Cuma Namazı 3

Cuma Namazının Adabı: 6

Cumanın Edası İçin Şu Yedi Şart Vardır: 9

Cuma Namazı İle İlgili Bazı Meseleler: 11

Nafile Kılınan Namazlar 11

Farz Namazlara Tabi Olmayan Nafileler; 12

2- Vitr Namazı: 12

3- Teheccüd Namazı: 13

4- Duha (Kuşluk) Namazı: 13

5- Evvabin Namazı: 14

6- Teşbih Namazı: 14

7- İstihare Namazı: 14

8- Tevbe Namazı: 14

9- Sefer Namazı: 14

10- İhram Namazı: 14

11-Abdest Namazı: 14

Bayram Gününün Adabı; 16

Hanefîlere Göre Nafile Namazlar Ve Tatavvu Namazlar: 16

Mendup Yani Bağımsız Namazlar: 17

1-Abdest Namazı: 17

2-Tahivyetu-l-Mescid Namazı: 17

3- Teheccüd Namazı: 18

4-Kuşluk (Duha) Namazı: 18

5- Regaip Gecesi Namazı: 19

6- Berat Gecesi Namazı: 19

7- Kadir Gecesi Namazı: 19

8- Teşbih Namazı: 19

9- Yolculuk Namazı: 20

10- Tevbe Namazı: 20

11- Hacet Namazı: 20

12- Kati Namazı: 20

13- İstihare Namazı: 20

14- Şafiilere Göre Teravih Namazı, Sadece Ramazanda Kılınır: 21

İmama Tabi Olanların Halleri Üçe Ayrılır: 23

a- Müdrik: 23

b- Lahık: 24

c- Mesbuk: 24

Yağmur Duası (İstiska) Namazı: 25

Küsuf ve Husuf Namazları: 27

Hanefilere Göre Küsuf Namazı: 28

Husuf Namazı: 28

Namaz Kılmayan Kişinin Hükmü. 28

Kefaret 29

İçinde Namaz Kılınması Mekruh Olan Vakte Kerahat Vakti Denir 30

Nafile Namaz Kılmanın Mekruh Oduğu Vakitler 31

İskat-I Namaz. 32

Mescidlere Ait Hükümler 33

Mescidlerle İlgili Hükümler 34

Cenaza Ve Cenaze Namazı 36

Cenaze Namazının Kılınışı: 41

Çocuğun Üzerine Cenaze Namazı Kılınması İçin Beş Şart Gereklidir 42

Cenaze Namazının Şartı: 43

Cenaze Namazı 44

Taziye. 55

Kabirleri Ziyaret Etmek. 56

Berzah. 58

Vesileh Veya Huttevasül Ne Demektir?. 58

Vasiyet Ve Tavsiyeler 59

Elbise, Kab Ve Benzeri Şeyler 60

Şehıd. 63

"Elbette İyilikler Kötülükleri Yok Eder. 65


Cuma Namazı

 

Cuma namazına bu ismin verilmesinin sebebi, müslümanların bu namazı kılmak için toplanmalarıdır. Bir görüşe göre bu günde toplanmış olan sevaplar yüzünden bu ismi almıştır. İslam dinini ta­nımadan evvel Araplar bu güne derlerdi. Mekke'de cuma günü Ku-reyşlüer toplantı yapmaya başlayınca Ka'b b. Lüeyy'in ilk olarak bu güne cuma adını verdiği nakledilir.[1]

Hicretten önce Mekke'de kesinlikle cuma namazı kılnmamıştır. Fakat cuma namazı, hicretten kısa bir süre önce farz kılınmıştır. O zaman müslümanlar Mekke'de güçsüz ve zayıf olduklarından ve cuma'yı kılmak için bir araya gelemediklerinden cuma namazı kı­lınmamıştır. Cuma namazı hicretten evvel Medine'de ilk defa Esad b. Zurare tarafından kıldırılmıştır. [2]

İlk cuma namazı Peygamberimiz (sav) tarafından Mekke'den Medine'ye hicretleri sırasında Küba'ya kuşluk zamanı geldiklerinde Ammar b. Yasir "Resulullah (sav) için istediği zaman gölgesinde yatıp dinlenebileceği, gölgelenebileceği ve içinde namaz kılabileceği bir yer yapsak olmaz mı?" demişti. Bunun üzerine daha önce anlattığımız şekilde Küba mescidini inşa etmişlerdi (M. 622). Peygamberimiz (sav) Küba'da on dört gün Amr b. Avfoğullarmda ikamet eylediler. Bu ika­metleri sırasında pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri Kü­ba mescidinde namaz kıldılar.

Bu on dört günlük ikametinden sonra bir cuma günü Peygam-.berimiz (sav) devesine bindi ve arkasına Ebu Bekir'i aldı. Karşılama­ya gelen muhacirlerden ve ensardan silahlı yüz kişilik grupla Allah (cc)'ın büyük lütfuna şükür ederek Küba köyünden hareket edip Me­dine'ye doğru yola çıktı. Yolda Avfoğlu Salimoğullarına ait Ranüna vadisine varıldı. Bu sırada öğle namazı vakti gelmişti. Devesinden indi. îlk olarak arka arkaya iki hutbe okudu. Cemaate cuma nama­zını kıldırdı. Hz Peygamber'in (sav) Medine'de kıldırdığı ilk cuma na­mazı işte böyle olmuştur (H. 1. Sene Rebi'ül evvelin ilk cuma günü).

Cuma namazının farziyeti kitap, sünnet ve icma-i ümmetle sa­bit olmuştur. Cuma namazı farz-ı ayn olup farziyeti Kur'an-ı Ke-rim'le de sabit olmuştur.

Cenab-ı Allah (cc) şöyle buyuruyor:

Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığınızda, Al­lah zikrine koşunuz. [3]

Resul Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Birtakım kimseler cuma namazını terk etmekten ya vazgeçerler ya da Allah onların kalplerini mühürler. Sonrada onlar gafillerden olurlar." [4]

Kim üç cumayı tembellik edip terk ederse Allah onun kalbini mühürler."

Azad edilmemiş köle, kadın, çocuk ve hasta olanlardan başka her müslümana cemaatle cuma kılmak hak olan bir vaciptir. [5]

Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa ona kadın, yolcu, köle ve hasta müstesna cuma namazı farzdır. [6]

Ezanı işiten bütün müslümanlara cuma namazı farzdır,"

Cuma namazına gitmek, her baliğ olan kimseye vaciptir. Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor:

Bizler (ehli kitaba nazaran) en son gelenleriz. Lakin kıyamet gü­nünde en önde olanlarız. Şundan dolayı ki (bizden başka kendilerine kitap verilen her ümmet bizden önce gelmiştir. Bize ise kitap onlardan sonra verildi. Sonra Allah'ın bize farz kıldığı şu gün yok mu? İşte Allah bizleri ona hidayet buyurdu. Bu bakımdan insanlar bunda bize tabi olacaktır. Yahudilerin (ibadet günü) cumartesi, hiristiyanlann ki ise pazar günüdür. [7] İcma delili; islam bilginleri cuma namazının far-ziyetinde ittihad ve ittifak halindedirler. Fakat kılınma şartlan üze­rinde görüşleri farklı farklı olmuştur.

Cuma namazının farz olmasının yedi şartı vardır:

1-  Müslüman olmak. Zira kafir, ibadetlerden evvel ibadetlerin esası olan islam olmakla yükümlüdür. Allahu Teala ahirette esas itibarıyla yükümlü olduğu halde cuma namazını kılmadığı için kafiri cezalandırır. Dünyada ise kafirden cuma namazına katılması isten­mez.

2- Baliğ olmak. Çocuğun, mükellef olmadığı için cuma nama­zına gitmesi farz değildir.

3- Akıllı olmak. Zira deli olan kimsenin üzerine cuma namazı farz değildir. Diğer farz olan namazlar gibi.

4- Hür olmak. Zira köleye cuma namazı farz değildir. Köle efen­disinin hakkı ile meşguldür. Bu sebeple cumanın köleye vacip olma­sına engeldir.

5- Erkek olmak. Şu halde cuma namazı kadınlara farz değildir. Zira kadınlar ev işleriyle ve çocuklarla meşguldürler. Bunun için ka­dınların özel vakitte, özel bir yerde bulunmaları zor olduğundan cu­ma namazı kadınlara farz kılınmamıştır.

6-  Sıhhatli olmak. Şayet bir kişi mescide gitmekte, bir yerde oturmakta veyahut namazı beklemekte zorluk çekiyorsa o kişiye cu­ma namazı farz değildir. Eğer kişi cuma namazına gitse onun has­talığı artacaksa veyahut hastalığı geç iyileşecekse yine cuma nama­zına gitmesi farz değildir.

Hastaya hizmet eden kimse de hasta gibidir. Önada cuma na­mazı farz değildir. Zira hastaya bakan ve hizmet eden kişi cuma na­mazına gittiği takdirde hastaanm ihtiyaçları ile ilgelenemeyecektir. Bu konuda hastanın bakan kişinin akrabası olup olmaması hükmü değiştirmez.

7- Cuma namazının kılındığı yerde ikamet etmek. Kısa bir se­fer bile olsa sefere çıkan kişinin yolculuğu cuma gününün imsa-kmdan evvel başlamışsa durduğu yere normal havalarda ezan sesi duyulacak kadar cuma kılınan yer yakınsa cuma namazı farz olur.

İçinde özürsüz kırk kişinin İkamet etmediği bu sebeplede cuma namazının sahih olmadığı bir yeri mekan edinen kişiyede cuma na­mazı farz değildir. Şu halde cuma kılınan bir yerde okunan ezan se­sinin normal şartlarda oraya yetişmemesi şartı böyledir. Zira Resu-lullah (sav) şöyle buyurmuştur:

"Azad edilmemiş köle, kadın, çocuk ve hasta olanlardan başka her müslümana cuma namazını cemaatle kılmak hak olan bir vacip­tir." [8]

Bu yedi şartı kendisinde bulan her müslümana cuma namazı farzdır. Ancak cumanın sahih olması için dört şartın daha bulunma­sı lazımdır.

1- Cuma namazı merkezi bir alanda kılınmalıdır. Bu alan ister­se bir beldenin binaları arasında olsun, ister kenidilerine cuma na­mazı farz olan kırk kişinin oturduğu bir köyde olsun fark etmez.

Beldeden kasdımız, kadısı (hakimi) ve idarecisi bulunan, içinde alış-veriş için çarşısı bulunan yerdir. Köyden kasdımız ise hakimi ve idarecisi bulunmayan yerdir. Bunun için sahrada ve çadırlar arasın­da cuma namazı kılmak kesinlikle sahih değildir. İçinde cumanın kendilerine farz olduğu kırk kişinin bulunmadığı bir yerde de cuma namazı sahih olmaz.

Eğer yakın bir beldeden ezan sesi işitiliyorsa oraya gidilip cu­ma namazının kılınması farzdır. Cuma kılman beldeden ezan sesi işitilmiyorsa cuma namazı onların üzerine farz değildir. Bu şartın de­lili ise; Hz Peygamber (sav) ve Hulefa-i Raşidin zamanında cuma namazının sadece böyle yerlerde kılınmış olmasıdır. Arap kabileleri Medine'nin civarında oldukları halde öyle yerlerde cuma namazı kı­lınmıyordu. Hz Peygamber (sav) onlara çadırlar arasında cuma na­mazı kılmalarını söylememiştir.

2-  Cuma namazı kılacakların sayısı, cumanın kendilerine farz olduğu kırk kişiden az olmamalıdır. Yani cuma namazının sahih ol­ması için erkek, baliğ, mukim ve hür olan kırk kişi bulunmalıdır ki cuma namazı sahih olsun. Zira Cabir şöyle rivayet ediyor:

Sünnete göre her kırk kişiye ve kırk kişiden fazla olanlara Cuma vardır. [9]

Ka'b b. Malik şöyle demiştir:

İlk cuma namazım kıldıran Medine-i Münevvere'ye yakın olan Bakiü-l Hadımat adlı köyde Esad b. Zurare'dir. O gün cumaya katılan­lar kırk kişiydiler."

3-  Cuma namazı öğle vaktinde kılınmalıdır. Öğle vaktinden cu­ma namazına yetişemeyecek kadar bir zaman kalmışsa öğle na­mazını kılmak farz olur.

Şayet öğle vaktinde cuma namazına başlanırsa ve aynı zaman­da cuma namazı devam ederken öğle vakti çıkarsa cuma namazını derhal Öğle namazına çevirmek ve dört rek'at kılmak farz olur. Delili ise; Enes b. Malik'in rivayet ettiği şu hadistir:

"Hz Peygamber cuma namazını güneş batıya doğru kaydığında yani zeval vaktinde kılıyordu. [10] Cuma namazına ve ondan evvelki hutbelere kafi gelecek zannıyla iki hutbe okunur, namaza başlanır ve namazdayken öğle vakti çıkarsa öğle namazı olarak tamamlan­ması lazımdır. Bu mesbuk şayet cuma namazının bir rek1 atına yeti­şip ikinci rek'attayken vakit çıkarsa yine öğle namazı olarak tamam­lanması lazım gelir.

4- Aynı şehirde veya aynı köyde mümkün olduğu halde bir yer­de cuma namazı kılmak lazımdır. Şayet halk çok olursa bir yere sığ­mazlarsa ihtiyaca göre iki, üç veya dört yerde cuma namazı kılınır. Bunlardan yalnız ilk kılınan sahih olur. Maksudumuz ilk kılmaktan başlangıçtır, yani ilk tekbiri taharrüm ilk olarak hangi mescidde a-lmmışsa oradaki cuma namazı sahih olur.

Diğerleri ise ayrı yerlerde kılındığı için sahih değildir. Bunun i-çin onun yerine öğle namazı kılmaları lazım gelir. Şayet cumanın hangi mescidde daha evvel başladığı bilinmiyorsa kılman bütün cu-' malar batıl olur. Vakit müsaitse ilk tekbir alman yerde yeniden kı­lınması lazım gelir. Bütün bu eksik ve batıl olan namazı yerine ge­tirmek için öğle namazı kılınmalıdır.

Bu şartın delili ise, cuma namazının Hz Peygamber (sav) ve Hulefa-i Raşidin zamanında şehir olsun, köy olsun yalnız olarak bir yerde cuma namazı kılınırdı.Namaz cuma günü sadece el-mescid'ul-camii denilen büyük mescidde kılındığı zaman başka mescidlerde yalnız bir vakit namaz kılınırdı. Zira Hz Aişe (ra) şöyle anlatmıştır: "İnsanlar Hz Peygamber (sav) devrinde Medine'ye yakın menzillerden ve Medine çevresindeki köylerden gelerek cuma namazını tertibe ria­yet ederek hazır bulunurlardı. [11]

İbni Abbas şöyle demiştir:

Hz Peygamberdin (sav) mescidi dışında ilk cuma namazı Bah­reyn'de Cuvasi isimli yerde Abdulkays mescidinde kılınmıştır. [12]

Cuma'yı tek bir yerde kılma şartının hikmeti ve ibreti müslü-manları bir araya getirmektir. Bununla beraber halkın çok olduğu yerlerde cuma namazını bir yerde kılmak zorsa ya da iki mahalle a-rasında şiddetli düşmanlık olursa ve bir yere geldikleri zaman kavga olacaksa ihtiyaç olarak namazın birkaç yerde kılınması sahih olur. Zira İmam Şafii (ra) Bağdat'a vardığında birkaç yerde cuma namazı kılındığı halde buna itirazı olmamıştır ve öğle namazını iade etmekte söz konusu değildir.

Örneğin, bir şehirde beş veya altı cami halkın ihtiyacını görebi-liyorsa altı veya yedi yerde cuma namazını kılmak sahih olmaz.

Böyle bir şekil olursa tekbire tül-ihram daha evvel getiren hangi caminin cemaati ise onların cuma namazları caizdir. Diğerlerinin cuma namazları caiz olmadığı için öğle namazlarını iade etmeleri la­zım gelir. Tekbiretül-ihramı daha evvel getiren cemaat belli değilse tümü öğle namazını kılmağa mecburdur. Cumanın bu şekilde dört yönü vardır.

1- Bir tek cuma namazını kılmak. Bu şekilde olan cuma nama­zı sahihtir. Öğleyi kılmak batıl ve fasıddır.

2- İhtiyaç olduğu için birkaç cuma namazı kılmak. Keza cuma namazı sahihtir. Öğlenin iadesi lazım gelmez. Ancak kılınması sün­nettir.

3- İhtiyaçtan fazla birkaç yerde cuma namazını kılmak. Bunun üç şekli vardır.

Bir- Cuma namazlarından birisinin tekbiretül-ihramdan daha evvel getirilmiş olacak.

İki- Veya bu cuma namazlarının tekbire tül- taharrümleri bera­ber olacak.

Üç- Veya tekbiretül-taharrümü bilmeyecektir.

Birinci şık cuma namazı sahih olur. Fakat geriye kalan ce­maatler ise öğle namazını kılacaklar, ikinci ve üçüncü şekillerde ise onların bütün cuma namazı caiz olmaz. Bir daha yeniden cuma na­mazını bir yerde veya ihtiyaca göre birkaç yerde kılmak lazımdır.

Eğer tekbiretül- taharrüm evvela getiren malum olursa sonra unutulmuş olursa bu durumda hepsi öğle namazını kılmakla yü­kümlüdürler.

4- ilk rek'atta cuma namazının cemaatle kılınması vaciptir. Zi­ra Hz Peygamber (sav) ve Hulefa-i Raşidin devrinde kesinlikle tek o-larak cuma namazı kılınmamıştır. Birinci rek'atı cemaatle kılmışsa ikinci rek'atı herkes münferiden kılabilir.

Cemaat tam kırk kişi ise birisi herhangi bir sebeple olursa ol­sun rükuda imama yetişmezse bunların cuma namazları sahih ol­maz. Yine cemaatten birisi sağır olsa ve hutbenin bütün rükünleri değil de belki bir kısmını işitmezse cuma namazı fasıd olur. Kırk ki­şinin içinde fatihasını iyice okuyamayan bir kişi olursa cemaatin cuma namazı fasıd olur. fakat öğrenmek için çalışırsa öğrenemezse kırktan sayıldığı için kılınan cuma namazı caizdir.

Kırk kişinin içinde gayri müslim, köle, misafir, kadın veya ti­caretle uğraşmak veya ilim tahsil etmek gibi bir iş için namaz kılı­nacak yerde bulunanlar varsa öyle yerde namaz kılınmaz. Bunlar kırk kişinin haricinde olurlarsa cuma namazı sahih olur. Kırk kişi­nin birkaçı veya hepsi göçebe halinde olup kışın veya yazın veyahut her iki zamanda da göçebe olurlarsa cuma namazı onlarla beraber e-da edilmez.

Zira Resulü Ekrem (sav) efendimiz veda haccmda Medine-i Münevvere'ye avdet etmek niyetinde olmak için Mekkei Mükerreme'de cuma namazını kıldırmamıştır. Bir hapishanede tutuklu olan kim­seler kırk kişiyi bulurlarsa her ne kadar hürriyetleri olmasa da cu­mayı kılmakla yükümlüdürler. Bir yerde bir tek cuma kılınır ve ima­mın fatihası düzgün olmazsa, fatihası düzgün olan kimsenin öyle i-mama tabi olması sahih olmadığı gibi cuma namazına gitmek farz değildir.

Hutbe okunurken veya namaz esnasında veyahut son rek'atta da olsa sayı kırktan aşağıya düşerse cuma namazı batıl olur. Eğer kırk kişiden bazıları ikinci rek'atta imamdan ayrılırlar, kendi baş­larına namaz kıldıktan sonra selam verirse, daha selam vermemiş bir kişinin abdesti bozulursa selam verenlerin namazı bozulur. Hatip iki hutbe arasında oturduğu zaman ihlas suresini okuması sünnet­tir.

Cuma namazını kıldıran imam selam verdikten sonra abdestsiz olarak hatırına gelse veya üzerine bağışlanmış olan bir necaset olsa imamdan başka kırk kişi cemaat bulunsa cuma namazı caizdir. La­kin imam kafir, kadın veya hünsa olarak meydana çıkarsa o cemaat ne kadar çokda olsa cuma namazı caiz olmaz. Bir kimse abdestsiz olan bir imama rükuda tabi olsa me'mum fatiha okumadığı ve ima­mın da namazı sahih olmadığından me'mum o rek'ata yetişmemiştir.

Cuma namazının şehrin veya köyün sınırında kılınması lazım­dır. Çadırlarda veya çölde yaşayan kimseler ne kadar çok olurlarsa olsunlar cuma namazını kılmazlar. Hz Peygamber (sav) ve Hulefa-i Raşidin zamanında cuma namazı, durdukları yer olan köy, kasaba veya şehirlerde kılınmıştır. Eğer çölde veya kırda bir mescid bulunsa ve bunların etrafında bir ev olmazsa o caminin içinde cuma namazı kılmak sahih değildir. Bir köyde bir cami bulunur, sonra köy harabe olur, orada yalnız cami kalırsa halkta onu terk etmeyip içinde na­maz kılmaya devam ederse o zaman cuma namazı sahih olur.

İnsanların evleri ister kerpiçten, ister taştan isterse mağaradan olsun kesin olarak fark yoktur. Bir köyde cuma namazının farziyeti için ancak evlerin bir arada ve birbirine yakın olması lazımdır. Eğer evler dağınık olursa ve aralarında yüz elli metreden fazla mesafe olursa o zaman cuma namazının farziyeti ortadan kalkar. Bir köy halkı cumayı terk ederse günahkar olurlar. Şu halde cuma namazı içinde almayacak kadar zaman daralmayınca öğle namazı kılmakta sahih olmaz.

Kadın ve özür sahibi olan kimsenin tam zamanında öğle nama­zını kılması daha uygun olur. Ancak özürünün zevalini uman misa­fir ve köle gibi kişilerin öğle namazını tehir etmeleri fazilet bakımın­dan daha iyidir. Cuma namazının farzlarından birisi de hutbe oku­maktır. Hutbelerin şartları altıdır:

1- Hatibin iktidarı varsa hutbeyi ayakta okumalıdır. İki hutbeyi birbirinden ayırmak için birinci ve ikinci hutbelerin arasında otur­malıdır. Zira İbni Ömer'den şöyle rivayet edilmiştir:

"Resulullah (sav) cuma günü iki hutbe okur ve aralarında otu­rurdu." [13]

Cabir b. Semure de şöyle rivayet etmiştir: "Hz Peygamber hut­beleri ayakta okur ve aralarında otururdu. [14]

2- Namazdan evvel iki hutbe okunmalıdır. Bu cuma namazı hakkında varid olan hadislerden anlaşıldığı üzere Hz Peygamber'in (sav) fiiline tabi olmak içindir.

3- Hatib, küçük ve büyük hadesten tahir ve temiz olmalıdır. Zira hutbede, namaz gibi olduğu için elbisede, bedende ve mekanda affedilmeyecek bir pislik bulunmamalıdır. Setri avrete riayet edilme­lidir. Namazda ne gibi şeyler şartsa hutbede de aynı şeyler şarttır.

4-  Hutbeler Arapça olarak okunmalıdır. Cemaat Arapça bilme­se bile hatib hutbeleri Arapça okumalıdır. Eğer orada Arapça öğre­necek kadar bir zaman kalan kişiler hala Arapçayı öğrenemezlerse hepsi günahkâr olur ve cumalarıda sahih olmaz. Ancak Arapça öğre­necek kadar bir zaman geçmemişse hutbe o zaman tercüme edilir ki onların cumaları sahih olsun.

5-  Birinci ve ikinci hutbe arasında çok fasıla olmaması lazım­dır, ikinci hutbe ile namaz arasında da çok fasıla olmamalıdır. Bun­ların arasına örfen uzun sayılan bir ara girerse hutbe sahih olmaz. Eğer başka şekilde olursa hutbe yeni baştan okunmalıdır. Aksi tak­dirde cuma namazı öğle namazına döner.

6-  Her iki hutbede cuma namazının kendileriyle sahih olduğu kırk kişi tarafından dinlenmelidir.

Hutbelerin rükünleri:

1-  Her iki hutbede de Allah'a hamdetmek gerekir. Genellikle "elhamdülillah" ya da "eş-şükrillah" gibi lafızlarla hamdedilir. Ancak hangi siga ile olursa olsun caizdir.

2-  Her iki hutbede de ismini zikretmek suretiyle Resulullah (sav)'e salavatı şerife getirmek gerekir. Bu salat; "Allahümme salli ala Muhammed",  " Ala ali Muhammed" veya " Allahümme salli ala resuli ve ala alihi" gibi sığalarla yapılabilir.

Burada dikkat edilmesi lazım gelen şart, Resulullah (sav)'in a-dının zikre dilme sidir. "En-Nebi", "Er-Resul" ve "Muhammed" gibi keli­melerle Hz Peygamberin ismi sarih bir dille zikredilmelidir. Açık isimlerin yerine zamir kafi gelmez, örneğin, onun manasına gelen "Huve" zamirinin kullanılması kafi olmaz. Yine lafzai celal'in zikre­dilmesi şarttır. Ondan ayn Allah'ın başka isim ve sıfatını söylemek caiz değildir. Nasıl ki hamd ile salavatın lafızları muayyendir örne­ğin; hamd yerine şükür, salat yerine rahmet kelimesi getirilmesi ye­terli değildir.

a- Her iki hutbede de takvayı tavsiye etmek lazımdır. Vasiyet ve takva kelimesini söylemek şart değildir. "Üsiküm bitakvatullah" keli­mesi yerine "Etiu" veya "Rakibü" kelimelerini söylemek caiz olur. Bu üç rükün her iki hutbede de rükündür. Bunlar olmadan hutbe ol­maz.

b- Hutbelerden birinde bir ayet okumak gerekir. Eğer bu ayet birinci hutbede okunursa daha iyi olur. Okunan ayet manası anlaşılan ayetlerden olmalıdır. Sure başlarında olan elif, lam, mim, yasin, ta ha gibi ayetlerden birinin okunması kafi değildir. Mukatta harfleri de kafi gelmez.

c- İkinci hutbede mü'minlere dua etmelidir. Örfi olarak dua sa­yılan "Allahümmağfüii mü'minine" ve " Allahümmağfirli müslimine" gi­bi her dua kafidir.

Cuma namazının bir rek'atma yetişen kimsenin cuması caiz o-lur. Cumaya yetişemeyen kimsenin cuması, öğle namazına döner. İmama tabi olan cemaatin cuma namazına ehil olan kırk kişiden az olmaması vaciptir.

Cumanın ikinci rek'atma yetişen kimsenin de cuması sahihtir. İmam selam verdikten sonra kalkıp dört rek'at öğle namazı kılacak. Cuma vaktinde cemaat, imama tabi olup imamla beraber bir rek'at kılar sonra herhangi bir nedenden ötürü olsun imamdan ayrıldıktan sonra namazlarını tek başına tamamlarlarsa cumaları sahihtir.

Şayet ortada bir neden olmazsa cemaat imamdan ayrılıp na­mazlarını tek başlarına tamamlarlarsa veya bir sebepten dolayı bi­rinci rek'at tamam olmadan imamdan aynlırlarsa her iki şekilde de cuma namazları fasıddır ve aynı zamanda cuma namazları öğle na­mazına dömüştür. Zira Resulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyur­muştur:

Kim cuma namazından veya diğer namazlardan birinin bir rek'-atına yetişirse ona ikinci bir rek'at eklesin. Böylece namazı tamam­lasın, "

 

Cuma Namazının Adabı:

 

Cuma gününün ve cuma namazının sünnet olan bir takım a-dapları vardır ki onlara itibar edip ihtimam göstermek gerekir.

1. Yıkanmak. Zira Hz peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Biriniz cuma namazına geldiği zaman yıkansın. [15] Bu hadiste olan emir guslün vücubu için değil, istihbab içindir. Zira başka bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:

Kim cuma namazı için abdest alırsa o, sünnete yapışmış de­mektir. Sünnete yapışmışsa ne güzeldir. Kimde yıkanırsa bu daha efdaldir.

2. Bedeni yani vücudu kir ve kötü kokulardan temizlemek. Saç ve sakalı yağlayıp güzel koku sürmekki cuma namazına gelenleri kö­tü kokularla rahatsız etmemek içindir. Böyle yapan kişiye herkes yakınlık gösterir ve onunla oturup kalkmaktan hoşlanırlar. Cemaate zahmet verecek kötü kokulu bir şey yiyen kişiye cuma namazını terk etme ruhsatı vardır. Resulü Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuş­tur:

Bir kişi cuma günü yıkandığı halde elinden geldiği kadar temiz­lenir, saçını ve sakalım yağlayıp vücuduna güzel koku sürerek Cuma­ya gitmek üzere evinden çıkar, yavaş yavaş yürüyerek mescide gider ve mescidde kimseyi rahatsız etmeden nasip olduğu halde namaz kı­lar, sonra susup hutbeyi dinlerse iki cuma arasındaki tüm günahları bağışlanır." [16]

3. Güzel elbise giymek. Zira Hz Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kim cuma günü yıkanır, en güzel elbiselerini giyerse ve eğer var­sa vücuduna güzel koku sürüp sonra mescide giderse ve hiç kimsenin üzerinden atlayıp rahatsız etmeden yavaş yavaş yürür, sonra yapa­bildiği kadar ibadet edip imamı beklerse iki cuma arasındaki günah­ları bağışlanır. [17]

Cuma günü beyaz elbise giymek en efdal olanıdır. Zira Hz Pey­gamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Beyaz elbiselerinizi giyin. Zira beyaz elbise elbisenizin en hayır-lısıdır. Ölülerinizide beyaz ile kefenleyin. [18]

1- Tırnakları  kesip  bıyıkları  kısaltmak.   Zira  Hz  Peygamber (sav)'in cuma günü tırnaklarını kesip bıyıklarını kısalttığı rivayet edilmiştir.

2- Mescide erken gitmek. Zira Hz Peygamber (sav) şöyle buyur­muştur:

"Kim cuma günü cünüplükten yıkanır gibi yıkandıktan sonra (ilk saatte) cuma namazına giderse bir deve kurban etmiş gibi, ikinci saatte giderse bir sığır kurban etmiş gibi, üçüncü saatte giderse bo­ynuzlu bir koç kurban etmiş gibi, dördüncü saatte giderse bir tavuk sadaka vermiş gibi, beşinci saatte giderse bir yumurta tasadduk etmiş gibi sevaba nail olur.îmam hutbeye çıktığında melekler hazır olup zikri (hutbeyi) dinlerler. [19]

3- Mescide girince iki rek'at namaz kılmak. Zira Resul-i Sa-hibu-1 Mucizat (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Herhangi biriniz imam minbere çıkmışken mescide gelecek o-lursa hemen iki rek'at namaz kılsın." [20]

Ancak bazı zamanlarda bu iki rek'at namazı kırnak caiz değil­dir. Mesela hatip hutbenin sonuna gelmişse, imamın farz namaza kalkmasını beklemelidir. Mescide girildiğinde iki rek'at namaz kıl­madan oturulursa daha sonra kılınmaz. Çünkü oturduktan sonra kalkıp iki rek'at namaz kılınması sahih değildir. Bu şekilde olursa oturup hutbeyi dinledikten sonra imamla beraber cuma namazını kılmalıdır.

Cuma günü imam hutbe okurken arkadaşına sus desen bile malayani yani lüzumsuz bir söz söylemiş olursun. [21]

Hz Ali (kerremallahu veccehu) şöyle rivayet etmiştir:

"Kim uygun olmayan bir söz söylerse onun o cumadan bir seva­bı yoktur." [22]

Cuma gününde olan umumi adap; cuma günü haftanın sevap bakımından en hayırlı günüdür. Cuma gününün özelliği vardır. Yani sünnet ve edepleri vardır ki her müslümanın onları bilmesi ve müm­kün olduğu kadar da tatbik etmesi lazımdır. Bu adapların en önem­lileri şunlardır:

1- Cuma günü ve gecesinde Hz Peygamber (sav)'e çok salavat-ı şerife getirmek. Zira Allah'ın Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:

Sizin en faziletli gününüz cuma günüdür. O günde bana çok sa-lavat getirin. Zira o günde getirdiğiniz salavatlar bana arz olunur. [23]

2- Cuma günü ve gecesinde çok dua etmek. Zira Hz Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

" Cuma gününde bir saat vardırki müslüman olan bir kulun na­mazı o saate gelse ve o kul Cenah-ı Allah'tan bir şey isterse Allah (cc) ona istediğini verir. [24]

3- Cuma günü ve gecesinde Kehf suresini okumak sünnettir. Zira fahri kainat efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

Kim cuma günü Kehf suresini okursa iki cuma arasındaki za­man onun için nurlandırıhr."

Mekke-i Mükerreme'de eğer hatip hutbeyi okumak için minbe­re çıkmışsa o zaman hiçbir namazın kılınması sahih olmadığı gibi tavaf etmkte sahih olmaz. Fakat bir kimse namaz ortasındayken ha­tip hutbenin okunması için minbere çıkarsa uzatmadan o namaz ta­mamlanmalıdır. Mekke-i Mükerreme haricindeyse hutbe okunmak­tayken camiye giren kimse hafif olarak iki rek'at namaz kılabilir.

Hatibin minbere çıkışından sonra okunan ezanın akabinde ti­caret, sanat, alış-veriş ve başka herhangi bir işle uğraşmak kesinlik­le haramdır. Şu halde abdest veya gusül suyuna veya acilen avretini örtmek için elbiseye ihtiyaç varsa alışveriş yapmak caiz olduğu gibi, ezandan sonra camiye giderken ve caminin içindede alış-veriş yap­mak caizdir.

İmamın namazı hangi sebeple olursa olsun bozulursa namaz bozulmadan evvel kendisine tabi olanlardan birisi yerine geçerse cu­ma namazı olsun veya başka bir namaz olsun caiz olur. Zira Hz Pey­gamber (sav)'in hastalığı sırasmsa Ebu Bekir (ra) cemaate namaz kıldırıyordu. Namaz esnasmdayken Hz Peygamber (sav) kendini iyi hissettiği için mescide geldi. Bunun üzerine Ebu Bekir (ra) namazı bozmadan geri çekildi ve Allah'ın Resulü cemaatin önüne geçip na­mazı kıldırdı.

İmama tabi olanların dışında birissi namazı bozulan imamın yerine geçerse cuma namazından başka bir namazsa caiz olur. Şu fark varki onun nizamı imamın nizamı gibi olmaktır. Bu nedenle i-mam ikinci rek'attayken namazı bozulursa böyle bir kimsenin ima­mın yerine geçmesi caiz olmaz. Zira cemaat ikinci rek'atta teşehhüd-de oturacak, o ise oturmayacaktır. İmama tabi olan bir mesbuk ima­mın yerine geçerse ve onun nizamı imamın nizamına uymazsa o yine de imamın nizamının aynısını yapmak mecburiyetindedir.

Mesela sabah namazının birinci rek'atına yetişmez, ikinci rek'­atta iktida eder, sonra imamın yerine geçerse birinci rek'atta olduğu ve kendisi için kunut sünnet olmadığı halde cemaat için kunutu okur teşehhüde oturur. Teşehhüde okuduktan sonra cemaate nama­zın bittiğini işaret eder ve namazını tamamlamak için kalkar. Onlar- da isterlerse selam verirler, isterlerse imamı bekleyip onunla beraber selam verirler.

Herhangi bir kimse kalabalık nedeniyle secde yapmak için ba­şını koyacak yer bulamazsa o zaman herhangi bir şeyin üzerine scde yapmak mümkünse arkası başından yüksek olduğu takdirde o şeyin üzerine scde yapar. Eğer secde yapmak mümkün değilse bekler, ce­maat secdeden kalktıktan sonra secdesini yapar. Fakat imam onu takip eden sonraki rek'atm rükusundan kalktığı halde secde yapma-mışsa mesbuk gibi imama tabi olur. Sonra bir rek'at daha kılar.

Şayet bilerek kendi nizamına göre hareket ederse namazı batıl olur. Eğer unutarak kendi tertibini takip ederse namazı batıl olmaz arna sücududa sayılmaz. İstila edilmiş bir İslam ülkesinin ahalisi cuma namazını diğer İslam beldeleri gibi kılmakla yükümlüdürler. Hatta ve hatta küfür ülkelerine yerleşen müslümanlar kırk kişi ol­duktan sonra cuma namazını kılmağa mecburdurlar.

Hutbenin sünnetleri:

1- Minbere çıktıktan sonra göğsü cemaate çevirmesi. Kıbleye yüzü dönük olarak hutbe okumak her ne kadar caizse de mekruh­tur.

2- Hatibin minbere çıktığı zaman minberin yanındakilere se­lam vermesi.

3- Caminin minberi imamın sağında bulunması.  Mihraptan minbere kadar bir metreden fazla mesafe bulunmaması.

4- Yüksek bir şeyin üzerinden okuması. O şeyin minber olması şart değildir. Zira Hz Peygamber (sav) Medine-ı Münevvere'de hurma ağacından yapılmış bir kütüğün üzerinde hutbe okumuştur. Ondan sonra kendisine dört basamaklı bir minber yapılmış ve Hz Peygam­ber (sav) bu minberin üçüncü basamağının üzerinde durarak hutbe okumuştur.

5- Minbere çıktıktan sonra yüzünü cemaate çevirerek bir daha selam vermesi. Bu selam cemaat tarafından işitilmelidir.

6- Selam verdikten sonra hemen oturması.

7- Bundan sonra ezanın okunması. Hz Osman (ra)'nm devrine kadar hatip minbere çıktıktan sonra bir ezan yeterli oluyordu. Fakat Hz Osman (ra) zamanında halk çoğalınca bu ezandan başka bir ezan daha okutulmaya başlandı.

8- Hutbenin fasih, beliğ ve açık bir lisanla okunması. Zira Hz Ali (ra) şöyle demiştir:

"İnsanların anladıkları lisanla konuşunuz. Allah ile onun Resu­lünün yalanlamasını ister misiniz?"

9- Hutbenin cuma namazına kıyasla kısa olması. Zira Hz Pey­gamber (sav) şöyle buyurmuştur:

"Cuma namazım uzun yapınız. Hutbesini kısa yapınız." [25]

10- Hutbe okunduğu zaman bir kılıç veya bir bastona daya­nılması. Zira Ebu Davud'dan şöyle rivayet edilmiştir:

" Peygamber (sav) cuma hutbesini bir yaya veya değneğe daya­narak okurdu."

11- İki hutbe arasında olan oturuşun miktarının ihlas suresi­nin okunacak kadar olması.

12- İkinci hutbeyi "Estağfirullahe lî veleküm cümle­siyle tamamlamak. İkinci hutbeyi acele okumak ve sesini alçaltmak, hatibin hutbe okurken sağma soluna dönmesi, elini minbere vurma­sı, el yada başla işaret yapması, her basamakta dururp dua etmesi, hükümdarı medh ve sena etmesi mekruhtur.

Hatib hutbeyi bitirdikten sonra müezzin ikamete başlar. İmam da kametin bitmesiyle mihraba yetişmelidir. Birinci rek'atta Cuma ve Alak suresini, ikinci rek'atta ise El-Münafıkun veya Gaşiye sure­sini okumak uygun olur. Herhangi bir kimse cuma namazına gitmek isterse erkek-kadm, kölehür herkes için gusül almak sünnettir. Gus-lün vakti ise fecrden başlayıp cuma namazına yetişinceye kadar de­vam eder. Fakat cuma namazına gidecek zamana kadar bırakmak daha uygun olur. Bir kişi hasta ise veya su bulamazsa gusül niyetiy­le teyemmüm alması sünnettir. Zira Hz Peygamber (sav) şöyle bu­yurmuştur:

Sizden biriniz cuma namazına gelmak isterse yıkansın.[26] Baş ka bir hadistede şöyle buyurulmuştur:

Erkeklerden olsun kadınlardan olsun her kim cuma namazına gitmek isterse yıkansın."

Erken ve yaya olarak cuma namazına gitmek camide yerini al­mak sünnettir. Zira Resuli Zişan (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Cuma namazına gitmek isteyen bir kimsenin camide veya yol­da Kur'an-i Kerim okuması ve zikriyle meşgul olması sünnettir. Geç geldiği için ön saflarda yer almak cemaatin omuz ve boyunlarından atlamak caiz değildir, mekruhtur. Resulullah (sav) efendimiz birisi­nin cemaati bu şekilde rahatsız ettiğini görünce ona şöyle dedi: "Sen otur. Hem cemaate eziyet verdin, hem de geri kaldın." Fakat cami imamının mihraba gitmek için omuzları atlamasın­da bir beis oktur. Camiye gelen bir kimsenin son saflarda bulunan çocukların omuzlarından atlamasında da bir beis yoktur. Camide oturan bir kimse yerini bir kimseye verirse o kimsede onun yerinde oturursa caizdir. Şu halde bir adamı kaldırıp yerine oturmak asla caiz olmaz.

Herhangi bir kimse abasını veya namazlığını caminin herhangi bir yerine serip dışarıya çıkarsa camiye kim gelse o adamın abasını veya namazlığını kaldırıp yerinde namaz kılabilir. Bu gibi şeyler Mescidü-i Haram'da ve Mescid-i Nebevi'de çokça olmaktadır.

Hanefilere göre cuma namazının bir kimseye farz olabilmesi i-çin şu altı şartın bulunması lazımdır:

1- Erkek olmak. Şu halde cuma namazı kadınlara değil erkek­lere farzdır.

2- Hürriyet.  Bunun için cuma namazı kölelere farz değildir. Fakat mükateb gibi olan kölelere farzdır. Zira öyle olan köleler bir sözleşmeye bağlı olduğu için hür gibidirler.

3- İkamet. Dini hüküm cihetinde misafir (yolcu) olan kimselere cuma namazı farz değildir.

4- Sıhhat. Hasta kimsenin cuma namazına gittiğinde hastalı­ğının artmasının veya uzamasının önüne geçmek için hasta olan kimselere cuma namazı farz kılınmamıştır. Yürümeye takati olma­yan çok yaşlı olan kimselere de cuma namazı farz değildir.

Keza ayaksız, kötürüm, aciz, yaşlı, hasta bakıcı, gözü görme­yen ve emniyet nöbetçisi gibi özrü olanlar vakit bulunca öğle nama­zını kılmakla yükümlüdürler. Körleri camiye götürüp getirecek kim­seler olsa bile Ebu Hanife'ye göre yine de ona cuma farz değildir. Fa­kat her iki imama göre bu durumda olan kimselere cuma namazına gitmek farzdır. Kötürüm ve ayakları kesilmiş kimselerin kendilerini taşıyacak kişiler olsa dahi cuma kılmaları farz değildir.

5- Düşman korkusu,  şiddetli yağmur ve çamur ve bunlara benzer manilerde cumanın kılınmamasını gerektiren özürlerdendir. Bununla beraber bu altı şartı taşımayan kimseye her ne kadar cu­mayı kılmak farz olmasa da gidip cuma namazını kılacak olsa vaktin farzını yerine getirmiş olur. Kadınların, amaların ve bunlar gibi Özrü olan kimselerin cuma namazını kılmaları gibi. Bunlar daha sonra öğle namazını kılmakla mükellef değillerdir.

 

Cumanın Edası İçin Şu Yedi Şart Vardır:

 

1- Cuma kılmacaak yerin şehir veya şehir hükmünde olması. Bu şart bazı nakillere ve sahabe uygulamalarına dayanır. Zira Hz Ali (ra)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Cuma namazı, teşrik tekbirleri, ramazan ve kurban bayramı namazları yalnız kalabalık şehir veya kasabalarda kılınır."

Bu konuda rivayet edilen nakillerde geçen "kalabalık şehir" sö­zü İslam hukukçularınca şöyle tarif edilmiştir. Ebu Hanife'ye göre "valisi, hakimi, mahalle, sokak ve çarşısı olan yerleşim merkezleri" şehir niteliğindedir.

Ebu Yusuf a göre "halkı en büyük mescide sığmayacak kadar kalabalık olan yerler" şehirdir. İmam Şafii ve İmam Ahmed b. Han-bel'e göre "kırk tane akıllı, ergin, hür ve mukim erkeğin yaz-kış baş­ka beldeye göç etmeksizin oturdukları yerleşim merkezleri şehir sa­yılır".

Köy ve şehir kelimeleri müteradiftirler. Nüfus az olsun çok ol­sun hüküm aynıdır. Cuma namazının ufak yerleşim merkezlerin-dede kılınabileceğini söyleyenler de vardır. Onların dayandıkları kay­nakları şudur:

Ebu Hureyre Bahreyn'de görevliyken Hz Ömer'e cuma namazı­nın durumunu sormuş. Hz Ömer kendisine: "Nerede olursanız cu­manızı kılınız" şeklinde cevap vermiştir."

Ömer b. Abdülaziz komutanı Adiy b. Adiy'e yazdığı mektupta çadırda yaşamayan herhangi bir köye gelince oranın halkına cuma namazı kıldıracak bir vazifeli bırak demiştir. İmam Malik ashabın Mekke ile Medine arasında su başlarında cuma namazı kıldıklarını nakleder ve oralarda bir şehrin bulunmadığını belirtir.

İbni Ömer şehire yakın olan yerler şehir hükmündedir derken, Enes b. Malik, Irak'ta bulunduğu sırada Basra'ya dört fersah uzak­lıktaki bir yerde ikamet eder ve cuma namazına kimi zaman gelir kimi zaman gelmez derdi. Bu durum onların bu kuralı yalnız şehir merkezlerinde caiz gördüklerine delalet eder.

Şu halde cuma namazının bir belde veya belde hükmünde bu­lunan bir yerde kılınması lazımdır. Beldeden kasdımız valisi, hakimi, yolları ve mahalleleri bulunan herhangi bir şehirdir. Bu beldeye bi­tişik olup asker toplamak, silah atmak, at bağlamak, cenaze namazı kılmak, ölüleri defn etmek gibi beldenin ihtiyacı için hazırlanmış o-lan yerlerde belde hükmünde olup öyle yerlere "Fina-i belde" denilir.

Bu sebeple o beldenin camilerinde cuma namazı kılınabileceği gibi böyle yerlerde de kılmabilir. Eski zamanda şehirlerin dışında namaz kılma yerleri yani musalla vardı. Tüm halk cuma ve bayram günlerinde orada toplanarak namazlarını kılarlardı. Bu şekilde it-tihadlarmı, kuvvetlerini ve Allah'a olan bağlılıklarını göstermeye çalı­şırlardı.

Bunun içindir ki Ebu Hanife'ye göre bir beldede yalnız cami veya bir musalla bulunsa orada cuma namazı kılınır. Bütün camide kılınmaz. Fakat İmam Muhammed ve îmam-ı Azam'dan diğer bir ri­vayete göre cuma namazı bir beldede bulunan birçok camilerde kılı-nabilir. En doğrusu da budur. Uygulamayı böyle yapmaklazımdır.

İmam Ebu Yusuf tan bir rivayete göre şehirde yalnız iki yerde cuma namazı kılmak caizdir. Başka bir rivayete göre de aralarında bir ırmak bulunmadıkça iki yerde de cuma namazı kılınmaz. Cuma namazının bir camide kılınmasını caiz görmeyenlere göre bir beldede kılınan birçok cuma namazlarından hangisine daha önce tekbir alı­narak başlanmışsa işte o namaz sahihtir. Diğer namazlar sahih ol­maz.

Bunun içindir ki ihtilaftan kurtulmak maksadıyla cumanın dört rek'at sünnetinden baika "Zühri Ahir" adlı dört rek'at namaz daha kılınmaktadır. Şöyleki; "vaktine yetişip henüz üzerimden düş­meyen son öğle namazına" diye niyet edilir ve tam öğle namazının dört rek'at farzı veya dört rek'at sünneti gibi dört rek'at namaz kılınır. Daha iyisi sünnet namazı şeklinde kılmaktır. Zira cuma namazı sahih olmamışsa bu dört rek'at ile o günün öğle namazı kılınmış olur.

Bu namazın son iki rek'atma ilave edilen sure ve ayetlerin far­zın sıhhatine zararı yoktur. Şayet cuma namazı sahih olmuşsa bu dört rek'at kazaya kalmış bir öğle namazı yerine geçer. Eğer kazası olmazsa nafile namaz yerine geçer. İşte bu şekilde namazın kılın­ması ihtiyata uygun olduğundan alimlerin ekserisi bunu tasdiklemiştir.

Şafii alimlerinin ekserisi de bunu uygun görmüşlerdir. Zira İmam Şafii'ye göre bir beldede ilk kılınmaya başlanan cuma namazı sahihtir. Diğer cuma namazları ise caiz değildir. Şu halde cuma na­mazına sonra başlamış olanların öğle namazını kılmaları lazım ve el­zemdir.

Bununla beraber bu uygulama bir ictihad meselesi olduğun­dan İmam Şafii hazretleri Bağdat'ta birçok camide cuma namazının kılındığını gördüğü halde buna itiraz etmemiştir.

2- Cuma namazını bulunulan yerdeki idarecinin veya onun göstereceği kimsenin kıldırmasıdır. İdareci veya onun görevlendirdiği bir şahıs bulunmayan bir yerde müslüman cemaatin tayini ile iç­lerinden biri cuma namazını kıldırabilir. İslam hükümlerinin uygu­lanmadığı "Daru'l'harb" gibi yerlerde cuma namazı böyle kılınır.

3- Vaktin devamıdır. Yani cuma namazının kılınabilmesi için öğle vakti devam etmek üzere olmalıdır. Zira bu vakit çıksa artık cu­ma namazını kılmak veya kaza etmek caiz değildir. Yalnız o günün öğle namazıda kılınmamışsa o namazı kaza etmek lazımdır.

4- Hutbe okumaya izin, namaz kıldırmaya da izindir. Akside böyledir. Bu her iki vazifeyi yapmaya yetkili zat, bir özür olsun ol­masın yerine başkasını tayin edebilir. Başkasını tayin etme yetkisi olmasa da yapabilir. Fakat hatibin izni olmadan başkasının hatiplik yapması caiz olmaz.

5- Umumi izindir. Belli bir yerde müslümanlarm toplanıp cu­ma namazını kılmaları için idarecinin izninin olması lazımdır. Bazı şahıslara özel bir şekilde tayin edilen ve kapısı başkalarına kapatılan yerlerde cuma namazı kılmak sahih olmaz. Fakat mabedin kapısı a-çık bırakılarak insanların girmesine izin verildiği takdirde başkaları gelmemiş olsada cuma namazları caiz olur.

6- Cemaatin bulunmasıdır. Cuma namazı için cemaatin en az miktarı imamdan başka üç kişidir. İmam Ebu Yusuf a göre imamdan başka iki kişidir. İmam Malik'ten bir rivayete göre otuz, İmam Şafii ile İmam Ahmed b. Hanbel'e göre de kırk kişidir.

İmam Malik'e göre cuma namazı öğle vakti çıktıktan sonrada kılınabilir. İmam Ahmed'den bir rivayete görede cuma namazı zeval vaktinden Öncede kılınabilir. Cemaatin aklı yerinde olması ve en az bu üç kişinin birinci secdeye kadar hazır bulunmasıda İmam-ı A-zam'a göre şarttır. Bu kıyasa göre yalnız kadınların veya çocukların cemaatiyle veya birinci secdeden önce dağılıp da azınlıkta kalan ce­maatle cuma namazı kılınmaz.

Cemaatin hazır olmaları iki imama göre tekbir-i tahrime kadar şarttır. İmam Züfer'e göre hiç olmazsa ka'dede teşehhüd miktarı du-runcaya kadar cemaatin hazır bulunması şarttır. Cemaat bundan evvel dağılırsa geriye kalan bir veya iki kişinin öğle namazı kılması lazım gelir.

Cemaatin mukim veya hür olmaları şart değildir. Misafir veya köle olan bir müslüman cuma namazını kıldırabilir.

7- Cumanın farz olan namazından evvel hutbe okumaktır. Vaktin girmesinden sonra mevcud olan cemaatin huzurunda bir hutbe okunması gerekir. Bundan dolayıdırki hutbe okunurken ce­maat bulunmayıpta sonradan namazda bulunacak olsalar namazları sahih olmaz. Cemaatin hutbeyi işitmesi şart değildir, sadece bulun­maları kafidir.

Hutbe okuyan kişinin ergenlik çağma ulaşmış olması gerekir. Misafirde olsa bu yeterlidir.

Cuma hutbesinin rüknü; Erbu Hanife'ye göre Allah'ı zikirden ibarettir. Bunun içindirki hutbe niyetiyle hatip yalnız Elhamdülillah" veya "La ilahe illallah" dese kafi gelir. îmam Ebu Yusuf ve İmam Mu-hammed'e göre ise hutbenin okunması uzunca bir zikirden ibaret olmalıdır. Bunun azlık derecesi ise tahiyyat miktarı hamd ve salavat ile müslümanlara duadan ibarettir.

Hutbenin vacipleri ise; hatibin abdestli bulunması, avret sa­yılan yerlerini kapatması ve aynı zamanda hutbeyi ayakta okumasıdır. Her iki hutbeyi uzatmamakta sünnettir. Hucurat süresiyle Buruc suresine kadar olan surenin herhangi bir yerinden uzunca okumak özellikle kış mevsiminde mekruhtur. Cemaati aciz etmek uygun değildir. Zira cemaatin acele yapması gereken işleri olabilir. Hatip olan şahıs öyle şeyleri düşünmelidir.

Hutbenin kısa ve cemaate faydalı bir tarzda hazırlanması hati­bin ehliyet ve faziletine delalet etmektedir. Buna delalet eden bir hadis-i şerif şöyledir:

"Namazının uzun, hutbesinin kısa olması bir kimsenin akıllı bir din alimi olduğunun alametidir. Şu halde namazı (cemaate ağır gel­meyecek şekilde) uzatınız. Hutbeyide kısa okuyunuz."

Gerçekten bazı sözler sihir gibi kalpleri etkiler. Demek oluyorki hutbeler belagat, fesahat ve mana bakımından ruhları kazanacak bir tarzda olmalıdır. Ashab-ı güzinden Cabir b. Semure'den rivayet edil­diğine göre Peygamber efendimizin (sav) namazıda, hutbeside orta haldeydi. Çok kısa ve uzun olmaktan uzaktı. Hatip ezan okunup ta­mamlanıncaya kadar minberde oturur, ondan sonra ayağa kalkar, gizlice Eüzü, aşikar olarak hamd ve senada bulunur, hutbesini ce­maate karşı söylerdi.

Savaş ile alınmış bir beldede hatip sol elinde tutacağı bir kılıca dayanıp hutbesini okur, bu şekilde yapması İslam'ın kuvvetini, İs­lam mücahidlerinin gücünü hatırlatır, milletin kahramanlığını art­tırır. Hutbe bittikten sonra hemen kamet yapılır. Bunlar da hutbe­nin sünnetlerindendir. Hatibin hutbe sünnetlerini yerine getirme­mesi veyahut dünyalık konuşmalarda bulunması kesinlikle mekruh­tur.

 

Cuma Namazı İle İlgili Bazı Meseleler:

 

1- Bir çok köyde cuma namazının kılınmasına izin verilmiş ol­duğundan beldeler gibi köylerdede cuma namazı kılmagelmiştir,

2- Bir köylü cuma günü bir şehire gidip cuma vaktine kadar orada kalmak niyetinde bulunsa kendisine cuma namazı farz olur. Fakat vakti gelmeden evvel şehirden çıkmaya niyet ederse kendisine cuma namazı farz olmaz.

3- Cuma günü zevalden sonra cuma namazını kılmadan sefere çıkmak mekruhtur. Zevalden evvel çıksa mekruh değildir.

4- Özürlü ve tutuklu olanların cuma günü şehirde Öğle nama­zını, cuma namazından evvel kılmaları mekruhtur. Aynı şekilde cu­ma namazı kılındıktan sonra da cemaatle kılmaları mekruhtur. Öyle kimselerin öğle namazlarını cuma namazı kılındıktan sonra kılma­ları müstehaptır.

5- Bir kimse özrü olmadığı halde cuma namazını kılmadan ev­vel öğle namazını kılsa bu namazı ne kadaar caiz olsada cuma na­mazını terk ettiği için günahkar olur. Şu halde böyle bir kimse daha sonra cuma namazını kılmak için cuma namazı kılınmadan camiye yönelse kıldığı öğle namazı nafile namaz yerine geçer. Cuma namazı­na İster yetişsin, isterse yetişmesin, İster niyetinden vazgeçsin is­terse vazgeçmesin bu itibarla cuma namazına yetişmezse öğle nama­zını yeniden kılması lazım gelir. Her iki imama göre gidip cuma na­mazına başlamadıkça kılmış olduğu öğle namazı batıl olmaz.

6- Cuma için tedbir almak, yani yıkanmak, güzel ve temiz elbiseler giymek,  misvak kullanmak,  hoş koku  sürmek müstehaptır. Minarede ezan okununca da hemen camiye koşmak vaciptir.

7- Cuma günü camiye erkence gitmek mendup olduğu gibi, iki rek'at tahiyyatü'l mescid namazı kılmak, Kehf suresini okumak ve

dinlemekte menduptur.

8- Camiye giden kimse eğer hutbeye başlanmamışsa başkasını rahatsız etmemek şartıyla hatibe yakın bir yerde oturması iyi olur. Şayet yer bulamazsa yerinde oturur. Eğer yer bulamaz ve ilerdeki saflarda boşluk bulunursa zaruret olduğundan oraya oturabilir.

9- Hatip minbere çıktığı zaman cemaatin dinleyip susması la­zımdır. Selamlaşmaması, nafile namaz kılmaması lazımı gelir. Hatta ve hattaki cemaatin selat ve selamda bulunmaları daha caiz olmaz. Yani hutbede Peygamber efendimizin (sav) mübarek isimleri geçince cemaat  salat ve  selam  getirmeyip yalnız  dinlemekle yetinmelidir. Ebu Yusuf a göre bu durumda gizlice selatü selam okunur.

Cuma namazını hutbeyi okuyan kimsenin kıldırması daha fazi­letlidir. Cuma namazı daha bitmeden imama tabi olan kimse cuma namazını tamamlar. İmama teşehhüdde veya secde-i sehivde uyan kimse yine cuma namazına yetişmiş olur. İmam Muhammmed'e göre ise ikinci rek'atm rükusundan sonra imama tabi olan kimse artık cuma namazını kılmaz, öğle namazını tamamlar.

Cuma namazından evvel ve sonra dörder rek'at nafile namaz kılmak sünnettir. Aynı öğle namazının sünneti gibi kılınır ve Cuma­nın ilk sünnetine diye niyet edilir. Cami İçinde okunan ikinci ezan­dan ve hutbeden sonra kamet getirilerek iki rek'atlı cumanın farzı cemaatle kılındıktan sonra dört rek'atlı zuhri ahir namazı kılınır.

Bu dört rek'atm arkasındanda vaktin sünneti niyetiyle tam sa­bah namazını sünneti gibi iki rek'at namaz kılmak daha uygun olur.

Bunların delilleri şöyledir; Resuli Ekrem (sav) cumadan evvel dört rek'at nafile namaz kılmış ve bunun üzerinede ashab-ı kiram devamlı olarak kılmışlardır. Nebi'i Zi'şan Efendimiz (sav) şöyle bu­yurmuştur:

Sizden biriniz cuma namazı kıldığı zaman bundan sonra dört rek'at daha kılsın. [27]

Cuma namazından sonra kılınan namazın en azı iki rek'attır. Zira Hz Peygamber (sav) cuma namazından sonra iki rek'at nafile na­maz kılardı. En çok miktarı ise altıdır. Bunun delili ise İbn Ömer'den şöyle naklolun muş tur:

Resulullah (sav) cuma namazından sonra altı rek'at namaz kı­lardı. "

 

Nafile Kılınan Namazlar

 

Nefl"; lugatta fazlalık demektir. İstilahta ise farzların dışındaki ibadet demektir. Farz olmayan namazlara fazlalık manasını ifade e-den nefl denmiştir. Zira onlar Allah'ın farz kıldığı ibadetlerden başka fazla olarak yapılan ibadetlerdir.

Nefl, sünnet, müstehap, mendup ve hasen kelimeleri mütera-difdirler. Nafile namaz iki kısma ayrılır; bir kısmının cemaatle kılın­ması sünnettir. Diğer kısmınmsa cemaatle kılınması sünnet değildir. Cemaatle kılınması sünnet olmayan kısmı da ikiye ayrılır:

1- Farz namazlara tabi olan nafileler.

2- Farz namazlara tabi olmayan nafileler.

Farz namazlra tabi olan nafilelerin teşri hikmeti farzların nok­sanını tamamlamaktır. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle bu­yurmuştur:

Kulun farzlarından bir eksik olursa Cenab-ı Hak buyurur; Ba­kınız! Benim kulum için bir nafile yok mudur? Bunun üzerine omnunla farzların eksiği tamamlanır."

Bunlar müekked ve gayrı müekked olmak üzere iki kısım olur­lar. Müekked olanlar şunlardır; sabah namazından evvel iki rek'at, öğleden evvel ve sonra iki rek'at, akşam ve yatsıdan sonra iki rek'at.

îbni Ömer'den şöyle rivayet olmuştur:

Hz Peygamber'den (sav) on rek'at namaz öğrendim. Kendileri öğleden evvel iki rek'at kılarlardı. O saatte Hz Peygamberin yanına kimse girmezdi. [28]

Hz Aişe'den şöyle rivayet olunmuştur:

Hz Peygamber sabah namazından evvel kılınan iki rek'ata gös­terdiği önemi başka hiçbir nafile namaza göstermezdi" [29]

Başka bir rivayette ise; "Hz Peygamber (sav) öğleden evvel dört rek'at, sabahtan evvelde iki rek'at kılardı. Bunları terk etmezdi. [30]

Yine Hz Aişe şöyle rivayet ediyor: "Hz Peygamber (sav) benim odamda öğleden önce dört rek'at kılar, ondan sonrada çıkıp halka fazn kıldırır, sonra da tekrar iki rek'at kılardı. [31]

Hz Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Kim öğlenin faznndan evvel ve öğlenin farzından sonra dörder rek'at namaz kılmaya devam ederse Allah onu cehennem ateşine ha­ram kılar [32] Şu halde cuma namazıda öğle namazı gibidir. Zira Re-suli Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

Herhangi biriniz cuma namazını kıldığı zaman dört rek'at daha kılsın. [33]

Abdullah b. Mesud'un cumadan evvel ve sonra dört rek'at na­maz kıldığı rivayet edilmiştir. [34] Yine aynı senedle ikindiden evvel de dört rek'at kıldığı rivayet edilmiştir.

İkindinin farzından evvel dört rek'at namaz kılan kişiye Allah rahmet etsin. [35]

Bu dört rek'at namaz ikişer rek'at olarak kılınmalıdır. Zira Hz Ali'den şöyle rivayet edilmiştir: "Hz Peygamber (sav) ikindinin far­zından evvel dört rek'at kılar ve arasını selamla ayırırdı." [36]

Akşam namazından evvel hafif olarak iki rek'at namaz kılmak­ta müstehaptır. Zira Enes b. Malik'ten şöyle rivayet edilmiştir: "Biz Medine'de bulunuyorduk. Müezzin akşam namazı için ezan okuduğu zaman sahabeden birçok kimse aceleyle direklere doğru durup iki rek'at namaz kılardı. Hatta bazen yabancı kimse mescide girerdi de bu iki rek'atı kılanların çokluğundan ötürü farz namaz kılınmış zan­nederdi. [37]

Yatsıdan evvelde hafif olarak iki rek'at namaz kılmak müste­haptır. Zira Hz Peygamber (sav) "Üç defa her iki ezan yani ezanla ka­met arasında bir namaz vardır dedikten sonra üçüncüde kılmak iste­yen kimse için sözünü ilave etti.[38]

 

Farz Namazlara Tabi Olmayan Nafileler;

 

1- Tahiyyetü'l mescid namazı;

Mescide girildiğinde oturmadan evvel kılınan iki rek'at namaz sünnettir. Zira Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

Herhangi biriniz mescide girdiğinde iki rek'at namaz kılmadan oturmasın. [39]

Tahiyyetü'l mescid namazı farz namaz veya herhangi bir nafile namaz kılmaklada eda edilmiş olur. Zira esas olan mescide girildi­ğinde oturmadan evvel namaz kılmaktır.

 

2- Vitr Namazı:

 

Sünnet-i müekkedlerdendir. Tek rek'at olarakta kılmabildiği için bu adı almıştır. Diğer namazlarsa iki rek'attan az olurlarsa caiz olmazlar. Hz Ali'den şöyle rivayet edilmiştir:

Vitr namazı farz değildir. Hz Peygamber onu sünnet kılmıştır.[40] Hz Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Ey Kur'an ehli! Vitr namazı kılın veya namazı tekleştirin. Kuş­kusuz olarak Allah tektir ve teki sever." [41]

Vitr namazının vakti yatsı namazından sonra başlayıp, fecri sadığın doğuşuna kadar devam eder. Vitr namazını gece namazının sonunda kılmak daha faziletlidir. Zira Resuli Ekrem (sav) şöyle bu­yurmuştur:

Allah size bir namaz ziyade kıldı. O namaz sizin hakkınızda kırmızı tüylü develerden daha hayırlıdır. îşte o namaz vitr namazıdır. O namaz yatsı ilefecr doğuşu arasında kılınır. [42]

Zira Hz Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Geceleyin kıldığınız namazınızın sonunu tek (rekat) yapınız. [43] Bu fecrden evvel uyanmaktan emin olan kimse için olur. Şu halde gece kalkmaktan emin olmayan kişi vitri yatsıdan sonra kıl­malıdır.   Resulullah (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Gece sonunda kalkamayacağından korkan kimse vitr namazını gecenin evvelinde kılsın. Gece sonunda kalkacağını ümit edende ge­cenin sonunda kılsın. Çünkü gecenin sonundaki namaz şahidetlidir ve çokta faziletlidir.

Ebu Hureyre şöyle demiştir:

Dostum (Hz Peygamber) bana şöyle tavsiye etti; her aydan üç gün oruç tutmak, iki rek'at kuşluk namazı kılmak ve vitr namazını kı­lıp uyumak. [44]

Vitr namazının en azı bir rek'attır. Şu halde tek rek'atla yetin­mek iyi bir davranış ve efdaliyet değildir. Vitr namazının en çoğu ise on bir rek'attır. En efdali ise üç rek'attan eksik kılmamaktır.

Eğer üç rek'at kılmırsa iki rek'atını bir seferde, kalan bir rek'a-tıda ayrı olarak kılmak daha uygun olur. Şayet on bir rek'at kılmırsa her iki rek'atta selam verilmeli, sonra bir rek'at daha kılınmalıdır.

Hz Aişe şöyle demiştir:

"Hz Peygamber (sav) yatsı namazını kıldıktan sonra sabah na­mazına kadarki zamanda on bir rek'at namaz kılardı. Her iki rek'atta selam verir, bir rek'atıda vitr yapardı. Hz Peygamber (sav) müezzin sabah ezanını okuyup, fecrin tuluü ettiğiniz, haber vermek için geldik­ten sonra kalkıp hafifçe iki rek'at kılar, sonra kameti haber vermek i-çin müezzin gelinceye kadar sağ yanı üzerine yatardı. [45]

Hz Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Vitr namazını kılmak her müslümana haktır. Vitr namazım beş rek'at kılmak isteyen beş rek'at kılsın, üç rek'at kılmak isteyen üç rek'­at kılsın. Bir rek'at kılmak isteyende bir rek'at kılsın. [46]Hadiste ge­çen lıaktır' kelimesinden maksad, meşrudur demektir.

 

3- Teheccüd Namazı:

 

Uykudan kalkıp kılındığı için bu namaza teheccüd denilmekte­dir. Zira tehecccüd uykuyu bırakmaktır. Teheccüd namazının rek'at adedinde hududu belli olmamıştır. Yani sınırlandırılmamış bir sün­nettir.

Bu sünnet fecrden evvel ve uykudan uyandıktan sonra kılınır. Bu sünnetin meşruiyetinin delili şu ayeti kerimedir:

Gecein bir kısmında sana nafile olmak üzere onunla (Kur'-an ile) gece namzı kıl .umulur ki Rabbin seni övülmüş bir maka­ma (makam-ı mahmud'a) göndeirir. [47]

Bazı rivayetlere göre teheccüd namazı Hz Peygamber'e (sav) va­cipti.

"tiz Peygamber'e (sav) farz namazlardan sonra hangi namaz da­ha faziletlidir? diye sorulduğunda Hz Peygamber (sav): "Gece kalkıp kılınan namaz " diye cevap vermiştir.[48]

 

4- Duha (Kuşluk) Namazı:

 

Bu namazın en azı iki, en çoğu ise sekiz rek'attır. Ebu Hureyre şöyle demiştir:

Dostum (Hz peygamber) bana üç şey tavsiye etmiştir: her ayın üç günü oruç tutmak, iki rek'at kuşluk namazı kılmak ve vitr namazını kılıp uyumak. [49] Buhari Ebu hureyre'nin "onlan asla terk etmedim" dediğini de ziyade etmiştir.

Onlar sabah akşam (Allah') teşbih ederler. îbni Abbas "Işrak" darı maksat duha namazıdır, demiştir.

Bu ayeti kerime duha namazının delilidir. Kuşluk namazını her iki rek'atta bir selam vererek kılmak daha faziletlidir. Zira Ümmi Ha-ni'den şöyle rivayet edilmiştir:

"Hz Peygamber (sav) Mekke'nin fetih günü her iki rek'atta bir se­lam vererek kuşluk namazını sekiz rek'at olarak kıldı. [50] Kuşluk namazının vakti; güneşin yükselmesinden başlayıp zeval vaktine kadar devam eder. Fakat en faziletlisi gündüzün dörtte biri geçtikten sonra kılınmasıdır.

 

5- Evvabin Namazı:

 

Bu namazın vakti; akşam namazından başlar yatsı vaktine ka­dar devam eder. En azı iki, en çoğu ise yirmi rek'attır.

Zeyd b. Erkam şöyle demiştir:

Hz Peygamber (sav) Küba halkının yanına vardığında onlar na­maz kılıyorlardı. Bunun üzerine Hz Peygamber evvabin namazı kum­ların hararetinden ötürü deve yavrularının ayakları yandığı zaman kı­lınır" dedi." [51]

 

6- Teşbih Namazı:

 

Teşbih namazının en azı iki rek'attır. En çoğu ise dört rek'attır. Muayyen bir vakti yoktur. Ancak kerahat vaktinde kılınmaması ge­rekir. Cemaatle kılınması her ne kadar caizse de münferid olarak kı­lınması daha iyidir. Her rek'atta fatiha ve zammi sureden sonra on beş sefer şu dua okunur:

Rükuda, itidalde, secdede, secdeler arasındaki oturuşta, her i-ki secdeden sonraki istirahat oturuşunda, teşehhüdden önce veya sonra onar defa mezkur teşbih duası tekrar edilir. Teşbih namazını haftanın belli bir gününe tahsis etmek mekruhtur.

 

7- İstihare Namazı:

 

Bu namaz herhangi bir hayırlı iş yapmak isteyen kimsenin kıl­dığı namazdır. İstihare namazı, namaz kılmanın mekruh olmadığı her vakitte iki rek'at olarak kılınır. Bir şey yapmak isteyen fakat ya­pılıp yapılmamasında hayır olduğunu bilmeyen bir kimsenin istihare namazı kılması sünnettir.

İstihare namazından sonra varid olan dua ile dua edilmelidir. O duadan sonra Allah o işi yapması için kalbine neşe ve ferahlık ve­rirse o işi yapmalı aksi olursa yapmamalıdır.

Cabir b. Abdullah şöyle demiştir:

Hz Peygamber (sav) bize Kur'andan bir sure öğretir gibi tüm iş­lerde istihare yapmayı öğretti. Bize şöyle derdi: Sizden biri bir işe ni­yetlenirse iki rek'at namaz kılsın. Sonrada şu duayı okusun:

Bu duayı okuduktan sonrada işinin ne olduğunu söylesin. On­dan sonra kalbi neye meyilli olursa onu yapsın. [52]

Uyumak ve rüya görmek istihare için delil olmaz. Hatta ve hat­taki vakit dar olursa, uyuyacak zaman bulunmazsa yine hayırlı bir mesele için istihare namazı kılınması sünnet olur.

 

8- Tevbe Namazı:

 

Herhangi bir kimse günah işlerse o günahdan derhal tevbe et­melidir. Bu tevbenin kabul edilmesi için iki rek'at namaz kılıp Allah yalvarmak sünnettir.

 

9- Sefer Namazı:

 

Yolculuktan dönen kimse iki rek'at yolculuk namazı kılar. Eve varmadan camide kılmak daha evladır.

 

10- İhram Namazı:

 

İhrama girmeden evvel kılman iki rek'atlık namazdır.

 

11-Abdest Namazı:

 

Abdest aldıktan sonra daha azalar yaşken kılman iki rek'atlık namazdır. Şayet başka bir namaz kılmsa onunla beraberde eda edi­lir.

İsmi ve vakti belli olmayan nafile namazlar daha evvel bildirdi­ğimiz mekruh vakitler dışında her vakitte istenildiği kadar kılmabi-lir. Zira Hz Peygamber (sav) Ebu Zer'e şöyle demiştir:

Namaz en güzel şeydir. İstersen fazla, istersen az kıl. İster ge­ce, ister gündüz kıl fark yoktur. [53]

Mutlak nafilelerde her iki rek'atta bir selam vermek evladır. Bu­nun delili şu hadistir.

Gece namazı ikişer ikişerdir." [54]

Hadisteki olan mesnamn manası iki rek'atta bir selam vermek­tir. Yukarıda geçen nafile namazların tümü tek başına kılınması müstehap olan namazlardır.

Cemaatle kılınması müstehap olan nafile namazlar; bayraam namazları, teravih namazı, kusüf ve husuf namazı ile yağmur nama­zıdır. Bayram anlamına gelen "iyd" kelimesi "avd" kelimesinden a-İmmıştır. "Avd" tekrar edilmek manasına gelir. Şu halde her sene bayraam tekrar geldiği, insanların sürür ve sevinci bir daha tekrar­landığı ve Allah'u Teala'nm bayramda insanlara çokça lütufta bu­lunduğu için verilmiştir.

İslam dinine göre Ramazan ve Kurban bayramı olmak üzere iki bayram vardır. Hz Peygamber (sav) Medine'ye geldiği zaman oradaki halkın cahiliyye devrinden kalma iki bayram yaptıklarını öğrendi. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

Allah'u Teala size o iki bayram günlerine mukabil onlardan da­ha hayırlı iki bayram yani Ramazan ve Kurban bayramlarını ihsan buyurdu."

Bayram namazlarının meşruluğu, kitap, sünnet ve icma delil­lerine dayanır.

Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. [55]

Bu ayetteki namazdan maksad kurban bayramı namazıdır. Venhar'dan maksad kurbandır. Hz Peygamber'in (sav) iki bayram namazımda kıldırdığı tevatür yolu ile sabit olmuştur. Zira ilk kıldır­dığı bayram namazı hicretin ikinci yılında Ramazan bayramı nama­zıdır. Bayram namazının hükmü ise sünneti müekkeddir. (Hanbelilere göre ise vaciptir) Zira bayram namazı meşru kılındıktan sonra Hz Peygamber (sav) vefat edinceye kadar kesinlikle bayram namazını kılmayı bırakmamıştır. Hz Peygamberden (sav) sonra sahabiler de bayram namazı kılmaya devam etmişlerdir.

Bayram namazının cemaatle kılınması meşru olmuştur. Zira bayram namazı tek başına da kılmabilir. Fitneye sebep olan veya süs­lenmiş kadınlar bayram namazlarını evlerinde kılmalıdırlar. Bayram namazına erkek, kadın, hür, köle, mukim, seferi herkes katılabilir. Ürnmü Atiyye şöyle demiştir:

Her iki bayramdada örtülü kadınlar ve bakire kızlarla beraber musallaya çıkmakla emrolunduk. Hayızlüar da çıkar, cemaatin arka tarafında bulunurlar ve insanlarla birlikte tekbir getirirlerdi. [56]

Yine Ümmü Atiyye şöyle demiştir:

Ey Allah'ın Resulü! Bazılarımızın cilbabı yani örtünecek çarşafı bulunmuyor dedim. (Din) Kardeşleri kendi cilbaplanndan birini ema­neten giydirsin buyurdu."

Bayram namazı için ezan ve kamet okumak sünnet değildir. Bayram namazları için Es-salatü camiatün" yani namaz top­layıcıdır'' diye seslenilir. İbni Abbas ve Cabir'den şöyle rivayet edil­miştir:

Ne Kurban bayramı nede Ramazan bayramı için ezan okumak yoktur.[57]

Bayram namazlarının vakti ise güneşin doğuşundan itibaren başlar, zeval vaktine kadar devam eder. Bera bin Azib'in rivayeti şöy­le olmuştur:

Hz Peygamber (sav) hutbe okuduktan sonra şöyle dedi: Bu gü­nümüzde ilk yaptığımız şey bayram namazı kılmaktır." [58]

Bayram namazlarının güneşin doğuşundan itibaren bir mızrak boyu yükselinceye kadar tehir etmek sünnettir. Bayram namazları ik rek'attır. Bayram namazı; tekbir-i taharrümle başlar. İftitah dua­sından sonra yedi tekbir alınır. Her tekbirde eller omuz hizasına ka­dar kaldırılır. İki tekbir arasında ne uzun ne de kısa olmayan bir a-yet okunacak kadar bir zaman durulur. Bu arada;

Subhanallahi velhamdülülahi vela ilahe illallahu vallahu ekber" yani "Allah'ı her türlü ortaklıktan tenzih ederim. Hamd Allah'a mah­sustur. Allah'tan başka ilah yoktur. Allah en büyüktür." Bu şekilde söylemek sünnettir. Bundan sonra eüzü besmele çekilerek fatihayı şerif okunur. Sonra zammi sure olarak bir sure veyahut bazı ayetler okunur. İkinci rek'atta intikal tekbirlerinden sonra fatiha okumadan evvel beş tekbir daha alınır. Her iki tekbirin arasında daha evvel zik­rettiğimiz gibi fasıla verilir. "Heyet  olarak adlandırılan bu tekbirler sünnettir. Unutarakta olsa tekbir alınmadan kıraate başlanırsa za­man geçtiği için artık tekbir alınmaz. Şayet bu şekilde olursa nama­zın sıhhatine zararı yoktur. Bunun delili Hz Ömer'den rivayet edilen şu hadistir;

"Ramazan ve Kurban bayramı namazları ikişer rek'attır [59] Hz Ömer bunu Hz peygamber'in (sav) dili ile söylemiştir. îcma da bunu kabul etmiştir.

Hz Peygamber (sav) bayram namazlarında birinci rek'atta kıra­atten evvel yedi, ikinci rek'atta kıraatten evvel beş tekbir aldı."

Bayram hutbesi; bayaram namazı kılındıktan sonra iki hutbe okumak sünnettir. Bu hutbelerin usulünü şöylece açıklayabiliriz.

1- Hutbeleri mühlet vermeden bayram namazının hemen arka­sından okumalıdır. Bu hutbeler cumanın aksine namazdan sonra o-kunur. Zira Hz Peygamber (sav) cuma hutbesini namazdan evvel, bayram namazlarının hutbelerini ise namazdan sonra okumuştur, îbni Ömer şöyle demiştir:

"Hz Peygamber (sav), Hz Ebu Bekir ve Hz Ömer bayram namaz­larını hutbeden sonra kılarlardı." [60]

Şayet hutbe bayram namazından önce okunursa kesinlikle o-kunmamış gibi sayılır.

2- Cuma Hutbesindeki rükün ve sünnetler bayram hutbeleri içinde gereklidir. İmam Şafii, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Me-sud'dan şöyle rivayet etmiştir:

"Sünnet olan, imamın bayram namazlarında iki hutbe okuması ve aralarında fasıla yapmamasıdır"

3- Birinci hutbeyi dokuz, ikinci hutbeyi de yedi tekbirle oku­mak sünnettir. Beyhaki'de şöyle zikr olmuştur: birinci hutbeye peş-peşe dokuz tekbirle, ikinci hutbeye ise peşpeşe yedi tekbirle başla­mak sünnettir.

Bayram namazları, cami veyahut sahrada kılınır. Hangi yer da­ha fazla insan alıyorsa şerefinden dolayı daha uygun olur. Zira müs-lüman camide kıldığı namazdan ötürü hem icabet ecri alır, hem de camide durmanın ecrini alır. Hz Peygamber'in (sav) mescidi tüm hal­kı almadığı için Hz Peygamber (sav) bayram namazlarını sahrada kıl-dırmıştır. Eğer mescid namaz kılanları alıyorsa sahranın tercih edil­mesi lazım gelmez.

Hacı olmayanların Ramazan ve Kurban bayramı gecelerinde güneşin batışından itibaren evlerde, mescidlerde, çarşılarda yüksek sesle imam bayram namazının taahtim tekbirini alıncaya kadar tek­bir getirmeleri sünnettir.

Müfessirler buradaki tekbirden maksadın Ramazan bayramın­da getirilen tekbir olduğunu söylemişlerdir. Kurban bayramı da Ra­mazan bayramına kıyas edilmiştir. Şu halde hacı olsun olmasın herkes için Kurban bayramında namazlardan sonra arefe gününün sabah namazından başlayarak teşrik günlerinin son gününün ikindi namazına kadar tekbir getirmek sünnettir.

Teşrik günleri, Kurban bayramını takip eden üç gündür. Fakat Ramazan bayramında namazlardan sonra tekbir getirmek sünnet değildir. Bunun delili, Hz Peygamber'in (sav) fiilidir. Zira hz peygam­ber (sav) ve ashabı aynı bu şekilde yapmışlardır. Hz Ali ve Ammar b. Yasir'den şöyle rivayet edilmiştir:

"Hz Peygamber (sav) arefe günü sabah namazından sonra tek­bir getirirdi. Teşrik günlerinin son günü ikindi namazından sonra bıra­kırdı." [61]

"Mina'da tekbir getirirdi. Mesciddeki, çarşı ve pazardaki insan­lar onun sesini işitir ve onunla beraber tekbir getirirlerdi Öyleki tekbir sesinden her yer inlerdi."[62]

"Mina'da tüm günlerde namazların arkasından, yatağında, çadı­rında ve yürürken tekbir getirirdi." [63]

Tekbirin en üstünü şöyledir;

"Allah büyüktür, Allah büyüktür, Allah büyüktür, Allah büyük­tür, Allah'tan başka ilah yoktur, Allah büyüktür ve hamd O'na mah­sustur"

 

Bayram Gününün Adabı;

 

1- Gusletmek, güzel koku sürmek, yeni elbise giymek.

2- Bayram sabahı mescide erken gitmek.

3- Ramazan bayramında namaza gitmeden önce bir şey yemek. Kurban bayramında ise namazdan dönünceye kadar bir şey yeme­mek.

4- Mescide veya namazgaha yürüyerek gitmek, dönerken baş­ka bir yoldan gelmek. Hz Cabir şöyle demiştir:

Resuli Ekrem (sav) bayram namazına giderken başka bir yol­dan gidiyor dönerken başka bir yoldan geliyordu. [64]

5- İmamın güneş doğduktan sonra nafile namaz kılması mek­ruhtur. Başkaları içinse mekruh değildir. İbni Abbas şöyle rivayet et­miştir:

Hz Peygamber (sav) Ramazan bayramı günü çıktı, iki rek'at bayram namazı kıldı. Ondan önce ve sonra başka namaz kılmadı. [65]

 

Hanefîlere Göre Nafile Namazlar Ve Tatavvu Namazlar:

 

Farz veya vacip namazlardan başka Hz Peygamber'in (sav) kıl­dığına dair rivayet bulunan namazlara nafile namaz denir. Bunlar ikiye ayrılır:

a- Sünnet olan nafileler.

b- Mendup olan nafileler.

Sünnet olan nafile, Resuli Ekrem (sav) efendimizin yapmaya devam ettiği ve ancak nadir olarak yapmadığı müekked sünnetlerdir. Gayrı müekked olanlar Hz Peygamber'in bazen kılıp bazen terk ettiği sünnetlerdir.

Müekked olanlar farzlardan önce ve sonra kılman sünnet na­mazları on iki rek'attır. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz bunu hem övmüş hem de ümmetine tavsiye etmiştir.

"Bir kimse bir gün ve bir gecede on iki rek'at namaza devam ederse Allah onun için cennete bir ev yapar. Bunlar öğle namazının farzından önce dört sonra iki rek'at, akşam namazının farzından son­ra iki rek'at, yatsı namazının farzından sonra iki rek'at ve sabah na­mazının farzından önce iki rek'attır."

Bu ve diğer ilgili hadislere dayanarak fakihler gerekli tesbiti şöyle izaha çalışmışlardır: Öğle, akşam ve yatsı farzlarından sonra, sabah namazından önce ikişer rek'at sünnettir. Öğle farzından ve cuma farzından sonrada dört rek'at sünnettir. Dört rek'atlı sünnetler Hanefîlere göre bir selamla olması gerekir. Şayet bunları iki selamla kılacak olursa sünnet yerine geçmez. Sünnetin en kuvvetlileri sıra­sıyla şunlardır:

1- Sabah namazından sonra kılınan iki rek'atı.

2- Akşam namazından sonra kılınan iki rek'at.

3- Öğle namazından sonra kılınan iki rek'at.

4- Yatsıdan sonra kılınan iki rek'at.

5- Öğle namazından evvel kılınan dört rekattır.

Öğle namazının sünnetlerinin terkedilmesi kesinlikle caiz ol­maz. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz hem kılmış hem de tavsiye etmiştir. Onun için vakit sünnetlerinin terkine cevaz verilmemiştir. Hatta "bunları hafife aldığı için terkedenlerin küfre girmesinden kor­kulur" denilmiştir. Fakat bunların değerini bildiği halde terkeden ki­şi günahkar olur. En sahih sözde budur. [66]

Öğlenin dört rek'at sünnetini kılarken ilk iki rek'atın sonunda oturmadan öylece sünneti tamamlarsa istihsanen caiz olur. İkindi farzından önce, yatsı farzından önce ve sonra dörder rek'at kılmak menduptur. Keza akşam farzından sonra altı rek'at kılmak yine menduptur. Bu altı rek'athk namaza "Evvabin" yani Allah'a çokça yönelip yaklaşmak ve kalbini onunla meşgul etmek isteyenlerin na-mazıda denilmiştir.

Genellikle sünnet namazları vaktinde kılınmadığı takdirde da­ha kaza edilmez. Fakat sabah namazı farzla beraber vaktinde kılınmazsa güneş doğduktan sonra kerahat vakti olmadığı takdirde ikisi bir arada kaza edilir. Bu sünnetin kaza edilmesi efdaliyetine bağlı olduğundan şayet zeval vaktinden sonraya kalırsa artık yalnız saba­hın farzı kaza edilir. En sahih görüş de budur.

Ebu Hanife ile Ebu Yusufa göre sabah sünneti vaktinde kılın-mazsa tek basma kaza edilmez. İmam Muhammed'e göreyse zevaal vaktinden önceyse kaza edilebilir. Fetva İmameynin görüşüne göre­dir. Şayet bir kimse öğle farzından önceki dört rek'at sünnetini kıl­mazsa farzdan hemen sonra kılabilir. Öğle vakti devam ettiği sürece de kılabilir. Zira öğle farzından sonra meşru sünnet vardır. En sahih sözde budur.

İmam Muhammed'e göre öğleden önce geçmiş olan dört rek'at sünnetini hemen farzdan sonra hiçbir şeyle tulu fasıl yapmadan kıl­mak faziletlidir. Bunun aksini söyleyenler varsada fetva İmam Mu­hammed'e göredir.

 

Mendup Yani Bağımsız Namazlar:

 

Farz olan namazların sünnetinden başka bir takım nafile na­mazlar vardırki bunlara müstehap, tatavvu veya mendup adı verilir.

 

1-Abdest Namazı:

 

Abdest alındığında veya gusledildikten sonra vakit müsaitse yaşlık kurumayacak kadar bir zaman geçmeden iki rek'at namaz kıl­mak menduptur.

Herhangi bir kimse abdest alır ve abdestini güzel yapar ve iki rek'at namaz kılıp o iki rek'atta kalbiyle ve veçhiyle namaza yönelirse onun için cennet vacip olur. [67]

 

2-Tahivyetu-l-Mescid Namazı:

 

Tahiyye" selam vermek yani mescide selam vermek demektir. Bir kimse mescide girdiğinde Rabbine selam vermek ve tazim kasdıyla daha oturmadan iki rek'at namaz kılmak menduptur. Bir gün­de bir kaç kere camiye giren kimsenin bu namazı bir sefer kılması kafi gelir.

Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Sizden biri mescide girdiği zaman iki rek'at namaz kılmadan oturmasın,"

Başka bir hadistede şöyle buyurulmuştur:

Ey Ebu Zer! Mescidin tahiyye hakkı vardır. Onun tahiyyesi (selamlanması) iki rek'at namazdır. Kalk iki rek'at namaz kıl"

Mescid-i Haram'sa bu zikredilen mescidlerin dışındadır. Zira o-nun tahiyyesi tavaftır. Herhangi bir kimse mescide giripte vaktin kerahati ve meşguliyetinden dolayı tahiyyetü-1-mescid namazı kıla­madığı takdirde onun yerine şu teşbihi söylemesi müstehap olur:

Cenab-ı Allah bütün noksan sıfatlardan münezzehdir. Ham Al­lah'a mahsustur. Allah'tan başka ilah yoktur. Allah her şeyden yüce­dir. "

Mescide, herhangi bir namazı kılmak veya farz namaz kılmak için imama uymak niyetiyle girmekte tahiyyetü-1-mescid yerine ge­çer.

 

3- Teheccüd Namazı:

 

Yatsı namazından sonra daha uyumadan veya biraz uyuduk­tan sonra kalkıp kılman nafile namaza gece namazı yani salatülleyl denir. Biraz uyuduktan sonra gecenin yarısından imsak vaktine ka­dar kalkılıp kılmırsa teheccüd adını alır.

Teheccüd namazı iki rek'attan sekiz rek'ata kadar kılmabilir. Her iki rek'atta bir selam verilerek kılınması daha faziletli olur. Te­heccüd namazının Resuli Ekrem (sav)'e farz oluşu şu ayete dayanır:

Ey Muhammedi Gecenin bir bölümünde uyanıp sırf sana mahsus fazla bir ibadet olmak üzere Kur'anla gece namazı kıl. Rabbinin seni Makam-ı Mahmud'a göndereceğini ümit edebilir­sin. [68]

Ey elbisesine bürünen! Az bir kısmı müstesna geceleyin ibadet için gecenin yarısında veya biraz daha geç kalk. Yahut bi­raz erken kalk ve Kur'an-ı açık açık ve tane tane oku. [69]

Onlar gece  namazı kılmak için yataklarından kalkarlar. Korku ve ümit içinde Rablerİne dua ederler. [70]

O çok esirgeyen Allah'ın has kulları ki onlar yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler. Kendilerine beyinsizler hoşa gitmeyeccek laf attığı zaman selametle deyip geçerler . Onlar gece­lerini Rableri için secde va namazla geçirirler.[71]

Onlar gecenin ancak az bir bölümünde uyurlardı. Seher vakitlerindede istiğfar ederlerdi. [72]

Seher vakti" gecenin son altıda birlik bölümüdür. Şu halde sabah namazının vakti girince onun sünneti dışında bir nafile na­maz kılmak mekruhtur. Bu ayetler işaret ediyor ki teheccüd namazı Resuli Ekrem (sav)'e vacip, ümmeti içinse sünnet-i müekkeddir. Pey­gamberimizin (sav) teheccüd namazı hakkında ümmetine pek çok tavsiyeleri vardır. Zira Hz Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

Gece namazına devam edin. Çünkü gece namazı kılmak sizden önceki salih kulların örf ve adetlerindendir. Rabbinize karşı bir taattir. Kötülükleri örtücü ve günah işlemekten alıkoyucudur. [73]

Başka bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:

Farz namazdan sonra en faziletli namaz gece namazıdır.[74]

 

4-Kuşluk (Duha) Namazı:

 

Güneş doğup bir miktar yükseldikten sonra istiva zamanına kadar iki, dört, sekiz veya on iki rek'at olarak kılman namazdır. Bu namaz menduptur. Bu namazın sekiz rek'at kılınması daha faziletli­dir.

Bunun en iyi vakti gündüzün dörtte biri geçtikten sonradır.

 Başka bir ifadeyle güneşin bir mızrak boyu yükselmesi ile başlayıp zeval vaktine yirmi dakika veya yarım saat kalıncaya kadar devam eden vakittir. Bu namazın delili ise validemiz Hz Aişe'den nakledilen şu hadistir:

Hz Peygamber (sav) kuşluk namazını ikişer ikişer dört rek'at o-larak kılardı. Birinci selamdan sonra dünya sözleri konuşmazdı. [75]

Başka bir rivayette ise şöyledir:

Resuli Ekrem (sav) kuşluk namazını dört rek'at olarak kılar ve Allah'ın dilediği kadar ilavede bulunabilirdi"

Diğer namazlar ise Ramazan ve Kurban bayramı gecelerinde, Ramazanın son on gecesinde ve Şabanın on beşinci gecesinde kılı­nan namazlardır ki bu geceleri ibedetle geçirmek menduptur. Seher vaktinde "seyyidül istiğfar" yani istiğfarın efendisi ismi verilen şu du­ayı okumakta menduptur:

Allah'ım benim Rabbim sensin. Senden başka ilah yoktur. Beni sen yatattın. Ben senin kulunum. Gücüm yettiğince sana verdiğim söz ve ahitte duruyorum. Yaptıklarımın şerrinden sana sığınıyorum. Bana verdiğin nimetleri ikrar ve günahlarımı itiraf ederim. Beni bağışla. Zira senden başka günahları bağışlayacak yoktur. [76]

Zikredilen geceleri ibadetle geçirmek için camilerde veyahut ca­mi dışında bir yerde toplanmak mekruhtur. Zira bunu ne Hz Pey­gamber (sav) nede ashabı yapmıştır. Bu gecelere özel bir ibadette nakledilmemiş tir. Şu halde kaza namazı ve istenildiği kadar gece na­mazı kılınır, Kur'an-ı Kerim okunur, Allah-ı zikr, tefekkür, teşbih ve dua ile meşgul olunur. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

Her kim geceleyin uyanır , hanımını da uyandırır ve iki rek'at namaz kılarsa yüce Allahı çok zikreden erkekler ile kadınlardan ya­zılır. "

Cenab-ı Allah'ı çok zikreden kadınlarla erkeklere yüce Allah'ın büyük bir mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamış olduğu şu ayet­le müjdelenmektedir:

Allah'ı çok zikreden kadınlar ve erkekler için Allah, büyük bir mağfiret ve mükafat hazırlamıştır. [77]

Herhangi bir kimse adet haline getirdiği teheccüd namazını öz­rü olmaksızın terk etmemelidir. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Allah yanında amellerin en sevimlisi, az olsada devamlı olanıdır."

 

5- Regaip Gecesi Namazı:

 

Recep ayının ilk cuma gecesine "leyle-i regaip" denir. Bazı alim­lerin açıklamasına göre Resuli Ekrem (sav) bu gece pek çok ruhani ahval ve ikrama kavuşmuş olmakla yüce Allah'a şükür için on iki rekat namaz kılmıştır.

Peygamberimizin (sav) bu gece ana rahmine düşmüş olduğuna dair bir rivayette bulunmaktadır. Ancak bu gece ile Hz Peygamberin (sav) doğumu arasındaki zaman bu hesaba aykırı düşmektedir. Şu halde Hz Amine'nin Peygamber efendimize hamile kaldığını bu gece anlamış olması düşünülebilir.

Ne olursa olsun bu gece mübarek bir gecedir. Zaten regaip is­tenilen, değeri büyük olan bağış, ihsan, ikram ve nefis şeyler demek­tir. Ve rağibe kelimesinin çoğuludur. Bu geceyi ibadetle geçirmenin fazileti çok büyüktür. Lakin bu gecede kılınacak namazın sünnet ve­ya mendup olması hakkında kuvvetli bir delil yoktur.

Bu gece cemaatle namaz kılmak bid'at sayılmaktadır. Zira te­ravinden başka hiçbir nafile namazın cemaatle kılınması sünnet de­ğildir. Aynı zamanda mekruh sayılır. Fakat bir yerde bulunan iki ya da üç kişinin bu namazları cemaatle kılmaları caizdir.

 

6- Berat Gecesi Namazı:

 

Şaban ayının on beşinci gecesine rastlayan geceye Berat Gece­si denir. Çok şerefli ve mübarek bir gecedir. Berat gecesinde, yara­tıkların bir sene içerisindeki rızıklarma, zengin yada fakir, aziz yada zelil olacaklarına, diriltilip öldürüleceklerine ve hacılarla ilgili işlerine dair Allah tarafından meleklere bilgi verileceği söylenmektedir.

Bu cihetten Berat Gecesinde ibadet etmenin ve nafile namaz kılmanın çok fazileti ve sevabı vardır. Lakin bu geceye ait bir sünnet namazı kesinlikle yoktur. Berat Gecesinde kılınacak olan namaza salatü'l-hayr yani hayır namazı denilmiştir. Bu namaz birçok riva­yete göre yüz rek'attır. Her rek'atta fatiha suresinden sonra on ihlas suresi okunur.

 

7- Kadir Gecesi Namazı:

 

Ramazan ayının yirmiyedinci gecesine rastladığı sanılan gece Kadir Gecesi dir. Kur'an-ı Kerim bu geceden başlayarak Peygamber efendimize (sav) inmiştir. Bu geceyi ibadetle geçirmenin fazileti çok­tur. Bu gecenin bir anı vardırki ona rastlayan bir dua muhakkak kabul olunur. Bu mübarek gecede teravih namazından sonra bir müddet daha ibadette bulunulması, nafile namaz kılınması kısaca bu gecenin ibadetle geçirilmesi gerekir.

Kadir gecesi namazının en azı iki rek'at, ortası yüz rek'at ve en çoğuda bin rek'attır. Bu namaz iki rek'at kılındığı takdirde her rek'a-tında iki yüz ayet okumalı, yüz rek'ata kadar kılındığı zaman her rek'atında fatiha suresinden sonra kadir suresi ile üç defa ihlas oku­nup her iki rek'atta bir selam verilmelidir.

Allahümme inneke afüvvün tuhibbu'l afve fa'fu anni" "Al­lah'ım sen affedicisin. Bağışlamayı seversin. Beni affet." Duası da okunmalıdır. Bu namazın bu şekilde kılınması hakkında kuvvetli bir delil yoktur. Şu halde bu geceyi mümkün olduğunca ibadetle geçir­mek en efdalidir. Ancak takatten fazlasına kaçmamalıdır.

 

8- Teşbih Namazı:

 

Bu namaz her rek'atında yetmiş defa;

Sübhanaüahi velhamdülülahi vela ilahe illallahu vallahu ekber" diye tekbir alınan dört rek'atlı bir namazdır. Allah rızası için nafile namaza niyet edilerek Allahü Ekber denilerek namaza,başlanır. Sübhanekeden sonra on beş defa Sübhanallahi velhamdülillahi vela ilahe illallahu vallahu ekber okunur. Ondan sonra eüzü besmele çekilir ve fatiha ile bir sure daha okunur. Arkasından tekrar on defa sübha­nallahi... okunur ve rükuya gidilir. Rükudan semiallahu limen hami-deh Rabbena velekel hamd diyerek kalkılır. Bu kıyam halinde de on defa sübhanallahi., okunur ve secdeye gidilir. Secde teşbihleri yapıl­dıktan sonra yine on defa sübhanallahi... denilir ve secdeden tekbir­le kalkılır. Celse halinde yine on defa sübhanallahi okunur. İkinci secdeye tekbirle gidilir üç sefer yine secde teşbihleri yapıldıktan son­ra on sefer sübhanallahi okunur.

Bu şekilde namaz tekbirlerinden fazla olarak alınan tekbirlerin toplamı yetmiş beş olur. Bu birinci rek'attan sonra ikinci rek'ata kal­kılır ve yine on beş sefer sübhanallahi... okunur. Bundan sonra ay­nen birinci rek'atta yapıldığı gibi kılınarak ka'de yani son oturuş ya­pılır. Tahiyyat ve salavatlar okunur. Selam verilir. Her iki rek'atta yapılan bu teşbihlerin toplamı yüz elli teşbih olur. Bundan sonra se­lam verilip bunun gibi iki rek'at daha kılınır. Her dört rek'atta teş­bihlerin toplamı üç yüz olur.

Şayet bu teşbih namazında yanılma secdesi yapılacak olsa se­hiv secdelerinde bu tekbirler getirilmez. Bu teşbih namazının sala-vatı çoktur. Bu namaz kerahat vakti hariç her vakitte kılınabilir. Hiç olmazsa haftada, ayda veya ömürde bir defa olsun kılınmalıdır.

 

9- Yolculuk Namazı:

 

Her müslümanm yola çıkacağı yada yoldan döneceği zaman iki rek'at namaz kılmalıdır. Bu namazın kılınması menduptur. Gittiği zaman evde, döndüğündeyse camide kılmak daha faziletlidir. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz seferden kuşluk vaktinde dönerler ve Mescid-i Saadete gidip iki rek'at namaz kılarlardı. Bir zamanda ora­da otururlardı.

 

10- Tevbe Namazı:

 

Bir müslüman şayet bir günah işlerse ara vermeden hemen günahlarından tevbe etmelidir. Bunun için evvela güzel bir abdest almalı sonra tek başına kalacağı örneğin, kırsal bir yere çıkmalı ve işlediği günahtan ötürü Cenab-ı Allah'tan bağışlanmayı dilemelidir. Böyle yaptığı takdirde Allah'ın (cc) onu bağışlayacağına dair hadis-i şerif vardır.

 

11- Hacet Namazı:

 

Dünyevi ve uhrevi bir dileği bulunan kimse evvela güzelce bir abdest alır. Yatsı namazından sonra iki, bir rivayete göre dört rek'at, diğer bir rivayete görede on iki rek'at namaz kılar. Daha sonra Al-lahu Teala'ya senada, Resulüne salatü selamda bulunur. Bundan sonra hacet duasını okuyup isteğinin olmasını Cenab-ı Allah'tan di­ler.

Merfü bir hadiste rivayet edildiğine göre hacet namazının bi­rinci rek'atmda bir kere fatiha üç kerede Ayetel Kürsi okunur. Diğer üç rek'attada birer fatiha ile birer ihlas ve muavvizeteny sureleri okunur. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

Her kimin Allah'tan bir dileği olursa evvela güzelce abdest alsın ve iki rek'at namaz kılsın. Sonra Allah'a hamd ve senada bulunsun. Sonra Hz Peygambere (sav) salatü selam getirsin. Sonrada şu duayı okusun:

Halim ve çok cömert olan Allah'tan başka ilah yoktur. Yüce ar­şın Rabbi olan Allah'ı teşbih ederim. Hamd alemlerin Rabbi olan Al­lah'a mahsustur. Allah'ım! Rahmetini gerektiren şeyleri, kesin affını, her iyiliği elde etmeyi, her günahtan uzak olmayı senden dilerim. Af­fetmediğin hiçbir günah, feraha çıkarmadığın hiçbir tasa ve senin uygun olan hiçbir ihtiyacı karşılamadan bırakma. Ey merhametlile­rin en merhametlisi olan Allah'ım.[78]

 

12- Kati Namazı:

 

Her hangi bir sebeple kısas ile öldürülecek olan bir müslüman, bu cezanın uygulanmasından önce iki rek'at nafile namaz kılarak tevbe ve istiğfar etmelidir. Allah'ın kanununa aykırı olmamak şartıy­la dualar yapılmalıdır. Bu namaz, onun Allah tarafından affına se­bep olabileceği için güzel görülmüştür.

 

13- İstihare Namazı:

 

Bir kişi kendisi hakkında bir şeyin hayırlı olup olmadığına dair bir işaretee kavuşmak isterse yatacağı zaman iki rek'at namaz kılar. Birinci rek'atta kafinin suresini, ikinci rek'atta da ihlas suresini o-kur. Sonrada abdestli olarak kıbleye yönelip yatar.

Rüyada beyaz ve yeşil görülmesi hayra işarettir. Şayet siyah veya kırmızı görürse buda şerre İşarettir. Bu şekilde istihare nama­zının yedi gece yapılması ve kalbe gelene bakılması da bir hadisi şe­rifle buyurulmuştur. Peygamber (sav) ashabına istihareyi öğretirdi. İstihare namazını kılmak mümkün olmayınca yalnız duası ile yeti-nilir. Aslında meşru ve hayırlı bir iş için yapılacak istihare onun is­tenilen vakitte yapılıp yapılmaması yönünden yapılır. Zira o hayırlı bir iş için kesinlikle yapılmaz. Belli bir senede hac yapılıp yapılma­ması gibi...

İstihare yapıldıktan sonra mesele aydınlanmazsa istihare na­mazının yedi kere tekrarlanması lazım gelir. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuşdur:

Ya Enes! Bir iş yapmak istediğin zaman yedi defa Rabbinle is­tihare et. Sonra kalbine gelene bak. Hayır ondadır. Herhangi bir kim­se namaz kılarak istihare yapamıyorsa o takdirde sadece bu duayı okuyarakta istiharede bulunabilir."

Peygamber efendimizden (sav) şöyle rivayet edilmiştir:

Allah'ım! Sen bildiğin için hakkımda hayırlı olanı isterim v& kud­retin yettiği içinde ben senden güç isterim. Senin büyük ihsanından hayır dilerim. Zira senin her şeye gücün yeter. Bense güçsüzüm. Sen her şeyi bilirsin, bense bilmem. Allah'ım eğer bu iş benim dinim, dün­ya yaşayışım yani dünya ve ahiretim hakkında hayırlıysa bunu bana takdir et ve bana kolaylaştır. Sonra onda bana bereket ver. Eğer bu iş benim dünya ve ahiretim hakkında kötü ise bunu benden kaldır. Beni de ondan uzaklaştır. Hayır nerede ise bana onu takdir et ve nasip et. Sonra beni ona razı kıl."

 

14- Şafiilere Göre Teravih Namazı, Sadece Ramazanda Kılınır:

 

Travih namazını cemaatle kılmak sünnettir. Tek basmada kılı-nabilir. Bu teravihe Ramazan kıyamıda denir. Teravih namazının her dört rek' atının sonunda bir miktar oturup istirahat edildiği için bu dört rek'ata terviha denilmiştir. Bu teravih namazında beş terviha vardır. Bu söz tervih kelimesinden yani revvehe, yürevvihü, tervih bir masdardır.

Tervihse nefsi rahatlatmak manasına gelir. Sahabeler her dört rek'attan sonra istirahat ettikleri için bu namaza teravih adı veril­miştir. Teravih, tervihin cemidir. Teravih namazının vakti, yatsı na­mazı kılındıktan sonra başlar, fecre kadar devam eder. En azı iki, en çoğu ise yirmi rek'attır. Ancak Medine halkı otuz altı rek'at teravih namazı kılabilir. Her iki rek'atta bir selam vermek vaciptir. Teravih namazı vitr namazından evvel, yatsı namazından sonra imsaka ka­dar devam etmektedir.

Şayet bir kimse dört rek'atı bir selamla kılarsa bu sahih olmaz. Zira Hz Resulullah (sav) bu şekilde kılmamıştır. Bununla beraber te­ravih namazının sahih olması için teravihten iki rek'at namaza niyet ediyorum veya Ramazan'ın kıyamından iki rek'ata niyet ediyorum demek lazım gelir. Şayet mutlak nafile namaz kılmaya niyet ediyorum denirse teravih namazı fesada gider. Mutlak nafileye çevirir. Teravih namazının meşruiyeti şu hadisle sabittir.

Kim Ramazan'da inanarak ve yalnız Allah'ın rızasını dileyerek namaz kılarsa onun geçmiş günahları avfolunur."

Validemiz Hz Aişe'den şöyle rivayet edilmiştir: "Bir gece Hz Pey­gamber (sav) mescidde namaz kıldı. Bazı insanlarda Peygamberin namazına uyup namaz kıldılar. Bundan sonra ertesi gecede böyle namaz kıldılar. Halk çoğaldı. Üçüncü veyahut dördüncü gece halk ge­ne toplandı. Hz Peygamber gece onların yanına (namaza) gitmedi. Sa­bah olunca çıkıp namazdan sonra şöyle buyurdu:

Sizin (cemaatle teravih namazı kılmaya olan) şiddetli arzunuzu gördüm. Benimde namaza çıkmaya hiçbir engelim yoktu. Ancak üze­rinize farz kılınmasından endişe ettim." [79]

Resuli Ekrem (sav) Ramazan-ı şerifin birkaç gecesinde çıkıp ca­mide namaz kıldı. Halkta onun namazına uydular. Halk çoğalınca ge­ce namaza çıkmadı. Sabah olunca buyurduki; gece namazının (teravih namazının) size farz olacağından korktum. Zira o zaman acze düşecekdiniz. [80]

Resuli Ekrem (sav) efendimiz teravih namazını camide kılma­yınca halk yine evinde kılmaya devam ediyordu. Bu durum Hz Ö-mer'in hilafetine kadar sürdü. Sonra Hz Ömer yeniden cemaat ha­linde kıldırmaya başladı.

Her namazda farz olsun sünnet olsun namazın erkanına riayet etmek lazımdır. Herhangi bir kişi namazın erkanına riayet etmezse namazı fesada gider. Üstelik günahkarda olur. Her ne kadar sünneti terk eden kişi günahkar olmasada sünnetin erkanına riayet etmediği zaman kesinlikle ceza ve günah terettüp eder. Malasef bir çok cahil kimseler bunu bilmiyorlar. Hatta ve hattaki teravih namazının erka­nına riayet etmeyerek, bununla beraber süratli namaz kılmak için yarış yapıyorlar. Onlara göre teravih namazının fazileti süratindedir. Ancak yavaş yavaş ve namazın erkanına riayet ederek kılmak farz­dır.

Her yerde hatimle teravih namazı kılmak sünnetül kifayedir. Teravih namazının selamları verildikten sonra salavat getirmek veya başka bir zikir getirmek bid'attır. Zira Resuli Ekrem (sav) zamanında her dört rek'at kılındıktan sonra bizim gibi zikir ve salavatları onlar getirmiyordu. Eğer yapılan zikir ve salavatı şerifenin amacı teravih namazının sünnetleri olmazsa, amaçlan her zamanki gibi matlup o-lan zikir ve salavatlar getirilir. Bu şekilde değerlendirilirse sünnet bölümüne girer.

Hanefîlere göre teravih namazı, iki rek'atta bir selam verilince tam akşam namazının iki rek'at sünneti gibi kılınır.

Şayet dört rek'atta bir selam verilirse tam yatsı namazının dört rek'at sünneti gibi kılınır. Cemaatle kılındığında cemaat hem teravi­he, hemde imama uymaya niyet eder. imamda tekbirleri, tesmileri ve kıraati aşikare yapar. Teravih namazını her iki rek'atta bir selam ve­rerek kılmak ve on selamla bitirmek sevap cihetinden daha faziletli­dir. Dört rek'atta bir selam vererekde kılınır.

Sekizde,onda veyahut yirmide bir selam vererek kılmak her ne kadar caizsede mekruh olur. Teravih namazını kılacak kimsenin te­ravih namazına veyahut vaktin sünnetine niyet etmesi ihtiyaten da­ha uygun olur. Mutlak olarak namaza veya namazına niyet edilmesi ekseri fukahalara göre caizdir.

Teravihin her rek'atında on ayet okunması müstehaptır. Zira böylece okumaya devam edilirse bir Ramazan'da bir hatim yapılmış olur. Bu şekilde de hatimle teravih namazı kılınması sünnet olur. Bazı fukahaya göre bu hatimin yirmi yedinci geceye yani "Kadir Ge­cesini rastlatılması daha uygun olur. Okuyuşunda hata ve noksan­lık olan bir imamın mescidini bırakarak daha düzgün okuyan bir imamın mescidine gitmekte bir sakınca yoktur.

İmamın teravihte cemaati usandıracak miktar Kur'an okuması uygun değildir. Şu halde fatiha suresinden sonra okunacak ayetler bir sureden veyahut ayetten noksan olmamalıdır. Teravihin oturma­larında teşehhüdden sonra salavatlar kesinlikle terk edilmemelidir. Teravih namazını özürsüz olarak otururken kılmak veya uykunun bastırdığı bir haldeyken kılmak mekruhtur. İmamın rukuya varma­sına kadar bekleyipte ondan sonra imama tabi olmak mekruhtur.

Mescidlerde teravih namazı cemaatle kılındığı halde bir özrü ol­maksızın cemaati terk edip bu namazı evinde kılan kişi her ne kadar günaha girmesede fazileti terk etmiş olur. Zira mescidde kılmanın fazileti daha çoktur. Teravih orucun sünneti değildir. Aynı zamanda vaktin sünnetidir. Bu sebeple hasta ve yolcu gibi oruç tutmak zo­runda olmayanlar içinde teravih namazı kılmak sünnettir. Akşam ü-zeri İslam dinini kabul eden bir kimse içinde, akşam üzeri hayızdan veya nifastan temizlenen müslüman kadın içinde o gece teravih na­mazı kılmak sünnettir,

Hanefîlere göre bayram namazlarının meşruluğu kitap, sünnet ve icma delillerine dayanır. Bayram namazları hicretin birinci yılında meşru kılınmıştır. Bayram namazlarının ilk vakti ise güneşin görü­nüşüne nazaran ufuktan bir veya iki mızrak boyu kadar yükselip kerahat vaktinin çıktığı andır. Bu vakitte güneşin doğmasından yak­laşık elli-ellibeş dakika kadar devam eder. Orta boylu bir mızrak on iki karış uzunluğundadır.

Bayram namazları ikişer rek'attır. Cemaatle aşikar olarak kılı­nır. Ezan ve kameti yoktur.

İmam iki rek'at Ramazan veya Kurban bayramı namazına niyet eder, cemaatse iki rek'at bayram namazına, uydum hazır olan ima­ma diye niyet eder. Allahu Ekber dedikten sonra iftitah tekbiri alınır ve eller bağlanır. İmam ve cemaat hepsi gizlice sübhaneke'yi okur. Sonra imam açıktan cemaatse gizlice Allahu Ekber diye üç kere tek­bir alırlar. Her tekbirde eller yukarıya kaldırılıp ondan sonra yanlara salıverilir. Ve tekbir arasında üç teşbih miktarı durulur.

Üçüncü tekbirin arkasından yine eller bağlanır. İmam gizli ola­rak Eüzü besmele açık olarak fatiha ile bir miktar Kur'an okur. Açık olarak Allahu Ekber diyerek rüku ve secdeye gider. Cemaatte gizlice tekbir alarak imama tabi olur. Sonra tekbir alınarak ikinci rek'ata kalkılır. İmam yine gizlice Büzü besmele sonrada açıktan fatiha ve bir miktarda Kur'an okur. Tekrar üç kere eller kaldırılarak ilk rek'at-ta olduğu gibi tekbir alınır. Bundan sonra yine imam açık, cemaatse gizlice Allahu Ekber diyerek tekbir alarak rüku ve secdeye gidilir. Bundan sonra oturulup tahiyyat, salli-barik ve rabbena atina duaları gizlice okunur. İki tarafa selam verilerek namaza son verilir.

Bu şekilde olan bayram namazlarının her rek'atmda üç ilave tekbir bulunur aynı zamanda da bu tekbirler vaciptir. İmam Malik'e göre birinci rek'atta yedi, ikinci rek'atta beş tekbir alınır ve tekbirler her iki rek'atta kıraatten evvel alınır. Hanbeli mezhebine göre birinci rek'atta altı, ikinci rek'atta beş tekbir alınır ve her iki rek'attada tek­birler kıraatten evvel yapılır. İmam bayram namazını kıldırdıktan sonra hutbe okumak için minbere çıkar. Cuma hutbesi gibi iki hut­be okur. Yalnız bayram hutbelerine tekbirle başlanır. Cemaatte bu tekbirlere gizlice katılır.

Hatib Ramazan bayramı hutbesinde cemaate fıtır sadakası ü-zerine, Kurban bayramı hutbesindeyse kurban ve teşrik tekbirleri hakkında bilgi verir. Cuma hutbelerinde ne gibi şeyler sünnetse bay­ram hutbelerindede onlar sünnettir. Mekruh olanlarda mekruhtur.

Şayet imam birinci rek'atta bayram takbirlerini unutursa fati­hayı tamamen veyahut bir kısmını okuduktan sonra hatırlarsa der­hal bayram tekbirleri alır ve fatihayı baştan okur. Fatiha ve zammi sureleri okuduktan sonra hatırlarsa o zaman yalnız tekbirleri almak yeterlidir. Bayram namazlarının birinci rek'atımn rükusunda olan imama tabi olan kişi eğer bu ruküya varacağına emin olursa gizlice ayakta iftitah tekbiri ile mezhebine göre ilave olan tekbirleri alır. On­dan sonra ruküya gider. Şayet yetişeceğinden emin olmazsa iftitah tekbirinin arkasından rükuya gider. Bayram tekbirlerini ruküdayken ellerini kaldırmadan alır. İmam doğrulunca bayram tekbirlerini bitir­miş olmasa bile kendisi kalkar. Onun üzerinde olan tekbirler ondan düşer. İmamla alacağı tekbirlerde imama uyar. Şayet kendi mezhe­bine göre yapmasa bile fazla veya noksan tekbir almaz. Eğer imamın aldığı tekbir ashabı kiramdan nakledilen miktardan fazla olursa o zaman imama tabi olmak lazım gelmez.

Bayram namazlarının ikinci rek'atma yetişen kişi birinci rek'at­ta kazaya kalkınca besmele, fatiha ve ilave sureyi okuduktan sonra bayram tekbirlerini alır. Bu kişi yetişemediği rek'atta kendi kendine alacağı tekbirlerin sayışımda kendi mezhebine göre yapar. Zira bu kişi kaza ettiği bölümde serbesttir. Yani imama bağlı değildir. Şayet cenaze namazı ile bayram namazı bir araya gelse evvela bayram namazı kılınır. Ondan sonra cenaze namazı kılınır. Ondan sonrada bayram hutbesi okunur.

Bayram namazına yetişemeyen kişi kendi başına bayram na­mazı kılamaz. İsterse dört rek'at nafile namaz kılar. Sevap bakımın­dan bir kuşluk namazı yerine geçer.

Şafiilere göre bayram namazı sünneti müekkeddir. Bir rivaye­te görede farzı kifayedir. Zira İslamın alametlerinden sayılır. Cemaat­le kılınması daha faziletlidir. Yalnız başına hutbesiz kılmabilir. Bay­ram namazını misafirler ve kadınlar tek başlarına kılabilirler. Güne şindoğuşundan zevale kadar kılmabilir.

Malikilere göre bayram namazı sünnet-i müekkededir. Bir gö­rüşe görede farzı kifayedir. Hanbelilere görede farz-i kifayedir. İmam ile kılamayan kişinin bunu kaza etmesi sünnettir. Kurban bayramı namazını ilk vaktinde kılmak, Ramazan bayramımda biraz geciktir­mek müstehaptır. Bayram namazları bir şehirde umumi bir musal­lada kılınabildiği gibi birden fazla camilerdede kılmabilir.

Ebu Said el-Hudri (ra)'dan rivayet edilmiştir:

Resuluüah (sav) Ramazan ve Kurban bayramı günlerinde mu­sallaya çıkar, ilk yaptığı iş namaz kıldırmak olurdu. Sonra namazdan ayrılır, insanlar saflar halindeyken onlara karşı durup vaazda bulu­nur, emirler verirdi. [81]

Bayram günlerinde erken kalkmak, yıkanmak, misvak kullan­mak, gülyağı ve benzeri hoş kokular sürmek, giyilmesi mubah olan elbiselerden temizini giyinmek, yüce Allah'ın nimetlerine şükür için neşe ve sevinç göstermek, karşılaşılan mü'min kardeşlere güleryüz-lülük göstermek, elden geldiği kadar o günde fazla sadaka vermek, bayram gecelerini ibadetle geçirmek müstehap ve güzel görülmüştür.

Ramazan bayramında bayram namazından evvel hurma gibi tatlı bir şey yenilmesi, Kurban bayramında ise bir şey yenilmemesi müstehaptır. Buna göre kurban kesecek kişi ile kesmeyecek olan ki­şi eşittir. Kurban kesecek kimsenin keseceği kurban etini her ye­mekten Önce yemesi daha uygundur. Bayram namazından Önce bir şey yersede kerahat yoktur. Kurban kesecek kişi saçlarını ve tır­naklarını kesmeyi geciktirir. Bunu yapmak menduptur. Lakin bu ge­ciktirme hoşa gitmeyecek bir durumu ortaya koyacak bir müddet olmamalıdır.

Bunun en uzun müddeti kırk gündür. En iyi şekli haftada bir defa tırnakları ve bıyıkların bir kısmını kesmektir. Ziyade tüyleri gi­dermek, yıkanmak suretiyle beden temizliğine bakmaktır.

Bu şekilde olmazsa on beş günde bir defa yıkanmalıdır. Kırk günden fazla terk edilmesi ise mazur görülemez.

Bayram günü camiye bir vakar ve sükun ile gidilir. Ramaza bayramında namaza giderken gizlice, Kurban bayramında ise açıkça tekbir alınması ve namazdan sonra da mümkünse başka yoldan eve gidilmesi menduptur. Kurban bayramının birinci gününe yevmi nahir, diğer üç gününede eyyamı teşrik denir. Bu bayramdan önce olan günse yevmi arefedir. Zilhiccenin dokuzuncu günüdür.

Şu halde Ramazan bayramında arefe yoktur. Arefe gününün sabah namazından itibaren bayramın dördüncü gününün ikindi na­mazına kadar yirmi üç vakit farz namazın arkasından bir defa şöyle tekbir almırki bunlara teşrik tekbirleri denir.

Allahu Ekber Alîahu Ekber Lâ ilahe illallahu valîahu ekber Al~ lahu Ekber ve lil lahilhamd" Tekbirlerin bu miktar okunması iki imamın görüşüne göredir. Uygulama da buna göre yapılmaktadır. İmamı Azam'a göre bu tek­birler arefe gününün sabahından ertesi gününün ikindisine kadar olan sekiz vakit farz namazın arkasından alınır.

Teşrik tekbirleri fıkıh alimlerinin çoğuna göre vaciptir. Sünnet diyenlerde vardır. Teşrik tekbirinin manası; Hah her şeyden yüce ve büyüktür. Allah her şeyden yüce ve büyüktür. Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O Allah her şeyden yüce ve büyüktür. Allah her şeyden yüce ve büyüktür."

Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'e göre tekbirlerin yirmi üç va­kit okunması vaciptir. Fetvada bunlara göre verilmiştir. Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'e göre farz namazları kılmakta mükellef olan kimse için bu tekbirler vaciptir. Bunun için tek başına namaz kı­lanla imama uyan, yolcu ile mukim, köylü ile şehirli, erkekle kadın müsavidir. Bu tekbirler cemaatle olsun, münferiden olsun eda edilir. Kazada edilebilir. Erkekler tekbiri aşikar, kadınlarsa gizlice getirirler. Vitr namazı ile bayram namazları sonunda tekbir getirlmez. Ebu Ha-nife'ye göre ise teşrik tekbirlerinin vacip olması için mukim olmak, hür olmak, erkek olmak ve namazı müstehap olan şekilde kılmak şarttır.

Bunun için misafirlere, kölelere, kadınlara ve tek başına na­maz kılanlara bu tekbirler vacip değildir. Lakin bunlar kendilerine tekbir vacip olan cemaatle namaz kılanlara uymaları halinde tekbir almaları lazımdır. Cuma ve Bayram namazları kılınmayan köylerde bulunanlarada vacip olmaz. Cuma günü öğle namazını kendi arala­rında cemaatle kılan özürlü kimselerede vacip olmaz. Kadınlarında kendi aralarında cemaatle namaz kılmaları, müstehap şekilde olan cemaatten sayılmaz.

Bir senenin teşrik günlerinde terk edilen bir namaz yine o se­nenin teşrik günlerinden birinde kaza edilse sonunda teşrik tekbiri alınır. Lakin başka günlerde veya başka bir senenin teşrik günle­rinde kaza edilecek olursa teşrik tekbirinin alınması lazım gelmez. Bir namazda sehiv secdeleri, teşrik tekbirleri ve telbiye toplanacak olsa sehiv secdeleri yapılır, sonra tekbir alınır. Ondan sonrada tel-biyede bulunulur.

Eğer telbiye evvela yapılsa sehiv secdeleri ve teşrik tekbiri dü­şer. Arefe günü insanların bir yerde toplanarak Arafat'ta bulunan hacıları taklit edip onlar gibi yapmaları bir delile bağlı değildir. Aynı zamanda günah ve suç sayılır. Bayram günlerinde müslümanların birbirlerini tebrik etmesi, görüşüp musafaha yapması ve birbirlerine Gaferallahu lena ve leküm" "Allah bizi ve sizi bağışlasın" yahut  Takabbellahu teala mİnna ve minküm" "Yüce Allah bizden ve sizden kabul buyursun" şeklinde duada bulunulması menduptur.

 

İmama Tabi Olanların Halleri Üçe Ayrılır:

 

a- Müdrik:

 

Bu tüm namazını baştan sona kadar imamla beraber veya i-mama ilk rek'atın rükusunda yetişen kimsedir. Bu kimse ayakta iftitah tekbirini alır, sonra rükuya gider. Aynı zamanda o rek'at na­mazdan sayılır.

Nafile bir namaza başlamış olan kimse yanında cemaatle na­maza başlansa bu nafileyi yalnız iki rek'at olarak kıldıktan sonra ce­maate katılır. Şayet üçüncü rek'ata kalkmışsa onuda dördüncü rek'at olarak tamamladıktan sonra cemaate katılır. Şayet bir kimse nafile namazabaşlarsa fakat cenaze namazını kaçırmaktan korkarsa o zaman derhal nafile namazını bırakır. Cenaze namazı için cemaate katılması gerekir. Cemaatin sabah namazına başlamış olduğunu gö­ren kimse cemaate yetişebileceğini zannederse derhal sabah nama­zının sünnetini kılar. Şayet yetişemezse sübhaneke, ve sure ila­vesini bırakıp yalnız fatiha suresi ile rüku ve sücudda birer teşbihle yetinebilir.

Bunları yaptıktan sonra imama tabi olur. cemaate yetişme ü-midi yoksa o zaman sünnete başlamayıp imama tabi olur. Ondan sonra o sünneti kaza etmez. Bir görüşe göre sabah ve öğle sünnetleri kuvvetli olduğundan kerahat vaktinde olmamak ve kazanın vaktini geçmemek şartıyla kazaları caizdir. Şayet sabah sünnetine başlamış­sa onu tamamlar kesin olarak bırakmaz.

Lakin öğle, ikindi ve yatsı namazları öyle değildir. Bu namazla­rın cemaatle kılınmaya başlanmış olduğunu gören kimse bunların sünnetini kılmadan imama uyar. Sonra öğlenin dört rek'at sünnetini kaza eder. İkindinin sünnetini ise vaktin kerahatinden olduğundan kaza etmez.

Yatsı namazının dört rek'at sünnetini bir gayrı müekked sün­net olduğu için dilerse kaza eder. Vaktin çıkacağını ve cemaatin ta­mamen kaçırılacağını kesinlikle anlayan kimse sünnetleri terk ede­bileceği gibi kendisinde bulunan az bir necisi gidermeklede uğraş­maz. Lakin başka bir cemaat bulunabileceğine kanaat eden kimse­nin az pisliği gidermeden namaza başlaması caiz olmaz, bu daha sevaplıdır. Öylece namaz ihtilafsız olarak sahih olur. Şafıilere göre na­maz az necislede bozulur.

 

b- Lahık:

 

Namaza imamla başladığı halde kendisine uyku, dalgınlık veya cemaatin fazlalığından dolayı bir eziyet ve bir abdestsizlik hali arız olupta namazın tamamını veya bir kısmını imamla kılmayan kimse­dir.

Lahik hareket cihetinde aynı muktedi gibidir. Muktedi imamın arkasında Kur'an okuyamayacağı gibi lahikte kaçırmış olduğu rek'-atları kendi başına kılınca Kur'an okuyamaz. Aynı zamanda muktedi gibi hareket eder ve kendi başına kılacak olduğu rek'atlarda yanıl­malardan dolayı sehiv secdeleri yapmaz.

Lahik isterse kaçırdığı rek'atları veya rükünleri kaza eder. Me­sela bir me'mum dördüncü rek'attayken burnundan kan gelse saf­tan ayrılması gerekir. Aynı zamanda namaza aykırı olacak bir şeyle uğraşmaksızm derhal abdest alır. İmkan bulduğu yerde imama tabi olur. İmam selam vermiş olursa kendi kendine dördüncü rek'atı hiç­bir şey okumaksızm imamın arkasında kılıyormuş gibi tamamlar. Lahik, hüküm bakımından imamın arkasında namazını kılmış gibi sayılır.

Şayet bu şekil üçüncü rek'atta olsa, imamda dördüncü rek'ata başlamış olsa lahik abdest alır. Evvela o üçüncü rek'atı kıraatsız olarak kılar. Bundan sonra imama tabi olur. İmamla beraber dör­düncü rek'atı kılarak selam vermiş olur. Şu halde imama yetişemeyeceğini kesin olarak bilse hemen imama tabi olur. Eğer imam selam verirse kendisi kalkar ve üçüncü rek'atı kıraatsız olarak kılar ve se­lam verir.

Şayet lahik, imamı sehiv secdelerinde bulacak olsa ve lahikte namazını tamamlamamışsa imamla beraber bu secdeleri yapmaz. Namazını tamamladıkdan sonra sehiv secdeleri yapar. Her lahikin yukarıda belirtildiği şekilde hareket etmesi kolay değildir. Bunun i-çin lahik olan kimselerin bu noksan kalan namazlarına yeniden baş­lamaları daha uygun olur.

 

c- Mesbuk:

 

Bir rek'at kıldıktan sonra imama tabi olan kimsedirki son otu­ruşta dahi imama tabi olsa yine mesbuktur. Mesbuk kaza edeceği rek'attada tek başına namaz kılan gibidir. Mesela bir kişi sabah na­mazının ikinci rek'atmda imama tabi olsa mesbuk sayılır. Aldığı tek­birden sonra sükut eder, imamala beraber son oturuşta yalnız tahiyyatı okur.

İmam selam verdikten sonra mesbuk ayağa kalkar ve imamla beraber kılmamış olduğu ilk rek'atı kılmaya başlar. Sübhaneke ve Eüzü besmeleden sonra fatiha suresi ile bir miktar daha Kur'an-ı Kerim okur. Bildiği şekilde rüku ve secdelere gider. Ondan sonra oturarak tahiyyatı, salavatlan ve Rabbena atina'yı okuduktan sonra selam verir.

Akşam namazının ikinci rek'atında imama uyan kimsede birin­ci rek'at hakkında böylece hareket eder. Mesbuk akşam namazının son rek'atmda imama uysa sübhanekeyi okur ve imamla birlikte o rekatı kılarak teşehhüde oturur.

İmamın selamından sonra kalkar. Sübhaneke, Eüzü besmele, fatiha ve bir miktar daha Kur'an-ı Kerim okur. Rüku ve secdelerden sonra oturur ve yalnız tahiyyat okur. Ondan sonra Allahu Ekber di­yerek ayağa kalkar. Yalnız besmele ile fatiha ve bir miktar daha Kur'an-ı Kerim okuyarak rüku ve secdeleri yapar. Bundan sonra son oturuş yaparak selam verir ve namazı bu şekilde tamamlar.

Bu durumda üç defa teşehhüde oturmuş olur. Şayet mesbuk, ikinci rek'atın sonunda sehiv secdesi yaparak teşehhüde oturmazsa sehiv secdesi yapması lazım gelmez. Zira bu rek'at bir cihetten birin­ci rek'atın yerindedir.

Mesbuk dört rek'atlı namazlardan birinin dördüncü rek'atında imama tabi olsa, imamla teşehhüde oturduktan sonra kalkar. Süb­haneke, Eüzü besmele, fatiha ve bir miktar Kur'an okur. Rüku ve secdelerden sonra oturur. Yalnız tahiyyat okur, ondan sonra kalkar. Besmele ile fatihayı ve bir miktar daha Kur'an okur. Sonra rüku ve secdelere gider, oturmaksızm kalkar. Yalnız besmele ve fatiha ile bir rek'at daha kılarak son oturuşu yapar. Tahiyyatı, salavatlan ve Rab­bena aünayı okuyup selam verdikten sonra namazı tamam olur.

Eğer mesbuk dört rek'atlı namazların üçüncü rekatında ima­ma tabi olsa o zaman imamla beraber son oturuşta yalnız tahiyyatı okur, imamın selamından sonra kalkar. Sübhaneke, Eüzü besmele, fatiha ve bir miktar Kur'an-ı Kerim okur. Yine rüku ve secdelere va­rır ve teşehhüde oturur. Tahiyyatı, salavatlan Rabbena atinayı oku­yarak selam verir.

Mesbuk dört rek'atlı namazların ikinci rek'atmda imama tabi olsa üç rek'atı imamla beraber kılmış olur. Teşehhüdden sonra se­lam verirse ayağa kalkar. Sübhanekeyi, Eüzü besmeleyi, fatihayı ve ekleyeceği sureyi okur. Rüku ve secdelere gider, son oturuşu yapar. Selamdan sonra namazı tamam olur. İmam rükudayken imama tabi olan kimse o rükuya bağlı olan rek'ata yetişmiş sayılır. Şu halde sec­de halinde yetişmiş olan kimse o secdenin rek'atına yetişmiş olmaz. Bu sebeple o rek'atı yukarıda anlatıldığı gibi kaza etmesi lazımdır. Mesbuk, imamın selamından sonra Allahu Ekber diyerek ayağa kal­kar ve noksan kalan rek'atları tamamlar. İmam selam vermeden ön­ce kalkması uygun değildir. Fakat namaz vaktinin çıkmak üzere ol­ması veyahut insanların önünden geçme durumu olması gibi özürler nedeniyle kalkılması uygun olur. Bununla beraber imam daha se­lam ile namazdan çıkmamış olsa mesbukun teşehhüd miktarı otur­ması lazımdır. Bundan evvel kalkması caiz değildir.

İmamın teşehhüdü tamamlamadan evvel mesbukun kalkıp Kur'an okuması muteber değildir. Bunun için mesbuk birinci veya­hut ikinci rek'atı kaza için ayağa kalkarda imamın teşehhüdü bittik­ten sonra namaz caiz olacak kadar Kur'an okursa namazı caiz olur. şu halde namaz caiz olmayacak kadar az okursa namazı sahih ol­maz.

Mesbukun kaza edeceği rek'atlarda başkasına tabi olması ve başkasınında bu halde mesbuka tabi olması caiz değildir. Zira mes­buk burada yalnız başına sayılmaz. Fakat bir mesbuk ne kadar rek'­at kaza edeceğini yalnız göz önünde bulundurursa bununla beraber namazı bozulmaz. Şayet mesbuk namazını baştan kılmak niyetiyle tekbir alacak olsa önceki tekbirle başlamış olduğu namazı bozmuş olur. Tek başına namaz kılan kimse böyle değildir. Başka bir namaz kılmaya niyet etmezse aynı namazı baştan kılmak niyeti ile alacağı tekbir bu namazı bozmaz. Zira her iki namaz tek başına kılan için birbirinin aynıdır.

Mesbuk ise bir taraftan tek başına namaz kılan gibidir. Bir ta­raftan da imama tabi olduğundan aynı namaz değildir. Mesbuk Ebu Hanife'ye göre Kurban bayramında teşrik tekbirlerini imamla birlikte getirir. Ondan sonra ayağa kalkar ve namazını tamamlar. Bununla beraber Ebu Hanife'ye göre tek başına namaz kılan kimse bu tekbir­leri getirmek onun hakkında vacip değildir.Bunun için mesbuk tek başına namaz kılan kimse gibi değildir. Aynı zamanda imama tabi olan kimse yerindedir.

Şayet mesbuk ayağa kalkması sahih olacak bir zamanda ayağa kalkıpta imam daha selam vermeden mesbuk namazı bitirerek se­lamda imama yetişdikten sonra imamla beraber selam verse namazı sahih olur. İmam daha selam vermeden mesbuk tahiyyatı okuyup bitirirse bir görüşe göre susar, bir görüşe görede "şehadet" sözünü tekrarlar. Bu konuda sahih olan tahiyyatı yavaş yavaş okumasıdır. Birinci oturuşta imamdan Önce teşehhüdü bitirmiş olan bir mukte-dide susar, daha teşehhüdde bulunmaz.

Mesbuk cehren yani aşikare okunan namazlarda imama tabi olan kimse sübhanekeyi okumaz. Geri kalan rek'atlan kaza yapar­ken okur. En sahih görüşte budur. Zaten buna yukarıda işaret edil­miştir. Eğer imam sehiv ederek beşinci rek'ata kalkınca mesbukta onunla beraber kalksa şayet imam dördüncü rek'ata oturmuşsa mesbukun namazı bı kalkışı ile fesada gider. Şayet imam dördüncü rek'atta oturmamışsa beşinci rek'atta secdeye gitmedikçe mesbukun namazı fesada gitmez.

Bir mesbuk lahikte olabilir. Mesela, imama sonradan uyan kim­se uyku veya abdesti bozan bir sebeple rükünlerden veya rek'atlar-dan birkaçını kılmazsa hem o kimse mesbuk olur hemde lahîk ol­muş olur. Bu vaziyette olan kimse evvela kaçırdıklarını kıraatsız ola­rak kaza eder. Sonrada geri kalan namazda imama tabi olur. Bun­dan sonra da imama tabi olmadan evvelki rek'atlan Kur'an oku­yarak kaza eder.

Evvela bunları kaza ettikten sonra namaz arasında kaçırmış olduğu rükünleri veyahut rek'atları kaza etmeside caiz olur, lakin bu şekilde yaparsa günahkar olur. Zira meşru sırayı gözetmemişdir.

 

Yağmur Duası (İstiska) Namazı:

 

Yağmurlar kesildiği zaman müslümanlar yağmur duasına çı­karlar. İkramı bol olan yaratıcımızdan yağmur yağdırmasını isterler. Ebu Hanife'ye göre istiskadan maksad yalnız duadır, mağfiret dile­mektir. Bunun için cemaatle namaz kılmak sünnet değildir. Şayet kılınmış olsa caiz olur. Ancak insanlar isterlerse namazlarını ayrı ayrı kılabilirler.

Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre istiska için en büyük i-darecinin veya onun göstereceği kimsenin cuma namazı gibi aşikare okuyuşla iki rek'at namaz kıldırması mendup olur. Bu namaazdan sonra bayramlarda olduğu gibi hutbe okunur. Lakin hatib yerde du­rur, minbere çıkmaz. Sopa, kılıç ve ok gibi bir şeye dayanarak hut­belerini okur. Üç gün arka arkaya istiska duasına çıkılması iyidir.

Şayet yağmurun yağması gecikirse eski elbiseler giyilir ve baş­lar öne eğilerek tevazu içinde yaya olarak sahraya çıkılır. Evvela tev-beler yapılır ve sadakalar verilir. Haksız yere alınmış olan şeyler-var-sa sahiplerine geri verilir. Müslümanlar için mağfiret istenir. İmam Muhammed'e göre hatip hutbe esnasında elbisesi dört köşeli ise bu­nun aşağısını yukarıya, yukarısını aşağıya çevirir. Değirmi ise sağını sola, solunu sağa getirir. Giydiği kaba kaftansa içini dışarıya, dışını da içeriye getirir. Fakat cemaat elbiselerini böyle yapmaz.

Müslümanlar yağmur duasına çıkarlarken çocuklarını, evcil hayvanlarla onların yavrularımda beraberlerinde götürürler. Çocuk­ları ve yavruları bir müddet yanlarından uzaklaştırırlar. Bu şekilde üzüntülü bir hal içinde zayıflara ve yaşlılara dua ettirerek kendileri-de amin derler. îşte üzüntü, tevazu, kalp yumuşaklığı ve büyük bir teslimiyet içinde yüce Allah'ın rahmet ve yardımı istenir. Eğer sahra­ya çıkmadan yağmur yağmaya başlarsa buna bir şükür karşılığı ol­sun diye yine sahraya çıkarlar. Bunu yapmak mendup olur.

Yağmurlar istenenden çok yağmaya başlarsa o zaman bunun kesilmesi veya başka taraflara dönmesi için dua edilmesinde bir sa­kınca yoktur. Yağmur yağarken Allahümme sayyiben na'fian Allah'­ım bunu yararlı yağmur yap diye dua edilir. İstenenden fazla yağmcada Allahümme havaleyna vela aleyna diye dua edilir. Dua eden kimse isterse ellerini yukarıya kaldırır, isterse iki işaret parmağı ile işaret eder. Bütün dualarda ellerin içlerini göğe doğru tutmak sün­nettir.

Şu halde bu yağmur duasında gafil olan kimseler için bir uyar­ma dersi vardır. Her an sonsuz rahmetine ve yardımına kavuşmakta bulunduğumuz ikram ve merhameti bol olan Allah'ımızı hiçbir za­man unutmamak gerekir ve her vesile ile ona muhtaç olduğumuzu anlayarak yüce varlığına yönelmek ve yalvarışta bulunmak bizim i-çin bir kulluk borcudur.

Zaman zaman bulutlardan topraklarımıza yağan o yararlı yağ­murlar kesilse, bunun neticesinde ırmaklar ve dereler kurusa, su kanalları bomboş kalsa acaba bu suları kim bize getirebilecektir? Kaynaklarımızdan daima fışkırıp duran ve hayatımıza hizmet eden o tatlı ve berrak suları yüce Allah yerin dibine geçirse acaba bunları kim bize getirebilecektir? Zira Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:

Deki: bana bildiriniz bakalım. Eğer suyunuz bir sabah ye­rin dibine batıp çekilse size böyle akıp giden bu suyu (Allah'tan başka) kim getirebecektir?  [82]

Ayeti kerimede dikkatimizi buraaya çekiyor. Artık insanlık için habersiz kalmak ve haktan yüz çevirip nankörlük etmek kesinlikle caiz değildir.

Şafıilere göre istiska namazının kılınması üç şeyden birini veya hepsini yapmak sünnettir.

Tek olarak veyahut cemaatle yağmurun gelmesi için dua et­mek.

Farz namazların son rek'atmda ve diğer namazların sonunda dua etmek.

Namaz kılmak ve namazdan sonra hutbe okumaktır. Bu na­mazın en iyi şekli şöyledir; müslümanların başında olan idareci veya onun vekili namaza çıkmadan önce halka tevbe etmek, sadaka ver­mek, mazlumun hakkını zalimden almak ve dört gün oruç tutmak için emir vermektir.

Öyle şeyleri yapmak duanın kabul edilmesinde etkili olduğu i-çin müstehap olmuştur. Zira öyle şeyler duanın kabul edilmesinde tesirli oldukları merfu hadislerle sabit olmuştur. Orucun dördüncü gününde elbiseler eski ve yamalı olduğu halde tevazu içinde çocuk ve yaşlılarla beraber durdukları yerin dışına çıkılır. Müslümanların idarecisi veya onun vekili halkın önüne geçerek iki rek'at namaz kıl­dırır.

îbni Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: Hz Peygamber (sav) mü­tevazı bir şekilde eski elbiseleriyle, huşu içinde kendini duaya kap­tırmış olduğu halde ve tezarru ettiği halde bayram namazında olduğu gibi iki rek'at namaz kıldı[83]

Namazdan sonra hatib hutbeye çıkarak bayram hutbesi gibi hutbe okur. Yalnız birinci hutbede tekbir yerine dokuz istiğfar, ikinci hutbedede yedi istiğfar edilir.

Rabbinİzden mağfiret dileyin. Şüphesiz ki o, çok bağışlayı­cıdır. Ondan mağfiret dileyinki üzerinize göğü yani rahmet yağ­murunu bolca indirsin." [84]

Sema kelimesinden maksudumuz yağmur, midnar kelimesin­den maksudumuzsa yağmurun bolca inmesidir. Hatib ikinci hutbeye başlayıp üçte birini okuduktan sonra kıbleye dönerek sırtını halka çevirir. Allah'a karşı zilletini göstermek amacıyla elbisesinin alt tara­fını üste, üst tarafını alta, sağ tarafını sola, sol tarafını sağa çevirir.

Ebu Hureyre'nin rivayeti şu şekilde olmuştur:

Hz Peygamber (sav) bir gün istiskaya çıktı. Bize ezansız ve ka­metsin olarak iki rek'at namaz kıldırdı. Sonra bize hutbe okudu. Elleri­ni kaldırıp yüzünü kıbleye döndürerek Allah'a dua etti. Sonra ridasım çevirdi. Sağ yanı sol cephesi ve sol yanı sağ cephesi üzerine getirdi. [85]

Orada bulunan halkında Hz peygamber (sav) gibi yapmaları menduptur. Hatibin hutbe okurken bolca istiğfar, dua ve tazarru yapması salah ve takva ehliyle tevessül etmesi çok münasip olur. E-nes bin Malik şöyle anlatıyor:

Ömer yağmur yağmadığı zamanlarda Abbas bin Abdülmutta-lib'i yanına alarak yağmur duasına çıkyor ve şöyle diyordu: Ey Allah'­ım! Daha önce peygamberimizle sana tevessül ederdik, sen bize yağ­mur yağdırırdın. Şimdide peygamberimizin amcasıyla tevessül ediyo­ruz. Bize yağmur ihsan et. Ömer böyle dedikten sonra yağmur yağ­maya başlardı." [86]

Yağmur duasına çıkıldığında çocukları, yaşlıları ve hayvanları-da götürmek lazımdır. Zira bu bela umumidir. Zımmilerin de orada bulunmalarına mani olunmamalıdır. Resuli Ekrem (sav) efendimiz­den bize nakledilen yağmur duası şudur:

Allah'ım! Bize yardım eden, içimize sinen, bol ve faydalı olup her tarafı kaplayan ve her tarafı sulayan genel bir yağmur ihsan et. Allah'ım! Bizi o yağmurla sula. Bizi ümitlerini kesmiş kimselerden etme.

Allah'ım! Beldelerde, kullarda ve yaratıklarda öyle bir güçlük ve darlık varki senden başkasına arz edemeyiz."

Allah'ım! Bizim için ekinler bitir, hayvan memelerini sütle dol­dur. Bizi göğün bereketlerinden sula ve yeryüzünün bereketlerinden bize ürün bitir. Allah'ım! Biz senden mağfiret dileriz. Şüphe yokki sen çok bağışlayansın. Artık bize gökten bol bol yağmur yağdır."

Bu dualar ayrıca Adem (as), Nuh (as), Musa (as) ve Yunus (as)'-ın yaptıkları dualardır. Belanın defi için yapılan bütün dualarda el­lerin sırtını yukarıya doğru kaldırmak sünnettir. İmamın birinci hut­be ile ikinci hutbenin başında yüzünü cemaate dönmesi , ikinci hut­benin sonunda kıbleye dönüp gizli ve açıktan çokça dua yapması sünnettir. İmam duasını gizli yaparsa cemaatte gizli yapar. Açık ya­parsa cemaat amin diye seslenir. Yağmur fazla yağıp zarar verdiği zamanda şu duayı okumak sünnettir:

Ya Rab! Yağmuru üzerimize değil etrafımızdaki yerlere yağdır. Allah'ım! Tepelere, dağlara, vadilere ve ağaçların bittiği yerlere yağ­dır. "

Senenin ilk yağmuru yağdığında avret mahallinin dışındaki yerleri yağmur suyu ve akan selle yıkamak sünnettir. Gök gürlediğinde ve şimşek çaktığmdada şu duayı okumak sünnettir:

Bir önceki duada geçen zırab kelimesi zarbın cemidir. Küçük dağ ve tepe manasmdadır. "Akam" kelimeside ekimin cemidir. Buda "bir araya gelen ve bir tepecik teşkil eden toprak" demektir. Gaysen kelimesi yağmur, muğisen ise şiddetten kurtaran demektir. Henien kelimesi "mübarek, hoş ve bir şeyle bulunmamış" demektir. Merien kelimesi fazla olması manasmdadır. Sahhan yeryüzüne şiddetle vu­ran yağmur demektir. Ğedekan çok ve bol anlamındadır.

 

Küsuf ve Husuf Namazları:

 

Küsuf (güneş tutulması) ile husuf ay tutulması) namazları sün­neti müekkeddir. Bu namazlar ayet, hadis ve icma-i ümmet ile sabit olmuştur. Zira Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

Güneş ve ay için (tutulduklarında) secdeye gitmeyin. Onları halk eden Allah için secdeye gidin."

Bu namazlar muayyen bir sebepten dolayı meşru kılınan na­mazlardır. Müslüman bu namazlarda Allah'a sığınarak güneşin ve a-ym ışığını geri vermesi için Allah'a yakarır.

Küsuf namazı, hicretin ikinci yılında teşri kılınmıştır. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Ey insanlar! Güneş ve ay ancak Allah'ın ayetlerinden iki ayet­tir. Bunlar kesin olarak kimsenin ölümünden yada doğumundan dola­yı da tutulmazlar. Bunların tutulmasını gördüğünüzde açılıncaya ka­dar namaz kılıp dua ediniz.[87]

Bu hadiste olan emir vücub için hamledilmemiştir. Çünkü Hz Peygamber'den (sav) gelen başka bir haber bunların sünnet-i mü-ekkede olduklarının açık bir delilidir.

Bir bedevi Hz Peygamber (sav)'e: Üzerimde beş vakit namazdan başka namaz var mı? diye sorduğunda Hz Peygamber (sav): Hayır ancak istersen nafile namaz kılabilirsin diye cecap vermiştir. [88]

Bu namazların cemaatle kılınması sünnettir. Küsuf ve husuf namazları için ezan ve kamet yoktur. Ancak es salatu camiatun na­maz toplayıcıdır diye nida edilir. Bu namaz münferiden de kılınabilir. Her biri en az iki rek'at olur. En iyisi ise her erk'atta iki kıyam, iki kıraat ve iki rüku yapmaktır. Birinci kıyamda Fatiha dan sonra Ba­kara suresi, bu güzelce bilinmezse onun miktarı, ikinci kıyamda Ali imran suresi veya onun kadarı, üçüncü kıyamda Nisa suresi veya onun kadarı, dördüncü kıyamda Maide suresi veya onun kadarı okunur.

Birinci rükuda Bakara suresinde yüz ayet kadar, ikinci rükuda seksen ayet kadar, üçüncü rükuda yetmiş ayet kadar, dördüncü rü­kuda elli ayet kadar teşbih yapılır. Namaz tamam olduktan sonra imam ayağa kalkarak iki hutbe okur. Bu iki hutbenin şart ve rükün­leri, cuma hutbesindeki şart ve rükünler gibidir. îmam bu hutbeler­de halkı tevbe etmeye teşvik etmeli, onları gafletten uyandırmaya ça­lışmalıdır.

Semure b. Cündüb'ten şöyle rivayet edilmiştir:

Hz Peygamber (sav) bize Küsuf namazı kıldırdı. Biz onun müba­rek sesini işitmedik. [89]

Hz Aişe validemiz şöyle demiştir:

Hz Peygamber (sav) Husuf namazında kıraati cehren yaptı. [90]

Hz Peygamber (sav)'in gizli okuması güneş tutulması namazına hamledilir. Zira bu namaz gündüz kılınan namazlardandır. Açıktan okumasıda ay tutulması namazına hamledilir. Zİra bu gece namazı gibidir. Bunun için kıraati cehren yapılır. Bunun delili, Hz Aişe vali­demizin rivayet ettiği şu hadistir:

Resuli Ekrem (sav) zamanında güneş tutuldu. Bunun üzerine Hz Peygamber (sav) hemen mescide çıkıp namaz için ayakta durdu ve aynı zamandada tekbir aldı. İnsanlarda onun arkasında saf tuttular. Hz Peygamber bir kıraat yaptı. Sonra tekbir alıp uzun bir rüku yaptı. Sonra rükudan başını kadırıp "semiallahu limen hamideh rabbena ve lekel hamd" dedi. Sonra ayakta durup uzun bir rüku yaptı. Bu rüku önceki rükudan az sürdü. Sonra tekrar "semiallahu limen ha­mideh rabbena ve lekel hamd dedi." Sonra secde etti. Diğer rek'at-tada böyle yaptı. Son olarak dört rükuyu ve dört secdeyi tamamladı. Namazdan çıkmadan öncede güneş açıldı. Sonra ayağa kalktı. İnsan­lara hutbe okudu. Hamdü senadan sonra şöyle buyurdu; Şüphe etme­yiniz ki güneşle ay Allah'ın ayetlerinden iki ayettir. Bunlar hiç kimse­nin ne ölümü nede doğumu için tutulurlar. Bunu gördüğünüz zaman Allah'a yalvarırı, tekbir ve salavat getirin, sadaka verin ve hemen na­maza iltica ediniz."

Güneş ve ay tutulması sırasında namazları kılmmamışsa gü­neş ve ay açıldıktan sonra bu namazları kaza etmek caiz değildir. Zi­ra bu namazların sebepleri vardır. Bu sebep ortadan kalktıktan son­ra müsebbepte gider.

Bu namazlar için gusül etmek sünnettir. Zira bunların namaz­ları cuma namazının anlamındadır. Zira cuma gibi bu namazlarda insanları bir araya toplar. Şiddetli rüzgar, fazla karanlık, geceleyin fazla aydınlık yer sarsıntıları ve taşkın hastalıklar gibi korkunç olay­lar karşısındada güneş ve ay tutulması namazları gibi bir namaz kı­lınması hoş görülmüştür. Bu gibi olaylar ve arızalar hep Cenab-ı Al­lah'ın azamet ve kudretine hikmetli işlerine delalet eden birer nişan­dır. Zira Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:

Biz o ayetleri (yani mucizeleri) ancak korkutmak için gön­deririz. [91]

Bu gibi alametler insanları korkutmak, onları günahtan kurta­rıp ibadet ve tevbeye yöneltmek için zaman zaman meydana gelen kudret alametleridir. Bunları gören sağ duyulu bir kimsenin ruhun­da bir korku, bir heyecan belirir. Gözlerinin önünde yüce Allah'ın ce­lal ve azametini canlandırmaya başlar. Artık o kimse büyük yara­tıcımızın bu alemi ne kadar muntazam ve mükemmel bir şekilde ya­ratmış olduğunu anlar.

Daimel evkat o büyük yaratıcının korumasına muhtaç olduğu­nu kavrar. Bu anlayışla ezelden beri var olan yaratıcısına döner. Ona saygı için namaz kılar. Onun korumasına ve yardımına kavuş­mak için çalışmış olur. Güneş ve ayın ne gibi muntazam kanunlar dairesinde meydana geldiği bilinmektedir. Düşünen bir insan için bu kanunları böyle belirli ve mükemmel bir şekilde meydana getiren yü­ce yaratıcıyı anlamak en ulvi bir görevdir.

 

Hanefilere Göre Küsuf Namazı:

 

Güneş tutulduğu zaman cuma namazını kıldıran imam ezansız ve kametsiz en az iki rek'at namaz kıldırır. Ebu Hanife'ye göre gizlice ve iki imama görede aşikar olarak fazla miktar kıraatte bulunur. Her rek1 atında bir rüku ve iki secde yapar. Namazdan sonrada güneş açılıncaya kadar kıbleye doğru ayakta veya insanlara karşı oturarak dua eder. Cemaatte amin der. Böyle bir imam bulunmazsa insanlar bu namazı kendi evlerinde tek başlarına kılabilirler. Ancak bu na­mazı büyük camilerde kılmak mescidlerde kılmaktan daha faziletli­dir. Aynı zamanda sahradada kılınır.

Küsuf namazında Ebu Hanife'ye, İmam Malik'e ve İmam Ah-med'e göre hutbe okunmaz. Zira Peygamber efendimiz (sav) güneş tutulmasından dolayı namaz kılınmasını, sadaka verilmesini, dua edilmesini tavsiye etmiştir. Hutbe okunmasını emretmemiştir. İmam Şafii ile İbni Hacer ve bazı alimlere göre namazdan sonra hutbe okunması müstehaptır.

 

Husuf Namazı:

 

Ay tutulduğu zaman müslümanların kendi evlerinde tek başla­rına olarak aynen güneş tutulması namazı gibi gizli ve aşikar oku­yuşla iki veya dört rek'at namaz kılmaları çok güzel görülmüştür. Bu namazın camide cemaatle kılınması îmam-ı Azam'a göre sünnet de­ğildir, fakat kılınsa caiz olur.

İmam Şafii ile İmam Ahmed ve diğer bazı hadis alimleride bu namazın cemaatle kılınması görüşündedirler. İmam Malik'e göreyse cemaatle kılınmaz. İnsanların geceleyin her taraftan.toplanıp bu na­mazı cemaatle kılmaları çok zor bir iştir.

 

Namaz Kılmayan Kişinin Hükmü

 

Namaz kelime-i tevhidden sonra Islamın en önemli rüknüdür. Zira insan öldükten sonra kabirde evvela namazdan sorguya çekilir. Onun terki kesinlikle caiz olmaz. Korku namazı bahsinde açıklandığı gibi en korkulu hallerde bile terki için müsade olunmamıştır. Şu halde namazın edası mümkün değilse koşarak veya yürüyerek edası olacaktır.

Hasta olan kimse; ayakta namazını eda etmeye gücü yetmezse oturarak, şayet bunada gücü yetmezse yaslanarak, bunada gücü yetmezse sırt üstü yatarak, bunada gücü yetmezse baş veya gözleriy­le işaret ederek namazını kılacaktır. Namazın farziyetinİ bilen kimse terk etse Hanefilere göre her ne kadar cezası hapis olsada Şafii mezhebine göre pişmanlık getirip namaza devam etmediği takdirde ke­sinlikle cezası ölümdür. Delaleti kafi ve sübütü sabit olan yalnız bir hükmü inkar eden kimsenin kafir olduğu gibi namazın farziyetinİ in­kar eden de kafir

Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Ben Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın re­sulü olduğuna şehadet edinceye ve namazı kılıp zekatı verinceye ka­dar insanlara savaşmakla emrolundum. Bunları yapınca kanlarını ve mallarım benden korumuş olurlar. Ancak îslamın hakkı hariçtir ve hesaplanda Allah'a aittir." [92]

Bu itibarla beş vakit namazın farziyetini inkar eden kimse İs­lamiyet dairesinden çıktığı gibi İslamiyetle hiç bir alakası kalmaz yoktur. Öyle kimselerin kestiklerini yemek caiz olmadığı gibi onlarla evlenmekte caiz olmaz.

Namaz kılmayan kimse ben namazımı evde kılıyorum dese ar­tık onun öldürülmesi caiz olmaz. Bir kimse abdest almamaya devam ederse en sahih görüşe göre öldürülür. Zira abdestsiz namazın kı­lınması caiz değildir. Bir kimse cuma namazı ile nezir namazını kıl­mazsa öldürülmez. Bir kimse vaktinde namazını kılmazsa mazeretsiz olarak tehir etse günahkar olur.

Şu halde yemek-içmek, uyku ve çalışmak gibi insanın yaşayışı için zaruri olan şeylerin zamanı başka. Kazalarını eda edinceye ka­dar tüm namazım buraya hasr etmek icap eder. Fakat bir mazeret için namazı vaktinde kılmayan kimse için günah yoktur. Namazın özrü ikiye ayrılır:

1- Namazın affına vesile olan özürler şunlardır; hayız, nifas, baygınlık ve deliliktir. Şu halde delilik veya baygınlığa sebebiyet ve­ren kimse o sırada kılamadığı namazları kaza etmesi lazımdır. Şayet namazın vakti gelse o vaktin içinde namaz kılabilecek bir zaman bu-labilirse namaz vakti geçtikten sonra hayız veya nifas ve delilik gi-bi bir durum zahir olursa o hal düzeldikten sonra o namazı kaza et­mekle yükümlüdür.

2- Namazın terki için günahkar olmasına sebebiyet olmayan uyku ve unutkanlık gibi özürlerdir. Öyle geçen namazın örneği, bir kimse uykuya dalıp sabah namazına kalkmazsa veyahut meşru olan bir iş ile meşgul olup namazı unutursa günahkar olmasada kaza etmekle yükümlüdür. Şayet iskambil kağıdı, dama ve tavla gibi bir şey­le oynayıp namazı unutursa kaza etmekle beraber günahkar olur.

Bir müslümanm kazası namazı varsa geçmiş namazlarının hep­sini kaza etmeyince bayram, vitr ve teravih namazları dahil hiçbir nafile namazını kılamaz. Geçmiş namazını kaza ederken tertiple ka­za etmek sünnettir. Mekruh olan vakitlerde kaza namazı kılmanın hiçbir sakıncası yoktur. Bu hüküm Safirlere göre böyledir. Hanefi de ise kaza borcu olan kimsenin beş vakit namazın sünnetleri ile bay­ram namazlar mı, teravih namazını eda etmesinde bir sakınca yoktur.

 

Kefaret

 

Kefaretin meşruiyetinin gayesi ise Allah namına verilip bilahare bozulan sözü miktarı belli olan fidye ile telafi etmek veya bedenle edası mümkün olmayan ibadeti mal ile eda edip fakir ve muhtaçlara yardım etmektir. Yeminle orucun kefareti Kur'an-ı Kerim ve Ehadisi Nebeviyye ile sabittir. Bunun inkarına kesinlikle mahal yoktur.

Bir mü'min kaç sefer yalanla yemin etmişse daha ölmeden ön­ce kefaretini verecektir. Şayet gaflet sebebiyle vermemiş veya imkanı olmamışsa ölümünden sonra malından verilmesi lazımdır. Yani ma­lından verilmesi için vasiyet etmesi gerekir. Ölümünden sonra ma­lından çıkarılıp vasiyetin yerine getirilmesi lazımdır. Yaşlılıktan dolayı Ramazan-ı Şerifin orucunu tutmayan kimse daha hayatta iken orucun kefaretini vermeğe mecburdur.

Hayız, nifas veya hastalık gibi bir Özür veya bir gafletten dolayı oruç tutmamış kimse hayattayken ve imkanı varken günü gününe kaza etmesi lazımdır. Yoksa o borcunun fidyesinin verilmesi için va­siyet etmesi lazımdır.

Namazın kefareti ise Şafii mezhebine göre namazını bırakmış olan kimse namazını kaza etmekle yükümlüdür. Fakat uyku ve unutkanlık gibi bir özür olursa kaza acele değildir. Şayet özürsüz ola­rak namazını bırakmış ise kaza o zaman acele olması lazımdır. Şu halde yemek içmek, uyku veya derdi maişet için yapılan iş hariç ka­zalarını eda edinceye kadar tüm boş zamanlarını kazaya sarfedecektir. Terk olunmuş olan namazı kaza etmezse o zaman ulemanın ittifakıyla kefaretin verilmesi caiz değildir.

Bazı ulemaya görede kefaretin verilmesi caizdir. Bu görüşe göre öyle bir kimse şayet vasiyet etmemişse terk ettiği her namaz için orta olarak birer avuç buğday verilmesi caiz olur.

Hanefi mezhebine göre ise ölen kimse eğer vasiyet etmişse o za­man terk ettiği namazları için kefaretin verilmesi caiz olur. Her bir namazın kefareti için üç avuç buğday veya onun bedeli verilecektir.

Kefaretin farziyetindeki gaye, yeminini yerine getirmeyen kimseye oruç tutmayana ibret için ceza verilmesidir. Bununla beraber muhtaç ve fakir olan kimselerlede yardımlaşmaktır. Bunuda kendi mali gü­cüne göre eda etmelidir. Zira cüzi bir menfaat için son zamanlar-da kefaret oyun ve hileli duruma getirilmiştir.

Örneğin, ölmüş olan kimsenin zimmetinde iki yüz ölçek varken otuz ölçek gibi çok az bir şey getirilir ve İslam dininin hiçbir surette kabul etmediği bir oyun ve hile yapılır. Meyyitin vekili veya onun ve­lisi olacak olan otuz ölçeği fakire verir. Sonra o fakir bir daha meyyi­tin vekiline veya onun velisine tekrar devreder. Hattaki iki yüz sevi­yesine yetişinceye kadar böylece tekrar edilir. Son olarak otuz ölçek gibi cüzi bir şeyle iki yüz ölçeklik kefareti yerine getirilmeye kalkışı­lır. Şayet bu şekilde olan kefaret kabul edilse o zaman herşeyde bu­na göre kıyas olabilirdi. Mali ibadetler zekat ve fitre de buna kıyas edilirdi.

Bu gibi hilelerle kefaret zekat ve fitre gibi müesseseler amaçla­rından sapar. İslamda yardımlaşma ortadan kalkar. Ancak çok fakir olan kimse için bazı alimler şu şekilde fetva vermiştir. Meyyitin malı olmazsa kefaretini eda etmek için bir miktar borç alıp günümüzde yapılan usulüne göre yapılırsa manfıatı vardır demişlerdir. Namazın kefareti ise orucun kefareti üzerine kıyas edilmiştir. Dürrü Muhtar şöyle diyor:

Herhangi bir kimse ölse üzerinde kazaya kalmış namazları olsa ve bu namazların keffaretinin verilmesini vasiyet etse,her bir namaz için buğdaydan yarım sa'keffaret verilir. [93]

Ölü bir kimse miras bırakmazsa varisi yanm sa' borç alır. Sonra fakire devreder. Fakir tekrar ona devreder ve zimmetinde bulunan ke­faret eda edilinceye kadar bu işe devam edilir.

Bu şekildeki olan muamele yalnız fakir olan kimse için olur. Eğer bu muamele zenginler için yapılırsa caiz değildir.

Hanefilere göre vaktinde kılınmamış olan beş vakit farz namaz­ların kazası farzdır. Vitr namazının kazası ise vaciptir. Sünnetlere gelince bir sabah namazı sünneti ile beraber kaçırılınca o günün gü­neş doğuşundan yani kerahat vaktinin çıkışından sonra istiva za­manına kadar bu sünnet farz ile beraber kaza edilir. Kerahat vak­tinden önce istivadan sonra sünnet kaza edilmez.

îmam Muhammed'e göre bu sünnet yalnız olarak kaçırılmışsa yine güneşin doğuşundan sonra istiva zamanlarına kadar kaza edi­lir. Birde öğle namazının her iki sünneti farza yetişmek için terk edi­lecek olsa farzdan sonra evvelki sünnet ve sonraki iki rek'at sünnet kaza edilir. Bu şekilde fetva verilmiştir. Vakit içinde sünnet iki defa gecikmemiş olur. Bununla beraber son iki rek'at sünnetten sonra dört rek'at sünnet kaza edilebilir. Namazın sırası iki defa değişme­mesi için bunu daha iyi görenlerde vardır.

Kaza: Bir namazı vaktinden sonra kılmaya kaza, vaktinde kıl-mayada eda denir. Vaktinde kılman veya kılınacak olan bir namaza vaktiyye veya salat-ı hazıra denir. Vaktinde kılınmamış olan bir na-mazada faite denilir. Bunun cem'i fevaittir.

Cuma namazının ilk dört rek'at sünneti hakkında bu öne alma ve sonraya bırakma hükmü vardır. Bırakılmış olan diğer sünnetlerin kaza edilmesi lazım gelmez. Yalnız başlanıldıktan sonra bırakılmış olan bir sünnetin yani nafile kazası lazım gelir. Mesela sabahın ilk sünnetine başlamışken cenaze namazını kaçırmamak için bu sünnet kesilmiş olsa bu sünneti sonradan kaza etmek lazım gelir. Bir kimse özürsüz olarak namazı bırakırsa günah-ı kebire işlemiş olur. Yani büyük suç ve vebaldir. Ancak ve ancak bu namaz kaza yapmakla yerine getirilmiş olur. Bununla beraber meydana gelen suçun ve gü­nahın affedilmesi için tevbe etmek ve Allah'tan bağışlanmanyı dile­mek gerekir.

Hangi sebeple olursa olsun namazı geciktirip kazaya bırak­makta hiç bir surette sahih ve caiz değildir. Zira bunun günahı çok büyüktür. Bir insan kendi halikına karşı olan borçlarını bir zaman evvel ödemeğe vermelidir. Zira dünya işleri çoktur, ömrümüzse çok azdır. Hayatın süresi bellidir. Kazaya kalan namazı yerine getirmek lazımdır. Şayet bunu kaza yapmazsak o terk olunmuş namaz için azaba müstahak oluruz. Zira Allah'u Teala (cc) Kur'an-ı Kerimde yet­miş dört defa ikiz olarak namazın edasına şöyle zikretmiştir.

Namazlarınızı dosdoğru vaktinde eda ediniz ve zekatınızı veriniz.

Tertip sahibi kimse için şu şekilde namaz kılmak gerekir. Evve­la kazayı sonra vakit namazını kılmak gerekir. Bir kimsenin tertip sahibi sayılabilmesi için en az altı vakit namazı kazaya kalmamış ol­malıdır. Şayet altı vakit namaz kazaya kalırsa o zaman tertip sahibi olmaktan çıkar. İşte o zaman kaza namazı arasında ve vakit namazı arasında sıra gözetmesi lazım gelmez. Kazaya kalmış olan namazlar ikiye ayrılırlar:

1- Yakın zamanda kazaya kalanlar altı vakte yetişince ittifakla tertib kaldırılır.

2- Eski namazlara gelince bunlarda altı vakte ulaşmışsa en sa­hih görüşe göre sıra gözetmenin gereğini kaldırır. Mesela bir kimse vaktiyle bir ay namaz kılmamış sonradan bunları kaza etmeden va­kit namazlarını devamlı olarak kılmaya başlamışken tekrar bir vakit namazını kazaya bırakacak olsa bu son namazını hatırladığı halde onu kaza etmeden vakit namazını kılabilir.

Bu şekilde olan kimse geçmişteki kaza namazlarının hepsini kılmadıkça tertib sahibi sınıfına girmez. Tertib sahibi olan kimse uy­kuya dalıp o günün sabah namazını kılmamış olsa bu sabah nama­zını o günkü öğle namazından evvel kaza etmesi lazımdır. Bunamazı hatırladığı halde onu kaza etmezse öğle namazını kılsa bu namaz İmam Muhammed'e göre bozulur. İmam Ebu Yusufa göre farz ol­maktan çıkar, nafile yerine geçer.

İmam Ebu Hanife'ye göre ise muvakkat olarak sahih olur. Şekli şöyle oluyor: Bundan sonra sabah namazını kaza etmeden önce beş vakit namazını daha kılmadan sabah namazını kaza ederse arada kılmış olduğu namazları fasid olup yeniden kılınmaları lazımdır.

Eğer bir kimse sabah namazını kaçırmış olduğu halde bunu unutup öğle namazını kılacak olsa bu öğle namazı sahih olur. Şayet bir kimse kazaya kalmış olan yatsı namazını fecrden sonra hatırla­yacak olsa vakitte yalnız sabah namazını kılmaya müsait bulunursa sabah namazını kılar. Namazını kaza etmemesi engel olmaz. Fakat kaza namazını hatırladığı halde vakit namazını pek uzatıp vaktin da­ralmasına sebebiyet vermişse o zaman vakit namazı sahih olmaz.

Kazaya kalmış olan namazların hepsini kılmaya vakit yetmezse en sağlam görüşe göre tertible kaza etmekten düşer. Bir kimse na­maz kılıp kılmadığında şüpheye düşerse ve namazın vakti daha çıkmamışsa o namazı yeniden kılar. Eğer bu şüphe namazın vakti çık­tıktan sonra olursa kesinlikle bir şey lazım gelmez. Zira farzın sebebi olan vakit çıkmıştır.

Bir kimse kaza namazını kılarken cemaatle vakit namazına başlanacak olsa namazını tamamlamadıkça cemaate katılmaz. Ter­tib sahibi olsun olmasın fark yoktur. Kazaya kalan aynı vaktin na­mazı usulü üzere cemaatlede kılmabilir. Kaza namazının evde kılın­ması daha uygun olur. Zira günahları örtüp açıklamamak lazımdır. Böyle bir açıklama Hak'ka karşı saygısızlık olur ve diğer insanlar için kötü bir örnek olur.

Müslüman olmayanların yurdunda İslamı kabul ettikten sonra cehaletten dolayı namazlarını kılmamış olan kimse sonradan İslam memleketine geldiğinde dini vazifelerini öğrense küfür diyarında olan geçmiş namazlarını kaza etmez. Fakat İslam memleketinde bulu-nupta İslamı kabul eden kimse öyle şeylerde özürlü sayılmaz. îslamı kabul ettiği zamandan itibaren namazlarını kılmakla mükelleftir. Zi­ra İslam memleketinde bilgisizlik bir özür sayılmaz. Herkes dini gö­revlerini ehlinden sorup Öğrenebilir.

Bir kadın yarınki gün şu kadar namaz kılayım veya şu kadar gün oruç tutayım diye niyet ettiği halde o gün adet görmeye başlarsa o namazı veya o orucu temiz olacağı günlerde kaza eder. Kaza na­mazlarının belli vakitleri yoktur. Üç vakit kerahat vaktinden başka istenilen her zamanda kaza namazı kılınması caizdir.

 

İçinde Namaz Kılınması Mekruh Olan Vakte Kerahat Vakti Denir

 

İki çeşit kerahat vakti vardır. Birincisinde farz olsun nafile ol­sun namaz kılınmaz. İkincisinde ise nafile kılmak mekruh, kaza kıl-rhaksa mekruh değildir.

1- Güneşin doğmasından bir mızrak veya iki mızrak boyu yük­selinceye kadar olan zaman. Yani güneş doğduktan sonra kırk-elli dakika geçtikten sonra olan zaman.

2- Güneşin istiva ettiği yani göğün tam tepesine geldiği zaman.

3- Güneşin sarararak göz kamaştırmaz duruma geldiği zaman. Yani tam ufuktan kaybolduğu zamandır.

Bu üç vakte mahsus olarak bir kimse farzı veya vacibi eda etse kerahatle beraber sahihtir. Hazır olan cenaze namazı, kerahat vak­tinde okunan ayetin secdesi, o vakte bağlı olan adak namazı, baş­lanmış olan nafile namaz gibi namazların o vakitte kılınmaları kera­hatle birlikte caiz olur.

4- Yalnız o günün ikindi namazını güneş batarken kılmak kerahatsiz olarak sahihtir. Fakat sabah namazını kılarken güneş do­ğarsa namaz fesada gider. Bu üç vakitte nafile namaz tahrimen mekruhtur. İki rek'at tavaf namazı, abdest namazı, tahiyyetü'1-mes-cid namazı, revatıp sünnetleri gibi namazları kılmakta mekruhtur, imam Ebu Yusufun kavline göre cuma günü güneşin tam ufkun or­tasında bulunduğu zaman nafile namaz kılmak mekruh değildir. Fetva ise bu kavle göredir.

 

Nafile Namaz Kılmanın Mekruh Oduğu Vakitler

 

Şafak attıktan sonra sabah namazının sünnetinden başka hiç­bir nafile namaz kılınmaz. Zira Hz Peygamber (sav) şöyle buyurmuş­tur:

"Tan yeri ağardıktan sonra iki rek'attan başka namaz yoktur. [94]

1- Sabah namazının farzından sonra.

2- İkindi namazının farzından sonra.

3- Hatib hutbeye çıktıktan sonra cumanın farzını kılıncaya ka­dar. Ancak hatib çıkmadan evvel başlanan namaz kısaca tamamla­nır.

4- Sabah namazının sünnetinden başka farz kılmak üzere ka­met getirilirken.

5- Bayram namazından sonra mescidde.

6- Bayram namazından evvel evde.

7- Arafat ve Müzdelife'de birlikte kılman iki namaz arasında sünnetlerde dahil her çeşit namazı kılmak mekruhtur. Şu halde aşa­ğıdaki üç vakitten başka kaza namazı için belli bir vakit yoktur. Öm­rün her dakikasında bu kaza borcunu yerine getirmek mümkün­dür.

1- Güneş doğup bir mızrak boyu yükselinceye kadar.

2- Güneş gök kubbenin ortasına gelip her şeyin gölgesi titraşip kaldığı zaman.

3- Güneş batarken. İşte bu üç vakitte eda, kaza, nafile ve nezir namazları kılınmaz. Yalnız o günün gecikmiş olan ikindi namazının güneş batarken kerahatle beraber kılınması sahih olur.[95]

Uykuda tefrit olmaz. Tefrit uyanıklık halinde olabilir. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Sizden biriniz bir namazı unutur veya onu kılmak için uyan­mazsa hatırladığı zaman mutlaka kılsın. [96]

Burada olan tefrit uyanık olduğu halde daha vakit çıkmamış­ken ağır davranarak vakti kaçırmaktır.

Hendek savaşının olduğu gün, başta Resuîi Ekrem (sav) efendi­miz olmak üzere ashabın çoğu ikindi namazım kılmaya vakit bula­mamış bu durum güneş batıncaya kadar sürmüştür. Hz Ömer ikindi namazını kaçırmış olduğundan çok üzüntülüdür. Bir ara: Ya Resulülullah! güneş battı ve ben ikindi namazımı kılmadım der. Resulullah (sav) ona: "Vallahi ben de onu kılamadım buyurdu. Bathan adlı yere geldiklerinde Resulullah efendimiz bineğinden inip abdest aldı ve evvela kılmadığı ikindi namazım sonrada akşam namazını kıldı." [97]

Bu gibi hadislere dayanarak fukaha şöyle demiştir; vaktinde kı­lınmayan farz namazı ister kasden ister unutarak ister uyku ve ben­zeri bir sebeple bırakılmış olsun kaza etmek şarttır. Bunun için farz namazların kazası farz, vacip olan namazların kazası vacip, sünnet namazların kazasıda örneğin sabah namazının sünneti gibi sünnet­tir. [98]

Kaza namazları ile uğraşmak nafile namazlar ile uğraşmaktan daha iyi ve daha önemlidir. Fakat namazların müekked kısmından olsun olmasın sünnetler bundan müstesnadır. Bu sünnetleri terk ederek bunların yerine kazaya niyet edilmesi daha iyi değildir. Zira bu sünnetlere niyet etmek daha uygun olur. Hatta ve hattaki kuş­luk, teşbih namazları gibi haklarında nakil bulunan nafile namaz­larda böyledir. Bunlarada nafile olarak niyet etmek evladır. Zira bu sünnetler farz namazları tamamlar. Bunların yerine getirilmesi mümkün değildir. Kaza namazlarmısa muayyen vakitleri olmadığın­dan onların her zaman yerine getirtmesi mümkün olabilir.

Fakihlerin ittifakıyla kazalarla uğraşmak nafilelerle uğraşmak­tan daha evladır. Zira nafileyi kılarken üzerinde borç olarak duran kaza namazlarını ihmal etmek doğru olmaz. İnsan kazaya bıraktığı farz namazlardan sorumludur, nafilelerdense sorumlu değildir. Far­za bağlı sünnetler olsun veya olmasın bu sünnetler kulun mükafat kazanmak için kendiliğinden kıldığı namazlardır. Şu halde bunları kılarsa sevap alır. Şayet kılmazsa bir sorumluluğu yoktur.

Nafileyi kılmakla üzerindeki kaza namazlarını kılmayacak olan kimse nafile yerine kaza namazı kılması ile hem borcundan kurtulur nemde kazaya bıraktığı namazı için Allah'tan af diler. Zira namazı kazaya bırakmak büyük bir suç ve günaahtır. Hatta ve hattaki na­mazı bile bile bırakan ve kılmayan kimsenin küfrüne dahi hükme­den fakihler vardır.

İmam Ahmed böyle kimselerin mürted olduğunu söylemiştir. Fakat Hanefîlere göre amel imandan cüz olmadığı için namazı kılma­yan bunu inkar etmedikçe kafir olmaz. Şafii ve Maliki mezhebine gö­re ise namazı kılmayan kişi kafir olmaz ancak namazı inkar etse ka­fir olur. Cumhur ulemaya görede böyledir. Ama namazı bırakan kimse büyük günaha girer. Büyük günaha girdiği için bir an evvel bu günahtan kurtulmaya çalışmalı, üzerindeki borcunu ödemeli ve aynı zamanda istiğfar etmelidir. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Siz kuvvetinize göre ibadet yapınız. Vallahi siz usanmadıkça A-llah usanmaz. Allah'a en sevimli amel sahibinin devam ettiği ameldir."

Sabah namazından başka bir namazın iftitah tekbirine bu na­maza tahsis edilen vakit içinde yetişmekle bu namazın edası sahih olur. Öyle namazın gecikmesi ister hayızdan temizlenme veya akıl hastalığından kurtulmak gibi bir özür sebebiyle olsun isterse özür­süz olsun hüküm değişmez.

Şafii ve Malikilere göre; bir namazın bir rek'atı iki secdesiyle birlikte vakit içinde kılmmışsa bütün namaz eda edilmiş sayılır. Bir rek'attan daha azı kılmmışsa o namaz kaza olur. Hanefi ve Maliki­lere göre akşam namazından evvel nafile namaz kılmak mekruhtur. Zira akşam namazını erken kılmanın gerekli olduğunu bildiren ha­disler umum bildirir.

Şafîilerde meşhur olan görüşe göre akşam namazından evvel iki rek'at nafile namaz kılmak müstehaptır. Hanbeli mezhebine gö­reyse caizdir, sünnet değildir. Bu iki mezhep Resuli Ekrem (sav)'in akşam namazının farzından evvel iki rek'at nafile namaz kıldığını bil­diren bazı rivayetlerin akşam namazının acele kılınmasını bildiren hadislerin genel manalarını tahsis ettiği görüşündedir. [99]

Namazın ister kazası, ister edası, ister vacibi, ister sünneti ol­sun şart ve rükünlerinden biri bulunmamakla o namaz fasid olabi­leceği gibi bu şart ve rükünler üzere başlanıldıktan sonra bazı şeyle­rin bulunmasından dolayıda fasid olabilir. Bunun için namazı bozan şeylere müfsüdatı salat adı verilmiştir. Fesad bozulma ifsad da bozma demektir. Bunların karşıtı salah (sıhhat) ve İslah dır. îbadet kısmında fesad la butlan birdir. Fasid olan bir ibadete batıl denir. Bir şeyi bozan yani sıhhat halinden çıkaran şeyede müfsid denir. Ço­ğuluna müfsidat denir.

Namazı bozan şeyler daha önce anlatılmıştı. Biz burada şart ve rükünleri ile başlanmış bir namazı bozacak şeylerin başlıcalatrını i-zah edeceğiz.

1- Bir hastalık sebebiyle yada bir malın ve bir arkadaşın kay­bolması gibi musibetten dolayı harfler belirli olacak şekilde sesle ağ­lamak veya "ah, of diye inlemek. Yahut bir toza üflemek veya bir bezginlik göstermek için "uf" demek namazı bozar.

2- Namazda el yada başla selam vermek. Veya başkasının se­lamını dil ile almak veya tokalaşarak selamlaşmak namazı bozar. Sadece "aleyküm" denilmesi veya yanılarak selam almmasıda böyle­dir.

3- Namazda el yada başla selam alınsa sorulan veya istenilen bir şey için baş, göz, kaş ile işarette bulunsa namazı bozulmaz. Fa­kat namaz kılana "ileri git, yanında namaz kılacak kimseye yer ver" denilse ve oda bu emre uyarak hareket etse namazı bozulur. Zira namaz içinde Allah'tan başkasının emrine uymuş olur. Fakat ken­diliğinden biraz çekilip namaz kılacak kimseye safda yer verirse na­mazı bozulmaz.

4- Namaz içinde çok sayılan iş ve hareket namazı bozar. Az sa­yılan iş namazı bozmaz. Şöyleki; namaza ve namazı düzeltmeye ait olmayan ve çok hareket sayılan bir hareket namazı bozar. Çok iş ve hareket o işdirki onu işleyen kimseyi dışardan bir kimse gördüğü za­man namazda olmadığından şüphe etmez. Bunun karşıtı az iştirki sahibini gören onun namazda olup olmadığından şüpheye düşer.

Mesela, namaz kılmakta olan bir kimse yerden bir taş alarak bir kuş veya benzeri bir şeye atacak olsa namazı bozulur. Zira bu hareket çok sayılan harekettir. Fakat seccadenin yanında bulunan ufak bir taşı eliyle atacak olsa namazı bozulmaz. Zira bu az bir iş o-lur. Şu varki namazın içinde başka bir şeyle uğraşmakla günah iş­lemiş olur.

5- Bir kimse namazdayken vücudunu bir kere veya arka arkaya iki kere veya değişik rek'atlarda birer, ikişer defa kaşısa namazı bo­zulmaz. Fakat aynı rek'atta birbiri ardınca üç defa kaşısa namazı bozulur. Ancak elini aynı yer üzerinden kaldırmayarak üç defa kaşı­sa namazı bozulmaz.

6- Namazda bir özür olmaksızın birbiri ardınca hiç durmadan en az üç adım atmak namazı bozar. Yine bir şahsın çarpması üzeri­ne namaz kılanın elinde olmayarak üç adım ilerlemeside namazı bo­zar. Namaz kılman yerden çıkarılmakta böyledir. Yani namazı bozu­lur.

7- Namazda tekrarlamaksızm bir el ile baştan sarığı ve giysiyi kaldırıp yere koymak veya bunları yerden kaldırıp başa koymak na­mazı bozmaz. Fakat bunu yapmak çok iş ve hareket gerektirirse ke­sinlikle namazı bozar.

8- Namaz kılmakta olan bir kadının memesini çocuk kendi ba­şına tutup emecek olsa eğer süt çıkmaksızın bir iki defa emmiş olur­sa namazı bozulmaz. Fakat süt çıkarsa veya çıkmaksızın iki defadan çok emerse namazı bozulur.

9- Bir maksada bağlı olmayarak kalbe gelen kuruntular ve iş­ler namazı bozmaz. Onun için bir kimse namaz içinde dili ile söylemeksizin düşüncesi ile bir şiir veya bir hutbe düzenleyecek olsa günah işlemiş olur. Zira böyle yapan kimsenin kalbi namazda başka şeyle uğraşmış olur. Bununla beraber namazı bozulmaz.

10- Namaz kılmakta olan bir kimse kaç rek'at namaz kıldığına dair bir soruya cevap olarak elinin parmaklarını gösterecek olsa na­mazı bozulmaz.  Fakat görenler namazda olmadığını düşünürseler namazı bozulur.

 

İskat-I Namaz

 

(Namaz Borcunu Düşürme)

1- Kazaya kalmış beş vakit farz namazlarla vitr namazlarının bağışlanması umudu ile yapılan bir sevap ve sadaka verme işlemine "iskatı salat" denilmektedir.

İzahı şöyledir; mükellef bir insan farz ve vitr namazlarını ima ile bile olsa yerine getirmeye mecburdur. Kaldıki gücü yeten bir kişi üzerine farz olan eda ve kazaları yapmadan ölürse bunların düşü­rülmesi için yani bunların manevi sorumluluğundan kurtulması için bunlara karşılık ödenmek üzere malının üçte birinden vasiyette bu­lunması lazımdır.

Bu takdirde ölünün terekesinden üçte birinden hesaplanacak ve her farz ve vitr namazı sayısınca namaz fidyesi (bedeli) verilerek bağışlanması için Cenab-ı Allah'a dua edilir. Bu fidye oruç fidyesi kadar olmalıdır. Bunun miktarıysa yarım sa' buğdaydan ibarettir. (1 sa': şer'i dirheme göre 2.917 kg; örfi dirheme göre 3.333 kg} Şu hal­de bir fidye her zamana göre fakirin günlük yeme-içme masrafına e-şit olmalıdır.

2- Şayet ölen kimse iskatı salat için bir şey vasiyet etmemişse mükellef mirasçılardan birisinin teberru yolu ile vereceği fidye ilede iskatı salat muamelesi yapılabilir.

Yabancı herhangi bir kimse tarafından ölü adına yapılan ta-saddukun sevabıda ölüye yetişir. Fakat namaz fidyesinin vasiyet e-dilmesi bunun varisler veya yabancılar tarafından bağış yoluyla yapılamsmdan daha faziletlidir. Bu fidyeyi daha ölü defnedilmeden yapmak daha uygundur. Ancak daha sonra yapılmasında da bir mah­zur yoktur.

Şu halde meyyitin velisi meyyit adına kazaya kalmış namazla­rını kılamaz,oruçlarını da tutamaz. Ancak bu gibi ibadetlerin seva­bından ölmüş olan bir müslümana hediye olarak gönderebilir. Ölü­nün bundan fayda göreceği Allah'ın rahmetinden beklenir.

3- İşaret ile namaz kılamayan bir hasta bu halde ölse bu has­talığı müddetince kılmamış olduğu namazları için vasiyet etmesi la­zım gelmez. Zira sorumlu bir zamana ermemiştir.

4- Namaz için fidye vermeye dair açık delil ve icma yoktur. Ha­nefi müctehidleri bunu güzel görmüşlerdir. Böyle bir fidye vasiyeti bir pişmanlık eseridir, bir istiğfar alametidir. Bunun varis tarafından bağış yoluyla yapılması da bir şefkat ve hayırseverlik nişanıdır. Bu yönden bu fidyenin kabulü Cenab-ı Allah'ın ihsanından umulmakta­dır.

Bu usul Hanefi mezhebi üzere yazılmış en eski kitaplarda da bu şekilde mevcuttur. Fidye ile oruç borcunun düşeceği üzerine nass yani kesin delil vardır. Namazda; Hanefi fıkıh bilginlerinin istihsan görüşlerine göre oruç gibidir. Hatta ve hattaki oruçtan daha önemli­dir. Bu nedenle kaza edilmesine imkan kalmamış olan namazlardan dolayıda fidye verilerek Cenab-ı Allah'ın bağışlamasına sığınmak ih­tiyati bir iş olarak uygun olur.

5- İmam Muhammed El-Şeybani "ziyadat" adlı eserinde namaz fidyesi ile namaz için "inşaallah yeterli olur" demiştir. Demekki bu­nun avf ve mağfirete bir vesile oolacağı yüce Allah'tan umuluyor. Zi­ra bunun üzerinde kesin delil yoktur. Şayet bunun hakkında kesin bîr delil olsaydı böyle Allah'ın dilemesi şeklinde söz söylemezdi.

Zira namaz hakkında fidyenin cevazına (yeterli olacağına) oruç hakkında hüküm ettiğimiz gibi hüküm veremeyiz. Fakat namaz hakkında fidyenin lütfen kabulünü Cenab-ı Hak'tan bir ihsan olarak isteriz.İbnü'l-Humam gibi ictihad derecesini kazanmış bir zatında Fathu-1 Kadirdeki ifadesine göre Hanefi imamlarının istihsanı ile o-ruç gibidir. Şu halde oruç ile fidye vermek, yemek yedirmek arasında bir eşitlik şeriatça sabit olmuştur. Şu halde böyle bir eşitlik varsa netice elde edilmiş olur. Şayet o şekilde olmazsa namaz için fidye, bir ihsan ve iyilikten başka bir şey olmaz. İhsan ve iyilik ise gü­nahları giderir. Zira Cenab-ı Allah «öyle buyurmuştur:

İyilikler kötülükleri siler. [100]

6- Kuhüstanide şöyle yazılıdır; eğer meyyit namaz için fidye ve­rilmesini vasiyet etmemişse velisinin bu işi yapması caizdir. Bunun müstahsan bir iş olduğu görüşünde bir ayrılık yoktur. Bunun sevabı ölüye ulaşır.

7- Bir meyyit vasiyet etmezse onun varisleri geriye terk etmiş olduğu maldan fidye vermek mecburiyetinde değildir. Eğer varisler fakir olurlarsa bir gelenek ve bir insanlık düşüncesi ile bu fakir -va­risleri fidye vermeye yöneltmek uygun olmaz. Bilhassa varisler ara­sında çocuklar bulunursa bunların hisselerinden fidye verilmesi kesinlikle caiz değildir.

Birde kendilerine devir yapılacak varisler arasında çocuk, bu­nak, deli, zengin ve gayri müslim bulunmamalıdır. Öyle şeylere özel­likle dikkat edilmelidir. Netice itibarıyla acizane verilecek sadaka­lardan dolayıda Allah'ın ihsanına ulaşmaktan ümidimizi kesmemeliyiz. Kesinlikle hiçbir hayır ve ihsan Allah nezdinde boşa gitmez. Verilen sadakalardan mü'minin amel defterine daima sevap yazılır.

 

Mescidlere Ait Hükümler

 

Mescid, İslam mabedlerine yani ibadet evlerine verilen isimdir. Terim olarak "secde edilecek yer" demektir. Mescidin cem'i ise "mesacid"dir. Mescid büyükse cami denir. Caminin cem'i ise "cevami"dir.

Mescidler Cenab-ı Allah'a ibadet için yapılmıştır. Bunun için her mescidin büyük kıymeti ve şerefi vardır. Bu şerefi göstermek için bütün mescidlere "beytullah" yani "Allah'ın evi" diyorlarki bu se­beple mescidlere hürmet edilir. Mescidlerde kimse kesinlikle istediği gibi hareket edemez. Mescidlerde taşkınlıkta bulunmak Cenab-ı Allah'a hürmetsizliktir. Onun büyük vebali vardır.

 

Mescidlerle İlgili Hükümler

 

1- Bir mesciddin içi ve arsası mescid olduğu gibi üst tarafıda semaya doğru giden ölçüsüne göre mescid hükmündedir. Bu sebeple mescidlerin içlerinde yapılaması yasak ve mekruh olan şeyler mes-cidlerin üstlerindede yasaktır.

2- Mescidlerin "fina-i mescid" denilen çevresi mescidlere bitişik olup aralarında yol bulunmayan yerlerde namaz için mescid hük­mündedir. Bunun için oralardan imama tabi olmak kesinlikle sahih­tir. Saflar her ne kadar bu yerlere ulaşmasa da hüküm değişmez. Yalnız diğer hususlarda mescid hükmünde olmazlar. Şu halde ora­lardan geçip gitmek ve oralara abdestsiz girmek caizdir.

Bayram ve cenaze namazgahlarıda namaz hususunda mescid hükmündedirler. Bir kimsenin kendi evinde bir yer mescid için ayrı-lırsa kesinlikle burası mescid hükmüne girmez.

Fazilet bakımından mescidler sırasıyla şunlardır:

1- Mescid-i Haram (Kabe) ile çevresindeki olan sahadır.

2- Medine-i Münevvere'deki Mescid-i Nebevidir.

3- Beytü'l-Makdisdir.

4- Küba Mescididir. Bundan sonra en eski mescidler daha son­rada en büyük olan mescidler gelir. Malikilere göre mescidlerin en faziletlisi evvela Mescİd-i Nebevİ'dir, daha sonra Mescid-İ Haram on­dan sonrada Mescid-i Aksa'dır. Bunlardan sonra bütün mescidler aynıdır. Fakat insanın evine yakın olan bir mescidde namaz kılması daha faziletlidir.

Bir kimsenin kendi mahalle veya kabile mescidinde namaz kıl­ması diğer mescidlerde namaz kılmasından daha faziletlidir. Diğer mescidlerin cemaatı ister çok olsun isterse az olsun fark yoktur. Fa­kat bir mescidin imamı daha salih ve alim olursa orada namaz kıl­mak daha faziletlidir. Bunun için Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi'de kendilerine has bir özellik ve üstünlük vardır. Bunlarda kılı­nan namazların sevapları kat kattır.

Bir mescid insanlara dar gelecek olsa yanındaki yer sahibinden kıymeti ile o arsa satın alınarak mescide katılırsa uygun olur. Arsa sahibi eğer razı olmasa bile bu işlemin yapılması lazımdır. Zira bu işleme bütün insanların ihtiyacı vardır. Bu şekilde olan bir mescid veya cami sonradan binaların durumundan anlayan yetkili kimse­lerin görüşlerine göre çok genişlemişse içinde cuma ve bayram na­mazları kılınması için en büyük idareciden tekrar izin alınması lazım dır.

Bir kimse yüce Allah'ın rızasını kazanmak için yaptırmış ol­duğu mescidin idaresine, tamirine, döşeme ve aydınlatılmasına ehil olsa müezzinliğe ve imamlığa diğerlerinden daha evladır. Ondan son­rada evladı ve aşireti başkalarından daha çok hak sahibidirler. Şayet bunlar müezzinliğe ve imamlığa ehil olmazsa istedikleri uygun kim­seleri müezzin ve imam tayin edebilirler.

Fakat yapılan bu tayin işinde vakıf ile mahalle halkı arasında bir ayrılık olursa bakılır şayet vakfın seçtiği kimseler daha iyi veya halkın seçtiği şahıslara eşitse vakfın seçtiği kimseler tercih edilir. Eğer bu şekilde değilse halkm seştiği geçerli olur.

Bir mescidin duvarlarını bir takım yaldızlarla süslemekte sa­kınca yoktur. Bununla beraber sade bir halde bulunması daha uy­gun olur. Özel olarak kıble tarafının bakışları toplayacak şekilde zarif ve ince nakışlarla süslenmesi namaz kılanların dikkatini çekece­ğinden ve kalblerinin huzurunu bozacağından mekruh görülmüştür. Maahaza bir kimse kendi malından bir mescidi süsleyebilir. Fakat mütevelli yani mescidin bakımına memur olan kimse bu gibi nakış ve süslemeleri vakfın malından yapamaz. Şayet yaparsa harcadığı vakıf bedelini vermek zorundadır. Zira bunlar mescidin yapısına ve devamına ait şeyler değildir. Fakat gelir fazlasının zalimlerin eline geçeceğinden korkulursa bu gibi harcamalar yapılabilir.

Mescidlerin lambaları en fazla gecenin üçte birine kadar yakı-labilir. Bundan fazla yakılması caiz değildir. Zira vakıf malından is­raf etmek kesinlikle haramdır. Fakat vakfın böyle bir şartı varsa o zaman caizdir.

Devamlı olarak imam vee müezzini bulunan bir mescidde na­maz kılındıktan sonra tekrar cemaat halinde ezan ve kametle namaz kılınması mekruhtur. Fakat ezansız ve kametsiz olarak mihrabından başka bir tarafta bazı kimselerin tekrar cemaatle namaz kılmaları en sahih görüşe göre mekruh olmaz. Bir mescidde ezan okunduktan sonra o mescidin içinde bulunan kimse başka bir mescidde vazifeli değilse gitmesi mekruhtur.

Namaz kılanın önünden geçmek günahtır. Fakat mescidde ileri saflarda yer olduğu halde arka saflarda namaz kılanların önünden geçmek ve ileri gitmek caiz olur. Zira bu kimse kendine hürmet hak­kını kaybetmiştir. İtikâfa girmeyen kimsenin mescid içinde yemek yemesi ve uyuması mekruhtur. Fakat bir görüşe göre memleketin­den uzak kalmış kimsenin mescid içinde yemesi ve uyuması caizdir. Fakat ihtilaftan kurtulmak için böyle bir garibin itikafa niyet etmesi daha uygun olur.

Mescidlere abdestsiz olarak girilmez. Namazdan başka, mes-cidlere çocukları ve delileri sokmak, zaruret olmadıkça yol gibi kul­lanarak geçip gitmek caiz değildir. Bir mescide girerken evvela bes­mele sonra Peygamber efendimize (sav) salat ve selam getirmeli on­dan sonra "Allahümmeftah aleyna ebvabe rahmetike" demeli ve sonrada girerken sağ ayakla girip "Neveytul-itikafe demeli, çıkarkende önce sol ayağı dışarıya atmalı ve  "Allahümmeftah aleyna ebvabe rahmetik (Ya Rabbi! üzerimize lütuf ve keremininin kapılarını aç)" diye duada bulunulmalıdır.

Mescidlerde gelişi güzel davranışlara girilmez. Kollar sıvalı, pal­to omuzlara atılmış bir şekilde girmek sakıncalıdır. Mescidlerde diz­leri dikmek veya ayakları uzatmak sureti ile rastgele oturmak caiz değildir. Mabedlerin temizliğine zarar veren her kim olursa olsun bundan vazgemelidir Mescidlerde serili sergiler üzerine kirli veya ıs­lak ayaklarla basılmaz. Herkes haline göre en temiz ve en güzel elbiselerini giyerek gitmelidir. Cemaati tiksindirici hallerden kaçınılma­lıdır. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

Her mescide gidişinizde temiz ve güzel elbiselerinizi giyiniz."

Mescidlerde suçlulara ceza uygulamak, alış-veriş yapmak caiz değildir. Fakat itikaf halinde olanlar kazanç maksadından başka sa­dece ihtiyaçlarına göre alış-veriş yapabilirler. Mescidlerde kalaba-lık yapmak, gereksiz yere dünya işlerini konuşmak, kaybolan eşya-ları soruşturmak, zikir ve hikmet taşımayan şiirler okumak kesinlikle caiz değildir.

Ateşin odunu yemesi gibi mescidlerde konuşulan sözler iyilik­leri yer bitirir. Mescid içinde diilencilik yapmak haramdır. Öyle di­lencilere para vermekte mekruhtur. Fakat hediye ve sadaka vermek mekruh değildir. Mescidleri kötü ve pis kokulu şeylerden korumak vaciptir. Bu sebeple mescid lambalarında temiz olmayan yağları kul­lanmak caiz değildir. Soğan ve sarımsak gibi kötü kokulan, hoş ol­mayan şeyleri yemiş kimselerin cemaat arasına girmeside doğru de­ğildir ve edebe aykırıdır. Zira bunların o kötü ve pis kokusu cema­ate zahmet verir.

Mescidlerde okunan Kur'an-ı Kerimi, hutbeleri, yapılan vaazla­rı tam bir hürmetle dinlemek lazımdır. Mescidlerde oturup-kalkma, gidip-gelme edeplerine riayet edilmelidir. Bunların hepsi mukaddes mabedlere ait olan edeplerdendir. Bunların aksine hareket etmek îslam terbisyesine aykırıdır. İslam mabedinin ne kadar yüksek bir ma­kam olduğunu anlamamaktan ileri gelen namazlardır.

Kur'an-ı Kerim'e ve diğer kıymetli olan şeylere karşı yapılması gereken hürmeti bilmemekten ileri gelir. Şu halde öyle hareketlerden kaçınmalı ve aynı zamanda İslam adabına yaraşır bir şekilde hareket etmelidir. Mescid kapılarını namaz vakitlerinden sonra kapamak mekruhtur. Fakat içindeki eşyanın çalınmasından korkuluyorsa o zaman kapıları kapamak mekruh değildir.

Mescid ve cami inşa etmenin fazileti ve mükafatı çok büyüktür. Bunları yapmak ve bunların inşaatına yardım etmek bir iman ve ha­yır severlik alametidir. Zira Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de şöyle bu­yurmuştur:

Yüce Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse inşa ve imar eder." Şu halde mescidleri bina ve imar eden mü'minler hakkında büyük müjdeler vardır. Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Her kim helal malından içinde yüce Allah'a ibadet edilecek bir bina yaparsa Allah'ta onun için cennette inci ve yakuttan bir bina ya­par. " Diğer bir hadistede şöyle buyurmuşlardır:

Her /cim yüce Allah'ın rızasını dileyerek bir mescid binaa ederse Allah'ta ona cenneette bir ev bina eder. îşte helal maldan görsünler ve işitsinler için değilde yalnız Allah rızası için yapılan bir mabedin sevabı çok fazladır. Ne mutlu böyle hayırlı işler yapanlara...

İnsanlar ölünce amelleri biter, amel defterleri kapanır. Artık bu defterlere sevap yazılmaz. Ancak mescid yapmış olmak gibi devamlı hayırları bulunan mü'minlerin amel defterleri kapanmaz. Öyle mü'-minlere daima sevap yazılır durur. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Mü'min bir kimseye öldükten sonra amelindden ve iyiliklerin­den ulaşacak şeylerden biri öğrenip yaydığı ilim yahut geriye bırak­mış olduğu salih evlat yahut miras bırakmış olduğu ev yahut akıtmış olduğu ırmak yahut sağlık halinde iken malından çıkarıp verdiği sa­dakadır. Bunlar vefatından sonra kendisine sevap olarak ulaşır."

İşte bu hadis-i şerife görede mescidleri yapan, medreseleri ku­ran, çeşmeleri akıtan ve benzeri hayırlı vakıfları yapan kimseler hak­kında çok büyük müjdeler içeriyor. Şu halde yüce Allah'ın rızası için yapılmış vakıflar birer sadaka-i cariyedir. Yani devam edip giden se­vaplardır, îşte mükellef olan bir müslüman bir malının mülkiyet ve menfaatini insanların tasarrufundan engellerde Allah yolunda bir hayır işine bağlarsa onu vakfetmiş olur. Ondan sonra o mal ancak Cenab-ı Hak'km mülkü hükmüne geçer. O malda kesinlikle kimse­nin mülkiyet hakkı kalmaz.

Herhangi bir vakfın geçerli hale gelebilmesi için örfe göre mah­kemede tescil edilmesi lazımdır. Fakat bundan vakıf olan mescidler, mezarlıklar ve vasiyet suretiyle olan vakıflar müstesnadır. Şuhalde bir müslüman bir mescid yaparda onu yoluyla beraber mülkiyetin­den çıkararak içinde namaz kılınması için insanlara izin verirse in­sanlarda orada cemaatle namaz kılarsa o vakıflığı tescile ihtiyacı ol­madan tamamlamış olur.

Bir kimse bir malını bir sevap yoluna vakıf olmak üzere vasiyet etse daha sonra aynı zamanda o vasiyet üzere ölürse bakılır şayeet malının üçte biri bunu karşılıyorsa veyahut varisi yoksa ve varisleri olurda vasiyetin tümünü geçerli kabul ediyorsa o mal o hayır yoluna tamamen vakfedilmiş olur. Eğer geriye bırakmış olduğu malının üçte biri yetmeyip varislerde muvafakat etmiyorsa terekesinin üçte biri kadar olan miktar ancak o hayır işine konulan şartlarla vakfedilmiş bulunur. Bunun geçerliliği tescile bağlı değildir.

Mescidlerde ibadet yapmak ve cemaatle namaz kılmak için de­vam etmekte mescidleri sağlığa kavuşturmak ve imar etmek sayıldı­ğından sevabı pek çok fazladır. Bir hadis-i şerifte efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse içinde cemaatle namaz kılınan bir mesccide gidecek olsa gidiş-gelişlerinde atacağı adımlarında her biri ile bir günahı silinir bir hasenat yazılır.

Başka bir hadistede şöyle Duyurulmuştur:

Her kim evinde güzelce abdest alırda sonra mescide giderse o kimse Allah'ın ziyaretçisi olur. Ziyarette bulunana ikramsa her ziyaret eden zat üzerine bir haktır."

Başka bir hadis-i şerifte de Resuli Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

Gecenin karanlığında mescide yürüyen kimse kıyamet gününde yüce Allah'a nurlar içinde kavuşacaktır."

Ne büyük müjdeler. Şu halde mescidleri devamlı bir ganimet olarak bilmeli, cemaatle namaz kılmanın sevabını kaçırmamaya özen gösterilmelidir. Bu özeni gösterirken başarılı olmamızı Cenab-ı Al­lah'tan niyaz ederiz.

 

Cenaza Ve Cenaze Namazı

 

Cenaze, ölü demektir. Ölmek üzere bulunan kimseye "muhta-zar" denir. Muh t azarın yanında tevhid ve şehadet kelimelerini oku­maya ve ölünün kabri başında yapılacak okuma konuşmasına "tel­kin" denir. Ölünün yıkanmasına gasli meyyit", ölünün yıkanmasın­dan sonra kabre defnedilmesine kadar yapılması lazım olan şeyle-rede "teçhiz" denir. Ölüyü bilinen bezlere sarmayada "tekfin" denil­mektedir.

Ölen bir müslümanı yıkamak, kefenlemek vee üzerine namaz kılıp bir kabre defnetmek her müslüman için bir farz-ı kifayedir. İn­sanlar bu farzı yapmadıkları zaman Allah yanında sorumlu olurlar, Bu vazifeyi yapmaya imkanları yoksa sorumlu olmazlar. İslam dini ölülerini hayırla anmak, onların güzel hallerini söylemek ve kötülüklerini söylemekten kaçınmayı her müslümana bir vazife kılmıştır. Zi­ra Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Ölülerinizin güzel hallerini yad ediniz. Kötülüklerini söylemek­ten kaçınınız."

Bir mü'minin ölüsünde görülüp iyi haline delalet eden güzel koku ve yüzünün nurlanması gibi şeyleri söylemek müstehaptır. Bu­nun aksi görüldüğünde söylemekse haramdır, gıybet sayılır. Fakat ölü kimse açıkta haram işleyen bid'at sahibi ise fena halleri söylene­bilir. Ölmek üzere olan kimsseyi bir zorluk olmaksızın kıbleye doğru sağ yanı üzerine çevirmek müstehaptır. Ayaklan kıbleye doğru ola­rak ve başı biraz yükseltilerek arkası üstünede yatırılabilir. Adet ha­line gelende budur. Bu halde baaşı biraz yüksekde kaalmalıdırki yü­zü kıbleye gelmiş olsun.

Ölüm, esasen bir alemden başka bir aleme gitmektir. Aynı za­manda ehl-i iman için bir müjde ve rahatlıktır.

Ölüm yokluk ve kaybolmak değildir. Ölüm tebdili mekandır ve huzur içinde görünmemiş bir alemi berzahı görmektir. Ruhun be­denden ayrılması ve ruhun serbest kalarak her cihetten bakmasıdır. İlmi kelama göre ruh suyun yaş ağaca nüfuz etmesi gibi bedenle içi­ce olan latif bir varlıktır. Ehl-i sünnete göre ruh bakidir kaybolmaz.

Allah, Ölünce ruhları vefat ettirir. [101]

Buradaki ayetlerin anlamı cesedleri ölünce demektir. Ölümü

anmak, ölüme hazırlanmak her müslüman için müstehaptır. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

Lezzet ve tatları kaçıran ölümü çok anınız."

Hasta olan kimsenin buna daha çok dikkat etmesi gerektiği gi­bi hastalığından dolayıda şikayet etmemelidir. Zira haddi zatında hastalık ehl-i iman için mükafat ve kefareti zunubdur. Aynı zaman­da şikayet bir yönden Allah'ın hükmünü reddetmektir. Fakat bir doktor veya herhangi bir kimse halini sorarsa hastalığını ve sıkıntı­sını söylemesinde bir beis yoktur.

Bahusus hastanın akrabası hastaya karşı son derece şefkat ve insaflı olmalıdır. Gönlü alınmalıdır. Hasta ziyareti sünnettir. Zira Berab b. Azib (ra) şöyle demiştir:

Resulullah (sav) bize cenazelere katılmamızı ve hasta ziyaret etmemizi emretti.[102]

Hz. Enes'ten de şu hadis nakledilmiştir:

Allah'ın Resulüne (sav) hizmet eden yahudi bir genç vardı. Bir ara hastalandı ve ResuluUah onu ziyarete gittiğinde baş ucuna oturdu ve ona: müsîüman ol dedi. O genç yanında duran babasına baktı. Ba­bası: Ebu'l Kasım'a itaat et dedi ve genç müsîüman oldu. ResuluUah oradan çıkarken şöyle dedi: "Onu ateşten kurtaran Allah'a hamd ol­sun. "

Hastanın yanında fazla oturulmamalıdır. Durumu iyi ise şifa talebinde bulunmak, değilse tevbe ve istiğfar ile sabır tavsiye etmek ve ondan dua istemek sünnettir.

Ölüm derecesinde olan kimse kıbleye doğru sağ yanma, şayet müsaid olmazsa yüzü kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırlır ve ya­nında kelime-i şehadetle yasin suresi okunur. Bu şekilde yapmak

sünnettir. Zira Resuli Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

Ölülerinize (ölmek üzere olan kardeşlerinize) La ilahe illallah (lafzını) telkin ediniz. [103]

Başka bir hadiste şöyledir:

Son sözü La ilahe illallah olan kimse cennete girer.[104] Hadiste her ne kadar kelime-i tevhide yer verilmişsede bundan maksadın iki şehadet olduğu kabul edilmiştir. Cumhur ulemaya gö-rede böyledir. Ölmek üzere bulunan kimselerin yanına iyi kimselerin gelmesi için her zaman ricada bulunulur. Zira hasta olan kimse iyi kimseleri görünce kendisinde bir ferahlık ve değişiklik meydana ge­lebilir. Bunun için Allah'ı daha çok hatırlayabilir. Fakat fazla kalabalıklada hastayı sıkmamak gerekir. Hastanın baş ucunda yasin suresini okumak müstehaptır. Zira Hz Peygamber (sav) şöyle buyur­muştur:

Yasin Kur'anın kalbidir. Bir kimse bunu okurda Allah'ı ve ahiret gününü arzularsa mutlaka bağışlanır. Artık siz onu ölüleriniz üzerine de okuyun. [105]

Başka bir hadisse şöyledir:

Herhangi biri ölürde onun yanında yasin suresi okunursa her­halde Allah ölümü ve kabri ona kolaylaştırır. [106]

Yine başka bir hadistede şöyle Duyurulmuştur:

Ölümü yaklaşan kimselerin yanında yasin okuyun. [107]

Cünüp ve aybaşı halinde olan kimsenin orada oturmasında bir sakınca yoktur. Yalnız abdestli bulunmakta büyük fayda vardır ve rahmet meleklerinin daha çok yaklaşmasına vesile olması umulur. Şayet mümkün olmazsa buna cevaz verilmiştir. Ölüm olayı meydana gelince evvela ölenin gözleri açıksa kapatılır. Ondan sonra çenesi sarkıp ağzı açık kalmasın diye çene kısmı bağlanır. Bunların hepsi en yumuşak hareketlerle yapılır. Bu iş mevtanın en yakını tarafın­dan yapılırsa daha iyi olur. Ancak meyyitin dostlarından biride bunu yapabilir.

"Resuli Ekrem (sav) efendimiz Ebu Seleme (ra) vefat ettiği zaman içeri girdi. Ebu Seleme'nin gözleri açık kalmıştı. Mübarek elleriyle göz­lerini kapadı ve şöyle buyurdu: Ruh alınınca göz onu takip eder. [108]

Meyyitin gözlerini kapayan kişinin şu duayı okuması uygun­dur:

Ölenin üstünde olan elbiseleri çıkarılır. Yüksek bir yere bırakı­lır. Şişmemesi için karnı üstüne bir demir parçası bırakılır. Her tara­fına güzel koku sürülür. Meyyitin üzeri örtülür. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz vefat ettiği zaman Hz Aişe validemiz (ra) onun müba­rek yüzünü de örtecek şekilde üzerine bir perde çekti.

Ölenin haberinin dostlarına ve komşularına duyurulması müs-tehaptır.[109] Çünkü Habeş kralı Necaşi öldüğünde Resuli Ekrem (sav) onun ölümünü hemen etrafa duyurdu. En sahih delillerin tesbitine göre Cafer, Zeyd ve Abdullah b. Revaha savaşta şehid olduğunda Re-sulullah (sav) ölüm haberini Medine'de hemen ilan ettirdi. Ölüm ha­beri yüksek sesle sokaklarda bağırılarak duyurulmaz. Cami ve ben­zeri yerde toplanan cemaate ilan edilir. Ancak sokaklarda ilan edilir­se de bir mahzuru yoktur. [110]

Meyyitin techiziyle beraber borçlarını da ödemek lazımdır. Eğer mümkün olursa ölü gömülmeden Önce borçlarını tesbit ettikten son­ra hemen vermek gerekir. Şayet bu şekilde zaman müsaid olmazsa o zaman definden hemen sonra ölenin borçları ödenmeye başlanır.

Hanefîlere göre meyyiti yıkamadan evvel yanında Kur'an oku­mak mekruhtur. Eğer başka bir odada okuma işi olursa bir sakınca yoktur. [111]

Gebe olarak ölmüş bir kadının karnındaki çocuğunun alın­ması caiz midir? İmam Muhammed'in içtihadına göre bir hüküm çıkarmak mümkün olur. Çocuğun tıbben yaşama şansı varsa kadı­nın karnı açılarak çocuk alınır. Aksi ise bırakılır.

Müslüman bir ölüyü yıkamak diriler üzerine bir farz-ı kifaye-dir. Zira sünnet ve icma ile sabittir. Buna muhalefet eden kimse ol­mamıştır.[112] Fakat ölüyü yıkamayı müslümanlardan bir kısmı yerine getirince diğer müslümanlarm üzerinden farziyet kalkmış olur.

Vacip olan gusül ölen kişinin her yerininin bir sefer yıkanması­dır, ikinci ve üçüncü sefer yıkamak sünnettir. Bununla beraber ce­nazeyi bir sefer yıkamak kafidir. Eğer akar bir suyun yanında olu­nursa ölüyü suya bir defa daldırıp çıkarmak yeterlidir. Ölü yıkanma­ya hazırlanırken evvela üzerine teneşir tahtası gibi bir şeyin üzerine konur. Ölenin etrafı buhur ve buhura benzeyen güzel kokularla tüt­sülenir. Bunların üç defa yapılması müstehaptır. Tütsüyü tutan kim­se bunu teneşir tahtasının etrafında bir, üç veya beş defa çevirir. [113]

Zira Ümmü Atiyye'den yapılan sahih rivayet göre Ümmü Atiy-ye'nin kızı öldüğünde Resulü Ekrem (sav) efendimiz cenazesinde ha­zır olmuştur. Ve " Cenazeyi üç, beş yada daha fazla yıkayın. Sizin için uygunsa suyuna sidir karıştırıp öylece yıkayın" diye buyurmuştur. Başka bir hadistede Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

Ölüyü buhur la tütsülediğinizde onu tek sayıda bırakın."

Cenaze yıkanılan yerin örtülü tutulması ve yıkanırken utanı­lacak yerlerinin açılmamasına dikkat edilmelidir. Ölüye ancak gasil ile yardımcıları bakabilir. Başkasının bakması mekruh olur. Genel olarak cenaze yıkanırken göbeğinden diz kapağına kadar olan kısım bir bezle örtülü tutulur. En sahih görüşte budur. Ölü gusledilirken ele sarılan bir bez parçasıyla istinca edilir. Bu görüş Ebu Hanife ile İmam Muhammed'in görüşüdür. Bezsiz el dokundurmak haram­dır. [114]

Gasil ve gasile ölü yıkanırken hem uyluklarına hemde galiz av­ret yerlerine bakmaz. Yardımcılarıda aynı onlar gibi hareket ederler. Bu görüşe göre bakmanın haram olduğunu tesbit etmişlerdir. Meyyit istinca edildikten sonra kendisine namaz abdesti gibi abdest aldırı­lır. Ancak ölü küçükse bu yapılmaz. Abdsetin tertibi ise, evvela yüz sonra kollar yıkanır. Kollar ve ayaklar yıkanırken hep sağdan baş­lanır. Ağzına ve burnuna su verilmez. Verilir diyenlerde olmuştur. Ö-lünün başı meshedilir. Aynı zamanda ayalarının yıkanması gusül-den sonraya bırakılmaz.

Bunların hepsi sünnettir. Farz ise bir kere her yerinin yıkan­masıdır. Ölüyü sıcak su ile yıkamak daha faziletlidir. Eğer mümkün­se suya sidir, hirz yada kafur karıştırılır. Bu şekilde imkan olmazsa sadece su ile yıkanır. Başı mümkünse sabunla yıkanır. Sakalları varsa sabun dokundurulur.

Şafıilere göre geniş dişli bir tarakla saç ve sakalı taranır. Evvela cenazenin sağ tarafı sonra sol tarafı yıkanır.

Bu sebeple önce sağ tarafa sonrada sol tarafa meylettirilir. Da­ha sonra hafifçe oturtulur bir vaziyete getirilerek hafif olarak karnı­na dokunulur. Şayet ön ve arkadan bir şey çıkarsa sadece oranın yı­kanması gerekir. Yıkama işi bittikten sonra bir bezle kurutulur. Ölünün saç ve sakalı taranmaz ve alınmaz. Yani olduğu gibi bırakılır.

Traş edilmez. Ölünün yıkama işi bittikten sonra velisi isterse burun kulak, göz ve benzeri tabii menfezlere pamuk konulabilir. [115]

Suda boğulan kimseyide yıkamak lazımdır. Zira suya düşmek veya suda boğulmak gusül yerine geçmez. Bunun için suyun içinde bulunan bir ölüyü gusül niyetiyle suda hareket ettirmek gusül yeri­ne geçer. Fakat sudan çıkarıp adabına uygun olarak yıkamak daha iyidir.[116] Ölü şişmiş ve eti dökülmeye başlamışsa o zaman üzerine su dökmek kafi gelir.

Ölmüş olan kimsenin kadın veya erkek olması yıkama şeklini değiştirmez.Gasile olan kadınında guslün sünnet ve adabına göre yı­kanması lazımdır. Utanılacak yerlerinin görülmemesine dikkat etme­lidir. Çocuk doğduktan sonra şayet yaşama şansı yoksa yani ölüyse bakılır, kadın çocuğunu doğduğunda hareket etmiş veya sesi çık­mışsa çocuğa müslümanlara ait bir isim konulduktan sonra yıka­narak namazı kılınır. Eğer sesi çıkmadan ve hareket etmeden ölmüş yani ölü olarak doğmuşsa o zaman bir bez parçasına sarılır ve nama­zı kılınmaz. En sahih görüşte budur.

Çocuğun ses veya hareket yaptığını babası veya annesi söyler­se onların sözüne itibar edilerek çocuk yıkanır, namazı kılındıktan sonra defnedilir. O çocuğun adıda konur. [117] Ölen kimsenin bedeninin bir kısmı veya bir azası kalır ve diğer kısmı herhangi bir sebeple yok olursa veya bedenin ekserisi bulunursa tam beden gibi yıkanır. Na­maz kılınır ve gömülür. Bunun namazı kılındıktan sonra diğer aza­ları bulunursa o azalar ne yıkanır nede namazı kılınır. Bir beze sarı­larak defnedilir. Bedenin başı olmadan veya kuyruk sokumuna ka­dar ikiye bölünmüş olduğu halde yarısı bulunursa yıkanmaz, nama-zıda kılınmaz. Yalnız bir bezin içine konulup defnedilir. [118]

Bir memlekette tesadüfen bulunan ve müslüman olup olmadı­ğında şüphe edilenin yüzüne bakılır. Saç, bıyık, sakal ve benzeri şey­leri üzerinde durulur. Şayet ölenin tipi müslümanlara benziyorsa o zaman müslümanlara göre amel yapılır. Eğer müslümanlara ben­zemiyorsa ancak müslüman bir memlekette bulunmuşsa yıkanır ve namazı kılınarak defnedilir. Eğer gayri müslimlerin oturduğu bir me­mlekette rastlanırda müslüman olduğuna bir işaret bulunamazsa bir bez parçasına sarılarak defnedilir. [119]

Savaşta ve bunun gibi felaketlerde müslümanlarla kafirlerin ce-sedleri karışırsa ne gibi şeyler yapmak lazım gelir? Bunların yüzüne dikkat edilir.

Yani sünnet, sakal biçimi, kıyafeti ve benzeri örfe uygun belir­tiler üzerinde durulur. Şayet bunlardan birisine rastlanmazsa şehid-se yalnız namazı kılınır. Şahid olmazsa yıkandıktan sonrada namazı kılınır ve defnedilir. Cesedler üzerinde belirtilen nişanlar bulunmaz­sa fakat müslümanlarm çoğunlukta olduğu meydana çıksa o zaman tümüne müslüman ameliyle bakılır ve ona görede cenaze işlemi ya­pılır. Şayet kafirler çoğunlukta olursa kesinlikle hiç kimsenin nama­zı kılınmaz. Lakin hepsi yıkanıp kefenlendikten sonra defnedilir.

Şu halde müslüman kabristanına değil belki müşriklere ait o-lan kabristana gömülür. Şayet bunun aksi olursa hepsi müslüman­lara ait kabristana gömülür. Her iki tarafta eşit olursa en sahih gö­rüşe göre namazları kılınmaz. Fukahalarm bu gibilerin hangi kabris­tana gömülmesi konusunda farklı ictihadları vardır. Bazısına göre bunlara ayrı bir kabristan yapılır.

Çocuk sahipsiz olarak esir olsa ve orada Ölse mükellef olmadığı için ve müslümanlarm eline geçtiği için hem yıkanır hemde namazı kılınır. Ana-babasıyla esir olsa ve sonrada ölse eğer ana-babası îs-lamı kabul etmişlerse çocuk yıkanır, namazıda kılınır ve öylece gö­mülür. Zira çocuk ana-babaya tabi olur. Şu halde babası İslam dini­ni kabul etmemişse fakat çocuk İslam dinini kabul ettikten sonra ölmüşse gene çocuk yıkanır, namazı kılındıktan sonra defnedilir.

Çocuğun her iki durumu olmazsa yıkanmaz ve namazı kılın­maz. Yalnız bir beze sarılarak defnedilir.[120] Bir kimse eğer geminin i-çinde ölse yıkanır, namazı kılınır ve ağır bir cisme bağlanarak denize atılır.[121] İslam hukukuna göre İslam devletine karşıgelip silahlı ça­tışmaya girdiğinde öldürülen veya yol kesicüik yaparken yine devlet kuvvetleri tarafından öldürülen kimseler yıkanmaz. Aynı zamanda namazıda kılınmaz. Derhal bir çukur kazılıp içine atılır. Eğer çatış­mada ölmeyip yakalandıktan sonra kendi eceliyle veya idam edilerek ölse o adamda İman sahibi olursa hem yıkanır hemde namazı kılı­nır. [122]

Ölüyü yıkayan kişinin şu beş vasfı taşıması sünnettir:

1- Cünüp, ay hali, kafir ve fasık olmaması.

2- Ölüye en yakın kimselerden olması.

3- Müslüman olması.

4- Abdestli bulunması.

5- Allah'tan korkup kötülüklerden kaçınan bir kişi olması. Ölen kişi tam bir bid'atçı ise onu yıkayan kişi gördüğü kötü halleri etrafa yayabilir. Bu bir bidpatçının sonunun iyi olmadığını ha­tırlatır.[123] Ölüyü yıkarken bazı hallerinden tiksinmemek için gasilin ve yardımcılarının yanlarında güzel koku veren tütsüleri yapmaları müstehaptır. En uygun olan cenazeyi ücret karşılığında değil, AUah rızasını talep ederek yıkamaktır.

Zira bu her müslümanın dini ve insani vazifesidir. Fakat gasil ücret isterse ve yanında bir iki kişi çalıştırıyorsa o zaman kendisine ücret verilmesi caiz görülmüştür. [124]

Ölen kişi erkekse erkek, kadınsa kadın tarafından yıkanır. Ölen kişi istiha çağına girmemiş bir çocuksa o zaman erkek çocuğun kadın, kız çocuğunda erkek tarafından yıkanmasında bir beis yok­tur. Tenasül aleti idiş edilmiş veya kesilmiş olan kişide erkek hük­mündedir. Hanefilere göre kadın kocası tarafından boşanmamışsa o takdirde daha iddeti yani şer-i bekleme müddeti devam ettiğinden kocasını yıkayabilir. Şu halde kocası onu ölmeden boşamış veya öl­dükten sonra kocanın oğlu veya babası kadına şehvetle dokunmuşsa o zaman yıkayamaz.

Şafıilere göre kadın rec-i veya bain talakla boşanmamışsa karı koca birbirlerini yıkayabilirler. Eğer böyle bir boşama olmuşsa bir­birlerini yıkamaları uygun değildir. Bu görüş aynı zamanda îmam Malik'in görüşüdür. Hanbelilere göre ise rec-i talakla boşanan kadı­nın kocasını yıkaması caizse de bain talakla boşananın yıkaması ca­iz değildir.

Ölen bir kişiyi yıkayacak erkek bulunmaz da kadın bulunursa ölen, kadının mahremi ise kadın eline bir bez geçirmeden ona te­yemmüm verir. Yabancı ise kadın eline bir bez geçirerek öylece te­yemmüm verir ve yaptığı zamanda gözlerini yumar. Seferde bir erkek kadınlar arasında ölürse bakılır erkek olarak bir kafir bulunursa ka­dınlar ona cenazeyi yıkamayı öğretirler. Şayet kafir yıkamazsa ka­dınlar arasında ergenlik çağma girmemiş bir kız çocuğu varsa ona ö-ğretilerek cenaze yıkanılır.

Yolculukta ölen bir kadının yanında kafir bir kadından başka biri yoksa veya ergenlik çağma girmemiş bir erkek çocuk bulunursa her ikisinden biri yıkamayı biliyorsa yıkar. Bununla beraber müs-lüman erkek bulunuyorsa o kafir kadına yada ergenlik çağma girmemiş çocuğa yıkamayı öğretir ve kendisi yıkama işi bitinceye kadar uzaklaşır.

Hem erkeklik hemde dişilik organı bulunan kimse "hünsa-müş-kil"dir. Eğer ergenlik çağma girmişse onu yıkamayı ne erkek nede kadın yıkar. Örtülü tutularak o biçimde teyemmüm verilmekle yeti-nilir. Hünsa-müşkilde ne kadını nede erkeği yıkayabilir. [125] Velisi müs-lüman olan bir kafir öldüğünde o zaman o kafirin velisi onu murdar bir elbiseyi yıkar gibi yıkar. Bir bezin içine sarıp açtığı bir çukura gö­mer. İslam kanununa göre amel etmezse şu halde onu ne sünnetle nede kafir gibi yıkayıp kefenleyip defneder. [126]

Babası kafir, oğlu müslümansa oğlu öldüğünde o kafirin oğlu­nu müslümanlarm yıkayıp defnetmesi lazımdır. Yıkaması ve tekfini için babasına verilmez.[127] Yolculukta ölen bir kimseyi yıkayacak te­miz bir su bulunmazsa toprakla teyemmüm verilir ve ondan sonrada namazı kılınarak defnedilir. [128] Teyemmüm yapıldıktan sonra temiz su bulunursa o zaman İmam Ebu Yusuf a göre yeniden yıkanıp namazı kılındıktan sonra defin işi yapılır. [129]

Ölüyü yıkadıktan sonra tarife göre bir beze sarıp defnetmek farz-ı kifayedir. Müslümanların bir kısmının bunu yerine getirmesiy­le diğer müslümanlarm üzerinden vazife kalkmış olur. Şu halde hiç kimse ölüyü tekfiniyle meşgul olmazsa hepsi birden günahkar olur.[130] Erkeğin kefeni üç parçadan meydana gelir; Hfafe, kamis ve izar.

Lifafe, baştan ayaklara kadar örtecek bir parçadır. Kamis, o-muzdan ayak uçlarına uzanan bir parçadır. İzar ise, baş ve ayakları aşacak uzunlukta bir parçadır. [131] Kefenin yensiz, cepsiz ve kolsuz ol­ması sünnettir. Kefen de başa sarılan yada konulan sarık ve benzeri şeyler yoktur. Ancak hicri beşinci asırdan sonra bazı fukahalara gö­re ilim adamları kefenlenîrken başlarına beyaz sarık sarılması İstis­na olarak cevaz vermişlerdir. Budurumda sarığın teylesani yüzüne doğru sarkıtılır. Erkeğin kefeni izar ve lifafe denilen iki parçayla yeti-nilerekte yerine getirilebilir. Fakat imkan varsa bir tek parçayla sar­mak mekruhtur.

Kadın için sünnet olan kefen, gömlek yani diri, himar, izar, li­fafe, hırka ve baş örtüşüdür. Hırkada göğsüne bağlanan bir bez parçasıdır. Hırkanın göğüsle göbek veya göğüsle diz kapaklarını örtecek genişlikte olması daha uygun olur. [132] Hünsa-müşkilin kefenide ka-dmlarmki gibidir. Buluğ çağma girmemiş olan bir çocuğun kefeni bir parça, kız çocuğununsa iki parçadır. Ancak her ikisine de ergen ki­şilere sarılan miktar sarılmasında bir beis yoktur.

Kefenin bezden ve beyaz olması daha uygundur. Keten, pamuk ve benzeri şeylerden olması fark etmez. Yalnız bu zamana göre ka­put bezi veya patiska olursa daha uygun olur. Erkekler için renkli, ipekli kkumaşlardan kefen kullanmak mekruhtur. Kadınlar içinse hayattayken sosyal ve ekonomik durumları dikkate alınarak zikrolu-nan parçalardan kefen yapmak caiz olur. Fakat beyaz kefen kullanıl­ması daha uygundur.

Varisler arasında kefen adedinde ihtilaf olsa üç kefene sarılma­sı gerekir Çünkü üç kefene sarılması sünnettir. Kefenlemenin tertibi şöyledir; erkek için evvela lifafe düz bir yere serilir. Lifafenin üzerine izar serilir. Meyyit gömleklenir ve izar üzerine konur. Hayatta olduğu gibi önce izarın sol tarafı sonrada sağ tarafı meyyitin üzerine dürü-lür. Bundan sonra lifafede izar gibi evvela sol tarafı sonra sağ tarafı olacak şekilde dürülür.

Kadının üzerine"dir" yani gömlek giydirilir ve saçı iki bölük ya­pılıp dir'in üstüne göğsünün üzerine konulur. Hımarıda dir'in üze­rine lifafenin altına konur. Eğer kefenin çözülmesinden korkulursa baş ve ayak uçları bağlandığı gibi bel kısmmdanda dikişsiz bir bezle bağlanır. Bu şekilde yerine getirildikten sonra hırka denilen parça göğüs tarafına gelecek şekilde sarılıp bağlanır. Bu kefenler sarılma­dan bir, üç yada beş defa güzel kokuyla tütsülenir. Beşten fazla ya­pılması uygun değildir. Sahih rivayetlere göre meyyit üç yerde tütsü­lenir:

a- Ruhu çıktıktan sonra buhur ve onun gibi güzel kokular kul­lanılır.

b-Yıkanırken yıkayanların rahat çalışması için güzel kokularla tütsülenir.

c- Kefenlenirken güzel kokularla tütsülenir.

Ölen kişinin borcu bulunursa ve onun malıda varsa o maldan evvela kefen ve teçhizleri yapılır sonra borçlan verilir. Fakat rehin satışı kendisinden kalmış olan malında olursa o zaman bu maldan ne kefen ne de vasiyeti için harcanır. Evvela bunların sahipleri tesbit edilerek verilir. Eğer o maldan ölüye geriye fazla kalırsa o zaman ke­fen ve diğer lüzumlu masraflar yapılır.

Ölen kimse geriye hiçbir mal bırakmamışsa ölünün kefen ve teçhizi harçlığı üzerine vacip olan yakınları tarafından karşılanır. İmam Ebu Yusufa göre ölen kadın geriye hiçbir mal bırakmadığı takdirde kadının kefen ve teçhiz masrafı kocasına vacip olur. Eğer koca ölürse ondan da bir mal kalmamışsa kadın zengin olsa bile ko­casının masraflarını karşılamak zorunda değildir.

Şu halde öyle masraf icma-i ümmet ile zengin olan kocanın ha­nımına lazım gelmez. Ancak üzerine vacip olmasa bile karı koca bir­birlerinin masraflarını karşdamalıdırlar. Hatta ve hattaki büyük bir sevap vardır. Zira Resuli Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

Sizden biriniz din kardeşinin yakını olup tekfin ve teçhiz işleriy­le meşgul olduğunda onun kefenin güzel biçimde yerine getirsin."

Ölen kimse geride mal bırakmadığı gibi kendisine sahip çıka­cak olan bir adamıda olmazsa o zaman onun tekfin ve teçhizi beytül-maldan yani devlet hazinesinden karşılanır. Şayet beytülmalda bu­nu karşılayacak bir şey yoksa o zaman müslüman zenginlerin bu görevi yapmaları gerekir. [133]

ölmüş olan kimse sahipsizse bu adamın kefen ve teçhizine ye­tecek kadar para müslümanlardan toplanır ve bu işe sarfedilir. Şa­yet bundan geriye para artarsa sahibine iade edilir. Eğer sahibi bu­lunmazsa başka kimsesizler için sarfedilmek üzere muhafaza edilir. Eğer bunada imkan yoksa fakirlere dağıtılır. [134]

Müslümanm müslüman üzerine görevlerinden birtaneside müs­lüman kardeşinin cenazesini taşımasıdır. Zira Peygamberimizin (sav) sünneti böyledir. Cenazeyi taşıyan kişiler sevaba nail olurlar. Cenaze tabuta konduğunda dört köşesinden birer müslümanm taşıması eh­vendir. Cenaze taşıması ikiye ayrılır;

a- Sünnet olan taşıma.

b- Kemal derecesindeki olan sünnet taşıma.

Birincisi tabutun sıra ile dört ucundan tutup onar adım taşın­masıdır. İkincisiyse taşıyıcının önce tabutun ön kısmına geçip sağ omuzuna gelecek şekilde taşıması, sonra ayak ucuna gelip yine sağ omuzuna gelecek şekilde taşıması, sonra ön kısmına geçip bu kez sol omuzuna gelecek şekilde taşıması, sonrada ayak ucuna (arkaya) doğru gelip yine sol omuzuna gelecek şekilde taşımasıdır.

Zira İbni Mesud (râ) şöyle rivayet etmiştir: " Cenazeyi kabre ta­şımak isteyen kişi tabutun dört ucuna sırayla tutup taşısın. Zira böyle yapmak sünnettir. [135]

Resuli Ekrem (sav) efendimizde şöyle buyurmuştur:

Hastayı sorun, cenazeyi takip edin. Kabre kadar yürüyün. Bu size ahireti hatırlatır. [136]

İki veya bir yaşındaki çocuk öldüğünde yıkandıktan sonra ke­fenlenir bir halı veya ona benzer bir şeyin üzerine konur. Daha son­ra bu cenazeyi bir adamın elleri üzerinde taşıması caizdir. Şayet el üstünde taşınmayacak kadar büyükse yukarda belirtildiği şekilde tabuta konularak taşımak gerekir.

Bir ölüyü yıkayıp kefenledikten sonra namazını kılıp vakit kay­betmeden kabre götürerek defn işini yapmak sünnettir. Zira cenaze­yi götürürken eğer eller üzerinde götürülüyorsa tabutu fazla hareket ettirmemek şartıyla acele etmek caizdir. Zira Resuli Ekrem (sav) şöy­le buyurmuştur: "Cenazeyi definde acele ediniz. Eğer iyi bir insansa bu onun için hayırlıdır. Onu hayra takdim etmiş olursunuz. Bundan başkasıysa, o serdir. O şerri bir an önce omuzlarınızdan indiriniz. [137]

Cenazeyi kabre götürürken arkadan takip etmek daha iyi olur. Şayet arada bir mesafe bırakarak önden yürünürse caizdir. Cemaa­tin hepsinin tabutun önünden yürümesi mekruhtur. Ahmed bin Hanbel ve diğer sünen sahiplerinin tesbitine göre bazen, Peygamber efendimiz (sav), Hz Ebu Bekir ve Hz Ömer cenazenin önünden yü­rümüşlerdir. Bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz (sav) şöyle bu­yurmuştur:

"Süvari olan cenazenin ardından yürür. Yaya olansa hem arka­sından hemde önünden yürüyebilir."

Eğer cemaat kalabalık değilse cenazenin sağından ve solundan yürümek daha iyi olur. Müslüman kardeşimizin cenazesini kabre kadar götürmek nafile namazdan daha hayırlıdır. Bu hususen cena­ze dost ve akrabadan olursa daha evladır. Günümüz şartlarında mo­torlu araç kullanmak cenaze esnasında atlı olmak gibidir. Bazı araç­ların cenaze arabasının önünden gitmesinde beis yoktur. Fakat ek­serisinin cenazenin arkasından takip etmesi müstehaptır.

İnsanın yakın akrabası ve eşi-dostu öldüğünde ister istemez göz yaşı döker ve üzülür. Resuli Ekrem (sav) efendimizde oğlu İbra­him öldüğünde ağlamış ve bunu soranlara: "Bu insanın evladına kar­şı olan merhametinin eseridir. Allah'ın hükmüne karşı söyleyecek sö­zümüz yok" buyurmuştur.

Bunun için bütün imamlar bağırıp çağırarak ağlamayı, saç yol-rnay1' yaka-paça yırtmayı, dizlere vurup ağlamayı doğru bulmamış­lardır.

Müctehid imamlar dizlere vurup ölçüsüz hareketlerde bulun­mayı mekruh saymışlardır. Zira Resuli Ekrem (sav) efendimiz şöyle buyurmuşdur:

Ümmetimden cahiliye devri adetlerinden dört şey vardır; soylu­lukla övünmek, soya sövmek, yıldızlardan yağmur dilemek ve ölü için sesli ağlamak. [138]

Ölü için ağlamamız hususunda Resuli Ekrem (sav) efendimiz bizden söz aldı. [139]

İki ses varki hem dünyada hemde ahirette mel'undur: Nimet zamanında zurna çalmak, musibet anında bağırıp-çağırarak ağla­mak. [140]

Cenazeyi mum, ateş ve bunlar gibi ışıklarla takip etmek İslam dini tarafından yasaklanmıştır ve mekruh kılınmıştır. Zira böyle şey­lerin yapılması cahiliyye adetlerindendir. Kabirlere, türbelere, yatır­lara mum dikmek tahrimen mekruhtur. Zira bu cahiliyye adetlerin­den kalma çok kötü adetlerden bir tanesidir.

Hanefılere göre cenazeyi takip etmemek daha evladır. Onlardan bazısı bunu mekruh görmüştür. Malikilere göre sesli ağlamamak şartıyla yaşlı kadınların cenazeyi takip etmesinde kerahat yoktur. Cenaze geçerken ayağa kalkılmaz. Fakat onu takip eden kimse kal­kabilir. [141] Zira "Resulullah (sav) efendimiz bize önce cenazeye kalkılmasını emretmiş daha sonra almış olduğu ilahi işaretle kendisi kalkmamıştır ve etrafındakilerde cenaze geçtiğinde ayağa kalkmamış­tır. [142]

Yine Hanbelilere göre namazgahta cenazeyi bekleyenler cenaze geldiğinde ayağa kalkmazlar. Ancak musallaya konulduktan sonra kalkarlar. Ancak cenazeyi musallaya koymak için bir kısım kimsele­rin kalkıp taşıyıcılara yardımcı olmalarında bir beis yoktur. İşte bun­dan dolayı fukahanın bir kısmı bu durumda cemaatin ayağa kalk­masında bir sakınca görmemiştir.

Cenazeyi kabre götürürken cemaatin susması sünnete daha uygun olur. Ama zikretmek yahut Kur'an okumak olursa bunu da gizli yapmak gereklidir.

Cenaze kabre götürülüp kabre konulunca cemaat isterse otu­rabilir. Ayakta durmalarında bir kerahat yoktur. Fakat daha omuz­lardan yere indirilmeden oturmak mekruhtur. Zira bu ölüye saygı­sızlık olur. Bazı alimlere göre Ölünün üzerine toprak atılmaya başla­nıldıktan sonra oturmak daha iyi olur. Çünkü bu ölüye saygı de­mektir. Cenazeyi kabristana ücretle araba tutup taşımak caizdir. Şu halde gerek şehirlerde gerekse kasabalarda kabristan şehrin dışında olursa ücretle araba tutup cenazeyi taşımak daha uygundur.

 

Cenaze Namazının Kılınışı:

 

Cenaze namazının farziyeti icma ile sabittir. Bu icmanın senedide şu ayet-i kerimedir:

Onlar üzerine namz kıl; Senin duan onlar için bir rahmet­tir. [143]

Cenaze namazının farziyetini inkar eden kafir olur."Zira, onla­ra dua et" kavli ile Resulullah (sav)'in fıili'ni inkar etmiş olur. Cena­ze namazını kabristanda kılmak doğru olmaz. Cenaze namazını cad­delerde ve halkın mülkü olan arazi içinde kılmak mekruhtur. Gaip bir meyyit üzerine namaz kılmak caiz değildir. Zira kıble cihetinde inhiraf yani başka tarafa meyletmek meydana gelir.

Mesela meyyit doğu tarafında olsa namazda kıbleye dönülünce meyyit arka tarafta kalır. Şayet meyyite doğru dönülürse kıble arka tarafta kalır. Cenazeyi teşyi edenlerin namazını kılmadan dönmeleri gerekir. Cenaze namazı kılmalarına mani olan bir şey varsa o zaman cenaze sahibinden izin almaları iyi olur. Bir kısım müslümanlar cenaze kılarken diğerlerinin namaza iştirak etmemeleri düşünülecek, açınılacak bir durumdur. Ölen müslümanm cenaze namazını kılmak farz-ı kifayedir. Yani bir belde, kasaba ve köyde birkaç kişi bu farzı yerine getirecek olursa diğerlerinin üzerinden kalkmış olur.

Hatta ve hattaki cenaze namazını kadın bile kılsa farz-ı kifaye olarak kabul olur (Fetavayı Hindiyye). Şu halde cenaze namazını cemaatin kılması şart değildir. Yalnız imamın veya cemaatin içinden bir kişinin kılması yeterlidir, ölünün alnına veya sargısına veya ke­fenine ahdname yani iman üzerine, ahd-i ezeli üzere sabit bulunmuş olduğuna dair bazı mukaddes kelimeler yazılması takdirinde Allah'u Tealanm mağfiretine nail olacağı umulur denilmiştir. Ancak bu ke­limelerin mesela, kelimei tevhidin kabir içinde kalıp bilahare çiğnen­mesi veya meyyitten akacak mayiler içinde kalması muhtemel oldu­ğundan mahzurlu olduğu meydandadır.

Fakat meyyitin gaslinden sonra tekfininden önce alnında mü­rekkeple değilde yalnız şehadet parmağıyla "Bismillahirrahmanirra-him", göğsü üzerinede "Lailahe illallah" yazılması uygun görrülmüştür. Cenaze yıkamak Hz Adem'den kalmıştır. Yeryüzünde ilk cenaze namazını Hz Adem kılmıştır. Übey bin Ka'b (ra)'dan rivayet edildiğine göre Hz Adem (as)'m vefat edeceği zaman melaikei kiram yanlarında kefen ve koku ile kazmakürek ve zembille Hz Adem'in yanına gel­diler.

Hz Adem'in ruhunu kabzettikten sonra onu yıkadılar, kefenle­diler, kokuladılar, kabrini kazdılar. Meleklerden biri öne geçti diğer­leri arkasında durdu. Hz Adem (as)'ın oğullarıda onların arkasında saf durdular ve cenaze namazını kıldılar. Meleklerden biri kabre gi­rip Hz Adem'i kabre koyup üzerine kerpiçle kapattılar ve kabrin için­den çıktılar. Üzerine toprak çektiler. Sonra: "Ey Ademoğulları! İşte ölüleriniz hakkında tutacağınız yol budur" dediler.

Peygamber efendimiz (sav) tarafından ilk defa kabrin üzerinde cenaze namazı kılman ensar nakiblerinden ilk vefat eden Bera bin Ma'rur'dur. Bera bin Ma'rur ensarm reislerinden ve on iki nakiple-rinden biridir. Bera bin Ma'rur sefer ayında Peygamber efendimiz (sav) Medine'ye gelmeden bir ay evvel vefat etmiştir. Resulullah (sav) de Medine'ye geldiğinde bu zatın kabrine gitti, kabri üzerinde ashabı ile beraber saf bağlayıp cenaze namazını kıldılar.

Allah'ım ona mağfiret et, ona rahmet lütfet ve ondan hoşnut ol" diye dua ettiler. îbni Hişam (ra)'m İbni İshak (ra)'dan naklettiğine gö­re Mescid-i Nebevi inşa edilirken Es'ad bin Zürare (ra) vefat etmiştir. Peygamber efendimiz (sav) tarafından kılınan ilk cenaze namazı zik­rettiğimiz iki zattan birinin ya naşına yahut kabrine olmuştur. İbni

Hişam (ra), İbni İshak (ra)? İbni Sad (ra) müslimde geçen bir hadisi şerife göre gıyaben kendisine Peygamber efendimizin (sav) namazını kıldığı kişi Habeş kralı Adhama'dır demişlerdir.

Teberani'ye göre hicretrin dokuzuncu yılında Mekke'nin fethin­den evvel diyenler vardır. Ancak fukaha arasında gaibe namaz kı­lınması hususunda ihtilaf vardır. Yalnız Hanefîlere göre gıyabi na­maz kılmak caiz değildir.

 

Çocuğun Üzerine Cenaze Namazı Kılınması İçin Beş Şart Gereklidir

 

1- Aklı erdiği halde yani yedi yaşlarında İslam ile muttasıf olur.

2- Babası müslüman olur. Oda ona bakılarak müslüman sayı-

3- Annesi müslüman olur. Oda ona bakılarak müslüman sayı­lır.

4- İslam memleketinde yani darı İslama gider ve oraya tabi o-lursa müslüman sayılır.

5- Ona bir müslüman sahip olur. Malik olan müslüman saye­sinde oda müslüman olur.

Kafir; küfür sahibi kimsedir. Küfür nimet verenin nimetini in­kar suretiyle veya amel yolu ile ona muhalefet halinde örtmektir. Küfür imanın zıddı olduğu gibi kafîr'de müminin zıddıdır.

Bir müslümandan hamile kalan bir zımmi kadın veya yahudi bir kadın öldüğünde çocuk karnında olarak nereye defn olunur? Bu­nun hakkında en sahih cevap şöyledir; müslüman ve kafir mezarlığı arasında ayrı bir yere gömülür. Fakat çocuk ananın bir cüzü olduğu için onun dindaşları arasına defnedilir. Kadının sırtının kıbleye doğ­ru olması çocuğun yüzünün kıbleye doğru olmasını gerektirir. Zira çocuğun yüzü annenin sırtına dönüktür görüşünde olanlar vardır.

Başka bir kavle göre çocuğa tabi olunmak suretiyle İslam kab­ristanına defnedilir. Fakat kadının cenaze namazı kılınmaz. Bir müslümanm hamile olmayan zımmi hristiyan veya yahudi gibi gayri müslim olan kimsenin karısı öldüğünde gayri müslim mezarlığına defnedilir.

Ebu Hureyre (ra) buyuruyorki:

Üzerinde borç bulunan bir cenazeyi getirdiklerinde Resulullah (sav) efendimiz borcunu karşılayacak bir mal bırakıp bırakmadığım sorar, olumlu cevap alınca müslümanlara arkadaşınızın namazını kı­lın diye emreder, kendisi kılmazdı."[144]

Resuli Ekrem (sav) efendimiz bu mübarek sözüyle kul hakkınının önemini, borçlu ölmenin çok kötü olduğunu anlatmak istemiştir.

Bir kimse evinden cenaze ile beraber çıksa, onun namazını kılıp defnedilinceeye kadar onu takip ederse kendisine sevaptan iki kırat vardır ki her kırat Uhud dağı gibidir. Kimde cenaze namazını kıldıktan sonra onu takip etmeyip evine dönerse önada Uhud kadar ecir var­dır. [145]

 

Cenaze Namazının Şartı:

 

1- Ölenin yıkanmış bulunması.

2- Ölenin müslüman olması.

3- Kıbleye yönelmiş olması ve avret yerlerinin kapalı olması.

4- Namaz kılacak olan kimsede bu üç şarta ilaveten gibi vakit namazları için şart ve farz olan her şeyin bu cenaze namazı içinde şart ve farzdır.

Cenazenin yıkanması mümkün olmazsa o vaziyette gömülür ve onun kabri üzerinde namaz kılınır. Zira bunda zaruret vardır. Zaru­ret olmadan bir cenazeyi yıkanmadan namazı kılınıp defnedilirse o zaman namazı kabir üzerinde iade edilir. Zira ilk kılman namaz ge­çersizdir. Musallinin temiz olması şart değildir.

Şu halde tabut necis olan bir yere konulursa cenaze namazını kılmak sahih olur. Zira musallinin temiz tutulması sünnettir.

Bütün müslümanlarm cenaze namazı çocuk, kadın, erkek, hür, köle, büyük, küçük ayırd edilmeksizin kılınır. Çocuk doğarken eğer ölmüşse ve çocuğun tamamı yada çoğu dışarı çıkmışsa namazı kılı­nır. Eğer çocuğun az bir kısmı çıkarsa ve çoğunluğu ana rahminde kalmışsa namazı kılınmaz. Şayet yarısı çıkmışsa ve başıyla beraber-se kesinlikle namazı kılınır. Ancak başı olmazsa namazı kılınmaz.

Devlete karşı baş kaldıran kişiler müsademe ortasında güven­lik kuvvetleri tarafından öldürülecek olurlarsa namazları kılınmaz. Eğer yol kesenlerde bu suçlarından dolayı yakalanmak istenilirler-ken çatışma ortasında öldürülürlerse onlarında cenaze namazı kılmak caiz değildir. Gayri müslirn bir ülkede müslüman bir kimsenin eline o ülke halkından bir çocuk geçtikten sonra ölürse ev sahibine tabi olarak namazı kılınır. [146]

Ana-babasmı öldüren kişinin namazı kılınmaz. Zira Allah'a ita­atten sonra ana-babaya itaat emredilmiştir. Bir kimse düşmanla sa­vaşırken veya nefis müdafası yaparken hata edip kendisini öldürür­se o kimsenin hem namazı kılınır hemde yıkanır. Bu görüşte.tüm imamlar ittifak etmişlerdir.

İmam Ebu Hanife ile İmam Muhammed'e göre intihar edenin namazı kılınır. Fetvada bu iki imamın kavline göredir. En dorğrsuda budur. İmam Ebu Yusuf a göre intihar edenin namazı kılınmaz. Zira intihar büyük günahlardan biridir. Daha çok inanç zayıflığından ve iradesizlikten ileri gelir. İslam hukukuna göre idam edilen kimsenin namazı kılınır ve diğer müslümanlar gibi defnedilir. İslam devlet başkanının emriyle idam edilen kimsenin İmam Ebu Hanife'den ya­pılan bir rivayete göre namazı kılınmaz.

Hangi sınıftan veya ırktan olurlarsa olsunlar müslümanlar bir­birinin kardeşidir. Bunun için hükümdarla tebanın arasında fark yoktur. Bundan dolayı ölen bir müslümanın cenaze namazını hü­kümdar hazır olursa onun kıldırması, değilse kadının kıldırması oda hazır değilse öleninn en yakını veya onun müsade ettiği cami veya mahalle imamının kıldırması daha uygundur.

Fetavayı Hindiyede şöylece kabul edilmiştir. En büyük imam yani halife hazır olursa o kıldırır. Hazır değilse vali, oda değilse kadı oda hazır değilse beldenin asayişinden sorumlu tutulan yetkilisi, oda hazır değilse mahalle imamı, oda hazır değilse ölenin en yakını kıl­dırmaya layık olur. Fukahanın ekserisi bu şekilde amel edilmesini tavsiye etmişlerdir. Baba daha yakın olmazsa bile ölenin oğluna tak­dim edilir. Zira ölenin oğlu onun babasından daha yakındır. Her üç imamın gürüşüde böyledir.

En sahih gürüşe göre kadın her ne kadar cenaze namazı kıla-bilirsede ölenin akrabası bulunması sebebiyle imam olup namaz kıl­dırmasına bir hak tanınmamıştır. Ergen çağına yetişmeyen çocuk­larda böyledir. Ölenin yakınlarından ikisi aynı derecede bulunursa yaşı büyük olan öne geçer. Biri diğerinin iznini almadan başkasını bu hususta gÖrevlendiremez.[147]

Bir kimse hayattayken "beni filan yere gömün" veya "beni filan kişi yıkasın" gibi vasiyetlerde bulunsa bu kimsenin vasiyeti muteber değildir. Varisler isterlerse yerine getirirler, isterlerse yerine getirmezler. Şayet yerine getirmezler s e günahkar olmazlar. Bir kimse ha­yattayken "beni filan yere götürün ve beni orada defnedin" veya "be­ni filan imam yıkasın" gibi vasiyetlerde bulunsa bu şekilde olan vasi­yetleri muteber değildir.

Hanefi fukahalara göre kadın öldükten sonra kocanın velayeti onun üzerinden kalkıyor. O zaman kadının akrabası cenaze namazı­nı kıldırmaya kocadan daha haklıdır.[148] Eğer kadının akrabası olmaz­sa o zaman kocanın kıldırması daha iyi olur.[149] Ölen bir kadının ko­cası ve öz oğlu birlikte hazır bulunurlarsa o kadının cenaze namazı­nı kıldırmaya öz oğlu daha layıktır. Fakat bu hakkı kendi rızası ile babasına bırakmalıdır. Zira oğlun baba önüne geçmesi mekruhtur. Ancak kadının öz, adamın üvey oğlu ise o zaman öne geçmesinde bir sakınca yoktur. [150]

Ölenin namazı bir sefer kılınır. Nafile olarak ikinci sefer tek­rarlanması ise meşru bulunmamıştır. Şu halde halife, vali, kadı veya mahallenin görevli imamı cenaze namazını kıldırmamış rast gele bir kimse kıldırmşsa o zaman bir daha iade ettirme hakkı vardır.

Cenaze namazında okunacak şeylerin gizli okunması vaciptir yalnız tekbirler aşikar olarak getirilebilir. Cenaze namzında kıraat yoktur dua vardır.[151] Kur'an'dan bir şey okunmasmdada bir sakınca yoktur. Cenaze namazında selam verilirken ölü kasdedilmez. Şu hal­de sağa selam verilirken sağdakiler, sola selam verilirken soldakiler kasdedilir.

Cenaze namzında eller, sağa ve sola selam verilirken çözülerek serbest bırakılır. Zaten vakit namazlarında da öyledir. Yani vakit na­mazlarında sağa ve sola selam verilmeden eller nasıl dizlerden kal-dırılmazsa cenaze namazında da öyle olur. Bu şekilde yapmak na­mazın âdabmdandır. Cenaze namazı kılarken sadece birinci tekbirde eller kaldırılır bu kaldırmada İmam olsun cemaat olsun fark yoktur. Akşam namazı vaktinde cenaze hazır olursa evvela akşam namazı­nın farzı sonra cenaze namazı daha sonrada akşamın sünneti kılı­nır.

 

Cenaze Namazı

 

Yıkanıp hazırlanan Müslüman bir ölü, ön tarafa konarak onun namazı kılınmak üzerine Müslümanların abdest almaları ve kıbleye yönelmiş bulunmaları Farz-ı Kifayedir. Cenaze namazının şartı niyettir, bu niyetle ölünün erkek veya kadın, kız çocuk veya oğlan olduğu açıklanır. İmam ise; Allah Teala'nın rızası için, hazır olan cenaze namazını kılmaya ve o cenaze için dua etmeye niyet ederek namaza başlar. İmamete niyet etmesi lazım gelmez. İsterse cemaat içinde kadın olsun veya olmasın fark yoktur. Cemaatler Allah rızası için o cenaze namazını kılmaya ve onun için duaya ve imama uymaya niyet eder. Mevta erkek ise; "şu erkek için", kadın ise; "şu kadın için" diye duaya niyet edilir. Çocuklar için de bu surette niyet getirmek lazım gelir. Cemaatten biri ölünün kadın mı erkek mi, büyük mü, küçük mü olduğunu bilmediği taktirde, "üzerine, imamın namaz kılacağı ölüye, imamla beraber namaz kılmaya ve dua etmeye" diye niyet getirir. Cenaze namazının rükünleri, kıyamla beraber tekbirdir. Sünnetleri ise hamd-ü senadır ve selatü selam getirmek, hem ölüye hem de diğer Müslümanlara dua etmekten ibarettir. Bazılarına göre duada rükündür.

Cenaze namazı şöyle kılınır; cenazeye karşı ve kıbleye yönelik olarak saf bağlanır, niyet edilir, imam ellerini namazda olduğu gibi bağlar, cemaat de gizlice tekbir alarak ellerini bağlarlar. Bu Tekbir bazı zatlara göre rükündür, bazı zatlara göre de şarttır. Bu tekbirin arkasından hem imam, hem de cemaat Sübhaneke'yi okurlar "ve celle seneüke" yi de eklerler. Sonunda ellerini kaldırmaksın, "Allah-ü Ekber" diye imam aşikare tekbir alır, cemaat de ellerini kaldırmak­sın gizlice tekbir alır. Bundan sonra hepsi gizlice "Allahümme Salli ve Allahümme Barik" dualarını okurlar, tekrar aynı şekilde "Allah-ü Ekber" diye tekbir alınır. Bu defa da ölüye ve diğer mü'minlere giz­lice dua edilir. Bu duadan sonra yine Allah-ü Ekber deyip tekbir alı­nır ve arkasından, önce sağa daha sonra sola imam olan zat yüksek sesle, cemaat ise gizlice selam verirler. Bu şekilde cenaze namazı tamam olur. Bu vacib olan selam ile ölüye, cemaat ve imama selam verilmesine niyet edilir.

Bu namazda rukü ve secdeler bulunmadığı gibi, Kur'an oku­mak ve teşehhüd de yoktur. Dua kasdıyla Fatiha okunması caizdir. Zira îbn-i Abbas (ra) cenaze namazında Fatiha okumuş ve "bunun sünnet olduğunu bildirmiştir.[152] Şafilerce Fatiha okumak farzdır. İlk tekbirden sonra okunması daha faziletlidir. Hambelilere göre ise bir rükündür. Birinci tekbirden sonra Fatiha'nın okunması vacibdir. Malikilere göre Fatiha'nın okunması tenzihen mekruktur.

Cenaze namazının sünnetleri dörttür;

İmam olan zat cenazenin göğsü hizasına durur. Bu namazda, erkek, kadın, küçük, büyük arasında bir fark yoktur.

Birinci tekbirden sonra Sübhaneke Allahümme" dua­sının, "Ve celle senaük" kısmıyla birlikte okunması lazım gelir.

İkinci tekbirden sonra, Peygamber (sav)'e selat getirmek.

Allahümme Salli ala Muhammedin ve ala ali Muhammedin, Kema Salleyte ala İbrahime ve ala ali İbrahime İnneke Hamidün Mecid."

Bundan sonrada; Barik duası okunur.

Üçüncü tekbirden sonra ölüye, kendi nefsine ve Müslümanlara dua etmek, duanın Ahirete ait olmasından başaka bir şartı yoktur.[153] Şu halde Hz. Peygamberden rivayet olunan duaları okumak daha güzel ve uygundur. Bu dua da şudur. ölü erkek çocuk ve aslen mecnun ise, yukarıdaki duada geçen "ve men teveffeytehü minna Feteveffehü a alel iman" cümlesinden sonra şöyle dua edilir.

Allahümmec alhü lena şafian müşeffe'a...

Anlamı; "Allah'ım! onu bize, önden gönderilmiş bir sevap sebe­bi kıl. Onu bize hazırlıkçı yap. Onu bizlere bir şefaatçi ve şefaati ka­bul edilmiş kimselerden yap.

Allahümmecal hü lena feratan. Allahümmecalhü lena ecran ve zicren. Allahümmeğ fırli hayyina ve meyyitina ve şahidina ve ğaibina ve zekerina ve ünsana ve seğirina ve kebirina, Allahümme men ahyeytehü minna Feahyihi alel islami, vemen teveffeytehü minna feteveffehü alel iman, ve husse hazel meyyite, birrevhi verrahhati ve mağfireti verrıdvan. Allahümme in kane muhsinen fezid fi ihsanihi ve in kane müsien fetevacez anhü ve lakkıhil emne vel büşra vel ke­ramete vel zülfa. Birahmetike ya Erhamer Rahimin"

Anlamı; "Allahım! Dirilerimizi, ölülerimizi, mevcud olanlarımızı, gaib olanlarımızı, erkeğimizi, dişimizi, çocuklarımızı ve büyüklerimizi mağfiret buyur. Allah'ım! bizden yaşatttıklarım İslam üzere yaşat. Bizden Öldürdüklerini de iman üzere öldür. Özellikle bu ölüyü ko­laylığa, rahata, mağfirete ve rızana erdir. Allah'ım! Eğer bu ölü, muh-sin ise, (yani iyilik etmiş kimselerden ise) ihsanını artır. Eğer gü­nahkar ise onu bağışla, ona güven ile sevinç ve iyilik ver, onu Rah­metine yakın kıl. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi..."

Eğer cenaze kadınsa, hussa'dan yani emirden sonraki zamirler müennes okunur.

Duayı bilmeyen kimse kolaylarına gelen başka duaları okuya­bilirler. Mesela. ayetini okusa yeterli­dir.

Şöyle de dua edebilirler.

Cenaze namazının asıl rüknü olan tekbirler, anlatıldığı gibi üç­tür, birinci tekbirle beraber dört eder. Şayet imam beşinci bir kekbir getirirse cemaat buna uymaz.

Cenaze namazında cemaatin bulunması şart değildir, şu halde bir erkeğin veya bir kadının, cenaze namazını kılması ile de bu farz yerine getirilmiş olur. Cenaze namazı cemaatle kılındığı zaman imam olmaya en çok hak sahibi bulunan, en geniş yetkiye sahip idareci­lerdir. Ondan sonra Cuma namazı kıldıran imam gelir. Ondan sonra da iyi hal sahibi bulunan mahalle veya kabile imamıdır. Bundan sonrada, ölünün veraset sırasına göre velisi bulunanlardır. Bir veli kendisine namaz kılma sırası gelmişse, başkalarına namaz kıldırma izni verebilir. Derecesi önde olmayanlardan birisi velinin izni olma­dıkça namaz kıldıramaz. Şayet kıldıracak olsa, veli yeniden namaz kılabilir ve başka bir cemaate de kaldırabilir. Fakat başkaları yeniden kıldıramaz ve dereceleri eşit olan velilerden biri kıldırınca veya kıl­dırmasına izin verince, diğerlerinin artık kıldırmaya yetkisi olmaz. Zira velayet hakkı her birine tam ve eşit olarak ayrı ayrı sabit olmuş­tur.

ölen bir kadının velisi bulunmazsa, namazı kıldırmaya herkesden önce kocası, sonrada komşuları hak sahibidir. îmam-ı Azam'dan gelen bir rivayete ve Ebü Yusufun görüşüne göre, namazı kıldırmak görevinde, velisi herkesden evvel gelir. (İmam-ı Şafı'nin görüşü de, t-mam Ebü Yusuf un görüşüyle aynıdır).

Bir ölünün namazını yalnız kadınlar kılacak olsalar, bu caiz olur ve farz yerine getirilmiş olur. Fakat kadınların cemaatleri her ne kadar sahih olsa da, teker teker kılmaları müstahab olur.

Birkaç cenaze bir araya gelse, bunların ayrı ayrı namazlarını kılmak daha iyi olur. Hangi cenaze önce getirilmişse, onun namazı önce kılınır. Cenazeler hep beraber getirilmişse, en faziletlisi öne alı­nır, bununla beraber hepsine bir namaz da yetişir. İmamın önünde erkek ölü bulundurulur, diğer ölülerde saf halinde veya birbiri hiza­sında göğüsleri imama karşı olarak sıraya konurlar. Şöyle ki, imama karşı önce erkekler, sonra erkek çocuklar, daha sonrada kadınlar ve daha sonrada kız çocukları konur. İmam olan zat, ölünün göğsü hi­zasına durur, cemaat de hiç olmazsa üç saf bağlar. Cenaze nama­zında safların en faziletlisi en arkada olanıdır.

Cenaze musallaya konulduğu zaman, baş tarafı imamın soluna gelecek şekilde konulmuş olursa, her ne kadar namaz sahih olursa da günah işlenmiş olur.

Cenaze namazına başladıktan sonra gelip cemaate katılan kim­se, hemen tekbir alır, noksan kalan tekbirlerini de dua okumaksızın birbiri peşinden alır, böylece cenaze musalladan kaldırılmadan tekbirlerini tamamlayıp selam verir.

Yine, imamın dördüncü tekbirinden sonra cemaate katılan ki­me, hemen tekbir alarak imama uyar. İmam selam verdikten sonra­da kalan üç tekbirini kaza eder. Fetva buna göredir.

Eğer şiddetli yağmur gibi bir durum olmazsa, cenazeyi camii içine alarak, cenaze namazını orada kılmak, kerahat-ı tenziye kısmına girer. Şayet cenaze ön tarafa konularak, imam ile cemaatin bir kısmı cenaze ile beraber, diğer bir kısmı ise mescit içinde durur. Ve saflar da aynı zamanda bitişik olursa kılınacak namaz mekruh ol­maz.

Mescid-i Haram'ın kendine has özeliği olduğu için, içinde her türlü namazın kılınması, her vakitte kerahatsiz olarak caizdir.

Cenaze namazının kabristanda kılınması mekruhtur. Cenaze namazında kadınların, erkeklerin arkasında durmaları daha faziletli­dir. Zira kadınlar için safların en faziletlisi, en sonda bulunan saftır. Bir cenaze namazında, bir kadın, erkeğin yanında namaza durarak cenaze namazını kılarsa, namazları caiz olur. Zira bu namaz mutlak, yani rükû ve secdeli bir namaz değildir.

Cenaze namazı kılındıktan sonra, kıble yönünde hataya düşül­düğü anlaşılırsa, cenaze namazını bir daha iade etmek gerekir. Fa­kat cemaatin abdestsiz bulunduğu anlaşılırsa, namaz iade edilmez. Zira imamın namazı sahih olduktan sonra cenaze namazının farziyeti yerine getirilmiş olur.

Güneşin batması veya doğması veyahut zeval yaklaşması za­manlarında cenaze namazı kılmak mekruh olur. Şayet bu vakitlerde cenaze namazı kılmış olsalar iade etmeleri gerekmez, böyle vakitler­de cenazeyi defnetmenin mekruhiyeti yoktur.

Namazı kılınmadan defnedilen ve üzerine toprak atılan bir mev­tanın, eğer cesedinin dağılmamış olduğuna kesin bir kanaat varsa, cenazenin hakkını vermek için kabri üzerine namazı kılınır. Şayet yıkanmadan defnolunmuş ise de gene bu şekilde yapılır. Fakat çü-rüyüp dağıldığına dair kuvvetli bir zan olursa, kesinlikle ölünün na­mazı kılınmaz. Diri olarak Dünyaya gelmiş olan bir çocuk veya be­den, ekseri diri olarak çıkan bir çocuk, yıkanıp namazı kılınır. Eğer bu şekilde olmazsa yalnız yıkanır, namazı kılınmaz. Bir mevta yıkan­madan veya yalnız bir organı unutularak yıkanmadan kefene sarıla­cak olsa, aynı zamanda kefeni açılır ve yıkanması tamamlanır. Şayet üzerine namaz kılınmış ise, namaz tekrar iade edilir. Eğer kabre ko­nulmuş, fakat mevtanın üzerine toprak atılmamış ise, gene hüküm aynıdır. Şu halde toprak atılmış bulunursa, bu taktirde kabirden çı­karılması haramdır, ölünün yıkanma işi üzerinden düşer. Fakat kabri üzerine bir daha namazı kılınır. En sahih görüş budur. Eğer kefensiz olarak kabre konulmuşsa hüküm yine böyledir.

Intahar eden yani kendini öldüren kimse üzerine namaz kılınır, imam Ebü Yusufa göre, şiddetli bir ağrıdan veya hata ile olmadıkça, kendini öldüren kişinin namazı kılınmaz. Babasını veya anasını kasden öldüren kimsenin namazı da kılınmaz. Savaş halinde öldürülen, eşkıya ve yol kesicilerin yıkanmaları caiz değildir. Öyle kimselerin üzerlerine namaz da kılınmaz. Eğer teslim alındıktan sonra öldürü-lürlerse yıkanır ve üzerlerine namaz kılınır.

Recm, yani taşla öldürülme cezası ile veya kısas yolu ile Öldü­rülenlerin cenazeleri yıkanır ve üzerlerine namaz kılınır. Islamdan çıktığından dolayı öldürülen bir kimsenin cenaze namazı kılınama­yacağı gibi, cesedi de ne İslam mezarlığına, nede döndüğü millet me­zarlığına defnolunamaz. Şu halde boş bir arazide kazılacak bir çuku­ra gömülür. Bir Müslüman'ın nikahında bulunan Ehl-i kitaptan bir kadın, gebe öldüğü zaman o kadının namazı kılınmaz, bunda İcma vardır. Öyle kadının için ayrıca bir kabir yapmak ihtilaflıdır. Zira bir görüşe göre karnındaki çocuğa uyularak İslam kabristanına defno-lunur. Başka bir görüşe göre de, çocuk onun bir cüz-ü olduğu için, anada kendi başına müstakil olduğu için, o zaman kendi milletine ait bir mezarlığa defnolunur.

Müslümanlarla, müslüman olmayanların, cenazeleri birbirine karışık bir halde bulunsa, bakılır. Şayet Müslüman olduklarına dair özel bir belirti ve işaret varsa buna göre işlem yapılır. Eğer bu belirti ve işaret bulunamıyorsa, o zaman hepsi yıkanır ve müslümanlara niyet edilerek tümünün üzerine namaz kılınır. Şayet müslüman ol­mayanların cenazeleri çok ise, o zaman yalnız yıkanırlar, kesin ola­rak birinin üzerine namaz kılınmaz. Eğer sayıları eşit olursa bu ko­nuda gene ihtilaf vardır. Bir kavle göre namaz kılınır, bir kavle göre de namaz kılınmaz. Bu misalde yine defin işleri ihtilaflıdır. Bir gö­rüşe göre bunlar ayrı bir mezarlığa defnolunurlar, aynı zamanda ka­birleri düz yapılır, yükseltilmezler.

Eğer kimliği bilinmeyen bir şahıs, İslam memleketinde, öldü­rülmüş bir halde bulunursa, bakılır, eğer üzerinde bir alamet ve ni­şan varsa ona göre muamele yapılır. Nişanı olmazsa, sahih olan kav­le göre, İslam yurduna bağlı kalınarak, yıkanır ve üzerine namaz kı­lınır. Bu şekilde sayılmayan bir yerde ölü olarak bulunursa, aynı za­manda da nişanı da olmazsa, bulunduğu yere bağlı kalınarak, gayri müslim sayılır.

Cenaze namazını kıldıracak olan imamın, buluğa ermiş olması ve akıl sahibi olması şarttır.

Diğer namazı bozan şeyler, cenaze namazını da bozar.

Cenazeyi Teşyi etmek (arkasından mezara kadar takip etmek) büyük sevaptır. Hatta ve hatta iyi halleri bilinmiş zatlardan veya ak­raba veya komşulardan olan bir cenazeyi, teşyi etmek, sünnet olan bir ibadetten daha faziletlidir. Eğer öyle değilse nafileler daha faziletli olur.

Hazırlanmış cenazeleri bir an önce kabirlerine defnetmek daha iyi olur. Zira Resüli Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur.

Cenazeyi kabrine çabuk götürün, eğer cenaze iyi kimselerden ise bir an önce onu kabrine götürmeniz hayırlıdır, eğer böyle değilse kötü kişiyi bir an evvel omuzlarınızdan bırakmış olursunuz. [154]

Cuma günü sabahleyin hazırlanmış olan bir cenazeyi, cemaati çok olsun diye Cuma namazından sonraya bırakmak mekruhtur. Şu halde Cuma namazının kaçırılması korkusu olursa, o zaman cenaze­yi bırakmak mekruh değildir.

Bayram namazı vaktinde hazırlanmış olan bir cenazenin, na­mazı da, bayram namazından sonra, hutbeden önce kılınır. Hanefi ve Malikilere göre mescidin içinde cenaze namazı kılmak mekruh­tur. Şafii ve Hambelilere göre ise caizdir.

Zira Hz. Aişe (ra) şöyle buyurmuştur.

İkinci görüşe göre mescitte cenaze namazının kılınması caizdir. Hatta ve hatta, Şafii'lere göre mescidi kirletme korkusu yoksa müs-tehapdır. Zira mescid daha şerefli ve kıymetlidir. Zira Ebü Hureyre (ra)'m hadisi hakkında sabittir, ittifak kesinlikle yoktur.

Kim mescidde cenaze namazını kılarsa onun üzerine bir şey yoktur."

Nevevi bu hadis için; zayıf olup hadisin delil olarak ileri sürül­mesi sahih değildir, demiştir. İmam Ahmed b. Hanbel de, "bu hadis zayıftır" demiştir. Ve Salih ise, zayıf bir ravidir.

Cenazeyi takip edenler, cenazenin arkasından gitmelidir, Fazi­letli olan budur. Bununla beraber önünden gitmekte mekruh değildir. Cenazeyi yaya olarak takip etmek, binitli olarak takip etmekten daha faziletlidir. Binitli olan kimsenin, cemaate zahmet vermemek İçin cenazeyi arkadan takip etmesi lazımdır.

Cenazeyi takip edenler kendi hayatının sonunu düşünmeli ve aynı zamanda tevazu ve alçak gönüllük içinde bulunmalıdırlar. Her­kese laik olan da budur. Bu vaziyette iken, konuşmaları dünya ko­nuşmaklarına dalmaları kesinlikle doğru değildir. Aynı zamanda bü­yük bir kötülüktür. Öyle ki zikretmet veya Kur'an okumak esnasın­da bile sesi yükseltmek tahrimen mekruhtur. Hatta cemaate bir adam, mesela; "cenaze için İstiğfarda bulunun!" demek ve buna ben­zer sözler sarf etmek, herhangi bir zikir ile bağırmak, çağırmak ke­sinlikle caiz değildir. Zira Sahabe cenazede, savaşta ve zikirde sesle­rin yükseltilmesini kötü ve çirkin saymışlardır. Hatta ve hatta İbn-i Ömer ; "ölü için mağfiret isteyin ki Allah'da size mağfiret etsin" diyen birini duymuş ve; "Allah seni mağfiret etmesin" demiştir. Hambelile-re göre, cenaze ile beraber, kokusu hoş olmayan bir şey olursa takip eden kimse, bu hoş olmayan kokuyu engellemekten aciz kalırsa, böyle bir cenazeyi takip etmesi kesinlikle haramdır. Zira bu işte günahı kabul etmek vardır. Cenaze için göz yaşlan dökerek ağlamakta ve kalben üzülerek kederlenmekte bir sakınca yoktur. Zira Resul-i Ekrem "bu şekilde ağlamak rahimden geldiği için sakıncası yoktur" demiştir. Yeter ki yersiz laflar kullanılmasın. Eğer boş kelimeler kul­lanılırsa günah işlenmiş olur.

Zira Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur;

Resül-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

Yüzüne gözüne vuran, yaka yırtan, cahillik duasıyla dua eden bizden değildir. Ümmetim içinde dört şey vardır ki cahiliyet işidir; bir türlü bunu (tam olarak) bırakamazlar. Soy sopla övünmek, soyu kı­namak, yıldızlarla yağmur yağmasını ummak ve bağırarak ağlamak."

Kabristanda cenaze indirilmeden oturmak mekruh olduğu gibi indirdikten sonra Özürsüz ayakta durmak da mekruh kısmından o-lur. Bir ölü için, aile ve akrabasının ağlamalarından dolayı kabrinde azab çekmez, ancak ölen kişi ölmeden önce yakınlarına, bağırarak ağlamalarını vasiyet ederse o zaman kesinlikle azab çeker.

Cenazeyi takip edenler, onun namazı kılınmadan geri dönme-melidirler. Eğer dönmek ihtiyacı olursa cenaze sahibinin izni alınma­lıdır. En güzel ve en iyi hareket budur. En acip ve garip işlerden bi­risi de cenazeyi takip eden müslümanlardan bir kısmı cenaze nama­zı kılarken, öteki bir kısmının seyirci kalmasıdır,

Cenaze için bir engel olmazsa, ayağa kalkıp onu takip etmeli­dir. Eğer onu takip etmezse ayağa kalkmak caiz değildir. Kabirlerine götürülen cenazelere el kaldırıp selam vermek gibi hareketler kesin­likle caiz değildir. Kadınların cenazeleri takip etmeleri tahrimen mek­ruhtur. Öyle yapmakla sevaba değil, günaha girmiş olurlar. Cenazenin defninden sonra, dönerken bir bineğe binmede bir sakınca yoktur. Zira Cabir bin Semure'den rivayet edildiğine göre şöyle de­miştir:

Peygamber (sav) İbn-i Dehdah'm cenazesine yürüyerekkatıldı. Atın üzerinde döndü. [155]

Diğer bir rivayette de; "Hz. Peygamber (sav)'e eğersiz çıplak bir at getirildi ve İbn-i Dahdah'ın cenazesinden dönerken, kendisi bu ata bindi, bizlerde onun etrafında yaya olarak yürüyorduk. [156]

Cenazeye binek üzerinde katılmak sünnettir. Zira Hz. Peygam­ber (sav), bayramda da cenaze namazında da bir bineğe kesinlikle binmemiştir. Zira Sevban (ra) şöyle demiştir:

Hz. Peygamber (sav) ile beraber, bir cenaze namazına çıktık. Binek üzerinde bazı kimseleri gördü ve şöyle buyurdu: "Utanmıyor musunuz?" Allah-ü Teala'nın Melekleri yaya yürüyorlar, sizler ise bineklerin üzerindesiniz." [157]Nevevi bu rivayete "gariptir" demiştir.

Ölünün yıkanacağı yer kapalı olup, yıkayıcı ve yardımcıların­dan başkası onu görmemeleri gerekir. Bir ölüyü, ona en yakın olan kimse veya takva sahibi, güvenilir bir kimse yıkamalıdır. Bu yıkama parasız olmalıdır. Zira bu, bir din görevidir, öyle ki yıkayıcı olarak, bir kimseden başkası bulunmazsa, bunun yıkama ücreti alması caiz olmaz. Fakat başka yıkayabilenler varsa o zaman ücret alınabilir.

Rasulullah (sa) Uhud da Şehit olan sahabiler hakkında şöyle buyurdu; "Kazın, geniş yapın ve derinleştirin" zira kabri derinleştir­mek, dirileri rahatsız edecek olan kokuları yok etmede, mufteris hayvanların kabri açmasına mani olmasında daha elverişlidir. Bu şekilde mevta daha iyi muhafaza olur. Ahmet ve Ebü Davud rivayet­lerine göre: Resül-i Ekrem (sav), kabir kazan birine şöyle buyurmuş­tur; "Baş ve ayaklarını geniş tut"

Malikilerin dışındaki bütün fıkıhçılara göre kabrin geniş, uzun ve derin yapılması menduptur.

Şafii'lerle, Hambelilerin çoğuna göre; kabrin hacmi normal ola­rak, bir adamın ellerini, yan taraflarına uzattığı boy ve en ölçüsüne göredir. Zira Hz. Ömer'in vasiyeti bu şekilde olmuştur ve onun bu vasiyetine kimse karşı çıkmamıştır.

Şu halde, iki elin açık uzunluğu dört buçuk arşın eder. Ahmet tbn-i Hambel'e göre; erkek olsun, kadın olsun, herkesin kabrinin gö-ğüse kadar derin kazılması yeterlidir. Hanefıîere göre kabrin derin­liği, bir adam boyu kadar derin olursa daha iyi ve daha güzel olur. Yarım adam boyu veya göğüs hizasına kadar olursa da yeterlidir. Şu halde en çoğu bir adam boyu kadar kazmaktır. En azı ise yarım a-dam boyu kadar olmaktadır.

Mezarın uzunluğu ise ölünün boyu kadar olmalıdır. Eni ise, boyunun yarısı kadar olmalıdır.

Malikilere göre ise, eğer lahid olursa, yalnız bir arşın derinliği­nde olması gerekir. Eğer lahid yapılmazsa çok derin yapılması men-duptur. Bütün imamların ittifakı ile lahid yapmak, şakk yapmaktan daha faziletlidir. Zira Resül-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:   

Lahid bize, şakk bizim dışımızdakilere aittir. [158]

Bu hadisi, Ebü Davud Tirmzide rivayet etmişlerdir. Fakat ke­sinlikle bu hadis zayıftır.

Lahd: Kıble tarafında cenazenin sığacağı kadar bir oyuk açmak­tır. Eğer yer yumuşak olup, oyuk açılınca çökecekse, o zaman kab­rin ortası yarılır. Ölünün sığacağı bir derinlik, yani kabrin alt kısmı nehir yatağı gibi kazılır. Bununla beraber kabrin içinin her iki tarafı kerpiç ile yahut başka maddelerle örtülebilir. Fakat bu maddeler, fı­rına atılmış maddeler olmamalıdır. Bu iki sıra kerpiç duvar ara­sında ölünün yerleştirileceği kadar bir boşluk bırakılır. Bu iki duva­rın üstüne, mermer taşı, kerpiç yahut tahta ve benzeri maddelerle tavan yapılır. Ölüye değmeyecek şekilde hafifçe kaldırılır.

Hambelilerden başka, yani Hanefi, Safı ve Malikilere göre şöy­ledir: Eğer toprak sert olursa kabirde lahd yapmak daha efdaldir. Bu zatların delilleri ise, Sa'd Ebi Vakkas'ın ölmeden önceki şu sözüdür:

Hz. Peygamber'e yapıldığı gibi bana lahd kazın, üzerine kerpiç örün." Şayet toprak yumuşak olursa o zaman kuşkusuz, göçmemesi için şakk yapmak daha efdaldir.

Şafii ve Hambelilere göre, ölüyü kıbleye karşı kabre bırakmak vaciptir. Hanefi ve Malikilere göre ise menduptur.

Ölünün kıbleye doğru defnedilmesi vaciptir. Hatta eğer arkası kıbleye dönük olarak defnedilirse eğer ölü çürümemişse çıkarır ve kıbleye çevirilir."

Ölüm halindeki kişiyi de, ölmüş olan kimse gibi, sağ yanına yatırıp, kıbleye döndürmek gerekir. Zira Resül-i Ekrem (sav) Beytul-lah için şöyle buyurmuştur. "Ölü ve dirilerinizin kıblesidir.[159]

Hz. Fatıma (ra), Rafı'in annesine; "beni kıbleye çevir [160] demiştir.

Şayet yer darlığı yüzünden, hastayı kıbleye çevirmek imkanı ol­mazsa, o zaman sırt üstü yatırılır ve yüzü ile ayakları kıbleye doğru çevrilir. Eğer bu da olmazsa kendi halinde bırakılır.

Ölüm anında, kişinin ağzına pamukla su verilir. Hasta can çe­kişirken, ona yardımcı olmak yakınları için bir vazifedir ve aynı za­manda da sevaptır. Bunun için yanında Kelime-i Şahadet getirmek ve söylemesine yardımı olmak sünnettir. Zira Resül-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur: "Ölülerinize 'La İlahe İllallah'ı telkin ediniz, zira ölüm halinde onu söyleyen bir (Mü'min) bu kelime ile cehennemden kurtarılır, son sözü 'La ilahe İllallah' olan kimse cennete girer. [161]

Ancak kelime-i şahadette ısrar etmemek lazımdır. Zira o anda kişi zor haldedir, kendisine yeni bir zorluk çıkarılmamalıdır. Bu tel­kini de, hastayı sevenlerden biri yapmalıdır. Eğer hasta o an vefat e-derse o zaman ağzı kapatılır, bir bez ile çenesi başından bağlanır, gözleri yumulur, elleri yanlarına uzatılır. Bu yapılırken zaman şu dua okunabilir:

Sonra ölünün üzerine bir örtü çekilir. Öldükten sonra yıkanın-caya kadar ölünün yanında Kur'an okumak mekruhtur. Öldüğü iyi­ce anlaşılınca derhal yıkanır.

Cenazeyi kabre koyanlar, "bismillahi ve ala milleti Ressulillah" veyahut "ve ala sünneti Resulillah [162] derler.

Ölü, kabre, her iki ayak tarafını ve yüzünü kıbleye vermek şar­tıyla konur, sağ tarafı üzerine kıbleye döndürülür, bağı varsa çözü­lür, sırt üstü yatırılmaz.

Eğer cenaze kadın ise tesciye yapılır, yani kabre koymak için örtülür, ondan sonra kabre konur. Ölüyü kabre indirmek İçin, iki ya da üç kişin kabre inmesi daha iyi olur. Bu kişilerin kuvvetli ve salih olması müstehabdır. Ölü kadın ise, kendisine nikahı haram olan ya­kınlarının bu vazifeyi yapması uygun olur. Eğer yakını bulunmazsa o taktirde, yabancı adamlardan güvenilir kişilerin kabre inmesinde bir sakınca yoktur. [163]

Ölüyü erkeklerin kabre indirmesi sünnettir. Erkekler olduğu zaman bu görevi kadınların yapması mekruhtur. Eğer erkek bulun­mazsa o taktirde, kadınlardan yaşını başını almış, güçlü olanlarının, bu vazifeyi ifa etmeleri caiz görülmüştür. [164]

Ölüyü umumi olan müslüman mezarlığına gömmek sünnettir, Müslüman kabristanları varken, ölüleri başka bir yere gömmek ke­sinlikle mekruhtur. Zira Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuş­tur:

Ölülerinizi salih bir kavmin arşına gömünüz, zira ölüde, kötü komşudan eziyet duyar."

Ölü defnedilirken kabirden çıkan toprağı aynen kullanmak müstehabdır. Başka yerden toprak getirmek kesinlikle mekruhtur. [165]

Ölüyü defnederken orada bulunanların, kabre üçer küçük taş veya toprak atması müstehabdır. Hiç kimseye sıkıntı vermeden, ölü­nün baş kısmına yaklaşıp, üç küçük taş veya toprak parçasının kab­re atılmasını söyleyenler ekseriyede birinci taşı atarken "Min-ha Halagnaküm", yani "Sizi topraktan yarattık" cümlesini, ikinci taşı atarken, Ve fîha nuidüküm" yani "Sizi toprağa döndüre­ceğiz" cümlesini, üçüncü taşı atarken, Ve minha nuhricukum tareten uhra" yani, "Sizi tekrar bu topraktan çıkaraca­ğız" cümlesini okurlar.

Kabrin dibi ıslak ve yumuşak olması durumunda, cenaze tabut ile gömülebilir. Bu durumda tabutun taştan veya demirden yapılma­sı daha caizdir. Eğer kabir ıslak veya buna benzer bir durum yoksa tabutla defnetmek mekruhtur. Bazı fıkıh alimlerine göre, toprak yu­muşak olmasa bile kadınların tabut ile birlikte gömülmesi güzeldir.

Dibi ıslak olan bir kabrin dibine toprak döşenmesi sünnettir. Tabutun içine toprak döşenmesi uygundur. Şeyh Ebu Bekir Mu-hammed bin Fazıl (ra) diyorki; "Gevşek arazide ölüyü tabut içinde gömmekte bir sakınca yoktur. Ancak ölüyü tabuta bırakmadan ön­ce, altına toprak serilmelidir, hatta mümkünse tabutun kapak kısmı çamurla sıvanmalıdır. [166]

Bu zamana göre ışıklandırma var iken, ölüyü bekletmek caiz olmadığı için gece defnetmek caizdir sakıncası da yoktur.[167]

Ölünün tağayyur tehlikesi varsa, imamların ittifakiyle kerahat vakitlerinde defnetmek kuşkusuz caizdir. Zira Hanefi Fukahası gü­neş doğunca, güneş gök kubbenin ortasına gelince ve güneş batar­ken, bu vakitlerde Resül-i Ekrem (sav) Efendimiz namaz kılmamızı ve ölü defnetmemizi men etti. Bu hadis haber-i vahidle geldiği için delil olarak kabul etmemişlerdir. Fakat Hambeliler bunu senet ola­rak kabul etmişler ve bu vakitlerde ölü defnetmek mekruhtur demiş­lerdir.

Sünnete uygun olarak kabir yalnız yükseltilir, bu yükseltme­nin sebebi, orasının kabir olduğunun bilinmesi, ona göre buradan sakınılması ve burada yatan için dua istenmesidir. Zira Peygamber (sav) Efendimizin kabri de bir karıştı.

Hz. Peygamber (sav)'in kabrinin üstü yerden bir karış yüksek­teydi ve kabir kırmızımsı bir toprak ile sıvanmıştı.[168]

Kasım b. Muhammed şöyle diyor; Aişe'ye dedimki! "Anacığım! Hz. Peygamber (sav) ile iki arkadaşının kabirlerini açıp bana gös-terirmisin?" O da bana üç kabri açıp gösterdi, yüksek değil, yere bi­tişik de değil, kırmızımsı toprak ve çakıl taşları ile düzeltilmişti. [169]

Buhari ve İbn-i Maceden başka cemaatin rivayet ettiğine göre; Hz. Ali, Ebul-Heyyac el-Esedi'yi gönderdi ve şöyle dedi: "Hz. Peygam­ber (sav)'in beni gönderdiği vazife ile bende seni gönderiyorum. Hiç­bir heykel bırakma, yerle bir et, yüksek bir kabir bırakma hepsini dümdüz et. [170]

İbn-i Hacer, "Ez-Zevacir" adlı eserinde diyor ki; "Sünnete aykırı yapılan bütün kabirlerin yıkılıp sünnete uygun olarak yapılması va­ciptir." Zira kabirlerin kubbeli ve şatafatlı olmasının İslam dinine kesinlikle zararı vardır. Bu zamana göre cahil halk, bilhassa da ka­dınlar Allah'a tapacak yerde bu tür kubbeli kabirlere taparlar. Bu misal daha fazla Şafii'lerin içtihadını ve görüşlerini yansıtır. Zira Ha­nefi'lere göre kabirleri böyle şatafatlı yapmak sadece mekruhtur. Şu-halde kabir, şekle göre değil, mana ve amele göredir. Zira kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe yada cehennem çukurlarından bir çukurdur.

İslam dini kabrin dış kısmına kesinlikle kıymet vermez, onun içine mana ve amellere kıymet verir. O halde kabirlere, sünnete ay­kırı para harcamak, sadece ölüye sıkıntı verir. Yani beton yada mer­merden şatafatlı yapılan bir kabir, kabir sahibine huzursuzluktan başka hiçbir fayda veremez. O paranın hiç kuşkusuz fakirlere sada­ka olarak dağıtılması halinde ölüyü çok memnun edeceğinde hiçbir şüphe yoktur. [171]

Cumhura göre; tümsek yapmak,yanı deve hörgücü gibi veya balık sırtı biçiminde yükseltmek, dört köşe, dümdüz yapmaktan da­ha faziletlidir. Zira Süfyan et-Temmar şöyle demiştir:

"Hz. Peygamber (sav)'in kabrini deve hörgücü gibi tümsek va­ziyette gördüm. [172]

Hz. Peygamberden sonrada bütün sahabenin kabirleri böyley­di. Kabri dört köşe biçiminde düz yapmak, dünyadakilerin binaları­na çok benzer.

Hambeli'ler daru-1 harbi bu biçimden ayrı tutmuşlar ve şu şe­kilde açıklamışlar; Eğer ölünün İslam memleketine nakli olmazsa, o zaman en iyisi kabri tümsek yapmamak, kabri kafirlerden gizlemek için dümdüz yapmaktır. Bu şekilde defnedilmesi, gayri müslim aza­larının parçalanma tehlikesinden kurtarılmış olur.

Şafii'lere göre kabri dümdüz yapmak, balık sırtı veya deve hör­gücü biçiminde yapmaktan daha faziletlidir. Zira Hz. Peygamber (sav) Ali'ye şöyle emir vermiştir:

Hiçbir kabri yüksek bırakma, hepsini dümdüz yap". Zaten Hz. Peygamberin kabri önce öyleydi, daha sonra deve hörgücü gibi yapılmıştır. Toprak pekişsin diye kabrin üzerine su serpilir ve kabir ü-zerine çakıl taşları yayılır. Zira Resul-i Ekrem (sav)'in oğlu brahim'in kabrini bu şekilde yaptırdığı rivayet edilmiştir.

îmam Şafii mürsel olarak şu hadisi rivayet etmiştir;

Hz. Peygember (sav) oğlu İbrahim'in kabri üzerine çakıl taşlan koymuştur ve toprak pekişsin diye su da serpmiştir. [173] Her halükarda kabir üzerine oturmak veya ona basmak tahri-men mekruhtur. Fakat defnetmek için veya buna benzer zaruri baş­ka bir şey için, bir geçit bulunmazsa o zaman kabre basmak caizdir.

Kabrin başına mezar taşı dikmek ve bütün akrabalarının me­zarlarını bir araya getirmek sünnettir. Zira Resülullah (sav), süt kardeşi Osman Bin Mazlum'un yanı başında mezar taşı dikti ve dedi ki; "bu taşla kardeşimin kabrini bilip, akrabalarımdan vefat edeni yanma defnedeceğim. [174]

Meyit daha çürümemiş ise mezarını kazıp başkasını defnetmek kesinlikle caiz değildir, haramdır.

Hanefi'lere ve bazı Fakihlere göre ölüm haberini hısım ve akra­baya, eşe dosta bildirmek caizdir. Günümüzde, bu duyuru müezzin­lerin sala okuyuşları ile yapılmaktadır. Bu iyi bir şeydir ve caizdir. Zira Resül-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur;

Müslümanlar iyi ve güzel bir şey görürse, o şey, Allah'ın nez-dinde de iyi ve güzeldir." Kısa manası ise şöyledir; Müslümanların güzel gördükleri şey Allah katında da güzeldir."

Kabiri kireçle sıva etmek, üzerine bina yapmak, yazı yazmak ve üzerine oturmak mekruhtur. Zira Resül-i Ekrem (sav) şöyle buyur­muştur;

Cabir'in rivayet ettiğine göre, "Resül-i Ekrem; kabirleri kireçle sıvamayı, kabirler üzerine yazı yazmayı ve bina yapmayı yasaklamış­tır. [175]

Aynı zamanda kabir üzerine basmakta yasaklanmıştır. Kabir üzerine yazı yazmak, cumhura göre mekruhtur. Bu yazı sahibinin ismi olsun, veya başkasının ismi olsun, isterse kabrin başına yazıl­sın, isterse ayak tarafına, fark etmez, hepsi mekruhtur. Eğer bir ka­ğıt parçasına bir yazı yazıp, o yazı mezardaki bir delik içine gizlenir­se gene mekruh olur.

Malikilere göre kabir üzerine Kur'an ayetleri yazmak haramdır. Dayandıkları senet ise, Cabir'in yukarıda geçen rivayetleridir. Hane­fî'lere göre ise izi kaybolmamak ve hakarete uğramamak için kabirle­re yazı yazmakta bir sakınca yoktur. Zira bu yasak her nekadar doğ­ru ise de, uygulama bakımından, üzerinde îcma vaki olmuştur.[176] Hakim'de, isnadlar sahihtir fakat uygulama buna göre değil demiş­tir. Zira bütün müslümanların, önderlerinin mezarları üzerinde yazı­lar vardır. Bu usulde, halefin seleften almış bir uygulamasıdır. Bu uygulama, Ebu Davud'un Ceyyid îsnadla rivayet ettiği şu hadis ile kuvvet bulmaktadır.

Resulüllah (sav) bir taş alıp, onu, Osman bin Maz'un'un baş hizasına koyduktan sonra; "bununla kardeşimin kabrini bileyim ve ailemden öîenîeride onun yanına defnedeyim" demiştir. Şu halde yazı yazmaya ihtiyaç olmadığı zaman mekruhtur.

Yine Hanefi'lere göre kefene "Bismillahirrahmanirrahim" lafzı­nı, yahut "bu ölüye Allah (c.c.)'ün mağfiret etmesi umulur." İbaresini yazmak mubahtır. Özrü olmadan yazı yazmak yahut Kur'an dan bir ayet veyahut şiir yazmak veya ölüye methiye yazmak veyahut bunla­ra benzer şeyler yazmak ise mekruhtur. Kabir üzerine mescid yap­mak da kesinlikle mekruhtur. Bazı hadis alimlerine ve Hambelilere göre haramdır. Zira Resül-i Ekrem (sav) şöyle buyuruyor:

Allah yahudilerin belasını versin. Onlar peygamberlerinin ka­birlerini mescit edindiler." Yine Resül-i Ekrem (sav); Kabirleri ziya­ret eden kadınlara ve kabirler üzerine mescitler inşa edenlere, mum yakanlara lanet etmiştir." İmam Malik'in talebesi olan, İbn-i Kasım'-m görüne göre, silinmiş ve aynı zamanda eseri kalmamış olan kabir­ler üzerine mescit yapılması caizdir. Kaybolmamış ve belli olan ka­birler üzerine mescit yapılması sakıncalıdır. Kabre karşı namaz kıl­mak mekruh olduğu gibi kabirler üzerine oturmak da mekruhtur. Zira Resül-i Ekrem (s.a.v ) şöyle buyurmuştur;

Sizden birinin ateş koru üzerinde oturması ve ateş korunun elbisesini yakıp da, derisine işlemesi, bir kabrin üzerine oturmasın­dan daha hayırlıdır. [177]

Bu hadis, oturmak manasında olduğu gibi, abdesti bozmak manasında da tefsir edilmiştir. Eğer oturmak manasında olursa mekruhtur. Abdest bozmak manasında olursa, o zaman icma ile ha­ramdır.

Hazm oğlu Amr şöyle diyor; "Resul-i Ekrem (sav) kabrin üzeri­ne dayanmış olduğum halde beni gördü ve şöyle dedi; "kabrin sahi­bine eziyet veriyorum" ya da şöyle dedi; "kabir sahibine zahmet ver­me".

Hanefılere göre, hikmet, tefekkür, sükûnet, ibret almak veya Kur'an-ı Kerim okuyabilmek için kabir üzerine oturmanın kesinlikle bir sakıncası yoktur. Şafii'ler ve Hambeliler, zaruret olmadığı taktir­de kabir üzerine oturmak caiz değildir, demişlerdir. Bunlar kabir ü-zerine yaslanmak yahut kabre dayanmak, oturmak gibi davranışlar­da mekruh kabul edilmiştir. Malikilere göre ise, şayet balık sırtı, de­ve hörgücü gibi yapılmış veyahut belirli bir şekilde yerden yükseltil­miş ve yanı başından geçmek için yol bırakılmış ise, ozaman kabir üzerinden geçmek mekruhtur. Eğer yükseltilmesi gitmiş veyahut kabrin yakınında geçmek için bir yol bırakılmamış ise o takdirde, kabrin üzerinden geçmek caiz olur. Zira Maliküer, hadisteki kabirler üzerine oturma yasağını, tuvalet için oturmak manasında kanaat etmişlerdir. Zira Hz. Ali'nin kabirler üzerine oturduğu ve kabirlere dayandığı rivayet edilmiştir.

Ölünün kemiklerinden yalnız bir kısmının mevcudiyeti bilindiği halde, okabrin kazılması kesinlikle caiz değildir. Kabir eğer kazılırsa, ölülerin kemikleri çıkarılmaz, kendi yerinden oynatılmaz. Kemikleri kırmaktan kaçmak lazımdır. Zira Resul-i Ekrem (sav) şöyle buyuru­yor; "Günah bakımından, ölünün kemiğini kırmak, dirinin kemiğini kırmak gibidir."

Zaruret ve ihtiyaç durumlarını, Fakihler bu hükmün dışında tutmuşlardır.

Ölünün tekfini ve teçhizi vaciptir. Şayet ölü yıkanmadan yahut kefenlenmeden veya kıbleden başka bir yöne gömülmüş de, cesedi bozulmamışsa veya bozulmasından şüphelenilmiyorsa, kabirden çı­karılır, yıkanır ve kefenlenir, kıbleye karşı yöneltilir. Zira Said b. Mansur'un Sünen'in de şöyle bir rivayet vardır:

Bazı kimseler arkadaşlarını yıkamadan ve kefenlemen gömdü­ler, sonra Muaz b. Cebel ile karşılaştılar. Muaz b. Cebel onlara ölüle­rini kabirden çıkarıp yıkamalarını ve kefenlemelerini emretti. Onlar­da ölülerini kabirden çıkardılar, daha sonra ölüler yıkanıp kefenlen­di, kokulandı ve daha sonra cenaze namazı kılındı." [178]

Eğer ölünün bozulmuş olmasından şüpheleniliyorsa, o zaman hiç birşey için artık kabir açılmaz, zira maksat meydana gelmiştir, oda mevtayı toprakla örtmektir.

Namazı kılınmadan defnolan bir ölü için, kabrin üzerinden ce­naze namazı kılmak caizdir. Aynı zamanda da, namazın sevabı kab­rin içindeyken ölüye ulaşır. Hanefi'lere göre, ceset kıbleye doğru ko­nulmadığı için yahut sol tarafına konulduğu için kabir kazılmaz. Bundan başkası için kabir kazılır.

Dar olan camiyi genişletmek yahut yer darlığı dolayısıyla, ölü­nün yanma başka birsini gömmek için kabir kazılabilir. Malikilere göre tarla veya bina yapmak için kabrin kaldırılması kesinlikle caiz değildir. Hanefi'lere göre, kabrin eskimiş ve içindeki ölünün kemikle­ri kalmamış ise tarlaya veya binaya çevirmek caizdir.

Mevta ile birlikte, altın, gümüş ve ziynet eşyası defnolmuş ise veyahut, az olsun, çok olsun, başkasına ait bir mal kabre düşmüş ise, sahibi de bu malı dava etse, istese, o zaman kabir açılır. Zira, Muğire b. Şübe'nin yüzüğü Hz. Peygamber (sav)'in kabrine düşmüş, bu Sebeple kabrin bir yerini açtıktan sonra yüzük bulunmuştur. An­cak bu hadis zayıftır.

Maliki'lere göre kabir açılmaz, mal sahibine, malın bir benzeri ve yahut, bıraktığı mirastan verilir. Mala benzeyen mal, kıymete da­yalı mallarda ise kıymeti miktarı verilir.

Ölen kimse, başkalarının kıymetli olan bir taşını yutmuş olsa, mal sahibi de o kıymetli olan taşına dava etse, o zaman ölünün kar­nı yarılıp taş alınır ve sahibine verilir. Şayet o taş ölünün malı ise, Hanefi ve Maliki'lerden, Sahnün'a ve Şafıilerce en sağlam kavle göre, ölünün karnı yine yarılıp o taş alınır. Hambeliler ile Malikilerden İbn-i Hubeybe ve Şafii'lerden başka bir görüşe göre, ölünün karnı yarılmaz.

Gebe bir kadın ölse ve karnında hareket eden bir canlı, bir ce­nin bulunsa, Fakihler'in çoğuna göre ameliyatla karnı yarılır ve ço­cuk alınır.

Defnedildikten sonra ölünün nakli; Hanefi'lere göre defn yerin­den daha hayırlı bir yerde defnetmek yahut iyi bir kimseye yakın o-lup, onun feyzinden yarar görmek için, yahut kendi aile mezarlığına gömülmesi veyahut ailesinin ziyaret edilmesi için yakında bulunma­sı gibi hususlar olursa, o zaman bir beldeden diğer bir beldeye, şe­hirden köye, köyden şehre nakletmek caizdir. Nitekim mutlak olarak gömüldükten sonra, ölüyü bir yerden başka bir yere nakletmek caiz değildir. Şehitler bu kuralın dışındadır. Zira şehidin öldüğü yerde defnedilmesi lazımdır. Hatta ve hatta nakledilecek bile olsa gene eski yere götürmek menduptur. Zira Uhud savaşında şehit düşenlerin buraya geri götürülüp, gömülmeleri emredilmiştir.

Şafii'lere göre zaruret olmazsa kesinlikle ölünün nakledilmesi haramdır. Maliki ve Hambelilere göre; bir maslahat olursa caizdir. Tüm Fakihlerin ittifakiyle zaruret, maslahat yahut ailesinin ziyaret edebilmesi için, yakında bulunması gibi hususlar var ise, bir yerden başka bir yere ölüyü nakletmek caizdir. Böyle bir zaruret olmazsa, zimmi bile olsa onun kemiklerini kırmak veya yer değiştirmek kesin­likle caiz değildir ve aynı zamanda haramdır. Yakup ile Yusuf (as)'m Mısırdan Şam'a nakledilmeleri, aziz ecdadı ile beraber olmaları için­dir. Birde Yusuf (a.s)'ın, Musa (a.s)'m rüyasına gelerek "Benim kab­rimi Mısırdan Şam'a nakletmezsen, Süveyş Kanlının açılmasıyla be­nim kabrim suyun altında kalır" demiştir. Onun için Musa (a.s.), o-nun kabrini bu maslahat sebebiyle Mısırdan Şam'a getirdi. Bu örnek ne kadar öncekilerin şeriatına göre ise de, aynı zamanda bizim şeria­tımızı da mutabıktır.

Şafii'lere göre kabirlere koku sürmekte bir sakınca yoktur. Cumhura göre kabirlere su serpilmesi menduptur. Yaş bir ağaç dalı, fesleğen çiçeği ve benzeri yaş dallar dikmek de menduptur. Zira böy­le yapmak toprağın kaybolmasını Önlemektedir. Dikilmiş olan ağacın veya çiçeğin kuru kısmından başkasının alınması caiz değildir. Zira yaş kısmı kabrin sahibi için teşbih ve istiğfarda bulunur. Şu halde kuru kısmının alınması ise caizdir. Zira ölünün ondan istifadesi sona ermiştir. Bunun delili ise; Hz. Peygamber (sav)'in yeşil bir hurma dalını ikiye ayırdıktan sonra, azap çekmekte olduğunu bildirdiği, iki kabir üzerine dikmiş olmasıdır. Bunlar kurumadığı müddetçe, sahip­lerinin azabının, hafifleyeceğini açıklamıştır. O halde yaş ağaçta bir nevi hayat vardır.

Ölü için teşbih ve İstiğfarda bulunduğu için, onun kesilmesiyle ölünün hakkını yok etmeye sebep olunacağı için, kabir üzerindeki yaş ağacı ve bitkiyi kesmek mekruh görülmüştür.

Zimmi veya yahudi bir kadın, müslüman bir kimseden gebe ol­duğu halde ölse, ve aynı zamanda karnındaki ceninde ölmüş olsa, Şafii ve Hambelilerce en sağlam ve kuvvetli olan görüşe göre, o kadın müslümanlarla kafirlerin kabristanları arasına defnolunur. Kadının sırtı kıbleye karşı konur.[179] Zira ceninin yüzü anasının sırtındadır. Bu çocuk müslüman olduğu için, kadın ayrı olarak defnedilir. Zira kafirlere yapılan cefa ve azaptan zahmet duyar. Kadında kafir oldu­ğu için müslümanlara ait mezarlara defnolunamaz.

Şayet bir Müslüman gemide ölürse, Fakihlerin ittifakiyle bu Müslüman yıkanır, kefenlenir ve cenaze namazı kılınır. Bir veya iki gün içinde karaya çıkmak ihtimalleri varsa ve aynı zamanda cesedin tağayyur olmasına bir ihtimal yoksa, o zaman karaya defnetmek için beklenir. Şayet kara, iki günden daha uzak ise, yahut cesedin bozul­masından korkulursa, o zaman kefene sarılıp, Hanefi'lere göre tabu­ta konulduktan sonra denize atılır. Malikilere göre üzerine ağır bir cisim konulmadan denize atılır. Şafii'lere göre, iki tahta arasına bı­raktıktan sonra denize atılır. Hambelilere göre, denizin dibine derhal girmesi için, üzerine ağır bir demir veya taş gibi bir cisim ile bağlan­dıktan sonra denize atıür.

Herhangi bir insan, ölmeden önce kendi için kabrini hazır et­mesi, fakihlerin çoğuna göre caizdir. Hatta önceden kabrini hazır et­menin sevap olduğunu söyleyenler olmuştur. Zira ölüm değişmez bir kanun olduğu için, saati gelince bu yolculuktan kurtulacak kimse yoktur. Bunun için şu zaman da şehir ve kasabalarda, belediyeden kabir yeri, para ile alınıp daha önceden hazırlanmasında kesinlikle bir sakınca yoktur ve aynı zamanda da sünnete aykırı değildir. Bele­diyeden satın alınmamış olan bir kabir hazırlanırsa ve aynı zamanda bu kabristan, umuma ait olursa, eğer kabristan geniş ise, kabrin dı­şındaki yerleri işgal etmek doğru değildir. Şayet kabir dar ise, o za­man sahibinin masrafını vermek şartı ile o kabre defnetmekte bir sa­kınca yoktur.

Ölen bir kimsenin kabri üstüne hayvan bağlamak caiz değildir.

Zira öyle yapılırsa ölünün kutsiyetine zarar vereceği gibi yatırlara kurban kesmeye de yol açar. Bunun için Muhaddis Abdürrezzak di­yor ki; "Cahilliye devrinde biri ölünce, defin işi bittikten sonra, kab­rinin yanı başında bir deve veya koyun yada sığır boğazlanırdı." Hz.Peygamber (sav) bu adeti kaldırarak şöyle dedi;

"İslam da, kabirde ve kabristana hayvan boğazlanması kesin­likle yoktur." [180]

Ölü defnedildikten sonra, ölünün yakınları olsun veya başkası olsun, bir deve boğazlanıp eti parçalanıp dağıtılacak kadar bir süre kabrin yanında beklemeleri müstehabdır.

Kabre defnedilen ve teklif çağına yetişmiş olan her müslüman meyyit hakkında telkin verilmesi meşru görülmüştür. Hanefi Fuka-hasmdan bir görüşe göre de definden sonra telkin yapılması, ne emr olunur, ne de nehy olunur. Şu halde Hanefılerce okunması hasendir.

Zira okunması, okunmamasından daha faziletlidir.

Zira, "Müslümanlar bir şeyi güzel görürse o şey Allah katında da güzeldir."

Şafii ve Hambelilere göre [181] definden sonra telkinin okunması müstehaptır. Ashab-ı Kiram telkini müstehap görmüşlerdir. Zira Ra-şid b. Sa'd, Damre b. Hubayb ve Hakim b. Umayr şöyle demişlerdir; Ölünün kabri tesviye edilip, insanlar oradan uzaklaşınca, Sahabe, ölünün kabri başında şöyle demeyi güzel görürlerdi;

Ey filan oğlu filan!... "La İlahe İllallah, Eşhedü en la İlahe İllal lan" de. Bunu üç defa tekrarlar ve sonra şöyle söyler. Ey filan!... Rabbim Allah'tır, dinim İslam'dır peygamberim Muhammed (savj'dir.

Tabiinden Raşid bin Sa'd; Damret bin Habib ve Hakim bin Umeyrden yaptığı rivayet şöyledir; "Ölü kabrine konulup üzerine top­rak atılıp düzeltildikten sonra, cemaat ayrılırken birinin şöyle telkin­de bulunması müstehaptır. (El-Hafız bunu Telhiste zikrettiten sonra susmuş, bir açıklamada bulunmamıştır. Tabarani ise bunu, Ebü U-mame hadisi olarak rivayet etmiştir ki Ebü Umame'nin naklettiği tel­kin biraz değişiktir.) İmam Nevevi Er-Ravda da şöyle demiştir; hadis ne kadar zayıf olsa da, fakat sahih hadislerden bazı şahitlerle takvi­ye edilmiştir. Zira asırlarca kendisine uyulan imamların, zamanın­dan beri bu hadislerle amel etmeye devam etmişlerdir. Çünkü ölü­nün kabirde alışkanlık sağlaması için faydası kesinlikle vardır."

Ebü Davut Sünenlerinde, Hz. Osman (ra)'dan nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber (sav) Efendimiz, ölüyü defnettikten sonra he­men dönmeyip orada bulunanlara "Kardeşinize Allah'dan mağfiret dileyiniz, güzel temkin taleb ediniz, o şu anda sual görmektedir" bu­yururlardı.

Öğüt vermeye devam et. Zira öğüt müzminlere fayda ve­rir. [182]

Taberani'nin Ebü Umame (ra)'dan, Telkin ile ilgili olarak yaptığı rivayette şu cümlelere yer verilmiştir. "Ölene anasının ismiyle hitap edildikten sonra şöyle denilir.

Dünyada ne ile çıktığını hatırla. Allah'tan başka ilah olmadığı­na ve Hz. Muhammed (sav)'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ettin. Rab olarak Allah'ı, din olarak îslam'ı, peygamber olarak Mu­hammed (sav)'i ve iman olarak Kur'an'ı seçtin." [183]

Halvanida şöyledir; "Telkin okuyacak kimsenin, ölen kişinin ölümüne sevinen yada memnun kalan bir duyguya sahip olmaması lazım gelir. Allah'ın taktirinde mutlak hayır bulunduğuna itikat eden bir kimsenin telkinde bulunması lazımdır." [184]

Ölmek üzere olan bir Müslüman canını verirken ağzından küf­rü gerektiren bir söz çıkarsa, bu Müslüman olan kişiden, şuurlu bir şekilde çıkmadığına hüküm verilerek, Müslümanlara yapılan işlerin aynısı ona da yapılır. Şu halde onu Müslüman olarak kabul ederek dini merasimi yapılır.

Bir Müslüman kabrine defedildikten sonra, kabri başında otu­rarak Kur'an-ı Kerim okumak müstehap ve müstahzendir. Zira bu­nu gören kimse bu Kur'an okumak çok iyi bir şey diyorlar, en büyük delilimiz ve senedimiz Hz. Peygamber (sav)'in sahih olan hadisidir. "Kur'an nerede okunursa oraya Rahmet iner." Netice olarak Kur'an-ı Kerim ölülerin üzerine okunduğu zaman, onların üzerine de Rahmet indiği için onların sıkıntıları gider. Zira Cumhur-i Fukaha, ölü için Kur'an okumak veya okutmanın caiz olduğunu söylemiştir. Fetvada buna göredir. Buna bu şekilde inanmak elzemdir. Zira bir kimse Kur'an-ı Kerim okuduğu zaman evvela kendisine sevap gelir, bu sevap onun malı olduğu için istediği kimseye verebilir. Buna İtiraz e-den Cumhur-i Fukahanın dışına çıkmış olur.

Kur'an okumanın peşinden, kabulünü ricada bulunularak, ö-lüye dua edilir, zira bu ölüye yarar verir. Çünkü Kur'an okumaya başlamadan yapılan duaya göre kabul olamaya daha yakındır. Çok kere Mülk sûresi, Vakıa, İhlas ile Muavvizeteyn sureleri, Yasin su­resi sonra Fatiha-i Şerir ile Bakara suresinin evveli okunur, sevabı ölünün vesair ehli İslam'ın ruhlarına bağışlanır. Ölünün mağfiret-i İlahiyyeye mazhar olabilmesi için dua edilir.

Meyyitin velisinin, birinci günden yedinci güne kadar kolayına gelen şeyi fakirlere vermesi ve sevabını ölüye bağışlaması sünnettir. Buna gücü yetmeyen Ölü sahibi iki rekat namaz kıldıktan sonra "se­vabını bağışlamalıdır. Ölü sahibinin ziyafet ve yemek vermesi kesin­likle mekruhtur. Sadaka verenin bütün mü'minlere ve mü'minelere niyet etmesi en faziletlisidir. Zira bu sadakanın sevabı onlara ulaşır. Kendisinin sevabından bir şey eksilmez.

Okunan Kur'an'ın sevabı evvela Hz. Peygamber (sav)'e hediye e-dilmesi müstehaptır. Zira o bizi bütün dalaletten ve sapıklıktan kur­tarmıştır. Bu da bir çeşit teşekkür ve hasene babında olur.

Sadaka niyetine verilen sadakanın sevabı kesinlikle mevtaya ulaşır. Zira Hz. Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyuruyor.

Bir adam Hz. Peygamber (sav)'e sordu; "Babam öldü, geriye mal bıraktı. Fakat vasiyet etmedi. Bunun adına sadaka verecek olursam, o sadaka babamın günahını temizler mi? Veyahut günahlarına kefa­ret olur mu?" Hz. Peygamber (sav) Efendiniz ona "Evet..." diye cevap verdi. [185]

Ashabdan Sa'd bin Ubade (ra)'ın annesi vefat etmişti. Hz. Pey­gamber (sav)'e gelerek dedi ki; "Ya Resullalah! Şüphesiz ki annem vefat etti, onun adına sadaka vereyim mi?" Hz. Peygamber (sav)'in cevabı "evet..." diye olmuştur. Bunun üzerine Sa'd (ra) gene sordu; "Hangi sadaka daha faziletlidir?" Hz. Peygamber (sav); "su vermek" diye cevap verdi. [186]

Zira suya çok ihtiyaç olan yerlere olursa öyledir. Şu halde hal­kın ihtiyacına göre sadaka verilir.

Hz. Aişe (ra)'dan rivayet edildiğine göre; Bir adam Hz. Peygam­ber (sav) efendimize gelerek dediki; "Ya Resulallah! Anam aniden ve­fat etti, eğer konuşsaydı sadaka verirdi. Onun adına sadaka vereyim mi? Onun için sevabı var mıdır? Hz. Peygamber (sav), ona "evet.[187] diye cevap verdi.

Şu halde insan öldükten sonra, amel defteri onun zatı için ka­panır, yani ölü olan kimse diri gibi, kendisi için ne sevap nede gü­nah işler. Onun İçin, dirilerin yapacakları hayır ve duaların kesinlik­le faydası vardır. Ancak ölenin yakınları olsun veya dostları olsun, sevabı ölüye hediye edilmek üzere istiğfar ve duada bulunması veya Kur'an-ı Kerim okuması veyahut sadaka vermesi, ittifakla olarak ca­izdir. Zİra Hz. Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyuruyor.

Ademoğlu ölünce ameli kesilir. Fakat şu üç cihetle kesilmez; Cari bir sadaka, istifade edilen bir ilim ve kendisine dua edecek bir salih evlat,"

Öldükten sonra Mü'mine amelinden ve iyiliklerinden ulaşan şeyler şunlardır; Öğretip yaydığı ilim, geriye bıraktığı salih bir evlat, miras bıraktığı bir mushaf, inşa ettiği bir camii, yolcular için yaptığı bir bina, akıttığı bir su... birde hayatta iken, sıhhati yerinde iken malından çıkarıp verdiği sadaka. İşte bu, ölümünden sonra ölene ulaşır.[188]

Dua ve istiğfarın da ölülere yarar sağladığı hakkında hem ayet, hem de hadis vardır.

Onlardan sonra gelenler, Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalbimizde Mü'minlere kar­şı kin bırakma. Rabbimiz! Kuşkusuz ki sen çok şefkatli ve çok merhametlisin derler. [189]

Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni,anamı, babamı ve Mü'minleri bağışla..[190]

Kendi günahın için, mü'min erkek ve kadınlar için de Al-lah'dan af dile.[191]

Hadisten delil ise, Hz. Peygamber (sav), vefat ettiğinde Ebu Seleme'ye dua etmiştir. Bunun gibi, Avf b. Malik hadisinde, cenaze na­mazını kıldırdığı ölü ve diğer cenaze namazını kıldırdığı her ölü için dua etmiştir.

Abdullah b. Zübeyr (ra) rivayet ediyor.

Rasulullah (sav)'e Has'am kabilesinden bir adama gelerek şöy­le dedi: "Babam çok yaşlı bir ihtiyarken müslüman oldu. Bineğin üs­tünde durmaya güç yetiremiyor. Hacc ise ona farz kılınmıştır. Onun yerine haccedeyim mi?" Rasulullah (sav); "Evet" dedi. Sonra da şöyle buyurdu: "Senin babanın bir borcu olsaydı ve sen onu ödeşen bu onun yerine geçmez mi?" Adam; "evet" dedi. Rasulullah (sav): "Onun yerine haccet" buyurdu. [192]

Bir kadın, Hz. Peygamber (sav)'e gelerek; "Ya Resulallah! An­nem haccetmeyi kendisine anezretti. Fakat haccetmeden öldü. Onun yerine be hacca gidebilir miyim?" diye sordu. Hz. Peygamber (sav); "Baksana! Senin annenin borcu olsa onu ödeyecek miydin" dedi. Ka­dının cevabı "evet" oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav); Allah'­ın borcunu yerine getir. Muhakkak vefaya en layık olan Allah'tır." buyurdu.

Bir kadın Hz. Peygamber (sav)'e gelerek; "annem öldü. Bir ay o-ruç borcu vardı. Onun adına oruç tutsam olur mu?" diye sordu. Hz. Peygamber (sav) "evet..." cevabını verdi. Şu halde bu hadislerin tü­mü sahihtir.

İbn-i Kudeme demiştir ki; "bu hadislerin tümü sahihtir. Bu ha­dislere göre ölen kimse diğer ibadetlerden de kesinlikle faydalanabi­lir. Zira istiğfar, dua ve oruç bedeni ibadetlerdir. Allah Teala kendi fazilet ve Rahmetiyle bunların sevabını ölüye ulaştırır. Bunlar gibi diğer bütün ibadetlerin sevabını da ölüye ulaştırır. Fakihler namaz kılmak ve Kur'an okumak gibi, bedeni ibadetlerin sevabının, yapan­dan başkasına, yani ölüye ulaşıp ulaşmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Şafii ve Malikilerin sonradan gelen fakihlerine ve Hanefi ile Hambelilere göre, ölü yanında Kur'an okunduğu zaman, Kur'anın sevabı şüphesiz ölüye ulaşır. Eğer ölü orada bulunmuyorsa, Kur'an okumanın evvelinde yapılan dua olursa, o zaman gene Kur'anın se­vabı gaip olan ölüye ulaşır. Zira Kur'an okunan yere rahmet ve bere­ket iner. Kur'anm sonunda dua etmek nur alel nur olduğu gibi, ka­bule de delalet eder.

Önceki olan Malikilrin alimleriyle, ilk olan Şafii'lerin meşhur olan görüşleri; ibadetlerin sevabının yapandan başkasına ulaşmaya­cağı şeklindedir. Mesela ölü adına Kur'an okumak, ölü adına namaz kılmak ve bunlara benzeyen işler gibi. Fakat Şafii'lerin sonradan ge­len alimleriyle ve sonradan gelen Malikilere göre; Kur'an okumanın sevabının ölüye ulaşacağı şeklindedir. Bu açıklamada uzak yakın değişmez. Bunun fayda vereceğine inanmak lazım ve elzemdir. Bu Kur'an okumaya bağlı değildir. Diğer bütün işlerde de geçerlidir.

Dua etmiş olan kimse kendisi için değil başkaları içinde fayda­sı olursa, kendisi içinde faydası olur.

Hanefi'lerin en kesin delillerine göre, kabrin yanında oturmak ve Kur'an okumak kesinlikle mekruh değildir. Başkası için haccetme veya bedeni ibadetlerde bulunma konusunda şu şekil görüşleri var­dır. Her halükarda bir insan yaptığı işlerin, o iş onun mülküne geç­tiği için sevabını başkasına verebilir. İsterse namaz ve oruç, yani be­deni işler olsun veya hac yani mal ile yapılan işler olsun, İsterse sa­daka ve benzeri şeyler olsun yani mali ibadet olsun, fark etmez. Bunların sevabını ölüye bağışlamak caizdir ve aynı zamanda ölü ne­rede olursa olsun sevabı ölüye ulaşır.

Hanbeli'lere göre kabrin yanında Kur'an okumanın kesinlikle bir sakıncası yoktur. Onların delilleri ise bu hadistir; "Her kim ana babasının kabrini ziyaret ederde biri veya ikisinin kabirlerinin ya­nında Yasin Suresini okursa Allah onu mağfiret eder" Başka bir ha­dis ise şöyledir; "Her kim kabristana girer ve Yasin Suresini okursa veya onbir kez İhlas suresini okursa, Allahü Teala o gün orada bulu­nan ölülerin azabını hafifletir, orada bulunan ölüler sayısınca, oku­yan kişiye sevap yazılır" Fatiha ve benzeri sureleri okumak gibi, in­sanların işleride bu görüşe göredir.

Mü'minlerin güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir. Şu halde güzel işler kötü işleri götürebilir. Zira Allah (c.c.) şöyle buyur­muştur;

Güzel işler elbette kötü işleri (yani günahları) götürür."

Fatiha'nm akrep sokmuş diri kimseye fayda verdiği sabit ol­duktan sonra ölüye fayda vermesi elbetteki evladır. Zira Uhud sava­şında Hz. Peygamber (sav)'in düşman tarafında şehadetini işitince, Sahabiyelerden olan kadınlar Medine'den koşarak Uhuda geldiler ve şehitleri kontrol ettiler fakat Hz. Peygamber (sav) "in cesedini göre­mediler. Onların içinden bir kadın, kocasını, babasını, oğlunu ve kardeşini şehitlerin içinde gördü ve onlara Fatiha-yı Şerif okudu. Sonra Hz. Peygamber (sav)'i görerek, onun yanma koşarak gitti. Hz. Peygamber (sav) kadına şöyle buyurdu; "Oradaki şehitleri gördünüz mü?" "Evet gördük Ya Resulüllah. Babamı, kocamı, oğlumu ve kar­deşimi şehit olarak gördüm. Onlara Fatihayı Şerif okudum." Hz. Pey­gamber (sav) buna karşı sukut etti. Hz. Peygamber (sav)'in suku-tu da hadis olduğu için ölülere Fatiha'yı okumak sünnettir.

Netice olarak, Şafii'lerin sonra gelen Fakihlerinin görüşü de di­ğer üç imamın görüşü gibi olmuştur. Buna göre Kur'an okumanın sevabı ölüye kesinlikle ulaşır. Sübkiye göre, Kur'an'ın bir kısmından eğer ölüye bir fayda ve yarar sağlamak veya içinde bulunduğu azabı hafifletmek kastedilirse kesinlikle faydası vardır. Zira yılan veya ak­rep sokmuş bir kimseye, birisinin şifa azmiyle Fatiha okuyunca ya­rar verdiği hadis ile sabittir. Hz. Peygamber (sav) de bunu; "Fatiha­nın panzehir olduğunu nereden biliyordun?" sözü ile ikrar etmiştir.

Kur'an bir maksat için diriye yarar verince, ölüye bittarıkı evve­la vermesi lazımdır. Hatta ve hatta Kadı Hüseyin, ölmüş olan kimse­nin kabri başında Kur'an okumanın caiz olduğunu söylemiştir. İbn-i Salah'a göre Kur'an'ın okunmasını duaya çevirmek daha iyidir de­miştir. Yani "Kur'an'ın sevabını falan kişiye ulaştır" demesi daha uy­gun olur ve Kur'an 'm dinlenmesi sevaptır. Zira Allah (c.c.) şöyle bu­yurmuştur;

Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki Rahme­te eresiniz. [193]

Bu ayet Kur'an okunan bir yerde dinlemenin farz olduğunu bil­dirmektedir. Bazı görüşlere göre, Kur'an'ı dinlemek, okumaktan da­ha sevaptır. Bu husustaki hadislerin mealleri şöyledir; "Kur'an oku­yan için bir sevap, dinleyen için iki sevap vardır."

Kim Allah'ın kitabından bir ayeti kulağıyla dinlerse onun için iki kat sevap yazılır."

Demek ki Kur'an-ı Kerimi dinlemek okumaktan daha sevaptır. Kur'an'ı dinleyen kimse onu dinleme sevabını aldığı gibi, tamamını dinleyende aynı sevabı kat kat almaktadır.

Hoparlörden Kur'an dinlemek, okuyucudan dinlemek gibidir. Radyo ve televizyondan, canlı yayın sırasında dinlenen, hoparlörden dinlemeye benzer. Zira sesin tel ile ulaşması ile ses dalgaları aracılığı ile telsiz olarak anında ulaşması arasında kesinlikle bir fark yoktur. Yalnız okuyanla dinleyen arasında bir yer farkı vardır. Buna göre teypten, plaktan veya öğretilmiş bir kuştan dinlemek, okuyucudan dinlemek gibi değildir. Fakat bunların dinlenmesinde bir sakınca' yoktur. Ve aynı zamanda boş konuşmaktan daha iyidir. Bunların okumaları bilerek ayet okuma değildir, sadece başkasının okumasını tekrar ediyorlar. Bunları dinlemek yankılanmışmış sesten dinlemek gibidir. Zira bilerek ve şuurlu olarak Kur'an'ı okumuyorlar. Şu halde Kur'an'ı bizzat okuyandan dinlemeyenin durumu sevap bakımında okuyan kimse gibidir ve aynı zamanda hatim sevabını da alır. Şafii ve diğer mezheplere göre, hatim sevabı almak için, okunan kişiyle beraber okunması ve aynı zamanda kulağına kendi sesini işitmesi lazımdır.

Ramazan ayı özelliğini Kur'an-ı Kerimden almaktadır. Kur'an-ı Kerim, Ramazan ayında bulunan ve bin aydan daha hayırlı olan Ka­dir Gecesinde indirilmiştir. Bunu dikkate alan Müslümanlar, diğer aylarda okudukları Kur'an'ı bu ayda daha çok okurlar. Ramazan a-yından bol manevi kazançla çıkmayı planlayan Müslümanlar, bu he­defe, Kur'an okuyarak ve dinleyerek ulaşmak isterler. Ramazan a-ymda camülerde ve evlerde mukabele okunur. Mukabele Ramazan ayının birinci günü başlayıp, sonuncu gününe kadar bitirmek üzere, Kur'an'm tamamını, ezberden veya yüzüne okumak demektir. Hz. Peygamber (sav); "Kur'an okuyunuz, zira Kur'an, okuyanlara, kıya­met günü şefaatçi olarak gelir" buyurmuştur.[194]

Okuyan kimse manasını ve dinleyen kimsede manasını bilmez­se gene de sevabı vardır. Eğer manasını bilse daha faziletlidir.

Siyah elbise giyinip matem tutmak mekruhtur. Zira matem tutmak gayri müslimlerin adetidir. Kesinlikle İslam da matem tut­mak yoktur. Hususi olarak erkeklerin siyah elbise giyinip, yaslı ol­duğunu göstermesi sünnete uygun değildir.

Ergenlik çağına girmeden ölen Müslüman çocukları, hiçbir he­sap görmeden cennete girer. Zira Hz. Peygamber (sav) oğlu İbrahim vefat ettiği zaman şöyle buyurmuştur; "kuşkusuz onun cennette bir emzireni vardır..." Bütün Ehl-i sünnet vel cemaatin ittifakiyle, kabir sualinin hak olduğunda görüş birliğine varmışlardır. Zira bunu ha­dis ile tesbit etmişlerdir. Şu halde ruh ve beden arasındaki olan itti­sal ve bağlantı kıyamete kadar devam etmektedir. Tıpkı ampul ve a-kım arasındaki İttisal bağlantı gibi. Bedenin çürümesi, yanması, hayvan-ı mufteris tarafından yenilmesi vs. gibi. Bu ittisali bağlantıya olumsuz yönde tesir etmez.

Bununla beraber kabir sualine gelince, kabir sualine muhatap olan, bedenle ittisali bağlantıda bulunan ruhtur. Zira insan öldük­ten sonra, bir daha kalkıncaya kadar kesinlikle artık bedenine geri dönmez.

Açıkladığımız gibi, aralarından bu ittisal bağlantı içinde ruh mü­teessir olduktan sonra cesede de verir, Alem-i Berzahtaki nimetler­den aynı ölçüde ruh faydalanır. Zira akleden, bilen, varolan düşü­nen ve kötüyü iyilikler arasından fark eden ancak ve ancak ruhtur. Netice olarak elektrik akımıyla, ampul arasındaki ittisal ve bağlantı ne ise, ruh ve beden arasındaki ittisal ve bağlantıda aynen onun gi­bidir.

Toprağa dönüşüp çürümüş olan beden zamanı ve vakti gelince, yeniden tip ve şekilde bir değişiklik olmadan tekrar dirilir.

Fakat bu dünya bedeni sadece dünyadaki olan hayata göre meydana gelmiştir. Ahirette olan hayat bambaşkadır. Onun için me­tabolizma ve yapı sisteminde büyük değişiklik olduktan sonra vücu­da gelir. Ölüm olayı meydana geldikten sonra, ruh, berzah aleminde kendi amel ve inancına göre yerini alır.

Berzah alemi her iki dünya ile de ilgilidir. Şu halde herhangi bir Müslüman, imanla beraber kabre yani Alem-i berzaha girse, o Müslüman zülcenahan olur yani dünyayı da, ahireti de görür. Zira alem-i berzah, dünya ile ahiret arsında, ruhlar için bir mesken ye­ridir ve aynı zamanda bekleme salonudur. Nasıl ki dünyada in­sanlar, inanç ve amellerine göre değişiktir, aynı buna göre ruhlarda böyledir. Bunların özetlenmesi şöyledir;

1- Ala-yı illiyyin veya Mele-i Ala'ya, burada duran ancak ve ancak, Peygamberlerin ruhlarıdır. Hz. Peygamber (sav) Efendimizin, kutsal Ruh-i Şerifeleri en üst tabakadadır.

2- Yeşil kuşlar için de arşın altındadırlar. Bu ruhlar şehitler­den bir taifenin yeridir. Bu ruhlar cenneti seyretmekte veya berzah aleminden cennete açılan pencereden cennet nimetlerinden fayda­lanmaktadır.

3- Cennet kapısından hapsedilen ruhlar, borç veya zimmet bu­lunduğu halde şehit düşenlerin ruhlarıdır. Zira savaşta şehit olan babası hakkında, Hz. Peygamber (sav) ile görüşen gence, Allah Resu­lü; "Hayır baban cennette değil, kapısında bekletiliyor, çünkü üze­rinde borç vardır" buyurmuştur.

4- Kabir aleminde bekletilen ruhlar; Bu ruhlar aşıranların ruh­larıdır. Yani başkasına ait olan bir şeyi izinsiz olarak çalmak. O ça­lınan şey ister devlete ait olsun isterse millete ait olsun fark etmez.

Aşırı derecede Devlet malı alan kimse için arkadaşları, "cennet ona mübarek olsun" dediklerinde Hz. Peygamber (sav) nübüvvet gö­züyle onun yerini gördükten sonra şöyle buyurmuştur; "Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, onun aşırı olarak aldığı malı, ateş olup kabrinde, ruhunu sarmıştır.

5- Berzah'in alt tabakasına veyahut yeryüzünde berzah ile ilgili bir bölümde hapis edilen ruhlar; Bu ruhlar A'layı İliyyine yüksele-mezler. Zira bunları amelleri kötü olduğu için orada hapsedilir. Bun­lar dünyada iken o kıymetli ömrünü, Allah'ı bir gün olsun ibadet konusunda akılından geçirmeyen,  kalbinden gelen zikirde bulun­mayan kimselerdir. Bunların dünyadaki hayatları kötü olduğu için ruhları da kötüdür ve kötü alemde kalmaya da mecburdur.

6- Berzah'm alt kısmında duran ruhlar vardır. Bu ruhlar, tan­dır tipi ateş dolu olan yerlerde hapsedilirler. Bunlar dünya hayatın­da iken, zinaya müştak ruhlardır. Bunların çoğu tevbe etmeden öl­müştür.   Zira  Miraç  gecesinde  onların  acıklı  hali  Hz.   Peygamber (sav)'e gösterilmiştir.

Berzah aleminde, kanlı bir nehir içinde hapsedilen ve kenara yakın olduklarında ağızlarına taş atılan ruhlar vardır. O halde tüm insanların dört yerde durma hakkı vardır.

1- Ana rahmindeki olan devri. Bu Ana rahmi hem dardır, hem de karanlıktır. Aynı zamanda da üç ayrı tabakadan meydana gel­mektedir. Kur'an-ı Kerim'in ifadesine göre buna "üç karanlık karar­gah" denir.

2- İlk olarak dünyaya ayak bastığı devresi. Bu anda tedricen büyür. Erginlik çağma yetiştikten sonra, kendi isteğiyle, ya dünya­sını şen ve ahiretini mesud eder. Veyahut her ikisini de berbat eder. Aynı zamanda kendi sıkıntı ve azabını kendisi meydana getirmiş olur.

3- Bu berzah alemi ana rahmine göre ne kadar büyük ve geniş ise, aynı zamanda dünyaya karşıda öyle büyük ve geniştir. Bütün ruhlar, amel ve itikatlarına göre bu berzah aleminde yerini alır ve bekleme salonunda Kıyametin kopmasını bekler.

4-  Bu dördüncü devre, insanlar için son devredir. Ya cennete, yada cehenneme karar kılınacak devredir.

 

Taziye

 

Ölenin varislerine taziyede bulunmak Hz. Peygamber (sav)'in sünnetlerinden biridir. Hz. Peygamber (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur;

Herhangi bir mü'min bir Müslüman kardeşine, kendisine doku­nan bir musibetten dolayı, taziyede bulunursa, mutlaka Allah, kıya­met günü ona keramet elbiselerinden giydirecektir. [195]

Taziye gönül alıcı, üzüntüyü giderici ve Allah'ın hükmünü be­lirtici sözlerle söylenmesi gerekir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendi­miz şöyle buyurmuştur;

Allah'ın aldığı da kendisine aittir, verdiği de kendisine aittir. Her şey onundur ve her şeyin belli bir vakti ve saati vardır. Ona öğüt ver ki karşılığını Allah'dan beklesin."

Taziye musibete uğrayanları "Allah size sabır versin" gibi sözler söyleyerek teselli etmek demektir.

Taziyede erkek, kadın, büyük, küçük, ölünün bütün yakınları­na taziye verilir. Ancak genç kadınlar konusunda Fukaha dikkatli olmamızı tavsiye etmişler ki; kadınların mahremlerinden başkasına, taziye vermesindense kadınların vermesi daha uygundur. Fukaha-nın tesbitine göre, ölüm olayı meydana geldikten sonra üç gün için­de taziye yapılmalıdır. Fakat taziye edilecek veya taziyede bulunacak kişiler seferde olur veya başka bir memlekette bulunursa, o zaman bu müddetin dışında taziye yapılabilir. Taziye üç gün üç geceye ka­dar olur. Ölü sahiplerinin üzüntülerini tazelememek için üç günden sonra taziye mekruhtur. Aynı zamanda taziyenin tekrarı da mek­ruhtur. Tekrar eden kişi alim ise mekruh değildir.

Sahabeye göre şöyledir; Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, hüz­nün sonunu ve nihayetini üç gün kılmıştır. Başka bir hadisde de şöyle buyurmuştur; "Allah'a ve ahiret gününe iman eden kadına, ölü için üç günden fazla yas tutmak helal değildir, fakat kocası için dört ay on gün yas tutması müstesna."

Ölünün defninden sonra taziyede bulunmak, definden önce ta­ziyede bulunmaktan daha faziletlidir.

Musibetten dolayı evin kapısında veya mescit de oturmak mek­ruhtur. Ölü evinin yemek vermesi, helva yapıp, lokma dökmesi ke­sinlikle mekruhtur. Bir ölüm haberi duyulduğu zaman  "inna Lillahi ve inna ileyhi raci'un" yani, biz Allah içiniz, ve ona dö­neceğiz." denilir.

Taziye için gelenleri beklemek üzere üç gün evde veya mahalle camiinde oturmak müstehaptır. Vefat eden Müslüman bir kimse için, taziyede bulunulursa şöyle denilir;

Ölen kafir bir kimse için, bir Müslüman taziyede bulunursa şöyle denilir;

Vefat eden bir Müslüman için bir kafir taziye edilirse şöyle de­nilir.

Vefattan önce veya sonra meşru haliyle ağlamak kesinlikle ca izdir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz oğlu İbrahim vefat etme den önce sekaratta iken ağlayarak şöyle buyurmuştur;

Göz yaş döker, kalbi kederlenir fakat Rabbimizi memnun eden sözden başka bir şey demeyiz. Ey İbrahim! Senin ayrılışın bizi çok mahzun ediyor."

Ölünün yakın akrabaları için bir gün bir geceye kafi gelecek kadar yemek yapmak ve hatta yemek yemeleri için ısrar etmek sün­nettir, ölünün komşuları ve akrabalarının ölü evine yemek yapıp gö­türmesi sünnettir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz'in amcasının oğlu Cafer'in ölüm haberi gelince, Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;

Cafer'in ailesi için yemek yapıp götürün, zira başlarına, kendi­lerini meşgul edecek bir şey yani ölüm gelmiştir.[196] Cafer Hicretin se­kizinci senesinde, Mu'te savaşında şehit edilmişti.

Komşuların ve uzak akrabaların, yaptıkları yemekleri, cenaze evine götürmeleri, hele ölünün varisleri arasında buluğ çağma gir­meyen çocuklar varsa bunlara yardımda bulunmaları ve yemek gö­türmeleri sünnettir. Zira ölü sahipleri üzgün olduğu için, gelen gi­denle meşguliyet nedeniyle yemek yapmamış olabilir. Getirilen ye­meğin miktarı ise gündüz ve gece yetecek kadar olmalıdır. Ne yazık ki yurdumuzun bir çok beldesinde ve köylerinde, bu sünnetin yerine bid'at kullanılarak, gelen gidenlere, ölenin sahibi düğün ziyafeti gibi ziyafetle yemek hazırlarlar. Özel olarak dini tebliğ edenlerin bu hu­susa dikkat etmeleri lazımdır. Zira bu şekilde yapmak, ölü ehlinin sıkıntısını ve üzüntüsünü bir kat daha artırır. Aynı zamanda cahiliy-ye dönemi adetlerine dönülmüş olur. Bununla beraber ölünün ye­timleri varsa, böyle bir evde yemek hazırlayıp ziyaretçilere vermek kesinlikle haramdır. Fakat ölü evine, taziye ve cenaze için köylerden veya uzak yerlerden gelenler olursa, ölü evinde gece durmak lazım ise, o zaman ölü sahibine yemek yapmak gerekirse yedirilebüir.

 

Kabirleri Ziyaret Etmek

 

Kabirleri ziyaret etmek caizdir. Zira Ehl-i Sünnete göre; Ruh anlatma ve hitabı anlama kabiliyetine sahip olan nefsi natıka, yani konuşan nefistir. Zira cesedin ölmesiyle ruh yok olmaz. Aynı zaman­da araz değil bir cevherdir.

Selef imamlarının görüşlerine göre; nikmet veya nimet, ölmüş olan kimsenin hem ruhunda hem de cesedinde beraber yapılır. Ruh bedenden gittikten sonra, ya nimete girer veya nikmete, yani azaba girer. Bazı vakitlerde ruh yine bedenle ilişki kurar, bunun için hem nimeti hem de nikmeti duyar.

Ehl-i sünnetin başka bir görüşüne göre; Nimet ile nikmet, ruha değil yalnız bedene yapılır. Bu konuda varid olmuş birçok eser ve ri­vayetlerden anlaşıldığına göre; Ölmüş olan kimse dünyadaki ailesi­nin ve arkadaşlarının vaziyetini ve durumunu kesinlikle bilir, bunlar ölüye arz edilir veyahut ölü için kapı kapatmak yoktur. Eğer imanını kurtarabilirse zülcenaheyn olur. Bütün berzah alemini gördüğü gibi dünyayı ve bütün akrabalarını da görebilir. Yine hadislerde geldiğine göre; Ölmüş olan kimse görür. Onun yanında ne gibi işler yapılırsa iyice fark eder ve güzel işlerden memnun olur. Kötü işlerden de ke­derli olur.

Ölmüş olan kimse, Cuma günü güneş doğmadan önceki ziya­retçilerini tanır, yapılan sevaplardan kesinlikle yararlanır. [197]

Öyle ise şu çabuk kaybolan fani ömrünü kötü şeylere harcama ki o zaman sen baki kalasın. Zira sen dünya için gelmemişsin ki, tüm vaktini dünyaya harcıyorsun. Şu haldeö Emrolunduğun gibi dosdoğru ol ki, senin o altmış veya yüz senelik ömründe şeriat suyu ile sulamak harcedilirse, alem-i berzah ve bekada ebedü-1 amidin sermeden olarak semerelerinden istifade edeceksin. Ölmek yaşa­mın öbür yüzüdür. Ölmeden önce ölmeye çalışınız, bir de öldükten sonra yaşamın sırrını bulunuz.

Erkekler için kabir ziyaretinin mubah olduğu hususunda fuka-halar arasında kesinlikle bir ihtilaf söz konusu değildir. Kadınlar i-çin kabir ziyareti mekruh olup fakat haram değildir. Zira Hz. Mu-hammed (sav) Efendimiz, ölmüş çocuğunun kabri yanında ağlayan bir kadın, yanından geçerken ona şöyle buyurmuştur; "Allah'tan sa­kın, sabret" [198]

Eğer kadının ziyareti haram olsaydı Rasulullah (sa'j onu men ederdi. "Salih ve şehitlerin kabirleri kadınlar için mekruh değildir." Eğer kadının kabir ziyareti Şeriat'a uygun olursa mekruh değildir. Zira Hanefi'lere göre; erkek ve kadınlar için kabir ziyareti mendup-tur. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, o kadına "Allah'tan kork, sabret" sözü ağlaması içindi, ziyaret için değil. Şu halde ölümü ha­tırlamak ve onlara dua etmek, Fatiha ve Bakara suresinin baş tarafı gibi, Kur'an'm kolayına giden yerleri ile Ayet-ül Kürsi, Amanerrasüli, Tebareke, Tekasür surelerini okur, sonra İhlas suresini, oniki yahut onbir yahut yedi yahut da üç sefer okuması veya Yasin suresini o-kuması müstehaptır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle bu­yurmuştur; "Herkim kabristana girer ve Yasin'i okur ve sevabını ölü­lere bağışlarsa, o gün Allah Teala onların azaplarını hafifletir, kendi­sine de kabristandaki ölüler kadar sevap verilir."

Yine Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur; "Ölü­lerinize yasin okuyunuz" Ahmed, Ebu Davud, İbn-i Hıbban ve Ha­kim Yesar da rivayetetmişlerdir. Bu hadis hasendir.

Kişinin, okuduğu Kur'an-ı Kerimin sevabının belirli ölülere ve­ya tüm mü'minlere ulaşması için dua etmesi, ziyaret edeceği meza­rın kıble tarafında durup, yüzünü ölüye ve sırtını kıbleye çevirip, ona selam vermesi, sonrada dua için kıbleye dönmesi, kesinlikle sünnetir.

Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;

Kabirleri ziyaret etmekten sizleri men etmiştim, bundan sonra onları ziyaret ediniz. Zira onlar size ölümü hatırlatır."

Kalbi yumuşatır, ne kadar azda olsa biraz uyandırır. îşte bu şekilde kabirleri ziyaret etmek sünnettir. Fakat kadınlar erkekler ka­dar sabırlı olmadığı için ve musibetlere karşı zayıf oldukları için me­zarları ziyaret etmeleri mekruh sayılmıştır. Şu halde kadınlar gidip gelirken, başlan, bacakları açık, yüzleri makyajlı, konuşma ve dav­ranışları şeriata aykırı ise, o zaman ziyaretleri kesinlikle haramdır.

Kabir ziyaretinin özellikle, Perşembe günü öğlenden itibaren, cumayı Cumartesiye bağlayan gecenin gecenin sonuna kadar ve bayram günleri daha çok sevabı olur.

Geceleyin kısmen veya tamamen kabristanda durmak, kabir üstünde oturmak veya yürümek mekruhtur. Büyük veya küçük ta­haret yamak, orayı kirletmek kesinlikle haramdır.

İmam Şafii, devrin ilim şehri, Bağdat'a geldiğinde, İmam-ı Azarn'm kabrini ziyaret etmiş ve kabir civarında iki rekat sabah na­mazı kılmıştır. Bu namazda ikinci rekatta kunut okumamıştır. Mez­hep sahibi olduğu halde niçin kendi mezhebinin kuralını terkedip, neden îmam Ebu Hanefi'ye uyduğunu soranlara şu cevabı vermiştir; "İmamın manevi huzurunda, onun görüşü hilafına olan bir hareketi edebe aykırı gördüm." İşte İslam büyüklerinin birbirlerine olan say­gısı.

Kimse ölümü inkar edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Oraya girmek için üç yoldan başka yol yoktur.

1- O kabir, Ehl-i İman için bu mecazı dünyadan daha güzel bir alemin kapısıdır.

2- Ahireti tasdik eden, fakat ayrı yola gidenlere bir hapis-i e-bedi ve bütün dostlarından bir tecrid içinde, bir hapis-i münferit ve tek hücredir. Allah (cc)'ün kanununa inandığı gibi, yapmadığı için öyle işler başına gelecektir.

3- Ahirete inanmayan ehl-i inkar ve ehl-i dalalet için bir idamı ebedidir. Öyle bildiği için, ceza olarak aynını görecektir.

Bu ikinci ve üçüncü şık, bedihidir, delil istemiyor, gözle görü­nür. Madem ecel gizlidir, her zaman ölüm herkesin başını kesebiliyor ve ihtiyar genç fark etmiyor. Elbette akıllı olan kimsenin ahireti-ni dünya ya tercih etmesi lazım ve elzemdir. Zira Allah (cc) şöyle bu­yurmuştur;

Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah ve akşam ateşe arz edilecekler. Kıyamet koptuğu günde, Firavun kavmini en şiddetli azaba sokun denilecektir." [199]

Evliyanın, salih zatların kabirleri, teberrük için ziyaret edilir. O büyük zatların kabirleri ne kadar uzak bir yerde bulunsalar dahi, onları ziyaret için yolculuğa çıkmak menduptur. Zira Hz. Muham­med (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;

İşlerinizde sıkıntıya düştüğünüz zaman, kabir ehlinden Allan dostları ile tevessül ederek yardım isteyiniz. [200]

Başka bir görüşe göre, ziyaretçi kabrin ayak ucuna varıp, yü­zünü ölenin yüzüne doğru döner;

"Selam sizin üzerinize olsun ey Mü'minler yurdunun sakinleri! İnşaallah bizlerde sizlere kavuşacağız. Allah Teala dan bizim ve sizin için afiyet, uhrevi korkulardan siyanet ve selamet dilerim" diye selam verir. Kabiri çevreleyen duvar veya demire dayanarak oturabilir. Bu sırada mümkünse yasin suresini okur. Zira Hz. Muhammed (sav) E-fendimiz; "kim Allah'ın cemalini görmek dileğiyle Yasin suresini okur­sa geçmiş günahları mağfiret olunur, "onu mevtalarınızın yanında okuyunuz" [201] buyurmuşlardır.

Bazı şartlara riayet etmek şartıyla, kadınların da kabirleri ziya­ret etmelerine müsaade edilmiştir. Bu şartları şöyle sıralayabiliriz.

a) Tesettüre son derece riayet etmeli ve güzel koku kullanma­malıdır.

b) Kalabalık bir günde dahi olsa, ziyaret esnasında asla erkek­lerin arasına karışmamalıdır.

c) Ziyarete tek başına değil de, ya mahremi olan bir erkekle ve­ya birkaç kadın bir araya gelerek gidilmelidir.

d) Kabir başında feryadü figan ederek ağlayıp, mevtanın üzül­mesine ve azap görmesine sebep olunmamalıdır.

 

Berzah

 

Sözlükte, engel, sınır ve fasıla anlamlarına gelen berzah keli­mesi, kabir hayatı için kullanılmıştır. İslam akaidine göre, insanın ö-lümünden itibaren kıyametin kopmasına kadar olan zaman, Berzah yani kabir hayatıdır.

Ölümle birlikte ruh, bedeni terk ettikten sonra, cesedin kabre tevdi edilmesiyle birlikte ruh, bedene mahiyetini bilmediğimiz bir şe­kilde taalluk eder. Kabir sorgusunu müteakiben, dünyadaki iman ve amelinin durumuna göre mutlu veya sıkıntılı bir hayata başlar.

 

Vesileh Veya Huttevasül Ne Demektir?

 

Terim olarak, Tavassül; İyi ile kötü arasında, mü'tadil olanı al­mak demektir. Vesile ise; sebep, fırsat, el verişli durum, vasıta, yol, paye, rütbe, baba, kurbiyet kendisi ile başkasına yaklaşılan bir şey, bir vesile: sebep ile, bu sebeple bil vesile sebepsiz.

Mesela Kur'an-ı Kerimin hatır için beni mağfiret et. Yahut Hz. Muhammed (sav) Efendimizin hatırı için beni mağfiret et, veyahut büyük bir zatın kabrini ziyaret ederek şu şekilde dua ediyor; Ya Rab! Bu zatın hatırı için beni mağfiret et. Veyahut bu zatın hatırı için, fi­lan muradımı hasıl et.

Şu halde türbede bir şey istenilmez, fakat vesile ve tevessül o-labilir. Mesela kendi evinde olmak şartıyla bir sadaka kesildiği za­man bir veliyi o sadakanın sevabına müşterek yapabiliyorsan, eğer o sadakayı bir büyük zatın türbesine götürürsen, yalnız onun namıyla kesersen, o sadakanın eti haram olduğu gibi sadakanın sahibi de küfre girer. Zira sadaka yani kurban, ilk önce Allah namıyla kesildiği gibi evinde kesmek lazımdır.

Türbelerde kesinlikle kurban kesilmez, zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;

Müşriklerin örf ve adetleri gibi türbelerde kurban kesilmez." Hz. Muhammed (sav) Efendimiz her yılın başında Uhud'daki şehitlerin kabirlerine gider ve şöyle derdi;

Sabrınıza karşılık size selam olsun. Ahiret yurdu ne güzeldir." Selamet ve esenliği, zaten dünyanın en İyi esenliği ve semeresi budur.

Yine Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;

Ben size kabir ziyaretini yasaklamıştım, şimdi ise ziyaret edin, zira kabir ziyareti size Ahireti hatırlatır"[202] Bir rivayete göre ölümü hatırlatır. Yine Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;

Hz. Muhammed (sav) Efendimiz annesinin kabrini ziyaret etti, kendisi ağladı, çevresindekileri de ağlattı. Sonra şöyle buyurdu;

Rabbimden Annem için istiğfar istedim izin vermedi. Kabrini zi­yaret için izin istedim, verdi. Kabirleri ziyaret edin çünkü bu size ölü­mü hatırlatır. [203]

Netice itibariyle ziyaret, kadınlara da erkeklere de menduptur. Zira kabir ziyareti bütün insanlara ölümü ve ahireti hatırlatır. Ka­dınlara kabir ziyareti haram olduğu söyleniyorsa da, geçmiş olan şartlara göredir. Eğer kadın da Şeriata göre kabir ziyaret etse menduptur.  Zira Hz.  Aişe,  kabristana gidip,  kardeşi Abdurrahman'ın kabrini ziyaret etmiştir.

Abdullah İbni Ebi Müleyke rivayet ediyor:

Aişe (ra) bir gün kabristandan geliyordu. Kendisine dedim ki "ey mü'minlerin annesi nereden dönüyorsun?" dedi ki: "Kardeşim Ab­durrahman'ın kabrinden." Ben dedim ki: "Rasulullah (sav) kabir zi­yaretini yasaklamamış mıydı?" Dedi ki: "Evet, kabirleri ziyareti ya­saklamıştı... Fakat sonra onları ziyaret etmeyi emretti." [204]

Rasulullah (sav)'in kızı Fatıma (ra) her Cuma, amcazı Ham-za'nm kabrini ziyaret eder, namaz kılar ve yanında ağlardı."

Kurtubi demiştir ki hadiste geçen lanet kabirleri çok sık ziyaret edenler için geçerlidir. Zira bunda aşırılık vardır. Yani Rasulullah (sav) kabirleri çokça ziyaret edenlere lanet etmiştir.

 

Vasiyet Ve Tavsiyeler

 

Ölmek, yaşamın öbür yüzüdür. Ölmeden evvel ölmeye çalışınız, birde öldükten sonra yaşamanın hikmetini ve sırrını bulunuz.

Bütün Müslümanların, ölümünden sonra, malının sülüsü, ya­ni üçte birini geçmemek şartıyla, bir bölümünü hayrat ve hasenat için sarf etmek üzere, vasiyette bulunması müstehaptır. Kendi malından mirasçıya özel olarak bir şey vermek için, vasiyet etmek caiz de­ğildir. Aynı zamanda kabul edilmez. Ancak tüm mirasçıların izni ile kabul edilir.

Fakir olsun, zengin olsun malın üçte birine kadar bir meblağı vasiyet etmek müstehaptır. Şu halde malı az olup, çoluk çocuğu çok olan bir kimsede vasiyetini yapmalıdır. Malın üçte birinden çok olan bölümüne sahih olması için mirasçıların rıza ve izinlerine bağlıdır. Şayet mirasçılar infaz etmezlerse fazlası için vasiyeti kabul olmaz.

Şiddetli bir hastalık sebebiyle vasiyette bulunan bir adam, ma­lını üçte birinden fazla teberru veyahut vakfederse, gene varis üçten fazlasını reddedebilir. Vasiyet, zamanında mal ne kadar olursa ona göre nazarı itibara alınır.

Vasiyet Kur'an ve Sünnet-i Seniyye ile sabit olmuştur.

Vasiyet edenin şartı;

1- Mükellef

2- İhtiyar sahibi

3- Teberua ehil olması

Rükünleri ise dörttür;

a) Vasiyet eden

b) Kendisine Vasiyet edilen

c) Vasiyet edilen şey

4- Vasiyet

Şu halde, deli, çocuk ve baygın olan kimselerin vasiyetleri ke­sinlikle sahih değildir. Kendisine vasiyet edilen yerin günah ve masi-yet yeri olmaması lazımdır. Kilise, bar ve saz gibi İslam'ın kabul et­meyip yasaklamış olduğu şeylerde vasiyet etmek sahih değildir. Bir­de temellük edebilecek bir sıfatta bulunması gerekir. Mesela hayvan­lara vasiyet etmek sahih değildir. Fakat hayvanın yemini temin et­mek için vasiyet edilirse caizdir. Vasiyet edilen şeyinde, dinen ondan yararlanılması caiz olan bir şey olması lazımdır. Buna göre malla va­siyet etmek caiz olduğu gibi, tezek, köpek gibi, dinde mal sayılma­yan, ancak yararı olan şeylerinde vasiyeti caizdir.

Bir kimse malının bir kısmını akrabalarına vasiyet ederse va­risleri bu vasiyete dahil değildir. Akrabada erkek olsun, kadın olsun hepsine şamil gelmektedir. Yani miras gibi değil ki, erkeğe iki pay verilip kadına bir verilip müsavi tutulmasın. Aksine her ikisinin pay­ları eşittir.

Ölüye Kur1 an'in sevabı kesinlikle kabir üzerinde olur ve aka­binde meyyit için dua edilir. Şu şekilde olsa ölüye fayda verir. Zira i-mam Rem'i şöyle diyor.

Kıratın sevabının ölüye fayda vermesi için üç şarttan birisi la­zımdır.

1- Kabir başında okumak

2- Kıraatin sonunda ölü için dua etmek

3- Kıraatin sevabının ölü için hasıl olacağına niyet etmek Kıraatin evvelinde niyet getirmek müstehaptır. Bir kimse ölüp de alamadığı borcunun sevabı kendisine ait olduğu gibi varisleri de o borcunu alabilir. Vasiyetini kabul etmek veya borcunu kapatmak, deli, çocuk gibi olan kimselerin işelrini idare etmek için vasiy'i belli etmek sünnettir. Zira İbn-i Mas-ud (ra); iki vasiy belli etmek için şu şekilde yazısı vardır.

"Vasiyetim Allah Teala'ya, Zübeyr'e ve oğlu Abdullah'adır." Tüm malını içine alacak bir şekilde borçlu olan veya kökten malı olmayan, her hangi bir kimsenin vasiyeti caiz değildir. Camii, medrese, hastane ve köprü gibi din işlerine ve cemiyete menfaati olan herhangi bir şey için vasiyyet edilirse kesinlikle caizdir. Din ve millet ayrılığı, vasiyetin caiz olduğuna engel olmaz. Buna göre yahu-diye veya bir hıristiyana veya başka herhangi bir kimseye herhangi bir şey vasiyet etmesi kesinlikle caizdir. Vasiyet dille caiz olduğu gi­bi, yazıyla da caizdir. Belli olamayan herhangi bir insan için veya fakirler gibi bir taife için vasiyet ederse, vasi'nin ölümü ile vasiyet işi tamam olur. Fakat belli olan bir kimse için, vasiyet etmiş ise, vasiyet işi, vasi'nin ölümü ile tamam olmaz. Musa lehü için vasiyet edilmiş olanın infazı şarttır. Şu halde, müsi, yani vasiyet eden, hayatta iken Musa lehü, yani kendisine vasiyet edilenin infaz veya reddi ittibar-ı yoktur. Şayet muşa lehu eğer önce ölürse, vasi'nin vasiyeti ortadan kaybolur.

Herhangi bir kimse bir hayvanın verilmesini vasiyet ederse, bü­yük bir deve verebileceği gibi cismi küçük bir hayvanda verebilir.

Musa bihi bir ayn olması şart değildir. Belki bir abdın menfaa­tiyle vasiyyet etmek caizdir. Ev eve benzeyen sadece menfaatiyle bi­risi için vasiyet ederse caizdir.

Vasiyet ebediyen ve geçici olarak caizdir. Mutlak olarak vasiye­tin söylemesi ebediyyi istiyor. Tüm şeylerin menfaatine vasiyet caiz olduğu gibi, belli olamayan şeylere de vasiyet caizdir. Mesela hay-vanlardan bir hayvanı ve koyunlardan bir koyunu vasiyet etmek gi­bi. Gaip olan şeylerde veya kuvvetinden hariç olan bir şeyi vasiyet etmek caizdir. Mesela havada uçan kuşlar gibi veya kaçmış olan köle gibi vasiyet etmek caizdir. Vasiyetin konusu diğer konulardan geniş olduğu için caizdir.

Bir adam, iki adamı tayin etmeden vasiyet etse, birisi bulun­maz ve diğeri bulursa, bulunan kişi vasiyeti yerine getirmek üzere işlem yapabilir mi?

Üç mezhebe göre tek başına işlem yapması caiz değildir. Ebü Hanefî'ye göre birkaç meselede tek başına işlem yapılabilir.

1- ölünün hakkını müdafaa etmek.

2- Borç ödemek.

3- Belirli bir emaneti yerine getirmek.

4- Küçük çocuklarla yemek yedirmek ve onları giydirmek.

5- Kefen hazırlamak.

6- Cenazeyi hazırlamak

7- Belirli bir vasiyeti yerine getirmek.

Eğer hastanın dili tutulup konuşamasa, işaretle vasiyet etse sa­hihtir. Hanefılere ve Ahmet bin Hambel'e göre sahih değildir. Safı ve Malikilere göre caizdir.

,Herhangi bir kimse vasiyetini yazsa, yazının kendisine ait oldu­ğu biliniyorsa fakat bunun üzerine şahidi yoksa, aynı zamanda vasi­yetten döndüğü bilinmiyorsa, Ahmet bin Hambel'e göre vasiyetin ona ait olduğuna hükmedilir. Vasi, zengin bir kimse ise, Ebu Hanefi'ye göre ihtiyaç halinde yetimin malından, ne Ödünç ne de başka bir yol ile hiçbir suretle yiyemez. Şafii ve Hambelilere göre yetimin malı, yaptığı çalışmanın ücreti ile, bu çalışma sırasındaki zaruri masrafla­rından, hangisi az ise o miktara göre alıp yiyebilir. İmam Malik'e göre; yetimin vasisi zengin ise, yetimin malından yemekten çekinmek lazımdır. Eğer fakir ise, iyilikle, benzeri bir işte çalışmanın ücreti gibi bir ücret olabilir. Yetimin malı ile ilgilendiği miktarı yiyebilir.

Bir adam, bir evin yalnız kullanımını, birisi için vasiyet eder­se, caizdir. Bir kimse zengin olsa ve hiçbir mani olmadığı halde, Hac­ca gitmeden evvel vefat etse, o zaman vasiyet etmese, onun yerine birisin, Bedel-ü Hac olarak gönderilmesi lazımdır.

Bir kimse Hac farizasını yapmış, fakat nafile için, yerine Bedel-ü Hac olarak birisinin gönderilmesini vasiyet etmişse, bu caizdir. Be­nim yerimde Mekke veya Medine'den birisi şeklinde vasinin ağzın­dan bir söz çıkmamış ise, o zaman memleketinden gönderilmesi la­zım gelir. Eğer vasinin ağzından böyle bir söz çıkmış ise, gösterdiği yerden gönderilecektir.

Bir kimse bir şey vasiyet etse, daha ölmeden önce dönerse va­siyeti iptal olur. Musinin, vasiyeti kabul etmek için birisini vazife­lendirip muayyen etmesi sünnettir.

Musi tarafında kendi komşusu için vasiyet edilse, her dört ta­raftaki, musiye yapışık olan kırk eve sarf olunur. Bir görüşe göre yalnız, musiye yapışık olan ev sahibine sarf olması lazım gelir. îmam Nevevi'ye göre; Evler adedine sarf olur. Evler içindeki olan efratlara göre değil. En iyisini Allah (cc) bilir.

Ülkenin en akıllı olan kimsesi için, müsi tarafından vasiyet ol­duğu zaman, dünyadaki en temiz ve Salih olan insana sarf olunur. Eğer en cahil bir kimseye, musi tarafından vasiyet olunursa, Er-Rü-yani'ye göre; puta tapanlara sarf edilir. Eğer musinin vasiyeti Müs­lümanlara olursa, yani Müslümanların en echeli için olursa Sahabei Kiram'a buğz edenlere sarf olunur.

 

Elbise, Kab Ve Benzeri Şeyler

 

Allah (cc)'ün insanlara iyilikleri ve ihsanları sonsuzdur. Şayet Cenabı Hakkın nimetlerini saymaya kalksak kaleme gelmez. îşte o büyük nimetlerden biriside elbise nimetidir. Zira elbise insana şeref ve kıymet verdiği gibi, yazın sıcaktan ve kışın soğuktan insanları muhafaza eder.

Allah (cc) Kur'an-ı Keriminde şöyle buyuruyor;

Ey Adem oğulları! Size avret yerlerinizi örtecek bir örtü ve zinet olarak giyinip kuşanacağınız elbise verdik. Takva elbi­sesi ise en hayırhsıdır." [205]

Şu halde insan, hem Allah'ın güzel eserlerini kendi üzerinde gösteren bir varlık, hem de bitki ve hayvan cinslerinden ve diğer ya­ratıklar üzerinde bir sultan olduğunu, onların cinsinden giydiği çe­şitli elbiselerle gösterir. Fakat kadın ile erkek, ayrı bir cins olduğu için, her cinsin ayrı ayrı elbiseleri vardır. Ne kadın erkeğin elbisesini, nede erkek kadının elbisesini giyebilir. Zira kadın, ipekli elbiseleri fıtri olarak sevdiği gibi, aynı zamanda giyebilirde. Şu halde bu ipekli elbise erkeğe haramdır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;

"Ümmetin erkekleri üzerine, ipekli elbise ve altın yüzük haram­dır. Ancak ipekli elbise ve altın yüzük, ümmetimin kadınları için he­laldir."

Erkeklerin, altın yüzük, kolye, künye vs. takmaları ve bunlarla süslenmeleri haramdır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, bir Müslüman'ın elinde altından bir yüzük gördü ve çıkarıp attı ve "han­gimiz eline ateşten bir cemre almak ister?" buyurdu. Hz. Muham­med (sav) Efendimiz, o kişiye "yüzüğünü yerden al, başka türlü fay­dalan" dediklerinde, Adam; "Resulullah (sav) onu atmış iken vallahi asla onu almam" dedi.[206]

Enes (ra) Hazretlerinden rivayete göre;

Hz. Muhammed (sav) Efendimiz gümüşten bir yüzük yaptırmış ve taşma "Muhammed'in Resulullah" yazdırmıştır.[207]

Huzeyfe (ra) 'dan rivayete göre;

Allah'ın Resulü, ipekli ve dibace, yani ipeklinin bir cinsi olan elbiseleri giymekten ve üzerine oturmaktan bizleri men etmiştir. Başka bir hadis ise şöyledir;

Allah'ın Resulü sağ eline bir parça ipek, sol eline de bir külçe altın aldı ve buyurdu ki; "bunlar ümmetimin erkeklerine haram ka­dınlarına ise mubahtır." Erkeklerin ipekli elbise giymesi hususunda, Efendimiz; "Bu, muttakilere yani hakkıyla kazananlara layık değil­dir." buyurmuşlardır. Kırmızı ve san renk elbise giymek erkekler için mekruhtur. Siyah ve beyaz renkler müstehabdır. Yeşil renk elbisede Sünnet-i Senİyyeye uygundur. Şu halde erkek çocuklarının, altın, gümüş ve ipek elbise ile süslenmesi caizdir. Buna göre, delilerinde ipek elbise giymeleri helaldir.

Kadil-kudat îbnü Rezzin'e göre; bir terzinin, erkekler için ipekli elbise kesip dikmesi haramdır. Bunun gibi, kuyumcunun da erkek­ler için altın yüzük yapması ve aynı zamanda erkelere altın saat yap­ması haramdır. Hanefılere göre; Hunsa, çocuk ve delilerinde ipek el­bise giyinmeleri haramdır. Hambelilere göre ise, çocuk ve delilerin ipek elbise giymeleri caiz değil demişlerdir.

Genellikle haram bir kazançtan, çalmak, rüşvet ve hıyanet ol­duğu için, o parayla satın alman ve giyilen, nasıl bir elbise olursa ol­sun, fukahalarm ittifakıyla haramdır. Zira Uz. Muhammed (sav) E-fendimiz şöyle buyurmuştur;

Bir kimse on dirhem ile bir elbise alsa ve on dirhemin için­den bir dirhem haram olsa ve o haram olan elbise üzerinde dur­maya devam etse, onun namazını Allah'ü Teala kabul etmez. [208]

Bir rivayete göre de tuttuğu orucunu Allah kabul etmez. [209] Bu­nun gibi, böbürlenmek, başkalarını kendi gözünde küçük görmek niyetiyle değerli kumaştan elbise giymek de haramdır. Zira bu hare­ket İslam'a aykırıdır. Fakirle zengin arasında bir tehlike meydana ge­tirebilir. İslam dini ise oluşturduğu, prensip ve temelle, eşitliği sağ­lamak için gönderilmiş bir dindir.

Giyilmesi helal olan ve olamayan elbiseler hakkında, Fakihlerin içtihat ve görüşlerini, tafsilatlı bir şekilde nakletmemizde kesinlikle fayda vardır. Şafülere göre; ipekten elbise giyilmek için olsun veya olmasın, erkeklere haramdır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur;

İpek elbise giymeyin. Zira kim onu dünyada giyerse ahirette giyemez." [210]

Enes (ra)'dan gelen rivayette ise Rasulullah (sav) şöyle buyur­muştur: "Kim dünyada ipek giyerse ahirette giymez/' (müttefekun aleyh)

Şafîİlere göre; sadece giymek değil, bazı hususlarda İpeği kul­lanmak da haram olur. Erkeklerin bir ipek yüzlü yastığa dayanma­ları haram olduğu gibi, ipek bir yaygı üzerine oturmaları da haram­dır. Ancak zaruret olursa o zaman sakınca yoktur. Mesela yüzü ipek olup, astarı pamuk, keten yada ipekten başka bir maddeden olan veya yüzünde, keten, pamuk yada yün bulunan, diğer yüzü ise ipek olan bir elbisenin giyilmesi caizdir.

İpekten yapılmış bir çadırın altında oturulması haramdır. Bu­nun gibi kilim olarak kullanılan İpek halı, yaygı ve benzeri şeyinde üzerinde ayrı bir kaplama şeklinde, örtü perde bulunmazsa ve iki kat olduktan sonra, bir katı yün yada ipekten başka bir madde bu­lunmazsa bunun üzerinde oturmak haramdır. Bu şeklin aksi olursa helaldir, ipek, pike ve benzeri örtüler altında, hanımıyla birlikte bile olsa gene erkek için haramdır. îpekten bir kumaş üzerine resim, çiz­mek yazı yazmak, motif işlemek haramdır. Bunların hepsi hüküm bakımında erkeklere hastır. Kadınlar bu hususta erkeklerden tama­men onlar gibi değil, zira kadınlar için ipek yorgan altında yatmaları, ipek elbise giyinmeleri, ipek yaygı üzerinde oturmaları helaldir. Er­kekler, çok ihtiyaç duyulduğu halde ve zaruret halinde de giyebilir­ler.

a) Sokağa çıktığı zaman, sokak elbisesi olarak ipekten başka bir şey temin edemediğinde.

b) Avret yerlerini örtecek başka bir elbise bulamadığı zaman ipek elbise giyebilir.

Kabeyi ipekten bir Örtü ile örtmek caizdir. Zira Kabe, her türlü ilgi ve saygıya layıktır. At, merkep, deve, katır gibi hayvanların eğer, palan ve semerlerini ipekle kaplamakta haram olduğu gibi, erkekle­rinde ipek mendil kullanması haramdır. [211] Şafii mezhebine göre ipek giysilerden şunlar helaldir:

1- Musaf kılıfı.

2- İbrik, küp ve benzeri kapların kılıfı.

3- Anahtar, teşbih ipi gibi.

4- Musaf kılıfının kulpu.

5- Bıçak, kılıç ve kama askısı.

Pamuk veya yün ile karışık ipek elbiseyi, eğer ipek fazla olma­dığı taktirde böyle bir elbisenin giyilmesi caiz görülmüştür. [212] Zira t p'hin sebebi çokluktur. Şayet ikisi de eşit olursa, o zaman gene ildir. Zira ona ipekli elbise denilmez, birde tüm menfaatli şeyler­de asıl ibahedir.

ipek ve resimli olmayan bir perdeyi, pencere gibi şeyler üzerine takmak caizdir. Aynı zamanda üzerinde, canlı bir mahlukun fotoğra­fı hynrnayan bir halıyı duvara asmakta caizdir. Şayet canlı bir  resmi bulunan veya ipekten olan bir perdeyi takmak ha Erkek veya kadın olsun, altın ve gümüş kabları kullanması ha­ramdır, ister abdest almak için olsun, ister yemek yapmak için ol­sun, isterse su içmek için olsun, bu hususlarda hiçbir fark yoktur. Hatta ve hatta, çay kaşığı gibi ufak bir şey de olsa gene haramdır.

Kadın için renkli elbise ile ipek seccade üzerinde namaz kılmak caizdir. Bir elbisenin üzerinde İnsan veya hayvan resmi varsa onun­la veya üzerinde namaz kılmak mekruhtur. Necis olan bir zeytin ya­ğından sabun yapmak caizdir. Makine ve arabaları haram olan yağ­larla yağlamak caizdir. Bunun gibi necis olmuş bir gaz yağını, lamba ve lüküslere aydınlanmak için koyup aydınlanmak caizdir. Eskimiş ipekleri parçalayıp, yastık veya döşek kılıfın a doldurup yastık veya döşek olarak kullanmakta bir sakınca yoktur. Hanefılere göre; er­keklerin zaruri hallerden başka, ipek kumaştan, yaygı, elbise giyin­meleri, yorgan, pike ve bunlara benzeyen örtüleri kullanmaları ha­ramdır. Fakat elbiselerin kol ve yaka kenarlarının, dört parmak e-ninden fazla olmamak şartıyla, ipek kumaştan yapılmasında sakın­ca yoktur.

Dıştan görünen bir şey olmadığı için, ipeğin kılıfı da dolduru­lup, döşek, minder ve yastık gibi şeyler yapılması caizdir. Para kese­sinin ipekten yapılması caizdir. Fes ve buna benzer giysilerin ipek kumaştan yapılması mekruhtur. [213]

Teşbih ipinin ve püskülünün ipekten olması caiz olduğu gibi, ipekten dokunmuş bir seccade üzerinde namaz kılmak caizdir. Ma-liki'ye göre; baliğ olan erkeklere, savaş da olsun veya olmasın, ipek elbise giydirmek kesinlikle haramdır. İpek yaygı, kilim, halı vb. şey­ler üzerinde, eşiyle beraber de olsa oturması haramdır. Erkeklerin kırmızı ve sarı renk elbise giymeleri mekruhtur. Kadınlar ise, ipek kumaş giymeleri ve hangi renkten olursa olsun ipek giymeleri helal­dir.

Hambelilere göre erkeklerin ipek sank sarması, ipek ipliğe teş­bih taneleri dizip, ipek püskül takmaları haram olduğu gibi, ipekli elbise giymeleri de haramdır. İster yüzü ipek olsun, ister astarı, bun­lar arsında fark yoktur. Kabe örtüsünün ipekten yapılmasında bir kerehat yoktur. Kap, kaçak, yazma ve ev eşyalarındaki süs araçları ile başka şeylerde, gümüş ve altın kullanılması, erkekler ve kadınlar için, tüm Fakihlerin ittifakıyla haramdır. Şu halde altın ve gümüş kaplardan yemek, içmek, yağ sürünmek, sürme çekmek, hoş koku ve abdest almak kesinlikle caiz değildir. Buna göre, Altın ve gümüş­ten, saat, kalem, büro eşyası, ayna ve süs eşyası edinmekte caiz de­ğildir. Evleri ve oturma yerlerini, altın ve gümüşlerle süslemek caiz değildir. Şafii ve Hambelilere göre, altın ve gümüş kap edinmek ha­ramdır. Ticaret maksadıyla olsa da gene haramdır. Zira altın ve gü­müş kaplar, ipeğin aksine, kadın, olsun erkek olsun herkes için ha­ramdır. İpeğin ise ticaret yapmak amacıyla kullanılması caizdir. Zira, ipeğin kullanılması kadınlar için helaldir. Zaruret ve ihtiyaç hal­leri dışında altm ve gümüş kullanılmasın haram olduğu konusunda fetvalar vardır.

Mesela; İmam Yusuf ve İmam Muhammed'e göre; düşen dişin ve kesilen burnun yerine Altın diş ve burun yapılması caizdir. Ebu Hanife ise şöyle diyor; "Dişler altın ile bağlanmaz, gümüş ile bağ­lanır."

Yüzüğün kaşını yerine sabitleştirmek İçin, altının kullanılması caizdir. Zira bu yüzüğe tabidir. Şafıilere göre ise; yüzüğün kaşının yarısın altından olması haramdır. Zaruret hali dışında, altm ve çok miktardaki gümüş ile tamir edilen kapların kullanılması haramdır. İhtiyaç ve zaruretten dolayı erkeğin altın ile diş kaplatması caizdir. Fakat sırf gösteriş için altın ile diş kaplatması haramdır. Fakihkerin ittifakıyla , altın gümüş kaplardan başka değerli olan kapların kul­lanılması caizdir. Akik, mercan, zebercet, cam, billur, bakır, kurşun ve bunlara benzeyen diğer maddelerin kullanılması caizdir. Altın ve gümüşten olan, mamulleri, kap-kacakları kullanmak hem erkeklere hem de kadınlara haramdır. Zira kötü niyet sahibi insanların dikka­tini çeker. Aynı zamanda hırsızlığa ve ahlaksızlığa yol açar. Bunda aşırı bir israf vardır.

Hanefılere göre; günlük işlerde kullanmak şartıyla, evde süs için gümüşten eşya bulundurmak helaldir. Fakat gösteriş ve üstün­lük için olursa haramdır. Malikilere göre silahları altın ve gümüş ile işlemek, kesinlikle mekruh değildir. Düşen dişin yerine her iki mad­deden diş yaptırıp takması kesinlikle caizdir. Buna benzer, burnu kopan kimsenin de altm veya gümüşten burun yaptırıp takması ca­izdir. Mushafın iç yapraklarını altın ile süslemek ve onunla yazmak, Malikilere göre mekruhtur. Fakat Mushafın cilt yapraklarını her iki maddeyle süslemek mubah görülmüştür. Diğer kitapların, altın veya gümüş ile süslenip tezhib edilmesi mekruhtur.

Malikilere göre iki dirhem ağırlığında gümüş yüzük yaptırıp kullanması caizdir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz bu ağırlıkta bir yüzük kullanmıştır. Fakat birkaç yüzük mekruhtur. Şu halde yüzüğün ağırlığı iki dirhemden fazla olursa haramdır. Hanefîlere gö­re gümüş yüzük az olursa kullanılması helaldir. Onlara göre az mik­tarı, bir mıskaldır. (2.975 gr.}'dan daha aşağısıdır. Şafıilere göre uy­gun olan ise; bir mıskaldan aşağı ağırlıkta olan yüzük almak yada edinmektir. Bu konuda örf ve gelenek görenektir. Şafıilere göre sol elin serçe parmağının kullanılması müstehaptir. Sağ ele takılması ise mekruhtur.[214] Hanefılere göre ise sol elin serçe parmağına takılması müstehabtır. Fakat her iki elin serçe parmağına gümüş yüzük takılması caizdir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz her iki serçe parmağında yüzük kullandığı hakkında rivayetler, vardır. [215]

Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, üzerinde bir kaşı bulunan, gümüşten bir yüzük edindi ve buna Muhammedun Resulullah iba­resin nakşetti. Enes bin Malikten rivayete göre erkeklerin taşsız tü­zük kullanmaları caiz görülmüştür. Birden fazla taşı olan yüzük kul­lanmaları ise mekruh görülmüştür. Bir taşı olan yüzüğün takıldığı zaman, taşın avuç içine gelecek surette takılması uygun görülmüş­tür. Başka madenlerden yüzük kullanmak mekruhtur. Yüzükte kul­lanılan taşlar; yeşim, akik ve bunlara benzeyen taşlar olursa caizdir. Fakihlerin çoğu bunların kullanılmasında bir sakınca görmemişler­dir. [216]

Şafıilere göre; erkeklerin gümüş yüzük kullanmaları sünnettir. Fakat örfe ve adete uymaları lazımdır. Eğer örfe göre olamazsa o za­man haramdır. Yüzüğün, sağ elin serçe parmağına takılması daha efdaldir. Yüzüğün taşı varsa, o taşı avuç içine çevirmek sünnettir. Altm yüzüğün kullanılması şartsız olarak haramdır. Demir, bakır, tunç ve bunlara benzeyen, diğer maddelerden olan yüzüklerin kul­lanılması, en sağlam görüşe göre, kerahetsiz caizdir. [217]

Hambelilere göre; gümüş yüzük kullanılması caizdir. Onlara göre de, altın yüzük şartsız olarak haramdır. Fakat yüzüğün taşının altm olması caizdir.

 

Şehıd

 

Şehid: Şahit olan, Allah (cc) uğrunda canını feda eden Müslü­man. Hak için canını feda ederek ölen. Allah'ın rızasına eren, nak­linde ve gaslinde, Rahmet melekleri hazır oldukları için yahut kıya­mette, ümem-i Salife hakkında istişhad olunan, zevattan olduğu için yahut vefat etmeyip huzuru İlahide, hazır ve zinde olduğu için, ya­hut da Alem-i Mülk ve Melü'kütü müşahede eylediği için (şehit) den­miştir. Malumdur ki, burada olan maksudumuz Uhud gazasının şe­hitleridir ki şüphesiz onlar kefenlendiler, üzerlerine namaz kılındı fa­kat yıkanmadılar. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz onların hak­kında;

Siz onlan yaralanyla, kanlarıyla tekfin edin ve onlan yıkama­yın.[218] buyurmuşlardır.

Bazı ehl-i ilme göre; şehitlerin üzerine namaz kılınmaz. Bu, Ehl-i Medine'nin görüşleridir. Aynı zamanda İmam Şafii ve İmam Ah-med'in görüşleridir. Bazılarına göre de şehitlerin üzerine namaz kı­lınır. Bu görüş ise, Sevri ve Küfe ehlinin görüşleridir. Bu görüşü, İshak (ra)'da söylemiştir. Bunlar Hz. Muhammed (sav) Efendimiz'in hadisiyle, delillerini getirerek şöyle demişlerdir; "Resul-i Ekrem Efen­dimiz, Hz. Hamza'nın üzerine namaz kılmıştır."

İslam inancına göre Peygamber mertebesinden sonra, insan i-çin en şerefli ve en yüksek mertebe, şehitlik Mertebe sidir. Zira şehit­lik mertebesinin, şefaat cihetinde büyük bir Makamatı Aliyesi vardır. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, şöyle buyurmuştur;

"Şehit kendi akrabasından yetmiş kişiye kadar şefaat edebilir.[219] Başka bir hadis ise; Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, bu mer­tebeyi her cihete temenni etmiş, aynı zamanda ümmetini bu yola teşvikte işareti olmuştur.

Muhammed'in canı kudret elinde olan (Allah)'a yemin ederim ki; Allah yolunda savaşmayı ve öldürülmeyi, sonra tekrar savaşmayı ve tekrar öldürülmeyi, sonra tekrar savaşmayı ve tekrar öldürülmeyi çok isterdim. [220]

Bu şehitlik mertebesi ne kadar büyük ki, tüm günahlarını af­fettiriyor, fakat kul hakkını affettirmiyor. Şu halde İslam dini, insan haklarını tüm hakların üstünde tutuyor. Ancak Sahihi Müslim de, Allah için denizde şehit düşenlerin kul hakkından da kurtulacağı belirtilmiştir.

Allah (cc) Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurmuştur;

Allah yolunda ölenlere onlar ölüler demeyin. Hakikatte on­lar diridirler, fakat siz bunu anlayıp bilemezsiniz." [221]

Yer yüzünde bir Müslüman için en büyük sevinç, Kur'an-ı Ke­rim uğrunda çalışmak ve şehit olmaktır. Biricik önderimiz Hz. Mu­hammed (sav) Efendimiz bir hadislerinde, şehit olma sevincini şöyle dile getiriyor. "Allah yolunda bir kere öldürülmem, dağlarda ve şehir­de yaşayanların benim olmasından daha sevimlidir." Evet, Şehadet bu kadar tatlı ve lezzetli bir sevinçtir. Gerçek hayat şehadet haya­tıdır. Hz. Ebu Bekir Sıddık (ra) şöyle diyor; "Ya Halit! Allah yolunda ölmeyi candan arzu etki, o, hayata kavuşmanın sevincidir. Allah'ın vaadettiği nimetlere nail olmanın neşesidir."

Allah yolunda şehit olmayı sevmeyen bir toplum, İslami hayata kavuşamaz. Şu halde İslami hayatın temelinde şehadet sevinci var­dır, Resülullah (sav)'n tüm sahabeleri bu sevince ulaşmak için Allah yolunda durmadan cihat ederlerdi. Sahabelerden, Nucaym bin Malik (ra)' Resulüllah'a şöyle diyordu; "Cennete mutlaka şehit olarak gire­ceğim" Ressulullah (sav), "ne ile?" deyince, "Allah resulünü seviyo­rum," Allah yolunda harp etmekten kaçmıyorum" Resülullah (sav) doğru söylüyorsunuz" dedi. Nuaym (ra) ogün şahadet şerbetini içti.

Şafiüere göre şehidin hükmü;

1- Ahiret şehidi: Haksız yere Öldürülen, gurbette ölen, suda bo­ğulan, ateşte yanarak ölen, çoluk çocuğundan uzak yerde ölen, gebe veya bakire ölen kadın, sel sara humma ile ölen, evinden uzak bir yerde ölen, hayvan parçalamasıyla, yıldırım çarpmasıyla, karın ağrı­sıyla, ev altında kalmak suretiyle ölen. Cömert adam, karısına, ço­cuğuna, ona bağlı olanlara yedirip içiren sadık tüccar, Allah, için müezzinlik yapan ve Allah'ın emrini tatbik eden, denize düşüp bo­ğulan,   bunları  kıyamet  gününde  mükâfatlandırmak Allah'ın  lut-fundan bir iyiliktir. Bunlar gibi kuşluk anmazı kılan "Allahümme Barikli fîlmevti ve fıma vefı fa ba'del mevti" deyip de döşeğinde ölen, her ay üç gün oruç tutan, seferde hazerde vitri hiç terk etmeyen, namusuna sabrederek ölen kadın, fakirliğin üzerine sabreden, "La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin" diyene şehit se­vabı verilir. Eğer iyileşse de affedilmiş olarak iyileşir. (Tahtavi) den.

Bunlar dünyada normal olarak vefat eden kimseler gibi, yıkan­dıktan sonra namazı kılınıp gömüleceklerdir.

2- Dünya şehidi: Müslümanlar ile kafirler arasında cereyan e-den muharebeye, Allah rızası için değil, riya veya ganimet için katılıp vefat eden kimsedir. Bunlar şehitler gibidir. Zira bunların yıkanma­ları caiz olmadığı gibi, cenaze namazları da caiz değildir. Fakat kıya­met gününde şehitlere verilecek sevaptan mahrumdurlar.

3- Dünya ve Ahiret şehidi: Sadece İla'yı Kelimetullah için sava­şa katılıp hayatını kaybeden kimsedir.

İslami ölçülere göre, şehit kelimesi denildiği zaman ikinci ve ü-çüncü kısım olan şehitler akla gelir. Bunlar yıkanmaz ve cenaze na­mazları kılınmaz. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, Uhud sava­şında şehit düşenleri yıkamadan ve cenaze namazlarını kılmadan, kanlarıyla birlikte defnedilmelerini emretmiştir. Şehidin, içinde vefat ettiği elbise ile kefenlenmesi sünnettir. Eğer tüm vücudu zapt etmez­se tamam etmek lazımdır. Onun kanından başka bir cesedin kanı o-na isabet olsa onu yıkamak lazımdır.

Kafirlere karşı Cihat olduğu zaman, savaş devam ederken, yani ateş sona ermeden ölen bir din kardeşimiz kesinlikle şehittir. Bu şe­kilde olan bir Müslüman'ı kafir birisi öldürürse ve yahut Cihat orta­sında yanlışlıkla bir Müslüman'ın silahıyla veya onun silahı üzerine teperek veya cihat ortasında bir kuyuya veya bir çukura düşerek ve­yahut bir hayvanın tepmesiyle ölen kimse kesinlikle şehittir.

Bir Müslüman savaş meydanında savaş nedeniyle değil, başka bir nedenle öldürülürse veya savaş bittikten sonra savaş meydanın da ölürse, en sağlam görüşe göre bu kişi şehittir.

Şafii ve Malikilere göre; şehit olmak için nifas ve hayızdan tahir olmak şart değildir. Allah'ın dininin yükselmesi için savaşırken ölen kimse şehittir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuş­tur; "Allah'ın dininin yükselmesi için kim savaşırsa o, Allah yolun­dadır. [222]

Şu halde, gösteriş için, kavmiyetçilik yani ırkçılık için, desinler için savaşanlar şehit değildir. Cumhura göre, kendi kendini öldüren kimseyi, yıkayıp üzerine namaz kılmak, diğer ölülere olduğu gibi ca­izdir. Zira Hz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur; "İster takva sahibi, ister fasık olsun, büyük günah işlese de tüm müslü-manlar üzerine cenaze namazı kılmak farzı kifayedir." Fakat, Ömer bin Abdüllaziz ve Evzaiye göre; İntihar edenin cenaze namazı kılın­maz. Zira bu kişi asidir. Dayandıkları delil ise şu hadistir; Resul-i Ekrem (sav) Efendimize, kendisini enli oklarla öldüren biri götürül­dü. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz onun cenaze namazını kılma­dı. [223]

Şehidin Müslüman olması şarttır. Birde yara aldıktan sonra çok geçmemesi, hemen vefat etmiş olması şarttır, tslami ölçülere gö­re yiyip içmesi, yahut tedavi olması, yahut bir namaz vakti kılacak kadar aklı başında olduğu halde hayatta kalması ve savaş meyda­nından canlı olarak aklı başındayken nakledilmesi gibi durumlar olmamalıdır. Şayet böyle bir durum olursa şehit değildir.

Kısas ve had cezası için öldürülen kimse, yıkanır ve cenaze na­mazı defnedilir. Zira hakkıyla öldürülmüştür, zulmen değil. Şehidin baliğ olamayanı da Müslümandır. O da gayri müslimle savaş meyda­nında savaşarak ölmüştür. Bu nedenle baliğ olan kimseye göre, ada­letle muamele görmektedir. Zira Uhud şehitleri arasında küçük yaş­ta olanları vardı. Bu çocuk Haris bin Müman dır. Onlara da büyük­ler gibi muamele olmuştur. Bu uygulamalarda bunu teyit etmekte­dir.

Şehidin zırhı, şapkası, külahı, silahı, kaputu çıkarılır. Kefen ye­rine geçerek elbisesi çıkarılmaz. Elbisesi sünnet kefenden az ise ilave edilir. Fazla olsa fazla gelen kısmı çıkarılır. Bütün elbisesini çıkarıp başka bir elbiseye sarmak mekruhtur.

Maliki ve Şaiîilere göre; nifas, hayız, cünüp ve bunlar gibi olan kimseler savaş esnasında ölmüş ise kesinlikle yıkanmazlar. Zira Hanzal bin Rabih, Uhud savaşında cünüp iken öldürüldüğü zaman Hz. Muhammed (sav) Efendimiz onu yıkamamış ve "Meleklerin onu yıkadığını gördüm" buyurmuştur.

Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya başka bir bir­liğe katılma hali dışında, kim o gün, arkasını dönerse, Allah'tan bir gazap ile dönmüş olur ve onun varacağı yer cehennem olur. Gidilecek ne kötü bir yerdir. [224]

Hanefilere göre şehit üç kısma ayrılır.

1- Kamil manada olan şehit. Yani hem dünya hem de Ahiret bakımından olan şehit, gerçek şehittir. Öyle şehit olabilmek için, Müslüman bülüğa ermiş, nifas, hayız ve cünüplükten temiz olmak, vurulduktan sonra, konuşma, yeme, içme gibi bir şey yapmadan öl­mek şarttır. Bu şekilde ölen kimse yıkanmaz. Kanlı elbise ile namazı kılındıktan sonra defnedilir. Silahı ve zırhı da çıkarılır ve bunun gibi, külah, sarık, şapka, eldiven, kalkan, matara, kemer, saat, yüzük, para ve bunlar gibi kıymetli eşyaları alındıktan sonra gömülür. Ca­nını, malını veya Müslüman kardeşlerini yada gayri Müslim vatan­daşları müdaafa ederken öldürülen kimsede Kamil şehit kısmına gi­rer.

2- Savaş dışında zulmedilerek veya karın ağrısından vefat e-den, ilim tahsil ederken ölen, doğum sancısından ölen yahut düş­man ülkesinde ve benzeri yerlerde ölen kimselerde, Müslüman olma­ları şartıyla ikinci kısım şehitlerden sayılır. Böyle olanlara sadece A-hiret şehidi denir. Kıyamet günü şehitlere vaad edilen ecir ve ma­kamlara bunlarda vasıl olur.

3- Yalnız dünya şehididir. Bunlar Müslümanların safına gire­rek, veya devlete karşı çıkan anarşistlerle savaş ederken veya yol ke­sicilerle savaşırken öldürülen münafıklardır.  Bunlar birinci kısma dahildir. Yani yıkanmazlar sadece namazı kılındıktan sonra defnedi­lirler. Şafıilere göre, bunlar düşmandan firar ederken öldürülmüş ya da kafirlere karşı harp ederken ölen, yalnız ganimet malından çalmış yahut ta gösteriş ve riya için öldürülmüş olan kimsedir.

Hambelilere göre, savaş meydanında şehit düşenlerden başka yirmi kısım şehit vardır. Suyutiye göre otuz kısımdır. Bunların açık­laması şöyledir; gün çarpmasından, karın ağrısından, veba hastalı­ğından, boğularak, yanarak, üzerine bir duvar veya bina vb. şeyler yıkılarak ölenler. Zira Uz. Muhammed (sav) Efendimiz şöyle buyur­muştur;

Kolera hastalığından, veba hastalığından, boğularak, üzerine bir şey düşerek ölen, Allah yolunda şehit olur. Başka bir hadiste ise; "öldürülme hariç şehitlik yedi çeşittir" ilavesi şöyledir; yangında ölen ve akciğer hastalığından ölenler ve nifas halinde ölen kadın. Bu Öteki hadiste eklenmiştir. Veremden ölen, cüzzam ve veba hastalığından, uçurumdan düşerek ölen, hacda ölen, ilim tahsil ederken ölen, ih-lasla kalpten şehitlik isteyen, sınırları korurken Ölen, delirerek, do­ğum esnasında, akrep veya yılan sokmasıyla ölen, yer yüzündeki gö­revini bilen alimler, zulme karşı çıkmak için Ölen, yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanan, gurbette ölen, bineğinden düşerek ölen, di­nini, canını, malını ve ailesini korumak için Öldürülen, iffetli ve na­muslu olduğu halde işkence ile öldürülen, Cuma gecesi ölen, savaş meydanında yara aldıktan sonra yiyen, içen yahut tedavi gören ve bir namaz vakti kadar hayatta kaldıktan sonra ölen kişilerde şehit­tir. Bunların hepsi Ahiret şehididir. Ahiret şehitleri diğer ölüler gibi yıkanır, kefenlenir ve üzerine cenaze namazı kılınır. Fakihlerin ittifa­kıyla, öbür dünyada diğer şehitlerle aynı muameleyi görmezler. Fa­kat Ahirette onlarında sevabı kesinlikle vardır. Günahkar ve isyan­kar olmak şehitlikle vasıflanmaya mani değildir. Zira ölen kimse gü­nahkar olsa da gene şehit olur. Şu halde taat ancak ve ancak küçük günahları silebilir. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur;

 

"Elbette İyilikler Kötülükleri Yok Eder.

 

Hz. Muhammed (sav) Efendimiz de şöyle buyuruyor; "Kötülü­ğün ardından bir iyilik yap ki onu götürsün."

Bazı Fakihlere göre yol keserken, boğularak ölen kimse şehit­tir. Günahı ve isyanı kendisine aittir. İsyanı sebebi ile ölen kimse kesinlikle şehit değildir. Masiyet halinde İken, şehitlik sebeplerinden birisi ile ölen kimse şehitlik sevabı alır. Günahının vebalide kendine aittir. Mesela bir kimse başkasından zorla aldığı bir at üzerinde, sa­vaş ederken ölse veya bir topluluk günah işlediği anda üzerlerine ev çökerek ölse kendisine şehitlik sevabı vardır. Masiyetlerinin suçu da kendilerine aittir. Mesela zinadan meydana gelen bir çocuğu, doğu­rurken ölen bir kadında şehittir. Şu şekilde, hamile olan bir kadında karnındaki çocuğu düşürmeye çalışırken ölürse, kesinlikle şehit de­ğildir. Zira sebebi isyandır.

Herhangi bir kimse günah yapmak için gemiye binerse yahut kadın kocasına asi olarak evinden çıkarsa ve ölürse şahit değildir. Savaş alanında rastlanan ölmüş bir Müslüman'ın vucundunda ölü­me sebebiyet veren bir alamet bulunmazsa, o şehit değildir. Üzerin­de bir insan olmadığı halde düşman tarafından kaçıp gelen herhangi bir hayvan, bir Müslüman'ı öldürürse veya Müslümanlar düşman önünden firar ederken, yüksek bir yerden veya bir çukura düşerek ölürse, îmam Ebu Hanife ile îmam Muhammede göre yıkanıp öylece defnedilir. îmam Ebü Yusufa göre yıkanmaz. Düşman bayrağını gö­rüp ürken ve hayvanından düşerek ölen kimsenin durumu da böyle­dir.



[1] Kurtubi

[2] Ebu Davud 1069

[3] Cuma, 9

[4] Müslim, 865

[5] Ebu Davud 1067

[6] Dare Kutni 11/3, Ebu Davud 1056

[7] Buhari, 836

[8] Ebu Davud

[9] Beyhaki 177

[10] Buhari 862

[11] Müslim 847

[12] Buhari 852

[13] Buhari, Müslim 

[14] Müslim 2

[15] Buhari, 387

[16] Buhari 843

[17] İmam Ahmed 3,81

[18] Tirmizi 994

[19] Buhari, 841

[20] Müslim 875

[21] Müslim 851

[22] EbuDavud 1051

[23] Ebu Davud, 1047

[24] Buharı 893

[25] Buhari 893 

[26] Müslim

[27] Müslim, Ebu Hureyre'den rivayetle cuma 67, 69

[28] Müslim 1729

[29] Müslim 724

[30] Buhari, 1127

[31] Müslim 730

[32] Tirmizi 427,428

[33] Müslim 881

[34] Tirmizi, 523

[35] Tirmizi, 430

[36] Tirmizi, 429

[37] Buhari, 599

[38] Buhari601

[39] Buhari 433

[40] Tirmizi 453

[41] Ebu Davud, 1416

[42] Ebu Davud, 1418

[43] Buhari, 953

[44] Müslim 721

[45] Müslim 736

[46] Ebu Davud, 1422

[47] İsra, 79

[48] Müslim 1163

[49] Buhari 1880

[50] Ebu Davud, 748

[51] Müslim 749

[52] Buhari 1109 Buhari 1109

[53] İbni Mace 

[54] Buhari 946

[55] Kevser, 2

[56] Buhari 916

[57] Müslim 886

[58] Buhari, 908

[59] Nesai3, 111

[60] Müslim 888

[61] Hakim 1, 299, İbni Ömer

[62] İbni Ömer

[63] Buharı Kitab'ul-lydeyn

[64] Buharı, 94,3

[65] Buhari, 945

[66] El-Muhit

[67] Buhari, Kİtabul- Vudu

[68] îsra 79

[69] Müzem-il 1,2,3,4

[70] Secde, 16

[71] Furkan 63,64

[72] Zariyat, 17,18

[73] Tirmizi Deavat, 101 

[74] Müslim Siyam, 202

[75] Sübülü's- Selam 2,16

[76] Tirmizi Deavat, 15, îstiaze, 57

[77] Ahzab, 35

[78] İbni Mace, 189- Tergib, 476

[79] Buhari 882

[80] Buhari ve Müslim

[81] Sübülü's-Selam c.2, s.68

[82] Mülk, 30

[83] Îbni Mace, 1266

[84] Nuh, 10-11

[85] İbni Mace 1268

[86] Buhari, 961

[87] Müslim, 904

[88] Buhari 46

[89] Müslim, 901

[90] Tirmizi 562

[91] İsra, 59

[92] Buhari 25, Müslim 22

[93] Dürrü-1 Muhtar c. 2, s. 73

[94] Tilimizi, Salat 3102

[95] Fetavayı Hindiye

[96] Müslim

[97] Tirmizi

[98] Fetavayı Hindiye

[99] Eş-Şekan

[100] Hud, 114

[101] Zümer, 42

[102] Buhari

[103] Buhari, Müslim, Ebu Davud

[104] Ebu Davud

[105] Muyetü'l musalli, Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud, Nesai, İbni Hibban

[106] Müsnedi Firdevs

[107] Ebu Davud 3121, İbni Hibban 720

[108] Sahihi Müslim

[109] Fetavayı Hindiyye

[110] El-Muhit

[111] Fetavayı Hindiyye

[112] Fetavayı Hindiyye

[113] Zeylei

[114] El-Muhİt

[115] îbni Abidin

[116] El-Muhit

[117] Fetavayı Hindiyye

[118] El-Mebsut, Fetavayı Hindiyye

[119] Maverdi

[120] El-Muhit

[121] Fetavayı Hindiyye

[122] İbni Abidin

[123] Fetavayı Hindiyye

[124] Fetavayı Hindiyye

[125] Mecmau'l-Enhur

[126] El-Hidaye

[127] Macmu

[128] Fetavayı Hindiyye

[129] Kadihan

[130] İbni Humam

[131] El-Hidaye

[132] Zeylai

[133] Fetavayı Hindiyye 

[134] Fetavayı Hindiyye 

[135] Beyhaki

[136] Fetavayı Hindiyye 

[137] Fetavayı Hindiyye 

[138] Fetavayı Hindiyye 

[139] Teberani

[140] Bezzar

[141] Fetavayı Hindiyye 

[142] Ahmed ibni Hanbel

[143] Tevbe, 103

[144] Buharİ

[145] Müslim

[146] Fetevayı Hindiyye 

[147] Fetevayı Hindiyye 

[148] Fetevayı Hindiye

[149] Zeylai

[150] Kasani

[151] El~Muhit

[152] Buhari Teyemmüm, 1; Salat, 56; Ebu Davud, Salat 24

[153] Buhari, Cenaiz

[154] Neylül-Evtar, c.4, s.79 

[155] Tirmizi

[156] Neylül-Evtar, c.4, s.82

[157] Neylül-Evtar, c.4, s.82

[158] Neylül-Evtar, c.4, s.9

[159] Ebu Davut, s. 10

[160] Zeylai

[161] Müslim, Cenaİz

[162] Neylü'l-Evtar, c.4, s.91 

[163] İma Kâsânî; Buhru'r-Râik

[164] El Muhit

[165] Fetavayi Hindiye

[166] Kadihan

[167] Fetava-yi Hindiyye: 1/166

[168] Neylül-Evtar, c.4, s.97

[169] Neylül-Evtar, c.4, s.94

[170] Neylül-Evtar, c.4, s.95

[171] Fetavayı Hİndiyye

[172] Neylül-Evtar, c.4, s.94

[173] Neylül-Evtar, c.4, s.95

[174] Ebu Davud rivayet etmiştir.

[175] Neylül-Evtar, c.4, s.96

[176] Reddül-Muhtar, 1.830

[177] Neylü'l-Evtar c.4, s.99

[178] Neylül-Evtar, c.4, s. 128

 

[179] Muğnil Muhtaç, c.l, s.362

[180] Ebu Davud

[181] Muğil Muhtaç, c.l, s.367

[182] Zaryat, 55

[183] Sıracül-Vehnac

[184] Fethu'l-Kadir

[185] Neylül-Evtar, c.4, s. 103

[186] Neylü'l-Evtar, c.4, s. 104

[187] Neylü'l-Evtar, c.4, s. 103

[188] İbni Mace

[189] Haşr, 10

[190] İbrahim, 41

[191] Muhammed, 19

[192] Neylül-Evtar, 4/319

[193] A'raf, 402

[194] Müslim

[195] Neylü'l-Evtar, c.4, s 106

[196] Tirmizi ibn Mace, Beyhaki ve Ebu Davud rivayet etmiştir

[197] Keşşafu-1 Kına, c.2, s. 19

[198] Buhari, Müslim

[199] Mü'min, 46

[200] Şeyhül İslam, îbn-i Kemal, 40 hadis

[201] Feyzül-Kadir, c.6, s.200

[202] Neylül-Evtar, c.4, s. 124

[203] Neylül-Evtar, c.4, s. 124

[204] Neylül-Evtar, c.4, s.215

[205] A'raf, 26

[206] Buhari

[207] Buhari

[208] Neylül-Evtar, c.2, s.99

[209] Taberani

[210] Neylül-Evtar, c.2, s.91

[211] Kitab'ÜI-Fıkhi Alal-Mezhebil Arbaa, c.2, s. 10

[212] Kıtafetül Ahyar, c.2, s. 162

[213] Fıkhal-İslam, c.2, s. 12

[214] Fıkhu'l-lslam, c.2, s. 14

[215] Fetevay-ı Hindiyye, c.5, s.336

[216] Fetevay-ı Hindiyye, c.5, s.336

[217] Fıkhul-lslam

[218] Nesai

[219] İbn-i Hibban, Ebu Davud

[220] Buhari, Müslim

[221] Bakara, 154

[222] Cami-ul-Usul, c.3, s. 194

[223] Müslim

[224] Enfal, 16