DÖRT MEZHEBE GÖRE.. 3

İSLAM FIKHI VE MUCTEHİDLERİN FARKLI GÖRÜŞ. 3

ON DÖRDÜNCÜ BOLUM... 3

BEY.. 3

(ALIŞ-VERİŞ) 3

Alış-verişin Meşru Kılınışının Hikmeti: 3

a) Alış-Verişte Müsamahakar Olmak. 3

b) Doğru Olsa da Yemin Etmemek. 4

c) Satıcının Doğruyu Söylemesi 4

d) Sadaka Vermek. 4

e) Şahid Göstermek ve Yazışmak. 5

Alış-Verîşin Rükünleri 5

1) Alış-Veriş Akdi 5

2) Siğa. 6

Sığanın Sarih ve Kinaye Şekilleri: 6

Sığanın Şartları: 6

3) Üzerine Akid Yapılan Mal ve Bedelin Bulunması 7

1- Özel Alış-Verişler 14

2- Batıl ve Haram Satışlar 15

Alış-Verişin Adabı 18

İne Satışı: 19

İslâm'a Göre Sigorta Şirketlerinde Sigortalanmanın Hükmü. 21

Necisin Ve Müteneccis Yani Sonradan Haram Olanın Satışı: 24

Suyun Satılması: 25

Teslim veya Kabzın Anlamı ve Bunun Hakiki Keyfiyeti: 27

Kabz-ı Emanet: 28

Ayıplar / Kusurlar 28

Muhayyerliğin Şübut Şartlan: 28

Ayıplar Dört Kısımdır: 29

Semen, Kıymet ve Deyn Arasındaki Farklar. 30

Mebiin ve Semenin Birbirinden Ayırd Edilmesi: 30

Mebinin Hepsini Kabzdan Evvel Telef Olursa: 31

Kabzdan Sona Mebinin Hepsi Telef Olursa: 31

Hava Parası Caiz Midir?. 32

İslâm Dini Kâr İçin Bir Sınır Belli Etmiş İnidir?. 33

Teslim Ne Demektir? Satılan Eşyalar İkiye Ayrılır: 35

Mali Zimmet Ve Hususiyetleri 35

1- Zimmetin Özellikleri: 35

2- Zimmetin Sona Ermesi: 35

3- İstihlaki Ve İstimali Mal Yani Tüketim Kullanmamalı: 36

ON BEŞİNCİ BÖLÜM... 36

HAK.. 36

Hakk'ın Tarifi: 36

1) Malî ve Mali Olmayan Haklar: 40

2) Şahsi ve Ayni Haklar: 40

3) Mücerret ve Gayri Mücerret Haklar: 40

Kazai Olan ve Olmayan Haklar: 41

Hakkın Hükümleri 42

a) Hakkı Elde Etmek: 42

Kul Hakkının İfası: 42

b) Hakkın Korunması: 43

Kul Hakkı İse: 43

c) Hakkı Meşru Bir Metoda Göre Kullanmak: 44

Hile-i Şer'iye Nedir: 45


DÖRT MEZHEBE GÖRE

 

İSLAM FIKHI VE MUCTEHİDLERİN FARKLI GÖRÜŞ

 

ON DÖRDÜNCÜ BOLUM

 

BEY

 

(ALIŞ-VERİŞ)

 

Bey'in tarifi: Lügat olarak bir şeyin başka bir şeyle değiştirilme­si, karşılaştırılması manasına gelmektedir.

Doğrusu Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. Öyleyse O'nunla yaptığınız bu alış-veriş-ten ötürü sevinin." [1]

Şira kelimesi ise, bey kelimesinin anlamdaşıdır, yani bir diğerinin yerine kullanılır.

Onu çok düşük bir fiyata bir kaç paraya sattılar. [2]

Bu ayetteki şerav kelimesi, bey anlamında gelmiştir. Hadis-i şerif­te de şöyle buyurulmuştur:

Kişi kardeşinin bey'i (yani satışı) üzerine bey' yapmasın!" Buradaki bey' kelimesi şira manasında kullanılmıştır. Hadisteki olan nehy alana aittir. Satana ait değildir. Satan ile alan için elbeyyian kelimesi kullanılır. Zira bu hadis de kullanılmıştır:

Satıcı ile alıcı birbirinden ayrılmadıkça muhyyerlik hakkına sahip­tirler. Ayrıldıkları anda alış-veriş kesinleşir.[3]

Bu hadiste satıcı ile alıcının birbirinden ayrılmasından maksadın; bedenlerinin bulundukları mekandan ayrılmasına delalet ediyor.

Rivayet edildiğine göre İbn Ömer (r.a.) satın aldığı mal hoşuna git­tiğinde hemen satıcıdan ayrılıyordu.[4] Alış-veriş yapan kişiler muhayyer­lik şartı koşarlarsa birbirlerinden ayrılmaları sünnettir. [5]

Bey'in meşruiyyeti; kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Zira Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

Allah ahm-satınu helal, ribayı (yani faizi) haram kılmıştır. [6]

Peygamberimiz (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

Sizden birinizin İpini alıp da dağa çıkıp sırtında bir demet odun ge­tirerek satması, şerefini koruması ona versinler veya vermesinler bir kim­seye gidip istemesinden elbette daha hayırlıdır.[7]

Hz. Aişe'den şöyle rivayet edilmşitir:

Hz. Peygamber bir Yahudi'den veresiye bir yiyecek satın aldı da sa­tın aldığı bu yiyeceğe karşı demirden bir zırhı ona rehin olarak bıraktı. [8]

Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimizin ashabı onun huzurunda alış­veriş yapıyorlardı. Hz. Peygamber bunların alış-verişlerinin meşru olma­dığını söylemiyordu. Bu konudaki misaller çoktur. Bunların hepsi alış­verişin caiz olduğunu haber vermektedir. Bu Kur'an ve sünnet'le sabit olduğu gibi ümmet de bu konuda icma etmiştir.

 

Alış-verişin Meşru Kılınışının Hikmeti:

 

İnsanların bir çok şeye muhtaç olmalarıdır. Şu halde insan tek başına hem kumaş, hem ekmek, hem ayakkabı ve hem çorap da yapa­maz. Bunun için insanlar ellerindeki mallarla ihtiyaç duydukları mallan değiştermeleri Allah'ın kanununa bağlıdır. İşte bunun içindir ki rıza ile yapılan bu değiş-tokşa alış-veriş akdi denir. Bazı zamanda insanın pa­rası vardır fakat ihtiyaç maddeleri yoktur. Bu vaziyette para sahipleri ürün sahiplerine ürün sahipleri de öteki sahiplerine muhtaç olur. Tüm bu ihtiyaçlar ancak ve ancak alış-verişle giderilir. Ayrıca insanların za­rurî ihtiyaçları ve idareleri için çalışması lazımdır. Şu halde alış-veriş bunun için en sağlam bir kuraldır.

Bey'in adabı:

Ticaretin verimli olabilmesi için bir takım usul ve kurallar bulun­durması lazımdır. Umumi olarak bu kural ve adapların gözönünde bu­lundurulması gerekir. Bunları hem alıcı ve de satıcı taraflardan istemek lazımdır. Bunları şöyle izah edebiliriz;

 

a) Alış-Verişte Müsamahakar Olmak

 

Alış-verişte daimel evkat raüsamakar olmak yani birbirini idare et­mek gerekir. Satıcı malın fiyatını biraz aşağıya çekmeli ve alıcı da ağır şartlardan kaçınmak suretiyle esneklik göstermelidir. Bununla beraber de satıcı iktidarı olmayan müşterinin durumuna düşmemeli. Sattığının bedelini ertelemeli ve alacağını istediği zaman alıcı da hemen borcunu ödemelidir. Zira peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

"Sattığında, satın aldığında ve borcunu istediğinde kolaylık göste­ren kimseye Allah rahmetini ihsan eylesin. [9]

 

b) Doğru Olsa da Yemin Etmemek

 

Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Sakın ha, alış-verişte çok yemin etmeyin. Yemin malı sattırır ama bereketim de götürür. [10]

Hadis-i şerifteki yemin ifadesiyle ne kastedildiğini bir başka hadis-i şerif şöyle açıklıyor:

Gerçeği gizleyip yalan söyleyerek yapılan alış-verişin bereketini Al­lah Teala yok eder. [11]

Günümüzde reklam vazgeçilmez bir ticaret prensibi olarak kabul ediliyor. Bir malın varlığını duyurmak için yapılan reklam elbette mah­zurlu değildir. Fakat müşteriyi aldatmaya, onun saflığından faydalan­maya yönelen reklam hem yalandır hem de müşteriye zulümdür. Malına müşteri çekmek için yalan yere yenin eden taciri Peygamber Efendimiz kıyamet gününde yüzüne Allahu Teâlâ'nın bakmayıp günahlarını affet­meyeceği üç sınıftan biri olarak nitelemektedir. Asr-ı Saadette bir adam malını satmak düşüncesiyle; "Ben bunu şu kadara aldım" diye yalan söylemişti. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:

Ahdini ve yeminlerini az bir değere değişenlerin ahirette bir payları yoktur. Allah onlara kıyamet günü hitap etmiyecek, onların yüzüne bakmayacak, onları temize çıkamayacaktır. Elem verici az-ab onlar içindir. [12]

Bunun için söylenen söz doğru olsa dahi yemin etmek gene caiz değildir. Zira dünya menfaati için Allahu Teâlâ'nın ismini istismar et­mek her ne kadar küfür olmasa da çok kötü bir iştir, günahtır. Zira gü­nah işleyenlere Allah: "Ey mü'minler tevbe ediniz" buyurmaktadır. Onlara mü'min hitabını layık görmektedir.

Sevgili peygamberimiz ehl-i kıbleden olan ve namaz kılan kimse­nin tekfir edilemeyceği gibi lanetlenemeyeceğini de beyan buyurmuştur. Bütün bunlara riayet etmemiz; kendi davranışlarımızın başkaları tara­fından benimseneceğine vesile teşkil edecektir. Zira Allah başka dinlere mensup olanlar için bile:

"(İnsanların) Allah'tan başka yalvardıklarma sövmeyin ki onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler.[13] diye bu­yuruyor.

Putlara sövülmesini uygun görmeyen bir dinin mensupları, din kardeşlerine nasıl kötü sözler söyleyebilir. Grup, klik, meşreb vb. farklı­lıkları yüzünden müslümanlarm birbirlerini tekfir etmeleri, aynı milletin evlatlarının birbirlerini ihanetle suçlamaları vb. ithamlar cemaat birliği­ni bozan, yakıcı ve duygusal davranışlardır.

Tekfir herhangi bir kimsenin kafir olmasına karar vermektir. Bu oldukça tehlikeli ve inanan insanların kolay kolay yapamayacakları bir şeydir. İslâm inancı ve akaidinin temel kaidelerinden birisi de ehl-i kıble olan kimsenin tekfir edilemeyeceği hususudur. Kelime-i şehadeti diliyle ikrar, kalbiyle tasdik eden ve zaruret-i diniyyeyi kabul eden bir kimseye kafir denilmez. Böyle bir kimseye kafir demek dinen büyük günah sayıl­mıştır. İşlediği günahın helal olduğunu söylemedikçe ve böyle kabul et­medikçe durum gene değişimez. Bununla beraber küfür sözü imam ve nikahı giderir. Örneğin:

Allah'a, Peygambere, kitaba, kıbleye söven kimsenin (sarhoş da ol­sa) imanı gider. İmanla birlikte nikahı da gider. Böyle olan bir kimse tevbe istiğfar edip iman tazelenmesi, ayrıca nikahını da yenilemesi gere­kir. Aksi halde eşi ile birlikte yaşaması dinen caiz olmaz. Zira nikah düşmüştür.

Mallarını yalan yeminlerle en kaliteli mal gibi gösteren ve bu şekil­de alıcılarını kandıranlar bu hileden kaçınmalıdırlar. Zira Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Uç kişi vardır ki Allah kıyamet gününde onlara bakmayacak ve on­ları temizlemeyecektir. Onlar için çirkin bir azab vardır. -Ya Rasûlallah! Bu şekildeki olanlar kimlerdir? diye sorulunca cevabı şöyle olmuştur.

Yaptığı iyiliği söyleyip başa kakan, elbiseyi uzatıp kibirde bulunan ve ya­lan yenlinle malını satan kimsedir.[14]

 

c) Satıcının Doğruyu Söylemesi

 

Satıcı sattığı bir malda doğruyu söylemesi gerekir. Satıcı malın cin­si, imal edildiği yer ve kalitesi gibi hususlar konusunda doğruyu söylemesi lazımdır. Zira Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Satıcı ile alıcı bulundukları yerden çıkıp ayrılmadıkça kendi keyfin-dedirler. Eğer doğruyu söylemiş, malın kusurunu beyan etmişlerse alış­veriş her iki taraf için bereketli olur. Şayet yalan söyleyip kusurunu gizle-mişlerse alış-verişlerinin bereketi kaldırılmıştır. [15]

 

d) Sadaka Vermek

 

Çarşıda ve alış-veriş yaptığı yerde sadaka vermek. Zira böyle bir sadaka; hatırına gelmeden yemine veya unutup söylemediği sattığı ma­lın ayıbına veya kötü ahlâk gibi hareketlere keffaret-i zunup olabilir. Başka bir hadiste ise şöyledir:

"Ey tüccar cemaatti Alış-verişe yalan ve şeytan karışır. Bu nedenle alış-verişlerinize sadaka karıştırınız."

 

e) Şahid Göstermek ve Yazışmak

 

Şahid göstermek ve yazmak. Eğer satış vadeli ise, Alınacak mikta­rı, cinsini ve tarihini yazmak müstehabdır. Şahit tutmak ise sünnettir. Zira bu şekilde yapmak; hak ve hukuk içinde daha kuvvetli bir garanti meydana gelmektedir. Öyle olunca alacakta kesinlikle ihtilaf ve müna­kaşaya yolaçmaz. Bunun gibi satış peşin bile olsa yine şahid göstermek müstahabdir. Zira o zaman her hangi bir ihtilaf veya çekişme meydana gelmemektedir.[16]

 

Alış-Verîşin Rükünleri

 

Her akdin sahih olabilmesi için birtakım rükünleri vardır, bu rü­künler için debir takım şartları olması lazım gelir. Beyin rükünleri üç­tür.

 

1) Alış-Veriş Akdi

 

Ahş-veriş akdi iki kişinin istek ve rızasıyla olur .Alış-veriş yapan ki­şilerin;

a- Reşid olması. Yani akid yapan kişilerin akil-baliğ olmalarıdır ve mallarında güzel tasarrufta bulunabilecek durumda olmaları. Bunun için çocuğun ve delinin satması da alması da geçerli değildir. Sefîhliğin-den dolayı hacr altına girmiş olan kimsenin alması da satması da geçerli değildir. Zira Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:

Yetimleri evlenme çağına gelinceye kadar deneyin! Eğer on­larda olgunluk görürseniz, mallarını kendilerine verin!"

Bu ayet reşidliğin malın teslim edilmesinin şartı olduğuna delalet etmektedir. Öyleyse reşidlik alış-veriş akdinde de şarttır. Deli ve çocuk tasarrufa ehil değildir. Zira bunlar mükellef değillerdir.

Rasûlü Zişan (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Kalem üç kişiden kaldırılmıştır: Akıllanıncaya kadar deliden, uyanuıcaya kadar uyuyandan, bulûğ çağma erişinceye kadar çocuktan. [17]

b- Akid yapan kişiler ancak ve ancak istekleriyle yapmalıdır. Satıcı veya alıcının istek ve rızaları olmazsa kesinlikle caiz değildir. Zira Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Alış-veriş ancak ve ancak karşılıklı istek ile olur. [18] Bunun için zorlanan bir kimsenin rızası ve isteği olmazsa akdi ya­ni aliş-verişi geçerli olmaz. Fakat haklı olarak zor kullanılması caizdir. Örneğin borçlu olan kişi yanındaki malı satmak istemiyorsa, kadı onu mallarını satıp borcunu ödemeye zorlar ve bu satış -zorlama olduğu hal­de- sahihdir. Zira kadının rızası mal sahibinin rızası gibidir ve onun ye­rine geçer.

c- Akid iki taraflı olmalıdır. Yani biri satıcı öteki de alıcı olmak üze­re akidde bulunulması lazımdır. Bu halde bir kişi hem satıcı hem de alı­cı kesinlikle olamaz. Zira alıcının ve satıcının her birinin istek ve masla­hatları birbirine zıddır. Çünkü alan ucuz almak, satan da pahalı sat­mak İster. Bir de alış-verişin birtakım hükümleri vardır. Bu hükümler sorumluluğu bakımından birbirinden ayrıdır. Bunların hepsi bir kişiyle olması mümkün değildir. Şu halde bir kişi kendi malını satmak için bi­rine vekalet verirse vekil olan kimse o mallan kendi için alamaz, kişi bir başkasını mal almak hususunda vekil tayin ederse vekil de de o mallar varsa, vekil kendi mallarını müvekkili için satın alamaz. Bunun gibi bir kişi, iki ayrı şahsın da vekaleti olursa birinin malını diğeri için alamaz. Aynı zamanda birinin malını diğerine satamaz. Bunlar hepsi yukarda zikrettiğimiz hususlar yüzünden caiz olmaz. Aynı zamanda vekaleten alış-verişin teslim ve almak gibi hükümleri bazı evkata münakaşalı ve davalı olabilir. Şu halde tek kişi aynı zamanda hem davacı ve hem de davalı olamaz. Bu kuraldan gelecek mesele ayrıdır. Zira istisna kaideyi bozdurmaz. Örneğin; baba çocuğunun hem babası hem de velisidir, kendini idare edemeyen oğlunun malını kendi kendinden satın alabilir. Zira baba oğluna zarar vermekle itham edilmez. Çünkü baba oğluna karşı şefkat ve acımak duygusu ile doludur. Aynca kadıda özürlü ve hacr altında bulunan kişilerin mallarını onlar adına satabilir. Zira haki­min velayeti umumidir. Bazı durumlarda kadı öyle hareketleri yapmak

zorunda kalabilir.

d- Ahş-veriş akdi yapanların gözlerinin görmesi: Şu halde, kör olan kimsenin alım ve satımı sahih olmaz. Zira ne sattığının aybını ne de al­dığının aybını görebilir. Bunun için kör olan kimse, alış-veriş yaparken bir vekil tayin etmek zorundadır.

 

 

2) Siğa

 

Alan ve satan kişinin akde istek ve razı olduklarını belirten söz­dür. Mesela satıcının "şu elbiseyi sana 30 milyon liraya sattım" demesi, alıcının da, "kabul ettim veya sattım aldım" demesi sığadır. Bu sığa, alıcı ve satıcının akde istek ve razı olduklannı açıklar. Ve aynı zamanda gizli olan rıza ve istek yerine geçer. Dilsizin anlamlı olan işareti kafidir.

 

Sığanın Sarih ve Kinaye Şekilleri:

 

Almaya ve satmaya açıkça delalet eden her siga sarihtir, örneğin: Satıcının, şu malı sana sattım veya şu malı sana mülk ettim, demesi gi­bi. Alıcı da, sattım aldım veya mülk edindim, demesi sarih lafızlardan­dır. Alış-veriş manasına delalet ettiği gibi başka mamalara da delalet e-den lafızlara kinaye lafızları denir. Örneğin: Satanın "şu elbiseyi şu ka­dar para ile sana kıldım" veya "şu malı şu kadarla al" veya "şu malı şu kadarla teslim al" demesi, alıcının da "onu aldım" veya "onu teslim al­dım" demesi kinaye lafızlardandır. Şartlar mevcud olduktan sonra sarih siga ile alışveriş akdi niyet olsun olmasın sahihtir. Fakat kinaye lafızlar­da ise niyet veya karinelerin niyetin varlığna delalet etmesi şarttır.

Hanefiler, Malikiler ve Erceh görüşlerinde Hanbeliler'e göre; Eğer istek ve rızaya delalet eden akit taraflarından her birisinin istek ve ira­desini tam manası ile ortaya koyabilen ve alışılmış, itiyat haline getiril­miş bir alışveriş usulü ise muatat beyi sahihtir. Zira satış, istek ve nza-ya delalet eden her şeyi ile sahihdir. Bununla beraber insanlar her za­manda karşılıklı olarak alış-veriş yapmaktadırlar. Bunun kabul edilme­yip reddedildiğine dair elimizde bir senedde yoktur. Şu halde burada rı­zaya ve isteğe delalet hususunda karinenin var olduğuna kafidir. Şafi-ilere göre: Akdin açık veya kinayeli lafızlar ile icap ve kabul ile gerçek­leşmesi şarttır. Bunun için muatat bey'i sahih değildir. Satılan şeyin kıymetli veya kıymetsiz olması da durumu değiştirmez. Zira Rasûl-ü Ek­rem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Satış ancak karşılıklı nza ile olur."

Rıza ise açık olmayan bir durumdur. Bunun için, ona delalet eden lafız muteberdir.

Müteahhir Şafii alimleri, kıymetli kıymetsiz her malın sigasız ola­rak alınıp satılabileceğini, çünkü bu bey halk örfünde muatat yapılıyor­sa halk için daha kolay ve rahat olduğunu söylerler. Hele bu zamana göre bu daha uygun ve daha merhametli bir fetvadır. Dilsizin işareti de siga (lafzı) yerine geçer. Mesela lafzını kalpteki gizli rıza yerine geçtiği gi­bi aynı zamanda dilsizin yazısı da lafız yerine geçer. Hatta onun yazısı daha çok muteberdir. Aralarında Nevevi, Beğevi ve el-Müteveli'nln de bulunduğu Şafiilerden bir grup ise, insanların alış-veriş diye kabul et­tikleri her hususta muatat ile yapılan satış akdinin sahih olduğu görü­şünü tercih etmişlerdir. Zira lafzın söylemesi satışta şartı, sabit değildir. Bunun için bu meselede de -mutlak diğer lafızlarda olduğu gibi- örfe baş vurulur. Nevevi'ye göre fetva için en uygun ve tercih edilen görüş budur. İbnu Sureye ve er-Rü'yani gibi bazı şafiiler ise Muatat satışın pa­hası çok olmayan, bir kaç ekmek, bir miktar bakla gibi muatat yoluyla satışı adet haline gelmiş olan şeylerde tahsis etmişlerdir.

 

Sığanın Şartları:

 

Beyin ikinci rüknü olan sığanın şartlan da şunlardır:

1- İcab ve kabulün arasında uzun bir fasıla olmaması. Satıcının i-cab yani verme ile müşterinin kabul ettim sözleri arasında uzun bir ara girmemelidir. Eğer satıcı bu malı sana sattım dedikten sonra uzun bir sükut araya düşerse veya alış-verişle bağlı olmayan yabancı bir kelime araya girdikten sonra alıcı kabul ederse, öyle alış-veriş kesinlikle caiz değildir. Fakat satdıcı; "ben bu malı sana sattım" dedikten sonra alış­verişle ilgili olarak konuşmalar giren olursa alıcı ondan sonra; "ben de aldım" derse icab ve kabul yani sattım, aldım arasında her ne kadar fa­sıla girmiş ise de bu akid sahihdir.

2- İcab ve kabul her yönüyle birbirine mutabık olmalıdır. Örneğin; satıcı; "ben bu daireyi 10 milyar liraya sana sattım" dese alıcı da; "5 mil­yar liraya aldım" dese veya satıcı; "ben bu malı sana 1 milyar liraya sa­na sattım" dese alıcı da; "ben yansını 500 milyon liraya aldım" dese veya satıcı; "ben şu malı peşin olarak 500   milyon liraya sattım" dese, alıcı da; "ben sonra ödemek üzere 500 milyon liraya aldım" dese öye alış-ve­riş akdi sahih değildir. Zira kabul icaba mutabık, muvafık değildir. Fa­kat satıcı alıcının kabul ettiği fiyatı kabul ederse, birinci icabının anlamı kalmaz; birinci kabul ona icab olur, ikinci kabul ise icaba muvafık ve mutabık olan kabuldür.

3- Alış-veriş akdi her hangi bir şarta veya sınırlı bir zamana bağ­lanmaması:

Şu halde; icab ve kabulden ibaret olan sığanın kesinlik ve mülke-dinme olduğuna delalet etmelidir. Örneğin; "filan gelirse sana bu evi sattım." dese alıcı da, "kabul ettim" dese, akid şarta bağlandığından sa­hih değildir. Zira akidde şart olmaması gerekir. Akidde şart olursa, ke­sinlik olmadığına delalet eder. Kesinlik olmazsa istek ve iradede olmaz. Herhalde alış-verişin şartlarından birisi de rızanın şart olmasıdır. Satıcı, "ben şu arabayı bir seneye kadar sattım" dese, alıcı da, "ben kabul et­tim" dese yine akid sahih değildir. Zira bu alış-veriş bir zamanla sınır­landırılmıştır. Fakat para ile işlem yapılırsa, örneğin; malı alan alıcı, pa­rasını falan ayda veya üç ayda ödeyeceğini söyler. Satıcı da kabul ederse o zaman bu alış-veriş sahihdir. Zira bu şekildeki olan malın parası alıcı­nın üzerinde sabit bir borç olur. Borç ise sınırlandırmayı kabul edebilir. Fakat mallar bunu kabul etmez. Alış-veriş bir eşyayı diğer bir eşya ile değiştirmek bir şekilde olursa, örneğin bir otobüs başka bir otobüs ile değiştirilirse veya bir daire başka bir daire ile değiştirilirse bu işlem va­kitle sınırlandırmayı kabul etmez.

 

3) Üzerine Akid Yapılan Mal ve Bedelin Bulunması

 

Üzerine akid yapılan mal ve bedelin bulunması. Buna akdin yeri denir. Alış-veriş akdinde satılan mal ile onun yerinde verilen bedel yani seman akdin yeridir. Satılacak bir malda şu şartlar aranır:

1- Satılan malın akid yapıldığı zamanda mevcud olması gerekir. Şu halde ortada olmayan bir şeyin satılması kesinlikle caiz değildir. Ör­neğin; ağaçların ileride verecekleri meyveler veya koyunların ileride do­ğuracakları yavrular, satmak, hayvanın memesindeki sütü satmak caiz değildir. Zira Resulü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Senin yanında mevcud olmayan şeyi satma. Zira öyle satışlarda aldatma meydana gelebilir.[19]

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz aldatıcı satışları yasaklamışlardır.

2- Malın şer'an temiz ve kıymetli olması lazımdır. Değiş-tokuş ya­pılan her iki malın yani semen ve musmenin kıymetli ve tahir olması gerekir. Bunun için necis ve haram olan mallar bu değiş ve tokuşdan is­tisna edilmiştir. Yani bunların satılması kesinlikle caiz değildir. Şu hal­de satılan mal ve semen içki, leş, kan, köpek ve benzerlerinin satılması veya mal karşılığında verilmesi kesinlikle sahih değil ve haramdır. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Şüphesiz Allah ve Rasûlü şarabın, domuzun ve putların satışım haram kılmıştır." Bunun üzerine sahabeler; "ya Rasüiallah, ölü hayvanın iç yağlarının satışı da yasak mıdır? Zira bununla gemiler ve deriler yağla­nır. İnsanlar mum yaparak ışıklanırlar" denildiğinde; Rasûlüllah: "Hayır, murdar yağı alıp satmayın, bunu yapmak haramdır" buyurdu. Sonra Ra­sûlüllah bunun ardından; "Allah Yahudileri kahretsin. Zira Aziz ve Celil olan Allah ölmüş hayvanların yağlarını onlara haram kıldığında bu yağla­rı eritip satarak parasını yediler" buyurdu. [20]

Hadisteki olan hayvanların yağından maksat, koyun ve sığırların yağıdır. Bunu En'am, 146. ayetinde zikredilmiştir.

Diğer bir hadiste; Resulullah (s.a.v.); köpek satıp karşılığında para alınmasından, kahinlik ücretinden, zina kazancından nehyettiğini rivayet etmiştir. [21]

Temizlenmesi mümkün olmayan pislenmiş yağ, sirke, süt, sıvı yağlar ve benzeri maddeleri de satmak caiz değildir.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz'e malı sebepsiz yere sarfet-mekten nehyetmiştir. Şu halde necis bir madde düştüğünde temizlen­mesi mümkün olan maddeleri alıp satmak caizdir. Zira bunlar temiz ve tahir mal gibidir. Dini ve örfi cihetinden satılan maldan menfeat ve ya­rarlı bulunması gerekir. Bunun için haşaratı ve zahmet verici veya ken­dilerinden menfaati olmayan veya şer'an menfaatlanm caiz olmayan levh yani oyun aletlerinin satılması da sahih değildir. Zira öyle şeylerin satılması veya alınması yaran olmayan kısımlardandır. Bunun gibi ken­disinden faydalanılması dinen haram olan çalgı aletlerini satmak caiz değildir. Avlanmak için kaplanın, savaş için filin, bekçilik için maymu­nun, bal için bal arılarının ve benzerlerinin alınıp satılması sahihtir. Zi­ra bunlarda dini ve Örfi yönden fayda ve yarar vardır. Ve hem de köpek­te hadisin varid olduğu gibi bunlarda yasak bir hadis varid olmamıştır. Ancak avcılık yapmak ev veya koyun sürüsü gibi şeyleri muhafaza et­mek için köpek beslemek caizdir. Cahiliyet zamanında yaşayan insanlar köpeği aşın derecede sever, besler onunla beraber yiyip içerlerdi. Tıpkı bugünün Avrupalı ve Avrupalılaşmış insanlar gibi...

İslam dini bir zaruret olmazsa köpek beslemeyi caiz görmemiştir. Zira kist ve kuduz gibi hastalıklann meydana getirmesine neden olabi­lir. Bir şeyin satışı caiz olmazsa o şeyi bedel yani para yerine kullanmak da caiz değildir. Eğer satarken satmak zamanında o şeyin menfaati yok ise, fakat ileride menfaati varsa (küçük tay gibi) satışı veya bedel yerine kullanılması caizdir.

4-  Satılan malın ve karşılığının teslim edilmesi mümkünattan ol­malıdır. Eğer mümkinatı olmazsa satış akdi sahih değildir. Bunun için kayıp arabayı, sudaki balığı, havadaki bir kuşu ve bunlara benzeyen her hangi bir şeyi satmak caiz değildir. Zira bunlan teslim etmek müm­kün değildir. Bunun gibi malı gasb eden kişi bizzat alıcı ise veya alıcı gasbedilen malı gasbeden kişiden alabilecek güçteysze, gasb edilen malı satmak caiz olur. Ancak bu mal, taksimi kabul etmiyen cinsten olmalı­dır. Eğer aksi ise aksi olur. Yani o zaman caiz değildir. Örmeğin; bir pi­liç, bir ev yani küçük bir ev veya bir kitap gibi öyle malın satması caiz olmadığı gibi alması da caiz değildir. Zira öyle şeylerde alıcının malı zayi olur ki, bu da hadis ile yasaklanmıştır. Fakat malın belli olmayan bir paya satmak caizdir. Zira bu şekildeki satmak alıcının malı taksim et­meye hakkı yoktur. Sahipleri bu şekildeki satılmış olan maldan sıra ile fayda görebilirler.

5-  Mal, akid yapan kişinin sahibi veya sahibinin velisi olmalıdır. Bir kişi kendi malını satabildiği gibi velisi olduğu bir kişinin malını da satabilir. Şeriat onun malı üzerindeki tasarrufunu geçerli olarak kabul etmiştir. Mal sahipleri kendi malını satmak için bir vekile teslim edebi­lirken, çocuğun velisi de vasileri gibi malını satabilir. Ve onunla başka bir şeyde satın alabilir. Bunlardan başka kişinin malda -satmak veya almak gibi- başkasının mülkiyetinde olan bir malı kesinlikle satamaz. Eğer satmaya cesaret ederse onun tasarrufu geçerli değildir. Buna fa-kihlerin örfünde fuzuli denir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Alış-verişin ancak mülkünde olan bir mal ile olabilir. [22]

Bu bey-i fuzuluden şu mesele istisna edilmiştir. Bir kişi, bir ada­mın mirascısıdir. Müverrisinin yaşadığı zannıyla malını satsa, o malı satıldıktan sonra o adamın ölü olduğu ortaya çıksa satış sahih kabul edilir. Ve lazım olan hususiyetler o müverrisinin üzerine terettüb eder. Zira zannının yanlış olduğu meydana gelmiştir. O malda onun tasarruf ettiği malın hakikat olarak maliktir. Bu mesele fuzulu kısımda değildir.

6- Satılan her hangi bir mal, satıcı ve alıcı tarafından bilinmelidir. Mal veya bedel (semen) satıcıya ve alıcıya veya birine belli olmadığı tak­dirde kesinlikle satış akdi sahih değildir. Zira böyle satışlar umumi ola­rak münakaşa ve çekişmeye neden olur, buna da aldatma girdiği için bey'ul-garar denir. Bey'ul-garar'ın caiz olmadığını söylemiştik. Örneğin; bir şeyi 100.000'e mukabil satıyorum demek caiz değildir. Zira 100.000 ile neyin miktannm kastedildiği belli olmamıştır. Eğer örfe göre bu he-sab geçerli ise örneğin; yüzbinliğe... vb. (muayyen miktar anlaşılıyorsa) o zaman 100.000 örfle tayin olunur. Satışda sahih olur. Örneğin; Türki­ye'de bir şeyi satıyorsa onun parası bir milyon dese o zaman örfe göre bir milyon lira tayin olunur. Satışı da şahindir. Eğer bir kişi her hangi bir malı veya bir evi falan adamın evini sattığı fiyatla satıyorum dese, satıcı ve müşteri o adamın evini kaça sattığım biliniyorlarsa, satışı ke­sinlikle caiz değildir. Fakat satıcı ve alıcı kaça sattığnı biliyorlarsa o za­man satış akdi sahih olur.

i- Satılacak mal hazır gözler karşısında olursa sıfatları veya mikta-n beyan etmeden o malın satılması caizdir. Örneğin; hazırda olup görü­nen bir otomobili işaret edip fiyatını soran bir kişiye modelini, özelliği ve zaaflarını belli etmeden belli bir fiyatla satmak caizdir. Bir küme buğda­yın miktarını belli etmeden 20 milyon liraya satmak caizdir. Bunun gibi hazırda olup, gözler önünden bir malı "şu fiyata satıyorum" diyen kişi­nin satışı caiz olur. Zira hazır olan bir mal, ilim yerine geçer.

ii- Alıcı ile satıcı akidden önce malı veya malın karşılığı olan şeyi görseler zamanın geçmesiyle bozulmayacak cinsten olmalıdır, örneğin; ev ve elbise gibi mallardan ise akidden önce görmek kafidir. Eğer o mal­lar bozulacak mallar ise akidden Önce görmek kafi değildir.

iii- Malın bir kısmını görmek hepsine numune olabilirse o zaman o malın satılması sahihdir. Örneğin kumaşın bir parçasını görmekle ve­ya birbirine denk olan şeylerin numunesinin görülmesiyle kumaş sahi­bi ve denk olan şeylerin sahibi o kumaşı ve denk olan şeyin hepsini sa­tabilir.

iiii- Kavun, nar, yumurta gibi yiyeceklerin koruyucu dış kabuğu­nu görmek kafidir ve onu o şekilde satmakta sahihdir. Şu halde bade­min, fındığın, cevizin, olgunlaştığı zamanda kabuğunu görmek satış ak­di yapmak için kâfidir. Zira bu kabukların onların üzerinde durması maslahatları içindir. Dış kabuğu ile yenilen bütün yiyeceklerin kabuğu­nun görülmesi satış akdi yapmak için kafidir. Vadeli satılan malın ücre­tinin ne vakit ödeneceğinin belli edilmesi gerekir. Ödeme vakti belli edil­mezse ve belirsiz olarak bırakılırsa; örneğin ekin biçmesine veya filan adam seferden gelinceye kadar ödenmek üzere satmak caiz değildir. Bir de satış akdinde kefil veya rehin şart koşulmuşsa, kefilin ve rehinenin tayin edilmesi ve bilinmesi gerekir. Örneğin falan adamı bana kefil ola­rak getirmek veya falan malı bana rehin vermek şartiyle sana şu malı vadeli olarak satıyorum, demek lazımdır.

Rükün ve şartlar tahakkuk eder de satış akdi tamam olursa, satı­lan malda hala satanın elinde ise, tazminat satana aittir. Yani o mal te­lef olursa veya satan kişi onu telef ederse alış-veriş batıl olur. Alıcının her hangi bir şey ödemesi lazım gelmez. Eğer alıcı malın parasını vermiş ise geri alır. Alıcı, malı aldıktan sonra o mal telef olursa bütün zarar alı­cıya aittir. Alıcının malı aldığı malın durumuna göre belirlenir. Alman mal elbise, kitab vs. gibi nakil olunan mallardan olsa alıcının eline gir­mesiyle, kamyon, binek hayvanı gibi mallardan olsa nakledilmek şartıy­la, ev arazi gibi gayr-ı menkul mallardan olsa tahliyesiyle yani mal sahibinin alıcı ile mal arasından çekilmesiyle satış akdi sahih olur. Bu şekil­deki alıcı malını almış olur. Bundan faydalanmaya imkan verilmesi veya evin anahtarını müşteriye vermek gibi kararlarla teslimi yapılır. Bundan sonra mala gelen bir zarar alıcıya aittir. Bir malın kabzedilmesi ancak ve ancak satanın iznine bağlıdır. Zira asıl olan o malın onun mülküdür. Ancak onun izniyle elinden çıkartılabilir.

Alış-verişin rükünlerinin ve bunların şartlarının meydana gelme­siyle beraber satılan malın mülkiyeti alıcıya, paranın mülkiyeti de satı­cıya geçer. Bundan sonra ne satıcı ne de alıcı alış-verişten dönemez. An­cak sari mükelleflerin maslahatını gözeterek alış-verişten sonra alış-ve-rişi kesinleştirmek veya fesh etmek hakkı tanımıştır. Bu da insanlara merhamet ve akid hususundaki rızanın meydana gelmesi içindir. Sari şu üç yerde alış-verişi feshetme hakkı tanımıştır.

İslâm dini, satıcıya ve alıcıya muhayyirliği yani serbestliği üç hal­de meşru olarak kabul etmiştir.

1- Hıyaru'l-meclis, yani mecliste cayma.

Serbestliği bundan maksad, satış akdi tamam olduktan sonra akid oturumunda alıcı veya satıcının aynı mecliste oturdukça dönme haklarının bulunmasıdır. Birinin akid meclisinden ayrılmasıyle serbest­lik hakkı batal olur. Bu ayrılma örfen ayrılmak denecek kadar olmalıdır. Örneğin, satıcı ve alıcı büyük bir evde iseler. Biri odadan salona ve sa­londan odaya giderse muhayyerlik hakkı kalkar. Eğer geniş bir düzlükte veyahut pazarda ayrılmak ise akti yapan taraflardan birisinin öbür ar­kadaşına arkasını dönerek bir kaç adımın yürümesiyle ve normal sesini işitemeyecek şekilde ayrılması ile olur. Küçük bir kayıkta olan birisinin ordan çıkarak yürümesi ile olur. Gemide ise onlardan birinin yukarıya çıkmasıyle yahut aşağıya inmesiyle olur. Fakat beraber çıkıp veya birlik­te yûrüseler ayrılıncaya kadar muhyyerlik meclisi devam eder. Fakat sa­tıcı ve alıcı birbirinden ayrılmaz; "Biz satışı kesinlikle kabul ettik." dese­ler satış akdi o zaman kesinleşir ve muhayyerlik meclisi kalkmış olur. Alıcı ve satıcıdan biri; Benim tarafımdan satış kesinleşmiştir" dese onun hakkından muhayyerlik meclisi kalkar. Diğerinin hakkında mu­hayyerlik meclisi devam eder. Meclis muhayyerliğine delil olarak Pey­gamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Alış'ueriş yapan satıcı ve alıcı (akid meclisinden) ayrılmadıkça ve beraber bulundukça ya da biri diğerine serbestlik hakkı tanıdığı müddetçe, muhayyerdirler.[23]

Rivayet edildiğine göre İbn Ömer, satın aldığı mal hesabına geldiği zaman hemen satıcıdan ayrılıyordu.[24]

İbn Ömer şöyle rivayet ediyor:

Ben Emir'ul-Mü'minin Osman b. Affan ile onun Hayber'de olan bir malına yani arazisine karşılık vadideki arazimi vererek akid yaptım. Akid tamam olduktan sonra dönüp Osman b. Affan'ın evinden çıktım. Zira o-nun alış-verişi feshedelim demesinden korktum. Alış-veriş yapan kişiler muhayyerlik şartı koşarlarsa birbirinden ayrılmaları sünnettir. [25] Meclis muhayyerliği; mecliste rücu serbestliği bu meselede ilim adamlarının ih­tilafları vardır. Hanefıler, Malikiler ve Medineli yedi fakih [26] Medineli Fakih şunlardır: Sai b. el-Müseyyeb (öl. h.94); Urve ez-Zübeyr 651. h.94); el-Kasım b. Muhammed (öl. h.106); Ebu Bekir b. Abdurrahman b. el-Haris b. Hişam (öl. h. 94) Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ud (öl. h.98); Süleyman b. Yesar (öl.h.10) ve Harice b. Zeyd b. Sabit (öl. h. 99) bunlar şöyle söylemişlerdir: "İcap ve kabul ile alış-verişin akdi sahih olur. Zira bey' akdi karşılıklı bedel yani semen akdidir. Yalnız sat­mak ve almak lafzının tamamlanması ile akid sahih olur. Ozaman mecli­sin muhayyerliğine kimsenin ihtiyacı yoktur. Zira Ömer (r.a.) de "satış ya bir akittir veya bir muhayyerliktir" demiştir. "Satıcı alıcı birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler." Bu hadiste bunların görüşleri şöyledir: Bunların ayrılmaktan kasıt ise meclisten ayrılmak değil belki söz ile ay­rılmaktır. Bu da icaptan sonra ötekinin: "Satın almıyorum" söylemesi ya da kabul eden evvel icab yapanın icabından kabul etmemesidir. Bu ku­rala göre kabulden evvel serbestlik muhayyerlik o zaman meydana gel­mektedir. Bunları da şu ayet-i de sened olarak göstermişlerdir.

Tarafınızdan karşılıklı rıza ile yapılan ticaret olması hali müstesna. [27]

Akitlerinize bağlı kalınız /yerine getiriniz. [28] Bu ayetlerle çelişkili olduğu için bu hadisi reddetmişler. Hatta ve hatta bazıları bu hadisi mensuh olarak kabul etmişlerdir. Bunlara göre akit taraflarından birisi icapta olursa diğeri muhayyerdir. İsterse ayrı mec­liste kabul eder isterse de reddeder. İşte serbestliği kabulü de vazgeçme serbestliği de budur. Şafiiler, Hanbeliler, Süfyan-ı Sevri ile İshak da şöyle demiştir. Satış akdi mecliste karşılıklı olarak tamam olduktan sonra satıcı ve alıcı mecliste ayırmadıkları sürece akdi feshetmek veya geçerli kabul et­mekten serbesttirler. İşte satış çeşitlerinde sabit olan "hıyar-ı meclis" bu­dur. Zira Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Satış akdi tarafların her birisi, birbirlerinden ayrılmadıkça yahut biri ötekine "istediğini seç"demedikçe muayyerdir. "İstediğini seç'ten maksud ise, akdin kesin olmasını seç demektir.

İbni Rüşd şöyle demiştir:

Bu hadis-i şerifin isnadı herkese göre en sağlam ve en sahih isnadlardandır."

İbni Hazm el-Muhalla da demiştir: Bunun mutevatir olduğunu tesbit etmiştir. Fakat bu hadis-i şerifte varid olan lafzın onların söyledikleri manaya göre ihtimali olmadığını izah ederek Malikilerle Hanefilerin gö­rüşlerini kabul etmemiştir. Zira satıcı ve alıcı arasında her hangi bir lafız veya kanaat farklılığı kesinlikle yoktur. Bunun aksine satıcı ve alıcı ta­raflar arasında bedel ve mebi üzerinde daha evvel aralannda çelişki var iken sonradan birlik meydana gelmiştir. Onların yaptıkları tevil ve izah şekli ise, hadisin bu meseledeki faydasını da bertaraf eder. Zira akidden evvel akdi yapmakta, tamamlamakta ve bırakmakta serbesttirler. Daha evvel belirtilen Hz. Ömer'in; "satış ya bir akittir veya muhayyerliktir" sö­zü alış-verişi muhayyerlik şartının koşulduğu satış ve muhayyerliğin şart koşulmadığı diye kısımlara ayrılır. Hz. Ömer'in de buna (safka) pa­zarlık demesinin nedeni ise, ondaki muhayyerlik süresinin kısalığıdır. Hanefilere göre alış-veriş akdinde dört şartın bulunması gerekir.

1- İn-i kad şartlan.

2- Sıhhat şartlan.

3- Nefaz şartlan.

4- Lüzum şartlan.

Genel olarak bu şartlardan maksat ise insanlar arasındaki müna­kaşayı kaldırmak, akdi yapan tarafların menfaatlarını muhafaza etmek ihtimal olan bir anlaşmazlığı ortadan kaldırmaktır. Zira in-ikad şartı ye­rine gelmezse kesinlikle satış batıl olur. Sıhhat şartı yerine gelmezse Hanefilere göre akit fasit olur. Nefaz şartı meydana gelmezse ne kadar akit geçerli olsa da mevkuf olur. Lüzum şartı olmazsa akit yapan ser­best olur. Yani kabul etmekte kendi keyfindedir. İsterse kabul eder, is­terse fesh eder. Hanefilere göre yedi yaşına yetişmiş mümeyyiz küçüğün tasarrufları sahihdir. Buna göre küçüğün tasarruflannı Hanefiler üçe aynr:

1- Mutlak zararlı tasarruflar; borcu vermek, hibe, talak, sadaka, canına kefil olmak veya başkasının burcuna kefil olmak. Öyle mümeyyiz küçüğün tasarruftan caiz değildir. Bu küçüğe ne kadar velisi ona izin verse de gene geçerli olmaz zira veli öyle şeylerin zararlı olduğu için bu çeşit tasarruftan kabul etmek zorunda değildir.

2- Mutlak faydalan olan tasarruflar; avlanmak, hibe, odun ve ot toplamak. Başkalann kefaleti borcu ve vasiyeti için kabul etmek gibi. Bu çeşit tasarruflar akıllı ve mümeyyiz küçük tarafından, velisinin izni ne kadar olmazsa da veya geçerli kabul etmesine rızası olmazsa da yine çocuğun tasarrufu sahihdir. Zira bunlar hepsi onun faydalan içindir.

3- Zararlı da menfaati da olabilen tasarruflar icare vermek, İcare almak, evlenmek, mal satmak, satın almak. Şirketler ve benzerleri, mü­meyyiz küçüğün bu çeşit tasarruftan geçerlidir. Zira küçüğün yani mü­meyyizin az olmayan bir idrake   sahib olduğu içindir. Akit yapanların birden çok olması gerekir ve aynı zamanda alış-veriş akdi nikah akdin­de farklıdır. Zira akdin kuralı yalnız olarak akit yapanlar içindir. Bunun için bir kişinin sözü iki kişinin sözü olarak kabul edilmez. Nikahta ise aktin haklan vekile dönmez. Bu haklar ancak ve ancak müvekkile döne­bilir. Bunun için vekil sadece elçi gibi bir araçtır.[29]

Hanefılerin cumhuru kişinin nikah akdinde kabulün yerine geçen bir icap ile akdin her iki tarafını üstlenmesini sahih olarak kabul etmiş­lerdir. Bunu da şu şekilde açıklamışlardır. Fakat bu Şafii ve Züfer'in hi­lafıdır.

i- Her iki tarafın velisi veya vekili olmasıyle. Bir kişinin, "oğlumu kardeşimin kızı ile evlendirdim" demesi veya "müvekkilim olan filan adam muvekkilem olan falanet kadın ile tezvic ediyorum" demesi.

ii- Kişinin bir taraftan vekil başka taraftan da asil olmasıyle. Ör­neğin, bir hanım bir adama kendisini kendisi ile evlendirmek için veka­let verirse.

iii- Yahut bir taraftan veli başka bir taraftan da asil olmasıyle am­casının küçük kızı ile tevic etmesi gibi...

iiii- Veya bir taraftan vekil diğer taraftan da veli olursa. "Kızımı müvekkilim ile evlendirdim" demek gibi. Her taraftan da asil olması su­reti ise bunu akıl kabul etmemektedir. Makudun aleyhte, mebide yani satılan şeyin olması gerekir. Var olmayan bir şeyin satılması kesinlikle sahih değildir. Örneğin, devenin doğuracağı yavrunun yavrusunun sa­tılması veya memedeki sütün satılması gibi yavru ile sütün olması ile olmaması arasında tereddüt olduğu için sahih değildir. Öyle satışlardan Rasulü Ekrem (s.a.v.) nehyetmiştir. Bundan selem akdi bir işi ısmarla­ma ve bazı Hanefilerine göre de bir kısmı görülmüş ağaç üzerindeki meyvenin satışı müstesnadır. Bir de mebiyani satılan şey kıymetli olma­sı lazımdır. Bunun için kan, meyte ve hür insan gibi mal olmayan bir şeyin satılması kesinlikle sahih değildir. Bunun gibi domuz ve şarap gi­bi malların satışı da sahih değildir. Zira bunlar gibi müslüman için kıy­metli mal değildir. Cumhura göre eğlence aletlerinin satışı sahih değilidir.

Ebu Hanife'ye göre eğlence aletlerinin satışı bu tür aletlerde takılı olunan parçalardan fayda görmek imkanına göre şahindir. Bir de mebi­de onun zatında mülkiyeti olmasıdır. Eğer satılan bir şeyin satıcının mülkiyeti olmazsa o zaman satış akdi sahih olmaz. Örneğin, bir adamın mülkiyeti altındaki olan bir toprakta olsa bile otun ve ihraz edilmemiş suyun satılması. Serbest odaklardaki otların, odunun, çöllerdeki av hayvanlarının, çöllerdeki toprak ve madenlerin, demir girmez olan yerle­rindeki olan bütün şeylerini, güneş ışınlarının, havanın, denizdeki olan avların ve serbest dolaşan kara hayvanlarının, deniz, nehir vb. muhafa­za edilmiyen suların satışı ve satılması sahih değildir. Zira bu gibi şeyler bütün insanlar için mubahtır ve ammelerin malıdır. Fakat kuyu yahut pınar ve bunlar gibi her hangi bir kimsenin mülkiyeti altında bulunan ve muhafaza edilen suyun satılması caizdir. Bey'in bir şartı da akit es­nasında teslim edilebilir olmalıdır. Tesliminde kudreti olmayan bir şeyin satılması sahih değildir. Örneğin, daha evvel mülkiyetinde bulunan firar etmiş hayvanın havada uçan kuşun, denizdeki balığın satış akdi sahih değildir. Bunlar ne kadar satıcının mülkü ise de teslimiyeti zor olduğu için satılması sahih değildir. İcabın ve kabulün şartları üçtür:

1- Ehliyet: Hanefılere göre ehliyet icap ve kabulde söyliyenlerin ne gibi söz kullandıklarını bilmelidirler. Sigada bu şart değildir. Gerçek ola­rak bu akdi yapanda şarttır. Şu halde her akdi yapan taraftan sadır ol­masına göre temyiz yedi seneyi tamamlamak ile takdir edilmiştir. Söz ve buna benzer yazma ve işaret ise bu iki rızanın delilidir. Örneğin, bir ki­şi bir başkasına: "Ben dairemi sana 16 milyar liraya satıyorum." diye mektup yazarlarsa bu mektup sahibine yetiştikten sonra mektup aldığı yerde: "Kabul ettim", yahut "satın aldım" derse bu satış akdi geçerli olur. Zira gaib olanın yazılı olarak hitabı hazır olmuş gibi sayılır. Şayet kabul başka bir mecliste ise o zaman satış akdi sahih değildir. Bir baş­kasına elçi göndermekteki durumda mektup göndermek gibidir. Elçi ile karşılaştığı meclis akit meclisi olup muteberdir. Mutlak olarak o meclis­te kabul etmesi gerekir. Kabul etmeden evvel meclisten kalkarsa o za­man icabın kabulü bitmiştir. Şu halde muteber olan mektubun veya ya­zının, elçinin ulaştığı meclistir. Örneğin, bir kişi "filana bu şeyi şu fiyata sattım. Git ona ilet" der. Elçide gider haber verir. Müşteri de onu o mec­liste kabul ederse o zaman akit gerçekleşmiş olur.

Akit yapanların aynı mecliste olması demek, ikisinin de bir yerde olması demek değlidir. Zira aralarında iletişim vasıtası bulunursa birisi bir yerde diğeri başka yerde olabilir. Mektupla veya telefonla akit yapan­lar gibi. Bunun için telefonla konuşmada, akit meclisi demek akit sözle­rinden başka bir söze geçmemek demektir. Eğer akit konusunda başka bir konuya geçerse o zaman meclis bitmiş olur. Hanefi, Maliki ve Han-belilere göre velinin mümeyyiz olan çocuğa izin verdiği şeylerde ise mü­meyyiz olan küçüğün alma ve satma suretinde yapmış olduğu tüm ta­sarruf akitleri sahihdir. Eğer kendisine izini olmazsa o zaman velisinin kabul etmesine bağlıdır. Zira çocuğun tasarruftaki yetkisi velinin izni­dir. Onun izni olmazsa akit caiz olmaz. Eğer velinin izni olursa satış sa­hih olur. Zira bu durumda küçük bir dellal gibidir. Bu akdi yapan baş­kadır. Şafiilere göre küçüğün satış akdi ehliyeti olmadığı için sahih de­ğildir. İster satıcı ister alıcı olsun, akit yapanın şartı reşidlikdir. Mükre-hin satışı ile mecburiyet satışı, hanefılere göre alım-satım, icar ve benze­ri akitler mülci olan veya olmayan ikrah altındaki kişi tarafından yapı­lırsa bu akit sahih olmaz. Zira rıza yoktur. Bir de ikrah akdin sıhhatini ortadan kaldırır. Şaiilerle Hanbelilere göre mükrehin akdi sahih değil­dir. Malikilere göre de; mükrehin satışı bağlayıcı olmaz. Emanet satışı­nın şekli böyledir. Bir kimse bir zalimin sahip olduğu malın bir kısmına haksızlıkla el uzatacağından korkar o da bu malı bu haksızlık dolayısı ile üçüncü birkişiye satarsa o vakit bütün rükün ve şartlarını tamamlayarak gerçekleşir. Öyle satış hanbelilere göre zaruret halinde olan her­hangi bir kimsenin satması ve alması fasit olur. Şafiilere göre bu satış sahihdir. Zira bütün rükün ve satışlanyle noksansız olarak kabul olun­muş bir akittir. Zira ifsad edici bir lafız bulunmamaktadır.

2- Kabulün icaba denk olmasıdır. Alıcının, satıcının icabında söy­lediği her söz ve her şeye karşılık vermesi suretiyle olur. Örneğin, satıcı satışı peşin ile söyler müşteri de veresiye olarak kabul ettiğini belirtecek olursa, icap ile kabul arasında uygun olmadığından dolayı bu bey akdi sahih değildir. Fakat alıcı satıcının söylediğinden fazlası ile kabulederse, satış akdi sahihdir. Ancak ödecek miktar satıcının söylemiş olduğu mik­tardır. Satıcının söylemiş olduğu daha az bir miktar ile kabul edecek olursa satış akdi sahih değlidir.

3- Akit meclisten olmalıdır. İcap ile kabul aynı mecliste olmalıdır. Örneğin, satıcı veya alıcının birisi satış için icapta bulunsa ötekide ka­bul etmeden Önce meclisten kalksa yahut meclisin farklılaşmasını ge­rektirecek bir başka işle uğraşsa ve daha sonra kabul ederse o zaman satış akdi sahih değildir. Bununla beraber kabulün derhal yapılması şart değildir. Zira kabul edenin düşünmeye ihtiyacı vardır. Eğer derhal yapılması şart koşulacak olursa o zaman düşünme imkanını bulunmaz. İslâm dini, satıcıya ve alıcıya muhayyerliği üç yerde meşru kılmıştır.

1)  Meclis muhayyerliği; satış akdi tamam olduktan sonra akid meclisinden yani oturmadan ayrılmadıkça, satıcı ve alıcı muhayyerlik hakkına sahiptirler.

2)  Şart muhayyerliği (akid'den dönme şartı) bundan maksudumuz akid yapılırken alış-veriş yapanlardan birisi veya her ikisinin meclisten ayrılmadan evvel akidden cayma şartı koşmasıdır. Örneğin, kişinin, iki veya üç gün içinde akidden dönme şartıyle alış-verlş yapması gibi. Şu halde hıyar' uş- şartın sahih olması için şu şartların bulunması gerekir.

i) Akidden dönme, belli bir müddet içinde olmalıdır. Akidden dön­mek üzere mutlak şart koşmak veya zamanın meçhul olması geçerli ol­maz. Örneğin, meçhul bir güne kadar veya falan adamın gelişine kadar gibi şartlar geçerli olmaz.

ii) Şart muhayyerliğin müddeti, üç günden fazla olmamalıdır. Şu halde satın alman mal üç gün içinde bozulmayacak mallardan olmalı­dır. Düşünmek için üç günden fazla müddet isterse, bu müddet bir an bile olsa alış-veriş batıl olur. Satılan mal üç gün içinde bozulacak mal­lardan olsa, alış-verişten iki veya üç gün içinde cayma şartı koşmak ke­sinlikle sahih olmaz.

iii) Alış-verişten caymak için koşulan üç günlük şart, akde bitişik olmalıdır. Yani akid itibariyle peş peşe gelmeyen muayyen günlerden ol­mak üzere olursa, akid geçerli olmaz. Zira şeriat Öyle şeylere yol verme­miştir. Hibab b. Mukiz, Resulü Ekrem (s.a.v.) Efendimize alış-verişte devamlı aldatıldığını deyince, Hz. Peygamber onu;

"Üç gün içinde dönme şartı vardır!" buyurmuştur. Bu hadisin hü­kmü umumidir. Nass'm hususi olması, hükmün umumi olmasına mani olmaz, bunun için bu hadis umumidir. Her alış-verişe şamil gelir. Fakat hıyar'uş-şart'ın sahih olmadığı hususunda delil bulunan selem akdi, ri-balı alış-verişler vb. bu hükme dahil değildir. Yabancının da alış-veriş­ten cayma şartı koşması caizdir. Zira hıyar'uş-şart maslahat ve ihtiyaç içindir. Hıyar'uş-şart koşan kişi, bu alış-verişi feshettim" veya "sattığım malı geri aldım" veya "paramı geri istiyorum" gibi sözler söylerse satış akdi fesholur. Aynı zamanda hıyar'uş-şart da ortadan kalkar.

i- Şart koşulan müddet sona erdiğinde hıyar'uş-şart ortadan kal­kar. Şart koşulan müddet bittiği halde aynı zamanda o kişi akdi feshet-nıemişse, akid kesinleşir. Artık ne satıcı ne de alıcı hiç biri akdi iptal edemez.

ii- Alış-verişten dönme süresinde akdi kesinleştirmek, hıyar'uş-şartı ortadan kaldırır. Örneğin, hıyar'uş-şart hakkına sahip olan kişinin o müddet zarfında, "ben akdi caiz kıldım veya akdi sahih olarak kabul ettim veya satıcı 'beğendim' demesi, hıyar'uş-şartı ortadan kaldırır.

iii- Hıyar'uş-şarta sahip olan kabz ettiği malda öyle bir tasarruf yapabilir ki bu tasarruf ancak ve ancak mal sahibi bu tasarrufu yapabi­lir. O tasarruf akdi kesinleştirir. Aynı zamanda da bu tasarruf hıyar'uş-şartı da ortardan kaldırır. Satıcı ve alıcının her ikisi de hıyar'uş-şart hakkına sahipse, satılan malın mülkiyet hakkı, akdin feshedilme veya kesinleşme anma kadar bekletilir. Şu halde akid fesholursa o malın mülkiyeti satıcıya, eğer akid kesinleşirse malın mülkiyeti alıcıya aittir. Akid kesinleştiğinde, o akid tarihinden itibaren mal alıcının, malın se­meni ise satıcının olur. Akid tarihinden itibaren alıcının mülkü olarak meydana çıksa, o zaman ağacın meyveleri, koyun ve sığırın sütü, evin, arabanın ücreti, öküzün yemi, arabanın temini gibi akid tarihinden iti­baren alıcıya ait olur. Yine aynı şekilde o malların masrafları da alıcıya ait olur. Örneğin, arabanın tamiri gibi.

Hiyar'uş-şart satıcıya ve alıcıya her ikisine ait olmazsa belki onlar­dan biri hıyar'uş-şart hakkına sahip ise mal onun olur. Malın menfaat-ları ve masrafları da kendisine ait olur. Satılan mal satıcının elinde iken telef olursa, o zaman alış-veriş fesholur. Hıyar'uş-şart da onun gibi batıl olur. Zira satıcının o malı teslim etmesinin imkanı yoktur. Telef olan o malın zararı da ona ait olur. Satılan mal müşterinin yanında olsa alış­veriş akdi sahih olur. Hıyar'uş-şart hakkı da ortadan kalkmaz. Satıcı akdi kesinleştirirse alıcının malın parasını ödemesi lazım gelir. Zira sa­tılmış olan mal, müşteriye teslim edilmekle o mal onun mülkü olmuş­tur. Satıcı ahş-verişi fesh ederse, alıcının elinde helak olan malın mislini veya helak olduğu günkü kıymetini vermesi lazımdır. Satılan mal, sahibinin dindeyken telef olmuş alıcı da ücretini ödemişse, parasını geri alır. Zira satılan mal müşterinin mülkü değildir.

3- Hıyar'ul-ayb (malın aybmdan dolayı dönme) İslâm ölçülere gö­re, alış-verişte aldatmamaktır. Zira malını aldatmak kasdıyle satmak, halkın malını batıl yoldan yemektir. Zira Rasûlü ekrem {s.a.v.) Efendi­miz şöyle buyurmuştur:

Bizi aldatan bizden değildir. [30]

İslâmiyet ekonomik hayatın temel öğelerinden biri olan ticareti teşvik ederken, aynı zamanda tüccarın dürüstlüğü ilkesini de önemle vurgular. Tüccar, dürüstlüğü ve doğru sözlülüğü İle müşteriye güven vermelidir. Böyle olanları Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz övmüştür:

"Doğru sözlü ve kendine güvenilir tacir. (Ahirette) Peygamberler, sıd-dıklar ve şehidlerle beraber olacaktır. [31]

Müşterinin bilmeyişinden ya da gafletinden yararlanarak, kalitesiz bir ürünü ona satmak İslâm ahlakına aykırıdır. Şayet kusurlu bir mal satılacaksa, bu durum müşteriye önceden bildirilmelidir. [32]

Bir gün çarşıda dolaşırken bir yiyecek yığının önünde duran Pey­gamberimiz, elini yiyecek maddesinin içine daldırır. Parmağına bir ıslak­lık değer ve satıcıya; "Nedir bu?" diye sorar. Satıcı da; "ey Allah'ın Rasû­lü! Yağmur yağmıştı. Ondan ıslanmış olacak" deyince, Rasûlullah (s.a.v.) satıcıya; "Neden o ıslak tarafı herkesin görebileceği şekilde üste koymadın?" diye azarladıktan sonra şöyle buyurur: "Bizi aldatan bizden değildir.[33] Tarafların dürüst ve açık yürekli olduğu bir alış-veriş hayırlı ve bereketli olur. Aksine tutumlar, bereketsizlik sebebidir. [34]

İslâm ahlâkına sahip tüccar para kazanırken cenneti de kazanma şansına sahiptir. Bu hadis, sattığı malın ayıbını bildirmemenin, aldat­mak olduğuna delalet eder. Öyleyse satıcının, malının ayıbını söylemesi vacibdir. Gelecek hadisde bunu takviye eder:

Müslüman müslümamn kardeşidir. Hiçbir müslümanın kardeşine malının ayıbını açıklamadan satması helal değildir. [35]

İslâm ölçülerine göre müslümanın, hem müslümanlara hem de gayr-i müslimlere karşı ahlâklı davranması lazımdır. Müslüman satıcıya sattığı malın ayıbını söylemesi vacib olduğu gibi, diğer müslümanlann da satıcı söylemediği takdirde, malın ayıbını söylemeleri vacibdir. Zira Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Sattığı bir malın kusurunu söylemeden satmak hiç kimseye helal de­ğildir. Bu kusuru bilen kimseye de o ayıbı açıklamamak helal değildir.[36]

Alış-veriş kesinleşip müşteri malı teslim aldıktan sonra malın ku­suruna vakıf olursa, akid sahih olur. Fakat alıcının dönme hakkı vardır. Şu halde- ne akid zamanında ne de malı aldığı zamanda malın kusuru­nu bilmiyorsa, müşteri isterse malı verip parasını alabilir. Aynı zaman­da alış-verişde fesh olur. İsterse kusuru gördükten sonra, mala razı ola­bilir. Zira Hz. Aişe'den rivayet edilen şu hadis buna delildir.

Bir kişi bir köle satın aldı. Ondan sonra kölede bir kusur gördük­ten sonra köleyi sahibine verdi, bunun üzerine köleyi satan kişi 'sen kö­lemi niçin çalıştırdın, onun ücreti nerede? dedi. Durumu Hz. Peygambe­re bildirdiğinde, "köle kimin zimmetinde olsa ücret de ona aittir.[37] bu­yurdu.

Hıyar'ul-ayb'm sabit olması için lazım olan şartlar:

1- Kusurun, satın almadan evvel bulunduğu sabit olmalıdır. Zira alıcı malı teslim almadan evvel satılan mal satıcının tazminatmdadır. Alıcı malı teslim aldıktan sonra malda bir kusur meydana gelse, alıcı da muhayyerlik hakkı yoktur. Şu halde kişi aldığı malın üzerinde kir, pas görür ve bunların mal alınmadan evvel olduğu tesbit olursa, o zaman alıcı malı geri verme hakkında serbesttir. Zira bu kusur satıcının yanın­da meydana gelen bir kusurdur.

2- Satılan maldaki ayıb malın kıymetini azaltan bir cinsten olması gerekir. Zira alış-verişte esas olan malın kıymetidir. Bu işi belli eden an­cak tüccarlardır. Eğer inaldaki ayıb malın kıymetini düşürmezse o za­man geri verme hakkı yoktur. Fakat bir kişi kurbanlık mal alsa ve o kurbanın kulağı kesik olsa, kulağı kesik olduğundan ve kurban edile­meyeceği için, o kurbanı geri vermesi caizdir. Bir kişi bir hayvanı eti için almış ise, o hayvanın kulağı kesik olsa, bu eksiklik ahş-verişi feshetme sebebi olmaz.

3- Satılan mal, ayıbın bulunmaması lazım olan mallardan olmalı­dır. Örneğin, bir kişi yeni bir araba satın alsa, araba tekerleleklerinde bir arıza görürse, arabayı satıcıya geri verme hakkı vardır. Fakat eski bir araba alan bir kişi onda bir kusur görürse o arabayı geri verme hak­kı yoktur. Zira kullanılmış arabada kusurun bulunması doğaldır. Bir ki­şi bir malı aldıktan sonra kusuru görür görmez derhal iade etmesi la­zımdır. Derhal iade etmek, örfe göre tayin ve tesbit edebilir. Örneğin, bir kişi malın kusurunu gece görürse, iade için sabaha tehir edebilir velha­sıl malın iadesi örfün belli etmiş olduğu zamanda olmazsa, muhayyerlik hakkı batıl olur. Fakat bir kişi almış olduğu bir malda namaz kılarken veya yemek yerken bir kusur görürse, malın iadesi için namaz bitinceye ve yemek yiyinceye kadar bekler. Almış olduğu bir malın ayıbını görüp sahibine haber vermeden malı kullanırsa, o zaman iade etme hakkı or­tadan kalkar. Malın kusurunu gördükten sonra, iadede taksiratı olursa veya iade etmeden evvel kullanırsa, satın aldığı malın ayıbına razı ol­muş olur. Alıcı, malı kabzettikten sonra, o malın eski bir ayıbını farke-derse ve aynı zamanda malda da bir artış olmuşsa, bu artış malı iade etme hakkına engel olmaz. Örneğin, atmış olduğu bir hayvanın eti fazla olmuşsa veya alman bir elbiseyi dikmişse, alıcı isterse almış olduğu ma­lı iade edebilir, isterse ayıbı ile beraber razı olur, iade etmez. Eğer malı iade etse bu artışlar için, alıcı bir hak iddia edemez. Zira bu artışlar ma­lın aslına bağlıdır. Şayet maldaki fazlalık veya artış maldan ayrı olsa, alıcı artışları alarak yalnız malın aslını iade etme hakkı vardır. Zira bu alıcının yanında fazla olmuştur ve malın aslında da değildir. Aynı za­manda malın tazminatı sayılır. Zira Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Tazminata karşılık, artış verilir. "

Bir kişi bir malı aldıktan sonra eski bir ayıbı görse ve onun elin-deyken de yeni bir ayıbı daha meydana gelse satıcı kabul etitği zaman ona verilebilir. Alıcı eski ayıba razı olursa malı vermez, eğer satan kimse yeni ayıptan dolayı malı geri almayı kabul etmezse, almış olan kimse es­ki ayıbından ötürü malı kabul etmeyip iadesihe ister veyahut alıcı yeni ayıbın bedelini vererek malı sahibine teslim eder. Veyahut satıcı eski ayıbın bedelini alıcıya öder, bu konuşmada satıcı ve alıcı arasında an­laşmazlık meydana gelse, satıcı malı geri alırım, fakat onda meydana gelen kusurdan dolayı para isterim, derse, alıcı da malı veririm fakat es­ki ayıbdan dolayı sen bana para vereceksin" derse veya alıcı "yeni kusur olduğu için sana para vereyim dese, satıcı da mal senin yanında kalsın, eski ayıbdan ötürü ben sana para vereyim" dese, birinci surette alıcının, ikinci surette ise satıcının istemesi daha uygun olarak kabul olunur. Bu meselede her çeşit ayıb istisna edilmiştir. Eski ayıb, yeni ayıpla anlaşılı-yorsa, yeni olan bir ayıb ile beraber mal satıcıya iade edilmesi caizdir. Örneğin, bir kişi nar, ceviz, badem ve kavun gibi kabuklu yiyecek mad­desi alırken, içinin sağlam çıkmasını şart koşarsa almış olduğu malı kırdığında veya kestiğinde malda bir ayıb meydana çıksa, yeni meydana gelen ayıbdan dolayı malı sahibine iade edebilir. Şu halde malda ayıb ol­duğunun anlaşılması için malın ne kadar kırılması veya kesilmesi lazım olursa o kadar kırmak ve kesmek lazım gelir. Zira satıcı malın ayıbının anlaşılması için gerektiği kadar kırılmasına veya kesilmesine anlaşmış­lardır. Fakat malın bozuk olup olmadığını bilmek için küçük bir delik açılırsa o zaman mala zarar yoktur. Şu halde malın tamamı kırılır veya kesilirse, o mal eski ayıbı nedeniyle iade edilmez, satıcı, akid yaparken ben satılan malı, hiç bir ayıbdan geri kabul etmem diye bir şart koşarsa, o zaman akid sahih olur. Zira bu şart akiddeki manayı takviye ettikten sonra feshini de malın iadesinide iptal eder. Şu halde malın aslının ku­sur ve ayıptan temiz olması lazımdır.[38]

Alış-verişin şartı, ayıb sebebiyle alıcının malı iade etme hakkını ortadan kaldırır mı? Şayet satılmış olan bir mal hayvan olmazsa bu şar­ta itibar olmaz. Alıcının malı ayıb sebebiyle iade etmeye hakkı vardır. Çünkü öyle mallar ayıptan halı olmaz. Şayet satılan mal bir hayvan ol­sa, satıcının öyle malın satmasında gizli olan bir ayıbı bilmesi mümkün olmaz. Şu halde satıcının beraat şartını koşarak öyle mesuliyetten ken­dini kurtarabilir.

İbn Ömer bir kölesini ayıplardan beri olmak- şartıyla 800 dirheme sattı. Alıcı da kölenizde bir hastalık vardır diye, niye bana haber verme­din? dedi. Bunun üzerine bu mesele Halife Hz. Osman'a intikal etti. Hz. Osman, İbn Ömer'den kölede satarken hastalık yoktur diye yemin etme­sini istedi. Fakat İbn Ömer yemin etmedi. Köle İbn Ömer'e iade edildi. Ondan sonra İbn Ömer köleyi 1500 dirheme sattı. (Onun alıcısı da Zeyd b. Sabit olduğu rivayet edilmiştir.)

İbn Ömer; "Ben Allah için yemin etmediğim için, Allah 800 dirhem yerine bana 1500 dirhem ihsanda bulundu" dedi. Hz. Osman'ın bu hükmü, hayvan satarken beraat şartı koşmanın sahih olduğuna işa­ret vardır. Bu hüküm tüm sahabe arasında kobul olmuştur. Kesin ola­rak bir sahabe bu hükmü yanlış olarak kabul etmemiştir. Şu halde bu hüküm sahabenin ittifakıyle sabit olmuştur. Eğer ayıb zahir olsa ve ayı­ba da muttali olmak söz konusuysa veyahut satıcı o ayıbı biliyorsa be­raat şartı koşması caiz değildir. Zira o zaman satıcının, malın ayıbını söylemesi vacibdir. Eğer söylemezse aldatmış olur. Eğer satıcı meydana gelecek herşeyden beri olarak şart koşarsa bu satış sahih değildir. Zira öyle şartın koşulması muhaldir.

İslâm'a göre ticari hayatın temel prensibi dürüstlüktür. Ölçü ve tartıda sergilediği hassasiyet bunun pratikteki en belirgin örneğidir, doğru ölçüp tartmayı emreden Kur'an ayetlerinin çok olması ve özellikle, bir şeyi ölçerek aldıklarında tam ölçen, verdiklerinde ise ölçü ve tartıyı kendi çıkarlarına kullanan kimseler hakkında "vay onların haline![39] buyurulmuş olması, Kur'an'ın bu konudaki duyarlılı­ğını açıkça ortaya koyar. Rasûlullah Efendimiz de "Geçmiş milletlerin helakına sebep olan günahlardan birinin eksik ölçüp tartmak" olduğunu ifade ederek [40] konunun önemine dikkat çekmiştir. Bazı esnafın ölçüp tartarken biraz daha fazla verdiklerine şahid oluruz. Onlar bunu "hak geçmesf'nden sakınmakla açıklarlar. Bu doğrudur. Ancak onlar farkın­da olmasalar da, işin temelinde Hz. Peygamberin "Tart biraz da ilave et [41] tavsiyesi yatmaktadır.

Aman hak geçmesin!"

Bu nesilden nesile onların ruhuna sindirilmiş bir güzelliktir. Fran­sızca bir kelime olan "reklam", bir şeyi halka tanıtmak, beğendirmek de­mek olup, sürümü sağlamak için söz, yazı ve resimle yapılan çabaları ifade eder. Ekonomik bir terim olarak reklam; "satışları artırmak amacını güden haberlerin ücretli araçlarla yayınlanmasıdır." İslâm dini, tam re­kabet ve doğruluk esnasına dayalı olan bir piyasa ortamı öngörmüştür. Zulmetmek de zulme uğramak da yasaktır. Satıcının sattığı malın ve ürünün vasıflarını anlatması yasak değildir. Ancak her konuda olduğu gibi, ticari ilişkilerde de doğruluk ve samimiyet esastır. Malın tanıtımı için simsarın ve tellalın aracılığı da caiz görülmüştür. Fıkıhta ve ahkâm hadislerini kapsayan eserlerde bu hususlar belirtilmiştir. Hısbe yani ih-tisab ile ilgili kaynaklarda bu konu, kontrol ve denetleme açısından in­celenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyur­muştur;

Kişinin malında bir kusur varsa, onu söylemeden satması helal olmaz.[42]

Satılan malın kusurlu veya ayıplı olması halinde müşteri için mu­hayyerlik hakkı vardır. Selçuklu ve Osmanlı uygulamasında ahilik teş­kilatı ve fütüvvet anlayışı sayesinde sağlam bir ticaret ahlakı oluşturul­muştu. Emanete riayet bu konuda ölçü olmalıdır. İtidal ve doğruluk ti­caret hayatının temel ahlaki ölçüleridir. Bir müslüman iman sistemi ve ibadetler ile ilgili konularda nasıl sağlıklı bilgi ve din kültürüne sahip ol­ması gerekli ise muamelat konularında da bilgili olması lazımdır. Zira Kur'an-ı Kerim'den, Sünnet-i Nebevi'den, alimlerin icma ve içtihadlann-dan çıkarılan şer'i hükümleri içine alan fıkıh kitaplarını incelenerek olursa ki bu hükümler yedi kısma ayrılır:

1- İbadetler: Abdest, namaz, oruç, zekat. Bunlann hepsine "iba­detler" denir.

2- Muamelat: Alış-veriş, rehin, kira, şahitlik davalar ve davalarda hüküm verme gibi konuların hepsine de "muamelat" denir.

3- Şahsi haller: Boşanma, neseb, evlenme, emzirme, miras ve na­faka gibi ailevi hallerdir. Bunların hepsine "şahsi hâller" denir.

4- Ukubat: Emniyet ve güvenliği korumak ve suçluların cezasıyla alakadar olan cezalardır. Bunların hepsine "Ukubat" (ceza) uygulaması denir.

5- Devlet işleri: Adaleti hakim yaparak zulmü kaldırmak için, hü­kümleri kabul etmek gibi yargıcın işleriyle alakadar olan hükümlerdir. Bunların hepsine "seri idare" veya "devlet işleri" denir.

6- Siyer: İslâm devletinin başka ülkelerle alakalarını, barış ve sa­vaş gibi halleri meydana getiren hükümlerdir. Bunların hepsine "siyer" denir.

7- Ahlâk ve adâb: İyilik, güzel vahlak ve terbiye gibi şereflerle ala­kadar olan hükümlerdir. Bunların hepsine "Adâb ve ahlâk" denir. İslâm dini ve fıkıhmm hükümleri ve metodu zorluğu kaldırıp müsamaha ve kolaylığı getirmektedir. Zira Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

Allah dinde size bir zorluk ve güçlük yüklemedi. [43]

Örneğin; seferde dört rekatlı namazların kısaltılarak ikişer rekat kılınması ve iki farz namazın bir vakitte cem edilmesi gibi.

Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

Yeryüzünde sefere çıktğimz zaman namazı kısaltmanızda si­ze bir günah yoktur.[44]

Hadiste de Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Ayakta namaz kıl, eğer gücün yetmezse oturarak. Şayet buna da kavvetin yetmezse yaslanarak namaz fal.[45]

Mü'min, bir işlemin helal olup olmadığında şüpheye düştüğü za­man kesinlikle bir alime sormalıdır ve aynı zamanda şüpheli şeylerden kaçınmalıdır. Bunun için her müslüman, kendine acımalıdır. Kendini azaba duçar etmemelidir. En büyük nimet olan dinini muhafaza etmeli­dir. Aksi takdirde haram lokma yiyip çoluk çocuğuna yedirmesi, haram işler yapması her vakit olabilir, bunun yanında çarşıda, tarlada veya pazarda çalışmak farzdır. Çalışmak Alah'ı hatırlamaya mani değildir. Mü'min, alış-verişinde ve diğer kazanç yollarında aşın ihtiras besleme-melidir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Güvenilir ve (müslüman) dürüst tacir (kıyamet günü) peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle beraberdir." Kuşkusuz, tacirler kıyamet nünü yalancılar, günahkarlar olarak diriltilirler, ancak Allah'tan korkup ueminine hamıs olamayan ve sözünde sadık olan tacirler, bunun dışında­dır/1

 

1- Özel Alış-Verişler

 

Bunlar umumi alış-veriş şeklinden biraz farklıdır. Fakat bu farklı­lık bu çeşit alış-verişin caiz olmadığı vehmine yol açtığı için fakihler bu görüşü çürütmek için onlara özel isimler vermişlerdir.

i) Tevliye, kişinin almış olduğu bir malı kaça aldığını açıklamadan başka bir müşteriye satması veya müşteriye "seni bu malın satmasına veli yaptım" demesidir.

ii) İşrak (ortak etme): İşrak da tevliye gibidir. Fakat bu beyde ma­lın hepsini satmak yerine, malın bir bölümü başkasına ortak olarak sat­maktır. Örneğin, ben bu malın yarısını sana sattım, demek işraktır. Fa­kat bu yarısının açıklaması lazımdır. Zira ortak edilen kısmında ne ka­dar olduğunu belirtmezse o zaman satış akdi batıldır. Şu halde mutlak olarak, seni bu mala ortak kıldım, denirse, o zaman satış akdi sahihdir, o adamda malın yansına ortakdır.

iii) El-Murabaha murabaha, almış oldığı bir malı belli bir kar ile başkasına satmaktır. Örneğin, satıcının almış olduğu bir malı % 10 kâr ile sana sattım söylemesi, murabahadır. Şu halde 100 milyon liraya al­mış olduğu bir malı, 150 milyon liraya aldığını söyleyerek, % 10 kârla satarsa, o zaman haram işlediği için günahkar olur. Kâr, verilen para­nın cinsinden olmazsa da caizdir. Örneğin, ben bu daireyi aldığım fiyata sana devrediyorum fakat kâr olarak bana 10 kilo bal vereceksin demesi caizdir.

iiii) El-Muhatata (el-vedia): el-Muhattata, bir kişi aladığı bir malı zararla satmasıdır. Buna da aynı zamanda indirimli satmak da denir. Fakat zarar ettiği miktan örneğin; % 10 zararla sattım gibi belirtmesi la­zımdır. Bunun için muhatata, murabaha'nm tam tersidir. Bu dört çeşit alış-veriş caizdir. Zira bu akidlerin içinde bey akdinin rükün ve şartları vardır ve aynı zamanda bu dört bey akidleri bu ayet-i kerimenin hük­münün kapsamına dahildirler.

"Allah alış-verişi helal, faizi haram kılmıştır. [46] Bir de şu hadiste bu alış-verişlerin bir bulununun helal olduğuna delalet etmektedir. Hicret zamanında Hz. Ebubekir, Rasûlü Ekrem (s.a.v)'e; "Anam-babam sana feda olsun! Şu iki devemden birini al" dedik­ten sonra Hz. Peygamber, "ancak parasıyla alırım" demiştir.[47] hadisin za­hirinden bunun tevliye bey'i olduğuna işareti vardır. Şu halde Hz. Ebube­kir deveyi aldığı fiyata Hz. Peygambere vermiştir. Allah (c.c.) daha iyisini bilir. Bu gibi alış-verişlerin sahih olması için malın fiyatının ne kadar ol­duğunun müşteri ve bayi tarafından malum olmasıdır. Eğer satıcı veya alıcı biri veya ikisi malın kaça alındığını bilmezse ikinci satış akdi caiz de­ğildir. Hatta ve hattaki ikinci akdin yapıldığı mecliste alıcıya bilgi verilse bile gene akid caiz olmaz. Bu hususa da dikkat edilmesi lazımdır. Satıcı, ben bu malı aldığım fiyata sana satıyorum, dese yalnız mala ödediği para bu akdin içine girer, malın masrafları almış olduğu fiyatı eklenmez. Fakat satıcı, bu malı bana malolduğu fiyata sana satıyorum, derse, malın nakil ücreti, depo ücreti ve diğer masrafları alıcıdan istenir.

 

2- Batıl ve Haram Satışlar

 

Satış akdi batıl ve haram alışverişler. Fıkıh alimleri bu çeşit alış­verişten insanları men etmişlerdir. Onları şu şekilde sıralayabiliyoruz:

1) Meçhul olan malın satışı; Olgunlaşmamış meyvenin satımı, koyunun yününü üzerindeyken satmak, memedeki sütü satmak haram ve bey'i batıldır. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz nehyetmiştir:

Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efnedimiz olgunlaşmamış meyvenin dalındayken, koyunun yününün koyunun üzerindeyken, sütte bulunan yağı sütün içindeyken satılmasını yasaklamıştır. [48]

Öyle şeyler satılanın miktarı meçhul olduğu için, batıl ve haram satışlardan sayılmıştır. Zira sütün içindeki olan yağın miktarı, memelerdeki sütün, hayvan üzerindeki yünün, miktarı tam olarak bilinmez, bu­nun için bunlar hepsi de gerer, aldatma ve hile olduğu için, batıl ve ha­ram satışlardır. Öyle satışlardan hem satıcı, hem de alıcı günahkar olurlar. Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle nehyetmiştir:

Resulü Ekrem (s.a.v.) yenebilecek hale gelmeden önce meyvelerin satışını men etmiştir. Bundan maksad hem satıcı ve hem de alçıyı me-netmiştir. Hatta halk daha da ileri giderek çiçek halindeki ağaçların meyvelerini satıyor ve satın alıyordu. Allah'a, Rasûlü'ne, mal ve evladın fayda vermediği ceza gününe imanı var olan kişi İslâm'ın hükmüne bo­yun eğmeli, şeriatın nehy ettiği bu çeşit alış-verişlerden, bundan büyük bir kâr olduğunu düşünse bile uzak olmalıdır. Zaten öyle alış-verişlerden kesinlikle kazanç değil, daima zarar vardır. Zira meyveler bazen hastalık ve yıldırım gibi bir belaya maruz kalabilir, bunun için meyveler yetişmez, bir hâle düşebilir. Bu nedenle meyve sahibi karşılıksız olarak para alır, bu şekildeki olan yemek ise, insanların mallarını haksız ola­rak yemek demektir. Bu da haramdır, cezası da çoktur, bu hususta Ra-sûlüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:[49]

Allah'ın meyvelere bir bela ve afet verdiğini gördüğünüz halde, siz­den biriniz kardeşinin malım ne diye alır veya kardeşinin malını ne ile he­lal edersiniz? [50]

Şu halde olgunlaşmamış meyveleri dalındayken satmak haramdır. Bu şekildeki aliş-verişin yasaklanması, halkın maslahatına da uygundur. Zira bu gibi alış-veriş kavgalar meydana getirmektedir. Hatta ve hatta Öyle alış-verişin, kan akıtılmasına sebep olabilir. Bu münakaşa ve münazaa hepsi Allah'ın hükmüne aykırı gitmenin neticesidir. Bunun için, tüm mü'minler hatta ve hatta tüm insanlar için en iyi emniyet, sa­adet ve huzur, en uygun yol Allah'ın hükmüne ve şeriatına sarılmaktır. Ancak her hangi bir kimse öyle hareketi olursa o zaman ebedi saadete erebilir, Allah'ın rızası kazamlabilir. Zira her hangi bir kimse Allah için, haram olan bir şeyi terk ederse, Allah kendisine ondan daha hayırlısını verir. Olgunlaşmış meyvelerin dalındayken satılması caizdir. Bumu se­bebi zahirdir. Çünkü meyveler olgunlaştıktan sonra o kadar zarar gör­mezler. Zira olgunlaşan meyvenin kabuğu kalın çekirdeği büyük olur. Bunun için zarar görmesi çok nadirdir. Olgunlaşmamış meyvelerin ise kabuğu ince, çekirdekleri küçük olduğu için derhal zarar görmektedir. Alıcı o memleketin toplama zamanına kadar dalında bırakabilir. Fakat meyveleri satan kişi derhal toplamayı şart koşarsa, o zaman şarta bağlı olur. Renkli meyveler iyice yetişmesi, sararma veya kızarmalarından ve­ya iyice olgunlaşmanın diğer nişanlarının belli olmasından meydana gelmektedir. Eğer meyvenin rengi olmazsa o zaman tadından anlaşılır. Örneğin; ekşilerin eksilmesi, incirin yumuşaması, tatlı olanların tatlılaş­ması gibi.

Hz. Peygamberin hurmaların alacalanmadan yani kızanp sarar­madan satılmasını yasak etiği rivayet edilmiştir. (Buhari, Müslim) Netice olarak olgunlaştıktan sonra ağaçların üzerindeki meyvelerin satılması caizdir. Öyle meyvelerin satılması için de tartmak veya ölçmek gerek­mez, çünkü tahmin kafidir, ekinlerin satılması ile, tanelerin sertleşmesi meydana geldikten sonra satılması caizdir. Bazı meyvelerin ağaçtan top­landığı takdirde satılması caizdir, eğer bu meyvelerde meşru olarak fay­daları meydana çıkarsa, eğer faydaları olmazsa o zaman satılması caiz değildir. Örneğin, üzümün kurumu gibi ne kadar olgunlaşmamış ise de. Fakat yaraması halinde olduğu için, satılması caizdir. Ve aynı zamanda satılmasında da zarar ve aldatma yoktur.

2- El-Urban veya Urban (kapora) satışı: Kişinin sattığı malın parasının bir kısmını kapora olarak alması ve satış muamelesi yapılmadığmda o kaporanm satıcının malı olması, ancak satış akdi tamamlanır­sa alman kaporanm malın fiyatına dahil edilmesidir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz bunu nehyetmiştir.

Resûlüllah (s.a.v.) Urban denilen alış-verişten nehyetmiştir. [51] Böy­le bir alış-veriş şartlı olduğu için sahih değil. Zira bu alış-verişde haram ve batıl olan akid esnasında kapora şartı koşulmasıdır. Satıldığı zaman öyle bir şart koşulmazsa, akid tamamlandıktan sonra satıcının, paranın bir kısmını istemesinde bir sakınca yoktur. Fakat akid fesh olduktan sonra satıcıya verilen kapora parası müşteri tarafından rızası gösterilir­se o zaman kapora parası satıcıya helal olur.

3- Borcu borç ile satmak: Bir kişinin başka bir adamda alacağı vardır. İkinci kişinin de üçüncü bir kişide alacağı vardır, bu alacaklı olan iki kişiden biri, alacağını üçüncü kişinin borcu ile satar ki işte bu çeşit alış-verişler haram ve batıldır.

Rasûlullah (s.a.v) kali (borcu) borç ile satmayı menetmiştir." Hadisteki olan kali kelimesi, borç demektir. Kele'e-yekle u kökün­den gelip erteleme ve tehir demektir. Bazı alimlere göre tarifi şöyledir: Bir kişi belli bir müddet sonra parasını verip malı teslim almak üzere bir malı saün alır. O malın teslim zamanı gelse satıcı malı teslim ede­mez. Ve aynı zamanda müşteriye: Ben deki olan malını üç ay bende kal­mak üzere 10 milyon liraya sat, demesi ve alıcı da bunu kabul etmesi­dir. Bu şekildeki olan borcu borç ile satmak batıl ve haramdır. O şekille­rinden biri de şudur: Kişinin, bir şahıstaki alacağını hazır bir mala kar­şılık satması veya üçüncü kişilere satması. Zira sattığı malı (alacağını) teslim etmeye kuvveti yoktur. Kişi alacağını bir mal karşılığında borçlu­ya satarsa, örneğin: "sendeki olan bir milyon liramı bir çorap karşılığın­da sana veriyorum veya sendeki 10 milyon liramı beş milyon lira karşılı­ğında sana veriyorum' dese, borçlu da çıkarıp verse o akid kesinleşmiş olur. Zira bu sulhun bir çeşididir. Sulh ise sahihdir. Zira Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiği şu hadisle de istidlal edilmiştir.

"Baki de (Baki, Medine'de geniş bir sahanın adıdır, mezarlık yapıl­madan evvel burada pazar kurulurdu) deve satardım. Bazan semeni di­nar yani altın para alırdım, bazan altın parayı yerinde satar ve yerine dirhem yani gümüş para alırdım. Bazen de dirhemi yerinde satar ve ye­rine dinar alırdım. Rasulullah'a gelip bu konunun hükmünü sordum, kıymeti mukabilinde olursa bir sakıncası yoktur" buyurdu. [52]

İbn Ömer'in 'Ben dinar ile satıyorum, sözünden maksad, dinar üzerinden borca veriyorum. Sonra dinar mukabilinde dirhem alıyorum" demektir. İşte bu borcu borçludan belli bir mala karşılık almaktır.

4- Kişinin satın aldığı malı teslim almadan evvel bir başkası­na satması da batıl ve haramdır: Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendi­miz şöyle buyurmuştur:

Herhangi bir kimse yiyecek maddesi satın alırsa, onu kabz etme­den evvel başkasına satmasın. [53]

İbni Abbas (r.a.) bu meselede:

"Her şey gıda maddeleri gibidir. Teslim almadan evvel satılmasının sahih olmadığını söylemiştir. [54]

Burada malın eski sahibine satılmaması lazım gelir. Şayet başka­larına satılırsa satış akdi sahihdir, alınan mal teslim almadan evvel aynı fiyatla eski sahibine verilirse bu sahih olur, fakat eski sahibine de baş­ka bir fiyata satması caiz değildir. Zira bu mesele Hz. Peygamberin neh-yettiği hükmüne dahildir. Şu halde alınan malı aynı fiyatla mal sahibine vermek geçerlidir. Zira bu yeni alış-veriş kısmında değil, mal sahibini eski alış-verişten affetmektir. Bunun zahiri her ne kadar yeni bir satış şeklinde ise de yeni bir satış değildir.

5- Kumar gibi olan alışverişler: Bunlar satılan malın miktarı bi­linmediği veya alıcı-ve satıcının isteği haricinde yapıldığı için haram ve ba­tıldır. Bu tip satışlar; münabeze yani atma ile mülamese yani dokunma yapılan alış-verişlerdir. Örneğin; miktarı malum olan bir malı satıcı ne za­man müşteriye satarsa ya da alıcı ne zaman o mala dokunursa, veya satı­lık bir malın miktarı belli olmadığı halde, satıcı o malı alıcıya atar veya alı­cı ona dokunursa, bu şekildeki olan alış-veriş sahih değildir. Zira birinci surette iki tarafın iradesinde bozukluk vardır. İkincisinde ise satılan malın miktarı belli değildir. Zira satıcının ne zaman satacağı veya alıcının ne za­man dokunacağı bilinmemektedir. Ki biri diğeriyle alış-veriş yapabilsin. Ebu Said el-Hudri (r.a.) şöyle demiştir:[55]

Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz münabeze (atmak) ve mülaseme (do­kunmak) ile alış-verişden men etmiştir. [56]

Münabeze: Bir kimsenin kendi kumaşını başka bir kimseye sat­ması, başkası da kendi kumaşını berikine atmasıdır. Mülamese ise, ki­şinin gece veya gündüz arkadaşının kumaşına eliyle dokunmasıdır. Ki o bu kumaşı bundan başka bir suretle evirip çeviremez. Bu atma ve do­kunma onlann alış-verişi olur. Bir de Bey'ul.Hesad denilen alış-veriş çe-şidide mana ciheti de mülamese gibidir. Bey'ul-Hesad: Satıcı ile müşte­rinin tayin ettikleri mallara içlerinden birini taş atması ve taşın isabet ettiği malın satılması demektir. Bu da caiz değildir. Zira Resulü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz bundan nehyetmiştir.

Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, taş atma suretiyle yapılan alış-verişi nehyetti. O batıl olan alış-verişler­di  den günümüzde yapılan bazı uygulamalar da böyledir. Örneğin; Bir ta­kım eşyalar bazı yerlere konmakta, onların üzerine satış yapılmakta ve­ya halka atılmakta ve halanın üzerine geçtiği şey müşterinin malıdır ve­ya bir takım eşyalar için rakamlar konan çarklar ve dolaplar çevirmekte, çarkın İbresinin üzerinde durduğu rakamın işaret ettiği eşya müşterinin olmaktadır.

6- Bir alış-ı erişte ifct alış-ueriş; Bir alış-verişte iki alış-veriş, ki­şinin akid sığasında iki akdi aynı zamanda söylemesidir. Örneğin; Satı­cının 'şu dairemi sana parasını şimdi verirsen 10 milyon liraya, bir yıl sonra verirsen 20 milyon liraya sattım" demesi, müşterinin de bunu "kabul etmesi veya satıcının "şu arabayı 6 milyar liraya sattım, ancak sen de daireni bana aynı fiyata satacaksın" demesi, bir alış-verişte iki alış-veriştir. Öyle alış-verişler hepsi batıl ve yasaktır. Zira birinci misal­de fiyat meçhuldür. İkinci misalde ise akid bir şarta bağlanmaktadır. Zi­ra peşin alış-verişte şartın koşması sahih değildir.

Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmiştir: "Rasûlullah (s.a.v.) bir alış-verişte iki alış-veriş yapmayı yasaklamıştır.[57]

Şu halde taksitle satış akid esnasında iki fiyat söylenmemek şar-tıyle caizdir, bir mahzuru yoktur. Fakat iki fiyat üzerine birden akid ya­pılırsa bu sakıncalıdır. Alıcı ve satıcı akidden evvel peşin fiyatın ve taksitli fiyatını konuşurlar. Sonra taksitle alış-verişe karar verirlerse, o za­man akid şahindir. Alış-veriş de bir kolaylık, bir huzurdur. Zira tüccar mal veriyor ve karşılığında alıcı ona para veya başka bir şey vermiyor. Tüccar da müşteriden verdiği malın cinsinden bir fazlalık almıyor, nakid paranın taksitli paradan üstün olduğunda hilaf yoktur. Şu halde peşin olarak verilen az para veya mal, gelecekte verilecek çok para veya mal­dan daha üstündür.

3- Haram yani yasak olduğu halde batıl olmayan satışlar:

Bu alış-verişler, şartın veya rükünlerinin noksanlığından değil de, belki harici bir nedenden ötürü yasak kılınmıştır, bu alış-verişlerde şunlardır:

a) el-müserrat. Sığır, deve veya koyunun sütünün fazla görünmesi için bir kaç gün sağılmadan bekletilip satılmasıdır. Bu sebeple alıcı, o hayvanların her gün böyle süt verdiğini zannederek fiyatının artmasına neden olur. Böyle bir satış meydana gelirse akid sahih olmakla beraber satıcı günahkar olur. Alıcı bu durumu farkederse malı geri verme hakkı­na sahiptir. Zira öyle durumlar ayıplı mal hükmündedir. Müşteri malı iade ederken sağmış olduğu sütün yerine bir ölçek (2.5 kg.) hurma veya sağdığı sütü verir. Alıcı bu hileyle beraber razı olursa, o zaman satıcı­dan bir şey talep etme hakkına sahip değildir. Bu konuda Peygamberi­miz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Satışa çıkarılacak olan deve ve koyunların sütlerini sağmamak su­retiyle memelerinde hapsetmeyin. Bu şekildeki olan bir hayvan satın alan kişi onun sütünü sağmış ise, kendisine en iyi iki şıkdan biri hak olarak seçebilir. Buna olursa almış olduğu hayvanı iade etmez. Razı olmaz­sa hem hayvanı geri verir, hem de (sütünü sağması karşılığında) bir sa' yani ölçek hurma verir. Eti yenen hayvanların tümü deve ve koyuna kı­yas edilir.

b) el-Necş (müzayedeli ve kandırma) alış verişi. Terim olarak ört­mek ve gizlemek manasına gelmektedir. Kişi maksadını örttüğü ve gizle­diği için bu satışa necş denmiştir. Bu çeşid satış haramdır.

Peygamber (s.a.v.) artma ve müzayede ile alıcıyı kandırmayı ya­saklamıştır.[58] Böyle bir satış, daha evvel satıcı ile alıcı arasında planlan-mışsa, ikisi de günahkar olur ve aynı zamanda alıcıya muhayyerlik hak­kı vardır. Eğer onun aksi ise, aksi olur. Yani dönme hakkı doğmaz.

c) Yerli tüccarın yabancı kişinin mallarım onun adına satması ör­neği: Çölden veya yabancı bir yerden gelerek malını satmak isteyen kişi­ye, yerli tüccarlardan birinin, "ben bu malı peyderpey daha pahalıya sa­tayım" demesi gibi. İşte bu malın böylece satılması haramdır. Zira Rasû-lü Zişan (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

İbn Abbas'tan şöyle rivayet olmuştur:

Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz meta getiren süvarilerin (pazar hari­cinde) karşılanmalarını ve şehirlinin bedevi namına malını satmasını nehyetti. Yani şehirli, bedeviye simsarlık yapmasın manasına gelir, de­mektir. Bu yasağın ve nehyin nedeni, halkı sıkıntıya ve darlığa düşür-mesidir. Şu halde normal bir yolda komisyonculuk yapmak caizdir. Şe-hire getirilen malları onların satması, halkı darlığa ve sıkıntıya sokmak demek manasına gelmez. Hatta ve hatta onların satmaları hem mal sa-hibleri, hem de halk için daha faydalıdır.

d) Tüccarların şehirin dışına çıktıktan sonra ticaretle uğraşan ker­vanları karşılayıp piyasanın fiyatını bilmeyen kervanların mallarını dü­şük fiyatla satın aldıkları da haram olmakla beraber akid sahihdir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Mal getiren tüccarları (pazar yerine gelmeden evvel) çıkıp karşıla­mayın.[59]

Kervan sahipleri çarşıya geldikten sonra kendi malın fiyatlarını

gördüklerinde onlar için muhayyerlik hakkı vardır. Ve aynı zamanda alış-verişi feshetme yetkisine sahiptirler. Zira Rasulullah (s.a.v.} şöyle olmuştur:

Kim ticaret metamı yolda karşılar ve ondan saün alır da arkasın­dan malını yolda satan mal sahibi çarşıya gelir, rayiç fiyatı öğrendiğinde (aldandığını anlarsa) o zaman muhayyerlik hakkı kendisine vardır. V ederhai satışı bozabilir.[60]

e) İhtikar (kara borsa): Kişinin halkın zaruri ihtiyaçları sayılan gı­da ve giyim eşyalarını saün alıp saklaması ve pahalandığında satması-dır. Bu çeşit satış haramdır. Zira peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle bu­yurmuştur:

"İhtikarı, ancak asi, günahkar olan yapar."

"Ancak günahkar ve asi olan kimselerden başka hiç kimse ihtikar yapmaz. [61]

İnsanların zaruri ihtiyaçları karşılanamayıp sıkıntı baş gösterdi­ğinde ihtikar yapan karaborsacı elindeki malları normal bir fiyatla mille­te satmak üzere zorlanır. Şayet satmadan vazgeçerse o zaman kadı o-nun mallarını satar ve parasını kendisine teslim eder. Fakat gıda mad­delerini pazar ve çarşılarda bol iken alıp depo etmek, ondan sonra ihti­yaç duyulduğu zamanlarda satmak; örneğin; peynirin satın alınıp sak­lanması, karaborsacılık ve ihtikar değildir. Meşru bir ticarettir ve halk için faydalı bir iştir. Bununla beraber ülke için faydalı olduğu için ve bu malları bolluk zamanında alıp koruma imkanı olmayanlar için koruyan­lar büyük sevaba nail olurlar.

f) Bütün malını haram yollarla kazanmış kişiyle alış-veriş yapıl­ması: Tıpkı; domuz, içki, murdar et, köpek ve benzeri şeyleri satarak ve­ya piyango, rüşvet ve kumar gibi gayr-ı meşru yollarla kazanan yahut haram bir iş gibi karşılığında ücret alan kimse ile bir şey satmak veya ondan bir şey almak haramdır. Aynı zamanda o kişiyle kira, icare, ödünç ve arıye gibi muameleleri yapmak ve yemeğini yemek haramdır. Eğer bütün malı ve kazancı haram değlise yani haram ve helal birbirine karışık ise, onunla alış-veriş ve diğer muameleleri yapmak mekruhtur.

g) Satış üzerine satış veya pazarlık üzerine pazarlık yapılması: Muhayyerlik müddeti içinde birisi alıcıya gelip "sen bu satış akdini boz, aynı paraya senin aldığın maldan daha iyisini sana veririm veya aynısını daha ucuza veririm" demesi gibi, diyerek kendi malını satmaya çalış­maktadır. Pazarlık: Adamın biri pazarlık yaparak ve satıcı ile anlaşma safhasında iken, başka bir adam gelip satıcıya; "sen bu satışı boz, ben bu malı senden daha pahalıya satın alırım" demesi gibi bunların hepsi haramdır. Zira Rasûlü Kibriya (s.a.v.) Eendimİz şöyle buyurmuştur:

Bir kimse kardeşinin ahş-verişi üzerine alış-veriş yapmasın. Bir müslüman kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmasın. [62]

Bu davranışların haram oluşunun sebibi, halk arasında düşmanlı­ğın yayılmasına, sıla-i rahimin kesilmesine, toplumun sıkıntıya düşmesi­ne sebep olması. Zira İslâm, insanları birbirine sevmeleri, aralarındaki bağlan kuvvetlendirmeleri ve ilişkilerinin kopmamasını hedeflemiştir.

 

Alış-Verişin Adabı

 

a) Alırken ve satarken müsamahakar olmak. Satıcı parayı almak için kolaylık göstermeli. Fiyatı biraz düşürerek ikramda bulunmalıdır. Alıcı ise aldığ mal hususunda kolaylık göstermeli, şartlarda aşırıya kaç­mamalıdır. Borç verildiği zaman, borçlu sıkındıda ise müsamaha göster­meli, borcunu ödemesi için mühlet verilmelidir. Borçlu olan kimsede alacağını isteyen kişiye şiddet göstermemeli, onu oyalayıp sıkıntıya bı­rakmamalıdır. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Alllah o kişiden razı olsun ki sattığı zaman da, aldığı zaman da alacağına istediği kolaylık gösterir. [63]

b) Muamelede dürüst ve doğru olmak. Satılan malın ayıplan ve meziyetleri alıcıya olduğu gibi söylenmelidir. Eşyamn nerede yapıldığı, nerede yetiştiği ve bu gibi hususlarda yalan söylememelidir.

Tirmizi'den Şöyle rivayet edilmiştir:

Doğru ve emin tüccar; peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle bera­berdir. [64]

Başka bir hadiste ise şöyledir:

Satıcı ve alıcı birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler. Bunlar mala ve paraya ait hususlan birbirlerine olduğu gibi beyan ederlerse bu ahş-verişleri kendilerine mübarek kılınır. Eğer iki taraf yani mal ve para ile ilgili hususlan gizleyip yalan söyleyenler ise bu alış-verişlerinin bere­keti giderilir. [65]

c) Alış-veriş yaparken doğru bile olsa yemin etmemek gerekir. Zira alış-verişte çok yemin etmek de Allah'ın ismini (yemini) ucuzlatmak (yemi­nin değerini düşürmek) söz konusudur. Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:

İyilik etmek, sakınmak, insanlar arasında ıslah etmek husu­sunda yeminlerinize Allah'ı hedef ve engel kılmayın. Allah işiten ve bilendir. [66]

Hz.Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

Yemin, malın revaç sebebidir. (Zannolunur)... Hakikatte ise bunun aksidir. Yani malın ve kâruı iflas sebebidir.[67]

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Üç sınıf vardır ki Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize çıkarmaz. Onlar için pek acıklı bir azap vardır." Rasûlüllah buna uyan ayet-i üç sefer okuduktan sonra; "Umduklarına erişemediler ve ziyan ettiler" dedi. Ebuzer, onlar kimlerdir ey Allah'ın Ra­sûlü, diye sordu. Rasûlüllah (s.a.v.); "Elbisesini (büyüklenerek yere ka­dar) salıveren, verdiği şeyi minnet eden yani başa kakan, yalan yere ye­min ederek ticaret metatna sürüm verendir. [68] buyurdu.

d) Çarşı ve pazarlarda çok sadaka vermek, orada yapılan hataların keffareti olur. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Kays b. Ebi Ğaraze şöyle rivayet ediyor:

Rasûlüllah (s.a.v.) bize (alış-veriş mahallimize) geldi. Bize simsarlar deniyordu ve 'Ey tacirler topluluğu! Şeytan ve günah sahsa katılırlar, onun için siz satışınıza sadaka karıştırın." buyurdu.[69]

e) Alış-verişe şahit tutmak ve onu yazı ile sağlama almak. Eğer al borca satılıyorsa, iki şahit tutup borcun miktarını ve ödenme zama­nını yazmak gerekir. Zira Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:

Ey iman edenler! Birbirinize belirli bir zaman için borç verdi­ğinizde onu yazın. [70]

Bununla beraber iki kişiyi şahit tutun. Zira Allah (c.c.) şöyle bu­yurmuştur:

Erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutun, eğer iki erkek buluna­mazsa, şahitliklerine razı olacağınız bir erkekle iki kadın şahit tu­tunuz." [71]

Bu şekilde hareket etmekte, daha fazla teminat ve tazminat var­dır. Aynı zamanda müslümanlar arasındaki yardım ve merhametin artı­rılması mevcuttur.

Allah Teala şöyle buyurmuştur:

Borç küçük olsun büyük olsun, onu süresiyle beraber yazma­ya üşenmeyin. Bu sizin için Allah katında adalete en uygun, şahid-lik için en sağlam ve şüpheye düşmemenize daha yakın bir durum­dur. [72]

 

İne Satışı:

 

Bu faizli olarak deyn olmaya hile yapılmasıdır. Örneğin; bir adam vadeli ve deyn karşılığında veya mebiin semeni kabzetmeden önce bir şey satar, sonra o mebii derhal satın alır. Bu satışa "ine" denilmesinin nede­ni belli bir müddete kadar bir mal satan onun semenini, peşin, hazır ola­rak almasından ötürüdür. Bunun aksi de aynı bunun gibidir. Örneğin; bir adam belli müddete kadar belli bir bedel karşılığında bir şey satar. Sonra o şeyi bir başka bedel yani semen ile vadeli olarak veyahut daha az bir bedel ile peşin olarak satın alır. Birinci misalde malum olan müd­detin sonunda birinci semenin hepsini verir. Bu şekildeki olan her iki se­men arasındaki fark, malı satan kimsenin almış olduğu bir riba veya faiz olur. Bu işlerin hepsi alım-satım yolu ile riba ve faizli borç almaya karşı bir hiledir. Şu halde satanın da satın alanın da faizli işlem kasdı açık olarak meydandadır. Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

el-Aliye dedi ki: Ben Zeyd b. Erkam'dan çocuğu olan bir cariye yani onun ümrnü veled olarak ben ve Zeyd'in hanımı Hz. Aişe (r.anha)'nin yanma geldik. Zeyd b. Erkam'dan çocuğu olan cariye el-Aliye de­di ki: "Ben Zeyd b. Erkam adına bir köleyi Ataya sekiz yüz dirhem karşı­lığında sattım sonra ondan (peşin) altı yüz dirheme satın aldım." Hz. Ai­şe dedi ki: "Sattığında çok kötü aldığında çok kötü olmuş. Zeyde bunu haber ver: Eğer tevbe etmeyecek olursa Rasûlüllah (s.a.v.) ile beraberin­de yapmış olduğu cihadını yok etti demektir. Zira Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar dinar ve dirhem konusunda cimrilik göste­rir. İne satışı yapmaya başlar, ineklerin arkasından giderAllah yolunda cihadı terkederlerse Allah başlarına belayı indirir. Ve tekrar dinlerine geri dönünceye kadar bu belayı üzerlerinden kaldırmaz." Ahmed ve Ebu Da-vud sahih olduğunu tesbit etmişlerdir. Cumhura göre böyle satış fasit­tir. Zira bu faize giden bir yoldur.

Bir adam başka bir adama borç olarak bedel mukabilinde bir şey satsa, ondan sonra aynı o şeyi ondan peşin paraya satın alsa örneği yüz kantar pamuğu bir sene sonra kabzedilmek üzere beş bin liraya satsa, ondan sonra satıcı bu yüz kantar pamuğu peşin olarak dört bin liraya geri olarak satın alsa, bu misalde her iki satış akdi sahih olur. Zira bu akün rükün ve şartları vardır. Bu çeşid satışlar Malikilere göre vadeli satışlar adı verilir. Bazı alimlere göre öyle satışlara "büyüuline" adı veri­lir. Beyü-line ise yukarda geçtiğimiz gibi haramdır. Malikilere göre vade­li satışlar müşterinin aldığı bir şeyi satanına veya vekiline bir müddete kadar satmasıdır. İne satışı ise bir adamın başka bir adama: "Sen peşin olarak on liraya bir mal satın al, ben onu senden belli bir müddete ka­dar on iki liraya satın alınm." söylemesiyle yapılan satışlar. Malikilere ve Hanbelilere göre bu akit batıldır.[73]

Tek bir satışta iki satış akdi veya bir satış beyinde iki satış: Pey­gamber (s.a.v.)'in tek akitte iki satışın ve iki şartın koşulmasını nehyet-tiği sabittir.

Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir:

Peygamber (s.a.v.) tek bir satışta iki satışı neyhetti"

Amr b. Şuayb'm babasından, onun da dedesinden rivayetine göre şöyle demiştir:

Rasulullah (s.a.v.} şöyle buyurdu:

Hem selem hem satış ve bir satışta iki şart, tazmin etmeyeceği şe­yin kân ve yanında olmayan şeyi satması helal değildir."

Tazmin etmeyeceği şeyin kân"ndan kasıd şudur: Kişinin maiyeti altına almadığı bir malın kârını alması caiz değildir. Örneğin; bir mal satın alır ve onu ilk satıcısından kabz etmeden önce bir başkasına sa­tar. Böyle bir satış batıldır ve kârıda caiz değildir. Çünkü satılan şey bi­rinci satıcının tazminatı altındadır. Alıcının tazminatı altında değlidir.[74]

Bir satış akdinde iki satışın açıklaması hakkında ihtilaf edilmiştir. İmam Şafii şöyle demiştir:

Bunun iki çeşid açıklanması olur.

Birincisi: Her hangi birisi hakkında bağlayıcı olmak üzere; "ben sa­na veresiye iki bine, peşin bine satıyorum, hangisini seçersen onu alabi­lirsin" der. Bu şekildeki olan satış batıldır. Zira bir tarafta belirsizlik bir tarafta da talik vardır.

İkincisi: "Bana atını satman şartıyle sana dairemi satıyorum" de­mesi suretinde olur. Birinci satış suretinin batıl oluşunun sebebi seme­nin ne kadar olduğunun belli olmamasıdır. Bu akid ğarar kabilindedir. Onun için akdin tamamlandığı zaman semenin ne kadar olduğu meç­huldür. İkinci satışın haram kılmışının sebeblerinden birisi, başkaları­nın ihtiyaçlarını istismar etmeyi önlemektir. Bu şekildeki olan bir şey ise alıcının muayyen bir şeyi satın almak zorunda olması halinde söz konusudur. Bu akitte rızanın hakikatini ortadan kaldıracak bir çeşit is­tismardır. Başka bir tarafı ise; bu akitte aynı zamanda ğarar da vardır. Zira ikinci satışın meydana gelmesi veya gelmemesi bilinmemektedir.

Satışta iki şartın açıklanması konusunda da ihtilaf edilmiştir. Bu kişinin: "Ben sana bunu peşin olarak şuna, vadeli olarak da şuna satı­yorum" demesidir. Denildiği gibi; satıcının alıcıya: "Bu malı başkasına satmaması ve hibe etmemesi şart koşmasıdır" denilmiştir. Aynı şekilde; "Ben sana şu malı şu kadara, senin bana filan malı şu kadara satman şartıyle satıyorum" demesidir de denilmiştir. Bu şekildeki olan satış ak­dine iki satışın ve aynı akitte iki şartın aynı anlama geldiği ortaya çık­maktadır.

Fakihler bunun hakkında farklı görüşlere sahiptir.

Hanefilere göre böyle bir satış fasittir. Zira bu satışta hem talik hem de belirsizlik vardır. Semenin peşin veyahut vadeli ödeneceğini belli etmemiştir. Şayet belirsizlik ortadan kaldırılır ve iki şekilden birisi kabul edilirse o zaman akit sahih olur.

Şafiilere ve Hanbelilere göre böyle bir akit batıldır. Zira ortadaki mübhemlik nedeniyle bu ğarar satışları kısmmdadır. Çünkü satıcı kesin olarak bir satışa karar vermemiştir. Diğer bir nedeni ise semenin belir­siz olmasıdır. Bu da bilinmeyen sembol rakam ile satış geçerli olmaz. Ayrıca iki bedelden birisi muayyen değildir. Malum da değildir. Bu da: Ben sana dairelerimden birisini satıyorum" demesi gibi caiz değildir.

imam Malik'e göre böyle bir satış şahindir ve bu muhayyerlik kıs­mında olur. Akit iki halden birisi hakkında sahih olur.

Ebu Hanife ile Şafıiye göre şarap imalatçısına üzümün satışı kera-atle beraber sahilidir. Müslümanlarla savaşacak kimseye silah satışı a böyledir. Zira bizler onun gerçekten o üzümü şarap yapacağını yahut 1 silahla müslümanlara karşı savaşacağını kesin olarak bilemiyoruz.

Malikilerle Hanbelilere göre şarap yapacak kimseye üzüm suyu satmak batıldır. Harb veya fitne ehline ya da yol kesenlere silah satmak da, bu yolu tıkamak için aynı şekilde batıldır. Zira harama ulaştıran şey de haramdır. Zira Cenab~ı Allah şöyle buyurmuştur:

"Günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmanınız. [75]

Satış, şarap ve domuz gibi haram kılınmış bir semen karşılığında olursa, Hanbelilere göre fasittir. Zira bunlar bazı kafirlere göre ne kadar bir mal ise de şeriata göre bunlar kıymetli mal değildir. Eğer iki bedel­den birisi semavi her hangi bir dine göre mal değilse satış batıldır. İster bu mebi yani satılan olsun, isterse semen olsun. Meytenin, kanın ve hür insanın satışı batıldır. Aynı zamanda bunların karşılığı olarak satış da batıldır. Şarap karşılığında elbise satmak yahut elbise karşılığında şarap satmak fasittir. Eğer bunun mebi olarak teayyünü olursa bu sefer satış batıldır. Örneğin; dirhemlere karşılık şarap satmak veya şarap karşılığında dirhem vermek batıldır. Buna göre; semen haram kılınmış ise, o zaman kıymet karşılığından akit olur. Cumhura göre böyle bir sa­tış batıldır. Hanefiler, Malikiler ve Hanbelilere göre; Ama'nın satışı ve satın alması, icaresi, rehni ve hibesi sahihtir. Satılan şeyi tanımasını sağlayacak şekilde -bu yollarla bilinebilen şeyler için dokunmak, kokla­mak, tadına bakmak gibi ağaç dallarında bulunan meyveler, evler ve akarlar için de niteliklerini belirtmek gibi. Satılan şeyi bilmesine yaraya­cak şekilde olmak üzere onun lehine muhayyerlik sabittir. Bunun delili ise; "Satış ancak karşılıklı rıza ile olur." hadisidir.

Diğer başkası da şöyledir: Dilsiz kişinin işareti de onun konuşma­sının yerini tuttuğuna göre, körün koklaması ve tad alması da böyledir. Şafiilere göre amanın alış-verişi ancak demir ve bunun gibi değişmiyen şeyleri körlükten önce görmüş olması halinde sahih olur. Bunun delille­ri ise amanın kaliteli olanı ayırdedebilme idrakinde kusur bulunmasıdır. Onun için akit yeri bellisiz olur.[76]

Az miktarda ğarar, yani cehalet ve bilgisizlik üç kısımdır. İcma ile mumteni olan çok olanı, yani havada kuşun satışı gibi. İcma ile caiz ka­bul edilen az olanı, yani evin temeli. Cübbenin pamuk miktarı gibi. O-nun hakkında ihtilaf edilen orta miktarı, yani bu çeşit ğarar ve bilmeme-liğin birincisine mi ve ikincisine mi dahil olduğunda farklı görüşler var­dır. Az olan miktarda fazla olduğu için çok hükmünde kabul edenlerde vardır. Hanefiler az miktardaki ğarar ihtiva eden satışı caiz kabul etmiş­lerdir. Ceviz, badem, fıstık, taze bakla, üst kabuğu (çeltiği) içerisindeki pirinç, susam, başağında buğday, ileride hıyarlık bahsinde açıklanacağı üzere kavun, karpuz ve nar gibi kabukları içerisinde bulunan şeylerin satışı misaldir. Malikilerle Hanbeliler, az ğarar bulunan her çeşid şeyi veya zaruret nedeniyle ortaya çıkan her türlü az ğaran şartsız olarak ca­iz kabul etmişlerdir. Sözünü ettiğimiz bu şeylerde olduğu gibi, Şafiiler ise bu gibi şeylerin alt kabukları içinde satılmalarını caiz kabul ederler. Bunların üst kabukları içindeki satışları konusunda mezhepte meşhur olan iki farklı görüş vardır. Nevevi, Beğavi ve Şirazi sahih olmayacağı gö­rüşünü tercih etmişlerdir. İmamü'l-Harameyn el-Cuveyni ve Gazali ise "daha sahih olan, bu çeşid satışların sahih olacağıdır" demişlerdir. Zira Şafii (r.a.) kendisine taze bakla satın alınmasını emretmiştir. Bununla beraber bu meselede her ülke halkının bunu reddetmiyerek bu şekilde alış-verişlerde bulunmaları gelenek ve görünek halindedir. Şu halde biz mutlak olarak Maliki ve Hanbelilerin görüşlerini kabul etmekteyiz. Zira şimdiki insanların arasındaki olan bu çeşid alış-verişler gelenek ve göre­nek halindedir. Buna benzeyen şeylerde her hangi bir ayıp veya kusur bulunduğu takdirde hıyar-ı ayb gereğince akdin feshedilmesi de caizdir.[77]

 

İslâm'a Göre Sigorta Şirketlerinde Sigortalanmanın Hükmü

 

Sigorta yeni bir şeydir. Onun hakiki manası ise miladi olarak 14. asnın başlarında İtalya'da deniz sigortası olarak meydana çıkmıştır. Si­gortanın çeşidi iki tanedir. Birisi yardımlaşma sigortasıdır. Ötekide malum aidatlar karşılığında sigorta gibidir. Yardımlaşma sigortaları: Bir kaç şahsın belli oları bir afetinin meydana geldiği takdirde aralarında bi­risine isabet edecek zararı telafi etmek için belli olmuş bir aidat ödemeyi kendi aralarında kabul etmek şartıyle yekvücud olmalarıdır. Belirli bir aidat ve ücret mukabelinde sigorta: Sigorta yapılan kişinin sigortacıya malum bir aidat ödemeyi kabul etmesi suretinde meydana çıkar. İşte bu, ortak fertlerden meydana gelen sigorta şirketidir. Bu şirkette sigor­tacı belirli bir tehlikenin ortaya çıkması halinde muayyen bir ödemeyi kabul eder. Günümüzde olan sigorta budur. O, bunun karşılığını ya belli olan bir şahsa öder. Yahut da sigorta edilen şahsa veya mirasçıları­na öder. Bu, her iki tarafı da bağlayan karşılıklı bir ivaz aktidir. Her iki çeşid arasındaki fark: Dayanışma sigortasını üstlenen kendilerine sigor­ta yapılan şahıslardan farklı bir kuruluş değildir. Aynı zamanda bu ku­ruluşun üyeleri kâr sağlamak için çalışmazlar, onların tüm çalışmaları yalnız üyelerden her hangi birisine gelebilecek hüsranlan tahfif etmek içindir. Muayyen olan bir aidat mukabelinde yapılan sigortada ise sigor­ta edilen şahısların hesabına malum olan bir kârı meydana gelmesi he­def alan sigortacı (yani anonim ortaklık) sigorta işini malum bir aidat mukabelinde üstlenir. Sigorta akdini mukabeleri ivaz akitlerinin harici-na istisna etmez. Zira muhtemeli olan akitlerin tabiatı gereği aktin ta­raflarından her hangi birisi bazen hiçbir ivaz ele girmez. Yardımlaşma sigortalarının İslâm'a göre sahih olduklarında bir şüphe yoktur. Zira böyle bir sigorta çeşidi, bağış akitleri kapsamına girer ve iyilik üzere da­yanışma kısmmdadır. Zira her bir ortak karşılaşılabilecek tehlikelerin etkisini tahfif edip ortaklardan birisine isabet edecek zararları tamir et­mek üzere gönül rızası ile aidatını öder ve bu konuda zararın tümüne de bakılmaz. İster bedeni kazalar ile ilgili olsun, isterse de yangın, hırsızlık, hayvanların Ölümü nedeniyle eşya üzerinde olsun, aralarında hiç bir fark yoktur. Veya trafîkkazalan ve iş kazaların karşısında sorumluluk­lara karşılık olsun yardımlaşma sigortalarında durum aynıdır. Acizlik, yaşlılık, hastalık, emeklilik gibi durumlarda da bunlar yararlı olur, de­mek yangın, kazaya uğrama, sel basma gibi zarar meydana getiren mu­sibetlere karşı müslümanlar birleşerek bir fon meydana getirmeli. Bu fonda, meydana gelecek para yardımı niyetiyle ödenmeli. Ziyan zuhur etmediği takdirde hasıl olan kârı para verenler taksim etmeli, böylece si­gortaya para yatıranların evhamlarının tahrikiyle meydana gelen büyük sermayeyi şirket sahibi durumunda olan bir kaç kişi kendilerine tahsis ederek büyük kitleyi fakirleştirip küçük bir azınlığı zengin etme neticesi­ne varmamahdırlar. Sabit bir taksit ile sigorta: Deniz nakliye araçlarıyla deniz yoluyla idhal edilen mallardan telef olabilecekleri karşılık teminat olmak üzere deniz sigortasının haram olduğuna dair İbni Abidin'in fet­vası vardır. Harbi kâfirinin eman altında alınması konusu, buna kıya-sen tacirin aşağıdaki üç sebeb dolayısıyle sigortacının malından telef olanın bedelini alması helâl değildir.

a)  Bu akid lazım, yani bağlayıcı olmayan şeyi iltizam etmektir. Zira tazminatın dört nedeni olarak kabul edilen şer'i her hangi bir neden or­talıkta yoktur. Söz konusu dört neden şunlardır:

1- Öldürmek. Yıkmak, yakmak ve benzeri yollarla saldırı.

2- Ammaya aid yolda izin almaksızın kuyu kazmak gibi telef olma­ya teşvik etmek.

3- Gasb, hırsızlık gibi emin olunmayacak şekilde ele geçirmek ve satılan şeyin satıcının elinde kalması.

4- Kefalet. Burada sigortacı, ne haksızlıkta bulunan bir müteca­vizdir. Ne telefe sebep teşkil etmiştir, ne de sigortada muayyen bir kefa­let altında olan vardır.

b) Sigorta vedinin yani emanetçinin vedia yani emanet üzerine üc­ret alması halinde olduğu gibi vedianın telef olması takdirinde vediye tazminat ödetmek çeşitinde değildir. Zira mal sigortacının elinde bulun­maktadır. Aksine mal gemi sahibinin elindedir. Eğer gemi sahibi sigor­tacı olsaydı, o takdirde de müşterek bir ecir olurdu. Vedi olmazdı. Vedi ve müşterek acir olduğunda ise ölü suda batıp boğulmak ve yangın gibi sakınması mümkün olmayan şeyin de tazminatını ödemezler.

c) Sigorta tağririn ve kandırmanın kısmında da değildir. Zira garr, yani tağrir yapan, aldatanın tehlikeyi bilmesi zorunluluğu vardır. Aynıca mağrurun da bunu bilmeyen bir cahil olması gerekir. Sigortacı ise sigor­ta ettiği tacirleri aldatmak maksadıyle bunu yapmadığı gibi örneğin, ba­tıp boğulma tehlikesinin husule gelip gelmeyeceğini de bilmemektedir. Geminin batıp batmayacağını önceden bilmek mümkün değildir. Hem sigortacının hem de tacirin tehlikeyi bilmesi halinde ise, hırsız, yol kesi­ci tehlikesinin olmasında olduğu gibi, teminat (sigorta) caizdir. Fakat si­gorta buna uymamaktadır. Zira bir kişi bir başkasına: "Sen bu yola git, eğer bu yolda korkulacak şey olur ve malın alınırsa ben onun tazminatı­nı öderim." dese tazminatını öder.[78]

İbni Abidin şunları da eklemektedir:

Eğer fasit olan sigorta akti, daru'l-harbde sigortacı ile sigorta edi­lenin müslüman olmayan harbi bir ortağı arasında yapılırsa yahut dar'ul-harbde bulunan sigorta edilen tacir ile sigortacı arasında yapılır­sa ve tacir ikinci durumda bedeli İslâm diyarında kabzederse zahire gö­re tacirin bu bedeli alması helâldir. Zira fasit akit, dar'ul-harb'de iki harbi arasında cereyan etmiş ve onlann mallan nzası ile tacire ulaşmış­tır. Buna mani yoktur. Şayet akit dar'ul-İslâm'da kabz da dar'ul-harb'de olursa, harbinin nzası ile dahi olsa, bedelin alınması helal değildir. Zira İslâm ülkelerinde yapılmış fasit bir akte dayanmaktadır. Sigorta işlemini bir tarafta mal, diğer taraftan da emek şeklinde olan mudarebe ortaklığı çeşitinden kabul etmekde sahih değildir. Bunun iki sebebi vardır.

Birincisi, sigortası yapılan kişinin ödediği taksitler. Sigorta şirketi­nin mülkiyetine girer ve sigorta şirketi bunda dilediği gibi tasarruf et­mekte serbesttir. Eğer karşılığında sigorta yapılan olay meydana gel­mezse, sigortalanan kişi zarar edecektir.

ikinci sebep, mudarebe ortaklığının sahih olmasının şartı, kârın mal sahibi ile işi yaparı (emeği ortaya koyan) arasında dörtte bir veya üçte bir oranında dağıtılmasının gerekmesidir. Sigorta işleminde ise, si­gortası yapılan sigortalının % 3 yahut % 4 gibi kârdan muayyen bir miktarı vardır. O bakımdan bu mudarebe sahih olmaz. Eğer akitte bu sebeb asılsa bile, birinci sebep varlığını sürdürmeye devam eder. Nite­kim sigortalının ölümü halinde bazen sigorta olarak tayin edilen mitar mirasçılara değil aksine o sigortadan faydalanacak kişiye de gidebilir.

Mudarebe mal sahibinin Ölümü halinin tam aksinedir. Diğer taraf­tan sigortanın garanti veya kefalet türünden kabul edilmesi de sahih değildir. Çünkü daha önce gördüğümüz garantinin meşru sebebinden hiç birisi yoktur. Ayrıca sigorta akitlerinin pek çoğunda "kefil olunan" diye kabul edilmesi mümkün bir taraf bulunmaktadır. Trafik kazalarına karşı sigortada olduğu gibi kefil olunan bulunsa dahi bu kişi meçhul­dür. Hakikat şu ki; sigorta akti garar akitlerindendir. Aynı şekilde ma'kudun aleyhin var olması ile olmaması arasında mütereddit bulu­nan ihtimali bir akittir. Rasulullah (s.a.v.) ise ğarar ve kandırma satışını nehyetmiştir. Buna mali iraz akitleri kıyas edilir ve bu ivazlı akitlerde satış akünde olduğu gibi ğarar etki eder. Sigorta şirketleri ile yapılan si­gorta akti, mali ivazlaşma akitleri türündedir. Dolayısı ile bunlara da ğararın etkisi sözkonusudur. Nitekim diğer mali ivaz akitlerinde de ğarann etkisi vardır. Zaten günümüz hukukçuları da bu akitleri "ğarar akitleri" başlığı altında ele alırlar. Sigorta ancak alacağı muhakkak ol­mayan, gelecekteki bir olay yahut da olup olmayacağı bilinmeyen gele­cekteki bir olaya karşı yapılan o bakımdan ğarar, sigorta akünden ayrıl­maz bir unsurdur. Diğer taraftan sigortada ğarar/aldanma oranı az ve­ya orta değil, aksine pek çoktur. Çünkü sigortanın rükünlerinden bir tanesi de "tehlike"dir. Tehlike ise akit taraflarından herhangi birisinin iradesine bağlı olmayarak muhtemel bir olaydır. Çok dahi olsa gararı ih­tiva eden akün kendisi sebebiyle caiz kabul edildiği ihtiyaç durumunda (ki bu da kişinin eğer menedilen bu işi yapmayacak olursa oldukça sı­kıntılarla karşı karşıya kalacağı fakat helak olmayacağı bir duruma ulaşmasıdır) genel yahut özel olması veya teayyün etmesi şartı aranır. Genel ihtiyaç, bütün insanları kapsayacak şekilde ihtiyacın orda olması demektir. Özel ihtiyaç ise bir belde halkı yahut belli bir meslek erbabı gibi bir grup insana has ihtiyaçtır. İhtiyacın teayyün etmesinin manası ise, maksada ulaşmak için meşru bütün yolların tıkanması ve sadece gararın söz konusu olduğu bu aktin açık bulunmasıdır. Günümüzde si­gorta için genel bir ihtiyacın varlığı kabul edilecek olsa dahi, ona duyu­lan ihtiyaç belirlemektedir. Çünkü sigortadan gözetilen hedefi teberru il­kesi üzerinde duran karşılıklı dayanışma esasına dayalı sigortalama yo­lu ile gerçekleştirmek ve böylelikle arada kâr sağlamaya çalışan ve in­sanların ihtiyaçlarını istismar eden aracıyı ortadan kaldırmak mümkün olur. Çünkü mevcud durumdaki sigorta, ihtiyaç olmadığı halde ileri de­recede garan ihtiva eden bir uzlaşma akdidir. İslâm'da bu men edilmiş­tir. Buna göre tüccarın ve başka sigortalıların helak olan şeyin bedelini sigortadan almaları helâl değildir. Çünkü bu, onu iltizam edenin ödeme­si lâzım olmayan bir maldır ve sigortacıya tazminat ödeme şartını koş­mak batıldır. İslâm fıkhı ansiklopedisi Vehbe Zuheali, Suriye'de bulu­nan alimlerden Dr. Mustafa al-Zerka ile Mısır alimlerinden Muhammed

Abduh, Şeltut Dr. Muhammed el-Behiyy gibi olan kimseler sigorta şir­ketini bir yardımlaşma şirketi olduğu için meşru olarak kabul etmişler­dir. Dr. Muhammed el-Behiyy bunun hakkında açıklanması şöyle ol­muştur: "Sigorta akti bir ahş-veriş kısmında değil, belki herhangi kim­selerin üzüntülerini hafifletmek için onlara yapılan bir yardımlaşmadır. Bundan başka bir şey değildir. Örneğin, tüccar ticaret metalan, ev sahi­bi evini, köylü davarlarını, araba sahibi arabasını sigorta ettiriyor. Zira tek başına zarara girmenin ağır olduğunu ve musibet yükünü de tek başına kaldıramayacağı, fakat başkasının yardımıyla yükün hafif olaca­ğım tasavvur ediyor. Hayatını sigorta ettiren kimse de hayatını muhafa­za etmek için sigortaya gidiyor. Sigortaya başvurmaktaki niyeti gençken öldüğü takdirde aile efradına bir yardımlaşma kaynağı meydana getir­mektir" diyor.

Büyük fakih Muhammed Necib el-Muti İmam Nevev'i el-Mecmû adlı ilavesini yazarken şöyle bir açıklama getirmiştir: "Sigorta kurumu tarafından üyelere verilen tazminatın mubah olması hususunda farklı görüş yoktur. Zira bir kişi bir adama "malını at ben öderim" dese. Şayet mal sahibi malını atsa ödemeyi söz veren kimse onu ödemeye mecbur­dur. [79]

Mısır ulemasından Mustafa al-Hammam'i ile İbn Abidin ve Rabıta-tü'1-Alem'il-İslamiyye'nin fıkıh heyeti Hey'etü Kibari'l-Ulema da sigorta­nın haram olduğunu bildirmişlerdir. Mekke-i Mükerremede toplanan bu zevatlar şöylece sigorta hakkında açıklamaları olmuştur: Muhammed b. Abdullah al-Subeyi, Salih b. Useymin Muhammed Reşid Kabbani, Mus­tafa al-Zerka, Muhammed ed-Reşid, Abdullah b. Humeyd'in başkanlı­ğında Muhammed Ali el-Harkan, Abdülaziz b. Baz, Abdul Kuddüs el-Haşimi, Nedevi ve Ebubekir Gümi'den müteşekkil fıkıh heyeti toplana­rak sigorta konularını ele alıp tetkik ettikten sonra Mustafa Zarka'dan bütün sigortanın çeşitleri haram olduğuna dair kanaatlerini açıklamış­lardır. Verilen kanaatları aşağıda özet olarak açıklamışlardır:

a) Sigorta ribel-Fadl ve ribe'l-Nesie'yi zımnından alır.

b) Sigorta muamelesinde bedelsiz olarak diğerlerinin malının alın­ması vardır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler! mallarınızı aranızda haksız yere yemeyi­niz. [80]

c) Sigorta kumarın bir çeşididir.

d) Sigortada ğarar yani aldanma vardır.

e) Sigorta müdarebe kısmında da değildir.

f) Zaruret yasak olan şeyi mubah kılar" kısmından da değildir.

g) Burada örf istidlal etmekte olmaz.

i) Sigortanın mubah olması için maslahat istidlal göstermekte delil olmaz. Zira maslahat şeriata göre üçe ayrılır:

1- Şeriat onu kabul ettiği için helaldir.

2- Şeriat onu açıklamadığı için ve izahi müctehidlere kaldı­ğı için ictihadi bir meseledir.

3- Şeriat onu reddettiği için haramdır. Çünkü sigortada ğarar ve kumar vardır.

k) Eşya aslında helaldir. Bu da helaldir. Gene bir belge teşkil et­mez. Zira bu kur'an ve sünnete aykırıdır.

1) "Sigorta akdi bir şeyi başka bir adama vermek için yapılan söz­leşmeye göre caizdir." demesi de bir şey teşkil etmez. Zira sözleşme me­selesi bir bağış ve ahlâki bir konudur. Ticaretle alakası yoktur. Zira si­gorta yalnız olarak bir kâr karşılığında ayrı bir muameledir.

m) Sigorta akdini emeklilik meselesine göre kıyas etmek de hata­dır. Zira emeklilik ül'ül-emr/vatandaşın velisi olarak kabul edilmiştir. Sözleşme zamanı gelince tüm emeklilere maaş bağlanıyor. Aynı zamanda sigorta ya para yatıran kimse örneğin, alış-veriş, hibe, hediye gibi şeri­atın kabul ettiği kâr yollarından da değildir. Fakat imameyn'e göre; bir ülkede İslâm ahkamı tatbik edilmiyorsa ve aynı ülkede müslümanlardan başka veya mürted olan kimsenin kurduğu bir sigorta şirketi varsa on­dan tazminat almak caizdir. Bir de karşılıklı dayanışma, yardımlaşma esasına dayalı cihetin de bir sigorta şirketi kurmak, ticari olmazsa yalnız ve yalnız dayanışma ve yardımlaşmak için olursa o zaman ihtilafsız ola­rak caizdir. İşte öyle karşılıklı, yardımlaşma müessesesi kurulacak şirket Mekke'i Mükerreme'deki fıkıh kurulu da bunu caiz olarak kabul etmiş­lerdir. Fakat bu günkü sigortaların kârdan başka hiç bir şey düşündük­leri yoktur. Devlet, memur olan kimseye maaş verdiği gibi diğer başkala­ra da verebilir. İsterse emekli maaşı olsun isterse başka bir işte çalışmış olsun fark yoktur. Hatta ve hatta ki maslahata nazaran çalıştırmadığı kimselere de maaş verebilir. Hatibi Şirbiniye göre: Vergi ve öşür gibi şey­ler kendi milletinden zorla alınıyorsa, bu mallar birbirine karışıp ayrıl­maları zor olduğu için ve aynı zamanda da sahipleri tanınmadığı, dolayı-sıyle o mal beyt'ül malın malı oluyor. O zaman devlet başkanı ve diğer yetkilileri istedikleri milletine mecanen bağış yapabilirler. [81]

Ibn Abidin de devlet başkanı yani hükümdarın, maslahata naza­ran devlet malından istediği kimseye verebilir diye ifadesi olmuştur. [82]

Bir de müslüman olan kimse hakkını hak etmiş ise, kafir olan hü­kümdardan maaşını alabilir. [83]

Su halde avrupa gibi yani müslüman olmayan bir ülkede veya kendi memleketinde bir gayri müslim'in yanında iş yapmak caizdir. Zira haramlığma delalet eden bir şey varid olmamıştır. Kafirin yanında çalış­mak caiz değildir. Söyleyen olmuş ise de, sözü senedsiz olarak söylemiş olduğu için sözüne itibar olmaz. Zira Hz. Ali (k.veche) buyuruyor ki: "Bu­gün aç kalmıştım, Medine'nin etrafında iş bulmak için oraya vardım, ya-hudi bir kadına rastladım. Onun yanında bir toprak yığını vardı. Bunu çamur yapacağını tahmin ettim. Bunun üzerine her bir su kovası taşı­mak için birer hurma ile anlaştık ve onaltı kova getirdim ve bunun elle­rimin içi kabarıp su toplamıştı. O çamuru yaptıktan sonra kadının yanı­na gittim onaltı tane bana hurma verdi. Ondan sonra peygamber (s.a.v.)'e gittim, kendisine haberimi ilettim o da bu hurmalardan benim­le beraber yedi. [84]

Teminat mektubu almak ve vermek kendi işini sağlama götürmek için kefil göstermek veya kefil olmak kesin olarak iyi bir şeydir. Buna hiç kimse itirazda bulunmaz. Fakat ücret karşısında yapılırsa, yani te­minat mektubunu isteyen kimseden her ay komisyon adı altında ücret alınırsa durum değişir. Kefalet de ücretsiz akiddir. Şu halde kefil olan kimse veya müessese ücret şartı koşarsa kefalet batıl olur. Fakat İs­lâm'ın mubah gördüğü bir işe girebilmek için teminat mektubunun geti­rilmesi mecburlu kılınırsa mecbur olan kimse ücret karşısında da olsa teminat mektubunu alabilir. Kendisi için helal olsa da, müessese, ücret alan kimse için helal değildir. İsterse yurt içinde olsun isterse yabancı ülkelerde olsun taahhüt işlerinin alınması teminat mektubuna bağlan­mıştır. Teminat mektubu yerine onun bedeli olan parayı bloke (durdur­mak, kefalet gibi) ettirmek de mümkün olabilir. Yalnız bu iş yatırımcının tercih edeceği meslek değildir. Karşı tarafın kabul edeceği kefil de göste­rilebilir. Fakat büyük yatırımlarda böyle bir riski şahıs üzerine almak istemez. Şu halde banka bu konuda, miktarı belli bir meblağa kadar müteahhit bedeline kefil olmaktadır. İslâmî ölçülere göre bir şeye kefil olmak caizdir. Fakat bu kefalet bir menfaat karşılığı olmamak şartıyîe caizdir. Zira kefalet bir sevap ve taattır. İmamlık, müezzinlik, Kur'an-I Kerim talimi hizmetlerde taat kısımmdan olduğu için önceki Hanefi müctehidleri bunların hepsi ücretsiz olarak yapılması lazımdır" dediler. Fakat devir değişti. Bunları ücretsiz yapan bulunmayınca dinin ve ce­maatın zarara düşmemesi için, sonraki Hanefi fakihleri öyle hizmetlerin devletten, vakıflardan veya kişilerden alınacak ücret ve maaş mukabilinde yapılabileceğine fetva verdiler. El-Kasani, kefalet de bir taat olduğu İçin teminat mektubunda da alınan komisyon ve masrafları da başka taatlara kıyas etmek mümkün olabilir demiştir.[85]

 

Necisin Ve Müteneccis Yani Sonradan Haram Olanın Satışı:

 

Hanefilere göre şarap, domuz, meyte yani murdar hayvan ve ka­nın satış akdi olmaz. Zira bunlar kesinlikle mal kısmında değildir. İnsan pisliğinin satışı mekruhtur, gübrenin, hayvan pisliğinin satışında ise bir sev yoktur. Zira bunlardan menfaat ve fayda vardır. Çünkü verimin faz­la olması için araziye dökülür. Bunun için bu bir mal sayılır. Şu halde mal pislikten farklı olarak satışın yeridir. Zira pislik ancak başkası ile kanştırılsa o zaman faydalı olur. Pisliğin kendisine karışmış olduğu zey­tinyağı gibi başka şeyle karışmış olan bir şeyin satılması da caizdir.

Hanefilere göre köpek, pars, arslan, kaplan, kurt, kedi ve bunlar gibi dişi olan yırtıcı her hayvanın satış akti de sahihdir. Zira onlara göre bunlar maldır. Zira hakikaten bunlardan yararlanma mümkün olur. İs-lâmî ölçülere göre bunlardan avlanmak, muhafazalık yaptırmak için ya­rarlanmak helaldir. Bunun için bunlar maldırlar. Yılan, akrep gibi haşe-rat ve sürüngen hayvanlardan fayda görmek için bunlann satışı da sa­hihdir. Necaset bulaşmış olan şeyin satması fakat yemekten başka yol­larla tabaklamak, yağlamak, mescidden başka ayınlanmak için kullan­ması ve ondan fayda görmesi de sahihdir. Ancak murdarın yağında fay­da görmek için kullanması helal değildir. Zira menfaati bulunan şeyin satışı da sahihdir. Şu halde ayn'lar insanın menfaati için yaratılmıştır. Zira Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"O yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratmıştır. [86]

Malikilere göre şarap, domuz ve meytenin satılması caiz değildir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Elbette Allah ve Rasûlü şarabın, murdarın, domuzun ve putların satışını haram kıldılar. [87]

Şarap hakkında da şöyle buyurmuştur: "Onun içilmesini haram kılan, satışı da haram kılmıştır.[88] Tahir olduğu halde köpeğin satışı caiz değildir. İster av köpeği ol­sun, ister bekçi köpeği olsun fark yoktur. Zira satışı nehyedilmiştir:

Köpeğin kıymetini, fahişenin ücretini ve kahinin aldığı parayı, ye­mekten nehyetmiştir. [89]

Şahnun şöyle diyor:

Ben köpeği satarım, onun parasıyla hacca giderim."

Bir şeyin temizlenmesine imkan olmazsa onun satılması da caiz ol­maz. İçine pislik düşmüş bal, tereyağı ve zeytinyağı gibi satış akdi olmaz. Fakat tahir olmasına engel olmayan bir şeyin satılması caizdir. Elbise gi­bi, aslından necis olan bir şeyin satış akdi de sahih değildir. Eti yenme­yen hayvanın pisliği insan recü. Murdarın kemiği ve derisi gibi. Koyun pisliği, deve ve inek pisliği ve bunlara benzeyen diğer hayvanların pisliği, tarlada gübre için veya başka işler için kullanıldığında satışları caizdir.[90]

Şafîilerle Hanbelilere göre; Domuzun, murdarın, kanın, şarabın ve bunlar gibi olan necis şeylerin satışı caiz değildir. Zira Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Elbette Allah ve Rasülü şarabın, ölünün, domuzun ve putların satışını haram kılmıştır. [91]

Bir de pislikten uzak durmak. Pisliğe yakın olmamak lazımdır. Pisliği satmak ona yakın olmak demektir. Eğitilmiş dahi olsa köpeğin satışı caiz değildir. "Haşarat avlanmak için olmayan arslan, kurt gibi yırtıcı hayvanlar eti haram olan ve avlanılmayan akbaba, çaylak, karga gibi kuşların satış akdi caiz değildir. Zira bunların faydalan olmadığı gi­bi kıymeti de yoktur. Bununla beraber para almak malı boş yollarla ye­mek kısmındadır. Ayni zamanda öyle şeylere ivaz, para vermek bir nevi ahmaklıktır. Sirke ve pekmez gibi pislik bulaşmış ise temizlenmelerine imkan olmadığı gibi satışı da caiz değildir. Fakat elbise ve bunun gibi temizlenmesi mümkün olan şeylere pislik bulaşmış satış akdi caizdir. Gübre ve bunun gibi pisliklerin satışı da caiz değildir.

Hanbelilere göre güvercin pislikleri ve eti yenen tüm hayvanların pislikleri gibi temiz olan gübrenin satışı caizdir. Hanefi ve zahirlere göre öyle şeylerden faydalanmak şartıyle olursa o zaman pisliğin satışını caiz olarak kabul etmişlerdir. Fakat bu konudan satışı nehyedildiğine dair haber varid olanları istisna etmişlerdir. Zira cevaz, ondan faydalanmaya tabidir. Onlara göre birşeyde fayda olduktan sonra o şeyin satışı da ca­izdir. Malikilerle, Şaüiler ve Hanbelilerin meşhur görüşüne göre: Necase­tin satışı caiz değildir. Zira bir şeyin caiz olması o şeyin tahir olmasına bağlıdır. Bir şey mal olduktan sonra bir de tahir olursa o şeyden fayda görmek mubah olduğu gibi onlara göre o şeyin satışı da caizdir.[92]

 

Suyun Satılması:

 

Bundan evvelki açıklamalarımızda ma'kûdun aleyhin yani satılan şeyin ihraz edilmiş, olmuş yani satıcının mülkiyeti altında bulunan bir mal olması gerekir dedik. Buna kıyasen; su, hava ve toprak gibi ihraz edilemeyen yani kimsenin mülkü olamayan bir şeyin satılması caiz de­ğildir. Sudan maksad nedir onun mülk edinilip satılmasında fakihlerin görüşü nedir? Hanefılere göre suların dört çeşidi vardır.

a)  Deniz suyu: Bu su tüm insanlar için müşterek olarak kullanılır ve her bir insan istediği gibi ondan yararlanma hakkına sahiptir. Örne­ğin; Güneş, ay ve havadan yararlanmada olduğu gibi. Bir adam deniz su­yundan lazım olan ihtiyaçları ve arazisini sulamak için faydalanmayabi­lir. Şu halde onun denizden şefeh, hem de şirb hakkı ve diğer hakları var­dır. Veya zirai arazilerini ve ağaçlarını o deniz suyundan sulayabilir.

b)  Büyük vadilerde yani yataklarda akan sular: Dicle, Fırat, Nil, Berada (sam yakınında bir ırmak), Asi, Seyhun, Ceyhun ve buna benzer genel nehirler gibi. Şartsız olarak insanların bu nehirlerde şefeh hakları ve aynı zamanda amme maslahatına zarar vermiyorsa sulama caiz de­ğildir. Zira ammenin zararını defetmek vaciptir. Bunun gibi eğer amme­ye bir zararı olmayacak bir şekilde olsa o zaman nehirler üzerinde su değirmenlerinin yapılması da caizdir.

c- Küçük bir akar suyu veyahut bir çeşmeyi veya bir kuyu ör­neği: Bir köy toplumu gibi bir kamunun mülkiyeti altındaki su, bölün­müş olan yerlerde yani kanal ve ark açılarak sahip olunmuş cari yerin­de akan amme nehirlerinden alman sularda bu kısmındandır. Öyle su­larda bütün insanların yalnız şefeh hakkı vardır. Zira bütün insanların bu suya ihtiyacı olduğu için mubah olmasını meydana getiren zaruret­tir. Bir de suyu her yere götürmek zor olduğu içindir.

d- Kaplarda depolanmış sular: Bunun gibi sular kim tarafından kaldırmışsa yani kaplara doldurulmuşsa artık onun mülkiyeti olur. O kişiden başka kimsenin hakkı o suda yoktur. O kişinin izni olmazsa o sudan faydalanmak caiz değildir. Bu örneklerde zahir olarak gösteriyor ki mülk edinmek ve satmak nisbetinden ya mubahtır veya mubah değil­dir. Eğer mubah olsa herkesin hakkı onda vardır. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"İnsanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş." (Nasb'r-Râye, 4.294) Mubahtan maksad ise ilk iki neve şamil gelmektedir. Bu neviler de insanlardan hiç kimsenin onun üzerinde özel bir hakkı yoktur de­mektir. Mubah olmayan ya da mülkiyet altında bulunan ise, ister bir ki­şiye olsun isterse bir topluma olsun, artık onların mülkiyeti altına girer. Ve bu da son iki nev'e şamil gelmektedir. Maliki, Şafii ve Hanbelüere gö­re de üzerinde kasd olunan mana budur. Yani suyun mülkiyeti her iki son neve göre yani "özel su ve kamu suyu" adı da verilmiştir. Birincisi pınar ve kuyu gibi mülkiyet altındaki arazide bulunan sahipli sudur, ikincisi, nehir ve çeşme gibi mülkiyet altında olmayan arazideki sahipsiz sudur. Fakihlerin ittifkıyle suyun mülkiyeti bile olsa bedelsiz olarak ve­rilmesini müstehap olarak kabul edilmiştir. Fakat suyun mülkiyeti ol­duktan sonra bedelsiz olarak vermeye zorunlu tutulmaz. Bu kuraldan zaruret hali müstesnadır. Örneğin, bir taife insanlar sonsuz bir derece­de susuz kalır ölüm tehlikesi olursa o zaman su vermek vaciptir. Eğer su verilmesine engel olurlarsa onlara çarpışma hakları vardır. Cumhura göre kamu için mubah olmayan suyun satışı herkes için caizdir. Örne­ğin, kap ve çeşme suyu, kuyu ve benzeri şeylerde depolanmış su gibi.

Öyle kişiler bu sulardan bizzat kendileri istifade edip başkasının istifade etmesine mani olabilir. Eğer öyle suyun yakınında başka su bulunmu­yorsa o zaman su sahibine "ya sen suyu çıkartır suyu olan kimseye ve­rirsin veya suyu almak için ona müsaade edersin" denilir.

Hanefılere göre zaruret halinde olan bir kimse kuyu, havuz ve mül­kiyet altındaki akar sularda suya malik olan kimseye silahla çarpışabilir. Zira bu suyun sahibi, onun suda hakkı olan şefeh hakkını engellemekle kasten onun telef olmasını istemektedir. Mubah olan kuyudaki su ise mülkiyet altında değildir. Eğer su, kaplarda depolanmış ise, zaruret kar­şısında olan kimse silahsız olarak çarpışır ve ondan aldığı mitktann taz­minatını verir. Açlık halinde yiyecek alması gibi. Zira zaruret cihetinden suyu alan kimse için tazminata zıd değildir. Bu hüküm, suyun sahibinin ihtiyacından fazla olması şartıyladır. Eğer onun aksi olsa aksi olur.[93]

Mubah olan suyun satışı, ihraz edildikten yani toplandıktan sonra odunun satışına kıyas edilir. Zira peygamber (s.a.v.) mubah odunun toplandıktan sonra satışım bu ikrar ile kabul etmiştir.

Sizden her hangi biriniz ipini alıp dağa giderek odun kesmesi ve bu odunu satıp parasının bir kısmını yiyip bir kısmını da sadaka verme­si, dilencilikten daha hayırlıdır. [94]

Buna da şöyle cevap verilmiştir. Kıyas yoluyla nassın tahsis edil­mesi usul alimleri arasında ihtilaflı bir meseledir. Diğer taraftan burada su, kuyunun satışına tabi olarak dahildir. Bunda da ihtilaf yoktur. Za­hirilere göre: Suyun satışı hangi surette olursa olsun caiz değildir. İster nehirde, ister su arkında, isterse çeşmede, isterse kuyuda, isterse sa­rnıçta olsun, isterse bir tulukta olsun. Ve bidonda olsun, helal değildir. Ancak kuyunun hepsi veya bir bölümü satılırsa, o zaman satış akdi ca­izdir. Satılan şeye suda dahil olur. Peygamber (s.a.v.)'in:

Kendisi vasıtası ile otun da satılması için artan su satılmaz." (Müs­lim), elediği sabittir. İşte buradaki yasaklama ihtiyaçtan fazla suyun satı­şının nehyedildiğine delildir. Şu halde bu nehiy, özel bir durum karşı­sında zikr olunmuştur. Bu da suyun satılması ile etrafında bulunan otu ve çobanların hayvanlarını otlatmak için ihtiyaç duyacakları otu himaye etmektir. Bununla beraber peygamber (s.a.v.)'in: "Artan suyu satmayı nehyettiği" sahih olarak sabittir. Bu hadis-i şerif artan suyun satışının haram olduğunu seksiz olarak ifade etmektedir. Artan su ise kişiye ye­ten miktardan fazla olan sudur. Bu su isterse mubah bir arazide, ister­se mülkiyet altındaki bir arazide olsun, isterse içmek için olsun, isterse başka bir şey için olsun fark yoktur. Buna da şu şekilde itiraz edilmiş­tir. Bu hadis-i şerif daha evvel zikredilmiş Rüme kuyusu ile ilgili hadisle ihtilaf halindedir. Veyahut özel bir duruma hamledilir. Bizim görüşümü­ze göre: Fazla olan suyun satışının nehy olmasından maksad, birkişinin mülkiyeti olduktan sonra o, arazide cem olunan yağmur suları, gibi, miktarı çok olan ve menedilmeleri manasız vee boş olan suların satılmasidir. Hanefilere göre canlı hayvanın etinin yahut kuyruk yağının veya iç yağının, başının veya ayaklarının satılması gibi öyle satışlar batıldır ve böyle akid de caiz değildir. Zira et meydana gelmesi için ancak ve ancak hayvanın kesilip derisinin yüzülmesiyle belli olur. Bir bez topundan bir arşmlık miktarının satılması için yapılan akid, Örneğin; gömlek gibi giyi­me hazırlanmış kumaşta eğer parçalara ayrılması kendisine zarar vere­cekse o zaman fasit olur. Zira satılan şey başkasına tabidir.

Hanefilere göre; taşınabilir bir mebiyi daha onu kabzetmeden ev­vel satmak caiz değildir. Zira Peygamber (s.a.v.) Kabzedilmiyen şeyin sa­tışını nehyetmiştir. Arazı ve ev gibi akarın Ebu Hanife ve Ebu Yusuf a göre istihsanen kabzdan önce satışları caizdir. Zira satışı ile ilgili genel nasları ve bunlardan tahsis olmadığını gösterir. Bunlara göre kitaptaki umumi bir nassi, haberi vahid ile tahsis caiz değildir. Bununla beraber akarda kandırmak yoktur. Çünkü akarın tehlikeye gitmesi düşünülmez. Velhasıl Hanefilere göre bir şeyin kabzdan evvel satışının olmamasında illet garar ve kandırmaktır.

Malikilere göre ister ribevi olsun İster olmasın kabzdan evvel yiye­cek şeylerin satışı caiz değildir. Zira İbni Abbas ile İbni Ömer'in rivayet ettiklerine göre, Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Her kim bir yiye­cek satın alırsa onu kabzetmedikçe satmasın.[95] bunlardan başkası ise yahut yiyecek şeylerin tartılmaksızm ve ölçülmeksizin yani tahminen satılması ise kabzden evvel caizdir.

Hanbelilere göre, şayet ölçülen tartılan veya sayılan şeylerdenise yenecek şeylerin kabzdan evvel satışı caiz değildir. Zira ölçülen, tartılan ve sayılan şeyin kabzı adeten çok kolaydır. Bunlardan başka olan mik­tarını tesbit edilmeyen şeylerin kabzden evvel satışları sahihdir. İmam Şafii Muhammed b. Hasan ve Züfer şöyle demektedir; "Kabzden evvel mülkiyeti altında girmeden bir şeyi satmak caiz değildir. İster akar, ister mekul olsun aralarında hiç fark yoktur. Zira bu meselede kabzedilme-yen şeyin satışına dair Rasûlüllah'ın nehyi umumidir. Muayyen mebinin veya semenin teslim edilmesi için müddet şartı koşulursa Hanefilere gö­re bu satış akdi fasid olur. Zira alış-veriş esnasında teslimin vaciptir. Yani temlike karşı temlik, teslime karşı teslimdir. Belli bir müddet tayini ise derhal teslimin vücubuna aykırıdır. Fakat zimmete borç olarak sabit olan semendeki olan süre caizdir. Zira vade tayini borçlara uygundur ve sahihtir. Fakat aynlara uygun değildir. Zira aynlarda şöyle bir şeye ihti­yaçları yoktur. Cuma günü namaz için çağırıldığı zaman satış yapmak, bu da imamın minbere çıktığı zamandan itibaren namazın bittiği zama­na kadar devam eden vakittir. Hanefilere göre bu vakit ilk ezandan baş­layıp namazın bitinceye kadar devam eder. Bu vakitteki olan satış inekruh-ı tahrimidir. Safilere göre haramdır, akid sahihdir. Malikilerdeki meşhur görüşe göre feshedilir. Hanbelilere göre kesin olarak caiz olmaz.[96]

Ma'kûdun aleyh mal olmalıdır. Bu da zaruret ve ihtiyaçtan başka şer-i cihetinde kendisinden faydalanılması mubah olan şeydir. Zira sa­tış, malın mal ile mübadelesi demektir. Buna göre haşarat gibi hiç bir şekilde yaran olmayan şeyin satışı, şarap gibi haram/faydası olmayan şeyin, köpek gibi ihtiyaç halinde mubah menfaati olan bir şeyin, zaruret veya açlık halinde meyze gibi zaruret için mubah menfaati olan şeyin, boğaza tıkanmış bir lokmayı aşağıya indirmek için şarabın da satışı sa­hih değildir. Tabağ olmuş murdar derisinin satılması ve ihtiyaç olmadan dahi alıkonulması sahihtir. Katırın, eşeğin, ipek böceğinin, arının (elde tutulabilmesinin mümkün olması şartı ile tek başına veya da içerisinde olduğu bilindiği takdirde kovanı ile birlikte) satılması caizdir. Zira bun­larda insanlar için menfaatlar vardır. Avcılıkta kullanılan kuşların satıl­ması, balık avlamak için kurtçukların satılması, yine başka şey için ol­mazsa da avlanmak maksadıyle yırtıcı hayvanlar ile yaralayıcı kuşların­da satılması şahindir. Kan emmek için sülük satılması da sahihdir. Bül­bül ve hezar destan kuşların sesleri için satılması sahihtir. Zira bunlar­da mubah bir menfaat vardır. Bunun gibi papağan yani dürreh ona benzeyen kumruda öyledir. Bulundurulması mubah olan köpeklerin he­diyesi ve hediyeye mukabil verilmesi, satış usulüne göre olmamak şartiyle, caizdir. Yılan zehiri gibi öldürücü zehirlerin satışı caiz değildir. Zi­ra bunlara mubah bir faydası yoktur. Bunun gibi ot ve bitkilerin zehir kısımlarını satmak caiz olmaz kendilerinden faydalanılmanın ve az bir kısmı ile tedavinin mümkün olduğu sakamonya ve onun gibi zehirler bundan ayrıdır. Müslüman veya kafir olan kimselere mushafı şerifi sat­mak haramdır. Zira mushafa tazim yapılması vaciptir. Başka taraftan kafir devamlı olarak mushafı şerife sahib olmaktan men olduğu için ön­ce de mushafa sahib olmaktan men edilir. Zurna, tambur, zar, satranç ve bunlar gibi eğlence ve oyun aletlerinin satılması sahih değildir, osur­gan böceği, fare, yılan, akrep, sansar ve bunun gibi haşeretin atılması da sahih değildir. Muztar bir kimseye dahi olsa meyte satmak sahih değlidir. Kan, domuz ve putların satılması da sahih değildir.[97]

Hür bir kimsenin satılması sahih değildir. Zira Buhari ile Müslim tarafından şu hadis-i şerifi rivayet etmişlerdir:

Kıyamet gününde ben üç kişinin hasmı olacağım; bunlardan birisi de hür bir kimseyi satıp onun semenini yiyen kimsedir."

Ot, su ve maden gibi ele geçirilip mülkiyet altına daha girmeden evvel mubah olan ve mülkiyet altında olmayan her hangi bir şeyin satış akdi de sahih değildir. Zira satılan şey tam satıcının mülkü olmalıdır.

Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Yanında olmayan şeyi satma.[98]

Hür, mülk olmadan evvel mubah olan bir şey, inveten yani kuvvet kullanarak fethedilen Mısır ile Şam gibi tevzi olmayan mevkuf arazinin de satış akdi sahih değildir. İmamın yani İslâm devlet başkanının orayı vakfetmesi ve aynı zamanda temlik olmak üzere iktatapu vermesi caiz olduğu gibi, maslahat için satması da sahih olur veya sahih olduğu gö­rüşünde olan bir kimse, imam olmazsa bile bu hükmü yapsa, gene sa­hih olur. Mekke ve Harem'in evlerinin satışı ve icareye verilmesi de sa­hih değildir. Aynı bunun gibi sa'y yerleri, cemre, taşlama yerleri, vakfe ve benzeri yerler gibi menasikin icra edildiği bölge yerleri de onlar gibi­dir. Zira bu ve bunlara benzeyen yerler menfaatları ammeye ait olduğu için mescid durumundadırlar. Birde Mekke kahren fethedilmiştir. Bir kap, bir kılıç, bir hayvan gibi muayyen olan bir şeyin yansı ile, borcun borçludan başkasına satışı, firar etmiş bir kölenin onları yakalayabile­cek kimseye bile olsa satış akdi sahih değildir. Zira Rasûlüllah (s.a.v.) kaçmış kölenin satış akdini nehyetmiştir. Rasûlüllah (s.a.v.) kaçmış kö­lenin satış akdini nehyetmiştir. Akit esnasında veya evvelindekesin ola­rak bir süre evvel tanıyacak bir şekilde görülerek mebi'in hem alıcı için hem de satıcı için belli olması lazımdır. Gasbedilmiş bir şeyi, onu gasbe-den veya almaya kadir olandan başkasına satış akdi sahih değildir.[99]

 

Teslim veya Kabzın Anlamı ve Bunun Hakiki Keyfiyeti:

 

Hanejilere göre: Teslim veya kabzın anlamı, terketmektir.

Bu da baiin mebi ile alıcıyı kendi başına terketmesi ve aynı za­manda aralarında alıcının onda tasarruf etmesine imkan verecek şekil­de engeli kaldırması ile olur. Bu işinin sonucu da satıcı mebiyi telim et­miş, alıcı da o mebii almış olur. Semenin alıcı tarafından baiia teslimi de aynı şekilde olur. Kabz, bir kaç yol ile meydana gelir. Tahliye: Alıcı­nın her hangi bir engel olmamak şartıyle mebiyi eline geçirmesinin mümkün olmasıdır. Yani mebinin ifraz edilmiş yani ayrılmış olması ve arada perde yani engel bulunmaması yani baiinin huzurunda ve kabz izni ile birlikte olmasıdır. Bir kişi bir evde olan buğdayı satın alsa ve sa­tıcı kendisine anahtar vererek: "Ben seni onunla serbest olarak bırakı­yorum" yani sana bu işte müsaade ediyorum", diye olsa bu bir kabz ve teslimdir. Yalnız alıcıya anahtar verse hiç bir şey eklemezse bu kabz ol­maz. Evin veya arazinin teslimi ise, müşterin içinde veya ona yakın ara­zinin yan tarafını görecek şekilde durması, yahut da evin kapısını kapa­tabilecek şekilde durması ile teslim meydana gelir. Eğer bundan başka uzak bir şekilde duracak olursa bu kabz olmaz. Hanefilere göre tahliye kabz ile olur. Satılan bir şeyin isterse akar olsun isterse menkul olsun hiç bir farkı yoktur. Fakat ölçülen ve tartılan şeylerin kabzı, onun mik­tarının tamamıyle alınmasıyle yani tartılması veya ölçülmesi ile meyda­na gelir.

Malikilerle Şafiüere göre, bina, arazi ve binaya benzeyen akarların kabzı, mebi ile alıcı arasında bırakılmasının yapılması ve şayet anahtar varsa alıcıya teslim etmek suretiyle de tasarruf yapma imkanının veril­mesiyle meydana gelmektedir. Taşınabilir şeylerin kabzı ise, insanlar arasında cereyan eden örfe göredir.

Hanbelüere göre ise: Her şeyin kabzı mebie göredir.

Şayet ölçülen ve tartılan olsa, o zaman mebiin kabzı ölçülmesi ve tartılmasıyle meydana gelmektedir. Şu halde kabz gene örfe bağlıdır. Alıcı daha baiin elinde iken mebiiyi itlaf etse, satılan şeyi kabz etmiş olur. Aynı zamanda da o mebiin parasını ödemek zorunda olur. Zira tahliye satılan şeyde tasarruf iznini vermekten ibarettir. İtlaf ise, hakiki olarak satılan şeyde bir tasarruftur. Mebii tayib etmek itlaf kılmak gibi­dir. Bu da alıcının satılan şeyde bir ayb, kusur meydana getirmesiyle olur. Eğer alıcı satıcıya o mebiyi itlaf emri verirse, satıcıda öyle yaparsa veya almış olduğu buğdayı öğütmesini emretse o da öğütmesini yaparsa gene o mebiin aybı alıcıya aittir. Zira satıcının alıcının emriyle yaptığı iş, bizzat alıcının yaptığı iş mesabesindedir. Satıcı satılan şeyi müşteriye vedia yani emanet olarak bıraksa veya satıcı alıcıya ariyet olarak verse, alıcı bu şekilde o mebii kabz etmiş olur. Zira malik olana vedia bırakmak veya ariyet olarak vermek sahih olmaz. Bunun gibi alıcı mebiyi ya­bancı birinin yanında bıraksa veya ariyet olarak verse, satıcıdan da satı­lan şeyi ona teslim etmesini istese kabzetmiş olur. Zira başkasının ya­nında ariyet olarak vermek veya vedia olarak koymak sahih ve sağlam bir iştir. O başka olan kimsenin vekaleten eli altında olmasını kabul et­miştir. O kimsenin de eli kendisinin eli gibi emindir. Onun vasıtasıyle k-abz etmiş olur. Şayet alıcı satıcıya emanet olarak tahliye ve ona ariyet olarak verse yahut kiraya verse bu şekildeki olan kabz olmaz. Zira alıcı tarafından yapılan bu gibi tasarruflar kesinlikle sahih olmaz. Çünkü durdurmak hakkı asalet yoluyla bayi içindir.[100]

Fakihler kabzı etkisinin gücü ve zsayıflığı karşısından "kabz-ı de-man" ve "kabz-ı emanet" olmak üzere ikiye ayırırlar. uKabz-ı daman" ya­ni "tazminat altındaki kabz". Kabz edenin, kabzettiği şeyden dolayı baş­kasına mukabil sorumlu olduğu kabz halidir. Bunun için yanında se­mavi bir afet ile bile olsa telef olacak olursa, tazminatını öder. Gâsıbın elindeki gasbedilmiş mal, müşterinin elindeki satılan mal gibi.

 

Kabz-ı Emanet:

 

Kabzedenin teaddi yani saldırıda bulunma veya korumakta ku­surlu olması hali hariç. Kabz edilen şeyden kabzedenin sorumluluğun bulunmadığı kabzdır. Vedia, ariyet, kiralanan şey yahut vedinin, müste-ann, müste'cirin veya ortağın elinde bulunan şirket malı gibi.

Fakihler kabz-ı demanı söz konusu tazminat nedeniyle kabz-ı emanetten daha kuvvetli kabul etmişlerdir. Genel prensip ve kural şu­dur: Şayet tazminatın olması ve olmaması açısından bir cinsten olsalar veya evvelki daha kuvvetli ise, evvelki olan kabz, satışta bağlayıcı olan kabzın yerine geçer. Fakat daha zayıf olursa, yerine geçmez. Şu halde k-abz-ı daman her ikinin yerine geçer yani hem kabz-ı emanetin hem k-abz-ı damanın yerine geçer. Fakat onun aksi olmaz. Zira alt derecedeki olan kabz-ı emanet daha üsttekindeki olan kabz-ı demanın yerine geç­mez. Rehinin kabz-ı kabz-ı emanet olduğu için, kabz-ı emanet de kabz-ı demanın yerini -ariyet (ödünç) ve vedia (emanet) olduğu için- geçmez. Fakat mebinin yanında bulunması veya mebinin olduğu yere giderek te-halli yoluyla kabz etme imkanının verilmesi ile olabilir.[101]

 

Ayıplar / Kusurlar

 

Ayıplar iki kısımdır: Birinci kısım, satılan şeyin bir parçasının noksan olmasını veya içte olmazsa da yalnız dışta değişikliğe uğraması­dır, ikinci kısım ise şekilde değil de yalnız manevi bakımından bir nok­sanlığın olmasıdır.

Birinci kısım, pek çok çeşidi vardır. Körlük, yalnız bir gözün körlü­ğü. Şaşılık, çolaklık, kellik, müzmin hastalık, eksik parmak, kararmış diş, düşmüş diş, fazla diş, kararmış tırnak, sağırlık, dilsizlik, irinli yara­lar, kafanın yarık olması, yara izleri, hummalı hastalıklar ve bütün be­deni kapsıyan diğer hastalık çeşitleri.

ikinci kısım ise; hayvanın serkişlik olması, araba ve benzeri şeyler­de adet olamayacak şekilde ağır hareket vb.

 

Muhayyerliğin Şübut Şartlan:

 

Muhayyerliğin sabit olabilmesi için birtakım şartlar lazımdır:

a) Aybm satış zamanında veya satıştan sonra, lakin tezslimden ev­vel sabit olması, eğer kusurun bundan sonra meydana gelse muhayyer­lik hakkı kaybolur.

b) Kusurun alıcının yanında, fakat satılan şeyinin kabz edilmesin­den sonra sabit olması, bilgin adamlarına göre, tüm ayıblarda muhay­yerlik hakkının sabit olması için, kusurun bayiln yanında iken sabit ol­ması kaiî olarak kabul etmemişlerdir.

c) Satış akünde ayıbdan uzak olmasının şart koşulmamış olması, eğer şart koşulursa alıcının geri çevirme hakkı kaybolur.

d)  Kabz ve akit zamanında alıcının, aybın olmasını bilmemesi, şa­yet bu her iki zamanından birisi de ayıptan haberi olursa, o zaman alı­cının geriçevirme hakkı yoktur. Çünkü haberi olursa delalet olarak razı olmuş demektir.

e) Fesh etmeden evvel ayıbın yok olmaması lazımdır.

f) Ayblı satılan şeyin benzeri de kusurdan uzak olmak, çoğunlukla raslanılan bir durum olmalıdır.

g)  Ayıb zorluk çekmeksizin kaldırılması mümkün olacak kolay bir şey olmalıdır.

 

Ayıplar Dört Kısımdır:

 

1- Ya açık veya müşahede olunan bir ayıptır. Öreğin; düşmüş diş, körlük, fazladan olan parmak veya eksik parmak, bir gözün körlüğü ve bunlar gibi ayıplar.

2- Gizli ve görünmez bir kusurdur. Öyle ayıplar ancak uzmanlar tarafından bilinebilir.

3- Veya kadınlar tarafından bilinebilir bir kusurdur.

4- Yahut da müşahede ile bilinmeyen, ancak anlaşmazlık zama­nında tecrübe ve denemeyle çıkan kusur ve ayıplardır.

Şafiûere göre; mebiin kusurlu olduğunun bilinmesinin hemen ar­kasından geri verilmesi gerekir. Şayet kusuru bildikten sonra tehir ederse geri verme hakkı kaybolur. Örneğin, vakti girmiş bir namaz ile veya yemek ve onun gibi bir işle uğraşacak olursa. Zira öyle şeyler örf ve adete bir fasıla sayılmaz, bunun gibi hastalık, hırsız korkusu, saldırgan vahşi bir hayvan korkusu vb. bir özür nedeniyle fasıla verirse, geri ver­mek hakkı sabittir. Mebiyin aybını bildikten sonra razı olmak; örneğin bu mebiin aybını kabul ettim veya satış akdi geçerli yaptım, demek su­retiyle meydana açık olarak gelir. Mebide fazlalık: Bu fazlalık ya kabz-dan sonra veya kabzdan evvel meydana gelmektedir. Bu fazlalık ya biti­şik olacak vya ayrı olacaktır. Şayet bu fazlalık bitişik olursa; güzellik, büyüklük, iyilik, şişmanlık vb. bu gibi şeyler geri vermekte engel değil­dir. Zira bunlar ve bunlar gibi hakiki olarak asla aittir. Fakat kumaşın dikilmesi, boyanması, ağacı dikmesi, araziye bina yapması gibi, asıldan olmadığı için ve kendi zatiyle durduğu için, geri çevirmeye kesin olarak manidir. Onun için bu gibi şeyler satış akdine tabi olmadığı gibi fesihde de tabi olmazlar. Eğer fazlalık ayrı olurlarsa, bunlarda iki kısma ayrılır: Asıldan meydana gelmiştir, yavru, süt, meyve gibi bunlar ve bunlar gibi geri vermeye engel değildir. Alıcı isterse hepsini reddedebilir. İsterse de hapsi o para mukabelede de olabilir. İkincisi ise asıldan meydana gel­miş olan şeylerde değildir, örneğin; kazanç mahsul ve sadaka gibi bun­ları da geri çevirmeye engel değildir. Zira bunlar satılmış kısımlardan değildir. Bunlar asla malik olunduğu için mülk edinilen şeylerdir.

Mebi alıcının eline geçtikten sonra yani kabzdan sonra gelen fazla­lıklar; şayet bu fazlalık mebie bitişik olursa; Örneğin, hayvanın semiz-lenmesi gibi asıldan meydana gelmiş ise Hanefî, Şafii, Hanbeli ve Maliki-lere göre geri vermeye engel değildir. Zira alıcı asıl ile birlikte onu iade vermek isterse geri verebilir. Eğer geri vermek istemezse kusurun nok­sanlığını almak isteyebilir. Fakat satıcı ise ya satılan şeyi geri vermekte veya semenin hepsini vermekte istemekte olursa Ebu Hanife ile Ebu Yu­suf a göre satıcı kabul etmek zorundadır. Alıcıda ayıbın noksanlığı ka­darını ondan almak hakkı vardır. Eğer kabzden sonra fazlalık ayrı olur­sa, Örneğin; meyve süt ve yavru gibi asıldan meydana gelmiş ise Hanefî-lere göre geri vermeye engeldir. Zira yalnız aslı geri verecek olursa, o za­man fazlalık alıcının elinde semensiz olarak kalır. Bu karşılıksız ve be­delsiz olarak kalması İslâm ölçülere göre riba olur. Şafıilerle Hanbelilere göre "bu şekildeki olan fazlalık geri çevirmeye engel değildir. Zira bu kabzdan meydana gelmiştir. Örneğin, o mebide meydana gelmeyen faz­lalık gibi." Diğer taraftan şu rivayet de gelmiştir:[102]

Adamın birisi bir köle satın alır. Allah'ın dilediği kadar bir müd­det onun yanında kalır. Ondan sonra o kölede bir ayıp bulur. Peygam­ber (s.a.v.)'e davacı olarak durumu arzeder.

Hz. Peygamber köleyi ilk sahibine geri iade eder.

Adam şöyle der:

Ey Allah'ın Rasûlü! O benim kölemi kullandı ve ondan istifade et­ti."

Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: (el-Haracu bi'ddaman - mükafet tazminat mukabilidir.)"

Yani satılan şeyin alıcıya sağladığı faydalar, telef olacak olsaydı, tazminatının ona ait olması mukabilindedir. Burada semende satılan şeye kıyas edilmiştir. Eğer fazlalık kazanç ve sadaka gibi ondan meyda­na gelmeyen şeyler olursa, o zaman geri vermekte engel olmazdı. Zira böyle bir fazlalık, asıl itibariyle satılmış olmaz onun için fazlalık bile ol­mazsa yine aktin feshi mümkün olur.

Numune satışı; bazı evkata alıcı satılan şeyin bir kısmını görür. Öteki kısımlarını görmez. Eğer bu görmek görülmeyenlerine tam manasiyle delalet edebiliyorsa, fakihlerin cumhuruna göre bu satış akdi sa-hihdir. Hanbeli ve Zahirilere göre sahih değildir.

Şajtİlerle Hanbelûcrc göre; turp, havuç, soğan ve sarımsak gibi toprak altındaki şeylerin satışı sahih değildir. Zira bunlar ve bunlar gibi şeylerin satışında ğarar vardır.

Malikilere göre havuç, karnıbahar, şalgam, soğan mısır ve patates gibi kökü görünmeyen şeylerin bir kısmının görünmesiyle diğer kısımla­rını toptan tahmin edilmesi şartıyle satışı şahindir. Fakat Feddan, kırat veya kasba gibi ölçü birimleriyle miktan tahmin edilmedikçe bunların satış akdi sahih edğüdir.

Hanefilere göre, mekil ve mevzun şeyin bir kısmının görülmesiyle diğer kısmın satışı da şahindir. Zira günümüzde kumaşlar artık misli-yattan sayılmaya başlanmıştır.[103]

Hanefilerin cumhuruna göre mebi ile semen birbirlerinden farklı ve ayn manalar hakkında istimal olunan isimlerdir. Mebi ğalıp olarak belli olunan şeydir. Zira ticari malların belli etmesiyle meydana gelmek­tedir. Semende galip olarak tayin ile taayyün olmayan şeydir. Ğalıp ka­bul edilen bu ... olan usulünün her hangi bir anzi durum mukabilinde, her iki halde değişme ihtimali olabilir. Bu kaideye göre tayine ihtimali olmayan şey, mülemünfihi de olduğu gibi -mebi olur. Tayine ihtimali olan şeyde- selemin sermayesinde olduğu gibi, her hangi bir ayn olması halinde semen olur. Bu kıyasa göre semenin zimmetinde deyn, borç ola­rak kabul edilmesi galip olarak kabul edilen bir özelliktir. Bu da semin nakit yahut buğday, zeytinyağı ve buna benzer her çeşit mekil yani kile İle ölçülen, mevzun yani ağırlık ile tartılan. Zeri-i yani uzunluk ölçüsü ile ölçülen veyahut mutekarib adedi yani taneleri birbirine yakın sayılan olup bizzat tayin söz konusu olmaksızın iltizam edilen misli başka bir diğer mallar olmasıyle böyle olur. Semenin elbise, hayvan ve bunlar gibi kıyemi ayn olan mallarda da olabilir. Örneğin; bir miktar şekerin, belli bir müddete kadar kıyemi bazı şeyler karşılığında satılması gibi, bu mi­salde şeker mebi, kıyemi olan ayn da semen olup satış selem kısmında olur. Zira bu, vadeli bir şeyi peşin bir şey mukabilinde satmaktır.[104]

İbn'ul-Humam ve diğerleri şöyle söylemektedir: Kumaş, selem yoluyla zimmete mebi yani satılan şey olarak sabit ol­duğu gibi, aynı zamanda zimmette de semen olmak üzere vadeli bir deyn olarak da sabit olur. Buna göre vadenin varlığı şarttır. Semen olduğu için değil, belki aksine zimmette deyn olması itibariyle seleme dahil birdurum arz ettiğinden dolayı öyledir. Şu halde bir kitabı, belli bir müddete kadar zimmette vasıfları belli olan kumaş karşısında satacak olursa caizdir ve bu, kitab nisbetinden bir satış akdi olur. Fakat mecliste kabz etmek şart değildir. Elbise mukabilinde dirhemlerle selem yapmış olması halinin tam hilafınadır ve burada müslemün finin hükümleri elbisede ortaya çıkmak­tadır k, onun hakkında da vade şart koşulmuş ve müslemün fihe ilhak ol­masından dolayı kabz etmeden evvel de satış akdi yasak edilmiştir.

Şafii ve Züfer şöyle demektedir:

Satılan şey ve aynı şey hakkında isim olarak istimal olan mütera­dif yani eşanlamlı isimlerdendir. Bunlardan birisinin diğerinden hü­kümlerden ayrılması "be" harfiyle meydana gelir. Her bir taifenin kendi­ne delilleri vardır. Bu mesele yalnız bir terim meselesidir. Mebinin tayin edilmesi; tayin, bir şeyi hariçteki varlığında başka şeyden ayırd etmek­tir. Mebi akitte muayyen, belli ise o zaman belirlenmiş olur. İsterse satış meclisinde hazır olsun olmasında fark yoktur. Şayet mebi satışı vakitte belli olmazsa o zaman ancak teslim ile belirlenir.[105]

 

Semen, Kıymet ve Deyn Arasındaki Farklar.

 

Semen, ancak akitte tahakkuk eder. Bu satışı yapan her iki taraf­ın üzerinde karşılıklı olarak razı oldukları şeydir. Kıymetten daha fazla olması, daha az olması ile eşit olması arasında fark yoktur. Bir şeyin kıymeti, insanlar arasında o şeyin mukabili olarak kabul edilen değer­dir. Semen, satış akdi taraflarının satılan karşılığında karşılıklı olarak razı oldukları şeydir. Deyn ise lazım gelen nedenlerinden hangisiyle olursa olsun, sabit olması mümkün olan mallardan zimmette sabit olan bütün şeylerdir. Telef etmek, gasbetmek, kefalet, satış, karz ve bunlara benzer diğer nedenler de olduğu gibi.

 

Mebiin ve Semenin Birbirinden Ayırd Edilmesi:

 

Asıl itibariyle kabul edilen kaide. Mebi olması mümkün olan se­mende olabilir. Fakat bazen bir şey semen olur fakat mebi olmaz. Se­men bazen zimmet taalluk etmez. Örneğin, kumaş hayvan ve bunlar gi­bi, ki yemia ayn'lardan olması gibi, mebinin taayyünü olduğu gibi. İşte bunun içindir ki semen ile mebiyi birbirinden ayırt etmemiz icap eder. Bu ayırd etme karşılıklı ivazlaşma mallarında olabilir ki bununla da kı-yemi, ayn'lar, nakitler ve misliyattır.

A- Nakitler; genel olarak altın, gümüş ve mebide karşılık olmaları halinde rayiç olan fülustur. Fülus; değer üzerinde anlaşılan ve sikke ha­linde basılmış madeni parçalardır. Günümüzde kullanılan nakit kağıt paralarda onlar gibi kabul edilebilir. Bunların mukabilinde olan mal şartsız olarak mebidir. "Be" harfinin üzerine girmesi ile onu karşılığına girmesi arasında fark yoktur. Mesela: Bi'tüke haza, Bi-dinarin", "sana bunu bir dinar mukabilinde satı­yorum," demesi ile "Bi-tüke dinaren bi-haza" bunun mukabilinde sana bir dinar satıyorum" demesi arasında hiç bir fark yoktur.

Hanefilerin cumhuru şöyle demiştir. Altın, gümüş veya madeni pa­ralar gibi sikke olan nakitler, karşılıklı ivazlaşma akitlerinde istihkak edil­meleri bakımından, bizzat o nakit paranın tayini ile taayün etmezler. Ör­neği: "Sana bu kumaşı veya bu hayvanı bu dinarlar veya dirhemler muka­bilinde satıyorum" diyecek olsa, alıcı kendisine işaret ettiği paralan alı ko­yup onlann mislini değiştirmek hakkına sahiptir. Satıcıda bizzat kendisine işarete dilenlerini talep etmek hakkına sahip değildir. Zira semeni nakdi-yenin yeri zimmettir. Şu halde zimmete giren olan bir şey ise, harici bir ta­kım birimleri ile münhasır olmaz, dolayısıyle mukbil-i vazlı akitlerde mu­ayyen olarak onlann istihkak edilmelerinde bir manfaat yoktur. Zira tüm ivazlarda onlann misli yerlerini tutar. Ancak cisim, tür, nitelik ve miktann tazminatı karşısından muayyenlikleri icap eder, okadar ki alıcının sözü geçen niteliklerde kendisine işaret edilenin mislini geri vermesi söz konusudur. Savet onun üzerinde ödemesi lazım gelen kaliteli bir dirhem ise, tfene bu nitelikte bin dirhem ödemesi lazım gelir. Zira cins, miktar ve nite-Mi belli edilmesinin kesinlikle belli bir faydası vardır. Bunun için akit es­nasında işaret olunan bedeller telef olursa satış akdi batıl olmaz.

Şafii ve Zafere de şöyle demektedir:

"Nakiller tayin ile taayyün ederler ve bu da satıcı alıcıdan kendisine işaret edilen aynı dirhemleri isteme hakkına sahip olur. Örneğin, diğer aynlarda olduğu gibi. Zira kişinin onlan kabul etmekten belli bir maksadı bulunabilir. Tayin edilen bir semen ise hakkın ayna talluku hususunda mebi gibidir. Şayet kendisine işaret edilen para, kabzden evvel helak olur­sa onun misli diğer aynlann helakindeki gibi, akit, batıl olur. Eğer para sikkesiz olsa, diğer mallar gibi. Cumhura göre tayini mümkün olur.

B- Kıyyemi olan ayn'lar. Yani misli olmayanlar. Şayet muayyen misli-yat mukabilinde ortaya konulacak olurlarsa, mebi olarak kabul edilir. Misli olan şeyde şartsız olarak para ve semendir. Bunun için "be" harfinin istimal olmasına itibar edilmez. Zira misli olan bir şeyin nakitler gibi zimmetlerde kabiliyet bakımından, semen olarak kabul etmesi daha uygun olur. Kıymetli mallar, ev, farklı adediyyat yani birimler arasına, farklılık olan koyun ve di­ğer binek hayvanlar, akar, kumaş,tartı ile olmaz da, sayı ile satılması halin­de kavun-karpuz gibi şeylerdir. Şayet kıyemi 'ayn'lar, muayyen olmayan mallar, yani zimetlerde lazım olan şeyler mukabilinde verilecek olursa bu durumda semenin belli olması için "be" harfinin meydana gelmesidir. Keli­menin başına "be" harfi gelirse semen olur. Diğeri ise mebi olur. Örneğin;

Ben sana bu malı bir kantar şekere satıyorum" diyecek olursa şe­ker semen olur. Eğer "ben sana bir kantar şekeri bu mala satıyorum" diyecek olursa, o zaman şeker mebi yani satılmış şey, malda semen olur. Fakat bu misalde akit selem akdi olur.

C- Misliyat karşılığında nakit bulunacak olursa o zaman misliyat mebi olur. Eğer onların karşılığında misilleri bulunursa, örneğin; zeytin yağı mukabilinde buğday satmak gibi. Bunlardan muayyen olmuş şey me­bi olur. Zimmet ve vasfîyetiyle ne gibi bir şey tayin olursa o şey semen olur. Şayet bunların her birinin zimmette vasfîyetleri tesbit olursa, o za­man "be" harfi ile gelen semen olur. Ötekide mebi olur. Misliyat olanlar ya mekilat kısmından olurlar. Bunlarda arpa, buğday gibi ölçü ile satılan şeylerle bu zamana göre petrol, benzin gibi litre ile satılan bazı sıvı madde­ler mevzundurlar. Bunlarda yağ, zeytinyağı, şeker gibi tartılarak satılan şeylerdir. Veyahut misliyat zer'iyattır. Bunlarda zira ile yani uzunluk ölçü­sü ile satılan yün, pamuk, ipek gibi dokuma parçaları ve araziye benzer şeylerdir. Veyahut birbirine yakın adediyat yani sayılarak satılan ve birbi­rine yakın olan yani birimleri arasında çok az farklılıklar bulunan şeyler­dir. Bunlarda yumurta, ceviz, bardak, porselen, cam tabak vb. şeylerdir.

D- Kıyemiyat birbirlerinin mukabilinden semen kabul edilir. Mebi ve semen'i birbirinden ayırt etmenin şekli gelecek sayıdan belli olacaktır:

1- Bey akdinin sahih olması için mebinin değerli ve kıymetli olma­sı şarttır. Bu şart semende yoktur.

2- Bey'in gerçekleşmesi için mebinin satanın mülkiyetinde var ol­ması gerekir, semende bu şart değildir.

3- Selem akdinde semenin te'cil caiz değildir. Fakat mebi de te'cil vacibdir.

4-  Semenin teslim edilme masrafları müşteriye, satılanın teslim edilme masrafları ise satana ait olur.

5- Satışta semenin tesbiti olmazsa satış fasiddir. Satılan şeyin adının tesmiyesi olmazsa yani belirtilmemesi halinde satış batıldır. Ör­neğin; bir milyon mukabilinde sana satıyorum, demesi gibi. Bu misalde neyin satıldığı belli değildir.

6- Mebinin yani satılanın kabzden sonra telef olması satılmış olan malın geri çevrilmesine yani ikaleye engel olur. Fakat semenin telef ol­ması, mebinin geri çevrilmesine engel değildir.

7- Alıcının nakledebilir mebide kabzden evvel tasarrufu caiz değil­dir. Fakat satıcının semeni kabz etmeden önce, tasarrufu caizdir.

8- Alıcının-satıcının nzası olmazsa mebiyi teslim alabilme hakkına sahip olabilmesi için evvela semeni teslim etmesi gerekir. Mebinin veya semenin helak olmasının ve piyasadan kalkmasının hükümleri: Mebinin telef olması, mebi ya hepsi telef olur veya bir kısmı telef olur. Bu telefde ya kabzdan evvel veya kabzdan sonra olur.[106]

 

Mebinin Hepsini Kabzdan Evvel Telef Olursa:

 

1)  Şayet satılan şey semavi bir bela veya mebinin kendisinin fiili ile veyahut satıcının fiili ile telef olursa, satış akdi fesh olur.

2)  Şayet alıcının fiili ile helak olursa, satış akdi fesh olmaz ve se­menin verilmesi lazım gelir.

3) Eğer yabancı birisinin fiili ile telef olursa, satış akdi fesh olmaz. İsterse satış akdini fesheder. İsterse sahih olarak kabul eder ve semeni de verilir ve bu işi yapan şahıstan tazminat ister.

 

Kabzdan Sona Mebinin Hepsi Telef Olursa:

 

1- Eğer Semavi bir bela veya alıcının fiili ile yaput mebinin kendisi­nin fiili ile veya bir yabancının fiili ile olursa satış fesh olmaz. Ve aynı za­manda telef olmasının tazminatı alıcıya aittir. Zira mebi alıcı tarafından kabz edilmek suretiyle bayiin tazminatı alündan çıkmıştır. Onun için alıcinin semeni verilmesi gerekir. Bunun için alıcıda şayet yabancının fiili ile telef olmuş ise o zaman yabancıya dönüp tazminatını alabilir. Eğer satıcı­nın fiili ile helak olmuş ise, bakılır: Eğer alıcı, bunu satanın izni ile veya onu izni olmadan kabzetmiş fakat semeninini hazır olarak vermiş veya semeni vadeli ise, o zaman satıcı tarafından telef edilmesi yabancı birisi tarafından telef edilmesi gibi olur. Onun tazminatını vermek mecburiye­tindedir. Şayet alıcı satanın izni olmadan satılan şeyi kabzetmiş ise ve semenide peşin olmakla beraber daha ödenmemiş ise, satışın fesh edilmesi lazımdır ve bunun için satıcı tecavüzü nedeniyle satılan şeyi geri almış demektir. Zararın tazminatını vermek mecburiyetindedir.

Safîlere göre satılan şey alıcı tarafında kabzı olmazsa o şeyin taz­minatı satana ait olur.

Hanbelilere göre ise mebi tartılan, sayılan veya ölçülen şeylerden ise ve aynı zamanda kabzden evvel helake gitse, bu mebinin helaki sata­na ait olur. Bunlardan başka ise müşterinin kabzına ihtiyaç yoktur. Eğer telef olursa alıcının kasasında gider. Kabz etmeden evvel mebiyin bir kısmı helak olursa, Hanefılere göre mebi tartılan, eksiklik ölçülen ve­ya sayılan bir şey olursa fakat miktarda bir noksanlık ise aynı zamanda bunun bir kısmı helaka gitse, o zaman helaka giden miktarınca satış fesh olur. Ona göre de paradan düşen pay ona da düşer. Sonra alıcı di­lerse geri kalan payı karşılığında satın alır. İsterse satışı fesh edebilir.

Eğer noksanlık, bir vasfın noksanlığı ise ki bu da ağaç, arazideki bina, ölçülen ve tartılan şeylerde kalite gibi. İsmi bile zikir olmazsa satı­şın kapsamında dahil olan her şeydir. Satış akdi hiç bir şekilde fesh ol­maz ve alıcı tarafından ödenecek olan paradan hiç bir şey sakıt olmaz. Zira vasıflarının parada her hangi bir payları yoktur ve buna da alıcı Kendi isteğine göre hareket edebilir. İsterse bütün para mukabilinde sa-in alır. İsterse mebide aybının ortaya çıkması nedeniyle o mebiyi satıcı­ya reddedebilir.

Hanefilere göre semenin piyasadan kalkması yani kesadı; bir kişi avulde bulunan paralarla satın alacak olsa, sonra da yeni bir takım paralar basılarak kabzden önce bunlar tedavülden kalksa, Ebu Hani-fe'ye göre akit fesh olur ve alıcının mebiyi reddetmesi gerekir. Eğer mebi alıcının yanında ise. Eğer yanında değilse o zaman alıcı mebinin kıymeti veya onun gibi misli olursa vermek zorundadır. Zira para tedavülden kalksa o zaman para olmaktan çıkmış olur. Semen olmadan satış akdi olmaz. Zorunlu olarak da satış akdi fesh olur. Bu kıyasa göre Ebu Hani-fe tedavülden kalkmayı helak, telef olmak gibi kabul etmiştir. Her iki imameyn ise şu şeklide açıklamışlardır. Akit fesh olmaz fakat satıcı ser­besttir. İsterse akdi fes eder. İsterse, paranın kıymetini alır. Zira semen zimmete sabit olmuştur. Zimmette sabit olduktan sonra ise telef olma ihtimali yoktur. Bu kıyasen piyasadan helak, kalkmak olmak değildir. Yalnız bu paranın kusuru olur. Onun için satanın lehine muhayyerlik meydana gelir. Örneğin; semenin taze hurma olup kabzden önce orta­dan kalkması gibidir. Her iki imameyn buna göre piyasadan semenin kalkmasını ayb olarak kabul etmişlerdir. Eğer tedavülden kalkmıyarak yalnız kıymetleri az olursa veya artacak olurlarsa, ittifakla satış akdi ba­tıl olmaz. Zira ucuzluk veya pahalılık semeniyetin batıl olmasını meyda­na getirmez. Başka bir taraftan Ebu Yusuf ile Muhamed paranın kıyme­tinin ne zaman muteber olacağı bakımında ihtilaf etmişlerdir. Ebu Yusufa göre semenin akit zamanındaki kıymetleri kabul etmiştir. Zira se­men akit zamanında lazımdır. Aynı zamanda o vakit ki kıymetin tazmi­natı ödenir.

Muhammed'e göre; tedavülden kalkmaları vaktindeki kıymetleri peçelidir. Bu da insanların onlarla muameleyi terkettikleri en son vakit­tir. Zira teslimden aciz kılman zaman odur.

 

Hava Parası Caiz Midir?

 

Cevap: Bu meseleyi mülk sahibi ve kiracı açısından ayrı ayrı de­ğerlendirmek lazım gelir. Bir işyeri veya dükkanın kira ile tutacak kişi­den, kiradan başka karşılıksız olarak alman semene "hava parası" de­nir. Örneğin; mal sahibi kendi malını peşin kira ile veya bir sene peşin, veyahut bir miktar toplu para, tüm ayda aylık kira yoluyla verebilir. Ye­di seneye kadar kira pazarlamasında, peşin kırk milyar, her ayda da iki­şer milyar kira ile sözleşme yapılırsa, peşin 40 milyar yedi yıllık kiranın bir kısmını oluşturur. Hava parası ile ilgisi bulunmaz. Kiracının çıkması mukabilinde hava parası ise, eğer kira müddeti bitmeden kiracı çıkmış ise, müddet bitinceye kadar bu yerde kendisi durma veya başkasını durdurma hakkı olduğu için ve aynı zamanda erken çıkmaktan dolayı mukabilinde bir pay hakkını alabilir. Kira müddeti sona erince, kiracı­nın, yalnız dükkanda kalan demirbaş eşyaya yahut devren verme halin­de içindeki malın kıymetini hesab ederek onu alma hakkı vardır.

İslâmi ölçülere göre alış-veriş, kazancı ve değeri olan şeylerin çe­şitleri dörde ayrılır:

1- Altın ve gümüşten basılan paralar. Bunlar yalnız satış bedeli olur.

2- Hem semen hem de mebi yani satılan mal olabilenler, bunlar misli mallardır. Buğday, arpa gibi.

3- Hayvan ve elbise gibi kıymetli olan şeyler. Bunlar yalnız satılan mal kısmmdadır.

4- Aslında semen olmadığı halde halk yahut devlet tarafından bunlara verilen kıymet nedeniyle semen olarak kabul edilen şeyler. Ma­deni ve kağıt para gibi. Altın ve gümüş para hakiki cevheri ve maden iti­bariyle değeri olduğu için tedavülde sarfiyatı dolaşırken, madeni paralar kendisine verilen değer sebebiyle işlem ve sarfiyatı olur. Yani madeni paralar kendi zatında kıymeti ve değeri yoktur ve aynı zamanda para ye­rine geçmez. Fakat onlara devlet veya halk tarafından kendisine verilen kıymet ve değer sebebiyle semen olarak kabul edilen şeylerdir. Bunun için yalnız Ebu Yusuf bu paraları o bölgedeki altın veya gümüş paraya mukabil olarak hesap etmiştir. Örneğin, borç zamanı iki bin fels iki yüz altın eşitse, bir sene sonra borcu ödeneceği zaman iki yüz altın 1600 felse eşit hale gelse borç 1600 fels olarak ödenir ve 600 fels faiz olmaz. Kağıt paranın tarihi çok eski zamana dayanır. Avusturyalı olan uzman Dobrets Berger, Mısır'da Milattan önce 1600 tarihinde banknot tedavül edildiğini söyler. O zaman Mısır'da halk elindeki altın ve kıymetli şeyleri saklanmak üzere devlet hazine ve depolarına teslim eder. Bunlara karşı bir makbuz verilirdi. Alış-veriş yapanlar bu makbuzları mal ve para ye­rine kabul ediliyordu. Bu uygulama Kur'an-ı Kerim'de Yusuf sûresinde açıklanan Yusuf Peygamber (a.s.) yedi bolluk yıllarında halkın elindeki fazla ürünleri depolamış, kıtlık yıllarının sıkıntısı böyle atlatılmıştır.

Yusuf dedi ki: Yedi yıl -her zamanki gibi ekeceksiniz. Bu ekinleri biçtiğiniz zaman, yiyeceksiniz az bir kısımdan başaklan içinde saklaym. [107]

Kağıt paranın yaygınlaşması 17.ci yüzyılında İsveç, ve İngiltere'de­ki uygulamalarla ortaya çıkmıştır. Halk elindeki altın ve değerli eşyayı svlet depolarına sonra da sarrafa vermeye başlamış, sarrafların ema­net veren eşyaların bedelinde yani yerinde (Gold-müth's notes) denilen makbuzlar para bedelinde kullanılmıştır. Osmanlı İmparatorluğunda 19.'cu yılın ikinci arasında bir altın lira takriben 7.2 gr. kuruşadenk sa­yılarak kağıt para "kaime" basıldı. Ancak kısa müddete kaime altın mu-kabelinde değer kaybetmeye başladığı zaman borçlular ister devlete is­ter şahıslara olan borçlarını altın yerine bu kaime ile ödmeyi tercih eti­ler. Bunun için kararname ve fetva, borç altınla ödenecekse tam onun miktarına kadar, kaime ile ödenirse, ödeme gününde bir altın kaç kai­meye eşit ise ona göre kaime hesabiyle ödenmesi lazım gelirdi. 20. yüz­yılın ikinci yarısından kabul edilmiş kağıt paranın altından bağı kal­kınca ve aynı zamanda merkez bankalarında tonlarca altının bloke edil­mesine lazım gelmediği. Kağıt paranın kıymetini devletin gücünden aldı­ğı esası kabul olunca, o zaman kağıt para için, belli mukabele söz konu­sunda kalktı. Enflasyon endekslerinin de sağlam olmadığı için, şehirden şehire değişiklik göstermesi nedeniyle kağıt parada belirsizlik dönemi meydana geldi.

İmam Ebu Yusuf a göre itibari para sayılabilen kağıt para belli bir değere endekslendiği zamanda borçların ödenmesinde bu karşılıkla ka­ğıt para arasında meydana gelen değer farkı faiz olmaktan çıkar. Bu karşılık temeldeki gibi yalnız altın olabileceği gibi altınla birlikte toplum için zaruri olan bazı standart eşyanın ortalamasına endekslenme tarzın­da da olabilir. Bu meseleyi iyi bir tarife göre ekonomik alış-veriş uzmanı 1 ortak olarak bir iyi fikre ulaştırmasını Cenab-ı erhemur rahiminden is­teriz. Altın, gümüş, yerli veya yerli olmayan maden veya kağıt paraların birbiriyle tebdil ve mübadelesi kesinlikle caizdir. Fakat bu mübadelenin peşin yapılması şarttır. Zira peşin olmadığı takdirde, nesie faizi meyda­na gelmektedir.

Malik b. Evs (r.a.)'dan yüz dirhem altın parayı, gümüş para olan dirhemle mübadele etmek istedim. Talha b. Ubeydullah beni çağırdı. Pa­zarlık edip anlaştık. Benden dinarları aldı ve elinde çevirmeye başladı. Sonra hazinedarım Gaabe'den (Gaabe, Medine etrafında bir ormandır) gelince gümüş paralan veririm" dedi. Hz. Ömer de yaptığımız muameleyi dinliyordu. Bana hitaben: "Vallahi dirhemleri alıncaya kadar Talha'mn yanından ayrılma. Zira Rasulullah (s.a.v.); "Altını altınla, gümüşü gü­müşle. .. Peşin misli misline mübadele edin. Cinsler farklı olursa peşin ol­mak şartiyle istediğiniz gibi satınız." buyurdu, dedi.[108]

Ubade b. Samit (r.a.)'dan: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Altının altınla, gümüşün gümüşle, buğdayın buğdayla, arpanın arpa ile, kuru hurmanın kuru hurmayla, tuzun tuzla satışı, miktar faz­lalığı olmadan, misli misline ve elden ele derhal teslim ve tesellümü ile yani, peşin olara yapılır. Cinsler ihtilaf edip, elden ele derhal teslim olursa istediğiniz gibi satınız. Bir rivayette şu ziyade vardır. Kim fazla alır veya fazla verirse, elbette faiz yapmış olur. Faizi alan da veren de günahları eşittir. [109]

Ebu Davud'da hadisin lafzı şöyledir: "Altun mukabelinde altun külçesi ve medrubu; Gümüş mukabilinde gümüş de külçesi ve medru-bu müsavidir. Türk parası ile mark, dolar ve diğer yabancı paralar peşin mübadele edilir. Bir borç hangi cins paradan meydana gelmiş ise, borçlu vade tarihinde o cins para ile ödeme hakkı vardır. Fakat karşılıklı rı­za olmak şartıyla ödeme tarihindeki kur ve geçmiş fiyat üzerinden baş­ka çeşit para ile ödemesi de caizdir. Sarraf, eski ve yeni altın mübadele etmek isteyenden evvel eski altını para mukabilinde hesap ederek satın alır. Ondan sonra bu para ile yeni altından tutan kadar verir. Aksi hal­de aynı cins altını fazlalıklı mübadele faiz kısmına girer.

 

İslâm Dini Kâr İçin Bir Sınır Belli Etmiş İnidir?

 

Cevap: İslâm ölçülere göre alış-verişlerde kâr için kesinlikle yüzde şu veya bu kadar kâr edilecek diye bir sınır ve hudud getirilmemiştir. Bu işi umumi olarak arz ve talep bırakmıştır. Fakat İslâm dini takva ve güzel ahlakı emretmekle insanların temel ihtiyaçlarının istismarını önle­mek için gerekli tedbirler almıştır. Zira faizin, karaborsacılığın, yalan ve hilenin yasaklanması, mukabelesiz kazanç yollarının kapatılması, fahiş fiyatın ve hilenin önüne narh'a set çekemesi gibi. Bu tedbirlerle kârın hududunu göstermiş oluyor. Bir de Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

"Bizi aldatan eden bizden değildir. Fiile ve hilafı şeriat yapanlar ce­hennemdedirler. "

Şu halde, insanın sözü de, özü doğru olmalıdır. Doğru olmayanlar için mutluluk kapıları kapalıdır. İslâmiyet gibi, hikmet ve gerçek esasları üzerinde kurulmuş bir dinde doğruluğa aykırı bir şey asla yer bulamaz. İslâm'da aldatma "ğabn" terim olarak ikiye ayrılır. Çok aldatma ve az al­datmaya gelince, az aldatma satınm akdine zarar vermez. Zira bundan kaçınmak çok zor olduğu gibi, insanlar az fiyat farklarına rızaları da var­dır. "Ğabn-ı fahiş" yani piyasa fiyatının üstüne çok çıkılırsa alıcı aldatıl­dığını düşünür. Fazlalığı satıcıya helal etmez. Bunun için fahiş fiyatın anlamı meydana çıkar. Bu fahiş fiyatla malı satıp müslümanları kandır­mak lanetin inmesine neden olduğu gibi, halkın muhtaç olduğu şeyleri piyasaya getirip normal bir fiatla satmak rahmetin inmesine vesile olur. Devletin satılık eşyanın fiyatına narh koyması İslâm ölçülere göre kesin­likle caiz değildir. Zira Peygamber (s.a.v.)'den eşyaları satıştan narh koy­masını istediler. Peygamber (s.a.v.)'in bunlara cevabı şöyle oldu: "Fiyatı tesbit eden, rızkı dar edip ve geniş yapan, rızkı veren Allah'tır. Sizden hiç biriniz ne kan ne de mal haksızlığı bakımında benden bir şey istemeden Allah'a kavuşmayı arzu ediyorum." Fakat piyasa bozulup ticaret usulünü kaldırıp haksızlığı meydana çıksa o zaman devlet müdahale ederek eşyaların fiyatını tesbit eder ve kar için bir sınır ve narh koyar.

Belh fakihlerinden Nusayr b. Yahya (ö. 268/881) göre fahiş fiyat miktarları: Gayrimenkullerde % 20, hayvanlarda % 10 ve diğer menkul eşyalarda ise % 5 olarak hudud ve sınırı belli etmişlerdir. Piyasa fiyatı­nın üstünde veya altında bu miktar aşılarak satış akdi olursa, o zaman fahiş ğabn derecesine ulaşacağını belirtmiştir. [110]

Hanefılere göre bilirkişilerin değerlendirme alanının dışında kalan çok yüksek veya çok düşük fiyatlarda "Ğabn" söz konusu olur. tslâmi-yette ticaretin temeli doğruluk ve hile yapmamaktır. Alıcı ve satıcının gönül rızaları fiyat hususunda insaf ve itidalden ayrılmamaları, kara­borsacılık yapılmaması, haram ve helal hudutlarına riayet olunması; fa­izcilikten, ölçü ve tartıda hile yapmaktan, aldatmaktan, yalan söylemek­ten, yemin etmekten, haddinden fazla pahalıya satmaktan kaçınılması... gibi kaideler, ticaret hayatının mühim şartlarmdandır. Alış-verişte ye­min etmekde haramdır. Bir zaruret olmadığı halde Allah'ın ismini alet ederek mal satıp menfaat teminine çalışmak kesinlikle İslâm dinine uy­gun değildir.

Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz tüccarı yemin etmekten menetmiştir:

"Sizler alışverişte çok yemin etmekten sakının. Zira yemin etmek mala revaç sağlarsa da sonra onu mahveder.[111]

Binaenaleyh muamelatında doğruluğu olmayan kimse, hiç bir za­man işini ileriye götüremez.

Malikilere göre, malın kıymetinin üçte birinden daha fazlasıyle pi­yasa fiyatının üstüne çıkması veya aşağı düşmesi fahiş fiyattır. Zira Hz. Ebubekir'in uygulaması da bu usule göre olmuştur. Paranın çok veya sık sık kıymet kaybettiği ve aynı zaman eşya fiyatlarının sürekli yüksel­diği bir ekonomide Hanefilere göre fahiş ğabn oranlar çok düşük olarak meydana gelir. Örneğin; metresi 100 ile 110 bin lira arasında satılan bir kumaşı, öyle olmadığı halde, saf ipek olduğunu söyleyerek 116 bin lira­ya satmak fahiş fiyat olacaktır. Tüccarın eskiden kalmış mallarını en son piyasa fiyatı üzerinden satması caizdir. Zira sattığı malı yeniden alıp yerine bırakırken yeni fiyatla satın alacak, ancak bu şekilde serma­ye eşitliği muhafaza aile bilecektir. Örneği, enflasyon, yüksek olursa ve sermayeyi korumak zor olur. Örneği; beş yıl evvel alış fiyatı 100 milyon lira olan bir malın şimdi ki alış fiyatı 800 milyon, satışı bir milyar lira olsa, eskiden kalan bu malı bir milyara satan kimsenin 900 milyon lira kâr ettiğini demek zordur. Zira bu paranın 800 milyon lirası ile yine ay­nı cins malı yerine koyabilir.

Hz, Ali (r.a.)'dan: Gezici, ısırıcı ve pek kötü bir zaman gelecektir ki, bolluk olan kimse, elinde olana sımsıkı sarılacaktır. Halbuki böyle emr edilmemiştir. Allah Teala: "Aranızdaki üstünlüğü unutmayınız [112]buyuruyor ve zorda olanlardan malını ucuza satın alacaklardır. Halbuki, Peygamber (s.a.v.) zorda bulan kimsenin (fiyat kırarak) malım satın almayı yasaklamıştır.[113]

Ebu Umame (r.a.)'dan: peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu: Şarkı söyleyen kadınları ne satın, ne de satın alın, nede onların talimiyle uğraşın, onlarla yapılan ticarette hayır yoktur. Onlardan kazanılan parada haramdır. "İnsanlardan bazısı da vardır ki, Allah yolundan bilmiyerek ve o yolu eğlence yerine tutmak için batıl ve boş lafa müşteri çıkar.[114] mealindeki ayet bu hususlardan nazil olmuştur.[115]

Ebu Davud, Tirmizi ve Nesei'den: Ödünç ile satışın birleştirilmesi, bir satışta iki şartın öne sürülmesi, karşılığı ödenmemiş olan malın (sa­tılıp) kârı ve sende (mülkiyet veya zilliyetli (suretiyle) mevcut olmayan malın satışı helal değildir. Bu suretle hem ödünç vermek hem de o aynı şeyi para ile almak caiz değildir. Zira Menfaat karşılığı olan her ödünçte faiz vardır." manadaki hadîse girer. Alış-verişe va'de farkını eklemek tüm fakihlere göre caizdir. Zira Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:

Allah alış-verişi helal kılmış. Faizi de haram kılmıştır. [116]

Alış-veriş peşin olursa normal olarak kâr eklemek caiz olduğu gibi vadeli satışta da normal olarak kâr eklemek caizdir. Hatta vadeli satışta para bir müdde ticaret işinde kullanılmayacağı ve eşyanın alış-fiyatlarının yükseleceği dikkate alınarak daha fazla kâr miktarı hesab edilebilir. Şu halde bir kimse peşin olarak malını satarsa % 15 uygularken 9 ay vadeli olmak isteyene % 45 kâr miktadı uygulasa bu caizdir.

Zira bu hadis vade farkından kesinlikle konuşmuyor. Aynı zaman­da tüm Fakihler vade farkı üzerine hamletmemiştir. Şu halde hadis, akid esnasında semeni belli olmazsa caiz olmadığını açıklıyor. Örneğin;[117]

Bu elbisemi hazır para ile ona, vadeli ise yirmi ile sana satıyo­rum" demesi gibi. Aynı zamanda her iki bey'in üzerine devam etmektir. Bu şekilde akdin caiz olmadığını ifade ediyor. Şayet semen belli olursa, kesin bir fiyat üzerinde anlaşılırsa, örneğin; peşin olarak fiyatı 7 milyar lira olan bir daire için "bir seneye kadar vade ile 12 milyar liraya sattım" denirse vade farkı eklediği halde gene bu satış akdi sahihdir. Veya bu hadis akid esnasında bir şart koşmanın caiz olmadığını belirtiyor. Örne­ğin, Veli'nin Ali'ye şöyle şart koşması: "Evini bana 10 milyar liraya satarsan ben de şu iş yerimi 5 milyar liraya sana satarım" demesi gibi. Bu da sahih değildir. Hatta bir kişi satılık bir eşya için "peşin fiyatı şu ka­dardır vadeli ise fiyatı bu kadar" dese bundan sonra bir fiyat üzerine an­laşma olursa yine satış akdi sahih olur. Velhasıl va'de farkı haram de­ğildir. Aynı zamanda fazla alakası kesinlikle yoktur. Fakat alış-veriş is­terse peşin, isterse vadeli olsun insafa göre meydana gelmezse haram ve bereketsiz olur. Bunun için satıcı, kendi nefsini düşünmesi lazımdır.

 

Teslim Ne Demektir? Satılan Eşyalar İkiye Ayrılır:

 

a) Para, hayvan ve elbise gibi taşınabilen şeyler.

b) Arsa, tarla ve ev gibi taşınamayan şeyler.

Menkulün teslim alınması ise şu şekilde olur: Silah, elbise ve ki­tap gibi eşyanın teslimi, alıcının eline verilmesi ile meydana geldiği gibi korunaklı bir yerde alıcıya gösterilip o eşyayı almak için izin verilmesiyle de yine teslim meydana gelir. Dükkan ve depo gibi kilitli bir yerin dahi­linde bulunan bir şey satılırsa o depo ve dükkanın anahtarını alıcıya ve­rip o eşyayı alması için izin vermesiyle teslim meydana gelmiş olur. Anahtar alıcıya verip o eşyayı almak için izin verdikten sonra çalmırsa veya telef olursa alıcının kesesinden gider. Şaflilere göre dükkan ve depo gibi bir yerde bulunan bir şeyin teslimi ancak ve ancak o yerden başka bir yere nakletmekle meydana gelir. Yalnız anahtar vermekle teslim meydana gelmez. Arazi ve arsa gibi gayrimenkulun teslimi ise yalnız gösterilip alıcıya izin vermesiyle teslim olur. Ev ise evin içindeki eşyanın çıkarılması ve anahtarın alıcıya verilmesiyle teslim meydana gelir.[118]

 

Mali Zimmet Ve Hususiyetleri

 

1- Zimmetin Özellikleri:

 

a) Zimmet, gerçek kişiliğin (insan) veya tüzel kişiliğin yani müesse­selerin, şirketler, mescidler ve vakıflar vb. niteliklerindendir. Şu halde meydana gelmeden evvel ceninin zimmeti olmaz, Bunun niçin cenine bağış, hibe sahih değildir. Ancak ve ancak cenin sağ olarak doğarsa o zaman kendisine vasiyet sahih olur.

b) Her insanın doğumdan sonra bir zimmeti şartsız olarak meyda­na gelir. Zimmeti ne kadar boş da olsa yine zimmet ondan ayrılmaz. Zi­ra zimmet insana tabi olur ve vücup ehliyetinin ikinci elementidir.

c) Zimmet birdir. Bütün insanlar bir zimmete sahiptir. Zimmete kesinlikle ortaklık yoktur.

d) Zimmetin ihatası kapsamı çok geniştir ve sınırı da yoktur. Bu­nun için ne kadar borçlar çokda olursa yine bütün borçları içine alabi­lir.

e) Zimmet kişiye şahsa taalluku vardır. Malına ve servetine taallu­ku yoktur. Bunun için malından bile borcu fazla olursa yine ticaret yap­mak hakkı vardır. Zimmet sahibi isterse eski borcunu isterse yeni bor­cunu ödeyebilir, alacaklılar buna itiraz edemez.

f) Zimmet tüm borçlar için genel bir eman ve garantidir. Kesinlikle bir borcunu diğer borcuna tercih hakkı yoktur. Ancak ve ancak sahibi­nin rehin gibi aynı bir hakkı bulunursa vaya hanımının, küçük çocuklanafaka borcu, devlete olan vergi borçları ve cenazenin teçhiz ve tekfin masrafları gibi olan borçlar olursa o zaman bunlar diğer borçlan tercih olunur.[119]

 

2- Zimmetin Sona Ermesi:

 

Zimmet doğumla başlar ve ölümle biter. Zimmetin sona ermesi için alimlerin görüşleri üçe ayrılmıştır.

Hanbelilerin mezheplerindeki bir görüşe göre zimmetin sona erme­si yalnız ve yalnız ölüm ile olur. Zira zimmet şahsi hususiliklerdendir. Olum ise şahsı ve zimmetini yok eder, borçlar Hanbelilerin çoğunluğuna göre terekeye ait olur. Bunun için kimin terekesi meydana gelmeden ön­ce olurse borçları sakıt olur.

Maliki, Şafii ve Hanbelüerden bir kısmına göre ölümden sonra borçlar ödenip tereke tasfiye edilinceye kadar zimmetin devamlılığı tere­keye müteallik haklar tasfiye devam edinceye kadar zimmetin devamı olur. Bunlara göre ölen kimse ölümünden sonra da Önceden neden ol­duğu yeni haklar kendisine aid olur. Örneğin; bir kişi av için bir tuzak kursa bu tuzağa bir av düşse, ölen kimse ona sahip olur. Ölen kimsenin zimmeti ölümünden sonra borçları ödeninceye kadar devam eder. Zira Rasûlü Zişan (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Mü'minin ruhu borcu sebebiyle hapsedilir. Hattaki ölünün namına borçları ödenirse o zaman serbest olur."

Ölünün zimmetinin ölümünden sonra da yeni borçlarla meşguliyeti olur. Ortaya çıkan bir kusurdan dolayı ölümünden sonra alıcının satıcıya geri çevirdiği malın parasıyle zimmetinin meşgul olması, kişinin Ölümün­den evvel ana yol üzerine açtığı çukura ölümünden sonra düşen o çukura insan olsun veya hayvan olsun kıymetini tazmin etmekle mükellef olması gibi. Müflis olarak ölen kişinin ölümünden sonra borçlarına kefil sahih olur. Zira Rasûlüllah (s.a.v.) öyle kefaleti sahih olarak kabul etmiştir.

Hanefilere göre; ölüm zimmete son vermez. Fakat zimeti zayıflata­bilir. Bunun için, -av için tuzak kurmak örneğinde olduğu gibi, ölen kişi Ölümünden sonra yeni bir mülkiyet elde edebilir. Şahsın ölümünden ev­vel ana yola açtığı çukura düşeni tazmin etme, ortaya çıkan bir kusur­dan dolayı malın geri verilmesi ve parayı vermeye zimmetin meşgul ol­ması gibi kişi ölümünden evvel neden olduğu borçları verilmesi gerekir. Fakat müflis olarak Ölen kişinin borçlarına kefil olmak Hanefiye göre sa­hih olmaz: Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre sahih olur. Ölüye vasiyet veya hibe sahih değildir. Bu her iki hükümle üçüncü görüş ikinci görüş­ten ayrılmaktadır.[120]

 

3- İstihlaki Ve İstimali Mal Yani Tüketim Kullanmamalı:

 

İstihlak mal: Kendisi tüketilip yok olmadan intifai mümkün ol­mayan maldır. Yenilen-içilen şeyler, odun, petrol, kağıd ve paralar bu nevidendir. Paralardan başka bu mallardan ancak ve ancak bizzat asıl­larını istihlak etmek yani tüketmek suretiyle faydalanma mümkün olur. Paraların istihlaki ise, bilfiil kendileri ne kadar baki kalsada, sahibinin elinden çıkmasıyle olur.

İstimali mal: Gayri menkuller, ev eşyaları, elbise, kitab vb. gibi aslı baki kalmak suretiyle faydalanılması mümkün olan maldır. Bu iki çeşidi birbirinden tefrik etmek için ilk faydalanmaya tecrübeye bakılır. Şayet ilk faydalanmada eşyanın bizzat kendisi ortada kaybolursa o za­man istihlaki mal olur. Onun aksi ise aksi olarak istimali maldır. Bu iki maldan her bir çeşidi akitlerden belli olunan bir türünü kabul eder. Ör­neğin; istihlaki mal borç para, ödünç buğday vermek gibi istikameti isti­mal mal değil aynı zamanda istihlak yani tüketim alış-verişin akitlerinin kısmına dahil olur. İstimali malda emanet verme, kiraya verme gibi isti­kameti istihlak değil de istimali mallarda ve akit de dahil olur.

Şayet akitten yalnız istimal veya yalnız istihlak olmazsa her iki çe­şit akdina şamil gelmektedir. Satış akdi ve ida yani emanet bırakma ak-ti gibi bu iki akün her biri diğer iki çeşidin her birinde aynı derecede sa­hih olur.

 

ON BEŞİNCİ BÖLÜM

 

HAK

 

Hakk'ın Tarifi:

 

Hakk'ın arapçada bir kaç değişik manalan vardır, öyle manalar ki sabit olma ve vacib olma çevresinde döner. Örneğin; "O söz ve vaad in­sanların çoğuna hak olmuştur. [121] Sabit oldu ve vacip oldu an­lamındadır, "Hakkı gerçek olarak meydana getirilmesi ve batılı orta­dan kaldırması için..[122] Sabit olması ve ortaya çıkması mana­sına: "Hak geldi batıl zail oldu.[123] Sabit ve var olan şey mana­sına: "Boşanan kadınların gelenek ve göreneklere göre birtakım eş­yalar alma hakları vardır. Bu ehli takvalar için bir haktır.[124] ayetinde "onların üzerine vaciptir." manasına gelir. Hak kelimesi "belli olmuş nasip, pay" manasına da şamil gelir. Örneğin: "Servetlerin­de isteyen ve yoksula muayyen bir hak tanıyanlar.[125] olduğu gibi aynı zamanda zulmün karşısında adalet manasına da isti­mal olunur. Örneğin; "Allah hak ile (adaletle) hükmeder.[126] de olduğu gibi. Fakihlere göre ise hak, şer'an sabit olan hükümdür. Fakat bu tarif meseleyi tam olarak ifade etmez. Zira fakihlere göre "hak" kelimesinin kullanıldığı her şeye şamil gelmez. Çünkü "hak" lafzı sahip olunan mal içinde isti'mal olunur. İşte bu hüküm değildir.

Mülkün kendisi, çocuk bakımı velayet hakkı ve akitlerde muhay­yerlik hakkı gibi şer'i özelliği olan şeylerde hak kelimesiyle ifade edilebi­lir. Aynı zamanda gayr-i menkullerin beraberinde getirttiği yol ve su yo­lu hakkı gibi hususlara da "hak"denilir. Şu halde bu tarif bunlara şamil gelmez. Fakat üstad Mustafa ez-Zerka hakkın tarifini şöyle yapmıştır:

"Hak ve hukukun bir yükümlülük veya yetki olmak üzere şeriatın tesbit ettiği özel bir alaka ve irtibattır."

Bu tarif güzeldir. Zira hem Allah'ın kulları üzerindeki namaz, oruç vb. yani Allah hakkı olan dini vecibeleri, hem mülk edinme hakkı gibi me­deni haklan, hem babanın evladı, kocanın hanımı üzerindeki kendine ita­at etme gibi adaba bağlı olan ilgili haklan, hem de ammenin hakkı devle­tin tebası adına tasarrufta bulunma hakkı gibi ve hemde nafaka hakkı gi­bi mâlî haklan ve kişinin bir diğerin üzerinde sabit olan velayet hakkım da şamil gelmektedir. Fakat o şey muayyen bir şahsa ait olmazsa örneğin; dağdan odun toplama, yol, avlama, çeşme vb. amme için ibahe kısmında olduğu için bu tarife bunlar ve bunlar gibi dah değildir. Zira öyle şeyler herkes için verilen bir izin ve ruhsattır. İslâm ölçülere göre hakk'ın kaynagına da işareti vardır. O da şer-i istektir. Zira İslâm'a göre haklar şer'i hü­kümlerin ihraç ettirdiği belgelere dayanan ilahi bir bağış ve ihsandır. Bel­gesiz bir hak kesinlikle yoktur. Şu halde haklan menbei Allah'tır. Zira Al­lah'tan başka gerçek hakim ve İslâm dininden ve kanunundan başka bir din ve kanun kesinlikle yoktur. Velhasıl İslâm'da hak, menbei beşeriye bağlı akıl veya doğal olan bir şey değildir. Şu halde hak sınırlıdır. Zira "topluma faydalı olma ve diğerlerine zarar vermemek şartıyle sınırlı ve ka­yıtlıdır. Fıkıh ıstılahına göre "hak" mefhumu iki vacibi kapsamaktadır:

a) Vacib-i âm. Yani herkese vacib olan şeydir. Bu hak'a herkes geçmemeli ve aynı zamanda saygı göstermelidir.

b) Vacib-i has. Yani yalnız hak sahibine vacip olan bir özelliktir ki, o da hakkını kullandığı zaman zarar vermiyecek bir surete kullanılmasıdır.[127]

Hakkın iki rüknü vardır: Hak sahibi ve hakkın yeri, yani hak mana­sının bağlı olduğu şey, bu ayni haklarda olduğu gibi ya hakkın bağlı oldu­ğu muayyen bir şey olur veya borç olur. Dain ve medin yani borçlu ve ala­caklı arasındaki bağlamada olduğu gibi şahsi hakda üçüncü bir rükün daha eklenir o ise hakkı vermekle mükellef olan borçludur. Mükellefiyet ya borç vermek gibi bir işi yapmak suretinde olur. Veya başkasına zarar vermekten emaneti kullanmaktan kaçınmak gibi bir işi yapmamak sure­tinde olur. Mükellef ya bir toplum veya bir muayyen şahıs olur. Borç mu­kabilinde borçlunun sorumluluğu gibi veya bütün insanların sorumlu olduğu vacipler gibi o alet tayin olur. Diğerlerinin haklarına hürmet göster­me ve onun hakkına tecavüz etmeme gibi Örnekte olduğu gibi hak sahibi: Hak sahibi, dini haklarda Allah başka haklarda ise ya hakiki şahıs yani insan veya hükmi şahıslar yani müesseseler ve şirketlerdir.[128]

"Her şahsın tabii şahsiyeti ananın döl yatağına düştüğü zamanda başlar. Hanelilere göre çocuğun vücudunun yarıdan ekserisi sağ doğar, ondan sonra ölse yine hakikaten sağ doğmuş olarak hesabı görünür. Takdiren canlı doğması ise, hamile bir kadına bir kişinin vurup çocuğu ölü olarak düşürmesi örneklerde olduğu gibi bir cinayetle çocuğun düşü­rülmesi bir vaziyette olur. Bu vaziyete çocuk hem miras alır hem de mi­rasçı olunur. Hanefîlerden başka diğer mezheplere göre ise çocuğun ta-manının canlı olarak dışarı çıkıp şart koşmaktadırlar. Bu mezheplere gö­re çocuğun ölü olarak cinayet sebebi düşürülmesi halinde yalnız bu cina­yet için ceninin ödediği diyete mirasçı olunacağı kabul etmektedirler. Bir insanın şahsiyeti hakiki ve hükmî yani takdiri ölüm ile sona erer. Takdiri ölüm, kaybolan, yeri meçhul olan, sağ mı veya ölümü kesin bir haber alınmayan o şahsın ölümüne hükmedilmesidir. Bu şekildeki ölümün tak­diri ise aradan doksan sene geçmesinden sonra veya akranlarının ölmesi ile olur. Fakat şahsiyetin ölümle son bulmasıyle beraber yine tereke ile itibarlı hakların tasfiyesinin gerektirdiği kadar insanın zimmeti ve vücup ehliyeti devam eder. Mesela, hayatta iken kurduğu tuzağı ve düşen av ölünün malı olur. Yine bunun gibi telefine neden olduğu bir şey malından tazmin olunur. Örneğin; ama aid yol üstüne açtığı bir kuyuya ve çukura, ölümünden sonra bir hayvan düşüp ölse yine o hayvanın kıymeti terekesinden verilir. İslâmî ölçülere göre hükmi şahıs veya mücerred şahıs ve-ahut manevi şahıs diye isimlendirilen müesseseler, şirketler, mescidler, yemiyetler gibi umumi kurumların şahsiyetleri kabul eder ve aynı zaman­da bunların hakiki olarak mülkedinme ve hak elde etme, sorumluluk al­ma ferdi şahsiyetler gibi, müstakil zimmetlerinin varlığını ikrar eder. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Müslümanların zimmeti birdir. Onu hepsi kabul ederler." (Ahmed Bin Hanbel rivayet etmiştir.[129]

Şu halde müslümanlardan bir kişi düşmana eminlik ve cihete ser­bestlik verirse bu emana ve serbestliğe hepsinin kabul ve riayet etmesi lazımdır. Yine onun gibi naslardan: Emr'i bil ma'ruf nehy-i anil münker-le ilgili olanlar, yine herhangi bir şahsın aldatmasına engel olmak için kötü bir şeyi ortadan izale etmek, buna nisbet yani iyi tedbir İslâmî ka­idelerin tatbikatını kontrol vazifesini yapan makam, kadın ve erkeğin ni­kahlarını haram olduğu halde nikahlarını kesmemek veya ayırmak için dava açmak gibi hususları caiz görmüş naslar, bununla beraber öyle hususlarda dava açan olan kimsenin kesinlikle bir faydası da yoktur.[130]

Yine fakihlerin içtihadlarından bazı örnekler:

Vakfı, üzerine vacip olan başkalarının haklarına mukabil temlik nazırı yani vakıfa bakan yalnız vakıf adına hareket eden bir kişi olup vakfın borçlaından kendisine bir şey ait değildir. Vakfın ihtiyacı olan şeyleri satın alıp ve bunu vakfın gelirlerinden verir. Şu halde mal sahibi vakıftır. Borçlu ve alacaklı odur. Nazır değildir. Nazır vakfın kendisine emanet edildiği eminidir. Eğer vakfa ihanet ederse veya hilede bulunur­sa veya vakfı yapanın şartlarına aykırı bir şeyde bulunursa o zaman bu zararı ödemek zorundadır.[131]

Yine içtihatlardan bazısı şöyledir:

Beyt'ül-mah devlet reisinin şahsi malından ayırarak "Beyt'ül-mal mirasçısı olmayanın rnirasçısıdır." söylemeleri, vasinin yetim malında tasarrufta bulunduğu gibi ammeye ait mallarda da maslahata göre dev­let reisininmillet adına yaptığı işlerde bulunmasının sahih sayılması gi­bi. Yine onun ölmesine veya görevden alınmasına rağmen yürürlükte kalmaya devam eden anlaşmalarda, kendisinin ölümüyle vazifesi sona ermiyen vali veya memurlann tayininde ve adaletle alakadarlı kararlar çıkarmakta milletin vekili olması gibi. Bunun için hakim, Allah hakla-nndan dolayı özelliklerde hüküm verdiği zaman hata yaparsa, öreğin; valancı şahitlerin şehadetine karşı hırsızın elinin kesilmesine emir verir­se,- bunun diyetini kendi malından vermez. Bu diyet hazineden ödenir. Hak sahibine göre üç kısma ayrılır:

a) Yalnız Allah hakkı.

b)Yalnız kul hakkı.

c) Müşterek hak. Bu iki hakkın bir mahalde cem olduğu halde. Fakat ya kul hakkının veya Allah hakkının galip olduğu haktır.

d) Allah veya amme hakkı.

Bu hak Allah'a yakın olma kendisi tazim etme tüm dini hükümlerini yerine getirme veya bir şahıs için olmayıp herkesin lehine olan ve birine has olmayan haktir. Bu büyük kıymet, şerefinden ve menfaatinin umumi olduğu için, "Allah hakkı11 diye nisbeti olmuştur. Yani toplumunun hakkı odur. Birinci örneği: Namaz, oruç, zekat, hac, cihad gibi çeşitli ibadetier, nezir, yemin, emr-i bil ma'ruf nehyi anil münker, hayvan keserken ve iyi bir iş yaparken besmele çekmek gibi ikinci örneği; günahtan men etmek hadlerle bağlı (zina, hırsızlık, iftira, alkollü içki ve yol kesme) cezalan yeri­ne getirmek muhtalif günahlara tazir cezası yerine getirmek ve topluma ait olan cami, nehir, yol gibi umuma bağlı,yerleri muhafaza etmek. Allah'ın hakkına bağlı olan hükümler şunlardır: Barışmak, vazgeçmek vaya affet­mek öyle şeylerle cezanın kaldırılması caiz değildir. Aynı zamanda değiştir­mesi de caiz olmaz. Buna kıyasen, malı çalınan affetmesiyle ve tutanak hakime intikal olduktan sonra hırsızla barışmasıyle hırsızlık cezası sakıt olmaz. Kocanın veya bir başkasının affetmesiyle veya kadının kendisini teslim etmiş olsayıle zina cezası kesinlikle sakıt olmaz. Bu hak miras ola­rak başkalara intikal olmaz. Bu kıyasa göre ölen kimsenin yapmadığı iba­detleri vasiyet etmediği şartiyle mirasçıları üzerine vacip değildir. Mirasçı miras bırakanın günahından sorunmaz.

Allah haklarına ait cezalarda birbirine girmelidir. Buna kıyasen bir kişi -daha cezası tatbik edilmeden çok seferce zina etse veya defalar­ca hırsızlık etse yalnız ve yalnız bir ceza kendisine yeterlidir. Zira ceza­dan şeriatın maksadı onu men etmek ve çevirmektir. Bu da bir ceza meydana gelir. Bu haklara ait suçların cezasını hakim infaz eder. Zira ibadetlerin terkine veya istihfaf alınmasına mukabil tedip ve icra edecek odur. Anarşistliği, kötülüğünün tedbiri almak ve suç işlenmesine engel olmak için asilere had ve tazir cezalarını icra edecek de yine hakimdir.

e) Kul hakkı: Bu kendisinden şahsın menfaatinin muhafazası kas-tolunan şeydir. İster bu hak sağlığı, mallan, çocukları muhafaza etmek, suçu önlemek, tecavüze engel olmak, devlete bağlı amme hizmetlerin­den istifade etmek gibi umumi bir hak olsun veya mal sahibinin mûl-Kûndeki hakkı, satıcının parada, müşterinin maldaki hakkı, şahsın telef -dilen malının bedelindeki hakkı, zorla alınan malın sahibine geri ver.

 Zevcetinin harçlığı bakımında kocasına ait olan hakkı, annenin çocuğunu büyütüp meydana getirilmesi ve babanın çocukları üzerinde­ki velayeti özel olarak hakları ve insanın iş almak hususundaki hakkı gibi özel olarak bir hak olsun, bunlar hepsi kul hakkıdır.

Hükmü: Sahibinin bundan vazgeçmesi, affederek, barışarak, kur­tararak veya helal ederek iskat etmek caizdir. Miras olarak cari olur, te­dahül kabul etmez. Bunun için her suç için birer ceza tatbik edilir. Bu hakkı hak sahibi veya velisi alır.

1) Ortaklık hak: Bu Allah hakkı ve kul hakkının bir yerde cem ol­duğunu, fakat ya kul hakkının veya Allah hakkının galip olan haktır. Birinciye örnek: Boşanan kadının iddet beklemesi. İşte bu örnekte Al­lah'ın hakkı var olduğu gibi kul hakkı da vardır. Allah hakkı sulemenin bir birlerinin karışmaması için, kul hakkı ise kişinin çocuklarının süla­lesini muhafaza etmesi içindir. İşte bu misalde Allah hakkı galiptir. Zira sülelenin muhafaza etmesinde cemiyet için genel bir hayır hasıl oluyor ki o, cemiyeti anarşilikten ve aldatmaktan, yıkmaktan kurtarmaktır. Di­ğer bir misaller ise.[132]

Kişinin hayatını, aklını, sıfatını, malını muhafaza etmesinde iki hak vardır. Fakat cemiyetteki olan hayrın umumi olduğu için, Allah hakkı galiptir. Bunun örneği HanefÜere göre kazif haddi yani başkasına zina iftirası atana seksen sopadır. İşte bu misalde iki hak vardır: Kul hakkı, iftiraya uğrayanın bu kınamayı defedip ve vekareyetini ve temiz­lemesini ispat etmesi, Allah hakkı da insanlann namusunu muhafaza etmek, dünyayı dedikodudan temizlemek; yalnız bu misalde ikinci hak yani Allah hakkı galip olduğu için, birinci kısmında sayılmıştır.İkinci misal ise maktulün velisi içinmeydana gelen kısas hakkıdır. Bu misalde de yine iki hak vardır: Allah hakkı, kul hakkı. Allah hakkı: Cemiyeti ka­til pisliğinden temiz etmek kul hakk ise katili öldürerek maktul akraba­nın gönlünü farah etmek ve sinirlerini kaldırmaktır. Bu misalde kulun hakkı galiptir. Zira kısasın kökü benzerliktir. Allah (c.c.) şöyle buyur­maktadır:

Biz Tevrat'ta onlara şu cezaları tatbik kılmıştık. Cana can."

Benzerlik ve mümaselette kul hakkı galip gelmektedrir. Bu hakkın hük­mü. İkinci kısımda geçen kul hakkının hükmü gibidir. Bunun için mak­tulün velisinin katili ondan vazgeçmek veya bir mal mukabilinde sulh ve barış yapmak hakkıdır. Hatta ve hattaki Allah {c.c.) teşvik etmiş ve şöyle buyurmaktadır:

Katil, maktulün velisi olan din kardeşi tarafından affedilirse örfe uymak ve diyeti güzellkle ona vermek lazımdır. Bu Rabbinız-den size bir kolaylık ve rahmettir. [133]

Ve yine;

Kim haksız yere öldürülürse, velisine hakkını aramaya bir yetki verdik. O da öldürmede haddine tecavüz olmasın.

Kul hakkının bölümü: Şu kısımlara bölünebilir.

a) Düşürmeyi kabul eden haklar: Şufa hakkı, akitlerde muayyer olma hakkı, kısas hakkı gibi tüm şahsi haklar düşüre edebilir. Gerçek iskat ve düşürme etmek mukabelesiz veya bir şey karşısında olur.

b) Iskatı ve düşürmeyi kabul etmiyen haklar: Geçmiş olan misal­lerden başka olarak diğer haklar gibi düşürmeyi ve iskatı mümkinata değildir. Onların misalleri şunlardır:

1- Daha meydana gelmiş değildir. Örneğin: Vasiyet eden fakat da­ha hayattayken mirascınm bu vasiyete itiraz hakkını düşürme ve iskat et­mesi. Şefı'in, henüz satış akdi yapılmadan şüf a hakkını düşürme ve iskat etmesi, kuması olan bir kadının kocasının yanında geceleme nöbetini si-kat ve düşürmesi, müşterinin daha malı görmeden "görme serbestliği ve muhayyerliği" daha zamanı gelmeden nafakasını düşürme ve iskat etmesi gibi, bunlar hepsi iskat ve düşürme ile mümkün değildir. Zira öyle gibi haklar daha meydanda yoktur.

2- Kişiye mülazim olupfanğ olamayan zati niteliklerden şer'an say­gıdeğer ve önemli olan haklar: Babanın ve dedenin küçük üzerindeki ve­layet haklarını iskat ve düşürme etmeleri gibi. Zira velayet babanın ve dedenin zati vasfı ve niteliğidir. Onlar ne kadar iskat etselerde yine sakıt olmaz. Ebu Yusuf a göre vakfedenin vakıf üzerindeki velayet hakkı da bu misallerdir. İster bunu şart koşsun ister reddetse bu hak sabit olur. Zira bu vakf onun mülkünün eseridir.[134]

3-  İscatı ue düşürmeyi şer1 i hükümlerin değişmesine sebep olan haklar:   Hanımını (rici boşamak ile)boşayan kişinin hanımına rucu, dönme hakkını iskat ve düşürme etmesi, bağış edenin bağışından dö­nüş ve rucu hakkını düşürme ve iskat etmesi. Vasiyet edenin vasiyetin­den dönme cihetindeki hakkını iskat ve düşürme etmesi gibi, mal sahi­binin mülkündeki hakkını iskat ve düşürme etmesi de bu misallerden­dir. Öyle şeyler iskatı kabul etmezler. Zira mülkündeki hakkını iskat ve düşürme etmesinin manası o malı kendi mülkünden çıkartmak demek­tir. O zaman o mal "şaibe yani ksahipsiz ve başıboş" olur ki. Allah (c.c.) İslâmiyete önce mevcud olan bu "saibe"yi şu ayetiyle neyletmiştir.

Allah bahire, şaibe, vasile ve ham olan şey (meşru) kümamıştır. [135]

Şu şekildeki olan şaibe İslâm ölçülere göre yoktur. Bahire: Beş ne­sil doğuran deve veya koyun ki beşincisi dişidir. Şaibe: İslâm gelmeden önce put için adak bırakılmış ve sütünden misafirlerinden başkası fay­dalanmayan develere denirdi. Vasile: Cahiliyye devrinde on batın doğu­ran deve, yedi batın ikiz olarak doğuran koyun veya erkeği dorunan sonra dişiyi doğuran devedir. Bunun için erkeği kezmezler. Bu, dişi er­keğin kardeşidir. O, erkeği alihatları için kesmiyorlardı. Herhalde onla­rın adetleri doğuran erkeklerin kesmesi ve dişilerinin kesmemesi idi. Hem öyle bir deveki on batın doğurduktan sonra, o deveye çok kıymet veriyorlardı o deveye kimse binmiyordu ve hiç bir yük de taşımıyordu.

4- Diğer, başka kişinin hakkı ile ortak olan haklar:  Hanımını talak eden kişinin boşanan hanımının iddet beklemesi hususundaki hakkını düşürme ve iskat etmesi, annenin çocuğuna bakma hakkını düşürme ve iskat etmesi, malı çalınanın hırsıza ceza edilecek tatbikteki hakkını dü­şürme ve iskatı gibi. Zira bu haklar ortaklıktır. Kişinin her ne kadar velayeti ve yetkisi kendi hakkına düşürme ve iskati için olsa da diğer başka­sının iskat ve düşürme etme velayeti ve yetkisi yoktur.

İtimad ve teminat kastedilen hakların miras ve nekil olarak gideceği­ne fakihler arasında ittifaklar olmuştur. Borcunu alabilmek için rehin yani öteki mala el koyma, parayı alabilmek için satılan malı elde tutmak, borca kefil olma hakkı gibi. Zira bunlar müekked ve te'kid edilmiş haklardandır. Ve yine su yolunu kullanma, geçiş hakkı gibi. Faydalanma haklarının mi­ras olarak başkalara gideceğinde de ittifakları olmuştur. Zira bunlar gari-menkul mallara tabi olan haklardır. Ve yine iki maldan birini tayin etme ve ayıplı malı geri verme serbestliği, muhayyerliği hakkının da miras ola­rak intikal olmasında ittiakları olmuştur. Zira tayinde ve muhayyerliğinde satış akdi lâzım gelir. Şu halde satıcı ve alıcının biri diğerinin rızası olma­dığı takdirde bozamaz. Aynı zamandaki hak eşyadan birini beğenmekten meydana gelmektedir. Maldaki ayıptan doğan serbestlikte ise alış-veriş sa­tılan malın kusurlu olmaması esasına göre tamam olmuştur. Onun için, zararı aldanmayı defetmek için bu hak mirasçılara sabit olmuştur:[136]

Hıyar-ı şart ve hıyar-ı ru'yet: Borcun süreyi, harpte ganimetler elde edilip daha taksim olmadan evvel gazinin bu ganimetteki hakkının miras olarak intikal edip etmiyeceği işlerinde fakihler ihtilafları olmuştur:

Hanefilere göre; menfaat, faydalar ve haklar miras olmaz. Zira mi­ras var olan maldan meydana gelir. Bunlarda var olan ayni mallardır. Fakat Hanefilere göre; bunlar mal olmaz. Borçlar ise zimmette olduğu sürece mal olmaz. Zira borçlar zimmeti sişgal yapan sıfatlardır. Sıfat ve vasıilann hakikaten kabz edilmesi de fekkuri olmaz. Fakat bu vasıfların karşılığı olan şey kabzedilir. Fakat borçlar miras olarak intikali olur. Zi­ra borç hükmi bir maldır. Hakiki bir mal değildir. Şu halde alacaklının sahib olduğu takdiri bir şey borçlunun malında mevcud ise borç, sonu­cu takdiriyle maldır. Başka mezheplere göre: Haklar. Fayda, benfaatlar ve borçlar mirasa dahil olur. Zira bunlar hepsi maldır. Zira Rasûlü Zi-şan (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Kim bir mal veya bir hak bırakırsa varislerinin içindir. Kim de bir borç bırakırsaveya kim bir yetim veya kim fakir ve muhtaç olan kimseyi bırakırsa , o buna aittir. Yani beslemesi benim üzerimedir. [137]

Başka bir hadiste ise şöyledir:

Hiç bir mü'min yoktur ki illa ben onların nazarında ahirette ve dün­yada da kendi canlarından daha önce geliyorum."

Ayetin manası şöyledir: Peygamber, mü'minler nazarında kendi canlarından daha önce gelir.

Başka bir hadiste de şöyledir:

"Hangi bir mü'min ölse kendinden mal bırakırsa onun akrabası kim olursa olsun o, malı irsiyet olarak alsın" bir kişi ölse borç veya yokluğu bı­rakırsa yanına gelsin, ben onun seyyidiyim. Yani onun beslemesi benim üzerimedir. [138]

Hakkın mahalline göre ayrılması:

Bu taksime göre altıya ayrılır: Mali hak ve gayri malik hak, şahsi hak ve ayni hak, mücerred hak ve gayri mücerred hak diye bölümlere ayrılır.[139]

 

1) Malî ve Mali Olmayan Haklar:

 

Mali haklar, bu kısım malların menfaat ve faydalarına bağlı olan mallardır. Satıcının paraya müşterinin satılan mala taalluk eden hakkı.

Şufa Hakkı, irtifak hakları. Hıyar hakkı. Kiracının oturum hususundaki hakkı gibi, mali olmayan haklar: Bu mala bağlı olmayan haklardır. Yani mala talluk etmeyen haklardır. Kısas hakkı. Tüm çeşidiyle hürriyet hak­kı. Kadının boşanmadaki veyahut harçlığa ve nafaka verilmediği için ya­hut tenasüli kusurla. Zarar kötü muamele, ortadan kaybolma veya ha­pis gibi sebepler için ayrılma hususundaki haklar. Çok cuk, hademe hakkı. Kişi üzerindeki velayet hakkı ve siyasi ve tabii haklar gibi.

 

2) Şahsi ve Ayni Haklar:

 

Şahsi haklar; bu İslâm'ın bir başka için diğer biri üzerinde varlığı kabul ettiği haktır. Bunun örneği, satıcının parayı müşterinin malı tes­lim aldıktan sonraki hakkı, kimsenin alacağı borçtaki haki. Telefe giden bedelin hakkı ve gasbolan maldaki hakkı. Akrabanın ve hanımının nafa­kadaki hakkı gibi bir işi yerine getirmek suretinde olur veya bir şahsa emanet bırakılan bu şahıs daha emaneti teslim etmemiş ise emanet üzerindeki olan hakkı gibi bir işi yapmaktan kaçınmak suretinde olur. Şahsi hakkın üç dalı vardır.

a) Hak sahibi.

b) Hakkın yeri.

c) Borçlu veyahut mükellef. Fakat şahsi hakda iki taraf arasındaki alaka, münasebet (hakkın mahallinden) ayrılmak veya zahir eden şey­dir. Şu halde bizzat hakkın mahalli ve yeri değildir. Hakkın mahalli ise maldır.[140]

Ayni hak: İslâm'ın bir kişi için bizzat belli olunmuş şey üzerinde tesbit ettirmiş haktır. Bu konudaki hak sahibi ile bizatihi o belli olan şey arasındaki münasebet ki bu münasebet nedeniyle hak sahibi müs-tehakkmı kullanır kişinin ayni hak olan o şeye üzerinde doğru olarak onun istediği gibi kullanılmasıdır. Mülk sahibinin mülkiyeti olduğu için sahih olduğu o şey üzernide kullanmak yetkilerini en metudlu bir suret­te tasarruf hakkı gibi. Bu da o şeyde kullanmaktan yapılması, onu ça­lıştırması ve isü'mal etmesi gibi haklar. Geçiş hakkı , su yolu hakkı, da­mının kirişini komşu duvarın üstüne bırakma hakkı gibi. Bir akar ve arazi sahibi için başka muayyen bir akar, arazi üzerinde tanınan ihti­yaç, menfaat ve irtifak hakkı borcunu alabilmek için (elindeki) rehinede­ki olan malı tutma haki gibi haklardır. Ayni hakkın iki elemdi, şıkkı var­dır: Hak sahibi ve hakkın mahali ve yeri:

i) Ayni hak: Hak sahibinin taalluk ettiği ayni şeyi takip eder. Ki­min elinde o aynı mal olursa olsun ve o şahıs kim olursa olsun, örneğin; bir kişi bir ayni mal çalsa, ondan sonra o malı satsa veya bir şahısta o malı ondan çalsa ve gasp etse ne kadar el değiştirse, o ayni mal sahibi "kimin elinde malı bulundursa onun aleyhine dava açabilir. Şahsi hakkı ise zimmete taalluk etmesidir. Fakat ayni hakkın muayyen bir mala ta­alluk edip şahsi zimmete taalluk etmez; o muayyen malın elden ele inti­kali olur. Şahsi hak mükellefin veya borçlunun zimmetine taalluk eder. Ondan başka sorumlu kimse olmaz. Fakat kefalet ve ha vallede kendisi üzerine alırsa sorumlu olur.

ii) Ayni hak sahibinin, eğer alacağına mukabil ipotek almışsa, di­ğer normal alacaklılara karşı öncelik ihtiyar hakkı vardır. Bazı hallerden başka bir imtiyaz ve ihtiyar şahsi hak sahibi için yoktur. O bazı hallerde şöyledir: Ölenin tekfin ve teçhizine yapılan çok harcamalar terekeye mü­teallik borçlara karşı takdim ve imtiyaz olunur, sıhhat halindeki borçları hasta halindeki olan borçlara öncelik ve imtiyaz olunur. Küçük çocukla­rın ve hanımın nafakası diğer başka normal borçlara takdim ve imtiyaz olunur. Devletin borçlan diğer normal borçlarına takdim olunur.

iii) Aynı haklan mahalli ve yeri fevt ve helak olursa hak düşer. Aynı zamanda da akit fesada gider. Örneğin; satılan mal daha alıcı tesli alma­dan mal sahibinin elinde iken fevt olsa o zaman akit fesada gider ve alı­cının hiç bir hakkı teslim almadan kalmaz. Kira almış bir evinin yanması olursa kira akü iptal olur. Artık kiracının bu evden menfaat göreme hak­kı kalmaz. Borç zimmete taalluk ettiği için muayyen bir mala taalluk et­mediği için, borçlunun mallan hilakete gitse alacaklılann hakkı düşmez. Zira borç zimmete aittir. Mala bağlı değildir. Eğer selem konusunda ma­lın, fevti olsa o zaman satıcının başka malın teslim etmesi gerekir.

 

3) Mücerret ve Gayri Mücerret Haklar:

 

Mücerret hak; sulh ve ibra ile affolursa o zaman hak sahibinin af­fetmek sebebiyle hak yerine yine kalır. Şu halde bu aff ve vazgeçmek hak mahaline bir menfaati olmaz. Örneğin; alacaklı borcundan, şefi şu-fa hakkını düşürmesinden, müdde'nin hasmına yemin ettirme hakından hıyari'ul-ayb sahibi kendi hakkından vakıflardaki vazifeler husu­sundaki hakdan hak sahibinin vazgeçmesinin hak mahallinin -vazgeç­meden sonra da öncesinde olduğu gibi kalan hakdır ve bir tesiri de ol­maz. Borç hakkı ve diğer haklar gibi, öyle haklardan vazgeçmesi üzerine hiç bir esere tesiri olmaz. Fakat gayri mücerret hak ise affolduğu takdir­de eseri kalır. Örneğin; kısas hakkı. Öyle hak katilin canına ve kanına tutan bir hakktır. Şayet maktulün velisi katili aff vazgeçmesiyle sulh ederek kısastan geçip bunu mukabelinde mal alırsa kesinlikle caizdir. Şafîiye göre mezheplere göre mücerred hakkın karşılığında bedel almak caizdir. Hanefîlere göre onun mukabilinde bedel alınması caiz değildir.[141]

 

Kazai Olan ve Olmayan Haklar:

 

Hak, kazai müeyyidesi olup olmaması cihetinde ikiye ayrılır. Dini hak ve Kazai Hak. Kaza mahkemenin velayeti altına girmeyen haktır. Mahkemenin yanında tesbit olmayan hak gibi. Hakim hiç bir şekilde bunu meydana getirmez. Ancak ve ancak insan hem Rabbine hem de insafına ve vicdanına karşı mesuliyetine dahil olur. Örneğin; alacağı var olan bir kimsenin mahkeme yanında ispatından aciz kaldığı alacağın­dan, bu ispat etmemesi olmaz ki bu kimse buna müstahak değildir. Zira bu borcun alınması ne kadar kazai bakımında plmazsada. Fakat dini bakımında vacip olan borcuna verilmesi gerekir. Şer'i mahkemelere res­mi kayda geçirmeyen örf ve adete uygun evlenmelerde öyle evlenmeler diyaneten sabittir. Bu evlenmeye göre çocukların nesebinin belli olması, buna bağlı olarak nafaka... vb. aynı zamanda diğer şer'i hükümlerde bunun üzerine yüklenir kazai hak.Hakimin hükmüne giren ve sahibi için hakimin yanında isbatı meydana gelen haktır. Bu taksimin semere­si şurada belli olur: Dini hükümler niyetlere, vakıaya, realiteye ve haki­kate bağlıdır. Kazai hüküm ise zahire yani görünüşe bağlıdır. Niyetlere, realiteye ve hakikatine bağlı değildir. Örneğin; bir şahıs yanlış ve hata ile kendi hanımını boşasa ve niyeti de boşamayı olmazsa, o zaman ha­kim bu işi iyice bilmediği için, zahire bakarak boşamanın meydana gel­diğini hükmeder. Zira kazai hüküm zahire ve görünüşe bağlıdır. Fakat diyaneten bu boşamanın ve talakın meydana gelmemesidir. Bir insan kendi ve Alah arasındaki olan hükme amel edebilir. Fetva veren kimse için, bununla fetva vermek caizdir. Zira onun kocası vakıaya göre onun talakı, boşamayı kastetmemiştir.[142]

Hakkın delilleri veya nedenleri:

Yukarıda bildiğimiz gibi hakkın delili veyahut asıl veya dolayıl ola­rak nedeni din ve şeriattır. Din hakların asıl delili, kaynağı ve tek nede­ni ve sebebidir. Din kesin olarak başka nedenlere dayanmadan doğru-dandoğruya hüküm ve hukuk meydana getirebilir. Örneğin; değişik iba­detleri akrabaya nafaka ve harçlığında bulunmayı emretmesi, haramlar­dan ve günahlardan menetmesi, helal rızkı ibahata bulunması gibi. Zira bu konuda dinin delilleri hukuk için doğrudan doğruya "neden ve se­bep" olarak takdir ve itibar olunur. Sari yani Allah, insanların icad ettiği başka nedenler neticesinde de hükümler veya hukuklar meydana bıra­kır. O hukuklarda insanlar kullanırlar. Örneğin; nikah akti. Zira nikah akti evli olan kadın için nafaka hakkının, Karı-koca arasında miras hakkının ve diğer bir takım haklarının meydana getirmesine sebep olur. Satış akti parada satıcının, satılan malda alıcının mülkiyet hakkının or­taya koymasına sebep olur. Gasp gasbedilen mal helake gitse o malın tazminatını vermek için sebeptir. Akitler ve gasp doğrudan doğru şer'i deliller ise dolaylı sebeplerdir. Bu konudaki olan kaynaklar veya sebep­lerden murad, doğrudan doğru olan sebeplerdir: İsterse, bunlar şer'in delilleri olsun isterse bu delillerin tayin ve kabul ettiği sebepler olsun, eşittir. Bu bölümdeki olan "kaynak"tan murad, iltizamı icap ettirme hu­susundaki âmir kaynak değildir. Zira o bakımda tüm kaynakların vara­cağı mekan şeriat yahut da kanun olur.

İltizamatın yükümlülük neticesinde bazı vazifeler gerektiren olay ve işler doğduğu esaslara göre hakkın kaynakları beştir:

Şeriat (din), akit, münferit irade, faydalı fiil, zararlı fiil.

Serttin (dini) örneği; akrabanın ve hanımın nafakasını iltizam. Yüküm­lülük etmek. Verginin icabı, vasinin ve velinin iltizamı ve yükümlülüğü.

Başkasına zarar veren örneği: Zarar veren kimsenin telef etti­ği veya gasbettiği şeyi tazmin etmeyi yükümlük ve iltizam etmesi.

Akdin örneği; Satış, hibe ve icare akdi.

Münferid iradenin örneği; Bir şey adak, vaad ve nezretmek.

Faydalı Jİilin ve sebepsiz israin örneği; bir kişinin kendisine lazım olmayan bir borcu kendi borcunu zannederek vermesi veyahut başka olan bir kişinin borcunu onun izniyel verilmesi başkasının malı satan­dan haberi olmadan o malı satın alması ondan sonra o kimse bu borç­tan kurtulmuş olduğunun, satın aldığı şeyin başkasının malı ortaya çıktığı gibi işler.

Bu misalde hak sahibi asıl olan borçluya giderek hakkını alabilir. Zira öteki olan kimse bunu hak etmemiştir. Bu kaynakların tümünü de "şer'i vaka"ya girmek mümkündür. Son olarak bu konuda kesinlikle bu­nu da unutmamalıdır ki, ikrar bir hak için bir belge veya kanak sayıl­amaz. Ancak ikrar fakihlerce racih kavle göre; hakkı haber vermektir. Şu.halde hakimin hükmü de hak için bir belge ve kaynak değildir. Ancak ve ancak hakim var olan hakkı meydana çıkarır. Fakat hakim yalan bir şahadete dayanarak hüküm verse ve bu hükümde de yalan meyda­na çıkmazsa o zaman hakimin hükmü diyaneten olmasa da kazaen yani zahiren bu hüküm hak için bir belge ve kaynak olur. Bu konu ihtilaflı­dır. Bazılarına göre bu hüküm hem zahiren hem de batinen yani diyane­ten geçerli olur. Bazılarına göre, zahirendir. Diyaneten geçerli değildir.

 

Hakkın Hükümleri

 

a) Hakkı Elde Etmek:

 

Her çeşit meşru vasıtan kullanarak hakkım elde etmek hak sahi­binin hakkıdır. İbadetlerdeki Allah hakkını ancak ve ancak Allah'ın em­rettiği hükme göre eda etmek gerekir. Bu hüküm ve hak normal bir va­ziyette olur ki {buna azimet denir) veya başka bir vaziyete olur ki buna (ruhsat) denir. Seferde (dört rekatlı) namazın kısıltılması, Ramazanda hasta ve misafirin oruç yemesinin caiz olması, su olmadığı zaman veya hasta olduğu için suyun yerine toprakla teyemmüm edilmesi, hakiki tehdit altında fakat kalbi iman ile tasdik olmak şartiyle, küfrü tesbit laf­zı söylemenin caiz olması gibi. Bir kimsenin ibadet etmesine bakılır. Şa­yet hak, zekat gibi mali ise devlet zekatı sahibindan cebren alır ve şer'an zekatın verileceği kimselere dağıtmıştır. Eğer Allah'ın hakkı mali olmaz­sa o da, bu hakkı açık olarak terke derse o zaman devlet bütün gücünü kullanarak o kişiyi bu ibadeti yapmaya mecbur eder. Eğer onu açıktan değil belki gizli olarak terk ederse o zaman Allah (c.c.) o kişiyi dünyada türlü musibet ve belalarla ve ahirette de büyük azab mutehak olur. Münkerlerin ve günahların men edilmesi bakımındaki Allah'ın hakkım yerine getirmek insanların onları yapmamayla meydana gelmektedir. Eğer bunlardan kaçınmazlarsa o zaman Allah'ın hakkı öyle kimselere cezanın bilfiil tatbik edilmesidir. Topluluk içinde düzen bozukluğu ve Allah'ın hakkına saygısızlık. Dedikodu, fitne, ihtilal çıkartmak, gürültü patırtıya yol açmak, zulme, fitne ve düşmanlıkların alevlenmesine ve ce­miyetin çökmesine engel olmak için, öyle şeyler kimde sadır olursa, mahkeme kararından sonra devlet başkanı veya onun vekili bu cezayı yerine getirmesi lazım gelir.[143]

 

Kul Hakkının İfası:

 

Bu hak sahibinin yerine getirmekle mükellef olduğu kimseden ay­nı zamanda o mükellefin rızası ve izniyle olur. Başka bir şekilde olmaz. Şayet hakkının vermesinden kaçınırsa o zaman beklenir; eğer elinin al­tındaki olan mal gasbedilen, çalman, emanete bırakılan mal gibi- o haklan aynısı ise veya gasbedilen de telef olan aynı eşyanın misli olmak gibi o hakkın cinsinden ise. Fakat her iki cihetinde de bizzat hak sahibi tarafından alındığı takdirde fasıdlık ve zarar getirebilecekse yahut elinin altındaki olan mal kaytsız olarak hakkın cinsinden başka olsa fakihlerin birlik görüşleriyle hak sahibinin bu hakkı kendi başında olmaya hakkı yoktur. Onu ancak ve ancak mahkeme kararıyle olabilir. Fakat o malı hakkın cinsinden olan bir mal olursa şayet o malı aldığı zaman da ben hangi bir tehlike ve fitneye rastgelmezse Maliki ve Hanbeliler'e meşhur olan kavle göre o malı ancak mahkeme yoluyla alabilir. Zira Rasûlü Ek­rem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Emaneti sahibine ver. Sana hainlik ve hile yapmana hainlik ve hile yapma."

Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Ebu Süfyan'm hanımı Hind'in, kocasının haberi olmasa bile (onun malından) hakkını ve kendi çocuğu­nun hakkını alabileceğine hükmetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Maruf ile yani haddi aşmadan sana ve çocuğuna yetecek kadar al." Bu gösteriyor ki, hakkın aynı olsun veya cinsinden olsun hakkını alabilmek için mah­kemenin kararı lazım gelir. Şafıilere göre ise hak sahibi hakkını nasıl olursa olsun, kendi hakkını alabilir. İster o hak hakkın emsinden olsun isterse olmasın. Zira Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:

Kötülüğün cezası yine onun gibi bir kötülüktür. Eğer ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size yapılan cezanın misli ile ce­zalandırınız. [144]

Buradaki olan benzerlik ve misliyet her şeyde olmaz. Ancak ve an­cak, malda olur. Zira Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Kim malını bir adamın yanında bulursa o, o malı almaya herkes­ten daha çok hak sahibidir. [145]

Hanefılerde de alınan mal hakkın cinsinden olursa. Onlarda Şafıiler-le beraberdirler. Bu zamana göre Mufta bih olan: Mal hakkın cinsinden ol­sun veya olmasın alınmasının caiz olduğudur. Zira borçların ödemesinde sözün hükmü kalmamıştır. Şu halde kim hakkını bir adamının yanında bulursa isterse hakkı mal olsun ister eşya olsun o adamda o hakkı hak sahibine vermekte gevşeklik gösterir veya ağır davranırsa veyahut borcu inkar ederse geçmiş olan hadise dayanarak kendi malını ve eşyasını al­ması fakihlerin ittifakıyle kesinlikle diyaneten caizdir. Fakat zaruret ol­duğu için kazaen caiz değlidir. Hakkın alınmasında adaletli davranmalı­da-. Eğer hak bir ev parası ve ücreti veyahut borç alman para gibi mikta­rı ve cinsi belli olsa, o malı geri almada fazla ücret alması veya hakimin tayin ettiği miktardan fazla alması caiz değildir. Şayet o hak cinsi ve miktarı belli olmayan mutlak olarak bir hak olsa o zaman halk arasında bilinen orta bir hak olarak kabul etmek gerekir. Örneğin; zekatta malın en iyisi ve kötüsü alınmaz, orta halli mal alınır. Zira hakkın orta bir surette alınmasına delalet eden maruf veya örf kelimelerinin belli ettiği çok ayet vardır. Örneğin, bu ayet-i kerimede Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:[146]

Çocuğun babası üzerine Örfi olarak annelerin yiyeceği ve giyeceği borç olur. Bir de evladınıza süt anne tutup emzirtmek istersiniz vermek istediğiniz ücreti maruf veçhile (güzelce) ödediğiniz zaman size bir gü­nah yoktur."

Yemin kefareti hakında zikr olunan ayet-i kerimede vasat oluna itibar olunduğu açık bir surete zikredilmiştir.

"Bunun da kefareti ailenize yedirdiğinizin orta derecesinden on yoksulu doyurmak. [147]

Vasaddan murad olunan yemeğin türlülerinde öğünlerin sayısın­da vasat yani orta olmak demektir. Buna kıyasen hanımın ve akrabaların nafakası ayetin emriyle örfen yerleşmiş olanın ortasına göre takdir olunur. Fitre, bir ülkede milletin en çok tükettiği yiyecekten vacip olur, zekat vermekten kaçınan kimsenin vacip olan zekatın en iyisini almak şartiyle tazir cezasına çarptırmak veya kat kat daha fazla alarak kendi­sine ceza vermek caizdir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle bu­yurmuştur:

'Kim zekatını sevaba nail olmak niyetiyle verirse ecrini alır. Kim de vermezse biz o zekatı ve malının yansını Rabbimiz tebarek ve tealanın emirlerinden bir emir ve haklarından bir hak olarak kaytsız ve şartsız olarak alırız."

Fakihlerin ittifakıyle bu ceza İslâm'ın ilk zamanlarında vardı. Fa­kat sonra nesh olundu. Asıl olan herkes kendi hakkını eksiksiz olarak almasıdır. Fakat Allah (c.c.) hak sahibini bir iyilik ve müsamaha yap­mak için hakkının tamamını veya bir kısmını almamaya teşvik etmiştir. Bu hususen borçlu olan kimse veya ödemekle mükellef olan kişi fakir olsa bu şekilde yapmak kesinlikle bir hayırdır ve ahireti için de bir mü­kafattır. Zira Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

Eğer borçlu sıkıntıda ise ona kolaylık tanımalısınız. Borcu sa­daka olarak bağışlamanız, eğer bilirseniz, hakkınızda daha hayırlı­dır. [148]

Ayetteki tasadduktan murad, borçluyu borcundan kurtarmaktır. Kadının haklarının bazısından veya mehrinin tamamından vazgeçmesi bakımından da Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:

"Nikah ettiğiniz kadınlara mehirlerini efendicesine verin. Eğer ondan bir kısmını gönüllü olarak bağışlarlarsa onu da afiyetle yeyiniz.[149]

"Eğer onları el sürmeden boşar da mehir kesmiş bulunursanız borç, belirlediğiniz miktarın yarısıdır. Ancak kadınlar veya nikah ak­dine yetkili bulunan erkek affederse, o başka. Erkekler, sizin fazlasıy-le vermeniz takvaya daha yakındır! Aranızda faziletle davranmayı unutmayın! Şüphesiz ki Allah her ne yaparsanız görür. [150]

Kısas hakkından vazgeçmek açısından da Allah'ın teşvikki şöyle olmuştur:

"Her kimde haksız yere öldürülürse biz onun velisine bir yetki vermişizdir. Bununla beraber o da kati işinde ileri gitmesin. [151] Başka bir ayette de Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: "Kötülüğün cezası ona karşı denk bir kötülüktür. Her kim affe­dip barışırsa onun da mükafatını Allah taahhüt etmiştir. [152]

 

b) Hakkın Korunması:

 

Şeriat türlü müeyyideler koymuştur. Burada "müeyyideden" mu-rad yalnız cezai müeyyide değil, daha genel olarak insanı bu haklan edaya götüren korku ve sevgi gibi düşüncelerdir. Hak sahibinin hakkını her çeşit tecavüzden muhafazaya karar vermiştir. Allah'a karşı mesuli­yet, medeni sorumluluk, dava açmak hakkının tanınması gibi. Örneğin; Allah'ın {kullar üzerindeki) haklarından bir çeşidi olan ibadetleri şeriat Allah'ın azabından korkma ve sevabına ve dünya nimetlerine nail olma arzusuna dayanan dini maniler ve imani teşvikler koyarak muhafaza et­miştir. Bu sebeple şer'i mükellefiyetler getiren hususlar da ayetle çok defa "ey iman edenler!" şeklinde iman vasfıyla başlar:[153]

İbadeti başka bir muhafaza nev'i vardır ki ona "hisbe" denilir. "Hisbe": Devlete bağlı idari bir vazifedir. Kendisine muhtesip denilir. Onun vazifesi şöyledir: İnsanları, çarşıları, sokakları kontrol etmek. Piya­sa fiyatlarının üstünde satmalarına, kaliteyi düşürmelerine engel ol­maktır. Dinin usullerini sağlamak, insanları tüccarın ve sanatkarın cimrisinden ve hilesinden muhafaza etmektir. Velhasıl hisbeye: Emr'i bil ma'ruf ve nehy-i anilmünkerde denilir, bu maruf açıktan terk olduğu zaman onu emretmek, münkerde açıktan yapılırsa onu da nehyetmek ve kaldırmak demektir. Bu ümmete göre (şar'an) sabit olan bir haktır. Hisbe teşkilatının sorumlusu olan muhtesip namazı kılmıyan, zekatı ödemiyen, ramazanda orucu tutmayan kişiyi incelip yapmamış olduğu görevi yerine getirmesini isteyebilir. Müslümanm ibadetleri bırakmasına mani olmak. Günahlardan engellemek gibi diğer Allah'ın hukukları da muhafazası için hakime veya muhtesibe baş vurmak.

 

Kul Hakkı İse:

 

Onu kontrol altına alması, tüm insanlara lazım olan başkasının malına, ırzına ve kanma saygı ve hürmet göstermek. İşte şeriat -dini ol­sun medeni olsun, umumi olsun, hususi olsun- tüm hakları bu metod üzerine hak sahibinin hakkına saygıyı emrederek, hakka tecavüzü me-îderek, mütecavize ceza vererek muhafaza altına almıştır.

 

c) Hakkı Meşru Bir Metoda Göre Kullanmak: [154]

 

İnsan kendi hakkını şeriatın emrine ve müsaadesine göre kullan­ması lazımdır. İster fert, ister cemaat olsun, başkalarına zarar vermek suretiyle kullanmaya hakkı yoktur. Zira şu şekildeki olan tasarruf gayr-ı meşrudur. Örneğin; mülkiyet hakkı İnsana kendi mülkünde istediği şekilde bina yapmasını caiz kılar. Fakat onun komşusunun güneşine ve havasına mani olacak şekilde bir bina yapması, o binada komşusunun evinin içine bakan bir pencere açması, bu şekildeki olan bina zararı komşuya verdiği için caiz değildir. İnsanın hakkını kendisine veya baş­kasına zarar olacak bir şekilde kullanması. İşte beşeri hukuk kanuncu­ları arasında "hakkı kullanmada tasarruf, zorbalık ve güç kullanarak kendine almak veya zulmen kendi baskısiyle almak ve zulm etmek gibi buna taasüf denilir. Fakat insanın kendisine ait olmayan bir hakkı kul­lanmasına taasüf denilmez. Bunun ismi başkasının hakkına tecavüz­dür. Örneğin; kiracının daireye zarar verecek bir surette kullanması ta­asüf babındadır. Fakat gasp tecavüz babındadır. Devletin başındakilerin ve görevlilerin şeriatın sınırlarını, yetkilerinin sınırlarını çiğnemeleri, ba­zı malları gasp etmek, zulmen olarak vergiler toplamak gibi şeyleri hak­kı kullanmada taassuf sayılmaz. Şu halde bu bir hakka tecavüz veya hakkı olmayanı kullanmaktır ki öyle adamlarının ted'i ve taziri lazım gelir. Zira Hz. Ömer (r.a.) Ammar b. Yasir'i Küfe valiliğinden, Muğire b. Şu'beyi de Basra valiliğinden-Halkın şikayeti üzerine almıştır. Aldülme-lik b. Mervan, valileri vergi işleriyle uğraşan memurlarını devletin başka vazifelerini millete baskı yaptıklarını veyahut yetkilerinin veya hüküm-darlarınmm hududlarını aştıkları vakit, onları hesaba götürmek için "Divan-ı mezalim"i kurmuştur. Taassuf haramdır. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Kadınları boşadığınızda, iddetlerini bitirdikleri zaman, artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salın, yoksa haklarına tecavüz etmek için onları zararlarına olacak şekilde yanınızda tutmayın, kim bunu yaparsa kendine zulmetmiş olur. Sakın Allah'ın ayetlerini şakaya almayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğütler ver­mek için indirdiği kitap ve hikmeti unutmayıp düşünün. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah her şeyi bilir. [155]

Allah Teâlâ burada (ric'i talaktan sonra) -cahiliye devrinde yaptık­ları gibi- dönüş hakkının zarar verme kastiyle kullanılmasını yasakla­mıştır. Cahiliye devrinde erkek kendi hanımını boşadıktan sonra iddeti bitmek üzereyken döner, ondan sonra bir daha boşardı. Allahu Teâlâ bunu yasakladı. Yasakda tahrimi ifade ettiği için, taassuf da haramdır. Başka bir ayet-i kerimede ise Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

Allah'ın sizi başına diktiği mallarınızı beyinsizlere ve aklı er­mezlere vermeyin, onları o malla besleyin, giydirin ve onlara güzel öğütler verin."

Burada Allahu Teâlâ malını rastgele savuran sefihe hacir konulmasını emretmiştir. Zira bu infak ve harcama hakkını kullanma husu­sunda bir taassuf ve zorbalıktır. Taassuf ve zorbalık yasak olduğu için, hacre ve tedibe müstehaktır. Taassufun haram olduğuna delili ise şöyle­dir: Rasûlü Ekrem (s.a.v.) geminin alt katındakilerin oradan bir delik açmalarına zarara neden olacağı için -mani olunmasını emretti. Zira bu hepsinin helaki idi. Doğal olarak onların bu fiili yeni delik açmaları ta­assuf babında olduğu için haramdır. Taassufun haram olmasının nede­ni ikiye ayrılır:

1-Hak sahibi hakkını kullandığı takdirde, kullanmakta serbestliği ve hürriyeti yoktur. Zira başkalara zarar vermemek şartına bağlıdır. Ör­neğin; muhtekerin malının darlık zamanında onun namına zorla satıl­ması caizdir. Zira başkasına zarar vermeyi meneden şer-i deliller ihtiyaç halinde ihtikarın haram olrriasım emreder. Bu zarar ister meşru bir hakkı kullanmaktan meydana gelsin, ister yalnız olarak tecavüzden meydana gelsin, fark etmez. Cana, ırza ve mala tecavüzün haram olma­sı gibi bunun delili ise, başkasına zarar vermektir.

2- Bir maslahat için mal sahibi kendi malında haktan gelecek kul­lanması kendisine bağlı değildir. Aynı zamanda bu hak topluma da uza­nır. Zira Ferd'in malı, her tehlikeye karşı daima hazırlıklı ve güçlü kal­ması lazım gelen cemaatın ve ümmetin malından bir cüzdür. Hatta ve hattaki normal şartlarda cemiyetin hususi malda kefaret, haraç, zekat­lar, fitre vb. vakıflar, vasiyetler ve diğer hasanat ve hayır yollardan gelen nafile bir payda vardır. İşte buna günümüzde "hukukun ortaklığı" deni­lir. Şu halde cemiyetin fertlerin malında bir hakkı olduğu için ferdin kendi malını zararlı bir surete kullanması haramdır. Zira bu hem kendi­ne hem de toplu zarar vermektir. İnsan hakkını kullanırken hakta ara­nan maslahatı değil de başkasına zarar vermeyi matlup ederse o zaman böyle kullanış haramdır. Aynı zamanda bundan menedilmesi lazımdır. Örneğin; alacaklılara ve varislere zarar vermek için vasiyet etmesi, ric'i, talak.ile boşadığı hanımına ona zarar vermek niyetiyle dönüşünün ha­ram olması, hastanın ölüm anında alacaklıları ve mirasçıları mahrum etmek için, üzerine olmayan borç ispat etmesi bir kişinin ölüm yatağın­da mirastan bir pay ona düşmemesi için boşaması kocanın kendi hanı­mına zarar vermek için hanımını akrabalarından ve memleketinden başka memlekete götürmesi, alim şerefli kimseleri tenkit etmek için ifti­ra ve dedikodularla onların aleyhine dava açmak, bunlar hepsi haram­dır. Zira öyle taassuf "zarar vermek" kasdı vardır. Bu örneklerde taasu-fun üzerine üç şey hücum eder: Onun gibi de engel olmak için taassufle hareket eden hak sahibinin hakimin denk göreceği bir ceza ile tedip ve tazir edilmesi; onun feshi mümkün ise yaptığı tasarrufun fesh edilmesi bu taassüften meydana gelen zararın tazmin edilmesi. Zararı istemiş ve istememiş karine ve delilerle belli olur.[156]

İkinci kural meşru olmayan bir neticeyi azmetsesi: Kişinin hakkını kullanmakta niyeti, hak murada denk olmayan gayri meşru bir çarenin meydana gelmesi ise ve o kişi bu meşru hakkı meydana getirmenin ardında saklanıyorsa bunlar, Örneğin; "nikah aktini -devamlı olarak bir evlilik niyetiyle değil de belki üç boşamak ile talak ol­muş bir kadını birinci kocasına helal kılmak için bir vesile yapmış; alış­veriş aktini faize veya gayri meşru bir yoluna baş vurmak, bey'ul i'ne" bu örneklerden biridir. "Bey'ul-i'ne" bir şeyi veresiye satın alıp ondan sonra faiz kasdıyle o şeyi aldığı fiyattan daha aşağı fakat peşin para ile ilk sahi-bine geri satmaktır- bu taassüfdur, haramdır. Rasûlü Ekrem (s.a.v.); (Ka­dını ilk kocasına helal kılmak meselesinde) şöyle buyurmuştur:

"Allah (c.c.) helak kılana da kılınana da lanet etti. [157] Başka bir hadiste ise şöyledir; "Bir zaman gelecek ki, insanlar faizi alış-veriş yoluyla helal kabul edecekler." Aynı zaman Rasûlü Ekranı (s.a.v.) bu hadiste serahatan yasaklamıştır.[158]

"İnsanlar dinar ve dirhemde cimrilik ettikleri, İ'ne yoluyla alış-ve-riş yaptıkları, öküzün kuyruğuna yapışıp cihadı terkettikleri zaman Al­lah üzerlerine bir bela nazil eder ki, tekrar dinlerine dönmedikçe onu kaldırmaz." Müslüman olmayan (ehlikitap) bir kadının müslüman olan kocasından mal almak için müslüman olması, farz olan zekatı verme­mek için havlin tamam olmasına yakın malı hibe etmekde meşru hakkı kullanmanın arkasına gizlenerek gayri meşru bir hedefi gerçekleştir­mektir. Bu kaide sedd-i zerayi (harama giden yolları kapatma) esasın­dan ve bundan çıkarılan kendisiyle "haramı helal, helali haram veya va­cibi iskat" kastedilen "haram hileler"in batıl olduğu kaidesinden alın­mıştır. Bu kaidenin esası da birinci kaidede olduğu gibi "zarar verme kastı"dır.

 

Hile-i Şer'iye Nedir:

 

Meşru bir tedbir ve çare bulmaktır. Demek türkçedeki kandırmak, üç kağıtçılık ve sahtekarlık manasına değildir. Şu halde caiz olmayan bir şeyi mefudlu olarak caiz bir hale getirmektir, örneğin; zekatı, yol, bi­na ve köprü yapımına vermek caiz değildir. Bunun son hilesi yani son çeresi bu zekatı müstehak bir fakir kabul ettikten sonra binaya, yola, köprüye, camiye yahut kur'an kursu binasına bağış yoluyla vermesidir. Bununla beraber yine de öyle hilenin caiz olup olmadığı mezhepler ara­sında tartışmalı bir konudur. Bir kişi meşru maslahatı meydana getirse onunla beraber başkasına bu maslahattan daha fazla ve onun gibi zarar getiriyorsa o zaman bu kişi hakkını kullanmaktan engellenir. Zira Rasû­lü Kibriya (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Bir zarar kendi misliyle izale olunmaz."

Bu zarar isterse topluma zarar olsun isterse bir kişiye zararı olsun fark etmez. İşte bu taassuf olur hakkın bulunması bu örneklerde caiz değildir. Fakat zarar az olursa veya zarar kesin olarak değlise belki ihti­mali olursa o zaman kendi hakkını kullanmakta serbesttir ve bu taas­suf olmaz. Bir cemaata veya bir grba umumi olarak zarar veren fillere örnek:

1- İhtikar: İnsanların muhtaç olduğu şeyi satın alıp buna çok ihti­yaç duyulacağı ve fiyatların arttığı zamanda satmak üzere, stoklamak. Bu haramdır. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Celeb, dışarıdan mal getiren, tacir rızık kazanır muhtekir (karabor­sacı, stokçu) ise lanetlenir."

Ancak günahkar pahalanması için stokçuluk ve karaborsacılık ed­er, birinci hadisi İbni Mace Hz. Ömer'den rivayet etmiştir ve zayıftır. İkinci ise sahihtir. [159]

2- Savaş esnasında ve yol kesiciye silah satmak, şarapçıya üzüm satmak, malı kıymetinin bir mislinden daha fazlasına satmak gibi toplu­ma ve cemaatına zarar verdiği için tüccarın bu işten men edilmesi gere­kir.

Hanefi ve Malikilere göre hükümdarın yani valinin ticaret malları­na meşru bir kâr haddi koyarak fiyatları dondurma hakkı vardır. Eğer uccar bu işe razı olmazsa mallan cebren satılır. Yine bunun gibi hü­kümdarın, valinin uyuşturucu madde elde edilen şeylerin ekimini ve mılletin ihtiyacı olmayan şeylerin ekimini menedebilir.

Semure b. Cündüb kendi hurmalarına bakmak için Ensar'dan bi­rinin bahçesine girip çıkardı: Ensar'dan olan zat bundan rahatsız oldu­ğu için Rasûlüllah (s.a.v.) ona engel oldu. [160]

Zira girip çıkmasındaki zarar hurma sahibinin hurmalarına baka­mamasından hasıl olacak zarardan daha fazla idi. Maslahata eşit olan özel zarara örnek; ev sahibinin kendi mülkünde komşusuna zarar vere­cek bir hareket yapması.

Ebu Hanifeye göre bundan men edilmesi gereri. Zira Rasûlü Ek­rem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Bu hadise göre, bu zararın menedilmesi vaciptir. Maslahatın altında meydana gelen zarara örnek; bir kişi kendi arazisinde bir duvar yapmasını gbi veya ağaç dikmesine kadar bu komşusunun oksijen ve havasına mani olursa da caizdir. Zira bu tassuf kısmından değildir. Bir de kendi haktan istifade zamanında adeten böyle gibi küçük zararların meydana gelmesi haliyle meydana gelir. Mevhumlu olan zararların örneği; nüfusun çok ol­ması, geçimin darlığına sebep olabilir. Fakat insan bundan engellenemez. Zira buradaki olan zarar kesin değildir. Belki zannidir. Bir de Allah (c.c.) yer üstünde ve içinde bütün ziruhlanna nzık vermek için gelir kaynaklar ve hazineleri yaratmıştır. Eğer doğru olarak çalışan eller, tefekkür kafalar hizmet ve çalışmalan olursa, bir de Allah (c.c.)'m takva ve emirlerine ek­siksiz olarak mutabakat edilirse bunlar insanlann ihtiyacına yeterli gele­cektir. Zira Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Oysa o ülkenlerin halkı iman edip Allah'tan korksaydılar. El­bette üzerlerine yerden ve gökten bereketler açardık. Fakat yalan­ladılar. Biz de kendilerini kazandıklanyla mukabil azabımızla yaka­ladık. [161]

Başka bir ayette ise Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:

Eğer ehli kitap Tevrat'ı, İncil'i ve rablerinden kendilerine in-dirilerini doğru olarak uygulasalardı. Hem üstlerinden hem de ayak­larının altlarında olanlardan yerlerdi. İçlerinden orta yolu tutan bir millet de vardı. Fakat çoğu ne kötü işler yapıyorlar. [162]

İnsan hakkını örfe göre olmayan birsurette kullanarak diğer her hangi bir şahsa zarar verirse bu taassuf olur. Örneği, radyonun ses to­nu fazla açıp komşuyu huzursuz etmek, ev kiralayıp uzun bir müddet suyu kapatmamak, duvarlanna sızıntı yapmak, kiraladığı arabaya onun [163] kuvvetinden fazla bir yük yüklemek veyahut hayvan kiralayıp götürme­yeceği kadar yüklemek, ona acımayacak şekilde vurmak gibi. Bütün bu hareketlerde o adam müteassif olduğu için bu hareketinden menedilir. Zarara uğrayan kişinin zararını verir. Fakat bir kişi hakkı örfe göre kul­lansa ve aynı zamanda bir zarar meydana gelse bu taassufsa yılmadığı için zararın tazminatı yoktur. Örneği; mahir bir operatör doktur adet ol­muş bir şekilde bir ameliyat yapsa ve o hasta ölse ondan tazmita alın­maz. Örneği birisi fırın yaksa ve dumanından komşu rahatsız olsa veya her hangi bir alet çahştırsa ve normal sesinden komşular rahatsız olsa yine tazminat lazım gelmez. Zira bunlar hepsi örfe göredir. Herkes de bunlara alışılmıştır. Buna göre kendi arazisinde ateş yaksa o ateşin sıç-ramasıyle komşuya zarar olsa, şayet ateşin yakılması normal bir vakitte ise tazminat gerekmez. Eğer rüzgarın şiddetli esmesinin vaktinde olursa tazmin etmesi gerekir. Aynı bunun gibi kendi arazisini sularken, eğer normal bir sulama sonucu su komşunun arazisini isüla etse o zaman tazminat lazım gelmez. Eğer onun aksisi ise tazminat gerekir.[164]

Bu konudaki tasarrufun normal olup olmadığını belli edecek mik­yas ve ölçü örftür. Fırıncı ve hayvan dağ yapan kişi bunlara teslim edilen şeyi yandırdığı vakit onlara göre yapılacak işlerinin hükümleri de yi­ne Örfe göre olacaktır. Fırını fazla sıcak yaparak veya elektrik sıcaklığını artırarak normal olmayan bir tasarrufta bulunmuşlarsa onlara tazminat gerekir. İnsan hakkını önlenişiz, tedbirsiz, dikkatsiz bir şekilde kullanır­sa başkalarına zarar verirse buna "hata" denilir. Bu hata sahibinde, -müteassif olur veya hata yaptığı için sorumlu olur. Bu hata isterse o-nun niyete göre olsun isterse fiiline göre hiç bir fark olmaz. Avcı uzakta bir kılavuz görüp av zanmyle silahıye ateş etse sonra kılavuzun yerine insan olduğu meydana çıksa bunu yanlışlığı niyete göre olur. Fakat avcı silahım ava doğru ateş etse fakat mermi hedefe doğru gitmiyerek bir in­sana isabet etse veya avı delip geçtikten sonra bir insanı öldürse bu da avcı fiilde hata ve yanlışlığı olur. Bütün bunlar hakkı kötü olarak kul­landıkları için başkalarına zarar isabet olduğunda tazmin lazım gelir. Zira ateş yapanın isterse niyetinde isterse fiilinde tedbirli ve dikkatli ol­ması tecrübeli ve temkinli olması lazım ve elzemdir. Eğer öyle fiillerde gevşeklik belli olursa o zaman insanların mallarını ve kanlarını muhafa­za olmak için bu fiilin sonunda katlanması lazımdır. Zira Allahu Teâlâ hata ile öldürmede zarann diyetle mukabelesini farz kılması ve Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimizde daha yukarda geçen "zarar misliyle gideril-mez" hadisinde zarar vermekten menetme sidir. Zarar vaki olduktan sonra tazmin edilmesini veya karşılığının verilmesini farz kılmaktan başka kesinlikle bir çıkış yolu yoktur. Bu kararın açılmak mahalli, hak­kı kullanırken hatadan meydana gelen zarardır. İsterse bu hak akitle, ister sari'in müsadesiyle meydana gelsin, isterse hakkın kaynaklarından başka bir şeyle meydana gelsin aynıdır. Zira fakihlerin ittifakıyle hakla­rını kullanırken, başkasına zarar vermemekle bağlıdır. Zira insanların kanlan ve malları daimel evkat mahfuzdur. Hiç bir şekilde boşa gitmez. Bunun için meydana gelen zararın tazmi edilmesi gerekir. Bu zazarın verilmesi istese az olsun isterse çok olsun aynıdır. Fakat bu kararda iki yerde o zarar tatbik edilmez.

a) Örneğin; normal bir şekilde ameliyat yapan doktor bu ameliyatin nedeniyle bir organın telefe gtimesi veya ölüme sebep olması olursa o zaman tazmin gerekmez.

b) Bir insan kendi arazide silah eğitimi yapsa ve bu arazinin etra­fına "dahil olma" yasaklarının işaretini de bırakmış olsa o zaman kim arazisine girip de vurulan kimsenin diyeti verilmez. Yani diyeti sakıt olur. Aynı bunun gibi ölüme tehlike veren veya yırtıcı hayvanların var olduğu bir yola dahil olan bir kimse ölü olarak bulunsa diyeti sakıt olur. Hiç bir kasıt ve masus olarak olmadan maddi zarara veya ölüme neden olan trafik kazaları; hakim baba hoca ve koca gibi tedip hakkı var olan kişilerin bu hakkı kullanırkenneden oldukları kasıtsız tehlikeler, küçük­ten büyüğe uzanan meşru müdafa hududunu aşarak giden hallerde; kisinin kendi malı zannederek başkasının malını telef etmesi.. Bunların tümüne zararın Ödemesini lazım ve elzemdir.[165]

1- Aynı şeyin zararı ortadan kaldırmak: Havasını ve ışığını kaldır­mak şartıyle komşusunun evine yapışık bir şekilde bina yapan kişinin binasının aynısı kökten kaldırmak, ev sahibin açtığı komşu evin içine karşı pencereyi kapatmak gibi.

2- Tasarrufu kaldırmak: Üç boşamak ile talak olunan kadınla ilk kocasına helak kılmak niyetiyle yapılan nikahın, i'ne satışının, varislere zarar veren vasiyetin ibpatle dilmesi gibi.

3- Bir can ve uzun veyahut mal telef olmuşsa zararın ödenemsi.

4- Hakkı kullanmaya engel olmak: Hanımına zarar verme niyeti ile onu sefere götüren kocayı seferden engel olmak gibi.

5- Tazir cezası: Asil ve kıymetli kişileri teşhir etmek için hakların­da dava açmak gibi.

6- İcbar etmek: Tüccar muayyen bir fiyatla satış yapması için ic­bar etmek; işçileri, ücretinin misliyle çalışmaya zorlama ve icap etmekg ibi, hak ister malı olsun ister gayri mali nakl edici bir nedeni olursa o zaman hakkın nakli caizdir. Örneğin; satılmış olan bir mal-mülkiyet hakkı satılmış olduğu için, satıcıdan alıcıya, alacak hakkı da ölüm ne­deniyle alacaklının zimmetinden terekesine intikal olur. Mali olmayan bîr hak örneği; ise küçük çocuk üzerindeki velayet hakkıdır. Zira bu hak babanın ölümüyle babadan dedeye nakil olur.

Beslemek hakkı: Anne küçük çocuğun mahremi olmaktan sonra bir kişiyle evlenirse anneden anne anneye intikali olur.

Hakkın intikal nedenleri çoktur. Örneğin; alacağını bir borçludan bir başka borçluya havale etmek. Kadının alacaklısını (alacağı mukabi­linde) mehri alması için kocasına devr etmesi, satıcının kendisine borcu olan alıcıya devr etmesi rehin almış olan bir kişi alacaklısını, alacağını rehin verenden alması için ona devr etmesi gibi.

Hakkın sona ermesi: Bu da nevine göre değişme meydana gelir. Örneğin; nikah hakkı boşamak ile sona erer. Mülkiyet hakkı satışla so­na varır. Çocuğun babaya bağlı nafaka hakkı çalışma kuvvetine yetiş­mesi ile sona varır. Kiralanan maldan intifa hakkı. Müddetin bitmesiyle, kira aktinin iptal edilmesiyle veya evin yıkılması gibi Özürlerle veya baş­ka şartlardan dolayı aktin iptal edilmesiyle sona ermiş olur. Borç hakkı ödemek ile yahut veya alacaklının aynı şekilde borçluya borçlanmasıyle veyahut ibra ile sona ermiş olur.

İbra: Hak sahibinin borçlu üzerinden hakkını helal etmektir.



[1] Tevbe, 121

[2] Yusuf, 20

[3] Buhari, 2003; Müslim, 1531

[4] Buhari, 2001

[5] Buhari, 2010

[6] Bakara, 275

[7] Buhari, 1402

[8] Müslim, 1603

[9] Müslim, 1606

[10] Müslim, Nesai, İbn Mace

[11] Buhari

[12] Al-i İmran, 77

[13] Enam, 108

[14] Müslim, 106

[15] Buhari

[16] el-Fıkh'ul-Menheci, c.3; s.121

[17] Ebu Davud, 4401

[18] İbn Mace, 2183

[19] Müslim, 1513

[20] Buhari, 2121; Müslim, 1567

[21] Buhari, 2122; Müslim, 1567

[22] Nesai, Tirmizi, İbn Mace, Ebu Davud, 3503

[23] Buhari, 2003; Müslim, 1531

[24] Buhari, 2001

[25] Buhari, 2010

[26] Fukaha-i seb'a

[27] Nisa, 29

[28] Maide, 1

[29] El-Fıkhu'l-İslami, c. 4, s. 356

[30] Müslim, İman, 164

[31] Tirmizi, Büyü, 4

[32] Buhari, Büyü 19

[33] Müslim, İman, 164

[34] Buhari, Büyü, 19

[35] İbn Mace, 2246

[36] Müsned, c.3, s491

[37] Müsned, 80

[38] el-Fukhul-Meheci, c.3, sh. 25

[39] Mutaffîfin, 81/1

[40] Tirmizi, Büyü, 9

[41] Ebu Davud, Büyü, 7

[42] Buhari, Buyu; 19

[43] Hac, 78

[44] Nisa, 101

[45] Buhari, 1066

[46] Bakara, 275

[47] Buhari, 3692

[48] Darekutni, 42

[49] Buhari, 2086

[50] Müslim, 1555

[51] Ebu Davud, 3502

[52] Tirmizi, 3354

[53] Müslim, 1525-26: Buharı, 2028-29

[54] Müslim, 1525

[55] el-Fukhu'l-Menheci, c. 3, s.32

[56] Buhari, 5482

[57] Tirmizi, 1231

[58] Buhari, 2035; Müslim, 1516

[59] Buhari, 2050; Müslim, 1521

[60] Müslim, 1519

[61] Müslim, 1605

[62] Buharı, 2023; Müslim, 1515

[63] Buhari, 1970

[64] Tirmizi, 208

[65] Buhari, 1976; Müslim, 1532

[66] Bakara, 224

[67] Buhari, 1981; Müslim, 1606

[68] Müslim, 106

[69] Tirmizi, 1208

[70] Bakara, 282

[71] Bakara, 282

[72] Bakara, 282 el-Fukhu'1-İslami, c.4, s. 467

[73] el-Fukhu'1-İslami, c.4, s.471

[74] el-Fukhu'I-İslami, c.4, s.471

[75] Maide, 2

[76] el-Fukhu'l-İslami, c.4, s. 440

[77] el-Fukhu'I-İslami, c.4, s.442

[78] el-Fıkhu'l-İslami, c.4. s.444

[79] El-Mecmü1, c.17, s.361

[80] Nisa, 29

[81] Muğni'l-Muhtaç, c.2, s.362

[82] Ruh'ul-Muhtar, c.3, s.265

[83] Cessas,.c.l, s.87-8

[84] al-Mecmu, c.14, s.259

[85] el-Fukh'ul-îslami. c.4, s.447

[86] Baka­ra, 29

[87] Cami'ul-Usûl, c. 1, s.375

[88] Cami'ul-Usûl, c.l, s.377

[89] Neyl'ül-Evtar

[90] el-Fukh'ul-İslami, c.4, s.447

[91] el-Mühezze, c.l, s.261

[92] el-Fıkh'ul-îslami, c.4. s.450

[93] el-Fukhu'1-İslamiy, c.4, sh.453

[94] Buhari, Müslim

[95] Buharı, Müslim

[96] el-Fuk'ul-İslamiy, c.4, s.394-5

[97] el-Fıkh'ul-îsIarnuy, c.4, sh.396

[98] İbni Mace

[99] el-Fikhu'Mslamiy, c.4, s.418

[100] el-Fıkhu'1-İslâmiy, c.4, s.421

[101] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.558

[102] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.570

[103] el-Fikh'uI-îslami c.4, s.402

[104] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.401-2

[105] el-Fıkhu'1-İslâmî, c.4, s.403

[106] el-Fıkh'ul-İslami c.4, 406

[107] Yusuf, 47

[108] Buhari, Müslim, Tirmizi. Nesai, Ebu Davud

[109] Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei

[110] El^Buharu'r-Raik, 4/169

[111] Müslim

[112] Baka­ra, 237

[113] EbuDavud

[114] Lokman, 6

[115] Tirmizi

[116] Baka­ra, 175

[117] Tuhfet'ul-Ahvazi Şerh'u-Tirmizi, c.4, s. 357

[118] el-Fıkh'ul-İslami, c.4, s.54

[119] el-Fıkh'ul-İslami, c.4, s.53-54

[120] el-Fıkh'uI-îslami c.4, s.55

[121] Yasin, 7

[122] Enfal, 8

[123] İsra, 81

[124] Bakara, 241

[125] Mearic, 24-25

[126] Mü'min, 20

[127] el-Fikh'ul-İslami c.4, sh.10

[128] el-Fıkh'uI-İslami c.4, s. 11

[129] Neyl'ûl-Evtar

[130] el-F"ıkh'ul-İslami c.4, s. 12

[131] cl-Fıkh'ul-İslami c.4, s. 12

[132] el-Fıkh'ul-İslami

[133] Bakara, 178

[134] el-Fikh'ul-İslami c.4, s. 16-17

[135] Maide, 103

[136] el-Fıkh'ul-Islami c.4, s. 17

[137] Müslim, Buhari

[138] Neyl'ul-Evtar, c.6, s.57

[139] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s. 18

[140] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s. 19

[141] el-Fıkh'ul-İsIami c.4, s.22

[142] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.22

[143] el-Fıkh'ul-îslami c.4, s.25

[144] Nahl, 126

[145] Ahmed, Ebud Davud ve Nesei rivayet etmişlerdir.

[146] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.27

[147] Maide, 89

[148] Bakara, 280

[149] Nisar, 4

[150] Bakara, 237

[151] İsra, 33

[152] Şura, 40

[153] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.29

[154] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.29

[155] Bakara, 231

[156] el-Fıkh'ul-İslamİ c.4, s.32-33

[157] Neyl'ul-Evtar, c.6/138

[158] c.5, s.206

[159] Neyl'ul-Evtar, 5.220

[160] Şerhu Müslim, c.ll, s.47

[161] A'raf, 96

[162] Maide, 66

[163] el-Fıkh'ul-îslami, c.4, s.35

[164] el-Fıkh'ul-İslami, c.4, s.38-39

[165] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.38-9