gcoi-ge H. SEBAİN (Tere. : Hasan Celâl EI-ARUS)

«Siyasî Düşüncenin Gelişimi

Mustafa ÇELEBİ

«Hükümlerin Tahlili»

İbn-i Cafer Et-TABERÎ

«Taoeri Tefsiri»

Ebu El-Fida ibn-i KESİR

«Kufan-ı Azîm'in Tefsiri»

Muhammed Edib SALİH

«İslâm Hukukunda Naslann Tefsiri?,

Muhammed Hüseyin Ez-ZEHEBÎ

«Tefsir ve Müfessirler»

Muhammed Ebu ZEHRA

«İslâm'ın Toplumu Düzenlemesi*

Muhammed HÂLEFULLAH

«İslâm Kültürü ve Modern Hayat»

İbn-i Âbidin

«Reddü'l-Muhtar Alâ'd-Dürrü'l-Muhtar1»

Taime EI-CURAF

«Liberal ve Sosyalist Ekollerde Kamu Hürriyetleri*

tıt-rt.

Muhammed USFUR

«Demokraside ve Sosyalizmde Hürriyet Düsüncesh

îbn-i TEYMÎYYE

«İslâm'da Hisbe»

Adam METZ (Tere. : Abdülhâdi Ebu RÎDE)

«Hicri 4. Asırda İslâm Medeniyeti»

Gustave Le BON (Tere. : Âdil ZUEYTER)

«Arab Medeniyeti»

Muhammed Cemaleddin SÜRÜR

«Hicrî î. ve 2. Asırlardaki İslâm- Arab Devletinde Siyasî HayaU

Ebu YUSUF

«El-Haraç»

Yahya bin ÂDEM

«El-Haraç»

Muhammed Ziyaüddin Er-RİS

«El-Haraç ve İslâm Devletinin Mâlî Müesseseleri»

Seyyid KUTUB

«İslâm Düşüncesinin Özellikleri ve Temelleri»

fififî

Abdülvahhab HALLAF

«Kısa İslâm Hukuku Tarihi

Munammea izzot l/ckvcz.c

^Hayatın Mes'elelerinde Kur'an'tn Prensipleri

Muhammed EI-MÜBAREK

dbn-i Teymiyye'ye Göre Devlet ve Hisbe Müessesesi»

Abbas EI-AKKAD

«İslâm'da Demokrasi

Muhammed EI-BEHÎ

«Din ve Devlet

Muhtar tl-KADI

«İslâm Hukukunda Rey (Görüş)»

Süleyman Et-TEMAVÎ

«Modern Arab Anayasalarında ve İslâm Düşüncesinde Üç Orgam

Abdülvahhab HALLAF

«İslâm'da Üç Organ*

Ahmed ÇELEBİ

«İslâm Düşüncesinde Siyaset ve İktisad*

EI-KALKAŞANDT

«Subhu'l-Âsa»

Ahmed EMÎN

«Duha'l-îslâm

Muhammed bin SÂD

«Et-TabakatÜ'l-Kübra

Ibn-i KAYYUM

dslâm Siyasetinde Yollar (Metodlar)»

Münir EI-ACLANÎ

«Devlet İdaresinde İslâm'ın Dehası

İbrahim HADDAD

«Arablarda Sosyal Adalet

Seyyid KUTUB

^İslâm'da Sosyal Adalet

Ibn-i TEYMIYYE                                                

«İdare Edenleri ve Edilenleri İslah Konusunda S.er'1 Siyaset»

Abdülhamid BAHIT

«Hulefâ-i Râşidin Asrı

Abdülvahhab HALLAF

«İslâm Hukuk Metodolojisi?.

Osman Halil OSMAN

«Anayasa Hukuku»

Ahmed EMÎN

«islâm'ın Doğusu»

Taime ES-CURAF

Ebu Muhammed Ali bin Ha2m Ez-ZAHİRÎ

«El-Faslu fi'l-Mülel ve'l-Ehvau ve'n-Nahl»

Muhammed Kâmil LEYLE

«Anayasa Hukuku»

Muhammed El-BEHÎ

«İslâm Düşüncesi ve Modern Toplum»

Fefhi OSMAN

«İslâm  Dini  Esasları   ve   Fıkhın   Bize  Bıraktıkları Düşüncesi

Muhammed USFUR

«Anayasa Hukuku»

AbdüSfeîtah Sayr DAYR

«Anayasa Hukuku»

Abdülhamid MÜTEVELLİ

^Anayasa Hukuku ve Siyasi Müesseseler»

Es-Saîd Mustafa Es-SÂID

«İslâm Hukukunda ve Modern Mısır Hukukunda Ka lanüma Sahası ve Sınırları Hakkında»

İbn-i ESİR

«El-Kâmü fi't-Tarih»

Subhi Es-SALİH

«Kur'an İlimleri Hakkında Bahisler»

Villy DURANT

«Medeniyetin Hikâyesi»

Sof? Ebu TÂLİB

«Hukuk Tarihi Prensipleriz

Atiyye Mustafa MÜŞERREFE

^İslâm'da Yargı»

Muhammed HİLMÎ

«Genel Anayasa Prensipleri»

Süleyman Muhammed Et-TAMAVT

«Anayasa Hukuku Prensipleri

Abdülhamid MUTEVELLÎ

«İslâm'da İdare Nizamının Prensipleri

Muhammed Ebu ZEHRA

«İslâm'ın Gölgesinde İslâm Toplumu

Muhammed Yusuf MUSA

«.İslâm Hukuk Tarihi Hakkında Konferanslar

Muhammed Abdullah EI-ARABÎ

«İslâm Müesseseleri Hakkında Konferanslar

Ahmed Muhammed CEMAL

<si$lâm Kültürü Hakkında Konferanslar

İhn-i Hazm Ez-ZÂHİRÎ

m-Muhallfo

Mâruf Ed-DEVAUBÎ

«İslâm Hukuk Metodolojisine Giriş

Mustafa Ez-ZERKA

«Hukuka Giriş»

YOGRAFYA

Muhammed Selâm MEDKÜR

«İslâm Hukukuna Giriş»

Abdülhay HİCAZî

«Hukukî İlimler Araştırmalarına Giriş

Necmüddîn Et-TUFÎ

«İslâm Hukukunda Menfaat

Abdülkerim OSMAN

«İslâm Kültürünün Ana Katlan

Ibnü'l-UHUVVE

«Mealimû'l-Kuroeti fi Talebi'l-Hisbe

Yakut El-HEMAVÎ

«Ülkeler Ansiklopedisi

İbn-i KUDEMA

«El-Muğnh

İbn-i HALDUN

«Mukaddime»

Eş-ŞEHRISTANÎ

tEl-Milel ve'n-Nahl

Muhammed Eş-ŞELTUT

«İslâmî Esaslar Hakkında»

«Devlet İdaresinde İslâm'ın Metodu

Eş-ŞÂTÎBÎ

«Hukuk Usûlünde Muvafakate

«Ferdî Hürriyetler Genel Nazariyesi»

Ebu'l-Âla El-MEVDUDÎ

«Biz ve Batı Medeniyeti»

Muhammed Remzi Eş-ŞÂÎR

«Anayasa Hukuku Genel Nazariyesi

Yusuf EYBEŞ

«İslâm Siyasî Düşüncesinin Esasları

Muhammed EUMÜBAREK

«İslâm Nizamı»

Muhammed Yusuf MUSA

«İslâm'da İdare Sistemi»

Muhammed Abdullah El-ARABÎ

«İslâm'da İdare Sistemiz

Yahya CEMEL

«Küveyt'de Anayasa Sistemi»

Mustafa Ebu Zeyd FEHMİ

«Birleşik Arab Cumhuriyeti Anayasa Sistemi»

Tâime El-CURAF

«Siyasî Sisteme Ait Devlet Nazariyesi ve Temej^Eiaslan»

Abdülfeîîah ABDULBÂKI

«Hukuk Nazariyesi»

Muhammed Ziyaüddin Er-RÎS

«İslâm Siyasî Nazariyeleri»

Subhî Es-SALİH

«İslâm Müesseseleri

Hasan İbrahim HASAN

«İslâm Müesseseleri»

Muhammed Kâmil LEYLE

«Siyasî Rejimler»

Servet BEDVÎ

«Siyasî Rejimler»

Muhsin HALİL

«Siyasî Rejimler ve Anayasa Hukuku»

ATTAR

«Siyası Rejimler ve Anayasa Hukuku»

Es-ŞEYZER.

nNihayetü'r-Rüîbeti fi Talebi'l-Hisbe»

«Nihayetü'l-Mühtâç

«Neylü'l-Evtan

«.Özet Siyasî Nazariyeler ve Müesseseler

«Bakanlar (Vüzera) ve Yazarlar (Küttab)»

«islâm'da Velâyetü'l-Mezalim»

(1960 yılında, İlim, San'at ve Edebiyatı Koruma Yüksek Konseyinin nezâre­tinde Kahire'de toplanan Hukuk ve Siyasî İlimler birinci araştırma toplan­tısına sunulan tebliğ). [693]



[1] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 283-284.

[2] Aynı kaynak. 220-221. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 284-285.

[3] Bu konuda Dr. Muhammed Edib Salih kardeşin doktora tezi olan kitabına başvurulabilir.

[4] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 285.

[5] Aynı kaynak, sn. 53-54.

[6] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 286-287.

[7] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 287.

[8] Ali Hasibullah, sn. 7-8.

[9] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 287.

[10] Aynı kaynak, 209.

[11] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 288.

[12] Mâide, 89.

[13] Nûr, 2.

[14] Nûr, 4. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 288-289.

[15] Edib Salih, sh. 702-703.

[16] Hallaf, İlra-i, sh. 212-220.

[17] Bu konunun tafsilâtı için bkz. Edib Salih, sh. 87-246.

[18] Bakara, 275.

[19] Nûr, 4.

[20] Bakara, 282.

[21] Bakara, 228. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 289-290.                           

[22] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 290.

[23] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 291.

[24] Feth,  10.

[25] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 291.

[26] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 291.

[27] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 291.

[28] Bkz. Hallaf, İlm-i, sh. 206.

[29] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 291.

[30] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 292.

[31] Bkz. Ali Hasibullah, sh. 272, t. 4. ve Edib Salih, sh. 341. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 292.

[32] Bkz. Ebu Bekir Muhammed bin Ahmed Sarahsî (Öl. h. 490)'nin Usûl kitabı, c. I, sh. 236, Daru'l-Kitabi'l-Arabî yayını.

[33] Nisa, 3.

[34] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 292-293.

[35] Bakara, 236.

[36] Bakara, 187.

[37] Bkz. Hallaf, İlm-i, sh. 170. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 293.

[38] İsra, 23.                                                                        

Taberanî, Sevban (Radiyallahü anh)'âan tahriç etmiştir,

[39] Bkz. Uallat İlm-i, sh. 170. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 293-294.

[40] Yusuf, 82.

[41] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 294-295.

[42] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 295.

[43] Bakara, 275.

[44] Yusuf, 82.                                                                         

( * ) Taberanî, Sevban (Radiyallahü anh) tahriç ethıiştir;

[45] Mâide, 38.

(**)   Buhr.ri : -11, Kitabu-11 Hars, 15. Babiı Men 'Alı ya "Ardan "meralen'de. Ebu Davud : Kitabu-1' Haraç ve-r İmare, 37. Babu-n' fi İhyai-1' JMevat. Tirmizî: Ebvab-ıl Ahkâm 38 inci Bab'ta tahric etmiştir.      

[46] Ahkâf, 15,

[47] Lokman, 14.

[48] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 295-297.

[49] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 297.

[50] îsra, 23.

[51] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 297.

[52] Nisa, 25.

[53] Talâk, 6.

[54] Ali Uasibulîah, sb. 284-286, Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 297-298.

[55] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 298-299.

[56] Bkz. Davalibî, sh. 306-310 (1. baskı),

[57] Aynı kaynak, 310.

[58] Aynı kaynak, 311.

(*)    Buharî : Kitabu-n' Nikâh, 27. La Tenkıhu-1' Mer'etü'de.

Müslim :  16. Kitabu'n-Nikâh,   4.   Babu  Tahrim-ü'   Cem'i   beyne-1'   Mer'eti. No. 38/1408'de.

Ebu Davud : Kitabu-n' Nikâh, Bab : 12.

Tirmizî: Ebvabu-n' Nikâh, Bab : 30.  Nesâî: Kitabu'n-Nikâh, Bab : 47.

İbnü Mâce : Kitabu-n' Nikâh, Bab : 31.

(*)    Buharî : Kitabü-s' Sehadat, Babu-s' Şehadeti ale-1' Ensab ve-r' Rıda' ve Kitabu-n' Nikâh, Bab : 20.

Müslim : Kitabu-r' Rıda1. 2. Babu Tahri mi-r' Rıdaa. H. N. 9'da.

Aynı kitap : 3. Babu Tahrimi İbretü-l' Ah. .    Ebu Davud : Kitabü-n' Nikâh, Bab : 6.

Tirmizî : Ebvabu-r' Rıda', Bab : 1.

Nesâî: Kitabu-n' Nikâh, Bab : 49.

İbni Mace : Kitabu-n' Nikâh, Bab : 50. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 299-300.

[59] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 300-301.

[60] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 301-302.

( * )    Ebu Davud:   Kitabu-d' Diyat, 18. Babu Diyyetü-11 Aza'da tahriç etmiştir.

( ** )    Ebu Davud: Kitabü-1' Akziye, Baun fi Kazai-F Kaadı, İza Ehtaa'da.

[61] Enfâl, 67.

[62] Abese, 1-2.

[63] Necm, 3-4.

[64] Nisa, 11.

[65] Bkz. Ali Hasibullah, sn. 86-88.

[66] Mustasfa, c. II, sh. 356.                                

[67] Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in İçtihadı mevzuunda Arap Dili Fakültesi Dekanı olan Abdülcelü İsa Ebu'n-Nasr'm eserme bkz. 1950 Daru İhya-i'1-ktitübi'l-Arabiyye.

(*)    Ebu Davud : Kitabu-1' Akzıye, 11. Babu İctihadi-r' Rey'i fi-1' Kaza.

(**)   Buharı : 96. Kitabu-1' İ'tisam. Babu Ercü-1' Hâkimi iza ietehede fe Esabe. Müslim : 30. Kitabu-1' Akziye, 6. Babu Beyani-1 Ecri-1' Hakimi iza ietehede  Esabe, Hadîs No. 15/1716.

Ebu Davud : Kitabu-1' Akzıye, 2. Bafcun fi-1' Kadî Yuhtiu.

Ibni Mace ;  13. Kitabu-1' Ahkam, 3. Babu-1' Hakimi Yectehidi, No. 2314. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 302-304.

[68] Bkz. Dr. Muhtar El-Kadî'mn 1. baskısı 1949 yılında yapılan doktor? /,ı. g".i. 37-38.

[69] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 304-306.

[70] Dr.   Ali   Hasan   Abdülkadir'uı    «Nazratün Âmme fi tarihi't-T.e§ri'l-Islâmîy adlı eserine bkz. sn. 138-148.

[71] Bkz. Muhtar Kadı, sn. 46-47.

[72] Aynı kaynak, 55-56.

[73] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 306-308.

[74] Bu konunun tafsilâtı İçin bkz. Ali Rasibullah, sh. 80-84.

[75] İbnü'l-Kayyım, c. I, sh, 275,

[76] Aynı kaynak, 154.

[77] Nisa, 59,

[78] Ebu Dâvud ve Tirmizî tahriç etmiştir.

Bu hadîsin arapça metni 300. sh.de verilmiştir (Çeviren),

[79] Bkz. Âli Hasibullah, sh. 85; İfcnü'l Kayyım, c. I, sh. 70.

[80] Bkz. Zehebî, c. I, sh. 265; Ali Haşilıullah, sh, 9S, Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 308-310.

[81] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 310-311.

[82] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 311.

[83] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 312.

[84] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 312.

[85] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 312.

[86] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 312.

[87] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 312-313.

[88] Bu konuda §u eserlere bkz. Şevkânî, İrşadü'l-Fuhul, sn. 71; Âmedî, El-İhkâm, c. I, sh, 101; K&ranî, Şerhu'l-Fusul, s n. 140; El-GazzçıÜ, E C, I, sh. 173,

[89] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 313.

[90] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 313-314.

[91] Bkz. Ali Hasioullah, sh. 112. 

[92] Nisa, 115,

[93] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 314-315.

[94] İbni Mace : Kitabu-11 Fiten, 8. Babu-s' Sevadi-1' Azam, No. 3950.

[95] Ebu Davud : Kitabu-1' Fiten. Babu Zikrü-1' Fiten ve-1' Melahim'de.

[96] Buharî:   92. Kitabu-1' Fiten,   2.  Babu Kavlİ-n*  Nebiyyi   (Sallallahü Aleyhi ve Sellem). Seterevne ba'dî umuren'de.

Müslim : 33. Kitabü-l' İmare, 13. Babu-1' Emri bi lüzumi-1' Ccma'da bu mânaya mütekarib elfaz ile.

Ebu  Davud :   Kitabü-s'   Sünne,  Babün  fi  Katl-il  Havaric'de  aynı metni tahric etmiştir.

[97] Bu konunun tafsilâtı ve ilen sürülen görüşler için bkz, Ali Abdür-vazıh, sh, 25-36,

[98] Bkz.  Muhtar Kadı,  sh.  172-173, bu kısımlar Keşfü'l-Esrar'dan  nak­ledilmektedir.

[99] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 315-316.

[100] Bkz. Hallaf, Îlm-I, sh. 53-54  (4. baskı), Medkûr, sh. 221.

[101] Hallaf, İlm-i, sn. 54.

[102] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 317-318.

[103] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 318.

[104] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 318-319.

[105] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 318-320.

[106] İcmâ hükmü içine, büyük babanın, kız kardeşin varlığına rağmen mirasçı olabileceği; büyük annenin, anne gibi, evlenme yasağına tâbi olduğu, büyük babanın, oğulun varlığına rağmen, o, babanın yerine geçtiği için, mirasçı olabileceği hususundaki icmâları ile; istisna akdinin muteber olduğu (bu akit imal edilecek şeyin, imal edilmeden evvel satın alınması hakkındadır) hakkın­daki icmâ da girer. Hukuk kaideleri, mevcut olmayan bir şey satıldığı için bunu kabul etmezler. Ama bu akdin muteber olduğu hususunda icmâ hâsıl olmuştur. (Bkz. Zerka, c. I, sh. 66)

[107] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 320.

[108] Hallaf, İlm-i, sh. 64. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 320-321.

EbuDavud:   Kitabu-d' Diyat, 18. Babu Diyyetü-V Aza'da tahriç etmiştir.

[109] Mâide, 90.

[110] Zerka, c. i, sh. 71. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 321.

[111] Bkz.  Hallaf,  İlm-i,  sh.   58-63;   Ali Hasihullah,  sh.   129-133;   Muhtar Kadı, sh. 200-202.

[112] En'am, 145.

[113] Yasin, 79.

[114] Yasin, 78.

( * )   Ebu Davud : Kitabu-t' Tahare, Babu Su'rü-V Hîrreti. Tirmizî: Ebvabü-t' Tahare, Bab : 69. Nesaî : Kitabu-t' Tahare, Eab : 53. İbni Mâce :  Kitabu-t' Tahare, Eab :  33.

[115] Hallaf, İlm-i, sh. 62. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 322-324.

[116] İllet ile ilgili bahislerin, ahkâmın tâlilinin tafsilâtı için Prof. Mu-hammed Mustafa Çelebi'nin kitabına bkz. Bu kitapta içtihat ve taklid asrında tâlil metodu ve gelişmesi konulan verilmektedir. Bu eser ile müellif, Ezher Üni­versitesi tarafından İslâm hukukunda beynelmilel (uluslararası) profesörlük de­recesine nail olmuştur.

[117] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 324-325.

[118] Bkz. Hçtllaf, Usul, sh, 72-76,

[119] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 325-326.

[120] El-Haake,  10.

Müslim :  Kitabu-r Cenaiz, İl. 36 ncı Bab, No. 106/977. Müslim:  Kitabu-1' Udahi, S. Bab, No. 37/1977. Ebu Davud : Kitabu-1' Esribe, Babün fi Ev'ıye. İbni Mace : Kitabu-1' Udahi, Bab : 16, "Arabi Matbaası).

[121] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 327.

[122] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 327.

[123] Bu konunun ahkâmın tâlilinin tafsilâtı için Prof. Muhammed Mus­tafa Çelebi'nin kitabı ile, eski ve yeni bütün usul kitaplarına tjkz,

[124] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 328.

[125] Mütevelli, sn. 227-229.

[126] Aynı kaynak, sb, 248,

[127] Aynı kaynak, sn. 251-252,

[128] Bkz.  Muhammed Ebu Zehra'nın kitabına, bkz,   (Zerka'nm kitabın­dan, c. I, sh. 75'den naklen) Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 328-332.

[129] Bkz. Zerka, ç. I, sh. 77-81, Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 332.

[130] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 332-333.

[131] Aynı kaynak, sh, 84.

[132] Hallaf, İlm-i, sn. 01. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 333-334.

[133] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 335.

[134] Bkz. Zerim, c. I, sh. 115.

[135] Bkz. Ali Hasibullah, sn. 165.

[136] Buharî : 65. Kitabu-t' Tefsir, 3. Suretü Âl-i İmran.

Müslim :  30. Kitabu-1' Akzıye, 1. Babu-1' Yemin Müddea Aleyh.

Ebu Davud : Kitabu-1' Akzıye, 23. Babu-1' Yemin Ale-1' Müddea Aleyh.

[137] Bkz. Zerka, c. I, sh. 121-129.

[138] Bkz. Aynı kaynak, (Muhammed Ebu Zehra'nın <$îbn-i Hanbeh kita­bından naklen). Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 335-338.

[139] Bu konunun tafsilâtı İçin bks. Zerka, e. II, sh. 831-914 (7. baskı): Prof. Ahmed Fehmi Ebu Sene'nin, <Ei-örf ve'l-Adetü fi Nazari'l-Fukaha» isimli risalesi.

[140] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339.

[141] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339.

[142] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339.

[143] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339.

[144] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339.

[145] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339.

[146] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 339-342.

[147] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 342.

[148] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 342-343.

[149] Yan kaynaklar arasında, bira» evveî ondan bahsettiğimiz, «Ör/ (thnnza şartları? isimli araştırmaya btes, Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 343-350.

[150] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 351.

[151] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 351-353.

[152] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 353.

[153] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 353-354.

[154] Dr. Süleyman Ei-Tamavî bu konuda şöyle diyor :

«Modern Anayasa Hukuku mânasırda yabama, halkın parlâmentosunda mü­messil olarak: halkın iradesini açıklamadır. Bu sebeple seçim, toplumun ona göre hareket edeceği kanunları koyma vazifesi verilen yasama organının üyelerinin seçimine giden tabiî bir yoldur. Üyelik için çok zor ilmî şartlar aranmaz. Bu ge­lenek, anayasa yoluna başvurarak istediği kanunu kabul etmek tarzındaki top­luluk hürriyetini ortaya çıkaran temel bir kaideden doğmuştur.

İslüm'ır; yasar:^. görücü, yukarıdaki görüşlerden açık bir farklılık arzeder. Çünki, —gördüğümüz gibi-İslâm'a göre yasama, Kur'an ve Sünnet'den hüküm çıkarmaya (istinbata) inhisar eder. Modern mânada İslâm yasama vazifesi ise. müslümanlardan müçtehit ismi verilen muayyen bir grubun faaliyetine inhisar eder. Şer'î delillerden amelî hükümleri çıkarabilen kimse, Usûl (Metodoloji) üs-tadlannm tarifine göre müçtehiddir. Bunlara «fakihs ismi de verilir.» (Bkz. Tamavî, sh. 232)

[155] Dr. Abdülhamid Mütevelli, «Mebadiu Nisamî'l-Hukm fi'l-islâm» isimli kitabında şöyle diyor  Csh. 592-593)

«Yasama kuvveti» tâbirinin -İslâm Hukuku ve Beşeri Hukukdaki -mânası ve gayesi evvelâ, bu tâbirin maksadını tesbit ederek belirtilebilir. Gerçekten bazı büyük İslâm Hukukçuları, «Yasama» kelimesini, beşerî hukukda tanınmış âlim­ler nezdinde bilinen ve kabul edilen mânasından farklı olarak kullanıyorlar. Prof. Hallafm, yasama kelimesini kullandığını ve bununla iki mânadan birini kastet­tiğini görüyoruz. Birisi, ilk ve aslî olarak yolu (şer1) açmak, tesis etmek; ikincisi ise, mevcut hukuk düzeninin gerektirdiği hükmü bildirmektir.» Sonra şöyle di­yor : «Birinci mânada yasama, islâm'da, ancak Allah'ın yetkisindedir... İkinci mânada İse, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'ûen sonra, âlim saha­belerinden yerine geçen halifeler ve daha sonra gelen halifelerdir... ilâh...» Ger­çekten, belirtilenler gösteriyor ki, İslâm hukukçuları nezdinde malûm olan bi­rinci mânada, İslâm'da esas ve temel yasamanın kastedildiğidir. Bunlar Kur'an ve Sünnet'tir. Ve Peygamber —belirttiğimiz gibi-bu yasama, faaliyetini, ya Allah'tan gelen vahiy yoluyla, ya da kendi içtihadı olarak tebliğ eden kimsedir. Bu temel yasama, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in vefatından sonra da devam etmiştir. Nadiren, Sünnet'ten sayılmayan şeyleri genel ya­sama olarak müstesna kıldık.

İkinci mânada yasama ise, «mevcut hukuk düzeninin gerektirdiği hükmü "s bildirmektir.» Gerçekten bu şekil, hukukçu veya müçtehitlerin mücerret fetva vermeleri ve içtihat yapmaları halinde söz konusudur. Bu, beşerî hukuk men­suplarının kabul ettiği mânada yasama sayılmaz. Ancak resmen bağlayıcı olma ; özelliği verilirse, yasama faaliyeti kabul edilebilir. İbadetler dışındaki mes'ele- -lere ise, bu özelliğin verilmesine imkân yoktur.    Fakat, icmâ şeklinde şeriatın hükmünü Mldiriyorsa, bağlayıcıdır. İcmâ ise, sıra bakımından Kur'an ve Sün­net'ten sonra gelir. Ya da, bütün iktidarlar arasım birleştirmek yetkisine sahip .. halifenin bir kararı ile bağlayıcı hale getirilir.

Beşerî hukukda ise, yasama ile, özel bir âmme (kamu) organı tarafından kanun kaidelerinin konulması kastedilir. Yasama kaideleri bağlayıcı özelliğe sa­hiptirler, yâni ona hürmet edilmek şarttır. Âmme organı, zaruret halinde, kuv­vet kullanarak ona hürmete zorlar.»

[156] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 355-356.

[157] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 357-358.

[158] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 358.

[159] Bu konunun tarsiiâtı için, bu kitabın ikinci Bab'ma bka. Ayrıca fcto. Hallaf, İlm-i..., sh. 31-33.

[160] Medhal, c. I, sh. 61-62.

[161] Hailaf, İlm-i,.., sh. 33,

[162] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 358-359.

[163] Bkz. Ali Hasibullah, sh. 38-40.

[164] Halîaf, îlm-i..., sh. 34-35. (Bu dipnotunun yeri metin içinde gösteril­memiştir. Biz tahminen gösterdik.) (Çeviren) Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 359-360.

[165] Ezher Üniversitesi, Hukuk ve Şeriat Fakültesi eski dekanı ve Kuveyt Ünivşrsitesi Şeriat ve İşlâinî Araştırmaları kısmı pirektgrü.

[166] Küveyt'de çıkan El-Arabî dergisinde Hz. Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Aleyhi) aşnncîaki içtihad hakkınca neşredilen makalesine bkz. s. 1Ç0, sîı, 23. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 360-362.

[167] Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (Radiyaîlahu anh) bir adamı tutup, ona şöyle dedi :

«-Ne yapıyorsun?»

«-Ali şöyle yaptı, Zeyd şöyle yaptı, onu c1 avunuyorum.»

Bunun üzerine Hz. Ömer (Radiyaîlahu anh) şöyle dedi :

Onların yerine ben olsaydım, şöyle yapardım.»

«-İktidar senin elinde, bunları yapmana ne engel var.»

Hz. Ömer (Radiyaîlahu anh) şöyle cevap verdi :

Ben olsam, seni Allah'ın kitabına ve Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Seliemy'm Sünnetine havale eder, öyle hareket ederdim. Fakat seni görüşüme havale edersem, görüşümüz müşterektir, Ali ve Zeyd'in söylediklerini nakzetmez.» (Bu  dipnotunun yeri metin içinde gösterilmemiştir. Bis tahminen  gösterdik.)

(Çeviren)

[168] Hz. Ömer  (Radiyaîlahu anh)  bu mevzuda, muhacir ve ensardan bazı sahabeleri toplamış, onlara şöyle demiştir ;

«-Sizin işlerinizden üzerime aldığım emanetlere iştirakinizi te'min için sizi rahatgız ediyorum. Ben de sizin gibi bilişiyim. Siz bugün hak ile hükmediyorsu nuz. Aykırı bir iş yaparsam, bana karşı çıkınız, uygun hareket edersem, bana uyunuz. İçinde hevâ olan şeye tâbi olmanızı istemedim. Kitabı hak söyleyen Allah sizinle beraberdir. Allah'a yemin ederim ki, ancak hak olan şeyleri istedim.»

Bunun üzerine sahabeler şöyle dediler :

«~~ Ey Mü'minlerin Emîri!  Söyle, dinliyoruz.»

Hz. Ömer (Radiyallahu anh)  şöyle konuştu :

«-Benim haklarına zulmettiğimi zannedenlerin sözlerini dinlediniz. Ben, zulüm irtikâb etmekten Allah'a sığınırım. Zulüm kabul edilen bir şey yapmışsam, bu, onların Iehlerinedir, ve o şeyi onlardan başkasına verdim, bu sebeple üzüldüm. Fakat, Kisra'dan sonra fethedilecek birşeyin kalmadığını gördüm. Allah onların mallarını, topraklarını ve hayvanlarını bize ganimet olarak nasib etti. Ben de, ganimet olarak aldıklarımı hakkı olanlar arasında paylaştırdım. Bunlardan beşte birini ayırdım ve ait olduğu yerlere verdim, ben bu işe nezaret ettim. Binekleri ile birlikte topraklan muhafaza etmeyi ve üzerlerine haraç, insanlara da cizye koymayı uygun gördüm. Bunları ödeyecekler, böylece, çarpışan müslümanlar ve onlardan sonra gelecek nesiller için bir fey teşekkül etmiş oldu. Ya da bu top­rakları (şehirleri) idare edecek insan temin etmeniz şarttır. Şam, Arap yarım­adası, Küfe, Basra ve Mısır gibi büyük şehirleri gördünüz mü, buralara mutlaka asker yığmağı ve masraf yapmak şarttır. Şayet bu topraklan ve hayvanları tak­sim edersem, bu masrafları kim ve nereden verecek?»

Bunun üzerine sahabeler :

«-Esas ve kabule şayan görüş, senin görüşündür. Söylediklerin ve kanaa­tin ne kadar güzel U

«-Eğer bu topraklara ve şehirlere asker doldurmazsam, korktukları ehl-i küfür şehirlerine gelip yerleşirler.»

Daha sonra Hz. Ömer (Radiyallahu anh) şöyle dedi :

«-Benim için mes'ele tavazzuh etmiştir (açıklanmış olmaktadır).s Ve bu toprakları, esas sahiplerinin ellerinde bıraktı;  onlara haraç verme mükellefiyeti koydu.

Hz. Ömer (Radiyallahu anhyin görüşü ikna edici idi. Ona karşı olanlar, bu hâkim görüşe tâbi olarak sustular.

Bu mevzuda şu eserlere bkz. E~bu Yusuf, El-Haraç; Yahya bin Adem, Eh Maraç; Ebu Ubeyd El-Kasım bin Selâm, El-Emval,

Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 362-363.

[169] Bkz. Dr. Muhtar Kadı, sh. 46-47. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 364-365.

[170] Biraz evvel, Ezher Üniversitesi Hukuk ve Şeriat Fakültesi eski Dekanı' Prof. Beâr El-Mütevellî Abdülbas'ıfm, Küveyt'de ç?kan M-Ar abı dergisinde Pey­gamber  (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)   devrindeki içtihad hakkında neşredilen makalesinden bir bölümü vnkrettik. Orada şöyle demektedir :

«Ümmetin siyasetindeki (idaresinde) üslûbu, ana hükümler dahi olsa -ondan sonra gelen, imam, devlet başkanı ve komutanlar için bağlayıcı değildir. Bu işler zamana ve mekâna göre değişir ve gelişir. Ancak bu komutan ve devlet başkanları hukukî bir naşı âtıl bırakmayıp, ıslâh edici bir siyaset takip etmek mecburiyetindedirler.»

(Ekz.  Mecelletü'l-Ardbî,  s.   160.

[171] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 365-367.

[172] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 367.

[173] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 367.

[174] Bu Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) içtlhadlarından bir kısım için Sayın Prof. Bedr El-Mütevelll Abdülbasıt'm, Küveyt'de neşredilen Arab'ı der­gisinde neşredilen, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)"m yasama faa­liyetleri ile ilgili içtihadı Hakkındaki makalesine bkz. s. 162, sh. 46.

(Bu dipnotunun yeri metin içinde gösterilmemiştir. Biz tahminen gösterdik.) (Çeviren) Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 367-368.

[175] Mâverdî, sh. 6.

[176] Ebu Yâle, sh. 4.

[177] İbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh. 692.

[178] Aynı kaynak.

[179] Bu konunun tafsilâtı için Yürütme Organı bahsimize bkz.

[180] Mâverdî, sh. 66.

[181] Bkz. Prof, Ali Basibullah, sn. 78.

[182] Bkz. Aynı kaynak, sh. 79-80.

[183] Bu mevzularda Sayın Prof. Dr. Abdulvahhab Hallaf'm, 1935, 1936 ve 1937 yıllarüida Mecelletü'l-Kanun ve'l-İktisad'da neşredilen İslâm'da üç organ hakkındaki makalelerine başvurulabilir.

Ayrıca şu eserlere bkz. Dr. Süleyman Et~TamavVnm, age, sh. 235-237; Dr. Âbdiilhamid Mütevelli, age, sh. 594-597.

Dr. Tamavi, yukarıda zikredilen eserinde şöyle demektedir :

«İslâm'ın kabul ettiği içtihadın iki şekli ve görünüşü vardır : Toplu ve ferdî, Toplu olam, Devlet Başkanının, kendi asrmdaki müçtehitlere bir mes'eleyi sun­ması, müçtehitlerin bu konuyu araştırmaia::ı, sonra da bir görüş üzerinde birleş­meleridir. Bu, İslâm Hukukunun üçüncü kaynağı olarak kabul edilen, icmâdır...

Perdî olanı ise, kendisinde, yukarıda beürt'len içtihad şartları bulunan her müslümanm içtihadıdır. Bu ferdî içtihadın lıükrnü, sadece içtihad yapanı bağ­laması şeklindedir...

Fakat bu kaide, ancak resmî bir vazifede çalışmayan müçtenidler için mu­teberdir. Şayet müçtehid, hilâfet, vezaret veya yargı gibi bir kamu hizmeti ifa ediyorsa... o, kendisine sunulan mes'elede, içtihadının kendisini ulaştırdığı ne­ticeyi tatbik eder. Bu takdirde, onun içtilıadı, kendi vazife sahasına giren sahada bağlayıcı olur.

Müçtehidin, aynı mes'elede, görüşünden dönerek muayyen bir görüşe ulaş-masma bir engel yoktur. Çünki içtilıadı, onu diğer bir görüşe katılmaya sevket-mektedir...»

Bundan sonra ise şöyle diyor :

«Toplu içtihad şekli, pratik olarak bağlayıcıdır, buna karşılık ferdî içtihad, bünyesi icabı bağlayıcı değildir. Bu, Devlet Başkanı, toplumun menfaati gerek­tiriyorsa, bir görüşe bağlayıcı özelliği vermek için müdahale edeceği mevzular-dandır. Müslümanların menfaati bir tek görüşe topluca tâbi olmaktadır. Devlet Başkanı da, müçtehid olabilir, Hulefa-i Râşidin ve diğer birçok halifelerde ol­duğu gibi (Bkz. Tamavî, age, sh. 337).

Dr. Abdülhamid Mütevelli İse, eserinde şu ifadeleri kullanmaktadır :

«İkinci mânada yasamaya (mevcut hukukun gerektirdiği hükmü bildirmek) gelince; gerçekten bu —bir hukukçu veya bir müçtehid tarafından ifade edilin­ce-mücerret bir içtihad yapma ve fetva vermedir. Bu şekil, bağlayıcı sıfatı olma hali dışında, beşeri hukuk âlimlerinin anladığı ve kabul ettiği mânada yasama sayılmaz... Bu özellik ona asla verilemez... Meğer ki, müçtehidierin icmâı şeklin­de, şeriatın hükmünü belirten «/cmâ&'ıım muhtevasına (mânasına) dâhil olsun, İcmâ, sıra bakımından Kur'an ve Sünnet'den sonra gelir, yahut da, bütün yet­kilerin arasını bağlayan halifeden sâdır olan kararın muhtevası haline gelmiş olsun (Bkz. Dr. Mütevelli, age, sh. 593), Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 368-373.

[184] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 373.

[185] Bkz. Tamam, sh. 239.

(Bu dipnotunun yeri metin içinde gösterilmemiştir. Biz tahminen gösterdik.)

(Çeviren)

[186] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 374.

[187] Dr. Süleyman Et-Tamavl, İslâm Hukuku ile Modern Hukuk arasında yasama sahasında bir benzetme yapmaya çalışıyor ve şöyle diyor :

«Müçtehidde bulunması gereken özellikleri, zamanımızda ancak muayyen bir derecede kültür alanlar elde edebilirler. Modern devletde öğrenimi murakabe eden devlettir. Buna dayanarak müçtelıidin özelliklerini, devletin resmen tanı­dığı diplomalara sahip olmaya hasretmek mümkündür. Bu diplomalara, anc?.k içtihad mertebesine ulaşanların sahip olabildiği tecbit edilir, sonra bu diplomayı alanlar İstişarî Konseyi meydana getirirler. Bütün kanun tasarıları, Yasama or­ganınca kabulden evvel, bunların İslâm dinine uygunluk derecesini tesbit için. Konseye sunulur. Bu tesbit daha sonra, bağlayıcı özelliği ile bir hukuk morırıu olarak ısdarından evvel yasama organına sevkedilir.

Bu hal şekli, modern anayasa usûlleri dışında bir hal şekli değildir. Çünki, seçilmiş yasama meclisi, vazifesini yerine getirirken, adaylarda ilmî ihtisas şartı aranmadığı için, üyelerinde bulunan eksikliği gidermek gayesiyle ilim adamları ve teknokratların görüşlerinden istifade edebilir. Bu sebeple devlet seviyesinde çeşitli sahalarda olmak üzere çeşitli teknik hey'etler teşkil edilmiştir:» (Bkz, Td-mavî, age, şh, 243)

[188] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 374-375.

[189] Dr. Fazıl Zeki Muhammed, «El-Fikru's-Siyasiyyv/l-Arabiyııu'l-İslâmh isimli kitabında şunları söylüyor :

«Siyasî sosyal adalet nazariyesi, İslâm-Arab düşüncesinde devlethı üzerine kurulduğu idare nazariyesidir. Hilâfet nazariyesi ise devlet başkanlığı nazariye­sidir. Hilâfet veya başkanlık nazariyesi, bize bir örneği ifade eder (gösterir) ve arab siyasî düşüncesinin getirdiği siyasî akitlerin bir şeklidir. Hilâfet ise, Arata-İslâm devlet başkanlığı yolunu tesbit eden bir akittir. Bu akit, devlet başkanı olan halife ile, ki birinci taraftır, ikinci taraf olan ümmet arasında aktedilir... Bahsettiğimiz hilâfet nazariyesi, en azından denilebilir ki, Arab-İslâm toplumu­nun geçirdiği şartların doğurduğu bir nazariyedir...» Csh. 166),

[190] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 377.

[191] Bkz. Dr, Ris, sh. 28,

[192] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 377-379.

[193] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 380.

[194] Dr, İbrahim Hasan ve Dr, Ali İbrahim Hasan, age, sh, 2.

[195] İbn-i Haldun, Mukaddime, şh. 26,

[196] Şad, 26,

[197] Bakara, 30.

[198] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 380-381.

[199] İsra,  71.

[200] Ftırkan, 74.

[201] Bakara,  124.

[202] Kasas,  5.

[203] Tevbe,  12

[204] Bkz. Dr. Sh. 64-68.

[205] Mâverdî, sh 5 Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 381-382.

[206] Dr. Ris, Sh. 103. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 382-383.

[207] Aynı kaynak, sh.  104-105. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 383.

[208] Bu konunun tafsilâtı için  bkz. Dr. İbrahim Hasan ve Dr. İbrahim Hasan, age, siı. 14-16.

Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 383-384.

[209] Mâverdî, sh. 3.

[210] Nisa,   59.

[211] Mâverdî, sh. 5.

[212] Nisa, 59.

[213] İbn-i Hazm, c. IV. sh. 87.

[214] İbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh. 688-691.

[215] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 384-387.

[216] Deliller bahsinde Dr. Ris'in age'ne bkz. sh. 125-137.

[217] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 387.

[218] Nisa, 59.

[219] Dr. Ris, sn. 125-126.

[220] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 388-389.

[221] Eî-İktisadu fi'l-İ'tikad, sn. 135-136.

[222] El-AkaidÜ'n-Nesefiyye, sh. 142-143.

[223] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 389-391.

[224] Bkz. pr. His, sh, 243; Dr, Mütevelli, sh, 49.

[225] Mâverdî, sh. 6.

Halifede bulunması gereken sarılan, iki şart halinde özetleyebiliriz :

1- Aklî kabiliyet: İlim, akıl ve lo;ü§ sahibi olma özelliklerinde ortaya çıkar.

2- Bedenî kabiliyet: Vazifelini en iyi çekıide ifa edebilmesi için duyu (ha­vas) larının selâmetini (sağlamlığını) ifade eder.

[226] Ebu Yâle, sh. 4.

[227] îbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh. 692.

[228] Aynı kaynak, sh. 692.

[229] Bu konunun tafsilâtı ve âlimlerin sözleri ve kitaplarındaki ifadeler için Dr. Muhammed Yusuf'un Nizamu'l-Hukm fi'l-tsîâm isimli eserine bkz.

[230] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 391-393.

[231] İbn-i Uazm, c. IV, sh.  166.

[232] Bkz. Dr. Ris, sh. 243.

[233] Mâverdî, altıncı babda tVelâyetil't-Kaza» taşlığı altında, yargı maka­mına geçen kimsede aranan şartlar hakkında şöyle diyor :

«Yedinci şart şer'î Hükümleri bilmesidir. İlmi şer'î hükümlerin esaslarını bilmeye ve teferruatını tatbike şâmil olmalıdır. Şeriatın esasları (dörttür : Birin­cisi --Nâsih, mensuh, muhkem, müteşâbih, genel ve özel, mücmel ve müfesser hüküm ihtiva ettiğini doğru şekilde bilecek tarzda Allah (Azze ve Celleym. ki­tabını bilmek. İkincisi -Hz. Peygamber (SaUaîlahü Aleyhi ve Seilem)'in söz ve fiillerinden meydana gelen £âbit sünnetini, mütevâtir veya ehad olup olma­dığını, hangi yol ile geldiğini, sıhhat ve fesadını, ve sevep ve ıtlakını bilmek. Üçüncüsü -İcmâ ettiklerine tâbi ve ihtilâf ettikleri yerlerde de görüşü ile içti­had etmesi için Selefin üzerinde birleştikleri ve ihtilâf ettikleri hususları bilmek. Dördüncüsü -Meskût geçilen teferruata ait noktaları, üzerinde konuşulmuş esaslara kıyas yapmayı ve onunla birleştirmeyi bilmek, bu suretle ahkâmı anlama ve hak ile bâtılı ayırma usûlünü bilmek.

O halde hâkimin ilmi bu dört esası ihata ederse, dinde müçtehid sayılır ve fetva ve hüküm vermesi caiz olur; ondan fetva ve hüküm vermesini istemek de caizdir. Eğer hâkim bu şartları ihlâl eder ve onlardan dışarı çıkarsa, içtihad ehli olmaktan çıkar, artık fetva ye hüküm vermesi caiz olmaz,» (Age, sh: 66).

[234] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 393-394.

[235] Mâverdî,  sn. 66.

[236] Bkz. Dr.  Ris, sn. 248,

[237] Mâverdî, sh. 17. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 394-396.                                                                            

[238] İbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh. 692. (Kitapta referans bu şekilde olmakla birlikte, zikredilen sh.de bu bilgiler yer almamaktadır,)

[239] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 396.

[240] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 397-398.

[241] Mâverdî, sn. 19.

[242] Aynı yer.

[243] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 398-399.

[244] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 399.

[245] Aynı kaynak, sn. 6. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 399.

[246] Aynı kaynak, sn. 20.

[247] Ebu Yâîe, sh. 4.

[248] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 399-400.

[249] Nisa, 141.

[250] Nisa, 141.

[251] Maverdî, sh. 65.

[252] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 401.

[253] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 401.

[254] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 401-402.

[255] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 402.

[256] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 402.

[257] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 402.

[258] Dr. Ris, sh. 252-253.

Buharı, 61. Kitabül' Menakıb, 2. Babu Menakıbı Kureyş.

Müslim,  33. Kitabül' Imare, 1.  Babu-n'   Nasi,   tebau-n  li  Kureyşi-n' ve-1* Hilafeti fi-1' Kureyş.

(*)    İbni Mace, 24. Kitabu-11 Cihad, 39. Babu taati-1* İmam, No. 2860.

[259] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 402-403.

[260] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 403-404.

[261] İbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh. 693-696.

[262] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 404-407.

[263] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 407.

[264] Ehu Yâle, sh. 3,

[265] Mâverdî, sn. 6.

[266] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 407-408.

[267] Aynı kaynak, sh, 7. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 408-409.

[268] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 409-410.

[269] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 410.

[270] Aynı kaynak, sn. 6,

[271] Ebu Yâle, sh. 7,

[272] Mâverdî, sn. 8. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 410-412.

[273] Aynı kaynak, 9. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 412-413.

[274] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 413.

[275] Birinci Akabe biat!, bi'setin 12. senesinde vukubulmugtur. Medine'den gelen 12 şahıs, Mekke yakınlarında Akabe'de Hz. Peygamber  (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) ile buluştular ve müslüman olacaklarına, ona itaat edeceklerine, şirk, zina, hırsızlık ve adam Öldürme fiillerinden usal: duracaklarına dair söz vererek Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem)'e biat ettiler.

İkinci Akabe biati ise, bi'setin 13. senesinde vukubıılmuştur. Medine'den ge­len 73 şahıs, Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) ile bir araya gelmiş ve onu hicrete davet etmişler ve ona, müslüman olma ve ona yardım ve himaye sözü vererek biat etmişlerdir.

[276] Ağaç biati hakkında Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır :

iAndolsun ki Allah mü'minlerden —sertinle o ağacın altında bîat ederler­ken—mazi olmuşdur.» (Feth, 18).

Bunun sebebi şudur : Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) Hudey-biye'de konakladığı zaman, Cevas bin Ümeyye El-Hazaî'yi, görüşmek üzere Mek-kelilere gönderdi. Habeşliler mani olmalarına rağmen, üzerine atılıp onu öldür­düler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem), Osman hin A-f-fan (Radiyallahü anh)'ı onlara gönderdi. Hz. Osman (Radiyallahil anh)'m dönüşü gecikti, müslümanlar onun Öldürüldüğü zannına kapıldılar. Bu durum üzerine Hz. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem), 1500 kişi olan sahabelerini o müşriklerle savaşmak üzere kendisini biata davet etti.

[277] îbn-t Haldun, Mukaddime, sh. 719-720.

[278] Subhu'1-Âşa, c. IX, sh. 273.

[279] Feth, 10.

[280] Dr. Ris, sh.  165-166. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 413-415.

[281] Biati, Endülüs Hâkimi (Valisi) Ebu Abdullah hin Yusuf bin Hud yap­mıştır. Bu biat çok uzun olup, yaklaşık 7 sahifedir. Ralkaşandî, Subhu'l-Âşa isimli kitabının 9. cüz'ünde sn. 301-308 zikretmektedir.

[282] Feth, 10.

[283] Feth, 10.

[284] Furkan, 74.

[285] Aynı kaynak, sn. 301-309. Kalkaşandî kitabında çeşitli biat şekille­rini zikretmektedir. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 416-418.

[286] Aynı kaynak, sn. 275. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 418.

[287] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 418.

[288] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 418.

[289] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 418.

[290] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 419.

[291] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 419.

[292] Aynı kaynak, sn. 275-278. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 419.

[293] Aynı kaynak, sh. 279.

[294] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 420.

[295] Bu konuda Süyutî'mn Halifeler Tarihi'nc bkz. sh. 61-66.

( * )    Müslim : 4. Kitabü-s' Salât, 21. Babu İstihlafi-I' İmamı Iza unza lehu öcrün. Hadîs No. 95 (418).

Buharı :   10.   Kitabû-1'  E^an,   39.   Babu  Hadcll'l-Mariz   en  Yeşhede-1'

Cemaa.

(**)    Buharî:  64. Kitabu-1' Megazî, 83. Babu Meriza-n' Nebiyyü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve Yefatühü.

Müslim : 4. Kitabu-s' Salât, 21. Babu İ'timamü-r Memura bl-1' İmam, 93 (418).

(*) Buharı : Kitabu-s' Salât. Babu İmameti-1' Abdi ve-1' Mevlâda Hz. Âişe (Radiyallahu anha)'dân.

(*)    Ebu Davud :  Kitabü-s' Sünne, 11. Babu-n' fi Istihlaf. Ebu Bekir.

( * )    Buharı : KitabÜ-s' Salât, Babu Haddi-1' Merîz'de.

(** ) Müslim:   44.  Kitabu Fadali-s'  Sahabe,   1.  Babun  min  Fadaile Ebi Bekri-s' Sıddıyk. H, No. 11. (2387).

[296] Müsnedi îmam Ahmed b. Hanbel. C. VI, Shf. 47. Hz. Aişe (R.A.).

Tabakat-ı İbni Saad. Müsned-i Tayalisİ. H. No. 1508.

[297] Tîrmîzî : 46. Ebvabu-F Menakıb, 16. Babıı fadl-i Ebi Bekir.

İbni  Mâce:    Mukaddime,    11.   Babım  fi Fadaile  Ashabı  Resulillah (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) No, 97.

[298]  Buharı

[299] Buharî Fadaiii, Ashabı-n' Nebiyyi, Babu kavim Nebiy Suddü-1* Ebvabe.

[300] Buhar! Fadaili-s' Sahabe.

[301] Kitabu Fadaile Ashabı-n Nebiyyi  (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) 5. Babu Kavli-n' Nebiyyi (Aleyhisselâm) Lev kün kü müttehizen Halîlen. Müslim : 44. K. Fadail-Is' Sahabe, Bab. 1. Hadîs No. 10/2386.

[302] Buharı :   63. Kitabu Menakıbe-1' Ensar,  45. Babu Hicreti-n1  Nebiyy (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'de.

Müslim :   44. Kitatm Fadail-es'  Sahabe,   1. Babun Min Fadaile Ebu Bekir, Hadîs. No, 2/2382,

[303] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 420-426.

[304] Bkz. Aynı kaynak, sh. 27-60.

[305] Aynı kaynak, sh. 67-68.

( * ) Buharı :  6'ö. Kits-ıbu Menakîbı-1' Ensar, 45. Babu Hicreti-n' Nebiy'de. Müslim : 44. Kitabu Fadaile-s' Sahabe, 1. Babu-n' min fadaüe Ebi siîir, Hadîs No. 2/^382.

[306] Taberî, e. III, sh. 203. Siyer kitaplarında birçok rivayet yer almak­tadır. Hiç biri de bu mâna diçma çıkmamaktadır.

[307] Yunus,  18.

[308] Aynı kaynak, sn. 207-208.

[309] Ekz. Dr. Bahit, sn. 36-38

[310] Aynı Kaynak, sn. 45. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 426-438.

( * )  Tirmizî, 46. Ebvabtt-V Menakıb, 17. Bablm Fadaile Ömer (R.A.).

[311] Buhar:, 59. Kitabu Bed'I-1' Halk, 11. Babu Sıfatı İblis ve Cunuduhu. Müslim, 44. Kitabu Fadailt-s' Sahabe, Bab : 3. H.N. 22/2396.

[312] Buharî : Kitabu-1' Fadail, Babu Fadaile Ömer. Müslim, 44. Kitabu Fadaile-s' Sahabe, Bab: 2. Hadîs 23  (2398).

[313] Buharı, 8. Kitabu-s' Salât, 32. Ma Cae fi-1' kıbîeti. Müslim, 44. Hadîs 24 (2399).

[314] Aynı yer,

[315] Şu   kitabımıza   bkz.   El-Hticahu'l-Cemâiyyu   fi't-Teşrii'l-İktisadî'l-İslâmî, sh. 408.

[316] E§-Şeyhan, sh, 130. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 438-442.

[317] Tarih., c. IV, sh, 51; İbn-i Sâd, Tabakat, c. III, ah. 122.

[318] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 442-446.

( * ) Buharî, 62. Kitabu Fadaile Ashab-in Nebiyyi, 5. Babu Kavli-n* Nebi, Lev küntü Müttehizen.

Müslim, 44. Kitabu Fadai'1-es' Sahabe. 3. Bab. Hadîs No. 36  (2401).

(**) Tirmizî, 46. Bbvabu-1' Menakıb, 18. Babu «Üsbtit Hıra' feleyse aleyke illa Nebiyyün ve Sıddıykun ve Şehiydani» No. 3701. Nesaî, 20. Kitâbu-1' Abbas, Bab: 4.

[319] Bkz. Süyutî, Tarih., siı.  147. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 446-448.

[320] Bu konuda bkz. Taberî, Tarih, c. V, sn. 34-37.

[321] Aynı ks,ynak, sh. 43.

[322] Kehf. 45-46.

[323] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 448-454.

( * )  Buharı, 64. Kitabu-I' Megazi, 78. Babu Gazveti Tebük. Müslim, 44. Kitabü-1' Fadail-is' Sahabe, 4. Babu Fadaili. Ali b. Ebu Talib (Radiyallahu anh) 30 (2404). Tirmizî, 46. Ebvabu-1' Menakıb. Babu «Ene Darü-1' Hikmeti ve Aliy-yu-n' Babuha» No. 3726. İbnü Mace : Mukaddime. Bab : 11. No. 115.

(**) Buharı, 58. Kitabu-1' Cihad ve Siyer, Bab: 102. Müslim, 32. Kitabu-1' Cihad ve-s1 Siyer. Bab : Gazveti Zi Kared ve Gayriha. No.  132  (1807).

[324] Yani mes'eleyi konuştular, müzakere ettiler.     

[325] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 454-456.

[326] Süyutî, Tarih, sn. 174-176.

[327] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 456-458.

[328] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 458.

[329] Sh. 15

[330] Sh. 11.

[331] Mâverdî, sh. 15-16. Mâverdi'de yer alan bu ifade Ebu Yâle'nin kita­bında yer alan İfadeye çok benzemektedir.

[332] Mâverdî, sh. 205. Mâverdî, insanlar arasında yardımların dağıtılma­sını tafsilatıyla anlatmaktadır.

[333] Es-Siyasetü'ş-Ser'iyye, sh, 14-15,

[334] Enfal, 27.

( * ) Müslim, 33. Kitabu-1' İmare, 4. Babu, Keraheti-1' İmareti bi gayri zaruretin  16   (1825).

( ** ) Buharı, Kitabu-1' İlmi, 3. Babu Men Suile İlmen ve Hüve MÜste-gıllün fi Hadisini.

[335] Aynı kaynak, sn. 14.

[336] Mâverdî, sh. 16.

[337] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 458-465.

[338] İslâm'da Yasama Organının vakfesi, İslâm dininde yer alan pren­siplerden istifade ederek kanunlar vaz'etmeye inhisar eder. Ancak açık naslara (hükümlere) aykırı olmamak şartiyle ve toplumun menfaati nazara alınarak ka­nun konulabilir.

[339] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 465-467.

[340] Nisa, 58.

( * ) Müslim, 33. Kitabu-1' İmare, 8. Babu Vucubi taati-1' Ümera, Hadîs No. 38/1839.

(•• ) Müslim, 33. Kitabü-1' İmare, 13. Babu Mülazemeti-r Müslimin, Ha­dîs No. 58  (1851).

[341] Mâverdl, sh. 58.

[342] Aynı kaynak, 59.

[343] Aynı kaynak, 61.

[344] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 467-469.

[345] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 470.

[346] Aynı kaynak, 17.

[347] Bu konunun tafsilâtı için bkz. Aynı kaynaK, sh. 20.

[348] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 470-473.

[349] Bu görüşler için bkz. Dr. Ris, sh, 294-297.

[350] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 473-475.

[351] Modern Siyasî Düşünce ve.Anayasa Hukuku âlimleri, âmme organ­larının zulmüne kargı vatandaşların isyan hakkı üzerinde durmuşlardır. Ana­yasaların hakkında hüküm sevfcettiği bu hak, hukukî güvencelerden biri olup. anayasa prensiplerine hüımeti temine kâfi gelmemektedir. Özellikle, idareciler temel hak ve hürriyetlere saygı göstermiyorlar ve kabul edilmiş anayasa pren­siplerine dayanmıyorlarsa.

Şartlar ne olursa olsun, beşerî kanunlar, direnme, isyan hakkını kabul ve itiraf da zorlukla k?.ış-la;maktadırlsr. Devletin emniyet ve istikrarını tehdit eden her şey cezalandırmayı gerektirir. Bu, —bazı hallerde-isyanın zulme karşı di­renmek içm tıcü ve mantıkî bir yol haline gelmesine mani olamamaktadır. Bu yol, anayrcaja hürmeti temin eden bir vesile (vasıta) olarak, bilmezlikten ge­linmesi mümkün olmayan realist ve değerli bir vesiledir.

Şüphesiz, temci bîr prennrp olsn-ak bu düşünceyi kabul etmek, devlet ida­recilerini, hukukî hükümlere veya haîkm temayüllerine aykırı hareket etmekten korkup çekinmeye ssvkeder. Çünln onlar, halkın kendi aleyhlerine olarak pusuda beklediklerine ve işlemlerini takip ettiklerine ihtimal verir ve kendilerine verilen yetkileri kötüye kullanmaları halinde, kendilerini hesaba çekeceklerini düşü­nürler.

Hıristiyanlığa bpkacak olursak, ilk devirlerde, kilise adamlarının, iktidara, kaynağını. Allah'dan alması sebebiyle hürmet göstermek gerektiği görüşüne da­yanarak, idarecilere karşı direnme fikrini kabul etmediklerini görürüz.

Dünyevî iktidarla mücaclelesüı^en sonra kiî'sc görüşünü değiştirmiştir. Sainî Thomas D'Aguİno, Devlet Başkanı, ilâhî kanunlara bağlı kaldığı müddetçe ona itaat etmek gerektiğini söylemiştir. Eğer bu i'aM ksnunla?: dısraa çıkarca azli gerekir. Saint Thomas, direnmenin meşruiyeti için. direnmenin zarurî olması ve zulmü ortadan kaldırmak gayesiyle ona başvurmanın Aşınılmaz olmasını şart koşmakta ve direnmenin husule getirdiği zararların, ortadan kaldırılması için, direnmenin meşru olduğu istibdadın zararlarından büyük olmaması gerektiğini belirtmektedir.

Modern asırdaki Siyasî Düşünce âlimleri ise, diktatör idarecilere karşı di­renmede halkın hakkının derecesi inerinde farklı görüştedirler. Bir kısmı, halkın direnme hakkını inkâr etmektedir. Bu grubun liderliğini Nicolo MachiavelH yap­maktadır. Onun görüşüne göre, bir dikta iktidarına karşı direnmek gereği, insanî değerlendirmeler için tor ölçü husule getirme? ve farklı gayelerin vesilelerine tâ­bidir. Ondan sonra Hobbes gelmektedir. Bu filozof, devlet başkanının mutlak iktidarı olduğunu kabul etmektedir. Bu temayül ve görüşlere rağmen, Siyasi: Dü­şünce âlimlerinin büyük kısmı, bu hak, görmezlikten gelinmesi mümkün olmayan ahlâkî ve siyasî değerler üzerine kurulduğu için, halkın bu hakkım kabul et­mektedirler.

Bu hak mevzuunda lehde ve aleyhde söylenenler ne olursa olsun, diren­me, halkın, siyasî iktidarların zulmüne karşı kendisini koruyabileceği mantıkî "* bir yol  (metod) olarak devam edecektir. Ve bu hakkın zarar ve tehlikeleri olmakla birlikte, zulüm ve haksızlıkların zararı ve tehlikesi daha büyük ve acıdır 1 (Bkz. Remzi §âir, age, sh. 617-638).                                                                        

[352] Mâide, 2.

[353] Hucurât, 9.

[354] Bakara, 124,

[355] Bu konuda tafsilât için bkz. Dr. Yusuf Musa, age, sh. 153-160; Dr. Ris, age, sh. 304-307.

[356] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 475-477.

[357] Mâverdî, sh. 10.

[358] Aynı kaynak, 9.

[359] İbn-i Haldun, Mukaddime, sh. 721-722.

[360] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 477-478.

[361] Mâverdî, sh. 9.

[362] Aynı kaynak, 10.

[363] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 479-480.

[364] Aynı yer.

[365] İtnA Haldun, Mukaddime, sn. 723.

[366] Aynı kaynak, 724.

[367] Mâverdl, ah. 10.

[368] Dr. Ris'den naklen, sh. 196.

( * ) Buharı, 6. K. Megazî, Babu Gazvetü Mute.

[369] Kanaatimce, birden çok kişiye veliahdlik verilmesi akdi, aklen ve şer'an kabul edilemez. Çünki, halife için kendisine bir veliahd tâyin etmesini caiz gördüğümüze göre, veliahdın halifeliği dönemi İçin veliahdını seçmesi caiz olmaz. Böyle bir seçim, veliahdını seçme hakkı ortadan kalkan ikinci halifeye bir kötülüktür (zarardır).

[370] Ebu Yâle, sh. 9.

[371] Kalkaşandî, c. IX, sn. 360-362.

[372] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 480-487.

[373] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 487.

[374] Kıyamet, 11.

[375] Mâverdî, Edeb., sh. 9.

[376] İbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh. 773.

[377] «İslâm Medeniyetn'nûen     (tere :   Dr. Muhammed Abdülhâdi, c. I, sh. 150).

[378] Mukadidrae, c. II, sh. 778.

[379] Aynı kaynak, sn. 776-777.

[380] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 487-490.

[381] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 490.

[382] Taahâ, 29-32.

[383] Taahâ, 29-32,

[384] Mâverdî, sîı, 22.

[385] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 491-492..

[386] Aynı yer.

[387] Aynı yer.

[388] Aynı kaynak, sh. 23-24.

[389] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 492-494.

[390] Ebu Yâle, Sh. 14. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 494-495.

[391] Mâverdî, sn. 25. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 495-496.

[392] Aynı kaynak, sh. 25-26. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 496-497.

[393] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 497-498.

[394] Aynı kaynak, sh. 27. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 498

[395] Ebu  Yâle, sh.  16.

[396] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 598-500.

[397] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 500

[398] Mâverdî, sn. 28. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 500-501.

[399] Ebu Yâle, sn. 29. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 501

[400] Mâverdî, sn. 29. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 501-502.

[401] Mâverdî, Edeb, sh. 2-3. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 502-504.

[402] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 504.

[403] Aynı kaynak, sn. 10.

[404] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 504.

[405] Aynı kaynak, sh. 13.

[406] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 505-506.

[407] Aynı Kaynak, 18.

[408] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 506.

[409] Aynı kaynak, sn. 21.

[410] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 506.

[411] Aynı kaynak, sh. 31.

[412] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 506-507.

[413] Aynı kaynak, sh. 35.

[414] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 507.

[415] Aynı kaynak, sh. 37.

[416] Bunlar, Mâverdî'nm «Edeb'ül-Vezir» isimli kitabında zikrettiklerin­den kısa bir parçadır. Metni kısaltmakla, birlikte aslî ifadeleri muhafaza etmeğe gayret ettim. Bu risale 58 sahifedir ve vezirlere nasihatlara ait olup, onların hak­larına, vazifelerine, âmirlerine ve mâiyetindekilere muamelelerine ait esasları be­lirten, gayet değerli ve faydalı bir eserdir. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 507-508.

[417] El-Fahrî  fi  Âdâbi's-Sultaniyye,  sn.   121.

[418] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 508-509.

[419] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 509.

[420] Bkz. Adam Metz, İslâm Medeniyeti, sh. 154.

[421] Vezirlerin hayatı hakkındaki tafsilât için şu esere bkz: Tevfik Sul­tan El-Özbekî: «Abbasî Devletinde Bakanlıkların (Vesaret) Doğusu ve Gelişimi» (Arabca, Master tezi). Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 509-510.

[422] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 511.

[423] Bkz. Corci Zeyüan, c. I, sh. 150.

[424] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 511-512.

[425] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 512.

[426] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 512-513.

[427] Bkz. Dr. İbrahim Hasan ve Dr. İbrahim Hasan, age, sh. 154.

[428] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 513-514.

[429] Prof. Adam Metz, İslâm Medeniyeti, sn. 143.        

[430] Bkz. Dr. İbrahim Hasan ve Dr. İbrahim Hasan age, sh. 161.

[431] Aynı kaynaktan naklen, sh. 162. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 514-515.

[432] Bkz. Aynı kaynak, sn. 163.

[433] Aynı kaynak, sn. 164. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 515-516.

[434] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 516.

[435] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 516.

[436] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 516.

[437] Mâverdî, sh. 30.

[438] Ebu Yâle, sn. 12. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 516-517.

[439] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 517.

[440] Aynı kaynak, 18.

[441] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 517-518.

[442] Emîr'de  bulunması  gerekli  şartlar  konusunda,   halifede  bulunması gerekli şartlar bahsine bkz.

[443] Mâverdî, sh. 30. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 518.

[444] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 518-519.

[445] Ebu Yâle, sh.  18. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 519-520.

[446] Mâverdî, sh. 31.

[447] Age, sh. 19.

[448] Mâverdî, sh. 31-32. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 520.

[449] Mâverdî, sh. 31-32. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 520-521.

[450] Aynı kaynak, sh. 32,

[451] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 521.

[452] Aynı kaynak, sh. 32. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 521-522.

[453] Ebu Yâle, sh. 20. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 522.

[454] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 522-523.

[455] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 523.

[456] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 523.

[457] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 523.

[458] Mâverdî, sn. 33.

[459] Aynı kaynak, sn. 30.

[460] Aynı kaynak, sn. 33.

[461] Bu konuda bkz. Dr, His, sn. 234.

[462] Mâverdî,  sn.  34.

[463] Bkz. Ebu Yâle, sn. 22. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 523-525.

[464] Bkz. Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 526.

[465] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 526.

[466] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 526.

[467] Mâverdî, sn. 35-5S. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 526.

[468] Hac,  39.

[469] Nisa, 91.

[470] Tevbe, 123.

[471] EnJal, 15-18. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 527-528.

[472] Eski zamanda muntazam ve dislplinü bir ordunun mevcut olduğa bilinmemektedir. Savaş halinde, disiplinsiz ve intizamsız b?r şekilde, her taraftan gelen insanlar toplanır ve çarpışmaya katılırlardı. Savaş sona erince de, eski iş­lerine dönerlerdi.

Muntazam bir ordu kuran ilk devlet Mı su- Firavun devletidir. Kızıl Deniz sahili halkını kendilerine tâbi kılmak için zenci ve Hamsilerden meydana gelen bir ordu teşkil edilmişti. Bu ordu, Milâddan Önce 20. Yüzyılda kurulmuştur.

Rivayet edildiğine göre muntazam bir orduyu, ilk cîefa bugün bilinen harp esaslarına uygun olarak kuran 7/. Ramses'âlr. Ba.bil3.iler ve Pcrsler bu düzeni firavunlardan almışlardır.

Atina devleti kurulunca, bu tsnzim tarzını eski Mısırlılardan iktibas etmiş­lerdir. Daha sonra birçok askerden meydana gelen birlikler kurmuşlar ve bir­birini tâkibeaen bölümlere ayırarak, arka arkaya dizilen ve her biri diğerinin arkasında, ellerinde mızraklar taşîyan birlikler teşkil etmişlerdir.

Roma devleti kurulunca, küçük birîikîcr dinenini Yunanlılardan almışlar ve buna mangalar ve bölükler ilâve etmişlerdir. BöUikier 10 mansada meydana gel­mekteydi. Bu nizam İslâm ordularının fethine kadar devam etmiştir.

İslâm'dan önce Arapların ordu nizamı yoktu. Çünki, birçok kabilelerden meydana geliyordu. Harbetmek istedikleri zaman, kabile esasına göre çarpışıyor­lar, bazıları süvari, baklan yaya olarak, câhil^yye devrinde bilinen silâhları kul­lanıyorlardı. Bu silâhlar, yay, mızrak ve kıîmç idi. (Bkz. Ccrci Zeydan, asû> sn, 166-169)

[473] Tarih, e. IV, sh. 196.

[474] Bkz. Dr, Salih, sh. 488.

[475] Taberi, Tarih, c. II, sh. 188.

[476] Mâverdî, sh.  35.

[477] Enfal, 46.

[478] Ebu Yâle, sh. 23-25. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 528-533.

[479] Cord Ze&dan, sh. 209.

[480] Mümtehine, 13.

[481] Nisa, 59.

[482] Mâverdî, sn. 49-52.

[483] Bu mevzuların tafsilâtı için bkz.    Mâverdî, sh. 24-35;     Ebu Yâle. sh. 22-34. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 533-545.

( * )   îmam Nesaî, Sünen :  Kitabu-t' Tahrim-id' Dem. Babu-1' HÜkmi-1' Mürted'de.

[484] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 545.

[485] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 545-546.

[486] Bkz. Bedaiu's-Sanai', c. VII, sh.  134.

[487] Mâverdî, sh.  55-56.

( * )   Nesaî, Kitabu-t' Tahrimü-d'dem. Babu-zikri ma yahillü bini Demu-1' Müslim.

[488] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 546

[489] Hucurât, 9.

[490] Mâverdî, sn. 60-61.

[491] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 547-549.

[492] Mâide, 33,

[493] Mâverdî, sh. 62.

[494] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 549-550.

[495] Ebu Yâle, sh. 42.

[496] Mâverdî, sh. 63.

[497] Aynı kaynak, sh. 64,

[498] Bkz.  Tertibu'l-Kamusi'l-Muhit,  c, III,  sh.  568. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 550-551.

[499] Sebe, 14,

[500] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 553-554.

[501] Bkz. Dr. Aclânî, sn, 367.

[502] Bkz. Dr. ibrahim Hasan ve Dr. İbrahim Hasan, sn. 273.

[503] Bkz. Corci Zeydan, sh. 244.

[504] Mâverdı,  sh.  79.

[505] Nisa,   65.

( • )   Müsned-i Ahmed b. Bambel, C. 6, Shf. 290-291.

[506] Bundan önce tahrici ve metni birkaç defa geçti, oraya bakılabilir.

[507] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 554-558.

[508] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 558-559.

[509] Bkz.  Dr.  MedJcû,  sh.  333.

[510] Bkz.  Dr.  İbrahim Hasan ve Dr.  İfr:ahim Kasan,  sh.  277.

[511] Bkz. Huderî, sn.  114-120.

[512] Bkz. Dr. İbrahim Hasan ve Dr. İbrahim Hasan, sh. 278. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 559-563.

[513] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 563.

[514] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 563-564.

[515] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 564.

[516] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 564

[517] Bkz. Bedayiu's-Sanayi', c. VTI, sn. 3.

[518] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 564-565.

[519] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 565.

[520] Mâverdî, sh. 65.

[521] Ebu  Yâle,  sh.  44. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 565.

[522] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 565-566.

[523] Nisa,  141.

[524] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 566.

[525] Bedayiu''s~Sanayi', c. VII. sn. 3. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 566.

[526] Mâverdî, sn. 66. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 567.

[527] Aynı yer.

[528] Bedaiu's-Sanayi', c. VII, sh. 3. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 567.568.

[529] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 568.

[530] Saad,  26.

[531] Mâverdî, sh. 31-32. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 568-569.

[532] Bedayiu-s' Sanayi.

[533] îmam Ahmed b. Hanbel. Müsned'de Enes b. Mâlik (R.A.)'dan.

[534] Beâayiu's-Sanayi', c. VII, sh. 3.

[535] Kasas,  83.

[536] Yusuf,   55.

[537] Bkz. Mâverdî, sh, 74-75,

[538] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 569-571.

[539] Bkz. Arnus, sh. 72.

[540] Huderî, sh.  230.

[541] Bkz. Kasanı, c. VII, sh. 4. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 571-573.

[542] Mâverdi,  sh.  69.

[543] Aynı kaynak, 70. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 573-575.

[544] Aynı kaynak, 70-71. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 575-577.

[545] Aynı kaynak, 72-73. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 577-578.

[546] Aynı kaynak, 73.

[547] Bkz. Arnus, sh. 91-92.

[548] Bkz. Aynı kaynak, 93.

[549] Bkz. Medkûr, sh. 3S6. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 578-580.

[550] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 580.

[551] Mâverdî, sh. 73.

[552] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 580-581.

[553] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 581.

[554] Kasam, Bedaiu's-Sanayi', c.  VII,  sh. 8.

[555] îbn-t RÜsd, c, II,  sh.  512.

[556] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 581-582.

[557] Kanaatimce müçtehid hâkim, hükümleri anlamada içtihad yapa­bilir ve hukukçuların görüşlerine uygun veya aykırı olsun, içtihadının kendisini ulaştırdığı neticeyi tatbik eder. Onların söylerinden sonra görüş olmaz diye ke­sip atamayız, çünki bu, îçtihad kapısının kapanması mânasına gelir, iddiası doğru değildir.

[558] Enbiya,  7.

[559] Kasanı, c. VII, sn. 4. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 582-584.

[560] Aynı kaynak, 5. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 584.

[561] Aynı kaynak, 6. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 585.

[562] Aynı kaynak, 7. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 585-586.

[563] Aynı kaynak. 14.

[564] Bkz. Dr. Medkûr, sn, 389. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 586-587.

[565] Kasanı, c. VII, sh.  16, Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 587-588.

[566] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 588.

[567] Bkz. Reddü'l-Muhtar, c.  IV, sh.  316.

[568] Aynı yer.

[569] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 589.

[570] Bkz. Kâsanî, c. VII, sh. 9-12.

[571] Bkz. Reddü'I-Muhtar,  c, IV,  sh.  317. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 589-590.

[572] Bkz. Kâsanî, c. VII, sh.  9-12.

[573] Bkz.  Aynı kaynak,  9-13. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 590-592.

[574] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 593.

[575] Bkz. Dr. Tamam, sn. 313.

[576] Maverdl, sh. 77. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 593-594.

[577] Bkz. Dr. Salih, sh. 295.

[578] Bkz. Maverdî, sh. 78.

[579] Bkz. Dr. Acîanî, sh. 360. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 594-595.

[580] Maverdî, sh. 77. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 595-596.

[581] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 596-597.

[582] Bunun için bakınız : Maverdî, sh. 80-83.

[583] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 597-599.

[584] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 599.

[585] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 599-600.

[586] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 600-601.

[587] Bu 10 kısım için hliz. Maverdî, sn. 80-83. Biz, El-Ahkâmü's-Sultanıy-ye'de mevcut hükümleri mümkün mertebe muhafazaya çalıştık.

Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 601.

[588] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 601.

[589] Maverdî, sîı. 77. Benzer fikirler Ebu Yale'nin El-Amâmu's-Sulta-niyye adlı kitabında da vardır, sh. 58.

[590] Üstad   Muhammed  Ebu  Zehra'nın   «Velâyetü'l-Mezâlim  fi'î-İslâm» isimli incelemesi, İlim, Sanat, Edebiyat ve Sosyal İlimleri Koruma Yüksek Kon-yesînin kontrolü altında, Kahire'de, 23-27 Ekim 1960 tarihinde toplanan, Birinci Hukuk ve Siyasî İlimler Semineri'ne sunulmuştur.

Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 601.

[591] Dr. Medkûr, sh. 404.

Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 602.

[592] Bkz. Es-Sulutâttü's-Selâse, sh. 313.

[593] Maverdî, sh.  83-84. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 602-603.

[594] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 603.

[595] Maverdî, sn. 87. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 604-606.

[596] Maverdî, sh. 90

[597] Bu kısım, Maverdî'nin kitabı ile, sh. 84-93; Ebu Yale'nin kitabında mevcut kısımların, sh. 64-71 özetidir.

[598] Bkz. Ebu  Yâle,  sh. 71. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 606-609.

[599] Âl-i  İmrân,   104. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 609-610.

[600] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 610-611.

[601] Hac,  41.

[602] Tevbe,  112.

[603] Müslim rivayet etmiştir.

[604] Mübarek, sh. 76.

[605] Bu konuda  bkz.  Aclanî,  sh.  205-207

[606] Bkz. İbn-i Teymiyye, sh. 78.

[607] Bkz. Seyzeri, age.

[608] Bkz. Aynı kaynak, 108.

[609] Bkz. Mübarek, sn. 82.

[610] İbn-i Teymiyye, sh.

[611] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları:611-617.

[612] Âl-1 îmran,  104.

[613] Tevbe,  71.

[614] Şu   kitabımıza    bkz.   El~İHicahu'l~Cemaiyyu   fi't-Teşrii'l-İktisadi'l İsîâmî, sh. 362. Bu kitapta, devletin iktisadî faaliyetleri kontrol vesilesi olarak Hisbe Teşkilâtından bahsettik.

[615] Tbn-i  Teymiyye, Siyase,,  sh. 337.

[616] tbn-i Haldun, Mukaddime, c. II, sh, 746.

[617] Tevbe, 71.

[618] Tegabun,   16.

[619] îbn-i Teymiyye, sh. 8.

[620] Şeyzerî,  sh. 6.

[621] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 617-620.

[622] Mâverdî,  sh.  24.

[623] Bkz.  Şeyzerî,  sh.   10.

[624] Âl-i îmran, 159.

[625] Şeyzerî, sh. 9.

[626] Mâverdî, sn. 242. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 620-622.

[627] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 622.

[628] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 622-623.

[629] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 623.

[630] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 623-624.

[631] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 624.

[632] Aynı kaynak,  243. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 624.

[633] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 624-625.

[634] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 625-626.

[635] Mâverdî, sh. 31-32. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 526.

[636] Bkz. Ebu  Yâle, sh. 275.

[637] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 526-527.

[638] Bkz. Mâverdî,  sh.  243-258;  Ebu  Yâle, sh. 271-290. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 627-628.

[639] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 628-629.

[640] Aynı yer. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 629.

[641] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 629.

[642] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 629-630.

[643] Şeyzerî, sh, 88. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 630.

[644] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 631.

[645] «Hipokrat»   eski  bir  Yunan  hekimidir,   Ona   «Tıbbın  Babası»   ismi verilir. M.Ö. 460 yılında doğmuş, tıb tahsili yapmış, Atina'da doktorluk yapmış­tır. Sonra çocuklarına da öğretmiş, onlara üzerinde yürüyecekleri bir esas vaz'et-miş ve doktorluk yapacak kimsede bulunması gereken şartları bildirmiştir.

[646] Bkz. Şeyzerî, sh. 99.

[647] Aynı  yer.

[648] Aynı kaynak, 89-94. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 631-632.

[649] Bu temizlikte kullanılan bir kâğıttır.

[650] Bkz.  Şeyzerî, sh. 86-88 Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 632-633.

[651] Aynı kaynak, 22-23.

[652] Aynı kaynak, 27.

[653] Aynı kaynak, 34.

[654] Aynı kaynak, 40. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 633-634.

[655] İbn-i  Teymiyye,  Siyase.,   sh.  241-242.

[656] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 634-635.

[657] Şeyzerî, sh.  11-12.

[658] İbnu'l-Uhuvve,  sh.  78-89. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 635-636.

[659] Şeyzerî, sh. 14. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 636.

[660] İbnü'l-Ühuvve,  sh.  83-85. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 636-637.

[661] El-Ezur, eğik demektir. Bundan maksat, terazinin iki tarafının düz olmamasıdır.

[662] El-Cibs, bir taştır, su ile karıştırılır, bırakılırsa kurur ve parlak olur

[663] Şeyzerî,  sh.  20. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 637.

[664] Şu   kitabımıza    bkz.    El-Hticahu'l-Cemâiyyu    fi't-Teşrii'l-İktisadî'l' İslâmî, sh.  363.

[665] Mâverdî,   sn.   253.

[666] İbnü'l-Uhuvve, sh. 52. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 637-638.

[667] Bkz. Seyzerî,  sh.   12.

[668] Bkz. İbn-i Teymiyye, Siyase., sh. 244.

[669] 372 dipnotımclaki eserimize bkz. sh. 370.

[670] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 638-639.

[671] Aynı kaynak,  377.

[672] Şeyzerî,  sh.  12. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 639-640.

[673] Aynı kaynak, sh.  103.

[674] Mâverdî,  sh.  256.

[675] Aynı kaynak, sh. 245.

[676] Aynı kaynak, sh. 247.

[677] Aynı kaynak, sh. 247.

[678] Aynı kaynak, sh. 247.

[679] Aynı kaynak, sh. 248.

[680] tbnü'l-Uhuvve, sh. 180.

[681] Mâverdî, sh. 255.

[682] Aynı kaynak, sh. 257.

[683] Müslim : Mâlik b. Ya'ser.

[684] İbnü'l'ühuvve, sh. 216.

[685] Mâverdî, sh. 257. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 640-643.

[686] Mübarek, sn. 73.

[687] Şeyzerî, sn. 9-10.

[688] 372. dipnotundaki kitabımıza bkz. sn. 366.

[689] Hucurât, 9.

[690] Mâverdî, sn. 258-259. Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 643-645.

[691] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 649-655.

[692] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 657.

[693] Dk. Muhammed Faruk En-Nebhan, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, Sönmez Yayınları: 659-674.