İKİNCİ BÖLÜM... 3

DÖRT MEZHEP İMAMI. 3

İmamı Azam Ebu Hanıfe Ve Hanefi Mezhebi 3

İmam Malik Ve Maliki Mezhebi 6

İmam Malik'in Eserleri: 7

İmam Şâfi Ve Şafii Mezhebi 8

İmam Ahmed Bin Hanbel Ve Mezhebi 10

Hz Ebu Bekir (Ra): 16

Hz Ömer (Ra): 17

Hz Osman (Ra): 17

Hz. Ali (Ra): 18

a- Selefiye Mezhebi: 20

Allah'ın Eli Onların Elleri Üstündedir.". 20

b-Maturidi Mezhebi: 21

1- Kitabut-Tevhid: 21

2- Tevilatu'l-Kur'an: 21

c- Eş'ari Mezhebi: 21

Neden Birden Fazla Mezhep Vardır?. 22

Fukahanın Tabakaları 26

1- Müctehid Fişşer'i: 26

2- Müctehid Fil Mezheb: 26

3- Müctehidi Fil Mesele: 26

4- Eshabı Tahric: 27

5- Eshabı Tercih: 27

6- Eshabı Temyiz: 27

7- Mukallidi Mahz: 27

1-   Müetehidi Müstakil: 27

2-   Müetehidi Müntesib: 27

3- Müctehid Fil Fetva: 27

4- Müctehid Fil Mezheb: 27

Fıkhın Tanımı 30

a- Dünyevi Hüküm: 32

b- Uhrevi Hüküm: 32

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 33

TAHARET.. 33

4- Temiz Ve Temizleyici Olan Su: 35

2- Temiz Ve Temizleyici Olmakla Beraber Kullanılması Mekruh Olan Su: 35

3- Teiniz Olduğu Halde Temizleyici Olmayan Sular: 35

4-Necis Olan Su: 35

Altın Ve Gümüş Kapların Hükmü: 36

Altın Ve Gümüş İle Yamalı Kapların Hükmü: 36

1-Muğalleze Necaset: 39

2-Muhaffefe Necaset: 39

3-Mutavassita Necaset: 39

Ağır Necisler Şunlardır: 40

Hafif Olan Pislikler: 41

Abdest (Vudü)'İn Farzları: 43

Abdestin Ruh Ve Beden Üzerindeki Olumlu Etkileri: 43

Abdestin Farzları: 43

Abdestin Sünnetleri: 45

Abdestin Mekruhları: 47

Abdestin Edepleri: 47

Abdesti Bozan Şeyler (Nevakızü-ı Vudü): 48

Gusül (Boy Abdesti): 49

Guslün Mekruhları: 50

Guslü Gerektiren Haller: 51

Îstihaze: 53

Teyemmümün Niteliği Ve Farzları: 55

Teyemmümün Şartları: 56

Teyemmümün Farzları: 56

Teyemmümün Sünnetleri: 56

Teyemmümü Bozan Şeyler: 57

Mestler Üzerine Mesh Etmek: 58

Meshi Bozan Şeyler: 58

İstinca Ve Adabı: 60

Hayız (Aybaşı/Adet Görme): 62

Hayız Ve Lohusalığın Hükümleri: 64

Özür Kanı (İstihaze): 65

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 66

NAMAZ.. 66

Ezan: 66

Ezanın Sıhhatinin Şartları: 67

Ezanın Sünnetleri: 68

Namaz. 71

Namaz Dinin Direğidir.". 72

Namazı Dosdoğru Kılınız.". 72

Namazın Farzları (Şartları Ve Rükunları) 78

Namaz Kılınması Caiz Olmayan Ve Mekruh Olan Vakitler: 83


İKİNCİ BÖLÜM

 

DÖRT MEZHEP İMAMI

 

Mezhep, gidilecek yer, gidilecek yol anlamındadır. Mecazi ola­rak görüş, kanaat, inanç ve doktrin anlamında kullanılmaktadır. Te­rim olarak" bir müçtehide mahsus ve fer'i olan ictihadi hükümler ile bu hükümlerin ispatına yarayan delillerdir"şeklinde tarif edilmiştir. Buna göre islamda imam veya müçtehid kabul edilen bir kişinin anlayış ve izahlarından meydana gelen itikadi (inançla ilgili), fıkhi (uy­gulama ile ilgili, hukuki) veya şer'i (dini) yol demek olur. Maturidilik, Hanefilik... gibi.

Diğer dinlerde de durum aynıdır. Dinlerin inanç esasları ve uy­gulamalarıyla ilgili farklı yorum ve anlayışlara dayanan sistem ve teşkilatlanmalar mezhep olarak isimlendirilir. Peygamberlerden son­raki devirlerde aradan zaman geçtikçe ihtilaflar çıkmış ve çeşitli gö­rüşler ortaya atılmış, bu anlaşmazlık ve görüş ayrılıkları mezhepleri doğurmuştur. İslam mezhepleri arasında fikir ayrılıkları siyasi, itika­di veya hukuki ne olursa olsun dinin esasını inkâra götürmez. Mez­hepler insanlara kolaylık sağlayarak islamı yaşanır hale getirmişler­dir.

 

İmamı Azam Ebu Hanıfe Ve Hanefi Mezhebi

 

İmam-ı Azam (en büyük imam, en büyük lider demektir). Asıl adı Numan, künyesi Ebu Hanife olan îmam-ı Azam, soy tarafından arap değildir. Belki hür fars neslindendir. H. 80'de Kufe'ye bağlı An-bar köyünde dünyaya gelmiş. 150 tarihinde Bağdat'ta ölmüştür. Al­lah (cc) gani kendisine rahmet etsin. Amin, Amin , Amin. O büyük islam liderin babasının ismi Sabit Bin Züvata El-Ku-fı'dir. Emevi ve Abbasi devletlerinin yükseliş zamanında yaşadı. 6 ta­ne sahabe-i kiram gördüğü için tabiinden sayılmıştır. Enes Bin Ma-lik'i görüp ondan:"İlim tahsili her müslümana farzdır" hadisini rivayet ettiğide söylenmiştir.

Ehli reyin imamı, Iraklıların fakihidir. Hanefî mezhebinin kuru­cusudur. İmam-ı Şafii onun hakkında: "İnsanlar fikıhda Ebu Hani-fe'ye iyâldir." demiştir. Kufe'de kumaş ticareti ile geçimini temin et­miştir. İmam-ı Azam'm annesi, babası Sabit öldükten sonra îmam Cafer-i Sadık ile evlenmişti. İmam-ı Azam bu zatın yanında yetişmiş­tir. İmam-ı Azam'a uyanlardan her birine Hanefi veya Hanefıyyul Mezhep denir. Sabit, îmam Hz Ali'nin hizmetinde bulunmuş ve kendi nesli için onun duasını almıştır. İmam-ı Azam hazretleri bütün ehli sünnet tarafından saygı duyulan dört büyük müçtehidin birincisidir. İmam-ı Azam denilince yalnız ve yalnız bu hatıra gelir.

İlmi, zekası, zühd ve takvası çok yüksekti. İçtihadmdaki yük­seklik mezhebindeki kolaylık ve ekmellik bütün müslümanlar tara­fından benimsenmiştir. İmam-ı Azam'm yetiştirdiği alimler arasında güçlü müctehidler vardı. Fakat tamamı da İmam-ı Azam'a tâbi, ta­mamı da Hanefi mezhebinin fıkıh alimlerinden sayılmışlardır.

Bunların en büyükleri İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer'dir. İmam Ebu Yusuf un adı Yakup İbni İbrahim El En-sari'dir. Dedesi Sa'd (ra) ashabı kiramdandır. Hicretin 113. yılında Kufe'de doğmuş.

182 veya 192 tarihinde Bağdat'ta ölmüştür. Harunurreşid'in zamanında kadılar kadısı olarak görev yapmıştır (Kadııl kudat). İmam Muhammed, Hasan Şeybani'nin oğludur. Babası Şamlı­dır. Hicretin 135. yılında Vasıt'da doğmuş olup, Kufe'de yetişmiştir. 189 tarihinde Rey şehrinde vefat etmiştir(ra). Din üzerine 99 kitap yazdığı rivayet edilmiştir. El-Mebsut, El-Ziyadat, El-Camiussağir, El-Siyerul Kebir, El-Siyerulsağir adlı kitaplar bunlardan bazılarıdır. Bu kitaplarda ki meselelere "Zahirur Rivaye"denir. Kitaplara da Zahirur Rivaye kitapları denir. Hanefi mezhebinde en geçerli rivayetler bun­lardır.

İmam Züfer, İsfahan ve Basra'da valilik etmiş olan Huzeyl a-dında bir zatın oğludur. Hicri 110 yılında doğmuş ve 158 tarihinde Basra'da ölmüştür(ra). Hanefi mezhebinin ihtilaflı meselelerinde ön­ce İmam-ı Azam'm sonra İmam Ebu Yusufun sonra İmam Mu-hammed'in sonra İmam Züfer'in görüşü ile işlem yapılır. Bu bir esas ve temeldir. İmam-ı Azam tevhid inancını savunmuş bu konuda "Kfıkhul ekber" adlı eserini yazmıştır. O talebesi ile birlikte islam hu­kukunu geliştirmiş, fıkhın gelişmesi için temel kuralları yani fıkıh metodolojisini kurmuştur. İşte onların çokça çalışmaları için metod-lu, sistemli bir hukuk ilmi(fıkıh) ortaya çıkmıştır.

İmam-ı Azam önce Emevilerin kadılık teklifini reddettiği gibi daha sonra kurulan Abbasi devletinin kurucularından Halife Man-sur'un kadılık teklifrnireddeti. Hem kadılık teklifini redettiği hem de siyasi bakımdan Hz Hasan'm torunu İbrahimi desteklediği için Ha­life Mansur İmam'ı dövdürdü ve tevkif ettirdi. İmam 70 yaşında iken hapishanede secdede iken Allah'ın rahmetine kavuştu. Kendisinin zehirletildiği de rivayet edilir. Elli bin den fazla insan cenazesine iş­tirak etmiştir.

İmam-ı Azam, ilmi Hammad B. Ebi Süleyman'dan aldı. O da İbrahim En-Nihai'den aldı. İbrahim de Abdullah İbni Mesud'un tale­besi Alkame B. Kays'dan aldı. İbni Mes'ud reyle içtihada meylederdi. Hz Ömer onu Küfeye gönderdi. O da fıkıh meselelerine istinbat zekâvetina hazırlandı. Zira O Irak'ta görev yaptığı için ve kendisine islam ahkamı sorulduğundan öyle ahkâmlara cevap vermek ge­rekiyordu. Cevabı ise ictihad rey ile olurdu. Ondan sonra talebeleri onun izini takip ettiler. İşte rey ile ictihad Irak'ta yayıldı. Irak'ın u-leması bu özelliği ile nam aldılar. Bunun için Irak alimleri (ashab-ı rey) ismini aldı. Medine alimleri ise ashab-ı hadis adını aldı. Zira Me­dine Peygamber (sav)'in meskeni, vahyin münzel yeri ve ondan son­rada ashab-ı kiram'ın meskeniydi.

Hz Ebu Bekir, Hz Ömer, Hz Osman zamanında islam merke­ziydi. İşte Peygamber (sav)'in hareketini gören ve ondan hadis dinle­yen sahabenin ekserisi orada bulunduğu için özel olarak bir yer kıl­dı.

İmam-ı Azam Irak'ta mahiriyet adını taşıdı. Bu yüce makamına Maliki, Şafii ve zamanın ekseri uleması şahit oldu ve kabul ettiler.

İmam-ı Azam mezhebi Fars, Bağdat beldeleri Buhara, Hind, Yemen, Mısır, Şam vesai islam ülkelerinde yayıldı.İmamı Azam kendi kazancı ile geçinirdi. Cevazı ruhsatı terkederdi. Ticaretle uğraşırdı ve bu işte mahirdi. Küfe şehrinde dükkânı vardı. Ortakları olup uzak memleketlere alışverişe giderlerdi. Kazancı İle talebelerinin ihtiyaç­larını alır kendi evine bol bol harcardı. Evine harcadığı kadar fakir­lere sadaka verirdi. Her cuma günü anasının babasının ruhu için fa­kirlere ayrıca 20 altın dağıtırdı. Ortaklardan birinin çok miktarda bir malı şeriata uygun olmayarak sattığını anlayınca bu maldan kaza­nılan 90 bin akçanm hepsini fakirlere dağıttı.

Davud-i Tai (ks) anlatıyor: Tam 20 yıl Ebu Hanife'ye hizmette bulundum. Bir kere olsun ayağını uzattığını görmedim. Bir gün de­dim ki: İnsanların yanındayken ayaklarınızı uzatmıyorsunuz. Hiç ol­mazsa insanlar gittikten sonra yalnız kalınca olsun ayağınızı uzatıp İstirahat buyursamz. Bana cevabı şöyle oldu: Ben asıl insanlar gi­dince ayağımı uzatmaktan korkarım. Çünkü Rabbimin huzurunda olduğumu yalnızken daha fazla düşünürüm.

Bir gün bir talebesi imama: İnsanlar sizin için geceleri uyuma­dığınızı söylüyorlar dedi. Cevabında bundan sonra geceleri uyuma­yacağıma söz veriyorum dedi. Talebeleri niçin diye sorunca Allah'u teala: Öyle kullar vardır ki yapmadıkları şeylerle kendilerinin methe-dilmesini isterler buyuruyor. Şimdi ben o insanlardan olmamak için uyumayacağım dedi ve otuz sene bir rivayete göre kırk sene geceleri uyumayıp yatsının abdesti ile sabah namazını kıldı. Birçok kıymetli kitapta secde etmesinin çokluğundan Ebu Hanife'nin dizleri deve di­zi gibi sertleşmişti. 55 defa hacca gittiği rivayet edilir. 99 defa Al­lah'ın cemalini rüyada görmüştür. Hatta ve hatta ki yüz defa cemali rüyada görmüştür. İmam Malik onun için: "Ebu Hanife'nin mantığı o kadar kuvvetlidir ki şu direk altındır dese onu ispat edebilir" demiş­tir.

İmam Şafii onu şiir ile medhetmiştir:

Hz Numan'ın zikir bahsi bize tekrarlayın şüphe yok ki onun zi­kir bahsi ne kadar tekrar edersen tekrarı hakiki miskdir öyle misk ki ondan zevk ve sefa alıyoruz, "(rahmetullahi aleyhim ecmain Amin.)

İmam-ı Azamın fıkıhta takip ettiği kaidesi ve usulünü bizzat kendisi şöyle açıklıyor: "Ben evvela Allah'ın kitabında olanları alırım. Onda bulamazsam peygamberin sünnetinden alırım. Allah'ın kita­bında ve peygamberin sünnetinde bulamazsam o zaman ashabın sözlerini alırım. Onlardan dilediğimin sözünü alır, dilediğimi bırakı­rım. Onların sözünden başkasına bakmam. Fakat tabiilerin sözleri ise onlar ictihad etmiş kimselerdir. Bende onlar gibi ictihad ederim."

Tabiilerin en meşhurları bunları söyleyebiliyoruz: Hasan Basri, İbrahim Nahai, Şa'bi, îbni Şirin, Ata, Said Bin Müseyyeb. Fıkıhtaki olan delilleri ise şöyle toparlayabiliriz:

1- Asli deliller: Kitap, sünnet, icma ve kıyas

2- Fer-i deliller: Kitap, sünnet ve icmaya muhalif bir durum hu­sule getirmeyen ve meşruiyeti bu üç esastan biri ile bilinen istihsan, istishab, tahkimi hal ve adet...vb.

îmam-ı Azam'ın hadislere karşı tutumu nasıldı? Kesinlikle Al­lah'ın (cc} dininde yalnız rey ile konuşmazdı. Zira sözlerinde açıkça müşahade ediyoruz:  "Allah'ın diniyle ilgili şahsi kanaatinize göre hüküm vermekten sakınınız. Sünnete tabi olunuz. Kim ki sünnetten ay-nlırsa dalalete düşer, sapıtır." Yine onun sözü ile söyleyelim; Resulullah (sav) her şeyi söylemiştir. Her söylediği şey baş göz üzerinedir. Kendisine iman ettik, söylediğinin olduğu gibi olduğuna şehadet e-deriz.

Onun fıkhına "rey fıkhı" denmesi onun dinde kendi reyiyle hü­kmettiğini anlatmaz. Bu söz mecazidir. İmam-ı Azam(ra) ve ashabı nasslar karşısında Hz Ömer, Abdullah Bin Mes'ud, İbrahim En-Nehai'nin hassasiyeti almışlardır. Ebu Hanife (ra) fakih ve müctehid olan bir ravinin rivayet ettiği hadisleri kıyasa denk olsa bile yine kı­yasa tercih ederdi. (Onun aksine yani Maliki mezhebinde kıyasa denk olmayan hadisler kabul edilmez. Böyle iki delilin muarazası halinde kıyas tercih edilir.) Şu halde o, ashabın ve tabiinin rivayet ettiği mürsel hadisleri kabul etmektedir. Bununla beraber muhad-dislerin tümü mürsel hadisleri sened ve hüccet olarak kabul etme­mişlerdir. İmam-ı Azam'ın kendisinden şöye rivayet edilmiş: "Allah'ın peygamberine muhalefet edene Allah lanet etsin, Allah onunla bize ikram etti. Onun sayesinde bizi kurtardı."

Şu olay bize sadık ve şahit olarak göstermektedir: İmam Mu-hammed Bakir (İmamiye fırkalarının en meşhurlarmdandır. İsmaili-ye fırkası onun imamlığında kesinlikle ittifak etmişlerdir). Medine'de görüştükleri zaman aralarında şu konuşma cereyan eder:

Muhammed Bakir-Sen ceddim Resulullah'm dinini ve hadisle­rini kıyasla değiştiriyörmüşsün demiş. îmam-ı Azam'ın o zata cevabı şöyle olmuştur: -Allah (cc) korusun öyle şeyler nasıl olur? diye cevap vermiştir. Bundan sonra konuşma tarzı şöyle olmuştur: Belki değiş­tirdin? Siz layık olduğunuz makama oturunuz. Ben de sana karşı bana yakışır şekilde yerime oturayım. Çünkü sana karşı sonsuz saygı ve hürmetim vardır. Size karşı ceddinizin hürmetine kesinlikle sizlere saygı, hürmet göstermek lazım ve elzemdir. Zatınıza karşı üç sualim var:

1- Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? Kadının hissesi mirasta kaçtır?

Erkek mirasta payı iki alır, kadın ise bir alır. İşte bu ceddin ya­ni Resulullah'ın mukaddes sözü değil mi?Eğer ve şayet ben onun di­nini bozmuş olsam kıyasa göre erkeğin payı bir, kadının payını ikiye çıkarırdım. Zira kadın çalışmaya kudreti azdır ve kazancı da azdır. Lakin ben kesinlikle kıyas yapmıyorum. Nassla işlem amel ediyo­rum.

2- Namaz mı daha Allah'ın (cc) nezdinde kıymetlidir yoksa oruç mu? Namaz daha kıymetlidir. Ceddinin sözü de aynen öyledir. Eğer ben onun dinini bozmuş olsaydım kadın kendi özüründen temiz olduktan sonra kıyasa karşı namazını kaza yapmasını emreder, oru­cunu kaza ettirmezdim. Kesinlikle ben kıyasla öyle şeyler yapmıyorum.

3- İnsanın sidiği yani bevli mi daha pistir yoksa meni mi?

Bevl daha pistir. Eğer ben ceddinin dinini kıyaslarımla değiştir­miş olsaydım, kıyasa nazaran bevlden yani sidikten sonra gusül yapmasını, meniden sonra da abdest almasını emrederdim. Lakin ben hadise karşı aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak ceddin Resu-lullah'ın dinini değiştirmekten Allah'a sığınırım. Böyle şeylerden Al­lah beni muhafaza etsin. Bu konuşmadan sonra Muhammed Bakir ayağa kalktı. Ebu Hanife'yi kucakladı ve alnından öptü. Bunu Mu­vaffak Mekki, Menakıb'mda alınmıştır.

Bazı çevrelerce İmam-ı Azam'ın îbni Halud gibi yalnız on yedi hadis rivayet ettiği iddiası, gülünç ve gizli düşmanlıktan meydana gelmektedir. Öyle kimselerin kuru bir iddia ve gizli düşmanlıkların­dan başka senedleri kesinlikle yoktur.. Şu halde ictihad şartları bir adamdan olmazsa nasıl ictihad yapabilir. Meseleler halledilirken iç­lerinde kırk kadar içtihada ehil zatın varlığı bilinen bir şuranın süz­gecinden o meseleler geçerdi. Hulefa-i Raşidin'in rivayet ettiği hadis­ler adet olarak Ebu Hureyre(ra)' in rivayet ettikleri hadisler adet ola­raktan daha azdır. Şu halde denilirse Hulefa-i Raşidin hadiste pay­ları azdır, yetersizdir demek kesinlikle doğru değildir.

Bir de Yahya Bin Nasr şu sözleri söylemiştir: Ebu Hanife'nin yanma gittim. Onun evi kitaplarla doluydu. Bunlar nedir dedim? İmam-ı Azam cevabı bana "hadistir" dedi. Bu kitaplardan faydalanı­labilecek olan az miktarını rivayet ettim" dedi. Buhari, Müslim ve di­ğer sünen sahipleri huffazdan bunlar hepsi muasır bir taifedir. On­lar islam fıkhının tedvininden sonra ortaya çıktılar ve hadislerden bir kısmını topladılar. Onlardan önce yaşamış olan müctehidler yani müctehid imamlar hadis ve diğer malzeme yoluyla daha zengin kim­selerdi. Onların yanında nihayetsiz bir merfu, maktu, mürsel, ha­disler deryası, sahabe ve tabiinden menkul fetva kaynakları vardı,

Müctehid imamların kitaplarına ve musannefatlarına baktığı­mız zaman bütün hadis çeşitlerini bulabiliriz. Kütüb-i Sitte müellif­lerinden önce yaşamış olan bu zatlar ve bu zatların arkadaşlarıdır. Onlar için hadislerin senetlerini keşif, kontrol etmek çok kolaydı. Zi­ra Hz Peygamber'e (sav) çok yakındılar. Bu zatlardan sonra gelen kimselere Kütüb-ü Sitte'ye ihtiyaç olmaları ve ihticac edilmesi yalnız ve yalnız onlara hastır.

İmam-ı Azam'ın hadisteki bilgisi orada dursun o zatın bilgisi nâkid ve (tenkid edici) cerh ve ta'dil sahibi olduğu bir gerçektir. Şu şekilde örnek verebiliyoruz: Tirmizİ "İllerinde Yahya El-Hımmâni'den şunu rivayet etmiştir: Ebu Hanife'yi işittim şöyle diyordu - Cabirul Cüfı'den daha yalancısını, Atâ'dan daha efdalini görmedim. Özetle İmamın (ra) cerh ve ta'dil rivayet ve hadis usulüne ilişkin sözleri he­saba gelmez. Eski ve yeni muhaddisler onları nakletmek ve onlarla amel etmekten geri durmamışlardır.

Bunların hepsi fıkıhta olduğu gibi hadis ilminde de en büyük imam ve müctehid olduğuna delalet etmişlerdir. Zaten şuuru yerin­de olan ve insaflı kimse kabul etmiştir. Hatta ve hattaki Zehebi ve başkaları gibi. Zehebi'nin talebesi olan İmam Tacu'd Bin Subki Tabakatuş- Şafıiyyetil Kübra'sında kendi üstadının ta-rihçei hayatını söylerken şöyle diyor: Şeyhimiz, üstadımız, imam, hafız Şemsü'd-Din Ebu Abdullah Et- Türkmâni Ez Zehebi asrın mu-haddisidir. Cerh ve ta'dil mevzunun şeyhi ve bütün yollarda ricalinin yürümesini sağlayan destektir. Sanki bütün imamlar bir yerde top­lanmışlar da Zehebi onlara bakmış ve orada hazır olanlardan onların huzurunda bulunmuş olanın ihbarını nakletmeye başlamış biridir.

Zehebi Ön sözünde bu tezkire ilm-i Nebevi'nin hamalesi (taşıyı­cıları) olanlardan ta'dil edilenlerinin (adaleti sübut bulmuş olanların) isimlerini cem eder. Ta'zif (zaif addetme), tevsik (güvenilir bulma) ve tashih (sahihleme) ve tezyifde (delil almaya değer bulmama, layık görmeme, küçümseme) bu zevatın ictihadlarma müracaat edilir de­diği "Tezkiretü'l Huffaz" da İmam-ı Azam Ebu Hanife'yi de hadis ha­fızları meyanmda zikretmektedir.

İbni Haldun: "Ebu Hanife'nin hadis ilminde büyük müctehid-lerden biri olduğuna, onların mezhebine olan itimatları, onun ilm-i hadise olan düşkünlüğü, red ve kabulde sadece hadise itibar eder. Demiştir." Şayet İmam-ı Azam bu zamana kadar yaşasaydı yalnız ve yalnız dört halife devrinde bilinen hadisleri alırdı. Zira dört halife zamanında bilinmeyen bir hadisi ki sonra bilinmesi düşünülmezdi.

Müteehhirin keşfettiğin ülkelere gezmeler yaparak incelediği halde Hicaz, ivedine ve Irakeyn (Küfe ve Basra) halkı yanında bir izi­ne küsüf olmazsa kesinlikle hüccet ve delil olamaz. Bu hadisler yani dört halife zamanlıda bilinen hadislerden biriside imamın hıf-zmdan kaçmamıştır. ÇürıKü onun ilmi Hicaz, Medine, Küfe ve Basra da bi­linen hadislerin hepsini zaptediyordu. Eğer kendisine bazı ha­dislerin gizli kaldığını kabul olursa bile talebeleri yani İmam Mu­hammed, Ebu Yusuf Züfer, lbnu-1 Hüzeyl, İbnul Mübarek, Hasan Bin Zeyyad vs hadislerin kaydını, tedvini zamana yetişmişlerdir. Bu zatlar Imam-ı Azam'ın kıyaslarından hadise muhalif gördüklerini ka­bul etmemişlerdir. Şu halde kesinlikle Hanefi mezhebi İmam-ı Azam ve zikir ettiğimiz talebelerinin sözlerinin, cemiyetin toplamından mey­dana gelmiştir.

Vaktaki El Hatibu'l Bağdadi Şam'a geldi. Onun yanında Dâre-kutni ile îbn Şahih'in "Müsned-i Ebu Hanife" adlı eserlerini getir­miştir. Bu iki rnüsned sözü edilen on yedi müsnedden başkadır. Bununla beraber İmam-ı Azam'm hadiste yetersiz olduğunu söyle­mek ve bunda inad etmek hased ve taassubdan başka kesinlik bir şeyin ifade etmez. A'meş'in dediği gibi bizde diyoruz: " Muhad dişler eczacı, fakihler ise tabib ve doktordur. Sen ise ey koca adam! Hem eczacı hem de doktorsun."                                                              :

İmam Ebu Yusufun sözünü özenle inceleyelim. "Ebu Hanife bir görüş üzerinde karar verdiği zaman onun görüşünü destekleyen bir hadis veya eser bulabilmek için Küfe şehrinin alimlerini dolaşır­dım. Bazen iki veya üç hadis bulur onu getirirdim. O, hadislerin ki­misine "bu sahih değildir" veya " ma'ruf değildir" derdi. Ben de ona "senin görüşüne uygun olduğu halde bunların (illetini) nasıl biliyor­sun? derdim. Bana "ben Küfe ulemasının bütün ilmini bilirim" derdi. El-Hayratu'1-Hisan'da şöyle deniyor: "İnsanlardan bir kışımı Ebu Hanife'yi mürcieden saymaktadır. Bu söz kesinlikle yanlıştır. Zira Mevakıf Sarihi diyor ki: Mürcieden olan Assan, Ebu Hanife'yi de mürcieden sayıyor ve kendi fikrini ona da nisbet ediyor. Bu İmam-ı Azam'a kesinlikle iftiradır. Sonra Amidi diyor ki: O'nu ehli sünnet mürciesinden saymış olmaları gerek. Zira Mü'tezile ilk zamanlarda kader meselesinde kendilerine her muhalif olana mürcie damgası vuruyordu. Ebu Hanife de iman eksilmez veya artmaz dediğinden ameli imandan geri bırakır zannettiler ve mürcieden saydılar.

Bilindiği gibi mürcie ircad edenler demektir. İki anlama gelir: Birincisi geri bırakmak, mühlet vermek, ikincisi ise ümit vermektir. İmam Cafer Eş- Sizâmiri, Şakikul Belhi'nin şöyle rivayet ediyor: "İ-mam-ı Azam Ebu Hanife insanların en çok vera sahibi olanlarından, en alimlerinden ve en çok ibadet edenlerindendi." İmam-ı Rabbani "İmam-ı Azam (ra)'a muhalefet etmekten Allah'a (cc) sığınırım "diyor.

 

İmam Malik Ve Maliki Mezhebi

 

Maliki mezhebinin kurucusu İmam Malik'tir. Hicretin 93 (m. 711) tarihinde Medine'de doğmuş, 179 h.(m.795) tarihinde yine Me­dine'de vefat etmiştir. Babasının adı Enes'tir. Enes'de b. Ebi Amir El Asbahi Yemen'de bulunan Zi Asbah kabilesine mensuptur. Tabiin­den sonra Dari'l Hicre'nin (Medine) fıkıhta ve hadiste imamdır. Velid Bin Abdüîrnelik zamanında doğmuştur. Reşit zamanına kadar ya­şamıştır. Medine'den hiçbir yere göç etmedi, ölünceye kadar orada kaldı. O da İmam-ı Azam gibi Emeviler ve Abbasiler zamanında ya­şadı. Onun hayatının ekserisi Abbasiler zamanına rastladı.

İslam devleti İmam-ı Azam ve İmam Malik devrinde genişledi. Batıda Atlas okyanusuna, doğuda Çin'e uzandı.Endülüs'ün fethi ile de Avrupa içlerine genişledi. Genç yaşta Kur'an-ı Kerimi ezberlemiş, ondan sonra da RabiaturReyden rey fıkhını öğrenmiştir. Daha sonra îbni Hürmüz'den ilim tahsil eden imam bu hocasının yanında fazla kaldığı için o da onun gibi şöyle demiştir: "Bir alim talebesine la edri (bilmiyorum) demeyi miras olarak bırakmalıdır." Onun hocaları iki grubda ayrılırdı:

a- Fıkıh ve rey hocaları.

b- Hadis ve rivayet hocaları.

Onun hocalarının zikrolunan isimlerinden başka şu isimleri sayabiliyoruz: Ebuz-Zinad, Yahya Bin Sais El Ensari, îbni Şihab, Ez Zühri... Bunların içinde Ebuz Zinad ve İbni Şihab rivayete, Rebia ve Yahya Bin Said gibilerinin fıkhı ise reye dayanmakta idi. Hocaları, hadis rivayeti ve fıkıh fetvaları verme yeteneğine sahip olduğuna şe­hadet edince rivayet ve fetva işine başladı. Kendisi de "70 üstad be­nim yetkili olduğuma şehadet etmeseydi bu içtihada girmezdim ve başlamazdım" demişti.

İmam Malik Mescidi Nebevi'de ders verirdi. Oturduğu yeri ise Hz Ömer (ra)'ın hüküm, kaza ve meşveret İçin oturduğu yerdi. Me­dine'deki evi Abdullah Bin Mesud'un (ra) eviydi. İmam Malik iki dal­da tedrisat yapardı:

1- Hadis dersleri

2- Fetva İşleri

İkinci Abbasi halifesi olan Ebu Cafer El Mansur devrinde Mu-hammed En-Nefsü'z Zekiyye ile ayaklananlar ve aleviler İmam Ma-lik'in sık sık tekrarladığı:"İkrah karşısında kalan kimsenin andı, ye­mini geçerli değildir" hadisini delil göstererek halifeye yapılan biatin mutebersiz olduğunu söylüyorlardı. Medine Valisi İmam Malik adı­na, bu hadisi rivayet etmeye mani olmuştur. Aynı zamanda bir mec­liste aynı hadisi İmam Malik'e sormuştur. O da yani îmam da (ra) aynı hadisi söyleyince bunu devlete zarar verdiği için bir suç olarak saymıştır. Ve kendisini yakalayarak, işkence etmişlerdir. Kırbaçla vururmuş. Bir kolu da omuzundan çıkarılmıştır.

Mansur'dan sonra gelen halifelere karşı bir mürşit olarak meş­hur imam gerek yazılı gerek sözlü olarak idarecileri irşad yönüne gi­derdi. İmam Malik (ra) Arap bir ebeveynin çocuğu olarak hayata göz­lerini açtı. "Peygamberin (sav) ayak bastığı yere hayvan ayağı basa­maz" diyerek hep yaya olarak dolaştığı bu mukaddes şehirde h. 179 yani 86 yılında ardında koca bir mirası bırakarak fani hayattan ay­rıldı (ra).

İmam Ebu Hanife ile görüşen İmam Malik'in görüşmesinden sonra Saad Bin Leys'e söylediği şu sözü meşhurdur: "Ebu Hanife be­ni terletti. Ey Mısırlı o gerçek bir fakiktir". Sonra da Saad Bin Leys di­yor ki: "Sonra Ebu Hanife ile karşılaştım ve ona Malik'in senin de­diklerini kabul edip seninle konuşması ne güzel şey dedim. Ebu Ha­nife de İmam Malik'ten süratli ve gerçek cevap veren ve gerçekçi, hakiki, kusursuz eleştirici kimseyi görmedim" dedi.

İmam Malik, Hz Peygamber'i (sav) o kadar severdi ki ona saygı­sından dolayı zayıflığına ve yaşının epey ilerlemiş bulunmasına rağ­men Medine içinde hayvana binmemiş: "Allah Resulünün naşının defn olduğu şehirde hayvana binmem demiştir." İmam Malik'in züh­dü, takvası nihayetsizdi. Zira Cafer İbni Süleyman tarafından dövül­müş lakin peygamber soyundan gelen bu Medine valiye hakkını he­lal etmiştir. Zira peygamber sülalesinden gelen bir insana öteki dün­yada dava açmaktan korkuyorum demiştir.

İmam Malik'in çıkardığı ictihadlara uyan mezhebe "Maliki mez­hebi" denir. Mezhebi önce Endülüs'e sonra bütün Meğrib'e (Fars'a) yayılmıştır. Şimdi ise Sudan, Fas, Trablusgarp, Cezayir ve Yemen ta­raflarında kabul edilmiştir. İmam Malik'in usulü bir hüküm çıkarır­ken evvela Kur'ana sonra da sünnete başvurmasıdır. Yalnız sünne­tin üzerinde özenle çok durmuştur. Hicaz alimlerinden olan büyük muhaddislerin rivayetlerine güvenerek öyle hadisleri sabit görürdü. Başka yollarda ise Medinelilerin işleri, amelini, mütevatir ve meşhur sünnetten sonra kaynak olarak kesinlikle kabul ederdi. Hatta vi hat­ta ahad hadislere tercih ederdi. Medinelilerin amelini hüccet say­mayanları ta'yıb ederek kınardı. Çünkü iman Leys Bin Saad'a gön­derdiği mektupta bu minvelin üzere meydana gelmiştir. Kur'an, sün­net ve Medinelilerin amelinden sonraki sırayı sahabi fetvalarına verir ve onların fetvaları amel edilmesi vacip olan bir hadis olarak kabul ederdi.

Tabiilerin üzerinde Medinelilerin ihtilaf etmedikleri fetvaları da alır ve delil olarak kesinlikle kabul ederdi. Bunlardan sonra ise kı­yas, istihsan ve mesalihi mürseleyede kabul ederdi. Kıyas hüküm bakımından onun mukabilinde bir nass olmayan bir meseleyi hük­me bağlayan ve aralarında müşterek bir illet sebebiyle hakkında bir nass ve delil bulunan meselenin aynı hükmüne bağlamaktır.

İstihsan, cüzi maslahatın hükmünü kıyasın hükmüne tercih etmektir. Ona göre istihsan, nass bulunmayan yerde maslahatın hükmüne kabul etmek ve uymaktır. İsterse kıyas bulunsun isterse bulunmasın bu konuda fark etmez.

Mesalihi Mürsele hakkında müsbet ve menfi özel bir delil bu­lunmayan maslahatlardır. Hanefılerde istihsan, Safirlerde kıyas ve Maîikilerde istislah bu üç mezhepte birinin yerini tutan delillerdir. î-mam Malik'e göre asli delillerden biri de Sadd-i Zerayi'dir. Bu usule göre harama götüren bir şey o da haramdır. Helale götüren bir şey helaldir. Maslahata götüren bir şeyde o da matlubdur.

 

İmam Malik'in Eserleri:

 

Muvatta adlı olan eseri vardır. Hem hadis hem de bir fıkıh ki­tabıdır. Muvatta sahih hadis, haber ve eserleri, sahabe ve tabiin fet­valarını da içine bulmaktadır. İmam Malik zikr olanlardan hangisi bulmuş ise onu seçmiş ve hüküm verirken onu söylenmiştir. Muvat­ta kitabı İmam Malik'in (ra) mesleğini, fıkıhtaki olan tariki ve fer'i meseleleri nasıl çözdüğünü belirten ve tafsilat gösteren bir kitaptır. Yalnız İmam Malik bu kitapta usul kaideleri icmali olarak zikret­mektedir. Ondan sonra onun mezhep salikleri onun fıkhından belirt­mişlerdir. Muvattanın hadis yönünü ise bir rivayete göre ihtidasında Muvattadaki hadislerin sayısı on bindi. Şu halde imamın bu adedin üzerinde tasarruftan olacak Muvattanın değişik nüshalarında cem ettiği hadislerin sayısı ise değişiktir.

Ebu Bekir Ebheri, Hz Peygamber'den sahabe ve tabiinden nakl olunan âsarm 1720 olduğunu söylemektedir. Bunların içinde mev­kuf olanlar 613, tabiinden olanlar ise 230' dur demiştir. Muvattanın en meşhuru ise iki şahıs tarafından rivayet olunmuştur:

1- Yahya Bin Leysi El Endülüsi 'nin rivayetidir.

2- İmam Ebu Hanife'nin talebesi Muhammed Bin Hasan Eş Şeybani'nin rivayetidir.

İmam Malik zamanında senede kıymet vermek yaygın olmadığı için İmam Malik rivayet ettiği hadislerin hepsini senet olarak Resu-lullah'a (sav) ulaştırmış değildir. İmam Malik'in başka bir eseri ise El Müdevvenei Kübra'dır. Yalnız şu fark vardır; Muvattayı bizzat İmam Malik yazmıştır. Bunu ise İmam Malik yazmamıştır, ondan sonra öğ­rencileri yazmıştır. İmam Muhammed (ra)'in, îmam-ı Azam (ra)'m ve imam Ebu Yusuf (ra)'un ictihadlarmı toplaması gibi. Fakat İmam Malik'in fetvalarının nakledilmediği konularda ise İmam Malik'ten rivayet edenlere kıyasla ictihad ederek derlemişlerler. İşte bu kitaba Müdevvenei Kübra adını koydular. Bu kitabı da Sehnün rivayet et­miştir.

imam Şafii şöyle diyor: "Alimler yad edilince İmam Malik bir yıldızdır. İmam Malik ile İbni Üyeyne olmasaydı Hicazın ilmi söner ve kaybolurdu." Zeheb Takatu'l Hufaz da şöyle demiştir: "İmam Malik1 te oir takım hususiyetler cem yani toplanmıştır ki bu hususiyetlerin başka bir şahısta bu tipte bir araya geldiğini bilmiyorum. Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin ve anlayış, pek geniş i-lim, sahih rivayet, diyanet, adalet, sünneti nebeviyyeye ittiba, fıkıh­ta, fetvada kaidelerin sıhhatine öncelik"

Muvatta kitabından sonra Endülüs ve Afrikiye halkının kendi­sine itimad ettiği kitapların en meşhuru El Vazıha'dır. Onu Abdül-melik Bin Habib Endülüsten hicret, ettikten ve Maliki fıkhını İbni Kasım ve tabakasından aldıktan sonra telif etti. Bir de İbni Habib'in talebesi Utbi'nin telif ettiği Utbiyye ismindeki olan kitabıdır. Bu Af­rikiye de olan kitabı ise Esed Bin El Furad, Ebu Hanife mezhebini inceledi. Sonra Maliki mezhebini seçti ve Maliki mezhebine girdi.

İbni Kasım'ın fıkhı üzerine fıkhi bablarm bütününde bir kitap yazdı. Bu ise El Esediyye adını verdi. Sahnunda bu mezhebi Esed'in bu kitabından okudu. Sahnun şarka gittikten sonra İbni Kasım'dan ilmi Öğrendi. İbni Kasım ile Esediye meseleleri hakkında muarazya başladı. En son öyle meselelerin ekserinden döndü. Sahnunessediy-ye meselelerini tamamladı. Aynı zamanda tedvin etti ve kendisinden rücü olduğu şeyleri ispat etti ve kendisinin kitabını kabul etmesi için Esed'e haber verdi. O ise bu haberde ar etti. Bunun İçin halk onun kitabına Bölece Endülüs halkı Sahnun'un tedvin etmiş olduğu me­selelere tabi oldular. Ebu Said El Berad'ın tedvin olunan yani hepsi tezhib kitabında fehva hülasa etti. Bu kitap Afrikiyye ahalisinin bü­yük alimlerinin itimad ettikleri ve tuttukları kitaptan başka belli olan diğer bütün kitapları kesinlikle terk ettiler. Bundan sonra bu tezhib kitabı Afrikiyye'de şöhret kazandı.

Soru a Maliki mezhebindeki alimleri, bu müdevven kitapları ve Utbiyye kitabını şerh ve izah etmekle ve meşgul etmekle ele aldılar. Bunun üzerine İbni Yunus El Lahmi, İbni Mihrez ve Afrikiyye ule­masından başkaları şerh yazdılar. Utbiyye üzerine İbni Rüşd ve En­dülüs ulemasından olan meselelerin, hilaf ve kavillerin hepsini Ki-tabü-n Nevadirinde topladı. Bu kitap mezhebin bütün meselelerine şamil geliyor.

 

İmam Şâfi Ve Şafii Mezhebi

 

İmam Şafii (ra) onun künyesi Ebu Abdullah ismi ise Muham-med Bin İdris Eş-Şafıi El Kureyşi'dir. El-Haşimi El-Muttalib Bin Ab-bas Bin Osman Bin Eş-Şafîi(ra) Soyu Resulullah (sav) ile dedesi Ab-dülmenafta birleşir. H.150 (m.767) tarihinde Gazze'de yani Şam, Fi­listin beldelerinden Gazze'de doğmuştur. H.204 (m.819) tarihinde Mısır'da vefat etmiştir. Haşimoğullan soyundan gelir. Büyük dedesi ve onun babası sahabi idiler. Kendisi iki yaşındayken Mekke'ye gö­türüldü. Mekke müftüsü Müslüm İbni Halid'den ders aldı ve okudu. Yedi yaşındayken Kur'an-ı ezberledi ve orada lügat, şiir ve edeb fen-lerini, Kur'an, hadis ve fıkıh ilimlerini öğrendi.

Zekasının üstünlüğünden ve anlayışının kuvvetli olmasından dolayı hocalarını geçti. Kendilerinden ilim aldığı ulemanın meşhurla­rından Süfyan Bin Üveyne ve Müslim Bin Halid Ez Zenci vardı. Yirmi yaşma gelince Medine'ye gitti ve İmam Malık'ten fıkıh dersleri aldı. Daha sonra Irak'a gitti ve Ebu Hanife'nin arkadaşlarıyla buluştu. A-ynı zamanda onlardan fıkıh bilgisi aldı. Fars ülkelerinde Irak'ın ku­zeyine ve birçok beldelere gitti. Bundan sonra (h. 172 yılından 174 yılma kadar) Medine'ye döndü. Bu seyahati onun için büyük bir ma­nevi oldu. Zira onun ilmini ve hayatın durumları ile insanların tabi­atları onun hakkındaki olan bilgisini kesinlikle arttırdı. Mekke'den Medine'ye gidip İmam Malik'ten ders okudu ve onun hadis kitabı Muvatta'yı ezberledi.

15 yaşma girdikten sonra fetva verecek seviyeye yükseldi. 195 h. (m.810) tarihinde Bağdat'a geldi. Yalnız bir ay kalabildi. İmam Şa­fii Bağdat'a ikinci kez (h. 195) gittiğinde Bağdat'a beraberinde usulül fıkıh ilminide götürmüş. İşte bu seferde Er-Risale ismi olan kitabı te­lif etmişti. Fakihler, alimler, muhaddisler ve ehli rey onun etrafında halka olarak oturmuşlardı ve onun bütün ilminden ders okuyorlar­dı. Mısır'a ise h. 199 yılında gitmiş, Orada 204 yılma kadar durmuş, 54 yaşındayken orada vefat etmiştir. Karafa kabristanında defn olmuştur.

İmam Ahmed Bin Hanbeli onun hakkında şöyle demiştir: "İ-mam Şafii dört şeyde deniz gibi olmuştur, a- Arap dilinde, b- Halkın ihtilaflı meselelerinde, c- Manalarda, d- Fıkıhta. O, fıkı-hta en büyük derece aldığı gibi hadiste de hafif mertebesine yetişmişti. İmam Şa­fiî'nin doğduğu yerin tayininde ihtilaf olmuştur. Bu yerler; a- Şam'ın Filistin bölgesindeki Gazze, b- Fi-listin Asklan beldesi, c-Yemen, d-Mekke. Yazarlarının ekseri İmam Şafii'nin Gazze'de doğduğu fikrini kabul etmişlerdir. İttifakları ise hicretin 150. yılında doğduğu zaman kabul etmektedirler. Bu tarihte İmam Ebu Hanife vefat etmiştir. I-mam Şafii'nin nesebi ise alimlerin ekseri şu şekilde kabul etmiş­lerdir. Muhammed b.İdris b.Abbas b.Osman b. Şafii b. Said b. U-beyd b. Abduyezid b. Hişam b. Muttalib b.Abdul-menaftır. Şu halde îmam Şafii'nin nesebi Hz Peygamberle Abdul-menafta birleşmek­tedir.

İmam Şafii'nin dedesi Muttalib'in kardeşi Haşim'in oğlu Şey-be'yi Medine'den dayılarının yanından Mekke'ye getirdiğinde, Şey-be'nin üstü başı perişan olduğundan ötürü her sorana kölesi olduğunu söylemiş bunun için Şeybe'ye Muttalib'in kölesi anlamına ge­len Abdülmuttalib ismi verilmiştir. İmam Şafii'nin nesebi Hz pey­gamberle Abdülmenaf ta birleşmektedir. İmam Şafii'nin dedesi Mut-talib Abdülmenafm dört oğlundan (Muttalib, Haşim, Abduşşems ve Nevfel) biridir. Haşim Resulullah'ın, Abduşşems Emevilerin, Muttalib İmam Şafii'nin Nevfel ise Cübeyr b. Müt'im in dedesidir.

İmam Şafii'nin nesebi bütün neseblerin en şereflisidir. Çünkü cahiliyye zamanından beri Abduşşemsoğullama karşı hep bir yum­ruk gibi olmuşlardır. Keza İslamda da birlikleri aynı seviyede olmuş­tur. Zira Kureyşliler Hz Peygamber'e ve Haşimoğullarma ambargo koydukları devirde Muttaliboğullarının kafirleri de mü'minleride Hz Peygamber'e ve Haşimoğulları'na yardım etmeye başladılar. Bu zor­lukta yılmadan onlara yardım ettiler. İkincide Allah (cc) şöyle buyu­ruyor:

"Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beş­te biri Allah'a, Resulüne, onun yakınlarına, yetimlere, yoksulla­ra ve yolda kalmışlaradır. [1]

Bu ayetin işareti şöyledir. Ab duş şems oğulları ile Nevfeloğulları-na ganimetin beşte biri kesinlikle Hz Muhammed vermemiştir. Yal­nız Haşimoğullarma beşte birini vererek Muttaliboğullarmı onlara bu paydan ortak kılmıştır. Cübeyr b. Mut'im den şöyle rivayet edil­miştir: "Hz Peygamber zevu'l kurba (en yakın akrabalarım payını ğayber ganimetinden çıkarttı ve Haşimoğullarıyla, Muttaliboğulları da gittiği zaman Osman b. Affan ile birlikte Hz Resulullah'a şöyle sor­duk: Ey Allah'ın Resulü Haşimogutlarından olan yakınlarına bir iti­razımız yok , zira onların iyilikleri inkâr edilmez. Aynı zamanda Allah seni onlardan kılmıştır.Ancak ve ancak Muttaliboğullarına pay ver­diniz. Abduşşemsoğullarıyla, Nevfeloğullarına bir şey vermediniz.

Bunun üzerine Hz Peygamber onlar (Muttaliboğulları) ne ca­hiliyye devrinde ne de islam devrinde bizden ayrılmadılar. Haşimo-ğulları gibidirler. Bu sözü söyledikten sonra iki elinin parmaklarını birbirine geçirdi." Bu sebeple İmam Şafii'de ganimetin beşte birinden zevku'l kurba ilmak dolayısıyla hisse istemiş ve bu isteği kabul edil­miştir.

İmam Şafii'nin annesi Ezd kabilesindendir ve Kureyş kabilesin­den değildir. İmam Şafii Kureyş soyundan gelmiştir ve fakir bir aile­dendir. O küçükken babası vefat etmiştir. Annesi onu alıp Mekke'ye götürmüştür. Annesi kendi oğlunun soyunun kaybolmasından elbet­te korkardı. İmam Şafii her zaman muhaddislerin meclislerine gidi­yordu ve hadis ilmi ezberledi. Sonra unutmamak için çamurdan ya­pılmış taslara ve bazende derilere ezberlediği hadisleri yazmaktan geri kalmazdı. Bununla beraber Arapçadaki olan lügat fusha öğren­mek için nihayetsiz gayret göstermiştir. Bunun için Mekke'yi terk et­ti. Çölde duran Huzeyl aşiretinin içinde bir kaç sene durmuştur. İbni Kesir İmam Şafii'nin çölde on sene kaldığını söylemiştir. Kendisin­den rivayet olunduğuna göre

İmam Şafii iki hedefim vardı:

1- Ok atma

2- İlim öğrenmekti.

Nitekim ok atıcılığını sonunda attığımı kesinlikle vuracak de­recede öğrendim der ve sonra sükut eder. Huzurda duranlardan bi­risi şöyle diyor: "Vallahi sen ilimde çok daha fazlasını öğrenmişsin" der. İmam Şafii şiir de de çok namı kazanmıştır.

Eğer Allah'ın (cc) korkusu (gönlümde) olmasaydı bütün in­sanları kendim için köle ederdim."

İmam Şafii (ra)'nin mezhebi dünyaya yayılmış, milyonlarca in­san onun mezhebini kabul etmiştir. Güney Arabistan, Doğu Af-rika, Azerbaycan, Doğu Anadolu, Endonezya, Hindistan ve Hora-san'da Şafii mezhebi yaygındır. Müzeni der ki; ben Şafii'den daha kerem sahibi ve mert kimse görmedim. Bir bayram gecesi onunla beraber mescidden çıktım. Bir mesele hakkında konuşuyorduk. Evi-nin ka­pısına gelince bir köle kendisine bir kese getirip efendimin size se­lamı var, bu keseyi kabul eylesinler buyurdu. İmam keseyi aldı, o sı­rada birisi gelip ya Eba Abdullah bu saatte hanımım bir çocuk do­ğurdu. Yanımda hiç param yoktur. Senden Allah rızası içinbiraz pa­ra istiyorum dedi. İmam Şafii'nin hiç harçlığı olmadığı halde elindeki keseyi o adama verdi ve evine parasız olarak döndü.

İmam Şafii'yi Yemen valisi Yemen'e götürüp kadı tayin etti. Hz Ali taraftarı dolayısıyla idareye karşı olduğu rivayetlerinden halifenin huzurunda Bağdat kadısı İmam Muhammed b. El Hasen Eş Şeybani lehte şahitlik yapınca kendisini kurtardı. Şu halde Yemen'e bağlı Necran'da kadılık yaptığını görüyoruz. Bu esnada Necran'a zalim bir vali gelmiştir. O zalim vali alevilik propagandası yapmak suçu ile Harun er-Reşid'e şikayet edilmiş ve elleri kelepçeli bir vaziyette Bağ­dat'a götürülmüştür.

Aslında İmam Şafii'nin Hz Ali (ra) evladına karşı bir sevgi bes­lediği herkes tarafından biliniyordu. Ancak bu sevgi kendisini şiilik propagandası yapacak ve iktidara karşı fiili bir ayaklanmaya sevke-decek mahiyette değildi. Halifenin huzurunda güzel konuşması ve ifade gücü ile kendisini savunan İmam, İmam Muhammed b. Hasan Eş Şeybani'nin (ra) de lehte şehadeti ile atlatmış ve kendisini kurta­rabilmiştir.

Böylece Şeybani onu himayesine alınca ders vermeye başladı. Bu suretle Şafii Hicaz fıkhı ile Irak fıkhını birleştirmiş oluyordu. İmam Şafii müctehid, müstakil idi. Fıkıhta, hadiste ve usulde büyük imamdı. İmam Ahmed onun hakkında şöyle demiştir:

Allah'ın kitabı ve Resulünün sünnetinde insanların enfakihiydi. Eli hokka tutupta boynunda Şafii'nin minneti olmayan kimse yoktur" demiştir. Taşköprüzade onun hakkında keza şöyle diyor: "Ehli fıkıh, usul, hadis, dil, navh ve sair alimleri onun adalet, emanet, zühdün­de, vera, takva, cömertliğinde, güzel ahlakında, şereflerinin yüksel­mesinde kabul etmişlerdir. Onun sıfatı anlatmak çok zordur".

İmam Şafii mezhebi evvela Kur'an ve sünnet , sonra icma, son­ra da kıyasa dayanmaktadır. Sahabe görüşlerini almamış, zira onlar hatası muhtemel ictihadlardır. O kadar sünnete bağlıydı ki hatta ve hatta ki Bağdatlılar onun hakkında "Nasıru's sünnediye" diyorlardı. İşte bunun için İmam Şafii, Hanefi ve Malikilerin kabul ettiği istih-sanla ameli kabul etmedi ve şöyle dedi: "İstihsanı (kullanan) teşri yapmıştır."

İmam Malik'e göre mesalihi mürsele ve ehli medine'nin ihticacı da kendi mezhebinde delil olarak kabul etmedi. İmam Şafii'nin eski olan kitabı El- Hücce'yi yalnız onun talebelerinden dört tane rivayet etmiştir.

a- Ahmed b. Hanbel,

b- Ebu Sevr,

c- Za'ferani ,

d- El Kera-bisi. En iyi rivayet Za'ferani'nin rivayetidir. Onun yeni mezhebi ise El Ümm'de ki olan bütün fıkıh mabhasma göre Mısırlı talebelerinden yalnız dört tane rivayet etmişlerdir.

1- Müzeni,

2- Buvaytı;

3- Er-Rabi,

4- El Cizi'dir.

Şafii mezhebine göre fetva ise yeni mezhebine göredir. Bağdat'­taki olan mezhebe göre değildir. Yani eski mezhebine göre kabul et­memiştir. Hatta ve hatta ki şöyle demiştir: "Kim o mezhep bende ri­vayet etse ben hakkımı helal etmiyorum" demiştir. Yalnız on yedi meseleden başka eski mezhebine göre fetva verilmez. Şu halde eğer eski mezhebine bir hadis muarızı olmazsa, eski mezhebine göre fetva verilir. O da şu şartlara bağlıdır. Yani muarızı olmayan bir hadisle kuvvetlenirse o zaman eski mezhebe fetva verilir. Zira delille desteklenen Şafii mezhebidir.  Kendisinden şöyle nakledilir:  "Hadis sahih oldumu, O benim mezhebimdir. Benim sözümüde duvara çarpın. "

İmam Şafii'nin Hicaz, Irak, Mısır ve diğer islam topraklarında talebeleri çoktur. Yeni mezhebini ondan alan Mısırlıların bazısı da şöyledir. Bunlar:

a- Harmele  b. Yahya b. Harmele (öl h.266): İmam Şafii'den Er-Rabi'nin rivayet etmediği kitapları rivayet etti. Kitabuş'şurut 3 cild, Kitabü'sünen 1 cild, Kitabu'un nikah ve kitabu'l Elvani'l-ibilve'l-Ganam ve Sıfatuha ve Esnanuha.

b- Ebu İbrahim, İsmail b. Yahya El- müzeni (öl h. 266): Şafii onun için: "Müzeni mezhebimin yardımcısıdır" demiştir. Şafii mez­hebinde epey kitabı vardır. El-Muhtasar El-Kebir ve El-Muhteser Essağir bunların adı mebsut adı ile şöhretlenmiştir. Şam, Irak ve Horasan ulemasından ekseri bu zattan ilim aldı, aynı zamanda bir müctehiddi.

c- Ebu Muhammed Er-Rabi b. Süleyman b. Abdülcebbar El-Muradi (öl h. 270) : Bu zat kitapların ravisidir. Amr b. As camiinde yani fusat müezzindi. İmam Şafii ile uzun zaman beraber kaldı, İ-mam Şafii'nin kitaplarını rivayet etti. Onun kanalıyla da Er Risale, El Ümm ve imamın diğer kitapları bize ulaştı. İhtilaflı meselelerde onun rivayeti Müzeni'nin rivayetine daha kuvvetlidir.

d- Ebu Yakub Yusuf bin Yahya El-Buveyti (öl h. 231): Halife Memun'un çıkardığı "Halku-1 Kur'an" fitnesi için Bağdat'ta tevkif e-dildi. İmam Şafii kendisini halkasında vekil olarak bırakmıştır. Şafi­i'nin sözlerinde incelediği şöhret kazanmış bir ihtisarı vardır.

f- Muhammed bin Abdullah bin Abdülhakem (öl h. 268): İmam Malik'ten ders almıştır. Mısırlılar ona kimseyi denk tutmuyordu. î-mam Şafii'de kendisini çok severdi. Sonra onun mezhebini bırakıp Maliki mezhebine geçti

Bu konu Ebu Zehra Eş-Şafıi sahife 149'da alınmıştır. Şafii mezhebi h. 365 yılında vefat eden Muhammed bin İsmail El-Kebir Eş-Şaşi ile Maveraünnehir'de yayılarak neşir etti. Şafii'nin mezhebi Gazne ve Horasan'a Vehüdiddin Ebül-Feth Muhammed b. Mahmud El Mevvruzinin eliyle naklolundu. Gazne ile Horasan'ın bir kısmının sahibi olan Gıyasüddin'in yanına gitti. O zaman Gıyasüddİn Kerra-miyye mezhebine bağlıydı. Vehüdiddin Gıyasüddin'e Şafii mezhebini açıkladı. İşte Kerramiyye mezhebi buna mukabil bozukluğunu izah etti bunun için Gıyasüddİn hemen Şafii mezhebini kabul etti ve Şafii oldu.

595 h. senesinde Gazne'de Şafii'ler için bir cami yaptırdı. Şafii mezhebi şimdi Mısır havalisinden olan yukarı Mısır'ın maedasmda galiptir. Filistin'e, Kürt ve Ermeni ülkelerde de yaygındır. Ehli Fars'm ehli sünnetinin çoğusu şafiidir. Hind, Çin, Seylan adasının, Fili­pin adalarının müslümanları ve Avusturalya müslüman kısımları şafiidir. Ceva civarındaki adaların müslümanları, Yemen ve Aden'de ve Hazremevt'te olan sünniler de şafiidir.

Mısır'da şafii mezhebi kuvvetliydi. Fatimiler devleti orada kuv­vetli olduğu zaman dört mezhebin diğerleriyle birlikte şafii mezhebiyle de amel edilmesini ibtala baş gösterdi. Yani Mısırda mezheblerin hepsini ibtal etti. Eyyubi devleti ise şafii mezhebi için dinçlik ve kuv­vet meydana getirdi. Zira devletin mezhebi olduğu için öyle tahsis meydana getirdi.

Selahaddin şafii alimleri için 566 h. yılında Amr camii yanında Nasiriyye medresesi yaptırmaya başladı. Bu medreseyi ilk olarak Mı­sır'da yaptırdı. Daha sonra 572 h. yılında İmam Şafii'nin kabrinin kenarında onun mezhebiyle tedris için Sala-hiyye medresesi yap­tırıldı. Oraya Ceziretü-1 Fili (fil adasını) ve diğer birçok evler vakfetti. Genişliği o zamana göre medreselerinin en büyüğü idi. İbni Cübeyr bu medreseyi gördükten sonra genişliği şöyle vasfetti: Orayı dolaşan kim olursa olsun oranın başlı başına müstakil bir belde olduğunu tahayyül eder. Hali hazırda onun yerinde Emir Abdurrahman Ked-hüdanın imareti son olarak şimdi mevcut olan şeklini alan İmam Şafii mescidini 1175 h. yılında yaptırdığı medresedir.

608 h. yılında El-melik El- Kamil b. Melik El-Adil b. Eyyub İ-mam Şafii'nin mezarı üstündeki büyük kubbeyi yaptırdı. Onun üs­tünü de kurşunla kaplattı. Onun için ellibin Mısır dinarı harcadı. Şafii mezhebi denizci Memlükiler devleti asrının birinci kısmında ka­zaya tahsis edilmiş olarak kalmasına devam etti. Nihayet Ez- Zahir Beybers dört kadıyı getirerek her biri için Kahire ve Fuslat'ta mezhe­binin İcap ettirdiği özelliklere göre konuşma hakkı verdi. Bu hal böy­lece devam etti. İkinci Memlükiler devletine kadar devam etti. Ondan sonra Osmanlılar geldi ve kaza işlerini hanifelere münhasır kıldılar.

 

İmam Ahmed Bin Hanbel Ve Mezhebi

 

İmam Ahmed ibni Muhammed bin Hanbeli bin Hilab bin Esed ez- Züheli eş- Şeybani aslen Mervez'lidir. Hicretin 164 S(m. 780) ta­rihinde Bağdat'ta doğdu. 241 h. (m. 855) tarihinde orada vefat etti. Büyük babası yani dedesi hanbe bir askerdi. Künyesi Ebu Abdul­lah'tır. Küçük yaştayken ilim tahsili için Hicaz, Şam, Basra, Yemen, Cezire, Mekke ve Medine'ye gitti. O zamanın en büyük müderrisle-riyle görüşüp onlardan ders aldı. Süfyan bin Müveyne'yi ve onun tabakasmdan ilim tahsili yparak çok çalıştı. Bağdat'ta ikamet ettiği za­man kesinlikle İİmam Şafii'den ders alarak ondan ayrılmadı.

İmam Şafii onun hakkında vasfını yaparak şöyle demiştir: "Bağdat'tan çıktığım zaman Bağdat'ta Ahmed bin Hanbel'den daha mütteki, zahid, vera sahibi ve büyük alim hiç kimseyi orada bırak­madım." İmam Ahmed'den bir çok kişiler hadis ilmi rivayette bu­lunmuşlardır. İşte Buhari ve Müslim bu kişilerdendir, imam Ahmed çok kitap telif etmiştir. Bunların hepsi on iki yüke vasıl olduğu söy­lenir. Müsnedi Kebir onun telif ettiği kitapların bir kitabıdır. Bu ki­tap diğer kitapların en iyisidir. Bunda ancak ve ancak delil olarak hadisleri almıştır. Bu Müsnedi Kebir yedi yüz elli binden fazla hadis­ten seçmiştir. Onun sözlerinden ve vermiş olduğu fetvalarından otuz cild kitaptan fazla neşretmiştir.

Hilal onun naslarını Camiül-Kebir'de cem etti. Böyle yaparak yirmi cild meydana geldi. Fetvalar bakımından hadislerin araştırma­cıları çok özenle üzerinde duruyordu. Hatta sahabeler (ra) bir mese­lede iki kavli üzerine ihtilaf ettikleri zaman İmam Hanbeli'den bunlar hakkında iki rivayet gelmiştir. Bunun için mezhebini dört usul üze­rine kurmuştur.

1- Nastır. Bir mesele hakkında kitap veya sahih sünnetten bir nas bulunduğunda mücebiyle fetva verirdi. Buna muhalif olana ke­sinlikle bakmazdı. Yani hiç kimseye bakmazdı ve iltifat etmezdi. Bu­nun için kocası ölmüş olan bir kadın iddeti hakkında Fatıma binti Kays'ın   hadisi   mevcut   olduğu   için   Ömer'in   kavline   iltifatta  bu­lunmadı. Kocası ölen hamile kadının iddeti "eb'adül-eceleyn" (iki id-detten en uzun müddetlisi) olduğu hakkında Sebiatül Eslemiye'nin hadisinin sıhhatine muhalf olmadığı halde buna göre Ali'den olan iki rivayetten biri bulunan İbni Abbas'ın kavline bakmayarak iltifatta bulunmadı. Müslümanm gayri müslime varis kılınması hakkında bu ikisi arasındaki tevasüre engel hadisenin sıhhati olduğu halde gene Muaz ve Muaviyenin sözlerine bakmadı ve iltifatta bulunmadı.

2- Sahabei kiram'm vermiş olduğu fetvalardır. Eğer bir saha­beden bir fetva bulursa bu fetvaya mukabil muhalif olan bir başkası bilinmediği takdirde bu fetvadan başka fetvaya geçmeyip buna ic-madırda demeyip bunu rad, bertaraf edecek bir şey bilmiyorum der­di. Sahabei kiram'm ihtilaf ettiklerinde onların sözlerinden kitap ve sünnete daha karib, yakın olanı seçerdi ve onların kavlerinden çık­mazdı. Sözlerinden birisine onun için muvafakat belli etmediyse hi­lafı aynı şekilde zikreder ve hiçbir kimsenin sözüyle kati, kesin hü­küm vermezdi.

3- Mevzu hakkında mürsel ve zaif hadisi red eden bir şey olma­dığı zaman mürsel ve zayıf hadisi almak, onun içtihadına göre zayıf hadisi almak münker olan ve batıl olan değildir. Rivayetinde töhmet bulunanda değildir. Şu halde bundan maksat hadisi hasen kısmın-dadır. Eğer bu konuda onu bertaraf eden bir hadis veya sahabeden onun hilafına hiçbir söz ve hiçbir icma bulunmadığı takdirde onunla amel olması kıyasdan daha evladır. Zira İmam Hanbeli'ye göre zaru­ret olmazsa kıyasa gidilmez.

4- Kıyastır.

5- Asıl olarakta kıyası kabul etmiştir. Bunlardan başka delil­lerde kabul etmiştir. Yani İmam Ahmed'e istishab mesalihimürsele ve şeddi zerayi ismi verilen birtakım delillerde kabul etmiştir. İstis­hab; sabit olan bir hükmün kendisini tabdil ettiren bir delil, belge bulununcaya kadar devam etmesidir. Mesalihi mürsele; onun hak­kında kitap, sünnet ve icmaya dayanan sabit veya menfi bir delil bu­lunmayan maslahatlardır. Bu maslahatlarında şeriatın kabul ettiği maslahatlardan olması şarttır. Sedd-i zerayi; maslahata götüren şey matluptur. Harama götüren şey haramdır, helale götüren şeyde he­laldir. İbni Halud onun hakkında şöyle demiştir: Ahmed bin Hanbeli deyince kendisini taklid edenler azdır. Zira onun mezhebi içtihaddan uzaktır. Rivayet ve haberlerin birbirine dayanması asıldır.

Hanbelilerin ekserisi Irak, Bağdat civarı ve Şam'dır. Hanbeliler sünneti hıfz etmede ve hadis rivayetinde herkesten daha ileridirler. İbnül- Esir h. 323 hadiseleri şöyle zikretmiştir: O zaman işleri ilerle­di ve kuvvetli oldu. Kötü yerler ve genelevlerini kapattılar, sarhoş e-dici yani müskiratlar döktüler. Şarkıcı kadınlara vururlardı ve çal­gılarını kırarlardı. Velhasıl bütün meylhata karşı gelerek hatta ve hattaki alış verişte ve erkeklerin kadınlarla ve çocuklarla beraber git­melerine itirazda bulundular.Öyle şeyleri gördüklerinde sizinle be­raber olan erkekler ve çocukların kim olduğunu sorarlar, o da onlara haber vermeyince onları döverler ve aynı zamanda onları cezaya tabi tutarlardı.

Bununla beraber gene onlara fayda vermedi. Bu cahiller ifratta bulunarak hatta ve hattaki camileri şafiilere zahmet etmekte tuzak edinmişlerdi. Şafiileri şiddetli vuruyorlardı. Bu keşmekeş Halife Ra-zi'nin zamanına kadar devam etti. Halife Razi onlara karşı ta'nda bu­lundu. Bunları öldürtmek, dağıtmak ve evlerini yakmakla korku-tan kanunu çıktıktan sonra bunlar kendi işlerini bırakarak sakin oldu­lar.

Onlarla şafiiler arasında fitne Bağdat'ta 475 h. tarihinde mey­dana geldi. İbnül Esir şöyle zikrediyor: Bu tarihe kadar büyük bir taife Bağdat'ta kaldılar ve devam etti. Hanbeli mezhebi Irak'ın diğer kentlerinden bir kısmında galip olmakla beraber zaman geçtikten sonra şafıi ve hanefı gibi diğer mezhepler hanbeli mezhebini azınlık hale getirdiler. Hatta ve hatta onun taraftarları Irak'ın her ülkesinde azalmaya başladılar.

Mısır'dakine gelince Suyuti şöyle zikrediyor: Hanbelilerin ha­berleri Mısır'da ancak ve ancak yedinci asırda ve daha sonra duyul­du. Zira İmam Ahmed (ra) üçüncü asırda bulundu. Mezhebi ancak dördüncü asırda Irak'ın haricinde ortaya çıktı. İşte o zaman Abidiler (Kölemenler) Mısır'a hakimiyyeti kurdular ve oradakilerine galip ol­dular. Üç mezhebe mensup bulunanları sürgüne göndermek, öldür­mek ve dağıtmak suretiyle yok ettiler. Rafızi ve şii mezheplerini yal­nız serbest ettiler. Oradan ancak ve ancak altıncı asrın sonlarına doğru ayrıldılar. Oraya diğer mezheplerin imamları döndüler. Mısır'a yerleştiğini bildiğim Hanbeli imamların ilki El-Hafız Abdulğani el-Makdisidir. Bu ittimad eden bir zattır. Suyutinin sözü burada ta­mam oldu.

Fatimiler ehli sünnet velcemaata mahatabları vardı. Kendi aki­delerine muhalif olmakla beraber gene cami ve medreselerde teravih namazını kılmalarına mani olmuyorlardı. Maliki, şafıi ve Ahmed bin Hanbeli'nin mezheplerinin kanunları, şairleri onların ülkelerinde za­hir ve açık bir şekildedir. Hanefi mezhebi ise bunlara göre hilafın-dadır. Maliki mezhebe göre hareket ederler ve ona göre hüküm so­ranlara cevap verirlerdi.

İmam Ahmed (ra) hadis ilmini Bağdat'ta 179-186 yıllarında tahsil etti. Hüseyin bin Beşir bin Ebu Hazım el-vasiti'den dört sene ders okudu. Daha sonraları ise Âbdurrahman bin ve Ebu Bekir bin İyas'tan hadis dersleri aldı. 186 yılında ilim öğrenmek üzere Bas­ra'ya sonrada Hicaz'a, Yemen'e ve Kufe'ya gitti. 187 yılında Hicaz'da İmam Şafii hazretleri ile karşılaştı. Fıkıh ve nasıh-mensuh ilimlerini ondan aldı. İmam Şafii'nin fıkıhta zirvelere ulaştığı bir dönemde Bağ­dat'ta tekrar karşılaştılar. O zaman Ahmed bin Hanbel hazretleri de hadis ilminde zirvelere ulaşmıştı. Bu sefer İmam Şafii ona, bildiğin sahih hadisleri öğret demiştir. Ebu Ubeyde onun hakkında; "Ben sünneti Ahmed bin Hanbel'den daha iyi bilen bir muhaddisten baş­kasına rastlamadım" demiştir.

Halife ve sultanların hediyelerini kabul etmemiş, insanların lü­tuf ve ikramlarına iltifat göstermemiştir. Maddi ihtiyaç anında bir ip alır, tarlada insanların terk ettiği başkası tarafından toplanma-smda mahzur olmayan ekinleri toplamaya giderdi. Bazen yollarda ücretle hamallık yapar, bazen de ücretle katiplik yaparak geçimini temin ederdi. Ahmed bin Hanbel Halife Mütevekkil zamanında itibar ve ik­rama mazhar olmuş, Halife Mu'tasım zamanında ise çeşitli iş­kencelere uğramıştır. Ne ikram ve iltifata mazhariyet, ne de işkence Ahmed bin Hanbel'in çizgisini değiştirememiştir.

Hanımı onu anlatırken şöyle der: "Efendimin en sevinçli günle­ri elinde dünya nimeti bulunmadığı günlerdir." Amcasının oğlu Han-bel anlatıyor: "Hayatı boyunca o ihtiyaç duyduğu birçok şeyi ya bi­zim evden ya da oğullarının evinden emaneten aldığı halde kendisine sultandan bir hediye gelecek olsa onu reddederdi. Hatta bir seferin­de hastalanmıştı. Ona kızartılmış bir et getirdiler ve hastalığına iyi geleceğini belirttiler. O ise eli ile istemediğini belirtti. "

îmam Ahmed aslen Basralıdır. Babasının ismi Muhammed bin Hanbel'dir. Dedesi Hanbel bin Helal Basra'dan Horasan'a yerleşmiş ve Emevi devletinde Serahs şehri valiliğini yapmıştır.Babası subaydı. Onun annesi ona hamile iken Merv'den Bağdat'a göçmüş ve o Bağ­dat'ta doğmuştur. Soy itibarıyla hem anne hem de babası tarafından Arap asıllıdır. Nesebi islamiyetten önce ve sonra Araplar arasında meşhur bir kabile olan Şeyban kabilesine dayanır. Bu kabile Adnan kabilesinin bir kolu olan Rebia kabilesinden bir kol olup Nizar ka­bilesinde Peygamber Efendimizin (sav) soyu ile birleşir. O küçük yaş­ta iken babası vefat etmiştir. Otuz yaşında vefat eden babasından mühim sayılabilecek bir mirasta kalmamıştı. Onun yetişmesi ile an­nesi alakadar olmuştur. Daha küçük yaştayken ilim tahsiline başla­mıştı.

Zaten Bağdat önemli bir ilim merkezi idi. Burada hadis alimle­ri, kıraat alimleri, tasavvufta yetişmiş büyük zatlar ve diğer ilimlerde yetişmiş kıymetli alimler bulunuyordu. Ahmed bin Hanbeli'nin mü­barek sözlerinden: "Kibir taşıyan kafada akla rastlamazsınız.", "İn­sanların ahmak sınıfı kendilerinin methedilmesinden hoşlananlar­dır.", "Her şey için kerem vardır. Kalbin keremi Halik'ten razı olmak kadere rıza göstermektir."

Netice olarak müslümanlar dalalete, sapıklığa girmemek için bu saygıdeğer dört büyük müçtehidden birine tabi olmuşlar ve onu yol gösterici kabul etmişlerdir. Bunun için manevi sorumluluktan kurtarmak sebebini buldular. Şu halde bu dört mezhepten başkası­na tabi olmaması bahsmda da yine bütün müslümanların ittifak, ittihad, anlaşmaları olmuştur. Zira bu saygıdeğer dört mezhebi mey­dana getiren müçtehidden her biri Hz. Resulullah'ın zamanına çok yakın bir zamanda yetişmiş, büyük bir ilim, irfan ve güzel amellerle vasıflanmışlardı.

Süper bir zekavata sahip olan, eserleri devrimize kadar ulaşan ve bütün müslümanların takdirini kazanan kimseler olmuşlardır. Bunun için müslümanlar arasında fazla ihtilaf kapısı kapanmıştır. Kuvvetli sahibi olmayanların içtihada baş kaldırmasına meydan kal­mamıştır. Içtihad gücünde olmayan bir şahsın dini konular üzerinde müctehidlerin mezhebine aykırı olarak kendi fikirlerine göre hüküm vermeleri, kendi anlayışlarına göre cevap vermeleri kesinlikle Allah (cc) nezdinde çok büyük bir vebale, sorumluluğa neden olur. Aynı zamanda ne kadar cevabı doğru bile olsa gene büyük vebal ve gü­nahtan kurtulamaz. Bu konuda bir hadis-i şerif zikrederim:

"Sizin ateşe atılmaya en cesaretliniz, fetvaya (dini meselelere) cevap vermeye en çok cesaret göstereninizdir."

Şöyle bir örnek verelim matematik, tababet veya astronomi il­mine haberi olmazsa bu ilmine dair söz söylemeye ve yazı yazmaya o şahsın hakkı, cesareti yoktur. Eğer benim hakkım, cesaretim vardır derse o zaman büyük hatalara düşmüş ve kendini çok küçük dü­şürmüş olur. Şu halde Allah hükmü ve kanunu olan yüce dinin hü­kümleri hakkında bilgisi olmayan bir şahıs söz söyleyip cevap ver­meye nasıl doğru olabilir? O şahıs bunun manevi sorumluluklarını karşılayamaz.

Sonuç olarak şöyle belirtelim ki; dini meseleleri ehline bırak­mak en sağlıklı yoldur. Kur'an tefsir usulünü mukaddem ve muah­har olan hükümleri ve hükümler arasındaki olan münasebeti, Kur1-an-ı açıklayan hadisleri, hadislerin rivayet yollarını ve hadis usulü­nü, içtihad ve istinbat yollarını saygıdeğer müçtehid imamların da­yanaklarını. Kur'an arapçasınm bütün gramatik özelliklerini bilme­yen bir şahsın ortaya çıkıp Allah'ın kanununu ve ahkamı kesmesi çok düşündürücüdür. Bunun için Resulullah (sav) şöyle buyurur:

"Eğer bir iş ehil olmayan birine verilirse kıyameti bekleyiniz." Zira öyle yapmak bir emri ilahidir. Bu emri kabul etmek her müslümana farzdır. Eğer bu emir gayri ehline verilirse artık kıyame­tin kopmasını bekle. Zira kıyametin kopmasının alametidir. Hatta ve hatta ki İslam bilginleri şöyle demişler: Kaynak eserlerden hüküm çıkarmasını beceremeyen, kendi kafasına göre fetva veren o makamı işgal etmişse vazifesinden derhal almak farzdır. Bu meseleyi Mu­hammed (sav)'in bizi uyarmış iki hadislerinin anlamıyla söylemekle bağlıyorum:

Kuşkusuz ki bu ilim (benim getirdiğim bilgi hazinesi) sizin dini-nizdir. O halde dininizi kimden alıyorsanız ona çok dikkat edin. [2]

Kendisiyle şöhret buldukları tanınmış mezhepleri olan müçte-hidlerden bazılarını zikr edelim. Bunlar;

1- Sevri,

2- Hasn el-Basri,

3- İbni Ebi Leyli,

4- Evzai el-Leys,

5- Zahiri yani Ebu Süleyman Davud bin Ali el-İsfahani ez -Zahiri (h.202-270 Bağdat) Zahiri mezhebinin kurucusudur. Bu mezhep Endülüs'te yayıldı. Beşinci asırda zayıf­ladı sekizinci asırda tamamen yok oldu. Zahiriye Kur'an ve sünne­tin zahiri ile veya sahabenin icma ile amel etmişler.

6- Zeyd b. Ali Zeynel abidin b. Huseyn (öl. H.122) Dört mezhebin yanında beşinci mezhep sayılan şia- zeydiyye'nin imamı. Kur'an ilimleri ve fıkıh ko­nularında bilgisi ile asrının imamı ve çok ilmi olan bir şahsiyetti. Halifu'l Kur'an ile şöhret namı kazanmıştır. Zeyd, Hz Ebu Bekir ve Hz Ömer'i kabul ediyor yalnız Hz Ali'yi Peygamber (sav) diğer asha­bından üstün tutuyordu. Zalim imamları sevmezdi. Kendisine tabi olanlar bir mesele yüzünden kendisinden ayrıldılar. Onlara Zeyd şöyle dedi:

Rafeztumün (beni terkettiniz)."

Bu sözü üzerine ayrılanlar "Rafıziler" diye isimlendirildiler. Ve-lid Yezid b. Abdülmelik devrinde oğlu Yahya'ya karşı gelerek Yah­ya'da Zeyd'i öldürdü. Bu mezhep hakkında yazılan en iyi kitap İmam Yahya b. Murtaza (öl.h. 840}'nm dört ciltlik Kitabu'1-Bahr ez-Zeharel Camili-Mezahıbi Ulemai'l Emsaridir. Bu fıkıh şianm ve imamların beşiği Iraklıların fıkhına yakındır. Belirli meselelerden hariç diğer meselelerden ehli sünnetin fıkhına çok yakındır. Mütanikahmın mu­bah olduğunu söyleyen şia imamiyye'ye onlara muhaliftirler. Şia -zeydiyye bu muta nikahına Sünniler gibi haram diyorlar. Cenaze namazında beş tekbir getirirler. Ezanda da "Hayya ala hayrı'1-amel" sözünü söylüyorlar.

Bu mezhep ehli sünnet mezhebine çok yakındır. Akidede mez­hepleri muteziledir. Onların ahkam çıkarmada Kur'an, hadis, reyle, içtihad, kıyas, istihsan, mesalîhi mürsele istİshaba dayanırlar. 7-Ebu Cafer Muhammed b. Ferruh es-Seffar el-A'rac el-Kummi (öl. H.210) şia imamiyye mezhebinin kurucusu. En sahih Cafer'i Sadık 80 veya 83 hicri (m.702} yılında doğmuş babası Muhammed Bakır'm yerine imamete geçmiş. H. 148'de (m.765) 63yaşmdayken vefat et­miştir. Mensur devrinde zehirlenerek öldürülmüştür. Biri erkek biri kız iki çocuğu vardı.

Şianm ekserisi Hz Muhammed (sav) vefat ettikten sonra on iki imam kabul etmiş olan "îmamiyye" taifesidir. Onlara göre Resulul-lah (sav)'in yerine geçme hakkı ancak Ali veya evladının hakkıdır. Onlardan başka kimsenin hakkı değildir. Ebu Bekir, Ömer, Osman Peygamber (sav)'den sonra hilafet makamı ne kadar almışlarsa ima­miyye taifesine göre bu hak değildir. Aynı zamanda gasptır. Şia is­miyle tanınan küçük bir taife vardır. Batmiyye, îsmailiyye gibi ehli sünnetin akidesine tamamen ters düşen, Kur'an'ın ayetlerini zahir manaları dışına çıkaran bunlara aşırı şia kolları diyorlar. Bunların sayıları çok azdır. Şianın ekserisi bunları kesinlikle reddeder.

Kur'anın hükümlerine çok bağlı olan imamiyye şiasının aslında siyasi olan bu imamet konusu bundan başka ehli sünnet ile bazı iç­tihad farkları bulunmakla beraber Kur'an'ı Allah'ın kelamı, Hz Mu­hammed (sav)'inde Allah'ın elçisi olduğunu kabul ederler. Şu halde şiiler de herkes gibi müslümandırlar. îmamiyye şiası Caferi mez­hebine bağlıdırlar. Bu mezhebin imamı Caferi Sadık'tır. Onların i-nançlarmı şöyle açıklayabiliriz: Son imam olan Muhammed Mehdi kaybolmuştur. Şimdiye kadar hayattadır. Birgün ortaya çıkacak, dünyada tam adaleti kuracaktır. Şimdi onun vekili olan müctehid a-limler vardır. Onun görevini yapıyorlar. Şia imamiyyeye göre lakabı Hüccet-Mehdi, Halifei Salih, Kaim, Muntezer, Sahibuzzamandır. On­ların yanında en meşhur ismi ise Muhammed-Mehdi'dir. Bir lağ-mada kaybolmuş diyorlar.

Muhammedul Hüccet Ebul-Kasım b. el Hasan-ı Halis adını da söylemişler bu görüşe göre babası vefat ettiği zaman beş yaşındaydı. Allah'u Teala (cc) kendisine hikmet ve ilim vermişti. Medinei Münev-verede kaybolmuştur. Nereye gitmiş olduğunu kimse bilmemiştir. Bu görüşe göre ismi El-Kasımul- Muntazerdir. İbnil-verdi Tetemitu-i Muhteser-Fiahbar-ı beşer kitabında şöyle diyor: Muhammed b. el-HasanılHalis h. 255 tarihinde doğmuştur. Dokuz yaşına girerken babasının evinde bir lağamda kaybolmuştur. Ahir zamanda çıkacak eşitliği ve adaleti dünyada kuracak. Buna göre h. 265 Sürre menre'a şehrinde babasının evinde bir lağamda kaybol­muştur. Surre menre'a=Samira şehri demektir. Artık konumuza ge­çelim: Hz Hüseyin şehid olduktan sonra peygamber evlatları siyasete kesinlikle girmemişler yalnız kendilerini ilme vermişlerdir.

Bu yolda giden Cafer'de siyasete girmemiştir. Kendisini ilmden başka bir şeye vermedi. Fıkıh, hadis ve diğer şer'i ilimlerde çok derin bilgisi vardı. Yalnız bunun üzerinde durmayarak kimya ve diğer ilimlereden de haberi ve bilgisi vardı. Talebesi Tarsuslu İbn Hayyan'm, Cafer'in 500 risalesini toplayarak bin varak tutan bir kitap yazdığı rivayet edilir. İslam ansiklopedisi.

îmam Malik şöyle diyor: Caferi Sadık üç halde bulunurdu. Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya Kur'an okurdu. Hiçbir zaman temiz olmasaydı Resulullah (sav)'i ağzına almazdı. Mâlâyâni konuşmazdı. Muhammed Ebu Zehre s. 77. İlim ve fazileti herkesi hayran bırakan Cafer'e gösterilen sevgi ve saygı Halife Mansur'u kuşkulandırmıştı, Bunun için onu Medine'den Bağdat'a götürüp sorguya çekti. El-Ka-vakıb 1.95. Hilye 3.193. Caferi Sadık yunan ve hind felsefelerinin Arapçaya çevrilmiş felsefi mekteplerin yapmasına başladığı bir za­manda rastlamıştı. Bu devir Emevi çağının sonu Abbasi çağının ba­şına rastlar. O devirlere göre yalnız seri ilimlerle uğraşmamış belki kâinat ilmiylede uğraşmıştı. Talebesi olan kimyacı Cabir ibn Heyyan es-süfıat-tarsusi bin yapraklı bir eser telif etmiş İmam Cafer'in risa­lesini burada toplamıştır. Elbette 500 risalenin Cafer'e bağlanması kesinlikle bunu söylemek mübalağalı bir ifadedir.

Caferi Sadık (ra) astronomi ve astroloji ilmiyle meşgul oldu-ğuda gerçektir. Cabir, Caferi Sadıktan çok fayda görmüştür. Ondan itikad ve iman usulü öğrenmiş, bunun yanında eşyanın tabiatı özel­liklerine ve bunların birbirlerine karıştırılmasına (eczacıhğa-simyaya) dair bilgilerde almıştır. Ebu Musa Cabir ibn Hayyan es-süfiel-küfi, Caferi Sadık'm en ünlü talebesidir. İmamdan başka kimseden fay­dalı ilim almamıştır. Belirli bir saatte giderdi. İmam Cafer'de o saata ondan başka kimseye ilim vermezdi. Risalenin büyük kısmını hocası Cafer'in adına yazmıştır.

Bunlardan eski hat ile yazılmış elli risale gördüm ki onlarda Cabir şöyle diyor: Cafer (as) bana dedi, Cafer bana ifade etti. Yahutta Mevlam Cafer bana söyledi. El- Vaşi'a Fi, Nakd, Akaidiş Şia s. 101 Cifr ilmi îmamiyye Caferi Sadık'm kazanılmış ilimlerle beraber bir de irsiyyet yoluyla vehbi, leduna ilimler den de haberi vardır diyorlar. Hz Resulullah (sav) bu ilmi Ali'ye vermiş, Ali'de küçük Ali'ye yani Zeynel abidine, o da Muhammed'e ondan Bakır'a, Bakır'da Caferi Sadık'a bu ilim geldi. Onlara göre bu ilim "cifr ilmi"dir diyorlar.

Cifr ilmi harflerin işaretiyle herşey belli oluyor. Yani harflerin ilmidir. Bu cifr ilmiyle şimdiki zamandan ta kıyamete kadar ne gibi olaylar olursa onunla bilinir. Caferi Sadık cifr ilmini bilip onu şöyle tarif etmiştir: "O öyle bir kabtır, kabısı deridir. Onda nebilerin, pey­gamberlerin ve israiloğullarının bilgisi vardır." İmamiyye taifesi imamlardan cifre ilmine bağlı çok şey nakledilmiştir. Biz bu cifr ilmi­ni biliyor ve onu kullanmıyorsak da yalnız Cafer'den olan sözlerden biliyoruz ki cifr imamların ilmi kaynaklarmdandır. Ve Allah'u teala  (cc) onlara özel olarak verdiği lütfü ve inayetidir. Es- seyyid Hüseyin Muzafer Es Sadık s. 109. Kuleyninin sözü de şöyledir: Allah (cc) Hz Muhammed'e bir kitap indirdi. Cebrail dedi ki;

Ya Resulullah bu kitap senin evladına aid bir yadigârdır. Yani bu evlatlarının birbirine verdiği vasiyyetleridir."

Hz Muhammedi:

Evlatlarım kimdir ya Cebrail?" Cebrail:

Senin evlatların Ali ve evladıdır" dedi.

Kitabın üstünde ve altında mühürler vardı. Resulullah bu ki­tabı Ali'ye verdi. Ondan bir hatem ayırıp onda yazılanla amel etti.

Daha sonra Hz Hasan'a verdi. Hasan ondan bir hatem ayırıp onda yazılanla amel etti. Daha sonra Hz Hüseyin'e teslim etti. Hüse­yin de bir hatem ayırdı. O hatemde: "Şehid olmak için kavmine git, sensiz onlara şehitlik yoktur. Nefsini Allah'a sat." yazılıydı. Hüseyin onu oğlu Ali Zeynel abidine verdi. O da ondan bir hatem ayırdı. O hatemde şöyle yazılıydı: "Evine git, sus. Yakin gelinceye kadar Rab-bine ibadet et." O da öyle yaptı. Sonra oğlu Muhamme'de verdi. Mu­hammed ondan bir hatem ayırdı, orada: "İnsanlarla konuş, onlara fetvalar ver. Ehli beytinin ilimlerini ve salih babalarının doğruluğunu yay. Allah'tan (cc) başka kimseden korkma. Müsterih ol, hiç kimse sana karışmaz" diye aynı minval üzere yazıldı.

Bu da o yazıyı kendi oğlu Cafer'e verdi. Cafer'in kopardığı ha­temde: "İnsanlarla konuş, onlara fetva ver. Ehli beytinin ilimlerini ve babalarının doğruluğunu yay. Zira sen hirz-ü e-mansm, yani güven­desin " diye yazılı idi. Bu Kuleybi yazısı el-İmamü's-sadık s. 35; Mu­sa Carullah. El-Vaşıa Fi-Nakdi Akaidu-ş şi'a' dan alınmıştır.

Caferi Sadık hakkında böyle rivayetler ne kadar varsada, öyle rivayetlere inanmak çok zordur. Çünkü müstakbel zamanı bilmek ve bu zamandan kıyamete kadar bütün olaylara haber vermek ancak ve ancak Allah'ın özelliğidir. Yani Allah'tan başka kimse öyle şeyleri bilmez. Cafer'in cifrle uğraşmasını ne kadar doğru kabul etsek bile böyle sözler söylemiş olması kesinlikle kabule şayan değildir. Öyle sözler söylemiş olduğu onun hakkında töhmet ve iftiradır. Böyle ri­vayetler ekserisi Kuleyni tarafından söylenmektedir. Bu adamdan kimse inanmamış, hatta ve hattaki Tusi gibi en büyük imamiyye a-limleri nihrileri, bilgileri olduğu halde gene onu tekzib etmişler ve öy­le şeyleri Caferi Sadık hakkında kabul etmemişler. Aynı zamanda Hz Hüseyin'e "git şehid ol" diye bir muhüde verilmiş değildir. Hz Re­sulullah (sav) bazı olayları ne kadar haber vermiş isede o vahy yo­luyla ve mucize yoluyla söylemiştir. Eğer Resulullah (sav) istikbal hakkında bir şey söylemişse gene vahy yoluyla On abildirmiştir. Zira muğayyebatı ancak ve ancak Allah'tan başka kimse kesinlikle bile­mez. Çünkü Cenab-ı Allah (cc) Resulullah'm dilinden şöyle buyurur:

"Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiç bir fenalık dokunmazdı. [3]

Caferi Sadık'tan, Süfyan-i İmam Malik, Ebu Hanife gibi alimler ilim öğrenmiş ve aynı zamanda hadis ilmide rivayet etmişlerdir. Böy­le bir şey olsaydı bu büyük zatlardanda naklolurdu. Şimdiye kadar böyle şeyler onlardan bize naklolunmamış. Kesinlikle Caferi Sadık'm konuşması azdı. Süfyan-ı Sevri diyor: Cafer'e bir gün rastladım, yani ziyarete gittim. Onunla konuşmak istedim. Benimle konuşmadı. Ko­nuşmasını rica ettim, konuşmadıkça kalkmaya niyet ettim. En son bana şöyle dedi: Allah'ın nimetine şükretmesini, şükrün nimetin art­masına vesile olacağını, nimet verildiği zaman da istiğfara devam et­mesini, devletin zulmüne karşı da:

La havle vela kuvvete illa billah" demesini söylemiştir.  Ebu Hanife Hicaz ülkesine gitmiş Cafer'in yanında iki sene ders almış.

Eğer bu iki sene olmasaydı Numan hilaket ve mahv olurdu" sö­züyle değerlendirmiştir. İmam-ı Azam gibi büyük alimlerin önünde diz çöktüğü bu saygı değer hakkında böyle asılsız iddiaların yayılma­sına töhmetten ve üçüncü asırdaki mezhep taassubunda başka bir nedeni yoktur. El- imamu's- sadık s. 37.

Caferi Sadık'm taatın ve riyazetiyle ecdadından almış olduğu büyük kabiliyetle beraber birde ilmi ledduna, vehbi ilim ile vakıf ol­duğu bilinmektedir. Örneği; İmam Zeyd'in katlolduğu zaman Haşi-miler toplanırlar. Abdullah oğlu Muhammed'e biat ediyorlar. O ce­maatin içinde sonradan Abbasi Halifesi olacak olan Seffah {kan dö­kücü) Ebu Cafer-i Mansur da vardı.

Mansur da "en-Nefsu'z-zekiye" unvanını taşıyan Muhammed'e biat eder. Fakat Caferi Sadık biat etmez. Bu işe aciz ve sıkılan Muhammedin babası Abdullah'a Caferi Sadık şöyle diyor: "Vallahi sana ve oğluma kızdığım için biat etmemiş değilim. Yalnız bundan bana sıkıntı geldiği için biat etmiyorum. (Mansur'a işaret ediyor.}" Muhammed Ebu Zehre, El-İmamu's-Sadık. S. 37.39. Kendi nefsini mağ­lup etmiş olan bir insanda ilhamın varlığını kendisinden inkar edil­mez.

Yalnız insanın bütün ilmi kendisinden gelmez. Çalışmakla bir­de Allah'ın tevfıki, inayeti, ilmide vardır. Biz bunlara Allah'ın yardımı veya iyi insanın kalbine Allah'tan vaki olan iyi bir şey şeklinde yo-rumluyoruz. Bunun için Abdullah bin Mesud (ra) içtihattan sonra verdiği fetvalarda şöyle demiş: "Eğer doğru ise Allah'tandır, yanlış ise benden ve şeytandandır. "Hz Peygamber şöyle buyurur ümmet içeri­sinde muhaddes yani ilham edilmiş kimselerin bulunduğunu Bu-haride bulunan bir hadislerinde haber vermişlerdir. Şu halde ilham vardır. Mülhemin şartı yani ilham edilmiş kimselerin şartı şöyledir: ruhani riyazetlerden, yani derin araştırmalarından olmak yani bu derin riyazet ve araştırmalardan sonra kalbe ilham ve yüksek bilgi ilim doğar.

İmam Cafer'in ilmi evvela kesbidir. Daha sonra ledun ilmi doğ­muştur. Fakat İmamiyyeler şöyle diyorlar: İlhama mazhar olan kim­se hatadan salim olmaz. Onun bütün sözü de doğru olmaz. İlhamın haricinde olan sözlerinde de yanlış yapabilir. Ashab-ı Kiram (ra) dü­şünceleriyle içtihad eder ve bazen ihtilafa düşerlerdi. Ashaptan daha üstün olan kimse düşünülmediğine göre bunlardan sonra gelen i-mamların hata yapmayacağını düşünmek akla ve mantığa aykırıdır.

Hasılı kelam İmam Cafer Sadık'ta büyük bir zat ve büyük bir imam idi. Yalnız onun özelliği ayrıdır. O da masum değildir, o da ha­ta yapar, bazen de ihtilafa düşerdi. Fakat o kendi nefsini çok temiz­lemiş, ruhende çok yüce ve muttaki bir zat idi.

8- Tabiinden Ebu'şşa'sa Cabir bin Zeyd (öl h. 93/m. 711): İba-ziyye mezhebinin kurucusu olup bu mezhebi h. 80'de ölen Abdullah bin İbaz et-Temimi'ye izafe edilerek meşhur olmuştur. Cabir bin Zeyd Kur'an ve sünnet ile amel eden tabiine mensup alimlerdendir. Ali bin Abbas (ra)'m talebesi olmuştur. İbaziyye fıkhı Kur'an, sünnet, icma, kıyas, istishan, mesalihi mürsele, istishab, sahibi kavli vb di­ğer mezheplerin dayandığı istidlal ve istinbad kaynaklarına dayanır. Onlara göre Peygamberimiz (sav)'e gelen ilham dışında hiçbir kim­seye gelen ilham, şer-i hükümlerde mülhem(kendisine ilham gelmiş kimselerden) başkası için delil olmaz. Mülhem olan müçtehide gelen ilhamda kendisi hakkında sadece hükmünde ittifakla kabul edebile­cek bir delil bulunmayan meselelerde hüccettir. Bu bir nevi bildiğimiz istihsan deliline benzemektedir. İslam fıkhı ansiklopedisi cild 1, s. 37.

İbaziyye mezhebine beşinci veya harici mezhebi denilirse onlar öyle isimlerin kendi mezhepleri hakkında söylenmesini kabul etmez­ler. Belki müslümanlar topluluğu, davet ehli veya istikamet ehli diye tanınmak için kabul ederler. Bu mezheb hali hazırda Libya, Tunus, Doğu Afrika, Cezayir ve Umman'da vardır. Onların itikadları şöyle­dir: Büyük günah hangisi işlenirse şayet tevbe etmezse o halde ölür­se sermeden yani ebedul abidin kalır. Kesinlikle çıkmaz. Zira tev-besiz ölmüş. Ahirette müslümanlar Allah'u tealanm cemali ve zatı görmezler.

İtaatkar yani muti kulun velayeti caizdir. Günahkar kimsenin tevbe etmesini lazım ve elzemdir. Konuşmalarda takiyye yapmak ca­izdir. Zira bununla Allah-ı tazim ve tensih gayesi güderler. Şu halde en büyük din alimlerine müctehid denir. Bir müctehidin ictihad ede­rek elde ettiği bilgilerin hepsine o müctehidin mezhebi denir. Ashab-ı Kiram'in hepsi derin alim ve müctehid idiler. Tabiin ve tebei tabiinin arasmdada müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Ashab-ı Kiram'm mezheplerinden yalnızca dördü yani Ebu Hanife, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleri günümüzde en yaygın şekilde bilinmektedir.

Bu dört mezhebe ehli sünnet velcemaat denir. Bunların iman bilgileri arasında ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Bir­birlerini severler. Birbirine uymayan işlerini de zaruret olunca birbi­rini taklit ederek yaparlar. Peygamber Efendimiz (sav)'in yolu Kur'-an-ı Kerim ile hadisi şerifleri ve müctehidlerin ictihadları ile göster­dikleri yoldur. îmamı Şarani mizanda şöyle diyor: Bütün mezhepler haktır ve doğrudur. O mezheb on sekiz tanesini göstermiştir. Bu dört mezhebin kadıları, müftüleri olduğu için bunların içine bid'atler ve hurafeler girmemiştir. Bu sebeple kendi hallerinde temiz ve doğru kalmışlardır.

Diğer mezheplerin kadıları, imamları ve müftüleri olmadığı için bid'atler ve hurafeler girdiği için bunlar ancak kitap ciltleri arasında kalmış, halk arasındaki yaygınlıkları kaybolmuştur. Ve ortadan kal­kmıştır. Bunların ismi kitaplarda kalmıştır. Şark beldelerinde bu­lunan Umman'da ibaziye, İran'da şia mezhebi gibi mezhepler çevre haricinde yayılma kabiliyeti gösterememişlerdir. Müslümanların ço­ğu da onlara hiçbir şeyde itimad etmediler. Fakat öyle hassas mese­lelerde müslümanlarm bütün mezhep imamlarından herhangi bir şey hikaye etmek ne bu görüşe karşı çıkanlar yönünden ne de o gö­rüşe tabii olanlar yönünden caiz değildir.

Zira şüphe yoktur ki birinci tutumunda imamlara iftira olduğu için bunlara darbe vurmak olur. İkinci tavırda ise kesinlikle zayıf kavillerle amel etmek olurki buda doğru değildir. Bundan sonra şunu söylememiz gerekir; Tatarların veziri tarafından sünni mezhepler a-rasında onları ehli sünnet dairesi dışına çıkarmak rafızi ve mülhid yapılmak için sokulmuş fitnelerdir. Şu halde ne kadar mezhep sa­hibi varsa hepsi müctehiddirler. Ve mezhepleride doğrudur. Onlar tarafından hilafı şeriat hiçbir meselede ihtilafları yoktur. Yalnız fer-i meselelerde ictihadları olmuştur. Eğer asli meselelerde bir ihtilaf ol­duysa kesinlikle onlar söylememişlerdir. Ehli bid'atm ve rafizilerin o büyük imamlar arasına sokmuş olduğu fitneden başka bir şey değil­dir.

Hatta ve hatta fukaha arasındaki ihtilaflar özellikle sahabe arasmda karşıt görüş serdedilen meselelerdir. Teşrik tekbirleri, Amin kelimesinin gizli söylenmesi, İbni Abbas ve îbni Mesud'un teşehhüt­leri (kıyamda) besmelenin gizli okunması, kamet getirirken tekbirle­rin tek veya çift olarak söylenmesi vb meselelerde olduğu gibi meselelerdedir. Böyle ihtilaflar evla olan konumda görünür. İhtilaf eden sahabeler ise hepsi hidayet üzeredirler. Zira Resulullah (sav) asha­bının topluca kendisinde duydukları şeyin anlaşılmasında gösterdik­leri ihtilafa muvafakat etmişlerdir. Mezheplerin ihtilafları da saha­benin ihtilafı gibi maksada yönelik ihtilaftır. Onlardan bazıları hadi­sin zahiri, bazıları ise batını ile amel etmişlerdir. Biz bütün bu saygı değer imamların ictihadlarmı doğru olarak kabul ediyoruz vesselam.

Bu saygı değer zatlar (ra) şeriat meselelerini meydana getirmiş­lerdir. Şeriat terim olarak ne demektir? Şeriat; Allah'ın kanunu, şer-i şerif, Allah'ın yolu, dinin amellere ait ahkamının heyeti mecmuası, şeriatı ğarra, insanın saadeti ebediyyesine ulaştıran muazzam ve mübarek çok şerefli ve geniş bir yoldur. Şer-i ve şeriat kelimeleri ay­nı anlama gelir. Yani müteradiftirler.

Şeriat, istilahi olarak ne demektir? Allah'u tealanın insanlar i-çin Cibrili emin vasıtası ile peygambere gönderilen dini ve dünyevi mukaddes ahkamın heyeti mecmuasıdır. Bu noktadan hareketle din ile şeriat eş anlamlıdır. Bu itibarla her iki ahkamada şamil gelmek­tedir. Yani ahkamı asliyye denilen itikadiyatı hemde ahkamı fer'iyye denilen ibadet , ahlak ve muamelatına şamil gelmektedir. Şu halde şeriatın ibadet, ahlak ve muamelat manalarına istimal olursa daha uygun olur.

Özet olarak şeriat, manası tam olarak kullanılırsa şu anlamda olabilir. Bir peygamber tarafından tebliğ edilmiş olan mukaddes ka­nun demektir. Bu mukaddes kanunun koruyucusu olan Allah'a "şari-i mübin" denir. Bu kanunu insanlara söylemiş olan peygam­bere de "sari" adı verilir. Şu halde seri hükümler denince ilahi hü­kümleri anlamak lazım ve elzemdir. Bununla asıl Kur'an'a, hadise, icmaa serahaten, zahiren dayanan müstenid olan hükümler irade ve kasdedilmiş olur. Fakat islam saygı değer olan nıhrilerin ve mücte-hidlerinin ictihad ve kıyas yoluyla çıkardıkları olan islam kanunları ise "fıkhi hükümler, amelle ilgili fer-i meseleler" diye isimlendirilir. Şer-i esaslara dayanmaları olduğu için bunlarda şer'i hükümler ola­rak zikr olunur.

Resulullah (sav)'in zamanında ve zamanından sonra da fetva veren ancak ve ancak Ebu Bekiri Sıddık'ti. Zira o zat (ra} Resulü Ek­rem'den sonra hilafet makamını almıştı. Sıddıki Ekber ashabı kira­mın en büyük fukahasmdan idi. Onun için Resulullah'm zamanında da fetva verirdi. İbni Hazim'in keşfine göre hadislerin müsned olarak rivayet ettiğinin adedi yüz kırk ikidir. Hadisi şerifenin manasını de­ğil, aynı zamanda elfaz mübarekesiyle beraber Resulullah'tan nakletmiştir. Resulü zişan efendimiz hasta olduğu zaman Sıddıki azamı ashabı kirama namaz kıldırmak için kendi yerine imam olarak tayin etmiştir.

Gene bir gün aynı hastalığı esnasında minbere çıktı ve şöyle buyurdu: "Nas arasında bana karşı gerek malı ve gerek nefsi bakı­mından Ebu Bekiri İbni Kuhafe'den daha fedakar bir kimse yoktur. Eğer ben insanlardan birini dost isteseydim kayıtsız şaartsız olarak Ebu Bekir'i dost seçerdim. Fakat islam dostluğu daha iyidir. Bu mes­cide Ebu Bekir'in kapısından başka açılan kapıları kapayınız." Bu gi­bi sözler Ebu Bekir'in büyüklüğüne ve halifeliğine yani imameti kübra makamına geçmesine büyük bir işarettir. Bunun için ashabı kiram Resulullah'm teçhizi daha yapmadan hemen kendi arasından hilafeti kabul ederek büyük imamete seçtiler.

 

Hz Ebu Bekir (Ra):

 

Hz Ebu Bekir'in babasının adı Ebu Kuhafe (Osman) bin Amr'-dır. Annesinin adı ise Ümmül Hayr (Selma) b. Seğr bin Amr'dır. Binti Ammi Ebi kuhafedir ve ismi zevcetihi yani hanımının adı ise Hz Ab­dullah'ın anasının İsmi Keylet binti Abduluza'dır. Hz Aişe'nin ana­sının ismi ise Ümmül Ruman'dır. Kendisinin Resulullah (sav) efendi­mizden üç yaş küçük olduğu söylenmektedir. Hz Ebu Bekir ana ve baba tarafından Kureyş kabilesinin Teymi koluna mensuptur. Bu yüce şahsiyyet kuvvetli bir iman ve sağlam bir karaktere sahip olup çok halim ve merhametli, ince duygulu, hassas kalpli idi. Kur'an-ı Kerim okunurken göz yaşlarını tutamaz ve ağlardı.

İslamiyetten öncede dürüstlüğü, doğruluğu ve her cihetten iti­mada şayan olması hasebiyle kendisini saydırmış şerefli bir tacirdi, ilmi, ensabı, Arap kabilelerinin ve şahısların şecerelerini iyi bilirdi. Bu konuda çok mahirdi. İslamiyetten önce adı Abdul Kabe'ydi. Müs­lüman olduktan sonra Resulullah (sav) adı Abdullah'tır dedi. Resulullah "Atık" lakabını Ebu Bekir'e vermiştir.

Yani kendisi "Atık" Arapçada azad edilmiş demektir. Peygambe­rimiz (sav) Ebu Bekiri Sıddık (ra) için "Bu, Allah (cc)'ın cehennemden azad ettiği kimsedir" dediği için bu lakabı aldığı rivayet edilmektedir. Hz Peygamberin vefatı üzerinde türlü, çeşitli bölgelerde çevre kabilelerin isyanlarını bertaraf ettikten sonra Bahreyn, Umman,Yemen ve Hadramavt'ta kesin başarılar kazandı. Kur'an-ı Kerim'i tek nüsha halinde toplatttı. En çok gazaplandığı kişiler, devlet malı ile zengin­leşmek isteyenler oldu.

Şu dua onundur: "Ya Rabbi kıyamet gününde benim vücudumu o kadar büyüt o kadar büyüt ki cehennemini baştan başa ben doldu­rayım ve orada benden başka hiçbir kuluna yer kalmasın. Onların ye­rine ben yanayım." Savaşa gönderdiği orduya talimatı şudur: Barışa ihanet yok. Kimseye tecavüz yok. Kimsenin uzuvlarını kesmek, iş­kence etmek yok. Çocukları, ihtiyarları, kadınları öldürmek yok. Yemiş veren ağaçlara da dokunmak yok. Hayvanları gıdadan başka maksatla kesmek yok. Manastırlara çekilmiş insanlara ilişmek yok.

Hz Peygamber (sav)'in şu hadisleri onun içindir:

Güneş, peygamberler hariç Ebu Bekir'den daha faziletli bir kimse üzerine ne doğmuş ne de batmıştır."

Hayatında cennetle müjdelenen Hz Sıddıki Ekber 2 yıl, 3 ay, 10 gün halifelikten sonra 23 ağustos 634'te vefat ettiği zaman Kur'an-ı Kerim toplanmış, ümmetin vahdeti sağlanmış, islam orduları Bizans ve İran topraklarında eşsiz zaferler kazanmış, cihan tarihinin seyrini değiştiren "İslam" vakıası tarihteki yerini almıştı. Allah ondan razı olsun. O büyük zat Hicreti nebeviyye'nin 13'üncü senesi altmış ya­şındayken vefat etmiş, Ravzai Mutahhara'ya defnedilmiştir.

 

Hz Ömer (Ra):

 

Ashabı kiramın en büyüklerinden, İslam'ın ikinci halifesi, aşe-rei mübeşşere yani cennetle müjdelenen 10 kişiden biri olan ve pey­gamberimiz (sav)'in kayınpederidir. Miladi takvimin 583'üncü yılında Mekke'de doğdu. Peygamberimiz (sav)'in islamiyeti yaymaya başla­masından 6 yıl sonra Erkam'm evinde müslüman olmuştur. Kureyş'in büyüklerinden olduğu için hitabeti, konuşması çok güzeldi. Önce Resulullah'a çok düşmandı.

Resullah'm peygamberliğinin 6'mcı yılında müslüman oldu. Bütün gazalarda bulundu. Şecaat cihetiyle aslan gibi dövüştü. U-hud'da ResuluUah'm yanından ayrılmadı. Daima doğru söylediği için "Faruk" dendi. Halife Ebu Bekir vefat edeceği zaman ashabı kiramın ileri gelenleri birbirleri ile görüştükten sonra Hz Ömeri halife tayin ettiler. Emirü'l Mü'minin ismini aldı. Az zamanda o kadar çok yer al-dıki tarihçileri şaşırttı. Kudüs'e gidip adaleti ile Rumları hayran bı­raktı. Kadisiye zaferini kazanarak ordulsu Azak denizine kadar ilerledi. Tunus'a kadar fetihler yapıldı. Suriye, Irak, Mısır, Cezayir, Di­yarbakır, Azerbaycan ve İran onun zamanında feth edildi.

Onun zamanında 4 binden fazla cami, mescid yapıldı. Hz Mu-aviye'yi Şam valisi yaptı. Kendiside Şam'a geldi. Her sene hac yaptı. 10 sene, 6ay, 7 gün dünyada hiç görülmemiş bir adaletle halifelik yaptı. Hz Ömer'in adaleti bütün dünyada misal verilmektedir. Hz Ömer'den (ra) ; "Amirin en kötüsü, halkını kötü yola sevkedendir.", "Halka karşı insaflı davranan işinde muvaffakiyete erişir." "Kötülüğü bilmeyen adam, onun tuzağına kolay düşer."

Devrinde askeri politikasını, Ebu Bekiri Sıddık devri gibi sür­dürdü. Cephelerde zaferler devam ederken Hz Ömer bir yandan da adaletin teşkilatlanmasına çok önem verdi. İdari ve siyasi birçok müesseseler Hz Ömer zamanında kuruldu. Hazine demek olan "Bey-tü'l-mal" 'm kurulması, ileride büyük şehirleri oluşturacak merkezi ordugahlar "Amsar" meydana getirilmesi bütün bunlar O'nun zama­nında yapıldı.

Normal ve olağanüstü zamanlar için onun tarafından konulan Kur'an ve sünnete dayalı çeşitli vergiler, adaletin sağlanması açısın­dan tarihte eşine rastlanmayan bir içtimai huzur sağladı. Dünyanın gözünü kamaştıran bu askeri, siyasi ve idari hamleler devam eder­ken muhteşem Ömer sadelikten, tevazudan, ilahi mesuliyet şuurun­dan hiçbir zaman kopmadı. Bir köle gibi deve güttü. Hazineye ait de­veleri tımar etti. Dul ve yetimleri için beytülmaldan bizzat yiyecek taşıdı. İkaz edilmekten ve tenkidten kesinlikle kaçmadı.

Şu dua onun mübarek sözüdür: "Ya Rabbi ben sert ve şiddetli­yim, bana tatlılık ve yumuşaklık ver. Zayıfım bana kuvvet ihsan et. İş­lerini elime aldığım milleti doğru yolda yürütmenin liyakatini bahşet. Eğer ben uyusaydım kendimi, uyusaydım milletimi kaybederdim. Hal­buki ben onlardan mesulüm."

Peygamber'in onun hakkında ki şu sözleri meşhurdur: "Ömer benimledir, ben de Ömer'leyim. Benden sonra hak, Ömer neredeyse oradadır."

Hz Ömer hak ile batılı ayırdığı için Resulü Ekrem ona "Faruk" unvanını vermişti. Resulü Ekrem devrinde ikinci veziri olduğu gibi Sıddıki Ekber'in hilafeti zamanında da onun özel müşaviri ve kadısı idi. Hafızu-1 Kur'andı ve vahiy katibiydi. Tevratı anlayacak kadar ib-ranice lisanı biliyordu. Uhud savaşı esnasında sahabei kiramın bir­birinden ayrıldıkları zaman Hz ResuluUah'm yanında durdu ve düş­manlardan onu muhafaza etti. Resulü Ekrem onun hakkında şöyle dua etmiştir:

Ya Rabbi! İslamiyeti Hattabın oğlu Ömer'le kuvvettendir." Resulullah'ın duası onun hakkında kabul olduğu için bu kadar hizmetlere muvaffak olmuştur. Hz Ömer senelerce Resulullah'ın hu­zurunda durmuş, o kesinlik büyük maneviyat ve feyz istifade etmiş­tir. Bu sebeple tefsir, hadis, fıkıh ilimlerinde süper ihtisası vardı. Hz Ömer'den pek çok hadisi şerif naklolunmuştur. Bunların ekserisi İmam Ahmed'in Müsned'inde toplanmıştır. İbni Hazm'ın dediğine gö­re Hz Ömer'in müsned olarak rivayet ettiği hadislerin adedi 573'tür.

Hz Ömer zamanında Basra kadısı bulunan Ebu Musel Eş'ari hazretlerine yazmış olduğu mektup pek meşhurdur. Bu mektubun içinde çok önemli ahkam vardı. Bunun için "Kitabüssiyase"adı ve­rilmiştir. Tabiinden Kufeli Kabisa Ebulale demiştir ki:" Ben raiyyesi hakkında Hz Sıddık'tan daha re'fetli, daha hayırlı bir zat görmedim. Hz Ömer'den ziyade de karii Kur'an, dini ilahide fakih, hududullahı ikameye mukdim, ricalin kalplerinde heybetli bir zat görmedim." İs­lam aleminde ilk Kur'an mektebinin müessisi Hz Ömer'dir. Bu mek­tebi o meydana getirmiş, bunun müdavimliğine Amir b. Abdullah Huzal'ı tayin etmiş ve beytülmaldan kendisine maaş vermiştir.

Yani Ömer'in müslümanlığı fetih oldu. Onun hicreti yardımlaş­mak oldu. Onun emirliği de rahmet oldu. O müslüman olmadan önce biz Kabe'nin yanında namaz kılamazdık. Vaktaki o müslüman oldu, Kureyşlilerle savaş yaptı, Kabe'nin yanında namaz kıldı biz de onunla namaz kıldık.

Hz Ömer'in babası Hattab b. Nüfeyl b. Abdüluzza b. Rebah b. Abdullah b. Karad b. Revah b. Adıyy b. Ka'b b. Lüvey'dir. Künyesi Ebu Hafs'dır. Annesi de Haşim'in kızı Haysüme veya Halime'dir. Bü­tün ömründe yedi hatun aldı. Peygamberimiz nesebiyle sekizinci cedde de birleşir. Hicri 23'üncü yılın zilhicce ayında, bir sabah namazında, Muğire b. Şu'be hazretlerinin kölesi Ebülü'lü Firuz ta­rafından bıçakla karnına vurularak 63 yaşında 3 kasım 644'te şe-hidlik mertebesine ulaştı. Peygamberimizin kabrinin bulunduğu yer­de Hz Aişe'nin müsaadesi ile Hz Ebu Bekir'in yanında defn edildi. Rahmetullahi Aleyh Rahmeten Vasiaten.

 

Hz Osman (Ra):

 

Osman b. Affan b. Ebil As b. Ümeyye b. Abduşşems b. Abdul-menaf b. Kusyye b. Kılab b. Murre b. Kab b. Lüey'dir. Hz Osman asıl emevi hulefai raşidinin üçüncüsüdür. Validesi Erva binti Kerzıb Rabia'dır ve Hz Peygamberin ammesi kızıdır. Resu­lü Ekrem (sav) Hz Osman'a önce Rukiyye ismindeki muhterem ke­rimesini vermiştir. Rukiyye'nin vefatından sonra da Ümmü Gülsüm ismindeki kızını kendisine tezviç buyurmuştur. Bu sebeple "Zinnu­reyn" lakabı ile şöhretlenmiştir.

Hz Osman islamiyeti ilk kabul edenlerdendir. Dini islam uğ­runda can ile, mal ile pekçok fedakarlıklarda bulunmuştur. İbni Ce-rir şöyle demiştir ki: "Hz Osman müftü İdi. Birçok fetva vermiştir. Fakat kendisinden sonra bunları nakledenler bulunmadığı için bun­lar, ümmet arasında intişar edememiştir." Hz Osman 23 senesinde sahabei kiramın kararı ile hilafet {büyük imam) makamına seçilmiş­tir. Hz Osman adalet, nezahet, istikamet, yumuşak ve ahlakı hamide ile islam milletinin işlerini idareye başlamıştır.

Hilafeti sırasında Nişabur, Kuzey Afrika, Kıbrıs, Ermeniyye, Kafkas, Horasan, Kerman, Sicistan, Afrikiyye ve İran'ın büyük bir kısmı fethedildi. Cömertliği dillere destandı. Peygamberimizden 146 hadis rivayet etmiştir. Fakat kader değiştirilemezdi. Mısır, Küfe ve Basra'dan kıvücımlanan fitne ateşi nihayet tutuştu ve üçüncü halife olan Hz Osman'ı Zinnureyn Kur'an-ı Kerim tilavet ve kitabet ederken 18 zilhicce cuma günü 22 haziran 566 hicri 82 yaşındayken şehadet makamına erişti (ra).

Uhud, Hendek, Hayber savaşlarında ve Mekke'nin fethinde bu­lundu. Hudeybiye sözleşmesinde peygamberle Mekkeliler arasında arabulucu oldu. Asiler Medine sokaklarında kol gezerken onları mağlup etmek için yakınları ondan izin istediler. Hz Osman yakın­larına izin vermedi ve şöyle dedi: "Hayır! Bir müslümamn kanının akmasına razı olmam." Onun okuduğu Kur'an üzerine akıtılan temiz kanı ise kıyamete kadar taze bir ibret olarak kalacak. Gelecek sözler onundur.

Cehalet öyle bir binektir ki üzerine binen rezil olur.", "Sultanla dost olan aslan üzerine binen insan gibidir. İnsanlar ondan korkar, o ise bineği olan aslandan.", "Edep döküntüleri altın döküntülerin­den daha hayırlıdır." Allah ondan çok çok razı olsun.

Hz Osman kırk gün susuz kalarak evini kuşatan asilere: "Re-suli Ekrem (sav)'in Medine'deki mescidi küçük ve dardı. O zaman her kim bu mescidi genişletirse ona cennette yüksek bir makam verile­ceği beyan buyurmuştur. Ben derhal peygamberimizin emrini yerine getirmiştim. Siz ise bugün benim bu mescidde namaz kılmamı men ediyorsunuz. Müslümanlar Medine'ye geldikleri zaman Rume kuyu­sundan başka suyu tatlı bir kuyu yoktu. Resulü Ekrem (sav) kim bu kuyuyu satın alıpta müslümanlara vakf ederse Cenab-ı Hak cen­nette ona daha bir ihsan verir buyurmuştu. Allah'ın inayetiyle bu i-yilik bana nasip oldu. Sizler ise beni bugün o kuyunun suyundan mahrum ediyorsunuz demiş." Fakat sözünün tesiri olmamıştır,

Hz Osman zamanında islam devletinin sınırları baş döndürücü bir hızla genişledi. Bakı makberesinde medfundur.

 

Hz. Ali (Ra):

 

İslamı ilk kabul edenlerden olan İmam Ali, hulefa-i raşidin de­nilen dört halifeden birisidir. Peygamber mektebinin seçkin talebesi, ilim şehrinin kapısı, Allah'ın arslanı, islam halifesi ve peygamberimiz (sav)'in damadıdır. Ayrıca da amcasının oğludur.

Hz Ali (kv) peygamberimizin mektupçusu ve vahy katibi, Kur'-an-ı Kerim'inde hafızı ve öğreticisidir. Hazret-i Muhammed (sav)'in terbiyesiyle yetişmiş ve cennetle müjdelenmiş olan on kişiden biridir. Tebük savaşı hariç tüm seferlere, savaşlara katılmıştır. Peygam­berimiz (sav)'in kızı Hz Fatıma ile evlenmiştir. Hz Fatıma öldükten sonra başka kadınlalarla evlenmiştir.

Miladi 600 yılında Mekke'de fil vakasından otuz yıl sonra 13 receb cuma günü Mekke'de doğmuştur. Küçük yaşta iken islamı ka­bul etmiştir. Peygamberimiz (sav) Mekke'den Medine'ye hicret eder­ken Hz Ali (kv) Mekke'de Resulullah (sav)'in yatağına yatarak müş­rikleri yanılttı ve daha sonra o da Medine'ye hicret etti. 656 hazira­nında hilafet makamına seçildi. Hilafet devri Hz Osman'ın şeha-detinden sonraki kargaşa dönemine rast geldiği için karışıklarla geç­ti. 5 yıl halifelikte bulundu. 19 ramazanda Kufe'de sabah namazı kıl­dırmaya hazırlanırken İbn. Mülcem yani Abdurrahman İbni Mülcem adındaki bir cani tarafından cuma günü  63 yaşındayken  661'de şehid edildi. Peygamberimiz (sav)'in soyu onun neslinden devam et­miştir. Kendisi Hz Peygamberimizden 586 hadis rivayet etmiştir.

Ashabı kiram içerisinde katiyyen puta tapmayanlardandı, o-nun için kendisine "Kerremallahu vechehu" denildi. Allah'ın tak­dirine rıza gösterdiği için kendisine "Murtaza" denildi. Gazvelerde ve savaşlarda gösterdiği eşssiz şecaatlar için kendisine "Esed (aslan), Esedullah (Allah'ın aslanı), Şir-i Yezdan, Şahı merdan" denilmiştir. Fakat Hz Osman (ra) devrinde ortaya çıkan fitne onun devrinde de söndürülemedi. Cemel vakası, Sıffm savaşı, hakem olayı. Hepsi onun zamanında çıkmıştır.

Hz Ali'nin künyesi Ebu-1 Hasan, Ebu-1 Hüseyin'dir. Nebiyi zi-şan efendimiz kendisine iltifatta bulunmuş "Ebu-1 Turab" künyesini de vermiştir. Resuli Ekrem Hz Ali ile ahi yani kardeşlik akdi ekmiştir. Onun fezaili hakkında birçok hadisi şerif vardır. Resulü Ekrem efen­dimiz Hz Ali'yi Yemen'e kadı olarak göndermişti. Hz Ali: "Ya Resu-lallah! Beni Yemen'e kadı tayin ediyorsun, halbuki orada benden yaşlı zatlar var. Ben onların arasında nasıl hükmedebilirim? Resulü Ekrem de: "Bana yakın gel" diye emretmiş, mübarek ellerini Hz Ali'­nin göğsüne temas ettirerek "Ya Rabbi! Dilini serbest et, kalbini de hidayet et" diye dua buyurmuştu. Hz Ali demiştirki; Allah'a yemin ederim ki ben bundan sonra verdiğim hühümlerin hiçbirinde şek ve şüpheye düşmedim. Resulü Ekrem (sav) bana: "Ya Ali! Huzuruna iki hasım gelse birincinin sözlerini dinlediğin gibi ikincinin sözlerini de dinlemedikçe hüküm etme" dedi. Bundan sonra herşey kolay oldu. Yani Resululah'm tavsiyesine göre hareket ettim. Artık bundan son­ra bana hiçbir hükmümde şüpheli bir şey vaki olmadı.

Bunların hilafetleri 29 yıl, 6ay, 4 gündü. Zira Sıddıki Ekber'in hilafeti 2 yıl, 3ay, 10 gündü. Hz Ömer'in hilafeti 10 yıl, 6 ay, 8 gün­dü. Hz Osman'ın hilafeti 11 yıl ,11 ay, 9 gündü. Hz Ali'nin hilafeti ise 4 yıl, 9 ay, 7 gündü. Hepsi 29 yıl, 6ay, 4 gün eder. Otuz yıldan eksik olanı Hz Hasan tamamlamıştır. İmam Suyuti şöyle beyan etmiştir: Hz Hasan'm hilafeti 6 aydı, 7 aya yetişmemişti. Tuhfetul murid s. 101. Bu açıklamasıyla Resulullah (sav)'in mucizatı bize zahir oldu. Zira Resululah şöyle buyurmuşlardır:

Benden sonra ümmetimde hilafet otuz yıl olacak, ondan sonra isirici padişahlar olacak."

Demek otuz yıldan sonra hangi adam kendi reiyesine amirlik yapmışsa o halife değil belki padişahtır. Nasıl Hz Muaviye (ra) şöyle demiştir: "Ben padişahların evveliyim. Fakat Emevi, Abbasi melikle-rined e ne kadar halife demişlersede mecazidir. Hakiki değildir. Zira otuz yılın adaleti ve eşitliği gibi hiç bir padişah kendi rayiesine yap­mamıştır. Bu zatların hilafetleri meşhur olduğu gibi aynı zamanda imamdılar. Zira fıkıhta ilk olarak onlar fetva vermiştiler. Bir görüşe göre imamlar on ikidir.

1- Ali (ra, ku): Çocukları 15 erkek, 18 kız. Hz Fatıma (ra) vefat etikten sonra Hz Ali birçok kadını nikah etti. Onlardan da çocukları dünyaya geldiler. Hz Ali Küfe camisinde sabah namazı kıldırmak için giderken Abdurrahman bin Mülcem ve Şebib ismindeki olan bir din düşmanı tarafından şehid edildi. Şebib'in kılıcı Hz Ali'ye değmemişti. Yalnız Abdurrahman'm kılıcı onun alnına isabet etmiştir.

2- Hasan bin Ali (ra): 47 yaşında vefat etmiştir. Onun hanımı Cu'de isminde kendisine zehir vermiş ve vefat etmiştir. Yezid'in hile-siyle bu iş meydana gelmiştir. Baki kabristanda medfundur (ra). Bü­tün evlatları 15 tanedir. Onlardan Zeyd ve El-Hasenu-1 Mussena'dan başka kimse kalmamıştır. Abdullahı  Elmahd ismindeki el-Hasanı-1 Elmusseda kalmıştır. Şeyh Abdulkadiri Geylani ondan dünyaya gel­miştir. Demek şeyh Abdulkadiri Geylani (ks) sülalesi Hz Hasanı-1 El-Musennadandır. Hicrî 50'de vefat etmiştir.

3- Hz Hüseyin bin Ali (ra): Hicri 61 yılında 55 yaşındayken şehid olmuştur. Onun evladı, 6 veya 7 taneydi. Ali Zeynul Abidin'den baş­ka kimsenin evladı yoktu. Zeynul Abidin'in evladı ise 11 erkek, 4 kız'di.

4- Ali Zeynulabidin bin Husey (ra): Annesinin adı Şahzinan binti Nuşirevan. H. 94 yılında 57 yaşındayken vefat etmiştir. Ölümünün sebebi Abdülmelik oğlu Velid kendisine zehir vermiştir.

5- Muhammed Bakır bin Zeynul Abidin (ra): Bakır ismulfaildir. Anlamı ise yani ilmi varmış ve aslisi tanımış. O da zehirle gitmiş. Ev­ladı 6 veya 7'ydi. H. 117'de 63 yaşındayken vefat etmiş.

6- Caferi Sadık bin Muhammed Bakır (ra): H.148'de 68 yaşın­dayken El-Mansur devrinde zehirle gitmiştir.  Onun evladı 6 veya daha fazlaydı. Bir de kızı vardı.

7- Muse-l Kazım bin Cafer-i El-Sadık (ra): H.  183'de 55 yaşın­dayken vefat etmiştir. Harun-i Raşid Basra şehrinde onu bir sene hapsetti.  Ondan sonra Muse-l Kazım vali İsa bin Cafer bin Man-sur'un yanma gönderdi ve hemen onu öldür dedi. Vali, yani İsa b. Cafer Harun-u Raşide şöyle haber gönderdi: "Bu adam çok iyi bir in­sandır. Bunu nasıl öldüreyim? Ben bunu öldürmem. Harun bir ada­ma git onu vali yani İsa'nın elinden al getir deid. Ve kendisine zehir ver ölsün. O adamda öyle yaptı. Onu zehir ile öldürdü (ra). Onun kabri Bağdat'ta ki Kureyş kabristanındadır.

8- Ali El-Rıza bin Muse-l Kazım (ra): H. 203'te 55 yaşındayken vefat etmiştir (ra). Onun türbesi Harun-i Raşidin kabrine yakındır.

9- Muhammed El-Cevvad bin Ali El-Rıza (ra): H. 220'de 25 ya­şındayken vefat etmiştir.  Onun hanımı Ma'mun oğlu Harun-i Ra-şi'din kızıydı. Me'mun'un kızı kendisine zehir vermiş, onu öldürmüş. Bu olay Harun-i Raşidin hilesiyle meydana gelmiştir. İki kızı, iki oğlu vardı. Onun türbesi Bağdat'taki Kureyş kabristanlığındadır (ra).

10- Ali El-Hadi El-Askeri  bin  Muhammed El-cevvad  (ra):  H. 254'de 40 yaşındayken vefat etmiştir. 3 erkek, 1 kız evladı vardı.

11- El Hasenu-l Halısa El-Askeri b. Ali El-Hadi (ra): H. 260'da 28 yaşındayken vefat etmiştir. Onun türbesi kendi babasının türbesinin yanındadır. Yalnız bir oğlu vardı.

12-  Muhammed El-Hucce Ebul Kasım ibni El-Hasanul Ha-lıs: Babası vefat ettiği zaman o beş yaşındaydı. Acayip hikmet sahibiydi. El-Kasımul Muntazer. Zira bu zat Medine-i münevvere'de kaybol­muştur. Nereye gittiğini kimse bilmezdi. İmamiye şiası onun lakabı­na şöyle tarif etmişler: Hüccet, Mehdi, Halife-i Salih, Kaim, Mun­tazer, Sahibuzzaman.

Bu lakapların içerisinden en meşhuru Mehdidir. İbni Hacer Se-vaik'te s. 102'de şöyle diyor: Rafızıytm şöyle diyorlar; bu Muham-medul Hüccet Ebul Kasım ibnil Hasenil El-Askeri bu zat Mehdi'dir. Babası vefat ettiği zaman o beş yaşındaydı. Nasılki Hz Yahya'ya hikmet ilmi küçükken verilmiş ise ona da aynı şekilde verilmiş ve nasıl İsa Allah (cc) (asv)'ma küçükken imamlığı vermişse ona da i-mamlığı vermiş.

Onun babası Sure Menreayani Samiri şehrinde vefat etmiştir. O beş yaşındaydı. H. 266'da Medine'de kaybolmuştur. Çıkacak dün­yada eşitliği ve adaleti bırakacaktır. Yani meydana getirecektir. Fa­kat ehli sünnet velcemaatm yanında Hz Mehdi'nin ahir zamanda çı­kacak, dünyada zulmün, haksızlığın yerinde adaleti, iyiliği yapacak. Hz Hüseyin'in neslindendir.

Medinei münevvere'de dünyaya gelecek, adı Muhammed ola­cak, babasının adıda Abdullah olacaktır. Onun siması, ahlakı Pey­gamber (sav)'in siması, ahlakı gibi olacak. Zulmü ve fitneyi yerden kaldıracak. Onun yerine adaleti dolduracak. Çıktığı zaman yaşı kırk­tır. Kırk yıl da dünyada kalacak, ondan sonra vefat edecek. Ehli sünnetin delilleri çoktur ve tevatür derecesine ulaşmıştır. Hatta iki ayette bunun üzerine hamletmişlerdir. Said bin Cubeyr'de öyle riva­yet etmiştir. Yani Hz Cubeyr oğlu Said (ra) ayet Hz Mehdi'nin hak­kındadır demiştir.

Mükatıl ve diğer arkadaşları şöyle demişler: Bu ayet-i kerimede Hz Mehdi'nin işareti vardır.

Hem de keşfiyatı sahihde Mehdinin çıkmasına dalalet ediyor. İmamul Muhakkikin şeyh Muheyeddin İbnu-1 Arabi Fütuhat kita­bında şöyle diyor: Allah (cc)'ın bir halifesi vardır çıkacak ve Resu-lullah (sav)'in izini takip edecek. Kendi hükmünde kesinlikle yanlış yapmaz. Onun bir meleği vardır, kendisini takviye ediyor.

Ehli sünnetin bazısı Hz Mehdi'nin hakkmnda sahih hadis yok­tur diyorlar. Fakat Mansu Ali Nasıf tacın haşiyesinde cild 5, sayfa 341'de şöyle diyor: "Hz Mehdi'nin hakkındaki olan bütün hadisi zayıf etse İbni Haldun gibi veya başkası gibi onlar yanlışlık, hata etmişler. Ebu Davud, İbni Mace, Taberani, Tirmizi, Bezzar, Ebu Ya'la, İmam Ahmed ve Hakim Radiyallahu anhum,Ecmain Amin Ya Rabbelale-min.Velhasıl biz ehli sünnet velcemaatm yolları lisanen ve amelen kabul ediyoruz. O zatlara muhalefet etmiyoruz.

İmanlı olan kimse Allah'u tealanm emrettiği iyi şeyleri öğren­mek, öğretmek ve yapmak için uğraşır. Allah'u teala vetekaddes haz­retlerinin yasak ettiği zararlı şeyleri almaz, kullanmaz, iltifat etmez, bakmaz, kimseye kötülük yapmaz, kendine kötülük yapana kesinlikle karşılık yapmaz, metanetli olur ve sabreder. Ona tatlı dil, güler yüzlü ile nasihat ve vaaz eder. İnsanlara hürmet eder, yardıma ko-şar, din yolunda ve dünya işlerinde sıkıntıda görünce kurtarırlar.

İslamın güzel ahlakı ile yaşayarak herkesin sevgi ve saygısını tutar­lar.

İmanlı olmayanlar dünyanın dışı tatlı içi acı olan ve dışı yaldızlı içi zehirli olan ve başlangıcı hoş sonu boş olan rahatlığına ve güzel­liğine sarılıyorlar. Ne için dünyaya geldiklerini ve görevlerini bilmi­yorlar. Zira onların itikadları bozuk olduğu için sapmışlar ve eğri yo­la düşmüşlerdir. İtikad inanç demektir. Şu halde bir şeye inanmaya, bir kimseyi veya bir haberi tasdik ve kabul edip ona bağlı kalmaya "akide" denir. Çoğulu "akaid"dir. İtikad, iman ile eş anlamlıdır (mü­teradiftir).îman Resulullah'ın (sav) bildirdiği şeyleri kesin bir şekilde kalben tasdik etmektir. Cemiyette müslüman muamelesi görmek içinde bu imanı açığa vurmak lazım ve elzemdir. Velhasıl itikaadi mezhepler ikiye ayrılır:

a- Ehli sünnet mezhebi

b- Ehli bid'at mezhebi

Ehli sünnet; Hz Peygamber (sav)'in yolundan gidenler, o yoldan hiç çıkmayanlar demektir. Ehli bid'at ise Hz Peygamber (sav)'in öğ­rettiği ahkamları, Kur'anın emirlerini kendi arzuları çizgisinde yo­rumlayan, sünnet yolundan çıkan kimselerdir. Ehli sünnetin kay­nağı kitap ve sünnettir. Onlarda ne gibi hükümler olursa öyle kabul ederler ve hareket ederler. Ehli sünnette üç kısma ayrılır:

 

a- Selefiye Mezhebi:

 

Selefi daha önce gelmiş ilk müslümanlara denir. Bunlara sa­habe ve tabiiler denir. Hz Peygamberden duydukları gibi kabul eder­ler. Onlar akli tahlillerden, tefsirlerden geçirmeye lüzumiyet yoktur diyorlar. O devirde mantık, kelam ve felsefe gibi ilimler alemi islam arasında gelişmemişti. Bu nedenle sahabeler, tabiiler Peygamberden gelen sözleri munazasız tasdik eder, öyle kabul ederlerdi.

O devirde daha müslümanlar arasında inanç münakaşaları kesinlikle yoktu, yetişen büyük alimler de aynen sahabe ve tabiin gi­bi dini esaslara saf, munazasız bir surette inanmak onları aynı şe­kilde kabul etmek gerektiğine kani oldular. Bu taifeye "Selefiye" de­nir. Selefıyyeye bağlı olanlar dini nasları akli yorumlara tabi tutma­dan inanıyorlar. Mesela Kur'an-ı Kerim'de bir ayet:

"Rahman, arşın üstünde oturdu. [4]

Allah'ın tahtı vardır. Fakat biz bunun sıfatı ve şekli nasıl oldu­ğunu bilmeyiz. O neymişse öyle kabul ederiz. Yine başka bir ayet:

 

Allah'ın Eli Onların Elleri Üstündedir."

 

Şu halde Allah'ın eli vardır. Fakat biz onun niteliğini bilmeyiz. Başka bir ayet ise:

"Rabbin yüzü baki kalır" mealindedir. Selefıyye bu ve benzen ayetlerdende Allah'ın yüzünün bulunduğunu anlamakta. Yani onun yüzünü insanların yüzüne benzetmenin doğru olmadığını söylemek­tedir.

Selefıyye olduğu gibi kabul eder. Hangi sıfatta olduğunu kesin­lik bir görüş, fikir yürütmez. Selefiyyeden sonra gelen kelamcı yani kelam bilgileri ise bu gibi ayetlerde mecazı anlamın irade edildiğini; Allah'ın tahtta oturmasıyla bütün kainata hakim olmak, mutlak kuvvet sahibi olmak manasının geldiğini; Allah'ın yüzü tabirininde Allah'ın zatı yani kendisi demek olduğunu, yoksa Allah'ta insanlar gibi yüz, taht, el isnad etmenin kesinlikle doğru olmayacağını söyle­mişlerdir. Selefıyye bu konuda Allah'ın eşi, dengi ve benzeri bulun­madığını bildiren ayetlere havale ettiler. Yani dayandılar.

 

b-Maturidi Mezhebi:

 

Bu akaid mezhebin kurucusu Ebul Mansur Muhammed Se-merkand'a bağlı Maturidii köyünde doğmuştur. 333 h., m. 944 yı­lında vefat etmiştir, O zamanda çeşitli kültürlere sahip milletlerin İslama girişi, Yunan ve Hint felsefelerinin Arapçaya tercüme edilmesi karşısında islamın temellerini müdafa etmek için aklın verilerinden, felsefe ve mantık kaidelerinden faydalanmak gerekiyordu.

Müslüman alimlerin inanç konularını müdafa etmek için mey­dana getirdiği bu yeni ilim dalma "kelam" ismi verildi. Bunun Latin­ce karşılığı "teoloji"dir. Kelam bilginlerine de "mütekellimun" a-dı ve­rildi. Bunun Latince karşılığı "teolog" tur. İşte Ebu Mansur Mu­hammed Maturidi bu devirde yetişen büyük bir mütekellimdir. O islam itikadını kitap ve sünnete aykırı olmamak şartıyla ve akli veri­lerden de faydalanarak açıklamış, ehli sünnet yolunu sapıklara, bid'atçılara karşı müdafaa etmiş ve hususi olarak Maveraünnehir'de Hanefılerin akaid imamı olmuştur.

Maturidi akaidinin temelini Ebu Hanife'nin (ö 150/767) dü­şünceleri hususen olarak "el~fıkhul-ekber"isimli eseri teşkil eder.

Ebu Hanife'nin bu eseri itikad konularının ana esaslarını ihtilaflı itikadı konuların açıklamış şeklini içine alır. Zira İmam-ı Azam fıkıh ilminden önce kelam ilnıiylede uğraşmıştır. Beş tane risalesi olduğu haber verilmektedir.

1- el-fukhu-1 Ekber,

2- Er-Risale,

3- El-Fukhu-1 Ebsat,

4- Kitabü-1 Alim,

5- El-Vasiyye.

îmam Maturididen sonra Hanefilere aynı zamanda Maturidi denmiştir. O zamana kadar Hanefî mezhebinde olanlara başka ad verilmez. Sadece hanefî denirdi. Bütün hanefıler itikada Maturidilik mezhebini tercih etmişlerdir. Amelde yani yapacağımız işlerde ima­mımız İmam-ı Azam Ebu Hanife, itikadda imamımız İmam Ebu Man­sur Muhammed Maturididir. Maturidi'nin iki eseri vardır.

 

1- Kitabut-Tevhid:

 

Bu kitapta İmam Maturidi islam inancını bid'at fikirler karşı­sında savunmuş ve mücadele etmiştir. Diğer taraftada rafızi ve kar-matilere karşı münazaa etmiştir. Maturidi hususen Mutezile ekolü­nün fikirlerini çürütmüştür. Bu mezhebin temsilcisi olan Kabi'nin fikirlerine cevap vermek İçin kaç tane reddiyeler yazmıştır. Bu eseri Mısırlı alim Fethullah Huleyf tarafından 1970'de neşr olunmuştur.

 

2- Tevilatu'l-Kur'an:

 

Bu kitap ehli sünnet akidesini savunduğu akli ve nakli kay­naklara dayanarak bir Kur'an tefsiridir. Bu kitabın konulan ise her­kese göre anlayabileceği halis bir medüd ile anlatılmıştır.

 

c- Eş'ari Mezhebi:

 

Ehli sünnetin üçüncü itikad imamı sayılan Ebu'l-Hasan el-Eş'ari'dir. Asıl adı Ali babasının adı İsmaildir. 260 h.(m.873)'de Bas­ra'da doğmuş, 324 h. (m. 935) veya 330 h. (m. 941)'de Bağdat'ta öl­müştür (ra).

O devirde müslümanlar arasında inanç meselesi ve felsefî fikir ayrılıkları belirmişti. İmam Eş'ari önce ehli sünnet görüşüne bağlıy­dı. Sonra Mutezile mezhebine geçti. Bundan sonra bu yolun yanlış olduğunu anlayınca derhal sorularla hocası Ebü Ali el-Cubbai'yi mağlup etti ve Mutezile mezhebinden çıktıktan sonra hemen ehli sünnet mezhebini müdafaa etmeye başladı.

Onun Mutezile'den çıkması ve ehli sünnet yoluna geçmesini sebeplerin başında gördüğü rüyalardır. İmam Eş'ari ramazanı şerif ayında üç sefer Resulullah (sav)'ı gördü. Birinci rüyasında, Resu-lullah (sav) Eş'ari'ye kendisinin hadislerini müdafaasını emretti. Bu rüya üzerinde Eş'ari hadisleri mutezile prensiplerine göre tefis et­meye başladı. İkinci rüyasında Resulullah (sav) ona hadislerin şüp­he taşımadığını, şüphenin ancak akli münazaalarda bulunacağını söyledi.

Bu rüya üzerine Eş'ari mutezile'nin akla bağlı metodunu terk ettikten sonra kendini hadis ve tefsire verdi. Birkaç gün sonra rüya­sında Resulullah (sav) ona: "Ben sana akli münazaaları bırakmanı söylemedim; yalnız sahih hadisleri desteklemeni emrettim" dedi. Bu üçüncü rüyasından sonra Eş'ari vahyi akılla izah açıklayıp kuvvet­lendirmeyi esas alan yeni kelam metodunu benimsedi.

Bu konuda "el-ibanefî usuli'd-diyare"yi yazdı. Bu eserde Al­lah'ın sıfatları, Allah'ın görülüp görülememesi, ecel, rızk, kelamul-lah, istiva, hidayet ve delalet gibi kelam problemleri kitap ve sünnet ehlinin görüşlerine göre açıklanmıştır. Bu kitap birinci eseridir. İkin­ci eseri Makalatu'l-islamiyyin'dir.Eş'ari bu eserde ehli kıbleyi dinsiz­likle ithamdan kaçınır ve müsamahalı bir metod izler. Mezhepler hakkında bilgi verir. Ölçülü tenkidler yapar. Üçüncü eseri er-risale istihsani'l-havz'dir. Eş'ari bu eserde dinde akıl yürütmenin mubah olduğunu ortaya koymuştur. O bid'atçı diyenlere karşı ayet ve hadis­lerle cevap vermiştir.

Dördüncü eseri el-luma'dır. Eş'ari'nin kelama dair görüşlerini içine alan önemli bir eserdir. Eş'ari'nin akidesi ile aynı devrinde ya-şıyan Maturidi'nin akidesi, inanç konularındaki izahları aynıdır. Yal­nız bazı küçük farklar vardır. Mesela Eş'ari imanın artıp eksilebile-ceğini söylemiş, Maturidi ise kalpteki imanın bir bütün olduğunu ar­tıp eksilmeyeceğini söylemiştir. Malikiler ve şafıiler itikatta Eş'ari mezhebini kabul etmişlerdir. Hanefıler ise itikatta Maturidi mezhe­bini benimsemişlerdir. Hanbeliler İbni Hanbeli'nin mezhebinden ayrı olarak bir itikad mezhebine bağlanmamışlardır. Hanbelilere göre fı­kıh ve itikad mezhebi birdir.

Eş'ari olsun Maturidi olsun ehli sünnetin büyük savunucusu olan büyük kelam alimleridir. Onlarrm çabaları büyük ayrılıkların ve bölünmelerin önüne geçmiştir. Bütün islam cemaatleri kendileri­ne çok borçludur. Eş'ari mensuplarının büyük bir bölümü başlan­gıçta itikatça selefi idiler. Eş'arilik ortaya çıktıktan sonra bu mezhebi benimsemişlerdir diyebiliriz. Bir görüşe göre de Hanbeli mezhebinde bulunanların büyük bir kısmı itikatça Selefi azı ise Eş'ari mezhe-bindendir. Hak Teala vetekaddes hazretleri bütün islam alemini batıl inançtan muhafaza eylesin.

Ya Rabbi! Kullarının arasında bile bile hükümde adaletsizlik etmediğimi sen bilirsin. Senin kitabına ve Resulün (sav) sünnetine uygun ve muvafık olmak üzere bütün gücümle çalıştım. Ayet ve ha­dis bulamadığım konularda seninle benim aramda vasıta ancak ve ancak büyük bilginler kıldım. Zira o herşeyi, o meseleyi onlardan daha iyi bilen kimseyi bilmiyorum. Cenab-ı Hak teala vetekaddes hazretleri bizi Kur'an ve sünneti seniyyede ölümümüze kadar ayır­masın."

Zira cumhur-u ulema Kur'an ve sünneti seniyyeye göre hareket etmişlerdir. Onlar herhangi bir arzuları sünnete aykırı olsaydı onu terk ediyorlardı.

 

Neden Birden Fazla Mezhep Vardır?

 

Din birdir. Neden birden fazla mezhep vardır? Bazı hükümlere Kur'an da ve hadislerde esneklikle yer verilmiş, bazı hükümler biraz kapalı kalmış ve birçok hükümlerin de sadece ana teması bulun­muş, diğer hükümler ise Peygamber (sav)'in açıklamasına ve ilim adamlarının araştırıp bulmasına ve böylece islami alanda ilim alış­verişi kıyamete kadar devam etsin.

İşte bu sebeple bir mesele hakkındaki ayet ve hadisler araştırı­lırken taşıdığı esneklik sebebiyle veya aynı mesele hakkında birden fazla rivayetin bulunması nedeniyle farklı tespitler ve ictihadlar orta­ya çıkmaktadır. Hatta va hatta kelimenin okunuşundaki ihtilaftan farklı ictihadlar doğmaktadır. Haddi zatında kesinlikle ihtilaf yoktur. Yalnız ve yalnız furuda ihtilaf vardır ve buda normaldir. Mesela İ-mam-ı Azam'a göre abdestin farzı dörttür diye ayetin hükmü öyle çı-kanlmıştır.

İmam Şafii, ise bu dört farzdan başka iki farz daha ilave etmiş­tir. Birincisi, ayette tertip ve diğeri ise niyettir. Zira ibadette niyet çok önemlidir ve Peygamberimiz (sav) efendimiz de: "Ameller niyetlere göredir" buyurmuştur.

Maliki ve Hanbeli mezheplerine göre abdest organlarını ara ver­meden yıkamakta farzdır. Zira ayetteki cümleler (vavi) atife ile yapıl­mıştır ve bu arada delalet eder demişlerdir. Zira Resulullah Efen­dimiz (sav)'de fiili zikr olunnan şekilde cereyan etmiştir.

Yine imamlar mahremi veya kocası bulunmayan hanımın hacc etmesinde ihtilaf etmişlerdir. İmam Ebu Hanife'ye göre kadının ya­nında mahremi veya kocası bulunmadığı takdirde üç konaklık bir mesafedeki sefere çıkması haramdır demiştir. Çünkü şu hadise da­yanarak söylemiştir:

"Hiçbir erkek, yanında mahremi bulunmayan kadınla tenhada başbaşa kalmasın. Hiçbir kadın yanında mahremi bulunmadan sefe­re çıkmasın." Buhari-Müslim îbn Abbas(ra) 'dan rivayet etmiştir.

İmam Şafii bu hadisin haccla ilgili olmadığını söylemiştir. Belki diğer seferlerle olduğunu söylemiştir ve kadının yanında mahremi veya kocası bulunmadığı takdirde iki tane güvenilir kadın olduktan sonra onlarla beraber hacca gider diye ictihadda bulunmuş ve ikinci halife Hz Ömer zamanında Hz Aişe validemizin mahfel içinde yanın­da mahremi bulunmadığı halde başka kadınlarla hacc ettiğini de de­lil olarak göstermiştir.

İmam Malik'te içtihadı aynen böyledir. Kabe'de veya Ravza-i Mutahhara'da cemaat halinde namaz kılınırken kalabalık olduğu i-çin cemaatin imamın önüne geçmesi görülmektedir. Hanefi ve Şafii mezheplerine göre imamın önüne geçenlerin namazı sahih değildir. Ama İmam Malik'in içtihadına göre sahihdir. Şu hakde bazı zorluk­larla kolaylık bulup çıkartmak ümmet için rahmet olmaktadır.

İşte mezheplerin fazla olması islamm bakış açısına ters düş­memektedir. Şu halde tek bir mezhep olsaydı o zaman bir takım zor­luk ve sıkıntılarla karşılaşılacağından onları çözmek bir sonuca bağ­lamak çok zor olurdu. Ebu Davud ve Tirmizi rivayet ettiler: Peygam­ber (sav) Muazı Yemen'e gönderdiğinde ona şöyle dedi: Ne ile hükme­deceksin? Muaz: Allah'ın kitabıyla. Resulullah (sav): Eğer onda bula-mazsan? Muaz: Resulullah'm sünnetiyle. Peygamber (sav): Eğer on­da da bulamazsan? Muaz: O zaman reyimle hükmederim dedi.

Burada rey ictihaddan şeyleri benzerlerine kıyastan yahut am­me şeriatının kaideleriyle amel etmeden ki bu şimdi Adl-i Tabii kai­deleri ismini almaktadır. Buna ancak Kur'an da ve Hz Muhammed (sav)'in sünnetinde bulunan bir şeyi görebilecek göze sahip olan ha­zık, mahir alimler kadir olurlar. Hz Muaz'm cevabından Resulullah (sav) efendimiz çok memnun kalmış ve Allah'a hamd etmiştir. Vahiy devrinde gerek Kur'an-ı Kerim'in gönderildiği, gerek Hz Peygamber (sav)'in sünnetiyle Allah kitabının açıklandığı ve gerekse ashabın ic­tihadda bulunduğu bir dönem olarak fıkıh devreleri arasında yer a-lır.

Bununla beraber bu dönemde ashabın yaptığı bazı ictihadlara da şahid olmaktayız. Aşağıdaki olay bunlar içinde en belirgin olanı olup, fıkıh literatüründe bu konunun örneği olarak anılması mutad hale gelmiştir. Hendek harbinden sonra Beni Kurayza üzerine yü­rüme emrini veren Hz Peygamber (sav) ashaba: Bu gün ikindi nama­zını Beni Kurayza'da kılacaksınız diye ilan ettirmiştir. İçlerinden ba­zıları bu emirle süratli hareket edilmesi gerektiğinin kasdedildiği dü­şüncesiyle namazlarını yolda kıldılar. Bazılarıda bu emre aynen ria­yet ederek Beni Kurayza'ya varıp namazlarını öyle kıldılar. Sonuçta her iki gurubun yaptığıda tasvip gördü. İşte taraflar burada kendi ictihadlarma göre hüküm verip hareket etmiş olmaktadırlar.

İctihad konusunun Hz Peygamber tarafından tasvip edildiğine ve daha kendi döneminde bile ashabın ictihadda bulunduğunun ör­nek olarakda Muaz İbni Cebel ile ilgili hadis gösterilir. Bir de "Ku­rayza'ya varmadıkça ikindi namazını kılmayın" gibi hadis gösterilir. Yani onlardan bir kısmı hadisin zahiri ile hükmedip namazı geri bı­raktılar. Diğerleri ise hadisin zahiri ile ameli terk ettiler.

İşte sahabenin (ra) bu konuda olduğu gibi ihtilafları nasıl mey­dana gelmişse mezhep sahipleri de öyle anlayışlardan birinin takvi­yesinde nassın zahiriyle amel edilmesi veya ifadenin maksadının a-raştırıhp, zahire muhalifde olsa maksada yönelinmesi konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Kesinlikle şeriat-ı ğarra'da katiyyen bir çatış­ma ve muaraza yoktur. Herkese malum ve meşhurdur ki Arap dilin­de delaleti (ne anlama geldiği) açık olan lafızlar olduğu gibi müşte­rek, mücmel vb olan lafızlarda vardır. Bunların bazı örnekleri şöyle­dir; Ayn kelimesi gibi, bu kelime Arap dilindeki müşterek lafızlardan biridir. Çeşitli yerlerde kullanılır ve hangi anlamda ise ancak karine ile bilebilir. Mesela; "Ben Aynı gördüm." Ayn: Göz, pınar, çeşme, kaynak su, tıpkısı, zatta kendisi, eşyanın hakikati, sırf, altın manalarına geldiği ancak karine ile bilinebilir. Eğer bir şan nassta müşterek bir lafız bulunu­yorsa bu lafızdan muradın ne olduğunu tayin edilmesinde ihtilaf ço­ğunlukla kaçınılmazdır. Bu ayeti kerimede zikr olunan "kur" kelime­si de bu misalde zahir bir misaldir.

Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç adet müddeti bek­lerler ve Allah'ın rahimlerinde yarattığı çocuğu saklamaları ken­dilerine helal olmaz. Eğer Allah'a ve ahiret gününe imanları var­sa." [5]

Kur" kelimesi Arap dilinde birden fazla manaya gelen kelime­lerden biridir. Boşanmada bu kelime aybaşı, adet, hayz murad edil­miş ise tuhr (temizlik) de kasdedilmiş olabilir. Araplardan bir kısmı hayza bir kısmı tuhra bir kısmıda her ikisine birden kur derler. Ku-feliler kur hayzdır demişlerdir. Bu aynı zamanda Ömer, Ali, İbni Mes-ud, Ebu Musa, Mucahid, Kat'ade, Dahhak, İkrime ve Süddi'nin de kavlidir (ra). Hicazlılar ise o tuhrdur demişlerdir. Bu da aynı zaman­da Aişe, İbn-i Ömer, Zeyd b. Sabit, Zühri, Ebban b. Osman, Şafii'nin de kavlidir (ra).

Tahir kelimeside bu müşterek lafızlardan biridir. Hangi anlama geldiği konusunda ihtilaf edilmiştir. Abdullah b. Ömer'in (ra) rivayet ettiği bir hadiste Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

"Kur'an-a tahir olandan başkası dokunmasın."

Bu hadisi Teberanikebir ve Teberaniseğir'de de rivayet etmiştir. Bu hadis sahihdir ve ricalide mevsuktur. Tahirdir yani temizdir. Kü­çük hadesten veya büyük hadesten bu mü'min tahirdir, yani temiz­dir. Aynı kelimeyle bir kafire de söyliyebiliyorsan bu kafir tahirdir, yani bedeninde necaset yoktur. Bunun gibi lafızdaki ihtimal ve müş­terek olma hali üslup ve tertiptede olabilir. Resulullah (sav)'in şu mübarek kavli gibi:

Yani Şafii'nin yanında birinci cümle haberdir. İkinci cümle ise mübtedadır. Takdirul kelamı şöyledir: Zekatu ummihi zekatul ceni­ni,

Yani bir hayvanın kesilmesi yavrunun kesilmesi olur eğer yav­rusu ölü olarak meydana gelmişse. Eğer diri olarak meydana gelmeşse cum-huru ulemaya göre kesilmesi lazımdır.

Ceninin kesilmesi annenin kesilmesi gibidir. Eğer bir hayvan bir yavru doğurursa, eğer o yavru canlı olarak doğarsa onun kesil­mesiyle eti helal olur.- Eğer cenin Ölü olarak doğarsa eti haramdır. Zira ceninin kesilmesi lazımdır, anasının kesilmesi gibi.

Bir rivayete göre ikinci zekatın nasbiyle okumuştur. O zaman harfi car onun üzerinde kalkmış yani keza katı ümmihi veyahut yüzzeki Fiili ile mudafın ve mafulı mutlakın hazfısıyla takdir olur. Bazı ulemalarda her iki cümleyi'de üstün nasb ile okumuşlar. Onlara gö­re;

Zekate el-cenini zekate ümmihi"

Anasının kesilmesi gibi ceninide kesiniz. Yani cenine mafulu-bihi fiili mukadder olan zekkü için oluyor. İkinci zekat ise mesubun binazil hafididir. Yani harfi car onu üzere kalkmış o harfi carrade kafi carrdır. Kelamın takdiri şöyledir:

Kelamın takdiri şöyledir: Eti yenen bir hayvan boğazlandığında karnında ölü yavru bulunursa Hanefî mezhebinden başka bütün mezheplerce kayıtsız olarak bu yavru helaldir. Hanefıye göre ise ha­ramdır.

Bu imamların ihtilafları bu hadisi şerifin irabından olmuşlar­dır. Bu hadiste geçen ikinci zekat kelimesi hem ötreli ve hem de fet-halı olarak rivayet edilmiştir. Her iki zekat kelimesi de nasb ederek (fethalı) okunduğu zaman hadis:

Şeklinde okunur ve mana: "Ceninin de anası gibi boğazlanması lazımdır."

Şu halde mezhep imamları ashabı kiram gibi Allah'ın (cc) kita­bını ve Resulü'nün (sav) sünnetini bilme hususunda zikrettiğimiz hal üzereydiler. Ashab (ra) bu hususta birbirinden farklı oldukları gibi aynı şekilde duyduklarını anlam ve hıfzetme derecesinde de bir­birinden farklıydılar. îbni Abbas (ra) gibi hıfzı ve anlayışı iyi olanlar vardı. Orta halli olanları da vardı. Kur'an hakkındaki durumlarda böyleydi. Onlardan ancak Allah'ın kitabını ve Resulü'nün sünnetini anlama ve dirayet yönünden ilimde ileri gelen alimler başa geçirildi­ler. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Abdullah b. Mesud, Abdurrahman b. Avf, Ubeyy b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Amrnar b. Yasir, Huzeyfe b. Ye-man, Zeyd b. Sabit, Ebu Derda, Ebu Musa'l Eş'ari ve Selman b. Fa­risi bunlardandır. Bunlar Peygamber (sav) zamanında fetva veriyor­lardı.

Ibn Cerir şöyle dedi:

İbn Ömer ve ondan sonra Resulullah (sav)'in ashabından Me­dine'de yaşayan bir topluluk, Zeyd b. Sabit mezhebiyle fetva verir­lerdi. Resulullah (sav)'den söz olarak hıfz etmemiş oldukları şeyler­den bir kısmını ondan almışlardı. Mesrük'ten Resulullah (sav)'in as­habının yaşlılarının feraiz hakkkmda Aişe'den sorduklarını gör-düm. Kaza işlerini Ebu Bekir (ra) iletirdi. O da kitap ve sünnetten bildiği şeyler ile onlar hakkında hüküm verirdi. Eğer bulmazsa saha-beden yanında bulunanlara sorar o hususta onlardan bilgi bulursa ona döner yoksa reyi ile ictihad ederdi.

İbn-i Vehb şöyle dedi: Cabiye vakasında Ömer b. Hattab nasa hitab ederek şöyle dedi: "Kim feraizden soru sormak isterse Zeyd b. Sabit'e gelsin. Kim fıkıhtan soru sormak isterse Muaz b. Cebel'e gel­sin. Kim mal isterse o da bana gelsin." Hz Aişe feraiz ilminde, ahka­mı, helal ve haramı bilmede çok önde gelirdi. İlamül muvakkin'de beyan olunduğu üzere ashabı kiram arasında fetvaları kayd ve tesbit edilmiş olan yüz otuz kadar zat vardır. Bu zatlar vermiş oldukları fetvaların az veya çok olması itibarı ile şöylece üç kısma ayrılmışlar­dır:

Birinci kısım, Ziyade fetva vermiş olan şu yedi zattır. Hz Aişei Sıddıka, Ömer b. Hattab, îmam Ali, Abdullah b. Mesud, Zeyd b. Sa­bit, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer (ra). Bu yedi zatta (fukahai sebai ashab) denilir.

İkinci kısım, vermiş olduğu fetvalar mutavasıt bir halde bulu­nan şu yirmi zattır: Ebu Bekiri Sıddık, Osman İbni Affan, Ürrımi Se­leme, Enes b. Malik, Ebu Saidil Hudri, Ebu Hureyre, Abdullah b. Amr b. As, Abdullah b. Zübeyr, Ebu Musel Eş'ari, Sa'd İbni Ebi Vak-kas, Selmani Farisi, Cabir b. Abdullah, Muaz b. Cebel, Talha Zübeyr b. Avvam, Abdurrahman b. Avf, îmran b. Husem, Ebu Bekre, Ubadet Übnu Şamit, Muaviye İbni Ebu Süfyan (ra)

Üçüncü kısım, kendilerinden pek az fetva nakledilmiş olan yüzde ziyade zevattır. Ümmül mü'minin Cüveyre, Ümmül mü'minin Safıyye, Fatımatüzzehra, Ümmü Eymen, Esma binti Ebu Bekir, I-mam Hasan, İmam Hüseyin, Ebu Derda, Ebu Ubeyde b. Cerrah, Said b. Zeyd, Übeyy ibni Kaab, Ebu Eyyubil Ensari, Ebu Zerri Ğıfari, Ammar b. Yasir, Abdullah ibni Ebu Bekir, Abdurrahman ibni Ebu Bekir, Amr b. As, Akil b. Ebu Talib, Adiyyi ibni Hatim, Abdullah b. Selam, Abdullah b. Revaha, Said ibni Muaz, Said ibni Ubade, Has­san ibni Sabit, Dahyet ibni Halife, Semüretubnü Cündeb, Attab ibni Esid, Halid ibni Velid (ra) bu cümledendir.

Ashabı kiram büyük islam merkezlerine dağılmışlardı. Onlar­dan her birine bulunduğu belde ahalisi tâbi oluyor, kendisinden fet­va alıyor, onunla amel ediyordu. Mesela Medinei münevvere ahalisi ashabı güzinden ziyade Abdullah ibni Ömer'in, tabiinden de Said İb­ni Müseyyeb ile Urvet İbni Zübeyr'in fetvalarına ittiba ederlerdi. Mekkei mükerremme ahalisinde sahabei kiramdan Abdullah ibni Abbas'm tabiindende Mücahid ibni Cebrin ve Ata ibni Ebi Rebahin ve Tavus ibn Keysan'm fetvalarına tabi olurlardı. Kufeliler de ashabı kiramdan Abdullah ibni Mesud'un ve ondan ilim almış olan Alkame Esved ve Mesruk gibi tabiinin fetvalarına göre amel ederlerdi.

Basralılar da sahabei güzinden Ebu Musel Eş'ari ile Enes ibni Malik'ten ve tabiinden olan Hasanı Basri ile Muhammed İbni Şi-rin'den fetva alırlardı. Şamlılar da ashabı güzinden Muaz ibni Cebel ile Ubadet ibni Samit ve Ebu Derda'nm tabiindende İdris Havlani ile Mekhülün ve Ömer İbni Abdülaziz ile Reca ibni Heyya'nm fetvalarına müracaat ederlerdi. Mısırlılar da ashabı kiramdan Amr ibnil As'ın oğlu Abdullah hazretlerinin fetvalarını alıyorlardı (Rıdvanullahi Aley­him Ecmain).

Ashabı kiramın ve özel olarak Hz Ömer'in hukuk sahasındaki yüksek mesaileri:

Resulü Ekrem (sav) hazretleri vahyi ilahiye mazhar olduğun­dan şer-i hükümleri ona göre beyan eder, fetva verir. Tahaddüs eden hadisleri hal ve fasl ederek hüküm altına alırdı. Hakkında emri ilahi bulunmayan bazı meseleler hakkmdada ictihadda bulunur veya sahabei kiramıyla istişare ederek ona göre hareket ederdi.

Zatı risalet penahiden sonra halifesi bulunan Hz Sıddık'ta ki-tabullahta ve hadisi nebeviyyede mevcud olan ahkam dairesinde muamele yapar. Lüzum görürse büyük sahabe ile meşvertte bulu­nur. Diğer hulefayi raşidin hazretleride aynı bu yön üzere hareket etmişlerdir.

Bu hususta emirül mü'minin Hz Ömer pek yüksek fekahete sahip bulunuyordu. Bazı evkatta sahabei kiram ile meşverette bulu­nur, birçok hükümleri meşveretten sonra verirlerdi. Hz Ömer adalet ile pek muktedirdi. Kadılara yüksek tahsisat vermiş, her tarafa çok bilgili kadılar göndermişti. Ashabı kiramdan Ubadetünüssamit Ku-dus'de, Abdulllah ibni Mesud Kufe'de kadı bulunuyordu. Bilahare İbni Mesud hazretlerine halef olarak tabiinden Sureyhi Kufe'ye kadı olarak göndermişti.

Hz Ömer kadılara gönderdiği emirlerde hükümlerini Kur'an'ı mübine, hadisi nebeviyyeye, icmai ümmete istinat ettirmelerini em­retmiştir. Eğer bunlarda bulamayacakları olursa o zaman hükümler hakkında ictihadda bulunmalarını, kıyasa müracaat etmelerini em­retmiştir. Şu halde kıyasında ahkamı fıkhiyyemiz için bir menba, bir istinatgah olduğu Hz Ömer tarafından tesbit ve kabul edilmiştir. Hz Ömer devrinde mahkeme binaları yoktu. Herkese açık bulunan ca­milerin bir tarafında muhakeme işleri görülür ve çok kolaylıkla hal-lolunurdu. Hz Ömer devrinde hapishaneler ihdasleri yapılmış olduğu rivayet olunmaktadır.

Hz Ömer insanların bilmedikleri meseleleri, hükümleri hak­kında malumat elde edebilmeleri içinde müftüler tayin etmişti. Dini, hukuki malumatı müftülerden sorup öğrenerek ona göre hareketini tanzim edebilirdi. îfta ve halkı irşad ve tenvir vazifesi pek mühim ol­duğu için bu vazifeyi ehli olmayan kimselere vermezdi. Zira faide ye­rine zarar olabilirdi. Hz Ömer'in devrinde masğul olan zatlar, Osman bin Affan, İmam Ali, Muaz ibni Cebel, Abdurrahman ibni Avf, Übeyy ibni Kaab, Zeyd ibni Sabit, Ebu Hureyre, Ebu Derda (ra) gibi yüksek sahabei güzinden bulunuyordu.

Hz Ömer usulü fıkhın birçok kaidelerini tesbit ettikten sonra sünenine beviyyeyi bir itina ile tesbite çalışmış kendisinden birer sahih senetle rivayet edilen fetvaların adedi binlere bağlı bulun­muştur. Bunların içinde bin kadar fıkhın mühim meselelerini ve mukaddematını teşkil etmektedir. Birçok müctehidler bu hususta Hz Ömer'e ittiba etmişlerdir. Bu meseleler muhaddisinden Ebu Be­kir, Abdullah ibni Şeybe'nin (musannef fılhadis) adındaki meşhur ki­tabında vesair bazı hadis kitaplarında munerictir. Hatta Şah Ve-liyullah (fıkhı Faruki) hakkında yazdığı bir risaleyi (îzaletül Hafa) adındaki eserine Zeyl olarak ilave etmiştir.

Hz Ömer kavaidi fıkhiyyenin usuli muhakemenin büyük bir kısmını tespit etmiştir. O babdaki şer-i hükümleri kadılarına birer kaidei külliye, birer maddei hukukiye halinde tebliğ ederek İslam hukukunun inkişafına, adaletin tevziine pekçok hizmetlerde bulun­muştur. Onun devrinde Basra kadısı bulunan Ebu Musel Eş'ari haz­retlerine yazmış olduğu mektup pek meşhurdur. Bu mektubu ihtiva ettiği yüksek ahkam itibar ile (kitabüssiyase) unvanı verilmiştir.

îbni Kayyim Cevziyye (ilamal muvakkiin) adındaki meşhur ki­tabında pek taraflıca izah etmiş tabiin ve tabei tabiin arasında ye­tişmiş olan müctehidler ve fakihler bilmiş olun ki her yüz seneye bir karn bir asır denir.Hicreti nebeviyyede şimdiye kadar on dört karn asır olmuştur. Bu asırların en hayırlısı bir hadisi şeriften birinci kamdır. Ondan sonra ikinci ve daha sonra üçüncü kamdır. Bunla­rın adlarını (kuruni selase) denilir.

Birinci karnde sahabei güzin bulunmuştur. Sahabelerden en son vefat eden Ebuttufeyl Amir'dir. Yüz sene yaşamıştır. İkinci karn­de tabiin olan müslümanlar bulunmuşlardır. Tabiinden en son vefat eden zat ise Halef ibni Halife'dir ki vefatı yüz seksen senesine rast gelmektedir. Üçüncü karnde de tabei tabiin olan ehli İslam bulun­muşlardır. Bu üç karnde doğruluk, eşitlik, huzur ve güven galip bu­lunmuştur.

Bu üç karnde büyük müctehidler ve islam hukukunu muhafa­za eden zatlar yetişmiştir, Resulullah (sav)'den çok hadisleri rivayet edenlere (müksiri sahabe) unvanı verilmiştir. Hz Aişe, Hz Ebu Hure-yre gibi. Sahabei güzinden bir çoklarına rastgelen müslümanlara (kibari tabiin) pek azına rastgelen müslümanlarada (sıgari tabiin} unvanı verilmiştir. Alkame, Said ibni Müseyyeb, Nehai, İbrahim, Hasani Basri bu zatlar kibari tabiindendirler. Bunların rivayetlerinin ekserisi sahabei kiramdandır. İbni Sihabiz Zühri, Yahya ibni Saidil Ensari'de sıgari tabiindendirler. Bunların rivayetlerinin ekserisi ise yine tabiindendir.

Ashabı güzin her ülkeye yani islam diyarının her tarafına git­mişlerdir. Beldelerin milletleri kendilerinden İslam hukukunu almış­lardır. Onun için neticesindede müteaddit fıkhi meslekler meydana gelmiştir. Mesela Medinei münevverede ümmül mü'minin Aişei Sıd-dıka, Ömer ibn. Hattab, Zeyd ibni Sabit, Abdullah ibni Ömer haz­retleri Mekkei mükerremede İbni Abbas hazretleri, Irak'ta İmam Ali, Abdullah ibni Mesud, Ebu Musel Eş'ari, Enes ibni Malik hazretleri, Şam'da Ebudderda, Bilali Habeşi, Muaz ibni Cebel, Ubadetübnu Sa-mit hazretleri, Mısır'da Abdullah ibnü Amr hazretleri bulunmuş­lardır. Bu ülkelerin milletleri bu zatlardan islam fıkhını almışlardır.

İmam Ali ile Abdullah ibni Mesud hazretlerinden en çok feyz görerek onların ilimlerinden ilham almışlardır. Hicazlılar da Hz A-işe'den, Ömer'ül Faruk'tan, îbni Ömer ile İbni Abbas'tan ve Zeyd ibni Sabit'ten çok ziyade feyz alarak onların en yüksek ilimlerinden çok fayda görmüşlerdir. Bunun için islam hukukunda (mesleki Iraki) ve (mesleki Hicazi) ünvannı ile fıkhi meslek meydana gelmiştir. Son­rada birinci fıkhi meslekten ziyade İmam-ı Azam hazretleri, ikinci fıkhi meslek ise İmam Malik hazretleri temsil etmekte bulunmuştur.

Birinci mesleğe (meslek rey ve kıyas), ikinci mesleğe de (mesle­ki hadis) denilmiştir. Bu bir İstılahıdır. Bundan sonra İmam şafii hazretleri mesleki Iraki ile mesleki Hicaziyi toplayarak kendisine mahsus olarak başka bir mezhebi fıkhi vücuda getirmiş. Bundan sonrada İmam Ahmed ibni Hanbel hazretleri kendi mezhebi fıkhisini tesis etmiştir.

Tabiin ve tabei tabiinden olan fukahayı kiram, dağılmış olduk­larından bulundukları beldeler itibari ile fukahai Medine, fukahai Mekke, fukahai Irak vesair diye yâd olunur. Şöyle ki; tabiinden olan fukahai Medine: Said ibnil Müseyeb, Ürvet ibniz Zübeyr, Kasım ibni Muhammed, Haricet ibni Zeyd, Ebu Bekir ibni Abdurrahman, Sü­leyman ibni Yesar, Ubeydullah ibni Abdullah, Eban ibni Osman, Eliyy ibnil Hüseyin, Salim, Nafi, Ebu Seleme ibni Abdurrahman ibni Avfdır. Tabei tabiinden olan fukahai Medine'de îbni Ebizib, Malik ibni Enes, Elmacişun, Abdülaziz, Süleyman ibni Bilal'dir.

Tabiinden olan fukahai Mekke: Ata ibni Ebi Rebah, Tavus ibni Keysan, Mücahid ibni Cebr, Ubeyd ibnirrahman, İbnü Sebat îkri-me'dir. Tabei tabiinden olan fukahai Mekke'de İbni Cüreye, îbni U-yeyne, Nafi ibni Ömeril Kureşi Havlani, Şüreyh bil ibni Simt, Ab­dullah ibni Ebi Zekeriyya, Kabise ibni Züeyb, Süleyman ibni Habib, Haris ibni Umeyr, Halid ibni Madan, Abdurrahman ibni Gamm, Cübeyr ibni Nüfeyr, Mekhul Ömer ibni Abdülaziz'dir.

Tabei tabiinden olan fukahai Şam'da: Evzai Abdurrahman ibni Yezid'dir. Tabiinden olan Mısır fukahası: Yezid ibni Habiyb, Bükeyr ibni Abdullah, Amr ibni Haris, Leys ibni Sa'd, Ubeydullah ibnü Ebi Cafer'dir. Tabei tabiinden olan Mısır fukahası da: Yahya ibnü Eyyüb, Ubeydullah ibnü Lehia'dır. Tabiinden olan fukahai Yemen: San'a kadısı Mutarrıf ibni Mazin, Abdurrezzakibni Hemmam, Hişam ibni Husuf, Muhammed ibni Sevr, Simak ibni Fazl'dır. Tabei tabiinden olan Yemen fukahası da: Ma'meribni Raşid, Abdullah ibni Ta-vus'dur. Tabiinden olan fukahai Basra. Amr ibni Selemetil Cermi, îbni Meryemi, Hanefî, Hasanı Basri, Ebu Şa'sa, Cabir ibni Zeyd, Muhammed ibni Şirin, Ebu Kilabe, Müslim ibni Yesar, Ebul Aliye, Humeyd ibni Abdurrahman, Mutarrıf ibni Abdullah, Zürare ibni Evfa, Ebu Bürde Ibni Musa'dır.Tabei tabiinden olan Basra fukahası da: Rebi İbni Sebik, Said ibni Ebi Arube, Şubet ibni Haccac, Cerir ibni Hazım, Hammad ibni Seleme'dir.

Tabiinden olan fukahai Küfe; Amr ibni Şurahbil, Mesruk ibnil Ecda, Alkame ibni Kays, Esved ibni Yezid, Ubeydetüsselmani, Şurih ibnil Haris, Süleyman ibni Rebia, Abdullah ibni Habib, îbni Rebia, Zeyd ibni Suhan, Süveyd ibni Gafale, Haris ibni Kaysil Cufı, Ab-dulllah ibni Yezidin Nahai, Kadı Abdullah ibni Mesud, Haysame ibni Abdurrahman, Seleme ibni Suhayb, Malik ibni Amir, Abdullah ibni Sahbare, Zirr ibni Hubeyş, Hilas ibni Amir, Amir ibni Meymunil Ev­di. Hemam ibnil Haris, Haris ibni Süveyd, Kezid ibni Muaviyetin Nahai, Rebi ibni Hüseym, Utbet ibni Ferkad, Sılet ibni Züfer, Şureyk ibni Hanbel, Ebu Vail Şakik, Ubeyd ibni Nadle, Amr ibni Abdullah ibni Mesud, Abdurrahman ibni Abdullah, İbni Mesud, Abdurrahman ibni Ebi Leyla, Meysere.

Tabei tabiinden olan Küfe fukahası da: Hammad ibni Ebi Ha-nife, Ebu İsme Nuhul Cami, Ebu Belhi, Muhammed ibni Abdrrah-man ibni Leyla, Süfyanı Sevri, Haccac ibni Erbat, Mısar ibni Ked-dam, Abdurrahman ibnü Abdullah ibni Utbe, Süfyan ibni Said ibni Mesruk, Züfeyr ibnil Hüzeyl, Yahya ibni Zekeriyya, Abdullah ibnül Mübarek, Kadı Ebu Yusuf, Muhammmed ibni Haseni Şeybani, Ha-sen ibni Ziyad, Veki İbni Cerrah, Kadı Afiye, Esed ibni Amr'dır (ra).

Müctehidlerin tabakatı ve fukahanm tabakatı ne demektir? İs­lam uleması herhangi bir ilim dalma işgal edip o dalında temayüz eden islam bilginlerini müteaddit tabakalara ve derecelere ayırmış­lardır. Bunun için her alimin muhiti, zamanı, dairei ihtisası vardır ki onunla neşru nema sahası bilinmiş olsun. İşte bu cümleden olmak üzere tefsir, hadis, kelam, fıkıh gibi şer-i ilimler ile mütevekkil olan islam alimleri de "tabakatül müfessirin", "tabakatül muhaddisin", tabakatül mütekellimin", "tabakatül fukaha" denilen çeşitli tabaka­lara ayrılmışlardır.

Müctehidler ile sair fukahanm tabakata ayrılmaları ashabı ki­ram ile kibarı tabiin zamanından sonra rast gelmektedir. Zira bila­hare islam ülkesi artması İle genişlemiş, şer-i hadisler çoğalmış, bir kısım ahkam hakkında muhtelif ictihadlar tecelli etmiş, bir kısım i-limlerin neşru nerna bir hale gelmesine lazım görülmüş olduğu için şer-i ilimlerde kitaplarda kaydedilerek müdevven bir şekle getirilmiş, bu ilimlerde ihtisasları olan zatlar tabakata tabi tutulmuş, bunun neticesi olarak fıkhi mezheplere mensup zevata ait "tabakatı fukaha" da vücuda gelmiştir.

İkinci ve üçüncü asrı hicride en ziyade iştihar ve temeyyüz e-den müctehidîer: İmamı Azam, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ah-med ibni Hanbel hazretleridir. Bu muhterem zatlar Kur'an-ı mübinin ayetlerinden, Resuli Ekrem'in hadislerinden, ashabı güzin ile kibarı tabiin arasından şer-i hükümleri istinbat, tetebu ve tetkik ederek bunları bir ilim halinde tedvin ve neşr ettikleri cihetle birer müessesi fıkhiyye vücuda gelmiş, bu müesseselerden her birine bir "mezhebi fıkhi" denilmiş, böyle bir mezhebin kudretli müessesine de "imam" ismi verilmiştir.

Şu halde ashabı kiram ve gerek tabiin ile tebei arasında birçok müctehidler yetişmiştir. Fakat bunların mezhepleri birer müessesei fıkhiyye halinde teessüs edip devam eylemiş olmadığı için bunlardan bir çoğunun mezhebi kendi zamanına münhasır kalmış veya bir müddet devam etmişsede o mezhebe tabi olanların bitmesiyle o mez-

hep nihayete ermiştir. Tabiin ve tabei tabiin hazeratmdan müctehid olupta müessesei ictihadiyeleri devam etmemiş olan zatların başlı-caları şunlardır: İbrahim Nehai, İbni Ebi Leyla, İbni Nasri Mervezi, İbni Huzeyme, Ebu Sevri Bağdadi, Ebu Ubeyd Kasım ibni Selam, İshak ibni Raheveyh, Abdulllah ibnü Ebi Cafer, Amr ibni Haris, Leys ibni Sa'd, Abdurrahnmanı Evzai, Hasan ibni Salih, Süfyanı Sevri, İbni Şübrüme, İbni Münziri Nişaburi, Davudi Zahiri, İbni Ceriri Taberi (rahmmetullahi aleyhim rahmeten vasiaten emeden sermeden amin).

 

Fukahanın Tabakaları

 

Şeyhülislam İbni Kemal merhumun beyanına göre fukahayı ki­ram, şu yedi dereceye ayrılmıştır: Müctehid fışşeri, müctehidi fil mezheb, müctehidi fil mesele, eshabı tahric, eshabı tercih, eshabı temyiz, mukallidi sırf. Bunların açıklaması şöyledir:

 

1- Müctehid Fişşer'i:

 

Şer-i hükümlerin kaidelerini ve usulünü düzelten fer-i hüküm­leri şer~İ delillerden çıkartmak kendisine mahsus bir mesleki fıkhi vücuda getirmiş olan zattır. İmam Azam, imam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed ibni Hanbeli gibi.

 

2- Müctehid Fil Mezheb:

 

Şer-i hükümlerin usullerine bestutemhide kadir ve fer-i hü­kümleri şer-i delillerden istinbata muktedir olduğu halde bu tarike gitmeyip bir müctehid fışşera tabi olan onun usulüne, kaidelerine göre hareket eden zattır. İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed Şey­bani, İmam Züfer, İmam Hasan ibni Ziyad gibi.

 

3- Müctehidi Fil Mesele:

 

Mensup olduğu mezhebi fıkhide hükmü mevcud olmayan me­seleler hakkında içtihada muktedir olan herhangi bir fakih zattır. Hanefılerden olan fakihler şunlardır: Kadıhan, Burhaneddin Mah-ndi   Buharı, Fahrül İslam Pezdevi, Şesül Eimmetis Serhasi, Şem Eimmetil Halvani, Kerhi, Tacüddin Ahmed ibni Abdülaziz, Has Tahavi gibi.

 

4- Eshabı Tahric:

 

Bir müctehidden fıkıh meselesi naklolduktan sonra müteaddid manalara ihtimali bulunan bir sözü bir mehül hükmü belli etmeye ve mezhepte belli olmayıp yeni meydana gelen meselelerin hüküm­lerini tabi olduğu mezhebin usul ve kavaidinden çıkarmak kuvvetine ve melekesine sahip olan fakih zatlardır. Fukahai hanefılerden; Ebu Abdullah Cürcani, Cessas gibi. Başka tarife göre eshabı tahric, müc-tehidi fil mezheb demektir.

 

5- Eshabı Tercih:

 

Bir mezhepteki mütebayin ve müteaddit sözlerinden, rivayet­lerden birini deliline nazaran diğerine tercihe mutedir olan, bu söz kıyasa daha muvafıktır veya nasın mesalihine daha uygundur, sa­hihtir, esastır diyebilen müctehid zatlardır. Hanefılerden fakih olan zatlar şunlardır: Şeyhülislam Burhaneddini Mergihani, İbni Hum­man gibi.

 

6- Eshabı Temyiz:

 

Mezhebindeki zahir olan rivayetler ile nadir olan rivayetlerin a-rasını tefrika ve kuvvetli olan sözlerle zaif bulunan kavillerin araları ayrılmaya kadir olan rnüctehid fakih olan zatlardır. Fukahai hanefı­lerden Mücdüddini Mevsili, Ebul Fazl, Hafızüddini Nesefı, Tacüşşeria Mahmudi Buhari, Muzafferüddin İbnüs Saati bu zümredendir.

 

7- Mukallidi Mahz:

 

Bu içtihada tahric ve tecihe selahiyeti yok yalnız bir mezhebe mensup hükümlerin, meselelerin ve rivayetlerin büyük bir kısmı hıfz etmiş bunları eserlerine dahil, dere etmiş olan zatlardır. Fukahai Hanefınin çoğu da bu kısma dahildir. İbni Abidin, Alaüddini Haskefı gibi.

Şafii mezhebine mensup olan İmam Nevevi'nin ve Celaleddini Suyuti'nin izahına göre de fukahai kiram dört tabakaya ayrılır: Müc-tehidi müstakil, müetehidi müntesib, müctehid fil fetva, müctehid fil mezheb.

 

1-   Müetehidi Müstakil:

 

Bu müctehid fışşeri demektir. Her dört mezhebin sahipleri öyledir.

 

2-   Müetehidi Müntesib:

 

Bu aynı zamanda müctehid fil mezheb demektir. Bu müntakil müetehidin usulü içtihadını diğer müctehidlerin usuli içtihadın ter­cih ederek onun usul dairesinde harekette bulunduktan sonra her­hangi bir meselede içtihada muktedir ve her meselede kendi rey ve kanaatiyle amel etmektir. Fukahai şailerden; İmam Gazali, Ebu İs-hak Şirazi, Ebu Bekir Kaffali Sağır, Ebu Aliyyi Mervezi, İmamül Ha­remeyn gibi bu taifeden sayılmışlardır. Müetehidi müntakil ile müe­tehidi müntesib, müetehidi mutlak demektir.

 

3- Müctehid Fil Fetva:

 

Bu ashabı tecih denilen fukahadan sayılan zattır ki mensup ol­duğu mezhepteki muhtelif kavillerden birini sahibi mezhebin istinat ettiği delillere ve kavaide nazaran diğerlerine tercih ederek onunla fetvaya ehl bulunur.

 

4- Müctehid Fil Mezheb:

 

Bir sahibi tehric demektir. Bir mezhebe mensup ve fıkhi daire­sinde ietihad eden, ictihadlarında çok kez o mezhepten başka bir mezhebe gitmeyen zattır. Tabakai erbabı olan mukallidi mahz ile as­habı temyiz. Şafiilerce bunlar fukahadan sayılmaz.

Mezheb imamı demek Kur'an~ı Kerim ve hadislerde açıkça bil­dirilmiş olan din bilginlerini, ashabı kiramdan işiterek toplayan, ki­taba geçiren büyük alim demektir. Mezheb imamları açıkça bildiril­memiş olan bilgileride açık bildirilmiş olanlara benzeterek meydana çıkaran alimlerdir.

Ashabı kiramın her biri müctehid ve mezheb imamıydı. Buna göre 204 mezheb vardır. Zira ashabı kiramın içerisinde bulunan bü­yük müetehidler ve fakihler çoktu. Hadisi şerifler Kur'an-ı Kerim'i, mezheb imamları da sünneti açıklamışlardır. Hadisi şerifler olma­saydı namazın kaç rek'at olduğu, nasıl kılınacağı, rüku ve secdede okunacak teşbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, ze­kat, nisab, orucun ve hacem farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Ya­ni hiçbir alim bunları Kur'an-ı Kerim'den bulup çıkaramazdı. Bunla-n Peygamber efendimiz (sav) açıklamıştır. Sünneti de müctehid alim­ler açıklamış ve böylece mezhepler meydana çıkmıştır.

Peygamberimiz (sav)'de bu imamlara uymamızı şöyle emredi­yor:

"Kur'an-ı Kerim'e tabi olmak hepinize farzdır. Onu terk etmek i-çin hiçbir özür olmaz. Kur'an-ı Kerim'de bulamadığınız işlerde, sünne­time uyunuz. Sünnetimdede bulamazsanız, ashabımın sözüne uyu­nuz. Alimlere tabi olun, alimler rehberdir."

Peygamberimizin (sav) yolu Kur'an-ı Kerim ile hadisi şerifler ile müctehidlerin ictihadlan ile gösterilen yoldur. Amme tarafından ka­bul edilen büyük müctehidler kesin olarak şer-i delillere tabidirler. Delilsiz olarak bir rey içtihadın sebebini etmemişlerdir. Açık bir delil karşısında tamamen itifakları olmuştur. O delilin gösterdiği hükmü birlik olarak kabul etmişlerdir. Bunun içindirki kesin delillere daya­nan olan itikad hususunda ve kesin delillere müstenid olan namaz, oruç, zekat gibi ibadetler hususunda hepsi birlik içindedirler.

Ancak ve ancak "furuatı fıkhiyye" de ihtilaf etmişlerdir. Zira on­ların hükümleri kesin delillerle sabit olmamıştır. Onlardan bir kıs­ımda tali mesail hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilafın sebepleri ise şu vech ile özetleyebiliyoruz:

a- Bazı şer~i deliller açık ve net kat-i görülmez. Bazı hükümle­rin bir kısmı müctehidlerce mutlak görüldüğü halde diğer bir kısmı ise öyle görmez. Belki te'vili, muhassas veya mensuh olarak görü­nür.

b- Edile-i şer'iyeden mesela hadisi şerifeden bazılarına mücte­hidlerin bir kısmı başarılı olduğu halde diğer bir kısmı ise başarılı olmamışlardır. Hatta bu sebepler için bir zaman bir mesele için ba­şarılı olmayan bir müctehid o hususta başka bir istidal bırak­masına tevessül etmişken sonra hadisi elde edince evvelki içtihadını bırakmış o hadisi şerife göre hükmünü vermiştir.

îmam-ı Azam'a; "Sen bir içtihadını Kur'ana muhalif görürsen ne yaparsın?" diye sorulmuş. O da; "Kendi içtihadımı Kur'an'a mu­halif olduğu için terk ederim" demiş. "Ya Resulullah'ın mübarek ha­disine muhalif olursa ne yaparsın? denilmiş. "Kendi içtihadımı Re-sulullah'ın hadisine muhalif olduğu için kesinlikle terk ederim" de­miş. "Ya senin kavlin bir sahabinin kavline muhalif bulunsa ne ya­parsın?" denilmiş. "Kendi kavlimi sahabinin kavline muhalif olduğu için bırakırım" demiş. "Eğer bir tabiinin sözü senin sözüne muhalif olsa ne yaparsın?" denilmiş. "Bana göre o tabiin eğer bir er ise ben de bir erim" diye cevap vermiştir. Bütün bu imamın sözleri o büyük imamın ictihad sahasında takip ettiği temelleri göstermektedir.

c- Rivayet edilmiş bazı hadislerin, haberlerin doğru zaptedilmiş veya edilmemiş ravilerinin şeriat meselesine haiz bulunmuş veya bu­lunmamış hususunda müctehidler arasında görüş farkı olmuştur. Mesela Hıyarı meclis hakkındaki, yani bir adam malını satsa alanın o satış meclisinde muhayyer olup o satış muamelesini fesh edebil­meleri hakkındaki hadisi şerif yalnız bir tane sahihtir. Hatta ve hat­taki birçok tarikler ile rivayet olunmuştur.

Bu hadisi şerif ile Ebu Hureyre ve Abdullah ibni Ömer amel et­mişlerdir. Fakat bu hadisi fukahai seb'a denilen Kasım ibni Muham-med, Said ibnil Müdseyyib ile arkadaşları ve musırları arasında za­hir olmamıştır. Bununla beraber îmamı Azam ile İmam Malik bu ha­dis zahir olmadığı için sıhhati hakkında kadıha illeti bularak ona is-nad ederek hıyarı meclis kabul etmemişlerdir. İmam Şafii ise bu ha­disin sıhhatine tereddüd etmemiş, bu hadisi şerif ile hıyarı meclis caiz görmüştür.

d- Bazı müctehidler mutlak olarak hadisi mürsel ile amel et­mişlerdir. Bazıları ise eğer hariçten bir destek, bir müeyyidesi ol­mazsa hadisi mürsel ile amel etmemişlerdir. Hanefıler böyle hadis­lerde delil çıkardığı halde Şafîiler ve zahiriyye mezhebinde bulunan­lar mürsel hadislerde kaynak ve delil çıkarmamışlardır.

e- Bazı müctehidler ashabı güzinin kavillerine temmesü ederek delil olarak kabul etmişlerdir. Bazı müctehidler ise sahabei güzinin birliği olmadıkça bu kavilleri delil olarak kabul etmemişlerdir. Nite­kim İmam Malik'e göre sahabenin kavli kıyasa uygun olsun olmasın kesin olarak delildir. İmam Şafii'ye göre kesin olarak delil ve hüccet değildir. Hanefi fukahası ise bazı meselelerde sahabenin kavline hüccet olarak kabul etmişlerdir. Bazıları ise hüccet olarak kabul et­memişlerdir. Kıyasa müracaat etmişlerdir.

f- Delili şer'iyyeden bir kısmının hem vücübe hem de nedbe ve­ya ibaheye delaleti olup bu delillerden her birini bir müctehid kabul ve iltizam eder. Mesela misafir için dört rek'atlık namazların ikişer rek'atla kılınmasının vacip ve mubah olup olmadığmdaki gibi ihtilafa düşmüşlerdir.

g- Delili şer'iyyeden biri diğerine tercih edilir. İşte müctehidler bunlardan birine göre hüküm verir. Mesela İmam-ı Azam'a göre ha­beri ahad kıyasa muraccahtır. îmam Malik'e göre ise kıyası haberi ahaddan mukaddemdir. Bununla beraber İmamı Azam Hz Ebu Be­kir Sıddık'tan rivayet edilen bir habere istinad ederek hibenin ancak kabz ile tamam olacağını söylemiştir. İmam Malik ise hibeyi bey'e kı­yas ederek hibenin kabz olmazsa da tamam olacağın söylemiştir.

h- Müctehidler bir şey hakkındaki hükmün illetinde ihtilafa düşmüşlerdir. O hususta başka bir illetin, başka bir menatı hük­mün vücuduna kabul etmişlerdir. Mesela buğday, arpa hakkındaki ribanın illetinde ihtilaf etmişlerdir. Hanefîyyeye göre illet cinsiyyet ile keyliyyettir. Malikilere göre kuttur. Yani erzak cinsinden olmaktır. Şafıilere görede mat'umiyyettir.

j- Bazı ihtilaflar kelimelerin hakiki manası mı ya da mecazi manası mı kasdolunmuştur. Mülamese kelimesinin mücerretel ile dokunma ve mücameat manalarına delaletindeki ihtilafı gibi.

k- Bir amelin deliline bakarak ihtilafa düşmüşlerdir. Bir kısım deliline bakarak azimet, bir kısmı da ruhsat, diğer bir kısmı da hem azimet hem de ruhsat kabul etmişlerdir.

Bir meselede sahabei güzinin veya kibarı tabiinin mezhepleri muhtelif olup her memleketin uleması, bu zatlardan kendi beldesin­de bulunmuş o zatın mezhebini seçmiş ve o mezhep ilede fetva ver­miştir. Mesele Medinei münevvere'nin fazileti hakkında birçok hadisi şerifin beyanatı vardır. Bu şerefli belde fukahanm mekanı, me'vasi bulunmuştur. Onun için İmam Malik hazretleri Medinei münev-vere'deki olan ahalisinin bir mesele hakkındaki ittifakını net olarak bir delil tanımıştır.

Kufe'de İmam Ali'nin ve Abdullah ibni Mesud'un ve ashabının fetvaları şayi bulunduğundan Küfe ulemasmca da kabul olmuştur, îstihsanda bazı müctehidlere göre delil olarak kabul etmişlerdir. Ba­zı müctehidlerce delil olarak kabul olmamıştır. Mesela istihsanı Ha­nefi ve Hanbeli fukahası muteber ve kuvvetli bir delil olarak etmiş­lerdir. Şafıiler ise istihsanı delil olarak kabul etmemişlerdir. İşte i-mamların ihtilaflarının sebeplerinden birisi de budur.

Abdestin niyetinde de müctehidler ihtilafa düşmüşlerdir. Ab-dest gibi diğer bir kısım amellerin hükümleri sahih veya sahih değil niyete bağımlıdır veya bağlı değil meselesinden bazı ihtilaflar onların arasında meydana gelmiştir.

Bir şer-i mesele hakkında örf ve adete göre olur mu? Eğer örfe göre olursa nassın bu örfe ve adete dayanan bulunmuş olup olmadı­ğı kat-i surette malum olmamakla bu yüzden ihtilaf meydana gelir. Örf bahsine müracaat şu halde esası diniyede dini, faraize, akaide, mekarimi ahlaka dair yüksek hükümlerde cumhurı ulemanın ittifakı vardır. Kesinlikle ihtilafları yoktur. Cumhurı ulemanın kabul ettiği ahkama herhangi bir şahıs muhalefet etse kesinlikle ehli bid'atten ve ehli delaletten sayılır. Zira onların haklarında açık ve kat-i deliller vardır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

Allah'a dinden Nuh'a tavsiye etmiş olduğu ahkamı sizede teşri buyurdu ve sana vahyettiğimiz ve İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye eylediğimiz şey ise dini ikame ediniz, onda tefri­kaya düşmeyiniz emir ve nehyinden ibarettir."

Bu ayeti kerime gösteriyorki bütün resullere aynı surette emir ve tavsiye buyurulmuş bulunan dinde, dinin esasi hükümlerinde ih­tilaf edilmesi kesinlikle caiz değildir. Bunlarda ittifak şarii mübinince matlubtur.

Yedullahi maalcemaat" buyurulmuş tur. Ancak bu esaslardan başka furuattan, cüzziyattan sayılan ve bu bakımından ilahi dinler arasmdada bazı farklar bulunan bir kısım tali meselelerde ihtilaf bu­lunması şarii mübinin matlubuna muhalif değildir. Belki öyle ihtilaf hikmetlidir ve Cenab-ı Hakkın muktezasıdır. Bunun içindir ki bir kı­sım hadiselerde, meselelerde müşavereye, içtihada yine şarii hakim­ce müsaade edilmiştir. Birçok muhaddislerin ve İmamı Beyhaki'nin rivayet ettiği üzere bir hadisi şerifte:

İhtilafü ümmeti rahmetün-Ümmeti merhume arasında bulunan müctehidlerin furuattaki, muamelattaki ihtilafları ümmet hakkında vu-suat ve suhulete vesile olacağı cihetle büyük bir rahmettir." buyurulmuştur.

Resulullah (sav) vahyi ilahi bulunmayan bazı meselelerde icti-hadda bulunurdu ve ashabı kiram ile müşaverede bulunurdu. Mese­la Bedir gazvesinde esirlerin birer bedel mukabilinde bırakılıp bıra­kılmaması konusundaki ashabı güzin ile meşverette bulunmuştu.Hz Ebu Bekir esirlerin bedel mukabilinde kabul ederek bu hususta Hz Resulü Ekrem'e bir fikirde bulunmuştu. Hz Ömer ise müslüman-ların varlığına katide bulunmuş olan bu düşmanların öldürülmeleri görüşündeydi. Diğer ashabı güzinin bir kısmı Hz Ebu Bekir'in, diğer bir kısmı da Hz Ömer'in görüşüne katılmışlardı.

Aynı bu şekilde Resulullah (sav)'den sonrada ashabı güzin ara­sında bir kısım meselelerde ihtilaf olmuştur. Zira Nebiyyi Zişanın bı­raktığı mallarda veraset cereyan edip etmeyeceği ve boşanmış ve ko­caları ölmüş kadınların ne kadar iddet bekleyecekleri hususunda ih­tilaf etmişlerdir. Daha sonra tabiin ve tabei tabiin arasındada bir kı­sım fer'i meselelerde ihtilaf olmuştur. Müctehidler arasında ilmi usule göre ihtilafların hikmetleri, semerleri ne gibi şeylerdir? Bu ko­nuda islam ulemasının yararlı görüşleri vardır. Bunlardan bir kıs­mını ati veçhile izaha çalışacağız:

a- Bütün meselelerde kafi sarih delil bulunması kesin olarak maslahata, hikmete muhaliftir. Şarii mübin ise hakimdir. Bunun i-çin tali derecede bulunan meseleler hakkında içtihada muhtelif rey­lerin tecellisine imkân bırakmış bu imkâna da tecviz ettirmiştir.

b- Bir kısım hukuki, içtimai meselelerde birbirini tutmayan sözler, kaviller vardır. Zira içtimai heyet hakkında kolaylık göster­mek, kendilerine geniş bir saha tahsis etmek maslahatı içindir.

c- Şarii mübin kullarının fikren yükselmelerini muhakemei akliyye İtibarı ile inkişaflarını irade buyurmuş olduğu İçin kullarına bazı meselelerde ictihad etmek imkanını lütuf olarak vermiştir.

d- Furuata ait meselelerde mekana, zamana göre bazı tebeddü­lat icrası içtimai hayat istemektedir. Muhtelif akvali fıkhiyyeden biri zamanın ihtiyacına daha kolay olduğu için veliyyülemrin işareti ile usuli dairesinde mabihil amel kabul edilebilir.

Mesela böyle bir hususta Maliki veya Şafii mezhebindeki bir kavi olabilir. Bunun caiz olması islam hukukunda bir esastır. Bu esasta ancak müctehidlerin ictihadlarmdaki ihtilaf sayesinde temin edebilir.

g- İçtimai hadisat sonsuzdur. Naslarm hükümleri umumi ve ne kadar hadislere şamil gelse de bu nasların sonsuz hadislere tatbi­kinde bizzarure ihtilafı ârâ tahaddüs eder. Eğer bunun tecvizi olmaz­sa içtimai hayatın inkişafına mani olabilir. Bununla beraber bu gibi hususlarda ihtilafın tecviz edilmesi ile islam hukuku için pek geniş ve asrın ihtiyacına yeterli bir hakikat temin edilmiştir.

îşte bu muhtelif ictihadlar Allame Zerka'nın dediği gibi sanki Ümmeti Muhammede (sav) mahsus muhtelif şer'i hükümler gibi olup bu ihtilafın hepsi bir kolaylık, yumuşaklık, vüsat ve suhulet için bu muhtar ümmete yalnız ve yalnız tezviz edilmiştir. Bu ümmetin her zümresi için bu ihtilafın bir kısmını kabul ederek onunla amelde bulunmuştur.

İslam dinine göre milletinin iyiliğine, adil düzenine, salahına, çalışmak, ihtiyaçlarını kolaylığa, izaleye yardım edecek sebepleri a-ramak ve bilfiil meydana getirmek büyük bir şeref ve medeni fazi­lettir. Aynı zamanda dini ve ilmi bir meziyettir. Manende bunun mü­kâfatı çok büyüktür. Bu nedenle Ümmeti marhumeden bir kısmının ilim sahasında çalışıp ve ictihad gücüne sahip olduktan sonra bütün müslümanların maddi ve manevi hayatına hizmet ederek çok büyük bir fazilet ve şerefle muhasif olabilmesi içinde bu ihtilaf caiz görül­müştür.

Şu halde müctehidlerin ictihadları mutlak olarak sevaptır. Zira içtihadına isabet etse iki kat, etmezse bir kat sevaba nail olacağı ic­tihad konuda zikredilmiştir.

h- İslam dini kıyamete kadar tehaddüs edecek şahsi ve içtimai hadislerin ahkamını mütefekkil bulunduğu cihetle rey ve ictihadda büyük bir saha hazırlanmıştır. Hatta ve hattaki Resulullah (sav) bile hakkında vahyi ilahi bulunmayan bir kısım hususlarda ictihadda bulunmuş bu suretlede içtihadın meşruiyetini bilfiil göstererek bazı hadiselerin hükümlerini şer'i delillerden ictihad yolu ile istinbat et­melerini ümmetine talim ve tedib emri vermiştir.

Bununla beraber ictihadtaki ile muharrac olan hükümlerde şarii hakimin emir ve müsaadesine mukarın olduğu cihetle şeriatı islamiyyenin asıl menbai olan kitap ile sünnete racidir.

İslam dini bütün dinlerin sonudur. İslam şeriatı da bütün şeri­atların sonudur. Bu dinin ibadetlerle, muamelelerle, ukubetlerle ilgi­li olan hükümleri önce Kur'an-ı Kerim'e sonra süneni nebeviyyeye, sonra da icma ile kıyasa bağlıdır. Kıyas ise bir ictihad eseridir. Bu dört esasa raci olmak üzere istihsan, istishab, örf ve adet, maslahatı mutebere, şeddi zeria gibi bir kısım tali delillerde vardır.

İslam hukukunun kaynakları, istinatgahları işte bu esaslar­dan, bu delillerden ibarettir. Bütün müctehidler bu menbalardan is­tifade ederek mesaili hukukiyyeyi tesbit etmişlerdir. Hatta bu mese­lelerin şer'i delillere ne derecelere kadar müstenit olup olmadığı ara­larında büyük bir tetkik mevzuu teşkil etmiştir.

Bu esaslara dayalı olmayan bir hüküm şeriatı islamiyye namı­na tesbit edilmiş olmaz. Bu husustaki ufak bir müsamaha bir zühul bile o müdekkik zevatın nazarlarından kaçamamıştır. Mukayeseli hukuk ilmi demek olan "hilafıyyat" ilminde bunlara işaret olunmuş­tur. İslam şeriatı şerayi'i selefıye ait olan bir kısım hükümleri yine bir vahyi ilahiye müstenid olarak şeriatı islamiyyenin ahkamından olmak üzere aynen veya cüz-i bir tebeddül ile kabul etmiştir.

 

Fıkhın Tanımı

 

Fıkıh kelimesi lügatte anlayış demektir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

O topluma ne oluyor ki söz anlamaya yanaşmıyorlar. [6]

Bu ayette geçen yefkehüne tabiri anlamıyorlar anlamında kullanılmıştır.

Resulullah (sav)'de cuma namazı hakkında şöyle buyurmuştur:

Kişinin namazı uzatması, hutbeyi kısaltması onun fıkhının (an­layışının) alametidir. [7]

Fıkıh kelimenin manası istilanı ise iki kısma ayrılır:

a- Akıl ve baliğ amellerinin sözlerinin açıklamasında elde edilen şeylerin, şer'i hükümlerin bilinmesidir. Bu hükümlerin bilinmeside Kür'an, sünnet onlardan meydana gelen icma ve kıyas ile mümkün olabilir. Mesela abdestte niyetin getirilmesi vaciptir. Sadece ve sade­ce Resulullah'm şu mübarek hadisinden anlıyoruz:

"Ancak ve ancak ameller niyetlere göredir. [8] Bir misal ile bu meseleyi daha açıklayalım. Orucun sahih olması için niyetin gecele­yin getirilmesinin farz olduğunu yine Hz Resulullah'm şu mübarek

hadisinden anlıyoruz:

Kişi imsaktan önce niyet etmezse, onun orucu yoktur. Yani oru­cu sahih değildir. Zira geceleyin orucun niyetini getirmek farzdır. [9] Yine abdest alırken başın bir kısmını mesh edilmesinin farz olduğu­nu şu ayeti kerimeden anlıyoruz:

Başlarınızı meshedin. [10] îşte öyle şer'i meseleleri ya­ni hükümleri bilmesine istilahi fıkıh denir.

b- Şer-i hükümlerin zatmada yani kendisine de fıkıh denir. Me­sela fıkıhdan bugün ders aldım ve öğrendim. Bunlar, namaz, abdest, alış-veriş, evlenme, emzirme ve cihad hükümleri gibi hükümlerdir, Bu ikinci kısmına da ıstılahı fıkıh denir. Her ikisi arasında olan fark, birincide fıkıh denildiği zaman yalnız hükümlerin bilinmesine, ikinci atılmayacak ise şer'i hükümlerin kendisine yani bizzat kendilerine ıtlak olunur.

Netice itibari ile kesinlikle fıkıh islam akidesine bağlıdır. Zira Allah'a iman müslümanı dinin hükümlerine kendi isteği ve iradesiy­le bağlar ve onu o hükümleri uygulayıp başkalarına yaptırmaya sevk eder. Zira Allah'ın bütün hükümleri Allah'a iman edenlere farz olur. Mesela Allah'a iman etmeyen kimseye ne namaz ne oruç ve ne de hacc gibi şer'i hükümler farz değildir.

Bu sebeple şer'i hükümler ancak ve ancak şeriatı koyan ve ka­nunları getiren Allah'a iman etmeye bağlıdır. Kur'an da şer'i hüküm­lerin evvela imana bağlı olduğunu gösteren çok ayetler vardır. Yalnız biz burada şeriat ile akide, ahkam ile iman arasındaki irtibatın se­bebi sıkı olduğunu göstermek için bir kaç ayeti kerime zikredeceğiz:

Ey iman edenler! Oruç sizden evvelki ümmetlere farz kı­lındığı gibi size de farz kılındı. Ta ki günahtan sakınıp takvaya eresiniz. [11]

Ey iman edenler! Namaz kılacağınız zaman yüzünüzü ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başınızı meshedin ve ayakla­rınızı da topuklara kadar yıkayın. [12] Cenab-ı Hak temiz­liği emrederek taharetin Allah'a iman etmenin gereklerinden oldu­ğunu bildirmiştir.

O mü'minlerki namazlarını dosdoğru kılarlar ve zekatlarını ve­rirler. Onlar ahiretede kesin olarak inanmış kimselerdir." Cenab-ı Hak namazı ve zekatı zikrederek bu ibadetlerle ahiret ve irnan arasında bağ kurmuştur.

Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz. [13] Cenab-ı Allah ribayı haram kılarak onu terk etmeyi takvaya ve imanın varlı­ğına şart koşmuştur.

Ey İman edenler! İçki, kumar, putlar, fal ve şans okları bi­rer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa ere-siniz. [14]

İşte bunlardan kaçınmanın halis bir imana bağlı olduğunu şart koşmuştur. İslam fıkhı Cenab-ı Allah'ın kulları için koyduğu ilahi hükümler olması dolayısıyla insanların menfaatlerini gözetir. Fasid olan şeyleri de yasakladığından hayatın bütün yönlerini kapsamış olur. Şu halde insanların muhtaç olduğu her meselenin hükmü Al­lah tarafından tanzim edilmiştir. Cenab-ı Allah'ın kitabından, Hz Peygamber'in (sav) sünnetinden, İslam alimlerinin icma ve ictihad-larmdan oluşan şer'i hükümleri içeren fıkıh kitaplarına baktığımızda onların yedi kısma ayrıldığını görürüz.

1- Abdest, namaz, oruç, hacc, zekat vb meydana gelen Allah'a ibadet hükümlerini içeren konulardır ki bunlara ibadet bahsi denir.

2- Evlenme, boşanma, neseb, süt emzirme, nafaka, miras ve bunlar gibi aile ile ilgili olan hükümlerdir ki bunlara da ahvalü şah­siye denir.

3- Alış-veriş, rehin, dava, delil, hüküm ve bunlara benzer in­sanların birbiri ile alakalı olarak yapmış oldukları fiilleri kapsayan konulara da muamelat denir.

4- Zulmü kaldırmak, adaleti yerine getirmek ve aynı zamanda islami hükümleri uygulamak için sultanın yetkilerine müdahale et­mek, hakim ile mahkum arasındaki ilişkileri düzenleyen ve bunların görevlerini belirleyen hükümlere de şer'i siyaset veyahut sultan hü­kümleri denir.

5- Suç işleyenlerin cezalandırılması, emniyet ve nizamın tesis edilmesi, katili, hırsızı ve içki içeni cezalandırmayla ilgili hükümleri içeren konulara da ukubat hükümleri denir.

6- İslam devletinin diğer devletlerle olan ilşkilerini düzenleyen savaş barış gibi konularda hüküm veren mevzulara da siyer bahsi denir.

7- Ahlak, güzellik, haşmet, çirkinlik gibi islamm adap ve ahla­ka yönelik bakış açısını belirten genel kurallara adabı muaşeret ya da ahlak kuralları denir.

Sonuç itibarı ile biz islam fıkhının insanoğlunun muhtaç oldu­ğu her alanı kapsayan fert ve toplumun her sahasını kuşattığını ha­ber vermektedir. îslam fıkhı kolaylığı emreder, zorluğu ve sıkıntıyı kesinlikle reddeder ve kaldırır. Zira islam kanunu insanın ihtiyaç ve saadetini temin ve tesis için inzal olmuştur. Bu kural ve yasaları haber vermekle insanın maslahatını gözetmiştir.

Hiçbir İslami kural ve kaide insanın güç ve takatinin üzerinde olmamıştır. Bu suretle bir kişinin yapmaktan aciz olduğu hiç bir ka­nun ve hüküm yoktur. Zira islam fıkhı insanın gücünü aşan bir ko­nu olduğu zaman onun için bir ruhsat ve hafifletme kapısı açmıştır. İslamın kolaylık dini olduğunu ifade eden bazı ayetler şunlardır:

O size dinde bir güçlük de yüklemedi. [15]

Allah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. [16]

Allah sizin için kolaylık ister zorluk istemez. [17] İslam dininin kolay bir din olduğunu haber veren bu ayetler­den başka ayet yoktur. Hz Peygamber de (sav) din kolaylıktır, geniş­liktir buyurmuştur. İslam dininin kolay bir din olduğunu haber ve­ren bazı hadisler şunlardır:

Ayakta namaz kıl, eğer gücün yetmiyorsa oturarak kıl, buna da gücün yetmiyorsa yatarak kıl. [18]

Yolcu için dört rek'atlı bir namazın iki rek'at olarak kılınması­na, öğle ile ikindinin, akşam ile yatsının birleştirilerek kılınmasına müsaade edilmiştir.

Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kafirlerin size bir kö­tülük etmesinden endişe ederseniz namaz dan kısaltmanızda si­ze bir günah yoktur. Şüphesiz kafirler, sizin apaçık düşmanlarinızdır. [19]

Hz Peygamber de (sav) seferdeyken öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı birleştirerek kılmıştır. [20]

Fıkıh şeriatın amel yoludur. Şeriat, Cenab-ı Hakkın kullîar için koyduğu bütün mukaddes hükümlerdir. Bu hükümler ise Kur'an-ı Kerim'den veya hadisi şeriflerden meydana gelmiştir. Bu hükümler ise iki bölüme ayrılır:

a- Amelin şekli ile ilgilidir ki bu bölümü fıkıh ilmi alakadar e-der.

b- İtikat ile alakadardır ki ilmi tevhid veya ilmi kelam bölümü­ne girerler. Fıkhın gelişmesi ise Resulü Ekrem (sav)'in hayatında ve sahabe zamanında yavaş yavaş meydana gelmiştir. İslam fıkhının çeşitli nevileri vardır. En önemlileri bunlardır:

1- Kur'an ve  sünnetten kaynaklanması aynı zamanda ilahi vahyine bağlanmasıdır. Beşeri kanunlardan başka mukaddes ve ila­hi bir kanundur.

2-  İslam fıkhı beşeri kanunlardan ayrılır. Zira insanın üç çeşit ilişkisini ihtiva etmesi içindir. Rabbi ile ilişkisi, nefsi ile ilişkisi ve toplum ile ilişkisi. Şu halde fıkıh dünya ve ahiret için gelmiştir. İn­sanlık için umumidir ve kıyamete kadar devam etmektedir. İslam fıkhı her iki ameli hükümleri içine alır. Birincisi ibadet hükümleri; Kur'anda yüz kırk ayette geçmiştir. İkincisi ise muamelat ahkamıdır.

3- Helal ve haram yolundan dini bir sıfat olması: Fıkhı beşeri kanunlardan ayıran en büyük sıfatlardan birisi de muamelatla ala-kadarlı bütün fiil ve tasarrufta helal ve haram manalarının bulun­masıdır. Bu manadan çıkarak muamelat kanunları iki kısma ayrılır:

 

a- Dünyevi Hüküm:

 

Tasarrufun veya fiilin dış görünümüne göre meydana gelir. Ya­ni gizli ve batini görünüm ile gelmez. Zira fetva veren veya hüküm eden kadı gibi ancak mümkün olanla fetva verilir veya hüküm edilir. Bu da kazai hükümdür.

 

b- Uhrevi Hüküm:

 

Şahıs ile Allah'u teala arasındadır. Şu halde bu diyaneten tak­va ve din ile ilgili bir hükümdür. Eğer bu hüküm başkalarından sak­lanmış olsa bile tasarruf ve fiiilİn hakikati ve sahihi üzerine bina edi­lir. Bu ayrımın delili de; Resulü Ekrem (sav)'in Malik, Ahmed ve Kütübü Sitte sahiplerinin rivayet ettiği şu hadistir:

"Ben ancak beşerim. Siz bana dava getiriyorsunuz. Bazınız di­ğerlerinden delilini sunmakta daha becerikli olabilir. Bende diledi-ğim şekilde onun lehine hükmederim. Bu şekilde kime bir müslümanın hakkını verirsem o ancak ateşten bir parçadır, onu alsın veya bırak­sın" .

Bu iki vasfın bulunuş sebebi şudur: Şeriat Allah'ın vahyidir. Sevabı ve uhrevi cezası vardır. O aynı halde medeni ve ruhi bir usul ve kuraldır. Zira o din ve dünya için gelmiştir. Bu ayırmanın şekli şöyledir; mesela ikrah (zorlama), boşanma, borçlar, yeminler, ka­dının (hakimin) vazifesi, Müftünün (fetva verenin) vazifesinden ayrıl­maktadır.

Kadı yalnız dış duruma göre hüküm eder. Müftü ise aynı za­manda batını ve zahiri göz önüne alır. Zahiri ve batını sıfatın ihtilafı durumunda eğer kendisi hakikati bilse hükmünü batma göre da­yandırır. Bir adam hanımın talakı kasdetmezse hata olarak boşansa talakı kazaen yani hakimin hükmüne göre kabul olunur, diyaneten kabul olunmaz. Zira beşeri kanunlar yalnız maddi olarak hüküm e-debilir. Şeriat kesinlikle öyle değil belki o, kazai ve dini takva ile ilgili yolu kabul edebilir.

4- İslam fıkhın ahlakla irtibatı vardır. Zira fıkıh yüksek ideal, fazilet ve herkesin şerefin korunmasını muhafaza eder. İbadetlerin konusu nefsin çirkinliklerden uzaklaştırılması içindir. Faizin haram edilmesi, insanlar arasında yardımlaşma ve kaynaşmanın emre-dilmesi, alış-verişten mekr ve hileden, malın gayri meşru yolla yenmeşinden yasak edilmesi, başkalarının haklarına tecavüz edilmesi, insanlar arasında kavganın önlenmesi öyle kanunlar hepsi insan­ların dünyada ve ahiretine yararlı ve faydası içindir. Mesela içkinin men edilmesi iyi ve kötü olan akim dengesinin bozulmaması içindir.

5- îslam fıkhı iki cezaya şamil gelmektedir. Dünyevi ceza; ölçü­sü, miktarı belirli cezalar yani hudut ve miktarı belirsiz cezalar yani tazirlerdir. Bunlar insanın zahir fiilleri için vad olunmuştur. Fıkıhta mükafat (karşılık) müsbet ve menfidir. Müsbettir zira suçlardan, gü­nahlardan uzaklaşması ve işlenmeside sevap ve mükâfat vardır. Ka­nunlar ise ona göre tabi olması halinde kesinlikle sevap yoktur. Ka­nuna göre uyulmaması halinde cezalar vardır.

6- İslam fıkhı hem efrada hemde toplumun faydalarına yarar­lıdır. İki faydalı çalıştığı zaman toplumun faydası efradın faydasına tercih edilir. Şayet iki şahıs faydalarının çatışmaları bile olsa zarar etme veya zarar verme kesinlikle yoktur. İki zarardan çoğu azı ile def edilir kaidelerinden hareketle en çok zarara uğrayanın maslahatı tercih edilir.

Mesela cemaatin maslahatını gözetme gibi namaz, oruç vb iba­detlerin (konması) karaborsanın haram edilmesi, cebri fiyat (nahr) koymanın meşruluğu, alış-verişin helal faizin haram kılınması, bü­yük tehlikeli münkerlerin önlenmesi yani hadlerin uygulanması, komşu haklarının gözetilmesi, akitlere vefa, umumun faydası için mescit, hastane, okul yapımı, kabristan açılması, nehir ve yolların yataklarının genişletilmesi, nahrı vs.

Umumi zarar veya daha büyük zararın meydana gelmesi du­rumunda ferdin hakkını .kısıtlamanın misalleri de bunlardır: Cenab-ı Hakkın (cc) "Zarar vermek için onîan tutmayın" emrine binaen zararlı olduğu durumda hanımın kocasına itaate mecbur olmayışı, masiyeti emretmesi, umumun maslahatını tanınmaması halinde yöneticiye itaat edilmeyişi gibi. Zira itaat emri maruf kısmındadır. Resulü Ek­rem şöyle buyurmuşlardır:

"Masiyetle emredilmedikçe müslüman kişiye sevdiğinde ve se-mediğinde dinlemekk ve itaat vardır. Masiyetle emrediîirse dinlemek ve itaat yoktur." İmam Ahmed'in rivayetidir.

Başka misaller: Devlet hazinesine umumi gelir sağlama ve bü­tün vatandaşların genel faydaları için haraç ve cizye vergileri vermek şartıyla fethedilen arazileri sahiplerinin elinde bırakma, yeni alıcıdan zarar1 gelmemek için komşu veya ortağa şufa hakkı verilmesi.. Başka bir misal varislerin zarar görmemesi için malın vasiyeti üçte biri ile sınırlamaktır.

Resulü Ekrem (sav) Sa'd Ebu Vakkas'a şöyle buyurmuşlardır:

Üçte bir. Öçte bir bile çoktur. Senin varislerini zengin bırakman, insanlara el açacak şekilde bağımlı bırakmandan daha hayırlıdır."

Su yatağından uzak arazinin sulanması için suyu başkasının arazisinden götürme hakkı vb gibi islamda tek bir kaideden kaynak­lanan misaller. Bu hakkın kaynağı Allah (cc)'dır Onu ancak hikmetli bir hikmet için başkasına vermiştir. O da aynı zamanda fert ve top­lumun hayrını tahakkuk ettirmektir kaidesidir.

7- îslam fıkhı akitlerde karşılıklı rıza, zararın tazmini, suçu kö­künden götürmek, hakların muhafaza etmesi, şahsi mesuliyet gibi sürekli usullerin kesinlikle İslam fıkhı değişmez. Yalnız örfleri ve maslahatları gözetmeye dayalı fıkıh insanlığın hayrı, zamanın ihti­yaçları, zaman ve mekan olarak muhtelif çevrelerin durumuna göre hüküm ve şeriatın maksatları ve sahih esasları çerçevesinde kaldığı müddetçe değişme ve gelişme kabul eder. Bu değişmede yalnız ve yalnız muamelatla olur. İbadet ve akaidlerde olmaz. Zamanın değiş­mesi ile ahkamın değişmesi kaidesindende bu manadan başka bir mana yoktur.

8- İslam fıkhı islam alemine hatta herkese fayda vermektedir. Zira fıkhın neticesi ve gayesi insanın faydası ve iki dareynde mutlu ve huzur edilmesidir. Mevcut kanunların gayesi öyle değildir. Belki toplumun mücerret istikrarıdır. Şu halde islam fıkhı bütün kanun­ların muhtelif yollarını zabdetmiştir. Deniz ve hava nakil talimatları, borsa sistemi, banka sistemi, sigorta vb asrm meselelerinin bütün fıkhı usullerle ve kıyas, şeddi zerai, mesalihi mürsele, istihsan, örf ve benzerlerine dayalı ictihadla hükümleri bilinebilir. Bunun için ba­zı fakihler nasların örfle tahsisini caiz görmüşlerdir.

Malikilere göre asil kadının çocuğunu gereği kadar emzirmeye zorlanmaması gibi bu gibi tahsis kısmından değil doğrusu bu kapalı veya mücmel nassın örfle tefsir edilmesi kısmındadır. Ebu Yusuf un eşitliğin ve aksinin gerçekleşmesi için Ölçüsünde ya da tartısında fa­iz cereyan edebilen malların mikyasında örfü benimsemesi gibi tea­müldeki örf değişir. Buğday, arpa gibi faiz girebilen malın satışı öl­çekle yapılırken kilo hesabına çevrilirse ya da aksi olursa onunla amel edilir. O zaman da tartı ve ölçekle eşitliği sağlamak için insan­lar arasındaki örfe bakılır. Buna göre de bazı fakihlerde illeti değişti­ği için hükmün değişikliğine cevaz vermiştir.

Müellefe-i kulüb payının durdurulması, fethu-kadir 11, 14 ve kameri ayların başlarını bulmada ru'yete değilde hesaba dayanılma­sı gibi bazıları da şer'an zaruret ve ihtiyaç manalarının bulunması Şartıyla aynı zamanda insanlardan zarar ve sıkıntıyı götürmek için hükmün ihtiyaç veya zaruretle tabdil edilmesine cevaz olarak vermistir. Zira ruhsat ihtiyacın tesbiti ve zaruretin götürmesi için lazım olan kadara göredir. Şu halde zaruret ölçü ile takdir edilir. Zaruret ise kişiyi yasak şeyi yapmaması halinde neslinin helaki veya nef­sinin helaki, yahutta aklın gitmesi veya malının gitmesi ile tehdit e-den şeydir.

İhtiyaç yasak şeyi kullanmamakla tereddüt eden insanın çocu­ğu, nefsi, malı veya aklına isabet eden meşakkat ve zorluktur. Fıkıh­la amel etmek vaciptir. Zira fakihe içtihadının sonucuyla amel ve kabul etmesi vaciptir. O ona nisbetle Allah'u tealanın (cc) hük­müdür. Şu halde müctehid olmayan bir kişi müctehidin fetvasıyla a-mel edecektir.

Allah'u teala (cc) şöyle buyuruyor:

"Bilmiyorsanız ehli zikre sorunuz. [21]

Kat-i delille sabit olan şeriatın hükümlerinden yalnız bir hü­küm mevcut hadlerin katılığını iddia yahud şeriatın tatbike uygun olmadığını ileri sürmek küfür ve islamdan irtidattır. Yani islamdan çıkmaktır. Lakin zann-ı galibe dayalı olan bir ictihad olursa ve sabit olan o hükmün inkarı ise zulüm, masiyet ve fıktır.

Sevgili Peygamberimiz (sav) buyuruyorlar ki:

Kişiye ilim, olarak Allah'tan korkması, cehalet bakımından da kendini beğenmişliği yeter." (Ramizül-Ehadis) Hakikaten ilim Allah'ı bilmek korkmasını sermeden ondan bilmek ve ona sevmektir. Bu i-lim kulun hem dünyasına hem de ahiretine yararlı bir ilimdir. Al­lah'tan korkan insan, mesuliyet duygusuna sahiptir. Kendini beğe­nen yanlışlıktır.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

TAHARET

 

Lugatta taharet nezafet ve temizlik demektir. İstılahta taharet necaset denilen maddi pisliklerden ye hades denilen hükmi ve ma­nevi pisliklerden temizlenmeyi ifade eder.

Arapça lisanına göre; tatahhara bi-l-mai (pislikten suyla temizlendi) ve tatahhara min-el hased (kıskançlıktan kur­tuldu) denir. Aynı zamanda taharet masdardır. (He)nin fethile veya zammiyle tahare'ş-şeyu denir. Birinci yani fethile okuması zamiyle daha faşındır. Masdar olduğu için azıda çoğuda şamil gel­mektedir. Çoğul sıgasıyla kullanan kimse açıklama yapmak istemiş­tir. Şer'an taharet özel bir temizlik (paklık)'dır ki abdest, gusül, te­yemmüm, libas ve bedeni yıkamak ve bunlara benzer şeylerdir, is­lam dini taharet ve nezafete çok önem vermiştir.

1- Namaz için her gün kaç defa abset almayı emretmiştir.

Ey iman edenler namaz kılmaya kalktığınız zaman yüz­lerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı mes­nedin ve ayaklarınızıda topuklara kadar (yıkayın). [22]

2- Cinsi münasebetten sonra yıkanmayı emretmiştir.

Eğer cünüp iseniz tam temizlenin. [23]

Resulü Ekrem (sav) şöyle buyurmuşlardır:

3-  fîeş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, etek tırşı olmak, koltuk alt­larındaki kılları temizlemek, tırnakları kesmek ve bıyığı kısaltmak. [24]

4- Eğer ümmetime meşakkat olmasaydı bütün namazda mis-vak kullanmayı emrederdim." Başka bir rivayete göre şöyledir:

Her abdestte misvak kullanmayı emrederdim. [25] Cenab-ı Hak (cc) şöyle buyurmuştur:

Elbiseni temiz tut ve temizle. [26] Resulü Ekrem (sav)'de ashabına şöyle ferman etmiştir:

Kardeşinizin yanına gidiyorsanız elbiselerinizi temizleyin, bi­neklerinizin eğerini düzeltin ki insanlar arasında örnek olasınız. Ce­nabı Hak çirkin sözü ve fiili sevmediği gibi mübalağalı ve zoraki bir şekilde konuşmayı da sevmez. [27]

5- Cenab-ı Allah (cc) şöyle buyuruyor:

Muhakkakki Cenab-ı Hak çok tevbe edenleri ve temiz olanları sever. [28]

Resul, Ekrem de (sav) şöyle buyurmuştur:

"Temizlik imanın yarısıdır." Şu halde İslam dini tahareti bir çok hikmetler için emretmiştir.

1- İnsan fıtraten temizliği sever tabi olarak da pislikten ve kir­den nefret eder. Zira İslamm fıtrat dini olduğu için tahareti emret­mesi pek çok tabidir.

2- Mü'minlerin kerametini ve  şerefini muhafaza için emret­miştir. Şu halde insanlar tabiaten temiz yerlerde oturmayı sever. Te­miz olmayan yerlerden  kesinlikle kaçar.  İslam mü'minin  şerefini muhafazalıkta hassas olduğu sebebiyle mü'minlere temizliği emret­miştir ki bütün insanların arasında temiz ve şerefli olsunlar.

3- Sıhhati muhafaza etmek için emretmiştir. Zira temizlik in­sanı hastalıklardan muhafaza eden bir sebeptir. Zira hastalıkların ekserisi pislik sebebiyle meydana gelmektedir. Bunun için islam dini bedenin, yüzün, ellerin, burnun ve ayakların sermeden temiz tutul­masını emreder. Zira en çok mikrop alan azalar bunlardır. Şu halde bu azalan hergün birkaç defa temiz tutmak insanı hastalıklardan muhafaza eder.

4- Kişinin Allah'ın huzurunda temiz ve tahir bir şekilde dur­ması için emretmiştir. Zira müslüman namazda Allah'a hitab eder. Onunla münacaat halindedir. Bunun için münacat edicinin zahir ve batini temiz ve tahir olması lazım ve elzemdir.

Zira Allah (cc) şöyle buyurmuşlardır.

Cenab-ı Hak (cc) çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever. [29]

Üzerinde ittifak edilen kesin bir delille sabit olmuştur ki taha­ret, yani temizlik şer'an vaciptir. Farz olan taharet cünüplük, nifas ve hayızdan dolayı su ile gusul etmek ve abdest almaktır. Eğer su ol­mazsa veya kullanılması güç halde ise teyemmüm suyun bedelinde olup necaseti gidermek içindirt. Fakihler temiz veya mutlak su yani kullanılmış veya "gül suyu" gibi başka bir şeye izafe olmamış sudur. Bu mutlak sular deniz, nehir, kuyu, çeşme, yağmur, kar suları gibi mutlak yani tabii sulardır. Kısacası gökten inen ve yerden çıkan sulardır. Cenab-ı Hak (cc) şöyle buyuruyor:

Gökten temiz bir su indirdik. [30]

Sizi temizlemek, şeytanın vesvesesini sizden gidermek, kalplerinizi biribirine bağlamak ve sebat ettirrmek için üzerini­ze gökten yağmur indiriyordu. [31]

Bir sahabei güzin Resuli Ekrem'e (sav)'e şöyle sordu: "Ey Allah'ın Resulü! Biz deniz yolculuğuna çıkıyoruz ve bera­berimizde de az bir su götürebiliyoruz. O su ile abdest alsak susuz kalırız. Acaba deniz suyu ile abdest alabilir miyiz? Resulü Ekrem'in cevabı şöyle oldu:

Denizin suyu temiz, ölüsü de helaldir. [32]

Sular dört kısma ayrılır:

a- Temiz ve temizleyici olan sular,

b-Temiz ve temizleyici olmakla beraber fakat kullanılması mekruh olan sular,

c- Temiz olduğu halde fakat temizleyici olmayan sular,

d- Necis olan sular.

 

4- Temiz Ve Temizleyici Olan Su:

 

Bu su mutlak (tabii) sudur ki Cenab-ı Hak'kın yaratmış olduğu vasıf üzerinedir. Uzun bir müddet beklemesinden, topraktan veya u~ zun bir müddet durgun olarak durmasından ötürü oluşan yosundan dolayı değişmesi, o suyu mutlak yani tabii su olmaktan çıkarmaz. Suyun yatağında kükürtlü toprak bulunması veya suyun kükürtlü h|r arazide çıkması suyun renginin değişmesine sebep olabilir. Fakat çğişmeden ötürü gene mutlak yani tabii su olmaktan kesinlikle ukmaz. Zira suyu Öyle şeylerden muhafaza etmek mümkün değildir.

Mutlak yani tabii suyun hem temiz hemde temizleyici olduğu­na işaret eden şu hadisi şeriftir: Bedevi bir adam mescide gelerek si­diğini mescide döktü. Millet bu hareketi kabul etmedi ve dövmek is­tediler. Resul Ekrem (sav) onlara şöyle tavsiyede bulundu:

Onun yakasını bırakın. O işini tamamladıktan sonra bir kova su dökün. Zira siz zorlaştırıcı olarak değil kolaylaştırıcı olarak gönde-rildiniz." Resuli Ekrem (sav) bevlin üstüne su bırakmasını emretmesi suyun temizleyici olduğunun delaletidir.

 

2- Temiz Ve Temizleyici Olmakla Beraber Kullanılması Mekruh Olan Su:

 

Güneşle ısınan su temiz ve temizleyici olmakla beraber kulla­nılması mekruhtur. Öyle suların makruhiyeti üç şart vardır:

a- Arabistan gibi sıcak bir ülkede olmak

b- Altın ve gümüşten başka bakırdan, demirden veya çekiçle dövülebilen bir maddeden olması aynı zamanda etki veren bir kapta olması.

c- Ölü veya diri insan bedeninde kullanılması ve at gibi alaca hastalığına maruz kalan bir hayvanın bedeninde kullanılmış olması. İmam Şafii Hz Ömer'den şöyle rivayet ediyor: "Ben güneşte ısınmış suyun kullanılmasını tıp açısından mahzurlu buluyorum. Zira gü­neşte ısınan su alaca hastalığına sebep olur. [33]

Güneşin ısısı kapta vurduğu zaman yağlı gibi bir madde çözü­lüp suyun yüzüne çıkar. Şayet o madde ısındıktan sonra bedene de-ğerse alaca hastalığına yol açabilir. Bu hastalığı ise deride görünür."

 

3- Teiniz Olduğu Halde Temizleyici Olmayan Sular:

 

Bu sular ikiye ayrılır:

Az olmak şartı ile gusül ve abdest gibi farz olan taharette kul­lanılmış olan sulardır. Bu suyun temiz olduğuna hadisi şerif işaret eder. Cabir b. Abdullah şöyle anlatıyor:

Baygınlık geçirdiğim halde çok hastaydım. Resulü Ekrem (sav) yanıma gelerek abdest aldığı suyu üzerime döktü.[34] Eğer o su temiz olmasaydı Resulü Ekrem (sav) o suyu Cabir'in üzerine dökmezdi. Bu suyun temizleyici olmasının delili Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği şu hadistir:

"Kimse durgun yani akmayan sudan gusletmesin. Ashabı kiram dan bu hadisi şerifi Ebu Hureyre'den dinleyenler Ey Ebu Hureyre şu halde biz ne yapacağız? dediler. Ebu Hureyre şöyle dedi: Su­yu avuçlarınızla alarak abdest alır veya gusledersiniz. [35]

Şu halde durgun suda abdest almak veya gusül etmek o suyu temizleyici olmaktan çıkardığına delalet eder. Bu konuda abdestin hükmüde guslün hükmü gibidir. Zira maksud olan ikisindede ab-destsizliğin giderilmesidir. Resulü Ekrem (sav)'in yasaklaması yalnız az olan durgun sulara işaret etmiştir. Zira bu konuda başka kay­naklar vardır.

Mutlak (tabii) su olduğu halde bu suya çay gibi temiz bir şey katılırsa o su ile katılan şeyle arasında bir münasebette olmazsa o şey sudan ayrılmasıda mümkün olmazsa artık o su kendisine mut­lak (tabii) su değil onunla abdest ve gusül alınma.

Eğer bir suya temiz bir şey katılırsa aynı zamanda suyun sıfa­tında olsa yani renginde, tadında, kokusunda olsa o zaman takdir e-dilir. Suyun rengi üzüm şırası gibi, kokusu lazen denilen madde gi­bi, suyun tadı nar suyu gibi olursa gene bu suya mutlak (tabii) su değil ve bozulduğuna hükmedilir. Bu su temizdir fakat temizleyici değildir. Zira sâri temizliği suya bağlamıştır. Bu tür su temizleyici değildir. Sebebi ise bu durumda ona su denilmeme sidir.

 

4-Necis Olan Su:

 

İçine necaset düşen sudur. Bu da iki kısma ayrılır: Az olan sudur. Bu da iki kulleden az olan sudur. Bu su neca­setin düşmesiyle necis sayılır. Düşen necaset ne kadar az olsa su­yun renginde, tadında, kokusunda hiçbir değişiklik bile yapmazsa gene necis, haramdır ve hiçbir şeyde kullanılmaz. İki külle Bağdat batmanıyla 500 batman sudur. Bugünkü ölçülere göre 192.857 kg'a eşittir. Bugünkü metre ölçüsüyle uzunluğu, eni ve derinliği tam 1 zi­ra ve 1 zira'nın 1/4'ü kadardır. Resulü Ekrem (sav) çölde bulunan yırtıcı ve diğer hayvanların da ihtiyacını giderdiği su hakkında so­rulduğunda şöyle haber vermiştir:

"Su iki külle kadar olursa pislik taşımaz."

Diğer bir rivayetle necis olmaz" şeklinde  gelmiştir.   Hadisin mefhumundan iki kulleden az olan suyun hayvanların içmesiyle su bozulsun isterse bozulmasın hal müsavidir. Bunun şu hadisiyle sa­bittir:

"Biriniz uykudan uyandığı zaman sakın elini üç sefer yıkama­dan önce su kabına daldırmasın. Zira yatarken elinin nerede gecele­diğini bilmez. [36]

Resulü Ekrem (sav) uykudan kalkan bir kimsenin elini yıka­madan önce herhangi bir kabına sokması yasak etmiştir. Zira elin görülmeyen bir necasetle pislenmiş olması mümkündür.

İki külle veya daha fazla olan sudur. Bu kısım su necasetin düşmesiyle necis ve haram olmaz. Ancak ve ancak suya düştüğü zaman suyun kokusundan, renginden ve tadından birini değiştirirse necis ve haram olur. Suyun İçine az veya çok necaset düşürse ren­ginden, tadından ve kokusundan birini bozarsa bu kısım suyun ne­cis olduğunda alimler ittifak etmiştir. [37]

Bu dört kısımdan taharete kullanılması ve elverişli olan ancak ve ancak birinci kısımdır. İkinci kısım ise bedende kullanıldığı tak­dirde temizliğe elverişli olabilir. Üçüncü kısım ne kadar temiz ise de yalnız yemek ve içmekte kullanılabilir. Abdest ve gusulde kullanıl­maz kaplar dört kısma ayrılır:

 

Altın Ve Gümüş Kapların Hükmü:

 

Altın ve gümüşten yapılmış kapların kullanılması ister abdest-te ister su içmede ister başka şeylerde olsun kesinlikle caiz değil ha­ramdır. Eğer zaruret olsa o başkadır.

Resulü Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

Sakın harir (ipeklijve dibac (ipeklinin başka bir çeşidi) giymeyin. Altın ve gümüşten yapılmış kaplardan yeyip içmeyin. Zira o kaplar ve ipekler dünyada kafirlerin ahirette ise bizimdir. [38]

 

Altın Ve Gümüş İle Yamalı Kapların Hükmü:

 

İsterse yama az olsun isterse yama çok olsun altınla yamalan­mış kapların kullanılması her bakımdan caiz değildir. Gümüşle ya­malanmış kap eğer süs için olmazsa bu yama yalnız ihtiyaç için olsa caizdir. Şayet süsleme için büyük bir yama yapılmışsa kullanılması mekruhtur. İhtiyaç için yamalanmakla beraber yama büyük veyahut yama küçük olmakla beraber süs için yapılmışsa kullanılması mek­ruhtur. İhtiyaç sebebiyle gümüşten büyük bir yama yapılan kabın kullanılması caizdir. Zira Kasım Ahvel şöyle diyor: "Enes b. Malik'in yanında Resul Ekrem'in su kabını gördüm, gümüş ile yamalanmıştı. Enes bu kapta Resulü Ekrem'e şu kadar zaman su verdim dedi. [39]

Elmas, inci, mercan gibi kıymetli madenlerden yapılmış kapları kullanmak caizdir. Zira bunların hakkında kullanılmalarını yasak eden bir hadis zikrolmamıştır. Bütün eşyalardan asıl olan ibahadır. Eğer hakkında bir kaynak yasak olduğuna işaret etmezse her şey helaldir.

Kafirlerin kaplarını kullanmak caizdir. Zira Resulü Ekrem (sav) şöyle buyurmuşlardır:

"Kafirlerin kaplarını yıkayın ve onlarla yemek yeyiniz. [40]

Aynı zamanda yıkayın emri vucup için değildir. Belki istihbab içindir. Zira kafirlerin kapları, necis olan domuz veya içki gibi şey­lerden kullanılmış olmaları ihtimali vardır. Kafirlerin kullandıkları başka eşyaların kullanılmasıda kapların kullanılması gibi caiz ve he­laldir.

Taharetin çeşitleri aslen bütün yeryüzü ,bütün madenler, bü­tün sular, ağaçlar, çiçekler ve meyveler domuzdan başka hayvanla­rın üzerindeki pislik olmamak şartıyla bedenlerinin dışı temizdir. Bunların dokunmasryla elbiseler necis olmaz. Domuzun yalnız kılları zaruret dolayısıyla badana yapmak ve ayakkabı dikmek için kulla­nabilir. Bunlarla yapılan badana ve dikilen ayakkabı -necis sayılmaz.

Bir su kovası domuz kılları ile yapılmış olan bir fırça ile bo­yanmış olurda boya kuruyarak suda boyadan bir iz kalmazsa yine kova temiz sayılır. Onunla kuyudan su çıkarılabilir. O kıllardan az bir miktar suya düşse de su haram olmaz. Bu hüküm İmam Mu-hammed'e göredir. Tercih edilende bu görüştür. İmam Ebu Yusufa göre bu kıllar suyu necis eder. Zira bu kılların su içine düşmeleri za­ruret değil. Bu kılların fırça olarak kullanılmalarını iyi görül­memektedir. Eğer bir şey helal olsa onun yenip içilmesinin helal ol­ması lazım gelmez.

Nice sarhoşluk veren otlar vardır ve nice zehirli sular vardır ki bunlar helal olduğu halde bunların yenip içmeleri haramdır. Maliki-lere göre köpek ile domuz dahil her canlı hayvanın bedeni temizdir. îcmain ittifakıyla şarap necistir. Yine bütün mezhep imamları şarap kendi kendine sirkeye dönse temiz olduğunu kabul etmiştir. Şarap­tan bir kısmının atılmasıyla baki kalan kısmı sirkeye dönse Şafii ve Maliki mezhebine göre helal olmaz. Zaten Maliki mezhebine göre şa­rabı sirkeleştirmek mekruhtur. Eğer sirkeleştirilirse helal olur. İmam Azam'a göre şarabı sirkeye dönüştürmek caizdir. Şarap sirkeye dö­nüştürülünce helal olur.

Köpek Şafii ve Hanbeli mezhebine göre haramdlr, necistir. Kö­peğin yaladığı kap necis olacağından yedi sefer yıkamak lazımdır. Zi­ra Resulü Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

"Birinizin kabından bir köpek su içerse o kabı biri toprak ve su ile karışık olmak üzere yedi defa yıkasın. [41]

Maliki mezhebinde köpek helal ve temizdir. Onun yaladığı hiç­bir şey necis ve haram olmaz. Fakat onun yaladığı şeyi dini bir vazi­fenin yerine getirilmesi itibarıyla yıkamak lazımdır. Köpek arka veya ön ayaklarını bir kaba sokarsa o kabı her üç imamlara göre yalama­da olduğu gibi yıkamak gerekir. İmam Malik'e göre yıkama işi yalnız yalamaya mahsustur. Domuzun hükmü köpek hükmü gibidir. Do­muzun bulaşması ile necis olan şey Şafii mezhebinde esas olan gö­rüşe göre yedi kez yıkanır. Nevevi şöyle diyor: "Delil yönünden tercih edilen domuzun bulaştığı şeyi toprakla yıkamaya olmaksızın bir kere yıkamak kâfidir. "Alimlerin ekserisi böyle söylemiştir. En esasıda bu­dur. Çünkü delil olmadıkça kesinlikle bir hüküm vacip olmaz.

İmam Ebu Hanife'ye göre domuzun iliştiği şeyler diğer necis ve pis olan şeyler gibi temizlenir. İmam Malik'e göre domuzun canlı ola­nı temizdir. Zira onun diri olarak necis olduğuna dair açık bir delil yoktur. Domuz ve köpeğin ilişmesinden başka diğer sebeplerle necis olan elbise, kapkacak ve insan vücudunun temizlenmesinde Ebu Hanife, Şafii ve Maliki mezheplerine göre sayılı bir yıkama yoktur. İmam Ahmed b. Hanbel'e göre bu konuda bir- kaç rivayetler vardır. En meşhuru necis olan toprağın temizlenmesinden başka bütün necis olan şeylerin temizlenmesinde belirli bir sayı vardır. Kaplar ye­di kere (bir rivayete göre üç kere) yıkanır. Bir başka rivayete göre do­muz ve köpek ilişmesi ile necis olan şeylerin temizlenmesinde belirli bir sayı yoktur.

Ebu Hanife ve Şafii'ye göre sütten başka hiçbir şey yemeyen er­kek çocuğun idrarı üzerine su serperek temizlemek kafidir. Kız çocu­ğun ise ancak yıkamak ile temizlenir. İmam Malik'e göre kız olsun erkek olsun idrarı yıkanarak temizlenir. İmam Ahmed b. Hanbel'e göre ise yemek yeme durumunda olmayan çocuğun idrarı tahir ve temizdir. Tüm ölmüş hayvanların derisi tabaklama ile temiz olur. Yalnız domuz derisi tabaklama ile temiz olmaz. Bu îmam-ı Azam'a göredir. İmam Malik'e göre iki rivayet vardır. Makbul olan rivayete göre böyle bir deri temiz olmaz ancak böyle bir deri içerisine kuru şeyler konarak kullanılabilir. Sıvılardan ise su konarakta kullanıla­bilir.

Şafii mezhebine göre köpek ve domuz ve bunlardan doğan ana ve babası bu iki hayvandan birisi olanların derisinden başka bütün deriler tabaklama ile temiz olur. Ahmed b. Hanbel'e göre bu konuda iki rivayet vardır. En meşhuru ölmüş hayvanın derisi tabaklama ile olmaz ve deriden faydalanmak caiz değil. Zira ölmüş hayvanın etide haramdır. Zühri'ye göre tüm ölmüş hayvanların derisi tabaklanma olmasa bile yine temizdir.

Şafii ve Hanbeli'ye göre boğazlama işleminin eti yenmeyen hay­vanlardan bir rolü yoktur. Boğazlansada yine leş murdardır. İmam Ebu Hanife'ye göre boğazlanan hayvanın eti, deri ve tüm parçaları helal ve temizdir. İmam Malik'e göre domuz hariç diğer hayvanlarda boğazlamanın rolü vardır. Köpek veya yırtıcı bir hayvan boğazlanın­ca derisi temiz ve helal olur. Tabaklanma işlemi bile yapılmasa o de­rinin içinde su ile abdest almak caizdir ve o derinin satışı da caiz­dir.

Fakat eti yenmeyen hayvanlardan et, Ebu Hanife'ye göre temiz değil, İmam Malik'e göre mekruhtur. İmam Şafii'ye göre insandan başka ölmüş hayvanların kılı necis ve haramdır. Koyun ve deve yü-nüde necistir. Ebu Hanife'ye göre kıl, koyun ve deve yünü helaldir. na §öre boynuz, diş, kemik ve tüy kısımları da böyledir. Hanbeli Mezhebine göre sahih görüşe göre kıl, koyun ve deve yünü helal ve temizdir.

Fukahalarm tümü domuzun kılından bir şeyler delmekle fay­dalanma için değişik şeyler aktarmışlardır. Ebu Hanife ve Malik bu­na ruhsat vardır demişlerdir. İmam Malik buna ruhsat yoktur de­miştir. Ahmed b. Hanbel bunu mekruh saymıştır. Benim fikrime gö­re hurma lifi ile delmek daha münasip demiştir. Akrep, arı, karınca, pislik böceği gibi akacak derecede kanı olmayan haşerat cinsinden olan hayvanlar bir sıvı içinde ölselerde o sıvıyı necis etmezler. Bu i-mam Hanefi ve Malik'e göredir. Zira bunlar kendi aslında temizdir. Şafii'ye göre bunlar sıvıyı haram hale getirmez. Lakin kendi temiz ol­mayıp ölmekle de necistir. Aynı zamanda bu Ahmed b. Hanbel'in de görüşüdür.

Şafii mezhebine göre yenilen şeylerin içinde oluşan kurt o taa­mın içerisinde ölmekle onu necis yapmaz. Onunla beraber yenebilir. İmam-ı Selase'ye göre kurbağa gibi suda yaşayanlar az bir suda ö-lürse suyu necis yapar. Ebu Hanife'ye göre necis yapmaz. Balık ve çekirge tüm alimlerin ittifakıyla helal ve temizdir. Şafii, Maliki ve Hanbeli'ye göre ölen insan necistir. Fakat yıkamakla temiz olur. Tüm mezheplerin görüş birliği ile sabittir ki cünüp, kafir ve adet halindeki kadın içerisinde az bir su olan kaba elini bırakırsa su önceki hali gi­bi temizdir.

Ebu Hanife, Şafii ve Ahmed b. Hanbel'e göre köpek ve domu­zun artığı haramdır. Köpek ve domuzdan başka hayvanların artığı helaldir. Hanbeli'deki esas olan görüş yırtıcı hayvanların artığı ne­cistir. İmam Malik'e göre bütün artıklar temizdir. Katır ve merkebin artığı İmam-ı Selase'ye göre temizdir. Fakat temizleyici olması şüp­helidir. Farklı görüşün faydası şudur; abdest almak için merkep ve katır artığından başka su bulamayan kimse bu su ile abdest alır ve teyemmüm eder. Ahmed b. Hanbel'in en esas olan kavli bu su necis ve haramdır.

Kedi ve yaratılışta kediden küçük olan varlıkların artığının te­miz olduğunda fukahalar ittifak etmişlerdir. Ebu Hanife'ye göre ke­dinin artığı mekruhtur rivayeti vardır. Sevri ve Evzai'ye göre insan­dan başka bütün yenmiyen hayvanların artığı haramdır. İmam-ı Şa­fii'nin mezhebinde esas olan diğer necasetlerin giderilmesi hususun­da azı çoğu aynıdır. Çoğu kez kaçınılması mümkün olmayanın dı­şında hiçbir miktarı bağışlanmış değildir. Sivilce, iltahap, çıban ka­nı, sinek pisliği, pire kanı, kan aldırılan yerdeki kan, sokağın çamu­ru da böyledir. İmam Malik'te aynı görüştedir. Yalnız İmam Malik'e göre sair kanların azı mafuat saymıştır.

Ebu Hanife'ye göre pire, bit, sivrisinek necis değildir. Ebu Ha­nife başka necis olan şeylerde bir dirhem (yaklaşık 3.4 gr) miktarı dikkate almış, bu miktarın azının bağışlanmış olduğuna hükmetmistir. Buradaki dirhem bağlı dirhemdir. Bunun ağırlığı 3.76 gr'dır. Mideden çıkan ıslaklık alimlerin ittifakıyla haram ve necistir. İmam-ı Azam'm bir rivayetine göre temizdir.

İmam-ı Şafii'ye göre dışkı ve idrar az olsun necistir. Ahmed b. Hanbel ve îmam-ı Malik'e göre bunların eti yenen mahluklara ait olmak üzere temiz olduğu görüşündedirler. İmam-ı Azam'a göre ser­çe ve güvercin gibi eti yenen kuşların dışkısı temizdir. Bunun dışın­dakiler necistir. Nehai'ye göre temiz hayvanların hepsinin idrarı te­mizdir dediği hikaye edilmiştir.

Şafii'ye göre köpek ve domuz dışındaki bütün canlıların menisi kuru olsun yaş olsun temizdir. Hanbelilere göre insan menisi temiz­dir. Ebu Hanife'ye göre insan menisi necistir. Malikilere görede öyle­dir. Maliki kuru olsun yaş olsun meninin su ile temizleneceğini, İmam-ı Azam ise yaşının su ile kurusunun çitilemek, ovalamakla te­miz olacağını söylemiştir.

Hanefiler kuşların pisliği ile fare ve yarasının sidiğini necis kıs­mından saymamışlardır. Zira fareden sakınmak çok zordur. Yarasa­da havada işler yemekte, elbisede olanı avf vardır. Kaplardaki avf yoktur yani bağışlanmaz hayvanların geviş getirirken ağızdan çıkan necistir. İrin bozulmuş kan olduğu için necistir. Sedid adı verilen kan karışmış ince su (irin) de bunun gibidir. İkisininde azı bağışlanır Çoğu necistir.

Mezi ve Vedi: Mezi şehvetlenme ve cimayı düşününce çıkan be­yaz sudur. Vedi ise idrardan sonra ve ağır bir şey kaldırılddığmda çıkan katı süt gibi beyaz bir sıvıdır. Her ikiside necistir. Zira sidikle beraber veya ondan sonra çıktıkları için idrarın hükmünü alır. Son­ra çıkan kum ve taş eğer adil bir doktor sidikten oluştuğunu söyler­se necistir yoksa necaset bulaşmıştır, yıkamakla temiz olur. [42]

Yenmeyen hayvanların sütleri ve etleri: Süt etten, oluşmaktadır. Onun hükmünü alır. Abdest almak suretiyle kullanılan kuyudan (ölmüş) fare çıksa bu durumda alimler ihtilaf etmişlerdir. İmam-ı A-zam'a göre farenin vücudu dağılmış ise üç günlük namaz iade edilir demiştir. Şafii ve Hanbeli'ye göre su az ise farenin düşüşünden son­ra abdest aldığı en çok zannettiği müddete kadar namaz iade edilir. Su çok ise ve bir bozulma suda yoksa kesinlikle namaz iade edilmez. Eğer suda bozulma olursa bozulma zamanından sonraki sürenin namazı iade edilir. Malik'e göre su çeşme durumunda olsa ve bozul-masıda olmazsa namazın iadesi lazım gelmez. Eğer su çeşme duru­munda olmazsa necaset veya temiz olma şeklinde iki rivayet vardır. Maliki mezhebi alimlerinden İbnu-1 Kasım her iki halde necaset hük­münü vermiştir.

Necis su ve temiz su birbirine karışmış ise necis su olan kap ile temiz su olan kabı ayırt etmek için bir taharri yani arama çalışması lazımdır, tmam Şafii'ye göre arama yapar zannma göre galip gelen temizdir. Temiz olan kaptan abdest alır. Hanefilere göre necis olan kapların sayısı temiz kapların sayısından az ise aramada bulunmak caiz olur. Hanbelilere göre arama gerekmez. Kaplardaki su dökülür veya birbirine karıştırılır, teyemmüm edilir. Malikilere göre farklı ri­vayetlerle beraber arama caiz değilde rivayet edilmiştir.

Bir kimsenin iki tane elbisesi olsa giyeceklerin hangisi necis hangisi temiz belirsiz bir halde birbirine karışmış olsalar Hanefıler ve Şafıilere göre bu elbisenin sahibi hangisinin temiz olduğunu araş­tırır ve temiz olduğuna kanaat getirdiği ile namaz kılar. Durgun olup akar halde bulunmayan suların kare şeklinde bulunmaları halinde yüz ölçümünün yüz arşını bulması ile daire halinde olanların çevresi otuz altı arşını bulması ile bunlar büyük su sayılırlar. Bu ölçüden az olanlarda küçük su hükmündedir.

İmam-ı Azam'a göre çokluk su o kadar çok olmalıdır ki insan bir tarafından suyu çırpınca hareket öbür tarafına ulaşmamalıdır. [43] Az ise genel zirai ölçüsü ile (10 x 10) ölçüsünden az olanıdır. Kuyular suları ne kadar çok olursa olsun yüzeyleri yüz arşın (takriben altmış beş) metre kareye ulaşmadıkça yahut daima akıp giden bir su yolu üzerinde bulunmadıkça küçük sular (küçük havuzlar) hükmün dedirler.

Bir kuyunun içine serçe veya fare veyahut bunların büyüklü­ğünde başka bir hayvan düşüp ölse aynı zamanda şişmemişse bu hayvan kuyudan atıldıktan sonra yirmi kova su çekilince o kuyunun suyu temiz olur. Otuz kova suyun çıkmasıda müstehabtır. Bir ku­yunun içine güvercin, kedi, tavuk veya bunların büyüklüğünde baş­ka bir hayvan düşüp ölse daha şişmeden atılırsa o kuyudan kırk ko­va su aülırki bu kadar su atmak vaciptir. Elli veya altmış kova su­yun çıkarılması müstehaptır.

Üzerlerinde necis bulunmadığı insan veya eti yenen koyun ve deve benzeri hayvanların içine düştükten sonra diri olarak çıkmış ol­sa kuyuların suyu necis olmaz. Yine merkebin ve katırın, şahin, at­maca, çaylak gibi yırtıcı kuşların, kurt, köpek, kaplan benzeri cana­varların içine düştükten sonra diri olarak çıktıkları halde kuyunun suyu necis olmaz. Ancak ağızlarının salyasının düştükleri suya bu­laşmaması lazımdır. Bulaştığı takdirde salyanın hükmünü alır. Hay­vanın salyası necis ise artığı gibi suda necistir. Eğer salyası temiz ise su temizdir.

Bir kuyunun suyuna bir damla şarap, kan, sidik ve akıcı bir necis karışsa o su necis olur. Gene bir kuyunun içine domuz düşse veya keçi, koyun veya bunların büyüklüğünde bir hayvan düştükten sonra ölse ve şişmişse veya serçe ve fare büyüklüğünde bir hayvan düştükten sonra şişse ve dağılsa ve tüyleri dökülse o kuyunun di­binde bir kova su kalmamak çartıyla suyunun tümünü çıkarmak vaciptir. Eğer kuyunun suyu çok olursa daimel evkat kaynamakta ise iki yüz kova su çekmek vaciptir. Üç yüz kova su çıkarılması müstehaptır.

Bir kedi, köpekten korkarak kaçtıktan sonra ölmeyecek şek­linde kuyuya düşse kuyunun tüm suyu necis eder. Zira bu halde hayvanların işemiş olmaları ihtimali çok kuvvetlidir. Fakat zaruret bakımından geçerli sayılan başka görüşe göre su necis olmaz. Ta­vuktan çıkan taze bir yumurtanın ve yeni doğmuş kuzu suyun içine düşse suyu pis etmez. Eğer bunların üzerinde necis bulunmazsa e-ğer bulunması bilinirse kesinlikle su necis olur.

En tercihli görüşe göre bir kuyuya keçinin, atın, katırın, de­venin, merkebin, sığırın ve mandanın tersleri düşmekle o kuyunun suyu necis olmaz. Bu tersler yaş yahut kuru, sağlam veya kırık ol­ması arasında fark yoktur. Zira bunlardan sakınmak zordur. Hele o-valardaki kuyularda korunmak daha çok zahmetlidir. Fakat kuyuya düşen pislik parçaları adet itibarıyla çoğumsanıyorsa yahut her su çekilen kovada en az bir ve iki parça görülürse o zaman su necis o-lur. Evlerdeki kuyuları pislikten korumak zor olmadığı için kuyuya düşmeleri ise böyle kuyular pisleşir. Şu halde ovalardaki kuyuları korumak zor olduğu için bu pislikler o kuyuları necis etmez.

Ördek, kaz, tavuk gibi hayvanların tersleri suyu bozar. Onun için içine düştükleri kuyunun bütün suyunu boşaltmak lazımdır. Zi­ra bunların pislikleri galiz (ağır) necasettir. Güvercin ve serçe gibi eti yenen kuşların tersleri kuyularda ve kaplarda olan suları bozmaz. Eti yenmeyen kuşların tersleride suyu bozmaz. Şafıilere göre bun­ların tersleri suyu bozar. Ebu Hanife ile İmam Ebu Yusuf dan bir ri­vayete göre yırtıcı kuşların tersleri kuyuların suyunu bozmaz. Zira bunlardan kuyuları korumak zordur. Bunların tersleri çok olmazsa elbiseyi pis yapmazlar. Suyun vasıflarını bozmadıkça çok olan sula-rıda necis yapmazlar. Fakat kaplardaki sular bozulmuş olur. Zira bu kaplan korumak mümkündür.

Bir kuyuda ölü hayvan kalıntısından başka bir pislik görülse pislik görüldüğü andan itibaren o kuyunun suyu pis olur. Şu halde o sudan abdest alınmaz. Başka temizlik işinde de kullanılmaz. Su kuyusunda kedi veya fare ölüsü gibi bir leş görüldüğü vakit eğer dü­şüş müddeti biliniyorsa o vakitten kuyunun suyu necis sayılır. Fa­kat leşin kuyuya düşüş vakti bilinmezse kuyudaki ölü hayvan da­ğılmış şişmiş veya tüyleri dökülmüşse o kuyu üç gün ve üç geceden itibaren necis sayılır. Eğer hayvanın kalıntısı bunun aksi ise bir gün ve bir gece ihtiyat olarak o kuyu pis olarak kabul edilir. O zamanlar içinde alman abdestler ve gusuller geçerli olmamıştır. Bunlarla kılın­mış namazların hepsinin kazası lazımdır. Aynı müddetler içinde bu sularla yıkanmış olan pis elbiselerin bir daha yıkanmaları lazımdır. Lakin o sularla pis olmayan çamaşırlar yıkanmışsa onları bir daha yıkamak lazım gelmez.

Zikr olunan meseleler hepsi kesinlikle bilinen şüphe ile geçerli­liğini kaybetmez kaidesine dayanmaktadır. Bu konu Ebu Hanife'ye göredir. Necis olmuş bir kuyunun içinde bulunan sular kuruyup çe­kildikten sonra bir daha suyu çıkarsa suyu temizlenmiş olur. Zira bu şekilde ise necis bir daha geri gelmez. Kovaların büyüklükleri ise yaklaşık 5 kg (1400 dirhem) su alacak büyüklükte olmalıdır. Bu ko­vaların tam ağızlarına kadar dolması şart değildir. Su pis olduk-tan sonra tayin edilen miktar su çekilince kuyunun geri kalan suyu i-çindeki çamurları ve taşları, kova ile kovanın ip, kovayı çekenin elle­ri de temizlenmiş olur.

Zira bunların temizliği kuyunun temizliğine bağlıdır, Bir kuyu­dan çekilmesi icap eden suyu bir günde çekmek şart değildir. Başka günlerde miktarı tamamlayabilir. Akıcı kanı bulunmayan kurbağa, sinek, küçük yılan, akrep, balık, çekirge, su köpeği ve su hınzırı gibi hayvanların suda veya başka bir sıvı içinde ölmesiyle o su veya sıvı necis olmaz. Eğer bu hayvanlar suda ölse o su ile abdest alınabilir. Az su hükmünde olan bir su İçine azda olsa pislik düşmekle o su necis olur.

Eğer bir oluktan su akarsa karada yaşayan ve kanı olan bir hayvan ölüsüne veya başka bir necise dokunup geçerse suyun ta­mamı ve çoğu pisliğin üzerine uğrarsa o su pislenmiş olur. Eğer üze­rine suyun uğradığı pislik tamamen dağılarak eseri görülmez bir ha­le gelmiş olursa o zaman su temizdir. Şu halde suyun az bir kısmı böyle bir pisliğe uğrasa gene su temizliğini kaybetmez. Ancak suyun dokunduğu pislikten suda bir iz kalmış olursa o zaman temizlikten çıkar. Şafıilere göre necaset üç kısma ayrılır:

 

1-Muğalleze Necaset:

 

Köpek ve domuzun necasetidir. Zira bunların necasetleri diğer necasetler gibi bir defa yıkanmakla temizlenmemelidir. Onları bir toprak ve su ile karışık olmak üzere yedi defa yıkamak lazımdır.

 

2-Muhaffefe Necaset:

 

îki yaşını doldurmamış yalnız süt ile besleneen çocuğun sidi­ğidir. Bunun muhaffef necasetin sebebi nedir? Üzerine su serpme­nin yeterli olmasıdır. Ümmü Kays yemek yiyemeyecek kadar küçük olan oğlunu Resulü Ekrem'e getirdi. Çocuk Resulü Ekrem'in üzerine işedi. Hz Peygamber (sav) biraz su getirmesini istedi. Sidiğin bulaştı­ğı yere dökmekle yetindi.

 

3-Mutavassita Necaset:

 

İnsan dışkısı ile sidiği ve hayvan dışkısı ve kanıdır. Bu kısma orta anlamına gelen mutavassıta sıfatının verilmesinin sebebi ise; yalnız sudan başka bir şeyle temizlenmemesindendir. Bu necasetin yalnız bir yıkama ile kokusu, maddesi ve rengi giderilirse bir daha yıkamak lazım değildir.

Enes şöyle rivayet etmiştir: Resulü Ekrem (sav) efendimiz def-i hacet için çöle çıktığında ona su götürüyordum. O su ile temizleni­yordu. [44] Hz Ali şöyle diyor: Ben de mezisi çok olan kişilerden biriy­dim. Bu sebeple Hz Peygamberden haya ettiğim için Mikdad b. Es-ved'e sormasını söyledim. Resulü Ekrem (sav) bu durumda olan kişi­nin abdest alması yeterlidir dedi. [45] Müslim rivayetinde tenasül aleti yıkayıp abdest almalıdır. [46] Abdullah b. Mesud şöyle demiştir: Resulü Ekrem (sav) büyük abdestini yaptı, bana üç taş getir dedi. Bende iki taş buldum üçüncü taşı bulamadığım için onun yerine bir tezek gö­türdüm. Hz Peygamber taşları aldı bu tezek necistir deyip attı. [47]

Zikr ettiğimiz hadisler bu şeylerin necis ve haram olduklarına işaret ederler. Zikrolmayan şeylerde zikredilen üzerine kıyas olarak beyan edilmiştir. Köpek ve domuz necaseti gibi galiz necasetler oldu­ğu için biri toprak ile karışık olmak üzere yedi defa su ile yıkamakla bu galiz necasetlerin ayni veya hükmü bedende, elbisede veyahut yerde olması hükmü değiştirmez. Sütten başka bir şey yemeyen ço­cuğun sidiğine hafif necaset denir. Bu çocuğun necaseti yalnız su dökülmekle tahir alur. Ayni olsun hükmü olsun bedende olsun elbi­sede olsun veyahut yerde olsun hükmü değiştirmez.

İnsan ve hayvan pisliğine orta mutavassıta necaset denir. Öyle necasetler yalnız su ile temiz olur. Buda ayni hükmü bedende, elbi­sede veyahut yerde olması hükmü değiştirmez. Fakat kan gibi gide­rilmesi zahmet olan bir necasetin renginin kalmasının kesinlikle bir zararı yoktur. İslamm affettiği necasetler şunlardır;

1-  Kasden bulaştırılmayan az kan, irin ve sivrisinek pisliği ba­ğışlanmıştır.

2- Sinek, bal arısı ve karınca gibi akıcı kanı olan bir hayvan sı­vı bir maddeye düşse ölse ve sıvıyı bozmamak şartıyla o hayvan o sı­vıyı pis yapmaz. Fakat kasden sıvı maddelerin içine atılmamalıdır. Resulü Ekrem (sav) efendimiz buyuruyorlarki:

Birinizin kabına sinek düşerse sineğin tamamını kaba batırıp atsın Zira sineğin kanadının birinde zehir ötekinde panzehir yani şifa vardır. [48] Şayet sinek içine düştüğü şeyi pis etseydi Resulü Ekrem onu kaba batır sonra at demezdi. Diğer küçük böceklerde sineğe kı­yas olarak kabul edilmiştir.

3- Meyve, peynir ve sirke gibi şeylerin içinde oluşup dışarıya çıkmadan ölen küçük kurtçuklar da bağışlanmıştır

4- Tuvaletten veya insanın dübüründen çıkan koku pis değil­dir. Şu halde bu kokudan bir torba naylon doldurup namaz esnasın­da o kişinin yanında bile bulunsa gene namazın sıhhatine engel ol­maz.

5- Tezekle yakılan tandırda pişirilen ekmek temiz ve bağışlan­mıştır,

6- Peynir mayasında kullanılan öd bağışlanmıştır.

7- Farelerin evdeki anbara bıraktıkları dışkı bağışlanmıştır.

8- Eti yenmeyen hayvanın bedene veyahut elbiseye yapışan bir kaç kılı bağışlanmıştır.

9-  Bedene veyahut elbiseye bulaşan sidik sıçramaları pisliğin hangi kısımda olursa olsun bağışlanmıştır.

10- Yaralardan çıkan irin ve kanlar çok bile olsa bağışlanmış­tır. Şu halde kendi yaralarından çıkan kan bağışlanmıştır. Eğer baş­kasına bulaşırsa necistir.

11- Sağım yaparken sütün içine düşen ve sütü bozacak ka­darda çok olmayan necislerde affedilmiş tir. Öyle şeylerin sütün içine atılması kafidir. Harman sürmek için geme koşulan hayvanların dış­kısı da bağışlanmıştır.

12- Balığın suyu bozmayacak kadar olan pisliği, Mekke hare­minin, Medine'nin, Şam'daki Emevi Camiinin ve benzeri mekanlar­daki kuş hürleri yani pislikleri bağışlanmıştır. Zira öyle şeylerin ko­runması zordur.

13- Çok olmamak şartı ile kasabın elbisesine bulaşan pislik bağışlanmıştır.

14- Etin üzerinde kalan kan bağışlanmıştır.

15- Kusup ağzı pislenen çocuğun annesinin memesine bulaş­tırdığı necis bağışlanmıştır.

16- Yollarda insanın üzerine sıçrayan çamur bağışlanmıştır.

17- Ateş olmadan çıkan pislik şeylerin buharı ise bağışlanmış­tır. Ateşte yanan necis maddelerden çıkan ve elbiselere isabet olursa az olmak şartı İle bağışlanmıştır.

18-  İşkembedeki temizlenmesi güç olan kalıntılar bağışlanmış­tır. Zira kural vardırki çıkarılması zor olan bir şeyin kalıntısı bağış­lanmıştır. Başka bir kaide ise şöyledir. Eti yenmeyen bir hayvan tüy­leri ayrılır bir halde veya az olursa helaldir. Eğer tüyleri bitişik ise keza helaldir ve bağışlanmıştır.

Hanefîlere göre necaset iki kısma ayrılır: Ağır pislik ve hafif pislik.

 

Ağır Necisler Şunlardır:

 

1- İnsanların tersleri, sidikleri, idrardan sonra gelen vediler, menileri ve şehvetten sonra gelen mezileri, organlardan çıktıktan sonra akan kanları, ağız dolusu kusuntuları ve bedenlerinden kesi­lip düşen deri ve et parçalan, kadınlara ait lohusalık ve adet kanları da ağır kısmına dahildir,

2- Eti yenmeyen hayvanların sidikleri, ağızlarından gelen sal­yaları, akan kanlan ve kuşlardan başka tüm hayvanların tersleri... Yalnız yarasanın tersinden ve sidiğinden sakınmak zor olduğu için temiz sayılır.

3- Eti yenen hayvanlardan tavuk, ördek ve kazların tersleri...

4- Ölü hayvanlar, karada yaşayan ve boğazlanmamış ölen veya islam kanunlarına göre kesilmemiş kanlı hayvanlar ve bunların ta­baklanmamış derileri. Ördek ve kaz ölüleri ise bu kısma dahildir. Bu gibi hayvanlara meyte yani leş denilir.

5-  Şarap, birlik görüşe göre tüm sarhoşluk veren içkiler ekseri görüş ile necistir. Zira bunların tümü sağlığa ve akla zarar veren şeylerdir. Şafıilere göre sarhoşluk veren tüm içkiler çok olsun az ol­sun necistir. Fakat tababatan kullanılan ve 70 derecede ki olan ba­ğışlanmıştır.

Şu halde ibadetlerde temizliğe riayet etmek davranmak en ö-nemli işlerdendir. Allah (cc) tam bir temizlik içinde itaat ederek ya­pılması lazım, elzem ve farzdır.

 

Hafif Olan Pislikler:

 

1- Eti yenen koyun, geyik gibi ehli hayvanların ve yabani hay­vanların, atların sidikleri hafif pisliklerden sayılır. Bu hayvanlaruın pislikleri Ebu Hanife'ye göre ağır necistir. İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'e göre hafif pisliktir. Muftabihi bu iki imameyne göredir. Merkeplerin, katırların tersleri hakkında tartışmalar vardır.

2- Eti yenmeyen hayvanlardan çaylak, atmaca ve kartal gibi haavada pisleyen kuşların tersleri

3- Tüm hayvanların karaciğerine bağlı olan öd kesesi ve işkem­besi tersinin hükmüne bağlıdır. Koyunun tersi hafif olduğu gibi o-nun öd kesesi ve işkembesi de hafif pisliktir. Şu halde temiz olma­yan şeyler isterse hafif olsun isterse ağır olsun maddi şeyleri kirlet­mek bakımında kesinlikle fark yoktur. Fakat namazın sıhhatine en­gel olmak veya olmamak hususundan her iki kısmı esas alınarak i-zah edeceğiz.

a- Ağır necaset sayılan bir şeyin katı ise üç gramdan sıvı olsa el ayasından daha geniş olan miktarı giderilmesi imkan olunca na­mazın sıhhatine engel olur. Bu miktardan ve ondan daha az olan miktarlar ise az necasettir. Namazın sıhhatine engel olmaz, bağış­lanmıştır.

Şu kıyasa göre namaz kılanın elbisesinden veya ayakkabılarını basıp namaz kıldığı yerde yaklaşık olarak üç gr'dan çok katı olan a-ğır pislik bulunursa onun namazı sahih olmaz. Secde ettiği yere ise Ebu Hanife'ye göre iki rivayet vardır. İmam Ebu Yusuf a göre namazı sahihtir. İmam Muhammed'e göre secde ettiği yere aynı miktar ne­caset sebebiyle namaz sahih değildir.

b- Hafif necaset ise eğer bu hafif necaset bulaştığı elbiselerin ve organlarının dörtte birinden az ise namaza zarar vermez. Bu kadarı az olduğu için bağışlanmıştır. Bu ölçüden fazla pislikler olsa aynı zamanda giderilmesi kolay olsa o pislik namazın sıhhatine zarar verir.

Eğer mesde bu hafif pislik olsa ve dörtte birinden az olsa affe-dilmiştir. Fazla ise namaza zarar verir. İmam Ebu Yusuf a göre bo­yuna ve enine yalnız bir karış kadar bulaşması affedilmiş tir. Eğer bu Ölçüden fazla ise namaza mani olur. Binanaleyh elbisenin ve bede­nin ve namazın yeri, pislik çok az bile olsa temizlenmesi fazilettir. Zi­ra o pislikle beraber ne kadar namaz sahih ise de lakin kerahati var­dır. Bunu temiz etmeden namaz kılmamalidır. Pis olan eşyayı temiz­lemek için cinslerine göre ayn ayrı metodları vardır:

1- Su ile yıkayarak temizleme hades {hükmen necaset) denilen abdestsizlik, hayız ile nifas ve cünüplük halleri; bunlar ancak ve an­cak mutlak ve temiz sularla giderilir. Eğer böyle su bulunmazsa ab­destsizlik gibi hades halleri teyemmümle giderilir. Hubus yani hakiki necaset temiz olan mutlak ve mukayyet sularla temizlenir. Zira mad­di bir necis dere, deniz ve yağmur sularıyla temiz olduğu gibi meyve ve sebzelerden çıkan sularla çiçek suları ve içinde nohut veya mer­cimek gibi şeyler ıslatılmış sularla da giderilebilir.

Lakin yağlı ve yapışkan sıvılarla temiz olmayan sularla akıcılık ve incelik vasfını kaybeden sularla necis ve pislikler giderilmez. Pis olan bir şeyi su ile yıkanırsa akar su olsun durgun su olsun, kap i-Çinde olsun veya kap içinde olmasın kesinlikle fark yoktur. ıslığın yıkanması ise yıkamada sıcak su ve sabun mad­delerinin kullanılması şart değildir. Yeterki su berrak bir hale gelsin. e?e gibi pis eşyalar kap içinde üç defa yıkanır ve her defada pis eş­yanın suyu süzülür. Ve damlaları kesilinceye kadar olursa temiz-enmiş olur. Fazla kurutulması lazım gelmez. Böyle eşyalatr akarsu içinde bırakılırsa veya üzerine sular dökülerek yıkanırsa ve pisliğin rengi, izi kalmazsa temiz olur.

Pis olan bir kına ile boyanan bir organ üç sefer yıkanmakla temizlenir. Kınanın rengi organın üzerinde kalsa temizliğine zarar vermez. Bir organa yapışan kan ve benzeri bir maddeyi üç sefer ya­layıp tükürmekle izi giderilmiş olursa hem organ hemde yalayanın ağzı temiz ve tahir olur.

2- Suda kaynatma ile temizleme içine necis ve pis bir şey ka­rışan ve yüzeyi 65 metre kareden küçük olan süt, pekmez ve bal gibi sıvı şeyler asıl miktarına düşünceye kadar temiz su ile kaynatılır. Üçüncü kez yapılmakla temiz olur. Zira öyle yapmakla pis olan şeyin aslında bir sıfattan başka bir sıfatta değişiklik meydana gelir.

Bir tavuk gibi boğazlandıktan sonra bağırsakları çıkarılmadan onun tüylerini yolmak için kaynar suya atılmış olan tavuk gibi hay­van necis olur. Artık temizlenmeye yol yoktur. Zira o necis olan suyu içine çekmiş olur. Bu sebeple böyle bir hayvan kesildikten sonra ü-zerinden akan kanı hemde içi çıkarıldıktan ve yıkandıktan sonra kaynar suya atılmalıdır. İşkembede yıkanıp temizlenmeden önce kaynar suya atılırsa bir daha temiz olmaz. Yalnız kaynar hale gelme­mişse çıkardıktan sonra iyice temiz su ile yıkanırsa temiz olur.

3- Ateşe sokmak yolu iile temizleme: Pis su verilen bir bıçağın içi de dışı da pis olur. Bıçağın dışı yıkamakla veyahut temiz bir bezle silinmekle tahir ve temiz olur. Artık o bıçakla yiyecekler kesilerek yenilebilir. Şu halde o bıçağın içi pis, necis kaldığı için onu taşıyanın namazı sahih değildir. Ancak ve ancak iç kısmının temizlenmesi için ateşin içine konur ve bir sefer veyahut üç sefer ona temiz su verilir.

Eğer necis, pis çamurdan yapılan çanak ve testi gibi şeyler a-teşte pişip onlarda pislik, necis kalmazsa tahir ve temizlenmiş olur. Boğazlanmış bir hayvanın bir maden parçası üzerinde kanlar bulu­nursa ateşe sokulduktan sonra kanlar kaybolsa o şeyler tahir ve te­mizlenmiş olur. Eğer fırınların ve tandırların içlerine yaş pislik do­kunmuş ise içlerinde yanan ateşle temizlenmiş olurlar. Bundan son­ra onlarda ekmek pişirilebilir.

4-  Silmek İle temizleme: Cam, abanos, bıçak, cilalı tahta, düz mermer ve tepsi gibi şeyler kuru veyahut yaş pislikle kirlenirse yaş bir bezle veya toprakla veya süngerle ve yaprak benzeri bir şeyle sili­nirlerde pisliğin izi kalmamak şartıyla bunlar temizlenmiş olur. Şu halde kana bulaşmış sonrada temiz bir bezle ve toprakla hepsi si­linmiş ise bıçağın veya kılıcın taşınması ile namaz sahih olur.

5- Ovalamak ve kazımak ile temizleme: Sidik gibi görünmeyen necaseti elbiseyi ve bedene dokunan necaseti de toprağa sürmek ve­ya kazımak temiz olmaz. Bunları su ile yıkamakla olur.

6- Toprak sermekle ve kurumak ile temizleme: Necis olan bir yer parçası rüzgar, güneş ve ateşle kuruyup üzerindeki olan pislik kalmamak şartıyla temizlenmiş olur. O yerin üzerinde namaz kılmak sahihtir. Fakat o toprakla teyemmüm yapılmaz. Zira o toprak temiz­dir, temizleyici değildir.

7- Suyun kaybolması ve akması yolu ile temizleme içine pislik düşmüş olan küçük bir su, bir havuz ve su dolu bir hamam kurnası bir taraftan veya üstündeki musluktan temiz su gelse ve aksa git­mekle pisliğin eseri kalmazsa su temiz olur. Onunla abdest almak, pisliği temizlemek caiz olur. Zira pislik sıvı ise suyun akışı ile bera­ber yerinde kalmaz. Eğer su yukarıdan iniyor ve insanlar ondan a-vuçlayabiliyorsa böyle bir hamam havuzunun ve diğerlerinin suyuna akar suyu ilave edilir.

Necis tas veya el sokulsa bu su necis olmaz. Ona necaset düş­se ve rengi, tadı veyahut kokusunda da eseri görülmese temiz ve te­mizleyicidir. Ama su kulleteynden fazla ise ve düşen pislik katı ise mezhebin görüşü o su temiz ve temizleyicidir. Zira oradaki necasetin hükmü kesinlikle yoktur. Vücudu ademi müsavidir. Su yalnız kul-leteyn ise içinde de necaset varsa bunda iki görüş vardır. Esas olan görüşe göre su temiz ve temizleyicidir. Eğer bu suda pislik eriyici ise sahih olan görüşe göre o suyla taharet caiz olur. Zira Resulü Ekrem (sav) şöyle buyurmuşlardır:

Vaktaki su iki kulleteyn olsa necisi kabul etmez veya necis şey­ler suyu necis etmez."

Şafıilere göre domuz, köpek ve onların unsurları hariç hayvan­ların tümü temiz ve tahirdir. Sarhoş vericilerden başka tüm cemadat temizdir. Kalın kan (alaka), mudğa (küçük et) ve fercin islaklığı yani mezi ve ter arasında beyaz bir sudur.

Bunların tümü yenmeyen veya yenen hayvandan olsun isterse insandan olsun temizdir. Her hayvanın ter, salya, sümük ve balgam gibi sızıntısı helaldir. Yara suyu ve değişmemiş sivilce temiz bir hay­vandan alman yumurta (sert ise ölüden bile olsa) helaldir. Eti yen-rneyen bir canlının yumurtası olsa veya yumurta kana dönüşmüş °lsa ipek böceği kozası da helaldir. Tüm deniz hayvanlarının ölüsü temizdir. Balık şeklinde olmazsada gene temizdir.Yalnız kurbağa, yı­lan ve timsah necis olduğu için bunlar helal değildir. Zira Resulü Ekrem (sav) şöyle buyurmuşlardır:

"Size iki ölü ile iki kan helal kılındı. İki ölü balık ile çekirgedir. İki kan ise; ciğer ve dalaktır. [49]

İnsan ölüsü helaldir. Misk ile sağken veyahut kesildikten sonra ayrılan kesesi temizdir. Misk kedisi (zebad denen bir çeşit koku) ve anber değişmedikçe balık yalamış olsada helaldir. Miskin yenmesi de temizdir. Miskin göbeği de helaldir.

Hanefılere göre domuzdan başka hayvanların kıl, boynuz, tır­nak, kemik ve tüyleri gibi içlerine kan girmeyen organları, tabakla­nan derileri hayvanların ölmesiyle necis ve pis olmaz. Sahih olan gö­rüşe göre sinirleri helal değildir. Zira bunlardan acı duyacak kadar bir canlılık bulunmuştur. Artık ile ter ikiside etten meydana gelir. Bu durumda o ikisinden biri diğerinin hükmünü alır. Bize göre eşşek ile katırın artığı şüpheli olduğu halde eşeğin teri temizdir. Diye itiraz varid olmaz. Zira terin hükmü kıyasa muhalif hadis ile sabit olmuştur. Zira Resulü Ekrem (sav) efendimizin hadisi şudur:

Resulü Ekrem (sav) eşeğe eğersiz bindi. Bununla beraber ha­vanın sıcaklığı, Hicaz (Mekke) sıcaklığı ve ağırhkda nübüvvet ağırlı­ğıydı. " Bu hadis kıyasa muhalif olmuştur. Zira kıyas eşeğin tersi pis etten hasıl olduğu için terin pis olmasını gerektirir. Başkasına göre hüküm, kıyasın aslı üzere baki kalmıştır. Bİnanaleyh rivayetlerin en sahihine göre aynı şekilde onun artığının temiz olduğunu söyleyebi­liriz.

Gâyetü'l Beyan'da böyle zikrolmuştur. Bu hayvanların bedeni­nin temiz olduğu anlatıldı. Şu halde terin pis etten hasıl olduğu sözü nasıl doğru olur? denilirse cevaben deriz ki: Evvelce anlatılan bedenin zahirinin hükmen temiz olmasydı. Bu itibar ile sıvıların hayvana ulaşım kullanma zaruretinden dolayı kesinlikle pis olmaz. Bu hay­vanların iç kısmının pis olmasına aykırı değildir. Zira ona nazaran zaruret yoktur.

Keçi ve koyun benzeri hayvanların memesine yapışmış olan pisliklerin sağılan süt içine düşmesiyle süt pis olur. Fakat süt sağı-lırken onun içine kuru olarak bir iki parça pislik düşse o pislik da­ğılmadan çıkarılıp atılırsa ve sütte bir iz bırakmazsa o süt temizdir. Zira bundan korunmak zordur. Bir kimse pis bir yatak veya pis bir mekan üzerine yatıp uyumuş olsa pislenmiş sayılmaz. Ancak terin­den ve ayağındaki bir yaşlıktan dolayı pisliğin eseri elbisesinde veya bedeninde görülürse bu pisliklerin yıkanması lazım gelir.

Zira temizlik bir müslümanın en açık özelliğidir. Müslüman o-lan bir şahıs görünen ve görünmeyen her türlü pislikten temizlen­meyi inancın temeli olarak telkin eden bir dine mensuptur. Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır: "Temizlik imandandır," Müslümanın en büyük ve tek arzusu olan cennetinde temizlikle kazanılacağını bildiriyor. "İslam dini temizdir, temiz olun. Zira cennete ancak temizler girer. [50]

Temizlik görülebilen hakiki pislikten (necasetten) ve görülme­yen hükmü pislikten hadesten arınmaktır. Müslümanın gerçek ol­gunluğu her iki temizliğin birleşmesiyle gerçekleşir. Ahlaken mü­kemmel olduğu halde tevazuyu yanlış anlayıp pis, pejmürde bir gö­rünüş içinde bulunan bir müslüman İslama zarar verdiğinin farkın­da olmalıdır. İnsanlar tabiaten nezafete meyleder. Temiz yerlerde o-turmayı sever. Pis yerlerden kaçarlar.

İslamda mü'minin şerefini korumakta hassas olduğu için mü'-minlere temizliği emretmiştir ki insanların arasında aziz ve temiz ol­sunlar. Zira temizlik insanı hastalıklardan koruyan en önemli etken­lerden biridir. Hastalıklar çoğu zaman pislik nedeniyle yayılır. İslam dini bedenin, yüzün, ellerin, burunun ve ayakların daima temiz tu­tulmasını ister. Bu azalan her gün birkaç kere yıkamak insanı has­talıklardan korur.

 

Abdest (Vudü)'İn Farzları:

 

Vudü: Lügat yönünden temizlik (paklık) manasmdadır. Şer'an yani fukaha istilahmca yüzü kollarla beraber iki elleri ve iki ayakları yıkamak ve başın dörtte birini mesh etmektir. Farz lügatte kesmek yani kat ve takdir etmektir. Şer'an kesin delil lazım olan hükümdür. Abdestin farz olduğunu bildiren ayet:

Ey iman edenler! Namaza kalkmayı (dilediğinizde) yüzleri­nizi, dirseklerle birlikte ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedip topuklarla beraber ayaklarınızı yıkayın. [51] Abdestin farzi-yetini açıklayan hadis:

Abdestsiz olarak kılınan namzı Cenab-ı Hak namaz kabul et­mez. Bir kişinin abdesti bozulsa hattaki abdest almazsa namaz ol­maz. [52]

Abdesti olmayanın namazı (kabul) değildir. Allah'ın ismini an-mayanında abdesti (kabul) değildir. [53]

Abdestin farziyetini açıklayan icma ise tüm müslümanlarm ab­destin farziyetinden ihtilafın nakli olmamıştır. Eğer bu konuda ihti­laf olsaydı nakil olurdu. Zira adetler bunu istiyor. Abdestin farz kı­lındığı tarih alimlerin bu konuda ayrı ayrı tesbit ve görüşleri olmuş­tur. Seyyid Ahmed Zeyni Dahlan'a göre bi'setin üçüncü yılında Müd-desir suresinin baş kısmındaki "Elbiseni de temiz tutmaya devam et" mealindeki ayet ve ondan önce ve sonraki cümleler abdestin farz kı­lındığına delalet etmektedir.

Zira bu ayetler indikten sonra Resulü Ekrem (sav) efendimizin hem kendisi abdest almış aynı zamanda Hz Hatice validemize de ab­dest almasını emretmiştir. Ve şu şekilde iki rek'at sabah, iki rek'atta akşam namazı kıldıkları rivayet yoluyla sabit olmuştur. Alimlerin ço­ğuna göre hrcretten bir buçuk yıl önce namazla beraber farz kılınmıştır.

 

Abdestin Ruh Ve Beden Üzerindeki Olumlu Etkileri:

 

1- Abdest manevi bir gıdadır. Aynı zamanda gıda olarak ruhu besler ve kuvvetlendirir. Ruhun temiz kalmasına yardım eder. Ab­dest manevi bir silah olarak şeytanı kovar ve kötülüğün karşısına çı­kar.

2- Asap bozukluğunu götürür ve sinir sistemini düzeltir.

3- İman cevherini korumaasım sağlar. Vicdanı geliştirir. Kalbi de kuvvetlendirir.

4- Kan dolaşımını yavaşlatarak geçici bir süre kalbin dinlen­mesine yararlı bir etken olur.

5- Deri altında toplanan ve fazlası zarar veren yağların erimesi­ne faydalı bir sebep olur.

6- Rahatsız bir bedeni rahata götürür. Adeleye dinçlik ve kuv­vet verir.

Abdestsiz namaz yoktur. Cenaze namazı dahil olmak üzere farz, vacip, sünnet ve müstehab tüm namazlar ancak ve ancak ab-destli olarak kılınabilir. Su bulunmadığı takdirde ya da bulunupta mazurlu olduğu halde suyun yerine teyemmüm edilir ki bu da ma­nevi bir temizlik ve silah sayılır.

 

Abdestin Farzları:

 

Hanefılere göre abdestin farzları dörttür;

1- Yüzü belirlenen ölçü ve biçimde yıkamak. Şu halde yüzünü alnın yukarı saç hizasından çenesi altına kadar iki kulak arası yı­kamak.

2- Kolları dirseklerle beraber yıkamak.

3- Başı ıslak elle mesh etmek.

4- Ayaklarını topukları ile beraber yıkamak.

Şafıilere göre abdestin farzları altıdır; yukarıda belirtilen dört farzdan başka bir de ayette belirtilen tertipte farzdır. Malikilere göre yedidir. Bu dört farzla birlikte niyet, bir organ kurumadan diğerini yıkamak ve birde suyu yıkanan organın üzerinde götürüp getirmek şartıyla abdest azasını ovmak farzdır.

Hanbelilere göre belirtilen dört farzla birlikte birde ayette belir­tilen tertip üzere abdest almak ve bir organ kurumadan diğerini yi-kamakda farzdır. îslam fıkhında yıkamak nedir? Suyu bir organ üze­rine akıtmaktır. Mesh denilince İslak eli dokundurmaktır. Kar ya da dolu abdest azasına sürülürse iki veya daha fazla damla su meyda­na gelirse bu tüm ulemalara göre caizdir. Bu adede göre damla mey­dana gelmezse kesinlikle caiz değildir. Ebu Yusufa göre caiz ise de zaif tarafıdır.

Abdest, gusul ve teyemmüm gibi temizlenmelerde niyet getir­mek tüm fukahalara göre farzdır. Niyetsiz kesinlikle taharet caiz de­ğildir. Hanefılere göre teyemmümden başka tüm taharetlerde niyet etmek lazım gelmez. Yalnız teyemmümle niyet getirmek lazımdır. Ni­yetin yeri kalptir. Niyetin en mükemmeli ise kalpten niyet etmek ve dil ile söylemektir.

Malikilere göre dil ile niyet söylemek mekruhtur. Niyet yalnız kalp ile söylenirse alimlerin ittifakıyla kâfidir. Fakat yalnız dil ile ni­yet etmek kesinlikle yeterli değildir. Abdeste başlarken besmele ge­tirmek vaciptir. Hanefılere, Şafıilere ve Malikilere göre abdestten ön­ce elleri yıkamak müstehaptır. Hanbelilere göre abdestte başlama­dan önce elleri yıkamak vaciptir. Malikilere, Şafıilere göre abdestte ve gusulde ağıza ve buruna su vermek sünnettir. Hanbelilere göre her ikiside farzdır. Hanefılere göre gusulde her ikiside farzdır, ab­destte ise her ikiside sünnettir.

Gür olan sakalın arasına parmakları sokarak sıvazlamak ab­destte tüm alimlere göre sünnettir. Yüzün sınırı uzunlamasına saçın bittiği (çıktığı) yer ile (çene altında) sakal denilebilecek son tüylerin bulunduğu yer arasıdır. Enine ise kulaktan kulağadır. Malikilere gö­re kulak ile sakal arasında kıl bitmeyen yer yüzden değildir. Burası­nın yıkanması farz değildir.

Tüm mezheplerin ittifakıyla dirsekler abdestte kollardan sayı­lır. Yıkanması farzdır. İmam-ı Züfer'e göre yıkanması farz değildir. Zira dirsek koldan değildir. Hanefılere göre iki rivayet olduğu halde en meşhuru başın dörtte birini elin üç parmağı ile mesh etmek mutlaka lazım ve elzemdir. Eğer iki parmakla tüm başını mesh etse ye­terlidir.

Şafıilere göre elin belli bir yeri ile şarsız olarak mesh etmek kâ­fidir. Malikilere ve Hanbelilere göre başın tümü mesh etmek farzdır. Hanefılere, Malikilere ve Şafıilere göre sarık çene altına kadar gel­mek şartıyla sarık üzerine mesh etmek caizdir. Sarığın sarkan ucu yuvarlak bir şekilde ağız ve yüzü sarıkla sarmış ise bu şekilde mesh etmek caiz değildir. Hanefılere, Malikilere ve Hanbelilere göre bir de­fa mesh etmek yeterlidir. Şafıilere göre üç kere mesh etmek gerekir.

Kadının başını ve boğazının altı ile birlikte yüzünü örttüğü (tek parça halindeki) örtünün üzerine mesh etmek hususunda Ahmed b. Hanbel'den caizdir ve değildir şeklinde iki rivayet vardır. Hanefılere, Malikilere ve Hanbelilere göre kulaklar baş ile birliktedir. Kulakların meshi baş ile beraber yapmak sünnettir. Şu halde kulaklar için ay­rıca eli ıslatmak lazım gelmez. Şafıilere göre kulakları baştan ayrı ol­duğu için kulaklar için ayrıca eli ıslatmak gerekir. Aynı şekilde sün­nettir. Tüm fukahaların ittifakıyla başın yerine geçmek suretiyle yal­nız kulakları mesh etmek kesinlikle caiz değildir. Hanefılere, Ma­likilere ve Hanbelilere göre kulakların bir defa meshide sünnettir. Şafıilere göre Hanbelilerden bir rivayete göre kulakları üç defa mesh etmek sünnettir.

Hanefılere göre abdest alırken kullanılmış suyun artığı ile bo­yun mesh edilir. Malikilere ve Şafıilere göre bu sünnet değildir. Şafii-lerin bir kısmına göre ve Ahmed b. Hanbel'den bir rivayete göre bu sünnettir. Yıkanmaya iktidarı olduktan sonra ayakları yıkamak tüm fukahaların ittifakıyla farzdır. Evzai, Sevri, Ahmed b. Hanbel ve îbn-i Cerir'den ayaklan mesh etmenin caiz olduğu rivayet edilmiştir. İbni Abbas'tan yıkamanın yerinden ayakların mesh edilmesi olduğu riva­yet edilmiştir.

Hanefılere ve Malikilere göre abdeste başlarken organları aye­tin tertibine göre yıkamak farz değildir, belki sünnettir. Şafıilere ve Hanbelilere göre farzdır. Hanefılere göre abdest organlarını ara ver­meden yıkamak sünnettir. Malikilere göre farzdır. Şafıilere göre iki rivayet vardır. En meşhur rivayeti ise sünnettir. Hanbelilere göre iki rivayet vardır, en meşhuru farzdır.

Tüm mezhep imamlarının ittifakıyla abdest aldıktan sonra ab­dest organlarını bir nesne ile silmek mekruh olmadığı gibi müste-hapta değildir. Hanbel'den meşhur olmayan bir rivayete göre mek­ruhtur. Tüm mezhep imamlarının ittifakıyla abdest aldıktan sonra abdesti bozulmadıkça ne kadar namaz kılarsa kılabilir. Nahai'ye gö-re bir abdestle beş namazdan başka namaz kılınmaz. Ubeyd b. U-meyr'e göre bir namaz kılınır.

Eğer denilirseki cer (esre) ile f&-ijö (vercüliküm) okunması nasb (üstün) gibi mütevatirdir. Şu halde yıkamak ile meshin arasında muhayyer kılmaktır. Zira bazısı bunu kabul etmiştir. Buna cevap olarak deriz ki: Cer ile okumanın zahiri bil icma terk edilmiştir. Şüphesiz meşhur hadisler yıkamanın vucubuna ve terketmenin de azaba sebep olacağına delalet etmiştir. Şu halde meshden yıkamaya dönmek lazım ve elzemdir. Zira Cer ile okumak cerri bicivar yani yakınlık sebebiyle cer olmuştur.

Hud suresi ayet 84'te ve şairin (cuhru dabbin haribin veya haribun) sözünde olduğu gibi. Bu cerr-i civa-rinin Kur'an-ı Kerim'de ve şairlerin şiirinde benzeri çoktur. Anlam bakımından bu kelime yıkanan uzuv üzerine atfedilmiş tir. "Haza cuhru dabbin" (veya harribun) "bu harap bir keler kovuğudur" (ha-rib) kelimesi (cuhra) sıfat olduğu için (marfu) (dabba) komşu olduğu için (mecrur) okunabilir.

İşte (vemsehübi ruüsiküm ve ercüleküm(veya ercüliküm) de böyledir. Cerr şeklinin faydası uygun olanın suyu iki ayakların üze­rine dökmeyi kasdedip meshe benzer hafif yıkamak ile yıkama oldu­ğuna dair bir uyarmadır. Cerr-i civari iltibas ile beraber gelmez. Bu­rada ise mültebistir dendiğinde biz deriz ki gayenin  ka'beyni sözüyle getirilmesi iltibası (karışmayı) kaldırır. Abdest u-zuvlannda hasıl olan kir, sinek veya pireden çıkan şey kına bitki­sinin rengi boya ve benzeri maddeler abdest olsun gerek gusul olsun temizzliğe mani olmazlar. Şu halde dişlerin aralılarında kalan ye-mekde mani olmaz. Hamur ve çamur gibi olan şeylerde ihtilaf edil­miştir.

Yüzük halkasının altındaki yere suyun ulaşması için sıkı olan yüzük parmaklardan çıkarılır veya hareket ettirilir. Yağ bir yağlı bo­ya, bir oje ve bunlara benzeyen madde gibi değildir. Eğer onu gider­mek mümkün değilse su ile o azayı iyice ovmak kâfidir ve farz yerine gelmiş olur. Abdest azasında yarılan yerin dikilmesi hem caizdir hemde suyun alta geçmesi vacip değildir.

Bir organ üzerindeki ıslaklığı başka bir organa nakletmek ab-destte caiz değildir. Fakat gusulde caizdir. Zira gusulde tüm beden bir aza gibidir. Üzerine bolca yağmur yağan yada bir ırmağa dalan kimsenin guslu ve abdesti bu şekilde yerine gelmiş olur mu? Yağ­mur ya da ırmak suyu abdest azasının tamamına kuru yer kalma­yacak şekilde dokunursa o kişinin abdestinin farzı yerine gelir. Gu­sulde ise ağıza ve buruna su alması gerekir. Ayrıca tüm bedenin ku­ru yer kalmayacak şekilde ıslanması şarttır.

Şafiilere göre niyetsiz ise abdestide guslu gibi yerine gelmiş sa­yılmaz. Maliki mezhebine görede böyledir. Hanbelilere göre caizdir. Tıp otoritelerince tesbit edilen sayısız faydalardan bazılarını şöyle sı­ralayabiliriz:

1- Günlük hayatımızda ellerimizin dokunmadığı yer, kapmadığı mikrop kalmıyor. İşte abdest alırken el, yüz ve ayakları yıkamak bir çok hastalıktan en güzel ve kuvvetli bir korumadır.

2- Solunum sistemimizin bekçiliğini yapan burnu yıkamakla toz ve mikrop yığınlarının vücuda girmeleri önlenmiş olmaktadır.

3- Yüz yıkamakla cilt kuvvetlenir. Abdest almak baştaki ağrıyı ve yorgunluğu hafifletir. Devamlı abdest alanların ihtiyarlasalar bile yüzlerindeki güzelliklerinin gitmemesinin nedeni budur.

4- Cünüplüğe  sebep  olan hallerde büyük bir enerji harcan­makta, kalp ve dolaşım hızı artmakta, solunum hızlanmaktadır. Gu­sul ile vücud eski zindeliğini kazanmaktadır.

5- Vücudumuzun bir statik elektrik dengesi vardır. Vücut sağ­lığı bu elektriksel denge ile yakından ilgilidir. Gusul abdesti ile olu­msuz elektrik gerilimini alarak vücudu topraklıyor ve yeniden nor­male döndürüyor.

Elde doğuştan veya sonra altıncı veya yedinci parmak bulu­nursa onları yıkamak vacip olur. Ayaktaki fazla parmakların yıkan-masida keza vaciptir. Omuzdan ikinci bir el oluşmuş ise asıl elini yı­kamak vacip, fazla olan elini yıkamak sünnettir.

 

Abdestin Sünnetleri:

 

1- Niyet etmek: Niyetin yeri kalptir. Dil ile söylemekte sünnet­tir. Niyetin vakti elleri veya yüzü yıkamaya başlama zamanıdır. Şafii­lere ve Malikilere göre niyetin başlama zamanı yüzü yıkarkendir. Zi­ra yüz abdestin en zor yıkanan azasıdır. Hanbelilere görede niyet ab­destin sıhhatinin şartıdır.

2- Abdeste başlarken önce temiz olan elleri bileklere kadar yı­kamak, temiz olmayan elleri önce yıkamak ise farzdır. Zira şu şekil­de diğer organlar kirlenmiş olmaz.

3- Abdeste "Euzü Besmele" ile başlamak. Abdest arasında oku­nacak besmele ile bu sünnet yerine getirilmiş olmaz. Hanbelilere gö­re abdestin başlangıcında besmele okumak vaciptir. Mahsus olarak terk edilirse abdest sahih olmaz. Bilmeyerek veya yanılarak terk edi­lirse abdesti geçersiz yapmaz.

4- Mazmaza (ağıza su vermek) ve istinşak (buruna su çekmek) Şöyîeki; elleri yıkadıktan sonra üç sefer ağıza doluşunca su almırki buna mazmaza denir. Sonra üç seferde burnun yumuşağına gidecek kadar surette buruna su verilir ve sümkürülür. Buna da istinşak denir. Her su verişte su yenilir.

Mazmaza ve istinşakı aşırı derecede yapmak. Fakat oruçlu ça­lanlar mazmaza ve istinşakı bu şekilde yapmamaları gerekir.

5- Misvak kullanmak üzerine Resul Ekrem (sav) efendimiz şöy­le buyurmuştur:

"Eğer ümmetime zorluk verme korkusu olmasydı her abdestte misvak kullanmalarını emrederdim. [54]

Bu hadis misvakın müstehap olduğuna delildir. Resuli Ekrem (sav) efendimiz buyuruyor ki:

"Misvak kullanmaya devam ediniz; çünkü onda on haslet vardır,

1-Ağzı temizler,

2- Allah razı olur,

3- Şeytan kızar,

4- Allah'u teala ve hafaza melekleri onu severler,

5- Diş etlerini kuvvetlendirir,

6- Bal­gamı keser,

7- Göze cila (parlaklık) verir,

8- Midede safrayı giderir,

9-Ağıza güzel koku verir,

10- Ağız kokusunu giderir,"

Misvak kullanmak sünnettir. Misvakın yukarıda bildirilenlere benzer otuz faydası bildiriimiştir. Metodlu düşünmeyi alışkanlık ha­line getirmedikçe ilmin ve tahsilin hiçbir faydası yoktur. Misvak arak denilen ağacın dalından yapılan ve dişleri temizlemek için kullanılan bir fırçadır. Böyle lifleri olan diğer ağaçların dalllarından da yapılabi­lir. Misvak parmak kalınlığında, bir karış boyunda olmalıdır. Sağ ele alınır ve serçe parmağının üstünden geçirilir. Baş parmak ve işaret parmağı ile tutularak ıslak olan ağzın sağ tarafından enine olarak dişler fırçalanır.

Bunun kullanması oruca zarar vermez. Şafülere göre oruçlu kimseler için zevalden sonra kullamlmaası mekruhtur. Kadınların oruçlu olmadıkları zaman çiğnedikleri sakız misvak yerine geçer.

6-  Sıra gözetmek: Abdest alırken önce yüz, sonra kollar yıka­nır. Ayaklarda mest varsa mestlerin üzeri mesh edilir. Bu şekilde kim abdest alırsa sünnete uyulmuş olur. Bu şekilde sıra gözetmezse abdesti sahihtir. Şafiiler ve Hanbelilere göre bu şekilde sıra gözetil­mek farzdır.

7-  Sağ eli sol elden, sağ ayağı sol ayaktan önce yıkamak. Zira Resulullah (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Abdest aldığınız zaman önce sağ taraftan başlayınız. [55] Zira sağ taraf sol taraftan daha şereflidir.

8- Abdest organlarını üçer sefer yıkamak, bunlardan biri farz diğeri sünnettir. Üçten fazla veya eksik olursa sünnete aykırı olur. Şüphe sebebiyle veya su azlığı ile bu sayılardaan azaltılıp çoğaltılabi­lir.

9- Elleri ve ayaklan yıkarken parmak uçlarından başlamak.

10- Eller ve ayaklar yıkanırken parmakların arasını yoklayıp yıkamak

(hilallemek) El parmaklan birbirine sokularak, ayak parmakla­rı da el parmaklarından biri ile yapılır. Sol elin serçe parmağı ile sağ ayağın altından ve serçe parmağın arasından hilallemeye başlayarak sıra ile sol ayağın serçe parmağında sona erdirilmesi iyidir. Par­makları akar suya koymakta hilalleme yerine geçer.

11- Abdest suyunu kaşların ve bıyıkların altlarına ve yüzün Çevresinden sarkmış bulunan fazla kıllara eriştirmek.

12- Sakalın çeneden aşağıya uzamış kısmını meshetmek ve sık olan sakalı bir avuç su ile alt tarafından el parmakları ile hilallemek. Bu iki imama göredir. İmam-ı Azam'a göre müstehaptır.

13- Başın  tamamını  bir su ile  mesh  etmek.   Buna  kaplama mesh denir. Yani iki el tamamen ıslatılır sonra bu iki elin baş par­makları ile işaret parmaklarından sonra gelen üç parmak birbirine bitiştirilir. Bu ellerin araları yukarı kaldırılıp bitişik parmaklar ucu­ca gelmek suretiyle birbirine yaklaştırılır. Bitişik halindeki olan iki e-lin parmaklan başın ön tarafından enseye kadar çekilir. Sonra elle­rin aralan başın iki tarafına yapıştırılarak ense tarafından başın Ö-nüne kadar çekilir. Bu şekilde başın meshi bitmiş olur. Bundan son­ra başa değdirilmeyen baş parmakların içi ile kulakların dışları ve şehadet parmakları ilede kulakların içleri mesh edilir. Parmakların arkalsıyla da boyun meshedilir. istediği gibi de bütün başını mesh edebilir.

Şafiiler göre başın tamamını mesh etmek, Abdullah b. Zeyd ha­disinde Resulullah (sav) ellerini başın ön tarafından başlayarak en­sesine kadar götürdüğü, ensesinden de tekrar başın ön tarafına ka­dar getirdiği rivayet edilmiştir. Hz Osman -Size Hz Peygamber'in na­sıl abdset aldığını göstereyim mi? dedikten sonra yıkanacak azaların hepsini üçer defa yıkadı ve mesh edilecek azalanda üçer defa mesh etti.[56]

14- Kulakları mesh etmek. Bu mesh su ile yapabileceği gibi yu­karıda bildirildiği şekildede yapılabilir. Serçe parmakları kulak deli­ğine soktuktan sonra kımıldatmalıdır. Hanbelilere göre kulakları ve içlerini mesh etmek farzdır. Zira bunlar baş kısmına dahildir.

15- Başı ve kulakları mesh ettikten sonra iki elin arkaları ile ve üçer parmakla yeni bir suya gerek kalmaksızın boyun mesh edilir. Boğazın meshi ise bidaı seyiedir.

16- Abdest organlarını üstünde dökülen su ile iyice ovmak.

17- Abdest organlarını arada kesinti yapmadan yıkamak. Yani bir organ kurumadan diğerini derhal yıkamak. Buna "vila" denir. Havanın sıcaklığı ise vilaya aykırı değildir. Bazı fukahalara göre ab­dest organları yıkanırken hemen birbiri ardından yıkanmaları ve araya başka bir iş sokulmaması farzdır.

18- Gurret ve tacil-i uzatmak. Gurret yüzü yıkarken başın önünden bir kısmını yıkamaktır. Tacil ise kollan yıkarken pazunun bir kısmını, ayakları yıkarkende topukların üst kısımlarından bira­zını yıkamaktır. Zira Resulullah (sav) efendimiz şöyle buyurmuşlar­dır:

Benim ümmetim kıyamet günü abdestin eserinden ötürü gurren muhaccelin (yüzleri, elleri, ayaklan, pırıl pırıl parlayan ümmet) diye çağırılır.[57]

Bu sebeple abdest alırken yüzle beraber başın ön tarafından birazını, kollar ve ayaklan ile beraberde biraz yukarılarını yıkamak güzel olur.

19- Su hususunda israf ve cimriliğe kaçmamak. Enes b. Malik Resulullah'ın 1-müdd ile abdest aldığını rivayet etmiştir.[58] Müdd ha­cim itibarıyla yaklaşık 10 cm uzunluğunda bir kap demektir.

20-  Abdest bitince kıbleye dönmek. Zira ayakta durup kıbleye karşı abdest bitince sudan içerek:

Allah'ım bana senin şifanla şifa ver, senin devanla deva ver. Beni afetlerden, hastalıklardan ve acılardan muhafaza buyur." Deme­si bu duadan önce aşağıdaki gibi şehadet ve dua etmek:

Allah'tan başka ilah olmadığına, Allah'ın bir ve tek olduğuna, ortağı bulunmadığına şahitlik ediyorum ve yine şahitlik ediyorum ki Muhammed (sav) Allah'ın kulu ve resulüdür. [59]

Allah'ım beni tevbe eden ve temiz olan kullarından eyle. [60]

Ey Allah'ım! Sana hamd ile seni her türlü ortaktan tenzih ede­rim. Senden başka ilah olmadığına şehadet ederim ve senden af, mağfiret dileyerek dergahına yöneliyorum. [61]

 

Abdestin Mekruhları:

 

1- Suyu ihtiyacından fazla kullanıp israf etmek. Suyu takdir etmek yani suyu gereğinden az kullanmak, zira her ikiside sünnete aykırıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"İsraf etmeyiniz; zira Allah israf edenleri sevmez. [62]

İsraftan maksat mutedil sınırı aşmaktır. Resulü Ekrem (sav) şöyle buyurmuşlardır:

Bu ümmetten bir kavim gelecek abdest, gusul ve duada israfa kaçacaklardır. [63]

2- Sol eli sağ elden, sol ayağı sağ ayaktan önce yıkamak. Zira bu şekilde yapmak Hz Resulullah'm abdestinin tersidir.

3- Suyu uzuvlara çarpa çarpa abdest almak.

4- Zaruretsiz söz söylemek.

5- Zaruretsiz başkasından yardım istemek. Ama zaruret olursa yardım isteyebilir. Zira zaruretler mahzurları caiz kılar. Resulullah (sav) abdest alırken Hz Ömer ona kuyudan su çekmek istemiş. Hz Peygamber de  -Ben namazıma kimsenin yardım etmesini istemem. Müslim,  Buhari vudu bahsine bakınız demiştir.  Bununla beraber bazan ashabı Hz Peygamberin eline su dökmüştür. Şu halde biri i-çinden gelerek hizmet ediyorsa bundan bir itiraz yoktur.

6- Pis yerde abdest almak.

7- Abdestin sünnetlerini terk etmek. Şafiilere göre abdest aza­larının şiddetli soğuk veya sıcak olupda kurulanmayan azalardaki suyun eziyet vermesi, kirlenmesi gibi mazeretler hariç mendil veya havlu ile kurulanması. Abdest aldığı zaman Hz Peygambere mendil veya havlu getirildiği, Hz Peygamberin ise azalarını kurulamadığı ri­vayet edilmiştir. [64]

8- Üç sefer yıkanan azayı dördüncü sefer yıkamak ve üç sefer mesh edilen azayı dördüncü defa mesh etmek veya üçten az yap­mak. Zira Hz Peygamber azalarını üçer defa yıkayarak abdest aldık­tan sonra şöyle buyurmuştur:

İşte abdest böyledir. Bunu eksilten veya fazlalaştıran münker bir iş yapmış ve zulmetmiş olur. [65] İmam Nevevi bu hadisin sahih ol­duğunu söyler.

 

Abdestin Edepleri:

 

1- Vakit girmemişken abdest alıp namaza hazır bulunmak.

2- Kıbleye yönelerek abdest almak.

3- Abdestin başından sonuna kadar niyeti unutmayıp kalpte tutmak ve her organı abdest niyeti ile yıkarken besmele çekmek ve dua etmek, salat ve selam getirmek.

4- Yüzü yıkarken göz pınarını yoklamak.

5- Elleri yıkarken dar olmayan yüzükleri oynatmak. Eğer yü­zük dar ise kesin olarak yüzükleri oynatıp altına su geçmesini sağla­mak gerekir.

6- Abdest alırken ağza ve burna sağ el ile su vermek, sol el ile de sümkürmek.

7- Abdestin sonunda bir veya bir kaç defa "Kadir" suresini okumak.

Abdest aldıktan sonra eğer kerahat vakti değilse iki rek'at na­maz kılmak. Şafiilere göre her vakite iki rek'at abdest sünneti ka­labilir. Bu saydıklarımız din ve sağlık yönünden çok faydalı olduğu i-çin abdestin edepleri olmuşlardır.

Hanbelilere göre sarığın üzerine mesh etmek caizdir. Kadın için değil erkek içindir. Zira hiçbir kadın sarık üzerine mesh etmez. Hanefilere, Malikilere ve Şafiilere göre sarığın üzerine mesh etmek caiz değildir.

Yani onların delilleri şöyle demişlerdir. Cenab-ı Hak başın üzene meshi farz kılmıştır. Herhalde sarıklardaki olan mesh ise te'vile ihtimali vardır. Muhtemel olan bir şey yakın olan bir şey için terk eumez. Her halükârda sarığın üzerinde olan mesh baştaki mesh gibi değildir.

Fethu-1 Kadir'de c.l,s. 109'da Ebu Hanife'ye göre kalen süve, burku ve kuffazeyn üzerine mesh etmek sahih değildir. Zira burada­ki mesh kıyasa muhaliftir. Kalen süve baş örtüsü demektir ve çeşitli tür ve şekillerde başta kullanılan başkadır. Burku: Bedevi Arap ka­dınlarının yüzlerinin üzerine koymuş olduğu peçe, kuffazeyn: ilikli, içi pamuk doldurulmuş eller için yapılır. Soğuktan korunmak mak­sadıyla kollar üzerinde iliklenir. Ekserisi bayanlar giyer. Sarık üzeri­ne meshin caiz olmasının şartları vardır.

1- Mubah şeylerden olması lazımdır. Yani ipekten olmamak, gasp edilmiş olmamak.

2- Sarığın çenenin etrafına bir veyahut iki sefer sarılmış olma­sıdır. Arka tarafı ise ucunu sarkıtılıp sarkıtılmamış olması şart değil­dir. Zira Arapların sarığı bu şekildedir. Bunun çıkarması zordur ve çok örtücüdür. Eğer arkadan bir parçası olursa yani sarkıtılmış o-lursa buna züabe denirki serbest bırakılan tarafının ismidir. Zira bu züabenin bu şekli ise sünnettir.

3- Sarığın açılması adet olmayan başın ön tarafını ve başın yan taraflarını örtmesi lazımdır.

Hülasa mesh yalnız başın veya sarığın üzerine ayrıca hem ba­şın hemde sarığın üzerine mesh şeklinde sabit olmuştur.

 

Abdesti Bozan Şeyler (Nevakızü-ı Vudü):

 

Nakızun veya Nakızatün kelimelerinin çoğulu Nevakız'dan gelir. Enkaz ise cisimlere hastır. Mesela; duvarın nakz edilme­sinden söz edilirse (duvarın yıkılması) kasdedilir. Burada kasdedilen mana bu ikincisidir. Abdesti nakzeden veya hükmünü iptal eden hususların çoğu üzerinde ittifak edilmiş, bir kısmı hakkında ihtilaf edilmiştir.

Hanefilere göre abdesti bozan şeyler onikidir. Malikilere göre üç, Şafiilere göre beş, Hanbelilere göre sekizdir. Hanefilere göre abdesti bozan şeyler şunlardır: Ön-arka (sebileynin) birinden bir şey çıkma­sı, kan görmeksizin çocuğun doğması, avret-i mugallazanın kendisi gibi diğer bir avreti mugallazaya arada bir perde olmaksızın geçen tefsilata göre dokunması, bedenin herhangi bir yerinden irin veya kanın akması, ağız dolusu kusma, gayri mümekken olan uyku, de­lirmek, sarhoşluk, baygınlık, rukü ve sücudlu bir namazda yanında-kilerin işiteceği kadar olduğunda baliğ bir kimsenin kahkaha ile gül­mesi, tükürükten fazla veya ona eşit ise bozar değilse bozmaz, yerin­den çıkan kan etrafına taşar ise abdesti bozar. Eğer iğne ucu gibi çı-kıpta etrafa dağılmaz ise bu kan damlası abdesti bozmaz. Parmak ile silinsede zarar vermez. Yani bir veya iki nokta kan ile abdest tazele­meye gerek yoktur. Ancak akar ise abdest alınır.

Malikilere göre abdesti bozan şeyler; insan dışkısı, idrar, yel çıkması, mezi, vedi, meni. Kadından çocuğun doğmasına yakın bir zamanda çıkan beyaz su da abdesti bozar. Delirmek ve baygınlık ge­çirmek, sarhoş olmak, ağır uyku ile akim kaybolması da abdesti bo­zan şeylerden sayılır. Şehvete malik olan kimsenin dokunması ve şartları ile kamışına el sürmesi, hadeste veya hadesin sebeplerinden şek etmek, dinden çıkmak yani irtidatta abdesti bozan şeylerden sa­yılmıştır.

Şafiilere göre abdesti bozan şeyler; insan recii yani pisliği, id­rar, mezi, vedi,yel çıkarmak, irin, kan, yara suyu, kurt veya çakıl ta­şının sebileyinden (ön-arka) birinden çıkması, delirme veya baygınlık veya sarhoşluk, sara şartına uygun uyku ile aklın gitmesi, şehvete malik bir erkeğin yine şehvete malik yabancı bir kadına arada bir perde olmaksızın dokunması, arada bir perde olmaksızın insanın kubül veya dübürüne el sürmesi.

Hanbelilere göre abdesti bozan şeyler; deve eti yemekle ve Ölü­yü yıkamakla abdest bozulur. Birincisi şu hadise binaendir.

"Deve eti yiyen kimse abdest alsın." İkincisi ise; Ata'nın îbni Ömer ve îbni Abbbas'm ölüyü yıkayan kimsenin abdest almasını emrettiklerini rivayet etmesine binaendir. Ölüyü yıkayan kimse biz­zat yıkayan kimsedir. Ona su döken değildir. Sebileynden çıkan id­rar, insan pisliği, yel, vedi, mezi, kan, irin, yara suyu, kurt, çakıl gibi Şeyler. Kan olmadan çocuğun doğması. Bedenin diğer yerlerinden Çıkan her necaset, delirme, baygınlık, sarhoşluk, sara hastalığı ile aklın zayi olması, şartları yerine getirilerek uyumak, kendi tenasül uzvuna ya da başka birinin uzvuna arada perde olmaksızın dokun­mak, kadının erkeğin cildine dokunması ve yukarıda geçen şartlar ile bunun aksinin vaki olması, irtidat etmek.

Hanefılere göre tenasül organına el sürmekle abdest bozulmaz. Zira bir adam Peygamber efendimize sordu:

"O ancak senden bir parça ve bir et parçasından başka bir şey değildir." Fakat ulemanın hilafından çıkmamak için bundan dolayı abdest almak müstehaptır.

Erkeklik uzvuna el süren kimse abdest alsın." Hadisinde el sürmeyi luğavi abdeste hamlettiler. Bu ise elleri yıkamaktır. Böyle bir kimseye namaz kılmak istediği zaman el sürmesinden dolayı el­lerini yıkaması menduptur. Abdesti bozmamakta (kendisininki ol­mak şartı ile) mutlaka dübüre veya kadının kubülüne el sürmeside erkeklik uzvuna el sürmek gibidir. Fakat parmağını veya şırınga iğ­nesi gibi bir şeyi giydirip orada kaybetse abdesti bozulur. Kadın par­mağını veya bir pamuk parçasını ve benzeri şeyi kubülüne koyduğu zaman yaş olarak çıkarırsa abdest bozulur. Yaş olmazsa bozulmaz. İmam Şafii bu konuda şu hadisi şerife dayanarak ictihadda bulun­muştur:

Elini tenasül uzvuna dokunduran kimse abdest almadıkça na­maz kılmasın." Buharide bu konuda en sahih rivayet budur demiştir. Maliki, Şafii ve Hanbeli'de bunu rivayet etmişlerdir.

Elini tenasül aletine dokunduran kimse abdest alsın. İsterse bu tenasül aleti onunki olsun, isterse başkasınınki olsun aynıdır." Amr b. Şuayb'ın babasından yaptığı rivayette ise şöyle buyurmuştur:

Herhangi bir adam tenasül uzvuna elini dokundurursa abdest alsın ve her hangi bir kadında elini tenasül uzvuna dokundurursa abdest alsın. "Ahmed b. Hanbel sahih isnadla. Maliki ve Hanbelinin görüşleri de Şafii'nin görüşündendir. Fakat îmam Şafii'ye göre elin ayası parmak içleride dahil olmak üzere tenasül organına dokunur­sa abdest bozulur. Zira bu konuda şu hadise dayanarak ictihadda bulunmuştur.

Ifdanın lafzı elin ayası ve parmaak içleride dahil olmak üzere dokunma manasmdadır. Maliki ve Hanbelilere göre dokunmak ister­se elin zahiri olsun isterse içi olsun fark etmez. Tenasül organına ki­min eli dokunursa mutlak olarak abdest alsın.

Abdest alırken şüpheye düşen kimse eğer boyuna bu haller sık sık olursa bu şüpheye bakması gerekmez. Abdestini şüpheyi atarak tamamlar. Eğer bu şüphe abdestten sonra olursa kesinlikle bu şüp­heye itibar edilmez. Abdestliyken abdestinin bozulduğunda şüpheye düşse abdestli kabul edilir. Bu şüpheye itibar edilmez. Zira bir adam Kesulu Ekrem (sav)'e gelerek namazda kendisinden bir şey çıktığın­dan şüphelendiğini söyledi. Resulullah (sav) ona: "Bir ses ya da koku duymadıkça namazı bırakıp ayrılma" diye cevap verdi. Hadramutlu "iri Ebu Hureyre'ye küçük hades nedir? diye sorduğunda, Ebu Hu-reyre; sessiz yellenmektir diye cevap verdi.

Ön ve arkadan çıkan şey temizde olsa yine buna kıyas edilir. Mütemekkin olarak oturmak kişinin makatını sağlam bir yere sağ­lam olarak oturmaktır. Mütemekkin siz olan kimse ise yerle kalça a-rasmda bir mesafe olduğu halde oturmaktır.

Zira Resulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Kim uyursa abdest alsın. [66] Makatını tam olarak yere koyup uyuyan kimsenin abdesti bozulmaz. Zira bu durumda olursa ondan herhangi bir şey çıksa haberi olur. Bunun delili Enes'in rivayetidir.

Namaz için kamet edildi. Resulü Ekrem (sav) bir kişiyle gizli bir şeyler konuşuyordu. Resulullah'ın (sav) konuşması o kadar uzun sür-düki sahabiler uyudu. Sonra Hz Peygamber geldi ve namaz kıldırdı.[67] Başka bir rivayette ise "Hz Peygamberin ashabı uyuyor, sonra kalkıp abdest almadan namaz kılıyorlardı. [68] Şu halde sahabiler bizim gibi uyumuyorlardı. Kesinlikle Hz Peygamber'in (sav) konuşmasını bitir­mesini ve gelip namaz kıldırmasını bekliyorlardı. Şu halde abdest uyku ile bozuluyor. Bittarik evla sarhoşluk, hastalık, baygınlık veya delilikten de abdest bozuluyor. Zira bunlarda da aklın gitmesi var­dır. Abdestsiz namaz kılmak caiz olmadığı gibi Kabe'yi tavaf etmekte abdestsiz caiz değildir. Zira Hz Peygamber şöyle buyurmuştur:

Beyti tavaf etmekte namaz gibidir. Ancak tavaf yapılırken ko­nuşulabilir. Kim tavafda konuşursa hurdan başka konuşmasın."

 

Gusül (Boy Abdesti):

 

Guslün farziyeti kitap, sünnet ve icma ile sabit olmuştur. Şu halde dört mezhep müctehidlerinin hepsi bununvücubu hakkında hiçbir farklı görüş ortaya koymamıştır. Gusül lugatta suyun her hangi bir şey üzerinden dökülmesi demektir. Şer-i manası ise suyu özel bir niyetle bedenin üzerine dökmektir. Gusül ne zaman farz kı­lınmıştır? Kesinlikle bu konuda tarih tesbit etmek mümkün değildir. Bazılarına göre Maide suresine bakılarak Medine'de farz olduğunu iddia etseler de hicretten bir buçuk yıl önce Miraç gecesi namazın farziyeti ile beraber abdest ve gusülünde farz kılınmış ve alimlerin çoğu bu görüşü tereddüd etmeyerek kabul etmişlerdir. Allah (cc) da­ha iyisini bilir.

Guslün meşruiyeti gusül ister nezafet için isterse cünüplüğü gidermek için olsun meşrudur. Bir ibadete şart olup olmaması du­rumu değiştirmez. Kur'an, sünnet ve icma guslün meşruiyetine dela­let eder. Kur'an'daki deliller ise şöyledir:

Eğer cünüp iseniz iyice yıkanıp temizlenin. [69]

Sana kadınların adet halinden soruyorlar. Deki; O bir ezadır. Adet zamanında kadınlarınızdan çekilin ve temizleninceye kadar on­larla cinsi münasebette bulunmayın. Temizlendikleri zaman ise Allan­ın size emrettiği meşru yerden onlara yaklaşın. Muhakkakki Allah Çok tevbe edenleri ve temiz olanları sever." Müctehid imamların çoğu burada kadınların temizlenmesinden maksat, kan kesilip iyice yıkanmaları {boy abdesti almalaradır diyerek yorumda bulunmuşlar­dır. Sünnetteki olan deliller ise şöyledir:

Her müsîümanın haftada bir defa yıkanması, o günde başını ve bedenini yıkaması boynunun borcudur. [70] Alimler bu hadiste yıkan­mayı cuma gününde yıkanmaya hamletmişlerdir.

Sudan dolayı su gerekir. [71] Yani meninin şehvetle dışarı çık­masından dolayı boy abdesti gerekir.

Ümmü Seleme (raydan: Ömmü Süleym (ra), Resulullah (sav) efendimize gelerek dediki:

Ey Allah'ın peygamberi! Allah hakkı söylemekten çekinmez. Kadına ihtilam olduğunda gusül gerekir mi? Peygamber (sav) kendisi­ne şöyle cevap verdi:

Evet su (ıslaklık, yaşlık) gördüğünde..."(Buhari) İcmanm delili şudur; müctehid imamlar nezafet için yıkanmak müstehab, ibadetin sahih olması için yıkanmak farzdır demişlerdir. Bu konuda muhale­fet eden tek bir kişide yoktur.

a- Guslün sağlığımızdaki faydası yeri var mıdır? Allah Resulü­nün emrettiği veyaahut tavsiyede bulunduğu ibadetlerin bir tarafı ahirete baktığı gibi diğer tarafıda dünyamıza bakıyor. Birincisi ruha kuvvet gıda verdiği gibi ikincisi ise bedene kuvvet, gıda verip ve sağ­lığını korur. Bununla beraber ibadet halisane sırf olarak emredildiği için yapılır. Dünyevi için veya beden sağlığı için yapılan ibadet iba­det dairesinden çıkar, adet sıfatına girer.

Şu halde ibadetin sayılmayacak faydaları olmakla beraber tüm müslümanlar Allah (cc) emrettiği, Resulullah (sav)'in sünnet kıldığı için yerine getirmeye mecburdurlar.

b- Guslün ruha faydası var mıdır? Allah katından tertemiz ola­rak gelip bedenden olan elbiseye bürünen ruh aynı zamanda onun şeklini alarak bu elbiseyi eskitinceye kadar devam eder. Tabi olarak bu müddet içinde onu geldiği gibi temiz olarak tutmak bizim görevi­mizdir. İbadet onun gıdasıdır. Abdest, gusül ve Allah ile meşgul ol­mak onun cilasıdır.

c- Gusül bedenimizi temizleyip huzura götürdüğü gibi ruhu­muza vaki olan günah pisliğini de götürür.

d- Gusül bize Allah'ı, O'nun emrini, Resulullah'ı ve onun sün­netini aklımıza getirdiği için ruh ile beden arasındaki adil düzeni meydana getirir. Guslün beden üzerinde faydası var mıdır?

1- Eğer gusül ibadet kasdıyla yapılırsa asab tahribatını hafif ederek kalbe huzur vererek havası estirir. Aynı zamanda sinir siste­mi doğrutur.

2- Vücudun dinlenmesini düzeltir. Yorgunluğu götürür.

3- Derideki mesamelerin açılmasını vücudun rahatça hava al­masını kolaylaştırır. Sahih rivayetlere göre Resulullah'ın şöyle gus­lettiği belirtiliyor: Önce iki elini iyice yıkar ve bunu üç defa yıkadık­tan sonra avret yerini iyice yıkar. Eliyle ovup iyice temizlenmesini yapar. Sonra namaz için aldığı abdest gibi tamam olarak abdest alır. Sadece ayaklarını yıkamayı en sona bırakırdı. Bu şekildeki olan sa­dece büyükçe bir kap içinde veya hamamda yüksekçe bir yer üze­rinde durulmayarak ayakları yerde olduğu halde gusledildiğinde uy­gulamıştır.

Sonra başına üç defa su döker, saçlarını iyice ovup suyun nü­fuz etmesini sağlardı. Sonra bedenin her tarafını iyice yıkamak için önce sağ tarafına üç defa su döker ve eliyle o kısmı ovardı. Sonra sol tarafını aynı şekilde yıkar ve sonunda ayaklarını yıkayarak guslünü tamamlamış olurdu. Kesinlikle ağız ve burnuna su verip lazım olan temizliği yapmayı terk etmezdi. Bu arada kulak deliklerine, göbek çukuruna ve koltuk altlarına çok dikkat eder, parmaklarıyla imkan derecesinde temizliği yerine getirirdi. Tüm bunları bize Hz Aişe vali­demiz (ra) nakletmektedir.

Hanefîlere göre guslün farzları üçtür:

a- Ağıza su verdikten sonra çalkalamak

b- Buruna su çekip yıkanmasını sağlamak

c- Bedenin tüm tarafını kuru yer kalmayacak şekilde yıkamak

Şafıilere göre guslün farzları ikidir:

a- Beden yıkanmaya başlandığında niyet etmektir. Zira Resu-lullah (sav) şöyle buyurmuştur:

"Ameller ancak niyetlere göredir." Niyet kalpten guslün farzına niyet ediyorum veya cünüplüğü kaldırmaya niyet ediyorum veya na­maz kılmayı kendime helal etmeye niyet ediyorum veya Kur'an'a do­kunmak gibi yıkanmayı gerektiren şeyleri kendime helal etmek için niyet ediyorum diyerek yapılmalıdır. Fakat dil ile niyet etmek daha i-

yidir.

b- Bedeni deri ve kıllar dahil olmak üzere suyu kılların dipleri­ne ulaştırmak ve yıkamaktır. Ümmü Seleme Hz Peygamber'e; Nasıl yıkanayım? diye sorduğunda Hz Peygamber şöyle bu­yurmuştur:

Başına üç sefer su dökmen yeterlidir. Sonra suyu bütün vücudu­na dökerek temizlen. [72]

Hz Ali Peygamber (sav)'den şöyle rivayet ediyor:

"Kim cünüp olduğu halde bedeninde yıkanmamış bir kıl bırakır­sa Allah ona cehennemde şu şu cezaları verecektir.[73] Hz Ali "Bunun için kıllarıma düşman oIdum"demiştir. Hz Ali sakalından başka bü­tün kıllarını traş ederdi. Guslün sünnetleri aşağıda zikredilmiştir:

1- Her şeyden önce elleri yıkamalıdır. Ondan sonra vücuttaki kirleri götürerek bedeni temiz bir şeyle ovmalıdır. Peygamber (sav) iki veya üç kere elini yıkadıktan sonra gusül suyu sol eline dökerek o-nunla tenasül uzvunu ve arkasını yıkayarak sonrada ellerini toprağa sürdü.[74]

2- Eksiksiz bir abdest almalıdır. Ayakları guslün sonuna bı­rakmak caizdir. Başına su dökerek saçlarını karıştırmalıdır. Ondan sonra başı üç defa yıkamalıdır. Önce sağ sonra da sol tarafını tepe­den tırnağa kadar yıkamalıdır. Yıkanırken vücudu ovalamalı, azaları da ara vermeden yıkamalıdır. Zira bazı mezheplere göre (Malikiler) azaları ara vermeden yıkamak vaciptir demişlerdir.

3-  Gusül ederken karındaki kıvrımları, kulakların içini, göbe­ğin içini ve koltuk altlarını ele su alarak yıkamalıdır. Eğer bu azalara suyun ulaşmadığı kanaati olursa bu zikr olunan şekle göre yapması farzdır.

4- Gusül yaparken vücud azalarını ü.er defa yıkamak gerekir.

 

Guslün Mekruhları:

 

Guslederken israf edilmemelidir. Zira israf etmek Resulullah'ın (sav) fiiline ters düşmektedir. Enes b. Malik'ten şöyle rivayet olmuş­tur: "Hz Peygamber (sav) 1 sa (sa: iki eli birleştirip avucu dört defa dolduracak kadar bir ölçektir) ile 5 müdd kadar su ile yıkanıyordu. 1 müdd (müdd iki eli birleştirip avucu bir defa dolduracak kadar bir öl­çektir) ilede abdest alıyordu.[75]  Cabir b. Abdullah'a Hz Resulullah'ın nasıl yıkandığı sorulduğunda şöyle demiştir:

"Bir sa su ile yıkanman yeterlidir. Bana bu kadar su yetmez. Kılları senin kıllarından çok olan ve senden hayırlı olana (Hz Resulul-lah'a) yetiyordu. [76]müdd 9.2 cm uzunluğundaki bir kaba muadil­dir. Yani eşittir. Akmayan durgun suyda yıkanmak mekruhtur. Hz Ebu Hureyre (ra) Resulü Ekrem'den şöyle rivayet etmiştir:

"içinizden biri cünüpken durgun suda yıkanmasın. Dinleyenler

Ya Ebu Hureyre! Peki nasıl olacak? Dediler. Ebu Hureyre'nin cevabı şöyle oldu: -Suyu avucu ile veya bir kap ile almalıdır. Eğer kap ile aldığı su çok değilse elini içine soktuğunda kullanılmış su hük­münde olacaksa elini kaba sokarken kepçe niyeti ile sokuyorum diye niyet etmelidir. Veya cünüplüğü kaldırmak için niyet etmeden önce kabtan biraz su alıp sonra niyet etmeli ve onunla elini yıkayıp suyu temizlenen eliyle almalıdır. [77]

Akmayan durgun suda yıkanmamanın sebebi nedir? İnsan i-çinde başkasının yıkandığı sudan nefret eder. Bu yıkanmanın cü-nüplük olsun veya başka sebep olsun fark etmez. Bununla beraber yıkanılan durgun su İki kulleden az olursa su temizleyicilik vasfını kaybeder. Onun için insanların durgun suya ihtiyaçları olduğu için Resulü Ekrem (sav) durgun suda yıkanmayı men etmiştir. Guslün kısımları ikiye ayrılır:

a- Farz olan gusül

b- Mendup olan gusül

Farz olan guslün sebepleri dörttür; Cünüplük, doğum, hayız ve ölümdür.

a- Cünüplük: Cünüp kelimesi lugatta uzaklık anlamına gelir.

"O da öbürleri sezmeden uzaktan gözledi, [78] aye­tinde cünüp kelimesi bu manada kullanılmıştır. Cinsel ilişkiye cena­bet denir. Buna göre cünüp kimse meninin akmasından veya cinsi ilişkide bulunmaktan ötürü temiz olmayan kişi demektir. Bu du­rumdaki olan kişiye cünüp denir. Zira o hal üzere bulundukça na­mazı eda etmekten uzak olur. Cünüp kelimesi erkeğe, kadına kulla­nıldığı gibi çoğula da kullanılır.

 

Guslü Gerektiren Haller:

 

Gusül lugatta ğamn fethiyle olsa mastardır. Yıkamak manası­na gelmektedir. Ganin kesriyle olursa temizlik için suyla beraber kullanılan sabun gibi şeylerin ismidir. Eğer ganin zemi ile okunsa yı­kanışın manası olduğu gibi suyun manasına da gelir. Şer-i manası ise niyetle beraber suyu cesedin her yerine akıtmaktır. Guslü gerek­tiren haller altıdır. Bu hallerden üçünde kadın ile erkek müşterektir­ler. Yani her ikisininde gusletmesi gerekir. Diğer üç hal de kadınlara aittir.

1- Hayız (adet) kanının kesilmesi

2- Nifas kanının kesilmesi

3- Çocuk doğurmak

Kadın ile erkeğin müşterek olduğu haller şunlardır:

1- ön yada arkadan tenasül organının baş kısmı veya onun miktarını tenasül cihazında kaybolacak biçimde olursa kadın erkek her ikisininde gusül etmesi gerekir. Zira meninin akması şart değil­dir.

Burada arka tabirini kullanmamız sadece böyle bir olay mey­dana gelirse gusül gerekir mi gerekmez mi? hususunu belirtmek içindir. Yoksa arkadan yani dübürden cinsel yaklaşmada bulunmak günahı kebairdir. Peygamber (sav) efendimiz öylelerini telin etmiştir. Fere sahibinde insan, hayvan, ölü veya diri olmasında fark yoktur. Bunların hepside guslü gerektirir.

Cinsi münasebette bulunan failin yıkanması farz olduğu gibi mefülunun yıkanması da farzdır. Fakat mafulubih yıkanmış bir ölü olursa bir daha yıkanması lazım değildir. Fail mafulubih deli veya çocuk olursa yine onlara da gusül farz olur. Yalnız delinin aklı ba­şına geldikten sonra, çocuk da baliğ olduktan sonra yıkanmaları farz olur.

Tenasül aletine geçirilen kaput ve benzeri şeyler mevcud oldu­ğu halde cinsel yaklaşmada bulunursa eğer inzal vaki fakat tenasül cihazının sıcaklığını hissetmişse gusül vacip olur. Eğer hissedilme­yecek kadar kalın ise inzalda vaki olmamışsa bu şekilde gusül lazım gelmez. Erkeklik aletinin baş kısmı kesik olursa geriye kalan kısmın­dan kesik olan baş oranında bir duhul yapılırsa her ikisine de gusül lazımdır. Bir kadın diyor ki bana cinler temasta bulunuyorlar. Ve duyduğum zevkide hissettiğimi biliyorum. Kadına gusül lazım değil­dir. Bir insanda hem erkeklik hemde dişilik organı olursa eğer cinsel yaklaşmada bulunursa her ikisine de gusül gerekmez.

Eğer erkek, çocuk yaşta ise kadın ergin olsa çocuk ergin olan kadınla evlenir ve cinsel yaklaşmada bulunursa kadına gusül lazım-«ır. Çocuğa gusül lazım değildir. Bunun aksi ise evlilik sebebiyle cinsel yaklaşmada bulunurlarsa erkeğe gusül gerekir. Kıza lazım gel­mez. Her iki halde de her ikisi için gusül etmesi emredilir. Alışkanlık haline gelmemeleri içindir. Şu halde erkek olsun kadın olsun ergen­lik çağma geldikten sonra tenasül organının baş kısmı tenasül ciha­zında kaybolacak biçimde bir yaklaşma bunun sınırıdır. Bu durum­da kadın ile erkeğin ikisinin de gusül etmesi gerekir. Zira Resulü Ek­rem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Erkek kadının bacakları arasına oturduktan sonra kadını yor­duğu zaman onun üzerine gusül farz olur.[79] Hz Aişe'den ;

"Erkeğin sünnet yeri kadının sünnet yerine dokunursa hem er­keğe hemde kadına gusül vacip olur. [80]

2- Meninin cinsi münasebet olmadan az, lezzetsizde olsa adet yolunda çıktıktan sonra gusletmesi farz olur. Eğer bir kimsenin beli delikse o delikte meni çıkarsa gusletmesi gerekmez. Ergenlik çağma gelen kimsenin dört çeşit suyu meydana gelir.

1- îdrar,

2- Meni,

3- Mezi,

4- Vedi bu dörtdünden guslü gerektiren yalnız menidir. Me­ninin belirtmesi şunlardır:

a- Yaş iken hamur kokusunu, kuru iken yumurtanın beyaz kısmının kokusunu vermesidir.

b- Sıçrayarak çıkmasıdır.

c- Lezzet ve zevk vermesidir. Bu belirtmelerden birisi bulun­mazsa gusül icap etmez. Eğer adamdan çıkan su hem meni hem de vedi veya mezi olması ihtimali olursa o adam muhayyerdir. Eğer meni dese gusül eder. Eğer vedi veya mezi dese guslün yerine abdest alabilir ve dediği yeri yıkar.

Herhangi bir adam kendisine ait olan yatakta meni bulursa ve başkasının menisi olma ihtimali olmazsa üzerine gusül farz olduğu gibi meniden sonra kıldığı tüm namazlarını kaza eder. Mesela biri i-çinde yattığı yatağı kaldırır bir odaya koyar, kilitler. Üç günden sonra odayı açar bakarki yatakta meni vardır. Guslünü kaldırdığı gibi üç günlük namazı da kaza eder.

Hanefılere göre şehvetle yerinden ayrılıp şehvet kesildikten son­ra dışarıya çıkan meniden dolayı gusletmek farzdır. Şehvetle yerin­den ayrılıp şehvet kesildikten sonra dışarıya atılan meniden dolayı da İmam Azam ile İmam Muhammed'e göre gusletmek farzdır. îmarn Ebu Yusuf a göre gusle gerek yoktur. Rüyada şehvetle ayrılan bir me­ninin şehvet kesildikten sonra dışarıya akıtılmasını sağlamak için tenasül organını tutmak ve sonra dışarıya akıtmakta, misafir ve so­ğukta bulunanlar için İmam Ebu Yusuf görüşünü seçmekte kolaylık vardır.

Yatağından uyanıp kalkan kimse ihtilam olduğunu hatırladığı halde tenasül organında bir yaşlık görse gusletmesi lazımdır. Ayakta veya oturduğu yerde uyuyan kimse uyanıpta bu organında bir yaşlık görse bakılır eğer bu yaşlığın meni olduğuna kanaat etse veya uyu­madan önce bu organı hareketsiz bir halde ise gusletmesi gerekir. Eğer böyle bir kanaat olmazsa ve tenasül aleti de önceden uyanık durumda ise gusletmesi gerekmez. Bulunan yaşlığın mezi olduğuna hükmedilir.

3- Şehid olmayan müslümanm ölmesiyle gusül icap eder. Şu halde kafir olan kimse öldüğü zaman guslü icap etmez. Yalnız can­lılık belirtisi belli olmayan fakat azalan eksik olmayan bir düşük ö-lüm ile isimlenmediği halde sağlam kafire göre guslü lazım gelir. Bu haillerden üçünde kadın ile erkek müşterek olup her ikisininde gus­letmesi gerekir. Diğer üç halet de kadınlara hastır.

a- Hayız: Lugatta akmak anlamına gelir. İstılahı; manası ise fıtrat ve tabiatından ötürü kadından kan gelmesi demektir. Bu ka­dının kanı rahiminin en üst kısmından gelir. Sağlıklı olan her ka­dından ve buluğ çağma giren her kızdan belli zamanlarda bu kan akar. Hayzm guslü Kur'an ve hadisle sabittir. Kur'an'dan delili şu ayettir:

"Sana kadınların adet halinden soruyorlar. De ki o bir eza­dır. Adet zamanında kadınlarınızdan çekiliniz ve temizleninceye kadar onlarla cinsi münasebette bulunmayın. Temizlendikleri zaman ise Allah'ın size emrettiği gibi meşru yerden onlara yak­laşın. Muhakkaki Allah çok tevbe edenleri ve temiz olanları se­ver. [81] Hadisten delili ise Hz Resulullah'm (sav) Fatıma binti Ebi Hubeyş'e söylediği şu hadistir:

"Hayız görmeğe başladığın zaman namazı bırak, hayız kesildik­ten sonra yıkan ve namazını lal. [82]

Buluğ yaşı erginlik yaşı demektir. Maksadımız buluğdan erkek ve kadının namaz, oruç, hacc ve benzeri emirlere muhattab olacak duruma gelmesidir. Buluğ çağının bazı belirtileri vardır:

1- Erkek veya kadının ihtilam olmasıyla bilinir.

2- Kadının hayız görmesiyle bilinir. Eğer kadın bu hayız kanını görürse ergenlik çağma girmiş demektir. Bu çağ kameri takvime göre dokuz yaşında belli olur. Eğer bu yaşta ihtilam olmazsa hayız gör­müyorsa bu yaşadığı memleketin hayat ve tabiat şartlarından ötü­rüdür. Eğer yaşadığı memleketin iklimi sıcaksa kızı dokuz yaşında hayız görebilir. İklimi soğuksa daha ileri yaşlarda ergenlik çağına gi­rer.

3- Kameri takvime göre onbeş yaşına geldiği halde ihtilam ol­mayan veya hayız görmeyen kız buluğ yaşma girmiştir. Hayızın en kısa, en uzun ve birde normal müddeti vardır. Hayzın en kısa müd­deti bir gün bir gecedir. En uzun müddeti onbeş gündür. Normal müdddeti ise altı veya yedi gündür. Hayızdan temizliğin en az müd­deti onbeş gündür. Temizlik süresi bazı zamanlar senelerce sürer. Öyle şeyler müşahede ve tecrübe ile bilinir.

Kadın bir gün bir geceden az müddette kan görürse veya onbeş geceden fazla kan görürse bu kan hayız kanı değil istihaze kanıdır. Hayız kanı istihaze kanından rengi ve şiddetiyle ayrılır. îstihaze kanı hastalık kanıdır. Rahimin en altında olan azil damardan çıkar. îsti­haze kanı aktığı zaman abdest bozulur. Fakat gusül lazım gelmez. Namaz ve orucu bırakmayı lazım olmaz. Bir kadın istihaze kanı gö­rürse kanı yıkadıktan sonra kanın aktığı yeri bağlayıp bütün farz namazı için abdest alarak namaz kılmalıdır. Hz Peygamber (sav) isti­haze kanı gören Fatıma binti Ebi Hubeyş'e şöyle demiştir:

Hayız kanı siyah bir kandır. Bu kanı gördüğünde namazdan u-zak dur. Diğer kan ise hastalık kanıdır. Bu kan geldiği zaman abdest al ve namazını kıl." Fatıma binti Ebi Hubeyş Hz Peygamber'e gelerek; Ey Allah'ın Resulü ben devamlı istihaze kanı görüyorum. Namazı terk edeyim mi? deyince Hz Peygamber şöyle dedi:

Hayır terk etme. O hayız kanı değil sadece hastalık kanıdır. Hayız gördüğün zaman namazı terk et, kesildiği zamanda onun vak­tini takdir et sonrada kanı yıka ve namazını kıl" (J>

Hanefılere göre hayzın en az müddeti üç, en çoğu da on gün­dür. Üç günden az, on günden fazla gelen kan hayız kanı değildir, belki bir hastalık alametidir. Sağlam olarak adetini gören bir kadın sonra doğumu önleme ilaçları vs tesirlerle adet gününün üçten aza düşmesi istihaze kısmına değil o yine üç gün hesap edilmelidir. Çünkü o normal hayız halidir. Ancak ilaç onu normale çevirmiştir. Hayız içinde kanın devamlı gelmesi şart değildir. Bir müddet içinde aralıklı olarak aksa da gene devamlı akmak hükmündedir. Adet kanı beyazlaşıncaya kadar devam ediyor.

 

Îstihaze:

 

Hayızda üç günden az on günden fazla, nifatada kırk günden Çok gelen kana istihaze denir. Bunun gibi elli beş yaşını geçmiş ka­dından gelen kan, dokuz yaşına girmemiş çocuktan gelen kanda ıstıhazedir. Şu halde bu kan hastalık kanıdır. Özür sahibi gibi bu kadın hareket eder.

2. Nifas (Lohusahk) Kanı:

Nifasın lügatte manası doğumdur. Şeriaten manası ise doğum­dan hemen sonra gelen kandır. Bu kana nifas denilmesinin sebebi, nefsin yani çocuğun çıkışından hemen sonra başlamasıdır. Kadın i-çin nufesa tabiri kullanılır. Doğum ortasında çıkan veya doğumdan kısa bir süre önce çıkan veya çocukla beraber çıkan kan nifas kanı değildir. Zira çocuktan önce çıkan bir kandır. Bu şekilde çıkan kan hastalık sebebiyle gelen kandır.

Bu sebeple kan gelse bile doğum ortasında da namaz kılmak kadına farzdır. Eğer namaz kılmaya o zaman imkanı olmazsa sonra kaza etmek mecburiyetindedir. Nifasın en az müddeti bir andır. Bazı evkatta nifas kanı birkaç gün devam edebilir. Ekserisi kırk gün de­vam eder. En son altmış gündür. Altmış günden fazla gelse istihaze kanıdır. Bu konuda sağlam olan şey tecrübe ve müşahadedir.

Hanefilere göre nifas:

Doğumdan sonra başlayan kana nifas kanı denir. Nifas (lohu-salık) hali ekserisi kırk gün devam eder. Bu müddetten sonra eğer kan bir daha gelirse bu kan nifas kanı değildir. Bir hastalık, özür kanıdır. Böyle bir kan kadın görürse özür sahibidir. Yıkanarak na­mazını kılar, orucunu tutar ve diğer şer-i işleri yapar. Kadında buluğ çağının başlangıcı dokuz, sonu ellibeştir. Buluğa (ergenliğe) eren ka­dına "baliğa",  adetten kesilen kadına da "ayise" denir.

3- Doğum hamlin vadi yani bırakması demektir. Bazı kadın­larda doğumdan sonra kan gelmez. Bu şekilde olan doğumun hük­mü ise cünüplüğün hükmü gibidir. Yalnız gusül kâfidir. Nafile olan gusüllerin bir kısmı;

1- Kabe-i Muazzama'yı tavaf etmek için gusül etmek.

2- Medine-i Münevvere'ye girmek için gusül etmek.

3- Cemreleri taşlamak için gusül etmek.

4- Müzdelife'de gecelemek için gusül etmek.

5- Arafat'ta vakfe yapmak için gusül etmek.

6- Mekke-i Mükerreme'ye girmek için gusül etmek.

7- İhram için gusül etmek.

Zamanı: İhrama ne zaman girmesini kasd etse o zaman ihra­mın vakti başlar. İhram için gusül etmekte baliğ oîan-olmayan, akıllı olan-olmayan, hayız olan-olmayan arasında kesinlikle fark yoktur.

8- Baygın olan kimsenin ayıldıktan sonra gusül etmesi.

9- Hidayete   gelen  kimsenin  hidayete  kavuştuğu  için  gusül etmsi.

10- Cenazeyi yıkadığı için gusül etmek.Vakti ise meyyitin guslü bittiği andan itibaren başlar. Ondan vazgeçeceği vakte kadar devam eder.

11- Erkek olsun  kadın olsun cuma namazına gidecek olan kimse için cuma günü gusül etmek. Bu guslün vakti fecri sadıktan sonra başlar ve cuma namazı vaktine kadar devam eder.

12- Bayram için gusül etmek. Vakti ise; bayram gecesinin ya­nsından sonra başlar, güneş batıncaya kadar devam eder.

13- Yağmur namazı için gusül etmek.

14- Husuf (Ay tutulması) namazı için gusül etmek.

15- Küsuf (Güneş tutulması) namazı için gusül etmek.

16- Deli olan kimsenin aklı başına geldikten sonra için gusül etmesi.

17- Berat veya Kadir gecesine ulaşan ve kan aldıran kimsenin gusül etmesi.

18- Yolculuktan gelen veya yeni elbise giyen kimsenin için gu­sül etmesi.

19- İnsanların toplanacakları yerde hazır bulunan kimsenin gusül etmesi.

Cünüp, hayız ve nifaslı kadının gusülden evvel saçlarını ve tır­naklarını kesmeleri ise caiz değildir. Eğer bir adam hadesi ekber ile bayram veya cuma için gusül niyetini getirirse her ikiside caizdir. Eğer birisinin niyetini getirirse sadece o tek olarak olur. Abdestsiz olan bir cünüp eğer guslünü yapsa abdesti yerine geldiği gibi cena­beti de kalkar.

Hamamda avretini açan kimse olduğu halde hamama girmek caizdir. Ancak mümkün ise onu yapan kimseyi ikaz etmek yoksa kalben nefret etmek icap eder. Ancak Maliki mezhebine göre erkek avret yeri yalnızca kubul ve dübürdür. Kubul ve dübürünü örten kimseyi ikaz etmek icap etmez. Zira kubul ve dübürden başka açan kimsenin Maliki olabileceği gibi başka bir mezhebin mensubu olup Maliki mezhebini taklit etmiş olur. [83]

Cünüp veya haiz olan kimse ne su nede toprak bulamazsa namazın vaktine hürmet vermek için namazını kılan ayakta fatiha­dan başka bir şey okuyamaz. Sonra o namazını kaza eder. Hamileli­ğin normal müddeti dokuz aydır. Zira kadınların ekserisi dokuz ay­da, bir kaç gün önce veya bir kaç gün sonra doğum yaparlar. İmam Şafii'nin içtihadı şöyle olmuştur. Hamileliğin ekserisi dört aydır. Bu müddet ise çok az vaki olmuştur. Hamileliğin en kısa müddeti altı aydır. Zira Cenab-ı Hak (cc) şöyle buyurmuştur:

Onun taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürer. [84]

"Sütten kesilmesi de iki senede olmuştur. [85]

Şu halde hamilelik ve süt emme müddeti otuz ay, süt emme müddeti ise iki yıldır. Otuz aydan iki yıl çıkarılırsa hamilelik müdde­tinin altı ay olduğu görülür. İşte bu altı ay hamileliğin en kısa müd­detidir. Eğer bir kaadın evlendikten sonra altı aydan daha kısa bir zamanda çocuk doğurursa çocukta ölmezse onun nesebi o kadının kocasına bağlı olmaz.

Hamile olan bir kadın eğer kan görürse ve kanda bir gün bir gece devam ederse onbeş gün onbeş geceyi geçmezse bu kan hayız kanıdır. Hayızla haram olan her şeyi terk etmek mecburiyetindedir. Eğer bu kan bir gün bir geceden az veya onbeş gün onbeş geceden fazla olursa bu kan istihaze kanı olur. Namaz ve diğer ibadetlerini yapmak zorundadır. Bazı alimlere göre hamile olan kadmm gördüğü ne kadar olursa olsun istihaze kanıdır, hayız kanı değildir. Zira ha­mile kadnm hayız kanının çıkış yeri kapanmıştır demişlerdir. Umu­mi olan durum budur.

Kadmm gebelik zamanında imkansız olmasada adet görmesi çok enderdir. Cünüp, ay hali gören veya lohusa olan için namaz kıl­mak, tavaf yapmak, mushafa veya parçasına dokunmak, Kur'an-ı Kerim okumak veya mescide girmek haramdır. Tilavet veya şükür secdesi yapmak haramdır. Kabe'nin çevresinde nafile bile olsa tavaf yapmak haramdır. Bitişik olmayan bir kılıf, bir çanta, torba veya sandık içinde bulunan bir mushaf-ı şerifi tutmak ise caizdir. Kur'an-ı Kerim'den bir parça da olsa okumak haramdır. Eğer dua niyetiyle okursa caizdir

Ayeti veya fatiha suresini dua niyetiyle okumak caizdir. İmam Malik'e göre cünüp olan Kur'an okuyamaz isede hayızlı ve lohusa o-lan kadın okuyabilir. Delili ise istihsandır. Mescid içine geçmek ve girmek haramdır. Mescid içinde yatan kimse ihtilam olsa dışarı çık­mak için teyemmüm eder. Dışarı çıkmaktan korkarsa teyemmüm ile oturur. Fakat bununla ne okuyabilir ne de namaz kılabilir.

Cünüpün dini kitaplardan herhangi birini elle tutması ve o-kuması, elini ağzını yıkamadan yeyip içmesi ve eliyle tutmadığı bir kağıda Kur'an ayetlerini yazmassı mekruhtur. Hayız ve nifas halin­deki olan kadın oruç tutamaz, münasebette bulunamaz. Temizlen­dikten sonra en uzun müddetin altında kesilen adetlerde münase­bette bulunmak için kadın gusül etmelidir. Ve kendisine geçmiş olan orucunu kaza etmelidir. Kadının adeti tekerrür ettiğinden kendisine geçmiş olan namazını kaza etmez. Şarii bağışlanmıştır.

Bir adam abdestsiz olsa kendisine dört şey haramdır: Namaz kılmak, tilavet secdesi yapmak, Kabe'yi tavaf etmek, Kur'an-ı tut­mak. Cünüp iken caiz olan şeyler; teşbih etmek, zikretmek, selat ve selam getirmek, Kur'an ayetlerini kelime kelime öğretmek, dua mak­sadıyla Kur'an'dan ayetler okumak, kelime-i şehadet getirmek, Kur-an'a bakmak, bir kılıf içindeki Kur'an'a el sürmek, uyumak fakat abdest aldıktan sonra cünüp olan kimsenin uyuması daha uygundur.

Cünüp olan kimsenin yemek yemek ve içmek istediği zaman el­lerini yıkaması ve ağzı çalkalaması gerekir. Bir kimse ramazanda cü­nüp olarak sabahlarsa veya gündüz uyuyarak ihtilam olursa orucu bozulmaz. Hanefilere göre abdest alırken ağızda kuru yer kalsa ab-destin sıhhatine mani olmaz. Gusülde İse ağız içinde kıru yer kalır­sa gusül sahih olmaz. Şafiilere göre abdestve gusülün her ikiside sahihtir. Burada karıştırılmaması gereken husus şudur. Dişlerdeki dolgu ve kaplamanın üzerinden geçen su ağız içini ıslatıyor, kuru yer kalmıyor demektir. Dolgulu kaplamalı ağızda suyun dolaşması dolgunun ve kaplamanın üzerinden geçip ıslatması yıkama şartının yerine gelmesi demektir. îllaada dolguyu söküp altına su geçirmek kaplamayı kaldırıp altını yıkamak manasında bir mecburiyet yoktur. Böyle anlamak ve düşünmek çok hatalıdır.

Nitekim yaraya bağlanmış sargının üzerinden suyun geçmesi yahut mesh edilmesi altını yıkamış gibi sayılıyor. Sargıyı sökmek ge­rekmiyor. Bu husus tüm fıkıh kitaplarında ifade edilmektedir. Bu bakımdan zarureten dişini dolduran veya kaplatan hanefilerin gu­sülde şafıileri taklit etme mecburiyetleri yoktur. Zira dişe yapılan dolgu ve kaplama gusle mani değildir. Bilindiği gibi diş sağlığı, ağız iÇi temizlik hayati bir mevzudur. Bunu basite alamayız. Çünkü be-endeki bir kısım rahatsızlıkların menşei eninde sonunda dişlere aglanmakta, dişlerdeki çürükler vücudun her yerine rahatsızlık yaymaktadır. Bu bakımdan dişler mutlaka tedavi görmeli, bedene irecekleri zarar bertaraf edilmelidir.

Dişlerin tedavisi elbetteki çürüklerin doldurulması gerekenle­rin kaplatılması ile olur. Hatta bazen de protezle mümkün hale gelir. Bunun yapılmasının dinen mahzurlu olduğunu söylemek islamm in­san hayatına değer vermediği, mensuplarının sıhhatini kaale alma­dığı manasına gelir. Bu ise son derece mahzurlu bir imajdan başka bir şey olmaz. Kaldıki fıkıh kitaplarında diş tedavisinin zarureti an­latılmıştır. Bu iş için altın ve gümüş kaplamanın caiz olduğu gerek diş doldurmanın gerekse kaplamanın gusle mani olmayacağı açık seçik ifade edilmiştir.

Resulü Ekrem (sav) efendimizde tedavi için fevkalade beyan­larda bulunmuş ve bizleri tedavi olmaya sevk ve teşvik etmişlerdir. "Tedavi olun ey Allah'ın kulları! Allah (cc) her derdin devasını yarat­mıştır. Devası olmayan sadece iki dert vardır. Bunlardan biri ihtiyar­lık, diğeri ise ölümdür" mealindeki söz Allah Resulü (sav) efendimize aittir. Diş tedavisi mevzuunda bir diğer hususta kadınlar adetli iken takma diş, dolgu ve kaplama yaptırabilip yaptıramayacakları mese­lesidir. Kısaca arz ederimki Resulullah (sav) efendimiz sırf güzellik için yani estetik maksadıyla dişlerini seyrelten kadınlara lanet et­miştir. Ancak hastalıklardan ötürü tedavi olmamızı emretmiştir.

Dişi dolduran kaplama veya takma sırf güzelleşmek için değil-de çürüyen yahut çıkan dişi tedavi etmek. Kısaca ihtiyaç olursa bunda abdestli, abdestsiz, adetli, adetsiz, temiz olmak fark etmez. Lakin acil bir vaziyet yoksa her türlü şüphe ve tereddüdten kurtula­bilmek için bu tedaviyi temiz bîr zamana tehir etmek münasip olur. Netice olarak diyebiliriz ki insan sağlığına böylesine değer verip ö-lümle ihtiyarlıktan başka her derdin bir devasının bulunduğunu ifa­de eden bir dinin mensuplarının dişlerinin çürüğünü tedavide zor­lanmak şöyle dursun ihmal dahi göstermemeleri gerekir. Fıkha göre tecdidül vudü vardır. Tecdidül gusüî ise yoktur.

 

Teyemmümün Niteliği Ve Farzları:

 

Teyemmüm lügatte bir şeyi kasd etmektir. Şeriaten ise namaz ve benzeri bir ibadeti kendine mubah etmek için yüzü ve iki elleri mesh etmek niyetiyle tertemiz toprağı kasd etmektir. Teyemmümün meşruiyeti kitap, sünnet ve icma ile sabit olmuştur. Cenab-ı Allah (cc) Kur'an-ı Kerim'de buyuruluyor ki:

Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız yahut her­hangi biriniz ayak yolundan gelirse, yahut kadınlarla temasta bulunurda su bulamazsanız o vakit temiz bir toprakla teyem­müm edin ve onunla yüzlerinizi ve ellrinizi mesh edin. [86]

Resulü Ekrem (sav) efendimiz de şöyle buyurmuşlardır:

Bütün yeryüzü mescid kılındı. Yeryüzünün taşı toprağıda su bulamadığınız zaman bize bir temizlik vasıtası kılındı. [87] İcma ise; fıkahaların tümü teyemmümün meşruiyetinde ke­sinlikle birleşmişler, su olmadığı veya olduğu halde kullanma imkanı olmadığı zamanlarda suyun yerine abdest alma veya gusletmeye be­del teyemmüm edilmesini kabul etmişlerdir. Teyemmüm hicretin al­tıncı yılında Beni Mustalik gazvesinde Resulü Ekrem (sav) efendimiz ve bin kadar islam ceyşi sabah namazı için su bulamayınca teyem­müm inen geçmiş olan ayeti kerime ile meşru kılınmıştır. Teyem­müm Allah (cc) tarafından bu ümmete has kılınmış bir özellik ve lü-tuftur. Allah (cc) bize şerefini artırsın.

Teyemmüm namaz vakti gelmeden önce de olsa caiz olur. îmam Şafii'ye göre namaz vakti gelmeden önce teyemmüm alan kim­senin teyemmümü sahih olmaz. Bir teyemmüm ile farzlardan ve na­filelerden dilediği kadar kılmak caizdir. İmam Şafii'ye göre (ra) te­yemmüm bir farzdan başka farz olan namaz kılınmaz, nafilelerden ise dilediğini kılar temizlenmesine yetecek kadaar sudan aciz olan abdestsiz, cünüp, hayızlı ve lohusa için teyemmüm caiz olur.

Hatta bir adam ihtilam (rüya halinde cünüp olsa) olduğu halde uykudan uyansa ve onun için abdeste yetip gusüle yetmeyecek ka­dar su olsa teyemmüm eder. Hanefîlere göre o kimseye abdest vacip olmaz. îmam Şafii (ra)'ye göre o su ile abdest aldıktan sonra teyem­müm eder. Eğer cünüplük ile beraber teyemmümden sonra abdes-tsızliği meydana gelse o kimseye abdest almak yalnız vacip olur.

Cünüplük için bir daha teyemmüm yapmak tüm mezheplere göre lazım gelmez. Eğer abdesti olmayan kimse için bazı uzuvlarını yıkamaya yetecek kadar su olsa hanefîlere göre cünüplük için te­yemmüm eder. O kimseye teyemmümden önce mevcud olan su ile abdest almak vacip olmaz. İmam Şafii (ra)'ye göre önce o su ile ab­dest alır, ondan sonra teyemmüm eder. Eğer su bir mil kadar uzak olursa abdestsiz kimsede oraya gitmeye aciz olursa o zaman teyem­müm yapabilir. Mil fersahın üçte biridir. Fersah ise dört bin adımdır.

Bir mil=2500 zira-i mimari olup 1895 metredir. Fersah üç üç mildir, 5685 metredir.

Teyemmüm hastalıktan dolayı da sahih olur. Şu halde hastalık sebebiyle suyu kullanmaya gücü olmazsa veyahut suyu kullandığın­da hastalığı artsa o zaman teyemmüm edebilir. Ölmekten korkmak şart değildir. Ölüme veya hastalığa sebep olacak durumda ise o za­man isterse şehirde bile olsa teyemmüm edebilir. İmameyn bunu ka­bul etmemişlerdir. Eğer düşmandan korksa veya yırtıcı hayvandan korksa yani kendisi ile suyun arasında bir tehlike oluyorda eğer su ile abdest alsa o zaman yine teyemmüm edebilir. Zira nefsi tehlikeye atmak caiz değildir. Eğer yanında su varsa fakat kendisi için veya hayvanı için lazım ise o zaman yine teyemmüm etmesi caiz olur. E-ğer bir kimse bayram namazına başlarsa abdesti bozsa abdest alın­caya kadar namaz kaçmasına korkarsa o zaman teyemmüm etmesi caiz olur.

Eğer ip gibi alet veya kova gibi alet olmadığı halde mevcud su­yu kullanmayan kimsenin teyemmüm etmesi caizdir. Şu halde ima­mete evla olan sultan veya kadı veya ölünün velisi veya kıble imamı olanlardan başka bir kimse cenaze namazının kaçması veya bayram namazının kaçması korkusundan dolayı suyu kullanmazsa teyem­müm etmesi caizdir. Fakat farz olan namazı ve cuma namazının geç­mesinden korkmakla teyemmüm caiz değildir. Zira bunların geçme­siyle yerlerine zuhr-i ahir ve farz namazlar için kaza kılınır.

Şafıilere göre teyemmümün ne zaman ve hangi durumlarda ya­pılacağı:

1- Seferde su bulunmadığı zamanda teyemmüm edilir. Şeriate göre suyun olmaması ise şarttır. Bir kimsenin yanında su varsa iç­mek için o suya ihtiyacı vardır. Abdestte kullanmaması lazımdır. Zi­ra şer'an suyu yok demektir. Suya içmek veya başka bir şey için muhtaç olan kimse suyu abdest veya gusül için kullanamaz.

2- Suyun uzak olmasıylada teyemmüm edilebilir. Herhangi bir kimsenin bulunduğu yer ile arasmda yarım fersahtan (2.5 km) daha fazla ölçü varsa teyemmüm edebilir. Suyun yanma gitmesi lazım gelmez. Zira gitmesinde meşakkat olur.

3- Su kendisine yakın olduğu halde suyun yanında düşmanı varsa ve o kişi düşmandan korkarsa oraya gitmesi şart değildir. Zira bu zorluk şer'an ve hissen olur. Şer'an suyu kullanmanın zor olması şu şekilde olur: Eğer su kullansa hastalanması veya hastalığının artması gibi hallerde teyemmüm edebilir. Suyu kullanmak kesinlikle caiz değildir. Zira Resulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Başı yarıldıktan sonra yıkanıp ölen bir kişi hakkında onun te­yemmüm etmesi yeterlidir." Yarasının üzerine bir bez bağlayıp onun üzerine mesh ederdi. Sonra bedeninin sağlam kısmını yıkardı bu­yurmuştur.

4- Şiddetli soğuk sebebiyle de teyemmüm edebilir. Bunula be­raber suyu ısıtma imkanı da yoksa teyemmüm edebilir. Zira Amr b. As cünüp olduğu halde soğuktan hastalanmak korkusu sebebiyle teyemmüm etmiştir ve sabah namazını arkadaşı ile beraber kılmış­tır.

Hz Amr bu sözü Resulü Ekrem (sav)'e söyledikten sonra Hz Peygamber tebessüm ederek onaylamıştır. Fakat bu vaziyette su bu­lunduğu ve kullanabildiği vakit gusletmeli teyemmümle kıldığı na­mazları derhal kaza etmelidir.

 

Teyemmümün Şartları:

 

a- Namaz vaktinin gelmesini iyice bilmek.

b- Önce vücuttaki pislikleri götürmek.

c- İçinde un, kum, kireç gibi şeylerin olmadığı temiz bir sade toprak bulmak.

d- Namaz vakti geldikten sonra suyu aramak.

e- Teyemmümden önce kıble bellemesi için elinden gelen çaba­yı göstermek.

 

Teyemmümün Farzları:

 

iki veya üç farzı vardır. Bazı alimlere göre buna rükünde denilir.

a- Niyet etmek.  Buda ikiye ayrılır:

1- Farziyetin niyetidir.

Mesela farz namaz, tavaf gibi farz olan herhangi bir şeyin mu­bah kılınması için niyet getirmektir. Farz namazı mubah kılmak için niyet ettim veya farz tavafı mubah kılmak için niyet ettim. Farziyeti mubah kılmak için niyet getiren kimse o teyemmüm ile nafile olan namazı da kıldığı gibi nafile tavafıda yapar.

2- Sünnet namaz ve sünnet tavaf gibi hangisinin niyetini geti­rirse yalnız sünnet olanı o teyemmüm ile kılar veya yapar. Şayet bir kimse mutlak niyetini veya nafile namazın niyetini getirirse yalnız nafile namazını kılabilir. Şu halde secde-i tilavet, secde-i şükür yap­mak için veya Kur'an-ı Kerim'i taşımak veyahut cenaze namazını kıl­mak için niyet getirirse bunların hepsini yapabildiği gibi nafile na­mazını da kılabilir. Bir teyemmüm ile ne kadar nafile namaz kılarsaa kılabilir. Fakat bir farzdan başka kılamaz.

b- Yüzü ve kolları da dirseklerle beraber meshetmek önce eli temiz bir toprağa vurduktan sonra elleri ikinci sefer toprağa vurup sol eli sağ kolu, sağ eli sol kolu dirseklerle beraber mesh etmelidir. Zira Resulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Teyemmüm iki vuruştur. Birincisi yüz içindir, ikincisi de dirsek­lerle beraber kollar içindir. [88] Tüm azalarını eksik bırakmamak için mesh etmelidir. İki vuruşta elinde yüzük varsa toprağın yüzüğün ye­rine değmesi için onu çıkarmalıdır.

c- Teyemmümü zikrettiğimiz tertibe göre yapmalıdır. Zira te­yemmüm abdestin bedelidir. Bedelde mübdelü münhu gibi tertibe riayet etmekte bir rükündür.

 

Teyemmümün Sünnetleri:

 

1- Abdestin sünnetleri gibidir. Teyemmüm içinde önce besmele çekilir. Sonra yüzün en üst kısmından başlanır, sonra sağ sonrada sol kol mesh edilir. Yüze sıra geldiğinde başın da bir kısmı meshe girmelidir. Kollara sıra geldiğinde pazularm bir kısmı da meshe dahil edilmelidir. Yüz ve kollar ara vermed'in hemen mesh edilmelidir. Teyemmüm bittikten sonra teşehhüd ve Hz Peygamber'den abdestten sonra okuduğu rivayet edilen dua okunmalıdır.

Ammar b. Yasir rivayet ediyor: Hz Peygamber'in yanında saha-biler sabah namazı için ellerini temiz bir toprağa vurduktan sonra önce yüzlerini mesh ettiler. Sonra ellerini ikinci kez toprağa vurarak omuzlarına kadar kollarını mesh ettiler. [89]

2- Elleri toprağa vurduktan sonra parmakları açmalı ve yüzü bir defada mesh etmelk gerekir. Kolları da birer defada mesh etmek sünnettir.

3- Elleri silkelemek, birbirine vurmak veya üflemek suretiyle toprağı hafifletmek gerekir. Zira Resulü Ekrem (sav) efendimiz de böyle yapmıştır.

Hz Peygamber Ammar b. Yasir'e - sana şöyle yapman yeterlidir diyerek iki elinin ayasını toprağa vurdu, ellerine üfledi, sonra her iki eliyle yüzünü ve keffeynini mesh etti."

İki ellerinin ayasını toprağa vur sonra her ikisine üfle, daha son­ra her ikisiyle yüzünü ve keffeynini mesh et." Teyemmüm etmenin şartlan farz namazın vakti geldikten sonra teyemmüm edebilir. Zira Resulü Ekrem (sav) efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

Ümmetimden her kim namaz vaktine erişirse hemen namazını kılsın. [90]

Namaz vakti girerse hemen teyemmüm edip namaz kılarım. [91] Her farz namazı için teyemmüm etmek farzdır. Zira ibn Ömer demiştir. Abdest bozulmazsa bile her farz namaz için tekrar teyem­müm yapılmalıdır. Bir teyemmüm ile ancak bir farz veya bir cenaze namazı kılınabilir. Fakat istenildiği kadar sünnet namaz kılmabilir. Teyemmümün sebepleri oluştuktan sonrra gusül yerine de abdest yerine olduğu gibi teyemmüm edilmelidir. [92]

İmran b. Kasım şöyle rivayet ediyor:

Resuli Ekrem (sav) efendimizle bir sefer beraberdim. Resulü Ek-rem (sav) namaz kıldırdı. Sonra bir kişinin tek başına namaz kıldığını görünce şöyle dedi: Neden bizimle beraber kılmadın? Ey Allah'ın resu­lü ben cünüptüm, suda bulamamıştım. Teyemmüm etmen yeterliydi. [93]

 

Teyemmümü Bozan Şeyler:

 

1- Abdest bahsinde zikredildiği gibi abdesti bozan her şey te­yemmümü bozar.

2- Teyemmüm ile abdst aldığımız halde su bulunduğu zaman teyemmüm bozulur. Zira aslı geldiği zaman bedel batıl olur. Resulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Temiz toprak müslüman için temizleyicidir. On sene sonra su bulmazsa yine teyemmüm etmelidir. Suyu bulduğu zaman teyemmüm etmesin. Zira su ile temizlenmek daha hayırlıdır. Eğer namazdan son­ra su bulursa namazı kaza etmez. Namaz içinde su görürse namaz tamamlanabilir ve namazı sahihtir. Eğer namazı bozarsa su ile abdest alırsa başta namaz kılarsa daha faziletlidir.  [94]

3- Kişi hasta ise iyileşirse teyemmümü bozulur.

4- İslamdan rıddet yani irtidad olmakta teyemmümü bozar. Zi­ra teyemmüm" ibadeti helal ediyor. İrtidad halinde ise böyle bir şeyi meydana getirmez. Fakat abdest ve gusül böyle değildir. Onlar abdestsizliği ve cünüplüğü ortadan kaldırmak içindir. Bunun için irti­dad eden bir kişinin abdesti ve gusülü bozulmaz.

Hanefılere göre riddet (islam dininden dönme) teyemmümü bozmaz. Müslüman olan kimse teyemmüm edip sonra dinden dönse bir daha İslama gelse o teyemmüm ile onun namazı sahih olur. Her­hangi kimseninde abdest uzuvlarının çoğu küçük hadeste ve bütün bedenlerinin çoğu büyük hadeste yaralı olsa o kimse teyemmüm e-debilir. Zira çoğunluk için bütünün hükmü vardır. Eğer çoğu yaralı olmazsa gusülde ve abdestte uzuvları yıkar. Yıkamak ile teyemmü­mü bir arada yapmaz. Zira bedel ve mübdelü minhü bir araya ge­tirilmesi caiz değildir.

Abdest uzuvlarının çoğunda yara varsa su gibi teyemmümde oraya zarar verirse namazı kaza eder. Kafirlerin abdestten men ettik­leri müslüman gibi ve zindanda olan tutuklu gibi ve eğer abdest alır­san seni öldürürüm denilen kimse gibi bu durumda onun için te­yemmüm caizdir. Mani kalktığı zaman namazı kaza eder. Teyem­mümü her yönden temiz olan toprak cinsinden bir şeyle yapmak la­zımdır. Üzerlerinde pislik dokunmamış bir toprak, kum, horusan, alçı gibi toprak cinsinden olan maddelerle kaya tuzu ile çamurla sı­vanmış duvarla da teyemmüm caizdir. Bunların üzerinde toz bu­lunması kesinlikle şart değildir. Fakat çamur kurumadıkça çamurla teyemmüm etmek caiz değildir.

Odunların ve otların yanması ile meydana gelen küllerle, altın, gümüş, demir gibi eriyip şekil değiştiren ve yumuşayan madenlerle inci, cam, kumaş ve elbiselerle, hayvan potekileri ile teyemmüm ya­pılmaz. Zira bunlar toprak cinsinden sayılmazlar. Fakat bunların üzerinde belli bir şekilde toz bulunursa o zaman onlarla değil üzerle­rinde teyemmüm edilebilir. Birde üzerlerindeki topraklardan dolayı cevher halinde bulunan altın, gümüş, bakır gibi madenlerle teyem­müm etmek caizdir. Eğer ev süpürse veyahut bir duvar yıkılmış olsa veya buğday ölçek yüzüne ve kollarına toz isabet edip mesh etse te­yemmüm caiz olur. Şayet mesh etmezse caiz olmaz.

, Teyemmüm yapmak isteyen kimseye bir ok atımı (galve) kadar mesafede su aramak vacip olur. Galve bir ok atımı kadar demektir ki 300 ziradan 400'e kadardır. Şu halde galve 225-360 metre arasında değişen uzaklıktır. İmam Ebu Yusuf (ra)'dan şöyle dediği rivayet e-dilmiştir: Eğer su, o kimse suya gidip abdest alıncaya kadar kafile gidip gözünden kaybolacak miktarı yerde ise uzak olmuş olur. O kimse suyu aramaksızın teyemmüm edebilir.

Muhit sahibi bu kavli beğenmiştir. Eğer o kimse suyun yakın yerde olduğunu sanırsa araması vacip olur. Yakın yerde olduğunu sanmazsa araması vacip olmaz. Bir kimse suyu arkadaşından istediği zaman şayet arkadaşı suyu vermezse veyahut suyu mislinin de­ğerinden daha pahalı vermek isterse veya suyu değeri olan paraya verip onun parası da olmazsa bu üç suretlerde de o kimse teyem­müm edebilir. İmam Ebu Yusuf ile İmam Şafii'ye göre teyemmüm yalnız toprakla yapılır. İmam Malik'e göre toprak ve kumla teyem­müm caiz olduğu gibi otlarla, ağaçlarla ve karla caizdir. Ahmed b. Hanbel'e göre teyemmüm yalnız yanmamış olan ve başkasından gasbedilmemiş olan tozlu bir haldeki temiz bir toprakla yapılır, kum ve diğer şeylerle yapılmaz.

 

Mestler Üzerine Mesh Etmek:

 

Mest (edik) üzerine mesh etmek sünnet-i meşhure ile caizdir. Bu sünnet-i meşhure ile sabit olup Allah (cc)'ın kitabında açıklan­mayan tatbikattır. Zira Kur'an-ı Kerim'in hükmü iki ayakları yıka­maktır. Mest üzerine meshi caiz görmeyen kimse bid'atçı olur. Fakat onu caiz gördükten sonra azimet yani kasd yolunu kabul ederek mesh etmezse onun yerine ayaklarını yıkamayı tercih ederse sevap kazanır. Mest deriden yapılan topukları örten bir ayakkabıdır. Mest­ler üzerine mesh etmenin şartları caiz olmak için beş tane şartı var­dır.

1- Mestlerin abdestten sonra giyilmesi gerekir. Zira Resulü Ek­rem (sav) şöyle buyurmuştur:

Bırak onları! Ben ayaklarım temizken (abdestli iken) onlan giy­dim. Daha sonra da Hz Peygamber mestleri üzerine mesh etti."

2- Mestler ayakların yıkanması farz olan yerlerini kapatmalıdır. Zira o yerleri kapatmadıkça onlara mest denmez.

3- İçine su girmeyecek kadar sağlam olmalıdır.

4- Mestler mukim için 24 saatlik bir yürüyüşe yolcu için ise 72 saatlik bir yürüyüşe dayanacak kadar sağlam olmalıdır.

5- Mestler tertemiz olmalıdır. Murdar olan hayvanın derisinden yapılan mestlere mesh etmek caizdir. Mest üzerine meshin süresi mukim için bir gün bir gece, seferi için de üç gün üç gecedir. Şureyh b. Hani şöyle rivayet etmiştir;

Hz Aişe'ye giderek mestler üzerine mesh etmeyi sordum. Hz Ai-şe bana Hz Ali'ye git bu hususu o benden daha iyi bilir. Zira o Hz Peygamber (sav) ile beraber sefere çıkmıştır dedi. Hz Ali'ye sorduğumda şöyle dedi:

Resulullah seferi için üç gün üç gece, mukim için de bir gün bir gecedir diye vakit tayin etti.[95]

Eğer mukim olan kimse mestlerine mesh edip sefere çıksa bir gün bir gece mesh edebilir. Eğer seferde ise mesh edip ve sonra mu­kim olursa keza bir gün bir gece devam edebilir. Zira ikamet hali a-sıldır. Aynı zamanda mesh ruhsattır. Ruhsatın en kuvvetlisi de bir gün bir gecedir. Meshin müddeti abdest temas olduktan sonra ve mestler giyildikten sonra abdest ne zaman bozulursa o zaman mes­hin müddeti başlar. Mesela bir kişi öğle namazı için abdest alıp mestlerini giyindiğinde ve sonra güneşin battığı anda abdestİ bozul­duğunda müddet başlamış olur.

Bundan sonra bir gün bir gece mukim için veya üç gün üç gece misafir için müddet başlar. Meshin farzı birdir. Mestin üzerine mesh etmektir. Az bir yerde olsa yeterlidir. Yalnız alt ile kenarını mesh et­mek yeterli değildir. Şu halde üstü ile beraber altını da mesh etmek sünnettir. Parmakları açarak her iki eli ıslattıktan sonra sağ eli sağ ayağın parmakları üzerine koyup ayak bileğine doğru ve onunla bir­likte de sol eli alttan topuk üzerine koyarak parmaklara doğru çekip mesh etmektir. Sonra sol ayağı da şu şekilde yapmaktır.

Seferi meşru -olmayan (hırsızlık gibi) bir şey için yola çıkarsa yine bir gün bir gece mesh eder. Gasbedilmiş veyahut çalınmış bir mestin üzerine mesh etmek caizdir. Mestin üst tarafı zayıf olduğu i-çin rutubeti önlemeyecek hale gelse veya geniş olduğu için yukarda ayağın bir kısmı görünse mest için caizdir.

Herhangi bir kimse abdest aldıktan sonra mesti giyer fakat iki ayağı veya biri kendi yerine girmeden abdesti bozulursa o mestin ü-zerine mesh etmek kesinlikle caiz değildir. Bir kimse ayağına deri sarar ve onu mest olarak bilirse bunu mesh etmek caiz değildir. Çünkü bu mest yerine geçmez. Bir kimsenin ayağında yara bulu­nursa ve ayağını yıkaması o kimseye zarar verecekse üstüne bir şey sarıp mesh etmesi caizdir. Bu kimse daha sonra teyemmüm ederek namaz kılar. Şu vaziyette mest giyecek olursa mesh etmesi caiz de­ğildir. Bir kimsenin mestinin birinin deri, birinin keçe olması mesh etmesine mani değildir. Deri, keçe ve katlanmış bez arasında fark yoktur. Hepsi de mesh için uygundur.

Herhangi bir kimsenin ayağında çorap olursa suyun girmesine engel olmaz, sağa sola yürümeye dayanmayan ince deri olursa her ikisine de mesh etmek caiz değildir. [96]

 

Meshi Bozan Şeyler:

 

Abdesti bozan şeyler meshi de bozar. Meshi bozduktan sonra mestin ayaktan çıkarılmasını gerektiren şeyler dörttür:

a- Mesh müddetinin tamam olması.

b- Guslü gerektiren hallerden birinin meydana gelmesi.

c- Mestin birinin veya ikisinin aynı zamanda ayaktan çıkması,

d- Ayaktan yıkanması gereken bir şeyin görünmesidir. Herhan­gi bir kimse müddetin bitmiş ya da bitmemiş olduğu konusunda şüpheye düşerse bu durumda mesh edemez. Gusül lazım olursa bu meshi bozar. Bu vaziyette kim olursa mestleri çıkarması gerekir. Guslederken mestlerin çıkarılması gerektiğini Saffan b. Assai şöyle rivayet ediyor:

Yolculukta olduğumuz zaman Hz Resutullah (sav) bize mestle­rimize üç gün mesh etmeye izin veriyordu. Üç gün boyunca cünüp ol­duğumuz zamanlar müstesna ne küçük ne de büyük abdestimizi ya­parken ve ne de uyurken mestlerimizi çıkarmıyorduk. [97]

Zira cünüplük vücudun bütününü yıkamayı gerektiren bir du­rumdur. Cabir ve Asaip, cebair cebire kelimesinin çoğuludur. Cebire yaralı bir azanın üzerine sarılan sargı bezi veya bu azanın üstüne konan ilaçtır. Asaip ise esabe kelimesinin çoğulu olup yara üstüne iyileşinceye kadar onu kirden ve necasetten koruması için sarılan sargıdır. İslam kolaylık dini olduğu için hayatın bütün yönlerini gö­zetmiştir.  İbadetleri eda etmekle insanın selametini korumak arasında uygunluk meydana getirecek hükümler koymuştur. Bir kimse­nin bir yeri veya bir organı yaralı olursa ya da kırılırsa buraları sar­mak zorunda kalır. Bu durumda üç şey yapmak lazımdır:

a- Cebire veya esabenin üzerine mesh etmelidir.

b-Yaralanan veya kırılan azanın sağlam olan kısmını yıkamalı­dır.

c- Yaralanan veya kırılan azanın yıkama sırası geldiğinde abdest almalıdır. Eğer kırığı veya yarayı sarmaya lüzum yoksa, yıkama imkanıda olmazsa sağlam yeri yıkamak yaralı olan yeri de teyem­müm etmek vaciptir. Eğer abdesti bozulmazsa o kişi her namaz için teyemmümü bir daha tekrarlamalıdır. Zira bir teyemmüm ile sadece bir farz namaz kılınabilir. Abdesti bozulmazsa yaralı veya kırık orga­nı teyemmüm ederken diğer azaların tekrar yıkanması lazım gelmez.

Cebire ve esabe üzerine yapılan meshin süresi: Meshin belli bir müddeti yoktur. Özür devam ederse her abdestte onların üzerine mesh edilebilir, özür ortadan kalktıktan, yara veya kırık iyileştikten sonra onların üzerine mesh edilmez. Kırığın veya yaranın üzerindeki sargıyı kaldırıp yerini yıkamak vaciptir. Kişi abdestliyken yarası iyi­leşip meshi bozulsa mesh edilen ve ondan sonra gelen abdest azala­rını ikinci sefer mesh etmek veya yıkamak vacip olur.

İster küçük, ister büyük hadesten taharet olsun yani abdest veya gusülde cebireler üzerindeki hüküm aynıdır. Ancak mesh bü­yük hadesten ötürü bozulursa sadece asabe ve cebirenin yerini yı­kamak vacip olur. Bedenin diğer kısımlarını yıkamak şart değildir. Yara veya kırık üzerine sargı saran kimsenin üç durumda namazı kaza etmesi vaciptir:

1- Abdestsiz veya cünüpken sarılan ve çözülmesi mümkün ol­mayan sargılardan ötürü namazı kaza etmek vaciptir.

2- Sargı teyemmüm azalarında (kollarda ve yüzde) olursa yine namazı kaza etmek lazımdır.

3- Sargı yaranın haricinde kalan sağlam kısmıda kapatıyorsa namazı kaza etmek vaciptir.

Teyemmümsüz, meshsiz olan kimseler gibi hangi çeşit namaz olursa olsun secde, her çeşit tavaf batıl ve haram olduğu gibi Kur'-arı-ı Kerİm'i taşımak veya muhafaza içinde olsa dokunması haram ve sakıncalıdır. Paraya ve elbiseye Kur'an-ı Kerim ayetleri yazılırsa o-na dokunması haram değildir. Muska diye adlandırılan kağıdada haram değildir. Zira Resulü Ekrem (sav) efendimizin Heraklius'a gönderdiği mektupta bir ayeti kerime vardı. Hz Peygamber bu mek­tubu götürene devamlı olarak abdestli kalmalısın diye emir vermedi. Şu halde abdesti olmayan onu ve ona benzeyen şeyleri götürmesi, taşıması caizdir.

Muska ve ona benzer şeyleri beraber helaya götürdüğü için on­ları naylona ve mumlu bir beze sarmak lazımdır. Abdesti olmayan kimse Kur'an-ı Kerim'i başka bir meta ile birlikte taşıması caizdir. Tefsir içerisinde bulunan Kur'an-ı Kerim'i taşıması veya dokunulma­sı caizdir. Fakat Kur'an-ı Kerim huruf cihetiyle tefsire fazla veya denk olursa veya Kur'an-ı ortaya, tefsir ise kenarda ise o vakit ne doku­nulması ne de taşıması caiz değildir. Abdestsiz olan mümeyyiz çocuk Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek için hem dokunabilir hem de taşıyabilir. Fakat çocuk mümeyyiz olmazsa veya öğrenmek için olmazsa taşıma­sı ve dokunması caiz değildir.

Kur'an-ı Kerim'in yapraklarını bir temiz değnekle {yaprak değ­neğin üzerine yüklenmemek şartıyla) çevirmek caizdir. Kur'an-ı Ke­rim'in üzerinde yazılı olduğu levhayı ellemek veya taşımak kesinlikle haramdır. Kur'an-ı Kerim-i temiz bir mürekkep ile yazmak lazım ve elzemdir. Haram ve necis bir mürekkep ile yazmak büyük bir suç ve günahtır. Dini ilmler ve hadisi nebevide öyledir. Öyle şeyleri özenle üzerinde durmak lazım ve elzemdir. Öyle şeyleri bilmeyen kimse ne­cis olan yere düşen kalemini alarak temizlemeden aynı o kalemle a-yet, hadis ve dini kitaplar yani islami kitaplar yazan üzerinde alarak onunla namaz kılar.

Kur'an-ı Kerİm-i bir duvara, elbiseye, yemeğe yazmak ve yaz­dırmak mekruhtur. Üzerinde Kur'an-ı Kerim ayeti yazılmış elbiseyi giymek ve yemeği yemek caizdir. Bir tahtanın üzrinde Kur'an-ı Kerim yazılmış ise o tahtayı yakmak caiz değildir. Fakat ayak altına düş­memek için yakmak caizdir. Kur'an-ı Kerim'i müteneccis bir şey üze­rine veya müteneccis bir mürekkep ile yazmak caiz değildir. Kur'an-ı Kerim'i küfür ülkesine götürmek caizdir. Eğer kafilelerin eline düş­mek korkusu varsa götürülmesi kesinlikle caiz değildir.

Müteneccis bir ağızla Kur'an okumak mekruhtur. Alim olma­yan kimsenin Kur'an-ı tefsir etmesi haramdır. Kur'an-ın hepsini ve­ya bir bölümünü unutmak büyük bir vebaldir. Kur'an-ı yüzünden okumak ezbere okumaktan daha efdaldir. Hanefılere göre kınlan ve­ya yarası bulunan bir uzvu (organı) yıkamak zarar verince kırık üze­rindeki tahtaya veya üzerindeki sargıya hem abdest ve hem de gusül için bir sefer mesh edilir. Eğer bu mesh zarar verirse terkedilir.

Elde, tırnakta ve diğer uzuvlarda bulunan herhangi bir yara ü-zerine konulmuş sakız, pamuk gibi şeylerin veya ilaçların üzerine de zaruret halinde bir sefer mesh yapılır. Bunlara sıcak su zarar vermi­yorsa mesh yeterli olmaz, yıkamak gerekir. Yapılacak meshin bütün sargıyı kaplaması gerekmez. Çoğunluğunu mesh etmek yeterlidir. Sargıyı çözmek zarar veriyorsa özürlü yerin etrafını sargı altındaan yıkamak gerekmez. Bunlardan açık bulunan yerleri mesh etmek kâfidir. Bunun üzerine yapılan mesh için belli bir müddet yoktur. Özür devam ettiği müddetçe sargı üzerine mesh yapılır. Bu sargının taha­ret hali üzere (abdestli olarak) sanlmış olması da şart değildir.

Bir sargı üzerine mesh yaptıktan sonra sargı değiştirilirse tek­rar mesh gerekmez. Yine bir sargı mesh yapıldıktan sonra onun üze­rine başka bir sargı daha sarılmış olsa yeniden bir mesh daha yapıl­maz. Henüz özür kalkmadan sargı açılsa mesh bozulmuş olmaz. Bir özürden dolayı iki ayaktan biri üzerine mesh yapılınca diğerini yıka­mak gerekir. Zira bu meshi de yıkamak hükmündedir. Özür tama­men kalkınca mesh bozulmuş olur. Artık sargı üzerine mesh yapıl­maz. Yerinin yıkanması gerekir.

Malikilere göre mesh için bir zaman yoktur. Gusül gerektiren bir durum olmadıkça mestler üzerine daima mesh yapılabilir. Ancak cuma namazını kılacak kimseler için her cuma günü mestlerini çı­karıp ayaklarını yıkamaları menduptur. Hanbelilere göre günah işle­mek için yola çıkıldığı takdirde bu müddet bir gün bir gece (24 saat-dir).

 

İstinca Ve Adabı:

 

İstinca; sidik ile dışkının çıkış yerlerindeki pisliği temizlemek­tir. Eziyetten ve zorluktan kurtulmak anlamına gelen neca kökün­den alınmıştır. Veya yüksek arazi anlamına gelen necve'den veya dübürden çıkan manasına gelen necivden alınmıştır. Mücmel'ül-Lu-gat'a göre "necv" karından çıkan şeydir. îstinca o çıkan şeyden ve o-nun eserinden su ile veya toprakla kurtulmak istemektir.

Karından çıkan pislik, idrar, dışkı, meni, mezi, vedi ve iki yol­dan çıkan kan gibi şeylerdir. Bunlardan istinca (temizlenmek) Hane­fılere göre sünnettir. Şafıilere göre de vaciptir. Yelden istinca sünnet değildir. Zira yel necis değildir. İki yoldan başka yerden çıkan şeyin temizlenmesine istinca adı verilmez. Pislikten kurtulmak için mutlak su yani tabii su kullanmak caizdir. Ondan başka pisliği gideren taş gibi her çeşit kuru şeyler ile istinca yapmak caizdir. Fakat en iyisi taş gibi şeylerle silinip su ile temizlenmektir. Zira taş pisliği siler, suda eserini götürür.

Eğer biri kullanılacaksa kesinlikle suyun kullanılması lazım ve elzemdir. Zira su hem necaseti hem de eserini götürür. Şayet taş ile temizlenebiliyorsa taşın kuru olması şarttır. Ön ve arkadan çıkan pisliği kurumadan temizlemek gerekir. Pisliği vücudun diğer yerle­rine dağıtmamak gerekir. Yani kamışın sünnet yerlerini ve dübürün duvarlarını aşmamalıdır. Bununla beraber taş ve benzeri şeylerle si­linip maddenin üç taneden az olmaması gerekir. Zira İbn. Mesud şöyle demiştir: "Hz Peygamber büyük abdestte çıktı. Bana üç tane taş getirmemi emretti. Hz Peygamber şöyle buyurdu:

Biriniz büyük abdeste gittiğinde beraberinde üç taş götürsün. Onlarla temizlensin. Temizlenmek için üç taş kafidir. [98] Hz Peygam­ber şu ayet Küba ehli hakkında nazil oldu diyerek Tevbe suresinin 108. Ayetini okumuştur:

O mescidde asla namaz kılma. Senin namaz kılmana layık olan mescid ilk günden beri takva üzerine kurulu olan mesdddir. Orada maddi ve manevi pisliklerden temizlenmeyi seven kimseler vardır. Al­lah'ta çok temizlenenleri sever. [99] Ebu Hureyre Küba ehli su ile te­mizleniyordu, bu ayet onlar hakkında nazil oldu demiştir. Resulü Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

îstincada üç taştan az kullanmayın. Kim taş ile istinca yaparsa taşları tek sayıda kullansın. [100] Aslında necis olan veya sonradan ne­caseti meydana gelen şeylerle istinca yapmak kesinlikle caiz değil­dir. Zira öyle şeyler pisliği götürmez, aynı zamanda necaseti artırır.

îbn Mesud şöyle rivayet ediyor; Resulü Ekrem (sav) efendimiz büyük abdeste çıktı. Bana üç taş getirmemi emretti. İki taş bulabildim. Üçüncü taş yerine kurumuş bir hayvan dtşkısı götürdüm. Hz Peygam­ber taşlan aldı, dışkıyı atarak bu necisür dedi."

îbn. Mesud Hz Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor; Cinlerin elçisi bana geldi. Onunla beraber gidip cinlere Kur'an oku­dum. İbn. Mesud olayın devamını şöyle anlatıyor; Cinler Hz Peygam-ber'den yemek istediler. Hz Peygamber üzerine Allah'ın adı anılan her kemik sizin yiyeceğinizdir. Üzerinde eti çok olan her kemik sizin yiye-ceğinizdir. Hayvanların dışkıları da sizin hayvanlarınızın yiyeceğidir dedi. Sonra ashabına sakın kemik ve dışkı ile istinca yapmayın. Zira onlar cinlerden olan kardeşlerinizin yiyeceğidir dedi." Hz Peygamber Şöyle buyurmuştur:

Kurumuş hayvan dışkısı ve kemikle istinca etmeyin. Zira onlar cinden olan kardeşlerinizin yiyeceğidir. [101] Mademki cinlerin hatırı i-çin kemikle istinca yapılmıyor. O halde insanların yiyeceği olan ek­mek gibi şeylerle bitterıkı evla yapılmaz. Zira muhterem olan şeylerle istinca etmek haramdır. Örneğin hayvanın ön ve arka bacaklarıyla veya kalçasıyla istinca etmek haramdır. Zira bu insanın Allah tara­fından şerefli kılınmasına ters düşer. Şayet eti yenen hayvanın par­çası yün gibi hayvandan ayrılır ve temiz olursa veya murdar olan hayvanın derisi tabaklanmışsa bunlarla istinca etmek caizdir.

Defi hacet yapılacak yerlerle ilgili adab: İnsanların gelip geçtik­leri ve oturdukları yerlere küçük ve büyük abdest yapılmamalıdır. Zira onlara zarar vermek haramdır ve aynı zamanda suçtur. Zira Re­sulü Ekrem (sav) efendimiz: "Lanet getiren iki yerden sakının dedi. Sahabe - lanet getiren iki yer nedir? diye sorunca, Resulü Ekrem (sav) insanların yoluna ve gölgelerine büyük-küoük abdest yapmaktır bu­yurdu. [102]

Duvardaki ve yerdeki olan deliklere küçük-büyük abdest yapıl­mamalıdır. Zira o deliklerde akrep gibi zararlı hayvanlar olabilir ve aynı zamanda insanlara zarar verebilir. Bazı zamanda sidik ve pis­likten zahmet görecek veya Ölecek küçük hayvanlar olabilir. "Abdul­lah b. Seric'in rivayeti şöyledir: Hz Peygamber yerdeki deliklere bü-yük-küçük abdest yapmayı yasak etmiştir. [103]

Akmayan sulara büyük-küçük abdest yapılmamalıdır. Şu hal­de su çokda olursa o su pislikle bile necis olmasa da gene insan ta­biatı o sudan tiksinir. Şayet su kulleden az ise necasetin düşmesiyle haram olur ve zayi olur. İnsanların başka bir şekilde faydalandıkları meyve ve ağaçların altına da büyük-küçük abdest yapılmamaalıdır. Şayet meyveler düşerse pislenir. Zaten haliyle insan tabiatı öyle yer­lere büyük-küçük abdest yapılmasından tiksinir.

Buradaki yasaklar kerahat nedeniyledir. Fakat İmam Nevevi tahrim için olduğunu işaret etmiştir.[104] Tuvalete sol ayakla girip sağ ayakla çıkmak müstehaptır. Zira necis yerlere sol ayakla girmek da­ha iyidir. Tuvalete girdiği zaman kendine beraber tazim edilen bir şeyi götürmemesi lazımdır. Tuvalete daha girmeden önce bu duayı okumalıdır:

Allah'ın adıyla ya Rab! Brkek-dişi, cin ve şeytanlardan sana sı­ğınıyorum.[105] Resulü Ekrem (sav) efendimiz tuvaletten çıktıktan son­ra bu duayı okumuştur.

Ya Rabbi! Senin affını talep ediyorum. Benden pisliğin eziyetini giderip bana afiyet veren Allah'a hamd olsun. Bana yiyeceklerin lez­zetini tattıran kuvvetini bedeninde bırakıp pisliği de dışan atan Allah­'a hamd olsun."[106]

İstinca yani ön ve arkayı temizlemek beş çeşittir:

1- Büyük abdestten sonra çıkış yerini yıkamak vaciptir.  Şu halde cünüp, ay hali ve loğusanın da ön ve arkalarını iyice yıkama­ları bu konulardandır.

2- Pislik (dışkı) çıkış yerinin çevresine yayıldığında dokunduğu yerleri de iyice temizlemek ve yıkamak vaciptir. Bu İmam Muham-med'e göredir. İmam Ebu Hanife ile İmam Ebu Yusuf a göre çevreye taşan dirhem miktarı olursa vacip az ise sünnettir. Bu konuda -mam Muhammed'e göre amel etmek yarar ve fayda verir. İhtiyat ola­rak daha iyidir. (Fetavayı Hindiyye)

3- Pislik çıkış yerinin etrafına dağılıp yayılmazsa o zaman te­mizlenmesi su ile yıkanması ve taş benzeri bir madde ile temizlen­mesi sünnettir.

4- Yalnız idrar yapılırsa o zaman tenasül aletini veya cihazı yı­kamak müstehaptır.

5- Yellendikten sonra temizlenmeye kalkışmak bid'attır. Ayak-a, uzanık vaziyette veya tamamen soyunmuş bir vaziyette hiçbir özar yokken idrar yapmak mekruhtur. Bir özür olursa bir sakıncası yoktur. Bu konuda Hz Aişe validemiz diyor ki:

Kim size Resuîullah (sav) efendimiz ayakta durup idrarını yap­tığını söylerse sakın onu tasdik etmeyin. Zira Resuîulîah (sav) ancak ve ancak çömelerek idrarını yapardı." (Beş muhaddis rivayet etmiş­lerdir).

İmam Nevevi (ra) bu konuda diyor ki " Şüphesizki çömelerek idrar yapmak daha iyidir. Şu halde ayakta idrar yapmak mubahtır." Nitekim Huzeyfe (ra)'nın bu konuda rivayet ettiği sahih bir hadis vardır. Nevevi'nin bu tesbitinde ümmet için kolaylık vardır. Allah (cc) daha iyisini bilir. Hanefi mezhebine göre taşlarla istinca sünneti mü-ekkeddir. Şafii mezhebine göre bir farizadır.

Bir kimse taşlarla veya onun yerine kaim şeylerle istincayı terk etse namazı caiz olmaz. Bu mesele aslında bir başka meselenin fer'i-dir. Eğer necaset dirhem miktarı yahut daha az olursa namazın ce­vaz için onun izalesini gerekli {farz} kabul edecek miyiz, yoksa etme­yecek miyiz? Hanefi mezhebine göre gerekli değildir. Şafii mezhebine göre gereklidir. Nitekim bu necaset başka bir mahalde de olsa aynı şekildedir. Ancak bu mahalde taşla, kerpiçle temizlenir. Sair mahal­lerde ise ancak su ile temizlenir (kifaye).

İstinca eden kimse îmam-ı Azam'a göre mahrecini (büyük pis­lik mahallini) önce yıkar. İmameyne göre mahrecini ikincide yıkar. Fetva îmam-ı Azamı (ra)'ın görüşüne göredir. Yaz günlerinde birinci taş ile idbar olunur. Yani taş arkaya doğru çekilir. Zira yaz gününde husyeler sarkar. Dışkı bulaşmasından sakınarak ikbal olunmaz. Ya­ni öne doğru çekilmez. Ondan sonra ikbal olunur. Ondan sonra te­mizlikte mübalağa için arkaya doğru çekilir. Kış günlerinde bu şek­lin aksi yapılır. Kadın yaz ve kış, erkeğin yazın istincası yapar. Yani fercinin pisliğe bulaşmaması için daima birinci taş ile önden arkaya doğru çeker.

Erkek, istincanm başlangıcında orta parmağını diğer parmak­larından biraz yüksek tutar ve mahrecini yıkar. Ondan sonra üç se­fer yıkadığı vakitte yüzük parmağını kaldırır, ondan sonra serçe par­mağını kaldırır. Ondan sonra şehadet parmağını kaldırır. Yani yük­sek tutar ve kalbine kanaat gelinceye kadar yıkar.

Kadın yüzük parmağı ile orta parmağını beraber kaldırır. On­dan sonra erkeğin yaptığı gibi yapar. Zira kadın, erkek gibi bir par­mağıyla başlasa olaki parmağı fercine gidip istemeden de olsa iştah-lanırsa üzerine gusül vacip olur. Küçük abdest bozulduktan sonra kalp damlamanın kesilmesine dair kanaat getirinceye kadar yürü­mekle veya öksürmekle veya sol taraf üzerine yatmakla istibra yani idrarının  sonunu almak vaciptir.  Zahiriyyede böyle zikredilmiştir.

Bir kavle göre; zekeri üç kere silkmek ve çekmekle yetinilir. Şurası bir gerçektir ki; insanların tabiatları ve adetleri çeşitlidir.

Kemik, tezek, saç, ağaç yaprağı, cam, et, yiyecek maddeleri ile istinca yapmak mekruhtur. Zira bu maddelerin ekserisi insanlar ba­zı faydalı konularda da kullanmaktadır. Tezeğin yakıt ya gübre o-larak kullanılması, cam ve benzeri madeni eşyanın toplatılarak fab­rikalarda değerlendirilmesi bu cümledendir.

İslam dini her zamana ve her millete haber veren son dindir, insanların faydalanacağı maddeleri h.er vakit kıymetli saymış ve mu­hafazası için bir akıl çaresi koymuştur. Taşla istinca yapmak müm­kündür. Su bulunmadığı veya su bulunduğu halde evvela taşla is­tinca sonra su ile iyice temizlenmek daha uygundur. Helaya girilir­ken, mümkünse içinde namaz kıldığı elbisenin başkasıyla girmek müstehaptır. Eğer mümkün olmazsa kesinlikle bir beis yoktur. Bu vaziyette helaya girilirken müstehap sayanlarda olmuştur. Küçük-büyük abdest bozarken kıbleye karşı durmak, kıbleye arkasını dön­mek mekruhtur. Şu halde avret yerinin açılmasıyla olursa mekruh olur. Zira Resulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Büyük abdest bozmaya hazır olduğunuzda Allah'ın (cc) kıble­sine saygı gösterin, kıbleye önünüzü veya arkanızı dönmeyin. Ancak doğu veya batı taraflarına doğru durun." [107]

Şayet önü veya arkayı kıbleye dönmek hades için olmayıp an­cak hadesin giderilmesi olursa, mekruh değildir. {El Encaş). Avret yeri açık halde, kıbleye önünü veya arkasını dönerek abdest bozmak bina içinde de olsa mekruhtur. Zira delil bina içinde olanı ayırma-mıştır. Siraciye'de şöyle denir: Helada (istincada) ferci (avret yerini) kıbleye döndürmek mekruhtur. Fakat elbisenin arka kısmını kaldır­mamak şartıyla arkaya dönmekde bir beis yoktur. Abdesti tamam­lamak için avret yerini açmak ve aynı şekilde avret yerine bakmakta mekruhtur. Ulema demiştir ki; özürsüz olarak ayakta küçük su dök­mek tahrimen değil tenzihen mekruhtur.

Şafıilere göre büyük-küçük abdest yaparken önü veya arkayı kıbleye döndürmek haramdır. Şayet ovada veya sütre şartları olma­yan helayada büyük-küçük abdest yapılırsa. Sütre olacak bir yük­seklikte yoksa, yüzü ve sırtı kıbleye çevirmek haramdır. Sütrede yaklaşık olarak yüz elli cm olması da şarttır. Şayet tuvaletin çevresi kapalı ise yüzü olsun, sırtı olsun kıbleye çevirmek caiz olur. Zira Hz Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Küçük veya büyük abdest için dışarı çıktığınızda yüzünüzü ve sırtinızı kıbleye çevirmeyin. Yüzlerinizi doğuya veya batıya çevirin. [108] Bu hüküm sahraya hastır veya sütresi olmayıp sahra hükmünde o~ lan mekanlara tahsis edilmiştir. Delili ise îbni Ömer'in şu rivayetidir: Ablam Hafsa'nın evinin damına çıkmıştım. Hz Peygamberin sırtını kıbleye, yüzünü Şam tarafına çevirmiş defi hacet ederken gördüm [109]

Birinci hadis, sahra ve sahra hükmünde olan sütresiz mekan­lara, ikinci hadis ise bu iş için hazırlanmış mekanlara ve bu mekan­ların hükmünde olan yerlere hamledilir. Böylece deliller arasında birlik sağlanmış olur. Defi hacet için yapılmayan yerlerde defi hacet yapmak sütre olsa dahi kerahattan uzak değildir. Defi hacet yapar­ken sağ tarafı dikmeli ve kuvvetini yani ağırlığı sol tarafa vermelidir. Tenasül uzvuna ve çıkan şeyede bakmayıp gözleri kapamalıdır. Defi hacet yaparken konuşmak veya başka şeylerle uğraşmak mekruh­tur. İbni Ömer şöyle rivayet ediyor:

"Hz Peygamber küçük abdestini yaparken yanından iki kişi geç­ti ve Hz Peygamber'e selam verdiler. Hz Peygamber selamlarını alma­dı. " Ebu Said Hz Peygamberin şöyle dediğini rivayet ediyor:

Büyük abdeste çıkan iki kişi avret yerlerini açıp konuşurlarsa, Allah onlara buğz eder. [110]

Defi hacet ortasında konuşmak haram olduğu gibi oynamak yemek- içmek vb. Şeyler de haramdır. İstinca su, taş vb şeylerle ve mümkünse sol elle yapılmalıdır. Zira pis işlerde sol eli kullanmak daha uygundur. Sağ elin kullanılması mekruhtur. Sağ elle kamışını tutmakta mekruhtur. Şayet kişi sol eli felçli olursa o zaman sağ eliy­le de taş vb temizlik maddelerini tutmalı, sürtmek suretiyle sidiğin çıktığı yeri temizlemelidir. Hz Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Küçük abdest yaptığınız zaman tenasül aletini sağ elinizle tut­mayın ve elinizle istinca yapmayın. [111]

Hades lugattan yeni çıkmış bir şeydir. Şer'i manası ise bir ta­kım ibadetlerin yapılmasına mani olan ve hükmü pislik sayılan hal­lerdir. Küçük hades abdestsizliktir, büyük ise cünüplüktür.

 

Hayız (Aybaşı/Adet Görme):

 

Bir kadının cinsel olgunluk devresindeki olan zamanına ergin çağı denir. Her ay döl yolundan belirli müddet kan akmasına adet görme denir. Bu adet erkekler için olmayıp yalnız kadınlara has olan bir adettir. Bu haller; hayız (aybaşı, adet görme), nifas (lohusalık) ve istihaze (özür kanı) olmak üzere üç çeşittir.

1- Hayız kanı: Sağlıklı kadından belli yaşlar arasında gelir.

2- Özür kanı: Kadının cinsel organından değilde çatlak bir da­mardan gelip, cinsel organ yolu ile gelen kokusuz bir kandır.

3- Lohusalık kanı: Doğumdan sonra belirli bir müddet akan kandır. Hayız (adet görme) kelimesi (akıntı) manasına gelir. Şer'i an­lamı ise bir kadının cinsel olgunluk devresinde (buluğ çağında) her ay döl yolundan belirli süre akan kandır. Doğum, hastalık, damar çatlağı vb sebeplerden dolayı gelen kan bu adet görme kanının dı­şından kalır. Yani öyle kanlar hayız kanı değildir.

Hanefılere göre hayız kanı dokuzdan kesilme yaşı arasındaki devre ile sınırlamışlardır. Adetten kesilmenin tavamda ellibeş yaş o-larak kabul etmişlerdir. Adet görmenin üst sınırı için bir ayet veya şekildeki olan kadın hastalığı nedeniyle eğer özür kanı görmeye baş­larsa adeti ve temizliği her ayda bu şekilde hesap edilir.

Bazı kadınlarda da hayız günleri düzensiz olabilir. Mesela bir ay beş diğer ayda altı gün adet görebilirler. Bu şekilde ihtiyatlı olan­lara amel etmek lazımdır. Mesela; bu şekilde olan bir kadın, altıncı günde yıkanır. Eğer ramazanı şerife rastlamışsa orucunu tutar. Na­mazlarını da kılar. Zira altıncı gündeki olan kan özür kanı olması kadının aklına gelir. Fakat bu altıncı gün bitmezse cinsel ilişkide bu­lunmaz. Boşanmışsa iddeti bitmiş diye sayılmaz. Zira bu altıncı gündeki kadının kanı hayız kanı olabilir. Bir aybaşı müddetinin de­ğişmesi ile en az iki sefer başka müddete cereyan etmesi kâfidir.

Mesela bir kadın düzenli olarak tüm ay beş gün müddetle ay­başı hali görürse bu usulden sonra altı güne çıkarsa artık bu yeni müddete tabi olması lazımdır. Eğer bir kadın düzenli süre ile geçse fakat on güne kanı geçmezse o kan aybaşı kanı sayılır. Bu vaziyette­ki olan kadın düzenli süre on güne dönüşmüş olur. Mesela bütün ay yedi gün kan gören bir kadın bundan sonra on gün kan bir daha görse yekûn on gün hayız hali sayılır. Bu durumdaki olan kadının adeti yedi günden on güne çıkmış olur. Eğer düzenli olarak görülen bir kadın kandan sonra on günden fazla zamanla kan görmeye baş-lansa düzenli zamana tabi olur. Fazlası ise özür kanı sayılır.

Örneğin önce ayhali düzenli olarak yedi gün süren bir kadın bundan sonra her ay on bir veya on iki gün kan görmeye başlansa bunun düzenli yedi günü hayız geri kalan dört veya beş günü ise Özür kanı kabul edilir. Şayet bir kadın düzenli süreden Önce görül­meye başlayan ve yekûn on günü geçmeyen kanda hayız kanıdır. E-ğer on günü geçerse düzenli süre kanı hayız, önceki fazla olan kan özür kanıdır. Örneğin; bütün aybaşından itibaren beş gün adet gö­ren bir kadın daha sonra düzenli süreden önce iki veya üç gün daha kan görmeye başlarsa bunların yekünü olan yedi veya sekiz gün ha­yız sayılır.

Şayet yekûn on günü aşarsa düzenli süre olan yedi gün hayız, fazla olan günler ise özür kanı kabul edilir. Aybaşı günleri içinde ka­nın kesilmesi hayız halinde bazı kadınların hayız hali devam eder. Bazıların da kanı kesildikten sonra yine görmeye başlayabilir. Kanın kesildiği süre içinde kadın temiz mi veya hayızlı mı sayılacaktır? Ha­nefî ve Safirlere göre adet süresi içinde kanın görülmediği sürelerde de kadın hayız sayılır. Örneğin; bir kadın bir gün kan görse ikinci günde bir pamuk koyduğu halde kirlenmeyecek şekilde gelmese bile ve üçüncü veya dördüncü gün bir daha kan görse kadın bu süre.i-çinde hayızlı sayılır.

Bu duruma göre iki kan arası görülen temizlik aybaşını bölen bir süre kabul edilmemiştir. Aksine başında ve sonunda kanın gö­rülmesi şartıyla on günü aşmayan bu müddet içinde kadın hayızlı sayılır. İlk olarak görmeye başlayan bir kızın adeti kesilmeyip de­vam edecek olursa her aydan on günü hayız yirmi günüde temizlik günleri sayılır.

Bir kadın düzenli adet görürse hastalık nedeniyle üst üste kan akmaya başlasa düzenli adet süresine karşılık olan günlerde hayızlı, bundan başka temiz sayılan bir kadın tüm ay on gün hayız yirmi gün veya altı aydan daha az bîr süre temizlik hali düzenli olarak gör­se daha sonra sürekli olarak kan gelecek olsa her ayın ilk on günü hayız diğer yirmi günü veya altı aydan az olan sürede temizlik sayılır.

Ancak temizlik süresi altı ayı aşarsa altı aydan bir saat eksik kabul edilir. Zira altı ay gebelik süresinin alt sınırıdır. (Mütehayyire) Bir hastalık veya dikkatsizlik sonucu adet günlerini unutmuş olan bir kadından kan kesilmeyip devam ederse hayız cihetiyle galip zan­nıyla amel eder. Eğer galip zannı olmazsa ihtiyata göre yapar. Mese­la hayız müddetinin beş gün olduğuna kanaat getirirse buna tabi olur. îhtiyat uygulanırsa boşanma iddeti konusunda adeti on gün temizlik süreside altı aydan bir saat noksan olarak takdir edilir.

Başka bir fikre göre ise temizlik müddeti iki ay olarak kabul edilmiştir. Lohusahk (nifas); kadının doğumundan sonra gelen kana denir. Çocuk ile beraber gelen kan veya doğumdan evvel gelen kan özür (istihaze) veya bozuk bir kan olarak kabul edilir. Tekilinde 'ajji Nüfesa denir. Yani lohusa demektir. Çoğulunda Nisvetünifasin yani nifash kadınlar denir. Arapçada Nüfesau 'sja Uşera'dan baş­ka tekili Fuala olup ouî Fual, fial vezninde çoğul olan kelime yok­tur. Sıhahı cevheride şu şekilde zikredilmiştir. Nifas (lohusalık) de­nilen kanın en azında haddi yoktur. Muhidde ve diğerlerinde böyle zikredilir. Sıraciyyede onun en azının bir saatte olsa mevcidiyetidir. Fetva buna göredir.

Zira çocuğun çıkması, nifas kanın rahimden olduğuna açık bir alamettir. Şu halde rahimden olması tarafını teyid eder bir şeye ha­cet yoktur. Hayız onun gibi değildir. Zira hayzm rahimden olmasına delalet eder şey yoktur. Onun için imtidad yani uzama muraccah kı­lınmıştır. Nifasm ekserisi kırk gündür. Zira Resulullah (sav) "Lohusa Kaçlın ıçm kırk gün müddet vardır" buyurmuşlardır. Hayız ve nifastan her biri iç donu altında olan şeyden faydalanmak arzusunu men eder. Mübaşeret yani erkek ile kadının şehvet hissi ile tenlerini birbi­rine sürmesi, mübaşet gibi tefhizde peştemalin (izann) üstünden el­lemek ve öpmek caizdir. Yalnız kan yerinden karışmak caiz değil ha­ramdır.

Kadın gebelik zamanında ve doğum zamanına kadar abdest a-lır. Her türlü ibadeti yapabilir. Şayet çok rahatsız olursa teyemmüm yapabilir ve namazını işaret ile kılar. Namazı aynı zamanda vaktinde kılar. Lohusalığm en kısa zamanı için bir hududu ve sının yoktur. Bir günde olabilir. Zira bunun delili ayet veya hadis kesinlikle yok­tur. Lohusalığın en uzun müddeti kırk gündür. Ondan sonra görüle­cek olan kan istihaze yani Özür kanıdır. Delil Ümmü Seleme (ra)'dan sabit olan şu hadistir: "Lohusa kadın Resuîullah (sav) zamanında kırk gün kırk gece beklerdi.[112]

Şafii ve Malikilere göre ise lohusalığm ekserisi altmış gündür. Eğer süreye göre olmazsa kırk gündür. Bazı kadınlar doğum yapar­ken kan görmeyebilir. Rivayete göre Resuîullah zamanında bir kadın doğum yaparak ve lohusalık kanı görmemiş. Bunun için kendisine zâtu-1 cufuf ismi verilmiştir.[113]

El, ayak gibi uzuvları belirmiş olan bir çocuğun düşmesiyle ni-fas hali meydana gelir. Bu kan genel olarak on veya onbeş gün ka­dar devam eder. Şu halde uzuvları belirmemiş bir düşüğe nifas hü­kümleri uygulanmaz. Öyle düşmesiyle meydana gelen kan üç gün devam eder. Eğer öncede en az on beş gün temizlik hali devam etmiş olursa kesinlikle bu bir hayız kanıdır. Eğer böyle değilse özür kanı­dır. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre çocuk doğuran kadından hiç kan gelmezse lohusa kanı değildir. Bu yüzdende gusül lazım ol­madığı gibi eğer kadın oruçlu ise orucu da bozulmaz. Yalnız abdest alması kâfidir.

Ebu Hanife'ye göre ihtiyaten gusül yapabilir. Lohusalık müdde­ti içinde kanın kesilmesi fasıla meydana getirmez. Zira başta ve son­da kanın bulunması peşpeşe akan kan gibi kabul edilir. Kanın ke­silme süresi on beş günden daha az veya daha çok olması arasında fark yoktur. Maliki ve Şafiilere göre temizlik süresi on beş günü ge­çerse temizlik, bundan sonra gelen kan ise hayız kanıdır. Şayet te­mizlik hali on beş günden az devam ederse tümü lohusalık sayılır.

îkiz doğumlarda lohusalık müddeti ilk çocuğun doğmasıyla başlar. Şafiilere göre ikinci çocuğun doğmasıyla başlar. Birinci çocu­ğun doğumundan sonra gelen kan ise eğer adet zamanına rastlan-mışsa hayızdır. Eğer bunun aksi ise özür kanıdır. Başka bir görüşe göre ikiz doğan çocuklar "tev'emeyn"in anasının nifası, İmamı Azam (ra) ile Ebu Yusuf (ra)'ya göre birinci çocuktan itibarendir. İmam Şa­fii (ra)'ın İmam Muhammed (ra) ve İmam Züfer (ra) bunu kabul et­memişlerdir.

Zahiriyye de şöyle anlatılır; Ebu Yusuf (ra), Ebu Hanife (ra)'ya bir kadm bir karında iki çocuk doğursa nifası birinci çocuktan mı­dır, yoksa ikinci çocuktan mıdır? diye sormuştur. Ebu Hanife (ra): birinci çocuktandır cevabını vermiştir. Ebu Yusuf: iki doğum arasın­da kırk gün olursa nasıl olur diye sorduğunda Ebu Hanife (ra): bu olmaz cevabını vermiştir. Tekrar Ebu Yusuf (ra) ya olursa dediğinde bu defa Ebu Hanife : Ebu Yusuf un inadına olsa nifas birinci çocuk­tandır diye cevaplamıştır.

Şeyh İmam Hazerzade El Cami Fil İmam'da der ki; şayet iki do­ğum arasında kırk gün olursa kadm ikinci doğumdan nüfesa olur. Tev emeyn: Bir karından çıkan iki çocuktur ki ikisinin doğmalarının arasındaki süre altı aydan daha az olur. Fukahanın ittifaklarına gö­re kadının iddeti diğer çocuğun doğması ile biter. Onların delili şu­dur; ikiz çocuğun anası diğer çocuğa hamiledir. Şu halde onun kanı rahimden gelmiş olmaz. Bundan dolayı iddet ancak ikinci çocuğun doğmasıyla biter. Bizim delilimizde şudur; kuşkusuz nifas doğumun ardından akan kandır. Bu da öyledir. Bu takdirde o, hemen birinci çocuğun ardından akan kan gibi olur.

İddetin bitmesi ise hamileye izafe edilen hamileliğin doğumla sona ermesine bağlıdır. Şu halde hepsine şamildir.

 

Hayız Ve Lohusalığın Hükümleri:

 

1- Hayız ve lohusalık kanları kesildikten sonra gusül etmek, la­zımdır. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

"Sana hayız halinden sorarlar. Deki; o bir ezadır. Hayızlı i-ken kadınlarla (cinsi münasebetten) sakının. Ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Al­lah'ın size emretti-ği yerden onlara yaklaşın. [114] Resulü Ekrem (sav) Fatıma binti Ebi Ubeyş'e şöyle demiştir: "Hayızlı olduğun zaman namazım bırak, kesildiği zaman da yı­kan ve namazını kıl. [115]

2- Kadın aybaşı sebebiyle buluğ çağına girilmiş olur ve şer'i e-mirlerine muhatab olur. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle bu­yurmuştur:

Allah aybaşı görecek çağa gelen kadının namazını ancak baş örtüsü ile kabul eder. [116]

Diğer şer'i emirlerde buna dahildir. Aybaşı ve lohusalık nede­niyle haram olan şeyler:

a- Namaz kılmak: Adetli veya lohusa kadının namaz kılması caiz değildir. Peygamber Fatıma binti Ebi Hubeyşe şöyle buyurmuş­tur:

"Hayız gördüğün zaman namazı bırak ve hayız halin sona erin­ce, kanı temizleyerek guslet ve namaz kıl" [117]

Adetli kadın kılmadığı namazları kaza etmez. Fakat tutamadığı oruçları ramazan ayı bittikten sonra kaza eder.

b- Oruç tutmak: Lohusa olan veya adet gören kadın oruç tut­maz. Zira Hz Aişe (ra) şöyle demiştir:

"Biz Resululah zamanında adet görüyorduk. Namazı kaza et­mekle emrolmadığımız halde tutamadığımız orucu kaza etmekle em-rolunuyorduk. [118] Şu halde oruç borcu olanların üzerinden düşmez. Bunun için orucun kazasılazım ve elzemdir.

c- Mescide girmek, orada eyleşmek veya itikafa çekilmek: Zira Hz Peygamber şöyle buyurur:

"Hiç bir hayızlı veya cünüp mescide giremez. [119] Şafii ve Hanbelilere göre hayızlı ve lohusanın kirletmemek şartıyla mescidden karşıdan karşıya geçmesini caiz görmüşlerdir. Zira Hz Peygamber'in Aişe (ra)'a böyle bir izin verdiği rivayet edilir.

d- Tavaf: Zira Hz Peygamber hacc sırasında adet gören Aişe (ra)ya şöyle buyurmuştur:

Hayız gördüğün zaman temizleninceye kadar beytullahı tavaf­tan başka, hacıların yaptığı diğer hacc ibadetlerini yap. [120]

e- Cinsel temasta bulunmak veya göbekle diz kapağı arasından faydalanmak yani istimna: Zira bunların delili ayet ve hadistir. Ayet­te şöyle buyurulur:

Hayız halinde iken kadınlardan uzaklasın ve temizlenince­ye kadar onlara yaklaşmayın. [121]

Uzaklaşmaktan maksat onlarla cinsel teması bırakmaktır. Yine hayızlı eşi ile ne derece ilgilenebileceğini soran bir sahabeye Allah el­çisi şöyle cevap vermiştir:

Senin için göbekten üst taraf serbesttir. [122]

Hanbelilere göre göbekle diz kapağı arası cinsel temastan baş­ka yararlanmak (istimna) için caizdir. Zira Hz Peygamber şöyle bu­yurmuştur:

Hayızlı kadına cinsel temastan başka her şeyi yapabilirsiniz.  [123]

Hanefi, Şafii ve Malikilere göre hayızlı veya lohusa eşiyle cinsel temasta bulunan erkeğe bir keffaret lazım gelmez. Yalnız haram işle­diği için tevbe ve istiğfar etmesi lazımdır.

f- Kur'an-ı Kerim okumak, mushafa el sürmek ve onu taşımak: Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

"O'na tertemiz olanlardan başkası dokunamaz. [124] Hz Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Adetli kadın ve cünüp olan Kur'an'dan hiçbir şey okuyamaz. [125]

g- Boşama: Hayız görmekte olan kadını boşamak caiz değildir. Bununla beraber eğer kadın hayız halinde boşanırsa boşaması ge­çerli olur ve talakı bid'i ismini alır. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

"Boşayacağınız zaman eşlerinizi iddetlerine doğru boşayın. [126]

Yani içinde iddet meşru olan bir sürede boşayın demektir. Zira ay halinin geri kalan kısmı kesinlikle İddetten sayılmaz. Keza Resulü Ekrem (sav) Abdullah b. Ömer'e eşini temizlik günlerinde veya hami­le iken bosayabileceğim bildirmiştir. [127]

 

Özür Kanı (İstihaze):

 

Bu hastalık kanıdır. Rahmin en altında olan bir damardan çıkar. Bu damarın ismi azildir. Eğer bu kan akarsa abdest bozulur. Fa­kat gusül lazım değildir. Bu sebeple namazı ve orucu bırakmayıda gerektirmez. Eğer bir kadın istihaze kanı görse, kanı yıkamalı ve ak­tığı yeri bağlayıp her farz namaz için abdest alarak namazı kılmalı­dır. Hz Peygamber istihaze kanı gören Fatıma binti Ebi Hubeyş'e şöyle demiştir:

"Hayız kanı siyah bir kandır. Bu kanı gördüğünde namazdan u-zak dur. Diğer kan ise hastalık kanıdır. Bu kan geldiği zaman abdest al ve namazını kil."

Fatıma binti Ebi Hubeyş Hz Peygamber'e gelip Ey Allah'ın Re­sulü ben devamlı istihaze kanı görüyorum namazımı terk edeyim mi? deyince Hz Peygamber şöyle cevap verdi:

Hayır terk etme o hayız kanı değil sadece hastalık kamdır. Ha­yız gördüğün zaman namazı terk et kesildiği zamanda onun vaktini takdir et. Sonrada kam yıka ve namazını kil. [128]

İstihaze kanı devamlı olursa sahibi özürlü sayılır. Bunun için kendisi hakkında özürlülere göre hükümler uygulanır. Zira yaradan akan kan veya durmayan burun kanaması gibidir. Bu kanla yalnız abdest bozulur. Şu halde lohusalık veya hayız (aybaşı) nedeniyle ya­sak olan namaz ve oruç gibi ibadetlere, Kur'an okumaya, tavafa, mescide girmeye, mushafa el sürmeye, itikafa ve cinsi münasebette bulunmaya engel kesinlikle olmaz.

Öyle şeyleri yapmak kesinlikle caizdir ve kerahati de yoktur. Zira islam dini kolaylık bir din olduğu için özürlülere bu kolaylıkları göstermiştir.[129] Özür kanının yalnız abdesti bozduğu hadislerle sabit­tir. Zira Hz Peygamber (sav)'in Hamne binti Cahş'a istihaze halinde oruç tutmasını ve namaz kılmasını emrettiği nakledilir. [130]

Hanefi, Şafii ve Hanbelilere göre lohusalık veya hayız süresin­den başka herhangi bir kadın Özür kanı görse kanı temizleyip pa­muk veya bez gibi şeyler koyarak akmaması için lazım gelen tedbir­leri aldıktan sonra her namaz için abdest alması lazımdır. Zira Resu­lü Ekrem (sav) aşırı kan geldiği için şikâyette bulunan Hamne (ra)'ya şöyle demiştir:

Fercine pamuk koyup bağlamanı tavsiye ederim. Zira bu kam keser. [131]

Bunun gibi özür kanı gören bir kadın için Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur:

Adet günlerinde namazı terk eder. Sonra gusül eder. Ondan sonra her namaz için abdest alır. Namazım kılar, orucunu tutar. [132]

Zira öyle kadınların temizliği zaruret ve özür hali temizliğidir. istihaze kanı bazen adetten kesilme çağma girmiş olan yaşlı hanım­larda ve dokuz yaşından küçük olan kız çocuklarında görülebilir. Örneğin; yetmiş yaşma girmiş olan bir kadından ondan sonra gele­cek kan istihaze kanıdır. Yani özür kanıdır. Eğer bu kadın daha ön­ceki adeti üzere gelen kan görürse aybaşı hali geri dönmüş olur. E-ğer bu kan az ise kesinlikle aybaşı kanı değildir.

Sezeryan ile doğum yapan kadının durumundan şer'i hüküm nedir? Fıkıh alimlerimiz bu konuda bize ışık tutmakta ve bunun gibi meseleleri kolaylaştırmaktadır. Bir kadının nahiyesinde meydana ge­len bir yaradan veya adet yolundan doğum yapması tıbben tehlike olduğunda sezeryan ile alınan çocuk nedeniyle ann'e nifasa sayılır mı? Bu kadın her iki durumda da döl yatağından kan gelmezse Ebu Yusufa göre kadının bu durumda gusletmesi vacip değildir. İmam Ebu Hanife'ye göre kadının gusül etmesi vaciptir.

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

NAMAZ

 

Ezan:

 

Ezan Kur'an'ın en derin manası, islamın sedası, din ve imanın belirtisi, alemüş şehadet ile alemül ukba arasında eşitliği sağlama­nın yolu, insanlara davetin değişmeyen alameti, ruh ile beden ara­sında uyum kurmanın anahtarıdır.

Ezan lugaten bildirmek (ilam) demektir. Şeriaten özel bir şekil ile namazın vaktini bildirmektir. Ezandaki olan elfaz mahsuseye ya­ni muayyen lafızlara ezan ismi verilir. Ezan vaktinde kılman namaz için de kazaya kalan namaz için de sünnettir. Şu halde vaktinden önce ve sonra ezanın okunması caiz değildir. Ancak kaza için caiz­dir. Zira eğer eda vakti geçmişse de kazanın ezanı, kaza vakti içindir. Zira Hz Peygamber şöyle buyurmuştur:

Musalli vakti geçen namazı hatırladığı zaman kılsın. [133]

Çünkü vakti geçen namazın hatırlanması onun kazasının vak­tidir. Eğer vakit girmezden önce ezan okunsa o ezanın iadesi lazım­dır. Ezan cemaat için sünnet-i kifaye, fert için sünnet-i ayn'dır. Ce­maatten birinin ezan okuması diğerleri içinde kâfidir. Lakin tek basına namaz kılan kimse ezan okumazsa sünneti yerine getirmemiş sayılır.

İslamın alametlerinden bir alamet olduğu için ezanın kıymeti, önemi, şerefi çok büyüktür. Ezan beş vakit namaz, onların kazası ve cuma namazı için sünnet-i müekkededir. Sünnet kılınmıştır. Vitir namazı, iki bayram namazı, küsüf namazı, husuf namazı, cenaze na­mazı, istiska namazı, sünnetler ve nafilelerde ezan sünnet değildir. Ezanın meşru kılınmasının delili ise Kur'an ile sünnettir. Kur'anda ki olan delil ise:

Ey İman edenler! Cuma günü namaza (ezan ile) çağırıldığı­nız zaman Allah'ı anmaya (cumayı kılmaya) koşun ve alış-verişi bırakın. [134] Sünnetteki olan delil ise:

Namaz vakti geldiğinde içinizden biri size ezan okusun. Sonra en büyüğünüz size imamlık yapsın. [135]

Ezan ne zaman sünnet olmuştur? Ezan hicretin ilk senesinde Medine'de sünnet kılınmıştır.

İbni Ömer şöyle demektedir: "Müslümanlar Medine'ye geldikleri zaman toplanıp namaz vakitlerini gözetlerlerdi. O zaman namaz için çağrı yapılmıyordu. Bir gün bu hususta konuştular. Bazıları Hıristi­yanların çanı gibi bir edinelim dediler. Hz Ömer halkı namaza çağır­mak için neden bir adam göndermiyorsunuz? dedi. Hz Peygamber Ey Bilal! Kalk namaz için nida et (ezan oku) dedi. [136]

Ezan-ı Muhammedi hicretin birinci yılında (622/623) Medine-i Münevvere'de meşru kılınmıştır. Vacip derecesinde kuvvetli bir sün­nettir. Ezanın meşru oluşu yalnız rüya ile değil hem Peygamber e-fendimizin (sav) sünnetiyle ve hemde İlahi vahiyle sabittir. Hicretin birinci yılında Medine-İ Münevvere'de Mescİd-i Nebevi tamamlanınca cemaatle namaz kılınmaya başlanmıştır.

Namaz vakitlerinde de Hz Bilal-i Habeş'i (ra) Resulullah'm (sav) emriyle "essalah, essalah (namaza namaza)" veya "essalatü camiatün (namaz cemaate toplayıcıdır)" diye seslenirdi. Bu usul müslümanları zamanında cemaate toplama ve onları cemaatten mahrum etmemeye elverişli olmamaktaydı.

Bu nedenle cumayı ve beş vakti zamanında bildirecek bir ala­mete ihtiyaç duyulmuştu. Bu iş için Peygamber efendimiz (sav) baş­kanlığında bir müşavere heyeti toplandı. Toplantıda hazır bulunan ashab tarafından çeşitli teklifler öne sürüldü. Bu teklifler namaz va­kitlerinin boru çalınarak, ateş yakılarak, çan çalınarak veya yüksek­çe bir yere bayrak dikilerek haber verilmesi şeklindeydi.

Fakat Peygamber efendimiz (sav) bu tekliflerin her birini başka millet ve dinlere aid olması nedeniyle münasip görmemişti. Neticede müşavere heyeti bu hususu karara bağlayamadan dağılmasından sonra ensardan Zeyd oğlu Abdullah (ra)'m rüyasında bugün okudu­ğumuz ezan teallüm eylemesi ve bu rüyasını Peygamber efendimiz (sav)'e anlattığı zaman Resulü Ekrem (sav)'in "İnşaallah bu hak rüya­dır. Gördüğünü Bilal'e öğret. Zira Bilal'ın sesi senden güzeldir." Bu­yurması üzerine Abdullah (ra) emri şerifi yerine getirdi.

Bilal-ı Habeşî (ra) Medine'nin en yüksek yerine çıkarak Zeyd oğlu Abdullah (ra)'dan öğrendiği ezanı yüksek ve çok tatlı bir sesle o-kudu. Ezan-ı Muhammedinin Medine semalarına yayıldığı sırada bu ilahi daveti duyan Hz Ömer (ra) evinden çıkıp koşa koşa Resulullah (sav)'a gelip

Ya Resulallah aynı rüyayı ben de gördüm dedi. Ve o sırada i-lahi vahiyde Peygamber efendimiz (sav)'e gelmiş bulunuyordu. İşte ilk Ezan-ı Muhammedi böylece icra edildikten sonra meşruiyyet ka­zanmıştır (Buhari nimetül islam tarihi, Taberi altı parmak).

İkamet (kamet)de rüyada Zeyd oğlu Abdullah (ra)'a ezanın şe­kliyle birlikte bildirilmiştir (Sünen). Haris b. Ebu Usame'nin müsne-dinde; namaz için ilk defa ezan okuyanın Cebrail (as) olduğu onu se­manın birinci katında okuduğu ve Ömer (ra) ile Bilal (ra)'ında bunu işittiklerini anlatır (Şerhi A. Davudoğlu) Ezan lafızları şöyledir:

Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber, Eşhedü el lailahe illallah, Eşhedü el lailahe illallah, Eşhedüenne Muhamme-den resulullah, Eşhedüenne Muhammeden resulullah, Hayyalessa-lah, Hayyalessalah, Hayyalel felah, Hayyalel felah, Allahu ekber, Al­lahu ekber, Lailahe illallah."

İkamet ise 17 kelimedir. 15 kelimesi ezanda geçer. İki kelimesi kendine hastır. O da "Kad kaametis-selah" dır. Sabah ezanında esse-latühayrunminen-nevm 'dir. Ezan ve ikamette sesi yükseltmek sün­nettir. Fakat ikamette ses biraz alçaltılır. Ezan caminin içinde okun­maz sadece cumanın ikinci ezanı caminin içinde okunur. Ezan yük­sek bir yerde okunur. Bu yüksek yerden maksat insanların ezan se­sini duyabileceği bir ölçüde olmasıdır.

Müezzzin kendini rahatsızlığa sokacak bir şekilde olmamak şartıyla sesini çıkarmayabilir. Eğer gücünün üstünde bir fazla ses çıkarırsa kesinlikle mekruhtur.[137] İlk olarak Mısır valisi Mesleme tarafından hicretin 56. Yılında bu niyetle meydana getiren minare sünnete uygun olarak islam alimi tasvip görerek ve gelişerek islamın alameti ve nişanı haline gelmiştir. Bir de müezzinlerin dini kıya­fetleriyle minareye çıktıktan sonra şerefesinde vakar olarak dönerek müessir sesleriyle ezan okumaları daha uygun olur. Zira bu şekilde ezanın okunması aynı zamanda müslümanları hem aşka getirmiş o-lur, hem de ibadete teşvik etmiş olur.

İstanbul'da Gönenli Hoca Muhammed efendinin yanında mü­derris olarak vazifemi yürüttüğüm yıllardaydı. Sultan Ahmed cami-inin çok müessir ve güzel sesli bir müezzini vardı. Bir ikindi ezanını müessir ve güzel sesiyle okuduğunda camiye yakın bulunan med­resemize bir turist gelerek islam dinini kabul ederek müslüman ol­du. Bir başka hatıramda şöyle olmuştur; Diyarbakır merkeze bağlı K.Kadıköyü'nde müderris olarak görevimi yapıyordum. Talebelerim­den birisinin sesi çok müessir, muhrik ve güzeldi. Ezana başladığı zaman herkes işini bırakarak onun sesini dinliyorlardı. Bazıları da ağlayarak cemaate gidiyordu.

Şu halde ezanın dindeki şerefi, kadri, kıymeti fevkalade vardır. Eskisi gibi minarelerde okuması lazım ve elzemdir. Ezanda terci Ha-nefilere göre yoktur. Şafiilere göre efdaldir. Terci önce iki şehadeti gizli olarak söylemek ondan sonra iki defada sesli olarak söylemek­tir. Ezanda teressül müstehaptır. Teressül iki kere üst üste Allahu ekber Allahu ekber söyledikten sonra vakfetmek yani durmaktır. Sonra iki sefer daha Allahu ekber Allahu ekber demektir. Aynı za­manda her cümlenin sonunda durmak müstehaptır.

İkamette ise vasletmek müstehaptır. Cümlelerde durmamak süratle okumak müstehaptır. Fakat ikamette her cümleyi ve sonun­da vakfetmeyi yalnız kalbinde tefekkür ve niyet etmesi yeterlidir. E-ğer bir kişi tekbirin evvelindeki olan harfini uzatmazsa yani Ai dese kesinlikle küfre sebep olur. Zira Allah lafzının başındaki olan hemze birdir. Bunu uzatıp "e" yi "a" şeklinde okunsa manayı değiştirir. Aynı zamanda birinci hemze istifham olur. Anlamı "Allah çok büyük mü­dür?" manası ortaya çıkar. Bunun için çok dikkatli üzerinde durmak elzemdir. Birde tekbirin sonundaki olan "bnin uzatması yani "beer" demesi de çok hatalıdır. Yani fahiş bir hatalıdır.

 

Ezanın Sıhhatinin Şartları:

 

a- Müslüman olmak

b- Temyiz sahibi olmak, zira mümeyyiz olmayan kimsenin eza­nı sahih değildir. Zira çocuk ibadet ehli değildir.

c- Ezanı tertibe riayet ederek okumak. Tertipli okumaması eza­nı ilan olmaktan çıkarır. Zira Hz Peygamber ve ashabına tâbi olmak için tertipli okumak şarttır.

d- Erkek olmak. Kadının erkekler için ezan okuması ve erkek­lere imamlık yapması kesinlikle caiz değildir.

e- Ezan lafızlarını peşpeşe okumak. Ezan kelimeleri arasında çok bir fasıla olmamalıdır. Zira bu ezanın sahih olmasına mani olur.

f- Ezan cemaat için okunuyorsa sesi yükseltmek gerekir. Şayet münferit olarak ezan okunuyorsa cemaati olmayan bir mescidde de olsa yine sesi yükseltmek sünnettir.

Cemaatle namaz kılınmış olan mescidde kendisi için ezan oku­yorsa İnsanların başka bir namazın vaktinin girdiğini sanmamaları için kişinin sesini kısması sünnettir. Resulü Ekrem efendimiz (sav) Ebu Said el-Hudri'ye şöyle demiştir:

"Ben, senin koyunları ve çölü sevdiğini görüyorum. Sen koyunla­rın içinde veya çölde olduğunda namaz için ezan okuduğun zaman sesini yükselt zira müezzinin sesinin ulaştığı insanlar, cinler ve her şey kıyamet günü için şahitlik yaparlar.[138]

Kadınların cemaatle kıldıkları namaz için ezan okumaları müs-tehap değildir. Zira onların seslerini yükseltmelerinde fitnenin çık­masının ihtimali vardır. Kadınlar için müstehap olan yalnız ve yalnız kamet getirmeleridir. Zira kamet cemaatin canlanmasına sebep olur. Kamet ezanda olduğu gibi sesin yükseltilmesi caiz değildir.

g- Namaz vaktinin girmesini beklemek. Zira Hz Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Namaz vakti girdiğinde içinizden biri size ezan okusun.[139] An­cak ve ancak namaz vaktin gelmesiyle kılınabilir. Şu halde ezanda vaktin girdiğini ilan etmektir. Şu halde vakit girmezse okunan ezan sahih değildir. Bu görüşte fukahalarm ittifakları vardır. Sadece sa­bah namazı bu kurala dahil değildir. Zira sabah namazı için gece ya­rısından sonra ezan okunabilir. Zira müezzinlerden biri fecrden önce diğer müezzin ise fecrden sonra ezan okumalıdır. Bunun delili şu hadistir:

Bilal ezan geceleri okuyor. Siz îbni Ümmi Mektum'un ezanını işitinceye kadar (sahurda) yeyip-içiniz. [140]

 

Ezanın Sünnetleri:

 

1- Müezzinin kıbleye dönmesi. Zira mütekeddimlere, müte hhirlere göre yönlerin en şereflisi kıbledir.

2- Müezzinin küçük ve büyük hadesten temiz olması. Abdest-siz olarak okunan ezan tenzihen mekruhtur. Cünüp olan bir kimse­nin ezanı tahrimen mekruhtur. Zira Hz Peygamber (sav) şöyle bu­yurmuştur:

Abdestsizken Aziz ve Celil olan Allah'ı anmayı hoş görmüyo­rum. [141]

3- Ayakta ezan okumak. Zira Resulü Ekrem (sav) şöyle buyur­muştur: "Ey Bilal! Kalk namaz için nida et (ezan oku)."

4- Hayyalessalat derken göğsünü kıbleden çevirmeden başını sağa, Hayyaalelfelah derken de başını sola çevirmek.

5- Ezanda terci yapmak. Bu terci Ebu Mahzüre'den rivayet edi­len bir hadisle sabit olmuştur. [142]

6- Sabah ezanında, tesvib yapmak. Tesvib: Hayyaalel felahtan sonra iki kere esselatü hayrün min'en nevm yani namaz uykudan hayırlıdır demektir. Zira şu husus hadisi şerif ile sabit olmuştur. [143]

7- Müezzinin güzel ve yüksek sesli olması. Zira ezanı rüyasın­da gören Abdullah b. Zeyd'e Resulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle de­miştir:

Rüyanda gördüklerini Bilal'e öğret de o okusun. Zira onun sesi senden daha güzel ve yüksektir. [144]

Ezanın lafızlarını tertil ile (ağır) okumak. Zira ezan hazır olma­yan yani gücünde, İşinde olan insanlara namaz vaktini haber ver­mektir. Şu halde ağır ağır okumak haber vermenin daha iyi duyul­masını sağlar.

Müezzinlerin halk arasında tabiatıyla ve adaletiyle tanınan bir kişi olmasıdır. Zira öyle müezzinin çağrısına halk daha kolay icabet eder. Çünkü fasık bir kimsenin çağrısına icabet edilmez. Ezanda teğanni yapmak mekruhtur.

Ezan okurken şehadet parmaklarını kulağa yerleştirmek yani şehadet parmaklarını kulak deliklerine koymak bazılarına göre güzel bazılarına görede müstehaptır. Zira Hz Muhammmed (sav) Bilal'e e-zan okurken parmaklarını kulaklarına koymasını emretmiştir. Bu hadisi bir çok tarikle geldiği için bazı fukahalar sahih olarak kabul etmişlerdir.

Ezanı işiten kimse eğer yürürse duracak, eğer konuşursa su­sacak, eğer sigara içerse atacak, eğer ayağını üst üste atmış ise in­dirmek, şevkle müezzinin söylediklerini tekrar etmesi sünnettir. Zira Hz Peygamber şöyle demiştir:

Siz ezanı işittiğiniz zaman müezzinin söylediklerini aynen tek­rarlayınız. [145]

Fakat müezzin hayyalessalah söylediği zaman dinleyenler "La havle vela kuvvete illa billlah" veya müezzin hayyalelfelah dediği za­man keza dinleyenler "La havle vela kuvvete illa billah" demelidirler. Zira Hz Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Kim bunu kalbinden söylerse cennete girer. " (Hadisi şerifin so­nunda böyle demiştir.)

Ezandan sonra dua etmek ve Hz Peygambere salavat'ı şerife ge­tirmek, hem duyan kimsenin hem de müezzin için Hz Peygamber'den varid olan duayı okumak sünnettir. Zira Resulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Müezzinin ezanını işittiğiniz zaman siz de onun söylediklerini tekrar edin. Ondan sonra bana salat ve selam okuyunuz. Çünkü her kim bana salat okursa bundan dolayı yüce Allah'da ona salat getirir. Daha sonra Allah'tan benim için vesileyi isteyin. Vesile cennette bir derecedir ki o Allah'ın kullarından yalnız birine nasip olacaktır. Uma­rım ki o kul ben olurum. Kim benim için Allah'tan vesileyi isters ona şefaatim vacip olur."

"Her fcim ezanı işittiği zaman Ey Allah'ım! Ey bu tam davetin ve kılınmak üzere olan namazın Rabbi Muhammed (as)'a en yüksek mer­tebeyi ve fazileti ihsan et. Bir de onu kendisine vaad ettiğin makam'ı mahmud'a eriştir derse kıyamet günü benim şefaatim ona vacip olur. [146]

Daveti tammeden maksat tebdil ve tağyir kabul etmeyen tevhid davetidir. Faziletten murad ahlakların tümünden üstün olan bir mertebedir. Makam-ı mahmud ise herkesin sahibini övdüğü makam­dır.

Allah'ın vaadinden maksat Rabbinin seni övgüye değer bir makama (Makam'ı mahmud'a] göndermesi umulur. [147]

Bir de müezzin essalatü hayrün min en nevm dediği zaman saddakte ve barrakte vebil hayri natakte demek sünnettir. Zira dinleyenlerin bunları söylemeleri gereklidir. Bir adam mescİdde Kur'an okurken ezan işitse okumayı bırakmaz. Zira hazır olmak ica­bettir. Eğer evinde Kur'an okurken işitse okumayı bırakıp ezana ica-betgeder. Zahİriyyede de böyledir. Başka görüşlere göre ise şartsız olarak icabet etmesi gerekir.

Müezzin yokken müezzinden başkasının kamet etmesi mekruh değildir. Şayet müezzinin huzurunda onun razı olmadığı birisi kamet getirir ise bu durumda mekruh olur. Aksi halde bir beis yoktur. Hanefilere göre kadının ezan ve kamet getirmesi mekruhtur. Çünkü e-zan ve kamet cemaatin müstehap olan sünnetlerindendir.

Şafıilere göre kadın cemaat içinde kadının kameti sünnettir. Fakat ezan böyle değildir. Bazı yerlerde ezandan sonra müezzin yük­sek bir sesle salavat-ı şerife getirir. Bu ise yukarıda açıklandığı üzere sünnettir. Fakat saadet zamanında ezandan sonra yüksek sesle sa­lavat-ı şerife getirilmesi vaki olmamıştır. Yalnız Mısır'da alevi bir hü­kümdar öldürüldüğü zaman onun hemşiresi maktulun oğluna selam getirilmesi İçin müezzinlere ezandan sonra selam getirilmesini emretmiş, onlarda bu emre uymuşlardır.

Salahaddin Eyyubi Mısır'ı fethettiği zaman bu bid'ati kaldırmış bunun yerine salavat-ı şerifenin söylenmesini emretmiştir. Bu du­rumda bu münasip adeti oluşturan sadece Salahaddin Eyyubi ol­muştur. Binaen aleyh minareden ilahiler, gazeller, beyitler ve mersi­yeler okumak kesinlikle caiz değildir.

îmam kamet biterken ayağa kalkmalıdır. Şayet kamet bitme­den cemaat ayağa kalkarsa bu durum mekruhtur. Yalnız hasta ve ihtiyar kimseler bu durumun dışmdadrrlar. Çünkü bunlar başlama tekbirine ve onun sevabına yetişmeyi arzu ederler. Eğer bir adam camiye girse müezzinde ikamete başlamışsa tahiyyetül mescid kıl­madan namazı ayakta beklemelidir.

Yalnız Allah rızası için ezan okumak ve müezzinlik yapmak çok büyük sevaptır. Zira Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Kıyamet günü müezzinlerin boyunları en uzun (yani herkesten yüksek) olacaktır.[148] Hz Ömer de "Şayet halife olmasaydım ezan okur­dum " demiştir. Namaz kılan, ders veren, ilim öğrenen, hutbe okuyan veya dinleyen, yemek yiyen ezana icabet etmez.

İkametten önce İhlasın okunması kesinlikle bid'attır. Zira ne asr-ı saadette ne de hulefa-i raşidin zamanında ne de tabiin ve ne de tabe-i tabiin zamanında vaki olmamıştır. Şu halde boş yerde mu­kaddes vakti zayi etmek caiz değildir ve bid'atı derhal terk etmek la­zım ve elzemdir. Eğer bir adam kur'an okumakta olsa durur, ezanı dinler. Aynı zamanda ezana icabet eder. Ezana icabet vermek ikiye ayrılır:

a- Kavlen

b- Fiilen                                                                          

Sözle icabet ezanı müezzinle beraber kendi kendine tekrar et­mektir. Fiilen icabet ise gidip namaz kılmaktır. Yolda yürürkende duyan kimse hemen durup ezanı dinler. Namazdan başka bazı ne­denlerle ezan okumakta müstehaptır.

Şiddetli siniri gelen sara gibi bir hastalığa tutulan kimsenin, sinir krizi geçiren bir kimsenin, askere veya sefere giden bir kimse­nin, ahlaksız olan insan veya hayvanın kulağına ezan okumak müs­tehaptır. Cin ve şeytanın heybetli bir cemaaatle görülmesi halinde de bunların şerrinden kurtulmak için gene ezanın okunması mendup-tur. Zira ezan nerede okunsa şeytanın oradan kaçması hadisi şerif­lerle sabittir. [149]

Depremde, yangın halinde, savaş sırasında ezan okumak menduptur. Çocuk dünyaya geldiği zaman kulağına ezan okumak menduptur. Zira Resulü Ekrem (sav) efendimiz torunu Hz Hasan dünya­ya geldiği zaman onun kulağına ezan okumuştur. [150]

Ezanla ikamet arasında dua etmek müstehaptır. Zira Hz Pey­gamber bu konuda şöyle buyurmuştur:

Ezan ile ikamet arasında yapılan dua red olunmaz. [151]

Ezanla ikamet arasında beldenin gelenek ve göreneklerine göre uygun biçimde müezzinin ezan okunup namazın kılınmak üzere ol­duğunu duyurmasına "tesvib" denir. Müteehhirin akşam namazla­rından başka tüm namazlarda bu tesvibin uygulanmasını faydalı görmüştür."Namaza, namaza", "Namaz kılınmak üzeredir, namaz kı­lınmak üzeredir", "Namaz toplayıcıdır, namaz toplayıcıdır" gibi söz­lerle tesvib uygulanır. Tesvibin ikinci manası ise yukarıda geçmiştir.

Ezanla ikamet arasında, ezanı işiten mü'minlerin namaza ha­zırlanıp gelecekleri bir süre olarak takdir etmek daha uygun olabilir. Ezanı duyan kimsenin abdestini alıp camiye geleceği zamanı saat bi­rimiyle ölçecek olursak bunu 5-10 dakika arasında düşünebiliriz. E-ğer farzdan önce namazın sünneti olmazsa örneğin; akşam namazı gibi müezzin belirtilen zaman kadar ayakta veya oturarak bekler. Eğer farzdan önce sünnet namaz varsa müezzin onu kılmakla yeti­nir. İkamet (kamet) ezanın aynısıdır. Ancak bazı özellikleri ezandan ayrılır:

a- Ezan ikişer ikişer, kametse teker teker okunur. Bunun delili Enes'ten rivayet edilen şu hadistir:

"Bilal'e ezan lafızlarını ikişer ikişer, kamet lafızlarını da teker te­ker söylemesi emredildi. [152] Kametin lafızları şöyledir:

Allahu ekber Allahu ekber, Eşhedüella ilahe illallah Eşhdüella ilahe illallah, Eşhedüenne Muhammeder Resulullah Eşhedüenne Mu-hammeder resulullah, Hayyaalessalat, Hayyaalelfelah, Kad Kametis-salatKad Kametissalat, Allahu Ekber Allahu Ekber, Lailahe illallah. Allah her şeyden yücedir- Allah her şeyden yücedir, Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur- Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammmed Allah'ın resulüdür- Muhammed Al­lah'ın resulüdür, Haydi namaza, Haydi felaha, Namaz başladı- Na­maz başladı, Allah her şeyden yücedir- Allah her şeyden yücedir, Al­lah'tan başka ilah yoktur.

Kametin lafızları muhaddislerin rivayet ettikleri sahih hadisler­le sabittir.

b- Kaza borcu olan kimse onları kaza etmek istediğinde sadece ilk namazı için ezan okumalı, ondan sonraki her namaz için kamet getirmelidir. Zira Hz Peygamber (sav) Müzdelife'de akşam ve yatsı namazlarını birleştirip namazı bir ezan ve iki kametle kılmıştır.

c- Kametin süratle okunması vaciptir. Ezansa yavaş okunur. Zira ezan mü'minlerin namaza hazırlanmasını beklemek için yavaş okunur. Kametse hazır olan kimseler için olduğundan süratle okun­ması daha uygundur.

Bazı Hanefilere göre müezzine icabet, namaza gitmekle olur. Cünüp olan bir kimse müezzine icabet edebilir. Fakat lohusa ve ay­başı olan hanımlar müezzine icabet etmezler. Bunlar gibi cenaze namazı kılan, eşiyle cinsel temasta bulunan, tuvalette bulunan, ilim öğreten ve öğrenenlerde ezana icabet etmezler. Ezandan sonra oku­nacak bir dua vardır. Vesile duası ismi verilen bu dua şöyledir:

Ey bu tam davetin ve kılınacak namazın Rabbi olan Allahım! Resulü Ekrem (sav) efendimiz için vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ihsan et Ve onu kendisine vaad etmiş olduğun Makam-ı mahmud'a ulaştır. Elbette sen vaadinden dönmezsin." Zira Resulü Ekrem (sav) Şöyle buyurmuştur:

Benim için kim Allah'tan vesileyi isterse ona şefaatim vacip olur. [153]

Resulü Ekrem (sav) efendimizin ik müezzini vardı. Biri Bilal-i Habeş, ötekide İbni Ümmü Mektum'du. Onların ezanları arasında çok süre yoktu. Birisinin ezanı bittikten sonra inerdi. Diğeri ise he­men ardından çıkıp ezana başlardı.

Cami çok büyük olursa ve cemaatte çok kalabalık olursa, ce­maatin işitmesi için kamet yüksek bir yerde okunmalıdır. Böylece sünnete uyulur. Cemaatin kılınacak olan namazın varsa ilk sünne­tini kılmaları için kamet biraz ara verdikten sonra getirilir. Sırf Allah için ezan okumak sünnettir. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Allah'ın rızası için yedi sene ezan okuyan kimseye beraat yazı­lır. [154]

Hz Peygamber başka bir hadiste de şöyle buyurur:

Allah'a iman edip mükâfatını Allah'tan başka kimseden iste­meyerek beş vakit namaz için ezan okuyan kimsenin geçmiş bütün günahları bağışlanır."

Eğer ücretsiz ezan okuyacak kimse olmazsa ücret karşılığında bir müezzinin tayini gerekir. Bu ücreti beytül mal ödeyebildiği gibi müslümanlar da ödeyebilirler. Bir şehirde veya bir köyde birden faz­la cami bulunsa, hattaki birbirine yakın bile olsalar her bir cami İçin ezan okumak sünnettir.

Ezandan sonra özürsüz olarak camiden çıkmak mekruhtur. Şu halde ezan da bir ibadettir. Peygamber (sav) efendimizin emrettiği şe­kilde okunması gerekir. Arapçadan başka bir lisan ile okunması ke­sinlikle caiz değildir. Fakat Arapça okuyabilecek bir kimse bulun­mazsa taallüme kadar yani öğreninceye kadar bilinen bir lisan ile okumak caizdir.

Bîr şehirde veya bir köyde ezan okunmazsa, ikaz edildiği halde durumlarını değiştirmezlerse kesinlikle onlara karşı savaş ilan edilir. Sarhoşun ve delinin ezanı sahih değildir. Delili bulunmayan amanın, fasıkın, çocuğun, abdesti olmayanın ve cünüp olan kimsenin okudu­ğu ezan mekruhtur.

Her cami için iki müezzin bulunması sünnettir. Onlardan birisi fecrden evvel, diğeri ise fecrden sonra ezan okur. Birbirine yakın olan camiler için ayrı ayrı birer ezan okumak müstehaptır. Her ne ka­dar ezanın sesi her yere ulaşsa da gene de bir ezan yeterli değildir.

İkameti ayakta getirmek sünnettir. İkamete başladıktan sonra nafile namaz kılmak mekruhtur. Eğer nafiledeyken kamete başlanır­sa cemaatin fevt olmasından korku olmazsa nafile namazını tamam­layacaktır. Şayet korku olursa cemaate yetişmek için nafileyi iptal ederek imama tabi olacaktır.

Hareket halinde bulunan tren, otobüs, taksi gibi vasıtalar için­de veya deve gibi bir hayvanın üzerinde ezan okunması mekruh de­ğildir. Eğer müezzin ezanı Farsça okursa, sadece kendi nefsi için okursa ve aynı zamanda da Arapçayı da bilmiyorsa caizdir. Şayet Arapçayı bilse kendi nefsi için Farsça okusa caiz değildir. Şayet mü­ezzin Arapçadan başka bir lisan ile ezan okusa, isterse Arapça bilsin veya bilmesin okuduğu ezan sahih değildir. [155]

Ezanda "Hayyalessalah" derken başı sağa, "Hayyalelfelah" der­ken sola çevirmek iyi ve güzeldir. Zira yalnız başını (göğsünü değil} sağa-sola çevirmenin manası sesin etrafa duyurulmasıdır. Başka bir şey için değildir. Yoksa Hz Bilal ezan okurken kafirler taş attıkları i-çin yüzünü sağa-sola çevirmişte o nedenle böyle yapılır diye bir şey yoktur. Zira ezan Mekke'de sünnet olmamıştır. Medine'de sünnet olmuştur ve öyle bir olay vaki olmamıştır. Öyle şeylere inanmamak gerekir.

Hz Peygamber (sav) namazın vakti geldikten sonra bazen geç bazen de erken kılardı. Ashabı güzinin bazısı cemaate yetişmek için erkenden geliyorlardı. Bazıları da namaz nasıl olsa geç kılınır diye geç geliyorlardı. Namaza yetişemeyince çok üzülüyorlardı. Resulü Ekrem ashabı ile müşavere etti. Bazıları namazı haber vermek için çan çalınsın, bazılarıda ateş yakılsın, bazılarıda borazan çalınsın de­diler. Fakat Resulullah (sav) birincisi hristiyan, ikincisi mecusi ve üçüncüsü de yahudi adeti olduğundan reddetti. Bayrak dikme fikri­ni de kabul etmedi.

Abdullah İbni Zeyd el ensari o gece bir rüya gördü. Rüyasında üzerinde iki yeşil bir elbise olan bir adam gelmiş, bir duvarın üze-nnde durmuştu. Zeyd'in elinde bir çan vardı. Adam -Onu ne yapa­caksın? diye sordu. Zeyd -Namaz vaktinde çalacağım dedi. Adam -Ben sana daha iyisini göstersem olmaz mı? dedi. Ve kıbleye karşı aurup bugün okuduğumuz ezanı aynen okudu. Bitirince yeniden başlayıp okudu. "Kad kametissalat" kelimelerini ekledi. Abdullah gördüğü rüyayı koşup Peygamberimiz'e anlattı. Peygamberimiz rüyan gerçektir. Bilal'e öğret okusun. Çünkü onun sesi seninkinden yüksektir dedi. Abdullah'da Bilal'e öğretti. Ve Bilal bir evin damına çıkarak ezanı okudu.

Ezanı duyan Hz Ömer yatağından fırlayıp gömleği ile koşarak geldi

Ya Resululah seni Peygamber olarak gönderen Allah'a andol-sun ki bunun gördüğü rüyanın aynını ben de gördüm dedi. O gece ashaptan yedi kişinin aynı rüyayı gördüğü rivayet edilir. Belkide rü­yaları teyid eden birde vahiy gelmiştir ve ezan Peygamber'in emriyle sabit olmuştur.

Alimler kametin şekli üzerinde üç farklı görüşe sahiptirler. Ha-nefilere göre kamet sözleri ezan gibi dört tekbirdir. Diğer sözleri ise ikişer ikişerdir. Fakat kamette felah kelimesinden sonra kad kame-tissalat cimlesi ilave olmuştur. Şu halde kametin kelimeleri on yedi tanedir.

Zira Ebu Mahzure'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Resulullah (sav) bana ezanı on dokuz kelime, kameti ise on yedi ke­lime olarak öğretmiştir.

Malikilere göre kamet on kelimedir. Bir kere kad kametissalat denir. Zira Enes (ra)'nın rivayeti şöyle olmuştur: Bilal ezanı ikişer, kameti ise birer okumakla emrolundu. [156]

Şafiiler ile Hanbelilere göre kametin kelimeleri birer kere oku­nup on bir kelimeden ibarettir. Ancak "kad kametissalat" lafzı müs­tesnadır. Bu kelime iki sefer tekrarlanır. Zira Abdullah b. Ömer'den rivayet olunduğuna göre Hz peygamber zamanında ezan ikişer sefer kamette birer seferdi. Ancak müezzin "kad kametissalat, kad kame­tissalat" derdi. [157]

Buna göre bu rivayet daha kuvvetlidir. Yahut bu görüş ile Ha-nefilerin görüşü arasında muhayyerdir. Zira Enes hadisi ile îbni Ömer hadisi ile kayıtlandırılmış tır.

 

Namaz

 

Bilmiş ol ki yüce Allah'ı tevhid yani bir olarak kabul etmek ve onun eşsiz varlığını bilip tasdik etmek en büyük farz, en büyük göre­vidir.

Ondan sonra farzların en büyüğü ve en önemlisi, şereflisi na­mazın kılınmasıdır. Zira namaz kalbin nuru, ruhun kuvveti, vücu­dun idmanı, .mü'minin miracıdır. Çünkü bu namazın kılınmasıyla kul yüce Allah'ın manevi huzuruna yükselir, yüce Allah'a ricada bu­lunarak manevi yakınlığa yetişir. Bu namazın üzerine devamlı ola­rak kılmasını, ne büyük bir kıymet, şeref olduğunu bütün hak dinler insanlara namaz kılmalarını emretmişlerdir.

Bizim Peygamberimiz (sav) de peygamber olduktan sonra ken­disi namaz kılmakla emrolunmuştur. Ancak o zaman günde iki defa namaz kılıyordu. İki rek'at sabah, iki rek'atte akşam olmak üzere namaza devam ediyordu. Ondan sonra miraç gecesinde beş vakit namaz farz olmuştur. Miraç, sahih olan rivayete göre Efendimiz'in

Medine'ye hicretlerinden on sekiz ay evvel recep ayının yirmi yedinci gecesinde olmuştur.

Şu halde namazın hak olan dinden mevkii omurganın beden­deki mevkii gibidir. Zira Adem (as)'dan Resulü Ekrem (sav) efendimi­ze kadar gönderilen tüm peygamberlere namaz kılmakla emrolun muşlardır. Şu halde Allah tarafından namaz kılmayan bir peygam­ber gönderilmemiştir diyebiliriz. Peygamberimiz (sav) peygamber ol­madan önce İbrahim peygamberin Hanif şeriatıyla amel ederdi. Îbni Abidin bu meseleyi şöyle anlatıyor:

Peygamber (sav) efendimiz kendisine peygamberlik gelmeden önce evvelki şeriata göre ibadetini yapıyordu. [158]

Zira Allah'ın teklifi Adem peygamberinden bu yana kadar kesil­memiş ve kesintiye de uğramamış, insanlar da başı boş bırakıl­mamıştır. Demek netice itibarıyla taat, ibadet Allah'a kulluk şeriatsız olmaz. Zira taat emre uymaktır. Bi'setten sonrada namaz ve diğer ibadetler farz kılmmcaya kadar Peygamberimiz (sav) kendinden ön­ceki İbrahim peygamberin Hanif şeriatıyla amel ederdi.

Kur'an-ı Kerim'de Nuh, İbrahim, Musa, Davud, İsa ve diğer ba­zı peygamberlerden misaller verilip bazı önemli kıssalara kapı açılın­ca onlara namaz ve zekat ile emir verildiğinden zikrolunur. Birkaç örnek verebiliyoruz:

Onları emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren önderler yap­tık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namazı dosdoğru kıl­mayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar daima bize ibadet eden kullardı. [159]

Lokman kendi oğluna şöyle  demiş:  "Oğulcağızım namaz kıl. İyiliği emret, kötülükten vaz geçirmeye çalış.[160]

İsmail ailesine namazı ve zekatı emrederdi. Ve Rabbinin katında rızaya erişmiş bir kuldu." [161]

Yaşadığım müddetçe bana namaz ve zekatı emrettti. [162]

Zekeriyya peygamberin mihrapta durup namaz kıldığı anlatı­lırken şöyle buyuruluyor:

"Mabedde namaz kılarken melekler ona seslendiler." Namazın farziyeti bütün dinlerde sabit olmuştur. Fakat şekli nasıldı? Kaç rek'attı? Vakti ne zamandı? Neler okunurdu? Bunların cevabı kesinlikle yoktur. Zira kitap ve sünnette bunlara karşılık veri­lebilecek bir cevap yoktur.

Şu halde namaz emredilmiş ve peygaamberlerle onları tasdik e-denler namaz kılmışlardır. Zaten en önemlisi de budur. Zira Kur'an'ı Kerim'in içinde teferruat yoktur ve teferruatın üzerinde durmaz. Ge­çmiş olayların tarihini açıklamaz ve şekil üzerinde de durmaz. Fakat hikmet, ibret için alınacak konulan herkese yeterlidir. Namazın far­ziyeti ile ilgili hadis yüz yirmiden fazladır. Namaz hakkındaki birkaç hadisi şerifi söyleyelim:

 

Namaz Dinin Direğidir."

 

Namaz kişinin kalbinde bir nurdur. Artık sizden içini aydınlat­mak dileyen kalbindeki nurunu arttırmaya çalışsın."

Namaz şükrün bütün çeşitlerini bir araya toplar."

İşin başı İslaradır. Onu ayakta tutan namazdır. En yüksek mer­tebesi Allah yolunda cihad (kutsal savaşj'tır. [163]

İşte bütün bu mübarek ayetlerle, hadisi şerifler namazın fazi­letlerini anlatır. Namaz aklı yerinde olan ve buluğ çağma ulaşan bü­tün müsslümanlara belli vakitlerde kılınması farz olan şerefi çok yüksek bir görevdir. Bu farzı yerine getirenler yüce Allah'ın çok bü­yük ihsan ve ikramına yetişeceklerdir. Bu görevi kasden terk eden­lerde azabı çok meşakkatli olan Allah'ın acıklı cezasını kesinlikle gö­receklerdir.

Müslümanlar yedi yaşına girmiş çocuklarını namaza alıştır­makla vazifelidirler. Öyle çocuklara ana-babaları ve yetiştiricileri na­maz kılmayı öğretir. On yaşma bastığı zaman namaz kılmayan çocu­ğa velisi üç tokattan fazla olmamak şartıyla yavaşça eli ile vurur. Eğer insan şükür borcunu namaz yolu ile ödemeye çalışırsa Allah'ın lütuf ve nimetlerini tatlı bir dille zikrederek kulluk vazifesini yerine getirmeye çalışmış olur.

Bu bakımdan namaz şükrün bütün çeşitlerini bir araya toplar denilmiştir. İnsan namaz kılmasıyla nice günahlardan temizlenir ve yüce Allah'ın nice ikram ve ihsanlarına yetişir. Namaz manevi ha­yattan başka maddi hayata da yararlı ve faydalı olur. Fakat bir müslüman namazını yalnız Allah'ın rızası için kılar. Netice itibarıyla yal­nız yaratıcısına saygı ve şükür için kılar.

Namazın insana faydası olmadığı düşünülse bile yine bunu bir kul görevi bilerek sadece Allah'ın emrini yerine getirmek için çalışır. Bu kutsal vazifesinin yerini hiçbir şeyin tutmayacağını kuşkusuz olarak bilmelidir. Namaza harcayacağı zamanları hayatının en mutlu ve zevkli zamanı olarak kabul etmelidir.

Bu çok şerefli ve feyizli ibadete gereği üzere devam edenlere müjdeler olsun. Her akıllı, buluğa ermiş olanlara farz kılınmış olan namaz beş vakittir; sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazları. Namaz Mekke'de isra gecesinde hicretten bir buçuk sene önce gör­düğümüz tertib üzere farz kılınmıştır. Öğle namazı bütün namaz­lardan önce farziyette meydana gelmiştir. Namazın farziyeti kitap sünnet ve icmadır. Zira Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyur­muştur:

Ey Rasulüm! Sana vahyolunan Kur'an ayetlerini güzelce oku ve namazı gereği üzere kıl Gerçekten namaz edep ve namusa uygun ol­mayan şeylerden, çirkin görülen işlerden alıkoyar. Herhalde yüce Al­lah'ı zikretmek her ibadetten daha büyüktür. Yüce Allah bütün yaptık­larınızı bilir."

Diğer bir ayet-i kerimede de Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

Namazı gereği üzere yerine getiriniz. Zekatı veriniz. Nefis­leriniz için hayır olarak önceden ne gönderirseniz onu yüce Al­lah yanında (sevap olarak) bulursunuz. Asla kaybolmaz. Muhak­kak ki Allah yaptıklarınızı görür."

 

Namazı Dosdoğru Kılınız."

 

Namaz mü'minlerin üzerine uakitlenmiş bir farz oldu."

Namazlara ve (bu arada) orta namazına devam ediniz. [164] ve namazın farziyeti hakkında daha birçok ayetler vardır. Hz Peygamber'in sünneti ise şöyledir:

Onlara haber ver ki Allah onlara her gün ve gecede beş namazı farz kılmıştır. " İşte bu ayet ve hadisler namazın bir gündüz, bir ge­cede beş olduğuna dair çok kuvvetli delillerdir.

Beş fafcıt namazı Allah Azze ve Celle farz kılmıştır. Bunların ab-destini güzel alan ve onlan vaktinde kılan ve rükunlarım, huşulannı tamamlayan kimse için Allah'ın ahdi vardır ki onu af ede. Yapmayan kimse için Allah'ın bir ahdi yoktur. Dilerse onu bağışlar, dilerse ona azap eder. [165] Diğeri ise Peygamberimiz'in (sav) Muaz (ra)'ı Yemen'e gönderdiği vakit buyurduğu olmuştur.

İcma deyince namazın farziyetinde kesinlikle değilki din adam­ları, müslümanlardan hiçbir fert ihtilaf etmemişlerdir. Namazı inkar eden kesinlikle dinden çıkmış olur. Onun hakkında mürtedlerin ah­kamı başına gelir. Şu halde sünnet namazın vakitlerini muayyen etmiştir. Vakit gelmeden önce kılman namaz sahih değildir. Özürsüz olarak vakitlerden tehir edilmeleri kesinlikle haramdır. Fakat cemi takdim veya cemi tehirde haram değildir.

Namaz vaktinin girmesiyle, vakitten ancak abdest ve namazın sığabileceği bir cüz kalıncaya kadar vücubi müvesse yani geniş va­kitli vücub ile vacip olur. Eğer vakitten böyle bir cüz kaldığı esnada namaz vücubu müdayak yani dar vakitli vücub ile vacip olur. Bu şekilde namazın tamamını o cüzde eda etmezse günahkâr olur.

Şu halde namaz vaktin son cüzünde başlasa ve bu cüzde na­mazın bir kısmını kılsa her ne kadar vakit içerisinde namazın bir kısmına ihram tekbiriyle kavuşmamış olup namaz elde edilmiş olsa bile gene günahkar olur. Şu fark varki namaza hiç kavuşamaayan kimseden daha az günahkar olur.

Selat namaz demektir? Cem'i selavattır. Selat lugaten dua ma-nasmdadır. Fukahaya göre bildiğimiz ibadetten, erkan ve zikirlerden ibarettir. Bir de selat Peygamber efendimize şu şekilde yapılan dua manasına da gelir:

Allah'ım efendimiz Muhammed'e ve onun ailesine selamet ve rahmet ihsan buyur." Bu selat ve selamdan maksad Peygamber efen­dimizin hem dünyada hem ahirette her çeşit ikrama kavuşmasını is­temekten ve bu vesile ile kendisine olan bağlılığımızı ve saygımızı göstermekten ibarettir.

Namazın şartları, rükünleri ve kılmışı: Mezhep imamları namaz için namazdan evvel bazı şartlar bulunduğunda ittifak etmişlerdir. Şayet bu şartlar olmazsa namaz sahih değildir. Üzerinde görüş birli­ği edilen şartlar şunlardır:

1- Su ile (şayet su bulunmadığı takdirde teyemmüm ile) abdest almak

2- Namazın kılınacağı yerin temiz olması.

3- Vaktin girdiğini kuşkusuz olarak bilmek.

4- Gücü yettiği takdirde göğsünü kıbleye yöneltmek.

5- Avret yerinin kapatılmasının farz olduğunda ihtilaflar vardır, îmam Ebu Hanefi'ye, İmam Şafii'ye ve İmam Ahmed b. Hanbel'e göre avret mahallinin örtülmesi namazdan önce kesinlikle yerine getiril­mesi gereken şartlardandır. Bu imamlara göre namazın şartları beşe

çıkıyor.

Malikilere bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre hatır­lamak ve gücü yetmek şartıyla avret yerini kapatmak şarttır. Buna göre bir kimse bilerek ve kapamaya gücü olduğu halde kapatması gereken yeri kapatmadan namaz kılsa namazı sahih değildir. Maliki alimlerinden bazılarına göre avret yerini kapatmak kendi başına bir farzdır. Namazın sıhhatine alakadar bir şart değildir demişlerdir.

Bu görüşe göre kıldığı namaz sahihtir. Fakat Maliki mezhebi son devir alimlerince avret yerini kapatmak namazın şartlarından olup avret yeri açık olarak kılman namaz sahih değildir denmiştir. Bütün mezhepler namazın içinde olan birtakım rükünlerin olduğun­da ittifak etmişlerdir. Üzerinde ittifak edilen rükünler yedi tanedir:

a- Niyet etmek.

b- îftitah tekbiri getirmek.

c- Gücü olursa ayakta durmak.

d- Rüku.

e- Sücud.

f- Son oturuş.

1- Tekbir: Allahu Ekber demektir.

2- Kıyam: Ayakta durmaktır.

3- Kıraat: Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak demektir.

4- Rüku: Eğilmek demektir. Dini deyimde İse namazdaki oku­yuştan sonra eğilerek baş sırtı düz bir şekilde olmaktır.

5- Kaveme: Rüku halinde doğrulupta bir defa "sübhane rab-biyel azim" diyecek kadar ayakta durmaktır.

6- Secde: Namaz kılarken yere eğilerek yüzün bir kısmını yüce Allah'a saygı ve hürmet için yere koymaktır. Mühlet vermeden üst üste yapılan iki secdeye "secdeteyn" denir. Çoğulu ise sücuddur.

7- Celse: İki secde arasında bir defa "sübhane rabbiyel azim" diyecek kadar oturmaktır.

8- Ka'de: Namazda teşehhüd için "ettehiyatü" okumak için o-turmaktır. Bir namazda iki defa oturulursa birinci oturuşa "ka'de-i ula (ilk oturuş)" , ikincisine de "ka'de-i âhire (son oturuş)" denir.

9- Rek'at: Namazın bölüklerinden her biri demektir. Şöyleki bir namazda kıyam rüku ve secdenin toplamı bir rek'attır. Bir namazda iki kıyam bulunursa o namaz iki rek'atlı olur. Üç veya dört kıyam bulunursa o namaz üç veya dört rek'ath olur.

Şef çift manasındadır. Namazın her iki rek'atma denir. Dört rek'atlı bir namazın önceki iki rek'atma birinci şef, son iki rek'atına da ikinci şef denir. Üç rek'atlı olan bir namazın üçüncü rek'atı da şe­fin yarısı veya ikinci şef demektir.

Malikiler ve Hanbelilere göre bir namazın ihramı (İftitah tekbiri) ve selamı olan veyahut sadece sücudu bulunan fiili bir kurbet (ya­kınlık)'tir diye tarif ettiler ki tilavet secdesi de bu namaz kısmına gir­sin. Çünkü tilavet secdesi onlara göre namazdır. İhramı ve selamı da yoktur. Şu halde tilavet secdesi onlara göre namazın nevilerden bir nevidir.

Hanefıler üçüncü bir namaz kısmı ziyade ettiler ve buna da va­cip ismini verdiler. Bu vitir namazı ve kendilerine başlandıktan son­ra bozulan nafile namazların kazası ile bayram namazlarıdır.

Malikiler üçüncü bir namaz kısmı ziyade ettiler. Buna Rağibe ismini verdiler. Bu iki fecr namazıdır. Malikilere göre namazın şart­larını üç bölüme taksim ettiler. Yalnız vücubun şartlarını yalnız sıh­hatin şartlarını, vücubun ve sıhhatin birlikte şartlan vücubun şart­larını iki diri baliğ olmak ve namazı terk etmeğe zorlanmamak, döv­mek, öldürmek, hapse atmak, bağlamak veya bir topluluk içerisinde şeref sahibi olan bir şahsa kötü bîr söz söylemek gibi şeylerle zorla-tılan (Mükreh) bir şahsa zorlatılması halinde namaz kılmak vacip olmaz.

Zira Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

Ümmetimden hata, unutma ve zorlatıldıklan şeyler kaldırıldı." Onlara göre abdest veya teyemmüme imkân olduğu zaman na­maza niyet, ihram (iftitah tekbirini almak) Kur'an-ı kıraat ve işaret yani namazı işaretle kılmak gibi yapmasına kadir olduğu şeyi yap­mak kendisine vacip olur. Şu halde zorlatılan yani mükreh aciz has­ta gibidir. Yapmadan aciz olduğu şeylerde onun üzerine farz değildir. Yalnız sıhhatin şartları beştir; Hadesten taharet, necasetten taharet, islam, istikbali kıble, avret yerini kapatmak, vücubun ve sıhhatin birlikte şartlarını altıdır.

Resulü Ekrem (sav) efendimizin davetinin kendisiine vasıl ol­ması, akıl, namazın vaktinin gelmesi, iki temizleyici yani su ile top­rak suyu ve saidi yani kendisiyle teyemmüm edilen toprak bulamayacak şeklinde olmaması, uykunun ve gafletin olmaması, nifas ve hayız kanından temiz olması. Şu halde Malikiler sıhhatin şartlarına ne kadar islamı fazla etmişlerse de onu vücubun şartlarından say-rnadılar. Malikilere göre kafırlerede namaz vaciptir. Yalnız kafirlerin namazları sahih değildir. Yalnız İslam ile namazları sahih olur.

Başkalarının görüşleri bunun hilafıdır. Onlara göre İslamı vü­cubun şartlarından saymışlardır. Şu halde Şafiiler ve Hanbeliler ka­firin küfür azabından başka bir de namazlarını terk ettikleri için a-zab görecekler demişlerdir. Malikiler tahareti iki kısma ayırdılar; ha­desten taharet, necasetten taharet. Netice itibarıyla Malikiler vücu­bun şartları içinde bir de namazın bırakmasına zorlanmış olmamayı ziyadde ettiler.

Şafiiler namazın şartlarını yalnız iki kısma ayırdılar. Birincisi vücubun şartları, ikincisi ise sıhhatin şartlarıdır. Onlara göre vücu­bun şartları altıdır. Peygamber (sav)'in davetinin ulaşmış olması. Zi­ra Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

Biz hiçbir kavme peygamber göndermeden asla azab et­meyiz" [166]

Sıhhatin şartları ise yedidir. Bedenin iki hadesten yani büyük ve küçük abdestsizlikten temizliği, bedenin elbise ve namaz kılman yerin necasetten tahareti, avret yerinin kapatılması, kıbleye göğüsle dönülmesi, vaktin geldiğini bilmesi. Bilmenin kısımları üçe ayrılır:

a- Kendisinin bilmesi veya gören bir sika yani kendisine itimad edilen kişinin haber vermesi İle olur. Kendisiyle hakiki öğlenin tayini mizvele aletleriyle tecrübe ve görüş edilmiş sıhhatli saatleri veya a-yaz, berrak havada bilen müezzinin ezanı da bunlar gibidir.

b- İctihaddır. Bu ise bilgiye ulaştıran vesilelerle vaktin girme­sini inceleme ile olur.

c- İyi vaktini bilen kimseye taklid etmek gören kimsenin hak­kında bu karara göre hareket etmek lazım ve elzemdir. Görmeyen i-Çin ise taklid etmek ve kendi keyfıyetiyle bilmek ve bozan bir şeyi terk etmek caizdir.

Şu halde Şafiiler namazın şartlarına üç şeyi ziyade ettiler ve şöyle dediler; eğer bilmeyen bir kimse ise farz olan namazlardan bir farzı sünnet olarak itikad etmeyecek şekilde namazın keyfiyetini bil­mek ve farzla sünnetin arasını seçmeyi bilmeye imkan bulacak ka­dar bir zaman bunun bilgisiyle iştigal eden kimsenin farzla sünnetin arasını ayırd etmesi ve namazı tamamlayıncaya kadar namaza mü-nafı (aykırı) bir şey yapmayacak şekilde namazı bozan şeyi terk et­mesi vakitlenmiş namazlarda namazın vaktinin girmesini bilmektir.

Vücubun şartları içinde de İslamı ziyade ettiler. Fakat onlar şöyle dediler ki; kafir daha önce müslüman olduğu bir zaman üze­rinden geçmemişse yukarıda geçtiği gibi her ne kadar küfrüne karşı olan azabı üzerine zaid olarak namazı terk üzerinede azab görecekse de dünyada kendisinden namazın istenmemesi üzere namaz onun üzerine vacip olmaz. Mürted bu şekilde değildir. O ahirette namazı kılmadığından dolayı ona azab olunacağı gibi, namaz kılmak kendi­sinden dünyada istenir.

Hanefılerde Şafıiler gibi namazı iki kısma ayırdılar:

a- Vücubun şartları.

b- Sıhhatin şartları.

Onlara göre vücubun şartlan beştir: Resulü Ekrem (sav) efen­dimizin davetinin ulaşmış olması, nifas ve hayız kanından temiz ol­mak. Hanefilerin ekserisi islam olma şartıyla yetinerek davetin ulaş­masını etmemişler. Sıhhatin şartlan altıdır; bedenin hadesten ve pislikten temiz olması, elbisenin necasetten temiz olması, namaz kı­lınan yerin pislikten temiz olması, avret yerinin örtülü olması, niyet, göğüsün kıbleye yönelmesi.

Vücubun şartlarına Şafıiler gibi İslarni da kattılar. Aralarındaki fark şöyledir ki Hanefılere göre; kafir namazı terk ettiğinden dolayı mutlak olarak küfür üzerine göreceği azab üzerine fazla olarak na­mazın terki içinde azab görmez. Hanefiler namazın şartlarını da üç bölüme taksim ettiler ve niyeti fazla olarak bellediler. Şu halde ni­yetsiz kimsenin namazı fasıddır kabul olmaz. Zira Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Ameller ancak niyetlere göredir."

Zira ameller ancak ve ancak adetlerden niyetler ile ayırd edilir­ler ve ibadetler de birbirinden ancak niyetler ile ayırd edilirler. Han-belilerde bütün ibadetlerde niyeti şart saymaları üzerine Hanefılere muvafakat ettiler. Şafıiler de niyeti namazın bir rüknü olarak kabul ettiler. Malikilerin en meşhur kavli de öyledir.

Hanbeliler namazın şartlarını, vücubun şartlannı ve sıhhatin şartlan diye taksim etmediler. Onlar namazın şartlarının hepsini üst üste dokuz saydılar ve şöyle açıkladılar; islam akıl, temiz (ayırabilme kudreti) , kudretin varlığı ile hadesten taharet, avret yerini setretmek, bedeninde ve elbisesindeki ve namaz kıldığı yerdeki necasetten sakınmak, niyet, istikbali kıble ve vaktin girmesi onların yanında bunların hepsi namazın sıhhatinin şartlarıdır.

Mükellef olan her müslümana farz olan namazlar sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarıdır. Bu namazlar Resulü Ekrem (sav) efendimiz Mescid-i Aksa'ya, ordan da göğe çıkarıldığı gecede farz kılınmıştır. Cenab-ı Hak (cc) Peygamberine ve bütün müslü-manlara bir gün bir gecede elli vakit namaz farz kıldı. Ondan sonra elliden beş vakite düşünceye kadar tahfif etti. Kim beş vakit namaz kılarsa elli vakit namaz sevabı alır. Peygamberimiz (sav) şöyle buyur­muştur:

Ben Mekke'deydim. Evimin tavanı şek oldu. Cebrail indi. Son­ra elimden tutarak beni en yakın semaya götürdü. Allah'u teala üm­metime 50 vakit namaz farz kıldı. Bunun üzerine tekrar Cenab-ı Al­lah'a müracaat ettim. Allah onlar 5 vakittir ve yine onlar 50 vakittir. Benim katımda söz değişmez buyurdu." [167]

Şu halde Resulü Ekrem (sav) efendimiz Mekke'den Medine'ye hicret etmeden 18 ay önce olmuştur. Durum öyleyken beş vakit na­maz Hz Peygamber'in daha önce sabahları ve akşamları kıldığı iki vakit namazı nesh etmiş oluyor. Şu halde Hz Peygamber (sav)'in öm­ründe tutmuş olduğu ramazan-ı şerifin orucu dokuz yıldır.

Zira ramazan orucu peygamberin hicretinden bir buçuk sene sonra şaban ayının onuncu günü farz kılınmıştır. Namazı ise on bir buçuk yıl olarak kılmıştır. Netice itibarıyla Hz Peygamber (sav) efen­dimiz kılmış olduğu miraçtan sonra beş vakit namazları bir buçuk yıl hicretten önce Mekke'de, on yılda hicretten sonra Medine'de top­lam olarak on bir buçuk yıl farz olan beş vakit namazı kılmıştır.

Namazın farziyetinin delilleri birçok ayet ve hadisle sabit ol­muştur. Bu husustaki ayetlerden bazıları şunlardır:

Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah'ı teş­bih ediniz." [168] peygamber'e gelerek ibadetlerin en üstünü hangisidir? diye sorunca Hz Peygamber'in kendisine cevabı şöyle oldu: "İbadetlerin en üstünü namazdır". Sonra hangisi? deyince Hz Peygamber: "Gene namaz" de­di. Sonra hangisi? deyince Peygamberimiz üçüncü kez: Gene na­mazdır" diye buyurdu. [169]

Herhangi bir müslüman iki vakit namazı tadili erkanla güzel bir surette eda ederse o iki namaz arasındaki günahlara kefareti zu-nup olur. Zira Resulü Ekrem şöyle buyurmuştur:

"Göklerde ve yerde olanların hamd ve senası O'na mahsus­tur. Gündüzün sonuna doğru ve öğle vaktine erişince de Allah'ı teşbih edip namaz kılın. [170]

Bu iki ayet-i kerimede de beş vakit namaz emrolunmaktadır. Akşama erdiğinizde ifadesinden akşam ve yatsı namazları, sabaha kavuştuğunuzda ifadesinden sabah namazı, gündüzün sonunda ifa­desinden ikindi namazı ve öğle vaktine erişince ifadesinden de öğle namazı anlaşılmaktadır.

Hadisten kaynak ise isra hadisinden başka çok hadisler vardır. Bazıları şu hadislerdir: Resulü Ekrem (sav) efendimiz Muaz b. Ce-bel'i Yemen'e gönderirken şöyle buyurmuştur:

Onlan önce Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim Aülah'ın elçisi olduğuma şehadet etmeye çağır. Eğer onlar buna itaat ederlerse onlara şunu bildir; Allah onların üzerine her gün ve gecede beş vakit namazı farz kılmıştır.[171]

Bedevi olan bir adam Resululîah'a gelerek namaz hususunda soru sorduğunda Hz Peygamber: "Bir gün ve bir gecede beş vakit na­maz farzdır" dedi. Üzerime bundan başkası farz olacak mı? Dediğin­de Hz Peygamber: "Hayır. Meğer ki kendiliğinden küasın" [172] buyurdu.

Namazın dindeki yeri nedir? Bedeni ibadetler çoktur. Fakat be­deni ibadetlerin en yükseği ve en üstünü namazdır. Zira bir kişi Hz Cenab-ı Allah beş vakit namazın kılınmasıyla hataları siler. "Allah'ın emretttiği gibi abdesti tam alıpta beş vakit namazını kı­lan hiçbir müslüman yokturki bu namazlar arasındaki günahlar için bir kefaret olmasın. [173] Tembellik sebebiyle namazı terk eden kimsenin böyle devam etmesi küfre girmesi söz konusu olabilir. Nasıl ki namaza devam et-meside imanını besler. Zira Resulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle bu­yurmuştur:

Kasdi olarak namazınızı terk etmeyin. Zira namazı kasden terk eden bir kimsenin üzerinden Allah ve Resulünün zimmeti beri olur.[174]

Namazı terk etmenin hükmü: Eğer bir kimse namazını terk et­se ya tembelliğinden ya inkâr etniğinden veya hafife aldığından olursa bakılır. Namaz farziyetini inkar etse veya hafife alarak terki o lursa kesinlikle kafir olur. O zaman hakimin onu tevbeye davet et­mesi lazımdır. Şayet tevbe etse namazını kılsa bir şey kalmaz. Eğer tevbe etmezse mürted olur. Yaşama hakkı kalmaz, hemen öldürülür.

îrtidad sebebiyle öldürülen kimsenin yıkanması, kefenlenmesi, namazının kılınması ve müslüman kabristanlığına defnedilmesi caiz değildir. Zira o kişi islam dininden çıkmıştır. Namazın farziyetine i-nanarak yalnız tembellik sebebiyle namazı terk eden kimse "hakim tarafından namazlarını kılmaya devam etmeye ve terk ettiği için tev­beye davet edilir. Şayet namazlarına devam etmezse öldürülmesi la­zımdır. Öyle adamların öldürülmesi asi müslümanları öldürmek için meşru kılman cezaların bölümünde geçmektedir.

Şu halde terk edilmesi sebebiyle savaş açılan bir farzı terk et­menin cezasıdır. Yalnız şu fark vardır; bu sebeple öldürülen bir kim­se müslüman kabul edilerek kendisine teniz, tekfin, defin ve miras hükmünde müslüman muamelesi yapılır. Resulü Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

Ben Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şehadet edinceye ve namazı kılıp zekatı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yapınca kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Ancak islamın hakkı hariçtir ve hesapla­rı da Allah'a aittir. [175]

Bu hadis La ilahe illallah Muhammed'ur-resulullah dediği hal­de namaz kılmayan kimselerle savaşılması gerektiğine delalet eder. Fakat böyle kimseler kafir sayılmazlar. Zira kafir olmamaları delili bu hadistir:

Kim Allah'ın kulları üzerine farz kıldığı beş vakit namazı hakkı­na riayet ederek kılarsa Allah onu cennete koymaya söz vermiştir. Kimde onları kılmazsa Allah katında onun hiçbir ahdi yoktur. Dilerse azab eder, dilerse cennete sokar.[176]

Şu halde buradaki namazı terk etme tembellik sebebiyle terk etmeye hamledilir. Böyle deliller arasında kesinlikle zıddiye, tenakuz yoktur. Başka bir hadiste şöyledir:

"Kişi ile küfür ve şirk arasında namazın terki vardır. [177] Buradaki terk namazın farziyetini inkâr etmektir. Veya hafife alarak terk etmektir.

İbni Abbas (ra)'dan rivayet olunmuştur ki o şöyle dedi:

Namazı terk eden kimse kâfir olmuştur."

İbni Mesud (ra)'dan naklolunmuştur ki o şöyle dedi:

Namazı kim terk ederse dini yoktur"

Cabir b. Abdullah (ra)'dan naklolunmuştur ki o şöyle dedi:

Namaz kılmayan kimse kâfirdir."

Resulullah (sav)'den sahih olarak nakledilmiştir ki:

"Namazı terk eden kimse kâfirdir." Aynı şekilde ehl-i ilimde Pey­gamber (sav)'in katından reyi şudur ki namazı kasden özürsüz ola­rak vakit gidinceye kadar terk edici kimse kâfirdir.

Zira özürsüz olarak vakit gidinceye kadar terk edici kimse kâ­firdir. Zira o Allah'u tealanm emrini terk etme üzerine hücum etme­ğe kalkıştı. Maliki ve Şafıilere göre o tekfir edilmez (kafir denmez). Bi­lakis fasıktır denir ve tevbesi istenir. Eğer tevbe ederse ne ala, eğer tevbe etmezse had olarak onu katlederiz. Örneğin; muhsen zina eden erkek gibi yalnız kılıç ile kati olunur.

Hanefıler ve Şafii'nin arkadaşı Müzni demişlerdir ki kendisine ne kâfir denir ne de katlolunur. Şu halde onun hakkı tazir olunur ve namaz kılmcaya kadar tevkif olunur. Zira Hz Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Müslüman bir kişinin kam helal olmaz. Ancak üç şeyden biri­siyle helal olur." Bunun içinde namazın terk edilmesi yoktur. Şu halde o asi bir mü'mindir. Hanbeliler Abdullah b. El-Mübarek, İshak b. Rahuye ve bazı Şafii ashabı ve İmam Ali (kv)'den rivayet ederek demişlerdir ki: "Kasden, özürsüz olarak kim namazı terk ederse kâfir olur." Onun katledilmesini şu ayet-i kerimeyi ihticac olarak gösterdi­ler:

Eğer tevbe ederler ve namaz kılarlar ve zekatı verirlerse onları serbest bırakınız." Bir de Resulü Ekrem (sav)'in şöyle mübarek kavli şerifidir: "Allah'tan başka ibadet edilecek hiçbir ilahın olmadığını söy-leyinceye kadar namaz kumalarına ve zekatı vermelerine kadar in­sanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu yaptıkları zaman benden kanlan ve mallan korunmuş olur." Başka bir hadisi şerifte de Resulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Kul ile küfür arasında namazın terki vardır." Namazı terk et­mekle cezasına ki bu katidir, müstehak olduğu anlamı ile tevil ol­muştur. Veya o terk etmeyi helal gören kimse üzerine mahmuldür. Veya o küfre tevil olunur ve onun fiili kâfirin fiilidir diye tevil olunur.

Allah'u Alem ölümden sonra onun hükmü namazı terk eden müslümamn hükmüdür. O gusledilmez, kefenlenmez, onun üzerine namaz kılınmaz ve müslümanlarm kabristanına defn edilmez. Ona ihanet olsun diye onun kabri imha olunur. Onun karısı boşanır. Cenab-ı Allah (cc) bizi muhafaza etsin. Amin. Dört mezhebin fıkıh ki­tabından alınmıştır.

Farz olan namazların vakitleri: Beş vakit namazın her birinin belli vakitleri vardır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki namaz mü'minlerin üzerine vakitleri belli bir farz­dır" Şu halde o vakitlerden önce veya sonra namaz kılmak caiz de­ğildir. Zira o vakitlerinde bir başlangıcı birde sonu vardır. Namaz ö-zel vakitlerle belli olmuş bir farzdır.

Hadis-i şerifin buraya kadar olan kısmıyla her namazın ilk vak­ti açıklanıyor. Geriye kalan kısmı İse bütün vaktin sonunu belirtiyor. Kısa olarak çevresi şöyledir; İkinci gün Cebrail (as) yine Resulullah (sav)'e geliyor.

Her şeyin gölgesi bir mislini bulunca Öğle namazını kılmasını söylüyor. Her şeyin gölgesi iki mislini bulunca da ikindi namazıyla emrediyor,

Akşam namazını ise yine ilk vaktinde kılmasını bildiriyor. Yatsı namazımda gecenin üçte biri geçince kılmasını söylüyor. Sabah na­mazı ise ortalık iyice ağarıp aydınlanınca kılmasını söylüyor. Ve fec­rin doğmasıyla güneşin doğmasına az kalan süreyi kasederek bu iki vaktin ortası (senin ümmetin için namaz) vaktidir diyor.

Böylece hadisi şerifin tamamı takvim esasını bildiren tabi belli vakitleri esası açıklayarak namaz vakitlerini açıklamak etmektedir. Sabah namazının vakti fecri sadığın doğmasıyla başlar. Güneşin doğ­masıyla devam eder. Zira Resul Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyur­muştur:

Sabah namazının vakti fecrin doğmasıyla başlar, güneşin doğ­masına kadar devam eder. [178]

Öğle namazının vakti güneşin tam tepeden batı tarafa doğru meylettiği zaman başlar. Bu vaktin ismi zeval vaktidir. Zira o vakitte doğu tarafına uzanan küçük gölgeler görünür. O gölgenin ismi zeval gölgesidir. Öğle namazının vakti tüm şeylerin gölgesinin kendi misli­ne ulaştığı zamana kadar devamı vardır. Zeval gölgeside bu gölgeye dahildir. Zira o öğle namazının ilk belirtisidir.

Resul Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Öğle namazının vakti güneşin batı tarafına kaymasıyla başlar. O kişinin gölgesi boyu kadardır, ikindi vaktine kadar devam eder." [179]

ikindi namazının başlaması öğlenin sona erdiği zaman başlar, güneşin batmasına kadar devamı vardır. Zira Resul Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Güneş batmadan ikindi namazının bir rek'atına yetişen kimse ikindi namazına yetişmiş demektir, [180] Yalnız namazı tüm şeyin göl­gesinin iki misline ulaştığı zamana kadar tehir etmeme daha evla ve güzeldir. Başka bir hadis ise şöyledir:

ikindi namazının vakti güneş sapsarı oluncaya kadardır.[181] Bu hadis muhtar olan vakte işaret eder. Akşam namazının vakti güneşin batmasıyla başlar. Kırmızı şafak kaybolup batı tarafın­da eseri kayboluncaya kadar devam eder. Kırmızı şafak güneş ışın­larından kalan noktalardır. Güneş battığında doğu tarafında görü­lür. Sonra karanlık onu batıya doğru kaydırır.

Karanlık yeryüzünü kaplayıp batı ufkuna uzandığı zaman kır­mızı şafağın eseri ortadan kaybolduktan sonra akşam namazının vakti bitiyor ve yatsı namazının vakti girmiş oluyor. Vakitleri bildiren hadis bu vakitlere delalet ediyor.

Akşam namazının vakti kızıllık düşünceye kadardır.[182]Yatsı namazının vakti akşam namazının vaktinin sona erme­siyle başlar, fecr-i sadığın çıkışma kadar devam eder. Fakat muhtar görüşe göre gecenin üçte birinden daha fazla tehir etmemektir. Mak­sudumuz fecr-i sadıktan doğu ufkuna dağılan bir ışıktır. Bu ışık gü­neşin yansımasıyla meydana gelir. Sonra tedricen göğe taraf yüksek­lik meydana gelir. Güneşin doğmasıyla tamamlanır. Yatsı namazının başlama vakti sona erme ve muhtar olan vaktinin delili, vakitleri bil­diren hadisle birlikte bir de şu hadistir.

Elbette ki uyku ile namazı kaçırmakta bir tefrit yoktur. Ancak tefrit başka bir namaz vakti girinceye kadar namazım kılmayan kim­se içindir.[183]

Bu hadis bir namaz vaktinin başka namaz vakti girdiğinde so­na erdiğine haber ve delalet eder. Yalnız sabah namazı buna dahil değildir. Çünkü sabah namazının vakti, öğle namazının vaktinin gir­mesiyle değil, güneşin doğmasıyla sona erer.

İşte bunlar beş vakit namazın vakitleridir. Yalnız müctehid i-mamların yatsı namazının ilk vakitlerinde farklı ictihad ve görüşleri­ne göre şöyledir. Ebu Hanife'ye göre; şafak kızıllığı takip eden beyaz­lıktır. İmameyn'e göre kızıllıktır ve bununla fetva verilir. Zira ehli li­sanın (lugatçıların) bunun üzerine ittifak etmişlerdir. Hatta İmam-ı Azam (ra) Amme-i sahabenin şafağı kızıllığa hamlettikleri için bu gö­rüşe dönmüştür.

Mebsut'ta İmameyn'in kavli daha geniş ve İmam-ı Azam (ra)'ın-ki ihtiyatlı (yeğrek)'dır diye zikredilmiştir. Velhasıl islam dininde ilk abdest ve namaz Peygamber efendimiz (sav)'in risaletiyle başlatıl­mıştır. Vahy meleği Cebrail (as) 610/611 senesinde bir pazartesi gü­nünün sonuna doğru ilk önce abdest almayı ondan sonrada namaz kılmayı Peygamber efendimiz (sav)'e öğretmiştir.

Mekke'nin yukarı tarafında vadinin bir tarafında ökçesini yere vurarak su çıkartan Cebrail (as) çıkan su ile namaz için nasıl temiz­lenileceğim görmesi için Peygamber efendimiz (sav)'in gözü önünde abdest almıştır. Abdesti bitirince bir avuç su alarak edep yerine ser­pmiştir. Ondan sonra Peygamber efendimiz (sav)'de orada Cebrail (as)'dan gördüğü şekilde abdest almıştır ve Cebrail (as) ile iki rek'at namaz kılmıştır.

Şu halde abdestte vahy-i gayri metlüv ile meşru olmuştur. Re­sulü Ekrem (sav) efendimiz bu hadiseyi hemen Hz Hatice (ra)'ya an­latmış, elinden tutarak suyun yanma götürmüştür. Namaz için nasıl abdest alınıp, temizlenileceğim Cebrail (as)'dan gördüğü şekilde ab­dest alarak Hz Hatice'ye göstermiştir. Hz Hatice de abdest almış ve beraberce iki rek'at namaz kılmışlardır.

Böylece Peygamberimiz (sav)'in imam olup kıldırdığı bu ilk na­mazda kendisine uyan ilk müslüman Hz Hatice (ra) olmuştur. Önce akşam namazından başka tüm namazlar ikişer rek'at olarak farz kı­lınmıştır. Hicretten sonra bunlar dört rek'ata çıkarılmıştır. Yalnız se­fere gidenler için Hanefılere göre ikişer rek'ata bırakılmıştır.

Önce iki rek'at ikindi namazı kılınırdı. Sonra sabah ve ikindi vakitlerinde ikişer rek'at namaz kılınmaya başlanmıştır.[184]

Bundan sonra gece yarısına veya gecenin üçte ikisine veya üç­te birine kadar [185] namaz kılınması emrolunmuştur.

Gecenin geç saatlerine kadar ibadet emri bir yıl sürmüştür. Sonra durum hafifletilmiştir. [186] Daha sonra sabah, ak­şam ve gecenin bir kısmına {yatsı vaktinde) ibadet edilmesi emri ve­rilmiştir. [187] Beş vakit namaz Resulü Ekrem (sav)'in Medine'ye hicretlerinden [188] bir buçuk sene kadar evvel [189] cuma miraç gecesinde ve Peygamberliğinin on birinci senesinde emrolunmuştur. [190]

Beş vakit namazdan sonra teheccüd namazı Peygamber efen­dimiz (sav) için farz olmakta devam etmişsede ümmeti hakkında na­fileye çevrilmiştir. Beş vakit namazın vakitleri Kur'an-ı Kerim'de a-yetlerle sabit olduğu için Peygamber (sav)'in hadisleriyle de adetleri ve nasıl kılınacağı belirtilmiştir.

Kur'an-ı Kerim'de Bakara suresinin 238'inci ayeti namazın hem farz kılındığına hem de beş vakit olduğuna delalet ettiği gibi Hud suresinin 114'üncü ayeti namaz vakitlerini tam bir şekilde gös­termekte, İsra suresinin 78'inci ayeti de beş vakit namazı açık olarak anlatmaktadır. [191]

Namazı cemaatle kılan kimsenin müslümanlığma hükmedilir. Şu halde bir kâfir cemaatle namaz kılsa Hanefılere göre müslüman olduğuna hükmedilir. İmam Şafii bunun aksi görüştedir. Zira Hane-filere göre cemaat Ümmeti Muhammed'e mahsustur. Tek başına namaz ve diğer ibadetler bunun hilafmadır. Zira bunlar diğer üm­metlerde de vardır. Resul Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse bizim namazımızı kılsa ve bizim kıblemize yönelse o

bizdendir." Muhtemeldir ki bu hadis kıblenin Beytül Makdis'ten Kabe'ye çevrilmesi vaktinde sadr olmuş ve onların nefislerinde bir te-reddüd sübüt bulmuştur. Ya da temyiz bakımından o, en maruf, en meşhurdur. [192] Ulemaya göre "bizim namazımız" sözüyle murad heyeti mahsusa üzere cemaatle kılınan namazdır. Cemaatsiz namaz ise bizde mevcud olduğu gibi kafirlerde de vardır.

Hanefilere göre vîtr namazının vakti yatsı namazının vaktidir. Ancak vitr konusu ile ilgili bir emirden dolayı vitr namazı yatsı na­mazından sonra kılınır. Vitr vaktinin bu şekilde oluşu Imam:ı A-zam'a göredir. İki İmama göre vitr vakti yatsı namazı kılındıktan son­ra başlar. Bunun için bir insan uykudan uyanacağına güveni yoksa uyumadan önce vitr namazını kılmalıdır. Şayet eminse vitr namazını sonuna bıraksın.

 

Namazın Farzları (Şartları Ve Rükunları)

 

Namazın farzları on ikidir. Bunların altısı namaza başlamadan önce yapılması lazım gelen farzlardır.

1-  Küçük-büyük hades, yani abdestsizlikten taharet.

2- Necasetten taharet.

3- Avret yerini kapatmak.

4- Kıbleye göğsü ile yönelmek.

5- Vakit.

6- Niyet.

Şimdi bunları sırasıyla açıklayalım:

1- Namazdan önce küçük ve büyük abdestsizlikten taharet na­mazın şartlarındandır. Bu olmazsa namaz sahih olmaz. Zira maşrut şertsiz olmaz. Şu halde meşrutun meyadana gelmesi ancak ve ancak şartın meydana meşruttan önce gelmesidir.

Misali abdestsiz kimsenin abdest almadan namaz kılması sa­hih olmaz ve caiz değildir.

2-  Necasetten taharet: Beden, dış elbise ya da namaz kıldığı yerde namaza mani olacak kadar necaset bulunursa kılman namaz sahih olmaz. Namaz kılan kimsenin elbisesi, bedeni ve namaz kıla­cağı yerin necasetten temizlenmesi vaciptir.

Belirtilen üç yerden birine dokunan necaset galiz ve bir dirhem miktarından çok ise onu yıkayıp dokunduğu yeri temizlemek farzdır. Temizlemeden namaz kılınacak olursa o namaz sahih değil, hüküm­süzdür. Zira bir dirhem kadar olursa temizlenmesi ve dokunduğu yerin yıkanması vaciptir. Şayet yıkanmadan bu şekilde namaz kılsa, namazı kerahatle caiz olur.

Bir dirhemden az ise temizlenmesi sünnettir. Yıkamadan o şe­kilde namaz kılmak helale yakın mekruh olur. Eğer necaset galiz (ağır) kısmından olmazsa belki hafif necaset olursa ve aynı zamanda. da aşırı derecede dokunrnamışsa namazın cevazına mani olmaz..

Bedenin necasetten temizlenmesi ne demektir? Bedenin dış kısmı kastedilir. Şu halde necis birşeyi gözüne süren yani haram bir sürmeyi gözüne süren kimsenin gözlerini yıkaması vacip değildir. Zi­ra göz kapakları normal olarak kapatılınca görülen kısım gözün dış tarafı, görülmeyeni iç kısmı sayılır. Kapaklar kapandığında sürülen sürme görülmüyorsa temizlenmesi kesinlikle gerekmez.

3- Setr-i Avret (edep yerlerini örtmek): Namazda avret yerini örtmek şarttır. Namazda örtülmesi farz olan ve başkalarının bakma­ları caiz bulunmayan organlara "avret yeri" denir.

Erkeğin uzvu için avret göbeği altından iki diz kapağı altına ka­dardır. Netice olarak dizler avrettir, göbek avret değildir.

Cariyenin avreti erkeğin ki gibidir. Cariyenin karnı ve sırtı da avrettir. Karın ve sırt erkekte avret yeri değildir. Cariyede ise ikiside avrettir. İsterse ümmü veled olsun, isterse mübdere, mukatebe ol­sun sırtı ile karnı avret yeri olmakta cariye gibi olur.

Hür kadının tüm vücudu avret sayılır. Yalnız yüzü, iki elinin a-yaları ve iki ayakları avret değildir. Müslüman olan bir kadın erkek­lerin hücumu ve kötü bakmalarından muhafaza etmek ve onu saygı­değer bir edebe riayet etmek, annelik sıfatının zedelenmesini önle­mek için onların iki eli, yüzü ve ayaklarından başka tüm taraflarını avret saymıştır. İki elinin ayalarmmda açık kalmak zarureti vardır. Yüzünü açmasmdada ihtiyaç olup özellikle şehadette, mahkemede ve nikahta yüzünü açmasından başka çare yoktur.

Yolda giderken ayaklarını örtmek bilhassa kadınların fakir kı­sımlarına çok zor gelir. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur

Kendiliğinden görünen kısım müstesna.[193]

Bu ayet adet ve yaratılışın onun görünmesini gerktirdiği şey müstesnadır diye tefsir edilmiştir. Kadının ayağınmda avret olduğu rivayet edilmiştir. Hz Aişe (ra) validemiz şöyle buyurmuştur:

Ebu Bekir kızı Esma, üzerinde ince bir elbise bulunduğu halde Resulü Ekrem (sav) efendimize geldi. Hz Peygamber (sav) onu bu kıyafette görünce yüzünü ondan çevirdi ve şöyle dedi: "Esma! Kadın bu­luğ çağına ulaşınca onu şu yerlerinin (yüzünü ve iki ellerini işaret ede­rek) görünmesi caiz olur. [194]

Başka bir hadis de şöyledir:

Kuşkusuz olarak kız buluğ çağına ulaşınca yüzünden ve bileği­ne kadar elinden başka yerlerinin görünmesi doğru değildir." [195]

Hür kadınların yüzü ve ellerinden başka sarkan saçları dahil bütün bedenleri avrettir. Yüzü ve elleri ise bir fitne tehlikesi olmazsa namaz dışında da avret değildir. Kadının namazı ayağının dörtte biri nisbetinde açık bulunmasıyla bozulur. Diğer bir görüşe göre ise a-yakları namaza göre avret yeri sayılmazsa da namazdan başka avret yeri sayılır.

Bu ihtilaftan kurtulmak için ayakların örtülmesi namazda uy­gun görülmüştür. En sahih görüşe göre namazın dışından hür ka­dınların yüzleriyle ellerinden başka bütün uzuvları avrettir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"Zinetlerini ise görünmesi zaruri olan kısımları müstesna açığa vurmasınlar. Başörtülerimde yakalarının üzerini kapata­cak şekilde iyice örtsünler. [196] Mealindeki ayette geçen gö­rünen, ortada olan kısım müstesnadan maksad kadınların yüzleri ve iki elidir. Yıkanmak hariç namazda veya namazdan başka yerlerde avret yerlerinin örtülmesi farzdır. İnsanların huzurunda ve tenhada avret yerlerinin örtülmesi farzdır. Bunun delili kitap ve sünnettir.

Bir kimse karanlık bir odada tek basmayken, temiz elbisesi ol­duğu halde çıplak olarak namaz kılsa namazı sahih olmaz. Bir erkek şu üç elbiseyle namaz kılsa müstehaptır:

1- Omuzdan topuklara kadar uzanan elbise.

2- Beden aşağıya kadar uzanan don.

3-  Başı kapatacak olan bir sarık. Bu kayıtlara göre baş açık o-larak namaz kılmak caizdir. İbni Abbas'tan rivayet olduğuna göre şöyledir. Resulü Ekrem (sav) efendimiz bazı evkatta sarığını çıkarıp önünde sütre olarak kullanırdı. İbni Asakir, İbni Abbas (ra) hanefı alimlerine göre Allah (cc) huzurunda daha edep ve saygılı bir vakar almak niyetiyle baş açık namaz kılmakta bir beis yoktur demişlerdir.

Zira Resulü Ekrem (sav) efendimiz iki omuzu arasında düğüm bedenine örtündüğü bir tek bezle bize namaz kıldırdı. [197] Bu rivayete göre Resulü Ekrem (sav) efendimiz baş açık olarak namaz kıldırdığı istidlal edilmiştir. Namaz kılmak için kadınlara şu üç elbise müste­haptır:

1- Omuzdan topuğa kadar uzanan entari.

2- Göbekten topuklara kadar uzanan iç çamaşır.

3- Omuzlara kadar sarkan başörtüsü.

Ön (kubul) ve geri (dübür) gibi avreti galize olan uzvun dörtte birinin açılması namazı bozar. Ya da ön ve geriden başka karın ve uyluk gibi hafif avret yeri olan uzvun dörtte birinin açılması da na­mazı bozar. İmam Ebu Yusuf (ra)'a göre yarısının açılması bozar.

Bu iki avretin (galiz ve hakiki olan) zikine sebep hükümde iki­sinin arasında müsavat olduğuna işarettir. Erkeklik organı ve hus­yelerden herbiri bunların ayrı ayrı diyenlerinin nedeni bazı bilginle­rin erkeklik organı ile husyeler bir tek uzuvdur. Söyleyen sözlerin­den birbirine ayırd etmek içindir.

Şu halde kadının başından, başının saçından herbiri mutlaka avrettir. Kabaran memelerinden ve kulağ herbiri de avrettir. Za-hiriyyede kadının memeleri büyük olduğu zaman herbiri tek başına avret itibar olunur denmiştir. Kabarmayıp yerinde kalan memeler göğse tabidir. Bunlardan herbiri bir uzuvdur.

Namaz kılan kimsenin avreti açılsa veya namazın cevazına mani pislikle durursa veya musalli kadınların safında namazın rü­künlerinden bir rükün edası mümkün olacak kadar zaman dursa, o musallinin namazı İmam Ebu Yusuf (ra)'a göre bozulur.

Zira namazı bozan şey o namazdan bulunmuştur. İmam Mu-hammed (ra)'a göre bir rükün edası mümkün olacak kadar dur­makla namazı iptal etmez. Şu halde bir rüknü edası kadarz olursa na­mazı iptal eder. Eğer musalli avreti açılmakla beraber bir rüknü eda etmiş olursa o zaman ittifaken namazı sahih değildir. Şayet avretini örterek derhal edanın üzerine devam etse namazı ittifakla caizdir.

4- Kıbleye göğsü ile yönelmek, namaz farz olsun nafile olsun, cenaze namazı veya tilavet secdesi olsun yani bütün namazın navi-leriyle kıbleye yönelerek kılınırsa o zaman namaz sahih olur. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

Artık yüzünü Mescid-i Haram semtine çevir. Bulunduğu­nuz yerde yüzlerinizi o tarafa çevirin.[198] Hadisi şerif­te de Resulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Resulü Ekrem (sav) efendimiz Beytullah'ın içine girdiği vakit tüm tarafını dolaştı ve dua etti. îçinde namaz kılmadı. Hattaki çıktık­tan sonra iki rek'at namazı Kabe'ye yönelerek kıldı ve işte bu kıbledir buyurdu. Şu halde Mescid-i Haram'a yönelerek namaz kılmak hem kitap, hem sünnet hem de icma ile sabit olmuştur.

İmam Şafii ve İmam Hanbeli'ye göre Mekke'de bulunmayan kimseyi kıbleyi Kabe'nin kendisine isabet ettirmek farzdır. Zira ayet­te "nerede bulunursanız yüzünüzü Kabe'nin yönüne doğru yöneltin.[199] buyurulur. Bu ayet Kabe'nin kendisine yönelmeyi ge­rekli kılmaktadır.

Şu halde Mekke'li için Kabe'nin aynısını kendisine yöneltmek­tir. Bunda icma vardır. Hatta ve hattaki kendi meskeninde veya dükkanında namaz kılan kimse eğer duvarlar kaldırılsa yönleri Ka­be'nin kendisine doğru olacak şekilde kılmaları lazım ve elzemdir. Öyle olmazsa caiz değildir.

Mekke halkından başkası için Kabe yönüne yönelmek yeter­lidir. Bu ise afaki olanlar içindir. Zira afakinin yönelmesi Kabe'nin kendisine doğru olması vacip değildir. Zira teklif kuvvete göredir. Şu halde Kabe'nin yönünü musallinin alnından çıkan hattın iki dik köşe meydana gelecek şekilde Kabe'ye doğru uzanan hatta gitmesidir. Bundan anlaşılır ki musalli Kabe'nin kendisine yönelmekten kaymış olup ve kayma (veya sapma) ile mukabele tamamıyla yok olmazsa namaz caiz olur.

Ne kadar musalli sağa veya sola kaymış olsa bile gene namazı caiz olur. Zira insanın yüzü kavislidir. Sağına ve soluna yöneldiğinde iki yanları kıbleye çıkmamaktadır. Bazı arifler kıble hakkında şöyle demişlerdir; insanların kıblesi Kabe-i Mükerreme'dir. Gök halkının kıblesi Beyt-i Ma'mur'dur. Melaikei Kerrübiyyün'ün kıblesi yani Ceb­rail ve Mikail gibi Allah (cc)'a yakın meleklerin kıblesi kürsidir. Arşı taşıyanların kıblesi Arş-ı Azam'dır.Ve hepsinin gayesi ve matlubu yüce Allah (cc)'ın zatıdır.

Kıbleye yönelmekten aciz olan kimsenin kıblesi ise yani kıble­nin yönünü bildiği halde düşman veya yırtıcı hayvan korkusuyla ya da denizde bir ağaç üzerinde bulunduğu İçin aciz olanların kıblesi gücü yettiği yönedir.

Yani öyle kimsenin hangi yöne kadir ise namazı o kadir olduğu cihette kılabilir. Namaz kılacak olan kimse kıbleyi araştırır. Araştır­mak maksuduna vasıl olmak için gücü sarf etmek demektir. Musalli şüpheden dolayı araştırır. Şüphe karanlıkların yığılmasıyla ve alamet­lerin görünmeme siyle yada bulutların toplanmasıyla meydana gelir. Kıbleden haber veren kimse olmazsa o zaman musalli yönü araştırır.

Zira ashab-ı güzin kıbleyi araştırp namazlarını kılmışlardır. Re-sulullah (sav) onları bu araştırmadan men etmemiştir. Eğer bir kim­se kıbleyi araştırdıktan sonra hata etse o namazını iade etmez. Mu­salli araştırarak namaz kılıpta sonradan Kabe arkasında kaldığı meydana çıkarsa İmam Şafii (ra)'ye göre namaz caiz değildir. Hanefi mezhebine göre caizdir.

Arz üzerinde bizim bulunduğumuz nokta ile güneşin her gün için değişen üç noktadan oluşan küresel üçgenin çözümünün za­man cinsinden ifadesine kıble saati denir. Şu halde şehir için ayrı ayrı gösterilen kıble saatleri yalnız o şehirler için geçerlidir. O şehir­den uzaklaştıkça namaz vakitler (+,-) fark olarak ilçelerin namaz va­kitlerinin tesbitine benzer uygulamanın kıble saatlerine uygulanma­sı kesinlikle doğru değildir.

Kıble saatleriyle kıble tesbiti yapılırken 90 derece dik olarak ze­mine çakılmış olan direğin veya özel olarak bu iş için hazırlanmış şakul ipinin kıble saatindeki gölgesinin güneşe taraf olan ters uzan­tısı kıble yönünü gösterir. Değişik bir ifade ile o esnada yüzünü gü­neşe çeviren bir kişi kıbleye dönmüş olur.

İlçe ve nahiyelerin kıble saatlerini illerden fark alarak hata yapmamaları için bütün il ve ilçe ve nahiyelerin yıllık kıble saatleri hazırlanarak müftülüklere gönderilmiştir. Yeniden cami yapılırken kıble istikametinin tesbitinde bundan yararlanılabilir. Dünya kıble günü arz üzerinde bizim bulunduğumuz noktada sabittir. Kabe'nin

bulunduğu noktada sabit olup; enlemi +21 derece 20 dakikadır. Güneşin deklinasyonu ise yıl içinde -23 derece 26 dakika ile +23 de­rece 26 dakika arasında her gün için değişmektedir.

Güneşin deklinasyonu ile Kabe'nin enleminin aynı (+21 derece 26 dakika) olduğu 29 mayıs günü Türkiye saati ile ve ileri saat uy­gulamasına göre 12.18'de ve 16 temmuz günü Türkiye saati ile ve ileri saat uygulamasına göre 12.27'de dünyanın her yeri için (oraların mahalli saatlerininde ayrıca hesaplanması şartıyla) dünya kıble gü­nü ve belirtilen saatlerde dünya kıble saatleridir.

Ktble: Hicretin ikinci yılı olayları arasında iki mühim hadise vardır. Bunlardan biri tüm müslümanlara nefislerini müdafaa için savaşa izin verilmesidir. Nitekim bu konuda yüce Allah Kur'an-ı Ke-rim'de şöyle buyurmuştur:

"Kendilerine savaş açılan mü'minlere, zulme uğramaları se­bebiyle cihad izni verildi. Şüphesizki Allah onlara yardım etme­ye hakkı ile kadirdir. [200]

İkincisi ise kıblenin Kudüs (Mescid-i Aksa)'tan Mekke (Kabe)'ye çevirilmesidir. Kudüs'e doğru namaz kılmak hicretten üç yıl önce başlamıştı. Hicretten 16 ay ve birkaç gün sonrasına kadar devam et­miştir. Kabe'nin müslümanlar için kıble olması hicretin ikinci yılı 624 recep ayı ortalarında bir pazartesi gününe rastlar. O gün Resulü Ekrem (sav) efendimiz Selemoğullan yurduna gitmiş, oranın mesci­dinde öğle namazını Kudüs'e doğru kıldırıyordu. Namaz içinde kıble­nin değiştirilmesi hakkında vahiy geldi. Namazın birinci rek'atı kılın­mış ikinci rek'atm sonuna gelinmişti. O sırada Kudüs'teki Mescid-i Aksa'dan Mekke'deki Mescid-i Haram'a dönülmesi emrolundu. [201]

Resulü Ekrem (sav) derhal yüzünü Mescid-i Aksa'dan Mescidi Haram'a çevirdi. Cemaat de saflarıyla beraber o tarafa döndüler. Er­kekler kadınların yerlerine geçtiler, kadınlar da erkeklerin yerlerini aldılar. Bu şekilde yeni kıbleye yönelmiş olarak namazın üç ve dör­düncü rek'atlarmı Mescid-i Haram'a yönelmiş olarak kılmış oldular.

Selemoğulları mescidine de bu sebepten dolayı Mescid-i Kıble-teyn yani iki kıbleli mescid denildi.

Kabe tarafı ne ile bilinir?

1- Köylerde, kasabalarda ve şehirlerdeki camilerdeki mihraplar ve minarelerin şerefeye açılan kapısıdır.

2- Camilerden uzak bir semtte ise yerli halktan sormak lazım­dır.

3- Yanında pusula taşıyor ve manyetik sapmalarıda hesaba katmasını biliyorsa onunla kıbleyi tayin eder. Deniz ya da çölde olan kimselere gelince pusula varsa onunla tesbit ederler. Şayet pusula yoksa ve güneşli bir havadaysalar bulundukları yerin kuzey ya da güney yarım küre olduğunu tesbit ederek ve güneşe bakarak kıbleyi tayin ederler. Gece vakti ise yıldızlarla tesbit ederler.

Bunlardan hiçbiri olmadığı takdirde o zaman ictihad edip ka­naatlerine göre namaz kılarlar. Kıble tesbitinde ise muteber olan göğsün Beytullah'ın bulunduğu mekana çevirilmesidir, binanın şek­line değil. Belki rakım itibarıyla Kabe'den çok yüksek ya da çok al­çak bir yerde yüzünü Kabe'ye çevirmek mümkün olmayabilir. Fakat Beytullah'ın bulunduğu yöne göğsü çevirmek yeterlidir. Zira Kabe yerden aynı doğrultuda yedi kat göklere kadar kıble olarak kabul edilmiştir.

Şu bakımdan Kabe'nin damında namaz kılmak caizdir diyenler çoğunluktadır. Çünkü Kabe'nin üstüne çıkan kimse nereye yönelirse yönelsin kıbleye göğsünü çevirmiş sayılır.

Çağımızda o onbeş km yüksekte uçan uçaklarda namaz kıl­mak gerektiğinde elbetteki Kabe'nin binasına yönelmek mümkün değildir. Fakat göğe doğru yükselen doğrultusuna göre namaz kıl­mak yeterlidir. Şu kadarı varki eski müctehidlerin zamanında uçak yoktu. Fakat onlar rakım itibarıyla bu işi tesbit etmişlerdir. Şu halde çok yüksek veya çok alçak yerleri tefekkür ederek bu yolda tatmin verici bir ictihadda bulunarak çok kolay bir yol göstermişlerdir.

Ağır yaralı veya hasta olan kimseye eğer çevirildiği takdirde sı­zıntı veya ağrı artacağı olursa bulunduğu şekilde namaz kılsa nama­zı sahihtir. Yüzü hangi cihete gelirse gelsin gene namazı sahihtir. Eğer herhangi bir kimse yoldaki bir canavardan korksa ve kıble tara­fına yönelme imkanı olmazsa o kimse hangi cihete yönelirse yönelsin kıldığı namaz sahih olur. Eğer hırsızdanda korkarsa gene hangi tarafa yönelerek namaz kılsa namazı sahih olur.

Özürlü olan kimse binmiş olduğu hayvanın üzerinde kıbleye yönelmek zorunda değildir. Zira o kimse hangi tarafa yönelerek na­maz kılsa namazı sahih olur. Nafile namazların hayvan üzerinde kı­lınması kıbleye yönelerek kesinlikle şart değildir. Şu halde öyle kim­se hayvan üzerinde özürsüz olarak herhangi bir tarafa yönelerek sünnetini kılsa namazı sahih olur.

Eğer herhangi bir kimse gemide namaz kılsa namazlarda kıb­leye yönelerek kılması lazım ve elzemdir. Zira rastgele bir tarafa yö-nelip namaz kılsa caiz değildir. Şu halde namaz kılarken gemi yönü değiştirecek olursa namazını iptal etmemek şartıyla kıbleye döner ve bu şekilde namazını tamamlarsa namaz sahih olur. Gemide kıblenin hangi tarafa olduğunda şüpheye düşerse, soracak kimseyi de bula­mazsa ictihad yaparak böylece namaz kılar.

Zira Resulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur: "Size bir şey üe emrettiğim zaman onu gücünüzün yettiği nisbette yerine geti­rin." Amir b. Rebia diyor ki: Resulullah (sav) devesi üzerinde yol alır­ken namaz kılıyor ve deve ne yöne doğru yönelirse o da kendisini oraya doğru yöneliyordu. Yalnız rüku ve secdeleri baş işareti ile yeri­ne getiriyordu. [202]

Âmâ bir adam bir rek'at namaz kıldıktan sonra bir adam gelse ve onun göğsünü kıbleye çevirse ve o âmâyı uyarsa önce kıldığı na­maz caiz olur mu? Eğer âmâ namaza girmeden önce kıbleyi sorup öğrenecek kimse bulduğu halde sormadan namazın içine girmişse her ikisinde namazı caiz değildir. Aynı zamanda namazın iade edil­mesi gerekir. Eğer soracak kimse yoksa bu şekilde namaza durmuş-sa imam olan âmânın namazı sahihtir. Fakat imama uyanın namazı sahih değildir. [203]

5- Vakitler: Farz namazlarla bunların sünnetleri için vitr na­mazı, teravih namazı, cuma ve bayram namazları için vakti de şart­tır. Şöyleki; farz namazlar sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namaz­larından meydana gelmektedir. Cuma namazı ise öğle vakti içinde meydana gelmektedir.

Şu namazların vakitlerini bilmek farz olan bir vazifedir. Vakti gelmeden bir namazın kılınması sahih değildir. Vakti geldiği zaman vaktin içinde kılınması gerekir. Eğer vakit çıktıktan sonra kılımrsa bu eda değil kaza olur. Özürsüz bir namazı kazaya bırakılması yüce Allah katında büyük bir suç ve sorumluluk gerektirir.

Cuma namazının vakti öğle namazının vaktidir. Bu vakitleri bilmek için bazı terimleri bilmek gerekir.

Sabah namazını ortalık açılıp ağardığı zaman kılmak müste-haptır. Ve daha faziletlidir. Buna "isfar" denir. Yalnız kurban bayra­mının ilk gününde Müzdelife'de bulunacak hacılar için o günün sa­bah namazım fecrin hemen arkasında daha ortalık karanlıkken kıl­mak daha faziletlidir. Buna "tağlis" denir. Üç imama göre her zaman tağlis daha faziletlidir. Gündüz vaktine Arapça "nehar" denir. Nehar iki kısma ayrılır.

Nehar-i şer'i: Şer-i gündüzdür ki fecri sadıktan güneşin batı­şına kadar devam eder.

Nehar-i örfi: Örfü gündüzdür. Bu da güneşin doğuşundan batı­şına kadar olan zamandır. Ve nehar-i şer'iden kısadır.

Sabah namazının vakti ikinci fecrin doğuşundan güneşin do­ğuşuna kadar olan vakittir. İkinci fecr sabaha karşı doğu tarafın uf­kundan yayılmaya başlayan bir aydınlıktan ibarettir. Bununla sa­bah vakti girmiş olur. Bu sebeple buna "fecr-i sadık" denir.

Öğle vakti güneşin zevalinin hemen arkasından başlar. Zevalse örfi gündüzün tam ortasına rastlar. Eğer örfi gündüz 12 saat kabul edilse tam altıda zeval vakti olmuş olur ve görünüşe göre güneş yo­lun yarısını almış olur. Şu zamanda her şeyin gölgesi doğudan batı­ya doğru düşmekteyken bu zamandan sonra akis olarak meydana gelir. Yani bundan sonra batıdan doğuya doğru düşmeye başlar.

Bu güneşin tam bu yarı yola geldiği anda her şeyin yere düşen gölgesine de "fey-i zeval" denir. Fey terim olarak dönme anlamına gelmektedir. Gölge batıdan doğuya doğru dönmeye başladığı için bu adı almıştır. Şimdi tam bu zeval anında güneşe karşı dikili olan bir metre uzunluğunda bir şeyin gölgesini yarım metre kabul ediniz. Bu bir fey-i zevaldir. Bundan sonra o şeyin gölgesi iki metre daha uza­nıp artarsa yani gölgesi iki buçuk metre olursa asrı sani yani ikinci asr olmuştur.

İmam-ı Azam'a göre öğle vakti çıkmış ve ikindi vakti girmiştir. Fey-i zeval bulunulan yere ve zamana göre uzayabilir ve kısalabilir. Belirsizde olabilir. Şu halde bir zeval zamanına rastlayan bir namaz kesinlikle caiz değildir. Zira bu kerahat zamanıdır. Fakat namazın caiz olmadığı bu vakitte acaba pek az bir vakite mi mahsustur? Veya bu vakit biraz evvelinden mi başlar? Burada iki fikir meydana gel­mektedir:

Burada örfi gündüz esastır. Bu cihetten tam zeval vaktine "isti­va" vakti denir ki güneş gündüz yarısı dairesi üzerinde herkesin tam başı üstünde bulunur. Veya o hizaya gelmiş gibi olur. İşte kerahat zamanı tam bu vakitten ibarettir.

Diğer bir görüşe göre ise bu kerahat zamanının belirlenmesin­de esas olan şer-i gündüzdür. Şer-i gündüze göre ise istiva zamanı zeval zamanından biraz önce meydana gelir. Bu görüşe göre kerahat vaktide bu istiva vaktinden zeval vaktine kadar uzayan müddete de­nir.

Misal; ocak ayının birinci günü fecr-i sadığın doğuşu ezani sa­atle  12.50 olsa güneşin batışıda 12'de olacağına göre şer' gündüz süresi 11 saat 10 dakika olur. Öyle günde güneşin doğuşu 2. 35'de olacağından örfi gündüzün süresi 9 saat 25 dakika olur. Şayet böyle olursa şer-i gündüzün yarısı yani istiva vakti fecrden 5 saat 35 daki­ka sonra olup güneşin doğuşundan 3 saat 50 dakika sonraya rast­lar.

Bu kaideye göre şer-i gündüzün yansı zeval zamanından 52 dakika önce olmuştur. Şu halde bu 52 dakikalık süre bir kerahat vaktidir.

Akşam namazının vakti güneşin batmasından başlayıp şafağın kaybolmasına kadar devam eden zamandır. Şafak İmam-ı Azam'a göre akşamleyin ufuktaki kızartıdan sonra meydana gelen beyazlık­tır.

İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed ve diğer üç imama göre ve İmam-ı Azam'dan diğer bir rivayete göre şafak ufukta meydana ge­len kızartıdır. Bu kızartı gittikten sonra akşam namazının vakti çık­mış olur. Akşam namazını ilk vaktinde kılmak müstehaptır. Akşam namazının vakti dar olduğu için onu geciktirmek caiz değildir. Ak­şam namazı kızartının kaybolmasına kadar tehir edilmemelidir.

Yatsı namazının vakti her iki görüşe göre şafağın kaybolmasın­dan başlayıp ikinci fecrin doğuşuna kadar devam eder. Fecr doğun­ca yatsının vakti bitmiş olur. Yatsı namazını gecenin üçte birine ka­dar geciktirmek müstehaptır. İhtilaftan kurtulmak için ufuktaki be­yazlık kaybolmazsa yatsı namazı kıhnmamalıdır. Eğer bulutlu olsa sabah, öğle ve akşam namazlarını biraz geciktirmeli, ikindi ve yatsı namazlarını da biraz erken kılmalıdır.

Vitr namazının vakti; yatsı namazının vaktidir. İki imama göre vitrin vakti yatsı namazı kılındıktan sonra başlar. Herhangi bir kim­se yatsı namazını kıldıktan sonra elbisesini değiştirip başka bir elbi­se ile vitr namazını kılsa ve önceki elbisesi temiz olmazsa İmam-ı Azam'a göre yalnız yatsı namazını yeniden kılması gerekir. İki ima­ma göre her iki namazı kılması lazımdır. Zira vitr namazı vitr vakti gelmeden kılınmıştır.

Eğer bir kimse gece uyanacağından emin olsa vitr namazını gecenin sonuna kadar tehir etmesi daha faziletlidir.

Teravih namazının vakti; yatsı namazından sonra başlar, sa­bah namazının vaktine kadar devam eder. Vitrden önce kılınması caiz olduğu gibi vitrden sonra kılınması da caizdir.

Bayram namazının vakti; sabah namazı kılndıktan sonra gü­neş yükselipte kerahat vakti çıktıktan sonra başlar ve güneşin istiva vaktine kadar devam eder. Ramazan bayramı namazı bir özürden dolayı birinci günü istiva vaktine kadar kılmamazsa ikinci günü istiva vaktine kadar kılınır. Eğer özür devam ederse üçüncü günü kılın­maz.

Kurban bayramı namazı ise eğer özür sebebiyle birinci günü kılınmazsa ikinci günü istiva vaktine kadar kılınır. îkinci gün gene özür sebebiyle kılınmazsa üçüncü gün istiva vaktine kadar kılınır. Bu şekilde özürsüz olarak bayram namazlarını ikinci ve üçüncü gü­ne bırakmak aynı zamanda kötü bir şeydir.

İstiva zamanında ve istivadan sonra kılınması kesinlikle caiz değil ve kaza da yapılamaz. Namazın vaktinin müsaid olduğunu dü­şünerek bir sünnet namaza başlamış olan kimse iki rek'at kıldıktan sonra farzın kaçırılacağından korkarsa başlamış olduğu namazı bı­rakmaz. İkinci rek'attan sonra teşehhüde oturarak selam verir. Ü-çüncü rek'atta ise dördüncü rek'atıda kılar, sonra selam verir. Zira başlanmış olan namazın tamamlanması gerekir.

Hanefılere göre iki vaktin namazını bir vakit içinde kılmak ke­sinlikle sahih değildir. İsterse evde, isterse seferde olsun, isterse kor­ku zamanında olsun sahih olmamasında fark yoktur. Yalnız hacc zamanında öğle ikindi namazını öğle vaktinde, Arafat'ta cemaat ile akşam ile yatsı namazını yatsı vaktinde Müzdelife'de münferid ya da cemaatle kılınması caizdir.

Şafıilere göre ise cem-i takdim ve cem-i te'hir ikiside caizdir. Sefer halinde vaktin elverişli olmasına göre öğle namazını ikindi ile cem-i te'hirle veya ikindi namazını öğle vaktinde cem-i takdimle yani ikisini bir vakitte kılmak caizdir.

 

Namaz Kılınması Caiz Olmayan Ve Mekruh Olan Vakitler:

 

Üç vakitte namaz kılınmaz. Bu üç vakitte farz namazı, cenaze namazı, tilavet secdesi ve nafile namaz kılınmaz.

a- Güneş doğup bir mızrak boyu yükselince (30 dk geçinceye kadar).

b- Güneş gök kubbenin ortasına gelip her şeyin gölgesi titreşip yerinde kaldığı zaman.

c- Akşama doğru güneşin sararıp gözlerin ferini almayacak du­ruma geldiğinde. Ancak o günün kılınmayan ikindi namazı bu vakit­te kerahetle kılınır. Üzerinde nafile bir kaza olursa bu nafile olan ka­zayı kerahat vaktinde kılarsa isaet olarak caizdir. Yani uygunsuz bir anlamla caiz olur.

Şu halde tarif edilen kerahat vakitlerinden birinde farz, vacip ve nafile namazlar kılınmaz. Kerahat vaktinde meydana gelen cenaze namazının kılınmasına cevaz verilmiştir. Kerahat vaktinde nafile na­maz kılacağını nezir eden kimse adağını yerine getirir. Yani tarif edilen vakitte namaz kılarsa günahkâr olmakla beraber namazı sahih olur.

Bunun için nezir edilen namazı mekruh olan vakitlerin hari­cinde kılınması vacip olur. Şu halde herhangi bir vakitte nezir edilen namazların sahih olan vakitlerde kılınması daha evladır. Bu konuda bize ulaşan hadislerden bazıları şöyledir. Ashab-ı güzinden Akabe (ra) diyor ki: Resulü Ekrem (sav) efendimiz bizi üç vakitte namaz kılmaktan, ölülerimizi kabre gömmekten men etti. "Güneş doğup bir mızrak boyu yükselinceye kadar, güneş gök kubbenin ortasına gelip batıya meyledinceye kadar ve güneş batı ufkuna meylettiğinde." [204]

Tirmizi bunu cenaze namazı manasına almıştır. Ebu Davud hadiste geçen ölülerimizi hakiki anlamına hamletmiştir. Nafile ve benzeri namazların mekruh olduğu vakitler dokuzdur. Kelimelerin delaletinden anlaşıldığı gibi bu vakitlerde kazaya kalmış namazları, cenaze namazını ve tilavet secdesini yerine getirmek caizdir.

1- Fecr-i sadıktan sonra ve sabah namazı kılınmadan önce, zi­ra fecr-İ sadık doğduktan sonra ancak sabahın farzından önce iki rek'at müekked sünnet kılınması meşrudur. Bu sünnetten başka Resulullah'm (sav) bu vakitte nafile kıldığını tesbit eden sahih bir hadis yoktur. Fakat kılınmaması hakkında sahih hadis vardır.

Bu hadis fecrden sonra güneş doğuncaya kadar, ikindiden sonra güneş batıncaya kadar nafile namaz kılmayı men etmiştir. Şu halde fecri sadık doğduktan sonra güneş doğuncaya kadar sabahın iki rek'at sünnetinden başka kesinlikle nafile veya sünnet kılmak mekruhtur. Ne kadar fevt ettiği zaman fecrin sünneti bile olsa, zira fecrin sünneti yalnızca geçtiği zaman sakıt olur. Yalnız fecr doğma­dan nafile namaza başlayıp bir rek'atmı kıldıktan sonra fecr doğarsa onu tamamlaması lazımdır.

Zira burada kerahat vaktinde kılmak adı kesinlikle yoktur. Ve bu iki rek'at sabahın iki rek'at sünneti yerine de geçmez. Fecr doğ­madan önce dört rek'atlı bir nafileye başlarda iki rek'atmı kıldıktan sonra eğer fecr doğarsa iki rek'at ilave ederek bu son iki rek'at saba­hın iki rek'at sünneti yerine geçer. En sahih görüşde budur.

2- Sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar tüm nafi­le namaz kılmak mekruhtur. Eğer kılınmış olursa sabah sünnetini bozar. Farzı kıldıktan sonra onu kaza ederse yeterli değildir. Zira bu vakit içinde kaza etmesi caiz olmaz. Zira Resulü Ekrem (sav) efen­dimiz şöyle buyurmuştur:

Sabah namazım kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar bekle (namaz kılma), güneş doğuncada (bir mızrak) boyu yükselinceye ka­dar yine namaz kılma. Zira güneş şeytanın iki boynuzu arasında do­ğar ve bu anda inkarcı sapıklar güneşe secde eder. Sonra ikindi na­mazını kıhncaya kadar (arada geçen zaman içinde) namaz kil. İkindi­yi kıldıktan sonra, gene namaz kılma. Güneş batıncaya kadar bekle zira, güneş şeytanın iki boynuzu arasında batar ve işte o vakitte dala­lette olanlar ona secde eder. [205]

Haneiîler bu vakitte namaz kılınmasının mekruh olduğunu söylemişlerdir. Şafiiler ise tavaf namazı için kerahat yoktur demiş­lerdir. Zira onlar Hz Cübeyr'den yapılan sahih rivayeti kaynak ve sened olarak kabul etmişlerdir.

3- İkindi namazından sonra sünnet kılmak mekruhtur. Her­hangi bir kimse mekruh olmayan bir vakitte sünnet namaza niyet getirdikten sonra onu bozarsa, ondan sonra güneş daha batmadan ikindi namazından sonra o sünneti kaza ederse kesinlikle yeterli de­ğildir.

4- Güneş battıktan sonra akşam namazı kılınmadan önce sün­net namazı kılmak gene mekruhtur. Zira o vakitte meşru bir sünnet yoktur.

5- Cuma günü namaza ikamet edilirken sünnet kılmak gene mekruhtur.) [206]

6- Cuma, güneş tutulması, iki bayram ve yağmur taleb etme hutbeleri okunurken gene sünnet kılmak mekruhtur.

7- Nikah duası yapılırken ve hacc ile ilgili hutbe okunurken sünnet namaz kılmak mekruhtur.

8- Cuma günü hatip hutbe okumaya çıkarken nafile namaz kılmak mekruhtur. Cuma hutbesine imam minbere çıkmadan önce dört rek'at namaza başlar, daha tamamlamadan imam hutbeye çı­karsa sahih görüşe göre bunu tamamlaması lazımdır.

9- Farz namaza kamet getirilirken sünnet namaz kılmak gene mekruhtur. Şu halde cemaati kaçırmayacağını kestiren kimse sabah namazına başladığı halde sabahın iki rek'atlı sünnetini kılar ve i-mama uyar. Eğer cemaati kaçıracağından korkarsa o zaman, sabah namazının sünnetini terk etmesi lazım gelir.

îki bayram namazından sonra kendi evinde isterse sünnet kı­labilir. Fakat bayram namazından önce ister camide isterse evde ol­sun sünnet namaz kılmak mekruhtur. Bayram namazından sonra camide sünnet namazı kılmak mekruhtur.

Müzdelife'de akşam ile yatsı namazı bir arada yatsı vaktinde kılınırken ve Arafat'ta öğle ile ikindi namazı cem edilip öğle namazı vaktinde kılınırken bu iki namaz arasında nafile kılmak mekruhtur. Bunun gibi idrar veya dışkıyı def etme sıkıntısı bulunduğunda, ye­mek hazır olduğunda ve kalbini çok meşgul eden olaylar karşısında vakit müsaitse bekleyip namazın o anda kılmmaması daha iyi olur.

Farz namaz kılmak için vakit iyice daraldığında nafile namaz kılmak mekruhtur. Şu halde vakit namazın nasıl şartıysa, aynı za­manda vücubunun da sebebidir. Bu görüşe göre bir yerde kurala ve genel örneğe aykırı olan ülkelerde değişiklikler olur. Mesela 66 dere­ce 33 dakika kuzey ve güney kutup dairelerinin ötesinde yazın gün­düzleri, kışında geceleri aylarca devam etmektedir.

Bu tarife göre kutup dairelerine yakın ülkelerde ise yılda iki se­fer belirli günlerde güneşin doğmasıyla batması bir olur. Arada abdest alıp namaz kılacak kadar bir vakit kalır yada kalmaz. Güneş battıktan sonra abdest alıp eğer akşam ve yatsı namazlarının farzını kılacak kadar bir müddet kalırsa o zaman bu iki vaktin farzını kıl­mak lazımdır.

Eğer akşam vaktinin farzını kılacak kadar bir zaman kalıyorsa o zaman onu kılmak lazımdır.

Edasına imkan olmayan yatsı namazı veya hem akşam ve hem de yatsı namazı müslümanların üzerinden tamamen düşer mi ya da yakın ülkelere göre mi kılmalı yoksa kazası mı gerekir? Yatsı ve vitr vakti bulunmayan mesela Bulgar ülkelerinde bulunanları örnek ola­rak gösterebiliyoruz. Zira Bulgar ülkelerinden 66 derece 33 dakika kuzey ve güney kutup dairesinin yakınında veya ötesinde bulunan kısımlardır. Buralarda şafak yani kızıllık yada beyazlık kaybolmadan kışın veya yazın erbain günlerinden yani yazın en uzun günlerini, kışında en kısa gecelerini bunların üzerinde yatsı ile vitr namazı dü şer mi yahut saatlere göre takdir yapılıp kılınması mı gerekir?

Şu halde şafak kaybolmadan bir ülkede hemen güneşin doğdu­ğu bulunuyorsa, yatsı namazı onlara vacip olmaz. Zira namazın se­bebi yoktur. Sebebi ise vakittir. Bazı fukahalara göre yatsı namazı onların hakkında vaciptir. Bunun için saat hesabıyla vakit takdir e-dilir ve namaz kılınması yerine getirilir.

Burada söz takdir üzerinde kaldı, bundan maksad yatsı nama­zını kaza etmek vacip olur demektir. Vakit takdir edilir yani namazın vücubun sebebi mevcud sayılır. Nasıl ki deccal günlerinde böyle bir takdirin yapılması tarif edilmiştir. Diğer bir te'ville buradaki olan takdir Şafıilerin dediği gibi o yerin halkı hakkında yatsı vakti onlara en yakın ülkelerde şafağın kaybolma müddetidir. [207]

Kutup bölgelerinde yazın gündüzleri, kışın geceleri uzun za­man devam eder. Orada yılın altı ayı devamlı olarak gecedir. Aynı za­manda buralardada insanlar vardır ve bu insanlar da Hz Peygamber efendimize (sav) inanmış, onun tebliğini duyup kabul etmişlerdir. Ve fukahalarımız kutup bölgelerinde yaşayan insanların nasıl hareket etmeleri gerektiğinde mutmein bir şekilde cevap vermişlerdir.

Zira Resulullah (sav) bu konuyu şöyle izah etmiştir:

"Zaman birbirine yaklaşmadıkça öyle ki, sene bir ay, ay bir haf­ta, bir hafta da bir gün, bir gün de bir saat ve bir saat de kuru bir ot parçasının ucunun yanması kadar bir zaman olmadıkça kıyamet kop­maz. [208]

Zamanın birbirine yaklaşması kuvvetli bir ihtimalle seri çıkma­sını, bir senelik yolu bir ayda, bir aylık mesafeyi bir haftada katlet­mesi olabilir. Çağımızda bundan çok daha sürat yapabilen vasıtalar vardır.

Ashab'i kiram deccalin kırk günlük (ya da senelik) zamanında bir günün bir sene kadar uzun süreceğini işitince sordular:

Ey Allahın Resulü! Bir yıl kadar uzun sürecek bir günde nor­mal bir günde kılınan beş vakit namaz bize yeterli gelecek mi? Hz Muhammed (sav) efendimiz -Hayır siz normal bir günün saatini takdir edip beş vakit namazınızı o ölçüye göre kılarsınız diye cevap verdi.

Ashab-ı güzin bir daha çok kısa günlerde nasıl namaz kılacağız diye sordu. Efendimizin cevabı onlara şöyle oldu: Çok uzun günlerde nasıl takdir edip namaz kılarsanız, çok kısa günlerdede ona göre tak­dir edip (beş vakit namazlarınızı) kılarsınız. [209]

Şu halde bir sene kadar uzun sürecek bir günde namaz ve di­ğer ibadetler için normal bir günün saatinin takdir edilmesini em­retmiştir. Zira namazlardan maksad vakit değildir. Aynı zamanda vakit, ibadete resmiyet vermek, onu bir düzende yürütmeye götür­mek içindir. Ve herşey hakkında bir şartın kalkması diğer şartların kalkmasını gerektirmez. Örneğin; abdestin şartı dörttür. Elleri kesik olan bir adamın abdestinin şart üçe inmiştir. Bir şartın ortadan kalkması diğer şartların da ortadan kalkmasını gerektirmez.

Şu halde diğer üç şartın yerine getirilmesi ile abdesti olur ve bu­nunla namazlarını kılar.

Bir de saat konusunu açıklayalım. Eğer çalışacak olursa biliyo­ruz ki normal bölgeler (sıcak memleketler ve ekvator)'le kutuplara yakın bölgeler arasında güneşin devamlı olarak altı ay süreyle bat­mış ve sonra gece ile gündüzün eşit olduğu iki gün hariç altı ay süre ile doğmuş şekilde durduğunu biliyoruz. İslam alimleri kutuplarda sahih olan izahatlar yapmışlardır. 45 derece ile 90 derece arasındaki mıntıkalarda güneşe göre değil saate göre hareket edilir. Namaz için böyle olduğu gibi oruç vs için de böyledir. Bu bahsi kısaca şöyle açıklayalım;

Güneşin batı ufkundaki kırmızılık yani şafak kaybolmadan fec­rin doğduğu bölgeler o bölgeye en yakın olup yatsı vakti bulunan ül­kenin saati tatbik edilir. Ve usule göre yatsı namazı o bölgede terk e-dilmeyip kesinlikle kılınır. Altı ay gece, altı ay gündüzün sürmesi de­vam eden bölgelerde oraya gece ve gündüzü bulunan en yakın 45 enlemindeki bölgelerin saatlerine göre namaz ve oruç ibadeti yerine getirilir. Zira Allahu teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur:

Allah (cc) Her şahsı ancak gücünün yettiği Ölçüde mükel­leftir. Herkesin kazandığı (hayır) kendi lehine, yapacağı (şer) de günahlarda kendi aleyhinedir. Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşerde bir kusur işlersek bizi onunla hesaba sekme. Ey Rab­bimiz! Bizden evvelkilere yüklediğin gibi bize de ağır vazifeler ve musibetler verme. Ey Rabbimiz! Bize güç yetiremeyeceğimiz seyide yükleme, günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Bizim dostumuz ve yardımcımız sensin. Kafirler güruhuna karşı sen bize yardım et." [210]

Hadisi şerifte Resulü Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur: "İslam kolaylık getiren bir dindir. Meşakkate kapı açmaz." Başka bir hadiste de şöyle demiştir: "Allah katında dinin en sevimlisi Hakka yönelmiş kolay olanı

Başka bir ayette de Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:

Allah size kolaylık ister zorluk istemez." [211]

"Allah sizin için dinde zorluk kılmamıştır.  [212]

Şu halde bu gibi ülkelerde bulunan müslümanlar da beş vakit namaz kılmakla yükümlüdürler. Zira namazın asıl sebebi; Allah'ın bir emri oluşudur ve Cenab-ı İlahi'nin nizamının arka arkaya devam edip gitmesidir. Bunun için beş vakit namazı kılmaları farzdır. Beş vaktin bulunduğu, kendilerine en yakın bölgelerin vakitlerine göre o namaz için vakti belli ederek namazı yerine getirmeye alışırlar.

Velhasıl Allah'ın hududu ve kanunu olduğu için o bölgedeki olan müslümanlar kesinlikle beş vakit namazı kılmakla yükümlü­dürler. İmam Şafii'nin içtihadı da bu şekildedir. Sofuluğa, ihtiyata lazım olanı da budur. Uzun zaman güneşin doğmadığı veya batma­dığı ülkelerde namaz vakitlerinin böyle takdir edilip edilemeyeceği fikrinde fukahaların ihtilafı vardır. Bu gibi bölgelerde bulundukları kabul edilen müslümanlarm oruçları ve zekatları bakımından yine böyle bir ölçü koymak uygun görülmektedir.

Şu halde insanın ve bütün varlıkların hayatlarında doğmak, büyümek, yaşlanmak, duraklamak ve en sonunda ölüp gitmek gibi değişik beş safha meydana gelmektedir. Şu halde bu safhalar büyük bir nimet olduğu için bunlarda bir karışıklık olmaz. Ve insanın maddi çalışmaları ile manevi çalışmaları arasında bir düzen kura­bilmek için beş vakitte kılman namazlardan daha şerefli, daha yük­sek bir çare bulunmaz.

Hepimiz bu şerefli ve faziletli ibadetle yükümlü olmak şartıyla azüetine ulaştıran, saygısı ve ikramı nihayetsiz Halikımıza ne kadar ibadet ve şükür etsek azdır.

6- Niyet etmek: Namazın şartlarından biri de niyet etmektir. Zi­ra Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

Ameller ancak niyetlere göredir. [213]

Niyet irade "dilemedir". Şu halde ilim yani bilmek değildir. İra­de eşit olan iki şeyden birisini tecih etmektir. Eğer musalli hangi namazı kıldığını bilirse bu niyettir dese en makbul görüşe göre na­mazı sahih değildir. Kesinlikle bu kadarını bilmek niyet değildir. Zira niyet ilimden başkadır. Herkese malumdur ki bir kimse küfrü bilse kafir olmaz ama küfre niyet etse kafir olur. Misafirde ikameti bilse mukim olmaz, ama ikamete niyet etse mukim olur.

Muhammed b. Seleme şöyle demiştir: "Bu kadarı bilmek niyet­tir. Oruç da aynı bunun gibidir. Niyeti dille söylemek yani telaffuz etmek müstehaptır." Zira azimetin toplanması için dille söylenen ni­yette kalbin hazır olması olur. Yemek-içmek ve benzerleri gibi namaz ile ilgisi olmayan şeylerle niyet ve tahrime yani ilk tekbir arasını a-yırmak caiz değildir. Fakat abdest almak ve mescide yürümek gibi şeyle ayırmanın zararı yoktur.

Kalben niyet olmaksızın dille yapılan niyet sahih değildir. Tek olarak namaz kılan kimse için üç niyete ihtiyaç vardır.

a- Namazın kendisine niyet.

b- Namazın Allah için olmasına niyet.

c- Kabe'ye yöneldim diye niyet etmektir. O kimse Kabe'nin arasmada niyet eder. Muktedi ise üçü ile beraber olduğu halde dör­düncüsü hazır olan imama uydum diye niyet etmesidir. Eğer iktida niyeti terk etse namazı caiz olmaz. Farz namazlarla, bayram ve vitr namazlarında bunları yerine getirirken hangi vakitler olduğunu be­lirtmek lazımdır.

Bugünkü öğle namazına veya bugünkü cuma namazına veya bugünkü vitr namazına ya da bugünkü bayram namazına niyet ge­tirmek kâfi gelmez. Zira böyle bir niyetle farz namazların tayini ol­maz. Fakat bu vaktin farzını kılmaya diye niyet edilmesi yeterlidir. Yalnız cuma namazının vaktini getirmek kesinlikle yeterli değildir. Zira asıl vakit öğlenindir, cumanın değildir. Rek'atlarını zikretmesi lazım olmaz. Nafile namazlar için sadece namaza niyet etmek yeterlidir. Fakat bu vaktin ilk sünnetine ya da son sünnetine niyet etim diyerek te kılınır.

Bu sünnetlerin müekked ya da gayri müekked olduklarını be­lirtmeye hacet yoktur. İhtiyat olarak teravih namazı için teravih na­mazını kılmaya ve vaktin sünnetini kılmaya niyet ettim denmelidir. Cemaate yetişipte imamın farz mı yoksa teravih mi kıldığını anlama­yan kimse farza niyet ederek imama tabi olur. Eğer imamın namazı farz ise yetişenin namazı sahihtir. Şayet teravihse kendisine tabi o-lan kimsenin namazı nafile olarak sahih olur. Fakat teravih yerine geçmez.

Niyetin tekbir alma zamanına yakın olması daha iyidir. Niyetle tekbir birbirini izleyecek arasına bir fasıla girmeyecek. Tekbirden önce niyet getirmek caizdir. Hatta namaza niyet ettikten sonra ab­dest alıp camiye gitse ve bir daha niyet getirmeden tekbir alıp nama­za başlasa namazı sahihtir. İmam-ı Şafii'ye göre niyetin tekbire ya­kın olması şarttır.

Eğer bir kimse farz namaz yerine kazaya niyet etse veya kaza yerine farza niyet etse her iki durumda da namaz sahihtir. Bir kimse öğle namazının vakti çıkmamıştır kanaatiyle öğlenin farzına niyet et­se va namazı tamamladıktan sonra öğle vaktinin çıkmış olduğunu anlasa namazı kaza yerine geçer. Bir kimse öğle gibi vakit içinde hem öğle hem de ikindi namazına niyet etse niyeti ancak girmiş olan namaz için sahih olur. Vakti girmemiş olan namaz buna mani de­ğildir.

Bir kimse bir vaktin farzına niyet ederek namaza başlarsa son­ra nafile kılıyormuş gibi bir zanla namazını tamamlasa bu namazı farzdan sayılır. Zira namazın selama kadar niyetin hatırlanması ke­sinlikle şart değildir. Bir kimse nafileye niyet ederek tekbir alırsa bir daha farza niyet ederek tekrar tekbir alsa namazı farz namaza çevirir ve namazı sahih olur. Bunun aksi de böyledir.

Yine bir adam ikindi namazının farzına niyet ettikten sonra bir rek'at kılar ve sonra öğle namazının farzına yahut nafile namaza ni­yet ederek tekrar tekbir alsa ikindi namazını bozmuş olur ve son ni­yete göre namaza başlamış olur.

Cemaat halinde imama tabi olduğu zaman niyet edilmesi lazım gelir. Bugünkü ikindi namazının farzını kılmaya niyet ettim ve bu irnama tabi oldum denir. Eğer bu şekilde niyet olmazsa imama tabi olmak sahih değildir. Bir kimse namaza tek başlamışsa sonra ima­ma tabi olmaya diliyle bir daha tekbir alsa önceki namazını bozmuş olur. İmama uyması da sahihtir.

Herhangi bir kimse imama uydum dese ve imama "iktida et­tim" diye niyet etse en sahih görüşe göre yeterli değildir. İmamla beraber namaz kılmaya niyet ettim denilmesi de Öyledir. Bir adam ima­ma tabi olmak niyeti getirirse ve aynı zamanda namaza başlarsa i-mam henüz namaza başlamamış bulunsa bu mutabaat sahih değil­dir. Hatta Allah veya Ekber kelimesini imam bitirmeden kendisi bi-tirse yine imama tabi olmuş sayılmaz. Fakat ikinci olarak bir tekbir daha alsa imama tabi olmuş olur.

Cemaatin imama tabi olma niyeti Allahu Ekber deyip namaza imamın başlamasından sonra olmalıdır ki bir namaz kılana tabi ol­muş olsun. Ve imamdan evvel tekbir almış olmak tereddüdde kalmış bu görüş İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'in görüşüdür. İma­mı Azam'ın görüşüne göre cemaatin tekbirleri imamın tekbirine ya­kın olmalıdır. Zira bu konuda ibadette acele etme fazilettir.

Şu halde niyetin önce olması lazımdır. Bununla beraber imam daha fatiha suresini bitirmeden tekbir alıp imama tabi olan kimse iftitah tekbirinin sevabına yetişmiş olur. Kendisine tabi olunan ima­mın kim olduğunun bilinmesi lazım değildir. Hatta Ahmed olduğu sanılanın Muhammed olduğu anlaşılsa yapmış olduğu niyetine bir maniyat kesinlikle yoktur. Yalnız Bekir'e tabi oldum diye niyet eder­se imamın başkası olduğu bilinirse bu tabi olma sahih değildir.

Zira bu kayda bağlanmış bir niyettir. İmam imametin niyetini getirmesi lazım değildir. Yalnız kadınlarda kendisine uymalarının sa­hih olabilmesi niyet etmesi lazımdır. Bunun için bir imam

"Ben bana tabi olanlara imamım" diye niyet etse, öyle imama kadınlarda uyabilirler. Namaza Allahu Ekber diyerek başlanır. Bu Allahu Ekber bir iftitah (başlangıç) tekbiridir. Aynı zamanda buna tahrimede denir. İftitah tekbiri yalnız yüce Allah'ın şanını yüceltecek olan ona özel bir ifade ile söylenir. Bu cümle ile namaza girilmiş ve dünya işleri ile alakalar kesilmiş olur. Gerek namaz içinde, gerekse başlarken olsun mümkün olduğu kadar zihinden vesvese ve şüpheyi atmak lazımdır. Zira kalp, Allah (cc) ile meşgul olursa namazın hem gayesine hem de ruhuna uygun olur.

Şu halde niyet getirirken ibadeti sırf Allah (cc) için yerine ge­tirdiğini düşünerek ve tefekkür ederek yapmak çok önemlidir. Baş­langıçta bu şekilde namaza girilirse sonra akla gelen ve riya anlamı taşıyan şeylerin fazla önemi yoktur. Zira bu riya, yani gösteriş sayıl­maz. Fakat niyet ederken çevredeki insanlar görsün, tefekkürü in­sanın aklına gelirse o zaman hepsi riya olur. Kesinlikle hiçbir fazileti ve sevabı olmaz. Fazla vesvese ve evhamı olan kimse için eğer kalben niyetin getirilmesi zor ise yalnız dille getirmesi yeterlidir. Bu durum çok az insanlarda vardır.

"Namaza durunca önce tekbir getir, sonra Kur'an'dan kolayına geleni oku. Sonra rükua var, bütün organların sakinleşinceye kadar bekle. Sonra başım kaldır belini iyice doğrult. Sonra secdeye var. Yine azaların sakinleşinceye kadar bekle ve secdeden kalktığında yine o-turuşun ölçüsünü alıncaya kadar bekle. Yine secdeye var ve azaların sakinleşinceye kadar bekle ve her rek'atta bunları aynen yerine getir. [214]

Resulü Ekrem (sav) efendimiz farzı kıldırınca cemaatine döne­rek şöyle seslendi: "Ey insanlar! İşitin ve anlayın, bilin ki Allah'ın öyle kullan varki onlar ne peygamberdir ne de şehittir. Fakat peygamber-îer ve şehitler onların makamlarına ve Allah'a olan yakınlıklarına gıp­ta ile bakarlar."

Bunun üzerine bir bedevi kalkıp Resulullah'a yaklaştı ve elini göğsüne doğru vurup dedi ki; Ya Resulullah şu sözünü ettiğin Allah'­ın kullan kimlerdir? Onları bize tarif eder misin? Allah Resulünün cevabı şöyle oldu:

Onlar insanlardan ayrılıp, Hakk'a dönenler ve kabilelerin garip­leridir. Aralarında yakın bir akrabalıkda yoktur. Fakat onlar Allah için birbirlerini severler ve saf bağlayıp dururlar. Kıyamet günü Allah çıkıp oturmaları için onlara nurdan minberler hazırlar. Böylece onların hem yüzlerim hem de elbiselerini nur kılar. Kıyamet günü insanlar o günün dehşetinden korkarken onlar korkmazlar. Evet onlar, üzerlerinde hiç­bir korku olmayan ve üzülmeyen Allah dostlarıdır. [215]

Bir adam, camiye girse ve imamı teşehhüd halinde görse ve de­se ki; birinci oturuşta ise uydum, ikinci oturuşta ise uymadım diye niyet etse cumhur ulemaya göre bu niyet sahih değildir. Ve fetvada buna göredir. Veya o adam imama tabi ederken eğer birinci ettahiy-yatü ise farz namaza, İkinci oturuşta İse nafile namaza niyet edip uydum dese, farz namaza uymuş olmaz.

Namazın şartlarını geçen bölümde izah etmeye çalıştık. Şimdi ise namaza dahil olan farzları açıklamaya çalışacağız. Namazın farz­ları altıdır:

1- İftitah (namaza girme) tekbiri.

2- Kıyam.

3- Kıraat.

4- Rüku.

5- Sücud.

6- Kade-i Ahire (son oturuş).

Bunlara namazın rükünleri denir. Bunlar namazın aslını ve te­melini teşkil ederler. Yukarıda sayılan on iki farzdan başka namazda "tadil-i erkan"a riayet edilmesi İmam Ebu Yusuf ile üç imama göre farz olduğu gibi namazlardan kendi iradesi ile çıkmakta İmam-ı Azam'a göre farzdır. Buna" huruç bi sun ihi"denir. Yani kendi iradesi ile çıkmak denir. Bunlarla namazın rükünleri sekiz olmuş olur. Bunlar da sırasıyla açıklanacaktır.

1- İftitah tekbiri: Namaza Allahu Ekber diyerek başlanır. Bu bir iftitah (başlangıç) tekbiridir. Buna tahrimede denir. İftitah tekbiri ancak Allah'ın şanını yüceltecek olan ona mahsus bir ifade ile yapı­lır. Bu tekbir ile namaza girilmiş ve dünya işleri ile ilgi kesilmiş olur. Tahrime tekbiri hanefilere göre namazın rükünlerinden değil, belki şartıdır. Ve namazdan öncedir. Böyle olmakla beraber namazın rü­künlerine çok yakın olduğu için bu da bir rükün sayılmıştır.

Üç imama göre iftitah tekbiri namazın bir rüknüdür. Zira Re­sulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Namaza başlarken Allahu Ekber yerine Allahul Kebir veya Al­lah denilse de farz için kâfidir. Zira bunlarda yüce Allah'ın şanını yücelten mana vardır. Fakat şu ifadelerle namaza başlanmaz; Al-lahümmeğfirli, Estağfirullah, Eüzubillah, Bismillah. Zira bunlar bi­rer dua sözleridir. Ve tazimi ifade etmezler.

Bir elif ziyade ederek %Jr a Allahu Kebbar denilmekle namaza başlanmış olunmaz. Eğer namaz içinde bu şekilde söylenirse namaz batıl olur. Zira anlamı değişmiştir. Bir kimse Allah ismi celiline med yani uzatma ilavesiyle Aallah dese elifi istifham şüpheyi meydana getirdiği için namazı bozar. Eğer bir kimse Allahu Ekber yerine Allahu Egber yani k yerine farsça g denilse bu şekilde söylenmesiyle namaza başlamış olur.

İmama uymak iftitah tekbirinin hepsini kıyam halinde getiril­mesi şarttır. Bunun için rüku halinde bulunan bir imama uyan kimse kıyam halinde Allahu Ekber demesi şarttır. Şayet Ekber sö­zünü rükua vardıktan sonra derse imama tabiiyeti sahih değildir. İmam-ı Azam'a göre tazim ifade eden isimlerden herbiri ile namaza başlamak caizdir? Subhanallah, Allahu İlahun La İlahe İllallah tes-bihleriyle de namaza başlanmış olur. Elhamdülillah, La îlahe Ğay-rühü, Tebarekallah gibi teşbihlerle de olur. İmam Yusuf ve İmam Muhammed'e göre Allahu Ekber yerine Allahu Azamu Er Rahmanu Ekber , Allahu Ecellü gibi isimlerle namaza başlanmış olur.

Yalnız tek başına Ekberü, Ecellü, Azamu denilse yeterli değil­dir. Bu konuda ittifak vardır. İmam-ı Azam'a göre sadece Allah veya Allahümme veya Errahman veya Rab demekte yeterlidir. îmameyne göre yeterli değildir.

İmam rükuda yetişen kimse getirdiği tekbirle iftitah tekbirini değil rükua gitme tekbirini bile kasdetse yine namaza başlanmış o-lur. Zira maksadı namaza başlayıp imama tabi olmaktır.

Cemaatle kılman namazlarda birinci rek'ata yetişmiş olan kim­se iftitah tekbirinin sevabına yetişmiş olur. En sahih görüş de bu­dur. Eğer imamla beraber iftitah tekbiri getirirse bunun sevabı daha çoktur. Zira sahabe-i kiram buna yetişmek için çok dikkatli ol­muşlardır. Salih olanlarda adetlerini buna göre ayarlamışlardır.

Okur-yazarı olmayan ya da dinsiz olan kimsenin niyetini yalnız kalbiyle yapması kâfidir. Çünkü niyetin yeri kalptir. Bu konuda mezheplerin ittifakı vardır. Zaten dille niyetin söylenmesi sünnettir. Arapça söylemekte güçlük çekmeyen bir kimsenin Farsça söylemesi tenzihen mekruhtur. Bu İmam-ı Azam'a göredir. İmameyne göre Arapça söylemesi güç değilse bunun Farsça söylenmesi caiz değildir. İmamların ihtilafları zikirler, kunut, teşehhüd dua ile teşbihler ara­sında fark gözetmeden caridir. Ayrıca dil başkalığı ise yalnız Farsça değil aynı zamanda bütün dillere yani Arapçadan başka bütün dille­re şamil gelmektedir.

Imameynin bu konu hakkındaki içtihadı dinin umumi usulü ile daha uyum içindedir. Zira Allah ve Resulü tarafından ibadet öl­çüleri içinde olan Arapça kelime ve cümlelerin mana ve esrarının başka bir feyiz ve hikmeti vardır. Zira bu feyiz ve hikmeti başka bir dile çevirüdiği zaman görmek mümkün değildir.

Kişi Allahu Ekber demekle Cenab-ı Kibriyayı tasvif etmektedir. Bu cümle hazifle okunur. Hazf musallinin Allah lafzının hemzesinde ve Ekber lafzının ba'sında uzatma yapmamasıdır. Eller kaldırıldıktan sonra tekbir alınır. En sahih kavilde budur. Zira iki eli kaldırma işin­de yüce Allah (cc)'in dışındaki kimselerden büyüklüğü uzaklaştırma vardır.

Şu halde uzaklaştırma evvela yapılır. Eller her iki kulakların hizasına kaldırılır. Her iki elin baş parmakları kulak yumuşaklarına değdirilir. Bundan sonra Allahu Ekber denir. Kadınsa bu işi iki elini omuzlan hizasına kaldırır ve Allahu Ekber der. Sahih olan kavilde budur. Bayanların bayram ve kunut tekbirleride bu şekildedir. -Eğer imam Allahu Ekber demeden evvel bir kimse tekbir getirirse en doğ­ru görüşe göre bu caiz değildir. Yani namaza başlamış olmaz.

2- Kıyam: Namazın farzlarından biri de farz ve vacip namazlar­da kıyam yani ayakta durmaktır. Bir rükündür ve esastır. Bunun i-çin kıyama gücü yeten kimsenin farz veya vacip namazlarda otura­rak kılması caiz değildir ve namazı batıldır.

Bir hasta, gerçek olarak veya hükmi olarak ayakta durmaya muktedir değilse oturarak kılması caizdir. Eğer gücü yetiyorsa o za­man rüku ve secdeleri yapar. Zira zorluklar kolaylığı kazandırır. Za­ruretler ise kendi miktarmca bir ölçüye bağlanır. Herhangi bir kimse bir yere dayanmak suretiyle namaz kılabiliyorsa oturarak kılması caiz değildir.

Gene bir süre ayakta durmaya gücü yetiyorsa o süreyi ayakta geçirmesi gereklidir. Daha sonra oturarak namazını bitirir.

Şayet bir kimse yalnız iftitah tekbirini ayakta almaya kuvveti yeten kimse iftitah tekbirini ayakta almaya zorunludur. Sonra otu­rup namazını bitirir. Herhangi bir hasta ayakta durmaya kudreti varsa fakat rüku ve secdeye veya yalnız secde etmeye kuvveti yet­mezse o zaman ayakta kılması lazım olmaz. Öyle kimse oturup ima ile namaz kılar.

Fakat İmam Züfer ile üç imama göre namazın ayakta işaret ile kılınması lazımdır. İşaretten maksad namaz başı aşağıya doğru eğe­rek rüku ve secde için yapılan işarettir. Fakat secde için yapılan eğil­me hareketi, rüku için yapılandan daha aşağı olması lazımdır. Şayet bir kimse ayakta namaz kıldığı takdirde Kur'an okumaktan acizse o zaman oturup kıraatle kılar. Eğer ayakta bir miktar okumaya gücü olursa gücüne göre ayakta okur. Diğer kıraat kısmını ise oturarak o-kur.

Secde ve rüku ile namaz kıldığı takdirde yarasından kan aka­cak olursa, öyle kimse namazını ayakta veya oturarak işaretle kılar. Eğer bir kimse ayakta namaz kılmış olursa idrarını tutamaz bir hal­de olur. O zaman oturarak rüku ve secde ile kılar. Bir kimse eğer kendi başına namaz kılsa kıyame gücü vardır. Cemaatle kıldığı za­man gücü yoktur. Öyle kimse ayakta namaza başlar, sonra oturur.

Eğer gücü varsa rüku için gene ayağa kalkar ve rüku eder. Yalnız na­mazı bir daha iadesine gerek yoktur.

Oturduğu halde rüku ve secdeye gitme gücü olmazsa, o zaman başıyla işaret ederek rüku ve secdesini yapar. Fakat secdesi, rüku-dan daha ziyade başını eğer. Bir şeyin üzerine secde etmek için yas­tık gibi bir şeyin getirilmesi lazım değildir. Şayet bir şeyin üzerine başını koysa ve secdeye gitse caizdir. Şu halde secde yerinin sertli­ğini hissederse namazını rüku ve secde ile kılmış olur. Şayet hisset­mezse işaretle kılmış sayılır.

Oturarak namaz kılmaya gücü olmazsa o zaman sırt üzerine yatarak ve ayaklarını kıble tarafına doğru uzatarak daha sonra rüku ve secde için işaret ederek namazını tamam eder. Başıyla işaret ede­bilmesi için omuzlarının altına layık bir şey konur ki yüzü kıbleye yönelmiş olsun. Şayet yüzü kıble tarafında olursa sağ yanı üzerine yatıp ima ile rüku eder ve secde yapar.

Sadece arka üzerine namaz kılmak yanı üzerinden daha fazi­letlidir. Oturarak namaz kılmaya gücü yeten kimse için eğer müm­künse teşehhüd halinde oturması evladır. Ve böylece namazını ta­mamlar. Şayet gücü yetmiyorsa gücüne göre kılar. Bir hastanın ba­şıyla işaret etmeye gücü yetmezse namazını sonraya bırakır. Kalbiy­le, kaş ve gözleriyle işaret etmez. Bu hüküm İmam-ı Azam'a göredir. İmam Şafii ve İmam Züfer'e göre kalp ile ima olur. Ebu Yusuf a göre bu durumda kalple işarette bulunmasada göz ve kaşlarla işaret e-der.

Başka bir rivayette ise şu şekilde olan hastanın acziyet hali bir gün ve bir geceden fazla olsa bu zamanda namazları büsbütün üze­rinden farziyeti sakıt olur.

Bu durumda aklı başında dahi olsa durum değişmez. Bir kim­senin baygınlığı bir gün ve bir geceden az olursa bu arada geçen na­mazlarını kaza eder. Bu hüküm İmam-ı Azam'a göredir. İmam Mu-hammed'e göre ise geçmiş olan namazları vakitleri itibariyledir. Bu­nun için İmam Muhammed'e göre ise geçmiş namazları beşten fazla olsa sakıt olur. Beş vakitten az olursa kaza etmesi gerekir. İmam Muhammed'in görüşü daha sahih görülmektedir.

Velhasıl namaz tam bir özür olmadıkça terkedilmez ve gecik­tirilmez. Aksi halde yüce Allah'ın azabı çok çetin ve çok şiddetlidir. Bu durumdan yüce Allah'ın varlığına sığınırız.

Bir özür olmadan farz namazlar hayvan üzerinde kılınmaz. Bu hükümde vitr namazıyla cenaze namazı ve yerde okunmuş olan tila­vet ayetinin secdesi ve kazası namaz ile aynıdır. İmam-ı Azam'dan bir rivayete göre sabah namazının sünneti de bir özür olmazsa hay­van üzerinde kılınmaz. Nasılki yürümekte olan bir hayvan üzerinde farz ve vacip namazlar kılınmazsa hareket halindeki günümüz vası­taları üzerindede farz ve vacip namazlar kılınmaz.

Şayet hareketsizseler bu durumda sedir hükmünde oldukların­dan bütün namazlar üzerinde kılmabilir. Yürümekte olan bir vapur içinde özür olmakla beraber tüm namazlar oturularak kılmabilir. Fa­kat ayakta kılmak daha evladır. Bu îmam-ı Azam'a göredir. İmamey-ne göre baş dönmesi gibi bir özür olmazsa yürüyen vapur içinde farz olan bir namazın kılınması oturularak caiz değildir. Zira kıyam yani ayakta durmak namazın rüknüdür. Özürsüz olarak bu rüknün terki caiz değildir.

Ebu Hanife'ye göre ise gemide baş dönmesi galip olduğu için elbette muhakkak hükmündedir. Deniz kenarında veya deniz içinde bağlı olmak şartıyla şayet çalkalanmazsa o zaman yer hükmündedir. İçinde ayakta olarak namaz kılmabilir. Eğer çalkalanırsa o zaman hayvan hükmünü alır. Fakat imkan varsa çıktıktan sonra yerde kıl­mak lazımdır. Harekette olan bir uçakta yürümekte olan gemi gibi­dir. Bu uçağın yürümesi ve durması yolcunun elinde değildir. Eğer bir deve yürümekte ise üzerindeki mahmilin iki gözü hayvanın sırtı gibidir. Şayet öyle gibi bir hayvanın üzerinde mahmilin (içinde insan oturan eğerin) iki gözü altında yere dayanmak için bir ağaç dikildiği takdirde yer üzerindeki tahta sedir ve minder halini alır.

Bir kimse hayvan üzerinde namaz kılarken rüku ve secdeyi i-şaretle yapar. Secdede, rükudan biraz daha fazla eğilir. Hayvan üze­rindeki eğer gibi herhangi bir eşya üzerine başını koyarak secde et­mesi mekruhtur.

Sünnet ve müstehap namazlar özürsüz olarak oturularak kılı-nabilir. Fakat ayakta kılınmaları daha faziletlidir. Bu görüşte alim­lerin ittifakı vardır. Fakat Ebu Hanife'ye göre sabah namazının sün­neti bunun istisnasıdır. Yani özürsüz olarak oturarak kılınmaz. Te­ravih namazıysa ne kadar oturarak kılmırsa da kerahat vardır.

Bir kimse sünnet namazı oturarak başlasa ve ayakta bitirse caizdir ve bunda alimlerin ittifakı vardır.

Herhangi bir kimse ayakta başlamış olduğu bir sünnet namazı özürsüz olarak oturarak tamamlamasında kerahat vardır. Şayet yo-rulursa caizdir.

Namaz kılan bir kimse kıyamdayken sağ elini sol elinin üzerin­de göbeğinin altında bağlar. Şafii {ra)'a göre göbeğin altına konur. Hanefüere görede böyledir. Şekli şöyledir; sağ elin avuç İçini sol elin avucunun sırtı üzerine koyup baş parmağıyla küçük parmağını sol bileği üzerinde halka etmektir. Her iki elini rükudan kalktıktan son­ra salıverir. Bu durum bayram namazlarında da böyledir. İmama Muhammed'e göre cenaze namazları da bu şekildedir.

Sözün kısası sünnet olan her kıyamda iki elin bağlanmasıdır. Bu şekilde olmazsa her kıyamda da ellerini salıverir. Namaz kılan sena eder. Yani;

Sübhaneke, Alîahümme ve bi hamdık, ve tebarekesmük, vetea-laceddük, vela ilahe ğayrük" duasını okur. Bu duanın manası şöy­ledir: "Ey Aîlahım! Seni teşbih ve tenzih eder, sana hamdü senada bulunurum. Senin mukaddes ismin mübarektir ve senin azamet ve ce­lalin çok yüksektir. Ve senden başka mabud yoktur."

Yalnız bir fark vardır. "Ve cette senaüke farzlarda okun­maz. Zira meşhur hadislerde zikri yoktur. Namaz kılan bir kimse "sübhaneke"yi gizli olarak okuyacak. İsterse imam olsun, isterse tek başına kılsın. Eğer imama uysa uymasıda açıktan okumaya başladı­ğı zamanda olsa "sübhaneke" duasını okumaz. Şu halde gerek gizli okuyana uysun, gerekse açıktan okuyana uysun fark yoktur.

İnni veccehtü vechiye lillezi [216] ayeti kerimesi sübhanekeye eklenmez. İmam Ebu Yusuf (ra) bu görüşte değildir. Zira ona göre namaz kılan kimse tekbiri söyledikten sonra "İnni vec­cehtü vechiye lillezi" ayeti kerimesini sonuna kadar okur. İmam Ebu Hanife ile İmam Muhammed'e göre eğer tekbirden önce kalbin hazır olması için okursa bu pek güzeldir. Kıraat için gizlice "Eüzübülahi mineşşeytanirracim" der. Şu halde sena yani "sübhaneke için okumaz.

Cemaatle namazın evveline yetişemeyen kimse geçen rek'atla-rın kazasında 'Eüzü" okumaz.

Zira mesbuk kıraat eder ve şu halde sübhaneke yi okumaz. Yakında yani başlangıçta "sübhaneke"yi okumuştu. O halde "Eüzü" okur. İmama tabi olan kimse "Sübhaneke'yi okur, "Eüzü"yü oku­maz.. İmam "Eüzü"okumayı bayram namazının tekbirlerinden son­raya bırakır. Zira bayram namazının tekbirleri "Sübhaneke'yi oku­duktan sonradır. Şu halde uygun olan "Eüzü"nün "Sübhaneke'ye değil kıraate bitişik olması lazımdır.

Zikir olunan işte sağ eli sol eli üzerine koymak, "Sübhaneke" okumak, "Eüzü"yü okumak, rükudan kalktığında ve bayram tekbir­leri arasında elleri salıvermek gibi şeyler sünnetlerdir.

3- Kıraat: Namazın farzlarından biri de kıraattir. Yüce Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

Kurandan kolayınıza geleni okuyun [217] Bu em­ri şerifine göre kıraatin farz olan miktarı bir ayettir. İmam-ı Azam'a göre bu farz bir tek ayetin okunmasıyla yerine gelir. Bu ayet ne ka­dar kısa olsada gene farziyet yerine gelir. En sahih görüşte budur. Bu bakımdan ona göre Sümme kutile","Keyfe kaddere","Sümme nazare" gibi iki kelime­den meydana gelen kısa bir ayet okumak caizdir. Bu imamın görüşü tüm meşayih tarafından kabul edilmiştir.

Bir ayetten azı ise bi'1-icma kıraatten hariçtir. Uzun bir ayet iki kısma ayırılıp her kısmını bir rek'atta okumak örneğin, Ayet-el kürsi ve sure-i Bakara'nm sonundaki Mudayene ayetidir. Bunların yarısı­nı bir rek'atta, diğer yarısını ikinci rek'atta okumak sahih olan görü­şe göre yeterli olur. Zira bunlar üçer kısa ayete eşit olur. îmameyne göre farz olan miktarı üç kısa ayettir.

Uzun ayetten maksad ayet-el kürsi ve sure-i Bakara'nın sonun­daki Mudayene ayetidir. Bir ayet ile kifayet eden kimse günahkar olur. Fatiha'yı okumak ve Fatiha'ya bir sure veya bir sure miktarı ayet eklemek vaciptir. Bir ayetle yetinmekle vacip terkedilmiş olur. Musalli kimse tekbir, sübhaneke ve eüzüden sonra ancak fatihada gizli olarak besmeleyi okur. Yani;

"Bismiüahirrahmanirrahirn" gizlice söylendikten sonra fatihayı okur. Fatihadan sonra surede besmeleyi okumaz. Fatihadan sonra gizli olarak amin diyecek. Böyle yapmaktan isterse imam olsun, is-

terse tabi olsun ve gerek tek başına kılan kimse olsun bu şekilde ya­par. Şu halde fatihaya bir sure ve üç ayet ekler. Surelerden han­gisini isterse okuyabilir. Fatiha ile zammi sureden başkası sünnettir. İmam-ı Azam'dan İmam Hasan rivayet etmiştir ki; Namaz kılan kim­se namazın başında besmeleyi okur. Bundan sonra besmeleyi tekrar okumaz. Zira besmelenin okunması sadece eüzü ve sübhaneke gibi namazı açmak için söylenmesi meşru olmuştur.

Fatiha ile zammi sure vaciptir. Fatihayı okumak bir rükün de­ğildir. Fatihaya sure eklemekde rükün değildir. İmam Şafii şöyle der: Musalli namazda fatihayı bir rükün olarak tayin eder. Hatta ve hat­taki herhangi bir rek'atta ondan bir harf terketse namazı caiz olmaz. İmam Malik'in fatihada ve zammi surede ihtilafı vardır. Onun delili ise Resulullah (sav)'in şu hadisidir:

Fatihasız ve beraberinde zammi suresiz namaz yoktur. İmam Şafii'nin delili ise Resulullah (sav)'in;

Fatihasız namaz yoktur" kavli şerifidir.

Namazda kıraat: Musalli kendisi işitebilecek derecede dili ile harfleri belirterek Kur'an-ı Kerim ayetlerinden bir miktar okuması namazın bir rüknü olarak farzdır. Kendisi duymayacak kadar bir sesle okuyuş kıraat değildir. Yalnız tabi olan kimse kıraatin okun­masında müstesnadır. Böyle kimse Kur'an okumaz.

Vitrin ve nafile namazların bütün rek'atlarında, iki rek'atlı farz­ların her iki rek'atında kıraat farzdır. Fakat dört rek'at farz namazlar hariç üç rek'atlı farz namazda tayin yapılmaksızın yalnız iki rekat­larında kıraat farzdır. Kıraatin ilk iki rek'atta yapılması vaciptir. Bu sebeple ilk iki rek'atta kıraatin kasden terkedilmesi mekruhtur. Ya-nılarak terkedümesinde sehiv (yanılma) secdesi yapılması lazımdır.

Farzların diğer rek1 atlarında fatiha okunması vaciptir. Yanıla-rak fatihanın terkedilmesi sehiv secdesini gerektirir. Fakat diğer ri­vayetlere göre ise üçüncü ve dördüncü rek'atlarında Kur'an oku­manın yerinde fatihanın okunması sünnettir. Bir ayeti kerimeden başkasını gücü yetmeyen kişi, o ayeti kerimeyi İmam Ebu Hanife'ye göre bir rekatta bir defa okur, üç sefer okumaz. îmameyne göre İse üç sefer tekrarlar.

Fakat üç ayet okumaya gücü yeten kimsenin bir ayeti üç kez tekrarlaması imameyne göre caiz değildir. İmam Ebu Hanife'ye göre Tevrat, încil veya Zebur'dan namazda bazı parçalar okusa ve bu par­çaların değişmemiş olduğunu kuşkusuz biliyorsa caizdir. îmam-ı Azam'a göre Kur'andan maksad, Allah kelamına delalet lafızdır, ama bu Arapça lafız olma itibarıyla değildir.

Şu halde Allah kelamıyla kaim olan sıfat itibarıyladır ki bu ib­retler, hikmetler, öğütler, övgü, nasihat ve saygılardan ibarettir.

Arapça telaffuzdan aciz olan kimse Farsça yerine getirmek hem İmam Ebu Hanife'ye hemde Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre caizdir. Arapçayı iyi bilen kimse için başka lisan ile kıraat oku­mak bütün görüşlere göre caiz değildir. Şu halde dilini Arapçaya döndüremeyen, Arapça telaffuz edemeyen, ümmi olan bir kimsenin alışmcaya kadar kendi lisanıyla ayetleri okuyabilir.[218]

İmam Şafii'ye göre ise uygun biçimde isterse iyi telaffuz edebil­sin, isterse edemesin başka bir lisan ile kıraat okumak kesinlikle ca­iz değildir. Zira Kur'an Arap lügati üzerine inmiştir. Bu bakımdan başka bir lisan ile okunan şey Kur'an olmaz. Zira Arapça çok zengin bir dildir. Kelimelerin kendilerine göre ve bulunduğu cümle itibarıyla çok manası vardır. Tecüme ise yalnız bir manaya işaret eder. Şu halde Arapçayı beceremeyen kimse öğreninceye kadar kıraat bedeli­ne tehlil ve teşbihte bulunabilir. Örneğin; sübhanallah ve Lailahe il­lallah der.

4- Rüku: Namazın farzlarından biri de rükudur. Namaz kılan, başını eğerken rüku için tekbir alır. Zira Resulü Ekrem (sav) efendi­miz başını eğerken ve kaldırırken tekbir alırdı.

Musalli rükuda her iki elleri ile her iki dizleri üzerine dayanıp parmaklarını açar. Parmaklarını açması ancak bu halde olur. Namaz kılan kimse sırtını düz yaparak rükuya gider. Öyle düz olacak ki su dökülse su sırtında duracaktır. Musalli başını aşağı eğmeyerek ve yukarı kaldırmayarak rüku eder. Rükuda durduktan sonra üç kez "Sübhane Rahbiyel Azim" yani "Çok büyük olan Rabbimi her türlü noksanlardan takdis ve tenzih ederim." Bu şekilde teşbih eder. Üç kere teşbihin söylenmesi en aşağısıdır. Zira Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

"Her kim rükusunda üç kere Sübhane Rabbiyel Azim derse rükusu tamam olmuştur. Bu onun en azıdır. Her kimde sücudunda üç kere Sübhane Rabbiyel A'la derse secdesi tamam olmuştur. Buda onun en azıdır. [219]

Namaz kılan kimsenin teşbihi üçten az olursa mekruhtur. Şa­yet imama tabi olan kimse üç kere tamam etmeden imam başını kaldırsa, bir rivayette matbu üç tekbiri tamam eder. En sahih olan görüşe göre tabi olan kimse imama tabi eder. Her ne kadar teşbih ziyade de olsa yalnız başına namaz kılan kimse için teşbihi tek sayı­da bitirmek faziletlidir. İmam ise cemaati aciz edecek şekilde teşbihi fazla yapmamak lazımdır. Namaz kılan kimse başını rükudan kaldı­rırken;

"Semi Allahu Limen Hamideh" (Allah kendisine hamd edenin hamdını kabul buyursun) der. İmam olan bununla yetinir. İmamın "SemiAllahu Limen Hamideh" demesiyle muktediden sakıt olur. Fa­kat tahmid lazım gelir. Şafii'ye göre ise muktadiden sakıt olmaz. Tesmi yani "Semi Allahu Limen Hamideh" ile tahmid yani;

"Rabbena Lekel Hamd" arasını birleştirir.

Tahmid hakkında dört değişik görüş vardır.

Rabbena Lekel Hamd", "Rabbena ve Lekel Hamd", "Allahümme Rabbena Lekel Hamd", "Allahümme Rabbena ve Lekel Hamd". İmama tabi olan kimse için "Rabbena Lekel Hamd" (Ey Rabbimiz! Hamd de sana mahsustur) sözü ile yetinir. Zira Resulullah (sav) şöyle buyur­muştur:

İmam SemiAllahu Limen Hamideh dediği zaman siz, Rabbena Lekel Hamd deyiniz. [220] itesulullah'm (sav) bu sözü imam ile tabi olan kim­se arasındaki taksimi açıklamıştır. Taksimde aynı zamanda ortaklı­ğa aykırıdır. Muhit kitabında şöyle zikrolmuştur; senanın çok olması için imama tabi olan kimse;

Aîlahümme Rabbena Lekel Hamd" (Ey Rabbimiz! Olan AUahu Azimüşşan hamd sana mahsustur) demesi daha faziletlidir. Şu halde tek başına namaz kılan kimse imama uyan gibidir. Yani "Rabbena Lekel Hamd " ile yetinir.

Ulemanın ekserisi bunu kabul etmişlerdir. Zira tesmi kendisi ile beraber olan kimseyi tahmide teşvik etmektir. Tek başına kılınsa kendinden başkasını tahmide yani "Rabbena Lekel Hamd" demeye teşvik edecek kimse yoktur. Bir görüş te şöyledir; tek başına namaz kılan kimsenin tesmi ve tahmidin her ikisini de bir arada yapması daha faziletli olur. Zira bu görüş İmam-ı Azam'm İmam Hasan'dan rivayetidir.

Namaz kılan kimse başını rükudan kaldırdıktan sonra düz ola­rak ayakta durur. İtminandan başkası sünnettir. İtminanı mafsalları yerine oturuncaya kadar azanın sükunet bulmasıdır. İtminandan başkası ise rüku tekbiri, parmakların açılması, teşbih, tahmid, tes­mi ve düz olarak ayakta durmak. Bunların hepsi namazın sün­netleridir. Fakat ta'dili erkandan olan rükudaki durma (itminan) va­ciptir.

Zira onun kasdı rüknün tamamlanması için meşru kılınmıştır. Rükudan başını kaldırdıktan sonra olan doğrulma ve iki secde ara­sında olan doğrulma bunun aksinedir. Yani bunlarda olan durma (itminan) sünnettir.

Zira iki rek'atın arasını ayırmak için meşru olmuştur. Sonuç olarak farz tamamlayan vaciptir. Ve vacibi tamamlamakta sünnettir. Otururarak namaz kılan kimse rükuya vardığında alnı dizlerine pa­ralel  olacak derecede  arkasını  eğmelidir.   Rükuda bulunuyor  gibi kanbur olan kimsenin rükusu başmı biraz eğmekle olur. Zira kan-burluğu onun rükusundan sayılmaz.

İmam rüku vaziyetinde yetişen herhangi bir kimse ayakta tek­bir alıp ondan sonra rükuya gider. Bu tekbiri rükuya yakın durunda alırsa namaz bozulur, imama uymuş olmaz. İmama rükuda yetişen kimse için iki tkbire muhtaç olması lazım değildir. Ayakta Allahu Ekber deyip hemen rükua gitse namazı caizdir. Zira bir tekbirle hem iftitah hemde rüku tekbirini yerine getirmiş olur.

İmama uyan kimse imamdan daha evvel rükuya gitse ve imam rükuya gitmeden başını kaldırırsa bu rüku yeterli değildir. Bunu imanım rükusu ile iade etmezse kesinlikle namazı batıl olur. İmam eğer rükuda ise tabi olan kimse imama yetişipde ona uyarak rükuya gitse o rek'atı imamla beraber kılmış sayılır. Fakat bir adam imam rükuda iken tekbir aldıktan sonra, imam rükudan kalktıktan sonra rükuya gitse o adam o rek'ata yetişmiş sayılmaz. Şu halde o adam bir vakti kaçırmış olur. Kaçırdığı rek'atı namaz sonunda imam selam verdikten sonra tek başına kılması lazımdır.

5- Secde: Namazın rükünlerinden biri de secdeye varmaktır. Namaz kılan kimse secde için tekbir getirir. Zira Resulullah (sav) tüm eğilmelerinde ve başmı kaldırmalarında tekbir alırdı. Fakat rü­kudan başını kaldırdığı vakitte tekbir almazdı.

Musalli rükudan sonra secdeye varır. Rükudan doğrulduktan sonra yere kapanarak iki dizi üzerinde ellerine dayanarak alnını, burnunu, yüzünü iki eli arasında yere veya yere bitişik bir şey ü-zerine koyar. Yüce Allah'a tazimde bulunur. Bu şekilde secde farz olduğu gibi ikincisi de farzdır. Secdenin en iyi sınır ve ölçüsü; iki di­zini yere koyar, sonra iki avucu üzerine dayanarak iki elini yer ü-zerine kor. Sonra ellerini iki kulaklarının hizasında olduğu halde yer üzerine yüzünü, iki avucu arasına koyar.

Zira Resulullah (sav) secde ettiği zaman iki elini kulaklarının hizasına koyardı. Hadisi şerifte Resulullah (sav)'in secde ettiği za­man ellerini omuzları hizasına koyduğu rivayet edilmiştir. Bu hadise göre hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle özürlü kimseler hamledü-miştir. Namaz kılan kimse parmaklarını birbirine bitiştirerek koyar. Bu bitiştirme yalnız secdede menduptur.

Secdede pazu kısmını açarak ve karnını uyluklarından uzak tutarak yapılır. Zira Resulullah (sav)'in bu şekilde yaptığı sabit ol­muştur.

Şayet namaz kılan kimse safta ise her iki tarafında bulunan kimseleri rahatsız etmeyerek pazularını fazla açmaz. İki ayaklarını yer üzerine koyup, parmaklarını kıble tarafına yönelterek secde ya­par. Zira Resulü Ekrem (sav) efendimzi şöyle buyurmuştur: secde ettiği zaman, onun her uzvu secde eder. O halde (na­maz kılan kimse) kuvveti yettiği kadar uzuvlarını kıbleye yöneltsin."

Kadınsa büzülür, yani her iki ayağının parmaklarını dikmez. Erkek gibi yapmaz. Pazu kısmını açmaz. Şu halde kollarını yere dö­şer. Karnını uyluklarına bitiştirir. Zira kadınlar böyle yaparken onlar için daha setredici olur. Kadın şu on hususta erkekten ayrılır:

1- Tekbirde iki elini omuzları hizasına kadar kaldırır.

2- Sağ elini sol eli üzerine memeleri altına koyup el bağlar.

3- Secdede karnını iki uyluğundan ayırmayarak yapıştırır.

4- Celsede ellerini iki uyluğu üzerine parmak uçları dizlerine va­racak şekilde koyar.

5- Koltuğunu secdede açmaz.

6- Teşehhüdde teverrük yapar. Yani sol yanı üstüne oturup iki ayaklarını sağ tarafından çıkarır.

7- Rükuda parmaklarını açmaz.

8- Erkeklere imam olmaz.

9- Cemaat olmaları mekruhtur.

10-  Cemaat olurlarsa imam onların ortasında durur.

Namaz kılan kimse burnu ve alnı üzerine secdeye gider. Zira Resulullah (sav) böyle devam etmiştir. Her ne kadar alın burundan daha kuvvetli isede burun alından önce secdeye konur. Zira burun secde yerine daha yakındır. Hacimli ve alnın istikrar bulacağı (yerle­şeceği) şey üzerine secde edilir. Secde eden kimse eğer secdesini mü­balağalı olarak isterse şu şekilde secdeye gitmek lazımdır. Yani başı ondan aşağıya inmemelidir. Pamuk, darı, saman ve bunlar gibi şey­lerin üzerine secdeye gitmek kesinlikle caiz değildir.

Zira namaz kılanın alnı yerin sertliği bulunduğu takdirde o zaman o şeyin üzerine secde etmek caiz olur. Namaz kılan kimse sa­rığının ucunu veya kenarı üzerine yeni ve eteği gibi kendi libasının fazlası üzerine eğer yerin hacmi bulunursa secde etmek caizdir. Şa­yet bulunmazsa caiz değildir.

Yalnız secdede burunla yetinmek veya sarığın kenarı üzerine ve libasın fazla olan kısmına secde etmek kerih görülmüştür. Zira Ebu Hanife'ye göre secdede burnuyla yetinmek kerahatle caizdir.

Alın öyle değildir. Zira özürsüz olarak yalnız alın üzerine sec­deye gitmek kerahatsiz olarak caizdir. Bu İmam-ı Azam'ın görüşü­dür. Bu ikisinden biriyle yetinmek mekruhtur. Musalli kimse üç kez Sübhane Rabbiyel A'la" (Çok yüce kudret ve azametle muttasıf olan Rabbimi bütün noksanlardan tenzih ederim) diyerek secdede sü­kunet halinde olmak lazımdır. Rükuda üç defa teşbih etmek en az miktardır. Rüku ve secdede teşbihi üçten fazla yapmak menduptur. Beş ve yedi gibi tek sayı ile bitirilir. Zira Resulullah (sav) tek sayı ile bitirirdi.

Eğer musalli imam olursa cemaatin aciz olacağı şekilde namazı uzatmaz. Namaz kılan kimse secdeden başını tekbir alarak kaldırır. Zira Resulullah (sav)'in başını hem indirme de ve hemde kaldırmada tekbir aldığı rivayet edilmiştir.

Bir kimse başını kaldırdığı zaman başı secdeye yakın olursa secdesi caiz değildir. Zira o kaldırma secdeden sayılır. Çünkü bir şe­ye yakın olursa onun hükmünü alır. Eğer başı kaldırdığı zaman o-turmaya yakın olursa kesinlikle oturmaktan sayılır. Şu halde ikinci secdesi sahih olan namaz kılan kimse mutmain olduğu halde bir teşbih söyleyecek kadar oturur. Tekbir alır ve mutmain olduğu halde secde eder. Eğer namazın, rüku ve sücudun farziyeti emri ilahi ile sabit olmuşsa

Rüku edin. Secdeye varın. [221] emir tekrarı istemez. Bunun için rükunun tekrarı vacip değildir. Eğer denilirse sücudun tekrarının farziyetin asıl sahip olmuş ve için tekrarı olmuştur. Bu­nun cevabı şöyle olmuştur: kuşkusuz olarak namaz ayetinin müc­mel olduğu sabittir. Mücmelin tafsilatı ise bazen Resulullah (sav)'in sözü, bazen de fiili ile olur. Secdenin tekrarının farziyeti Resulullah (sav)'dan tevatür yoluyla nakledilen herkes onun sücudunu tekrar ettiğini bildirmişlerdir. Tekrarın sebebi ise kuşkusuz olarak teabbü-diddir (kullukla ilgilidir).

Rek'atların sayıları gibi onda mana aranmaz. Bazıları da şöyle cevap vermişlerdir; birinci secde bizim yerden yaratıldığımıza, ikinci secde ise sadece yere döneceğimize işarettir. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

Sizi yerden yarattık ve sizi oraya döndüreceğiz" [222] Her iki secdeden sonra namaz kılan kimse kıyam için tekbir alır. Sücudun aksine önce başını kaldırır. Sonra ellerini, ondan sonra da iki dizlerini kaldırır ve yere dayanmadan düz olarak ayağa kalkar. Bu şekilde kalkmayı îmam Şafii de kabul etmiştir.

Şu halde ikinci rek'at birinci rek'at gibidir. Şu fark var ki; ikin­ci rek'atta sübhaneke, Eüzü ve el kaldırmak yoktur. Yani namaz kı­lan kimse ikinci rek'atı birinci rek'at gibi yapar. Fakat ikinci rek'atta sübhaneke, Eüzü, iftitah tekbiri almaz. Zira bunların bir kere söy­lenmesi meşru olmuştur. Birincide ellerini kaldırdığı gibi ikincide el­lerini kaldırmaz. Zikredilen bu sözde besmele çekileceğine işaret e-der. Eğer bir kimse sehven bir secdeyi yapmazsa selamdan evvel ve­ya sonra ve dünya kelamı etmeden önce hatırlarsa secdeyi yapabilir.

Namazı kılan kimse terkettiği secdenin isterse birinci rek'atta olsun, isterse hangi rek'atta olursa olsun hatıra geldikten sonra o secdeyi hemen kaza eder. Zira o secde asıl yerinden geçmiştir. Şu halde onun yerinden geçmesiyle tahrimenin ifası için tamamen yer mevcud olduğundan namaz batıl olmamıştır. Onun için o secdenin kazası lazımdır. Zira o secde namazın bir rüknüdür. Öyle bir rükün olur ki namazdan çıktıktan sonra kaza ederse namaz batıl olur. Şa­yet namazın içinde kaza ederse namazı sahih olur.

Her iki secdeden birisini kasden terketse namazı batıl olur. Yanılarak terkederse namaza aykırı bir şey yapılmamışsa hatırladığı zaman secdeye gitmesi gerekir. Sonra son oturuş iade edilir ve sehiv secdesi yapılır. Secde namazın en büyük rüknüdür. Cenab-ı Allah gösterilen tevazu ve tazimatın en mükemmel alametidir. Zira Resu-lullah (sav) şöyle buyurmuştur:

Kulun Rabbine en yakın olduğu hal, secdeye gitmiş olduğu hal­dir. Artık secdede duayı çokça yapınız. Çünkü secde hali en ziyade küçülme ve teslimiyet hali olduğundan orada duanın kabul olması umulur. Secdesiz namaz, namaz değildir."

Mabudumuzun manevi huzurunda yerlere kapanarak saygısını arz etmek istemeyen bir insan kulluk vazifesini terk etmiş, yüce Al­lah'ın rahmetine kavuşma şerefinden yoksun kalmış olur.

Özürlü olan kimse kendi dizi veya uyluğu üzerine secde etmesi caiz değildir. Sadece diz üzerine özür olmasın secde etmek hiçbir fukaha fetva vermemiştir. Elinin üst tarafını yere koyduktan sonra avucu içine secde etmek secdesi caizdir. Ölü bir kimse üzerine başı koyup secdeye giden kimsenin namazı sahih değildir. Şu halde ölü­nün üzerinde keçe veya kaim bir örtü bulunurda vücudu hissedil-mezse o zaman caiz olur. Bu daha çok savaşlardave zaruret yerle­rinde olur. Normal yerlerde ölünün üzerine çok kalın bir örtü bile ol­sa yine mekruhtur.

Secde edilecek yerle ayak basılacak yerin aynı hizada olması sünnettir. Şu halde secde yerinin bir ya da iki kerpicin yatay biçim­de yüksekliğinde olursa (yaklaşık 22-23 cm) caizdir. Daha yüksek olursa başka secde edilecek yer bulunmaz veya namaz kılan kimse bir rahatsızlığından dolayı başını yere kadar eğip secde etmezse o takdirde baş işaretiyle secdeyi yerine getirir. Secde yaparken secde yerinde diken ve sivri çakıl ve cam parçalan olursa o zaman alnını biraz sağa kaydırırsa ve secde yaparsa secdesi caiz olur.

Secde ederken ellerini ya da dizlerini yere koymadan olursa secdesi caiz olur. Sünnet terk edilmesinde kerahat vardır. Bu şekilde kıldığı namazının caiz olmasında ise birlik içindedirler. Fakat ayak­larını yerden kaldırıp boşlukta tutarsa namazı caiz değildir. Her iki ayağından birini koyup diğerini kaldırırsa kerahatle beraber caizdir. Fakat ayağındaki özüründen dolayı yere bırakmıyorsa o zaman kera­hat olmaz. Ayakların yere konulmasından maksad ayağın parmakla­rının konulmasıdır.

Bunun için ayak parmaklarından yalnız birinin yer ile temas halinde olması yeterlidir. Uyur halinde secde ederse, bir daha secde etmek lazımdır. Fakat rüku ve secdedeyken uyursa her ikisi de caiz olur. Secdede alnını ufak bir taş üzerine koyan kimsenin alnının ço­ğu yer ile temas halinde ise secdesi caiz olur. Aksi halde secdesi caiz olmaz.

Rüku ve secdeleri yaparken çok dikkatli olmalıdır. Mesela rügiderken itminanın yani azaların sakinleşmesini beklemek, rükudan kalkmcada beli iyice ve dikkaatlice doğrultmak lazımdır. Şu halde secdede olsun veya iki secde arasında olsun azalar sakinleşin-ceye kadar beklemek ve iki secde arasında oturulduğu zaman beli i-yice dikmek vaciptir. Bunlara ta'dili erken denir.

Bu konuda Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Namazından hırsızlık yapan kimse insanların en fena hırsızıdır.   Ashab-ı Güzin sordu: "Ey Allah'ın peygamberi! İnsan kendi namazından nasıl çalabi­lir? Resulullah (sav) şöyle buyurdu: "Rüku ve secdelerini tamamen yapmaz. "

Rüku ve secdelerde belini iyice doğrultamazda ondan rüku ve secdelerini yerine getirirken belini doğrultamayan kimsenin namazı kafi değildir. Kütübi Sitte'den beşi rivayet etmişlerdir.

6- Son oturuş: Namazın rükünlerinden biri de son oturuştur. Namazın sonunda teşehhüd miktarı oturmak farzdır. Namaz kılan kimse iki secdesinden sonra sol ayağını yayar ve onun üzerine otu­rur. Aynı zamanda sağ ayağını diker ve yayılmış iki elini, iki uylukla­rı üzerine koyar. Diktiği ayağının parmaklarını kıbleye yöneltir. Zira Hz Aişe (ra) validemiz Resulullah (sav)'in ilk oturuşta zikredildiği gibi oturduğunu rivayet etmiştir. Namaz kılan kimse İbni Mesud'un te­şehhüdü gibi teşehhüd eder. Onun teşehhüdü şöyledir:

Ettahiyatû lillahi vesseleuatû vettayyibatü es selamüaleyke ey-yühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekatühü es selamü aleyna ve ala ibadillahissalihin eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne muha-mmeden abdühü ve resulünü."

İmama tabi olan kimse ettahiyyatı imam henüz bitirmeden bi­tirir ve şu halde konuşacak olursa namazı sahih olur. Sadece i-mamdan evvel namazdan çıktığı için namazı mekruh olur. Namazda son oturuş hem farz, hem vacip, hem sünnet ve nafile namazlarda da farzdır. Eğer bir kimse iki rek'atlı bir namazda namazın sonunda oturmadan selam verirse namazı batıldır. Bir daha baştan namazını kılmak zorundadır.

Ettahiyyattan sonra kendi sun'iyle namazdan çıkması farz de­ğildir. En sahih ve sağlam görüşte budur. İmam Şafii bu konuda İb­ni Abbas'm rivayetini daha manalı bularak ihtiyar etmiştir. İlim a-damlan sıhhat bakımından İbni Abbas'ın rivayet ettiği teşehhüdle il­gili hadisin sıhhat bakımından diğerinden sonra geldiğini söyle­mişlerdir. İmam Şafii şöyle demiştir; bunu daha geniş manalı ve sahih bulduğum için. İmam nevevi diyorki; teşehhüd hakkındaki ha­dislerin tümü sahihtir.

Şafii'ye göre hangisi okunursa vacip yerine gelmiş olur. Manası "Dil ile beden ve mal ile olan ibadetlerin hepsi yalnız yüce Allah'adır. Ondan başka bir şeye kesinlikle ibadet olmaz. Ey mertebesi çok yüce olan nebi (Muhammed ) (sav) Allah'ın rahmeti ve bereketleri ile selam ve selamettik bizim üzerimize ve Allah'ın iyi kullan üzerine olsun. Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur, yine şehadet ederim ki Muhammed onun kulu ve resulüdür. "

Tahiyyat tahiyye'nin cem'idir, o da mülktür. Bir başka söze gö­re tahiyyat daim beka (sürekli kalmakj'dır. Bir diğerine göre saygı, hürmet ve azamettir. Başka bir söze göre selamet yani tehlike ve afetlerden selamettir. Çoğul sigası üzerine zikrolması ise zira Arap pa­dişahlarından her biri için tahiyye vardırki onunla tahiyye olunurlar (dua edilip selamlanırlar).

Şu halde bizim için siz Ettehiyyyatü lillahi deyiniz denilmiştir. Yani Allah için layık mülke delalet eden lafızlarda dua ediniz demek­tir. Selevata gelince, selevatı hams yani beş vakit namazdır. Bir kav­le göre tüm namazlardır. Bir kavle göre rahmettir. Başka bir kavle göre dualardır veya ibadetlerdir. Tayyibat ise ulemaların çoğuluyla (kelimati tayyibat) güzel sözler yani yüce Allah'ı zikir ve bunu takip eden salih amellerdir. Birinci oturuşta teşehhüd ile iktifa edilir. Yani selavatm getirilmemesi lazımdır. İlk iki rek'attan sonra yalnız fatiha ile iktifa edilir.

Resulullah (sav) miraç gecesinde Cebrail (as)'ın " "Rabbine sena­da bulun" sözü üzerine Allah'u tealaya zikredilen bu lafızlarla senada bulununca Allah'u teala da Resulullah (sav)'e ettahiyyata karşı es selam, es salata karşı er rahmet, ettayyibata karşı el berekat ile mu­kabele etmişlerdir. Fakat peygamber (sav)'den selamdan ümmetinin-de girmeleri için "Esselamu aleyna ve ala ibadillahissalihin" demiştir. Yani çoğul olarak zikretmiştir ki Allah'ın rahmeti hepsine şamil gel­sin diye bu şekilde söylemiştir.

Bunun üzerine Cebrail (as) ve tüm semavat melekleri "Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulünü" demişler ve böylece bu teşehhüd kıyamete kadar devam edecektir. Ettahiyyat mülk, saltanat ve selam manasına gelir. îslamdan önce Araplar arasında ilk olarak selamlanan Yarub b. Kahtan'dır. Bu a-dam şöyle diyordu; übiyte'llane ve en'im (sabahen yani sabahı şerifler hayrolsun, lanet görmeyesin) demekle selamlardı.

Yarub'un babası Kahtan ilk cahiliyyet devrinde Arap kabilelerinin babası ve orada hükümet kuranların ilkidir. Hz Nuh (as)'m torunu olduğu söylenir. Babasından sonra Yarub, sonra Abdüşşems ve bundan sonra da Hımyer hüküm sürmüş onlardan son­ra gelenlere de böylece Hımyeriler denmiştir. Yarub'un Arapçayı ilk konuşan olduğundan bu adı aldığı ve şiiri, vezni, vasfı, medhiyeyi, kıssası, teşbihi (medhe girişmeden önce yapılan afaki mukaddime) sanatını kullandığı rivayet edilir. [223]

Musalli eğer her iki rek'attan sonraki olan rek'atlarda teşbih veya sükut ederse sükutu kasden ederse günahkâr olur. Şayet seh­ven sükut ederse İmam-ı Azam'dan İmam Hasan'ın rivayetine göre öyle musalliye sehiv secdesi vacip olur. Zira ihtiyatlı olan fatihayı terk etmemektir. Her iki ayaklan secdede yer üzerine koyduktan sonra parmakları kıbleye yöneltmek ve ilk iki rek'atı kıraat için tayin sücudda ve birinci ka'dede teşehhüd ile yetinip Nebi (sav)'in üzerine salatı terk eden, geri kalan sünnetlerdir.

Sücud tekbiri üç kez teşbih ve iki elleri, dizleri üzerine koy­mak, sol ayağını yayıp sağ ayağını dikmek kavme ve celse demektirki bunlar da namazın sünnetleridir. Kavmeden maksudumuz, rüku ile secde arasındaki ayakta duruştur. Celsede, iki secde arasındaki otu­ruştur ki bu celse görüş birliği ile sünnettir. Secdeye giderken her iki ayağı yer üzerine koymak Kuduri'nin rivayetine göre farzdır. Hatta namaz kılan kimse secdeye giderken ayaklarının parmaklarını yer­den kaldırsa namazı sahih olmaz.

Cessas (ra) ve Kerhi (ra)'da bu şekil üzerine zikretmiştir. Şayet her ikisinden birini yere koysa caizdir.

Kadıhan (ra) bu şekilde namaz kılmak mekruhtur demiştir. İmam Temurtaşi (ra) kuşkusuz iki eller ve iki ayaklar farz olunmakla değtir diye zikretmiştir. Şeyhülislam Muhammed b. Hüseyin el-Bu-hari, el-Hanefi, el-Maruf b. Bekir Hazerzade (ra) bu zatın Mebsut adlı eseri 15 ciltten ibarettir. H. 483'de vefat etmiştir. Bu zatın mebsu-tundaki sözüde namaz kılan kimsenin sücudunun caiz olduğuna de­lalet eder, En doğrusu da budur. Geride kalanlar vacibat kısmm-dan sayılmıştır.

Örneğin, ilk iki rek'atın kıraat için tayini gibi hatta herhangi bir kimse üçüncü rek'ata kalkmayı bir rükün eda edecek kadar te­şehhüd üzerinde bir şey fazla ederse yani kasdi olarak bir harf ziya­de ederse günahkar olur. Şayet ziyadesi sehven olursa sehiv secdesi lazım gelir.

Namazın farzlarından biri de son oturuştur. Abdühü ve Resu-lühü'yü okuyacak kadar oturması farzdır. Zira Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

Şayet sen bunu söylersen veya yaparsan şüphesiz namazın tamam olur." Şu halde namaz kılan kimse teşehhüdü okusun, oku­masın namaz tamam olur. Zira Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

Bunu yaparsan" bu sözün manası şöyle oluyor; yani hiçbir şey okumasan yalnız teşehhüdü okuyacak kadar otursan namazın ta­mam olur. Burada muhayyerlik kavildedir, yani sözdedir. Fiilde yani rükuda değildir. Şarta bağlı olan şey şartın varlığından evvel bitmiş­tir. Zira bu oturuş namazın sonudur. Şu halde sona yetişmekse an­cak tamamlanmakla olur. Tamamlamakta son oturuş ile meydana gelir. Netice itibarıyla son oturuş farzdır.

İmam Şafii'ye göre ka'dei ahirede teşehhüd yani tahiyyyat o-kumak farzdır, Hanefılere göre ise vaciptir. Hatta ve hattaki bir kim­se teşehhüdü terk etse namazı sahihtir. Fakat ka'dei ülada okumak ittifaken farz değildir. Sari şeriatvaz edicisidir. Bu lafız seri şeriat ke­limelerinden meydana gelmiştir.

Şeriat insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol, izhar ve beyan kanun vaz etmek manalarınadır. Şeriat din dilinde ise Cenab-ı Hak'km kulları için vaz etmiş olduğu dini, dünyevi hükümlerin he­yeti mecmuasıdır ki buna göre şeriat dinle aynı manada olup hem ahkamı asliyye denilen itikadiyyatı, hemde ahkamı feriyyei ameliyye denilen ibadet, ahlak ve muamelatı ihtiva eder. Daha umumi mana­sıyla bir peygamber tarafından tebliğ edilmiş olan ilahi kanun de­mektir.

Bu kanun asıl vaz edicisi olan Cenab-ı Hak'ka Şari-i Mübin de­nir. İnsanlara tebliğ etmiş olan peygambere de Sari adı verilir. Şu hal­de ahkamı şeriyyede ilahi kanunun hükümleri manasına gelir. Eğer bir kimse dese ki haberi vahid ile farziyyet sabit olmaz.

Biz deriz ki evet öyledir. Yani ilken haberi vahid ile farziyyet sa­bit olmaz. Fakat, şayet mücmel haberi vahid ile açıklanırsa kuüdun farziyyeti sabit olur.

Sol ayağını yayıp, sağı dikme hususunda son oturuş ilk oturuş gibidir. Fakat son oturuşta Nebi (sav) üzerine salavat ziyade edilir. Hanefılere göre bu salavat sünnettir, Şafıilere göre farzdır. Salavatın söyleniş keyfiyeti şöyledir:

Ya ilahi! Efendimiz , büyüğümüz, veliyyü nimetimiz Hz Muham-med'e ve aline salat et. Onların şeref ve kadrini yükselt. Hz İbrahim'e ve Hz İbrahim'in aline salat ettiğin gibi ve efendimiz Hz Muhammed'i ve onun alini mübarek kıl. Onların feyiz ve bereketini daim arttır. Hz ibrahim ve alini mübarek kıldığın gibi. Şüphe yokki sen hamidsin. Me-cidsin. Bütün hamdü sena, bütün azamet ve celal sana mahsustur."

Bazı alimler bu salavatı;

Allah'ım Muhammed'e rahmet eyle..." demeyi kerih görmüştür. Zira öyle söylemek Enbiya (sav) 'm kusurlu oldukları şaibesini verir. Zira rahmet, kınanılan şeyin işlenmesi sebebiyle olur. En sahih kav­le göre bunun söylenmesinde kesinlikle kerahat yoktur.

Namaz kılan kimse salavat duasından sonra kendisi için ve di­ğer mü'minler için dua etse iyi olur. Zira kendisini duaya tahsis et­memek sünnettir. Kur'an'dan olan bir şey işe dua etse daha mü­nasip olur. Örneğin;

Allahım beni, anamı ve babamı affeyle" veya,

Allah'ım babamı affeyle" demek gibi. Veya me'sür yani Resu-lullah (sav)'den rivayet edilen Kur'an-a benzer sözlerle dua etmek. Mesela;

Allah'ım! Şüphesiz ben kendime çok zulmettim. Günahları ise ancak sen affedersin. Beni, senin katından bir mağfiretle affeyle. Şüp­hesiz sen, Gafur ve Rahimsin."

Bu me'sür dualardandır. Şu halde insanların sözüyle dua e-dilmemelidir. Zira insanların sözü, namazı iptal eder. Şu halde kul­lardan istenilmesi imkansız olmayan yani mümkün olan her söz in­sanların sözüdür. Mesela beni evlendir veya benim borcumu ödeyi-ver gibi kullardan istenilmesi imkansız olan her sözde insanların sö­zü değildir. Allah'ım beni mağfiret et demek gibi.

Kadın her iki oturuşta yani ka'dede teverrük olarak oturur. Ya­ni her iki ayaklarını sağ tarafından çıkarır ve sol uyluğu üzerine otu­rur. İki oturağını yere yerleştirir. Zira bu şekilde oturmak kadın için Çok iyi bir örtünmedir ve halinin setrine münasip gelmektedir. Son oturuşta salavat ve dua sünnettir. Fakat salavat İmam Şafii'ye göre farzdır.

Namazın farzlarından biri de, tertibe riayettir. Mesela kıyamı rükünden evvel ve rükuyu sücuddan önce yapmaktır. Eğer namaz kılan kimse, rükudan evvel secde eylese veya kıyamdan evvel rüku eylese namazı sahih olmaz. Zira namaz, ef al-i şer'iyyedendir.

Efal-i Şer'iyye: Varlıkları birer şer-i hükme bağlı bulunan ve şer-i şartlar dairesinde bire şer-i fiil olan şeylerdir. Örneğin; namaz, oruç, beyicare, hibe fiilleri gibi. Kıraat, mutlak namaz için farz ol­muştur. Hatta iki rek'atta kıraat terk olduktan sonra veya ikinci rek'atta bulunsa namaz caiz olur. Zira kıraat, burada özel şekli cüzle beraber olarak değildir. Sadece maddi cüz olur.

Namaz için, Şer'an maddi cüzlerden meydana gelmiş bir mahi­yet vardır ki o maddi cüzler (zahiri kısımlar- ecza-i maddiye) kıyam, rüku ve sücuddur. Yine namazın suri cüzden (şekli kısımlar) mey­dana gelen heyeti vardır ki o da; kıyamı rükudan evvel ve rükuyu sücuddan evvel yapmaktır. Şu halde her iki secdede tertip kesinlikle farz değildir. Hatta namaz kılan kimse birinci rek'atta secdeyi terk etse, iknci rek'atın rükusunda hatırlasa ve aynı zamanda rükudan inip secdeye gitse rükuyu bir daha iade etmesi lazım değildir. Eğer denilirse ikinci secde birinci gibi o da farzdır ve maddi kısımlardan­dır.

Her ikisi arasında tertibe riayet vaciptir ve farz kılmmamaktaki hikmeti nedir? Bunun cevabını biz şöyle veriyoruz; kuşkusuz olarak secdenin aslı yüce Allah (cc)'nun Secde ediniz." Kavli şerifi ile sabittir. Tekrar edilmesi ise Resulullah (sav)'in fiili iledir. Birinci sec­de yerinde yapılınca, nassın (Kur'an-ı Kerim'in) icabı olarak farz olan tertip meydana gelmiş olur. Şayet iki secde arasında tertip farz kılmsaydı fiilen, yani Peygamber (sav) fiiliyle sabit olan ile nass ile sabit olanın eşit olması lazım gelirdi.

Her halde mertebe olarak birinci,  ikinciden daha yüksektir. Namazın farzlarını açıkladıktan sonra vacip olan kısma geçiyoruz.

1- Üç ve dört rek'atlı farz namazlarda kıraati, ilk iki rek'atta ye­rine getirmek lazımdır. Zira son iki rek'atta veya birinci rek'atla ü-çüncü ya da ikinci rek'atla dördüncü rek'atta kıraati yerine getiren kimse bunu unutarak yapmışsa, yanılma secdesi lazım gelir. Şayed kasıdlı olarak yapmışsa bazı fıkıhçılara göre namazı sahih değildir ve baştan iadesi lazımdır.

2-  Fatiha ve bir sure ya da fatiha ve üç kısa ayet okumak. U-zun bir ayet üç kısa ayeti kapsayacak ölçüde ise onu da okumak kâ­fidir.

3- Önce fatihayı sonra sureyi okumak.

4- Fatiha ve zammi sureyi nafile ve vitr namazlarının bütün rek'atlarmda okumak. Şu halde birinci ya da ikinci rek'atta fatihayı okumayı unutup sadece sureyi okursa secdeye gitmeden evvel bunu hatırlarsa, hemen döner evvela fatihayı sonra zammi sureyi okur ve namaz sonunda yanılma secdesi yapar. Zira vacibi geciktirdiği için dört rek'atlı namazlarda misali; Öğle namazında ilk iki rek'atta unu­turda fatihayı okumaz sadece zammi sure okur ve sonra bunu ü-çüncü rek'ata kalktığında hatırlarsa artık fatihaa okumaz. Sadece namaz sonunda yanılma secdesi yapar.

Fakat ilk iki rek'atta yalnız fatihayı okur, zammi sure okumaz ve üçüncü rek'ata kalktığında bunu hatırlarsa üçüncü ve dördüncü rek'atlarda hem fatihayı hem zammi sureyi sesli okur ve namaz so­nunda yanılma secdesi yapar. Sesli sureyi hem zammi sureyi okur. Eğer yatsı namazı olsa şayet öğle ve ikindi olsa hızlı okumaları la­zımdır.

5- İlk iki rek'atta fatihayı birer defa okumak. Şu halde birinci veya ikinci rek'atta fatihayı iki kez üstüste okuyan kimseye yanılma secdesi yapmalıdır. Fakat evvela fatihayı okursa, ondan sonra zam­mi sureyi okur. Ve ondan sonra gene fatihayı okursa kesinlikle sehiv secdesi lazım gelmez.

6- Namazın mükerrer olan rükünleri ve vacipleri arasındaki tertibe riayet etmek. Şu halde birinci rek'atta her iki secdelerden bi­rini unutursa daha namazdan çıkmadan unutmuş olan secdeyi ha­tırlarsa namazın sonunda terkettiği secdeyi yapması ve yanılma sec-desiyle bu geciktirmeyi kapatması lazımdır.

Eğer namazdan sonra hatırlarsa namazı sahih olmaz, iadesi la­zımdır. Et-tahiyyat'a oturduktan sonra secdelerden ikisini yada biri­ni yerine getirmediğini hatırlarsa derhal secdeleri yapması, ondan sonra et-tahittat'a oturması lazımdır. Namazın sonunda yanılma sec­desi yapacakki bu açığı kapatsın.

7- Rükudan kalktığı zaman belini doğrultmak. Bu doğrultmak İmam Ebu Yusufa göre vaciptir. İmam Ebu Hanife ile İmam Mu-hammed'e göre vacip değildir. Aynı bunun gibi her iki secde arasın-dada azaların sakinleşmesi, durması da öyledir.

8- Rüku ve secdelerde itidala riayet etmek. Bu yalnız rüku ve secdelerde olmaz. Elbette bütün rükünlerde bu itidala riayet etmek vacip olur. Ta'dili erkenin en az miktarı, azanın teşbih getirilecek kadar bir müddet durdurulmasıdır.

9- Üç veya dört rek'atlı namazların birinci oturuşunda teşeh-hüd miktarı oturmak.

10- Birinci ve ikinci oturuşlarda teşehhüd okumak. Ne kadar birinci oturuş farz ise de, her ikisinde de teşehhüdün okunması farzdır. Teşehhüdü okurken manasını kalbinden geçirmesini, Allah'­ın huzurunda önce ona lazım gelen tazimi gösterip ondan sonra Pey­gamber ve salih mü'minlere dua yapıldığını bilmelidir.

11- Selam verdiği zaman, aynı zamanda selamın lafzını söyle­mek.

12- Vitr namazında kunut duasını okumak.

13- Bayram namazlarında belli olmuş olan sayıda tekbirleri söylemek. Şayet bayram tekbirlerini unutup yerine getirmezse, o za­man yanılma secdesi lazımdır.

14- Kıraati, aşikâre okunacak yerde aşikâr, gizli okunacak yer­de gizli okumak. Sabah namazının her iki rek'atmda, akşam ile yatsı namazlarının ilk iki rek'atlarmda kıraati aşikâr okumak vaciptir. Bu vucubiyet imam hakkındadır.

Eğer tek başına namaz kılan kimse olursa, o kendi keyfine bağlıdır. İsterse aşikâr, isterse gizli okuyabilir. Öğle ve ikindi namaz­larının her rek'atmda, akşamın üçüncü ve yatsının üç ile dördüncü rek'atlarmda gizli okumak vaciptir. Arafat'ta cemaatle kılman öğle ve ikindi namazlarında da durum öyledir. Yani imam öyle namazlarda da kıraatini gizli okur.

Cuma ve bayram namazlarında yine aşikâr okumak vaciptir. Ramazan'da vitr ve teravih namazlarında da imamın kıraati aşikâr olarak okuması vaciptir. Herhangi bir kimse yalnız başına kılsa o-nun hakkında aşikâr okuması vacip değildir. Kendi başına namaz kılan herhangi bir kimse kıraatin gizli okunduğu namazlarda her halde kıraati gizli okuması lazımdır. Aşikâr okunan namazlarda olursa kendi isteğine bağlıdır. Şayet aşikâr okursa imam gibi sesini yükseltmez. Çünkü imamdan fazla ses çıkartmamak lazımdır. Eğer fazla sesini yükseltecek olursa işaretle beraber caiz olur. Zira mak-sad cemaatin duymasıdır.

Namazdaki tekbir ve benzeri zikirler vacip kısmında olursa i-mara onu aşikâr olarak söyler. Yalnız kendi başına kılan kimse ise kendisi duyacak kadar bir sesle yerine getirir. îftitah ve bayram tek­birleri vacip olduğu için aşikâr söylemesi lazımdır. Namaz arasındaki intikal tekbirleri sünnet olduğu için, imam tarafından sesli söylenir. Eğer yalnız başına kılacak olursa, kendisi işitecek kadar sesli söyle­nir.

Bunlardan başka olan teşehhüd, amin, salavat ve dualar, rüku ve secdelerdeki teşbihler hep gizli olarak söylenir. Nafile namazlarda gündüzleyin kılman kıraat aşikâr okunmaz. Geceleyin kılman nafile­lerde ise kişinin isteğine bağlıdır, isterse gizli, isterse aşikâr okuya­bilir.

Aşikâr ve gizli okumanın tarifi; gizli okumanın en az hududu, kendisinin işiteceği miktarda olmasıdır. Aşikâr okumanın en az de­recesi ise başkasının duymasıdır.



[1] Enfal, 41

[2] İbn Asakir Enes (ra)'dan

[3] Araf, 188

[4] Taha, 20/5

[5] Bakara, 228

[6] Ni­sa, 78

[7] Müslim, 689

[8] Müslim, 1907; Buhari, 1

[9] Darekutni,2/ 172

[10] Maide, 6

[11] Bakara, 183

[12] Maide, 6

[13] Ali İmran, 130

[14] Maide, 90

[15] Hacc, 78

[16] Ba­kara, 286

[17] Bakara, 78

[18] Buhari, 1066

[19] Nisa, 101

[20] Buhari 1056-İbni Abbas'tan

[21] Nahl, 43

[22] Maide, 6

[23] Maide,6

[24] Buhari 5550, Müslim 257 

[25] İmam Ahmed 6,325,5

[26] Müseddir, 4

[27] Ebu Davud, 4009

[28] Bakara, 222

[29] Bakara, 222

[30] Furkan, 48

[31] Enfal, 11

[32] Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, İbni Mace ve Ahmed bin Hanbel

[33] Buhari, 191

[34] Buhari, 191

[35] Müslim, 283

[36] Müslim 278 

[37] el-Mecmü 1/160

[38] Buhari/5110

[39] Müslim

[40] Buhari, 5161

[41] Müslim 279

[42] Muğnı-i Muhtaç c. 1, s. 79

[43] Fethul-Kadir 1, 55

[44] Buharı, 214

[45] Buhari, 176

[46] Müslim, 303

[47] Buharı, 155

[48] Buhari, 5445

[49] ibni Mace

[50] Camiu's-Sağir

[51] Maide, 6

[52] Buharı, Müslim Avnul Mabud 87/1

[53] Ebu Davud, İbni Mace

[54] Buhari 2183;  Müslim, 235

[55] îbni Mace/ 402

[56] Müslim, 230,15

[57] Buhari, 136

[58] Buhari, 198

[59] Müslim, 234

[60] Tirmizi, 52

[61] Nevevi, Ezkar

[62] A'raf,31

[63] Ebu Davud/96, 2

[64] Buhari/256, Müslim/317,8

[65] Ebu Davud/135

[66] Ebu Davud/203

[67] Müslim /376

[68] Buhari / 541, 544

[69] Bakara, 222

[70] Buhari, 85 Müslim, 849

[71] Ebu Said (ra)dan, Müslim)

[72] Müslim, 330

[73] Ebu Davud /249

[74] Buharı, 254, - Müslim, 317 -Ibni Abbas'tan

[75] Buhari,198- Müslim, 325

[76] Buhari, 249-Müslim, 372

[77] Müslim /283

[78] Kasas, 11

[79] Buhari /278, Müslim/ 313 

[80] Müslim/349

[81] Bakara, 222

[82] Buhari /226, Müslim /333

[83] Fetava el-Kübra c. 1, s. 62

[84] Ahkaf, 15

[85] Lokman, 14

[86] Nisa,43

[87] Müslim/ 522

[88] Darekutni 1/256

[89] Ebu Davud

[90] Buhari 328

[91] İmam Ahmed 1/322

[92] Maide, 16

[93] Buhari, 341

[94] Ebu Davud, 322

[95] Müslim 276

[96] Mecmu c. 1, s. 540 

[97] Tirmizi 96, Nesai 1/83

[98] Ebu Davud, 40

[99] Ebu Davud, 44

[100] Buhari, 160

[101] Tirenizi, 18

[102] Müslim, 269

[103] Müslim, 269

[104] Şerhi Müslim, c.3, 187

[105] Ebu Davud, 30, Tirmizi, 7 ve Taberani

[106] Buhari, 145

[107] Ebu Eyyübel Ensari (ra)'dan rivayetle Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai, İbni Mace)

[108] Ebu Buharı 381, Müslim 264

[109] Buharı/ 148, Müslim/ 266

[110] EbuDavud/15

[111] Buhari/153

[112] Ebu Davud taharet 119

[113] îbni Abidin 1, 275

[114] El-Bakara, 222

[115] Buhari 226, Müslim 333

[116] Ahmed b. Hanbel

[117] Buhari, 226; Müslim, 333

[118] Buharı, Hayz 19, 24 Vudu

[119] Darimi, Vudu 116

[120] Buhari, Hayz 20

[121] El-Bakara, 222

[122] Neylül-Evtar 1-277

[123] Müslim, Hayz 16

[124] El Vakıa, 79

[125] İbni Mace, Tahare , 105

[126] Et talak 65/1

[127] Ibni Abidin, 1, 158, 162,264

[128] Buhari 236, Müslim 333

[129] Ibni Abidin 1, 111; el-Muğni 1, 339

[130] Ebu Davud tahare 109

[131] İbniMace 115

[132] Zeylai

[133] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai, Tirmizi

[134] Cuma, 9

[135] Buhari, Müslim 674

[136] Buhari 579, Müslim 377

[137] El-Mudmarat

[138] Buhari 584

[139] Buhari 602

[140] Müslim/1092, Buhari/592

[141] Ebu Davud 17

[142] Buhari 608

[143] Ebu Davud 500

[144] Ebu Davud 499

[145] Buhari 512

[146] Buhari 592, Müslim 1092

[147] İsra, 79

[148] İbniMace, ezan/5

[149] Ez-zühali

[150] Ebu Davud 107

[151] Ebu Davvud, Nesai, Tirmizi -Enes (ra)'dan rivayetle

[152] Buhari 580

[153] Nesai ezan 37, Ebu Davud 37, Buhari ezan 8 

[154] Buhari, Müslim ezan

[155] Maverdi

[156] Neylü-1 Evtar c. 2 s. 40

[157] Neylü-1 Evtar c. 243

[158] îbni Abidin c.l, s.90

[159] Enbiya, 73

[160] Lokman, 17

[161] Meryem, 55

[162] Mer­yem, 31

[163] Tirmizi, îman mahhası

[164] Ba­kara, 238

[165] Ebu Davud

[166] İsra, 15

[167] Buhari 342, Müslim 163

[168] Rum, 17

[169] Buhari 1331, Müslim 19

[170] Rum, 18

[171] Namaz İbni Hiban 258

[172] Buhari 46, Müslim 11

[173] Buhari, 505

[174] İmam Ahmed, 338

[175] Buhari 25, Müslim 22

[176] Ebu Davud 1420

[177] Müslim, 82

[178] Müslim 612

[179] Müslim 612

[180] Müslim 608

[181] Müslim 612

[182] Müslim 612

[183] Müslim 681

[184] Taha, 130

[185] Müzemmil, 1-8

[186] Müzemmil, 20

[187] Dehr, 22-26. Hud, 115

[188] 23 eylül 622= 8 rebiulevvel 1 hicri

[189] 27 receb 621

[190] İsra, 78

[191] Tabakat, îbni Sa'd Müsned Sünen, Tirmizi Muvatta, Malik Sire, İbniş İshak sahih Müslim

[192] Şerh'ül meşarık

[193] Nur, 24

[194] Ebu Davud

[195] Ebu Davud Sünen

[196] Nur, 31

[197] Tahtavic. 1, s. 114

[198] Bakara, 144

[199] Bakara, 150

[200] Hacc, 39

[201] Ba­kara, 145

[202] Buharı, Müslim

[203] Fetavayı Hindiyye

[204] Müslim, Nesai, Tirmizi, Ebu Davud, Ibni Mace

[205] Müslim

[206] En-Nihaye

[207] İbnİ Abidin c. 1, s.374-375

[208] El-lşali-Eşrati-s-saa s. 130

[209] EMşaali-Eşrati's-saa s.131

[210] Bakara, 286

[211] Bakara, 185

[212] Hacc, 78

[213] Buhari, Müslim, Ebu Davud, îbni Mace, Nesai Ömer b. Hattab'dan rivayetle

[214] Buharı, Müslim

[215] Ahmed B. Hanbel

[216] En'am, 79

[217] Müzemmü,20

[218] Şerh-i Nukaaye/Şeyh Ebil- Mekarim

[219] Tirmizi, Ebu Davud

[220] Buhari, Müslim

[221] Hacc, 77

[222] Taha, 55

[223] Lisanü-1 Arab, Kamusu-1 Alam