YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM... 2

CÜZAF. 2

(TAHMİNİ SATIŞI) 2

YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 7

IRK VE IRKÇILIK.. 7

YİRMİ DÖRDÜNCÜ BOLUM... 9

YALNIZ KUR'AN'A SARILMAK KAFİ MİDİR?. 9

YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM... 14

RIBA.. 14

Haram Kılınış Nedeni Ve Hikmeti: 22

Riba El-Fadl (Fazlalık Faiz) İn Miktarı: 22

İlletin Nev'i: 22

Ribevî Malların Mikyası: 23

Nesie Faizinin Nedeni: 23

Banka Faizleri: 24

YİRMİ ALTINCI BOLÜM... 33

KARD (BORÇ) 33

Borç Verilen Malda Bulunması Gereken Şartlar: 36

1. Akdi Bozan Şartlar: 37

2- Akdi İfsad Etmeyen, Fakat Anlamsız Kılan Şartlar: 37

Borçta Zaman Şartı 38

3- Yerine Getirilmesi Lazım Olan Şartlar: 38

YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM... 40

MEFKUD.. 40

YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM... 42

İCAR (KİRA) AKDİ. 42

İcarenin Sıhhat Şartları 44

Menfaat Mahallinin İzahatı: 44

Müddetin İzah Atlanması: 45

Aylarla İcare: 45

1- Ücretin Ma'kudunaleyhin Cinsinden Olsın Bir Menfaat Olmaması: 51

2- İcareyi İptali Caiz Yapan Bir Özrün Meydana Gelmemesi: 51

a) Müstecir Yani Kiracı Tarafından Özür: 52

b) Müeccir Yani Kiraya Veren Tarafından Özür: 52

c) İcar Ve Tutulan Ayn'a Yani Malın Bizzat Kendisine Yahut Eşyaya Ait Olan Özür: 52

Mubah Menfaatler Üzerinde İcare Akti Hükmünün Meydana Gelme Usulü: 53

İcar Edilen Ayn'dan Faydalanma Kaidesi: 56

Ecirin Tazminat Ödemesi: 57

Sünnetçi, Hacamatçı Ve Veterinerler: 58

Dokumacı, Terzi, Boyacı Ve Bunlar Gibi Sanatkarların Ücretle Tutulması: 59

1- Cinste Muhalefet Durumunda: 59

2- Sıfatta Muhalefet: 59

Tercüme, Telif Ve Onların Hakkı Nedir?. 62


YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM

 

CÜZAF

 

(TAHMİNİ SATIŞI)

 

[1]Günlük hayatta bu nev alış-verişer çoğunlukla görülür. Bunun için öyle bir alış-verişin nasıl olduğunu, meşruluğunun kaynaklarını ve bir yığın yiyeceği satma ve onun gibi en önemli hallerinin hükmünü nakitlerin, süs eşyalarının ve süslenen yani kaplanmış eşyanın cüzafen (götürü ve tahmin olarak) satılmalarını ve şartlarını izah edeceğiz.

a) Tarifi: Cimin üç harekesiyle cüzafm okunması caizdir. (Cizaf, cüzaf ve cezai) Fakat bununla beraber cimin kesriyle (cizaf) okumak da­ha yaygın ve daha fasihtir. Bu kelime muarrabdır. Yani farsçadan arap-ça lisanına çevirilmiştir. Cizaf: Bir şeyin sayılmadan, tartılmadan ve ölç­meden fakat gördükten sonra, götürü ve tahmin olarak satılması de­mektir. "el-Cezf' in aslı ise bir şeyi çokça almaktır. Ölçülen bir şey çokça olursa, bu asıldan olan kelimesi kullanılır. Şu halde böyle bir satışın se­bebi ise kolaylıktır. Şevkani bu tahmini satışı: "miktarı tafsilatlı olarak bilinmeyen şeyin satışı" şeklinde tarif etmiştir.

b) Meşruluğu: Hadis-i nebevi ile tahmin ve götürü satışının meş­ruiyeti varit olmuştur. Zira Hz. Cabir şöyle demiştir:

Rasûlüllah (s.a.v.) ölçüsü belli olmayan bir hurma yığınının, mik­tarı malum hurma mukabilinde satılmasını yasak etmiştir." Hadis-i Müslim ve Nesai rivayet etmiştir. [2]

Şu halde eğer semen hurmadan başka bir cins olsa o zaman hur­manın tahmin ve götürü olarak satılmasının caiz olduğuna delalet eder. Fakat semen hurma olsa saüş haram olur. Zira öyle bir satışda riba el-fazl yani fazlalık faizi meydana gelir. Zira bir şeyin kendi cinsi ile satılması ha­linde onlardan birisinin miktarı malum olmazsa bu satış haram olur.

Başka bir hadis de İbni Ömer'den şöyle rivayet olmuştur:

Yiyecek şeyleri pazarın en üst yerinde cüzafen (tahmin olarak) alış-veriş yapıyorlardı. Rasûlüllah (s.a.v.) de onu o yerden kaldırmadan satmalarını yasakladı." Bu hadisi Ahmed b. Hanbel ile Tirmizi ve İbni Mace müstesna diğer kütüb-i sitte yazarları rivayet etmişlerdir. [3]

Bu hadis-i şerif de Peygamber (s.a.v.)'in, ashab-ı güzinin tahminen satışlarına müsaade ettiğinin kaynağıdır. Fakat onlara, kabz edip ele ge­çirmeden evvel, satın aldıkları şeyi satmalarını nehyetmiştir. Fakihlere göre çizaf yani tahmin ve göz karan ile yığın yani subra satışı ile nakitlerin, süslenmiş eşyaların ve süs eşyalarının satışına dair dört mezhep imamının tafsilatlı açıklamaları gelecek konularda gösterilmiştir. Aynı zamanda cizaf ve göz kararı yoluyla yığın satışının caiz olduğuna ittifak etmişlerdir. Yığın = subra bir araya cem olmuş buğday ve kendine ben­zeyen yiyecek şeyler demektir.

İbni kudame'ye göre: Yığının göz karan ile satışı caizdir. Bu mese­ledeki delilini zahirdir. Zira biraz evvel geçtiğimiz hadis-i şerifin işareti­dir. Fakat satıcı ve müşteri o yığın karannı yani miktarını net olarak bil­medikleri zaman caiz değildir. [4]

Hafiefılere göre: Bir kişi başkasına belli olan bir yiyecek yığının­dan bir kaç dirhem mukabilinde bir kafiz satacak olsa veya kumaş dolu şu çuvalı, şu kadara satacak olsa aynı zamanda sayısını da bilmezse ve­yahut bu yığını şu kadara satsa ve kaç kafiz olduğunu da bilmezse bun-lann satışı hepsi caizdir. Zira böyle şeylerdeki olan bilgisizliğin önemi yoktur. Kafiz: 8 mekküldur. Cemi ise "kufzün veya akfizdir" 1 mekkük ise 1.5 sa veya 3 keylecedir. 1 Keylece ise 1.7/8 men'dir. Demek keylece bir men'dir ve menin sekizinden yedisidir. Men ise yağ ve onun gibi şey­lerin ölçü birimidir. 2 ntıle kadar birşeyde olabilir.

Nevevi de şöyle demiştir: "Kafîz 12 sa, olan, bir ölçektir. EI-Kür ise 60 kafizdir."

Ebu Hanife'ye göre: Her kim bir yığın yiyeceğin (bu geçmişin ade­dinde hususi olarak buğday ve buğday unu demektir.) Her bir kafızini, örneğin, bir dirhem mukabilinde satacak olursa -ki bu, birim fiyat be­lirtmek suretiyle meydana gelen satıştır. Bu satış yalnız olarak bir kafiz-de caizdir. Diğer kısımlarda ise ancak ve ancak ya kafîzlerin hepsi hesap olur veya mecliste ölçülür. Zira meclisteki olan zamanların hükmü bir tek zaman gibidir. Eğer meclis dağıldıktan sonra yığının miktarı belli olursa, satış fesada gider. Artık daha sahih olmaz. Arpa, dan ve bunlar gibi başka tahıllar da yiyecek yani buğday ve buğday unu gibidir. Şu halde tek bir kafizde cehalet olmadığı için, bir kafîzde kesin olarak akit sahih ve bağlayıcı olur. Şayet kafîzlerin adedini belli etmek veya ölçmek yoluyla akit meclisinde satılan şeyin hepsindeki bilgisizlik ve cehalet or­tadan kalkacak olursa, o zaman alıcı için, serbestlik sabit olur. Zira alı­cı için safka yani satış ayrılmıştır. Fakat satıcı için böyle bir durum yok­tur. Zira ma'makudun aleyhin bölümlere ayrılması onun nedeniyle mey­dana gelmiştir. Zira o evvelden kafîzlerin miktarını sınırlamamıştır. Bu­nun için satıcı satışın tamam olmasına razı olmuştur. Bunun durumu şu duruma benzemektedir. Nasıl bir kişi daha evvel görmediği bir şeyi satın alacak olursa o şeyi görmesiyle bilgisizlik ortadan yok olduktan sonra aynı zamanda müşteri için muhayyerlik de sabit olur.[5]

Ebu Yusuf ve Muhammed şöyle demişler: Bütün göz kararı yoluyla satışları sahih olarak kabul etmişlerdir. Zira satılan bir şey işaret ile belli olur. Satışın sıhhati için kendisine işaret edilen şeyin miktarının bilinme­sinin şart olduğu da kabul edilmeyen bir şeydir. Semenin belli olmaması­nın da zararı yoktur. Zira onu saymakla belli olur. Yığm da akid meclisin­de ölçülerek belli olur. İnsanlara kolaylık meydana gelmesi için Ebu Yu­suf ve Muhammed'in sözleri fetva olarak kabul edilmiştir. Hidaye müellifi­nin takviye ettiği söz de bunların sözüdür. Zira Ebu Yusuf ve Muham­med'in delillerini adeti üzerine -Ebu Hanife'nin delilinden sonraya zikir etmiştir. Başka mezhep görüşleri de öyledir. Fakat Fethu'l-Kadîr sahibi imamın sözünü ve delilini kabul ve takviye etmiştir. Bu bir yığın yiyeceğin hükmüdür. Yani ona benzer misli şeylerde de hüküm öyledir. Hayvan, kumaş gibi kıyemi şeylerin hükmü de atide zikri olacaktır. Misliyyet (misli şeyler) mekilat (ölçekle ölçülen) mevzunat (ağırlık ölçüsü ile tartılan) mü-tekarib adediyyat (birbirine yakın büyüklükten tane ile satılan şeyler) ve zer'iyyet (zira' yani uznuluk ölçüsüyle satılan) bazı türleri kapsar. Kıye-miyyat ise her bir birimi özel bir itibarı ve muayyen bir kıymeti olacak şe­kilde birimleri arasında da farklılık olan şeylerdir. Hayvanlar, araziler, ev­ler, ağaçlar,kilim ve halılar, kumaşlar ve buna benzer kavun ve çeşitli meyve nevlerinin birbirinden farklı taneleri olan adediyyattır. [6]

Bir kişi bir sürü koyunun her birisini, bir dirheme karşı satacak olursa Ebu Hanife'ye göre bu satış bütün koyunda fasittir. Hatta ve hat­taki esah kabul edilen görüşe akit meclisinde adedleri belli olsa bile yine fasittir. Zira akit zamanında sayıları belli değildir. Şu şekildeki olan ko­yunun sürünün her birisi için belli edilen para mukabilinde satılması sahih değildir. Zira bir sürüden bir tek koyunun satışı koyunlar arasın­daki farklılıklar oldukları için sahih değildir. Şu halde bir yığın yiyecek­ten bir kafîz satmak bu koyunun sürüsünün satılmasından farklıdır. E-bu Hanife'ye göre, daha evvel de beyan ettiğimiz gibi öyle bir satışda yal­nız olarak bir kafîzin satışı şahindir. Zira yiyeceğin eczaları arasında fark yoktur. Bütün keyli olan şeyler de onun gibidir. Zira misli şeylerde­ki olan bilgisizlikler, münazaaya, münakaşaya götürmez. Fakat birimle­ri arasında misliyyetin söz konusu olmadığı kıyemi şeylerde ise bilgisiz­lik münazaaya götürür. Bunun gibi parçalara bölünmeden bir elbiseye zarar verecek olursa çünkü {günümüzde metre) ile her bir metreyi bir dirhem mukabelinde satacak olursa, fakat o toptan kaç metre, olduğu­nu belli etmezse yine satılması sahih değildir. Köle olsun deve olsun ve­ya bunlar gibi olsun farklı sayılı şeylerin hepsinde hüküm aynıdır. Zira tümünde cehalet, bilgisizlik olduğu için, hepsinde satış sahih değildir. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre bütün zikir olunan şeylerde satış caiz­dir. Zira satılan şeyin sonradan sayılması mümkünattan olduğu için da­ha sonra o cehaletin kaldırılması mümkündür. Özet olarak Ebu Hani­fe'ye göre bütün misli şeylerde, miktarı belli olmayan bir yığında yalnız bir ölçü biriminin satışını sahih olarak kabul etmiştir. Kıyemi şeylerde sahih olarak kabul etmemiştir. Ebu Yusuf ve Muhammed ise ona mu­halefet ederek bunların tümünün satışını sahih olarak kabul etmişler­dir. Zira akdin yapıldığı zamanda aktin sahih olmasına mani olan ceha­let ve bilgisizlik sonunda kalmaz ve aynı zamanda kalkar.[7]

Kederi belli, malum olmayan bir kap veya tartı ile satış: Hanefıler hakikatte öyle olmadığı halde sureten tartılan ve ölçülen göz karan ile satışlardan bir durumu caiz kabul etmişlerdir ki, müşteri için bu satış lazım gelmediği için durumun açığa çıktıktan sonra onun serbestlik ve muhayyerlik hakkı var diye de kabul etmişlerdir. Bu satış, bir şeyi kede­ri bilinmeyen muayyen bir kapla satmak suretinde olur. Bu kap ağaç veya demirden olmalıdır. Fazla ve noksanlık ihtimali olan şeylerden ol­mamak şarttır. Eğer zenbil ve küfe gibi bastırmak ile meydana gelmiş ise, bu meselede insanların alış-verişleri için istihsanı olarak kabul edi­len su kırbanlanndan başka caiz değildir. Zira Ebu Yusuf a göre belde­lerin adetine göre belli olan bir kırba dolusunu satmak sahih olur. Zira Hanefıler kederi belli olmayan belli bir taş ağırlığıyla bir şeyin satışını da caiz olarak kabul ederler. Fakat bu satışın parçalanıp ayrılarak olma­ması gerekir. Salatalık ve kavun gibi kuruması hali olursa yani hafifle­yen bir ağırlık karşılığında satması da bunun gibidir.Yani bunun gibi olan bir satış caiz değildir. Bir kimse yüz kafız olmak şartiyle yüz dirhe­me mukabil bir yığın buğday alsa, fakat belli edilen miktardan satılan o şeyi az çıksa, alıcı kendi keyfmdedir. İsterse semene göre o şeyi alabilir. Zira satılan şeyin misli olduğu için onun eczalarına semenin paylaştırıl­ması mümkün oluyor. İsterse satışı fesh edebilir. Zira aktin tamam ol­masından önceki tek bir akit onun için ayrılıp bölünmüştür. Onun için alıcı noksan olana razı olmamıştır.Bu miktar eksildiği zaman akit konu­su meydana geldikten sonra kısımlara ayrılıp bölünmüş olur. Eğer kı­sımlara ayrılmasında zarar bile olmazsa da bile, örneğin bütün ölçülen veya tartılan un hükmü de bunun gibidir. Eğer alıcı yığının üzerinde it­tifakları olduktan sonra fazla olarak çıksa, o zaman fazlası satıcıya ait­tir. Zira satış malum olan bir miktar üzerine olmuştur. Fazlası akde da­hil değildir. Bunun için fazlası satıcının malıdır.[8]

Her kim on zira diye bir elbiseyi, örneğin; on dirheme satın almış yahut da yüze mukabil yüz zira olarak bir arazi satın almış ve her bir zira'ın semeni belli edilmemiş olsa yani alıcının maksudu satılan şeyin kül­lisi örneği; uzunluğunu veya enini asli bir hedef olmaksızın, satın almak­tır. Onun için semenin hepsini ayn'ın hepsine mukabelesi olur. Bundan sonra bunun tespit edilen kederden az olarak görse alıcı kendi keyfindedir. isterse satılan şeyi belli edilen semeninin hepsiyle alır. İsterse satışı kabul etmez. Zira onun için akit kısımlara ayrılıp dağılmıştır. Yiyecekdeki durum ile kumaş ve arazideki durum arasındaki olan fark ise: Yiyecekte satılan şeyin kederi esaslı bir cüzüdür, bir vasıf değildir. Yiyecek kederi­nin bütün parçasına semenden bir cüz mukabele eder. Elbise ve arazide zira ise, bir vasıftır. Zira bunlarda uzunluk itibarlıdır. Vasıf ise paradan mukabilinde bir şey bulunmayan ve almması maksat olarak gözetilmeyen bir şeydir. Ancak ve ancak müşteri akitte şart koşulan ve kendisine talep edilen bir vasıf ortadan kalktığı için serbest bırakılır. Şayet alıcı kumaş veya arazinin zira' olarak daha fazla olarak görürse o zaman fazla olan kısmı ona aittir. Satıcının serbestliği de yoktur. Zira uzunluk elbisede ve­ya arazide beyan ettiğimiz gibi, maksud olarak beklenmeyen bir vasıftır. Zira bu, yalnız olarak yani ivedsiz olarak ona bağlıdır. Örneğin, bir ada­mın başkasına ayıplı bir şeyi sattıktan sonra, sağlam çıkması gibidir. Eğer uzunlukta maksudlan olursa, örneğin ben sana bu araziyi yüz zira' olarak yüz dirheme ve her bir zira'ı birdirhem mukabilinde satıyorum" di­yecek olsa, o zaman alıcı da bunu daha az olarak tespit etse, alıcı kendi keyfindedir. İsterse o araziyi paradan kendisine düşen hisse mukabilinde alır. Zira vasıflık bu şekilde ne kadar tabi olsa da lakin bu vasıf semenin zikriyle kendi başıyle asıl olur. İsterse de alıcı onu safkanın ayrılıp dağıl­ması nedeniyle feshedebilir. Eğer daha fazla olduğunu bilse alıcı kendi keyfindedir. İsterse hepsini, her bir zirai bir dirhem mukabilinde alır. İs­terse beyi fesh eder, zira fazlayı almasıyle kendisine zarar olur.

Malikilere göre, miktarı belli olmayan bir yığının "her bir Ölçeği şu kadara" söyleyip, o yığın ölçümünden sonra kaç ölçek olarak belli olsa o zaman topyekün kıymeti her bir ölçeğin kıymeti kadar hesap edilir. Bu şekildeki olan satışta satılan şeyin adedi, kıyemi veya misli olmasını men eden bir sebep yoktur. Bu şekildeki olan satış yiyeceklerde, köle, hayvanlarda ve elbiselerde caizdir. Fakat böyle bir satış geçtiğimiz gibi Ebu Hanife'ye göre kıyemi şeylerde caiz değildir.[9]

Şafiiler şöyle demişlerdir: Akdi yapan taraflarca örneği; on sa' gibi kaç sa' olduğu bilinen bir yığından bir sa1 satışı sahih olur. Zira bunda kandırma yoktur. Esas kabul edilen görüşe göre, aktin tarafları ve on­lardan bir tanesi kaç sa' olduğunu bilmezse gene satış sahih olur. Zira onların cezaları birbirine eşittir. Böyle bir durumda satılan şeyin bilin­memesi muaftır. Bu durumda satış belirsiz olan bir sa' hakkında olur. Fakat bir arazi veya bir kumaşın kaç zira' olduğu bilinmiyorsa oradan bir zira'm satışı sahih değildir. Zira bunun cüzleri arasında fark vardır. Bu bir sürü koyunlardan bir koyunun satışı gibi oluyor. Yine kaç sa' oldğu bilinmeyen bir yığının satışı: "Sa'ı bir dirheme" demek suretiyle veyahut "ben sana şu apartmanı veya bu elbisemi kaç zira' olduğu ne kadar bilinmese de bile satıyorum" söylemesi de sahihdir. Zira satılan şey gözün önündedir. Bu şekildeki alış-veriş hileyi ortadan götürür. Hatta ve hattaki paranın hepsinin bilinmemesi de yine alış-verişe zarar vermez. Zira detayı ile malumdur. Bununla hile ortadan kalkar. Nasılki belli bir semen mukabilinde tahminen bir şey satarsa o da aynı öyledir. Örneğin: "Ben sana şu elbiseyi yahut şu araziyi bir zira'ı bir dirheme ve­ya şu develeri veya koyunları her birisini bir dirheme satıyorum" söyle­mesi de yığın satmasına benzer. Bir kişi diğerine: "Ben sana şu yığını satıyorum" diyecek olsa kaç ölçek olduğunu bilinmese ki yine satış caiz olur. Zira görmekle hile ve ğarar ortadan kalkmaktadır. Fakat İmam Şa­fii şöyle demiştir: "Ben yığının cizafen satışını mekruh olarak görüyo­rum. Zira gerçek olarak onun miktarı meçhuldür. Şayet bir kumaşı ya­hut bir yığını veya araziyi her bir sa'ı veya her bir zira'ı bir dirheme ol­mak üzere yüz dirheme satacak olursa, şayet yüz sa' veya zira olarak çı­karsa, satış hepsinde tek tek kısımlarında da denk olarak meydana gel­se satış sahih olur. Eğer yüz olarak çıkmasa fazla veya daha az olduğu meydana çıksa en sahih görüşe göre bu satış sahih olmaz. Zira semenin hepsi ile onun eczalarını bir arada mütalaa etmeye imkan olmaz. Yığı­nın para olması da sahihdir. Örneğin; "Ben sana bu yığını, miktarı meç­hul olmakla beraber -sana bir şey- satıyorum" diyecek olsa, bu satış ke-rahatle beraber sahihtir. Zira öyle satışlar sonunda pişmanlık meydana çıkabilir. Velhasıl Maliki ve Safilere göre kiyemi ve misli şeylerde yığının satışı caizdir. Hanefilere göre ise eğer toptan satılan şey onun belirtme­sine göre çıkmazsa yani noksan veya fazla çıkarsa o zaman satış caizdir. Fakat öyle bir satış Maliki ve Şafiilere göre batıldır. Hanbelilere göre sa­tan olsun alan olsun bir şeyin miktarı meçhul olduğu halde cizafen satı­şı caiz olarak kabul etmişlerdir. O satılan şey ister kumaş olsun ister yi­yecek olsun isterse de hayvan olsun aynıdır. Şu halde onlara göre ku­maş veya yığın yahut sürünün her bir kafizi veya zirai veya koyunun bir dirheme olmak üzere satışı sahihtir. Zira satılan şey gözün önünde ol­duğu için caizdir. Aynı zamanda semen de bellidir. Zira akit tarafları ile alakası bulunmayan bir taraf ile miktarı malum etmektedir. O da yığı­nın ölçülmesi ve semenin de kafiz ve benzeri şeylere bölünmesi ile meydana çıkar ve böylece bunun miktarı malum olur. Bir kapta bulunan bir şeyi kabıyle beraber veyahut kabından ayrı olarak veya her bir rıtlı şu kadara deyip lazım olan bir usule göre pay etmek ve kabı da tartmak şartı ile satmak kesinlikle caizdir. [10]

Fakihler satıcının: "Ben sana bu yığının her birini bir kafize satı­yorum" dedikten sonra akdi sahih kabul etmişlerdir. Her iki taraf akit vaktinde yığının miktarını bilmese de bile yine akit sahih olur. Bütün tartılan veya sayılan veyahut ölçülen şey de kiyemi veya misli olsun yı­ğın gibidir. İmam Malik, Şafii, Ahmed, Ebu Yusuf ve Muhammed'in gö­rüşü budur. Ebu Hanife'ye göre satış yalnız olarak bir kafızda sahihtir, diğerlerinde sahih değildir. Zira bütün semen belli değildir. Onun için tek bir şeyin onun için belli edilmiş işaret ile satışında olduğu gibi sahih değildir.. Yine ona göre kiyemi şeylerde cizafen satış sahih değildir.[11]

Semen musemmen iki ayn cinsten olursa o zaman cizaf satışı sa­hihtir. Şayet semen musemmen bir cinsten olursa cizaf satışı sahih değil­dir. Zira bu şekilde akit faizi içine alır. Çünkü ölçek yahut tartı ile miktarı­nı belli etmemek fazlalık veya noksanlık ihtimalini birlikte taşır. Haram ih­timalini getiren şeyden ise kaçınmak lazımdır. Bu kaçınmada her iki se­men ve musemmende ölçülen cinsten ise ölçülmesi, tartılan cinsetn ise tartılması ile olur. Bu şöyle olur: Mücazefe yolu ile (göz karan) olarak sa­tış, şayet aynı cins mukabilinde saülacak olursa ribevi olmayan mallarla kayıtlı olur. Ribevi mallarda bunlar cinsleri ile satılacak olursa mücazefe metoduyla satış caiz olmaz. Zira riba ihtimali vardır. Bu şekil ise gerçek olarak riba gibi aktin sıhhatine engeldir. Bunun için Hanefılerin sözleri şöyledir: "Nakitlerin ve onlar gibi olanların cizafen (gözkararı) satılmaların­da umum temel şöyledir: Fazlalık olarak caiz olan şeyin mücazefe metodu ile satışı caizdir. Fazlalıklı olarak satışı caiz olmayan şeyin de mücazefe nıetoduyle satışı caiz olmaz. Her dört mezhebe göre göründüğü miktanyle bu esas üzerinde ittifakları vardır. Bu ittifak ise kendisinde fazlalığın caiz olmadığı şey ile caiz olduğu şeyin her bir mezhepte faizin kabul edilen belli olunan illetine göredir. Örneğin; Şafıilere göre yiyeceğin cinsi ile veya nak-tin cinsi ile cüzafen tahmini olarak eşit çıksalar bile, satışı caiz değildir. Zira ölçüsü meçhul olan bir miktar hurmayı, ölçeği belli edilmiş hurma mukabilinde satmak nehy edilmiştir. Buna kıyasen; [12]

Altının altın ile, gümüşün gümüş ile cüzafen (göz kararı) olarak satılması caiz değildir. Zira bu iki maden ribevi mallardan olduğu için fazlalık caiz değildir. Bunun için her iki bedelden her hangi birisinde di­ğer bedelden, misli bir mukabele bulunmayan bir fazlalığın olma ihti­mali olduğu için, cizafen satış caiz değildir. Akit taraflarından iki veya birisi her bir bedelin ağırlığını bilmese veyahut birinin ağırlığını bilip di­ğerinin ağırlığını bilmese de aynıdır. Eğer akit meclisinde her iki bedel tartılır ve ağırlık da bir olarak meydana çıkarsa istihsanen satış caizdir. Zira akit meclisi, aktin akdolma halindeki hükmünü alır. Bunun için her iki ivazın eşit olduğunun tartılma sonrası bilinmesi, akit esnasında bunun öğrenilmesi gibidir. Eğer bunun aksi ise onun aksi olur. İmam Züfer ise sözü şöyledir: "Her iki durumda da satış, tartıda eşitliğin olma­sı durumunda sahihtir. Zira aktin caiz olmasına mani, fazlalığın olma ihtimalidir. Fazlalık meydana çıkmamaktadır. Altının gümüş mukabilin­de mücazefe yoluyla satılması sahih olduğu gibi, başka bir şeyin başka bir cins ile satılması da sahihtir. Zira bunların arasında şayet olursa da fazlalık caizdir. Fakat her iki bedelin de aynı mesliste mukabeleli olarak kabz edilmesi lazım ve elzemdir. Eğer ribanın söz konusu olduğu şeyler iki ortak arasında paylaştınlırsa aynı cinste ise caiz değildir. Ayn cinste ise caizdir. Zira paylaştırma, satış veya mübadele anlamındadır. Zira her bir ortağın aldığı şey, karşı tarafın payı arasında kalan hakkına kar­şılık ivaz olmaktadır. Onun için bu, bir taraftan mübadele, diğer tarafta da bir ifrazdır. Bir kılıca mukabele olarak bir kılıç veya bakır bir kaba mukabele olarak aynı cinsten bir başka kab göz karan satılacak olursa, eğer onlar adediyle satılan şeyler nevinden olsa o zaman satış sahihtir. Zira adedi şeylerde saymak, ölçü ve tartı ile tespit edilen faiz illetinin va-sıflanndan değildir. Onun için fazlalık caizdir ve bu halde de riba mey­dana gelmez. Eğer bunlar tartılarak satılan şeylerden olursa o zaman caiz olmaz. Zira bu, ribevi bir malın göz karan ile kendi cinsiyle satılma­sıdır. Başka bir maden kanştınlmış alün veya gümüş satılacak olursa, kabul olunan, şer'an hangisi fazla olsa o kabul olur. Ekseri altın ise al­tın sayılır. Eğer gümüş ise gümüş sayılır. Bu kıyasa göre başka maden kanştınlmış gümüşün ekseri gümüş ise, bu halis gümüş sayılır. Bunun halis gümüş ile ve eşit olarak ve elden ele alınıp verilmesiyle ancak satı-Şi sahihtir. Zira bunlann her birisi de az bile olsa, başka bir maden ka­rışımından katıksız kalmazlar. Zira bunlar örfi olarak başka bir maden kanştırmadan basılmazlar. Bu kanşım, isterse tabii olsun, isterse fiili olsun, birbirinden ayırt etmek zordur. Bunun için az bir karıştırma ha­lis gibi kabul edilip, ribevi mallann mübadelesinde ise, halis ve halis ol­mayan arasında fark yoktur. Onun için her iksi de kanştırma yokmuş

gibi vasıflandırılır. Eğer karıştırma fazla olsa, bunun hükmü halis olma­yan bakır gibidir. Karıştırılmış olan bakır ile satılacak olursa o zaman misli misline ve elden ele satılması sahih olur. Eğer altın ve gümüş ve ona karıştırılan maden birbirine eşit olursa, bunu hükmü satışlarda ve borç verme kredilerinde altının veya gümüşün daha fazla olması halle­rindeki hükmü gibidir. Bunların cüzafen ve tane olarak satışları sahih değildir. Ancak ve ancak karşılıklı satılması veya borç verme tartı ile sa­hih olur.

Sarfta hüküm ise, kanştınlan yabancı maddenin fazla olması gibi­dir. Şu halde başka madenin gümüşten daha fazla olması durumundaki hükmü alır. Eğer halis gümüş karşılığında satılacak olursa, satılan şe­yin itibanmıza ve takdirimize göre, halis gümüş ağırlık itibariyle kanştı-nlmış gümüşten daha çok olursa, o zaman satış sahih olur. Hatta ki her iki bedeldeki gümüş kaderi kendi mislinin mukabelesi olsun, katık­sız gümüşte bu miktardan daha fazla olanı ise kanştınlan yabancı mad­denin mukabilinde olur. Nasıl halis gümüş bir miktar gümüş ve bir par­ça da bakın kapsayan bir satışın parası olursa, eğer katıksız gümüş, kanştınlmış olanda bulunan gümüşten daha fazla veyahut onun gibi olursa veya durum meçhul olursa, iki bedelden birisinde bulunacak ri-ba dolayısıyle sahih olmaz.[13]

Altın veya gümüş kaplanmış bir kılıç satılır. Onun mukabilindeki olan para da altın yahut gümüş olursa; şayet kaplama ve paranın cinsi bir olursa ve paranın miktan da kaplamadan daha fazla olursa satış sahih olur. Bu durumda kaplama kendi ağırlığının misli ile satılmış, paranın fazla payı da satışta adeten kılıca bağlı olarak satılan kılı ve bağlan muka­bilinde verilmiş olur. Zira Hanefilerce paranın satılan şeye bölünmesi ko­nusunda kabul edilen asıl ilke şudur: Şayet mebi bazı evkatan semenin cinsinden, bazı evkata da başka cinsten olan bir kaç şeyden olursa, para kendi cinsinden olana ağırlığının misli ile kabul edilir ve bununla müm­kün olursa akit sahih bir şekilde sarûyeti kabul edilir. Zira müslümanla-nn işleri mümkün olduğu kadar doğruluğa ve sıhhate havale edilir. Bu halde aktin tashih edilmesi paranın bir kısmının kendi cinsinin misline ve ağırlığına karşı olarak öteki kısmının da bizim muteber kabul edeceğimiz ve yapacağımız kıymet takdir etmeye göre diğer cinse mukabil olarak ka­bul edilmesine bağlıdır. Eğer para kaplamanın misli veya daha az olursa satış caiz değildir. Zira bu şekildeki olan satış ribayı meydana getirir. Zira kılıcın kını ve bağlan mukabilinde bedelsiz olarak satılmıştır. Aynı zaman­da riba da boledir. Hanefılere göre paranın miktan meçhul olursa veya ti­caretle uğraşanlar onu takdir etmekte farklı kanaatlere sahip olurlarsa; şayet paranın kaplamadan daha çok olduğu, kaplamanın da ağırlık cihe-tiyle paradan daha az olduğu akit meclisinde meydana çıkarsa öyle satış sahihtir. Eğer meclisten aynldıktan sonra bilgi meydana gelse, o zaman Hanefilerin cumhuruna göre öyle satış caiz değildir. Fakat İmam Züfer'e göre göz karan ile satış şahindir. Bu kıyasa göre usul şudur:[14]

Nakit şayet gümüş kaplama ve altın ya da gümüş ipliklerle dikilmiş başka şey ile birlikte ve kendi cinsinden nakit ile satılacak olursa o zaman semenin fazla olması şarttır. Bu şekil ile semenden süs kadarı olan bir miktar onun semeni olur. Fazlası da kılıcın parası olur. Zira bu fazlalık ol­mazsa satış fesh olur. Eğer para süslemenin misli yahut ondan daha az olur veyahut miktarı meçhul olursa satış batıldır. Şayet para süsün cin­sinden başka bir cinsten olsa o zaman kabz şarttır. Fazlalık ise caizdir. Eğer semen süsten daha fazla ise, satışın sahih olması ve parada süse mukabil eden kaderin akit meclisinde kabzedilmesi şarttır. Eğer akdi ya­panlar karşılıklı olarak kabzetmeden evvel ayrılır veya onlardan birisi hak­kını kabzedecek olursa, durum gelecek şekle göre olur: Şayet süs ancak ve ancak ona verilebilecek bir zarar ile kılıçtan ayrılabiliyor, başka bir çe-şid ile ayrılması imkan olmuyor ise, o zaman bütün satış fasid olur. Şayet zarar vermeden aynlabiliyorsa, o zaman satış yalnız kılıçta caizdir. Süste ise fasittir. Zira süs miktarıyle akid sarf yani bedel akdi olur. Kılıç nisbe-tiyle mutlak bir satış olur. Karşılıklı kabzetme ise yalnız sarfın sıhhati için gerekir. Şayet zarar vermeden süs kılıçtan aynlabiliyorsa o zaman süs ve kılıç birbirinden ayrı olarak hüküm edilir. Bu şekilde satış birinde caiz olur diğerinde caiz değildir. Şayet süs ancak ve ancak zarar verecek bir durumda da aynlabiliyorsa o zaman akdin hepsi fasittir. Zira kılıçta satı­cıya gelecek bir zarar olmaksızın teslimi mümkün olmayan bir şeyin satıl­masıdır. Şu şekildeki olan satış ise tavandaki ağaç kütüğünün satılması halinde olduğu gibi fasid bir satıştır. Eğer süs kılıçtan zarar vermeden ay-nlacak olursa ve aynı zamanda alıcıya teslim edilecek bir şekilde olursa akit sahih olur. Bir kişi bir kuyumcudan gümüş dirhemler mukabilinde gümüşten bilezik satın alsa ve her ikisinin de ağırlıklan eşit olursa her akideyn kabzdan sonra aynlsalar veya iki adam altını altın ile yahut gü­müşü gümüş ile misli misline sarf yani mübadeleden sonra karşılıklı ola­rak kabzedip birbirinden aynlsalar, ondan sonra birisi diğerine bir fazlalık verse yahut ondan bir kederini tenzil etse, diğeri de buna rızasını gösterse, Ebu Hanife'ye göre öyle satış fasid olur. Ebu Yusuf a göre birinci akit sa­hihtir. Fakat artırma ve indirim boş ve batıldır. İmam Muhammed'e göre fazlalık batıldır. Fakat indirim bağımsız bir hibe olarak caizdir. Malikilere göre cüzaf yoluyla satılan şeyin akit ortasında veya daha evvel görülür ol­ması bir de akit taraflanmn akit ortasında satılan şeye bağlı bilgilerinin devam etmesi gerekir. Şu halde görülmemiş bir şeyin gözkaran ile satıl­ması sahih olmadığı için -kör olan bir- kişinin cüzafen bir şeyi satması da sahih değildir. Mebinin bir kısmının görülmesi yeterlidir. Fakat görme sa­tışın fasid olması sonucunu verecekse ağızlan mühürlü ve açmakla bozu­lan sirke kaplarında olduğu gibi şeyle olursa, o zaman görülme şart değil­dir. Zikir olunan bu şart Hanefi, Şafii ve Hanbelilere göre de ittifakla kabul edilmiştir. [15]

Şu halde yığın ve bunun gibi şeylerde görülmeleri kafidir. Zira gö­rülmeleri garan ortadan kaldmr. Yine Malikilere göre satıcı ve alıcı da satılan şeyin ağırlık ve sayı olarak miktannı malum olmamalıdır. Eğer aktin taraflarından birsi, aktin gerçekleşmesinden sonra diğerine mikta­nnı bildirecek olursa öteki muhayyer olur. Şayet her ikisi akid ortasında miktannı eşit olarak biliyorsa o zaman akid fasid olur. Zira her ikisi kandırmak üzere akit etmişlerdir ve tartmayı veya ölçmeyi bırakmışlar­dır. Şayet satılan şey meydanda olsa geri verilir. Onun aksi olsa alıcı kıymeti vermek mecburiyetindedir.

Hanefiler de bu şartı uygun olarak kabul etmişlerdir. Şafiiler de bu şartı zahir olarak uygun bulduklarım kabul etmişlerdir. İmam Ahmed de şöyle tarifi olmuştur: Şayet satıcı, mebiin miktannı bilirse yığın halinde satmaz. Eğer buna aykın olarak hareketi olursa satış sahihtir. Fakat ten­zihi olarak mekruhtur. Buna göre bir kısmı büyük bir kısmı da küçük de­ğil de hepsi büyük veya küçük olan hacim cihetiyle birbirinin misli olan yumurta, elma, kavun, nar gibi tek olarak şeylerin parası az olsa sayılabilen şeylerin göz karan ile satışı caiz olur. Fakat elbise köle ve binek gibi herbiri malum bir para ile sayılabilir şeylerin göz karan ile satışı caiz de­ğildir. Dinar ve dirhemlerin cüzafen satışlan caiz değildir. Fakat sikke ha­linde basılmamış saf altın ve gümüşün göz karan ile satışı caizdir.[16]

Özet olarak, sayılabilir şeyler zahmet çekilmeden sayılabiüyorsa ister birimleri satışta makat olarak kabul edilsin ister edilmesin, parala­rı ister az olsun ister çok olsun, göz karan ile satışları caiz değildir. Zah­metle sayılacak olursa birimlerinin maksat olarak gözetilmemesi halin­de ister semeni az veya çok olsun tahminen satışı caizdir. Eğer kasıtlı olarak bakılıyorsa, parası da az olursa göz karan ile satışı caizdir. Para­sı çok olursa satışı caiz değildir. Hanefilerin mezheplerindeki görüş ayn-lıklannı ise biliyoruz: İmam Ebu Hanife göz karan satışın caiz oluşunu yalnız ölçülen ve tartılan şu halde misli olan şeylerde ve bunların bir tek ölçüm efratlarında caiz olarak kabul eder. İki talebesi yani Ebu Yusuf ile Muhammed ise ölçülen, tartılan ve uzunluk ölçüsü ile ölçülen ku­maş, arazi gibi birbirinden farklı olarak sayılabilen, hayvanlar ve köleler gibi şeylerin cüzafen satışını caiz kabul ederler, evvel de açıkladığımız gibi, insanlara rahatlık olsun diye imameynin görüşüne göre verilmiştir. Umumi olarak Şafii ve Hanbeliler de ölçülen tartılar, uzunluk ölçüsü ile ölçülen ve sayı ile satılan şeylerin göz karan ile satışını caiz kabul eder­ler. Satılan şeylerin göz karan ile satışını caiz kabul ederler. Satılan şey bu meselede tahmini kuvvetli ehil kimseler tarafından tahmin edilmeli­dir. Zira kuşlar ve bunlar gibi birbirine karşı şan yuvalannda güvercin ve büyük bir çiftlikte tavuklar gibi tahmin edilmesi zor şeylerde göz ka­ran ile satma sahih değildir. Fakat daha almadan evvel dinlendikleri ve­ya uyuduklan bir zamanda göz karan ile bunlann bilinmeleri mümkün olursa o zaman bunların göz karan ile satışları sahihtir. Bir de akdi ya­pan taraflann da, kendileri ve vekilleri vasıtasıyla bu meseledeki dene­me, alışkanlık ve bilgileriyle tahmin etmek ile ehliyetine sahip kimseler­den de olmalan da şarttır.[17]

Şafiiler bu görüşe muvafık olarak yığının miktannm bilinmesinin ve­ya göz karan edilmesinin mümkün olmasının lazım olduğunu kabul et­mişlerdir. Satılan şeyin aşın olmamak şartıyle çok olması, şayet aşın fazla ise, o zaman ister sayılan isterse ölçülen, isterse tartılan olsun, gözkaran imkan olmadığı için cüzafen satışı sahih değildir. Az olması halinde ise sayılan kısmında olsa o zaman cüzafen satışı caiz değildir. Zira sayılarak miktannm bilinmesinde bir zahmet yoktur. Şayet tartılan veya ölçülen kısmında olursa, aktin tarafları da ağırlık ve ölçeklerini bilmezse tarttırma ve ölçülmesinde zahmet olmaz bile, cüzafen satışı sahihtir. Satılan şeyin üzerinde durduğu arazinin düz olarak bilinmesi veya bu şekilde olduğu­nun sanılması: Eğer arazi düz olmazsa o zaman akit fasid olur. Eğer aktin tarailan araziyi düz sanırsa ondan sonra arazi gerçek olarak tümsekli ola­rak ortaya çıkarsa, alıcıya muhayyerlik hakkı vardır. Eğer çukur olarak meydana çıkarsa muhayyerlik satıcıya ait olur. Şafîiler de bu şartı uygun olarak kabul etmişlerdir. Onlara göre eğer yığın çukurluğu veya tümsekliği belli olan bir yerde olursa veyahut satılan şey incelik ve kalınlık itibanyle cüzler arasında farklılık olan bir yerde veya kapta bulunan yağ ve bunun gibi şeyler olursa satış fasid olur. Hanbeliler de uygun olarak bu şartı ka­bul etmişlerdir. Hanbeliler de Malikiler gibi, yığın bir yüksek yerin üstün­de ortaya çıksa o zaman alıcının muhayyerliğini kabul etmişlerdir. Eğer yı­ğının altında daha evvel bilinmeyen bir çukur ortaya çıkarsa o zamanda satıcının muhayyerliğini kabul etmişlerdir.[18]

Bize de zahir oluyor ki Hanefiler de bu şartın meydana gelmesini isterler. Bunun kaynağı da şudur: Haneflîer belli olan bir kabın içerisin­de bulunup miktarı belli olmayan bir şeyin satışında kabın fazla veya eksik ölçme ihtimalinin olmamasını şart koşmuşlardır. Örneğin; böyle bir kabın ağaçtan veya demirden olması gerekir. Eğer fazlalık ve eksiklik ihtimali olursa veyahut yukarıdan bastırmak ile genişleyebiliyorsa -zen-bil, çuval ve küfe gibi- daha evvel zikir ettiğimiz gibi caiz olmaz. Tek akit cüzaf ve tartı- bunların her birisi sahih olan aslına muvafık olmadıkça sahih değildir. Şu halde buğday veya arpanın bir kısmı cüzafen satıldığı zaman diğer kısmı da ister cinsinden olsun ister olmasın- tartılarak be­raber satılırsa sahih değildir. Örneğin; miktarı belli olmayan bir yığının, miktarı belli olan beraber bir tek semen veya başka bir semen ile satın alınması gibi, yine taneli şeylerin cüzafen satılması ile beraber, ölçü ile satılan arazinin bir arada olması da sahih değildir. Örneğin: "Ben sen­den bir yığını cüzafen şu kadara, bununla beraber bu arazinin yüz zira veyahut yüz feddan kadarını da şu kadara satın alıyorum." dese bu şe­kildeki olan satış sahih olmaz. Bunun gibi arazinin bir kısmının cüzafen bir kısmının ölçek ile beraber satılması da sahih değildir. Örneğin; bana bu araziyi şu paraya karşı başka bir arazinin yüz zirai birlikte olmak üzere demesi gibi. Bu üç suretin satışının sahih olmamasının nedeni, belli olan şeyin belli olmayan şeyin bilinmemesinden etkilenmesi içindir. Şu halde yalnız olarak cüzaf olan bir şeyin göz karan ile satılmasıdır. Bir arazinin aslı ile birlikte ölçek ile buğday gibi keyli ile satılmasıdır. Örneğin: "Ben senden miktan belli olan bu yığını ve miktan belli olma­yan şu araziyi yüz milyon liraya satın alıyorum" dese bunların her birisi kendisinin aslen satış şekillerine uygun olduğu için sahihidir.

 

YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

IRK VE IRKÇILIK

 

Irk: Belli bir kesimde yaşayan bir milletin ya da kabile veya ailenin aslı, kökü ve soyu demektir. Bunun başka bir ismi de sûlevedir. İnsanlar ve hayvanlar arasında ırk kavramıyla bazı farklar vardır. Şu halde çeşitli ırklar arasında kesin bir sınır bırakmak kesinlikle zordur. Aynı zamanda da biyolojik bir tariftir. Aynı babadan meydana gelen ve topluca yeterli bir ölçüde belirleyici biyolojik karekterler gösteren fertlerin toplamına bu anlamda ırk denir. Irk ile tür arasındaki çizgiyi belli etmek çok zordur. Türde olduğu gibi ırkta da anatomik karekterler, ayrı ayrı çeşitler vardır. Irkçılık da belli olan bir ırkı başka ırklardan üstün tutmak, aynı zaman­da onlara bazı hususiyetler vermek manalarına gelen bir kavram ve bu kavram doğrultusunda gelen sistem demektir. İlim yoluyla ırkçılığın mü-daafası çok zor, hatta ve hattaki imkansız bir hüküm sanılmaktadır. Zira yer yüzünde saf olarak ırkların kalmadığı çok doğrudur. Onun için bir ır­kın üstünlüğünden bahsetmek de çok hatadır. İslâmi ölçülere göre İs­lâm, insanlığın ortaklaşa manevi değeri ve aynı zamanda da bütün in­sanlar için bir hayat kanunudur. Şu halde İslam ne bir ırkın veya mille­tin malı, ne de malum olan bir çağın adetidir. Bütün insanların ve çağla­rın kıymeti ve eskimeyen ortak malıdır. Şu halde İslâm'ın bu tarifine gö­re birinci basamakta ırkçılığın bu dinde kesinlikle payı yoktur. Musavi-likte ırkçılık hakimdir. Zira onlara göre misyon teşkilatı yoktur, dini yay­ma politikaları düşünülmez. Zira kendi ırklarından başkasını kabul et­mezler. Zira tevrat yalnız olarak İsrailoğullanna nazil olmuş bir kitaptır. Zira cihan şumül vasfı içinde yoktur. Fakat Kur'an ise bütün insanlara nazil olmuş bir cihanşümul bir kitaptır. Zira en belirgin vasıflarından bi­ri cihan şümul vasfıdır. İslâm'a ırkçılık girerse, onun sözü edilen cihan­şümul vasfını reddetmiş oluruz ki, bu Allah'ın kitabına atılan büyük ifti­ralardan biri sayılır. Zira Kur'an'ın kapısı bütün milletlere ve ırklara dalmel evkat hazır ve açıktır. Bir de Peygamber (s.a.v.) ırkçılığı kabul etme­miştir. Zira Allah (celle celaluhu) şöyle buyurmuştur:

Ey şanlı peygamber! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. [19]

Ey peyamber biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uya­rıcı olarak gönderdik. [20]

Rasûlü Kibriya (s.a.v.) Efendimiz de ırkçılık konusuna açıklık ge­tirmiş ve bu ırkçılığı bir çok hadisleriyle belli etmiştir:

Ey insanlar! Haberiniz olsun ki, Rabbiniz birdir; babanız da birdir, bi­lin ki, arabuı arap olmayan üzerinde, arap olmayanın da arap üzerinde, kı-zıîderilinin siyah derili üzerinde; siyah derilinin kızıl derili üzerinde hiç bir üstünlüğü ve fazileti yoktur. Ancak takva yani Allah'tan korkup fenalıklardan sakınmak, ilâhi sınırlara uymak ile üstünlük vardır. Tebliğ ettim mi?" buyur­du. Bunun üzerine, orada hazır bulunan "Allah Rasülü tebliğ etti" dediler.[21]

Bu hadise göre sadece şeref ve fazilet, ancak ve ancak takvada vardır. Başka bir şeyde yoktur. Arabın arap olmayan üzerinde, siyah de­rilinin kızılderili üzerinde hiç bir üstünlüğü ve fazileti yoktur. Ancak takva ile üstünlük vardır.

İbn-i Ömer (r.a.)'dan: Peygamber (s.a.v.) Mekke'nin fethi gününde insanlara hutbe okuyarak: Ey insanlar! Allah sizden cahiliyyetin kibir ve gururunu ve babalarınızla büyüklük taslama huyunu giderdi. Artık in­sanlar iyi, muttaki! Allah nazarında değersiz ile (günahkar) kötü ve Al­lah nazarında değerli diye iki kısımdan ibarettir. İnsanların hepsi Ade-moğullarıdır. Allah da Adem aleyhisselamı topraktan yaratmıştır.

Allahu Teâlâ buyurur ki:

Ey insanlar! Biz, sizi bir erkek ile dişiden yarattık. [22]

Hz. Peygamber sonra bu ayeti okudu:

Bir birinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayır­dık." cümlesindeki "şuub" kelimesi kabilelerin başları demektir. Rebia Mudar, Evs ve Hazrec gibi tekili "şa'b'dır. Onlara (Şuub) denilmesi bir kökten dallanmaları ve bir kökten bir araya gelmeleri sebebiyledir. Ör­neğin; ağacın dalları gibi, cevheri (şuub) arap ve acem kabilelerinden dallananlardır. Cemi şuub gelir, diyor. Şuubiye bir fırkadır ve arabı acemden üstün görmemektedir. Burada şuub acem manasınadır. (Şu­ub) büyük kabileye denilir. Bu kendisine nisbet edilen kabilenin atasıdır. Yani kabileleri birbirine bitiştirir. Kabail kabilenin çoğuludur. O da uyruklar demektir. Yani o kabileden ayrılan diğer kabileler. Vel hasıl Al­lah yanında en saygıdeğer olanınız (Allah'tan) en çok korkup fenalıklardan sakınan ve ilahi sınırlara saygılı olamnızdır. Allah bilir ve haberdar­dır. [23]

İnsanlar birbirine benzerlik ciheti ile eşittirler. Babaları Adem an­neleri Havva'dır. Soylarında iftihar edecek bir fazilet yoksa, çamur ve su (ile iftihar etsinler) üstünlük ve şeref ancak ehli ilme hastır. Onlar doğru yol üzerinde, doğru yolu bulmak isteyenlere yol göstericilerdir. Kişinin kıymeti, yaptığı iyilikle meydana gelir. Cahiller ise ilim ehline apaçık düşmandır. Asılı bir kimseden bir sehavetlik (söz konusu edip) getirecek olursan, bizim aslımız ve nisbetimiz sahavet ve yüksekliktir. Sen hep ilimle ayakta durmaya bak, ona bir şeyi eşit tutma, bil ki insanlar ölüler (gibidir) ilim ehli ise değildir. [24]

Semüre (r.a.)'dan: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Haseb maldan, kerem (ve fazilet) de takvadan ibarettir.[25]

Cübeyr b. Mut'im (r.a.)'den: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Kavimciliğe davet eden, bizden değildir. Kavimcilik üzerine savaşan, bizden değildir, kavimcilik üzerine ölen de bizden değildir, değildir. [26]

Vasile b. Eşka şöyle demiştir: Dedim ki: Ya Rasûlüllah, kavmiyyetçi-lik nedir? Rasûlüllah (s.a.v.) zulümde kendi kavmine yardım etmendir. [27]

Süraka b. Malik b. Cu'şum el-Mudlici (r.a.) şöyle demiştir: "Sizin en hayırlınız, müdafaasında günah işlemediği müddetçe, aşiretini mü­dafaa eden kimsedir. [28]

Abdullah (r.a.)'den: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Kim haksız bir işte kendi kavmine yardım ederse, (Bir çukura) yuvarlanıp kuyruğundan tutulup çekilerek (kurtarılmaya çalışan) deve­ye benzer. [29]

Irkçılık konusunda, Kur'an'dan, hadislerden ve Hz. Ali'nin mübarek sözlerinden naklettiklerim akıllı kişiler için çözüm getirmiş ve aynı zaman­da da şüpheleri de ortadan kaldırmıştır. Eğer hadislerden ırkçılığa kapı uçacak şekilde bazı rivayetler ne kadar varsa da ilim adamları, daha çok hadis münekkitleri yaptıkları gerçek tetkik neticesinde bu rivayetlerin uy­durma ve zayıf olduğunu tespit etmişlerdir. O hadislerden bazıları şöyledir:

Arabi üç şeyden dolayı severim. Zira ben arabım, Kufan arapça-dır. Cennet ehlinin lisanı arapçadır.[30]

Arabi sevmek imandandır. Onlara buğzetmek nifaktır." (Hakim, Ensar'dan rivayet etmiş, zayıftır)

Kureyşi sevmek imandır. Onlara buğzetmek küfürdür. Arabi sevmek imandır. Onlara buğzetmek küfürdür. Arabi seven kimse beni sevmiş olur; araba buğzeden kimse bana buğzetmiş olur. [31]

"Ensarı sevmek imanın alametleridir; Ensar'a buğzetmek münafiklı-ğm alametleridir. [32]

Öyle rivayetler, hadis, ilim adamlarının ittifakıyle sened ve delil ola­rak kabul edilmeyecek kadar zayıftır. İmam Sûyuti, İmam Sahavi el-Acluni bunlar üzerine lazım olan anştırmayı yaptıktan sonra senetlerinin çok zayıf olduğunu tespit etmişlerdir. Şu halde ırkçılığı övecek veya benimse­tecek ya da teşvik edecek kesinlikle bir sahih hadisin rivayeti yoktur. Bu­nun tersine ırkçılığı tenkid eden ve yeren çok sahih rivayetler vardır. Aynı zamanda da Kur'an'ın esasiyle denk olmayan bir hadisin rivayeti düşünül­mez. Eğer bu şekildeki bir hadis varsa da kesinlikle uydurma ve kasıtlıdır. Umumi olarak uydurma ve zayıf olduğu ilmi araştırma ile meydana gelen hadisleri fıkhi meselelerde kesin olarak bir müctehid sened olarak kabul etmemiştir. Bununla beraber karşımıza gelen her hadis ile amel etmek ca­iz değildir. Ancak sahih olan hadîsler amel etmek lazımdır. Bir hadisin uy­durma veya zayıf olduğu nasıl belli olur. Cevabı şöyedir: Çoktan beri hadis alimleri öyle konularda çok araştırma yaparak akıllara durgunluk verecek bir şekilde kesin bir çalışma yapmışlar ve aynı zamanda tüm hadisin ravi-leri ve senedlerini tespit edip fetvaları meydana getirmiştlerdir. Bunlardan bir kaç örnek verebiliyoruz.

1) İmam Celalettin süyutu (h.911) el-Leali'I Masnüa adlı iki ciltlik çok kıymetli eserinde uydurma ve zayıf hadisleri tespit ederek büük bir hizmet meydana getirmiştir.

2) Zehebi (H.748) fiyat biçilmez değeri ölçülemeyecek kadar yük­sek eseri Mizan'ul İ'didal'da 11.000 kişinin rivayetteki kuvvet ve zayıflığı­nı tespit ettikten sonra hadis ricali üzerinde çok ciddi bir araştırma ve tenkidde bulunmuştur.

3) El-Acluni (h.1162) Keşful-Hafa adlı iki ciltlik eserinde yine insan­lar arasında dolaşan hadisleri bir bir toplayıp bunların kritiğini ve eleştiri­sini meydana getirdikten sonra, zayıfını sahihinden ayırarak hadis ilmine büyük, çok büyük bir hizmetlerde bulunmuştur. İmam Sahavi (h.902) el-Makasidül-Hasene adlı çok kıytnetli eserinde halk arasında meşhur olan hadisleri topladıktan sonra tenkidini yapmış, uydurma ve zayıf olanları sa­hih hadislerden ayırarak müslümanlara büyük bir hizmetlerde bulunmuş­tur. Bunların sonunda da Aliyyu'l-Karİi Mevzuat adlı eserinde uydurma ha­disleri toplayıp bu konudaki zincirin halkalarına birini daha eklemiştir. Şu halde ilim adamlarımız kıyamete kadar hadis ve hadis ilmi üzerinde çalışıp sahih hadisleri tespit etmek için hizmetini yapmıştır ve yapmaktadırlar.

 

YİRMİ DÖRDÜNCÜ BOLUM

 

YALNIZ KUR'AN'A SARILMAK KAFİ MİDİR?

 

Bilindiği gibi Kur'an dinin ana temeli ve kıyamete kadar değişme­yen kitaptır. Onsuz kesin olarak bir hüküm, doğru olarak çıkarılmaz. Şu halde yalnız Kur'an'ın yeterli olduğunu kabul edip hadislere bakma­yarak bir hüküm çıkarmak kesinlikle doğru değildir. Zira Kur'an ana görüşleri umum, usulleri daha fazla olarak icmali bir usule göre taşıyan bir kitaptır. Meydana getirilen hükümlerin tafsilatına gitmez. Zira Kur'an teferruata göre tafsilatlı olsaydı o zaman 20-25 cild olması lazım gelirdi. Bu da Kur'an'ın temel kitap, ana kitap, umum kaide ve hüküm taşıyan bir kitap olmak hususiyetini kaldırırdı. O zaman insan aklına da sığmazdı. Aynı zamanda da araştırma usulleri kalmazdı. Eğer bu şe­kilde olsaydı İslâmî ölçülere göre bir ölçü meydana gelmezdi. Bunun için müslümanlara özel olarak indirilmiş bir gerçek anayasadır. Onun hakikatini ve izahatını ancak ve ancak en büyük müfessiri olan Hz. Pey­gamber (s.a.v.) Efendimiz açıklamıştır. Hata ve hattaki Peygamerimiz (s.a.v.) Efendimiz kendi ümmetini bu konuda uyararak şöyle buyur­muştur:

"Size iki şey bıraktım ki onlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıt­mazsınız. Allah'ın kitabını, peygamberinin sünnetini.[33]

Demek Peygamber (s.a.v.) Efendimiz kendi ümmetini dini ve İslâ-mi ölçülere göre uyararak iki ana kaynağı da tavsiye etmiş, bu her iki Kaynağa sarılıp İslâm hükümleri bunlara göre çıkarmalarını emretmiştır- Şu halde yalnız Kur'an'a bakıp o şekilde amel eden, başka sözlere bakmayarak hüküm veren olan kimseler ya çok cahildirler veya da İs­lâm'ın ana kaynaklarından birini reddettiği için İslâmı noksan halde bı­raktığından, niyetleri bozukturlar. Her iki ihtimalden başka üçüncüsü yoktur. Şu halde dini hükümleri meydana getirmek, İslâm'ın yolunu açık olarak belli etmek yalnız Kur'an ile yeterli değildir ve büyük bir ha­tadır. Kur'an'ı açıklayan ve Kur'an'ın maksadını belli eden hadislere ih­tiyaç vardır. "Biz yalnız olarak Kur'an'ı amel ederiz diğer başka kanunla­ra ve içtihadlara bakmaya lüzum yoktur." demek büyük gülünç ve bi­limsel olarak büyük hataya düşmektir. Bu konuyu bir kaç misal ile açıklamakta çok fayda vardır:

1) Kur'an'da namazın farz kılındığı kesin bir ifadeyle belirtilir. Fa­kat namazın hangi vakitte, nasıl ne kadar kılınacağını, rek'atların ne kadar eda edileceğini, rek'atlerde ne gibi surelerin okunacağını Kur'an açıklamaz. Ancak ve ancak öyle şeylerin açıklanması Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetiyle belli olur. Şu halde Kur'an'dan namaz ibadetinin bütün tafsilatıyle açıklanması kesinlikle yoktur.

2)  Kur'an'da zekatın farz kılındığı, sarfedilecek yerleri icmalen ve kati bir ifadeyle sabittir. Fakat hangi maldan ne kadar zekat verileceği­ne, zekat için müddetin ne kadar olduğuna ve kimlerin zekat vermekle teklifde bulunduğuna açık bir surete Kur'an'ın tafsilatı yoktur. Ancak ve ancak öyle şeyleri Peygamber (s.a.v.)'in sünnetine bırakır. Onun açıkla­masını ancak o belli eder.

3) Kur'an'ın mahsus olarak adam öldüren hakkında kısas, hata ile adam öldürene diyet cezası lazım olduğunu emreder. Fakat cezanın na­sıl meydana getireceğini, kimer tarafından uygulanacağı, diyetin ne ka­dar olduğunu açık olarak belli etmez. Bu da Rasûlü Ekrem (s.a.v.)'in hadislerinin şumüluna bırakır.

4) Kur'an, oruç ibadetinin farz olduğunu tesbit eder ve aynı za­manda Ramazan ayında bu vazifeyi yerine getirmenin fecrin sökmesin­den güneşin kayb olmasına kadar geçen müddet içinde tutulmasının farz olduğu haber verir. Fakat orucu iptal eden şeylerden ve iptal etme­yen şeylerden haber vermez. Aynı zamanda da diğer orucun özelliklerin­den de haber vermez. Bunları ancak ve ancak Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hadisiyle izahatını emreder.

5) Kur'an hanımların hastalarından, nifas durumundan kısaca bahseder, aynı zamanda umumi olarak haber verir. Ama bu hanımarın diğer hususlarını Peygamber (s.a.v.)'in izahatına havale eder. Şu halde hadislere müracaat etmeden bu ana hükümlerden sözü edilen farz ve vaciplerin tafsilatiyle izahatını yapmak kesinlikle mümkün olmaz. Kur'an'daki olan bütün hükümler detaylı olarak izahatı yapılmamıştır. Hükümlerin ekserisini icmali olarak bırakmıştır. Örneklerden de anladı­ğımız gibi, izahatı özel olarak Peygamber (s.a.v.) Efendimize havale et iniştir. Kur'an-ı Kerim'deki olan hükümler ister muhkem, ister hafi, is­ter zahir, ister nass, ister mufesser, ister müteşabih, ister müşkül ve mücmel olsun, bunların tümü de geniş açıklanmak isteyen konulardır. pu konuların Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetlerini nazarı itibara müra­caat etmediğimiz takdirde çoğunun tafsilatını ve maksudunu belli ve ta'yin edemeyiz. Örneğin;

Erkek hırsızla, kadın hırsızın, yaptıkları (suça) mukabil ve Al­lah'tan bir ceza olmak üzere ellerini kesin. [34]

Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun: Allah'a ve ahiret gününe inanan (insan)lar iseniz Allah'ın (di­nini uygulama hususunda) sizi, onlara karşı acıma duygusu tut(up engelle)mesin. Mü'minlerden bir grup da onlara yapılan azaba şahid olsun. [35]

Her iki ayette hükmü belli etmede nassa göredir. Te'vili olmaz. Tahsisi gerekir. Fakat yüz ceîdin ölçüsü ve darbı nasıl olacak. Erkek ve­ya kadın evli ise, aynı ceza mı tatbik edilecek, bu cezanın hangisi uygu­lanacak. Bütün bunları Hz. Peygamber {s.a.v.)'in sünnetleri açıklar. Ba-zan ayetlerin birbiriyle tefsiri olur ki öncesine mufesser ikincisine de müfessir denilir. Bununla birlikte her iki ayette de bazı özelliklerinin izahatına ihtiyaç vardır ki bunlar hadisin konularıdır. Hususu olarak Kur'an'da zahir olmayan lafızlar vardır ki, bunlar daha çok tefsir isteyen hüküm ve meseleleri yüklemektedir. Şu halde Peygamberimizin (s.a.v.)'in sünnetleri Kur'an ayetlerinin manalarım açıklamaktadır. Bu­nun için hadislere ihtiyacımız çoktur. Onsuz hiç bir şer'i mesele meyda-na gelmez. Zira ikinci sâri odur. Hatta ve hattaki Kur'an'da olmayan hükümler sünnette bulunur. Zira önümüze çıkan her konu hakkında Kur'an'da bir hüküm bulma imkanı yoktur. O zaman hükmü sünnette bulmamız gerekir. Nasıl ki Rasûlü Kibriya (s.a.v.) Efendimiz Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderdiği zaman dedi ki: Sana gelen bir konu­ya nasıl cevap verirsin? Muaz Allah'ın kitabına göre cevap veririm diye cevap verdi. Peygamber (s.a.v.) ya kitapta bulumazsan? diye sorunca, Muaz o zaman Peygamberin sünnetine göre cevap vererim dedi. Pey­gamber (s.a.v.), ya sünnette de o hükmü bulamazsan, ne yaparsın? diye sordu. Muaz kendi içtihadımla bir yol bulmaya çalışırım, dedi. Buna, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Allah'a hamdettiği rivayeti vardır. Bu ha­dise göre zahir olarak belli oluyor ki Hz. Peygamber (s.a.v.) ortaya gelen her konunun hükmünü Kur'an'da olduğunu mümkün olmadığını belli etmiş ve her tarafta da ehil olan kimsenin ictihadda bulunmasına cevaz vermiştir. Zira içtihadın kapısı kıyamete kadar açıktır. Fakat içtihadın şartlan bu zamana göre çok zordur. Kur'an'da Peygamberin kendi üm­metine dini meselelerinde neler, ne gibi hükümler verirse onu güvene­rek kabul etmeleri emredilmektedir. Bu daha çok sünnetin yerini ve önemini göstermek içindir. Zira Allahu Teâlâ (c.c.) şöyle buyurmuştur:

Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse onu almayın. [36]

Peygamber (s.a.v.)'e itaat hususunda da Kur'an'da kafi emirler bir kaç yerde geçer: Bu emirlerde Peygamberin (s.a.v.) dini hususta kendili­ğinden hitabeti olmamıştır. Ancak ve ancak Allah'tan vahy yoluyla alıp o şekilde ümmetine verdiğini belirtir.

Allah'tan korkunuz bana da itaat ediniz. [37]

Emrine itaat ediniz ve bana da uyunuz. [38]

Peygambere mutabaat hususunda da Kur'an'da kesin emirler bir kaç yerde geçer:

Ya Muhammedi Söyle eğer siz Allah'a seviyorsanız bana uyun ki Allah sizi sevsin. [39]

Kim bana uysa o bendendir. [40]

Nitekim usülcüler sünneti işlerken Kur'an mukabilinde hadisin yerini şu şekilde açıklamışlardır. "Sünnet şer-i hükümleri açıklama ci­hetinde Kur'an'm her vakit yardımcısıdır. Bir tarafta Kur'an'daki hü­kümlerin hakikatinin açıklayıcısıdır. Hadisin bu özelliğini ve lazım olan yerini üç madde halinde ortaya koymuşlardır:

1) Peygamber (s.a.v.) Efendimizin hadisleri, Kur'an'da mevcud ol­mayan bazı hükümleri içine alır.

2) Peygamber (s.a.v.) Efendimizin hadisleri Kur'an'da asılları, ana konuları ve görüşleri sabit bulunan farzları tamam edici ve açıklayıcı mahiyette hükümleri alır. Meselenin başında namaz, zekat ve kısas me­selelerini misal olarak verdiğimde bu hususun bir kısmına temas edip bunlar örnek olarak geçmiştir.

3) Peygamber (s.a.v.) Efendimizin hadisleri Kur'an'daki özet ve ka­palı kısımlara ve hükümleri çok güzel bir şekilde çözüm getirir. Kur'an'daki olan umum hükümleri tahsis yapar. Alimlerin bir kısmına göre, aynı zamanda Kur'an'da hükmü kaldırılan ve yerine yeni hüküm bildirilen tesbitini yapar. Meydana gelen yeni yeni konuların açıklaması­nı bildirir. Usulcülerin bu açıklamasının birinci maddesi asıl maksadı­mıza aydınlık tutmaktadır. Buna göre birkaç örnek vermemizde çok fa-ide vardır.

1)  Kur'an'da vahşi hayvanlardan hangisinin etinin helal, hangisi­nin etinin haram olduğuna dair bir tafsilat ve izahat kesinlikle yoktur. Bunlara ancak ve ancak Peyamber (s.a.v.) Efendimizin hadisleri çok gü­zel bir şekilde çözüm getirir.

2) Akıtılmış kanın haram olduğu Kur'an'da belli edilmiştir. Fakat dalak, ciğer ve bir de etin içindeki olan kanın helal olduğunu haber ve­ren ancak ve ancak hadisdir. Çekirgenin yenmesinin helal olduğunu yi­ne hadis ile belli olmuştur. Zira Kur'an'ı Kerim'de bunun bahsi yoktur.

3) At etinin mubah olduğu ancak ve ancak hadis ile belirtilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de at ile ilgili bir hüküm kesin olarak yoktur.

4) Karısına zina yapmışsen dediği için hakim huzurunda lian yap­maya davet edilen kan-koca birbirine lanetlenmede bulunurlar. Kur'an'ı Kerim yalnız olarak bu kadarını açıklar. Fakat birbirine lanet getirdik­ten sonra kan-kocalığmın devam edip etmiyeceği hususunu belli etmez. Ancak bu meseleyi sünnet çözer. Zira sünnete göre, mülaaneden sonra boşanmaları, lazımdır.

5) Vahşi eşeğin etinin helal olduğunu, ehli eşeğin etinin haram ol­duğunu haber veren ancak ve ancak sünnettir. Zira yabani eşeğin ve ehli eşeğin helal veya haram olduğuna Kur'an'da yoktur. Bu Örnekler çoktur fakat çoğaltmaya ihtiyaç yoktur. Şu halde Kur'an-ı Kerim'de her ne ka­dar dini hükümlerin çoğu var ise de fakat hepsi yoktur. Bunun için Pey­gamberin sünnetine bütün fakihlerin ihtiyacı vardır. Bu nedenle ilim adanılan ülke ülke, kapı kapı arayıp hadisleri cem etmişler. Hatta ve hatta ki öyle çalışmışlar ki sahih olan kısımları zayıf olanlardan ayırmış­lardır. Aynı zamanda da müctehid imamlar (r.a.j'da dini hükümleri orta­ya getirirken hadisler üzerinde özenle durmuş ve sahih hadislerle amel etmişler. Zayıf ve uydurma hadislerle kesin olarak amel etmemişlerdir.

Rasûl-i Kibriya'nın (s.a.v.) bütün hadisiyle amel etmek doğru mu­dur? Malumunuz olduğu gibi, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin sünneti üçe ayrılır: Kavli yani sözlü sünnet. Fiili yani hareket ve davranışlar ile ilgili sünnet. Takriri yani işittiği ve gördüğü bir sözü veya işi reddetmeyip kabul etmesiyle ilgili sünnet. Bu üçünün de gelecek hadis-i şerifde izahatı detaylı olarak belirtilir.

Hz. Haraza dayısı Hind b. Hale'den Peygamberimiz (s.a.v.) Efendi­mizin konuşmasının nasıl olduğunu sorduğu zaman, ondan şu cevabı almıştır:

"Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz daima düşünerek konuşurdu. Onun susması konuşmasından uzun sürerdi. Lüzumsuz yere konuşmazdı. Söze başlarken de sözü bitirirken de Allah'ın adını anardı. Konuşurken, kısa ve çok manalı kelimelerle konuşurdu. Sözleri gerçek yerinde idi, konuşurken ne fazla ne de eksik söz kullanırdı. Kimsenin gönlünü kır­maz, kimseyi hor görmezdi. En ufak bir nimete saygı gösterir, hiç bir ni­meti yermezdi. Bir nimeti ne hoşlandığı için över, ne de hoşlanmadığı için yererdi. Dünya ve dünya işleri için kızmazdı. Fakat bir hak çiğnen­mek istenildiği zaman, onun hakkını almadıkça hiç bir şey kızgınlığının önüne geçemezdi.Kendi şahsi işi için asla kızmazdı ve öc almazdı. Bir şeye işaret edeceği zaman parmağı ile değil bütün eliyle işaret ederdi. Konuşurken el hareketi yapar, sağ elinin avucunu, sol elinin baş par­mağının iç tarafına vururdu. Kızdığı zaman, kızgınlıktan hemen vazge­çer ve kızgınlığını belli etmezdi. Neşelendiği zaman, ferahladığı zaman gözlerini yumardı. En fazla gülmesi gülümsemekti. Gülümserken de, ağ­zındaki dişleri dolu daneleri gibi görünürdü."

Hz. Ali (r-k.) anlatıyor:

Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz meclisindekilere karşı daima güleçti, güzel huylu idi. Esirgemesi, bağışlaması çoktu. Kötü huylu, katı kalpli, acı dilli değildi. Kimse ile çekişmez, bağırıp çağırmazdı. Kötü söz söyle­mezdi. Kimseyi ayıplamazdı. Pinti ve cimri değildi. Hoşlanmadığı şeye göz yumardı. Umudu umutsuzluğa düşürmezdi. Hoşlanmadığı bir şey hak­kında susardı -kendisini üç şeyden alıkoymuştu: Kimse ile çekişmezdi. Çok konuşmaz, faydasız boş şeylerle uğraşmazdı. Hiç kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı, kimseye hakkında hayırlı ve sevaplı olmayan sö­zü söylemezdi. Sünnetin bu üç kısmı ashab-ı kiram tarafından günü gü­nüne meydana getirilmiş ve aynı zamanda mecliste hazır olmayanlara haber veririlmiştir. İşte bu üç neviyle hadisler, ilim adamları tarafından toplanmış, ciddi bir araştırmaya tabi tutularak sahih kısımları kabul edilerek kitaplara kaynak ve delil olarak yazılmıştır. Fakat bu hadislerde biri muttasıl senedli öteki gayr-ı muttasıl senedli diye ikiye ayrılır.

Birincisinin senedi aksamadan Peygamber (s.a.v.) Efendimize ka­dar ulaşır. Bunlar da rivayet eden ashabm sayısına göre, ya mütevatır, ya meşhur ya da haber-i vahid'dir.

Birinci kısım, aynı hadisi yirmi-yirmibeş ashab rivayet etmiştir. Müctehid imamların tümü bu şekildeki olan mütevatır hadisleri sened olarak kabul etmişler. Aynı zamanda ona göre içtihadda bulunup hü­küm meydana çıkarmışlardır.

İkinci kısım, birinciye karşı sayı cihetinden daha az ashabın riva­yet ettiği hadistir. Bu da öteki gibi, müctehid imamların sened ve daya­nak seçtiği hadisler arasında yer almaktadır.

Üçüncü kısım, tek kanaldan meydana gelen hadistir. Bunlar ke­sin bilgi ifade etmez. Zanni bilgi meydana getirir. Zira bir kişi tarafından meydana getirterek rivayet edilmiştir. Bazı fakihlere göre iki veya üç kişi tarafından da rivayet edilse bile yine Haber-i vahiddir. Müctehid imam­ların çoğuna göre, tek kanaldan gelen hadisler sahih hadislerin şartları­nı ondan olursa, bir de o hadisin hilafına zahir bir hüküm onun muka­bilinde olmazsa, o zaman onlarla amel edilir. Sened-i muttasıl olmayan hadislere gelince: Bunlar sened cihetinden Peygamber (s.a.v.) Efendimi­ze ulaşmayan, yalnız ashaba kadar ulaşan hadislerdir.

İmam Şafii öyle hadisleri Medine'li ünlü alim Said b. Museyyeb ile Basralı Hasan el-Basri gibi güvenilir ilim adamları rivayet ederse delil ola­rak alınabilir, demiştir. İmam Ahmed Hanbel öyle hadisleri zayıf olarak kabul eder. İmam Ebu Hanefi ile İmam Malik öyle hadisleri ravilerin kuv­vet derecesine göre, değerlendirip güven verici ölçüde ise delil olarak kabul ederler. Öyle konular ancak ve müchidi mutlaka aittir. Kıyamete kadar iç­tihadın kapısı açıkür. Fakat içtihadın şartları çok zor ve ağırdır. Seyyid Abdulhakim-ı Arvasi hazretleri içtihadı şöyle açıklamaktadır: "İctihad, insan gücünün yettiği kadar, yani cehd ile zahmet çekerek çalışmak demek­tir. Yani, Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde sarih ve açık bildirilmemiş bulunan ahkamı ve meseleleri, açık ve geniş anlatılmış meselelerle benze­terek, meydana çıkarmaya uğraşmaktır. Bunu ancak Peygamberimiz (s.a.v.) o'nun eshabının hepsi ve diğer müslümanlardan içtihad makamına yükselenler yapabilir ki bu çok yüksek insanlara, mûctehid denir. Mûcte­hid olmak için; arabi yüksek ilimleri tamamen bilmek, Kur'an-ı Kerimi ez­bere bilmek, her ayet-i kerimenin ne manaya geldiğini, ayet-i kerimelerin geldikleri zamanlan, gelme sebeplerini, ne hakkında geldiklerini ve nice bilgileri, ilimleri bilmek lazım ve elzemdir. Ayrıca kütüb-i sittedeki ve diğer hadis kitaplarındaki yüzbinlerce hadisi ezbere bilmek ve her hadisin ne zaman ne için irad buyurulduğunu, manasının ne kadar genişlediğini, hangi hadisin diğerinden önce veya sonra olduğunu, bağlı bulunduğu ha­disleri, hangi vak'a ve hadiseler üzerine buyurulduğunu, kimler tarafın­dan nakil ve rivayet olunduğunu, nakleden kimselerin ne halde ve ne ah­lakta olduklarını bilmek, fıkıh ilminin usûl ve kaidelerini tanımak, 12 ilmi ve kur'an-ı Kerim'in ve hadis-i şeriflerin işaretlerini rumuzlarını, açık ve kapalı manalarını kavramak. Bu manalar kalbinde yer etmiş olmak, kuv­vetli iman sahibi olmak, itminan ile dolu, nurlu ve saf bir kalbe ve vicdana malik olmak lazım ve elzemdir. Umumi olarak mûctehid imamların hemen hepsi sahih hadisleri istinbat ve ictihadlanna sened olarak intihap etmiş ve aynı zamanda buna göre hüküm meydana getirmişlerdir. Fakat bir ha­dis sahih olduğu halde o hadisi rivayet eden sahibi hayatta iken o hadise göre hareketi olmamış ise, o zaman İmam Ebu Hanife o hadisi sened ola­rak kabul etmemiştir. Örneği; Ebu Hureyreyle (r.a.) Peygamber (s.a.v.) Efendimizden şu hadisi sağlam bir senedle rivayet eder:

Ebu Hureyre (r.a.)'dan Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: Köpek, sizden birinizin kabına dilini daldırdı mı, kabın suyunu döksün, sonra da kabı yedi defa yıkasın."

Bir rivayette:

Yedinci defasında ve defalardan birisinde veya birinci defasında toprakla temizlesin." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, Ebu Hureyre (r.a.)'den, yapılan gerçek araştırmalara göre Ebu Hureyre bu gi­bi kapları üç defa yıkamayı yeterli görmüştür. Bunun için İmam Ebu Hanife geçen hadisi sened olarak kabul etmemiştir. İmam Şafii sened olarak kabul etmiş ve onunla da hüküm etmiştir. Ayrıca Peygamber (s.a.v.) Efendimize kadar ulaşmayan yalnız ashab-ı kirama kadar ula­şan hadisler ise ne kadar sahih kısımlarda da bile olsa fakihlerin bir kısmı bunları delil olarak kabul etmiş ve aynı zamanda da zayıf olarak kabul etmişlerdir. Bunlardan birisi İmam Ahmed b. Hanbeli'dir. İmam Şafii de şart koşarak öyle hadisleri delil olarak kabul etmiştir. Allah ve peygamberi adına fetva veya hüküm verecek fakihlerin öyle konularda ne kadar özenle ve dikkatle davrandıklarını söylemeye hacet yoktur. Zi­ra Rasûlü Kibriya (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"En büyük iftira ve yalan odur ki bana yalan isnad ederse yani be­nim adıma yalan söylerse veya rüyada görmediği gözü gözüm gördü diye veyahut babası olmayan bir kişiye irsiyet olmak için babam diye cehen­nemdeki yerine hazırlansın" buyurmuştur.

Şu halde yalnız Kur'an'daki ayet ile ahkamı bilmek kafi gelmez. Zira hangi ayet hangisinin evvelinden inmiştir. Hangi ayet hangiye karşı olayda hedef için indirilmiştir diye kesin olarak bilinmez. Zira ahkama bağlı olan ayetler ancak ve ancak özenle ve titiz olarak üzerine durmak gerekir. Bir de ahkâmla alakadar olan her ayetin izahatında Peygamber (s.a.v.) Efendimizin kaç tane hadis irad etmiştir. Bu hadislerden hangi­sini evvel, hangisini ondan sonra buyurmuştur. Bir de bunların arala­rında birinin diğerinin hükmünü refeder bir alakası var mıdır? Aynı za­manda bunlardan zayıf olanları veya senedi gayri muttasıl olanı var mı­dır? Bunları bu cihete bilmeye, hüküm veren kimsenin ihtiyacı vardır. yle olmazsa hatalı bir ihtiyaç olmaz. Mûctehid imamların hemen tümü böyle şartlar hakkında kafi derecede gelen bir bilgiye sahipdirler. Şu halde rivayet cihetini tespit eden tefsircilerimizden İbn Cerir et-Teberi (H.310), Cam'ul-Beyan'mda Kur'an'la hadis arasındaki alakadara iyi yer vermiş ve aynı zamanda da bir çok rivayetler getirmiştir. Hele İmam Kurtubinin el-Camiuli-Ahkami'1-Kur'an adlı yirmi ciltlik eseri rivayet ve hadis yönüyle çok kıymetli bir hazinedir.

İbn Kesir (H.774) Ebü'lFida'mn rivayet yollu dört ciltlik tefsiri ba-hususen hadis ile Kur'an arasındaki bağlantıyı geniş bir hazine gibi iza­hatı olmuştur. Bir de imam Celalettin Süyutinin (H.911) Eddürrü'I-Me-sûr Fi't-Tefsiri'1-Me'sur adlı kıymetli tefsiri, her ayetle ilgili hadisleri top­lamakta ve Kur'an-ı hadislerle tefsir etmektedir. Bu meselelerde daha fazla kıymetli tefsir vardır. Şu halde ister Kur'an üzerinde çalışanlar, is­ter Kur'an'daki ahkamla alakadar ayetleri açıklamak isteyenlerin, hem bu tefsirleri gözden geçirmeye, hem müctehid imamlarının delil ve daya­naklarını bilmeye kesin olarak ihtiyacı vardır. Bu her iki ana kaynağı birbirinden ayırmak, her birini müstakil cihetiyle ele almak bizi maksu­dumuza ulaştıramaz. Bunun için, kitapla sünnet arasındaki alakayı bil­mek hem başlı başına bir ilim ve araştırma işidir, hem de dinde fetva verebilmenin şartlarından biridir. Müctehid ikiye ayrılır:

1) Müstakil veya mutlak müctehidler: Bunlar birinci tabakadadır. İmam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Cafer-i Sadık, İmam Evzei, İmam Leys b. Sa'd, İmam Sevri bu cüm­ledendir.

2) Mezhepte müctehidler, bunlar müstakil müctehid olmayıp mut­lak müctehidin kurduğu mezhepte ictihad eden ilim adamlarıdır. İmam Ebu Hanife'nin hem talebesi, hem yakın arkadaşları kabul edilen Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Züfer; İmam Şafii'nin talebesi İmam Müzni de bunlardandır. Bunlara müntesip müctehid de denilir. Yani fer-i meseleleri çıkarmada imamına uymayabilir. Bazılarına göre mez­hepte müctehid denildiği gibi müstakil müctehid de denilir. Bunlardan sonra istidlal yapabilen müctehidler, hafızlar ve mukallidler gelir.

Müfti kimdir. Müctehid imamların istinbat ettikleri hükümleri de­lilleriyle bilip fetva verme yetkisine sahip olan kimseye denir. Şu halde müfünün bazı şartları vardır: Hatta ve hatta ki bazı alimlere göre fetva vermeye yetkili olanlar, birinci, ikinci ve üçüncü derecedeki müctehid-lerdir. Ötekiler buna yetkili değildir. Bununla birlikte asgari ölçü ve şartlar kendinde var ise ancak fetva verebilir. Şu halde müftünün fetva verebilmek için vasıf ve şartlarını şöyle açıklayacağız:

1) Müctehid imamların istinbat, kıyas ve istihsan yollu çıkardıkla­rı hükümleri delilleriyle beraber bilmesi.

2) İhtilaflı olan meselelerde tercih edilen taraf cihetinde bilginin ol­ması.

3) Kaynak eserleri ve bu eserlerde geçen bütün fıkhi istilahlan kafi derecede bilmesi. Fıkhın bütün baplarını okuyup her bir bab için yeterli derecede bilgi sahip olması.

4) Alim, zeki, güzel huylu ve ağırbaşlı sahibi olması.

5) İlmiyle, ahlakiyle, ağır başlılığı ile kendini müslümanlara kabul ettirmesi.

6) Hafızasından ve kendinden, edindiği ilmi meselelerinden emin olması.

7) Her gün bir kaç saat fıkhi konular üzerinde çalışması ihtilaflı konular hakkında geniş doküman cem etmesi.

8) Bulunduğu çevreyi çok iyi bilmesi, soru soranları iyi tanıması.

9) Fıkhi meselelerde yazılan fetva ve öteki kitapları imkan derece­de gözden geçirmesi, yanlış olanları tesbit edip ilim çevresinde duyur­ması ve kitap okuma şevkinde olan toplumu uyarması bu konudadır. Malum olduğu gibi, her hocanın fetva vermeye kudreti yoktur.Dini kü­çültmek ve dine saygısızlık etmektir. Onun için Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Sizden cehennem ateşine karşı en cüretiniz, fetva vermeye en cüretli otamnızdır. Bilgisiz fetua veren kimseye göğün ve yerin melekleri lanet eder."

İbn Asakir, Hz. Ali (r.a.)'dan "Kendisine bilgisiz fetva verilen kim­senin günahı, ona fetva verenin üzerinedir. Şu halde din adına yazabil­mek, konuşabilmek, sorularını cevaplandırabilmek için en azından bu ilimleri hazmetmiş olmak son derece lüzumludur. Bu da uzun bir süre ile tahsil lazım olan konulardır... İlmihal kitabını okuyup da bir hadisin manasını alıp din adına fetva vermek, muhakkak ki cehaletten gelen büyük bir cesaret işidir. O kimselere bilmediklerini haber vermek de ay­nı zamanda alimlerinin vazifesidir. Bunun için Rasûlü Zişan'ın (s.a.v.) Efendimizin: "Fetua vermeye en cüretiniz, cehennem ateşine karşı en çok cesur olanınızdır." buyurması çok önemli ve manalıdır. Kıyamete kadar cereyan edecek olayları nübüvvet gözüyle tarayıp gören bizim Peygam­berimizin (s.a.v.) Efendimiz bu özellikte ümmetini uyarmıştır. Din adına konuşanların, bir de müctehid imamların tespit, istinbat, ictihad ve te-sanudlarım malum olmaya ihtiyaç vardır. Nasıl ki İmam Ebu Hanife: "Bizim hükümdeki tesanüdlanmızı bilmiyen kimse, mezhebimizle amel etmesin." demiştir. İslâm dini için konuşan veya bir konu için hüküm veren kimselerin çoğu, müctehid imamların, fakih adamlarının ve cum­hurun ictihadlannı beceremedikleri için, fahiş suçlar yapmaktadırlar. Zira bir konu hakkında konuşabilmek ve yazabilmek veyahut fetva vere­bilmek için birçok ilimlerin hem üzerinde ciddi araştırmada bulunmak, hem de tahsilini yapmak lazım ve elzemdir.

Usûl-i Tefsir. Tefsir ilmi bize ayetlerin hami etmiş olduğu olan hü­kümleri, evvel nazil olan hükümlerle onun arkasından nazil olan hü­kümleri, hangisinin diğer evvelkinin hükmünü nasih bulunduğunu, bir bir meseleye alakadar olduğunu diğer ayetlerin bir sıraya sıralanarak Kur'an'ın Kur'an ile tefsirini açıklamasını ders verir. Usul-i Hadis ilmi durumun hadisler arasındaki seyrini, hangi hadisin hangi ayeti veyahut hangi hadisi açıkladığını, hangi hadisin hükme sebeb bulunduğunu, hangi hadisle istidlal etmenin doğru olmayacağını, müctehid imamların hangi hadisleri ona göre yani kendilerine tesanud seçtiklerini, hadisle­rin söylediği devire götürerek ona göre mana getirmesinin hakikatini meydana getirir. Aynı zamanda fıkıh ve fıkıh usulü de bize İslâm Huku-ku'nda umum ölçüleri, ayetin ayetle, hadisin ayetle ve hadisin hadisle olan alakalarını her yönleriyle öğretir. Şu halde din adına yazabilmek, konuşabilmek, fıkıh sorularına cevap vermek için ancak ve ancak bu ilimlerin hepsini bilmek ve hazmetmek gerekir. Sonuç olarak sadece Kur'an ile amel edenin akli dengesinde bozukluk vardır.

 

YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM

 

RIBA

 

Riba'nın tarifi: Lugatta riba' artış, fazlalık anlamına gelir. Nitekim şu ayet-i kerimelerde riba kelimesi bu manada kullanılmıştır:

Yeryüzünü kupkuru görürsün. Fakat biz üzerine (gökten yağ­mur) suyu indirdiğimizde canlanır. Sarsılır ve kabanr (rebet). [41]

Yani artar ve gelişir buyurmaktadır. Yine yüce Allah:

"Bir cemaat diğer bir cemaatten daha fazla (erba) olduğu için..[42]

Yani sayıca ve kuvvet bakımından daha fazla olduğu için... "Erba fulanûn olan fulan" denilir. "İnsanların mallarında, artması için ver­diğiniz riba Allah katında artmaz. [43]

Yani sermayelerinin üzerine fazladan faiz yemek için, malların art­ması, nemalanması için verdiğiniz her şeyi Allah Teâlâ mahveder ve onu bereketlendirmez, Fakihlerin ıstılahında riba'nın iki manası vardır: Biri Özel bir bedel karşılığında yapılmış akiddir ki şeriat terazisinde ve akid esnasında eşit oldukları belli değildir ve bedelin tehir edilmesiyle bera­ber yapılır, özel bir bedelden maksad, beyanı gelecek olan ribalı mu­amelelerdir, "Eşit olup olmadıkları malum olmayandan maksad da be­dellerin birinin diğerinden fazla olması veya eşit olduklarının meçhul ol­masıdır. 'Şeriat terazisinden maksad ise ölçü veya tartısının belli olma­masıdır.' Akit esnasında dememizin sebebi, akidden sonra bedeller ara­sındaki temasül bilindiği takdirde durumu tariften çıkarmak içindir. Mesela kişi bir yığın buğdayı başka bir yığın buğdayla değiştirir. Fakat kaç kg. veya kaç ölçek olduğunu bilmezse, işte bu alış-veriş ribalı bir akiddir. Akidden sonra yığınlar ölçülse ve eşit oldukları anlaşılsa bile yi­ne de ribalı bir akiddir. Zira akid esnasında onların eşit oldukları meç­huldü. Bedellerin birinin veya ikisinin ertelenmesinden maksat da kişi­lerin malları akid yaptıkları mecliste vermemeleri veya akidde zaman şartı koşmalarıdır. Hanefilerin tarifi el-Kenz'de şöyle yapılmıştır. Malın mal ile ivazlı (bedel) olarak değiştirilmesi halinde, bedelsiz olarak bir mal fazlalığıdır. Riba ile hükmen dahi olsa mal fazlalığı maksat olarak gözetilir. Böyle bir durumda tarif nesie ribasini ve fasıd satışları da kap­sar. Zira iki bedelden birisindeki vade hissedilir. Ve aynı zamanda maddi bir ivaz karşılığında olmayan hükmi bir fazlalıktır. Ve vade sebebiyle adeten fazladan bir ivaz (bedel) verilir.

Faizin haram kılmışı ayet, hadis ve icma' ile sabit olmuştur. İnkarı küfrü, işlenmesi büyük günahı gerektirir. Kur'an'da ribanm haram kı­lındığını belirten emirler şunlardır:

Allah ahş-verişi helal, ribayı (faizi) haram kılmıştır. [44]

Bununla Cenab-ı Allah:

Faizsiz alış-veriş, faizli alış-veriş gibidir." diyen cahiliye döne­mindeki araplara cevap vermiş olmaktadır. Yani onlara göre borcun za­manı gelmesi esnasındaki fazlalık, asıl itibariyle akdin başındaki sema­nın aslı gibidir. Burada yüce Allah her iki tür arasındaki farkı beyan et­mekte ve birisindeki fazlalığın borcun ertelenmesinden dolayı olduğunu, ötekindeki fazlalığın ise alış-veriş dolayısıyle olduğunu belirtmektedir. Aynı şekilde satış, bedelin bedelidir. Zira orada semen müsemmenin ya­ni malın bedelidir. Faiz ise vadedeki gecikme dolayısıyle bedelsiz bir faz­lalık yahut cinsteki bir artıştır.

Riba (faiz yiyenler, kabirlerinden ancak kendilerini şeytdan Çarpmış bir kişi gibi kalkarlar. [45]

"Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve eğer gerçekten mü'minier iseniz faiz (henüz alınmamış olup da) kalanı bırakınız. Eğer böyle yapmayacak olursanız Allah ve peygamber ile savaş ha­linde olduğunuzu biliniz. Şayet tövbe ederseniz ana mallarınız yine sizindir. Böylelikle ne zulmetmiş, ne zulme uğratılmış olursunuz. [46]

Ebu Hureyre şöyle rivayet etmektedir:

Rasûlullah (s.a.v.) "Helak edici yedi şeyden sakının" buyurdu. Sa-habiler 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar nedir diye sordu? Bunların birincisi Allah'a şirk koşmak. İkincisi sihir yapmak. Üçüncüsü Allah'ın haram kıldığı bir nefsi öldürmek, dördüncüsü riba (faiz) yemek. Beşincisi yetim malı yemek. Altıncısı savaştan kaçmak, yedinci iffetli kadınlara iftira at­maktır. [47]

Cabir b. Abdullah şöyle rivayet etmiştir:

Rasûlullah (s.a.v.) riba yiyene, yedirene, riba muamelesini yazı ile tespit edene ve işin iki şahidine lanet etti ve bunlar (günahta) eşittirler, dedi.[48]

Kıyamet gününde bunlar bilerek yapanlar Muhammed'in lisanı üzerine melundurlar.

Riba olarak bildiği halde bir kişi bir dirhem riba yese otuz altı zi­nadan günahı daha fazla ve şiddetlidir. [49]

Alenen zina yapılan ve riba alman bir memleket kendini helak et­miş, Allah'ın azabına müstahak olmuştur. [50]

Zina ve riba bir memlekette açıkça yapılmaya başlandığı zaman Allah onların helakine izin verir. [51]

Riba yetmiş üç bölümdür; en hafifi, kişinin kendi anasıyle evlen­mesi gibidir. Ribanın en ağır olanı ise müslüman adamın ırzıdır."

Hadisi, İbni Mace kısa olarak, Hakim ise hepsini rivayet etmiş, sa­hih olduğunu belirtmiştir. Bu manada çok hadis-i şerif vardır ki bazı­sında:

Faiz yetmiş veya yetmiş iki türlüdür diye buyurmaktadır. [52]

İnsanlar üzerine bir zaman gelecek (hepsi de riba yiyecekler. Bu­nun üzerine soruldu: "Ey Allah'ın peygamberi! İnsanların hepsi de mi yiyecek?", "Evet yemiyenin de tozu dumanı burnuna ulaşacaktır." diye cevap verdi. (İbn mace, Nesai) Ebu Davud da Rasûlullah (s.a.v.) Veda Hutbesi'nde şöyle buyurarak ümmetini bir defa daha uyarmıştır. Taninda bir emanet bulunan kimse, bu emanet kimin malı ise ona versin." Her çeşit faiz yasaktır. Ana sermayeniz sizindir, ne haksızlık ediniz ne de haksızlığa uğrayınız veya ne zulmediniz ne de zulme uğraymız. Allah faiz yoktur diyor. Abdulmuttalib oğlu Abbas'ın bütün faiz muamelesi ya­saklanmıştır. "İlk kaldırdığım faiz onun faizidir."

Faiz neden haram kılındı. Faizin haram kılınmasının bir takım ne­denleri vardır. Bunlardan bazılarım maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz.

1) Faizde başkasına ait bir malı karşılıksız (ivazsız) olarak almak vardır.

2) Faiz ticaretle uğraşmayı ve yatırımı engeller. Emek çekmeden başkasının kazancıyla geçinme alışkanlığına yöneltir. Böylece her geçen gün gelir sağlamanın bu en kolay ve kârlı yolunu işlek hale getirip hız­landırır.

3) İnsanlar arasında dayanışma ve merhamet duygularını ve bu­nun taşıdığı yüce ve kutsal anlamı öldürür. Faizsiz ödünç vermenin bü­tün kapılarını kapar. Fertler arasında ilgi ve yakınlığın tek değer ölçüsü­nün madde ve menfaat olduğu inancını kökleştirir.

4) Gönüllerden merhameti, victanlardan şefkati ve acıma duygu­sunu siler. Tefeci ve faizciyle sömürülenler arasında düşmanlığa yol açar.

5) Faiz, kaynakların tam olarak kullanılmasını önleyerek işsizliğe sebep olur.

6) Yalnızca paralarının faizi ile yaşayan kapital sahipleri sadece kendi çıkarlarını düşündükleri için diğer üretim faktörlerinin ve bu ara­da yoksul ve dar gelirli tüketicinin zararlarına aldırmazlar.

7) Faiz ve faizcilik toplum yasasında belli bir zümreyi ciddi kazanç yollarından çekip almaya, hiç zahmet görmeden hazıra konmaya böyle­ce her geçen gün gelir sağlamanın bu en kolay ve kârlı yolunu işlek hale getirip hızlandırır. Başkalarına da kötü örnek olur.

8) Hiç sebep dikkate alınmasa bile, değilmi ki Allah faizi haram kıl­mıştır. Ona kayıtsız ve şartsız uymamız gerekmektedir. Zira ilahi teklifle­rin hepsinin neden ve hikmetini bilmeyebiliriz. Fakat bize lazım gelen an­cak ve ancak o emrine uymak, inanmak, daha sonra lazım ise o emrin hikmetini incelemektir. Faiz ile sadaka arasındaki zıtlık bakımından birbi­rinden farklıdır. Zira sadaka, Allah yolunda istiyerek malı sarf etmektir. Zahir olarak malı azaltma çalışmasını göstermektir. Faiz ise, ilahi yasağa rağmen başkasının malına el uzatıp karşılıksız bir fazlalık sağlamakla ma­lı artırmaktır. Bu nedenle Allah faizin bereketini giderir. Fakat sadakanın feyiz ve bereketini çoğaltır. Bunun için en büyük huzursuzluk iki cümle­den meydana gelir. Birincisi: "Benim işim rastgeldikten sonra, Ötekinin işi­ni eğri olsa bana ne." İkincisi: "Sen çalış faydası bana olsun." Bu iki cüm­leyi idame eden, ribanın devam etmesi ve aynı zamanda da zekatın terk etmesidir. Bu huzursuzluktan kurtulmak ancak ve ancak zekatın bir kanunu ilahi olarak genel bir suretinde ifa edilmesiyle ve ribanın da kesin olarak emri üahi olduğu için, terk edilmesiyle meydana gelir. Şu halde faiz vaşağı ile ilgili dört kademeyi izahatımızda büyük fayda vardır:

1- Mekke'de bu konuda ilk nazil olan ayette şöyle Duyurulmuştur:

İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz faiz, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekat ise (böy­le değildir). Zekat ve sadaka verenler (hem mallarının bereketini, hem sevaplarını) kat kat artırırlar.[53]

Bu ayetle ribanın haram olduğu açıklanmıyor. Yalnız inanmışların dikkati çekiliyor. Ve bu konuda onların beyinlerinde bir soru, insafların­da bir anlaşma getiriliyor. Faizin Allah katında kesin bir sevabı yoktur ve aynı zamanda hiç bir iyi şey meydana getiremez, denilerek aklı eren­lerin bu konuda iyice düşünmeleri ve bir insaf muhasebesi yapmaları bekleniliyor. Zira yaygın bir haramı bir anda helal etmek ve bir çırpıda önüne sed çekmek pek başarılı olmaz. İnsanın pedagojik ve psikolojik yapısı. Nefsin harama olan ilgisi tek kademeli bir harama karşı daima tepki gösterir. Bunun için Kur'an'dan her hangi bir mesele hakkındaki ayetlerden yalnız olarak birini ele alıp hüküm çıkarmak kesin olarak sıhhatli ve isabetli olmaz.

2- Medine'de ikinci kademede nazil olan ayetle şöyle buyuruluyor:

Yahudilerin haksızlıkları, insanlardan bir çoğunu Allah yolun­dan alıkoymaları (Tevrat'da) engelledikleri halde faiz almaları ve in­sanların mallarını haksız sebeplerle yemeleri nedeniyle kendilerine  (daha önce) helal kılınan teiniz şeyleri haram kıldık. Hem aralarında inkar edenlere acıklı bir azap hazırladık. [54]

İkinci kademede nazil olan bu ayetle faizin yahudi milletini ne sı-kmtıye düşürdüğü, nasıl da sömürücü bir millet durumuna koyduğunu ve bunun için onlara acı verecek bir azaba hazır olmalarını (hem dünya­da, hem de ahirette) haber vererek müslüman milletler uyarılıyor. Fakat birinci kademedeki ayetle kafalarda oluşturulan soru biraz daha önemli tutuluyor. Fakat bu ayetle de faiz kesin olarak haram olmamıştır. Zira burada da faizin müslümanlara yasak kılındığı açıklanmıyor. Fakat ona doğru açılmak istenen kapı daha fazla aralanıyor.

3- Medine'de üçüncü kademede nazil olan ayetle Arap tefecilerinin aşın denecek ölçüde kat kat faiz almaları haramlamyor. Böylece faizin haram olduğu az kapalı bir anlatımla veya detaylı olmayan bir ifadeyle bildiriliyor:

Ey iman edenler! Faizi kat kat artırılmış olarak yemeyin. Al­lah'tan korkun ki kurtuluşa ve başarıya erişesiniz. [55] Bu şekilde müslümanlara ilk faiz yasağı konulmuş oldu.

Riba yiyenler, kıyamet gününde mezarlarından şeytan çarp­mış sar'ahlar gibi deli divane olarak kalkarlar. Bu ceza, onların: "Alım-satım da tıpkı riba gibidir." demeleri yüzündendir. Halbuki Allahu Teâlâ alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır. Her kim, Rabbi tarafından kendisine bir nasihat ve ihtar gelir de (faiz) almaktan vazgeçerse; (artık nehiyden evvel) geçmişi ona, hükmü de, Allah'a ait­tir. Her kim bu nehiyden sonra yine (faize) döner (helal tanımakta ıs­rar eder)se, işte bunlar cehennemliktirler. Hep orada kalacaklardır." Ey mü'minler Allah'tan korkunuz ve hakikaten mü'min iseniz, faiz­den baki kalanı bırakınız." [56]

Bu şekildeki olan ayetler indi, böylece hem basit hem mürekkep faiz haram oldu. Sahih rivayete göre Kur'an'da en son inen ayetlerden biri de meşelerimizi te'kid eden faiz hakkındaki yasaklardır.

"Eğer tevbe edip faizcilikten vazgeçerseniz ana sermayeniz si­zindir. Artık ne haksızlık eder. Ne de haksızlığa uğrarsınız." [57]

Bu ayet-i kerimenin ifadesine göre ana sermayenin üzerine bir dir­hem olsun faize cevaz verilmiyor. Böylece azının da yasak ve haıam ol­duğu kesin bir ifadeyle haber veriyor. Şu halde ayetin serahati karşısın­da arık hem faizi, hem de faizin azını da ve faiz şüphesi taşıyan muame­leleri terk etmek gerekir. Semavi dinlere göre faizin tarihi çoktan beri vardır. Zira Adem (a.s.) ile beraber bütün din işleri meydana gelmiştir. Fakat ribanm işlemesi kabil onu meydana getirmiştir. Zira insanlardan ilk olarak o bütün haram şeyleri yapmıştır. Bir de ciddi araştırmalardan sonra Eflatun kendi kitabında faizi kötü olarak saymıştır. Romalılar ilk olarak faizi men etmiş, daha sonra faiz mikdannı kendi başına bırak­mayıp belki bir yasaya havale etmiştir. Tevrat'ın hali hazır olan nüsha­larında da faizin yasaklandığını açıklayan bazı belgeler vardır:

Eğer kavmine yanında olan bir fakire ödünç para verirsen, ona fa­iz istemeyeceksin; onun üzerine faiz bırakmıyacaksm. [58]

Musa Peygamber {a.s.) şeriatında haramlar kısmı: Garibe hakaret etmiyeceksin ve ona zulmetmiyeceksin. Zira siz Mısır ülkesinde yabancı idiniz, katiyyen olarak yetim ve dul kadına zahmet etmeyeceksiniz. Şa­yet milletine, yanında olan bir yetime borç olarak bir para verirsen ona karşı tefeci gibi yapmayacaksın. Onun üzerine faiz bırakmayacaksın. Musa ve yahudilik, aynı zamanda Tevrat/levililer: 25/35,37 belgelerle tesniye: 23/19-20 belgelerde faiz haramlığmı haber vermektedir.

Isa peygamber (a.s.)'in havarilerine hayırdan başka hiç bir şey iş­lememelerini emretmesi, faizi haram kabul etmesine bize delil olarak ye­terlidir. Bir de bernaba İncilinde faizin haram olduğuna dair bazı belge­ler görülmektedir. İslâm'a göre tarifi yaptığımız fazlalığa riba denilirken, kapitalist cemiyetlerde buna faiz denilmektedir. Mana ve hüküm cihe­tinde her iki arasında fark yoktur. İngilizler kolay kısmına "interest sıınple" ağır kısmına da "compound" derler. Bu manada İslâm'ın nehyettiği riba ile fazl ve ribai nesie her iki çeşid faiz kasd edilmektedir. Kur'an'daki riba deyimiyle kapitalist cemiyetlerde meydana gelen faiz arasında bir fark eğer varsa da bu yalnız miktarlar arasında bir derece farklıdır. Zira her ikisi de ana para üzerinden alman bir artıştır. İktisad-çılardan bir kısmı ne kadar faizi toprak icaresine benzetmiş ve paranın faize verilmesini toprağını kendisi işletmiyen mülk sahibinin onu icare verilmesi ile aynı mizanda görmüşse de bu kıyas çok hatadır. Zira top­rakta kendi malını para karşılığında kiraya vermektir. İşte bu özelliği fa­izde yoktur. Bir de makis ile makis aleyh aynı değildir. İslâm'ın kâr an­layışı farklıdır ve aynı zamanda da kâr da sınırlıdır. Zira bakar vicdan ve örfe bağlıdır. Fakat kapitalistlerin kârları sınırsız ve açıkça cemiyetin sö-mürülmesini almıştır. Kapitalist ekonomisinin ana özelliklerinden olan tekel kartellerin bir neticesidir. Fakat İslâmi ölçülere göre tekeli malın cem ettirilmesini, fiyatların yükselmesini beklemek için, üretimi piyasa­ya sürmeyip ihtikarda bekletmeyi kesin olarak yasaklamıştır. Zira kapi­talist ekonomide çok yaygın olan bu çeşit davranışlar iyilikle, bağışla, yardımlaşma duygusuyla ve toplum yararıyla taban tabana terstir. İs­lam normal bir kâra müsaade ve destur vermektedir. Normal kâr ise şöyledir: Yeni kuruluşun belirli bir üretim veya hizmetle başlamak eski bir kuruluşun da sıyrılmak eğilimini göstermediği gelir düzeyi... Bu eği­lim de kafi olmaz. Zira cemiyete hiç bir kişinin üretim projesindeki ha­ke ttiği hissesinden yoksun bırakilmamasıdır. İlâm, normal kârı "alım satım ölçüleri içinde" kabul ederken faizi yasaklamaktadır. Zira kâr ve faiz kazanç ve muamele yapma cihetinden bir birinden farklıdır. Zira fa­izde ödünç veren, ana para ve faizi sağlama bağladıktan sonra paranın kullanımına karışmamaktadır. Karda ise firma sahibi, parasını kullan­ma vazifesiyle doğrudan doğruya alakadardır. Zira faiz üretken bir uğra­şın sonucu değildir. Oysa kör üretken bir uğraş neticesinden meydana gelmektedir. Faizde ödünç verenin üretken uğraşı olmadığı için, girişim­ci te'siri noksandır. Şu halde kârda bu te'sir bütün üretim ve pazarlama boyunca canlılığını korumaktadır. Şöyleki, faiz durumunda sermaye sa­hibi üretim işlemiyle alakadar yoktur. Fakat kârda sermaye sahibi ser­mayenin ekonomik olarak kullanma yeri ve usulüni kendisi meydana getirmektedir. Burada girişimci kânnı artırmak amacıyle yeni buluşlara gidebilir ve ihtiyaçları meydana getirmek için yeni ürünlerin ortaya çık­masını meydana getirebilir. Sonuç olarak, faizde zarar durumu yoktur. Zira faiz belirlidir, meydandadır. Kâr ise girişimcinin getirdiği riskin bir mukabelesidir. Zira girişimcinin geliri kesin, belirli değildir. Zira kâr meçhuldür. Zira zihni ve fiziksel yetenekleri yönünden üstün olanlar daha yüksek kâr getirebiliyorlar. Bu çok yönlü farklardan ötürü İslâm faizi haram etmiş ve kâra destur vermiştir. İşte (Allah alım-satımı halal 'faizi haram kıldı." ayeti bu konuda bize bir ana fikir vermekte ve inceleti yapmamızı emretmektedir. Dar'ul-Harb ve faiz: "Ehli İslâm ile arala­rında muahade ve musaleme yani barış ve sulh bulunmayan ğayr-i niüslimlerin vatanıdır. İstilahat-i fıkhıyye kamusu, başka bir tarife göre ise 'Dar'ul-Harbi müslümanlann hükmü altına daha geçmemiş olan faz­la olarak da fetih yolu ile "İslâm ülkesi" kılınıncaya kadar müslümanlar için ister bilfiil ve ister bilkuvve harb sahnesi teşkil eden yer demektir. İslâmî ölçülere göre dünya ikiye ayrılır:

a) Dar'ul-Harb yani harp ülkesi.

b) Dar'ul-İslâm yani İslâm ülkesi.

Birinci tarife göre; ehl-i İslâm ile aralarında (düşmanlığı terk ile barış yapılan) ve musalaha yani sulh edilen gayr-i müslim bir ülke dar-i harb yani harp ülkesi sayılmaz. Bunun tersine olursa onun tersi olur. Yani bu iki anlaşma olmazsa o zaman gayr-i müslim ülkelerinin hemen hepsi savaş olsun olmasın, harp ülkesi sayılır.

İkinci taife göre, ister aralarında barış ve sulh yapılsın ister yapıl­masın gayr-i müslim ülkelerin hepsi dar-i harbdır. İkinci tarife göre Necran ve Nubya ülkeleri dar-i sulh: Henüz İslâm hakimiyeti altına da­hil olmamakla beraber, Cebren ve anveten değil fakat rıza ve sulh yoluy­la İslâm ülkesine bağlı olarak bir vergi rabıtası ile bağlanmış olan mem­leketlere delalet etmek üzere kullanırlar. Bu da daha çok belli bir sürey­le sınırlı gösterilmiştir. İslâm tarihinde Necran İle Nubya ülkeleri bu hukukî durumun iki tarihi örneğini meydana getirmektedir. Şu halde yapılan tarifte geçen muvadaa ve musalaha, tabirlerinden "Dar-i Sul-h'un haricinde kalan diğer gayr-i müslim ülkeler kast edilmiştir. Dar'ul-İslâm Dar'ul-Harb olabilir mi? Bunun izahatı şöyledir:

Gayr-i müslim ülkelerden bir devlet bizim ülkelerden bir devlete üstünlük sağlarsa veya beldenin halkı İslâm dininden irtidad eder İslâm dininden ayrıldıktan sonra galibiyet sağlar ve küfür kanununu orada bı­rakılır. Veya gayr-i müslim vatandaşlar sözleşmeyi bozar da o ülkeyi ele geçirip galibiyeti sağlarsa o zaman "Dar'ul-İslâm'ın" dar'ul-harbe dahil olması için üç şartı vardır:

1- Dar'ul-Harb'e komşuluk olması.

2- Müslümanlar ile onların zimmilerinin önceki güveni ve muhafa­zayı görmez olması. [59]

Dar'ul-Harb ancak ve ancak sadece bir şart ile Dar'ul-İslâm'a da­hil olur. İslâmî hükümün o ülkede icra edilmesi.[60]

Ebu Hanife'ye göre, Dar'ul-İslâm'm Dar'ul-Harb'e olabilmesi için üç şart vardır:

1) Dar'ul-İslâm'ın Dar'ul-Harbe komşu olması öyle bir komşu ki ara yerde bir İslâm ülkesinin olmaması.

2) Orada yaşayan kesin olarak bir müslüman ve zimminin istila­dan evvel sahip bulunduğu güven ve emanımn kalmaması.

3) Teşhir hale gelecek bir surette küffar kanununun izhar ve üs­tün tutulması.

Fakat İmam Ebu Yusuf ve îmam Muhammed'e göre: Sadece bir şart ile realite olur: Orda küfür kanununun üstün tutulması ve izharı, kıyasa göre de bu muteberdir. [61]

İmam-ı Azam içtihadına göre öyle ülkeler varsa o zaman cuma ve bayram namazları kılınmaz. Şu halde bir zamanda Hindistan'ın idaresi İngilizlerin veya gayr-i müslimlerin elindedir. Bununla beraber gerek İn­gilizlerin, gerekse gayr-i müslim yerlilerin gayr-i İslâmî yönetim kaidesi müslümanlara dini hükümlerin bir kısmında bir şerbetlik imkanı vardı. Fakat bugünkü Hindistan'ın durumları çok farklıdır. O devirdeki Hin­distan'daki idare tarzı, İmameynin içtihadına göre o ülkeyi Dar'ul-İslam olmaktan çıkarmış olurdu.

İmam Ebu Hanife göre o zaman üç şartın tamamı reayite olmadığı için yine Dar'ul-İslâm'dır. Bu izahatının aydınlığı karşısında istilaya edilmeyen fakat normal seçimlerle dahil olan ve aynı zamanda da bir değişik idare kuralı kuran bazı İslâm ülkelerinin durumu. Hindistan'da­ki dünkü ve bugünkü durumla kıyasla edilmez. Müslüman halkı şer'i bazı hükümlerin İzharında serbest bırakılan bu ülkelere Dar'ul-Harb denilebilir mi? Üç imamın şartları bir araya getirilip konunun onlann aydınlığında özenle üzerinde dursak, hemen karşımıza çıkar ki, memle­ketimizde ve bunun gibi diğer İslâm memleketinde müslüman olmayan ahkamın hepsi hükümran olmamıştır. Zira müslümanların bir çok gele­nek ve göreneklerine, İbadetlerine izin ve imkan verilmiştir. Bununla be­raber bir istila yani Dar'ul-Harb tarafından bir istila meydanda yoktur. O halde ülkemizde hem cuma ve bayram namazlannm kılınması lazım ve elzemdir. Hem de faizciliğe ve diğer haram şeylere cevaz hükmü ka­palıdır. Bu zamana göre gayr-i müslimlerin hemen ülkeleri tamamen dar'ul-harptir. Zira hiç biriyle vergi haraç ya da cizye ödemeleri şartıyle bir musalaha ve muahada gidilmemiştir. Bunun için bu tip ülkelerde bulunan müslümanlann ister seyahat, ister İşçi, ister ziyaretçi, ister ti­caret amacıyla varsın, faiz ve diğer İslâm'a göre haram sayılan hususlar mukabilinde nasıl hareket etmesi lazım oluyor? Bu hususu da izahatı şöyledir:

Bir müslüman Dar'ul-Harb'e tacir olarak dahi olsa, ona, onlann malından ve kanından hiçbir şeye el uzatması, bir şeye hucüm ve taar­ruzda bulunması helal olmaz. Zira zulm ve baskı yapmak haramdır. [62]

İmam Malik, İmam Yusuf, İmam Şafii ve İmam Ahmed b. Hanbe-li'ye göre Dar'ul-Harb'de bile faiz haramdır. Dar'ul-Harb meselesi üze­rinde durup faiz almanın caiz olduğunu iddia edenlerin haberi ilimde ol­mayan bu iddialan ile birçok müslüman hata ve yanlış yola sapmış, ba­zı kişilerin inançlan zayıflamıştır.

İmam Şafii ile İmam Ebu Yusuf, müsteminin yani eman isteyenin İslâm ülkesindeki durumuna itabar ederek bu görüş ve içtihada yani İmam-ı Azam içtihadındaki faiz Dar'ul-Harb'de bulunan müslümanlann faiz anabileceğim mubah saymıştır. Bu görüş ve içtihada muhalefet et­mişler ve İmam Şafii sözü edilen hadisin gayr-i sabit olduğunu haber vermiştir. Diğer iki imam: Ahmed b. Hanbel ile İmam Malik de Dar'ul-Harb, de zina, domuz eti vb. şeyler haram olduğu gibi faizde haramdır." demişlerdir.

İmam Şafii gibi çok zeki, ve çok saygı değerli bir mücahid İmam, bu hadisin sıhhatli biçimde sabit olmadığını ve bu sebeple onun bir hüccet olmayacağını belirtmiştir. Bunun için hükme sened olarak kabul etmemiştir. Dar'ul-Harb'de bulunan iki müslümanm birbiriyle faiz mu­amelesi yapması kesinlikle caaiz değildir. Zira her ikisinin de malı ma­sumdur. Velhasıl İmam Şafii Dar'ul-Harb'de de faizin mubah olmadığını kesin bir kanaatla izah etmiştir. Şafii bu meselede, İmam Evzai ile İmam Ebu Yusuf un görüşlerini çok doğru olarak kabul etmiştir. Ve aynı zamanda bu konudaki hüccet evzai saygı değerinin ihticac ettikleri gibi olur demiştir. Bu konuyu özet olarak şöyle demiştir:

Bir müslüman bir kavm arasında faiz yemeyi nasıl helal sayabilir ki Allah onlann kanlarını, mallannı o müslümana haram kılmıştır. [63]

İmam Malik ve Ahmed bin Hanbel de Dar'ul-Harb'de faizi mubah kabul etmemişlerdir. İslâm hükmüyle idare edilmeyen müslüman ülke­ler, istilaya uğramadığı ve aralannda ahkam şeriyyeden bazı hususlarla amel edildiği için Dar'ul-İslâm sayılırlar. Şu halde tercihi canibi İslâm'a bakılır. Bir devlet kendi başında gelip müslüman bir ülkeyle sulh mu­ahedesi yapıp vergi veya onun gibi bir cizye ödeyen bir gayr-i müslim ül­ke, Dar'ul-sulh sayılacağından orada bulunan müslümana faiz almak haramdır. Maddesinde malum olduğu gibi gayr-i müslim ülkelerinden başka kalan diğer gayr-i müslim ülkelerin tümünü Dar'ul-Harb olarak kabul edilmiştir.[64]

Müslümanların ribanm haram olduğu, hatta ve hattaki günahla­rın en büyüklerinden olduğu ve riba yapan kimsenin fasık olduğu hu­susunda ittifakları olmuştur. Allah (c.c.) ısrarla riba almaya devam eden kişinin hiçbir amelini beğenmez. Bütün şeriata göre ribanm ve ribalı muamelelerin sakıncalı ve haram olduğunda ittifakları olmuştur. Allah tarafından inen ayet'önünden ve arkasında batıl girmemiş olan Kur'an, israiloğulları'nın elleriyle yaptıkları günahlar sebebiyle lanete müstehak olduklarını haber vermektedir. Bu günahların başında da riba gelmek­tedir. Zira Allah (c.c.) Onları ribadan menetmiştir. Biz de kendilerine (Tevrat'ta yasaklan"dığı halde faiz almalarından ve insanların mallarını haksız olarak yemelerinden ötürü yani böyle yaptık." [65]

Bütün fakihlerin şu hususta ittifakları olmuştur: "Riba muamelesi ister müslümanlarla, ister zimmilerle, isterse zimmi olmayan kafirlerle yapılsın, malı haram eder.

Ebu Hanife ve Talebesi İmam Muhammed şöyle demiştir: "Riba an- temiz olan mallarda cereyan eder, yani sahibinin rızası bulunmadan alınması haram olan mallarda riba cereyan eder. Sahibinin rızası bulunm-kadığı halde alınması haram olmayan. Örneğin; harbi bir kafirin malında, eğer fazlalığı yani faiz alan müslüman olursa riba cereyan etmez. Müslü­man bir tüccarın eman olarak dar'ul-harbe girip oradaki insanlarla ribalı muamele yaparak mal alması caizdir. Bu görüş İmam Ebu Hanife ile İmam Muhammed'in görüşüdür. Bunun hakikatini ancak ve ancak Allah bilir. Zımmi'nin malı ise ittifakla masumdur. Eman alan kafir de böyledir. Her ikisiyle de ribalı muamele yapmak kesinlikle caiz değildir. Bu hususta dinin değişik olması nazari itibara alınmaz. Zira din birliğinin riba'nın ce-rayan etme şartlarından olmadığında ittifak vardır. Cumhurun delili: "Ri­ba hem müslümanlar, hem de gayr-i müslimler için haramdır. Zira en sa­hih görüşe göre gayr-i müslimler de şeriatın fer'lerinin muhatabıdırlar. Ya­ni onların da faiz yememeleri, namaz kılmaları, oruç tutmaları istenmek­tedir. Ribalı muameleler hakkında genel olarak varid olan nasslar da böy­ledir. Onları müslümanlara tahsis edecek delil ve sened yoktur.

Ebu Hanife ve İmanı Muhammed'in delili şudur: Harbi bir kafirin malı masum değildir. Onu almak mubahtır. Ancak eman olarak dar'ul-harb'e giden bir müslümana, rızası olmadan harbi bir kafir kendi rıza-sıyle malını bir müslümana verirse bu engel ortadan kalkar. Zira vaci­bin mucibi yoktur. Yani onu icab ettiren bir delil mevcud değildir. Bu durumda müslüman mubah ve memluk olmayan bir malı istila etmiş olur ki, bu meşrudur. Bu tıpkı kimseye ait olmayan bir mülkü istila et­mek gibidir. Ebu Hanife ve İmam Muhammed'in bu görüşüne göre müs­lüman dar'ul-harb olan memlekette faiz alabilir. Ancak faiz veremez. Bazıları meseleyi karıştırarak "Dar'ul-Harb'de hem faiz alınabilir, hem de verilebilir" demişler, ki bu iftiradır. Dar'ul-harb'de riba alınabilir gö­rüşü iki kişiye aittir. Fukaha'nın cumhuru ise bunun tersini söylemek­tedir ki doğru olan da budur. Şu hususa dikkat etmek lazım ve elzem­dir. Zira bu zamana göre Ebu Hanife ve İmam Muhammed'in görüşüyle amel etmek mümkün olmaz.

Zira kanunlara, örf ve adetlere göre müslüman Dar'ul-Harb'de harbi kafirle ticaret yapmak iktidarına sahip değildir. Bunun için biz, fakihle-rin böyle bir konuyu gündeme getirmekten, müftülerin bu hususta fetva vermekten kaçınmalarını haber veriyoruz. Zira bir kaç kimseler bunu istismar edip haramı helal etmeye çalışırlar. Bu kimseler yabancı ban­kalarda çalışıp faiz almakta ve halka da yedirmektedir. Bunlar bunun caiz olduğuna dair fetva aldıklarını iddia etmektedirler. Herkese hakkı beyan etmek için bu görüşü burada zikrettik. Bu görüş sadece harbi ka­fire mahsustur. Harbi kafir, bizim memleketimizle onun memleketi ara­sında şer-i ve örfi manada savaş bulunan kafirdir.Bu ise bugün sadece müslümanlarla yahudiler arasında mevzi-i baistir. Gayri müslim olan doğu ve batı memleketleri şer'i manada harb-i değildirler. Bunlar ne ka­dar yahudi ve Siyonistlere yardım ediyorlarsa da Ebu Hanife ve İmam Muhammed'in görüşünün onlara tatbik edilmesi uygun değildir. Bunun için hangi banka olursa olsun, hangi fertle olursa olsun ribalı muamele yapmak haram ve yasaktır. Fakat bir bankanın şeriata göre ahş-verişi olursa o zaman bütün işi ticaretle uğraşıldığı için, her şeyi helal olur. Onların da İslâm memleketinde ribalı muamele işlemeleri haramdır. Hatta ve hattaki onların yapması daha da ağırdır. Zira burada mallar müslümanlardan çekip gayri müslimlerin menfaati için kullanılmakta­dır. Ve bu yüzden de İslâm memleketleri çok zararlara ve sıkıntılara he­def olur. Dar-ı İslâm, müslümanların fethettikleri veya ahalisi kendilik­lerinden müslüman olmuş bir memleketdir. Bu her iki şekilde meydana geldikten sonra, artık o memleket kıyamete kadar dar-ı harbe dönemez. Sermed-i olarak Dar-ı İslâm olur. [66]

Buna göre Filistin, Ga'ddar, İspanya, barbarca insanı öldüren Rus ve Çin zulmüne uğramış bütün İslâm memleketi dar-ı İslâm'dır. Dar-ı Harb ise hiç bir zamanda İslâm hakimiyeti altına dahil olmayan ülkedir.

Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre: Dar-ı İslâm, içinde İslâm ahkamı tatbik edilen ülkedir. Dar-ı Harb ise İslâm ahkamı tatbik edil­meyen ülkedir. Bunlara göre Dar-ı İslâm Dar-ı Harb'e rucu eder. Ebu Hanefi'ye göre Dar-ı İslâm Dar-ı Harb'e komşu olup içinde İslâm ahkamı tatbik edilmeyen ve içinde ne müslüman ne de zimmi emin olmayan ül­kedir. Ona göre Dar-ı İslâm Dar-ı Harb'e döner. İmam Azam'a göre İs­panya, Yunanistan ve Bulgaristan gbi olan ülkeler dar-ı harb'dır. Bazı­larına göre bu zamanda dört tane ülke vardır:

1) Dar-ı İslâm bu pek azdır.

2) Dar-I İslâmi yani İslâm ülkesi İsmu'l mensup olarak kullanılır.

3) Dar-ı lahd, yani muahade ve bütün birleşik devletleri.

4) Dar-ı harb, yani gayr-ı müslim. [67]

İslâm'da haram kılınmış olan riba yani faiz iki nev'dir. Bunlardan birisi cahiliye zamanı Araplarınm bildikleri yalnız bir nev-i olan "en-Nesie ribasi"dir. Bu faiz nev-i verilmesi hak edilen bir borcun verilmesinin vadi cedidiye ertelenmesi için alınırdı. Söz konusu bu deyn ister satılan bir şe­yin parası için olsun ister bir borç olsun, aynıdır. İkinci nev-i riba ise, altı sınıf şeyin satışlanndaki ribadır. Onlar, altın, gümüş, buğday, arpa, tuz ve hurmadır. O da "Ribael-Fadl" olarak tarif olunur. Bunun için yeni ribai en nesle yani vade faizine ulaşılmasının engellenmesi için yani seddu'z-zerai, bölümünden haram kılınmıştır. Bunun örneği: Bir kişinin malum pir müddet ile altın satıp, sonra riba olacak surette altının yerine gümüş Ödemesi gibidir. Birinci faizin nev-i Kur'an nassıyla haram kılınan cahili-ye zamanı ribasıdır. İkinci nev ribanın haram olması ise onun haramiyye-ti sünnete kıyas olarak sabit olmuştur. Zira İkinci nev, bir ivaz karşılığın­da olmadan bir fazlalığa şamil gelmektedir. Sünnet üçüncü bir nev'i daha haram kılmıştır ki, bu da sınıfların tebdil edilmesinin halidir "bey'en ne-sa" diye malum olunan satış şeklidir. Bu üçüncü şekil de faiz olarak ka­bul edilmiştir. Zira ivazlardan hepsinde de nesa yani vade fazlalığı gerek­tirir. Bu, manen beraberinde malum bir faide elde edilerek ödenen borç demektir. Zira bu bir şeyin bizzat kendisi ile değişmesi olur.[68]

Cumhur-i Fukaha'ya göre satış ribası iki nev'dir. Birisi "riba el-fadl" (fazlalık faizi} ötekisi ise "riba en-nesie" (vade faizijdir.

Hanefi fakihleri satış olan fazlalık faizini şu şekilde tarif etmişler­dir: Bir satış akünde cinslerin bir olması halinde şer'i mi'yar (yani ölçü­len ve tartılan şeyler) üzerinden bir malın aynını fazla olarak vermek de­mektir. Biz el-Kasani'nin de kaydettiği gibi "satış akünde şart koşulma" kaydını söylemiyoruz. Zira bu kaydın terk edilmesi daha uygundur. Zira satışda yahut karzda ister şart koşulsun ister koşulmasın fazlalık olun­ca faiz meydana gelir. Tarifteki "bir malın aynı (kendisi)" ile kelimesinden maksud şudur: Fazlalığın veyahut ziyadenin meydana gelmesinde kıymete değil miktar ve kemiyete bakılır. "Şer-i mi'yar" kaydı ile de arşın ile ölçülen ve tane ile sayılan şeyler tarifin haricinde kalmıştır. Yani bu kural men-i eğyar ve cem'i efrad kısmında olmuştur. Zira öyle şeylerde faiz meydana gelmez. Nasıl hayvan, halı, kilim ve ev eşyası, arazi, ağaç ve ev nevileri gibi kıyemi mallarda da faiz yoktur. Şu halde bunlarda fazlalık haram olmaz. Zira bunların değişimi halinde tek bir birim ola­rak ölçülen veya tartılan miktarlarla ölçülmeleri söz konusu değildir. Şu halde faiz bütün ölçülen ve tartılan şeylere bağlıdır. Her hangi bir kim­senin bir kumaşın altı arşınını aynı o kumaştan yedi arşına veyahut iki yumurtayı üç yumurtaya veya beş koyunu altı koyuna satsa, karşılıklı kabz etmek şartıyle olursa caizdir. Fakat bunlarda birisi vadeli yani ne-sie olursa faizdir. Zira nesie faizinin haram olması için her iki ivaz ve bedelinden birisinin ertelenmesi kafi gelir. Başka bir tarife göre riba el-fadl tarifi şöyledir: "Fazlalık faizi iki mislinden birisinde bir fazlalık ile birlikte ribevi bir malı misli olan bir şeye satmaktır. "Riba el-fadl gizli ri­ba manasına gelen "er-Riba el-Hafi ismini vermektedir ki bunun haram olmasının sebebini Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Bir dirhemi iki dirheme karşılık satmayınız. Zira ben sizin için faiz­den korkuyorum. İşte faize giden yolları tıkamak (seddi'z-zerai') için ha­ram kılınmıştır."

Şer-i Miyar Ebu Yusuf a göre eşyanın satışında örfi olarak kullanı­lan birimdir. Şu halde faiz kilo ile ölçülen ve ağırlık ile tartılan şeylerde tartmaktır. Ebu Yusuf a göre eşitlik her bir sınıfın kendine has örfi ölçeği ile mabuldur. Örfen tereyağı ve zeytin yağı gibi, vezni olarak bir şeyin, iki ayrı miktarında ağırlıkları itibari İle eşit olmaları istenir. Örfen keyli olan şeyde ise, ölçeklerinin eşit olması icap eder. İki nakitte (altın ve gümüşte veyahut onlann yerlerini tutan tedavüldeki nakillerde) faizin haram kılın­ması hususunda, bunların sikke yapılmış ve işlenmiş olanları ile sikke ya­pılmayıp işlenmemiş onları arasında aynıdır. Kesin olarak fark yoktur. Bunun için müctehidler dirhemlerle ilgili olarak, bunların tibr (dökülme­miş, külçe) olanları ile aynlan arasında bir fark yoktur, söylemektedirler. Fakat İbn'ul-Kayyume göre kullanılması mubah olan yüzük ve kadınların süs eşyası gibi kuyumcu tarafından işlenmiş altın ve gümüşlerin ağırlıkla­rından daha fazlasmm altın veya gümüş ile satışını mesleği ve insanlann ihtiyacını göz önünde bulundurarak caiz olarak kabul etmiştir.[69]

Satış kabul edilen nesie ribasını yani vade faizini ise Hanefiler şöyle tarif etmişlerdir. Peşin olanın vadeli olana fazlalık ile; keyli olan yahut vez­ni olan iki şeyde cinslerin farklı olması halinde İbn'ul-Kayyum buna (açık faiz manasına gelen) "er-Riba' el-celiy" adını söylemiş ki, cahiliye zamanın­da kullanılan ve onlann örfüne göre faiz idi. Aynın deyne fazlalığı; yahut cinslerin bir olması halinde keyli yahut vezni olmayan şeylerdeki fazlalık­tır. Şu halde cinsi bir olan şeyin bir bölümü mukabilinde veya bir başka cinsi olan satılırken kabziyeti erteleme mukabilinde keylde veya veznde (ölçü veya tartıda) bir fazlalık alınmamasıdır. Bir ölçek buğdayın iki ay sonra vermek üzere bir buçuk ölçeğe, bir sa' buğdayın üç ay sonra öden­mek üzere iki sa' arpaya yahut her hangi bir fazlalık olmadan satılmasıdır. Teslimi derhal yapılan bir ntıl hurmanın daha sonra teslim edilecek bir n-tıl hurma mukabilinde satılması gibi. Bunlar cinslerin değişik veya bir ol­ması halinde keyli veya vezni olan şeylerin misalleridir. Keyli veya vezni ol­mayan şeylerin cinslerinin bir olmasına, bir elmayı iki elmaya, bir narı iki nara örneğin bir aylığına satmak onun şekli olur. Bu kıyasa göre satıcının bir müddet sonra eline gelen maddi fazlalık, alıcıya peşin olarak teslim edeceği bir müdbuğday mukabilindendir. Şu halde vadelinin peşine olan üstünlüğünden maksud da budur. Zira peşin olarak derhal ödenen mal borca kalarak ödenecekden daha önemlidir. Bunun için ayn'ın deyne üs­tünlüğü vardır. Bizatihi belli olmuş bir şey nevi, ile belli olmasından daha iyidir. Zira bunun sırf altında fark vardır ve aynı zamanda da bozan alıcı teslim etmesi lazım gelirken teslim etmeye de bilir. Fakat belli olmamış za­tiyle bir şey, miktarı belli buğday, şeker ve benzeri şeylerin, örneğin; belli miktardaki arpa mukabilinde satın alınması halinde olduğu gibi. Böyle bir durumda satılan ayn değil deyn kabilindendir. Semen ayn'dır. Bununla, ayniyette iki bedel arasındaki eşitliğin, faiz demek olan fazlalık şüphesin­den sakınmak için istenen birşey olduğu ortaya çıkmaktadır. Zira ayn deynden daha hayırlıdır. Ne kadar peşinde olsa, işte bunun için ayn'ın ze­katının deynden ödenmesi caiz olmaz. Tayinin şart koşulması ise hadiste­ki: "Peşinen elden ele" ifadesinden alınmıştır. Zira "el" tayin aracıdır. Hazır kılmak ve işaret etmek gibi. Nasıl ki birbirinin misli olması da hadisteki "misli misline" ifadesinden alınmıştır. Bu şeklide ribevi olan iki bedelde ta­yin, istenen bir şey olmaktadır ki, ikisi arasında eşitlik meydana gelsin, nasıl ki iki bedelden birisinin tayini de her türlü satışın caiz olması için şarttır. Bununla nesieye karşılık, nesie olan ve faiz demek olan deynin deyn karşılığı alınıp verilmesinden de korunmuş olur. Bütün bu misaller­de nesie faizi bulunmaktadır. Zira her hangi bir karşılık olmaksızın iki ivazdan birisinde bir fazlalık vardır. Miktar itibariyle eşit olmaları halinde haram kılınmasının nedeni kıymetteki fazlalıktır. Zira adeten akti yapan taraflardan her hangi birisi iki ivazdan birisinin tesliminin tehir edilmesi­ni, ancak onun mukabilinde kıymetteki bir artışın varlığı halinde kabul eder. Şu halde umumu olarak peşin olan, vadeli olandan fazla olur. Nasıl ki ayn olarak ödenen bir şey de deyn yani borçtan daha üstün olur. Zira borçlu borcunu teslim etmeyebilir. Bazan üzerinde birlik edilen şartlara da aykırı olabilir. Riba-i nesie (va'de faizi) İbn'ul-Kayyim buna (açık faiz manasına gelen) "er-Riba el-Celiy" ismini vermiştir ki, bu da cahiliye zamanında aşikar olarak faizdi. Ala­caklı, vadenin gelmesi halinde borçluya: "Borcunu verir misin, veyahut faiz mi verirsin?" diye sorardı. İşte katlama kâr yani faiz budur.[70]

Peygamber (s.a.v.)'e buğdayın arpa ile, altının gümüş ile vadeli olarak değiştirilmeleri hakkında soru sorulmuş o da: "Nesieden başka­sında riba yoktur." buyurmuştur. Bu cevap daha evvel sorulan soruya binaen verilmişür. Şu halde rivayet eden Rasûlü Zişan (s.a.v.)'in sözünü dinlemiş, fakat daha evvel sorulan soruya kulak asmamış veya onu nakletmekle heves etmemiş gibidir. "... Faiz yoktur" sözleriyle, en ileri, büyük, tehlikeli ve en çok gerçekleşen, cezası da en ağır olan faizi irade etmiş gibidir. Nasıl ki araplar bir şehirde başka bir çok üim adamı bulınmakla beraber: "Şehirde filan kimseden başka alim yoktur" derler. Bundan kasd olunan ise, hiç bir alimin bulunmadığını kasdetmek değil, belki o kişiden daha alim bir kişinin bulunmadığını söylemektir. Şaflilere göre satış faiz inevileri:

1- Rıba el-yed yani ele geçirme faizt

İki bedelin de veyahut onlardan birisinin kabzının tehir edilmesi ve vadenin söz konusu edilmemesi şeklindeki satıştır. Yani cinsleri far­klı olan buğdayın arpa ile satılması durumunda olduğu gibi; akit mecli­sinde karşılıklı kabz olmadan meydana gelen satıştır. Bu nev'i satış, Ha-nefîlerin nesie faizini tarifi yaparken kullandıkları "ayn malın kendisinin borca fazlalığı" şeklindeki ifadelerinin kapsamına dahildir. Bu faiz, ribe-vi olan iki malın karşılıklı olarak kabzedilme şartından kaynaklanmıştır.

2- Riba el-Fadl (fazlalık faizi):

İki bedelden birisinin daha fazla olması durumundaki olan satış­tır. Yani bu durumda fazlalığın mukabilinde vade bulunmaktadır. Bu şekildeki faiz nev'i ancak cinsleri bir olan iki bedelde meydana gelmek­tedir. Bir ölçek buğdayı mesela bir buçuk ölçek buğday mukabilinde satmak gibi, bu meselede fakihlerin ittifakı vardır.

3- Riba en-nesie (vade faizi):

Bu da bir vadeye kadar satmaktır. Yani bir müdeye kadar satıp sonra da vadenin gelmesi esnasında fazlalığın söz konusu olması ve va­de mukabilinde semenin ödenmemesidir. Yani bedelden birisindeki faz­lalık, bedel mukabilinde olmayıp ödemenin geciktirilmesi karşılığında-dır. Riba el-yed da nesie ribası da Şafiilere göre ancak cinsleri değişik i-ki bedelde meydana gelmektedir. Bu iki faiz nev~i arasındaki fark şudur; Ele geçirme faizi, kabzın tehir edilmesi durumundadır. Nesie faizi ise, akitte kısa dahi olsa vadenin söz konusu edilmesi ile hak etmenin tehir etmesi durumudur. Şu halde Şafiiler, nesie ribasını vadenin söz konusu olduğu satış durumuna bağlamışlardır.

Riba el-yed ise peşin satış ile beraber kabzın tehir edilmesi duru­mudur. Şaflilerden el-Mütevelli bunu da eklemiştir: "Bir fayda getirmesi için borç vermek de faizin çeşitidir." Zerkeşi de bu kısmı riba-ı fadl bölü­müne dahil etmek mümkündür" demektedir. Velhasıl, nesie ribası asli miktara yapılan fazlalık mukabilinde borcun tehir edilmesidir. (Cahiliye zamanındaki faiz gibi) veyahut ribevi bir malın cinsi ile satılması duru­munda iki bedelden birisinin kabz edilmesinin tehir edilmesidir. Ribai fa-zl ise, ribevi bir malın kendi cinsi ile borçla değil peşin olarak mübadelesi halinde iki bedelden birinin diğerine fazlalığıdır. Bir alış-veriş yapan bir kişi bu malın peşin fiyatı beş milyondur iki aya kadar vadeli ise yedi milyon liradır" dese, öyle vadeli satış caizdir. Zira bu alış-verişte her iki be­delde cins farklığı olduğu için, riba eseri bile yoktur. Araziden alınacak mahsulün bir kısmı karşılığında yapılan muhabere ve henüz dallarında bulunan taze hurmanın yerine üzerinde bulunan kuru hurma mukabilin­de satın alınması demek olan müzabele, tarlada başağında bulunan tane­nin yerin üzerinde bulunan tane karşılığında satın alınması demek olan muhakele ve onun gibi işlemlerin haram kılınması sadece faizin kökünü kurutmak içindir. Zira, kurumadan evvel iki şey arasındaki eşitlik tanıla­maz. Bunun için müctehid olan alimler şöyle söylemiştir:

Faize götüren araçların önünü kesmek ve faize ulaştıran yollan kapatmak için kendi anlayışları çerçevesinde bir takım şeyleri haram kılmalarının nedeni budur. [71]

Fakihler nassla sabit olan yedi çeşidde fazlalık faizinin (riba'ı-fazl) haram olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu sınıflar şunlardır: Altm, gümüş, buğday, arpa, hurma, kuru üzüm Ve tuz cinslerinin bir olması halinde bunlarda fazlalık haramdır. Bunların dışında kalanlarda fazlalı­ğın haram olup olmadığı hususunda ihtilafları vardır. Bir grup, yalnız bunların haram olduğunu kabul etmişlerdir. Bunlar zahiriyye mezhebi­ne bağlıdırlar. Bir başka grup, kilo ile ölçülen veya ağırlık ile tartılan her şeyin kendi cinsi ile değişmesinde ribayı haram kabul etmiştir. Bu, za­hir görüşünde İmam Ahmed ve Ebu Hanife'ye göredir. Bir öteki grup, bunu iki nakte yani altın ve gümüşe veya -kilo ile ölçülen ve tartılan ol­masa dahi- yiyeceklere bağlamışlardır. Bu da imam Şafii'nin görüşüdür. İmam Ahmed'den gelen diğer rivayeti de şöyledir. Bunlara göre taam ya­ni yiyecek ise, gıda, meyve veya tedavi olarak kullanılan yenen şeylerdir. Öteki grup ise, bunu ölçülen veya tartılan yiyeceklere tahsis etmişlerdir. Bu da Said b. el-Müseyyeb ve İmam Ahmed'den gelen bir rivayeti ile İmam Şafii'nin bir öteki görüşüdür. Bir başka bir grup da bunu küt ya­ni gıdalara ve bunlara uygun şeylere tahsis etmişlerdirki bu da İmam Malik'in görüşüdür. İbnü'l-Kayyum bunu bu konudaki görüşlerin en tercihine şayanı olanı olarak saymışlardır. Bu meselede en lazım gelen görüşleri izahatlarını yaparım.

Hanefi mezhebi:

Hanefiler şöyle izahatları olmuştur: Faizin illeti ve sebebi malların bilinebileceği usul ve kaide tartmak veya kilo ile ölçmek ve aynı zaman­da cinsin bir olmasıdır. Eğer bunların bir arada bulunması olursa nesâ haram olduğu gibi fazlalık da haramdır. Zira mensusu aleyha dört şey: (Buğday, arpa, hurma ve tuz)daki illet ve sebep yani faizin sebebi cinsle beraber ölçüdür. Altın ve gümüşteki olan illet ise, cinsle birlikte ağırlık­tır. Şu halde bu iki sıfat bir arada geldiği zaman fazlalık faizinin illeti ve sebebi sabit olur ki, bunlar cins ve miktardır. Şu halde faiz aynı miktar­dan olan birimi ve cinsleri aynı olan tesbit edilen mallardır. Altının altın ile satılıp iki bedelden birinin diğerinden fazla olması durumunda oldu­ğu gibi, buna göre fazlalık faizdir. Zira her iki bedelde tartılabilen şeyler­dir. Miktar kadarı ile kastedilen de budur. Bu kıyasa göre misli mallar yani kilo ile ölçülen ve ağırlık ile tartılanlar bu mallar ancak ve ancak faizin cereyan ettiği mallardır. Bunun için ev, hayvan, kilimler ve çeşitli halı, inci, mücevherat gibi kıymetli mallarda ise faiz izhar ve ceyan et­mez. Bir deve veya bir koyunun iki deve veye ve iki koyuna değiştirilme­si gibi. Fazlanın az ile değiştirilmesi caizdir. Zira kıyemi şeyler, miktarı tam ölçülebilen birimleri arasında tek bir ölçü miktarının kullanılması ortak özelliği olanlardan değildir.

Bunda asıl delil Ebu Said el-Hudri ile Ubade b. es-Samit'in Pey­gamber (s.a.v.)'den rivayet ettikleri sahih bir hadistir. Bu rivayete göre Rasûlü Zişan (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Altın altın ile misli misline ve peşinen satılır. Fazlalık faizdir. Gü­müş gümüş ile misli misline peşinen satılır. Fazlalık faizdir. Buğday buğday ile misli misline peşinen satılır. Fazlası faizdir. Arpa arpa ile misli misline peşinen satılır. Fazlası faizdir. Hurma hurma ile misli mis­line elden ele satılır. Fazlalık faizdir. Tuz tuz ile misli misline el ele satı­lır. Fazlalık ise faizdir. Bu kıyasa göre fazlalık faizi (ribael-fadl) yalnız olarak kilo ile ölçülen veya ağırlık ile tartılan misli-takdiri şeylere bağlıdır. Arşın ile ölçülen veyahut sayılan (adedi) şeylerde faiz yoktur. Hay­van, halı, arazi, ev, ağaç gibi kıyemi mallarda fazlalık faizi cereyan et­mez. Zira bu gibi şeyler birimleri ortak bir ölçü birimi veyahut belli olan bir kader ile ölçülüp miktarı belli edilen şeylerde değildir. Bunun için bunlardan çok olan bir şeyi, kendi cinsinden az olan bir şey mukabilin­de vermek caizdir. Bir koyunu belli iki koyun mukabilinde satmak gibi. Zira fazlalık faizi aynı cinsten olan iki şeyden birisinin sayı ve miktarca fazla olmasıdır. Kıyemi şeyler ise, miktar ise, miktar ile bilinen şeyler­den değildir.

 

Haram Kılınış Nedeni Ve Hikmeti:

 

İnsanların aldanışa vaki olmasını ve aynı zamanda da onlara za­rar vermeyi men etmektir. Zira bazı evkatta iki cinsten birisinde diğerin­den ayrı bir Özellik var sanılabilir. öyle şeylerin haram kılınmasında asıl olan ise seddü'z-zeraidir. Bu meselede harama giden yollan kapamak türünden olmasıdır. Zira insanlar bir altını iki altın mukabilinde sata­cak olsa bu ancak iki tür arasındaki farklılık olduğu için yapılır. Ya ka­lite farkı içindir veya sikkenin türünde olduğu içindir. Ya hafiflikte ve ağırlıkta bir farklılık dolayısıyledir. Veya başka bir farklılık olduğu için­dir. Bu şekilde bu meselede peşin kârdan daha sonra elde edilecek kâra ulaşmış olurlar. Bu ise nesie (vade) faizinin ta kendisidir. Yani cinslerin farklı olması halinde -buğdayın arpa karşılığında satılması gibi- fazlalık faizinin haram kılınmasının nedeni seddü'z-zerai kısmındandır. Bu şe­kildeki cinslerin farklı olması durumunda fazlalıkların caiz kabul edil­mesi suretiyle nesie faizine bir yol gitmesine engel olur. Örneğin, bir kişi belli vadeye bir miktar altını karz olarak alır. Ondan sonra istenen faiz miktan kadar o miktardan daha fazla bir miktar gümüş verirse bu aynı zamanda nesie faizine bir yol bırakmış olur. İşte bunun için hikmet ve ibreti nihayetsiz şeriat, insanlann pek çoğunun elinde oldukça kolay ve çok rahat bir ölçü vermiş bulunmaktadır. İşte bununla farklı sınıfların kıymetleri yapılır. Bunun için aynı sınıftan olan şeyler arasındaki tür değişiklerini uzun olarak üzerinde durmak gerekmez. Haram kılma ne­deni, bazı evkatta sedü'z-zerai olmayabilir. Yani seddü'zerai haramın il­leti ve sebebi bazı evkata olmaz. Örneği; eski ve kalitesiz fakat fazla, az fakat yeni ve kaliteli olan mukabilinde almak durumunda olduğu gibi, eski ve kalitesiz fazlalığı ne kadar yeni ve kaliteli mukabilinde. Bununla beraber yine haramdır. Zira büyük bir ölçüde aldanma meydanda var­dır. Ribael-fadl yani fazlalık faizi, mukabeleleri alış-verişlerde az olarak meydana gelen bir işlemdir. Örneğin; bir kişi bir kilo buğdayı değiştir­mek usuliyle satın alır. Yani bir kişi bir kilo buğdayı iki kilo buğday ile satın alır ve satıcı da alıcı da mallarını teslim alırsa, bu şekildeki olan faiz ribel faizdir.[72]

 

Riba El-Fadl (Fazlalık Faiz) İn Miktarı:

 

Yiyeceklerde fazlalık faizinin meydana geleceği miktan yanm sa' ve ondan daha fazlasıdır. Yanm sa1, takriben 1350 gramdır. Şu halde 1 kilo ve 1 okka ile 3 çeyrek okkadır. Yahut 6 okka ve 3 çeyrek okka ya­hut 450 dirhemdir. Zira şeriatta bundan daha az bir ölçü yoktur. Bunun için bir avuç buğday mukabilinde elden ele almak üzere iki avuç buğday satın almak caizdir. Veyahut karşılık olarak kabz etmek şartıyle bir elmaya mukabil iki tane elma alınabilir. Bu şekildeki olan cevaz ya­rım sa'ya yetişinceye kadar devam eder. Zira eşitlik için açıklanmış olan ölçü bellidir. Bunun için fazlalık meydana gelmiyor. Tartılan şeylerde fa­izin meydanda sabit olduğu miktar ise: Bu altın ve gümüşte bir habbe­den daha az olan miktardır. Habbe ince ve uzun iki tarafının kesildiği normal büyüklükte arpa tanesidir. Bununla beraber bir dirhemin 50 habbe ve beşte iki habbe (50.265; yani 2.975 gram) olduğu malumumuz olsun. Fakat benzeri alış-verişlerde satışın sahih olması için her iki be­delin de tayin edilmesi şarttır. Her ikisi veya birisi belli olmadığı takdir­de, müctehidlerin ittifıkıyle caiz değildir.

 

İlletin Nev'i:

 

Bu illet (cinsleri bir olduktan sonra üzerinde ittifak edilen miktar il­leti ve sebebi) olduğu takdirde, her şeyde faiz cereyan eder. İster yenecek nevinde olsun, ister yenecek nevinden olmasın kilo ile satılmaları duru­munda mısır, pirinç, susam, çemen, alçı gibi kilo ile ölçülüp satılan her şey, fazlalık faizi ile ilgili hadiste söz konusu edilen buğday ve arpaya kı­yas edilir kurşun, bakır ve demir gibi ağırlık ölçüsü ile satılan her şey de altın ve gümüşe kıyas edilir. Tane ile satılan ve arşın ile ölçülenlerde oldu­ğu gibi kilo ile de ağırlık ile de satılmayan şeylerde fazlalık faizi olmaz. Bir yumurtayı iki yumurta ile satmak bir arşın kumaşı kendi cinsinden iki ar­şın kumaşa kabziyeti olduktan sonra satmak sahihtir. Riba değildir.

 

Ribevî Malların Mikyası:

 

Özenle üzerinde durulursa Sâri şu şekilde açıklamıştır: Buğday, arpa, hurma ve tuz gibi keyli olduğu, altın ve gümüş gibi tartılan olduğu nass ile tespit edilen şeyler, bunlar, sermedi ve ebediyen değişmemek üzere aynı surette devam eder. İsterse insanlar onunla geçmişte olduğu şekliyle alış-verişleri terk etsin. Malikden başka Cumhurun görüşüdür. Zira Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: [73]

Ölçek Medinelilerin ölçeğidir.Tartıda Mekkelüerin tartışıdır. [74] Bu kıyasa göre buğdayın buğday ile eşit tartı ile satılması, altının altın ile veyahut gümüşün gümüş ile eşit ölçek ile satılması sahih değil­dir. Zira nass örften daha kuvvetlidir. Daha fazla kuvvetli olan daha za­yıf olan için terkedilmez. Biz daha evvel Ebu Yusuf un nassı ile tespit edilen ribevî mallarda ve başkalarında makbul olan ölçünün örfî ölçü ol­duğu kanaatinde olduğuna ve örfün değşimesi ve bunun değişeceğim haber vermiştik. Ebu Yusuf un görüşünün belgesi daha kuvvetli olarak muteberdir. Zira ribevî mallarda ölçek yahut tartı itibariyle eşitliğin lü­zumuna dair varit olan nassta Peygamber (s.a.v.) zamanında örfen ka­bul edilen ölçüye riayet edilmiştir. Nassa kıyas edilen şeyde illetin tesbit edilmesi ise, burada örf ile idrak olabilecek şeylerdendir. Bunu da Mali-kilerin şu sözleri kuvvetlenmektedir. "Kilo ile ölçme veya tartı cihetinde insanların adetleri başka bir usûle göre olsa akdin yapıldığı ülkenin ör­füne itibar edilir. Şâri'in nassa bağlamadığı cihetler ise insanların pa­zarlardaki örf ve ananelerine hamledilir. Yine bunun üzerine dikkatli olarak bakılırsa faizin cari olan malların yeni ve kalitesi ile eski ve kali­tesizi arasında kesin olarak fark yoktur. Şu halde ribevi mallarda kalite­li olanın kalitesize, misli misline olmadıkça, satmak faiz olur. Zira eğer bir şeyin kendi cinsinden olan bir başka şey ile, onda bulunan daha ka­liteli bir vasıf için mübadele etmelerine cevaz verilirse, o zaman fazlalık faizi yani riba1 elfadl hallolur. Bunun için Malikiler bir naktin kendi sı­nıfı ile tartılarak, fakat kalitede tarafların altınları arasında farklılığın ol­ması durumundaki satış demek olan ve "muratala" diye bilinen satışı haram olarak itibar etmişlerdir. Bir de bu şekilde kalitenin kalitesiz ile mübadele edilmesinin yasak kılınmasının nedeni ise, faiz şüphesini iptaletmek ve faize götüren yolları kapamaktır.[75]

 

Nesie Faizinin Nedeni:

 

Cahiliye zamanının faizi olan nesie faizinin sebebi, fazlalık faizinin sebebindeki iki vasıftan birisidir. Bu ya keyl (kilo ile ölçmek)dir veya it­tifak olunan vezn (tartı)dır. Yahut aynı cinstir. Üzerinde ittifak edilen miktardan kast, her iki bedelin aynı cins ve gruptan olmasıdır. Ya kilo ile ölçülenler veya ağırlık ile tartılanlardan olması kast edilir. Aynı cins'ln manası ise, ik ibedelden birisinin diğerinin cinsinden olması de­mektir. Buğdayın buğday mukabilinde veya altının altın mukabilinde ol­ması gibi...

Bir kişi kış mevsiminde bir kilo buğdayı yazın ödemek üzere bir buçuk kiloya satın alırsa semende fazlalık olan yarım kilonun satılan malda her hangi bir mukabelesi yoktur. Bu yarım kilo, yalnız vade mu-kabilindedir. Bunun için buna "nesie faizi" yani iki bedelden birisindeki sürenin tehir edilmesine faiz ismi verilmiştir. İşte bu kıyasa göre fazla­lık, ister miktar bir olsun İster olmasın, ödemenin tehir edilmesi muka­bilinde iki bedelden birisinde söz konusudur. Cahiliyye zamanında in­sanlardan birisi, diğerine bir borç verecek olursa ondan sonra o borcun vadesi gelirse alacaklı borçlusuna: 'Ta ödemeyi yaparsın veyahut ödeye­ceğin miktarı artırırsın" derdi. Bu konuda borçlu ya borcunu öder yahut ondan bir süre isteyip ödemeyi tehir eder. Ve ana parasına bir miktar ekler, bu ise borçlunun zor bir duruma sokulması ve zarara uğraması­dır. Zira bu şekildeki olan borç, borçlunun servetinin hepsini kapsaya­bilir. Buna kıyasen buğdayın arpa ile satılması gibi, yalnız ittifak edilen miktar bulunur yahut bir elmanın iki elmaya arpanın arpayla karşılık olarak satılması durumunda olduğu gibi, tek bir cins söz konusu olursa nesâ (vade) haram olur. Bir müd buğdayın peşin olarak iki müd arpa mukabilinde satılmasının caiz olması, fakat nesie (vadeli) olarak caiz ol­mamasının hikmeti şudur:

Eğer peşin olursa bir de sömürü için değil belki ihtiyaç için ise bu durumda yani bir müd buğdayın peşin olarak iki müd arpa karşılığında satışlarda eşitlik sağlamaya mecbur tutmak insanlara zarar verir. Eğer bu şekildeki durum borca çevirirse yani peşin olmazsa o zaman satış daha çok karza benzemektedir ki muhtacın ihtiyacını sömürmek ihti­mali vardır. Aynı zamanda da fazlalığın da vade karşılığında olması dü­şünülür. Bunun için faize giden yolu kapatmak için (seddü'z-zerai) nesâ (vade) haram olmuştur. Zira iki müd arpanın bir müd buğday karşılı­ğında satılmasının caiz olmamasının hikmeti; cahiliye döneminde onla­rın örf ve ananesine göre ifade edilen:

Yani ödemeni yaparsın veyahut faiz ödersin"e giden ananeleridir. Fakat her hangi bir semena karşı vadeli olarak bir şey satmak kesinlikle caizdir. Bu konuda da ihtilaf yoktur. Zira insanların ihtiyaçları için caiz­dir. Eğer bedeller birbirleriyle eşit olursa hatta tuzu tuz mukabilinde misli misline vadeli olarak satması da caiz değildir. Zira cinsler bir oldu­ğu içindir. Bu kıyasa göre ribael-fadlm haramlığıiki vasıfta; nesie faizi­nin haramlılığı ise iki vasıftan birisiyle meydana gelmektedir. Nesie faizi­nin haramiyeti için yalnız cinsin birliği yeterli olduğu için, yarım sa'dan fazlası muteber değildir. Örneğin bir avuç buğdayı vadeli olarak iki avu-ca satmak caiz değildir. Bir kapuzu iki karpuza, bir narı iki nara ve bunlar gibi vadeli olarak satmak caiz değildir. Zira cinsler arasında bir­lik vardır. Burada riba'el-fadl faizinde açıkladığımız gibi farklılık arzet-mektedir. Bir avuç buğdayın iki avuç arpa mukabilinde satılması du­rumunda olduğu gibi, cinsiyeti bir olmadığında, en kuvvetli görüşe göre şartsız olarak peşin' olsun vadeli yani nesie olsun helaldir. Zira her biri­sinin sebebi ve illeti yoktur. İmam Muhammed bunların hepsini de ha­ram olarak kabul etmiştir. Ve şöyle demiştir:

"Çok olduğunda haram olan her bir şeyin azı da aynı şekilde ha­ramdır."

Faizin haram kılmış sebebi: Nesie faizinin haramiyetinin sebebini Şöyle Özetleyebiliriz:

"İnsana iyilik, merhamet ve şefkat yolları yok edilir. Bu dünyada yardımlaşma ve dayanışma fazileti ortadan kaldırılır. Kuvvetli olan kişi zayıfın ihtiyacım istismar ettikten sonra, onu sömürür, insanlara her tarafta büyük zorluklar verilir. İnsanların peşin paraya yiyecek bulması büyük çapta zorlaşır. Bunun sonunda insanın bütün gıdalar da büyük zararlar meydana gelir. Nakitler, sıradan mallar gibi peşin yahut vadeli olarak faizli fazlalıklar ile karşılıklı ilişkilere konu olursa, yükselip alçal-maması lazım gelen disiplinli ve sınırları belli olması lazım gelen malla­rın kıymetini tayin ölçüsü bozulur. Yenecek şeylerde bunların karşılıklı olarak vade ile satılması suretiyle nesie faizi kabul edilecek olursa in­sanlar daha çok kâr etmek amacıyle bu şekildeki satışa koşarlar.[76]

 

Banka Faizleri:

 

Banka faizleri de nesie yani vadeli faiz nev'indedir. Bu devirde bankalarda belli olan bir malın malum olan bir vade ile yıllık veya aylık olarak % 7, % 5, % 2.5 gibi faizlerle verilmesi veyahut karz edilmesi işle­midir, bazı insanların mallarını haksız yollarla yemektir. Bu işlemlerde de faizin bütün zararları net olarak meydandadır. Bunların haramiyyeti faizin haramiyyeti gibidir. Suç ve günah bakımından onların arasında hiç fark yoktur. Yani bankaların faizi de bir nesie vade ödemenin gecik­tirilmesi için söz konusu olan) faizdir. Bunun delili ise, yüce Allah'ın:

Eğer tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir." (Bakara, 279) emridir. Zamanımızda insanların adetinde faiz, ancak malın ödenmesi­nin geciktirilmesi durumundaki kârlar (faizler) hakkında anlaşılır ol­muştur. Aynı zamanda cahiliyye zamanında da insanların yaptıkları ne­sie faizi de budur. Fazlalık faizi ise çok olmamakla beraber nadiren gö­rülmektedir. Bu şekilde daha evvel kaydetmiş olduğumuz "faiz ancak nesie (vade) halinde olur" hadisinden ne kastedildiği de ortaya çıkmak­tadır ki, bundan maksat evvelden de açıklamış olduğumuz gibi -bu fa­izin ne kadar berbat ve tehlikeli olduğuna dikkat çekmektedir. Daha ev­vel açıkladığımız gibi, bir şeyin kendinden farklı cinslerle fazlalıklı satışı haramdır. Fakat cinsleri birbirinden farklı şeylerde fazlalık, Hanefilere göre caizdir. Ancak kuş etleri bu kaideye ayrılmıştır. Serçe ve bıldırcın kuşları gibi, iki cinsin etlerini birbirinden fazla olarak satmak caizdir. Zira bunlar ribevî mallardan değildir. Zira bunlar ne tartı ise ne de kilo ile ölçülerek satılmaktadırlar. Fakat ördek ve tavuk etleri bu karara da­hil değildir. Zira umumi olarak bunlar tartılarak satılırlar. Onun için bunların fazlalıklı olarak satışları riba olur. Hanefilere göre cinslerin bir­birinden farklı olup olmadıklarını meydana gelmekteki ölçü, aslındaki farklılığa göredir. Hurmadan meydan gelmiş sirkenin üzüm sirkesi ile beraber inek etinin koyun eti ile birlikte olması yahut gözetilen maksa­dın farklı oluşu keçi kılları ile koyun yünü gibi zira sanayide bunlardan her birisinin kullanımından gözetilen maksad farklı farklıdır. Yahut da vasfın değişmesi gibi. Buğday ile birlikte ekmeğin satışı öyledir. Zira buğday kilo ile ölçülür. Ekmek ise tane ile satılır veya tartılarak satılır. Bu kıyasa göre deve, inek, koyun etleri ile bunların sütleri farklı cinsler­dir. Bunun için bunların kendi aralarındaki fazlalık caizdir. Mısır, arpa, buğday ve bunlar gibi farklı cinslerdir. Un ile birlikte ekmek veya buğ­day iki ayrı cinstir. İç yağı ile et iki ayrı cinstir. Zeytin ile zeytin yağı ayrı cinstir. Pişirilmemiş zeytin yağı ile pişirilmiş zeytin yağının cinsleri ayrı­dır. Zira bunların maksudları ayrı ayrıdır. Bu usule göre öteki şeyler de kıyas edilir.

Hanefilerin delilleri: Hanefiler faizin illetinin keyl (kilo ile ölçmek) veya vezn (ağırlık ile tartmak) olduğuna, her iki bedelde eşitliğin veya misliyetin satışın sıhhatinde şart koşulmasını delil olarak kabul etmiş­lerdir. Bir de faizin haram oluşu, mukabilinde bedel bulunmayan bir roal fazlalığının varlığı içindir. Buna göre daha evvel mütalaa ettiğimiz hadis-i şerifte nass ile meydana gelen başka şeylerde de bulunur. Örne-gm; Demir, kireç ve bunun gibi şeylerde de meydana gelir. İki şey arasında eşitlik veyahut benzerlik ise şeklen ve manen zarar-ı itibara alın­makla meydana gelmektedir. Cins ise, manen benzerliği tahakkuk etti­rir. Zira mallarda aynı cinsten olmak, mal oluşun birbirine yakın olması demektir. Kafîz, kafîzin mislidir; dinar dinarın mislidir, buna göre fazla olan kafîz, karşılık ivazlarda sakınılması mümkün olan ve onun karşılığı olmayan maldaki bir fazlalık olduğundan faiz olur. Şu halde bu husus hiç bir zaman semenlere ve yiyeceklere has değildir. Aynı zamanda bü­tün cins ile satılan bütün keylilerde misli ile değiştirilen bütün mevzun (ağırlık ile tartılan) şeylerde söz konusu olur. Başka bir ifade ile şöyle­dir: Az önce gördüğümüz hadis-i şerifte örneği buğday, kıymet taşıyan bir maldır. Zira satış ancak ve ancak kıymet taşıyan mallarda şahindir. Fakat bu buğdayın mal olarak nasıl olduğu ancak ve ancak kilo ile ölçü­lerek malum olur. Bu kıyasa göre nassın gereği olarak keyl (ölçme) vasfı, onun için sabit bir vasıf olur. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur:

"Ağırlık ile tartılan altın altın ile, kilo ile ölçülen buğday buğday ile.... alınıp satılır."

Burada faizden kurtulmak için aranan şey, her iki ivaz (bedel) arasındaki mümaselet (benzerlik) olduğuna göre; ölçekte veya tartıda benzerlik haramdan kurtuluşun yoludur. Bir avuç ile birtek elmada ise mümaselet söz konusu değildir. Aynı zamanda bunlar faiz mallarından değildir. Yani bunlarda nesie faizi caiz değildir. Fakat fazlalık faizi de meydana gelmez. Bu mallarda faiz gerçekleşir. Özenle üzerine dur nev, vasıf ve bedellerinin farklı oluşuna rağmen buğdayın tamamı bir tek cinstir... Aynı zamanda arpa ve onların ürünleri de böyledir. Hurma, tuz, üzüm, kuru üzüm, altın ve gümüş de böyledir. Bunlardan mekil ve­ya mevzun olanların hiç birisini cinsiyle ölçüde veya tartıda fazlalıktı olarak satış -nev'i ve vasıflan ne kadar eşit olsa da-, yine caiz olmaz.[77]

Maliküer mezhebin zahir görüşünde şöyle demişlerdir: Altın ve gü­müşte fazlalığın haram olma sebeb ve illeti, nakdilik ve semeniyettir. Yiye­cek maddelerde ise sebeb ve illet, nesie faizi ile er-riba-i fadl arasında farklılık vardır. Nesie faizinin haramiyetinin sebibi ve illeti, tedaviden baş­ka bir maksatla, yalnız yiyeceklerde meydana gelir. Bu yiyecekler isterse gıdalanmak ve saklanmak kısmında olsun, ister yalnız gıdalanmak için ol­sun, isterse de bunlardan olmasın. Örneğin, acur, kavun, limon, marul, havuç ve mısır patatesi nev'inden sebzeler ile, elma ve muz gibi yaş meyve nev'inde olduğu gibi, bunların birisi bile bulunmasa da yine bir şey olmaz. Fazlalık faizinin haramiyetinin sebebi ve illeti ise iki şarttır: Birisi bunların gıda olarak istimal etmesi, öteki ise saklanabilmeleri­dir. Yani yiyecek olan şeyin gıda olmasın, insanın çoğunlukla bünyesini ayakta tutacak bir biçiminde onunla beslenmesidir. O kadar ki, sadece onu yiyecek olsa, diğer başka bir şeye gerek olmadan ayakta kalabilir ve aynı zamanda da bünyesi de zarar görmez. Bütün tahıllar, hurma kuru üzüm, et, süt ve bunlardan meydana gelen şeylerin hepsi böyledir. Tuz ve bunun gibi çeşitli baharatlar, sirke, soğan, sarımsak, zeytin yağı gibi bes­leyici maddelerin tadını ıslah eden şeyler de besleyici maddelere dahildir. Saklanabilmeye elverişli olması"nın manasıda bir müddet bekletilmekle bozulmamasıdır. Mezhebin zahir görüşüne göre bu müddetin vakti yoktur. Yani sının belli değildir. Sürenin altı ay veya bir yıl ile tayin edilmesi gerekmez. Maliki mezhebine göre buğday, arpa, pirinç, mısır, kara burçak, hurma, kuru üzüm, yumurta, zeytinyağı, ve yedi baklagil diye bilmen mercimek, börülce, nohut, acı bakla, burçak ve bezelye bunlarda ve bun­lara benzeyen tümüne faiz oluşur. Akdarı, mısır ve pirinci tek bir smıf ka­bul etmektedir. Buğday, arpa ve süit yani kabuksuz bir çeşit arpa da tek bir sınıf olarak kabul etmiştir. Pişirilen taneler veyahut bakla, mercimek, nohut ve bunun gibi baklagillerin tümü tek bir sınıftır. Bu kıyasa göre buğday ile mısır arasında fazlalık caizdir.

İmam Malik'e göre etler üç sınıftır:

Dört ayakların etleri bir sınıf, kuşların etleri bir sınıf, balıkların et­leri de bir sınıftır.[78]

Safi mezhebi: Altın ve gümüşte illet, nakit yahut semen olmuştur. Yani bunların eşyaya semen (değer) oluşudur. İsterse sikkeli olsunlar is­terse sikkeli olmasınlar, altın ve gümüşte işçiliğin kıymetinin tesiri yoktur. Bir kişi birkaç dinar mukabilinde değeri dinarların bir kaç katı olan işlen­miş altın satın alacak olursa, miktarda birbirinin misli olmaları makbul­dür. Kıymetine bakılmaz, altın ve gümüşte faizin illetinden maksad, en mutemad kavle göre çoğunlukla semenlerin cins olmalarıdır. Eşyanın kıy­meti olmaları değildir. Cins oluş özelliği ise, fels (nikel, bronz, bakır gibi al­tın ve ümüşün haricinde kalan madenlerden yapılmış kuruş ve benzerleri paralar) ve diğer ticaret mallarında bulunmamaktadır. Zira kaplarda, halis altın ve zinet eşyalarında eşyanın kıymeti olarak isti'mal edilmedikleri hal­de yine faiz vardır. Yukarıda geçen "galib kaydı ile, alış-verişteki olan fels-ler hariçte bırakılmak istenmiştir. Zira felslerde riba yoktur. Bir de (altın ve gümüşte) işçiliğin kıymeti yoktur. Hatta bir kişi dinar mukabilinde iş­lenmiş altın alsa ve bu işlenmiş altının kıymeti dinarların bir kaç katı dahi olsa, yine kıymete itibar edilmez. Belki misline bakılır. Felsler ve bu devir­de alış-verişte kullanılan kağıt nakitler artık ekseri olarak eşyanın semen­leri (değerleri) bir durumda geldikleri için, ben bunlarda faiz vardır kana­atindeyim, aynı zamanda bunlar çoğunlukla tedavülde olanları halinde ve ruusul esman sayıldığı için, Şafii'de ve Maliki'de ve Hanbeli'nin bir kavline göre de faizin cereyan ettiği kanaatindedirler. Geri kalan öteki dört kısım­da faizin sebebi ve illeti ise yiyecek şeyler olmalarıdır. Yiyecek (mat'uni) ise şu gelecek sınıfa şamildir.

a) Buğday ve arpa gibi hem yemek, hem gıdalanıp beslenmek mak-sadıyle istimal olunanlar. Umumi olarak bunlardan faydadaki maksudu­muz yenilmeleridir. Bir de bunlara benzeyen bakla, pirinç, mısır, nohut, acı bakla ve zekatlarının verilmesi vacip olan gibi öteki taneliler de aynı onlar gibi itibar edilir. Onlarla beraber mutalesi olur.

b) Meyve kasdı ile yenilmeleriyle ilgili hadis hurmayı da zikir etmiştir ki, onun gibi olan kuru üzüm ve incir de hurmaya dahil olur.

Yemeğin ve vücudun ıslah edilmesi, yani tedavi kasdı ile istimal et­mesi. Hadis-i şerif tuzu da zikretmiştir. Onun için tuza benzeyen eskiden isti'mal edilen sinameki, sakamunyo ve zencefil gibi tedavi edici ilaçlar ve bunun gibi çörek otu aynı cinsten olan öteki baharatlarda bu nev'dendir. Bu kıyasa göre yiyecek şeyleri düzeltip İslah eden veya bedeni İslah eden şeyler arasında hiç fark yoktur, aynıdır. Zira gıda sağlığı muhafaza eder. Tedavi şeyler ise tekrar sağlığa yetişmek içindir. Bu kıyasa göre ma'tum yani yiyecek şeylerden kasıt, ekseri olarak yemek için istimal olunan şey­lerdir. Bu ise gıda olsun, meyve olsun, ilaç olsun fark yoktur. Bu kıyasa göre Şafiilerde faizin sebebi ve illeti, yiyecek yahut nakit olmasıdır. Kireç veya demir gibi yiyecek olmayan -şeylerin ise cinsleri ile fazlasıyle satılma­ları öteki ticaret mallan gibi sahihtir. Zira bunların hepisi semen değildir. Bunların delilleri şöyledir: Eğer hüküm, müştak (türemiş) isme talik edilir­se, yüce Allah'ın emrinde olduğu gibi:

Hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesiniz." [79]

Burada hırsızlığın el kesmenin illeti olduğunu anlamaktayız. Kabul edilen esas budur. Nasıl ki Said b. Abdullah'ın şöyle dediği rivayet edilmiş­tir. Rasûlullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu duyardım:

Yiyecek mukabilinde yiyecek şeyler misli misline alınır verilir." , "Bu şekilde ise hüküm illeti "yiyecek olmak" olarak meydana gelir. Zira hadiste yiyecek manasına gelen et, taam "tatmak" manasına gelen et-ta'mu kelimesinden alınmıştır. Yani türemiştir. Şu halde bu, tüm yiyecek­lere şamil gelmektedir. Bu mutabık bir vasıftır. Zira hadis-i şerifin açık olarak belli ettiği dört şeyde, bunların oldukça önemli olduğunu bize gös­terir. Zira canlıların hayatta durmaları yemek ile olabilir. Bir de semen ol­mak da (faizin illeti olarak kabul edilmeye) mutabık bir özelliktir. Zira bu da bize bunun ne kadar faydalı olduğunu göstermektedir ki, bu fayda insanların iki nakite (altın ve gümüşe) veya onların yerlerini tutan kağıt pa­ralara ne kadar ihtiyaç duyduklarını haber vermektir. Kağıt paraları da al­tın ve gümüş gibi düşünmek bana göre çok doğru bulduğum bir yoldur. Bu geçmişteki Örfe Şafii mezhebinde mutemet kabul edilen görüşün de hi-lafınadır. Hanefîlerin (faizin cereyan etmesi için) söz konusu ettikleri mik­tar ise eşyada lazım olan bir hususiyet değildir. Bu kıyasa göre yiyecek, yi­yecek karşılığında, buğday buğday ile, yahut nakit nakit ile ve gümüş gü­müş karşılığında ister sikkeli olsunlar ister süs eşyası ve külçe halinde ol­sunlar cinsleri bir olduktan sonra satışın sahih olması için üç şartı vardır: Birincisi hulul olmak yani akitte mutlak olarak borç vermekten söz edil­memelidir. İkincisi şer'i ölçüye (mi-yara) göre yakın cihetinde birbirlerinin misli olmalarıdır. Şer'i ölçü ise kile ile ölçülen şeylerde ölçek, ağırlık ile tartılan şelerde tartıdır. Bu konuda Rasülü Ekrem (s.a.v.) zamanında Hi­caz ehlinin örfî makbuldür. Başka bir özelliğe göre ise satış zamanında sa­tışın yapıldığı memleketin örfü makbuldür. Üçüncü şart ise karşılık olarak kabz etmektir. Şu halde alıcı ve satıcı birbirinden meclisten ayrılmadan önce hakiki olarak mutlak olarak kabzedilmeleri lazımdır. Cinsleri ayn ay­rı olurlarsa örneğin buğday ve arpa gibi o zaman aralarında fazlalık caiz­dir. Bir de hulul yani peşin ve meclisten ayrılmadan evvel mukabele ola­rak kabz etmek gerekir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Ki ayn buğdaydan yapılan un gibi asılları bir olan her iki şey, Şafıilere gö­re aynı cinstendir. Yaratılış cihetinde asıllar itibariyle isimleri birbirinden ayn ayn olan her şeyde -buğday, arpa, hurma, kuru üzüm gibi- yahut asıl itibariyla birbirinden farklı şeylerden meydana gelen unlar, yağlar, sütler, etler ve sirkeler, asılları farklı olduğu için, cinsleri de farklıdır. Bu kıyasa göre inek eti ile koyun eti, ceviz yağı ile badem yağı, hurma sirkesi ile üzüm sirkesi, buğday unu ile arpa unu, inek sütü ile koyun sütü, evcil sığır ile vahşi sığır birbirinden ayn bir cinstir. Fazlalıkla birbirleriyle satıl­ması caizdir. Kuşların (kümes hayvanların) yumurtalan da cinsleri yine ayndır. Beyin, karaciğer, yürek işkembe, ciğer ve dalak da cinsleri yine ay­rıdır. Bunlar aynı hayvanda olsa dahi isim ve vasıflan farklı olduğu için yi­ne cinsleri ayndır. Ayaklar, dil, baş iç, yağı, kann iç yağı ve sırtı iç yağı yi­ne cinsleri ayndır. Kavun, hıyar, karpuz ve uçur da yine cinsleri ayndır. Tüm cinsleriyle uçan kuşlar bir cins perdeli ayaklılarda bir cinstir. Güver­cin nevleri de en kuvvetli görüşe göre cinsleri hepsi birdir:

Altın altın ile, gümüş gümüş ile, buğday buğday ile, arpa arpa ile, hurma hurma ile, tuz tuz ile misli misline, eşit eşitine ve peşin olarak (alı­nıp satılır) Bu cinsler birbirlerinden farklı olurlarsa elden ele olması şartı ile dilediğiniz gibi alıp satimz."

Her iki taraflar meclisten aynlmadan önce mutlak ve hakiki olarak kabzedilmeleri şarttır. Bu hadiste elden ele ve peşin olması şartı koşul­maktadır. Eğer yiyecek nakit veya kumaş gibi başkasıyle veya yiyecekten başka şeyler yine yiyecekten başkası ile satılır ve aynı zamanda bunlar nakit olmazsa, -hayvanın hayvan mukabelinde satılması gibi- geçen her üç şarttan birisi de şart değildir. Şu halde hayxanm bu durumda yenecek durumunda gibi değildir. Zira İbni Ömer (r.a.) Peygamber (s.a.v.)'in emri ile bir deveyi iki deve mukabilinde satın almıştır." Yaratılışlan cihetiyle özel isimlerinde fark olmayan iki ayn vasıftan hurma ve incir gibi yahut.[80]

Alünı altınla değiştirmek ribadır. Meğerki iki taraftan biri diğerine,  al" o da diğerine "Ha ver" diyerek elden ele peşin verip almış olsunlar.

Buğday buğdayı ile değiştirmek de ribadır. Meğer ki iki taraf birbirene "ha al, "Ha ver!" diyerek peşin alıp versinler. Arpayı arpa ile değiştirmek riba­dır. Meğer ki iki taraf birbirine ha al! Ha ver! diyerek peşin alıp versinler. Hurmayı hurma ile satmak da ribadır. Meğer ki ha al! Ha ver! denilsin. Ve fi rivayetin gümüş altın ile değiştirmek ribadır. Meğer ki iki taraf birbirine ha al! Ha ver! diyerek peşin alıp versinler. Tuz da da riba aynıdır. Riba bu altı maddeden başka diğer maddelerde de cari olur. Burada hüküm sebeb ve il­lete göredir. Bunun için ribamn sebep ve illeti hangi maddelerde meydana gelse o maddelerde de riba vardır. Ribanın illetinden maksad öyle vasıftır ki o vasıf hangi maddede meydana gelse o maddede riba meydana elir. Yani aynı illet karşılıklı verilen mallarda varsa o muamele ribalı muamele olur. İşte bunun için yalnız hadiste zikredilen maddelerde değil, aynı illetle malûl olan diğer maddelerde de riba vardır. Fakihler nasslardan bu hükmü mey­dana getirerek açıklamasını şöyle detaylı olarak söylemişlerdir; "Hadiste zik­redilen maddeler ya altın ve gümüş gibi paralar veya buğday, arpa, hurma, tuz gibi insanların mecburî ihtiyaçları olan yiyecek maddeleridir."

Bu kıyasa göre bir maddede ribanın cerayan etmesinin illeti yani sebebi para veya yiyecek maddesi olmasıdır. O maddenin ölçüsü yahut tartısının belli olmasıdır. Bunun için, sanki Sari şöyle söylemiştir:

Paralar ve yiyecek maddeleri bir takım şartlar dışında kendi cins-leriyle değiş-tokuş yapılmaz."

Bu tafsilattan sonra malum olmuştur ki günümüzdeki olan para­lar da altın ve gümüş hükmündedir. Yine bunun gibi insanların yediği yiyecek maddeleri de hadiste zikredilen buğday, arpa, hurma ve tuz hük­mündedir, bunlardan başka kalan madenler, kumaşlar ve insanların yi­yeceği olmayan maddeler de riba cereyan etmez. Bu maddelerde Ölçüle­rek veya tartılarak veya diğer başka bir şekilde değiş-tokuş edilmesinde riba yoktur. Aralarında riba cereyan eden aynı cins iki malın değiş-tokuş edilen fazlalık olursa, riba'el-fadl meydana gelir. Eğer iki malın ayrı cins­lerden olur da teslimi mecliste olmazsa, riba'en-nesa olur. Fakihler bu akdi batıl olarak kabul etmişlerdir. Bu akid sanki yapılmamış gibidir. Hatta onu üzerine bir hüküm terettüb olmaz. Zira bir akidde riba olursa onu iptal eder. Yani akid yapan kişiler birbirlerinden aldıkları mallan ge­ri vermek zorundadır. Onun aksi ise azaba duçar olur. Kesbi de haram olur. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Altını altın ile satmayınız. Ancak, bunlardan bazısını bazısına ziya­de etmeyerek misli misline eşit bir şekilde satış yapınız. Gümüşü gümüş ile satmayınız. Ancak, bunlarda bazısını bazısına ziyade ve noksan etme­yerek misli misline eşit bir şekilde satış yapınız. [81]

Ebu Said el-Hudri, şöyle rivayet ediyor:

Bilal en iyi cinsten bir miktar burma getirdi. Rasûlullah (s.a.v) ona şöyle dedi: Bu hurma nereden? Biz de adi hurma vardı. Peygam-ber'in yemesi için işte bu adi hurmalardan iki sar verecek mukabilinde bir sa' iyi hurma aldım. Eyvah eyvah (bu ribana'nın ta kendisidir. Sakın böyle yapma, fakat iyi cins hurma almak istediğin zaman önce adi hur­mayı para ile sat, sonra eline geçen İle iyi cins hurma satın al. [82]

Ribalı mallarda illetin malların asıllarında değil itibarlarında oldu­ğunu belirtmiştik. Aralarında riba cereyan eden aynı cins iki malın ille­tinin değişik olması mümkün değildir. Ancak malların cinsi değişik, ör­neğin; biri para diğeri yiyecek olursa bu mümkün olabilir. Şu halde de­ğiştirilen malların illeti farklı olması halinde alış-verişin sahih olması için söz konusu şartların bulunması zorunlu değildir. Bunun için aynı mecliste teslim edilme şartı bulunmadan bir yığın buğday 10 gram altı­na satılabilir. Ebu Hureyre ve Ebu Said şöyle rivayet etmişlerdir. Rasü-lüllah (s.a.v.) en sondan.Adi oğullarının bir kardeşini Hayber'e vali tayin eti. Sonra bu zat Hayber'den Cenib (denilen en iyi cins) hurma ile geldi. Rasûlullah (s.a.v.) ona şöyle sordu:

"Haybefin bütün hurmaları böyle midir? Vallahi böyledir ey Allah'ın Rasûlü! Biz bu iyi hurmadan 1 sa' alır, mukabilinde 2 sa' adi hurma veririz.' Böyle yapmayın fakat misli misline (eşit şekilde) mübadele ediniz. Ve­yahut adi hurmayı para üe satın da onun parası üe bu iyi hurmadan satın alın, tartdabüen (aynı cins) riba maddelerinin hepsi öyledir. [83]

Bu hadisi şerif, aynı cinsten olan ve ayrı cinslerden olan malların birbirleri ile mübadele etmeye delalet etmektedir. Ribalı bir malın ribalı olmayan bir mal ile mübadelesi, bu malın birbirlerine değiştirilmesi ke­sin olarak caizdir. Bu değiştirmede malların misli misline olması, aynı mecliste peşin olarak teslim edilmesi şartı yoktur. Zira öyle akit, mallar­dan birinin ribalı olmadığı için ribalı akid olmaktan çıkmıştır. Bunun için hangi yiyecek olursa olsun elbise ile mübadele etmesi veya para ile başka bir maddenin mübadele etmesi şartsız olarak caizdir. Bu nev alış­verişlerde malın birinin ötekinden fazla olması, peşin veya borçla veril­mesi, her iki cinsin bir olması hükmü değiştirmez.[84]

Değiş-tokuş edilen mallarda eşitliin ne zaman aranacağı.

1) Mübadele olunan mal ribevî mallardan ise ölçü ve tartıda değiş­me olursa, yaşı-kurusu varsa, kuru halindeki eşitliğin» itibar edilir. Bu­nun için kurumadıkça bir dane, bir dane ile mübadele edilmez. Eşitliğin tam gerçekleşmesi içni kabuklarının temizlenmesi de lazımdır. Yaş hur­ma yaş hurma ile mübadele olmadığı gibi, yaş hurma kuru hurma ile de mübadele edilmez. Yaş üzüm yaş üzüm ile, yaş üzüm kuru üzüm ile bu-badele edilmez. Zira bunların eşitliği, ancak kuruduktan sonra meyda­na gelir. Meyvelerin de yaşı kurusu, ile mübadele edilmez.

Sa'd b. Ebu Vakkas şöyle demiştir:

"Rasulullah'tan işittim; yaş hurma karşılığında kuru hurma satın almanın hükmü kendisine sorulduğunda, çevredekilerine 'yaş hurma, kuruduğu zaman noksan olur mu? diye sordu. Onlar da, "evet deyince, bunu menetti.[85]

2) Salatalık, kurusu olmayan üzüm, kurusu olmayan hurma, zey­tin gibi yiyecekler yaş olsalar bile eşitliği kafidir. Bu mallar ölçekle satı­lan mallar olsa bile tartı ile de satılabilirler.

3) Un, bulgur, nişasta ve onun gibi maddelerde eşitliğin sağlan­ması yeterli olmaz. Bunun için bunlar cinsinden olan misilleriyle ve asıllarıyle mübadele olmaz. Zira bunlarda eşitlik sağlanması mümkün olmaz. Aynı zamanda bunlar ölçek ile satılan mallardandır. Bir de bun­ların ölçekte bıraktığı boşluk sdda farklı farklıdır. Ancak bunlar aynı cinsten olmayan maddelerle mübadele yapılırsa, örneğin, buğday unu arpa unuyla aynı miktarda veya farklı miktarlarda mübadele edilse akid sahih olur. Zira cinsleri değişiktir. Fakat her ikisi de peşin olarak teslim edilmek şartıyle sahih olur.

4) Susam gibi yağı çıkan maddelerin hem asıllarında hem de yağ­larında eşitlik itibar edilir. Fakat susam ile susam yağı mübadele olmaz. Zira burada eşitlik yoktur.

5) Hurma da üzüm gibidir. Bunların sirke ve şıralarında yani sı­kıldıktan sonra çıkan tatlısında da eşitlik vardır. Zira üzümlerde eşitlik kuru olduğu zaman meydana gelmektedir.

6) Katıksız sütte eşitlik meydana gelir. Üzerindeki köpük durul­duktan sonra sütle süt mübadelesi olur. Yoğurdun hem yoğurtla, hem de sütle misli misline mübadeleleri caizdir. Güneşle veya ateşle tasfiye edilen yağda da eşitlik meydana gelir. Güneşle veya ateşle süzülen yağ­da da eşitlik meydana gelir. Ancak peynir, çökelek veya kaymak olan sütte eşitlik sabit olmaz. Zira peynire maya, çökeleğe tuz, kaymağa yağlı süt katılmaktadır. Bunun için sütten yapılan maddelerle mübadele caiz olmadığı gibi, kaymak ile yağ, peynir ile çökelek de değiştirilmez.[86]

Ribalı bir mal, onun cinsinden olmayan başka bir mal ile karışır­sa, o mal ister ribalı olsun, ister olmasm, bundan sonra o malda eşitlik Meydana gelmez. Zira karışan malın miktarı ne kadar diye bir ölçü bi­linmez. Onun için, karışan malın, aynı cinsten olan başka bir şeyle mü­badelesi olmaz. Bu nedenle peynirde, çökelekte eşitliğin itibarı alınmamıştır. Ateşin tesir ettiği, pişirilen et kaynatılan süt, haşlanan nohut gi­bi maddelerin, kendi cinsleriyle misli misline mübadelesi olmaz. Zira ateşin tesirinin haddi bilinmez. Bunun için burada eşitlik meydana gel­mez. Fakat ateşin, ayırmak için tesiri eşitliğe mani değildir. Bu eşitlik tahmin ve zana dayalı olmaz. Zira her iki mal da akitten evvel Ölçülmelii veya tarülmalıdır. Örneğin Ahmed bir yığın buğday vererek Ali'den bir yığm buğday alırsa veya 70 sa' buğday verip bir yığın buğday alırsa, bu almak da tartı ve ölçü ile olmazsa da tahmin yani göz ölçüsü ile olursa, öyle alış-veriş kesin olarak caiz değildir. Zira her iki mal arasında fazla­lığın ihtimali vardır. Eğer bunun tersi olsa sahih olur. Zira Rasûlü Ek­rem (s.a.v.) bunu yasak etmiştir.

Cabir b. Abdullah'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Rasûlullah (s.a.v.) kilo miktarı bilinmiyen hurma kümesini, kilo miktarı tesmiye (tayin) edilmiş hurmaya karşı satmayı yasakladı. [87]

İbn Mes'ud'un sözü de bunu te'yid etmektedir. Zira İbn Mes'ud şöyle demiştir:

"Bir tarafta helal ve haram hükmü bir araya geldiğinde haram hükmü, helal hükmüne takdim edilir. Şu halde bir hususta haram bir hususta da helal muhtemel olan bir şeyin haram olma ihtimali, helal ol­ma ihtimaline takdim edilir ve aynı zamanda ondan da men edilir. Zira dinde ihtiyatlı davranmak ve şüpheli şeylerden zehirli hayvanlardan kaçmak gibi kaçmak lazım ve elzemdir."

el-Muzabene ve el-Muhakale: müzabene: Ağaçta bulunan yaş hur­manın miktarını tahmin ederek kuru hurma ile mübadele yapmaktır. Muhakale ise başaktaki ekinin, samandan ayrılmış buğday ile mübade­le edilmesidir. Her ikisi de fıkha göre haram ve yasaktır. Zira her iki malların eşitliği belli olmadığı için mübadelesi yasaklanmıştır. Zira İbn Ömer'den şöyle rivayet edilmiştir:[88]

İbn Ömer'den şöyle rivayet edilmiştir:

Rasûlullah (s.a.v.} muzabeneyi yani ağaçta bulunan yaş hurma­ları tahmin ederek kuru hurma karşılığında satmayı, kuru üzümü yaş üzümle (yine öyle tahmini) ölçekle satmayı; başaktaki yaş ekini de tah­min ederek semanından ayrılmış buğday karşılığında satmayı yasakla­dı. [89]

el-Araya (Ariye) lugatta, sahibinin yemek için ayırdığı ağaç, de­mektir. Buna bu adının verilmesinin nedeni, onun bahçeden ayn kabul edilip satılmamasıdır. Arayanın şer-i manası ise ağaçta bulunan yaş hurmaları tahmini olarak kuru hurma ile mübadelesi demektir. Bu da 5 vasıktan fazla olmamalıdır. Şeriat insanlara kolaylık göstermek için, ye­mek dolayısıyle ayrılan ağaçların yaş hurmalarının kuru hurma ile mü­badele edilmesine izin vermiştir. Zira insanlar yaş hurma ve yaş üzüm yemeyi istemektedirler. Fakat her insanın parası ve bahçesi olmadığı için yaş hurma ve yaş üzüm yemesine imkan olmaz. Bunun için şeriat buna müsaade ve destur vermiştir Bunun meşruiyyetinde hadislerle sa­bittir.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Sehl b. Ebi Hasme'den şöyle rivayet edilmiştir:

Rasûlüllah (s.a.v.) muzabeneden (yaş hurmayı ağacında tahmin ederek kuru hurma ile satmaktan) nehy etti ancak ariye denilen mu­ameleye ruhsat verdi. [90]

Ebu Hureyre şöyle rivayet ediyor:

Hz. Peygamber (s.a.v.) ariyye muamelesine 5 vasıka (takriben 700 ğr) veya daha azma kadar ruhsat verdi. [91]

Rafı b. Hadic ve Sehl b. Ebu Hasme'den şöye rivayet edilmiştir:

Hz. Peygamber (s.a.v.) Muzabene'den (ağaçtaki yaş hurmayı kuru hurma ile mübadele etmekten) nehyetti. Ancak ariyye sahiplerini nehyetmedi. Hiç şüphe yok ki ariyye sahiplerine izin verilmiştir. [92]

Şu halde ariyye sahiylerinin daldaki yaş hurma ile kuru hurmayı mübadele etmelerine ruhsat verilmiştir. Üzüm de hurmaya kıyas edil­miştir. Zira her ikisi de zekat düşen mallardandır. Eti etle, eti canlı hay­vanla, hayvanı hayvanla mübadele etmek.

Fakihler aynı cins sayılan ve aynı cins sayılmayan maddelerin bi­linmesi hususunda şu usulü koymuşlardır: Aynı fıtrat ve isimde olan şeyler tek cins, ayrı fıtrat ve isimde olan şeyler ayrı cinstir. İsmi hastan maksad bir şeyi ortak İsimde olan öteki şeylerden ayıran isimdir. Örne­ğin; hurma, ismi has'tır ve diğer meyve türlerinden bu isimle ayrılır. Fıt-rat'tan maksat ise üzerinde yaratıldığı şekildir. Burada isim yeterli sa­yılmaz. Altın bütün çeşitleriyle bir tek cinstir, gümüşte öyledir. Hurma, üzüm, buğday, arpa bütün çeşitleriyle birer cinstirler. Yaşı ve kurusu olan, yaş ve kuru üzüm, yaş ve kuru hurma gibi, her madde yaşı ve ku-rusuyla birlikte tek cinsitr. Bir asılda birleşen maddeler de asıllanyle beraber tek cinstir. Bunun için buğday, buğday unu ve bulgur aynı cinstir. Hayvanların etleri ayrı cinstirler: Koyun ve keçi cinsleri birdir. Sığır ve manda cinsleri birdir. Develer de cinsleri birdir. Etin kırmızısı veya beyazısı arasında hiç fark etmez. Onlar tek cinstirler. Tek cins sa­yılan hayvanların etiyle beraber bulunan yağ kemer, göğüs ve sırt yağla­rı tek cinstir. Karındaki yağ oturaklarda ayrı birer cinstir. Onlar hem yağ, hem de et cinsinden ayrı bir cinsitr. Cinsleri muhtelif olan asılların dalları da asılları gibi ayrı cinstirler. Bunun için buğday unun cinsi ay-ndır. Arpanın ununun da cinsi ayrıdır. Üzümden yapılan sirke cinsi ay­rıdır. Hurmadan meydana gelen sirkenin de cinsi ayrıdır. Yağlar da böy­ledir. Yemek veya ilaç için kullanılan yağların da asılları gibi cinsleri ay­rıdır. Sütlerin de cinsleri ayrıdır, koyun ve keçi sütü cinsleri birdir. Sığır ve manda sütü de tek cinsitr. Devenin sütü de cinsi birdir. Kuşların yu­murtaları da asıllarına göre değişik cinstirler.[93]

Etier asıllarına göre cinsleri ayrıdırlar ve aynı zamanda ribevi mal­lardandırlar. Bunun için etlerin bir kısmı ötekiyle mübadele yapılabilir. Eğer cinsleri bir iseler aralarında eşitlik olmalı ve peşin olarak mübade­le yapılmalıdır. Fakat cinsleri ayrı iseler, örneğin; koyun eti ile sığır eti mübadelesi olursa fazlalık caizdir. Hayvanın hayvanla mübadele edilme­si: Yukarıdaki açıklamadan canlı hayvanın ribevi mallardan olmadığı öğrenilmiştir. Zira canlı hayvan ne yiyecek, ne de paradır. Bunun için cinsleri aynı olsun, ister gayrı olsun, ister fazlalık bulunsun, ister bu­lunmasın hayvanın hayvanla mübadelesi caizdir. Örneğin: Bir koyun iki koyunla, bir koyun bir deve ile, bir deve üç koyunla değiş-tokuş yapıla­bilir. Bunların bineki olsun, yük hayvanı olsun ve eti için beslenen besi hayvanı olsun fark etmez. Hayvanlar peşin para ile satılabildiği gibi, borca da satılabilir.

Abdullah b. Amr'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) ona bir ordu hazırlamasını emretti. Ordunun hazırlanması tamamlan­madan eldeki develer bitti. Rasûlullah (s.a.v.) ileride gelecek sadaka de­velerinden vermek üzere deve satın almasını emretti. Bunun üzerine Abdullah b. Amr ileride sadaka develerinden iki deve vermek üzere bir deve alıyor, ordunun noksanlıklarını tamamlıyordu. [94]

Eti hayvanla mübadele etmek, ister peşin, ister borçla olsun, ister aynı cinsten, ister başka cinsten olsun, ister eti yenen, ister yenmeyen olsun eti hayvanla mübadele etmek hiç bir surette caiz değildir. Et hük­münde olan yağ, böbrek, kalp, dalak ve hayvanın yenen başka akısımla-n da böyledir. Fakihler tabakalanmış deri İle hayvanın mübadele edil­mesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü tabakalanan deri, et ma­nasında olan diğer şeylerden ayrılır. Tabakalanmamış deri ise et hük­mündedir. Onun için hayvanla mübadele edilmesi caiz değildir. Said b. Müseyyeb'den mürsel olarak şöyle rivayet edilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) hayvanı et karşılığında satmayı yasakladı:

Günümüzde kullanılan paralarda onlann zamanındaki olan altın ve gümüş hükmünde olduğu gibi. Artık çoğunlukla örfi ve şer'i olarak eşyanın semenleri (değerleri) haline geldiklerinden dolayı hatta ve hatta­ki günümüzde altın ve gümüş para olarak kullanılmadığımızdan dolayı hükmen her ikisi de ayrılmış, geçmiş olan felsler ve günümüzde kullanı­lan kağıt paralar arasında fark vardır. Zira kağıt paralar artık çoğunluk­la eşyanın semenleri yani değerleri haline geldiklerinden ve geçmiş za­manındaki olan felsler de eşyanın semenleri haline gelmediklerinden dolayı artık günümüzdeki kullanılan paralarda faiz vardır. Fakat onlann zamanındaki felslerde faiz yoktur.

Bunun için her hangi bir kişi şafîi mezhebine göre dese, günü­müzdeki kullanılan paralarda zekat ve faiz yoktur. Zira biz bunları fels-Iere kıyas ederek ve muteahirinin tabiri üzerine bina ederek söylüyoruz, dese o kişinin yanlışlığı meydandadır. Zira onların zamanındaki olan felslerde ve onların zamanlardaki kullanılan paralarda yani kağıt nakit-lerde çoğunlukla eşyanın semenleri (değerleri) haline gelmemişlerdir. Fakat günümüzdeki olan paralar yani kağıt nakitler çoğunlukla eşyanın semenleri altın ve gümüş yerine durduklarından onlarda riba vardır. Zi­ra eşyanın semenleri için veya mutlak semenleri içindir. Bu itibarlar için banknotlar yani kağıt paralar aynen altın ve gümüş yerine kaimdir. Yani günümüzde kullanılan kağıt paraları aynen altın ve gümüş yerine görüyorum. Onlar için altın ve gümüş gibi hüküm vardır ve her iki ribanın çeşitleri onlara cari oluyor. Zira fakihler nasslardan bu hükmü çıka­rarak şöyle demişlerdir:

Hadiste zikredilen maddeler ya altın ve gümüş gibi paralar veya buğday, arpa, hurma, tuz gibi insanların zorunlu ihtiyaçları olan yiye­cek maddelerdir"

Bu kıyasa göre bir maddede riba'nın cereyan etmesinin illeti yani sebebi para veya yiyecek maddesi olmasıdır. Sanki Sâri şöyle demiştir" Paralar ve yiyecek maddelerini bir takım şartlardan başka kendi cinsle-riyle mubadale etmek caiz değildir. Haramdır. Hatta ve hattaki imam Malik şöyle demiştir. Eğer insanlar kendi aralarında bir deriyi para ola­rak kabul etseler ve onun için bir sekke bıraksalar, o derinin altın ile vadeli olarak satılmasına ikrar ederim. Şu halde paranın zatında ve ma­deninde riba konusu düşünülmez. Zira biz dedik ki sarin düşünülmesi nakdin zatında yoktur. Belki şariin düşünülmesi akdiyetin sıfatında ve semenin çoğunluklarına bağlıdır. O semen isterse altın olsun isterse gü­müş olsun isterse de onlardan başka olsun aynıdır. Fark yoktur. Bunun için bu zamandaki olan tüm paralar çıkış yerlerine göre cinsleri ayrı ay­rıdır. Örneğin; Türk parasının cinsi ayrıdır. Alman parasının da cinsi ayrıdır. Amerika parasının da cinsi ayrıdır. Bunlar gibi dünyadaki olan tüm paraların cinsleri ayrıdır. Aynı zamanda da bu paralar kendi zatiyle de müstakil ve serbesttir. Bu paraların hükmü altın ve gümüş gibi cins gayri cins ile satılması iki şartı vardır. Cinsin cinsi ile satılmasının üç şartı vardır. Örneğin: Türk parası türk parası ile satılırsa üç şartın bu­lunması lazımdır:

1) Birbiriyle eşit olması.

2) Her ikisinin peşin olması.

3) Her ikisinin aynı zamanda kabzedilmesi.

Bu mesele Ubade bin Samît'in hadisi içindedir, (r.ananhu) Bütün sözlerimiz geleceği istiyor: Evrakı nakdiyenin cinsi cinsi ile veya cinsi gayri cinsi ile yani başka bir evrakı nakdiye ile vadeli olsun veya mutlak olarak olsun satılması caiz değildir. O evrakı nakdiye de ister altın ve gümüş olsun ister onlardan başkası olsun aynıdır. Örneğin; Başka bir para ile Suudî riyalinin kabz etmeden vadeli ve faizli olarak satılması caiz değildir. Evrakı nakdiyyenin cinsi bir olan fazla olarak birbirleriyle satılması caiz değildir. Satılması ister vadeli olsun isterse hazır olsun aynıdır. Örneğin; Suudi on riyalesi kağıt olarak onbir Suud riyali kağıt olarak satılması caiz değildir. İster vadeli olsun ister yeden biyedin yani hazır olsun fark etmez. Fakat cinsleri ayrı olursa bir de satılması hazır olursa o zaman mutlak olarak satılması caizdir. Örneğin suryanin lirası ve Lübnanın lirası, Suudi riyali ile satılması caizdir. Riyal ister gümüş olsun ister kağıt olsun aynıdır. İster ondan fazla olsun ister az olsun ay­nıdır. Yine Amerikan dolarının üç suudi riyali ile satılması caizdir. İsterse çok olsun işerse az olsun fark etmez. Vaktaki satılması hali hazır olursa, bunun gibi caiz olmasında Suudi gümüş olan riyalinin satılması kağıt olan üç Suudi riyali ile satılması caizdir. İster az olsun ister çok olsun aynıdır. Hali hazır olduktan sonra aynıdır. Fark etmez. Zira bu­nun satılması cinsin gayrı cinsi ile satılmasıdır. Hakikaten cinsleri ayrı ayrı olmakla beraber, yalnız isimde ortaklığın eseri yoktur. Buraya ka­dar görüyoruz ki hemen bütün zamanımızdaki olan ulemalarımız günü­müzde kullanılan paraların üzerine ittifak ve ittihadları olmuştur ki bu paralar altın ve gümüş yerine durmuşlar ve onlan vazifeleri yapıyorlar ve aynı zamanda da onların vazifesi yapmakla beraber paradırlar. Altın ve gümüşün hükümleri onlara da aynısıdır. Zira bu evrak nakdiyenin altın ve gümüşün üzerindeki kıyasları çoğunlukla semeniyyet veya mut­lak semeniyyet dolayısıyledir. Bu da müctehidlerin ve imamların usul ve içtihadlanna göre meydana gelmiştir. Bunun için şimdiki olan ulemala­rımızın tümü onların usul ve kavidlerine parmakların kadarına kadar çıkmamışlardır. Zira bu hüküm onların hükmüdür. Bu meydan da on­ların neticesidir. Şimdiki olan ulemalarımız geçmiş olan evrakı nakdiye ve şimdiki olan evrakı nakdiye arasında bu paraların vedinde ayn ayn incelemeler etmişlerdir. Bütün doğruluktan doğru kabul ediyorum. O zatlar çağımıza ve zamanımızda yaşasaydılar, bu evrakı nakdiyyenin modern ve hakikati üzerine bilgileri olacaktı ve onların arasında da ihti­laf da olmazdı. Evrakı nakdiyyenin günümted onlann hakkında dediği­miz gibi olur da diyenlerdi. Eğer onlann zamanında biz yaşasaydık her halükarda evrakı nakdiyyenin emri onların örneğine göre olsaydı bizim hükmümüz bu evrakı nakdiyyenin üzerine onlann hükmü gibi olurdu. Bunun için biz onlann birisinde az zarını nakıse ile zann etmiyoruz. Biz öyle nakıs zanlardan onlan tenzih ediyoruz. Zira onlar bizim imamları­mız, müctehidimiz ve mukteda bihimizdir. Ve onlar hepsi iyiliğin, doğru­luğun ve takvanın üzerindedirler. Onlardan Allah razı olsun ve çok, çok çok mükafatlar versin. Amin amin. Amin.

Elbette günümüzdeki ulema evrak nakdiyyelerle işlemlerini yapı­yorlar ve şeriatın hükmüyle yöneten padişahlar da bunu reddetmedikle­ri için, artık bunlar eşyalann semeni oldular ve mallann semeyanı oldu­lar. Bununla bütün devletlerin içine işlemler ve alış-veriş yapıyorlar ve bu evrakı nakdiyye ve banknotlar ile tüm şeyler tamam oluyor. Bunlar çalıştınlan insana ücret olarak da verilebilir. Maaş olarak da verilebilir. Mükafat ve ondan başka karşılık olarak da verilebilir. Kızına mehir ola­rak, sattığı malın karşılığı olarak, ya da ev kirası olarak verilebilir. Kan parası olarak, yanlışlıkla birisini öldürüldüğü zaman diyet olarak da ve­rilebilir. Vel hasıl tüm muameleler bu baknot ve kağıt paralarla yapıla­bilir. Bu kağıtlar artık altın ve gümüşün yerini almış durumdadırlar. Bu paralara sahip olan eşhaslar halk nazarında zengin sayılıyorlar. Bu paralar için kârlann ve çalışmaların tespiti ticaretin kolaylaştmlması var­dır. Onlar için ihtiyaçlann yerine getirilmesine altın ve gümüşün kuvveti vardır. Onlar bu itibarla fazlayı kabul eden mallardır veya fazlalık için kabiliyetleri vardır. Bu banknot ve kağıt paralann işlemleri aynı altın ve gümüşün işlemleri gibidir. Bu paraya özenle bakınız, menfaatleri kolay­laştırmak için padişahlar bu paralan meydana getirmişlerdir. Altın ve gümüşün yerine koymuşlardır. Hatta ve hatta ki geçmiş zamanında bunlann ismini (el-kaime) ismiyle isimlendirmişlerdir. Bütün ülkelerde bu paralar semen olmuştur ve altın ve gümüş gibi insanlar onlan hazi­ne etmişlerdir. Bu paralar manedennekdeyn manasınada gelir. Eğer de­nilse? Bu zamanda müçtehid yoktur ki usulün üzerine furui kıyas et­sin, diyeceğiz. Evet, lakin ulemai Mısır, Irak, Yemen ve Hicaz ulemalan-na bu meselede onlardan sorulduğu zaman bu kıyası onlar güzel gördü­ler ve bu hadis ile cevap verdiler:

Güzel gördükleri mü'minlerin bütün şeyleri Allah'ın yanında da gü­zeldir."

Bildiğiniz gibi bu hadisteki mü'minlerden muradımız alim olan mü'minlerdir. Bir de malumunuzdur ki, ilmi usulde kıyasın mercii yani dönmek yeri cem edici illetinin vücudunun üzerindedir. Meydana gelen mana ve netice şöyle olur: Altın ve gümüşün manasında olan, hükümde aynı onlar gibidir. Şu halde kesin olarak; tedavüldeki nakitlerin faizin il­leti altın ve gümüşün üzerine kıyas etmektir. Felslerin üzerine kıyas et­memektir. Eğer öyle yaparsan çok hata meydana gelir. Zira o zaman di­yeceksin bu evrakı nakdiyyede riba yoktur. Çünkü mekisu aleyhide faiz olmadığı gibi mekiste de yoktur. O zaman İslâm hukukunda çok önemli bir yer tutan faiz konusunu iptal edeceksin, hayır iptal edilmez." faiz ar­tık umumi bela olmuştur. İnanın faiz yemeyenin kalmadığı yemeyene de tozundan isabet ettiği bir zaman illa ki gelecektir"

Bu hadisi, Ebu Davud ve İbni Mace rivayet etmiştir. Günümüzde insanlar altın ve gümüşü bırakıp işlemlerini tamamen banknotlar yani kağıt paralarla yapıyorlar. Eğer bunlarda riba carı olmazsa o zaman dünyada riba kalmaz. Bu görüş iyi bir görüş olmadığı için, kötü bir neti-ee maydana getiriyor. Bunun için banknotlar {kağıt paralar) aynen altın ve gümüş yerine kaim tutmak olduğu için altın ve gümüş ile banknotlar arasında kesinlikle fark yoktur. Hatta ve hattaki şeriatın hükmüyle idare eden padişahlann da buna karşı meniyetleri olmadığı için, altın ve gü­müş hemen hemen bütün dünyada para olma aslını kaybetmiş ve aynı zamanda onlann yerlerini kağıt paralara bırakmıştır. Benim görüşüme göre ben hiç bir görüş bu görüşe göre görmüyorum, eğer varsa da Allahu Teâlâ (c.c.) hepimizi doğru yola hidayet etsin. Amin ya Rabbel alemin.

Bunun için kağıt paradan, mukabelesiz fark almak da, vermek de kuşkusuz olarak faizin ta kendisidir. Hangisi bu şekilde yaparsa Allah ve Rasulüne açmış olduğu bir savaşın içindedir. Ve aynı zamandaki kim de bu faiz anlaşmasına iştirak ederse faizi yiyeni, yazısını, şahitlerini la­netleyen Muhammed (s.a.v.'in mübarek lisanıyla lanetlenmiştir. Vel ha­sıl kağıt para semen ve para olmakla beraber, bir de altın ve gümüş hükmünde olduğu için, altın veya gümüş kağıt para ile satılırsa her iki­si de peşin olması lazımdır. Her ikisinden birisi vadeli ile satılırsa caiz değildir. Zira her ikisi de cinleri ayrı olduğu için, iki şart gerekir. Hazır satmak bir de kabz etmek bir de para, para ile değişme olursa sarf ismi­ni alır. Yani paranın para ile satılması demektir. Eğer cinsleri bir ise ör­neğin altın altın ile veya Alman markı Alman markı ile ve dolar dolar ile veya türk parası türk parası ile satılması gibi. O zaman üç şartla caizd­ir. Her ikisi peşin eşit aynı anda kabz edilmesi gerekir. Birisi altın diğeri gümüş ve birisi türk parası diğeri Amerika dolan olmak üzerine cinsleri bir olmadığı için, her ikisi de peşin olacak ve aynı anda teslim edilecek­lerdir. Vel hasıl söyleyebiliyoruz ki; ticareti, kendisini dini vazifelerinden alıkoymayan malının zekatını veren, yalandan yemin etmeyen, ticaret işlerinde harama girmeyen ve stokçuluğa malını karıştırmayan, bu va­sıflan kim tam yaparsa kıyamet gününde sıddıklarla ve şehidlerle bera­ber olacaktır. Fakat esefle beraber söylüyorum öyle temiz insanlar çok azdır. Zira insanlar helalle kanaati gelmiyor. Dini vazifelerini çok az ya­pıyor. Allah (c.c.) hepimizi haramdan ve bütün efalı şeniden ve kötülük­ten uzak etsin. Başkasına muhtaç kılmadan kendi faziletinden bizi ehli kanaatkarlardan etsin, şu halde ticaret yapmadan alın teri dökmeden sermayenin kârını almak kesinlikle faizdir.

Zira Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve eğer inanıyorsanız geri­de kalan faizi terkediniz. Eğer yapmazsanız Allah ve Rasûlü tarafın­dan ilan edilen bir harbin içinde olduğunuzu biliniz. Eğer tevbe edip faizlerden vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir. Böylece haksız­lık etmezsiniz, haksızlık da gömezsiniz. [95]

Buradaki olan tevbenin manasından maksad, insanın sermayesiy­le başbaşa kalmasıdır. Bundan fazlasını almak ise kesinlikle faizdir ve aynı zamanda da günahı kebairdir. Hangi yerden olursa olsun isterse şirketlerden, isterse bankalardan olsun para para ile karla vermek ser­mayeden fazlası faizdir ve aynı zamanda da haramdır. Zira bu şekildeki olan alış-veriş ve kârlar İslâm ölçülere göre helal olan şirket ve ticaretin hiç bir çeşidine girmiyor. Bundan başka kalan ise faiz ve haramdır. Şu halde banka olsun ve diğer kuruluşlar olsun verdiği fazlalık haramdır. Alan kimsenin malı olmadığı gibi kuruluşun ve bankanın malı da değil­dir. O zaman bankanın ve diğer kuruluşlann verdiği faiz haramdır. Şu halde toplumun malı olur. Bütün haram mallann durumu öyledir. Bu haram malda zekatının verilmesi bir menfaat sağlayamaz. Zira zekat ha­ram malı temizlemez. Bu malın tasadduk edilmesi de haramdır. Zira ha­ram şeyleri Allah (c.c.) kabul etmez. Hatta ve hattaki aslında şüpheli şeylerden kaçman araştırmacı alimlerimiz öyle paranın tasadduku için bile alınmasına itiraz etmişlerdir. Zira faiz kötü bir şey olduğu için, pis­liğin sadakası aynı zamanda yoktur, demişlerdir. Fakat bu şekildeki olan düşünmeyi ya da denize atmayı şeriat bunu kabul etmiyor. Onunla mutlak olarak birinin menfaatlanması lazımdır. O parayı bankada bı­rakmayacak, o parayı bankadan alacak ve kendine almayacak, sadece oradan alıp fakirlerin odun, kömür ve cereyan ücretlerine verecek ya da müslümanlann ihtiyaçlarına karşı bir kuruma vermesi lazımdır. Bu mal haram olduğu için kendi kalbinde sadaka sayılmaması gerekir. Bir de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Elbetteki Allah "galulun" sa­dakasını kabul etmez. [96]

"Galül" insanın toplumdan çaldığı mala denir. Allah öyle malm sa­dakasını kabul etmiyor.

Bazıları diyor ki; o bankaya yatırılan paralarla ticaret yapıyor. Şu halde yaptığı kârdan ben de alabilirmiyim? Öyle kimsenin cevabı şu şekil­de olması gerekir: bankaya yatırılan paralarla ticaret yapıyor fakat yatıran para sahibi parasını akit yaparken ticaret karşısında yatırmamıştır. Belki o şahıs akitte parasını teslim ederken parayı para karşısında faizli olarak yatırmıştır. Akit yaparken faizli olarak yapmıştır. Bunun için bankadan almış olduğu kan faizdir. Aynı zamanda da toplumun malı olduğu için ha­ramdır. Fakat işin başında bankayla ortaklık anlaşması yapmış ve anlaş­ma: "Eğer banka zarar ederse bu zarar iştirakçilere yüklenecektir." mad­desini açıklasaydı o zaman bu faiz konusu meydana gelmezdi. Fakat ger­çek öyle değildir. Zira banka iflas veya zarar ederse ortaklar paralarını al­mak için ellerinden geleni yaparlar. Buna mukabil banka da herhangi bir hile meydana getirmeden hisselerine göre paraları ödüyorlar. Banka or­taklan kendilerini, paydan ya da zarardan mesul kabul etmiyorlar aksine verdiği paraları noksansız olarak alma yolunu takip ediyorlar. İnsaflı olan kimseler için, Alan (c.c.)'m şu sözü yeterlidir:

Allah faizi yok eder. Sadakaları çok ve bereketli eder. Allah (c.c.), suçundan, günahında devam eden suçlu ve günahkar kafirleri sevmez. [97]

Bir de bu hadis-i şerifin tehdidi bize yeterlidir:

Bir köyde zina ve faiz ortaya çıktığı zaman Allah'ın azabını kendi­lerine helak kılmış olurlar." Bu hadisi Hakim rivayet etmiş ve senedini de sahih olarak belirtilmiştir. Şu halde İslâm ölçülere göre: Allahu Teâlâ (c.c.) daimel evkaf isyanın karşısında olmayı emreder.Şayet kuvveti ol­mazsa, o zaman söz veya fiilinde masiyeti ne kadar az olsa aşağıya in­dirmeğe çalışır. Bunun için masiyetin her çeşidine yardımcı olmak ha­ramdır ve yardımcısıyle de o günaha ortaktır. Zira Rasûlü Zişan (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Faizi yiyeni, yedireni, bu anlaşmayı yapanı lanetlemiş ve bunlar eşittir. [98]

Başka bir hadiste ise şöyledir:

Faiz yiyeni, yedireni, şahitlerini ve yazıcısını lanetlemiştir. [99]

Faizin haram oldğunu bildikleri halde yiyen, yediren ve şahitliğini yapanlar kıyamet gününde Muhammed (s.a.v.)'in lisaniyle lanetlenecek-lerdir. Yazı sebebiyle veya gelir sebebiyle faize iştiraktan çıkmayan tüm kuruluş ve kurumlarda çalışan müslümanları huzursuzluk azabına boğmak gibi oluyor. Fakat bu boğmak ve bu huzursuzluk yalnız banka memurları ya da şirket katiplerine has değildir. Belki bu boğmak ve hu­zursuzluk bütün memleketimizin mali ve iktisadının düzenini ve denge­sini bozmaktadır.

Zira Rasûlü Zişan (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Faiz artık umumi bela olmuştur. İnsanlar üzerine faiz yemiyenin kalmadğı yemiyene de tozundan isabet ettiği bir zaman meğer ki gelecek­tir. [100]

Bunun için Allahu Teâlâ (c.c.) İslâm liderlerine büyük ve yararlı bir akıl versin ki insanların kanım emen bu kapitalist sistemini kaldırı­lıp, onun yerine alternatif açmak ve istediği gbi çalıştırmaktır. Aynı za­manda da İslâm sistemine göre de iğrenç problemi çözmek için yavaş yavaş başa götürmek gerekir. İşçilere gelince: Eğer işçiler şirkette ya da bankada çalışan insanların kendilerini halas etmek için çekilmeleriyle şirket ya da bankaların sayıları ne ortadan kalkıyor ne de noksan olur. Bîr de bankadaki bütün işler faize bağlı değildir ki. Zira bütün onun işi faizden başka helaldir. Hatta ve hatta ki bütün vatandaşlarına yardımcı koluyor. Mesela: Havale, senet, emanetçilik, simsarlık, komisyonculuk, senet ve diğer şeyleri haram olmayan şeylerdir. Şu halde istemeyerek bankada çalışmayı kabul etmekte bir sakınca yoktur. Şu halde hem kendinin, hem de Rabbinin, hem de ümmetin istediği sistem doğrultu­sunda "ameller niyetlere bağlıdır, hadisine göre niyyetini temiz tutarak işine devam etse inşaallah günahı yoktur. İslâmî ölçülere göre dininin kaynakları Kur'an-ı Kerim'le sünnet-i seniyyedir. Her iki kaynağın son­larına mahdutludur. Fakat dünyada meydana gelen olayların sonu meydana gelmez bunların tümünün Kur'an ve sünnette yer tutması mümkünattan değildir. Bunun için karşımıza Kur'an ve sünnette yeri olmayan bir konu çıkarsa o zaman içtihad meselesine bağlı olacaktır. Örneğin "kan Hanefi mezhebine göre abdesti bozar. Zira Hanefiler kanı insanın sidiği ile kıyas etmişlerdir. Şafii mezhebine göre abdesti bozmaz. Zira şafiiler kanı tere kıyas etmişlerdir. Ev yapmak, kurulu bir iş geliş­tirmek, buzdolabı, çamaşır makinesi için, faizli alış-verişlere girişmek caiz değildir. Hatta ve hattaki bunların teminatı için hırsızlık ve gasb gibi haram olan yollara baş vurulması caiz olmadığı gibi üzerinde durduğu­muz meselede de ev sahibi olmak veya kurulu bir iş büyütmek için İslâ­mî ölçülere göre haram olan faize başvurmak kesinlikle caiz değildir ve aynı zamanda da haramdır. Zira bunların teminatı haceti asliyyeden sa­yılır. Zaruretten sayılmaz. Şu halde zaruret nedeniyle haram olan bir şey helal olur. Örneğin; yiyecek her yerde bulamadığı zaman ölüm tehli­kesiyle karşı karşıya kalan kimse için leş ve domuz eti gibi haram olan şeyleri yemenin helal olması bu kısmmdadır. Şu halde İslâm hukukçu­larının zaruret adını verdiği, soru sahibinin de işine başlamadan geçim sıkıntısının çok önemli olduğunu belirttiği gibi, çoluk çocuk için gerekli rızık kaynağını da unutmuyoruz. Allahu Teâlâ şöyle buyurur:

"Kim mecbur kalırsa saldırmaksızin sınırı da aşmadan bunlar­dan yemesinde bir günah yoktur. Kuşkusuz Allah çok çok bağışla­yan ve çok esirgeyendir. [101]

Maliki mezhebine göre: "Zaruret, uzun veya nefsin tehlikeye git­mesi için korkmaktır."

Süyutî ve Zerkeşi'e göre "Zaruret, her hangi bir kimsenin öyle bir duruma düşmesidir ki haramı işlemediği takdirde helaka girer veya ona yakın olur.

Ebu Zehraya göre: "Zaruret: "Zaruret, harama girmediği takdirde malının tamamının veya kendi hayatının telef olmasından kimsenin en­dişe etmesidir.

Mecelle'ye göre ise; "zaruret: İslâmî ölçülere göre haram olan bir şeyi işlemeye sevk eden bir hareketdir. Hacet ise ne kadar meşakkat ol­sa da yine zaruret gibi değildir. Zira hacette hilakete götüren bir organın tehlikesi yoktur. Fakat zarurette can veya organ tehlikesi vardır. Bunun için şer'an haram olan bir şey, hacet ile değil zaruret ile mubah olur. Bi­zim meselemizde cereyan eden alış-veriş ile akd esnasında bir ziyade ol­duğu için ribaya girmektedir. Bu ziyadenin enflasyonun altında olduğu­nu yalnız söz olarak söylemekle bir çözüme kesin olarak kavuşmuyoruz. Zira bizim için bu söylemek, gaypta konuşmaktır. Gaypta konuşmaktan ise Allah'tan başka kimse bilmez. Hatta ve hatta ki dünyanın bazı yerle­rinde bakıyoruz ki enflasyon oranını % 120 veya % 140'lara kadar ulaş­tığını söylemektedir. Bu artmanın bilmemesi insanları faize sevkeder. Bir de ribevi mallan tahmini tektekeş-tokış yapmak Cumhura göre faiz­dir. Fakat Ebu Yusuf a göre kendi kıymetinden düşen bir para olursa, bu değerinin düşmesi az olsun çok olsun eşitlik hesabına alınacaktır. Bu hesap da önceden olmaz, ödeme zamanında olacaktır. Bazılarına göre: "Hacet umumi olsun, ister hususi olsun zaruret yerine geçiyor, di­yorlar. Allahu Teâlâ fazlasıyle her şeyi biliyor. Bazı hükümler kıyasa ters düştüğü için, ihtiyaca binaen caiz görülmüştür. Fakat ihtiyaç için caiz­dir denilmez. Zira onun caizi ya bir nass içindir, ya icma için caizdir ve­yahut alış-veriş içindir. Örneğin; icare ve selem akdi kıyasa ters düştü­ğü için ihtiyaç için nass ile, damanud-derek ihtiyaca binaen icma ile, is­tisna, yine ihtiyaçtan dolayı teamül ile tecviz edilmiştir. Şu halde İslâm dini gelmeden önce bu şekilde bir alış-veriş vardır. Bunun hakkında da özel bir menedici de gelmediği için caiz görülmüştür.

Damanu'd-Derak: Satılan bir şey satıcının değil de çalıntı veya gas-pedilmiş olduğu taktirde birisinin müşterisinin vermiş olduğu semene ke­fil olmasıdır. İstisna ise senet sahiplerinden birine bir şey yapmasını sipa­riş etmektir. Bir de kıyasa muhalif olduğu halde bu üçüncüsü için değil ve aynı hususi olarak onu yasaklayan bir delil de bulunmaz. Fakat İslâm hu­kukunda onun gibi (caiz bir şey bulunur. Ücret mukabiliği hamama gir­mek gibi.) Ne kadar su harcanacağı belirsiz olduğu için kıyasen bunun ca­iz olması lazımdır. Fakat bunun hakkında özel olarak bir yasak gelmediği için, bir de İslâm hukukunda tecviz edilmiş ve onun gibi vardır ki o da, ücret karşılığında süt anne tutmaktır. Meselemizdeki olan faiz ise bunlar­dan birisine de benzememektedir. Zira faiz Kur'an-ı Zişan'ın nassı ile ha­disin nassı ile ve icmai ulema ile yasaklanmıştır. Kesin olarak bir istisnada riba olmamıştır. Şu halde zaruretten dolayı değil, hacet nedeniyle buna helal demek mümkünattan değildir. Ancak ve ancak geçtiğimiz gibi şartlar meydana gelirse hacet zaruret yerine geçebilir. Şu halde rastgele bir hacet zaruret yerine geçmez. Zira böyle bir düşüncenin kapatılması gerekir. Ha­rama giden yola da sedd çekmektir. Bunun için "Hacette meşakkat vardır. Fakat helaka götüren bir şey yoktur. Onun için zaruret ayrıdır. Hacet de ayrıdır. Bunun için dinen haram olan şey ihtiyaç için helal olmaz. Aç bir kimsenin haramı yemese helak olmayıp meşakkat ve sıkıntıya düşmesi hali hacettir. Bu da haramı helal etmez.

Bazı alimlere göre haramdan fayda görmek zarurete bağlı değildir. Zira eğer öyle olursa o zaman gide gide müslümanlar zayıf bir duruma düşerler, düşmanları İslâm topraklarına galip olurlar. Onların elindeki olan malları onlardan alacaklar. Müslümanların zayıflaması endişesinin haramın helal olmasına sebep olacağını kabul ediyor. Yine bu alimler daha evvel zikrettiğimiz gibi bu işi yani faizli muameleyi İslâm'ın ve müslümanlarm kuvvetlenmesi için yapıyorsunuz, zaruret buradan mey­dana geliyor, demişler, bu konuda bir şeyin izahatını yapmak istiyorum:

İslâm ülkelerinde ve aynı zamanda Türkiye'de zengin müslüman­lar vardır. Sayıları da çoktur. Fakat bunlar alemu'l İslâm'ı yükselmeye ve ileriye götürmediler. Maalesef onun tersi olarak alemu'l İslam geri kalmış bir durumdadır. Zira başta cehalet, muhabbetsizlik, huddin, hudfuruş, enaniyet, benlik, bencil ve kanaatsizliktir. Bu belalar mey­danda olduktan sonra ne kadar zenginlik bazı eşhaslara mevcud olsa da bile, yine alemu'l İslâm bugünkü olan zilletten ve fakirlikten kurtula­maz, şu halde ülkemizde kaç sanayicimizin, kaç işadamlanmızın hakiki olarak İslâm'a hizmetleri vardır. İslâm'a bağlı olan yoktur demiyorum. Vardır fakat bana göre o zenginlerin listesinde İslâm'a hizmet etmek bi­rinci sırada değildir. Birinci sırada apartman, villa, meydana getirmek için çırpınıp düşünmektedirler. Şu halde her şeye zaruret demek fetva çıkartmak ve haramı helal yapmak kesinlikle doğru değil, kıyamet gü­nünde de büyük bîr mesuliyeti vardır.

İster müftü olsun, ister müstefti olsun kendilerini kitap, sünnet ve icma-i ulamaya göre teslimatın sımyle onlara teslim olsun. Bir zaman İs­lâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu muteadid defa mağlup eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler:

"Sen muzaffer olacaksın; Cenab-ı Hak seni galip edecek." O da de­miş: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlup et­mek o'nun vazifesidir." İşte o zat bu sırrı teslimiyeti anlamasıyle, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur. [102]

Elbette en bahtiyar odur ki: "Dünya için ahireti unutmasın; ahire-tini dünyaya feda etmesin, hayat-ı dünyeviyeyi bozmasın. Mektubat, Sünnet-i Seniyye edebdir. Hiç bir meselesi yoktur ki altında bir nur, bir edeb bulunmasın."

Edebin envaını Cenab-ı Hak Habibinde cem etmiştir, onun sün­net-i saniyyesini terkeden, edebi terk eder. Sünneti seniyyenin şua-ı bir iksiridir. Yani çok tesirli, her derde deva sayılan mevhum cisim, hem o sünnet, nur isteyenlere kafidir.Hariçte nur aramaya ihtiyaç yoktur. Sünnet-i seniyye saadet-i dareynin temel taşıdır. Ve kemaletin madeni ve menbaıdır. [103]

Sen eğer nefsin ve şeytanı dinlersen esfel-i safîline düşersin. Eğer Hak ve Kur'an'ı dinlersen a'layı illiyyine çıkar. Kainatın bir güzel takvimi olursun. [104]

Amelinizde nza'yı ilahi olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küs-se ehemmiyeti yok.

Cenab-ı Hakk'a şükürler olsun.

 

YİRMİ ALTINCI BOLÜM

 

KARD (BORÇ)

 

Karz' genel manasıyle satış gibidir. Zira o da mal mukabilinde ma­lın temlik edilmesidir. Aynı şekilde selef yani borç vermenin bir nevidir. Bazı alimlere göre karz, satışın kendisidir. Fakat Karâfî karz ile satış arasında üç farkın olduğunu zikretmişlerdir. Bunun için karzda üç şer-i usule muhalefet vardır:

1) Şayet karz misli şeylerde olursa, insanın yanında olmayan şeyi satma usulüne zıddır.

2) Eğer karz, ribevi mallarda olursa o zaman riba usulüne göre zıdlık vardır. Malumunuzdur ki Hanefîlerin en sağlam kabul edilen gö­rüşlerinden Hanbelilere göre ağırlık ile tartılan ve kilo ile ölçülenlerdir. Malikilere göre de iki tanedir: Nakit veya gıdadır. Şafiilere göre de yiye­cek, nakitlerdedir.

3)  Belli olan bir şeyin kendi cinsinden belirsiz olan mukabilinde satılması demek olan muzabene kaidesi, eğer karz, hayvan ve bunun gi­bi misli olmayan şeylerde olursa, bu kaideye zıdlık meydana gelir. Bu zıtlıktaki neden, insanların maslahatlarına riayet ve maruf işlerin yapıl­ması için onlara rahatlık göstermekdir. Bunun için, örneğin; karz ile karzı veren kişiye (mukrize) bir fayda sağlamak halinde olduğu gibi, iyi bir şeyi işlemek kasdı olmadığı takdirde, karz vermek haram olur. Karzın tarifi: Karz, lugatta kesmek demektir. Zira borç vermeye karz den­mesi, mal sahibinin kendi elini o maldan kesmesi içindir. Karz, istilahı olarak mal olan bir şeyi, onun bedelinden fazla olmamak şartıyle ileride geri almak üzere başkasına vermektir. Buna karz denilmesinin nedeni, borç veren kişinin malının bir parçasını kesip başkasına vermesidir.

Bunun için karz'ın lügat manası burada meydana gelmektedir. Yani mef ul olana masdar ismi verilmiştir.

Hanbelilere göre; misli bir malın bir başkasına, onun mislini geri vermesi şartı ile söz konusu olan özel bir akit demektir. Borç vermek ve almak meşrudur. Hatta ve hattaki borç isteyen bir kimseye borç vermek menduptur. Karzın meşruiyeti Kur'an, sünnet ve icma ile sabittir.

"Kimdir Allah'a güzel bir borç takdim eden?.. Allah da buna karşılık ona kat kat artırsın.! [105]

Alah'a verilen borç, kullara verilen borcu kapsadığı gibi, sadakaları da kapsar. Yani kullara sadaka ve borç vermek, Allah'a borç vermek gibidir.

Ebu Said el-Hudri şöyle anlatıyor:

Bir bedevi Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelerek peygamberde bulunan alacağını istedi. Hatta peygamberi haddinden fazla sıkıştırdı ve "Ben ala­cağımı alıncaya kadar sana sıkıntı veririm" dedi. Bunun üzerine sahabiler adama çıkışarak, azap olasıca, sen kiminle konuştuğunu biliyor musun? dediler. Adam "Ben hakkımı istiyorum" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) ashaba, siz neden hak sahibiyle beraber olmadınız?, dedikten son­ra Havle binti Keysa şöyle haber gönderdi: Eğer yanında hurma varsa bize borç ver. Bize hurma geldiğinde senin alacağını veririm. Havla; "anam-ba-bam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü, yanımda hurma var" dedi.

Ravi şöyle diyor:

Ben giderek hurmaları Peygamberin hesabına aldım. Peygamber (s.a.v.) bedeviye hakkını verdi. Ona yemek yedirdi. Bedevi, Peygamber (s.a.v.)'e hitaben 'sen hakkımı ödedin. Allah da senin ödesin, dedi. Ra-sûlüllah (s.a.v.) de şöyle buyurdu. "Hak sahiplerine hakkını verenler in­sanların en hayırlısıdırlar. Zayıflardan, hakkını zahmet etmeksizin al­mayan bir ümmet mukaddes olamaz. [106]

Yine Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Müslüman bir kardeşine İki defa borç veren kişi, onun birini sada­ka vermiş sayılır. [107]

Başka bir hadiste ise şöyledir:

Ödemek kastiyle insanlardan borç alan kimsenin borcunu Allah o-nun yerine öder. Ödememek kasdıyle insanlardan borç alan kimsenin ise malım Allah telef eder. [108]

Karz cihetindeki icma ise şöyledir:

Rasûlü Zişan (s.a.v.) zamanından şimdiye kadar borç alıp-vermiş-lerdir. Tüm fakihler de bunu icma olarak kabul etmişlerdir. Borç verip-almanın meşru kılınmasının hikmeti zahirdir.

Borç vermek, birr ve takvaya erişmenin nedenidir. Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağlarını güçlendirir. Fakirleri sıkıntı ve darlıktan re­faha kavuşturur. İnsanlar genel olarak sadaka ve hibe gibi mal vermekten yüzünü çevirirler. Bununla beraber fakirlerin sıkıntıları çoğalır. Bu sıkın­tının giderilmesi için borç vermekten başka yol yoktur ve olamaz.

Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

Ey iman edenler! Rüku edin, secde edin, Rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin, ola ki kurtuluşa erersiniz."

Ayetteki olan hayr'dan maksad borç vermek ve bu şekildeki yar­dım elini müslüman kardeşine uzatmaktır. Zira Rasûlü Kibriya (s.a.v.) şöyle buyurmuştur;

Müslüman müslümankınn kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşma-myla başbaşa bırakmaz. Kim müslüman kardeşinin bir ihtiyacını giderir-se, Allah da onun ihtiyacım giderir..[109]

Kişi müslüman kardeşine yardım ettikçe, Allah da ona yardım eder.[110]

Borç vermenin meşruiyetinin en büyük hikmeti muhtaçların ihtiya­cını istismar etmeye mani olmasıdır. Zira insan ancak ihtiyaç içinde mec­bur kalarak borç ister. Şayet borç verip, alma meşruiyeti caiz olmasaydı, insanların muhtaç olması daimel evkat istismar edilir. Faizcilik meydana çok gelebilirdi. Nasıl ki devrimizde borç verip almayanlar bu şekilde hare­keti olur. Borç verme özelliğinde Rasûlü Zişan (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Borç vermenin sevabı, sadaka vermenin sevabından daha üstündür."

İslâm toplum hayatım yardımlaşma, dayanışma, sevgi ve saygı ha­vasında besler ve fertleri birbirine yaklaştırmak için faziletin bütün unsur­larını harekete geçirir. İslâm yalnız maddi kazancı değil manevi kazancı da emreder. Faizsiz ödünç vermeyi sadakanın sekiz misli sevapla mükafat­landırırken, faizli ödüncü lanetler. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz;

Her şeyi maddi menfaat ölçüleri içinde değerlendirmeyi asla iyi ve hoş görmemiş ve bunun kökten yıkılması bir çok prensipler koymuştur."

Verilen faizsiz her ödünç bir sadakadır.

Kim darlıkta olan bir kimseye kolaylık ve ferahlık kapısı açarsa, Allah hem dünyada, hem ahirette ona kolaylık ve ferahlık kapısı açar."

Sadaka on misliyle karşılık görür. Fakat ödünç para ise onsekiz misli ile karşılık görür. 'Ey Cebrail! Nedenborç verme, sadaka vermeden daha üstündür?' diye sordum. Cebrail şöyle cevap verdi: Zira sadaka is­teyen kişi malı bulunduğu halde istemekte. Borç isteyen kişi ise malı bulunmadığından dolayı istemektedir. [111]

Müslümanlar karan caiz olduğu üzerinde de ittifak etmişlerdir. Karz, mukriz (karz veren) hakkında menduptur. Muktariz (karz isteyen) şahıs için de mubahtır. Az önce gördüğümüz hadisler bunu göstermek­tedir. Ebu'd-Derdâ (r.a.) şöyle demiştir:

"İki karz verip sonra bunların geri ödenmesi, sonra bunları bir kere daha karz vermem bunları sadaka vermekten daha çok hoşuma gider." İbni Mes'ud ile İbni Abbas da şöyle demişlerdir: "İki defa karz vermek, bir defa sadaka vermekten hayırlıdır." Hanbelüere göre sadaka vermek karz vermekten daha faziletlidir. Karz akdini yapan kimse ve karz sigası karz, ancak ve ancak tasarrufu caiz olan kimse tarafından yapılırsa sahih olur. Zira mal üzere yapılan bir akittir bunun için satışta olduğu gibi ancak tasarrufta bulunması caiz olan kimse tarafından meydana gelirse sahih olur. Karz ancak ve ancak icap ve kabul ile akd olunur. Zira karz insanın yaptığı bir temlik­tir. Satış ve hibe gibi icap ve kabul olmadan sahih olmaz. Karz, karz ve selef lafzı ile sahihtir. Zira şeriatta her ikisi de varit olmuştur. Bunun manasını veren tabirlerle de yapılırsa sahih olur. Örneğin: "Bana bedeli­ni geri vermen şartıyle sana bunu temlik ediyorum" yani seni buna ma­lik kılıyorum söylemesi gibi. Velhasıl birinin 'sana borç verdim. Ötekisi­nin de "senden borç aldım" söylemesi yeterlidir. Burada karz lafzı kulla­nılabilir. Örneğin borç veren kimse 'sana selef verdim veya sana mülke-dindim' derse, borç alan kişi de "ben bunu selef ettim, mülk edindim" derse, akid sahih olur. Şu halde sığa şarttır. Sığa olmazsa alıp-vermek sahih değildir. Örneğin; borç isteyen kişi, "bana borç ver" dese, öteki de parayı çıkarıp verse, akid sahih olmaz. Borç alan ve borç veren kişilerin akdi sahih olması için, bunlarda gelecek şartların bulunması gerekir:

1) Reşid olmak. Zira borç alıp verme bir akid olduğu için, akıl, ba­liğ olup kendi malında tasarruf etmeye yetkili olmak gerekir. Şu halde bedelli olan akidlerde rüşd sıfatının bulunması kesinlikle şarttır. Bunun için delinin, hacr altında bulunan kimsenin çocuğun borç vermesi veya alması kesinlikle sahih değildir. Zira bunların tasarrufları kendi malın­da bir kuvvete sahip değildir.

2) Borç veren kimse, borç verdiği malda teberru yapma ehliyetine sahip olmalıdır. Zira verilen borçtan vazgeçme, yani bağış etme ihtimali vardır. Bunun için velayeti altında bulunan kimselerin malından borç vermek kesinlikle sahih değildir.

3)  Borç veren şahıs, irade ve istemesiyle vermelidir. Zira tehdit edi­len bir kişinin verdiği borç, sahih olmaz. Tehdit rızayı kökten kaldırır.[112]

Borç verilen malın, misli olan mallardan olması şart değildir. Ayrıl­ması mümkün olan, kendiyle alış-veriş yapılan her malın borç olarak verilmesi caizdir. Bir de bunda selem de yapılabilir. Bunun için, dirhem, di­nar, buğday, arpa, yumurta, et ve bunlar gibi şeyleri misillerle borç ver­mek sahihdir. Hayvanların hepsi, zabt u rabtı mümkün olan şeyler ve kıymetli eşyaların borç ile verilmesi caizdir. Fakat vasıfla sıfatı zabt-u rabt edilmeyen, şahısların zimmetine isbatı mümkün olmayan kıymetli şeylerden borç verme hususunda iki söz vardır. En sağlam görüşe göre sahih değildir. Zira vasıfla zabt u rabt altına belli olmayan bir şeyin misli­ni bulmak mümkün olmaz veya çok zahmettir. Deliller:

Rasûlü Ekrem (s.a.v.) azatlısı Ebu Râfi şöyle rivayet ediyor: "Rasûlüllah (s.a.v.) bir kişiden ödünç olarak genç bir deve almış­tır. Sonra Peygambere zekat develerinden bir grup deve geldi. Rasûlü Kibriya (s.a.v.) derhal Ebu Râö'ye o kimsenin alacağı olan genç deveyi kendisine ödemesini emretti. Ebu Râfi gidip tekrar Peygamberin yanına dönerek 'develerin için altı yaşını bitirip yedi yaşma girmiş vaziyette olan ve onun devesinden daha iyi rabdi develerden başkasını bulama­dım' dedi. Bunun için Rasûlüllah o şahsa bu iyi deveyi ver, zira insanla­rın en hayırlısı, borcunu en güzel surette ödeyendir.' buyurdu. [113]

Bildiğiniz gibi verilen deve borç alınan devenin misli değildir. Bu hadis, borç verilen malın mislinin bulunmasının şart olmadığını haber vermektedir. Vasfı belli olmak şartiyle zabt u rabt edilmesi mümkün olan mal da misli olan mal ile değiş-tokuş yapılabilir. Zira biri diğerine benzemiş oluyor.[114]

 

Borç Verilen Malda Bulunması Gereken Şartlar:

 

1- Verilen borcun belli olması lazımdır. Verilen borcun miktarı; tartısı, ölçüsü, sayısı belli olmalıdır ki ödenme imkanı olsun. Sayısı bi­linmeyen dirhemleri borç vermek veya ölçüsü tartısı meçhul olan bir malı borç vermek sahih olmaz. Ateşte pişen bir şeyin de borç verilmesi sahih olmaz. Çünkü ateşte ne kadar piştiği, ne kadar azaldığı belli ol­maz. Onun için miktar belli olmaz. Bir şeyin ölçülen veya tartılan mal­lardan olup-olmadığını şeriat belli eder. Şayet bu hususta şeriatta bir belli olmazsa o zaman örfe bağlı olur. Nasıl ki bu riba konusunda detay­lı olarak belli olmuştur.

2- Borç verilen mal mahlutsız olduğu, yani başka bir cins bir mal katıldığı zaman onu ödemek imkansızlaşır. Bunun için arpa ile karıştırıl­mış buğdayı, su ile karıştırılmış sütü borç vermek caiz değildir. Pişmiş ekmeği borç olarak vermek: Alimler, pişmiş ekmeğin tartı ile veya sayı ile borç verilmesini caiz görmüşlerdir. Çünkü örf bu şekildedir. Aynı zaman­da hiç kimsede buna karşı çıkmamıştır. Fakat ekmekten başka birbirine karıştırılmış ve zapt-u rapt ile belli olacak sıfatlara sahip olmayan bir malın borç verilmesi caiz olacak cevapları olmamıştır. Malın mülkiyeti borç verenden, borç alana geçer. En sağlam kavle göre borç alan kişi malı aldığı zaman o malda tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu konuda fakihlerin ittifakı vardır. Çünkü malı aldığı zaman onda tasarruf etme yetkisine maliktir. Bu malın mülkiyetinin, tasarruftan evvel borç alan kisiye ait olduğuna delalet eder. Şu halde borç veren kişi mal üzerinde an­cak yeni sahibinin izniyle tasarrufta bulunabilir. Ve bedelini de öder. Çünkü bu, borç işleminin gereğidir. En sahih görüşe göre borç verilen mal olduğu gibi duruyorsa, borç alan kişi o malda tasarruf yapmamışsa, borç veren kişi onu geri alabilir. Zira diğerlerinin hakkı ona karma karış olmamıştır. Borç veren kişi, verdiği malı ortada yoksa onun yerine bede­lini alabilir. Bunun için borç verilen mal olduğu gibi duruyorsa, bedeli yerine, verilen isteniyorsa, borçlu onu vermelidir. Fakat borç alman ma­lın bizzat kendisi ortada yoksa, Örneğin; borç aldığı koyunu kesmişse ve­ya borç aldığı buğdayı öğütmüşse veya borç aldığı malı rehin vermiş ise o zaman alacaklarının verdiği malı isteme hakkı yoktur. Şu halde borç alan kişi aldığı malı kiraya vermişse, alacaklı, onu isteyebilir.

Buradaki olan muamele dikkate alınmaz. Fakat rehindeki olan muamele bu şekilde değildir. Zira rehin alan kişinin bir hakkı vardır. Kiraya vermede ise kiracının bu şekildeki olan hakkı yoktur. Bu durum­daki olan mal, ayrı ve bitişik bir fazlalık kaydetse bile alacaklı onu ala­bilir. Zira bitişik olan artış mala tabi olur. Bitişik olmayan artış ise ma­lın aslının istirdatına mani değildir. Zira bu fazlalık onun mülkü üzerin­de meydana gelmiştir. Borç kabul eden kişi kabul ettiği malı alcaklıya aynen vererek borcunu ödeyebilir. Alacaklının ona, verdiği malın mislini veya bedelini vermek üzere baskı yetkisi yoktur. Borç kabul eden kişi aldığı malın derhal sahibi olmaz. Ancak ve ancak mülkü ortadan kaldı­rarak tasarruf ile sahip olabilir. Örneğin; hibe,helak, satış ve istihlak gi­bi- o mala sahip olur. Zira o mülke sahip olmak ancak tasarruf etmekle ortaya çıkar. Borç veren kişi, tasarruftan evvel borç olarak vermiş oldu­ğu malı kesin olarak geri alabilir. Borç alan kişi de borç aldığı malı geri verebilir. Zira borç alan kişi bu malın mülkiyetini almış olsaydı, her iki taraf da bu mülkiyeti iptal edemez idi. Bunun için ikisi için de iade veya tasarruf hakkı vardır. Şu halde borç veren kişi, borç verdiği mal borç alanın elinde olursa o malı geri alabilir. İki görüş arasındaki fark, borç alanın malın masrafı veya kazancı sözkonusu olduğu için, açıkça ortaya çıkar. Bazılara göre mülk kabzetmekle olur, diyene göre o zaman malın harçlığı, masrafı ve kazancı, malı teslim aldığı zamandan itibaren borç alan kişiye aittir. İsterse borç kalan kişi almış olduğu malda tasaruf et­memiş olsun, borç alan kişi, ancak aldığı malda tasarruf etmekle mülk edinmiş olur, diyene göre, borçlunun malı aldığı andan tasarruf ettiği zamana kadar ki masrafı ve kazancı borç veren kişiye aitttir.[115]

Alınan borcun misli olan veya vasıflarıyla zaptolunması mümkün olan mallardan olması belli olmuştur. Buna göre borç alman malın, mislinin ödenmesi vaciptir. Şayet misli olmazsa, borç alman malın, biz­zat kendisi de yoksa onun bedelinin verilmesi vacip olur. Şayet alınan borç kıymetlendirilen bir mal ise, onun şekline benzeyeni vermek vacip olur. Örneğin ödünç olarak bir koyun alan kişi, aynı vasıflara sahip olan bir koyun vermelidir. Yukarıda Ebu Rafı'den rivayet edilen hadiste Rasûlü Ekrem {s.a.v.) borç olarak aldığı bir genç deve yerine, genç bir deve verilmesini emretmiştir. Aynı vasıflarda bir deve bulunamayınca da daha üstün vasıflara sahip bir genç deve ödenmesini emretmiştir. Belli bir kıymeti olan mallarda, o kıymetin ve değerin borç veren kişiye veril­mesini vacip olduğu söylemiştir. Bir de borç alman malın misliyle, misli olmazsa bedeliyle verilmesi de gerekir. Borç alınan malın kıymetinin ve­rilmesi lazım gelen görüşüne göre, kabz günündeki kıymeti ne ise o veri­lir. Zira borç alman mal, kabzedildiği andan itibaren borç alan kişinin mülkü olur ki bu sağlam görüştür. Borç alan kişi aldığı malda tasarruf ettikten sonra o malın maliki olur, görüşüne göre, borcun alındığı za­mandan ödeme vaktine kadarki en fazla bedeli ne olursa, onun verilme­si lazım ve elzemdir. Borç verenle borç alan kişinin malın değeri veya misli hususunda ihtilafları meydana gelse yemin etiği takdirde bozanın sözüne itibar edilir. Zira davalı odur, aynı zamanda malın kıymet ve misli verilecek olan da yine o dur.[116]

Borç veren kimse alacağını ne zaman isteyebilir? Borç veren kim­se, alacağını istediği zaman isteme kuvvetine sahiptir. Fakat borç alan kişinin malı kabzetmiş olması lazımdır. Çünkü daha evvel de bildirdiği­miz gibi borcun hükmü, talep halinde alacaklıya derhal vermektir. Bir de borç verip, alma bir akiddir ve bunda fazlalık haramdır. Şu halde borç veren kişi kâr için vermemiştir. Bunun için burada belli bir vakit söz konusu olmaz. Hatta borç veren kişi ödeme zamanını belli etse veya bu konuda bir örf olsa bile, borç veren istediği vakit alacağını isteyebilir. Bazı vakitte borç akdi bir takım şartlarla bağlı olabilir. Bu şartların bir kısmı akdi bozar. Bir kısmı akdi anlamsız yapar, bir kısmı borcun üze­rinde herhangi bir etki yapmaz, bir kısmmın ise yerine getirilme mecbu­riyeti vardır ki bu şartları şu şekilde sıralayabiliriz:

 

1. Akdi Bozan Şartlar:

 

Bunlar akidle münasebeti olmayan ve borç verenin menfaatine olan şartlardır. Örneğin; borç veren kişi 'sana bu malı, şu kadar fazlasıyla vermek şartıyle borç veriyorum veya bu parayı evini bana satman şartıyle borç veriyorum, derse akid bozulur. Zira Rasûlü Kibriya (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Sahibine (borç veren kişiye) bir menfaat sağlayan her borç ribadır. [117]

Muc'em'il-Kebir, Muği'l-Muhtaç müellifi şöyle diyor: 'Bu hadis her ne kadar zayıfsa da Beyhaki, birçok sahabiden bunun manasını naklet-miştir. Ubey b. Ka'b Abdullah İbni Mes'ud ve Abdullah İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre onlar, borç verene her hangi bir menfaat sağlayan borçtan nehyetmişlerdir. [118]

Bu sözün anlamı şudur: Borç, borç isteyene yardım olarak verilir ve verilen miktar üzerinde kaimdir. Bunun için verilen borç, borç verene herhangi bir menfaat sağlamak şartıyle verilirse akdin amacı ve anla­mından uzaklaşılmış olur. Bunun için akid sahih olmaz. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Selef ile alış-veriş bir arada olmaz. [119] Yani bir taraftan borç verip öteki taraftan kendine menfaat sağlayan herhangi bir şart koşmak sahih olmaz. Daha önce borcu tarif ederken hicaz lisanında borca selef dendiğini haber vermiştik. Akdin fasid olma­sı, onun tamamen batıl olması demektir. Bu durumdaki borç akdinin üzerine her hangi bir eser terettüp etmez. Şart etmeden fazlalık ve men­faat: Borç alan kişi borcunu verirken kendi keyfinden fazla olarak öder­se veya borç veren kişiye bir hediye verirse, o memlekette de böyle bir adet olmazsa, bunu vermeden evvel mi sonra mı olduğuna bakılır. Eğer ödemeden evvel ise ondan kaçınmak gerekir. Fakat o kişiler arasında borçtan evvel hediyeleşmek adeti varsa, alınabilir.

Enes'ten şöyle rivayet ediliyor:

"Bir kişi Rasûlü Ekrem (s.a.v.)'e şöyle sordu: Bazılarımız bir müs-lüman kardeşine borç veriyor. O da ona bir hediye getiriyor. Bu durum­da ne dersiniz? Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu:

Her hangi biriniz borç verir de borç alan kişi ona bir hediye getirir­se veya bineğine bindirmek isterse, ne o hediyeyi kabul etsin, ne de bine­ğine binsin. Fakat aralarında eskiden beri hediyeleşme ve ikramda, bulunma varsa, durum değişir. [120]

Eğer borçlu borcunu verdikten sonra borç veren kişiye bir hediye götürürse veya başka bir iyilikte bulunursa o hediyeyi veya iyiliği kabul etmek kesinlikle sakıncalı değildir. Zira borcun hükmü, Ödenmek sure­tiyle ortadan yok olmuştur. Hatta ve hattaki ortadan şart koşmadan borçlunun alacaklıya bir hediye götürmesi, iyilikte bulunması veya bor­cunu fazlasıyle vermesi müstahab kısımda sayılır.

Rasûlü Ekrem (s.a.v.)'in ittibaı içindir. Çünkü Rasûlü Ekrem (s.a.v.) borcun iyi bir şekilde verilmesini emretmiştir. Bu da güzel bir şe­kilde ödeme kapsamına girer.

Cabir b. Abdullah şöyle rivayet ediyor:

"Benim Hz. Peygamber'de bir borcum vardı. Bana borcunu ödediği gibi fazlası da verdi. [121]

Şu halde borç veren kişi, borç verdiği kişide bir menfaat olmakla meşruiyeti meydana çıkmışsa veya o borçlu borcunu fazlasıyle vermekle şöhretiyle namı her tarafa zahir olmuşsa en sahih görüşe göre borçtan fazlasını kabul etmek mekruh olur. Zira bunların bilinmesi, şart koşul­ması gibidir.

 

2- Akdi İfsad Etmeyen, Fakat Anlamsız Kılan Şartlar: [122]

 

Akdi fesada götürmeyen manasız kılan şartlar. Bunlar akidle müna-sib bulunmayan ve akid yapanlara menfaat sağlamayan ve borç alana menfaat sağlayan şartlardır. Örneğin, kişi sağlam mal yerine ayıplı mal ver­meyi veya iyi bir mal yerine kötü bir mal vermeyi şart koşarsa veya 'ben sa­na başkasına borç vermen şartıyle bu borcu veriyorum' gibi şartlar koşarsa bu şartlar batıldır. Yerine getirilmesi lazım gelmez. En sağlam görüşe göre böyle şartlar akdi iptal etmez. Zira, burada menfaat sağlamak söz konusu değildir. Akdin konusu olan şefkati, yardımı tehir etme söz konusudur. Bu­rada borç verenin değil, borç alanın menfaati vardır. Bu ise borç verenin, borç isteyen kişiye daha fazla şefkat göstermesi ve yardım etmesidir.

 

Borçta Zaman Şartı

 

Borç veren kişinin, dilediği zaman alacağını isteme hakkına sahip olduğunu söylemiştik. Borcun ne zaman ödeneceği tayin edilmiş olsa bi­le, ona tabi olması lazım gelmez. Zaman şartı fasîd olarak kabul edilir. Eğer zaman şartı koşmakta borç verenin bir amacı yani art niyeti varsa, örneği tayin edilen o zamanda mallar talan ediliyorsa, akid fasiddir. Zira bu, şart koşmak gibidir. Eğer zaman tayin etmede borç verenin bir ama­cı yoksa, akid fasid olmaz. Mecburiyet olmamakla beraber tayin edilen zamana kadar alacağını istemek menduptur. Zira bu, ihsan etmeyi vadetmek anlamına gelir.

 

3- Yerine Getirilmesi Lazım Olan Şartlar:

 

Bunlar akdi kuvvetlendiren, hakları garanti altına alan şartlardır. Örneğin, borç veren kişinin verdiği mal karşılığında rehin istemesi veya akdin yazılmasını istemesi caizdir. Bunlar borç veren kişinin hakkıdır. Bu şartlarda bir menfaat sağlama söz konusu değlidir. Zira bu çeşit şartlar, akdi vesikalandırmaktır.

Enes'ten şöyle rivayet edilmiştir.

"Hz. Peygamber, Medine'de kaftanını bir yahudiye rehin bırakarak ondan ailesi için arpa aldı. [123]

Borçlunun hediyesi ise Maliküere göre bu hediye caiz değildir. Zira bu gecikmeye karşılık alacagmdaki bir fazlalık soncunu verir. Cumhura göre bunu şart koşulmamış ise bu caiz olur. Zira karz veren ile karz alan kimse arasında hediyenin borç için değil de aradaki bağlar sebebiy­le yapılması halinde hediye caizdir.[124]

Özenle üzerinde durulacak olursa, malın tasarruf sandıklarında veya yatırım belgelerine yatırılmasına karz hükümleri tatbik edilir. Sadı­ğın, kendisinde mallarını bırakanlara ödediği menfaat helal değildir. Zi­ra, aradaki ilişki, bazı fetva verenlerin de belirtiği gibi mücerret bir vedia (emanet) ilişkisi değildir. Çünkü bu mal, kayıtsız bir vedia olsaydı, bu sandığın başında bulunan kişilerin onu işlerinde ve verimli yatırımlarda kullanmaları şer'an caiz olmazdı. Zira vedinin (emanet kabul edenin) ve­dia üzerindeki sahip olduğu bütün hak, onu muhafaza etmekten ibaret­tir. Onda tasarruf etmek değildir. Fakat mudi yani emanet eden vediada tasarrufta bulunma iznini ona verecek olursa, bu bir karz olur. Zira iti­bar manalara bağlıdır. Bunun gibi temettü belgelerinde tayin edilmiş olan sının belli yıllık faydası tespit edilmiş, kesilmiş, belli olmuş kârlar da meşru değildir. Zira şirketlerde, hususi olarak mudarebe şirketlerin­de kesin olarak bu caiz değildir. Bunun caiz olması için şu lazımdır: Kâr miktarı belli edilmeyecek ve eğer muayyen bir alanda yatırımda kulla­nırken zarar gerçekleşecek olursa zararda ortaklık esası üzerinde de bir­lik edilecektir.

Faizin esasları beştir:

Bana vade ver, bende sana fazlasını vereyim." Eksilt vadesinden evvel al" gibi satışlar. Fazlalık, nesa, kabzından evvel yiyecek satışı, öyle satışlar aşağıda açıklıyacağımız iki kaidenin dışmda görmüş olacağız. O ikisini açıklanması lazım olarak zikretmekteyiz." Bana vade ver, ben de sana fazlasını vereyim" kaidesi: Bu şekildeki olan satış Cumhura göre haramdır. Örneğin; bir kişinin bir başkasında alacağı var. O da bu ala­cağını borç miktarını artırması şartıyle tehir eder. Bu cahiliye ve aynı zamanda Ebu Cehîlin faizidir. O alacak ister nakit, ister yiyecek olsun, ister selem olsun ister başka bir şey olsun farketmez. Örneğin; alacaklı borçluya belli bir zamana kadar vadeli fiyat ile bir mal satar. Bu fiyat da nakit fiyatından daha fazlasını ihtiva eder. "İndir ve vadesinden evvel al" kaidesi, bu kaideye göre satış da dört mezhebe göre haramdır. Zira öde­menin daha evvel yapılması için zimmetteki alacağın eksiltilmesi fazla vermeye benzer. Çünkü veren kişi zaman karşılığında onun yerini tutacak semende belli bir mikttan tayin etmiştir. Bu usulün manası şudur: Bir kişinin bir başkası üzerinde daha borcun zamanı gelmemiş bir ala­cağı vardır. Vade zamanı gelmeden evvel bir miktar eksiltme üzere daha erken istemeyi kabul eder. Bir kısmını daha erken alıp geri kalanını bir başka vadeye ertelemesi de bunun gibidir. Vadesi gelmeden evvel bir payını nakit bir kısmını da mal olarak alması da böyledir. Vadesi geldik­ten sonra bütün bunların caiz olacağı üzerinde de ittifak vardın Borçlu­nun vadeli alacağı karşılığında alacaklısına vadeden evvel mal vermesi, değeri borç miktarından daha az olsa dahi caizdir.

Sin ve ta harflerinin fethalı vahut ötreli olarak yahut sin'in Ötreli ta'nın da fethalı olarak okumasiyle (suftuce, seftece, suftece şekillerinde okunur) bu en son şekil en meşhur okuyuş rabtıdır. Farsçadan alınmış arapçalaştırümıştır. Bu, mukrizin kendisi namına karzın bedelini şart koştuğu yerde kabz edecek kişiye yazdığı bir kağıt parçasıdır. Bu parça günümüzde çek yaprağı gibidir. Günümüzde bilinen bir çeşit sened ve fiş de kabul edilebilir.[125]

Bir kişinin bir memlekette bir kimseye bir karz vermesi buna kar­şılık mukrizin yani borç alanın veya onun vekilinin veya alacaklısının muayyen bir başka memlekette mukrizin kendisine yahut vekiline veya alacaklısına o karzı ödemesinin söz konusu edildiği mali bir muamele­dir.

Hanefllere göre: Eğer bundan maksad olarak gözetilen menfaat yani başka memleketteki ödemeden maksad olarak gözetilen fayda gö­ren yol tehlikesi akit ortasında şart koşulmuşsa veya örfin bir lazımı ise tahrimen mekruhtur. Merğinani şöyle demektedir:

Suftece mekruhtur. Suftece karz veren kişinin yolun tehlikesini kaldırma faydasını elde ettiği bir karz fiilidir. Bu ise karz nedeni ile sağ­lanan bir menfaat çeşididir."

Rasûlüllah (s.a.v.} ise bir menfaat sağlayan karzı nehyetmiştir.

Şafîilere göre: Suftecenin yasaklanmasını kabul ederler. Zira suftece yol tehlikesinin bertaraf edilmesini karz verene bir menfaat olarak sağlamaktadır.

Malikilere göre de menedilmiştir. Zira suftece bir fayda getiren bir karzdır. Ancak malını muhafaza etmek için zaruret halinde caiz olabilir. Borç ile karz arasındaki olan fark nedir? Türkçemizde karzın tam karşı­lığı olmadığı için, karza borç demek zaruridir. Aynı zamanda da zorun­ludur. Fakat onların arasında bir tarafta umum ve husus vardır.

Rasûl-Nebi gibi, yani her karz borçtur. Fakat her borç karz edğil-dir. Örneğin; ticari alım-satımda belli veya belirsiz bir süreyle verilen ve­resi bir borçtur. Bu karz değildir. Aynı zamanda bu çeşit borcun vadesi gelmeden istenilmesi sakıncalıdır. Şu halde borçlu vade dolmadan bunu ödemesi kesin olarak doğru değildir. Fakat karz öyle değildir. Onun için belli bir müddet belli olursa bile müdeti gelmeden alacaklı borcunu ala­bilir. Aynı zamanda borçluyu da o takdirde onun aynısı veya onun mis­lisi gibi ödemek mecburiyetindedir. İşte borç ve karz arasındaki olan nüans ve fark bundan başka yoktur. Karz Allah için hiç bir menfaat beklemeden yapılan bir yardımlaşmadır. Borç ise o kadar yardım için değil, kâr içindir. Karz yani borç şu üç şeyde cari olur ve caizdir.

1) Sayıya giren maddeler.

2) Tartıya dahil olan maddeler.

3) Ölçeğe giren maddeler.

Ödünç olarak alınmış bu üç maddeden her hangi birinin aynını geri vermek mümkün olmazsa onun yerine mislini vermek caiz olur. Ör­neğin; ödünç alman üç ölçek sert buğday yerine üç ölçek yumuşak buğ­day vermek de caizdir. Tartı ve ölçeğe dahil olan maddeler istikraz edil­dikten sonra değerinde bir düşme veya yükselme olursa, bu konuya na­sıl cevap verilir? Müctehid imamların bu konudaki görüşleri ayrı ayrıdır.

İmam Ebu Hanifeye göre, yine misli mukride ödenir. Kıymeti ödenmez.

İmam Ebu Yusuf a göre istikrazın yapıldığı gündeki kıymeti esas kabul edilerek o hesaba göre ödenir. İmam Muhammed'e göre, piyasa­nın o günkü durumuna göre, kıymeti takdir edilerek iade edilir. Bu mukrizin kaybını Önleme meydana getiren bir fetvadır. İstikraz edilen yi­yecek olsun veya başka bir madde olsun, borç veren istikrazın yapıldığı beldenin dışında başka bir yerde isterse İmam Muhammed'e göre, gü­nün rayici belirlenip ona göre Ödenir.

İmam Muhammed'e göre, günün rayici belirlenip ona göre ödenir.

İmam Yusuf a göre istikraz yapılan şehirde istikraz günündeki kıy­meti üzerinden hesabı yapılarak verilir.

Eğer istikraz edilen bir maddenin misli piyasada bulunmazsa o zaman borç veren kimsede şartsız olarak mislini isterse, o zaman misli meydana gelinceye kadar beklemek gerekir. Kıymetini ister ve her iki taraf da bu konuda anlaşırlarsa kıymeti ödemek lazımdır. Umumi olarak İslâmî ölçülere göre altın ve gümüş tartıya giren maddelerdendir. Fakat bir memlekette bunların hazırları yani mesküklan tartıyla olmazsa bile, sayılan muameleleri olursa o zaman sayılar arasında olsun ve tartılar arasında olsun nüans ve farkı yoktur. S.A.'den dört reşat altım borç ola­rak alıyor. Borcun ödeme zamanı gelse bunları tartısına göre ödemeye­cek. Belki sayışma göre ödenmesi gerekir. Zira hepsinin tartısı aynıdır. Karz yoluyla olsun ister alım-satım yoluyla meydana gelen bir borç ol­sun alacaklı olan kimse kendi borcunu borçludan başkasına satmak ve­ya bunun karşılığında borçlu adına başka birinden bir mal satın almak, İslâm'ı ölçülere göre caiz değil aynı zamanda hükümsüzdür. İmam Zü-fer'e göre caizdir. El-Mebsut, Katib,i Adi = Noter ve Noterlik İslâm Huku­ku aşağıdaki ayetlerle helal sayılan alım-satım muamelenin en sahih yolunda yürütülmesinin bazı kaidelerini veriyor. Kâtib-i Adi = Noter'in önemine ve yerine temas ediliyor. Bu şekilde insan haklarının muhafa­zası, inkar, yalan ve sürtüşme sebeb olacak kapıların ticari alanda da kapanmasını emrediyor.

Allahu Teâlâ (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

Ey iman edenler! Birbirinize karşı belli bir vade ile borçlandı­ğınız zaman onu kaydedin bunu aranızda bir katip adaletle ve hiç­bir tarafa meyletmeyip bir şeyi noksan bırakmadan yazsın. Ve o ki­tap Allah'ın ona öğrettiği gibi adaletle yazmaktan kaçınmaksızın yazsın. Onu borçlu olan yazdırsın ve o borçlu kimse, rabbi olan Al­lah'tan korksun da hiç bir şeyi noksan bırakmasın. Eğer borçlu olan kimse akılca noksan ve çocuk ve ihtiyarlıktan dolayı zaafa düşmüş veya her hangi bir nedenle doğrudan yazdırmaya gücü yetmeyen birisi ise, onun velisi adalet üzere yazdırsın. Bir de, sizden iki mü'min erkek şahit tutun. Eğer iki erkek şahid bulunmazsa, o za­man şahitliğine güvendiğiniz kimselerden bir erkek ve iki kadını şahit tutun, ta ki o iki kadından biri unutacak veya şaşıracak olur­sa diğeri onu hatırlasın. Şahitler de şahitliğe çağırıldıkları zaman bundan kaçınmasınlar. Az veya çok olsun, borcunuzu vadesine va­rıncaya kadar bütün şartlanyle yazmaktan üşenmeyin, böyle yap­manız Allah katında adalete daha uygundur. [126] Ayetin taşıdığı fıkhi hükümler.

1) Borç verip almak ticari meselelerde caizdir.

2) Borç süresinin belirlenmesi gerekir.

3) Borcun miktarını, süresini, kimin kime borçlu olduğunu belirt­mek de vaciptir.

4) Borcu, devletin ta'yin ettiği veya toplumun güvenip belirlediği, doğruluğu kabul edilen bir katibin yazması lazım gelir. Bu, hem tarafla­ra, hem topluma eminlik vermek içindir.

5) Katibün bi'l adi kabul edilenin, dinin ve örfün öngördüğü bilgi ve ihtisasa sahip olması şarttır. Zira bu ilahi bir emirdir. Zira İslâmî öl­çülere göre adalet: Her şeyi uygun bulunduğu yere koymak, her şeyi an­cak ehil olana vermektir. Bunun aksi ise haksızlık ve zulümdür.

6) Borçlu borcunun miktarını ödeme süresini ve şartlarını açık bir anlatımla katib-i adl'e yazdırmalıdır.

7) Müslüman erkeklerden iki kişi, bu mümkün olmadığında bir erkek iki kadm şahit tutmak.

8)  Borçlu kafada kontak ya da yaşlılıktan veya bir hastalıktan do­layı, aciz ise ve yazdırmasını beceremiyorsa katip onun ifadesini yazdır-mamalı, doğruluğu bilinen velisini İstemeli.

9) Şahidler, zorunlu bir neden olmadığı taktirde, şahitlikten ka­çınmamalıdır. Zira cemiyet yapısında efratlar birbirine daimel-evkat ve her zaman muhtaçtırlar.

10) Kur'an'da (katib-i adl'in hakikati belli olduktan sonra, bunun meydana getirmesi için, üç cümleyle hülasa oluyor)

a) Şahit tutmanızda en kuvvetli dayanaktır. Zira hazırlanan belge ve senette alacaklının borçlunun ve şahitlerin imzası vardır.

b) şüphe ve seke düşmemeniz için en yakın bir nedendir.

c) Bu şekilde yazıp belgelendirmenin Allah katında en adil yöntem ve yoludur.

11) Hemen halı hazır da bir alış-verişde elden ele vereceğinizde pe-Şin olarak satımlarda kafib-i adl'e yazdırmanıza gerekmez. Zira gözün önünde açık bir vaziyette yapmanızda bir fayda vardır.

12) Katib-i adi ile ilgili emirler vucub mu ya da mendub mu mey­dana getirir.

1- Cumhur-i Fukahaya göre emir mendup içindir.

2- Ata İbn Cüreye ve Nahal'ye göre emir vücubu gerektirir.

İbn Cerir Taberi'de bu görüşü kabul etmişlerdir. İslâm yukarıda hükümlerini detaylı olarak açıkladığımız ayetle de insan haklarını 1400 yıl evvel en adil ölçüde korumuş, toplum yapısında doğru ve güvenin esasını atmıştır. (Katib-i adi) zamanımıza göre Noter Ve Noterlik nedir. Daha bilinmezken, hakları muhafaza etmek, haksızlığa sed çek babında açtığı birçok kapılar bıraktığı bir nice temellerden biri de bu­dur. Bu konuya son verirken peygamber (s.a.v.) efendimiz dünyayı şe­reflendirdiği bu geceye "mevlid" diyoruz. Dünya ve dünyadakiler için en güzel, en muhteşem, en sevinçli gece, bu gecedir, "O (s.a.v.) olmasaydı kainat yaratılmayacaktı. Allah (c.c.)'in kendi ismiyle beraber onun ismi­ni yazdığı, Efendimiz bu gece dünyaya gelmiştir. Çarşamba 14.6.2000. Mildi. 11 Rabiul Evvel 1421. gecesi dünyaya gelmiştir. Bu gece dünyada bazı olaylar olmuştur.

a) Mecusilerin bin yıllık ateşleri söndü.

b) Kisra'nın sarayından ondört sütün düştü.

c) İran'daki olan sava gölü kurudu.

d) Bin seneden beri devam eden ateşin sönmesi meydana geldi.

e) Semave vadisine su akmaya devam etti.

f) Her tarafta putların devrilmesi meydana geldi,

g) Bizans'ın azgınlığı saltanat ve ihtişamı yıkıldı,

h) Mekke'de İslâm hakim olacak mesajı verilmiş oldu, o gecede.

 

YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM

 

MEFKUD

 

Mefkud-Ğaib: Bir yerde bulunup, fakat hayatta olup, olmadığı ke­sin olarak bilinmeyen kimsedir. İslâmî ölçülere göre bunun iki ismi var­dır: Biri mefkud diğeri gaibdir. Kendi yerden hareketi olduktan sonra, hangi yerde olduğunu çıkartmak onu arayanlar bulduğu takdirde o za­man mefkud adı alır. Arayanlar onu bulamadığı takdirde hiç bir haber alınamayınca gaib adı alır. Şu halde her iki durumda da iki isim kulla­nılmıştır. Fakat her iki durumda da İslâmî ölçülere göre onların arasın­da hüküm cihetinden nüans ve fark vardır. Zira bir kişinin arandığı hal­de nerede olduğunu ve hayatta bulunduğu veya bulunmadığı meydana çıkmazsa, o zaman hakim onun malında lüzumlu tasarrufta bulunmak üzere bir Kayyım tutabilir. Fakat gaib için bir Kayyım tutamaz. Çünkü bulunması için kesin olarak çalışmamıştır. Onun bulunması için bir araştırma olmadığı için, her vakit çıkıp gelmesi ihtimali vardır. Mefkud: Kendinden yana hayattadır. Başkalarına göre hayatta değildir. Her han­gi bir kimse savaşta esir düşüp Dar-İ Harbe götürülen ve orada öldü­rülüp öldürülmediği hakkında bir bilgi alınmayan kimsede mefkudun tarafına dahildir. Mefkudun kendinden yana hayatta olduğunu bir esas prensip kabul edince, bu ışık altında şu fıkhi konular meydana gelir:

1- Nikahlı bulunan karısının aradan uzun yıllar geçmesine rağ­men kesin olarak başkasıyle evlenmesi haramdır. Zira Hakimin bu ko­nudaki hükmü çıkıncaya kadar bekleme mecburiyetindedir.

2- Mekudun borç kapsamına dahil alacaklarına ve ortağı bulun­duğu şirketlerdeki paylarına ne varisleri, ne de hazine karışabilir. Zira onun ölümü kesin olarak bilinmemektedir.

3- Mefkudun icar konusunda yapmış olduğu akidler iptal olmaz. Zira bu konuda mefkudun öldüğüne bir bilgi yoktur. Şu halde mucir ile müstecirden birinin ölümü çıkarsa, o zaman aralarındaki icar akdi ken­diliğinden iptal olur.

4- Evvela mefkudun Öldüğüne hakim hüküm vermedikçe terekesi, geriye kalan mallarının varis arasında taksimi caiz olmaz. Zira bu mese­ledeki genel kural şöyledir: Murisin ölümü meydana geldiği takdirde verese onun malına sahip olabilir. Onun aksi ise mal murisindir. Verese onun malına sahib olmaz. Mefkudun başkasından yana ölü sayılmasını da bir esas prensibi kabul olursa, bu kuralın altında şu fıkhi konular ortaya gelir:

1) Mefkudun varisleri, ellerinde kesin delil olmadığı halde onun ölümünü iddia ederek malını taksim etmek isterlerse, buna cevaz ve İm­kan verilmez. Zira yalnız iddiayla bir mefkud veya gaibin öldüğüne ke­sinlikle hükmedilmez.

2) Mefkudun başkasına varis olmayacağı gibi başkası da ona varis olmaz. Fakat murisinin Ölümü ile onun payı bir yerde koruma edilir. Mefkudun ölümü gerçek olarak veya hükmen gerçekleştiği takdirde mu­hafaza altına alınan hisse diğer öteki varislere paylaştın. Hayatta oldu­ğu kesin olarak bilinirse, ayrılan hisse aynen kendisine verilir.

3) Mefkud adına yapılan vasiyyet yerine getirilir mi? Vasiyet eden vasiyyeti meydana geldikten sonra ölürse, bakılır. Mefkud hayatta ise o-nun için yapılan vasiyyet aynen verilir. Vasiyyetten evvel öldüğü kesin­lik kazanırsa veya hakim onun öldüğüne hükmederse o zaman yapılan vasiyyet mefkudun varislerine değil vasiyyet edenin varislerine ödenir. Fakat mefkudun yapılan vasiyyetten sonra öldüğü beyyine ile sabit olursa, o zaman vasiyyet edilen mal veya para onun varislerine intikal eder.

el-Mebsut, Kâsani, el-Bedevi, Mefkudun mallarını muhafaza et­mek üzere hakim tarafından ta'yin edilen kayyim, her hususta yetkili değildir. O ancak mevcud malı korur. Alacakları toplar ve lüzumlu gö­rüldüğü hususlarda örneği: Tamir işlerinde, mal satıp arızalan götüre­bilir. Kayyim ta'yini tamamen hakimin yetkisi dahilindedir. Mefkud va­risleri olumlu ve olumsuz hiçbir konuda buna engel olmazlar. Kayyım, maslahat gördüğü zaman da mefkudun. tarla, bahçesini icare verebilir. Bozulmaya yüz tutan bir malını satabilir. Mefkudun tarla ve bahçesin­de, ev ve otelinde, tamire muhtaç yerler bulunur ve ihmal edildiği tak­dirde bir takım zararlara yol açacağı bilinirse o zaman hakim mefkudun mallarından tamire yetecek kadar satıp lazım olan şeylerini yapabilir. Hakim mefkudun malını gereği gibi muhafaza etmek ve nafakası gerekli olanlann nafakasını zamanında verebilmek için bir kayyim tayin edebi­lir. Fakat kayyimin ücreti mefkudun malından ödenir. Hakimin mefku­dun malı üzerindeki tasarruf yetkisi, yalnız olarak onu muhafaza et­mektir. Başka bir şey yoktur. Bunun için zaruri yani mecbur olmayan bir şey olmazsa, hakim onun malını satamaz. Onun malında istediği gi­bi tasarrufatı caiz değildir. Fakat Kâsanıye göre mefkudun malı kokma­ya ve ezilmeye, kıymetini her geçen gün kaybetmeye başlamış olursa, o zaman, hakim malını satabilir onun parasını da muafaza eder. Bu ko­nuda yetkisi vardır.

Mefkudun başına gelen miras malı veya onun gibi şeyler hakkın­daki hükümde bunun gibidir. Eğer öyle bir durum ortaya çıksa hazine emini, gayri menkul ise satıp parasını muhafaza eder. Şayet mefkud öl­memiş ise selamete kavuşsa ve yurduna gelse, hazine emini olan kimse satılmış olan gayri menkulü satın alandan geri aldıktan sonra asıl sahi­bine vermek gerekir. Eğer mefkud o malın geri alınmasını istemez de be­delini almakla razı olursa o zaman daha makbule geçer. Mefkud bir borç için rehin yapmış ise, hakim karşı tarafın isteği üzerine o rehini sa­tıp mefkudun borcunu verir. Bu konuda hakim yetkilidir. Bu konu gibi mefkud üzerindeki borçlan alacaklılar istekte oluyorlarsa, tesviye ve ödeme için, mefkudun malını satabilir. Bu konuda mezuniyeti ve selahi-yeti vardır. Muhtaç olanlann harcığlannı hakim mefkudun malından verir. Öteki olan hısımlar ve varislerine onun malından harcığ ödenmez. Şu halde: Hakim mefkudun harcığ için, gayri menkullerini satamaz. An^ cak ve ancak nakit para, altın ve gümüş, bir de tarla ve bahçeden elde edilen ürün ve ticaret emtiasından ödenir. Nafakaya muhtaç olanlar, mefkudun borçlulanndan ve emanetçilerinden nafakalarını karşılamak için bir hak istemeleri caiz değildir. Eğer hakim bu konuda hüküm vere­cek olursa, o zaman hakimin kararma uyularak bunlardan alınıp harcı-ğa muhtaç olanlann harcığı ödenir. Mefkudun öldüğüne hükmetmek: Bu iki adamın şehadetiyle veya öldüğü memleketin hakiminin gönderdi­ği karar ile ya dâ hakimin mefkudun yaş durumu, sağlıklı-sağlıksız hal­lerini dikkate alarak aradan uzun yıllar geçtiğine bakarak verdiği karar ile maydana gelir.

El-Mebsuti bunun gibi,'mefkudun emsal ve akranı dikkat alınır. Bunlar hepsi ölmüşse, o zaman mefkudun da öldüğüne hükmedilir. Bi­rinci görüş daha fetvaya uygun daha doğrudur. Bir de sözü edilen bu konuda yüz, yüz yirmi, altmış ve yetmiş yaşı sınır kabul edenler de var­dır. Hususu olarak hicri beşinci asırdan sonra gelen fakihlerin bir kısmı altmış ve yetmiş yaşı hudud olarak kabul etmişlerdir. Doksan yaşı hu-dud olarak da kabul edenler de vardır. Fukahanın ekserisi bunu doğru bir görüş olarak kabul etmişlerdir. Ve aynı zamanda da bu görüşü de seçmişlerdir. Zira doksan yaş, akran ve emsalinin hayatta kalmadığı bir hududdır. Hanefîlerin ekseri bununla fetva vermişlerdir. Mefkudun ka-nsı evlenirse, mefkudun ölümüne hükmedilip iddet=^şer'i bekleme süresi bitince kansı başkasıyla evlenebilir ve aynı zamanda malı da verese ara­sında taksim olunur. Bu hükümden sonra, mefkudun hayatta olduğu meydana çıkarsa, karısını artık geri alınmaz, zira o hakimin kararına dayanarak iddettni bitirip öylece evlenmiştir. Varislere verilen hisseleri ise harcanan kısımdan başka olduğu gibi geri alınıp murise verilir. Kay­bolan kişinin Öldüğü kesin olarak bilinmedikçe, hanımı başkasıyle evle-nemez. Çünkü aslolan kaybolan kişinin hayatta olmasıdır. Öldüğü ke­sin olarak bilinirse, kansı başkasıyle evlenebilir.

İmam Şafii Hz. Ali'den şöyle rivayet etmiştir:

"Kaybolan bir kimsenin hanımı belaya maruz kalmıştır. Sabretsin, onun ölüm haberi gelinceye kadar evlenmesin."

Hz. Ali'nin bu sözü kendiliğinden söylemesi düşünülemez. Hz. Ali (r.a.) bu sözü mutlaka Rasûlü Ekrem'den (s.a.v.) işitmiş olmalıdır. Kay­bolan kişinin kaybolmadan önceki ve kaybolduktan sonra çoğalan ma­llan, ölümü kesinleşmeden evvel taksim edilmez. Fakat kaybolması üze­rinden uzun bir zaman geçer de zann-ı galibe göre o adamın vefat ettiği düşünülürse ve kadı hükmen öldüğüne karar verirse malları taksim edilebilir.

"Benden sonra ümmetimi gece karanlığı gibi fitneler kaplayacaktır. O günde kişi mü'min olarak sabahlayacak, kafir olarak akşamlayacak, kavimler dinlerini dünyadan az bir şeye karşılık satacak."

Din sadece inançtan ibaret değildir. O aynı zamanda kişinin dün­yevi hayatına yön verecek ahlaki, hukuki ve sosyal kurallar ihtiva eder.

 

YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM

 

İCAR (KİRA) AKDİ

 

[127] İcaçenin meşruluğu: Ebu Bekr el-Esam, İsmail b. Uleyye, el-Hasen el-Basri, el-Kâsânî, en-Nehravânî ve İbni Keysân dışında kalan faklhler icare akdinin meşru olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Fakat onlar ica­re akdini caiz olarak kabul etmezler. Zira icare menfaatin satılmasıdır.

Bu menfaatler de akdin sahih olmak esnasında kabziyeti olmayan ve yok olan şeylerdir. Bu menfaat daha sonra zamanla yavaş yavaş meyda­na gelir. Var olmayan bir şeyin satış ihtimali yoktur. Bir de satışın istik­balde ortaya çıkacak bir şeye havale edilmesi caiz olmaz.

İbnü Rüşd onlara şöyle cevap vermektedir:

Fayda ve menfaatler her ne kadar akdin yapıldığı zamanda var ol­mamış ise de galip olarak tahsil edilebilen şeylerdir. Şeriat ise faydalar­dan ve menfaatlardan galip olarak meydana gelen veyahut da meydana gelmesi veya gelmemesi ihtimali bir olan şeyleri göz önünde kabul et­miştir. Cumhur icar akdinin caiz olduğuna Kur'an, sünnet ve icmadan delil göstermiştir. [128]

Eğer o hanımlar çocuklarınızı sizin için emzirirlerse onlara ücretlerini verin. [129]

Görüldüğü gibi ayet, boşanan kadınlar çocuklarını emzirirlerse onların ücretlerinin verilmesini, çocukların babalarına emretmektedir. Bu da ücretin, süt verenin hakkı olduğuna delalet eder. Ancak kadın ücretle emzirmek üzere akid yaparsa, yani ben ücretle emziririm derse, çocuğun, babası da razı olursa, ücret alabilir. Akid yapmaksızın çocuğu kendiliğinde emzirirse, ücret alamaz. Bu teberru sayılır. Teberru yapan kişi ise, karşılığında hiçbir şey alamaz. Hz. Şuayb ve kızının ağzından ifade edilen şu ilahi kelam da icarenin meşruiyetine delildir. O kadınlar­dan biri. 'Ey baba! Bunu (Musa'yı çoban olarak) ücretle tut. Zira o ücretle tutacağın kimselerin en hayırlısı, en emniyetli olanıdır. dedi. Ba­baları (Musa'ya) 'sekiz sene bana kendini kiralaman şartıyle şu iki kı­zımdan birini sana nikah etmek istiyorum' dedi. [130] Eğer on seneyi tamamlarsan o senin iyiliğindendir. Bu ayet-i kerimeyi delil gös­termek, bizden öncekilerinin şeriatı neshedilmediği sürece bizim için de şer'i bir hüküm ifade eder, diyenlerce sahih bir delillendirmedir. Sün­netten delil ise Peyamber (s.a.v.)'in şu buyruğudur:

Ücretli çalıştırdığınız kimselere ücretini teri kurumadan ödeyiniz." İbni Ömer'den gelen rivayet İbni Mace Sünenin'dedir. 'Ücretin ve­rilmesinin emredilmesi icarın sahih olduğuna delildir. "Her kim bir üc­retli tutarsa ona alacağı ücreti bildirsin." Bu hadis de delildir. [131] Said b. El-Müseyyeb de Said (r.a.)'m şöyle rivayet etmektedir: "Bizler arazileri akarsuların kıyılarından bitecek ekin karşılığında kiraya verirdik. Rasû-'ullah (s.a.v.) bize bunu nehyetti ve altın yahut gümüş karşılığında kira­lamamızı emritti. [132]

İbni Abbas (r.a.)'m rivayetine göre peygamber (s.a.v.) hacamat yaptırmış ve hacamat yapana da ücretini ödemiştir.[133] İcmadan delili ise,: Ümmet ashab-ı kiram zamanında el-Esam, İbni Uleyye ve ötekilerinin dünyaya gelmesinden evvel icarın caiz olduğu üzerinde icma etmişler­dir. Zira isanların faydalara olan ihtiyaçları, malın kendine olan ihtiyaç­ları gibidir. Aynlar için satış akdi caiz olduğu gibi, faydalar için de içare akdininde caiz olması icap eder. İcarenin rüknü ve manası: Hanelilere göre icarın rüknü icap ve kabuldür. Bu da icare, isticar kiralama kiraya verme lafızları ile olur. Cumhura göre icarın rükünleri dörttür:

Cumhura göre icarenin rükünleri dörttür: Akdi yapan iki taraf mueccir yani kiraya veren ve müstecir yani kiracı sığa yani icap ve ka-bul-ücret ve menfaat, lügat olarak icarenin manası, menfaatin satılma­sıdır. Şer'i manası da onun gibidir. Bunun için, Hanefîler şöyle izahatını yapmışlardır: "İcar, bedel mukabelesi fayda ve menfaat için yapılan bir akittir." Satışın bağlanması başka bir şeye talik kılınması, nasıl sahih olmadığı gibi, icarenin de bağlanması sahih değildir. Fakat icarenin Cumhur-u fıkahalanna göre, müstekbeldeki bir zamana bağlı edilmesi, az evvel belirttiğimiz gibi, satışın tersine- sahihtir. Şafiiler ise malın kendisini müstekbele bağlı olarak kiralamayı beyde olduğu gibi caiz ka­bul etmezler, ancak icarenin zimmette olmak üzere ta'lik edilmesini caiz olarak kabul ederler. Örneğin: "Ben senin zimmetini bu eşyalarını şu şehire şu ayın başında taşımakla yükümlü şart koşuyorum." söyleme­sinde olduğu gibi, zira borcun vadeye talikedilmesi mümkündür. Nasıl ki her hangi bir şeyde belirttiğimiz süreye selem akdi de böyledir. Aynı onun gibi ayn'ın icare edilmesi hakkındaki esah kabul edilen görüşleri­ne göre, ayn'a malik olan kimsenin daha evvel o ayn'ı icare verdiği kim­seye bu müddet ve süre sona gelmeden yeni bir müddet ve süre ile icara vermesi sahihtir. Zira icare verilen şey bir olmakla birlikte iki ve süre arasında da bir ara bulunmamaktadır. Şu halde Şafıilere göre icare iki çeşittir. Ayna bağlı olan fayda ve mefaat hakkında söz konusu olan icâ-re. Muayyen bir bineğin veya kişinin icaresi gibi veyahut akarın icaresi gibi. İyice bakılacak olursa akarın icaresi, ayn icaresi kısmmdadır. Zira bu zimmette hasıl olmaz. Zimmette sabit olan icare ise sıfatı belli bir hayvanın, örneğin; yük taşımak için kiralanması veya bir kimsenin zim­metinin dikiş, inşaat ve bunlar gibi belli olan bir iş yapmayı kabul etme­si ise zimmet hakkında söz konusu olan icare çeşidine misaldir. Şafiilere göre; [134]

Şafliler icarı şu şekilde tarif yapmışlardır: "İcar maksad cihetiyle belli, mubah, verilebilmesi kabil ve malum bir bedel mukabilinde ibaha yapılabilen bir fayda ve menfaat cthetindeki olan akiddir. "Bu tariflerin-deki olan kayıtlar nedeniyle bir kaç takım şeyler, tarifin haricinde bıra­kılmış olmaktadır. Yani efradları cem ve eğyarları men etmektedir. "Menfaat" kaydiyle ayn yani malın kendisi icarenin dışında kalmış ol­maktadır. Zira malın kendisi üzerindeki akit ya satış yahut da hibedir. Maksad olarak kaydiyle, bir satıcının zahmeti olmayan bir söz söylemesi mukabilinde ücretle tutmak gibi önemsiz faydaları; "bilinen kaydiyle belli olmayan bir iş üzere mudarebe ve cialeyi "verilebilen ve mubah kılı-nabilen gözetilen" ifadesiyle ise evlilik menfaatini bunun dışında bırak­mak içindir. Zira bu akde icare ismi takılmaz. Son kayıt yani az karşılımı olma kaydı ise, menfaatlerin hibe edilmesi, vasiyet edilmesi, ortaklık ve ödünç verme akitlerini kapsamın hariçte bırakmak içindir. Malikilere göre, icar bir şeyin mubah menfaatlerini bir bedel mukabilinde malum bir müdet mülk olarak vermektir. [135]

Hanbelilerin görüşü de Malikilerin görüşü gibidir. Fakihlerin cum­huruna göre asmaların ve ağaçların meyvelerini almak için icare veril­mesini caiz olarak kabul etmemişlerdir. Zira meyve aynı zamanda ayn-dır. İcare ise menfaatin satışıdır. Aynın satışı değildir. Koyunun yağı, yünü, sütü veyahut yavrusu için icare verilmesi caiz değildir. Zira bun­lar ve bunlar gibiler ayndır. Her hangi kişi bunlara akit yaparsa akdinde kesin olarak bir hak kazanamaz. Bunun gibi nehirdeki su, kuyudaki su veya çeşmedeki su ve kanal suyun icare verilmesi de aciz değildir. Zira su bir ayndır. İçinde suların da mevcut olduğu korulukların balık veya bunun gibi kamış ve av için icare verilmesi de caiz değildir. Zira bunla­rın hepsi ayndır. Buna göre havuzların veya küçük gölcüklerin avlamak için, balıkları tutmak için icare verilmesi yine caiz değildir. Bunlar gibi meraların icara verilmesi de caiz olmaz. Zira meralardan gelen ot icarı mümkün olmayan ayndır.[136]

Fakihlerin tümüne göre damızlık cihetiyle kullanılmak üzere erkek hayvanın para karşılığında kiralanması caiz değildir. Zira ondan mak­sad neslin ziyade olmasıdır. Bu da aynıdır. Peygamber (s.a.v.)'in de "Da­mızlığın döllendirme için kiraya verilmesini nehyettiği. [137] sabit oımuştur.

Burada hadisin lafzında "kiralamak" lafzı mecaz-ı mürsel kısmın­da olduğu için zikri olmamıştır. Cenab-ı Allah (c.c.) "o kasabaya sor [138] yani kasabanın ehline sor mudaf orada hafz olmuştur. İşte asf de müdaf yani "kiralamak" kelimesi de ehl gibi hazfa gtimiştir. Dir­hemlerin, dinarların, kilo ile ölçülen ve ağırlık ile tartılan şeylerin kiraya verilmesi caiz değildir. Zira bunlardan aynları bitmedikçe menfaatlan-maya imkan yoktur. İcare akdinde söz konusu olan ise ayn değil, fayda­lanmaktır. İşte bütün bunlar nedeniyle şu kural göre kabul edilmiştir. "Aynı gitmeyerek kendinden menfaatlanabilen tüm şeyin kiraya verilme­si caizdir. Bu şeklideki olmayanları ise kiraya vermek caiz değildir."

Îbn'ul-Kayyume göre: Kitab ve sünnetin delalet ettiği şey budur: As­lının gitmemesi ile beraber yavaş yavaş meydana gelen aynlann hükmü, fayda verenin hükmü gibidir. Örneğin; ağaçtaki meyve, hayvandaki süt, kuyudaki su böyledir. Bunun için vakıfta ayn ile menfaat arasında fark yoktur. Mesken olarak kullanılmasında olduğu gibi, şu halde menfaatinin vakfedilmesi de caiz olarak kabul etmiştir. Sütünden menfaat görmek maksadıyle hayvanın vakfedilmesi gibi, aynın vakfı da caizdir. Bu şekilde bir eşya ile menfaatlanıp sonra o şeyi geri çeviren kimseye ödünç vermek gibi. Sütünü içip kendisini geri vermek üzere koyunu bahşiş ve hibe gibi sütü için vermek gibi, dirhemlerden fayda görmek daha sonra da bedelle­rini geri verecek olan kimseye borç ve karz olarak vermek gibi işlemleri tü­mü caizdir. Şu halde icarede de durum böyledir. Kimi zaman menfaat hakkında söz konusu olur. Kimi zamanda da asim kalıcılığı ile beraber ya­vaş yavaş meydana gelen ayn cihetinde de olur. Süt annenin sütü ve ko­yunun menfaati gibi, bu gibi aynlar asıllarının kalıcılığı ile beraber yavaş yavaş meydana geldiklerinden bunlar da fayda ve menfaat gibi kabul edil­miştir. Bunların özel olarak ortaklan, akit ile maksad olarak meydana ge­len şeyin yavaş yavaş ortaya çıkmasıdır. Bu şeyin ortaya çıktıktan sonra ayn olsun isterse ayn olmasın arasında fark yoktur.

İcarenin in'ikad şartlan üç çeşiddir. Bir çeşidi akdin yerine, bir çeşi­di akdi yapana, bir çeşidi de akdin zatına bağlıdır. Şu halde akdi yapan kişi deli olmamalıdır. Delinin ve küçüğün icare akdi, satış akidleri gibi ca­iz değildir. Hanefilere göre, akdin in'ikadi yani olması için de, nefazı yani geçerliliği için de erginliğin şartı yoktur. Yani satış akitleri gibi şart değil­dir. Şayet mümeyyiz küçük, kendi malını icara verse veya kendisi ücretle çalışırsa, eğer bu meselede ve başka konuda kendisine izin verilmiş olsa caizdir. Şayet mahzurluk oîsa o zaman velisinin izin verilmesine bağlıdır.

Malikilere göre icar ve satışta mümeyyizlik bir şart olduğu gibi, buluğ da nefazin bir şartıdır. Şu halde mümeyyiz küçük malını icara verse veya ücretle çalışmayı kabul etse bu akdi sahihtir. Geçerli olması, velisinin müsaadesine ve iznine bağlıdır. Şafii ve Hanbelilere göre bu icare satışa benzediği için, mükellefiyet şarttır. Yani icar akdinin kabul edilmesi için, buluğ ve akıllı olmak şarttır. İcare akdinin kabul ve geçer­lilik için velayetin veya mülkiyetin olması şartıtr. Fuzuli olan kimsenin icare akdi sahih değildir. Zira bunun velayet ve mülkiyeti yoktur. Şafi-ilerle Hanbelilerin hükümleri öyledir. Fakat Hanefilerle Malikilere göre satış akdindeki gibi, asıl malikin sahih kabul etmesine bağlıdır. O eğer kabul etse sahih olarak kabul olur.[139]

Kabul olarak icaze, mevkuf icareye birtakım şartlara bağlı olarak katılabilir. O şartlardan birisi mâkûdunaleyhin mevcud olmasıdır. Eğer fuzuli icare verir, mal sahibi de bunu geçerli olarak kabul ederse bu işin hal ve etvanna bakılır. Şayet faydanın elde edilmesinden evvel bunu sahih olarak kabul ederse, bu akdi sahih olarak kabul etmesi caiz olur. Ücret mal sahibine aid olur. Zira ma'kudunaleyin olması yani var olması mey­dandadır. Eğer faydanın elde edilmesinden sonra bu akdi sahih olarak ka­bul edecek olursa, onun bu sahih olarak kabul etmesi yeterli değildir. Bu vaziyette de ücret, akdi yapan kimseye bağlıdır. Zira onun üzerinde akdi yapılan faydalar, sahih olarak kabul etmesinden evvel mazide kaybolup tükenmiştir. Onun sahih olarak kabul etmesi durumunda mevcudiyeti yoku. Şu halde akdin mahalli olmadığı için bundan sonra akdin mahalli olmadığı için, akdi sahih kılsak caiz değildir. Nasıl ki satış akdinde de böy­le bir kuralı tanıdık. Bu şekildeki olan akid akdi yapan fuzuli olan kimse­de o şeyin teslimiyle gasbp edicilerden yani çalıcılardan olur.

Hanefilere göre gasıp çaldığı şeyi kiraya vererek ve bunun tesbitini de meydana getirirse bundan sonra mal sahibi: "Senin kiralamanı sahih olarak kabul ettim" dese eğer kira müddeti bitmiş olsa onun ücreti gasp alır. Zira onun üzerinde akid yapılan şey meydanda yoktur. Sahih kabu-liyyeti ise evvelde söylediğiniz gibi meydanda olmayan bir şeye icazet eriş­mez. Şayet bu sahih kabul etme, sürenin kısmen geçmesinden sonra mey­dana gelse, Ebu Yusuf a göre ücretin hepsi o şeyin sahibine aittir. Zira sü­re devamı olursa akit batıl olmaz. Onun için bu akdi sahih kabul edilmeye misaldir. Bu kıyasa göre Ebu Yusuf süresine itibar etmiştir.

İmam Muhammed'e göre: Geçen müddetin kısımlanndan her bir kısmı diğerinden bağlı olmayarak bir ma'kudunaleyhtir. Bu kıyasa göre icare müddetinin bir kısmı geçecek ise, icare zamanında geçen inidami meydana gelmiş olur. Bunun için inidami ve yok olduğu için sahih ka­bul etmenin kendisine erişmesi geçerli olmaz. Bu kıyasa göre de İmam Muhammed makudunaleyhi nazar-ı itibara kabul etmiştir. Ebu Yusuf ile Muhammed arasındaki olan fark ise şöyledir: Bir kişi bir araziyi gasbetse sonra o araziyi ziraat için kiraya verse, arazi sahibi de bu icare akdini sahih olarak kabul etse, İmam Muhammed'e göre eğer ekin ba­şak vermiş fakat daha kurumamış ise, o zaman müzaraa akdi sahih olur. Ekinden gâsıbm alacak hiç bir hakkı yoktur. Zira müzaraa akdi bir şey gibidir. Kendin taksimat kabul etmez bunun için eğer ekin kuru­muş olsa, o zaman müzaraa işi bitmiştir. Ekinde mal sahibinin hakkı yoktur, hepsi de gasbedene yani çalıcıya aittir.[140]

 

İcarenin Sıhhat Şartları

 

İcarenin sahih olması için akdi yapana, ma'kudunaleyhe, maku-dun aleyh olan yere, ücrete ve akdin kendisine ait bir kaç şartlar ki bunlarla alakadardırlar.

1- Akdi yapan tarafların rızası:

Satıştaki gibi akdi yapan her iki tarafların rızasının tarafıkları şarttır.

Zira Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Ey İman edenler! Birbirinizin mallarını kendi aranızda batıl yollarla yemeyin, meğerki aranızda karşılıklı bir anlaşma ile yapı­lan ticaret ola. [141]

İcare de bir ticarettir. Zira icarede de malın mal ile tehdil edilmesi manası vardır. Bu şart akdi yapanla alakalıdır. Bundan sonra üzerinde söz edeceğimiz şart ma'kudün aleyhe bağlıdır.

2- Ma'kudün aleyhin ki bu da menfaatten ibarettir.

Münakaşa ve münazaa yol vermeden bir şekilde bilinmesidir. Şa­yet münakaşa ve munaazaya götürecek bir yol açarsa akit gerçekleşmez, bir durumda olur. Zira böyle bir bilgisizlik, teslim almaya ve teslim etme­ye mani olur. Bunun için akitten beklenen maksad sahih olmaz. Ma'ku-dünaleyhin malum olması menfaatin yerinin, müddetinin, sanatkâr ve işçilerin ücret karşılığında tutulması durumda yapılacak işin izah etme­siyle sahih olur.

 

Menfaat Mahallinin İzahatı:

 

Bu ücret mukabilinde tutulan ayn'm bizzat bilinmesiyle sahih olur. Bir kişi bir başkasına, "ben sana şu iki evden birisini icare ediyo­rum -yani kiralıyorum-" veyahut "şu iki binekten birisini" veya "şu iki sanatkardan birisini sana ücretle veriyorum" diyecek olsa makuduna-leyhte ileri derece garar (bilinmeyiş) meydanda olduğu için, akit sahih değildir. Bir şahıs ötekinden suyu yok olmuş bir su yerini veyahut ara­zinin malum olan bir yerini oradan kendine ait olan arazisine suyu gö­türüp kendi arazisini sulamak istemesiyle icar ederse, Ebu Hanife ve E-bu Yusuf a göre caiz değildir. Zira su yatağmda akacak olan suyun mik­tarı çokluk ve azlık cihetinde farklı olabilir. Bu suyun fazlası yatağa za­rar verdiği için, zimmen bu su ayrıdır. Zarar vermeyecek olan su ise, o-nun tesbiti de yoktur. Bunun için makudunaleyhin mahalli meçhul ve belirsiz olduğu için caiz değildir.

Özet olarak Hanefilere göre icare uzun olsun, kısa olsun, müddeti malum olduktan sonra caizdir. Zira müddetin belli olması aynı zaman­da menfaatin belli olmasıdır. Fakat vakıflarda uzun müddeti icare caiz değildir. Akarlarda üç seneden yukarı ötekilerin de ise bir seneden yu­karı fazla olan icar caiz değildir. Yetimin arazisinin icaresi de bu şekil­dedir. [142]

 

Müddetin İzah Atlanması:

 

Bu dükkanların, evlerin, odaların ve menzillerin kiralanmasında, sütannenin ücret mukabilinde tutulmasında istenen bir kuraldır. Zira ma'kudunaleyh, müddet belli edilmeden miktar olarak malumatı olmaz. Onun belli edilmemesi münazaaya götürür. Uzun vadeli olsun kısa va­deli olsun kira akdi her hangi bir müddet için olsa sahihtir. Bu kural tüm fakihlerin görüşüdür. Gerçek kabul edilen görüşe göre Şafii fakihle-ri de bu görüşü paylaşan ilim adamları arasında görünür.

Şafîiler şöyle derler: "Kira akdinin, bu meselede şafii bilginlerin gö­rüşüne göre galip olarak aynın kalabildiği müddet kadar yapılması sa­hih olur. Kira vermek için uzun müddet takdiri mezu-i bahis değildir. Zira bu meselede şer'i bir kaynak yoktur.

Hanefîlere göre, kira müddetin başlangıcının malum edilmesi şart değildir. Eğer akitte müddetin ne zaman başlayacağı malum edilmemişse aktin akabindeki sûre malum olur. Bu ise akitten sonra gelecek olan ayın birinci günüdür. Şaflilere göre akitten sonra müddetin ne zaman başlaya­cağının açıkça belli edilmesi şarttır. Zira bu belli olmanın yapılmaması ma'kudunaleyh'in malum olmaması sebebiyle gerektirici müddetin ma­lum olmaması sonucuna götürür. Eğer kira ayın ihtidasında bir ay, bir kaç ay veya belli seneler müddetiyle yapılacak olursa, ayın hesaplanışın­da hilal kabul olur. Şayet ayın içerisinde yapılacak olursa hilalin esas tu­tulması imkansız olduğu için bu sefer ay, gün sayısı ile otuz gün olarak itibar olunur. Bu şekilde günlerin takdiri meydana gelir. Aylarda ve yıllar­da da hesap yine böyledir. Eğer yapılan kira akdi ayın iptidasında olsa yı-lm bütün ayları ay hesabına göre hesaplanır. Zira aslolan bunlardır. Eğer ayın ortalarında olsa, Ebu Hanife'ye göre hepsi günlerin sayisıyle hesap­lanır. Ebu Yusuf un bir rivayeti de öyledir. Aynı zamanda Muhammed'in ve Şafıilerin de görüşü olan Ebu Hanife'den gelmiş bir başka bir rivayet daha vardır: Ayın ortalarında bir yıl müddet ile bir ev icare tutarsa, ayın geri kalan günleri gün hesabıyla hesaplanır. Birinci ayın geri kalan müd­detini de son aydan tamamlar, geri kalanı da seneden tamamlar, bu da ay hesabiyle on bir aydır. Zira mecbur olarak günlerin hesabına göre he­saplanır. Bu şekildeki olan mecburiyet ise senenin sadece ilk ayında me­vzu bahistir. Birinci rivayetin açıklanması şöyledir: Birinci ay gün hesa­biyle tamamladığı takdirde ikinci ay da mecbur olarak gün hesabiyle baş­lamış olur. Bu usul senenin sonuna kadar devam eder.[143]

 

Aylarla İcare:

 

Şafîiler müddetin malum olması şartında işi oldukça sıkı yaparak sahih kabul edilen görüşlerinde şöyle izahatları olmuştur:

Bir şahıs, örneğin her ay bir dinara veya her gün, her hafta, her sene şu kadara evini kiraya verirse, bu icare batıldır. Zira her bir ay kendi başına belirli bir ücreti getirebildiği için, yeni bir akde muhtaçtır. Bu konuda ise akit yoktur. Akit olmadığı için akit batıl olarak meydana gelir. Bir de icare müddeti de malum değildir. Bu şekildeki olan akit: Ben sana bir müddet veyahut bir ay kiraya veriyorum" söylemesi gibi oluyor. Cumhur-u fukahaya göre şöyledir: İcare birinci ay için gerçek ve bağlayıcıdır. Ondan başka öteki aylarda ise o ay dahil olmadıkça veya o aydan gün alınmadıkça lazım olamaz. Zira öyle iş başlamakla beraber ondan evvel de akitteki birlik üzere ücretin meydana gelmesi ve bu üc­retin verilmesine razı oluş, o meselede akdin başlaması ölçüsündedir ve bu karşılıklı rızaya kaynak olan pazarlık ve anlaşma olması halinde rau-atat mukabelen (alıp verme satışı) gibi olur. Sanatkarın ve işçinin ücret­le tutulması halinde meydana gelecek işin açıklanması da bilgisizliğin ortadan kaldırılması için istenen bir kuraldır. Zira bir takım işlerin mey­dana gelmesi için ücretle tutulma halinde yapılacak işin malum olma­ması münakaşaya götürür, bu da akdi bozar. Bir işçi tutup ona yapaca­ğı işin dikiş mi, çobanlık mı, yer kazmak mı ve bunun gibi bir iş mi ol­duğunu belli etmeyecek olursa o zaman akit fasid olur. Şayet ücretle tu­tulan şahıs müşterek işçi ise ya işaret ve tayin ile ve cins, ne, miktar ve sıfatın açıklanmasıyla üzerinde çalışılacak şeyin bildirilmesi gerekir. Şu halde müddetin ve işin bir arada şart koşulması caiz olur mu?

Hanefîlere göre: Menfaatlerin icare verilmesinde yapılacak işin bel­li edilmesi şart değildir. Bir şahıs bir ev veyahut bir dükkan isticar etse ve orada ne yapacağını belli etmezse öyle icare caizdir. Bir de o yerde başkası ile beraber bizzat kalabileceği gibi, kendisinden başkalarını da kira yahut ariyet vermek yoluyla orada durdurabilir. Oraya eşya ve baş­ka şeyler bırakabilir. Ancak ve ancak binayı zarar verecek ve masrafa getirecek bir şekilde kullanmaz. Örneğin: boyacı, değirmenci, demirci gi­bi kişileri o işleri yapmak üzere bırakamaz. Zira şartın söz konusu edil­mediği mutlak akitler örfe göre bağlıdırlar. Kira ikiye ayrılır:

1) Malum maddeler ve eşya üzerine akdedilen icareler.

2) İnsanları malum olan bir iş için malum olan müddet mukabi­linde ücretle tutmakla ilgili kira ve icareler.

Şu halde her türlü menkul olsun veya gayri menkul olsun ve menfaati mümkün olan insan olsun, hayvan olsun, eşya olsun ücretle tutmak veya kiralanmak kuşkusuz olarak şahindir. Bunun için kiranın birinci kısmının fukahalara göre üç kısmı vardır:

Birinci kısım: Ev, han, bağ-bahçe, arazi ve otel gibi akarı malum bir müddet için malum bir ücret mukabilinde kiralamak bu kısmındadır.

İkinci kisımı: Mücevherat, nakit vasıtaları, kap, menkul manasın­da olan alet ve bunlar gibi şeyleri malum bir müddet için malum bir üc­retle kiralamak bu kısımdandır.

Üçüncü kısım: Hayvanları belli bir ücretle icare tutma bu kısımdandır.

Ücretle tutulan insanlar iki kısma ayrılır:

a) Hicri Hass yani özel işçi ve ücretli.

b) Eciri müşterek yani iki veya daha çok özel olsun ister tüzel olsun kimseler arasında ortak olarak ücretli ve işçi, birinci misalin örneği şöyle­dir: Bir kimse veya köy halkı bir insanı kendisi için veyahut yalnız o kö­yün duvarlarını veya koyunlarını gütmek için malum bir üacretle belli bir müddet için tutarlarsa, bu özel ecirdir. Köylünün rızaları olmadan veya o kimsenin rızasını almadan başkasının hayvanını gütmek üzere ikinci bir kişi ücretle tutmak caiz değildir. Bir de sözü edilen özel işçi icare akdi es­nasında hizmet edeceği yerde hazır olunduğu zaman iş sahibi kendisine gördürsün ister gördürmesin veyahut o gün için iş olsun ister olmasın o-nun ücretini vermek mecburiyetindedir. Zira onun özel manada işçisi ola­rak durmaktadır. Bu müddet içerisinde başka yerde çalışması caiz değil­dir. Bunun için onu ücretle tutan şahıs aralarında belli olunan müddet iç­inde onun ücretini noksansız olarak vermek zorundadır. Fakat belli edilen müddet içinde bazı evkatta iş başı yapmaz veya vermiş olduğu işden ka­çarsa o zaman iş sahibi ona gelmediği veya gelip de iş yapmadığı saatlerin hakkım kazanmamış olduğu için ücretini vermez. Ortak olan işçi = Eciri müşterek ise çalıştığı zaman ücrete hak kazanabilir, yalnız hazır görün­mesi yeterli değildir. Zira hususi kuralda işçi olarak tutulmamıştır. Eciri müşterek yani ortaklaşa işçi, verilen işi meydana getirmeden kendi ücreti­ni isteyemez. Örneğin; dikmek için terziye verilen kumaş dikilmesi bitme­dikçe terzinin hakkı meydana gelmez ve dikimi bittikten sonra da teslim etmedikçe ücret isteyemez. Bunun gibi ayakkabı tamircisi bu da ortaklaşa işçidir. Ona tamir için verilen ayakkabının tamiri tamam olmadıkça ücrete hak kazanmış olmaz. İcare verilen otel, ev, han ve bunun gibi iş yerlerine ne niyetle kiraya verilmişse o niyet için kullanılır. Belirtilen niyete eşdeğer­de veya ondan daha hafif bir meselede kullanılmasında bir sakınca yok­tur. Ve aynı zamanda da mal sahibinin buna itiraz hakkı da söz konusu değildir. İçinde kuru meyve satmak için kiraladığı bir dükkanda attarlık veya manifaturacılık ya da manavlık yapabiliriz. Zira bu işlerin birbirine hepsi eşittir. Fakat eczane olarak iş yapacağını söz vererek kiraladığı dük­kanda marangozluk ve demircilik yapmaya kalkışırsa, bu iş ağır olduğu için mani olabilir.[144]

Sanatkarın ve İşçinin ücretle tutulması durumunda yapılacak işin açıklanması da cehaletin ortadan kaldırılması için istenen bir husustur. Zira bir çok işlerin yapılması için ücretle tutulma durumunda yapılacak işin malum olmaması münazaaya götürür. Öyle şey akdi bozar. Bir işçi tu­tup kendisine yapacağı işin dikişi mi, çobanlık mı, yer kazmak mı ve bu­nun gibi bir iş mi olduğunu belli etmeyecek olursa akit sahih değildir. Şa­yet ücretle tutulan kimse, eciri müşterek olsa ya işaret ve belirtmek ile ve­yahut cins, tür, miktar, niteliğin izahatı ile üzerinde çalışılacak şeyin bildi­rilmesi lazımdır. Bir şahıs bir kuyu kazmak için bir kazmacıyla ücretle pa­zarlığı etse, kazılacak yerin kuyunun derinliğinin, nevinin ve genişliğinin belli edilmesi lazımdır. Zira kazı işi bu hallerin birbirine ayrı ayrı olarak gösterir. Hanefilere göre menfaatlerin icara verilmesinde o işin belirtilmesi şart değildir. Bir şahıs bir dükkan, bir ev kira olarak tutarsa orada ne gibi işler yapacağının açıklamasını yapmazsa bu icare sahihtir. O yerde o şa­hıs bizzat kababileceği gibi kendisinden başkaların da ariyet veya icare olarak yerleştirilebilir. Orada eşyalardan başka şeyler de bırakabilir. Fakat o yere boyacı, değirmenci, demirci gibi olan kimselerinin yerleştirmesi caiz değildir. Zira mutlak akitler de örfe göre yapılır, eciri müşterekte çobanın ücretle tutulması gibi müddetin tayini şarttır. Zira müddetin tayini olmaz­sa anlaşmazlıkı meydana gelebilir. Müşterek boyacı ve müşterek terzinin ücretle tutulmasında ise müddetin belirtilmesi şart değildir. Zira bu müd­det açıklamadan önce akit yapılan şey malumdur. Has ecirde; onunla meydana gelen akitte ise, iş yapılacak şeyin nevinin miktarı, cinsi ve sıfatı­nın açıklanması şart değildir. Fakat onda yalnız olarak müddetin belirtil­mesi şarttır. Bunun gibi süt annenin ücretle tutulması durumu da öyle­dir. Sürenin belli olduğu zaman, işin miktarının tesbit edilmesi sahih de­ğildir. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre: "Bir arada her ikisinin belirtilmesi yani tayin ve takdir edilmesi sahihtir." Bu kıyasa göre bir şahıs diğerine:

Ben seni bu gün, bu elbiseyi dikmen veyahut bu gün bu elbiseyi boyaman veya bu gün bir ölçek unu ekmek olarak pişirmen şartı ile üc­retle tutuyorum" diyecek olursa; Ebu Hanife'ye göre böyle icare fasiddir. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre de caizdir.

Bir şahıs bir bineği malum günler bir şehire gitmek üzere kirala­yacak olsa, Ebu Hanife'ye göre bu, icare fasittir. Ebu Yusuf ve Muham­med'e göre caizdir. Ebu Yusuf ve Muhammed'in delillerinin izahatı böy­ledir: Makudun aleyh iştir. Zira maksad olur başka bir şey yoktur. Yapı­lacak iş de malumdur. Müddetin mevzubahis yapılmasından maksat da acele ettirmektir. Bunun için müddenin üzerinde akit yapılmamaktadır. Bunun için müddetin mevzubahis edilmesi akdin caiz olmasına bir en­gel değildir. Eğer icare, iş üzerinde meydana gelse şayet ücretle tutulan kişi bu işi müddetin bitiminden evvel tamam ederse, ücretin hepsine hakkı vardır. Şayet o günde bitilmeyecek olursa, ertesi günü yapıp nok­sansız olarak tamamlaması lazımdır.

Ebu Hanife'nin görüşü de şöyledir:

Bunlardan birisi iş, diğeri ise müddetdir. Bunların her birisi de kendibaşmda ma'kudun aleyh olabilir. Makudun aleyhin meçhuli akdin fasid olmasına yol açar. Bununla beraber her birisinin ma'kudunaleyh olmasının mümkün olması durumunda, işin ve müddetin bir arada mevzubahis edilmesinin mümkün olmadığı malumdur. Zira bunların her birisinin hükmü ayrı ayrıdır. Çünkü müddet üzerine yapılan akit o yapılmazsa bile yine ücretin vacip olması lazımdır. Çünkü ücretle tutu­lan şahıs özel bir ecir yani işçi olur. İşin yapılması üzerine yapılan akit ise, ücretin iş ile vücubunu meydana getirir. Zira bu konuda ecir, eciri has yani ortak bir ecir olur. Bunun için ma'kudunaleyh onlardan birisi­dir. Aynı zamanda bunlardan birisinin diğerine tercih edilebilmesi mev­zubahis değildir. Bunun için asıl olarak ma'kudunaîeyh malum değildir.[145]

Hanbelilerin sözleri şöyledir:

Eğer icare bir duvarı örmek, bir gömleği dikmek, belli olan bir yere bir şeyi taşımak için yapılacak olursa, şayet ücretle tutulan hayvan gibi ameli tespit olunan nevden ise, onun hem müdde hem iş üe beraber bir arada icaresinin takdiri caiz olur. Zira ücretle tutulanın ev ve arazi gibi yaptığı bir işi yoksa, onun ancak müddet ile ücretle tutulması caiz olur. Ücret takdir edildiği zaman yapılacak işin takdiri caiz değildir. Zira bun­ların ikisinin bir arada olması icardaki garan yani cehaleti fazla yapar. Çünkü müddetin bitiminden evvel iş tamamlanabilir. Şayet geri kalan müddet de ücretle tutulan kişi çalıştırılacak olsa, akdin üzerinde yapıl­dığı şeyden ziyadesi yapılmış olur. Eğer geri kalan müddet çalışmayacak olursa, müddetin bir kısmında çalışmayı terketmiştir. Kimi zaman da ücretle tutulan şahıs müddet içerisinde o işi bitiremeyebilir. Bu müdde-den sonra o işi tamamlayacak olursa, tesbit edilen süresinden başka çalışmış olur. Şayet bu müddetin dışında çalışmayacak olursa, akdin üzerinde meydana geldiği şeyi de yapmamış olur. Bu ise sakınılması mümkün olabilen bir garardır.

Malikiler ve esas kabul edilmiş Şafîilerin kavline göre:

Elbise dikmek ve bunun gibi işler için icarelerde müddeti ve işi bir arada söylemek caiz değildir. Örneğin; bir kişinin terziye: "Bu gün" veya "bir hafta sonra" diyerek dikim müddetini belli etmesi caiz değildir. Şa­yet olursa icare fasit olur. Zira bu işin o gün veya o hafta dahilinde ya­pılması mümkün olmadığı takdirde garan meydana getirir. Nasıl ki bir şahıs filan müddet olması şartıyle bir kafız yani bir ölçek birimi buğday­da selem akdi yaparsa akit caiz değildir. Zira ağırlığın fazlası veya nok­sanlığı ihtimali meydana gelebilir. Bunun için akdin mutlak olarak kal­ması gerekir. Ma'kudunaleyh'in şer'i olarak ve hakikaten elde edilebilir, olması.[146]

Korkup kaçmış devenin, konuşmak maksadı ile dilsiz kimsenin ücretle tutulması durumunda olduğu gibi, gerçek olarak teslimine im­kan olmayan veyahut ay hali olan bir kadının mescidi süpürmesi, diş doktorunun sağlam bir dişi çekmesi, sihirbazın sihri öğretmesi maksadı ile ücretle tutulması durumunda olduğu gibi. Şer'an teslimine imkan ol­mayan işler için icare caiz değildir. Bu meselede fakihlerin ittifakı birdir.

Ebu Hanife ve Hanbelilere göre muşa yani başkasının payı olan malın ortak olmaksızın ücretle tutulması caiz değildir. Örneğin: Evinin belli bir payını veya ortak olunan evdeki payını ortaktan ayn olarak icare vermesi gibi, bu payın dörtte bir ve onun gibi belli «lan ile olmaması ara­sında ayrım yoktur. Zira o pay, bir bütünün dahilinde karma karışık bulunmaktadır. Onun teslim edilmesi ancak ve ancak başkası ile beraber olması durumunda tasavvuru olabilir. Aynı zamanda da başkası üzerinde de akit yapılmamıştır. Onun için şer'an o payına teslimi tasavvur olun­maz. Ortaktan ücretle tutmaya gelince Ebu Hanife'den gelen meşhur ri­vayete göre caizdir. Zira üzerinde akit yapılan şeyin mühayee (menfaatini bölmeyi örneğin; iki ortağın ortak olan arazilerinden nöbet cihetine birer sene faydalanmayı itiraf etmeleri gibi) söz konusu olmaksızın yerine geti­rilmesi mümkün olmaktadır. Çünkü her bir evin faydası mesela, müstecerin yani kiracının mülkiyeti üzerinde zahir olmaktadır. Fakat bunun farklı iki nedeni vardır. Bunun bir cüz'i mülkiyet nedeniyle olmaktadır. Öteki bir cüz'i ise icare nedeniyle olmaktadır. Bundan sonra ortaya çıkan hisseli olması ise yine Ebu Hanife'den gelen meşhur rivayete göre, icareye tesir etmemektedir. Zira akdin caiz oluşunun maniiyeti olan hisseli oluş teslime güç yetirilmemesi dolayısıyla söz konusu idi. Teslim edebilme gü­cü ise, akdin kalması ve devamı için bir şart değildir. Zira baştan beri ak­din yapabilmesi için şart koşulan her şey, akdin devamı için şart değildir. Ebu Yusuf, Muhammed ve fakihlerin cumhuruna göre şöyledir: Müşanın ortağı olsun isterse başkası olsun mutlak olarak icaresi ca­izdir. Zira mûşa'nın bir faydası vardır. Onun teslim edilmesi ise ya tahliye veyahut faydalan taksim etme ile mümkün olabilir. Nasıl ki bu satışta da caizdir. İcare ise satışın iki nevinden birisidir. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre caizdir. Zira müşanın kiraya verilmesi, Ebu Yusuf ve Muhammed'e gö­re caizdir. Fakat imama göre fasittir. Bir şahıs yoncalı olan bir araziyi, bir sene müddet ile icare etse, bu icare caiz değildir. Zira arazinin teslimi an­cak ve ancak malum bir zararın meydana gelmesi ile olur. Bu zarar da yon­canın kökten kaldırılmasıyla olur. Şayet arazi sahibi yoncayı kaldırdıktan sonra teslim etse caizdir. Zira o zaman akdin caiz olmasına bir maniiyet kalmaz. Örneğin; bir şahıs birisinin çatısında var olan bir kütüğü sahih bir alış-veriş ile alsa, satıcının kendisi o kütüğü söküp alıcıya teslim ederse, o akit caiz olur. Her iki halde de alıcı bunu kabul etmek zorundadır.[147]

Bir şahıs bir başkasını alım ve satım işini görmek için ücretle tutsa, bu icare caiz değildir. Zira alım-satım tek bir kişi ile tamam olmaz. Aksine bu, biri satıcı diğeri alıcı olmak üzere akti yapan iki kişi ile tamam olur. Öyle bir şeyi bir şahıs tek başına meydana getiremez. Bunun için bu işi bir arada yapmak üzere ücretle tutmak fasittir. Çünkü ücretle tutulan şa­hıs, faydasını bizzat meydana getirmeye kudreti yoktur. Aynı zamanda onu ücretle tutan da ondan beklediği faydayı da alamaz. Bunun örneği akit bir kişinin bizzat taşıma kuvveti yokken, bizzat taşımak için belli bir keresteyi taşımak için ücretle tutması gibidir. Eğer muste'cir alım ve satım işi için bir müddet belli etse akit caizdir. Zira icare akdi, müddet faydası için yapılmıştır. Aynı zamanda da bu da maludur.

Hanefi, Şafii ve Hanbelilere göre: damızlık olarak kullanmak için erkek hayvanın ücretle tutulması, eğitilmiş köpeğin eğitilmiş doğanın avcılık maksadıyla ücretle tutulması sahih değildir. Zira bunların fayda­sı, ücretle tutan için sağlanacak bir halde değildir. Çünkü damızlık hay­vanın döllenmeye zorlanma imkanı olmadığı için, doğanın ve köpeğin de avlanmaya zorlanma edilmesi de mümkün değildir. Bir de Rasûlü Ek­rem (s.a.v.) Efendimiz damızlık hayvanın ücretini yasaklamıştır. [148]

İmam Malik'e göre icare belli bir müddet için yapılırsa, o caiz olur. Zira bunu öteki faydalar gibi beraber zikredilen müddete benzetmektedir. Üzerinde akit yapılan faydanın şeriata göre mubah olması: Bir kitabı oku­mak, görmek, ondan nakil almak için ücretle kiralamak, mesken olarak kullanmak için bir evi kiralamak avlamak için ağı kiralamak ve bunlar gibi diğer şeyler... Bu şartlar fakihlerin ittifakı ile şu fer'i konular meydana çı­kar: Bir kişinin haram oyun, eğlence ve büyünün öğretilmesi, haram şiirin öğretilmesi, haram bid'atların istinsahı yani kopya edilmesi, şarkıcı ağıtçı kadının şarkı söylemesi ve ağıt yakması için ücretle tutulması, masiyet için olur. Masiyet yani günah ve isyan olan bir iş ise, akitle bir hak meyda­na getiremez. Ağıt: Ölen-bir kimsenin iyilikleri ve onun ölümünden duyu­lan acılan yapıp dökmek üzere söylenen söz ya da okunan ezgi, yazılan ya­zı, sağu, mersiye, ağlama, ağıtçı ise bazı yerlerde ölüye ağıt söylemek üzere getirilen kimse, soğucu, ağıtlama: Ölmüşleri anmak için düzenlenen tören­de okunan övgü, şarkılar ve ağıtları yazmak için ücretle tutmak ise, yalnız olarak Hanelilere hastır, onlara göre caizdir. Zira yasaklanan şey, ancak ve ancak şarkı ve ağıttır. Bunların yazılması değildir, bu kıyasa göre fıkhi ka­ide budur. Bir günah üzerine ücretle tutmamak gerekir.[149]

Aynı şekilde zulmen bir kişiyi öldürmek, hapsetmek, dövmek ya­hut başkaca ne gibi bir haksızlık için ücretle adam almakta caiz değil­dir. Zira bu, günah işlemek için ücretle almaktır. Bunun için üzerinde akit yapılan şey şer'an elde edilebilen bir şey olmaz. Eğer fiil haklı bir flil olursa, bir kişinin başkasını bir uzvu kesmek için ücretle tutması halin­de olduğu gibi, caiz olur. Zira bu elde edilebilir, bir şeydir ve yeri ma­lumdur. Kısas için ücretle almak ise Ebu Hanife ve Ebu Yusuf a göre ca­iz değildir. Zira boynunu vurmak suretiyle öldürmek, bazan boyuna isa­bet edip meşru olabileceği gibi, boyundan başka bir yere isabet edip ya­sak bir şey de olabilir. Zira o takdirde bu insana müsle (yani işkence ve kesilmemesi lazım iken organların kesilmesi) olur.

Muhammed'e göre ise akit caiz olur. Zira kısas boynun kesilmesidir.

Boyun da bilinen bir şeydir. Bunun için üzerinde akit yapılan şey makdu-ru isticame kısmında olur. Bunun gibi zimminin müslüman olan bir mem­lekette müslüman bir kimseden insanlar bir yeri kilise yapmak için ücretle icare tutmak veyahut kumar oynatmak yahut şarap satmak için kiralaması caiz değildir. Zira bu icare günah içindir. Bütün fakihlere göre öyledir. Ebu Hanife'ye göre Irak civarındaki kilise için icare tutması caizdir. Zira onun zamanında Irak civarının halkının ekserisi mecusilerinden meydana gelen zimmet ehli idi. Bu durum için müslümanlan her hangi bir surette küçük düşürmüyor aynı zamanda da hafife alınmalarına sebep teşkil etmiyordu.[150]

Yapılacak iş işçi üzerine kiralamadan evvel farz ve vacip olmamalı­dır. Bu kıyasa göre, şayet kira akitten evvel ücretle alman kişi için farz veya vacip olarak yerine getirilmesi lazım gelen bir şey olursa, icare sa­hih olmaz. Zira bir kişinin zaten lazım gelen bir işi yapması halinde, o işi yaptığı için ücreti hak etmesi sözkonusu değildir. Bu, onun üzerinde ödemesi lazım gelen bir borcu vermek gibidir. Bu kıyasa göre namaz, oruç, hac, imamet, ezan, Kur'an okutmak gibi itaatlar ve Allah'a yaklaş-tuıcı ameller için kira ve icare sahih değildir. Zira farz olan bir amel için ücretle tutulmuş olur. Bir de ezan, kamet, imamet, Kur'an'ı öğretmek ve ilim için ücretle tutmak, insanları cemaatle namaz kılmaktan Kur'an'ı öğrenim ilim tahsil etmekten uzaklaşmaya sebep teşkil eder. Osman b. Ebi'1-As'm şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Peygamber (s.a.v.)'in bana yaptığı son tavsiyesi, ezan için ücret almayan bir müezzin edinmem oldu." Tirmizi buna: "Hasen bir hadistir" demiştir. Bu konuda Hanefilerin ve Hanbelilerin ittifakları vardır. Bu meselede Hanefilerin kaidelerinden birisi şöyledir: "Taat ve ibadet için ücretle tutulan kişi ücrete hak sahibi olmaz. Bir kişiyi üzerinde vazife olan bir işi yapmak için ücretle tutmak caiz değildir. "Bir şahıs hanımını evin hizmetini görmek için bir ay müddet ile ücretli tutacak olsa bu ica­re caiz değildir. Zira bu vazife onun üzerinde zaten vardır. Daha sonra­dan gelen imamı muteehirun olan alimleri, öğretmenin kendi zamanın­da, Kur'an öğretmek mukabilinde ecr-i misil almasının caiz olduğu fet­vasını vermişlerdir.[151]

İmam Malik ve İmam Şafii şöyle' demektedir: Kur'an öğretmek mu­kabilinde ücretle tutmak caizdir. Zira bu, malum bir işi yapmak üzere malum bir bedel mukabilinde ücretle tutmaktır. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) birisini bildiği Kur'an-ı Kerim'i öğretmek mukabilinde evlendir-miştir. Bunun için Kur'an-ı Kerim'in ivaz yani bedel olarak kabul edil­mesi caiz demektir.

Rasûlüllah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

Kendisi için ücret almanızın en hak olduğu şey Allah'ın kitabıdır. Ve bu sahih bir hadistir."

Ayrıca Ebu Said el-Hudri'nin malum olan bir ücret mukabilinde Fatiha sûresi okuyarak bir kişiyi tedavi ettiği ve kişinin iyileştiği sabit­tir. Arkadaşları bu ücreti almış onu Rasûlüllah (s.a.v.)'e götürmüş, du­rumu ona sormuşlar o da şöyle buyurmuştur: 'Yemin ederim. Kimisi batıl bir söz söyleyerek ücret almıştır. Fakat sen hak bir söz okuyarak ücretini almışsın, onu yiyiniz, kendinizle beraber bana da hisse bırakı­nız. Bir de Hz. Ali Allah onu takrim etsin ve ondan razı olsun. Şöyle de­mektedir: Haklardan en fazla olan hakkı öğretmenlerin hakkı görüyo­rum. Bütün müslümanların üzerinde bunun ezberlemesini tesbit etmiş­tir. Vallahi keramet cihetiyle o öğretmene hediye vermek gerekir. Hatta ve hattaki bütün harflerin başına bin dirhem vermek gerekir.[152]

Hanefî mezhebinde el-Kenz müellifi şöyle demektedir:

Günümüzde fetva Kur'an Öğretmek için ücretle tutmanın caiz ol­duğu şeklindedir. Bu, sonradan gelen Belh alimlerinin de fetvalarıdır. Malikiler ezan ile beraber imamet ve mescitte geceleyin namaz kılmak için ücret almayı caiz olarak kabul etmişlerdir. Fakat tek başına namaz için ücret almayı caiz kabul etmezler. Bu da vacip olmayan fiillere göre demişlerdir. Nasıl ki onlar ve şafıiler, Rasûlüllah (s.a.v.)'in bir sahabenin başkası adına haccını kabul ile karşılığından dolayı, hac mukabilinde ücret almayı da caiz olarak kabul etmişlerdir. Farz olan namazlarda imamlık yapmakta ise, Şafiilere göre icare caiz değildir.

Malikilerin en meşhur kavline göre ezandan ayrı yalnız namazlar içinde icare caiz değildir. Dil, edebiyat, matematik, yazı, fıkıh, hadis ve bunlar gibi şeylerin öğretimi, mescidlerin, köprülerin, kervan sarayların yapımı için ücretle tutmak ittifaki olarak caizdir. Zira bunlar ne farz ne de vacipdir. Bazı evkatta bunlar Allah'a yakınlaştırıcı bir amel oldukları gibi, bazı evkatta da yakınlaştırıcı amel değildirler. Hanefilere göre ölüyü yıkamak için ücretle tutmak caiz değildir. Zira bu yıkamak vacipdir.

Kabirlerin kazılması, cenazelerin taşınması için ücret almak caiz­dir. Şafıiler bir ölünün teçhiz ve defni için icareyi caiz olarak kabul eder­ler. Teçhiz ise, gusül ve kefenlemeyi de şamil gelmektedir. Zira bunlar gibi farzı kifayedir. Vacibin malum olan bir kişi tarafından yapılmasının belli edilmesinde de bir beis yoktur. Zira bu zaruret gibi olur. Zaruret içinde bulunan kişiye belli etmesi durumunda yiyeceğinden yedirir ve bedelini de ödetir.

Hac, umre ve zekat dağıtımından başka, niyeti vacip olan mamaz, oruç ve imamet gibi ibadetler için kiralamak sahih değildir. Zira bunlar Allah'a bağlı olan ibadetlerdir. Eğer para karşılığında yapılırsa o zaman ibadet niteliğini ve vasfını kaybeder. Kur'an-ı Kerim'i okutmak, muay­yen kimselere dini dersleri vermek, ezan okumak, meyyiti teczih etmek gibi farz-ı kifaye olan ve niyeti vacib olmayan şeyler için isticar etmek caizdir. Fakat bir memlekette Kur'an-ı Kerim'i öğretecek veya dini kitap­ların dersini verebilecek bir kimseden başka hiç kimse olmazsa, kendi­sine öyle dersler farzı ayn olduğu için para karşılığında okutması caiz değildir. Örneğin; Amerika, Avrupa ve beşinci kıtanın bir çok yerinde ol­duğu gibi. Zira öyle bir durumda Kur'an-ı Kerimî ücretsiz okutmak ge­rekir. Her halükarda belli olan kimselere Kur'an-ı Kerimi ve dini mesele­leri ücretli olarak okutmak caizdir.

Annesinin sütü yeterli olmadığı için veyahut annesi hasta olan ve­ya Ölen bir çocuğu emzirmek üzere süt annesi icare tutmak caizdir. Zira bu ihtiyaçlardan sayılır. Kocanın kendi hanımını, ondan meydana gel­miş çocuğunu emzirmek için ücretle tutması caiz değildir. Zira bu iş ço­cuğuna hizmet etme mukabilinde bir ücret tutma olur. Süt ise hizmetin kapsamına dolaylı olarak dahil olur. Bunun için kadın kendisi ile Allah arasında vacip olan bir işi yapmak üzere ücretle tutulmuş olur. Ücretle tutulan kişini yapmış olduğu işten menfaatlanması lazımdır. Eğer işten menfaat görürse caiz değildir. Zira bunlar, yapan bir kişi kendisi için amel yapmaktadır. Nasıl ki bir kişinin bir başkasını, bir kafız miktarı buğdayı ondan çıkacak bir miktar un mukabilinde veyahut yağından malum bir miktarını almak mukabilinde susam sıkması için ücretle tut­ması sahih olmaz. Zira bu konuda ücretle tutulan şahıs, öğütme ve sık­ma suretindeki işinden bizat menfaat görmektedir. Bunun için a kendi kendisi için çalışmış olur. Rasûlü Ekrem (s.a.v.)'in değirmencinin kafizi-ni nehyettiği rivayet edilmiştir. Aynı zamanda bu Şafii'nin görüşüdür. Hanebilerin görüşü de öyledir. Malikilerle Hanbelilere göre ise şayet öl­çek belil ise, bu caizdir. Onlara göre hadis sahih değildir.[153]

Köylerde çiftçilerin ekini döven veyahut bir yerde başka bir yere taşıyan kişilere buğdayın bir payını vermeleri şeklindeki teamülleri de bu nevidendir. Hanbeliler bunu caiz olarak kabul etmişlerdir. Menfaatin icare akdi ile elde edilmesi, adet olan ve kastı cihetiyle gözetilen bir şey olması ve insanlar arasında bununla ile teamülün elde edilmesi: Üzerin­de elbiseleri kurutmak, gölgesinde menfaat görmek için, ağaçların icare-leri caiz değildir. Zira bu ağaçtan maksad cihetiyle gözetilen bir fayda değildir.

Üzerinde akit olunan yerin şartv

Menkul yani taşınabilir olması durunmunda kabzedilmiş olması lazımdır. Şayet kabezdilmemişse, icareye vermek sahih olmaz. Zira Pey­gamber (s.a.v.) kabz olmayan şeyin satışını nehyetmiştir. İcare ise bir nev satış olduğu için, nehiy ona da şamil gelir. Eğer icare alman şey bir akar olsa, fasid satış konusunda izah ettiğimiz gibi suretteki görüş fark­ları söz konusudur. Ücretin kıymet taşıyan ve belli bir mal olması lazım­dır. Bu meselelerde alimlerin birliği vardır. Bu şartın ihtirazi kayıtlan satış akdinde görüldüğü gibi malumdur. Ücretin malum olmasının şart koşulmasmdaki asıl neden, Peygamber (s.a.v.)'in:

"Her kim bir ücretli tutarsa ona alacağı ücreti haber versin."

Ücretin bilinmesi ise ancak işaret ve tayin ile veyahut açıklama ile meydana gelir. Ebu Hanife'ye göre taşımayı ve masrafı gerektiren du­rumlarda ücretin ödenme yerinde bilinmesi de gerekir. Ebu Yusuf ile Muhammed'e göre, sadece akdin yapıldığı yer, ödeme yeri olarak belir­lenmiş olur. Bir kimse bir kişiyi malum bir ücret ve yemeği mukabilinde tutacak olursa veyahut bir bineği belli ücreti ve yemi karşılığında icare etse, bu caiz değildir. Zira yiyecek veyahut yem ücret olur. Bunun mik­tarı da belli değildir. Malikilere, öyle şeyler insanlar arasında bir örf ve adet olduğu için caiz olarak kabul etmişlerdir.[154]

Bir şahıs yiyeceği ve giyeceği mukabilinde bir sütanneyi ücretle tutacak olsa kıyasa göre caiz değildir. Bu Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşüdür. Zira buradaki olan yiyecek ve giyecek ücret dolayısiyle meç­hul olduğu için caiz değildir. Fakat Ebu Hanife nas ile bunun caiz oldu­ğunu istihsan olarak kabul etmiştir. Bunun misalini nas ile tesbit et­miştir.

Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

Çocuklarınızı sütanneye emzirmek isterseniz maruf ile verdi­ğinizi teslim şartıyle üzerinize bir vebal yoktur.[155]

Cenab-ı Allah süt emzirme hususunda günahı mutlak olarakkal-dırmış söylemektedir. Ücretin böyle bir halde meçhul olması münakaşa­ya götüremez. Zira örfe göre süt annelere kolaylıkla muamele edilir ve çocuklara merhamet dolayısiyle onlara müsamaha gösterir. Onun için bu, bir kömeden alman ölçeğin meçhul olduğu gibidir. Bu görüş Maliki, Şafii ve Hanbelilerin görüşüdür. Cumhura göre eğer kasap hayvanın de­risi mukabilinde değirmenci kepek mukabilinde veyahut bir ölçek buğ­day mukabilinde ücretle tutulacak olursa bu icare fasid olur. Zira deri­nin sağlam çıkıp çıkmıyacağı meçhuldür. Bir de ince mi, kalın mı yine o da meçhulur. Aynı zamanda miktarı da belirsizdir. Zira bazı evkatan buğday taneleri kurtlanmış olabilir. Bunun için bedel meçhul olduğu için icare sahih olmaz.

Başka bir dayanağı ise Peygamber (s.a.v.) de damızlık hayvanın ücreti ile değirmencinin aldığı unu nehyetmiştir. Malikiler öyle icareyi caiz olarak kabul etmektedirler. Zira bu misalde kişi değirmenciyi mik­tarı malum yenecek şeyin bir kısmı karşılığında ücretle tutmuştur. Za­ten değirmencinin ücreti de alınacak olan o kısımdır ve bu da malum­dur.

Hadiste karşılık ise, o kafızin miktarının malum olmadığı kısımlar içindir, diyerek cevaplar vermişlerdir. Boşaltma karşılığı ücret almak: Günümüze ve örfümüze göre: Boşaltma veyahut el veya ayak çekmesi (Türkiye'de hava parası) meşhur olan şeyler mukabilinde bir hak alın­masında görüşümüze göre şer-i olarak bir beis yoktur. Zira ücret ile ki­raya veren mal sahibi kiracıdan boşaltma veya huluv mukabilinde ma­lum bir miktar mal almak hakkı olur ve alınan bu miktar akitte şart edilmiş ücretten peşinen verilen bir pay olarak kabul edilir. Bundan sonra aylık veya yıllık verilecek olan miktar ise, peşin olarak verilen pa­ya göre ödemesi vadeli olan asıl ücreti tamame edici bir cüz olarak sayı­lır.

Kiracının isticar ettiği akarın ona ait menfatinden onun yerine ge­çecek başka bir kişi namına boşaltma etmesi mukabilinde aldıkları da caizdir. Şafiiler satış akdi sığasına dair açıklamalarında buna yakın bir ifade kullanarak şöyle demektedirler. Araziyi gübrelemek için necaset­lerden faydalanma hakkından feragat edilmesi halinde sigarım şart ko­şulması. Örneğin; "Ben bu husustan elimi çekiyorum" söylemesinin şart koşulması, uzak olmadığı gibi, elin veya ayağın çekilmesi mukabilinde ivazın alınmasının caiz olması da uzak değildir. Görevlerinden boşalt­mada olduğu gibi, ancak kamilen bunlar şer'an üzerinde birlik edilen akid müddeti etrafında olmakla ve kiracının öteki adına bir ivaz muka-beliği vazgeçmesi sahibin rızasıyle mukayyettir.

Hanefılere göre şuf a hakkı gibi mücerret haklar mukabilinde ivaz almak caiz değildir, bu şekilde de haklan satışı ciz değildir. Fakat Hane-filerin çoğuna gören mal mukabilinde imamet, hatiplik, müezzinlik ve bunlar gibi görevlerde boşaltmanın caiz olduğu fetvasını vermişlerdir. Bu fetvanın delili ise zaruret, insanların bunu gelenek ve görenek duru­muna getirmesi ve hanımın kendi nöbetini kumasına terketmesine kı­yas olarak belirtmiştir. Zira bunların her birisinin bir hakkı düşürülme­sidir. Aynı zamanda vakıflar üzerinde nâz;ırlık yapan vakıf mütevellisi, hakimin karşısında kendisini azledebilir. Nazırlık ve diğer vazifelerden başkası kadına boşaltma da azlin nevindedir. Bir ived mukabeliği bo­şaltmada bulunmak gelenek ve göreneklerce bir özelliktir.[156]

Öteki cihetinden Maliki âlimerinden müteahhir olanlarına ait bağlı "Tunuslularca halevat ve inzâlât hakkında bir cümle takrir ve fetvalar" unvanı altında bir risalede Maliki mezhebinin Tunus müftülüğünü ya­pan İbrahim er-Reyahi [157] ile Tunus kadısı Şeyh Muham-med es~Senusi, örf ve adet ile amel ederek halevat mukabilinde bedel al­manın caiz olduğunu kabul etmişlerdir. Zira kiracı fayda alınmasında sahibdir. O icare gibi bedel mukabilinde ondan boşaltma yapabileceği gibi, ödünç gibi mukabelesizlik olarak da ondan boşaltma edebilir. El-Benani, el-Berzeli'den vazifeden feragatin caiz olduğunu meydana geti­ren şeyler nakletmektedir. Şeyh Muhammed Bayram şöyle söylemekte­dir! Fakat huluv yani boşaltma ile menfaat ile ilgili olduğundan malın mülkiyeti meydana getirmemektedir. Halevat, inzalat ve celse, anlamları aynıdır. Bunun tafsilatı şöyle olur; asıl malın sahibine parayı ödeyen kimse fayda görmekte sahip olup; malın kendisi üzerinde de sahibin mülkiyeti devam eder. Şu halde aslolan mal bir arazi ise, bu faydalan­mak hakkında bazı kişilerin tabirine göre "el-inzal" terimi söylenir. Şa­yet dükkan veya ev olursa, Faslılardan başka bunun hakkında "el-huluv" söylenirler. Faslılara göre dükkanlar hakkında "el-celse" tabiri söy­lemektedirler.[158]

 

1- Ücretin Ma'kudunaleyhin Cinsinden Olsın Bir Menfaat Olmaması:

 

İkamet etmenin ikamet etme mukabilinde, hizmetin hizmet muka­bilinde, binmenin binme mukabilinde, ziraatin ziraat mukabilinde olma­sı gibi. Bu şekildeki olan şart Hanefilere göre faiz   usulünün başka bir usulüdür. Onlara yalnız cinsin birliğini nesie faizinde akdin haram kılı­nışı için delil olarak kabul etmektedirler. Nasıl ki faiz konusunda bunu görmüş bulunuyoruz, bu usulün icarede uygulanışı şöyledir:

Hanefilere göre bu akit faydanın meydana çıkmasına göre ardarda tahakkuk etmektedir. Onun için akit esnasında faydalanmak mevcud de­ğildir. Akdin taraflarından her ikisinden birisinin kabzı daha sonraya bı­raktığından nesie faizi de gerçekleşmektedir. Yalnız olarak cinsin, Şafiilere göre faiz nedeniyle akdi haram kılmadığını görmüş bulunuyoruz. Bunun için Şafiilerce bu şekildeki olan akit caizdir. Ve onlara göre bu şekildeki olan şartın koşulması mevzubahis değildir. Aktin rüknüyle alakalı şart: Akdin aktin istemediği ve akde lazım olmayan herhangi bir şarttan uzak olması lazımdır. Örneğin; ev sahibi ben bu evde bir ay kaldıktan sonra, ki­racıya teslim etmek yahut bir bineği bir ay bindikten sonra da mustecire teslim etmek, yahut bir araziyi ektikten sonra kiracıya teslim etme vb. şartlarla icare verecek olursa bu icare fasid olur. Zira ileri sürülen bu şart ne akdin gereğidir ne de akde dengtir. Zira bunun mukabilinde bir bedel yoktur. Yalnız fazladan bir fayda bulunmaktadır. Şu halde bu ribadır ve onda ribanın şüphesi vardır. Bu her biri ise akdi fesada götürür. İcare ak­dinin bağlayıcı olarak devam etmesi için iki şartı vardır:

a) İcar edilen ayn'ın ondan faydalanmayı iptal edecek bir kusur­dan temiz olması. Eğer kirada faydalanmayı tehlikeye götürecek bir ku­sur meydana gelse o zaman kiracı kendi keyfindedir. İsterse icareyi sür­dürmek ile ücretin hepsini vermek yahut o icareyi feshetmek arasında bir muhayyerlik vardır. Zahir rivayete göre evin bir duvarının yıkılması yahut bir odanın yıkılması ile ücretin sakıt olmayacağıdır. Fakat evin hepsi yıkılsa veyahut değirmenin suyu kesilse veyahut ekin ve hayvan sulamak için sudan menfaat nöbeti kesilecek olsa, o zaman icare akdi batıl olur. Zira ma'kudünaleyh meydanda yok olmuştur.

Hanefilere göre, akit batıl olmaz. Fakat batıl etme hakkı meydana gelmiştir. Zira ma'kudünaleyh geri dönüşü düşünülebilecek bir surette el­den çıkmıştır. Bunun için bir kişinin bir şey satın alıp daha kabzetmeden evvel kaçması benzeri gibi olur. Örneğin; kiralanan bir evde, mesela oraya çadır kurmak suretiyle faydalanması mümkündür. Eğer kiracı icare akdi­ni iptal etmeden evvel ayp ortadan kalkarsa örneğin; icare verin kimse evin yıkılan bölümü bir daha yaparsa, bineğin sakatlığı geçer, hasta hay­van iyileşirse müstecirin fesih serbestliği batıl olur. Zira akit devam et­mektedir. Bir de serbestliğin olmasını gerektiren şey ortada yoktur. Şayet ayıp faydalanmaya zarar veren nevinden olsa, o zaman müstecir için fesih hakkı vardır. Zira Öyle şeylerde noksanlık ma'kudunaleyhe rucu eder. Eğer ayıp müstecirin menfaatma zarar vermeyen kısımdan olsa, evin mes­ken olarak kullanılışında kendisinden yararlanılmayan etraflarındaki olan duvarının yıkılması gibi. O zaman fesih hakkı onun için yoktur. Fesih ortasında icare veren şahıs meydanda olsa, o zaman müstecir feshi yapabi­lir. Fakat icare veren kişi hazır olmazsa ve icar edilen şeyde feshi getirebi­lecek bir hal meydana çıkarsa, o zaman müstecirin fesih hakkı yoktur. Zi­ra aktin feshedilmesi ancak ve ancak akdi yapan tarafların mevcud olması ile yahut onlann yerini tutan kimselerin hazır olmasıyla caiz olabilir. Evin yıkılması yahut çökmesi halinde ise, o zaman müstecir -icare veren olan kimse ister hazır olsun ister olmasın- oradan çıkma hakkına sahib olabi­lir. Aynı zamanda bu da fesholmasmın kaynağı olabilir.[159]

Akitte toplu olarak meydana geldikten sonra, yararlanmadan ak­ün farklılığı ortaya gelirse, yine müstecir için fesih hakkı vardır. Zira ak­it, üzerinde akit yapılan şeyler olan faydalanmadan ayrılıp paydalan-mıştır. Akitteki ayrılık yani safkanın paylanması serbestliği getirir. Bu kıyasa göre; her hangi bir şahıs birtek akitte iki ev kiralayacak olsa, her iki evden birisi çökse veyahut müstecirin, onların birisinden menfaat-lanmasını mani eden bir durum ortaya çıksa veyahut bir kişi bir ev ki­raladıktan sonra, mueccir yani kiralayan o evin bir odasını teslim etmek istemese, bu şekildeki olan müstecir kendi aleyhine akdin bölünmesi için akdi feshetmek hakkına sahib olabilir.

 

2- İcareyi İptali Caiz Yapan Bir Özrün Meydana Gelmemesi:

 

Akdin her iki akideyn tarafından her ikisinden birisinin veyahut ücretle tutulan şeyde akdi yapan lehine akdi feshetme hakkını meydana getiren bir özünün meydana gelmesi durumu da olduğu gibi.

Hanefilere göre Özür nedeniyle icare iptal edilebilir. Zira özür ortasın­da icarenin iptal edilmesi bir ihtiyaç kısmındadır. Ulemanın cumhuruna göre icare satış gibi lazım olan bir akittir. Bir aybın var olması veyahut ya­rarlanmanın elde edilebileceği yerin ortadan kalkması gibi hakiki bir husus olmadıkça akdin her hangi bir tarafı onu fesh etmez. Şafîilerin bu mesele­lerde ifadeleri şöyledir: İcare şu özürler nedeniyle iptal olmaz. Bir evi icar e-den bir müstecirin sefere çıkması, üzerinde yolculuğa gitmek maksadı ile bir binek kiralayanın hastalanması yahut kiralayan kimsenin hamamı, külhanım tutuşturacak yakıt bulunmaması gibi. Zira bu işlerde ma'kudu-naleyhe bir zarar meydana gelmektedir. İcarenin feshi ancak ve ancak ma'kudunaleyhin ortadan kalkmasıyle meydana gelir. Bu da fayda görmek veya menfaattir. Muayyen hayvan ve işçinin ölümü veya evin yıkılması gi­bi. Fesih ise geçen dönem hakkında olmaz. Fakat gelecek veya icar edilen şeyden aybın var olması durumunda söz konusu olur. Şu halde hayvanın kaçması yahut serkeşliği veya ısırıcı olması yahut yürürken bineğin tökez­lemesi, topallaması, görme zayıflığı, cüzzam yahut baras gibi ayıplardır. Hanefüer icareyi iptal etmek için, özürleri üç kısma ayırmışlardır.

 

a) Müstecir Yani Kiracı Tarafından Özür:

 

Müstecirin kendi zanaatını değiştirip başka bir zanaata geçmesi yahut müstecirin iflas etmesi. Yahut ziraatçılığı bırakıp alış-verişe geç­mesi veyahut bir meslekten başka bir mesleğe geçmesi gibi. Zira iflas e-den veya bir işi değiştiren bir kimsenin kiraladığı şeyden faydalanması ancak ve ancak bir zarar ile meydana gelir. Örneğin; bir kişiyi elbiseyi dikmek için ücretle tutsa, yahut bir şahsı elbiseyi temizleyip ütülemek için ücretle tutsa veya mülkünde kazı ve bina çalışmak için tutsa yahut dişini çekmek için tutsa yahut kan aldırması yahut hacamat yapması için ve bunlara benzer bir işi yapması için ücretle tutsa, sonra bu işi yapmaması için kararını verirse, o zaman sözü geçen öyle şeylerden bi­risini yapmak mecbur olmadığı için, öyle icareyi feshetme hakkı vardır. Zira ücretle tutmuş olan kimse o şeyden zararı olduğu için ve aynı za­manda yararlanmanın olmadığı içindir.

 

b) Müeccir Yani Kiraya Veren Tarafından Özür:

 

Örneğin; müeccirin, üzüntü veren bir borcun altına girmesi ve borcunu düzeltmek için ancak ve ancak kiraya vremiş olduğu o şeyi satması ve onun parasından borcunu ödeyebilecek durumda olması gi­bi. Bu konu, borcun icareden evvel ikrar ile yahut delil ile sabit olması yahut icare akdinin daha sonra yapıldığının kaynağı ile sabit olması ha­linde söz konusudur.

Ebu Hanife'ye göre yalnız ikrar ile de öyledir. Ebu Yusuf ve Mu-hammed'e göre icareden sonra borcun ikrarı ile sübutu kabul olmaz. Zi­ra öyle bir ikrar şüpheyi ve ithamı meydana getirir, bu kısmın diğer ör­neği: Müeccir yani kiralayan bir şey satın alır, daha sonra onu kiraya verir ve bundan sonra o şeyde bir aybı gördüğünü farkederse bu vazi­yetle icareyi iptal edip ayıp nedeniyle o şeyi geri verme hakkı vardır. Se­fere çıkmak veya bir memleketten başkasına taşınma, bir akarda icare akdinin iptal edilmesini müeccir için mubah yapan bir özür değildir. Zi­ra müeccirin mevcud olmaması halinde de akarın menaatinin elde edil­mesinde bir beis yoktur.[160]

Hamalın veyahut deve kiralayan kimsenin, yükü götürmesinin ona zarar verecek bir surette hastalanması. Ebu Yusuf un görüşüne gö­re bir özür sayılır. Zira hamaldan ve deveyi kiraya verenden diğer binek veyahut deveye bunların yerine geçecek kimsenin meydana gelmesi an­cak ve ancak bir zarar ile meydana gelir., Akit ile de zarara müstahak olunmaz. İmanı Muhammed ise el-Asl kitabında devesi üzerinde taşıya­nın kendisine zarar verecek bir şekilde hastalanmasını ise özür olarak kabul etmemiştir. Zira bu şekilde deve kiralayan kişinin develeriyle biz­zat çıkması akit ile kazanılan bir hak olmaz. Develeriyle başkasını gön­derme hakkı vardır.

 

c) İcar Ve Tutulan Ayn'a Yani Malın Bizzat Kendisine Yahut Eş­yaya Ait Olan Özür:

 

Örneğin; bir şahıs malum olan bir müddet çalışmak için bir ken­tte bir hamam kira olarak tutsa daha sonra o kentin halkı oradan göç etse, o zaman mustecirin kiralayan ücreti vermesi vacip değildir. Bir de bir kişi kölesini bir müddet ile yani bir sene müddet ile ücretle çalıştırıl­mak cihetiyle verse, bu seneden altı ay sonra o köleyi azad etse, bu du­rumda köle kendi keyfindedir. İsterse sürdürebilir, isterse de fesh edebi­lir. Şafîilere göre ise, icarenin iptal olmamasıdır. Zira azad edilmek biz­zat kişiye ait bir şeydir. Menfaatlar ise azad etmek zamanda kölenin sa­hibine ait değildir. Şu halde köle azad edildikten sonra kölenin ican ip­tal etme serbestliği yoktur. Zira onun sahibi kayıtsız olarak mülkiyeti altında olan bir şeyde tasarruf etmiştir. Onun için bu tasarruf iptal ol­maz. Hanefîlere göre icare bağlayıcı bir akittir. Ancak ve ancak bir özür nedeniyle feshi caiz olur. Zira Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

Akidlerinize bağlı kalınız. [161]

İptal ve fesih ise asıl itibariyle akitleri yerine getirmek kapsamında değildir. Alimlerin cumhuruna göre icare; lazım olan bir akittir. Fakat diğer lazım olan akitlerin iptal edildiği şeylerle iptal olur. Ondan bir ay-bin varlığı yahut menfaatin elde edilme mahallinin ortadan kalkması gi­bi. Zira yüce Allah; "Akitlerinize bağlı kalınız." buyurmuştur. Başka bir görüşe göre icare, menfaatlar üzerine yapılan bir akittir. Bu görüşe göre nikaha benzemektedir. Zira bu karşılıklı bedel mukabilinde yapılan bir akittir. Şu halde satış gibidir. İptali olmaz. Şu halde Hanefîlere göre icare akdi ile müstecir olsun veya kiralayan kimse olsun, bunların her birinin Ölümü ile fesholur. Zira bu akdin üzerine devam edecek olursa mustecirin akit ile malik olduğu menfaat veyahut kiralayanın akdiyle sahip olduğu ücret, akit nedeniyle akdi yapandan öteki tarafından ha-kedilmiş olur. İşte bu da caiz olmaz.

Maliki, Şafii ve Hanbelilere göre şöyledir:

"Akit taraflarından her hangi birisinin ölümüyle icare akdi batıl ol­maz. Zira icare akdi lazım olan bir akittir. Karşılıklı bir ivaz aktidir. Akdi yapanın ölümü ile batıl olmaz. Zira satışta olduğu gibi batıl olmaz. Şu halde sahih bir icarenin hükmü, menfaat mülkiyetinin müstecir için belli edilen ücretin mülkiyetinde müeccir yani kiralayan için sabit olmasıdır. Zira icare karşılıklı bir bedel akdidir. Zira bu menfaatin satışı demektir."

Hanefîlere göre: "Eğer icare bozuk bir şart ile fasit olmuş ise, ecr-i misil ile veya belli edilen ücretten hangisi daha az ise onun verilmesi la­zımdır. Eğer icarenin fasit oluşu tayin edilen ecrin meçhul olması ile ise veyahut bütünüyle ecrin meçhul oması için olmuşsa, her iki durumda da ecr-i mislin verilmesi lazım gelir."

İmam Şafii ve İmam Züfere göre fasit bir icarede kederi ne olursa olsun ecr-i misil verilmesi gerekir. Aynı satış gibi. Zira saüş fasit olursa miktarı ne olursa olsun kıymetin verilmesi lazımdır. İcare iki nev'dir. Ma'kudunaleyhin menfaat olması halinde icare ve iş olması üzerinde icare. Menfaat üzerinde yapılan icarenin hükümleri: Ev, dükkan, ko­nak, binmek, koak ve yük taşımak için hayvan, giyinmek üzere elbise ve süs eşyalarını kullanmak üzere de kap-kaçakların kiraya verilmesi gibi, menfaatlerin icare edilmesi demektir. Mubah menfaatlerde icare akdi caizdir. Fakat haram menfaatlerin mukabilinde icare akdi caiz değildir. Zira bunlar haram olduğu için, bunların bedeli de haramdır. Örneğin, kan ve meyte gibi bu haramlığm üzerinde tüm alimlerin ittifakı vardır.[162]

 

Mubah Menfaatler Üzerinde İcare Akti Hükmünün Meydana Gelme Usulü:

 

Hanefi ve Malikilere göre bu akit mahallinin varlığına ve meydana gelmesine layık olarak tedrici olacak sabit olur. Akit yerleri ise menfaat­tir. Zira bu menfaat azar, azar meydana gelir. Yahut elde edilir. Şafülere ve Hanbelilere göre şöyfedir:

İcarenin hükmü derhal sabit olur ve icare müddeti sabit ayrılar gibi var kabul edilir. Bu görüş farklarına göre de şu neticeler meydana gelir.

a) Şaiiiler ve Hanbelilere göre akit, şartsız olarak meydana gelse mücerret akit ile ücrete sahip olabiliriz. Zira icare karşılık bir bedel akti-dir. Hanefiler ve Malikilere göre bizzat akit ile ücrete sahip olunmaz. Şu halde menfaatlerden kabzedilene göre tedrici olarak sahip olabilir. Bu­nun için ücrete veren şahıs ancak ve ancak günbe gün ücreti isteme hakkına malik olabilir. Hanefılerle Malikilere göre ücretin üç bölümden birisiyle ödenmesi icap eder:

1) Akit esnasında borç ile vermemesinin şart koşulması.

2) Şart etmeden peşin verilmesi ile, zira müstecirin ücreti tehir et­mesi bir hak olarak onun lehine hasıl olmuştur. Şu halde o bu hakkını daha önce vermek suretiyle fesh etme imkanına sahiptir.

3) ma'kudünaleyhin elde edilmesi ile, ma'kudünaleyhler ise men­faatlerdir ve bunlar peyder pey elde edilir. Veyahut kiralanan ayn'ın müstecire teslim edilmesi suretiyle bu menfaatielde etme imkanının ve­rilmesi bile olur. Anahtarın teslim edilmesi gibi. Zira bu konuda müste-cir vereceği ücretin mukabelesi olan bedele sahip olur. Müeccir de mut­lak ivazlaşmayı ve aktin hükmünde akit tarafları arasında eşitliği mey­dana getirmek için, bunun karşısında ivaza sahip olur. Akit tarafları arasında ücretin ancak kiralama müddetinin bitmesinden sonra vacip olacağı üzerinde birlik meydana gelse caizdir. Zira bu da semenin tehir edilmesi halinde olan ücretin tehir olması gibi olur. Eğer akitte hiç bir şart konulmasa, Ebu Hanife'nin ilk görüşü ve İmam Züfer'in görüşü ile ücretin ancak ve ancak icare müddetinin sonunda verilmesi lazımdır. Zira müddet ve mesafe menfaatleri, ma'kudunaleyh olması için, bir tek şeydir. Hepsi ile elde edilmediği müddette onun yerinden bir şey veril­mesi lazım gelmez.

Ebu Hanife'nin son görüşü ve Ebu Yusuf ile Muhammed'in de gö­rüşü şöyledir: Ücret günbegün icap eder. Şu halde bir gün geçtikçe müstecirin o günün ücretini vermesi gerekir. Şu şekilde vermekte zor ol­duğu için istihsanen ücret bir gün yahut bir aşama ile takdir edilir.

Şafiilere ve Hanbelilere göre ücretin sonraya bırakılması ile peşin verilmesi konusunda şunu izah etmişlerdir. Eğer icare bir zimmet icare-si ise ücretin akit meclisinde teslim edilmesi şartır. Zira bu, selem akdi gibidir. Tıpkı; Müstecirin: "Ben şu vasıflara malik bir deve ile eşyamı şu tarafa taşımak için, on lira mukabilinde seninle selem yapıyorum" ya­hut "senden şunu şu kadara ücretle kiralıyorum" vb. şeyler söylemesi gibi olur. Zira öyle sözlerle ücretin tehir edilmesi alacağın alacak karşılı­ğı satılması nev'inden olur. Eğer icare bir aynın icaresi olsa, örneğin: "Ben seni, bir sene müdde ile bu deve ile hizmetimde bulunman dolaysiyle ücretle tutuyorum" demesi gibi. Akitte ücret belli ise; bu ücretin te­hir edilmesi sahih olmaz. Eğer ücret vasıflan şu olan bir deve ile" deme­si durumunda olduğu gibi zimmette bulunursa tehir edilmesi de peşin verilmesi de caizdir. Aktin kaytsız yapılması durumda ise, o zaman pe­şin verilmesi gerekir. Satış akdinde hem peşin, hem de vadeli semen ile sahih olması gibi.

b) Ücretin vacip olması sureti: Hanefi ve Malikilere göre müeccirin akdi sonrasında kiralanan aynı teslim etmesi icap eder. Ücreti elde et­mek için o malı müstecirden almak hakkında hiç bir hakkı yoktur. Zira onlara göre ücret mücerret akidle meydana gelmez.

c) Hanefi, Maliki ve Hanbelilere göre gelecek zamana izafe edilen bir icare caizdir. Örneğin; bir şahıs ötekine: "Şu daireyi sana Ramazan ayının başlangıcından itibaren bir sene ile icar veriyorum" yahut "ben bu dairemi şu ayın başından itibaren icar veriyorum" diyecek olsa, bi­rinci misalde akit Recep ayında meydana gelse, bu akit caiz olur. Zira icar akdi, ma'kudunaleyh'in tedricine göre meydana gelir. Bunun için akit zumni olarak menfaatin olma bir zamanı izafe edilmektedir. Satışta bu kabul olmaz. Fakat icarede böyle bir izafenin kabul edilmesi zaruret içindir. Hanefinin en iyi görüşe göre: Eğer icareye veren kiraladığı daire­yi satacak olsa, müstecirin hakkında öyle satış kesinlikle caiz olmaz. İs­terse kira akdinin izafe edildiği zaman gelmesin, Şafiilere göre: Bir ayn'ın istikbaldeki bir menfaat için icara verilmesi sahih değildir. Daire­yi gelecek sene yahut yarın başlamak için, bir sene müddet ile icara ver­mek sahih değildir. Zira icare bir menfaat satışıdır. Şu halde menfaatlar kendi zafiyle mevcud olan aynlar gibi kabul olabilmiştir.

Satışın ileride meydana gelecek bir ayna izafe edilmesi ise, aynla-rın satışında olduğu gibi sahih olmaz. Fakat zimmet tarikiyle icarede menfaatin gelecekte malum bir müddete tehir edilmesi sahihtir. Örne­ğin; "ben senin zimmetini şu ayın başında Mekke'ye yük taşımayı şart ediyorum. Yani yükümlü olarak seni tutuyorum"

Günümüzde çeşitli nakil vasıtalarının icarı, zimmet icaresidir. Zira burada, icare bir mala değil, zimmete bağlı bir menfaat üzerine yapıl­maktadır. Kişiyi, zimmetinde sıfatlanyle bilinen bir arabayla malum olan bir yere götürmek üzere kiralamak veya zimmetinde bulunan bir arabayı belli bir müddet için kiraya vermek zimmet icaresidir. Malı ica­reye vermenin şartlan:

1) Kiralanan mal belli olmalıdır. Örneğin kişinin 'şu iki otomobil­den birini sana kiraya verdim' demesi caiz değildir.

2) İcare akdi yapılırken icare edilen mal, icare meclisinde hazır ol­malıdır. Örneğin; sana dairemi veya arabamı kira olarak verdim dese, bunlar akid meclisinde hazır değilseler akit sahih değildir. Ancak akit yapan kişiler, akidden evvel onu görmüşlerse ve o mal zamanla değişmeyen mallardan ise, icare sahih olur.

3) Akidden elde edilen menfaat tehir edilmemelidir. Kişi dairemi sana gelecek sene için icar veriyorum veya kendimi ay basma işe başla­mak üzere sana kira olarak veriyorum veya arabamı sana yarından baş­lamak üzere icare olarak veriyorum veya dairemi bir sene sonra başla­mak üzere veya falan aydan başlamak üzere sana icare olarak veriyo­rum derse yine bu kira caiz değildir. Fakat kendisinde kirada bulunan mal, aynı kişi tarafından gelecek için kiraya bulunan mal, aynı kişi ta­rafından istikbal için yine kendisinde kirada verilirse; iki müddet bitişik olursa, icare sahih olur. Çünkü bu aynı malı iki müddet için bir akidle kiraya vermek gibidir. Zimmetteki icarenin şartlan:

1) Ücret, akid meclisinde peşin olarak verilmelidir. Zira bu icare, menfaat bakımından selem akdi gibi görülür. Selem akdinde bir süre sonra verilmesi için şart koşmak hiç vermemek gibidir. Ücretin akid meclisinden ayrıldıktan sonra verilmesi gerektiği üzerinde ittifak edilse de edilmese de akid sahih olmaz.

2) Kendisinden menfaat elde edilecek malın cinsi, çeşidi sıfatları açıklanmalıdır. Nakliye şirketiyle kendisini malum bir yere götürmek üzere akid yapıldığında vasıtanın uçak mı gemi mi otobüs mü minübüs mü olduğu; yeni mi eski mi olduğu ve benzeri sıfatları belirtilmelidir. İcarenin hükmü ve şartları rükün ve şartlan tahakkuk eden icare ta­mamlanmış olur. Bu akdin neticesinde müstecir için malın menfaati mülk olur. İcare eden kişide ücretle tasarruf edilebilir, örneğin; arabası­nı kiraya veren kişi müstecirin mülk edildiği menfaati mukabili olarak aldığı ücretin sahibi olur. Zaman geçtikçe icare edilen malda müstecirin elinde bulundukça kişinin aldığı kira bedelinin bir parçasmdaki mülkü müstecirin elinde bulunduğu malı menfaati karşılığı olarak istikrar ola­cak kira süresi sona erdiğinde mal sahibinin aldığı kiradaki mülkiyeti tam olarak İstikrar bulur. Kiracının malda her hangi gibi menfaat elde edememesi hükmü değiştirmez. Bu misal satılan bir malın alıcının elin­de zayi olması gerekir. Ancak kiracı kiraladığı bir malda bir müddet fay­da görür. Sonra mal işe yaramaz hale gelirse tıpkı; araba belli bir yere gitmek için kiralanır da oraya varmadan evvel bozulursa o mesafenin ücreti araba sahibi tarafından ödenir. Araba bozulduğu yerden gideceği mekana meşakkatsiz gidilebiliyorsa veya arabayı kiralayan kişinin o me­kanda bir işi varsa arabanın hareket ettiği yerden bozulduğu yere kadar mesafe için almıyorsa o ücret de önemli bir şey değilse arabanın bozul­duğu yer adet olarak insanlar tarafından kasd edilen bir mevki değilse veya oradan gitmek istediği mekana gitmek zor ise araba sahibine her hangi bir ücret verilmez. Bu misal kesim edilmeden veya menfaatimden evvel şayi olması gibidir. Zimmet ücretinin tehir edilmesini caiz olmadı­ğını söylemiştik. Tıpkı kişi daireyi şu dirhem mukabilinde bir sene kiraya verdim veya şu seccade karşşılığmda kiraya verdim, dediğinde ücre­tin; hemen vermesi vacip olur. Zira mallar tehir edilmeyi kabul etmez. Eğer ücret zimmeti ise tıpkı; kişi daireyi bin dirheme sana ücret muka­bilinde verdim derse, peşin olsun vadeli olsun, bir kısmının peşin, bir kısmının vadeli edilmesi de, taksitle verilmesi de caizdir. Fakat akid es­nasında tehir veya tacilden söz edilmezse, o zaman ücret muaccel olur. Kiralanan mal kiracının elinde emanettir. Kiracı onu kullanırken her hangi bir aşınlık göstermemiş veya onu muhafazada kusur etmemiş ise, kiraladığı mala zamin olmaz. Tıpkı; mesken için kiralanan dairede yan­gın çıkarda daire yanarsa, yangın da evde yakılması adet olan bir ateş nedeniyle ihmal ve ayıp yapmadan çıkmışsa kiracı o yangının zararlan-na zamin değildir. Fakat demircilik yapmak için ateş yakmış da yangın çıkmışsa, kiracı yangının zarannı ödemek zorundadır. Zira daireyi, kira­ladığı maksudun dışında kullanmıştır. Eğer kiracı yatarken sobayı ya­nık bir şekilde bırakmış da yangın çıkmışsa yangının zararını ödemek zorundadır.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Uyuyacağınız vakit evlerinizde ateş bırakmayınız.[163] Bir kere Medine'de geceleyin sahibinin içinde ikamet ettiği bir ev yandı, yangın felaketine uğrayan ev halkının hali Rasûlüllah'a haber ve­rilince, Rasûlüllah şöyle buyurdu:

Şüphe yok ki bu ateş sizin için ancak bir düşmandır. Bunun için uyumak istediğiniz zaman ateşi söndürünüz. [164]

Kiracı, ateşi çocuklann oynayacaktan bir yerde bırakır da yangın çıkarırsa yangının zarannı öder. Kötü kullandığı mala da zaran ödemek zorundadır. Örneğin; binmek için bir araba kiralayıp haddindan fazla hızlı sürse, tehlikeli yollarda kullanırsa ve araba da zarar görürse, ara­bayı kiralayan kişi zarar vermek zorunda olur. Muhafazasında kusur yaparsa da kiraladığı mal zarar görürse yine zaran vermek zorundadır. Örneğin; kiraladığı arabayı yolun ortasına bırakırsa veya emin olmayan bir yere bırakırsa, orada da bekçi yoksa arabaya bir zarar geldiğinde za­ran verecektir. Fakat arabayı halkın park ettiği bir yere bırakır da araba orada zarara uğrarsa, kiracı bu zaran ödemek zorunda değildir. Kirala­nan malın kira süresi bittikten sonra -ister kullansın isterkullanmasın sahibine teslim etmeden önce mala bir zarar isabet ederse, kiracının za­rarı karşılaması lazımdır. Fakat kira müddeti biten malı sahibine teslim etme imkanı bulamazsa, malı da kullanmıyorsa, mala İsabet eden zararı ödemesi lazım değildir. Şoförü olduğu arabasını kiraya veren kişi hasta­lanır da kiracıyı vadettiği yere götüremeyecek durama gelirse, icare akdi fesholunmaz. Zira başka bir şoförle de arabadan istifade etmek de olur. Sefere çıkmak için bir araba kiralayan kişi, sefere çıkmazsa veya bir evi kiralarda sonra sefere çıkmak zorunda kalırsa, kira akdi fesada gitmez. Zira kendisi için akid yapılan malda bir noksanlık olmamıştır. Malı kira­layan kişi, ondan istifade etmek üzere kendisine bir vekil tutabilir. Kira­cı, kira müddeti bittikten sonra malı kullanırsa, onun ücretinin mislini vermek zorundadır. Bir arazi belli bir ekin ve belli bir müddet için kira­lanır da müddet bittiği halde ekin biçilecek hale gelmezse arazi sahibi­nin ekinini arazimden kaldıracaksın diye kiracıyı zorlaması doğru değil-dir.Zira burada kiracının zararı vardır. Fakat kiracı, o fazla müddet için ücret-i misil verir. Fakat arazinin zamini olmaz. Çünkü araziyi kullan­mada zorbalık söz konusu değildir. Eciri has ve eciri müşterek olmak üzere ikiye ayrılır:

1)  Ecir-i has, kiracının bir süre zamanla bir iş cihetinde bir şahıs­la anlaşma yapmasıdır. O zamanda meydana gelen menfaat kiracının hakkı oluyor, başka bir tabirle ise kiracının, malum olan bir iş yapması için, bu işle birlikte diğer kimselere iş yapmama şartıyle bir şahısla an­laşma yapmasıdır. Örneğin; fabrikada çalışan boyacılar, müştecirin ecri altında çalışanlar, işçiler, terziler, marangozlar ve inşaatçılar, ellerindeki aletleri kasteden bozup kırmazlarsa kusurları meydana gelmezse kesin­likle zamin olmazlar. Zira kiracının eli, hükmen kendisi için, meydana getiren işin sayılır. İşçi ise ücret mukabilinde zanaatını meydana getir­mek için onunla anlaşmıştır. Ve aynı zamanda o vekilinin yardımcısı gi­bidir.

2)  Ecir-i müşterek, kiracının malum olan bir işi beraber yapmak üzere diğer başka bir şahıs ile anlaşma yapmasıdır. İş bittikten sonra ücrete hak olabilir. Kiracının, benzeri bir iş için bir çok kişiyle anlaşma­sı veya bir kaç iş için aynı şahısla anlaşması mümkün olur. Muaahada yapılan kişi veya kişiler işlerini genişlikle evinde veya dükkanında ya­parlar. Tamirci, ütücü, hamal, boyacı ve terzi gibi ücretliler fakihlere gö­re bunlar zanatkardırlar. Bunların ellerindeki aletleri muhafaza etmek için, kusurları meydana gelmez ise o aletlere zamin olmazlar. Aynı za­manda o mallar, kiracının yanında emanettir. Onu muhafazayı insani­yet olarak almış bulunuyor, ücret ise muhafaza etmenin değil, çalışma­nın mukabelesidir. Bir de ücretlinin mal alıp kullanması, müştecirin faydası içindir. Bunun için gevşeklik ve kusur meydana gelmedikçe za­min olmaz.

Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre (r.a.) müşterek ecir, elinin altındaki malı hilakete götürürse zamin olur. Ancak malın telifi yangın ve su baskını gibi umumu bir nedenle olursa ve ondan da muhafaza im­kanı da olmazsa ve mal helake giderse zamin olmaz. Fakat taksirat ve kusur dolayısıyle mal telef olursa zamin olur, demişlerdir. Onların ma­ksatları halkın maslahatını muhafaza etmektir. Zira sanatkarlar kendi­lerine teslim olunan malların zamini olmazlarsa, onları muhafaza et­mekte tembellik gösterirler, onları muhafaza cihetinde de özenle üzerine durmazlar. Halk da onlara muhtaçtırlar. Bunun için halkın maslahatı için, onları zamin kılmak çok faydalı bir şeydir. Çünkü onları zamin kıl­mak, onları halkın mallarını muhafazaya götürmeye sevk eder.

Günümüzde Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in görüşüne tabi ol­mak çok iyi bir şeydir. İcare akdindeki muhayyerlikler icarede hıyar'ul-meclis ve hıyar'uş-şart yoktur. Çünkü icare akdi; mallarla olmaz, mallar nn menfaatleriyle meydana gelir. Zira bu muamele, halkın bu muamele­ye olan ihtiyacı sebebiyle meşru kılınmıştır. Muhayyerlik ise bir cihetin­de halkın aldatılması sayılır. Bunun için, icare akdinde muhayyerlik yoktur. Eğer icare akdinde muhayyerlik olursa aldatmanın yanında bir daha ikinci aldatma daha meydana gelir. Bunun için birden fazla aldat­ma meydana gelse o zaman akidlerin sahih olmadığını herkes bilmelidir. Hıyar'ul-ayb ise yani kusur sebebiyle muhayyerlik, aynın bizzat kendi­sinde sabit olur. Kiraya verilmiş ayn'da bir kusur meydana gelirse ve bu kusur da aynın menfaatini azaltırsa örneğin; kiraya verilen arazinin su­yu kesilirse veya kiraya verilen arabanın tekerlekleri çalışmazsa malını kiraya veren kimse de bu kusuru ortadan kaldırmazsa, kiracı isterse akde devam eder, isterse iptal eder. Ancak bu arada geçen zaman ücret ödemeyi gerektiren bir zamansa akidde belirtilen ücretin o zaman dili­mine düşen miktarını vermek zorundadır. Zimmetteki olan icarede ise, kusur sebebiyle serbestlik sabit olmaz. Örneğin, birkişi ayn'ı kiraya ve­rir, ayn'ı olan şahıs da zimmeti kasd edilen menfaatlan ondan sağlarsa, sonra ayn'ı kusurlu hale gelirse ayn'ı kiraya veren kişinin, onun yerine diğer ayn'ı getirmesi vacip olur. Zira zimmetle olan akit sağlamak sıfa-tıyle kayıtlıdır. Malını kiraya veren kimse ise sağlam mal getirmemiştir. Malı kiralayan kimse getiren mala razı olmazsa zimmetle tekarrur eden yerine dönüşür. Zimmetteki akid fesholunur.

Kiraya verilen mal helake gitse veya kiracının dindeyken ayıplı bir hale gelse, kiracı da malın semavi bir afetle helak olduğunu ve normal bir şekilde çalıştırırken ayıplı bir hale geldiğini iddia etse, buna mukabil mal sahibi de malın, kiracının malı muhafaza etmede gevşeklik göstermesi ve­ya normal bir şekilde çalıştırmaması sebebiyle helake gitmesini veya ayıp­lı hale geldiğini dava etse, yemin ile birlikte kiracının sözüne tasdik edilir. Mal sahibi ile kiracı, onların arasında ihtilaf olursa, örneğin; kiracı kiraladığı hayvanı mal sahibine vermişim derse, mal sahibi de bunu inkar ederse, yeminle birlikte mal sahibinin sözüne kabul edilir. Zira kiracı, menfaatlenmek için malı kiralar, bu konuda aslolan malın iade edilme­mesidir. Kiracı, malı verdiğini bir şekilde iddia etmektedir. Bu durumda asla yapışarak malın iade edildiğini red eden kişinin sözüne, yeminle bir­likte itibar edilir. Ücret temiz ve tahir olmalıdır. Köpek, domuz ve murdar hayvandan kazanılan paralar veya murdar hayvanın tabakalanmamış de­risi veya hayvan dışkısı, ücret olarak verilemez. Zira bunlar necistir. Ne-cis olduğu için akid sahih değildir. Zira Peygamber (s.a.v.); köpeğin bede­lini alıp yemekten insanları nehyettiği rivayet edilmiştir. [165]

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Allah ve Allah'ın Rasûlü şarabın, meytenin, domuzun potların alın­masını ve satılmasını haram ve yasak kılmşıtır.[166]

Sonra da necis olan ve temizlenmesi mümkün olmayan sirke, süt, eritilmiş yağ, zeytinyağı gibi maddelerin de ücret olarak verilmesi caiz de­ğildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) necis olan sıvı yağın dökülmesini em­retmiştir. Ücret, akid yapan taraflarca belli olmalıdır. Yemine mukabil bi­nek hayvanının, benzinine mukabil otomobilin, tamirine mukabil daire­nin kiraya verilmesi caiz değildir. Zira bunlarda ücret belli değildir. Bu­nun gibi,bir kişiye, koyunu kesip yemesi mukabilinde koyunun derisini veya etinin bir parçasını vermek yine sahih değildir. Zira derinin inceliği, kalınlığı veya etin miktarı belirsizdir. Miktarı belli buğdayı öğütmek mu­kabilinde çıkan unun 1/4'ni veya 1/5'inin ücret olarak verilmesi sahih değildir. Fakat unun bir kısmı mukabilinde öteki daneleri öğütmek için adam kiralamak caizdir. Zira burada bir belirsizlik yoktur. Kiralanan şa­hısın emeği de kendi ücretine karışmış olmamıştır. Eliyle veya alet yardı-mıyle ekin biçen bir kişiye, mahsulün bir parçasını vermek, dernek ve bunun gibi yerler için para toplayan kişiye, topladığı paranın % 2'sini ve­ya daha fazlasını ücret olarak vermek de caiz değlidir. Daireleri veya öteki eşyaları satan komisyonculara, sattığı malın belli bir parçasını ücret ola­rak vermek de sahih değildir. Bu icare her üç şekilde sahih değildir. Zira buradaki olan ücretler belirsizdir. Bu yolla mal kazanmak gayrı meşru­dur, veren de alan da sorumludur. Şu halde dine hizmet eden bir toplum ve dernekler için toplanan malların çoğu fakirlerin, miskinlerin hakkıdır.

Yani zekat malıdır. Ş uhalde o dernek ve cemiyetler için para toplayan ki­şiler batıl yolla o malın bir parçasını yemekte; dernek ve cemiyetler için para toplayıp ücret alarak almayı da iyi bir şey zannetmesinler.[167]

 

İcar Edilen Ayn'dan Faydalanma Kaidesi:

 

Bir şahıs bir daire veyahut bir dükkan veya bunlar gibi yerleri ki­ralayacak olursa, bizzat kendisi orada durmak veyahut icare veya ödünç olarak vermek şartıyle başkasını orda durdurmak gibi, bu yollar­dan hangisi isterse o şekilde yapabilir. O yere eşyasını olsun ve başka şeyleri de bırakabilir. Fakat demirci, boyacı, değirmenci o yere, zarar ve­ren, gücünü zayıf yapan makineye benzeyen şeyleri orada bırakmamak gerekir. Bunun kaynağı da şudur: İcare onlardan fayda görmek içindir. Ev ve bunun gibi diğer şeyler ise, içinde durmak için ve onlardan men­faat görmek içindir. İnsanların içinde durmak olarak kullanmaları ise göreneklere göre farkı çok yoktur. Bunun için, bunlardan menfaat keyfi­yeti, tayin etmeden bellidir. Demirci ve onun gibisinin oraya yerleştiril­mesinin sahih olmadığının nedeni ise, akdin şartsız olarak yapılması durumunda insanların yanındaki örfe göre yorumlanmasından dolayı­dır. Sanat sahibi ise, malik oldukları aletleri ile binaya tesir ederler. Ve aynı zamanda kiralanan malın helak olması sonucunu bile meydana ge­tirebilir. İcare ise malın bizzat satışı değil, menfaatin satışıdır.

Arazinin icari:

Arazinin icare olarak verilmesi durumda ağaç dikmek, ziraat, bina yapmak, ve bunlar gibi hangi bir sebeble kiralanacağının söylenmesi ke­sinlikle gerekir. Eğer öyle söylenmezse icare batıl olur. Yine bunun gibi şayet icare ziraat için olursa orada neyin ekileceğinin de söylenmesi la­zımdır. Şu halde mal sahibi istediğini ekebilme hakkını vermelidir. Bu­nun aksi ise aksi olur. Zira binanın, ziraatin ve ekilen şeylerin farklılık göstermesiyle arazinin faydaları da farklılık meydana getirdiği gibi, eki­len şeylerin yerdeki tesirleri de keza farklıdır. Binmek için hayvanların icar edilmesi; müddet veya yerden birinin söylemesi kesinlike gerekir. Eğer onlardan birisi açıklanmayacak olursa icar akdi fesada gider. Bu-nuni gibi bineğin binmek için mi veyahut yük taşımak için mi açıklan­ması gerekir. Zira bunların menfaatleri ayrı ayrıdır. Yine bunun gibi, ona kimin bineceğini, onun üzerine ne gibi şeyler taşınacağının da açık­lanması kesinlikle gerekir. Çünkü taşımak, taşmanın farklılığına göre farklılık gösterir. Hatta ve hatta ki insanların hayvana binmeleri de bir­birinden farklıdır. Bu kıyasa göre; şayet müstecir fasid bir akitle menfa­atini elde edecek etse, kıyasın müktedasiyle ecir-i misil verilmesi gere­kir. Zira o, batıl bir akit ile menfaati elde etmiştir. Fakat istihsan muk-tedasıyle belli edilen ücretin ödenmesi vacip olur. Zira fesada götürücü olan münakaşaya götüren cehalet, ortadan kalkmıştır. Fesada götürücü nedenin ortadan kalkmasıyle fasid oluş da ortadan kalkar. Hanefilere göre; duvarlarının sıvanması, giderlerin ve yıkılan taraflarının tamir edilmesi menfaat görebilecek surette tamir edilmesi gibi işler evin sahibi olan kiraya verenin yerine getirmesi lazım olan sorumluluklardır. Kira­cı bunları yapmak zorunda değildir.

Mülkün ıslah edilmesi sahip hakkında söz konusu olur. Fakat bu yapımı meydana getirmek için zorlanmaz. Zira sahip mülkünü meydana getirmek için zorunlu değildir. Fakat müstecir için icareyi iptal etmek hakkı vardır. Zira böyle bir noksanlık ma'kudünaleyhte bir ayıp ve ku­sur olur. Bunun gibi boruların tıkanması, sıhhi tesisatın çalışması ve kuyu kovasının düzeltilmesi de kiraya verene aittir. İsterse bunlar kiraemin işleri nedeniyle olmuş olsun, ister başka bir nedenle olsun. Fakat bunların yapılması zorunlu değildir.

Kiracı da icare müddeti bitmiş ise, süpürme ve temizlik dolayısıy­la, ortada toplanmış toprakları çıkartmak mecburiyetindedir. Zira bu topraklar onun sebebiyle meydana gelmiştir. İstihsan ve örf, adetin ge­reğiyle Hanefîler borular ve pislik lağımları dolduran şeyleri sahibinin bunları taşımasını kabul etmişler hatta ve hattaki benimsemişlerdir. Zi­ra insanlar arasındaki gelenek ve göreneklere göre yerin altında gömü­len şeyleri taşımak ev sahibine aittir. Eğer kiracı kendi kendine bunları tamir edecek olursa, bu bağış şeklinde olur. Onun hesabından düşül­mez. Fakat mal sahibinin veya onun vekilinin istemesi için bu işlerin ta-mirini yaparsa o zaman kiracının hesabından düşülür. Kiracı müddetin bitiminden sonra, kiraya verene dairenin evin veya dükkanın anahtarını teslim etmek zorundadır. Bir şahıs şehirdeki belli olan bir yerden bin­mek için veyahut onun üzerinde gidip gelecek bir surette malum bir me­kana kadar bir şey götürmek için bir binek kira olarak tutsa, o bineği sahibinden kabz ettiği mekana getirmek mecburiyetindedir. Zira icare akdinin ancak bineğin teslim alındığı mekana geri verilmesiyle sonu ge­lir. Bunun için bineği evine götürüp orada hayvan ayıplı olursa, o za­man müstecir kıymetini vermek zorundadır. Zira akit kendi yerinden, başka bir yere götürmek şekliyle aktin sınıfını aşmıştır. Şayet müstecir "ben bu hayvanı bu yerden falan yere kadar binip ondan sonra bu hay­vanla evime geleceğim" diyecek olursa bu müddet geçtikçe o bineği kira­ya verenin evine geri götürme sorumluluğu yoktur. Zira evine gelmesiyle beraber icare süresi bitmiş olur. O zaman binek onun elinde emanet olarak kalır. Onu geri götürme mecburiyetinde değildir.[168]

 

Ecirin Tazminat Ödemesi:

 

Ecirin özel ve ortak olarak iki kısım olduğunu tanımıştık. Ecir-i müşterek yani özel ecir (çalışmayacak olsa bile), müddet esnasında ken­disini teslim etmek şekliyle ücreti hak etmiş olan kimsedir. Örneğin; ev­deki hizmetçisi veyahut iş yerindeki işçi gibi. Hanefî, Maliki, Şafii ve Hanbeliler çalışmak için ona teslim olunan ayn'ın tazminatını ödemeye­ceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Zira özel ecirin elindeki olan mal vekil ve mudarip gibi, emanet bir maldır. Örneğin; bir kişi birgün veyahut bir ay müddet ile tek olarak kendisi için çalışmak için bir terzi veyahut be­denciyi para mukabilinde ücretle, elindeki olan mal helaka gitse, ayn'ın tazminatını, onun tarafından bir teaddi ve taksirat veyahut muhafaza olmakta bir kusur meydana gelmedikçe, ister elinde, ister çalıştığı za­manda o mal helake gitse, zamin olmaz. Müşterek ecir, işçi olsa, umu­mu insanlara iş yapan veyahut kendisine teslim etmek şekliyle değil, fa­kat yaptığı işle ücrete hak olan şahıstır. Sanatkar, boyacı, temizleyici vb. kişiler gibi. Bu meselede ilim adamları arasında fikir ayrılığı vardır.

Ebu Hanife, el-Hasan b. Ziyad ve mezheplerinin en sahih kabul edi­len fikirlerinde Hanbeliler. -insanların fesadı da laysıyle kendisiyle fetva verilmeyen- iki fikrinden sahih olanın da Şafii şöyle söylemektedirler: Bu­nun da elindeki olan iş, özel işçi gibi emanettir. Onun tarafından bir teca­vüz veya muhafaza olmakta bir kusur meydana gelmedikçe zamin olmaz. Zira ancak ve ancak tazminat taksirat ve haddi aşmak ile meydana gel­mektedir. Zira Cenab-ı Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

Zalimlerden başkasına husumet yoktur. [169]

Ebu Yusuf, Muhammed, başka bir rivayetinde İmam Ahmed de şöyle demektedirler: Umumu işçi, elindeki olan mal başkasına ait oldu­ğu için, tazminat cihetiyle elinde tutar. Bunun için o mal onun elinde hilake olursa tazminatı icap eder. İsterse tecavüzü veyahut kusuru ol­masın, fakat bu malın helaki genel ve çoğu şeyi yakan bir yangın veya­hut çoğu eşyaların su altında bırakan bir su baskınıyla meydana gelmiş ise, o zaman zamin olmaz. Bu konuda onların delilleri Rasûlü Zişan'ın söylemiş olduğu hadis-i şerifidir:

Teslim alan elin aldığı şeyi ödeyinceye kadar sorumluluğu vardır.[170]

Ali (r.a.)'ın boyacı ve kuyumcuya tazminat ödetip "insanlara bundan başkası uygun değildir" dediğine göre rivayeti, aynı zamanda da Ömer (r.a.)'ın insanların mallan için ihtiyaç olmak üzere müşterek ecire tazmi­nat ödettiğine dair gelen rivayetlerdir. Zira ecir-i müşterek o ayn-ı kendi menfaatına kabzederek almıştır. Bunun için o da ödünç alan gibi tazminat vermek zorundadır. Bunun gibi İmam Malike göre de şayet insan canının istediği bir şey olması halinde ise, ecirin götürdüğü yiyecek şeylerin kötü­lüğe götüren yollan kapatmak için, o yiyecek şeylerin tazminatı gerekir. Bunun gibi Malikilere göre ecir-i müşterek ne kadar tecavüz yahut kusuru olmasa da bile elinde telef olanın tazminatını vermek zorundadır. Örneğin; aşçı bozduğu yiyeceklerin, elbise beyazlaştıncısı onun elindeki olan elbiselerin yırtılanların, gemici dindeyken helake gidenlerin, veyahut gemide yaptıkları nedeniyle helake gidenlerin, fırıncı yaktıkları ekmeklerin, hamal sırtından düşen yüklerinin veyahut kaymakla düşen telef olan şeylerin, deve sırtında ve diğer bineklerde yük taşıyan kimse onun çekmesi veyahut sürmesi esnasında ve bineğini bağladığı ipin kesilmesi durumunda telef olanın tazminatını vermek zorundadır. Bu konudaki olan delilleri de geçti­ğimiz Peygamberimizin hadis-i şerifidir. Bu gün Ebu Yusuf ve Muham-med'in görüşüne göre hüküm edilir.[171]

Ebu Hanife ve kendisine tabi olanın kabul ettikleri umum usule göre; şayet gemide veya bir binek üzerinde götürülen eşya nevinden olursa veyahut boyacıya veya terziye verilen kumaş olursa o zaman eci-rin elinde emanettir. Bunun için her hangi bir emanet vasfı değişip o za­man tazminata rucu olabilir. Örneğin; muhafaza olmanın terkedilmesi; şu halde ecir-eşyayı muhafaza etmekte çalışmasına mühlet, gevşeklik gösterirse o eşyaların tazminatını vermek gerekir. Zira ecir, o malın kab-ziyetiyle o malın muhafazasını hak etmiş olur. Muhafazasını terketme-sıyle tazminatı lazım gelir. Emanet, vediayı muhafazayı terk eden ve ay­nı zamanda kaybolmasına neden olan vedi yani emanet alanın şekli gibi. Bir de helak ve ifsada götürmek, eğer ecir, mahsus olarak helake gö­türse veyahut kumaş vurmakla taksiratı olursa, ister müşterek.....İster müştereki has olsun, o eşyaların tazminatı gerekir.

Eğer ecir, kasıtlı olmayarak yaptığı iş nedeniyle yanlış olarak ku­maşı dövmekte aşırıya gitmiş olarak bozarsa, şayet ecir-i has ise ittifak­la zamin olmaz. Beyazlatıcının yani kassarıa kumaşı dövüp parçalan­masına veyahut kimyevi maddelere koyup delinmesine neden olması ve­yahut gemicinin işi nedeniyle geminin suya batması veyahut hamalın kaydıktan sonra düşüp taşıdığı şeyi ifsada götürmesi yahut müşterek çobanın hayvanları götürürken hayvanların izdiham cihetiyle bir kısmı­nın helake gitmesi gibi durumlarda Ebu Hanife ve Ebu Yusuf ile Muhammed'e göre hilake giden bütün eşyaların tazminatı vermek gerekir. Zira meydana gelen iş yani yapılmasına izin verilen iş, iyi bir şey meyda­na getirmektedir. Kötü ve ifsad edici bir şey meydana getirmemektir. Bir de mal sahibi olan kimse, malının telefe götürülmesine müsaadesi yok­tur. Bir de ifsad edilen şey mukabilinde ücret vermeyi kabul etmez. Bu­nun için mesele delaleten iyi bir şekilde şeylerle kabul edilir. Şafiilere ve İmam Züfer'e göre; bütün bu durumda ecir,her hangi bir tecavüzü ve taksiratı olmazsa tazimat verilmez. Zira ecir genel cihetiyle yapmış ol­dukları bütün işlerde izinlidir. Şayet ecir bu meselede izinli olmazsa, böyle bir ifsad etmesinden sakınmak zor olur.[172]

Müşterek ecirin öğrencisi yani çırağı. SÖyediğimiz olan hallerde ücretle verilen şey, ecirin çırağının elinde telef ve helaka gidecek olursa o şeyin tazminatını vermek gerekmez. Ancak ve ancak tazminat onun ustasına ait olur. Zira gerçek olarak sorumlu öğreticisidir. Aynı zaman­da ustası bizzat yapmış gibidir.

Çırak bir kumaşı örfümüze göre boyama işinde kumaşı basmakla yırtacak olursa, tazminatını vermek zorundadır. Zira kumaşa basması­na müsaade verilmemiştir. Şayet çırağın elinde çırağa düşüp boyama yani iş yerindeki kumaşı telef etse, tazminatı ustanın vermesi gerekir. Onun tazminatı çırağa ait değildir. Zira çırağın çırağı, kandili götürüp getirmek için ustası tarafından müsadesi ve izni vardır. Bundan sorum­lu olan ancak ustasıdır. Aynı zamanda bu işi bizzat ustası yapmış gibi oluyor. Bunun gibi boya işinde uğraşanın tokmağı elbisenin üzerine elinden düşüp o elbiseyi yırtacak olursa, o elbisenin tazminatını ustanın vermesi gerekir. Zira bu, boya işlerinde yapılan fiillerdendir. Onun için bu fiilin yapması ustası yapmış gibi olur. Eğer tokmağın üzerine düştü­ğü elbise bir emanet olup delinecek olsa, o zaman elbisenin tazminatını çırak vermek zorunda olur. Zira usta çırağa yapma ve kullanma imkanı­nı verebileceği fiillerde mesuldür. Bu da ancak ve ancak meslek ve sa­nat ile ilgili olan şeylerdir.[173]

 

Sünnetçi, Hacamatçı Ve Veterinerler:

 

Bu gibi olan konuların hükmü daha evvelki olan konuların hük­münden farklı olarak düşünülür. Bunlar işlerim yapan kimseler olup ondan sonra yaptıkları işin etkisi, canın helak olmasına ve hatta ölüme kadar sirayeti dahi olursa, bunların üzerinde tazminat gerekmez. Zira bu gibi şeylerden kendini korumak, imkan içerisinde olan fiil değildir. Ecir yani kiracı nassan veyahut delâleten kiraya verenin şartına aykırı olarak bir hareketi meydana gelse, bu ziddiyet olan iş tazminatın vücu-bu için bir nedendir. Aykırı hareket etmenin bir çok suretleri vardır: Bu ya cins ya miktar yahut vasıf veya yer ya da zamanda muhalefet şeklin­de ortaya çıkar. Başka cihete muhalefet ya bineklerin kiralanmasında yahut sanatkarların ücretle tutulmasında zahir olur. Bineklerin kiralan­masında muhalefet: Bu durumda bineğin zararı ya hafiflik ya ağırlık yö­nündedir. Yahut cinsin farklılığı sebebiyledir.

1) Bineğin zararı ağırlık veyahut hafiflik miktarı cihetinden ise; şa­yet taşınan yük, müeccir ile ittifak edilen şeyin misli veyahut mislinden daha hafif olursa bineğin helak olması nedeniyle müstecirin bir şey Öde­mesi gerekmez. Zira taşman o şeyin belli edilmesi bir yarar vermez. Bir de onun misli veya daha aşağısını taşımak durumunda manen muhale­fet meydana gelmez. Eğer taşman şey, üzerinde birlik edilenden daha ağır olursa, örneğin; arpa yerine buğday taşınmak gibi, cinsinden farklı bir şey olursa hatta hayvanı sakat ederse, onun kıymetini verme zorun­da olur. Kiranın ücretini verilmez. Zira müeccir cihetinden izin edilme­yen bir fiil sonucu telef olmuştur. Aynı zamanda ücret ile tazminat da bir yerde cem olmaz. Zira tazminatın vucübiyeti ancak gasıp olmasın­dan dolayıdır. Gasıb ise ücret vermek zorunda değildir. Eğer taşınan ve ittifak edilenden daha ağır olan şey, üzerinde birlik edilen vasıfdan olur­sa örneğin on ölçek taşınacak yerde, onbir ölçek taşırsa, şayet hayvan bir ayıp olmadan sağlam olarak kurtulursa, belli edilen ücreti vermek gerekir. Müstecire tazminat gerekmez. Şayet hayvanda bir ayıp meyda­na gelse, hayvanın kıymetinin on birde birini tazminat olarak verdiği gi­bi tesbit edilen ücreti de ödemek zorundadır. Zira o hayvan bir taraftan izin ve müsaade olmuş bir fiil öteki taraftan izin ve müsaade olmamış bir fiil sonucu ölmüştür. Bunun için helak olmak da buna kıyasen tadi-ri olur. Şu halde onbirde bir ile kabul olunur ve aynı zamanda fazla olan miktann tazminatını vermek gerekir.

2) Şayet hayvanın zararı, hafiflik ve ağırlık için olmazsa, belki cin­sin değişikliği nedeniyle olmuşsa: Bir şahsın, üzerinde bir kantar pa­muk taşınmak için bir hayvanı kiraya alıp o hayvana bir kantar veya ondan daha az bir miktarda demir yükleyip hayvanın helak olması du­rumunda olduğu gibi, bu konuda hayvanın kıymetini vermek zorunda olur. Zira o pamuğun ağırlığı hayvanın bir yerinde toplanmaz. Fakat de­mirin ağırlığı bir yerde cem olur. Bunun için, bineğin sırtına çok ağırlık verdiği için onu yorar. Bu bakımdan bu meselede mueccir müstecire izin verilmiş olmaz. Bunun için müstecir bir gasıp gibi olduğundan taz­minat vermek zorundadır. Fakat ücretin verilmesi lazım gelmez. Bunun gibi bir şahıs, bir hayvanı binmek için kiralasa ve ağırlık cihetiyle onun gibi veyahut ondan daha hafif bir kişiyi bindirse helak olduğu zaman, kıymetini vermek zorundadır. Zira burada çelişkilik hafiflik ve ağırlık ci­hetinden olmaz. Zira bu meselede beceri ve bilgi muteber olur. Zira öyle konularda insanlar birbirlerinden farklıdırlar. Şayet bir kişi kendisi bin­mek için bir hayvan icare etse, kendisiyle beraber başka bir şahıs da bindirir ve aynı zamanda da hayvan sakatlanırsa, hayvanın her ikisi de taşıyabilecek kuvvette olması halinde, o hayvanın kıymetinin yansının tazminatını vermek gerekir. Helak iki şıkta meydana geldiği içindir. Yani hem izinde hem de izinsizlikte iki şahsın binmesiyle meydana gelmiştir. Eğer hayvan iki kişiyi taşıyamıyorsa, o zaman bütün kıymetini vermek zorundadır. Zira başkasını bindirmesiyle hayvan telef olmuştur.[174]

Eğer semerli olan bir binek kiralar, bu semeri kaldırdıktan sonra yerine bir eyer bırakacak olsa, o zaman tazminatın verilmesi lazım gel­mez. Zira eyerin zararı semerinkinden azdır. Eyerin bineğin sırtını zap­tettiği yer semerinkinden daha az olduğu için, zararı da ondan azdır. Eyerli bir eşek tutarsa, o eşeğe başka bir eyer bırakıp, bıraktığı bu eyer

öteki eyerine benzerse, tanzimatı verilmez. Zira zarar cihetiyle her ikisi de birdir. Fakat o eşeğe at eyeri vuracak olursa, tazminatını vermek zo­runda olur. Zira büyük olduğu için, zararı daha çoktur. Bunun için, bu hayvanı helak etmiştir. Eyerli bir hayvanı kira olarak tutarsa, üzerinde­ki olan eyeri kaldırıp ona semer vuracak olursa ve o hayvan ölürse, Muhammed'e göre, tazminat vermek zorundadır. Zira semerin eyere fazlalı­ğı olduğundandır.

Ebu Hanife'ye göre kıymetin hepsini tazminat olarak vermek zo­rundadır. Zira semer hayvanın sırtında eyerden daha çok yer alır. Ebu Yusuf a göre fazlalık miktarı, kaderince tazminat vermek zorundadır. Çünkü semerin eyerden ağırlığı daha çoktur. Bir kişi çıplak bir eşek kira olarak tutarsa, o eşeğe bir eyer koyup, ondan sonra binse aynı zamanda da hayvan ölse o kişi o hayvanın tazminatını vermek zorundadır. Zira ey­er o eşeğe bir ağırlık vermiştir. Bu hüküm öyledir, eğer o kişi eyersiz ola­rak genellikle şehir içinde hayvana binen eşhaslardan olursa öyledir. Eğer bu kişi şehir dışında binmek için kiralar yahut bu kişi eyersiz ola­rak binmesi layık değilse o zaman tazminatını vermez. Zira bu şahıs ade-ten eyersiz olarak hayvana binmez. Veyahut eşeğin sırtına semersiz ve eyersiz olarak bir şehirden bir başka şehire hayvana binmez. Eğer çeliş­kilik yerde olsa: Belli bir yere kadar binmek veyahut sırtına yük bırakıp taşımak maksadıyla bir hayvan kiralayıp o yerden geçse, o hayvanın bü­tün tazminatını vermek zorunda olur. Zamana göre çelişkelik: Belli bir müddet binmek veyahut ona yük taşıtmak için bir hayvan kira olarak tutsa ve bu maddeden daha çok o hayvandan menfaat gördükten sonra, hayvanda daha onun emrinde iken telef olsa, aynı onlar gibi kıymetini tazminat olarak vermek mecburiyetindedir. Zira o belli olan müddet son­rasında hayvandan fayda görmek nedeniyle gâsıp sayılır.[175]

 

Dokumacı, Terzi, Boyacı Ve Bunlar Gibi Sanatkarların Ücretle Tutulması:

 

1- Cinste Muhalefet Durumunda:

 

Bir şahıs belli bir renge boyamak için boyacıya bir kumaş teslim etse, daha sonra boyacı o kumaşı başka bir renge boyasa, kumaşın sa­hibi serbesttir. İsterse boyacıdan kumaşın kıymetini alabilir. İsterse ku­maşı alır ve boyamanın kumaşın kıymetinde sebep olduğu artışı boyacı­ya verir. Bir şahsın bir terziye gömlek dikmek için bir kumaş teslim et­se, fakat terzi bu kumaşı gömlek olarak değil de, örneğin; bir palto ola­rak diker ise, artık kumaş sahibi terziye iki şey arasında serbesttir. İs­terse kumaşın kıymetini alabildiği gibi dikileni de alabilir. Fakat ecr-i mislini vermek gerekir.

 

2- Sıfatta Muhalefet:

 

Boyacıya muayyen bir renk ile boyamak için teslim edilen bir ku­maş boyacının ittifak edilen renk nevinden başka bir boyanın renginde kullanarak meydana getirirse, artık kumaş sahibi yine geçtiğimiz konu gibi serbesttir. Miktarda muhalefette de tafsilat böyledir: Örnek, bir şa­hıs dokumacıya iplik teslim etse, bir de sık veyahut ince, belli kalınlıkta dokumasını şart koşsa, dokumacılıkta fazlalık veya noksanlık olarak muhalefeti meydana gelse, fazlalık durumunda kumaşın sahibi ipliğin mislini tazminat ederek ipliği alıp muayyen edilen ücreti vermek arasın­da serbesttir. Noksan durumda ise iki şıkkı vardır:

a) Kumaş sahibi kumaşını alıp dokumacıya hesabına göre ücret öder.

b) Kumaş sahibinin ecr-i misli vermesi lazım gelir. el-Mabsut, el-Bedayi, Cumhura göre işçinin yani ecirin elinde durması olan bir ayn'ın tutması "emanet yolu" olduğu için helak olan ayn'ın tazminatı ancak ve ancak tecavüz ve taksirat veya kusurlu olması durumunda olur. Maliki, Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre ise müşterek ecirin elindeki ayn eğer telef olursa tazminatım vermek zorunda olur. İsterse haddi aşmasın ve­yahut kusuru da olmasın, kiralanan ayn gibi bir şey olursa fakihlerin it-tifakiyle ücretle kiracı elinde onun emanet olduğunda görüş ayrılığı olmaz. Şu halde kusuru olmadığı takdirde o ayn'ın telefi olursa tazminatı verilmez. Zira o ayn-ı tesbit ettiği bir faydasını elde etmek için kabz et­miştir. Bunun için bir emanettir.

Şafîilere göre; ecir müstecirin mülkünde veyahut onun huzurunda çalışırsa, ecirin ücretini vermek zorunda olur. Zira ecir müstecirin eli al­tındadır. Hatta ve hattaki ecir onun huzurunda çalışırsa o işi teslim edilmiştir, demektir. Fakat o iş ecirin elinde telef olursa o zaman ecirin ücreti hak olmaz. Zira müstecirin işini teslim etmiş olmamıştır. Hanbeli-lerin görüşleri de Şafıiîerin görüşü gibidir. Hanefîlere göre: Ecirin işinin boyama, beyazlatma, dikiş gibi aynda zahir olarak bir etkisi olursa, etki­nin muktedasıyle teslim ile ücretin verilmesi gerekir. Eğer daha teslim etmeden evvel o şey ecirin elinde telef olursa o zaman ecirin ücreti yok­tur. Zira etki yani kumaşın dikilmesi meydana gelmemiştir. Zaten bedel etkinin karşılığıdır. Aynı zamanda mebi gibi olur. Şayet ecirin yaptığı işin aynda, -hmal vapurcu gibi- görünen bir etkisi yoksa o zaman yalnız o işin sona ermesiyle ücreti hak etmiş olur. Velevki, malın kendisi sahi­bine teslim edilmesin. Zira bedel iş karşılığıdır. İcare müddetinin sonu gelirse o zaman iş bitmiş oluyor. Bunun için sahibinin mülkü olan ayni teslim olmuş olur. Zira eğer bundan sonra helak nedeniyle de ücret la­zım gelmez. Haneflere göre eğer sahibinin mülkiyeti altında olan aynda işin bir etkisi varsa, o zaman ecirin ücretini alıncaya kadar ayn'ı verme­meye hakkı vardır. Zira bedelin meydana gelmesi ancak ve ancak aktiye mukabildir. Eğer her hangi bir etkisi olmazsa alıkoyma hakkı meydana gelmez. Zira üzerinde akit yapılan iş aynda meydana gelmemiştir. Bu­nun için Hanefi'lerin şöyle izahatları olmuştur: Hamal ücretini almak için, elindeki olan malı vermezse o mal da telef olsa, tazminatını vermek zorunda olur. Zira ayn ecirin elinde emanettir. Eğer o malı vermezsa gâ-sıp olur. Bunun için tazminatını vermek zorunda olur. Eğer üzerinde iş yapılan ayn müstecirin elinde olsa: Ecirin müstecirin mülkünde veya­hut onun elindeki ve mülkiyetindeki olan avluda ve bunun gibi de çalış­ması durumunda olduğu gibi, ecir işini bitirdikten sonra ücretine sahip olur. Eğer ecir işini tamamlamazsa belki bir kısmını yapacak olsa, o bi­tirmiş olan kadarına göre ücretini hakeder. Ve yapılmış olanı da sahibi­ne teslim eder.[176]

Eğer bir kişi kendi evinde veyahut eli altındaki olan bir yerde bir mekanda bir inşaat meydana getirmek için, bir şahsı ücretle tutacak olursa, örneğin; kendi evinde bir oda veyahut bir çatı veyahut bir bal­kon yapmak için veya bir kuyu, bir kanal, bir su arkını mülkünde, ya­hut elinde bulunan malda açmak için ücretle tutsa, ecir de bunun bir kısmını yapacak olsa, yaptığı o İşe göre ücretten hak kazanmış olur. Fa­kat ecir de o işini tamamlamaya da zorlanır. Hatta ve hattaki bina çöke­cek olsa yahut kuyu veya balkon işi tamam olduktan sonra yıkılacak ol­sa, ecirin ücreti sakıt olmaz. Ecirin işi bitmeden evvel bunlar meydana gelse yapılan işin payının kadarı kadar verilmesi gerekir. Şu halde yapı­lan iş müstecirin mülkiyetinde veya eli altında olmazsa, ücretin ödenme gereği işin tamamlanmasına bağlıdır. Ecir o işi tamam etse o zaman müstecir de kabz etmiş olur. Şu halde ma'kudunaleyh teslimde evvel yı­kılacak olursa ve helak olursa o zaman ücret de sakıt olur.

Ebu Hanife'ye göre bir şahsın mülkiyetindeki veya elindeki malda kerpiç bir sıra duvar dizmek için, ücretle bir usta duvarı tutacak olsa duvar sıvası kuruyup dik olarak durmadan önce, usta duvarı ücretini kazanmadığı gibi; müstecir de o işe hak kazanmış olmaz. Zira bunlar o işin tamamlanmasına bağlı olur.

Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre ise, duvarları birbirine bağlı et­medikçe, ecirin ücreti meydana gelmez. Zira işin tamamlanması ancak ve ancak bununla meydana gelir.

Ebu Hanife'nin görüşüne göre duvar sırası dikilmesinden önce telef olursa, Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşüne göre ise gereken surette kaynaştırılmasından önce telef olursa, o zaman işçinin ücreti yoktur. Zira iş tamam olmadan önce telef olmuştur. Eğer meydana gelen duvar, müs­tecirin mülkiyetindeki olan yahut elindeki olan değilse, ecirin ücreti ka­zanması ancak ve ancak bunun duvar sahibine teslimiyle meydana gelir.

Ebu Hanife'nin görüşüne göre duvarın tamam olmasından sonra, Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre de kaynaştırılmasından sonra, ecirin ücretini meydana gelir. Zira işin tamamlanması ancak ve ancak bunun­la tamamiyeti meydana gelir. Zira duvar sırası iş ona teslim olmazsa müstecirin elinde meydana gelmiş sayılmaz, onun için işin bitirilmesin­den sonra tahliyenin yapılması gerekir. Bu örnek bunun gibidir. Bir ki­şinin evinde kendisine bir gömlek dikmek için ücretle bir terzi tutsa, terzi de o gömleğin bir kısmım dikerse, terzi bundan hak kazanmaz. Zi­ra bu şekildeki olan işin bir kısmından hak alınmaz. Eğer terzi işini bi­tirdikten sonra telef olursa o zaman hakkını alabilir. Ebu Hanife'nin gö­rüşü de öyledir. Zira o işi bitirmesiyle teslim meydana gelir. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre ayn'm tazminatı vardır. O ayn-ı sahibine teslim et­meyince tazminattan kurtarmaz. Eğer kumaş telef olursa kumaşın sahi­bi isterse kusursuz bir şekilde kumaşın kıymetinin tazminatını yapar, aynı zamanda da ücreti de yoktur. İsterse dikilmiş olarak kıymetini öde­tir. Bu şekilde olsa ecire ücretini vermek gerekir. İcarede muteakidlerin ihtilafları; icare akdinin tarafları bedelin veyahut mubdelin miktarı cihe­tinde ayrılığa düşecek olurlarsa ve aynı zamanda da icare de sahih ola­rak olursa, bu ihtilafın menfaatlan aldıktan sonra veya almadan önce olması gerekir. Şayet menfaatler meydana gelmeden evvel ihtilafa düşe­cek olurlarsa, o zaman akideyn karşılıklı olarak yemin ederler. Yani bir kişi öteki kişiye yemin ettirir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:[177]

Ahş-veriş yapan iki kişi ayrılığa düşecek olurlarsa, karşılıklı olarak yemin ederler ve aldıklarını verirler."

Başka bir hadiste ise şöyledir:

Alıp satanlar arasında ihtilaf olsa ve ikisi arasında da bir belge ve delil yok ise mal sahibinin sözü muteberdir. Veyahut satışı geri çevirirler."

İbni Mace; "ve ayrıca satılan şey meydanda olsa" ifadesini de ziya­de olarak söylemektedir. İmam Ahmed de bir rivayette; "satılan şey ol­duğu gibi duruyorsa" eklemiştir. [178]

Satılan şeyin yani mebi aynen isterse kalsın, isterse telef olsun Şevkani'ye göre aynıdır. Zira ayn'ın satılan şeyin olduğu gibi durması şartını zahir olarak belli eden rivayet delil belirtmeye elverişli olmamak­tadır. Telef olmakla birlikte geri vermek ise misli olanın mislini, kıyemi olanın da kıymetini vermek suretiyle gerçekleştirilebilir. İcare bir satış nev-i olduğu için, hadis de ona şamil gelir. Eğer karşılıklı olarak yemin edecek olurlarsa icare fesh olur. Birileri yemin etmekten vazgeçerse, ona karşı iddiasını yerine getirmek mecburiyetindedir. Eğer her ikisi iddiası­na delil olarak ortaya getirirse, eğer ayrılık bedel hakkında olsa müecci-rin deliline öncelik tanınır. Zira müeccirin delili ücretin fazlalığını mey­dana getirir. Eğer ihtilaf mübdelde olsa, o zaman müsteeirin delili evvela kabul edilir. Zira bu delil de menfaatlerin fazlalığını meydana getirir. Şa­yet akit tarafları müsteeirin menfaatin bir kısmını meydana getirmesin­den sonra ayrılık edecek olurlarsa, kiralanan evde bir müddet kalmak veyahut kiralanan hayvana malum bir mesafe binmek durumunda ol­duğu gibi bu durumda geçmiş şeyler hakkında yeminle bearber müste­eirin sözü muteberdir. Daha sonraki için de karşılıklı olarak yemin ederler ve geri kalan şeylerde icare fesh olur. Zira menfaatler için yapı­lan akit, bu menfaatlerin tedrici olarak meydana gelmelerine uygun ola­rak zaman be zaman meydana gelir. Şu halde menfaatin bütün kısmı üzerinde başta bir akit yapılıyor demektir. Bunun için müddetin geri kalan kısmı ile geri kalan uzaklık, akitten ayrı ve bağımsız olarak mute­berdir. Onun hakkında taraflar yeminleri meydana getirmektedir. Eğer ihtilafları icare müddetin sona ermesinden yahut üzerinde akdin meydana getirdiği mesafeye ulaşılmasından sonra meydana gelmesi olursa, o zaman birbirlerine yemin ettirmezler ve aynı zamanda da bedelin mik­tarı hakkında, yeminle beraber müsteeirin sözü muteber olur. Müecci­rin üzerinde de yemin yoktur. Zira tarafların yemin etmesi icarenin fesh olmasına neden olur. Meydana gelmeyen menfaatleri ise akdi feshetmez, bunun için her iki tarafın da yemin etmesi meydana gelmez.[179]

Eğer terzi ve kumaş sahibi arasında ihtilaf olursa, kumaş sahibi terziye şöyle diyor: "Ben sana bu kumaşı pardesü olarak dikmeni emret­miştim." Terzi de: "yok sen bana bu kumaşı gömlek olarak dikmemi em­retmiştin." veyahut kumaş sahibi boyacıya şöyle diyor: "Ben sana bu kumaşı kırmızı olarak boyammı söylemiştim sen bu kumaşı sarıya bo-yadm." Boyacı da: 'Yok, sarıya boyamamı emretmiştin." Kumaş sahibi­nin sözü yeminle beraber muteberdir.

Şafii mezhebinden bu görüş çok kuvvetlidir. Çünkü iznin aslı ku­maşın sahibinden meydana gelmiştir. Eğer şartsız olarak izni kabul et­mezse onun sözü yine itibarlıdır. İznin sıfatını inkar etse yine öyledir. Şu halde bu konuda kumaşın sahibi yemin edecek olursa, o zaman terzi tazminatı vermek zorundadır. Malik serbesttir. İsterse terziye tazminatı ödetir. Kumaşın maliki şöyle diyor: "Sen bana bu kumaşı ücretsiz ola­rak yaptın." Sanatkar da: "Sen bana ücretle verdin ben de ücretle yap­tım." Ebu Hanife'ye göre kumaş sahibinin görüşü tercih edilir. Zira o ya­pılan işin kıymet getirdiğini kabul etmemektir. Zira burdaki işin kıymet getirdiği ancak ve ancak akitle meydana gelir. Aynı zamanda bir de taz­minatı da reddetmektedir. Sanatkar bunu iddia etmektedir. Bu konuda inkar edenin sözü muteberdir.

Ebu Yusuf a göre şayet aralarında bu iş ücretle daha önce tekrar­lanmış ise sanatkar kendi hakkını kazanır. Onun aksi ise aksi olur. Cumhura göre; akit taraflarından birisinin ölümüyle icar akdi batıl ol­maz. Zira bu da satış gibi gerçek olan bir akittir. Şu halde müstecir akit ile menfaatlere bir sefer olarak sahip olmuştur. Bunun için menfaatler ondan miras olarak alınabilir. Fakat icare çocuğun yahut süt annenin ölümüyle batıl olur. Zira bu çocuğun yerine başka bir çocuğu koymak olmaz. Bir de mahallinin telef olması ile menfaat ki bu süt annedir- orta-da^yoktur. Aynı zamanda üzerinde akit yapılan şeyin meydana gelmesine imkan kalmamıştır. İcare ikale ile de sona erer. Zira icare bir mal başka bir mal ile ivazlı olarak verilmesidir. Bunun için icare satış gibi ikaleyi kabul eder. İcare, ev yahut hayvan ve binek gibi belli olan ve kiralanan ayn'ın telef olmasıyle sona erer. Zira telef olduktan sonra mat'kudunaley-hin bir daha elde edilmesine imkan kalmamaktadır. Şu halde akdin kal­masında da bir yarar yokturi Fakat icare taşımak yahut binmek üzere belli olmayan birtakım bineklere hakkı söz konuşup olup, müstecir binekleri teslim alsa ve aynı zamanda hayvanlarda telef olsa, icare fesih ol­maz. Müeccirin eşyayı taşımak için başkalarını vermesi lazım olduğu gi­bi, akdi fesh yapma hakkı yoktur. Zira icare zimmette sabit olan bir mnefaatdır. İşte müeccir akit ile eşyanın filan yere taşınması şeklindeki bir işi yerine getirmeye aciz değildir. Bu konu her dört mezhebe göredir.

Evin hebesini yıkılması durumunda, müstecirin, müeccir hazır ol­madığı takdirde dahi iptal etme yetsisi vardır ve kendisi iptal etmedikçe o kendi başına iptal olmaz. En sahih de budur. Zira o arazi üzerinde çadır kurmak mümkün olur. Özür halinden başka, icare müddetin sona yetiş-mesiyle icarenin sonu gelir. Zira malum bir müddete kadar sabit olan bir şey, nihai müddetin var olmasıyle sona varır. Bu konudaki olan icare, müddetin sonunu gelmesiyle batıl olur. Fakat ortada müddetin bitmesi, arazide hasad olmayan ekinin durması gibi bir özür olması şekli ayrıdır. Bu durumda ecr-i misil ile hasadı yapılıncaya kadar terk olur. Umumi olarak müddetin sona ermesi ile icarenin de sonu geleceği üzerinde fakih-lerin ittiaklan vardır. Köyün çobanı normal bir vaziyette sürüsünü mera­ya götürerek otlatırken o koyunlardan bir kaçı suya düşüp telef olsa, ve­ya kurt bir tanesini parçalasa, eğer çobanın taksiratı ve kusuru olmazsa zamin olmaz. Eğer kurtarma yolu olursa, kurtaramazsa veya o koyunları bırakıp uyuşa veya ordan başka bir yere gidip sahipsiz olarak onları bıra­kıp telef olursa o zaman olur. Çoban koyun ve davarlarını otlatırken uyku aniden kendisine galebe çalarak uykuya daldıktan sonra bir veya bir kaç davar kaybolursa, o zaman eğer uzanarak uyursa kaybolan davardan za­min ve mesuldür. Eğer oturduğu yerde uyumuş ise ve bunun için de sü­rüden bir veya bir kaçı kaybolmuş ise zamin olmaz. [180]

Şafıilere göre her iki halde de zamin olur. [181]

Varlıklı bir kimse yağ, yün ve yavru gibi meydana gelen mahsulü yarı yarıya olarak inek ve davarlarını hayvancılıkla uğraşan kimseye ve­rirse batıldır. Maalesef bu batıl muamele bazı yerlerde adet haline gel­miştir. İslâmî ölçülere göre şayet öyle bir muamele olursa, bu muamele batıldır. Aynı zamanda da meydana gelen mahsulün hepsi mal sahibine aittir. Ecireye yani hayvancılıkla meşgul olan kimseye ücret'ül-misil ver­mek gerekir. Çoban sürüden kaçan davan yakalamak için kovaladığı takdirde o zaman sürünün durumundan korkarsa sürüden uzaklaşma­ması gerekir. Zira sürünün zararları külli kısmmdadır. Onu defetmek için cüz'i zararından daha uygundur. Hatta ve hattaki kaçan hayvan kayıp olursa çoban zamin de olmaz. Bir hayvan bir kişinin malını helak ederse, mal sahibi de onunla beraber olursa Şafii ve Maliki'ye göre hay­van sahibi mesul olur. Aynı zamanda helak ettiği malın bedelini vermek gerekir. Fakat hayvan sahibi hayvanla beraber olmazsa bu iş gündüz meydana gelse zamin olmaz. Zira bu iş normaldir. Aynı zamanda herkes hayvanını gündüz olarak otlatır. Bir de herkes hayvanını gündüz salı­verdiği için ekin sahibi onu hayvanlardan muhafaza etmekle mecbur­dur. Fakat bu iş geceleyin meydana gelse hayvan sahibi zamin olur. Zira halk gece zamanı hayvanları ahıra alıp dışarıya bırakmamalıdır. Ha-nefllere göre ise hayvan sahibi mesuldür. İsterse bu iş gündüz olsun is­terse gece olsun fark yoktur. Hayvan sahibi kendi hayvamyla beraber olmazsa mesul deglidir. Fakat beraber olursa o zaman mesud olur.

Şafii mezhebine göre: Bir kişi oturma müddetini belli etmeden bir ev kiralarsa, o kira batıldır. Baştan müddeti belli edip akdi tazelemek lazım gelir. Yeniden müddeti tazelenmediği zaman mal sahibi kiracıyı çı­kartabilir. Hanefîlere göre akit batıl değildir. Fakat bir ay geçtikten son­ra mal sahibi isterse kiracıyı çıkartabilir. İkinci ayda bir gün geçtiğinden tekrar kira tazelenir, mal sahibi de ay başına kadar çıkartamaz. Bu usul senelerce devam edebilir. Bir kişi bir senelik ev kira olarak tutsa bu müddeti bittikten sonra her iki akideyn birbirlerine bir şey söylemeye­rek duracaklarsa kiracı olan kimse bir senelik icarını müeccire teslim ederse ve müeccir de bunu kabul ederse Hanefîlere göre örfî olarak ye­niden bir seneye kadar o evi kiralamış olur. Tüccarların alış-veriş eşya­sını ücret karşılığında ev, dükkan ve ambara benzeyen yerlerde ücret mukabilinde koruma etmeleri için muahede, sözleşme yapmaları caizdir

 

Tercüme, Telif Ve Onların Hakkı Nedir?

 

Cevap: Tercüme herhan gibir eser olursa olsun onu bir lisandan öteki lisana çevirmektir. Telif ise, her hangi bir müellifin kendi fikirlerini yazmak veya diğer başka kitaplarından almak ve kendi kısmından da bir kaç konular eklemek şartıyle bir kitap meydana getirmesidir. Bu ki­tap isterse uzun olsun isterse kısa olsun isterse de hacimi geniş isterse dar olsun, hacimli bir ibare veyahut metindir. Tercüme yapılan eserde, yalnız lafız mütercime mana ise yazanna aittir. Telif de ise lafız ve mana her ikisi de müellife ve yazara aittir. Şu halde müellif eserini meydana getirirken başka kitaplardan da fayda görebilir ve iktibaslar edebilir. İs-lâmi ölçülere göre alış-verişin şartlan beştir:

1) Bayi (satıcı).

2) Müşteri (alıcı).

3) Müsemmeh (satılık mal).

4) Semen (satılan malın bedeli).

5) Sığa (icab ve kabul).

Bu beş şartan birinin veya bir kaçının noksan olması durumunda o alış-veriş sahih değildir.

Üçüncü şartın üzerinde biraz duralım ve izahatı yapalım.

Müsemmeh, yani satılık malın tarifi fıkhi olarak şöyledir: Elle tu­tulan, gözle görülen faydalı bir metadır. Eğer bir şey elle tutulup gözle görülmüyorsa, faydalı bir şey de olmazsa fıkhi yönden o mal değildir. Aynı zamanda satılması da caiz değildir. İbn-i Abidin ve Hanefi mezhebine bağlı diğer fıkıh kitaplarının hepsinde de öyledir. Şufa Hakkı da bu bunların birisidir. Örneğin; bir kişinin sizinle arsada komşuluğu veya ortaklığı olursa, sizin kendi arsanızı ya da payınızı satmaya ilan yapar­sınız o komşunuzun veya ortağınızın men edip sattığınız arsanın bedeli­ni vererek onu satın alma hakkı vardır ki bunun ismi de şufa hakkıdır. İslâmî ölçülere göre şufa hakkı satılması caiz değildir. Zira mücerred olan hukuklardandır. Başkalarına yani komşulardan başkalarına şufa hakkı satılmaz.

Çünkü elle tutulan, gözle görülen kısmından değildir. İşte telif hakkı da bu kısımdadır. Fakat bu zamandaki olan alimlerimiz malın ta­rifini güzel bir şekilde genişleterek elle tutulmayan ve gözle görülmeyen şey faydalı olduktan sonra, malın tarifine bırakmışlardır. Bunun için i-cad ve tercüme gibi şeylerin ne kadar mücerred hak da olsa maldandır o zaman bu malın alış-verişi kesinlikle caizdir. Bir de müteahhirin yani sonraki devirlerde gelmiş alimler bu tarife karşı çıkmışlardır. Her ne ka­dar şer'i kitaplarımız malı ayn (elle tutulup gözle görüle bir şey) tarifleri olmuşlarsa da, o tarif o zamana mutabık olarak yapılmıştır. Fakat za­manımızın örf ve adetleri değişmiştir. Bununla beraber malın mefhumu da değişmiştir. Bir de o tarif içtihadı bir tariftir. O zaman da matbaa yoktu her hangi bir müellif kendi kitabını başkaları tarafından çoğaltıl­masını istiyordu. Fakat bununla beraber pazara kitapları satmak için götürseydi bir alıcı da bulamazdı. Kağıdın ve matbaanın çoğaltmasiyle matbaacılık, kitapçılık, yayıncılık... Birer ticari yollar oldu.

Bu devirdeki çok alimlerimiz, insanların örf ve adetklerinin değiş­mesiyle malın tarifi ve mefhumunu da şu şekilde izahat etmişlerdir. Bu kıyasa göre bir şey, isterse bir ayn olsun, isterse bir menfaat olsun -ya­rarlı ve faydası olduktan sonra- ne kadar mücerred hak kısmında da olsa yine mal sayılır. Bunun için bu malın alış-verişi caizdir diye fetva vermiş­lerdir. Fetva veren alimlerden bazıları bunlardır: Nam kazanmış ve fakih-lerden meşhur olan Mustafa Ahmet ez-Zerka: "Ki etli olan herşeyin ister ayn olsun, ister menafi ve hukuk olsun, bunları ticareti caizdir." diye fet­va vermiştir. Bir de Abdurrahman el-İmadi el-Lakani... Bunlar ve bunla­rın görüşleri gibi olan alimler, örf ve adetin değişmesiyle, örfe ve adete gö­re bu hakların satışı caizdir diye kabul etmişlerdir.

Prof. Dr. Salahadddin Abdullatif isimli olan alimin de şöyle izahatı olmuştur: Devrimizdeki olan örf ve adetin değişmesiyle, malın tarifi de değşimiştir. Malın tarifinin içtihadi bir tarif olduğu için malın mefhumu da değişerek Ahmed el-Haci el-Kurdiye ihtirazda bulunmuştur. Şu hal-de te'lif hakkı mal kısmmdadır. Alış-verişi de caizdir. Muhakkak muellıt ve terceme eden Allah için telif etmesi ve tercüme etmesi gerekir. Telif ve tercümelerin satışı yeni meydana gelmiştir. Selef-i salihin zamanında yoktur.

Tercüme ve telif için az ücret veriliyor veya ücret verilmiyor diyerek bunlardan vazgeçmek caiz midir?

Cevap:

Tüm alimler konuşması ile İslâm'ı tebliğ etmekle mükelleftir. Öyle şeyleri yaparken para konularından dolayı bundan vazgeçerse, muhak-kul vuku kel vuku gibidir. Mesuliyeti vardır. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Hakkı beyan etmeyen kimse dilsiz şeytandır."

Bunun için tercüme ve telifden vaz geçerse vebal vardır. Fakat ben eserimi şu şahsa değil başka bir şahsa verebilirim. Bu çağda müslü-manlar ve gayri müslümanlar alimlerin kalemiyle ve lisanıyle tebliğsiz kalmışlardır. Bir insan, hakkı izah edebilecek bir vaziyette ise, bunu yapmazsa o zaman ilmi gizlemiş olur. Bunun için büyük bir cinayet meydana getirir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuş­tur:

"Kim ki hakkı ehline izah etmezse, gizlemişse, kıyamet günü ateş­ten bir gemle gemlenir."

Bir âlim cevap verebileceği sorulara, ancak ve ancak, güzel bir şe­kilde sorulduktan sonra, cevap vermek lazım gelir. Zira eline İslâm'ı öğ­retme zamanı gelmiştir. Fakat telif yapmak herkesin teklifini de kabul etmek mecburiyetinde değildir. Zira eserin yapması ve tercümesi ancak ve ancak yapılan teklif faydalı olsa, imkanı varsa, durumu da müsaitse bu şartlar olduktan sonra, telif ve tercüme etmelidir. Para için Öyle şey­lerden kaçmamalıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz dar'ul-ökbaya göç ettikten sonra H. Ebubekir (r.a.) halife seçildi. Seçimden sonrada kendisi için ve çoluğu çocukları için geçimleri temin için pazara çıkmak istedi. Çıkarken Hz. Ömer (r.a.)'a mülakatta bulundu. Hz. Ömer (r.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü'nün halifesi, hangi tarafa gtimek istiyorsun?" diye sordu.   O da: Kendi evimin teminatı için pazara gitmek istiyorum, dedi. Hz. Ömer (r.a.): Seni halife olarak seçtiler. Hilafetin yükü zordur ve işleri de çok vardır. Sen o işlerin yürütülmesiyle mükellefsin, bundan sonra ticaret işleri bırakacaksın. Artık bundan sonra kendinin ve ailenin ida­resini yapmak için beytü-I maldan yani devlet hazinesinden maaş ala­caksın, diye teklifde bulundu. O da bu teklifi kabul etti. Bunun için hu-Iefa-i raşidin idarelerini temin etmek için beytü-1 malden maaş alıyorlar­dı. Fakat bu zatların gayeleri İslâm'a hizmet etmekti. Nasıl ki tarihin göstermesiyle İslâm'da bütün kurumlarında çalışanların devletten maaş aldıklarını biliyoruz. Şu halde bir kişinin niye i hali samimi olarak İs­lâm'a hizmet olduktan sonra o zaman kitap ticaretiyle uğraşman meş­rudur. Aynı zamanda da bir sakıncası da yoktur.

İmam-ı Nevevi (r.a.) el-Mecmü da şöyle diyor: "Kitap ticareti yap­makta bir sakınca yoktur" kaydetmektedir. Fakat bu ticaretin, kişinin niyeti bir taraftan idaresini temin etmek, diğer taraftada İslâm'a hizmet etmek, bir de sadece bu ticaretin aynı zamanda ibadet sayılabilmesi için İslâm'a hizmet niyeti olmalıdır. Eğer bu niyet olmadığı takdirde o zaman ibadet sayılmaz. Yalnız olarak ticaret sayılır.

Telif eden veya tercüme eden kimsenin hazırladığı eserin ikinci nüs­hanın yaygın hakkının kendisine ait olmasını şart koşarsa bu şart caiz midir?

Cevap:

Sonraki devirlerde gelmiş alimlere göre, bunu şart koşarsa caizdir. Hatta ve hattaki ikinci nüshanın baskısını daha sonraki gelen baskıları­nın yayın hakkını diğer bir yayıncıda satması caizdir. Telif eden kişi ve yayıncı arasında birinci baskının nüshaları bitmedikçe ikinci baskının meydana çıkartmayacağına dair bir sözleşme meydana gelse, o zaman ikinci baskının telif hakkının satılması kesinlikle caiz değildir. Hatta ve hattaki Hanbelilere göre verilen bir sözü yerine getirmek vaciptir. Sözü­ne hulf eden kimse cezaya çarptırılmak zorundadır. Fakat çağımıza göre yayıncının elinde birinci baskıdan kitap kalmış ise ikinci baskıyı meyda­na çıkartmaması örf ve adet olarak kabule şayandır. Şu halde bu örf ve bu adete riayet etmek zorunludur. Daha sonraki devirlerde gelmiş alim­lere göre telif, malın mefhumuna olduğu için, başka kitaplardan müsa­ade almadan bir konu ve her hangi bir cümleyi almamalıdır. Bir kişi ya­yıncıya gidip ben şu şekilde bir eser telif ve tercüme yapabiliyorum, sen de şu kadar para bana vereceksin.

Burada telif veya tercüme hakkı caiz midir?

Cevap:

Bilginiz var ki her dört mezhebe göre, meydanda olmayan her hangi bir şeyin satışı kesinlikle caiz değildir. Ancak ve ancak Şafii mez­hebine göre "celalet" tarikiyle caiz olur. Cealetin anlamı şöyledir: Örne­ğin; şu kadar pirinç veya buğday vs. bana getirirsen, şu kadar para vb. vereceğim diye sözleşme yapmasıdır. Şu halde bu bir alış-veriş değildir. Bir de yazar da yayıncıda o işi bitmeden evvel işin her hangi bir merha­lesinde iptal hakkı vardır.

Müellifin ikinci, üçüncü ve diğer baskılarını yapan kitabından ücret almaması için bir dayanağı var mıdır?

Cevap:

Bir dayanak olmamakla beraber yine sözleşmeye bağlıdır. Eğer bi­rinci baskı için telif hakkı satılmışsa, daha sonraki meydana gelen bas­kıların basımı ve satışı için bir daha telif hakkı vermelidir. Telif hakkı vermeden yeni baskılar meydana getirmesi caiz değildir.

İslâmî ölçülere göre telif hakkı müellife yüzden fazla para Ödeniyor bu caiz midir?

Cevap:

Bu alış-veriş kısmında olduğu için anlaşmaya bağlıdır. Ve İslâmî ölçülere göre de caizdir.Yalnız yüksek fiyatın meydana gelmemesine ri­ayet etmek gerekir. Bu kıyasa göre yayıncı diyor ki, biz bu yüzden kita­bın etiketi üzerinden hesap ederek vermekteyiz. Etiket fiyatı da eserin cildinden kağıdına kadar kalitesi ile ilgili bir mesele. Müellif aynı za­manda emeği harcamasıyla beraber eserin, örneğin ciltli veya ciltsiz olu­şuna göre çok farklı ücret alıyor. Halbuki harcamayı biz yapıyoruz. Bu­nun onunla ilgisi yok, diyorlar. Cevap: Söylediğimiz gibi madem ki bu telif hakkı maldır. Şu halde satıcı ile alıcının anlaşmasına bağlı bir şey­dir. Ucuz olsun pahalı olsun ne şekil onlar anlaşılırsa, o vaziyette kalır.

Teyp ve video kasetlerinde telif hakkı var mıdır?

Cevap:

Vardır. Zira her ikisi de bir eser olduğu için, bunlar için de telif hakkı vardır. Fakat ticaret için olmazsa tek bir kaset veya video çekimi olursa o zaman iş değişir, örfen buna bir şey denmez. Şu halde ticaret yapmak için külliyetli bir miktarda çoğaltma olmuşsa telif ücreti verme­ye tabi olur.

Bazı kuruluşlardan veya kurumlardan patent veya bayilik almanın hükmü nedir?

Cevap:

Patent, Fransızca bir kelimedir. Anlamı ise esnaf teskeresi veya bir öğretim olayıdır. Para mukabilinde ilim öğretmek caizdir. Şu halde para mukabilinde patent almak caizdir. Fakat o paranın belli olması şarttır. Bayiliğinin alması da İslâmî ölçülere göre de bir sakıncası da yoktur.

Patent verildiği zaman üretimden elde edilen kazancın % 20'sinin patenti veren kuruluşa kaydırılması üzerine anlaşmanın îslâmî ölçülere göre bir sakıncası var mıdır?

Cevap:

Bu şekildeki olan anlaşma ise İslâmî ölçülere göre sakıncalıdır. Zi­ra ne kadar olacağı bilinmemektir. Fakat denilse ki ben bu formülü size beş milyona vereceğim bu patent öğretime geçeceğinden caiz olur. Zira semen bellidir.



[1] el-Fıkh'uI-Menheci, c.4, s.648

[2] Neyl'ul-Evtar, c.4, s. 196

[3] Neyl'ul-Evtar, c.4, s. 158

[4] el-Moğni, c.4, s. 123

[5] el-Fıkh'ul-Menheci, c.4. s.651

[6] el-Fıkh'ul-Menheci, c.4, s.651

[7] el-Fıkh'ul-Menheci, c.4, s.652

[8] el-Fıkh'ul-Menheci, c.4, s.653

[9] el-Fıkh'ul-Menheci, c.4, s.654

[10] el-Muğni, c.4, s. 123

[11] el-Fıkh'ul-Menheci, c.4, s.656

[12] el-Fıkh'ul-Menheci, c-4, s.657

[13] el-Fıkh'ul-Menheci, c.4, s.659

[14] el-Fikh'ul-Menheci, c.4, s.660

[15] el-Mugnl, c.4, s. 123

[16] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.665

[17] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.666

[18] l-Fikh'ul-İslami c.4, s.667

[19] Enbiya, 107

[20] Sebe, 28

[21] Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 5.411, Neyl'ul-Evtar c.5, s.94

[22] Hucurat, 13

[23] Ebu Davud, et-Taç, c.5, s.46

[24] NûrûlEbsar, c.l, s.85

[25] Tirmizi, Tac, c.4, s.463

[26] Ebu Davud, Tac, 5/46

[27] Sünen-i Ebu Davud, Tac, c.5, s.46

[28] Ebu Davud, Tac, 5/92

[29] Tac, c.5, s.92

[30] Taberani, Beyhaki ve Hakim, İbni Abbas'dan rivayet etmişlerdir, zayıftır

[31] Taberani, el-Evsat,'da Enes'den rivayet etmiş, zayıftır.

[32] Nesai, Enes'den rivayet etnıişt, zayıftır.

[33] el-Hakim, sahih isnadla İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet etmiştir.

[34] Maide, 38

[35] Nur, 2

[36] Haşr, 59

[37] Şuaara, 108

[38] Taha, 90

[39] Al-i İnıran, 31

[40] İbrahim, 36

[41] Hac, 5

[42] Nahl, 92

[43] Rum, 39

[44] Bakara, 275

[45] Bakara, 275

[46] Bakara, 278-279

[47] Buhari, 2615, Müslim, 89

[48] Neyl'ul-Evtar, c.5, s.214; Müslim, 1598

[49] Neyl'ul-Evtar, c.5, sh.214

[50] Hakim, Müstedrek, 11/37, İmam Ahmed

[51] Taberani

[52] Sübül's-Selam, c.3, s.37

[53] Rum, 39

[54] Nisa, 161

[55] Ali İmran, 130

[56] Bakara, 278

[57] Baka­ra, 279

[58] Tevrat, Çıkış: 70, bab22/25.

[59] İbn-i Abidin, c.3, s.290-9

[60] Fetevay-ı Hindiyye, c.2, s.232

[61] Fetva'yı Hindiyye, c.2, s.232

[62] Şerh-i Feth'il-Kadir, c.4, s.347

[63] El-Ümm, c.7, s.359

[64] el-Fıkh'ul-Menheci, c.4, s.80

[65] Nisa, 161

[66] Şirvan-i, c.9, s.291

[67] el-Fıkh'ul-İslami c.2, s.670

[68] el-Fıkh'ul-İsIami c.4, s.671

[69] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.672

[70] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.673-4

[71] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.676

[72] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.478-9

[73] el-Fıkhul-İslami c.4, s.679

[74] Neyl'ul-Evtar, 4/198

[75] el-Fıkh'ul-îslaml c.4. s.681

[76] el-Fıkh'ul-İslami c.4. s.682-3

[77] el-Fıkh'ul^İslami c.4, s.684

[78] el-Fikh'ul-İslami c.4, s.687-8

[79] Maide, 38

[80] el-Fıkh'ul-Menheci, c.3, s.58-9

[81] Buhari, 2068; Müslim, 1584

[82] Buhari, 2188

[83] Buhari, 2180

[84] el-Fıkh'ul-Meheci, c.3, sh.67-68

[85] Tirmlzi, 1225; Ebu Davud, 3359

[86] el-Fıkh'ul-Menheci, c.3, s.69

[87] Müslim, 1530

[88] el-Fıkh'ul-Meheci, c.3, s.71

[89] Müslim, 1542

[90] Buhari ve Müslim

[91] Buhari ve Müslim

[92] Buhari, 2078-9; Müslim, 1540

[93] el-Fıkh'ul-Mencei, c.3, s.72

[94] Ebu Davud, 3357

[95] Bakara, 279

[96] Müslim

[97] Bakara, 298

[98] Müslim

[99] Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud, İbni Mace ve Tirmizi

[100] Ebu Davud ve İbni Mace

[101] Bakara, 173

[102] Lem'alar, 131

[103] Lem'alar

[104] Sözler: 328.

[105] Bakara, 245

[106] İbnmace, 24-26

[107] İbni Hibban, 1115

[108] Buharı, 2257

[109] Müslim, 2580

[110] Müslim, 2699

[111] İbn Mace, 2431

[112] el-Fıkh'ul-Menheci, c.3, s.93

[113] Buhari, 2183

[114] el-Fıkh'ul-Meheci, c.3, s.94

[115] el-Fıkh'ul-Menheci, c.3, sh.96

[116] el-Fıkh'ul-Menheci, c.3, s.96

[117] Taberani

[118] El-Muhezzeb

[119] Hikem, Müstedrek, 11/17

[120] İbniMace

[121] Buhari, 2264, Müslim

[122] eI-Fıkh'ul,Menheci, c.3, s.98-9

[123] Buha-i, 1963

[124] el-Fıkh'ul-İslâmiyyu, c.4, s. 727-8

[125] el-Fıkh'ul-İslâmiyyu, c.4, s.728

[126] Bakara, 282

[127] el-Fukh'ul-İslâmiyyu, c.4, s.730

[128] el-Fıkh'ul-Menheci, c.3, sh.121-2

[129] Talak, 6

[130] Kasas, 26-27

[131] Neylu'l-Evtar, c.3, sh. 292

[132] Neylu'l-Evtar, c.5, s.314

[133] Neylu'I-Evtar, c.5, s.321

[134] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.731-2

[135] Muğnri-Muhtac, c.2, s.332

[136] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.733

[137] Buhari, Ebu Davud, Nesai, Ahmed

[138] Yusuf, 82

[139] el-Fıkh'uI-İslâm, c.4, s.735

[140] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.736

[141] Nisa, 29

[142] Feth'ul-Kadir, c.7, s. 150

[143] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.739

[144] el-Fıkh'ul-İsIami c.4, s.739

[145] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.471

[146] el-Fıkh'ul-îslami c.4, s.742

[147] el-Fıkh'ul-İsIami c.4, s.743

[148] Neylu'l-Evtar, c.5, s. 146

[149] el-Fıkh'ul-îsIami c.4, s.744

[150] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.745

[151] el-Fıkh'ul-İslaml c.4, s.746

[152] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.746

[153] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.748

[154] el-Fıkh'ul-îslami c.4, s.750

[155] Bakara, 233

[156] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.752

[157] Vefatı, H.1266

[158] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.752

[159] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.754

[160] el-Fıkh'ulİslamiyyu, c.4, s.757

[161] Maide, 1

[162] el-Fıkh'ulİsIamiyyu, c.4, s.760

[163] Buhari, 5935; Müslim, 2016

[164] Buhari, 5936; Müslim, 2016

[165] Buhari, 2121; Müslim. 1567

[166] Buhari, 2122; Müslim, 1581

[167] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.763

[168] el-Fıkh'uI-İslami c.4, s.768

[169] Bakara, 193

[170] Neyl'ul-Evtar. 5/298

[171] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.770

[172] el-Fıkh'ul-İslamî c.4, s.771

[173] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.772

[174] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.773

[175] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.774

[176] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.777

[177] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.779

[178] Neyl'ul-Evtar, c.5, s.223

[179] el-Fıkh'ul-İslami c.4, s.780

[180] el-Fetava el-Hindiyye, c.2, s.336

[181] el-Fetava el-Kübra, c.3, s. 152