YETMİŞİNCİ BÖLÜM... 2

CİNAYETLER VE CEZALAR.. 2

Henüz Tamamlanmamış Cana Karşı İşlenen Cinayet 9

Tazminat Nasıl Sabit Olur?. 10

1. İkrar: 11

2. Şahidlik: 11

3. Karineler: 12

4. Yenini Kabul Etmemek: 12

YETMİŞ BİRİNCİ BÖLÜM... 12

KASÂME.. 12

(YEMİN VERDİRME) 12

YETMİŞ İKİNCİ BÖLÜM... 15

KATLIN KEFFARETI. 15

YETMİŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 16

HADLER.. 16

(CEZALAR) 16

YETMİŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 23

KAZF HADDİ. 23

(ZİNA İFTİRA CEZASI) 23

Kazfın Hükmü: 23

YETMİŞ BEŞİNCİ BÖLÜM... 25

İÇKİ İÇMENİN CEZASI. 25

İçkilerin Çeşitleri/Haram İçkiler: 27

YETMİŞ ALTINCI BÖLÜM... 33

SİRKAT HADDİ. 33

(HIRSIZLIK) 33

YETMİŞ YEDİNCİ BÖLÜM... 39

HIRABE CEZASI. 39

(YOL KESİCİLERİN CEZASI) 39

YETMİŞ SEKİZİNCİ BÖLÜM... 41

SÂİL (SALDIRGAN)'IN DEF EDİLMESİ. 41

Irzı Savunmanın Hükmü: 43

YETMİŞ DOKUZUNCU BÖLÜM... 46

BAĞILER HÜKÜMLERİ. 46

(İSYANCILAR) 46

SEKSENİNCİ BÖLÜM... 49

İRTİDAD'IN HUKMU.. 49

(DİNDEN DÖNME) 49

İrtidatın Nedenleri: 49

Öldürülen Mürdetle İlgili Meseleler: 51

SEKSEN BİRİNCİ BOLÜM... 52

NAMAZI TERKETMENİN HÜKMÜ.. 52


YETMİŞİNCİ BÖLÜM

 

CİNAYETLER VE CEZALAR

 

Cinayetin tarifi: Cinayet: Cinayetin cemidir: 'Günah işledi, başkası­na kötülük yaptı' anlamına gelir. Aynı zamanda bedene, mala ve namusa saldırmaya da cinayet denir. Cinayetin ıstılahı manası İse kısas veya diyet gerektirecek şekilde bedene saldırmak demektir. Bu bakımdan cinayet, fakihlerin İstılahında lügat manasından daha özel bir manaya ıtlak olun­muştur. Cinayetin şer'i hükmü ve delili: Bedeni cinayetler haram ve yasak­tır. Bu bakımdan hiçbir bedene saldırmak caiz değildir. Müslümanlar tüm asırlarda cinayetin, haksız yere insan öldürmenin haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu hususta hiç kimse muhalefet etmemiştir. Cinayetin haram olduğu Kur'an, sünnet ve icma ile sabittir. Kur'andaki delil ise şöyledir:

Allah'ın haram kıldığı bir cana haksızca kıymayın, zulmen öldü­rülen kimsenin velisine (kısas ya da diyet istemede) yetki verdik. O (ve­li) kısasta ileri gitmesin. Çünkü kendisine yardım edilmiştir. [1]

Başka bir ayet ise şöyledir:

Bir Mü'minin diğer bir mü'mini öldürme yetkisi yoktur. Ancak yanlışlıkla olması müstesna. [2]

Bir Mü'mini kasden öldüren kimseye gelince, onun cezası orada da­imi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, ona lanet etmiş ve bir de ona büyük (dehşetli) bir azap hazırlamıştır. [3]

Hadise gelince Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilah bulunmadığına ve benim de Allah'ın muhakkak bir elçisi olduğuma şahadet eden müslüman kimsenin kanı helal olmaz. Ancak şu üç sebepten biri ile helal olur: Evli olduğu halde zina etmekle, kasden öldürmekle, dinini terk edip cemaatten ayrılmakla.[4]

Helak edici olan yedi şeyden çekiniz. 'Onlar nelerdir? Ey Allah'ın Ra-sülü!' diye sorulunca, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, bir hak karşılığı olmak müstesna Allah'ın haram kıldığı bir nefsi öldürmek, yetim malı yemek, riba (Faiz) kazancı yemek, düşmana hücum sırasında savaştan kaçmak. Zinadan masum olup hatı­rından bile geçmeyen müslüman kadınlara zina isnad etmek. [5]

Haksız yere adam öldürmenin haram olduğunda, müçtehid imamlar arasında hiçbir ihtilaf vaki olmamıştır. Allah'u Teala'ya ortak koşmaktan sonra, en büyük günah adam öldürmektir. Adam öldürüp helal sayan bir kimse kafir olur ve ayette buyurulduğu gibi; "Onun cezası, içinde sürekli kalacağı cehennemdir" Fakat helal saymazsa, günahkar ve fasık olur. Ka­fir sayılmaz ve cehennemde ebedi kalmaz. Cehennemde uzun bir zaman­dan sonra, Allah (c.c.) dilediğinde onu affeder ve cehennemden onu çıka­rır Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Şüphe yok ki Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Şirk koşmaktan başka diğer günahları dilediği kimse için bağışlar. [6]

Şu halde kati de bu günahlardan sayılır. Başka bir ayette ise şöyledir

Ey nefisleri aleyhinde aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetin­den ümit kesmeyin. Zira o, bütün günahları affedicidir. [7]

Kafirin tevbesi makbul olduğuna göre, fasık ve asi bir müslümamn tevbesi bittank evla makbul olur. Allah Teala'nm "Bir mü'mini kasden öldüren kimseye gelince; onun cezası, orada daimi kalmak üzere ce­hennemdir.[8]

Sözü kasden insan öldürmeyi helal gören kişiye hami edilir veya eğer tevbe etmezse Allah onu affetmez, şeklinde anlaşılır. Bu ayetin mut­lak olduğu, fakat zikredilecek şu ayetle tahsis edildiği de söylenmiştir: Şüphe yok ki Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ortak koşmaktan başka diğer günahları dilediği kimse için bağışlanır.[9] Cinayetin çeşitleri: İnsan öldürme ve öldürme dışındaki cinayetler olmak üzere iki kısma ayrılır:

1. insan öldürme: Kasti (bilerek) öldürme kasde benzer öldürme ve yanlışlıkla öldürme olmak üzere üç çeşittir. Her birinin ayn tarifi ve onlara bağlı has hükümleri vardır: Şimdi bunların izahına geçiyoruz:

1. Kasti öldürme: Genelde öldürücü bir aletle birinin canına kasd edip ve bilerek onu öldürmektir. Bu gibi öldürme; kama, büyük sopa, taş ve tabanca, yakma ile de olabilir. Bütün bu öldürme şekilleri kasd ve öl­dürücü bir vesile ile olduktan sonra hükmü aynı olur. Şu halde, bu öldür­me çeşidi de iki şey aranır; bir kasıd, öteki de öldürme aleti. Hükmü: Biri dünya ile ilgili, öteki de ahirete ait olmak üzere iki hükmü vardır: Dünya­ya ait olan hüküm: Katile kısas cezası uygulanır: Ahirete ait olan hüküm ise, haram ve büyük günahdır. Küfür derecesinden sonra en büyük gü­nahtır. Zira cezası, cehennemde en şiddetli azaptır. Onun için katil tevbe etmezse, af ve mağfiretle Allah'u Teala'mn yardımı ona yetişemezse, onun cezası, içinde sürekli kalacağı cehennemdir. Zira yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

Bir mü'mini kasden öldüren kimseye gelince; onun cezası ora­da daimi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş. Ona la­net etmiş ve bir de ona büyük (dehşetli) bir azab hazırlamıştır.

Öldürmenin dünyevi hükmü ise kısastır. Buna gavad denir. Keved, çekilme manasına gelir. Zira insanlar, katili bağlayarak öldürüleceği yere çekip götürürler. Kısasın delili şu ayeti cehledir:

"Ey iman edenler! Öldürmelerde üzerinize kısas farz kılındı. Hü­re karşılık hür, köleye karşılık köle ve kadına karşılık kadın (kısas edilir) fakat katil bir kişi, kendi lehine (ölenin) kardeşi tarafından af­fedilirse, artık (maktulün velisi) örfe uygun (diyeti) tahsil etsin, (katil­de) güzel bir şekilde (diyeti) ödesin. Bu uygulama Rabbinizden size bir hafiflik ve rahmettir. Bu (antlaşmadan) sonra (anlaşma şartlarına) te­cavüz eden kim olursa olsun onun için elem verici bir azap vardır. Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır. Umulur ki böylece (kısa­sı gerektiren hareketlerden) sakınırsınız!" [10]

Hakikaten kısas cezasının tatbikatında hayat mucuttur. Zira kısas cezası uygulanırsa, öldürme olayları yok denecek kadar azalır. Öyle ki adam öldürmek isteyen bir kimse; "şu adamı öldürürsem, kesinlikle beni de öldürürler" der ve bu işten vazgeçer. Böylece hem kendi hayatı, hem de öldürmek istediği adamın hayatı kurulmuş olur. Kısasın terki ve affı: kı­sas, aslı bir hükümdür. Kasden bir kişiyi öldürme üzerine terettüb eder. Kısas, öldürülen kişinin velilerinin hakkıdır. Onlar isterlerse bu hakkı ka­tilden alırlar. Kadı, katili öldürme imkanını onlara vermek mecburiyetin­dedir. Zira yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

Zulmen öldürülen kimsenin velisine (kısas ya da diyet isteme­de) yetki verdik. O (veli) kısasta ileri gitmesin. Zira (bu yetki veril­mekle) kendisine yardım edilmiştir." [11]

Şu halde öldürülen kişinin velisi kadı'nin yardımına mazhar olmuş­tur. Yani kadı tarafından iyi bir şeye erişmiştir. Öldürülen kişinin velileri isterlerse kısastan vazgeçerlerse, katilin diyet ödemesi gerekir. Katil gecik­tirmeden ve tam olarak kısasın yerine diyeti ölünün velilerine vermek zo­rundadır. Zira diyetin verilmesi vacibtir.

Zira yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:

Fakat (katil) bir kişi, kendi lehine (ölenin) kardeşi tarafından affedilirse, artık (maktulün velisi) örfe uygun (diyeti) tahsil etsin, (Ka­til de) güzel bir şekilde diyeti ödesin. [12]

Abdullah b. Abbas bu ayet hakkında 'Kasden işlenildiğinde, af, diye­tin kabul edilmesidir' demiş ve "(katilde) güzel bir şekilde (diyeti) ödesin" ibaresini, bu marufa uyularak güzellikle eda edilmesi gerektiği şekilde yo­rumlamıştır. [13] Hz. Peygamber (s.a.v.) öldürülen kişinin velisinin hakkı hususunda şöyle buyurmuştur. Her kimin bir yakını öldürülmüş ise, o kişi, iki görüş­ten birini seçmek durumundadır. Ya affeder veya (kısas olarak katili) öl­dürür. [14]

Hadisin diğer bir versiyonunda ise şöyle buyurulmuştur: Yakını öl­dürülen kişi ya kısas olarak katili öldürür veya diyet alır.[15]

Burada şu hususun bilinmesi lazımdır. Öldürülen kişinin velilerin­den bazıları katili affederse, hepsi affetmiş sayılır. Zira kısas bölünemez bütündür. Velhasıl; maktulün velisi kısası uygulatmak, diyeti verdirmek veya diyetsiz olarak katili affetmekten birini yapmakta serbesttirler. Mak­tulün velileri kısastan affetme hakkına sahip oldukları gibi, diyetinin hep­sinden veya bir kısmından vazgeçmek yine serbesttirler. Bütün bu aflarla ilgili olarak Allahu Teala şöyle buyurmuştur:

"Affetmeniz tekvaya daha uygundur.[16] Diyet: Bir kimseyi öldürme ve bir organını kesip yaralama duru­munda ödenmesi gereken maldır. Kasti olarak öldürülenin diyeti; dört ya­şına basmış 30 deve, beş yaşına basmış 30 deve ve gebe olan 40 deve ol­mak üzere toplam 100 devedir. Kasten işlenen cinayetin diyeti, üç yönden ağır hükümler taşar:

1. Acilen verilmesi.

2. 100 devenin yaşlan itibarıyla üç kısımdan ödenmesi.

3. Diyetin yalnız katilin malından alınması. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

389 "Kasden adam öldüren kişinin velileri (akilesi) onun diyetini ödemek mecburiyetinde değildirler.[17]

İbn Şihab'ın şöyle dediği rivayet ediliyor:

Sünnet, kasden adam öldüren kişinin akrabalarının onun diyetini ödemeye katılmak mecburiyetinde olmadıkları şeklinde cari olmuştur. An­cak katilin akrabaları isterse diyetin ödenmesine yardım edebilirler. [18]

Diyetin ağırlaştırılmasının delili, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyur­muştur:

Kasden bir mü'mini öldüren bir kimse, maktulün velilerine teslim edi­lir. İsterse öldürür, isterse diyet alırlar. Diyetin miktarı dört yaşına basmış 30 deve, beş yaşına basmış 30 deve ve gebe olan 40 devedir. Bir şey üzeri­ne sulh yapsalar, kendilerine caizdir. Bu şekilde ödeme, diyette ağrırlaşmadır. [19]

Eğer o yörede deve bulunmuyorsa, kıymeti ne kadar para tutarsa o kıymeti vermek lazımdır.

2. Kasden öldürmeye benzer öldürmenin Hükmü: Biri uhrevi, öteki dünyevi olmak üzere iki kısımdır: Uhrevi hükmü, haram ve günah olduğu için ahirette azaba duçar ve müstahak olur. Zira burada kasden öldürme söz konusudur. Fakat azabı, kasti öldürme azabından daha azdır. Dünye­vi hükmüne gelince; katil öldürme kadına olmadığı için, hakkında kısas cezası yoktur. Eğer maktulün velisi katilin öldürülmesini ne kadar isterse yine bu kısas uygulanmaz. Fakat diyet olarak yine 100 devenin ödenmesi gerekir. Bu diyetde, bir tarafı ağır ve iki taraftan hafiftir. Şöyle ki:

1. Develer yukardaki usule göre ödenir.

2. Üç yılda ve üç taksitte verilir.

3. Katile beraber asabe durumunda olan varisleri diyet ödenmesine katılırlar. Bu hükme delil olarak Peygamberimiz (s.a.)şöyle buyurmuş­tur:

"Kasde benzer öldürmenin diyeti, kasden öldürmenin diyeti gibi ağır­dır. Fakat sahibi öldürülmez. [20]

Bu diyete, katilin akrabasının iştiraklarıyla ilgili olarak, Muğire b. Şu'be (r.a.) şunları nakl etmiştir:"Bir kadın, hamile olan kendi kumasını bir çadır direği ile vurarak öldürdü o kadın gebeli olduğu halde öldürdü. Hz. Peygamber (s.a.v.) mak­tule kadının diyetini, katilinin asabe durumunda olan varislerine yükle­di" [21]

Bu da, akrabalar arasında bir yardım etmek anlamına diye yapıl­mıştır. Bu akrabalardan amaç, baba tarafından erkeklerdir. Fakat katilin babası ve çocukları buna dahil değildir. Bunlar, diyetin ödenmesine katkı­da bulunmak zorunda değildirler. Katilin asabelerinden en yakını kimse, diyetin fazlasını o yüklenir, katilin asıl ve ferlerinin diyete iştirak etmeye mecbur olmadıklarının delili Ebu Rimse'nin rivayet ettiği şu hadistir:

"Ben babamla beraber Rasûlullah'ın (s.a.v.) yanma gitmiştim. Rasu-lullah (s.a.v.) bir zata (veya Ebu Rimse'nin babasına) 'Bu çocuk kimdir?' dedi. O da 'oğlumdur', cevabını verdi. Rasûlullah, çocuğun cinayetinden dolayı bir şey vermez." [22]

Kasde benzer öldürme çoğunlukla öldürücü olmayan bir aletle, hak­sız yere bir kişiye vurup onu öldürmektir. Mesela küçücük bir deynek ile vurup tehlikeli yere isabet etmesi veya adamı bağlayıp su kenarında bı­rakmak gibi bir sebeple öldürme sebebi yapmaktır.

Kasden öldürmeye benzer cinayetleri küçük öldürmeye benzer cina­yetler: Küçük sopa veya kamçı gibi meydana gelen cinayetlerdir. Bunların diyeti, 40 gebe olmak üzere 100 devedir. [23]

Bu diyet baba tarafından erkeklerdir. Zira Rasülü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Oğlunun işlediği cinayetten dolayı babası onun diyetini vermek zo­runda olmadığı gibi, oğlu da babasının işlediği cinayetten dolayı onun di­yetini vermek zorunda değildir.

Başka bir hadis de şöyledir:

Çocuk, babasının diyetini ödemekten tedbire edilmiştir. Yani kur­tarmıştır. Hanefilere göre, öldürme dışındaki fıilerde kasta benzer cinayet yoktur. Bu tür cinayetler ya kasti olur ya da hata yoluyla olur. Çünkü ata benzeri silah olmayan yahut onun hükmünde olmayan bir şey ile vurmak­tadır. Ağır bir taş ve büyükçe bir sopa ile vurmak gibi. Bunun meydana gelmesi vurma aletine bağlıdır. Öldürmenin hükmü ise kullanılan aletin farklılığına göre değişir. Öldürme dışındaki fıilerdeki telefin hükmünde ise, aletin farklılaşması ile farklılık olmaz. Bunda sadece meydana gelen neti­ceye bakılır. Bu ise telef etmenin ortaya çıkması yahut saldın kastıdır. Bu­nun için fiilin kastına delaleti bakımından bütün aletler arasında eşitlik vardır. Buna göre fiil sadece ya kastendir ve hataendir. Hanefilere göre kasta benzer cinayetin cezası kastın cezasının aynısıdır. Buna delil de on­ların söyledikleri şu sözdür: "İnsanı öldürmede kasta benzer olan bir şey, onun dışındaki saldırılarda kasıttır. [24]

3. Hataen (yanlışlıkla) öldürme kasıtsız ve istemeyerek yapılan öl­dürmedir. Mesela; bir adamın kayarak başkasının üzerine düşmesi veya ava ok atıp, okun bir insana isabet etmesi gibi sebeplerle vuku bulan öl­dürmelerdir. Hükmü, bunun da uhrevi ve dünyevi olmak üzere iki hükmü vardır. Uhrevi hükmü, affa tabidir. Günah ve cezası yoktur. Zira Rasülü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Şüphesiz Allah; Yanılma, unutma ve zorlama nedeniyle ümmetimin üzerinden sorumluluğu kaldırmıştır. [25]

Hataen öldürmenin dünyevi hükmü ise: Ortada kasıt bulunmadığı için katile kısas yapılmaz. Yani öldürülmez. Fakat bu katile diyet lazımdır. Üç sene zarfında taksitler halinde katil ile birlikte baba tarafından erkek olan akrabalarının diyeti vermeleri lazımdır. Bu diyetde 100 devedir ve beş kısmına ayrılır; İki yaşını basmış 20 deve, üç yaşına basmış 20 erkek deve dört yaşma basmış 20 deve ve beş yaşına başlamış 20 deve olmak üzere toplam 100 deve. [26]

Bunu da yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

Yanlışlık dışında bir mü'min, diğer mü'mini öldüremez. Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, rnü'min bir köleyi (kefaret olarak) azad etmesi ve ölenin ailesine de bir diyet vermesi gerekir. Ancak (ölenin alisi bu diyeti almayıp) bağışlarsa başka. [27]

Şu halde; her üç öldürme çeşidinde de diyetten başka, katil keffaret verecektir. Bu kefaret, mü'min bir köleyi azad etmek, buna gücü yetmez­se, iki ay arka arkaya oruç tutmaktır. Hemen bu konuda bunu da belirte­lim ki, kasti Öldürmede diyeti yalnız katile aittir. Zira bu suçu o işlemiştir. Fakat kaste benzer öldürme ve yanlışlıkla öldürmede, diyet yalnız katile ait değildir. Asabe olan akrabalarının da kendisine yardım etmeleri lazım­dır. Zira bu durumlarda kasıd yok ve aynı zaman da katil her üç öldürme çeşidinde de kefaret vermekle yükümlüdür. Bu keffaret yüce Allah'ın bir hakkıdır. Şu halde diyetten ne kadar affedilse de bile, yine keffaret ver­mekte zorunludur: Diyeti yalnız katili verirse, altından kalkması mümkün değildir. Bu nedenle İslam dini, azar azar bu diyeti akrabalara da yükle­miş ki, kasıtlı olarak cinayet işlemeyen böyle bir katile yardım etsinler ve akrabalık bağlan kuvvetlensin. Hataen adam öldürmenin diyetinin üç yıl­da Ödenmesi ise Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Ömer ve İbn Abbas'm sözüne daya­nılarak hükme bağlanmıştır. Bu hükümde de Ashab-ı Kiramdan da hiçbiri onlara muhalefet etmemiştir. Bunun için bu hüküm üzerinde icma vaki olmuştur.

İmam Şafii şöyle demiştir:

Hz. Peygamber (s.a.v.) hataen adam öldürmede, diyeti katilin akra­balarının üç yılda ödemelerine hükmetmiştir. Ulema, diyetin üç senede ve her sene üçte bir alınması hususunda mutabık kalmışlardır. [28] Şafii mez­hebi alimleri hataen öldürmede diyetin bazı durumlarda ağırlaştınlacağını söylemişlerdir: Mesela: Mekke sınırlan dahilinde olması hataen öldürme­nin haram aylarda olması halinde diyet ağırlaşır. Haram aylan zi'1-Kade, zi'1-Hicce, Muharrem ve Receb aylandır. Bu aylann şerefi ve hürmeti var­dır. Müslümanlar bu aylarda düşmana karşı savaş açmazlar.

Zira. yüce Allah şöyle buyurmuştur:

(Ey Muhammedi) Sana haram aylarından ve onda savaşmanın doğru olup olmadığından soruyorlar deki: Haram ay'da savaşmak bü­yük bir günahtır.[29] "Ey iman edenler! Ne Allah'ın hacda (uyulması istenen) adetlerine, ne haram ay'a hürmetsizlik etmeyin. [30]

Bir de anne, baba, amca, kız kardeş dayı ve benzeri yakın akrabala-nn hataen öldürülmesi, diyeti ağırlaştırır.

4. İnsan öldürme dışındaki olan cinayetler. Bu da; insan yaralama, organ kesme ve organı etkisiz hale getirmek üzere, üç kısma ayrılır:

1) Yaralama cinayeti yüz, baş ve vücudun yaralanması gibi cinayet­lerdir. Yaralamada kısas yoktur. Zira zabtu-rabtı çok zordur. Yüz ve başta meydana gelen yaralamalar ki buna şecac denir. Şu halde baş ve yüzde meydana gelen yaralamalar on çeşittir:

1. el-Harise denen yaralama da deri hafifçe yırtılır. Örneği: Tırnakla­mada yaralamada deri hafifçe yırtılır. Örneği: Tırnaklamada olduğu gibi bir iz bırakır. Buna el-Gaşire denir.

2. ed-Damiye denen yaralama, bu yaralamada deri yırtılır, sızı mey­dana gelir. Kan çıkarsa da akmaz. Eğer akarsa bu yaralamaya damiye de­nir.

3. el-Badıa denen yaralama; Bu yaralamada et de hafifçe parçalanır. Zaten bu ismi, kesmek manasına gelen el-bid'a kökünden alınmıştır.

4.  el-Mütelahime denen yaralama bu yaralamada et ve deri parça­lanmakla birlikte et ile kemik arasındaki ince zara ulaşmaz. Buna etleşen, iyileşen manasına gelen el-Lahime de denir. Buna bir isim verilmesi, iyi­leşmesinin kesin olmasındandır.

5. es-simkak denen yarama bu yaralamada et ile kemik arasındaki perde de yaralanır. O perdeye arapçada es-simsak denir.

6. el-Muzıha (Muvazzıha) denen yaralama bu yaralama da simhak denilen perde yırtılır ve kemik ortaya çıkar. Şu halde yaralamada kullanı­lan alet kemiğe ulaşır.

7. el-Haşime denen yaralama bu yaralamada kemik kınlır. Kemiğin ortaya çıkıp çıkmaması durumu değiştirmez.

8. el-Mungıleden yaralama bu yaralamada kemik bir yerden diğer bir yere kayar. Kemiğin ortaya çıkıp çıkmaması durumu değiştirmez.

9. el-Me'müme denen yaralama bu yaralamada, yaralamada kullanlan alet beyin zarına kadar ulaşır. Bu yaralama Aynı zamanda el-emme de denir.

10. ed-damiğe denen yaralama bu yaralamada beynin torbası yırtı­lır. Yara beyne kadar ulaşır. Bu yara muhakkak surette öldürücüdür.

Şunu belirtelim ki bu yaralanma şekilleri içinde sadece el-Muziha denen yaralama da kısas vacib olur. Zira el-Müzıha denen yaranın benze­rini yaralayan kişiye açmak kolaydır. Bunu dışındaki yaralamalarda kısas vacib değildir. Bu nedenle bu yaralamalarda kısas vacib değildir. Karşılı­ğında diyet alınır.

2) Organ cinayeti; bu da başkasının el, ayak ve kulağını kesmek ya da gözünü çıkarmakla olur. Öldürme cinayetinde olduğu gibi, organ cina­yetleri de kasti kaste benzer veya yanlışlıkla olmak üzere üç kısımdır. Organlara karşı kasti olarak işlenen cinayetlerde kısas gerekir. Başkasının elini kesenin de eli kesilir. Yani caniye yaptığının misliyle karşılık verilir. Bu uygulamada organlar arasında eşitlik bulunması da gerekir. Şöyleki; bir kimse, birisinin sağ elini keserse, onunda sağ eli kesilir v.s. Fakat kas­te benzer ve yalnışlık yapılan organ cinayetinde kısas yoktur. Diyet lazım gelir. El, ayak, kulak, göz gibi organların diyeti tam diyetin yarısıdır. Yani 50 devedir.

3) Cinayet, bazı durumlarda organların birini veya bir parçasını ya­rarsız ve etkisiz hale getirmekle olur. Bu durumda aşağıdaki cinayetlere göre diyet vacibtir.

1. Aklı kökten götürmek: Bir kişi, herhangi bir sebeple bir insanın aklını etkisiz hale getirirse, yani onun delirmesine sebep olursa, tam diyet vermesi vacib olur.

2. İşitme: Her iki kulağı etkisiz hale getiren kimseye tam diyet tek kulağı etkisiz hale getirirse yarım diyet lazımdır.

3. Görme; her iki gözlü kör edenin tam, tek gözü etkisiz hale getire­nin de yarım diyet vermesi lazım gelir.

4. Koklama: Bu duyunun hepsini etkisiz bir hale getirenin tam diyet vermesi vacibtir.

5. Konuşma: Bir kimse herhangi bir sebeple başkasının dilsizliğine sebebiyet verirse, tam diyet vermesi vacibtir.

6. Erkeklik kuvvetinden düşürme: Bir kimse her hangi bir sebeple, başkasının kısırlığına sebebiyet verirse; yani onu cinsel ilişkiden düşürür-se, tam diyet vermesi vacibtir.

7. Gebelik; herhangi bir sebeple kadını gebelikten düşürürse, yani kısırlığa sebebiyet verirse, kadının diyeti olan yarım diyet lazımdır.

8. Felç; bir kişinin herhangi bir sebeple, başkasının el veya ayakları­nın felcine sebebiyet verirse, kendisine tam diyet lazımdır. Kısasın müm­kün olmadığı hallerde ise (bu hataen fiil ve şüphe taşıyan fiildir) diyet ve erş gerekir. Buna göre genel olarak bir organın kesilmesinin cezası, kısas yahut diyet ve tazirdir. Organlardan sağlanan faydanın pratikte ortadan kaldırılmasının cezası ise diyet ve erştir. Diğer yaralamalar ve şcac (baş ve yüzdeki yaralama) ise kısas yahut erş ve hükümet-i adi vacibdir. Kısas: Öldürme veya organ cinayetini işleyen kişiye yaptığının misliyle muamele­de bulunmaktır. Kısacası, cinayete misilleme demektir. Kısas, kasti öldür­me ve kasdı organ kesme cinayetlerinde uygulanır. Erş: İnsan vücuduna karşı işlenen öldürmeden aşağı cinayetlerdeki şer'an miktan tebit edilmiş ödenmesi gereken mal demektir. Hükümet: ehli vukuf tarafından takdir edilecektir. Buna hükümet-i adi de denir: Seran miktan tespit edilmemiş olan şeylerde, hakimin bilir kişi aracılığı ile takdir edeceği maldır. Çolak el ve buna benzer menfaati şeylere karşı işlenmiş cinayet ile: Yaralama, or­ganı işlemez hala getirme ve benzerleri gibi. Fakihlere göre azalardan (el-atratan) kasıt, eller ve ayaklardır. Parmak, burun, göz, kulak, dudak, diş, saç, göz kapağı ve benzerleri de onlar gibi değerlendirilir. Organları kesme­nin cezası ya kısastır veya her hangi bir sebep dolayısıyla kısasın uygulan­masına imkan olmazsa onun yerine geçmek üzere diyet ve tazirdir. Birinci asli ceza kısas: Öldürme dışında kalan azalarda ve yaralamalarda taraf (organ); kulak, el ve ayak gibi sonu belli, sınırı olan organdır, yara ise ya­ralama ile meydana gelen etkisidir. Yaralamadığı zati değildir. Yaralama­larda kısasın uygulanabilmesi için Öldürmede kısas için öngörülen genel şartlar aranır ve ayrıca buna dair özel şartlar da eklenir. Genel şartlar: Hanefilere göre cinayeti işleyen caninin akıllı ve baliğ, kasten yapmış, ira­de sahibi olması kendisine karşı cinayet işlediği kimsenin aslı (babası, de­desi..} olmaması ayrıca kendisine karşı cinayet işlenen kimsenin caninin bir parçası yahut da mülkü olmayıp kanı koruma altında olan birisi olma­sı, cinayetin sebep olmak yoluyla değil de dolaysız olarak işlenmesi ve mi­sillemeye imkan verecek şekilde kısasın mümkün olması aranır. [31] Cum­hur, kasten öldürmede de açıkladığımız gibi ayrıca kendisine karşı cinayet işlenen kimsenin caniye denk olmasını da şart koşarlar. Onlara göre cina­yetin sebep yoluyla olmasıyla mübaşereten (dolaysız) olması arasında fark yoktur. Buna göre genel olarak kısasın engelleri aşağıdaki gibi sıralanır:

1. Baba bulmak: Öldürmede olduğu gibi, öldürme dışındaki cina­yetlerde de çocuğa karşılık babaya kısas uygulanmaz. Zira: "Çocuğuna karşılık babaya kısa uygulanmaz" hadisi bunu gerektirmektir. Bu hüküm­de dört mezhep ittifak halindedir. [32]

2. Denkliğin olmaması: Hanefilere göre öldürme dışındaki cinayet­lerde cani ile mecniyyünaleyh arasında denklik iki yahut üç halde, cum­hura göre iki halde ortadan kalkar: Hanefilere göre bu hal cinsiyet farklıhğı ile adet benzerliğinin olmamasıdır. Buna göre erkek ile kadın arasında öldürme dışındaki yaralamalarda kısas yoktur. "! Çünkü Hanefilere göre âza mal gibidir. Erkek ve kadının diyeti arasında misliyet tehakuk etmedi­ğine göre zira kadının diyeti erkeğin diyetinin yansıdır. Kadının azalan ve erkeğin azalan arasında denklik ve eşitlik ortada olmadığına göre, azalan arasında kısas da yine yoktur. Örneği, birkaç kişi tek bir kişinin elini ya­hut parmağını kesse veya dişini çıkarsa, o zaman canilere kısas yoktur. Zira çok el ile bir tek el arasında mümaselet yoktur. Cumhura göre ise ka­dına karşılık erkeğe kısas uygulandığı gibi, bunun aksi halde de kısas uy­gulandığı için, bir çok kimsenin eli bir tek el karşılığında kesilir. Bir de cumhura göre denkliğin olmadığı iki hal ise -öldürme dolayısıyla kısasta olduğu gibi- hürriyet ve müslümanlıktır. Bu durumda cumhura göre köle karşılığında hür kimseye kısas yoktur. Fakat hür kimse karşılığında köle­nin âzası kesilir. Köleye karşılık kölenin azası de kesilir. Hanefilere göre Hür ile köle arasında mutlak olarak kısas yoktur. Bunun aksi de öyledir. Bizzat köleler arasında da yine kısas yoktur. Zira onlar arasında mümase­let yoktur. Zira kıymeti farklıdır. Şu halde Hanefilere göre öldürmeden başka yaralamalarda kısasa mani üçüncü bir haldir. Cumhura göre kafir olan zimmi karşılığında müslümana, öldürme dışındaki cinayete dolayısıy­la, kısas yoktur. Fakat Şafiilerle Hanbelilere göre müslümana karşılık zim-minin âzası kesilir. Zira canda denklik yoktur. Malikilere göre ise müslü­mana karşılık zimminin âzası kesilmez. Zira öldürmenin dışındaki cina­yetlerde kısas her iki taraf arasında eşitliği gerektirir. Müslüman ile kafir arasında ise mutlak olarak eşitlik olmaz. [33]

3. Şafiilerle Hanbelilere göre saldıranın kasta benzer olması; mese­la, bir kişi bir diğerine bir tokat atıp gözünü patlatır yahut bir küçük taş atıp elini felç eder. Yahut mudiha (başın derisini yanp kemiğin ortaya çık­tığı yara) sonucunu verecek şekilde bir şişkinlik olursa Şafiilerle Hanbeli­lere göre kısas yoktur. Böyle bir durumda Şer'an göz yahut el için tesbit edilmiş olan diyetin ödenmesi gerekir. Diyet: Cana ya da can hükmünde olana karşı işlenen cinayet sebebiyle ödenmesi gereken maldır. Şu halde "diyet" can bedeli ya da onun hükmünde olan bedeller hakkında, kullan­mışlardır. Diyetin meşruluğu kitap, sünnet ve icma ile sabit olmuştur. Malikilerle Hanefilere göre caniye kıssa uygulanması gerekir. Zira onlann yanında öldürmenin dışındaki kasta benzer saldınlann hükmü, saldın ni­teliği bulunduğundan dolayı, kastilik hükmüdür.

4. Hanefilere göre fiilin tesebbüben olması: Yani öldürme yahut öldürmenin dışındaki cinayetlere kısasın uygulanabilmesi için cinayetin dolaysız olarak yapılması gerekir. Cumhura göre muhalefet vardır.

5. Hanefilere göre cinayetin darü'l harbde meydana gelmesi:

Eğer orada öldürme yahut cinayet meydana gelse kısas yoktur. Bu konu­da tüm mezhepler imama muhalet etmişlerdir.

6. Kısasın uygulanmasına imkan olmaması: Eğer kısasın uygu­lanması mümkün değilse, fakihlere göre öldürmede yahu cinayette kısas yoktur. O vakit kısas diyete dönüşür. [34]

İnsan öldürme dışındaki cinayetlerde kısasın uygulanması için şu üç hususta cinayet ile ceza arasında misillemenin gerçekleşmesi gerekir. Fiilde misilleme, yerde yahut yer ve isimde misilleme, menfaat yahut sağ­lıkta mükemmellik itibariyle misilleme.[35]

Misillemenin şart olduğunun delili ise, yüce Allah'ın şu buyruklandır:

Yaralar ise kısastır.[36] "Eğer ceza verecek olursanız si­ze verilen zararın misli ile cezalandırınız.[37] "Kim size bir haksızlık yaparsa siz de onun size yaptığı haksızlığın misli ile onu ce­zalandırınız. [38]

Bu cinayet miktarının fazlası, koruma altında olup o kısma tecavüz edilmesine engel olur. O bakımdan kısasta cinayet mahalline en yakın olan eklemden itibaren kısas uygulanır ve geri kalanında kısasın uygulan­masına imkan olmadığı için, bir telafi bedeli verilir. Örneği: Bir kişi bir başkasının elini kolunun yansından itibaren kesse, kolu kesilen kişi bi­lekten kısas işleyebilir. Zira bu kısasın, uygulanması mümkün olan ve ci­nayetin sınırlan içerisinde olan bir yerdir. Geri kalan için ise bedel alır. Zi­ra geri kalan misillemenin imkansız olduğu bir kemik kırmadır. Göğüs, o-muz yahut boyun kemikleri gibi kemiklerin kınlması halinde imamlann it­tifakı ile kısas yoktur. O takdirde eksiksiz erş (bu konuda tesbit edilmiş ödenmesi gereken miktar) ödenir. Zira bu durumda misilleme imkansız bir şeydir. [39]

Yine müdiha sonrası baş ve yüzdeki yaralamalarda da kısasın olma­yacağı ittifakla kabul edilmiştir. Zira böyle bir durumda haddi aşmaksızın kısas uygulamaya imkan yoktur. Kısas mümkün olduğundan dolayı mu-dihada kısas vardır. Müdihadan aşağı yaralamalarda ise Melikilerin dışın­dakilere göre de kısas yoktur.

Her hangi bir iz bırakmadığı takdirde kamçı sopa, tokat ve yumruk vurmalarda kısas yoktur. Zira bunlarda da misilleme yoktur. [40]

Bu gibi vurmalarda tazir söz konusudur. Malikilere göre kamçıda kı­sas vardır. [41] Tokat ve benzerlerinde de kısas vardır. Öldürme dışındaki ci­nayetlere has kısasın engelleri üç tanedir:

1. Fiilde misillemenin bulunmaması, mesela azalarda kesme işi, ek­lemlerden olmadığı takdirde haksızlık ve zulümden yana emin olunmaz. El ve kolda bilek, dirsek; omuz veya ayak tarafında ise topuk, diz kapağı ve uyluk eklemi veya burun yumuşağı gibi nihai sınırı olan şeyler gibi. Eğer kesme eklemde değilse yahut belli bir sının olmazsa burun kemiğinin yahut kolun ortasından pazunun, bacak ve baldırın ortasından kesilmesi gibi Hanefiler ve Hanbeİilerce tercih edilen tercihe göre kısas yoktur ve elin yahut ayağın diyetinin ödenmesi gerekir. [42]

2. Miktar ve menfaat itibariyle yerde misilleme olmaması: El, elden başka bir şey karşılığında kesilmediği gibi, sağ el de sol el karşılığında; baş parmak yahut şahadet parmağı başkasının yerine kesilmez. Çünkü aynı cinsten değillerdir. Dişlerde de durum aynıdır. Kesici dişler, küçük azı dişleri ve büyük azı dişleri ancak kendileri gibi olan dişler karşılığında sökülür.Fakat üsteki alt çenedeki yerine veya onun aksi olmaz.

3. Sağlık ve mükemmellik misillemenin olmaması: Sağlıklı bir el ço­lak bir el karşılığında, sağlıklı bir ayak işlemeyen bir ayak karşılığında ke­silmez. Buna kıyasen her eksiğe karşı tam olan kesilmez. Öldürmeden ci­nayetlerde kısasa dair en güzel uygulama örneği; Yüce Allah'ın şu buyru­ğudur:

Biz onda yani Tevrat'ta onların üzerine cana can, göze göz, bu­runa burun, kulağa kulak, dişe diş (olmak üzere) kısas yazdığımız gi­bi; yaralar da birbirine kısastır. [43]

Öldürme dışındaki kısas, kılıç ile uygulanmadığı gibi; yaralama is­ter onunla olsun ister başkası ile olsun daha fazlasını yapabilecek bir alet ile de yapılmaz. Bunun yerine uzman bir operetörün yardımı alınır ve us­tura, neşter ve benzeri şeyler kullanarak bunu gerçekleştirir. Yaralamalar­da kısas, caniye kendisinin işlediği cinayetten daha merhametlice istenir. Eğer yaralama taş ile yahut sopa ile olmuşsa ona ustura ile kısas uygula­nır. [44]

Ebu Hanifeye göre: Eli kesildiğinden dolayı bir kişi bir başkasına kı­sas uygulsa ve cinayet yoluyla eli kesilen kişi, caninin elini kesse ve bun­dan dolayı cani ölse, kısas uygulayan tazminat olarak diyet öder. Böyle bir diyeti akile öder. Eğer ölüm baba, vasi yahut öğretmen gibi bir kimse tara­fından dövülme halinde olduğu gibi tedib sebebiyle meydana gelmiş ise, mütesebbib (buna sebeb olan) tazminat olarak diyet öder. Zira "tedib" kendisinden sonra tedib edilen kişinin hayatta kaldığı fiilin adıdır. Eğer bu fiil sirayet edecek olursa bunun tedib olmayıp öldürme olduğu ortaya çı­kar. Bunun için bu fiilde sorumlu tutulur. Cumhura m göre kısasın cana yahut organa ve menfaata sirayet etmesi sebebiyle kısas uygulayanın taz­minat ödemesi söz konusu değildir. Zira bu sirayet izin verilmiş bir fiilden meydana gelmiştir. Bunu Hz. Ali ile Hz. Ömer'in söylediği şu söz destekle­mektedir:

Had veya kısas dolayısıyla Ölen kimsenin diyeti yoktur. Hak, onu öldürmüş olmaktadır. Bunu Said b. Mansür, Sünen'inde rivayet etmektedir. Bu ayn zamanda EbuYusuf ile Muhammed'in görüşüne de muvafıktır. Cinayetin sirayeti: Cinayetin sirayetinde tazminat olduğu hususunda fa-kihler arasında ihtilaf yoktur. [45]

Eğer cinayet, ölüm ile sonu gelirse, o zaman kısas lazımdır. Birisine bir tokat atsa ve gözünün görme kabiliyeti kayb olsa cumhura göre ona kı­sas lazım gelmez. Zira bu durumda misillemenin imkanı yoktur. Şafıilere göre sirayet yoluyla olsa ona kısas lazım gelir. Zira bunun tespitinin yeri vardır. [46]

Bir kişinin parmağı kesilse, öbür parmağı da kangren olup eklem yerinden düşse, Ebu Yusuf ve Muhammed ile Hanbelilere göre kısas lazım gelir. Ebu Hanife ve fakihlerin çoğunluğu ise kısas yoktur' der. İkinci par­mak için kısas vardır. Zira kasten yapıldığı meydana gelmemiştir. Tam bir diyeti lazım gelen organlarda dört çeşittir: Birinci çeşit bedende onun gibi yoktur. İkinci çeşidi bedende onun gibi iki tane vardır. Üçüncü çeşidi ben­dende onun gibi dört tane vardır. Dördüncü bedende onun gibi on tane vardır.

1. Vücutta başka hir benzen olmayanlar: Bunlar burun, dil, erkeklik organı yahut haşefe, meninin kesilmesi halinde omurga, sidik yolu, anüs, deri, baştaki ve bitmemesi halinde sakal, burun: Hepsi yahut da burnun yumuşak kısmı kesilecek olursa diyet vermek lazımdır.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Tamamı kesilmesi halinde burunda bir diyet vardır." Burun ise nefes alınan iki burun deliğini ve bunlar arasında ki en­geli kapsar. Şafüler de dahil fakihlere göre burun kemiği hakkında bilir ki­şilerce takdir edilecek miktar, onun diyeti kapsamı içerisindedir. Burnun iki tarafından her birisinde ve bunlar arasındaki engelde ise üçte bir diyet vardır. Dil: Kendisi vasıtasıyla konuşulan dilde ise diyet vardır: Zira Rasû­lü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Dilde diyet vardır."

Cumhura göre daha konuşmayan küçüğün dilinde diyet vardır. Fa­kat Ebu Hanife'ye göre hükümet vardır. Malik, Hanefi ve Şafıilere göre ko­nuşmayan lal yani dilsizin dilinde hükümet yani hakimin takdir edebilece­ği bir bedel vardır. Erkeklik organı yahut haşefe yani zekerin baş tarafı, küçüğün ve yaşlının bile olsa yine diyet vardır. Zira diyete geçen hadis de­lildir. Hanefilerle Hanbelilere göre cinsi ilişkide bulunmayan kimse ile ha­yaları alınmış olanın erkeklik organında hükümet: Malikilerle Şafıilere gö­re tam bir diyet vardır.[47]

Omurga: meninin kesilmesi halinde diyet vardır.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Omur kemiklerinde diyet vardır." sidik yolu yahut anüs.

Bunların her birisinin telef edilmesi halinde bütün fakihlere göre di­yet vardır. Deri: Hanefilerle Hanbelilere göre deride hükümet vardır. Fakat Hanefilere göre yüzün derisinin soyulmasında tam bir diyet vardır.

Şafıilere göre: Derinin yüzülmesinde, yerine tüy bitmeyecek ve derisi yüzülende hareket gücü verebilen bir hayat kalmış ise ve sonra yüzmeden başka bir sebep dolayısıyla ölmesi halinde diyet lazım gelir.

Başın yahut sakalın veya kaşların tüylerinin izale edilmesinde ise eğer daha sonra bunlar bitmeyecek olursa Maliklerle Şafıilere göre bütün bunlarda hükümet vardır. Fakat Hanefilerle Hanbelilere göre diyet lazım gelir.

2. Vücutta kendisinden iki tane bulunan organlar:

Bunlar, aşağıda zikir olmuştur: Eller, ayaklar, gözler, kulaklar, du­daklar, sonu gelen daha bitmeyen kaşların kılları, memeler, meme uçları, daşaklar. Fercin dudakları, kalçalar ve alt çene kemikler. Bunun birinde yarım diyet lazım gelir. İki el, eğer bilekten yahut dirsekten veya omuzdan pikler memenin ucu gibi el ile birlikte de parmaklar gibi göz kapaklarına tabidir. Malikilerle Şafîilere göre iş tüy bitim yerleri bozulacak olursa, di­ğer saç ve tüylerde olduğu gibi, hükümet-i adi lazımdır. [48]

4. Bedende on tane bulananlar: Bunlar el ve ayak parmaklarıdır. Her bir parmak için diyetin onda biri vardır. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Diyetin onda biri vardır. Zira Amr b. Hazm yoluyla gelen hadiste şöyle denilmiştir: "El ve ayağın her bir parmağı için on deve vardır. "Her bir parmak ucu için ise parmağın diyetinin üçte biri vardır. Fakat baş par­mak ucunda o parmağın diyetinin yansı vardır. Bunda dört mezhebin itti­fakı vardır. Bir parmak diğer parmaktan üstün kabul edilmez. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bir parmak bir diğer parmaktan üstün kabul edilmez. Zira Peygam­ber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Her bir parmakta on deve vardır. Her bir diş için beş deve vardır. Parmaklar birbirine eşit olduğu gibi dişler de eşittir..[49]

Fazladan bulunan parmak yahut çolak olan parmak hakkında ise hükümet-i adi vardır. [50]

Otuz iki dişte ise bir diyet vardır. Her bir diş için diyet miktarına ulaşmadığı sürece beş deve yahut beş yüz dirhem vardır. Dişin küçük ya­hut büyük olması arasında fark yoktur. Kalıcı ve geçici (süt) olması ara­sında da fark yoktur. Fazladan olan dişte ise hükümet-i adi vardır. Siyahk yeşimtraklık yahut kırmızılık gibi dişte çirkin değişikliklere sebep olan hallerde ise, Hanefılere göre dişinerşi, başkalarına göre hükümeti adi var­dır. Dikkat edilecek olursa cumhura göre küçük ve delilik bir hatadır ve bunu akile yüklenir. [51]

Daha önceden açıklamış olduğumuz üzere Şafıilerce azhar olan gö­rüşe göre ise küçüğün kastı mümeyyiz olması halinde kasıttır. Aksi tak­dirde hatadır. Fakat kasıt halinde ona kısas yoktur. Ancak malından diyet ödenmesi gerekir ve onun yerine bunu akilesi yüklenmez. [52]

 

Henüz Tamamlanmamış Cana Karşı İşlenen Cinayet

 

Bir kimse (baba, anne veya başkaları) hamile bir kadının karnına, sırtına, böğrüne, başına yahut herhangi bir organına vursa yahut vur­makla veya öldürmekle korkutsa yahut ona bağırdığı için korksa bu se­bepten dolayı da düşük yapsa yaptığı bu düşük ya ölü yahut diri halde bulunur. Bu konuyu buna göre iki bahis halinde ele alacağız.

1. Cenin ölü olarak düşürülmesi hali ise şöyledir: Caninin ödeyeceği ceza cenin diyetidir. Cenin diyeti ise erkek yahut dişi, kasten veya hata yoluyla olsun bir gurredir. Her şeyin gurresi onun en iyisi, hayırlısıdır. Bunun için köleye ve cariyeye gurre denir. Zira onlar malın iyisidir. Gurre asıl itibarıyla atın alnındaki beyaz kısmına denir. Burdaki ola gurre değeri beş deve olan, yani diyetin onda birininn yarısı (yirmide biri) olan bir köle yahut cariye veya buna denk olan elli dinar ya da beş yüz dirhemdir. Ha­nefılere göre bu böyledir. Cumhura göre ise bu miktar altı yüz dirhemdir.[53]

Bunun delili birden fazla sahih hadis-i şerif vardır. Bunlardan birisi Ebu Hureyre şöyle rivayet etmiştir:

Huzeylilerden iki kadın birbirleriyle kavga etti onlardan birisi öteki­ne bir taş attı: Hem o kadın karnındaki yavrusunu öldürdü. Rasülullah (s.a.v.)'ın huzurunda taraflar davalaştılar. O da karnındaki yavrunun (ce­ninin) diyetinin bir köle yahut küçük cariye olduğunu, ayrıca öldürülen kadının diyetinin de akilesi tarafından ödeneceğini hükme bağladı.[54]

Eğer cinayet kasden işlenmiş ise, o zaman gurre kasden cinayeti iş­leyenin malından peşin ve derhal ödenir. Taksitlere bölünmez. Aynı za­manda bu ödeme altın yahut, gümüşten yapılır. Deveden olmaz. Bu Mali-kiler tarafından kabul edilmiştir. Cumhura göre: Akile yüklenir cani de onlardan birisi sayılır. Şafiilere göre eğer cinayet hatta yoluyla işlenmişse, o zaman hafifletilmiş olarak ödenir. Eğer kasta benzer ise tam diyette ol­duğu gibi, ağırlaştırılmış olarak diyetin ödenmesi lazım gelir. Hanefilere göre kadın kocasının izni olmadan her hangi bir ilaç içmek veya karnına vurarak ölü bir düşük yapacak olursa. O zaman akilenin tazminat olarak gurre ödemesi gerekir. Eğer onun kocası ona izin vermiş ise, o zaman hiç­bir şey yoktur. Yani gurre yoktur. Şafülerle, Hanbelilere göre ise keffaretin de vücubunu eklerler. Hanifeler, Şafiiler ve Hanbelilere göre ceninin diye­tinin bir sene için de Ödenmesi lazımdır. [55]

Dört mezhebe göre gurre ashab-ı feraiz ve asabelerin bilinen şer'i farz hisselerine uygun olarak ceninden miras alınır. Vuran cani ise ne ka­dar baba olsa gurreden hiçbir şey almaz. Zira katil, mektulun malı ona yoktur. Vurana keffaret yoktur. Yaptığı işten dolayı Allah'tan mağfiret is­ter, Fakat kefaret verebilir ve aynı zamanda mendupdur. Şafiilerle ve Han­belilere göre düşük yapma halinde cenini ister canlı, ister ölü düşürmüş olsun. Keffaret ödemek vacibtir. Zira cenin de bir candır. Zira yüce Allah şöyle buyurmuştur:

Kim bir mümini hata yoluyla öldürürse mimin bir köle azad. vacibdir. [56]

Ceninin ise anne babasına yahut anne babasından birisine tabii olarak mümin olduğuna hüküm verilir. Eğer zimmet ehlinden olursa o bi­zimle kendisi arasında antlaşma bulunan bir kavimden demektir. Yüce Allah da antlaşmaklar hakkında keffaret ödeneceğini açıkça hükme bağışla­mıştır. Her kim maddi olarak yahut da semeni mislinden daha fazla kıy­mette bulunduğu için şer'an (köle) bulamayacak olur ise, aralıksız iki ay oruç tutar.

2. Ceninin canlı olarak düşmesi hali: Hanefıler, Hanbeliler, Şafiiler-ce esah kabul edilen görüşe göre cenine karşı cinayet kasden olmaz. Onun ki kasta benzer veya hata yoluyla olabilir. Zira maksad olarak gözetilmedi-ği sürece ceninin varlığı ve hayatı tahakkuk etmez. Bu durumda eksiksiz bir diyetin ödenmesi lazımdır ve vuran bu diyetten her hangi bir şeyi mi­ras olarak alamaz. Hanefilere göre keffareti de lazımdır. Şafiilerle Hanbeli­ler ise cenin ister canlı olarak ister ölü olarak düşürülmüş olsun, keffare­tin mutlak olarak gerektiğini kabul etmişlerdir. Ceninin birden çok olması ile diyet de birden çok olur. Eğer ceninin ölümünden sonra vurmaktan do­layı anne de ölecek olsa yahut annenin ölümünden sonra ceninin canlı olarak doğup sonra ölse, vuranın iki diyet ödemesi lazım gelir. Biri anne­nin diyeti, öteki de ceninin diyetidir. Eğer cenin, annenin ölümünden son­ra ölü olarak çıkarsa, vuranın annenin diyetini ödemesi lazımdır. [57]

Hanefilerle Malikilere göre ceninin hakkında bir şey lazım gelmez. [58]

Eğer cinayetin ceninin ölümüne veya annesinden ayrılması sonu­cuna götürdüğüne dair kesin bir delil olmazsa, annenin ölümü ile öldüğü ihtimali varsa, o zaman bu cenin annenin herhangi bir organı durumun­dadır. Şafiilerle Hanbelilere göre vuranın annenin diyetini ve ceninin gur-resini ödemesi lazımdır. Annesi ceninini ister hayatta iken düşürmüş ol­sun ister ölümünden sonra, fark etmez. Zira cenin vuranın cinayeti sebe­biyle telef olmuştur. Onun çıkması ile de öldüğü anlaşılmıştır. O bakım­dan tazminatının ödenmesi lazımdır. Zira o cenini annesiyle birlikte telef etmiş bulunmaktadır. Nasıl ki ceninin ölüsünü düşürmeyecek olursa, ce­nin için bir şey lazım gelmez. Zira yavrunun hükmü ancak onun çıkması ile sabit olur. Müslüman olmayan kadının cenini: Ona karşı işlenen cina­yet sebebiyle zimmi olan kadının ceninin de gurresinin ödenmesi lazımdır. Fakat cenin kafir bir babadan olsa bile, müslüman yahut gayri müslim oluşuna göre gurresinin takdiri ihtilaflıdır. Hanefilere göre onun gurresi, müslüman ceninin gurresi gibidir. Zira onlara göre kafirin diyeti müslü-manın diyeti gibidir. [59]

Zira cenin darü'l-İslama tabii olarak Müslüman kabul edilir. Bu du­rumda zimmi olan bir kadın da müslüman bir kadın gibi değerlendirilir. Şafiilere göre esah kabul edilen görüşe göre ise Ehl-i kitabın diyeti: Ehl-i Kitab, Yahudi ve Hristiyanlardır. Ehl-i Kitab, zimmi, ahidli veya eman altındaysa kanı ve malı masum olur. Bu durumda öldürülürse onun diyeti müslümanın diyetinin 1/3'i kadardır. Diğer meselelerinde de buna göre ölçüsü olur.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) bu konuda şöyle hüküm etmiştir:

421 "Rasulullah (s.a.v.) bir mü'minin ehl-i kitab'dan birini öldürme­si halinde onun diyetinin 4000 dirhem olduğuna hükmetti. O dönemde 4000 dirhem, bir müslümanın diyetinin 1/3'i kadardı. Abdurrazzak, Mu­sannif (Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan da rivayet edilmiştir) rivayet edildiğine göre Hz. Ömer ve Hz. Osman, ehl-i kitabın (yahudi ve hristiyanm) diyeti­nin, müslümanın diyetinin 1/3'i olduğuna hükm etmişlerdir. [60]

Bu konuda başka bir hadisi şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

İyi Mın Jd kim AÜah ue Rasûiünün ahdu emarunda buîunan müahe-deli bir nefsi (kişiyi) öldürürse, muhakkak surette Allah'ın ahdini bozmuş olur ve o kimse cennetin kokusu duyamaz. Oysa cennetin kokusu, yetmiş yıllık mesafeden duyulur. [61]

Mecusi'nin diyeti Mecusi ve putperestin diyeti eğer eman altında ise­ler müslümanın diyetinin 1/10'nin 2/3'si kadardır. Bu oran tam diyetin 1/15'i demektir. Müslümanın diyetinin 12000 dirhem olduğuna göre; me­cusi ve putperestin diyeti 800 dirhem olmaktadır. Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Yahudi ve Hristiyanm diyeti 4000 dirhemdir. Mecusinin diyeti 800 dirhemdir. İmam Şafii şöyle diyor: 'Hz. Ömer, mecusi'nin diyeti­nin 800 dirhem olduğuna hükm etmiştir. Bu, müslümanın diyetinin 2/3'si kadardır; Çünkü müslümanın diyeti 12000 dirhem olarak takdir edilmiştir; [62] Hz. Osman'ın ve İbn Mes'udun de bu şekilde hükm ettikleri rivayet edilmiştir. Bu hüküm sahabiler arasında da yayılmıştır. Bu bakım üzerinde icma hasıl olmuştur. [63] kısas suçu nasıl sabit olur? Kısasın muci­bi iki şeyle sabit olur:

1- İkrarla sabit olur. Kişi, kısası gerektiren bir fiil işlediğini ikrar ederse -bu ister öldürme, ister yaralama olsun- onun hakkında Kısas sa­bit olur.

2- Beyyine (delil) ile sabit olur. Beyyine de iki adil erkeğin şahitliği­dir. Burada bir erkek, iki kadının şahitliği yeterli olmaz.

 

Tazminat Nasıl Sabit Olur?

 

1. İkrar ile sabit olur. Kişi, başka birini kasde benzer şekilde veya hataen öldürdüğünü ikrar ederse veya kısas gerektirmeyen bir şekilde bi­rini yaraladığını ikar ederse, onun hakkında tazminat sabit olur.

2. Adil olan iki erkeğin şahidliği ile sabit olur.

3. Bir erkekle iki kadının şahidliğiyle sabit olur. Zira mali hususlar­da kadınların şahidliği kabul edilir. Mali hususlarda İki kadının şahidliği, bir erkeğin şahidliğine denktir.

4. Bir erkeğin ve iddiacının yemini ile sabit olur. Zira Rasülü Ekrem (s.a.v.) yemin ve şahitle hüküm vermiştir. [64]

5. Kadının bilmesiyle sabit olur.

Kadı, durumu bildiği zaman onunla hüküm vermesi caiz olur ve da­valı hakkında tazminat sabit olur. İlim adamlarının öldürme ve kasden ya­ralamada kısası gerektirici suçların ispatının ikrar yahut iki erkeğin şahitli­ği ile mümkün olabileceği üzerinde ittifak ettikleri dikkatimizi çekmektedir.

 

1. İkrar:

 

Kendisi aleyhine ve başkasının lehine hakkın sabit olduğunu haber vermektir. Şu halde ikrarın etkisi bizzat ikrar edene olur. Başkaların hak­kında ikrar etmek olmaz. Zira başkalann hakkında itham altına girer. Fa­kat kendi hakkında itham altına giremez. İbadetlerde, muameletta, şahsi hallerde, suçlarda yahut cinayetlerde ve hadlerde ikrara dayanmanın caiz olduğu hususunda tüm mezheplerin ittifakları vardır. Yine ilim adanılan hür, baliğ akıllı ihtiyaç sahibi ve ikrarında itham altında bulunan bir kim­senin bir hakkı ikrar etmesinin sahih olduğu üzerinde de icma etmişler­dir. Deli ve mümeyyiz olmayan küçük gibi aklı olmayanın de ikrarı sahih olmaz. Fakat Hanefılere göre mümeyyiz olan küçüğün deyn (borç) ve ayn-lara dair ikrarını sahih kabul ederler. Zira bu şekildeki olan küçük ticare­tin mecburiyetinin içindedir. Bir arkadaşına karşı iyilik yapmak ve benzeri bir sebep için yaptığı ikrarda itham altında bulunan bir kimsenin ikran sahih değildir. Zira bu doğruluk ihtimaline zarar getirir. Zorlama alünda bulunanın yahut herhangi bir haddi veya kısası gerektiren mali hususlar­da veya cinayetler hakkında İkrarda bulunmak üzere dövülen itham altın­daki kişinin ikrarı da sahih değildir. Uyku, baygınlık yahut ilaç, tesiriyle şuuru kayb edenin ikran sahih değildir. Sarhoşluğu ile haddi aşan sarhoş ki bu kat'en sarhoşluk verici şeyi alan kimsedir. Bunun ikrarı Şafıilere gö­re bütün tasarruf ve cinayetlerinde sahihtir. Hanefilere göre ise mali ko­nularda, şahsi hallerde, öldürmede, öldürmeden aşağı cinayetlerinde, ce­nine karşı cinayetlerde sahih olarak kabul olur. Zira bunlar kul hakları­dır. Zina ve hırsızlık haddi gibi yüce Allah'ın hakkıdır. Ona halis olan had-lerdeki ikrarı ise sahih değildir. Zira bundan şüphe vardır. Hadler ise şüp­helerle iptal olur. Şu halde sarhoş olan kimse had vurulmasa bile çalmış olduğu şeyin tazminatını öder. Malikilerle Hanbeliler'e göre sarhoş kimse­nin hak olsun, cinayet olsun veya her hangi bir şeye dair bir hak olsun o-nun ikrarı sahih değildir. Zira onun aklı yoktur. Her dört mezhebe göre ik­rarda bulunan kimsenin irtidad, zina, içki içmek, hırsızlık ve yol kesmek gibi, yüce Allah'a ait haklarda ikrarlarından dönmesinin sahih odluğunu kabul etmişlerdir. Bunlar hadin düşürülmesi içindir. Malın düşürülmesi için değildir. Zira mali haklar, şüphelerle ortadan kalkmaz. Kul hakların­da kimsenin dönmesi kesinlikle caiz değildir. Örneği: Organını kesme, ya­ralama, öldürme, cenin düşürme gibi hususlara dair dönmek caiz değildir. Zira asi olan, mükellefin söylemiş olduğu sözünün malaniye sarf edilme­mesidir. İkrarın birden çok olması şart değildir. Fakat Hanefilerle Hanbeli-lere göre zinada ikrarın dört defa söylemesi lazımdır. Zira Maiz b. Maliki Rasûlullah (s.a.v.) huzurunda dört defa ikrarı tekrarlamıştır.

 

2. Şahidlik:

 

Mali haklarda ve suçlara dair davalaşma olaylarının büyük bir ço­ğunluğu şahitlik ile sabit olur. Şahitlik ise, yargı meclisinde "şahitlik" laf­zını kullanarak bir hakkın isbat edilmesi için doğru bir haber vermedir. [65]

Şahadetin meşruluğuna ve şahadet gereğince hüküm verileceğine delalet eden Kuranı ve nebevi naslar varit olmuştur. Şahitlerin sayısı zina­dan başka ikidir.

Zinada ise dörttür.

Zira yüce Allah şöyle buyurmuş:

Onlar buna dair dört şahit getirmeli değil midir. [66]

Hanefilere göre mali konularda ve şahsi hallerde (Evlilik, boşama ve buna bağlı diğer hususlarda) erkeklerle beraber kadınların şahitliği de kabul edilir. Cumhura göre mali konularda onlara tabi olan hususlarda ve mali konulara dair akitlerde, erkeklerle beraber kadınların şahitliği kabul edilir. Hadlerde, cinayetlerde ve kısasta erkeklerle birlikte kadınların şa-hidliğinin kabul edilemeyeceği görüşü, dört mezhep tarafında da paylaşıl­maktadır. Bunlarda adil iki erkeğin şahitliği mutlaka gereklidir. Bir de ka­dının, erkeğin yerine şahadet etmesinde bedel olma şüphesi vardır. Şüp­helerle ber taraf edilen hususlarda kadının şahadeti kabul edilmez.

Ez-Zühri şöyle der:

Rasûlullah (s.a.v.)'m ve ondan sonra gelen iki halifenin uygulaması, hadlerde kadınların şahidliğinin caiz olmaması şeklinde olagelmiştir." Şu halde "Hadlerde kadınlar'ın şahadeti caiz değildir. Onun için Hz. Ali (R.an-hu ve kerremellahu vechehu) şöyle demiştir:

Kadınların şahitliği hadlerde ve kanlarda (cinayetlerde) caiz değil­dir. [67]

Dört mezhebe göre: Öldürme ve daha aşağı cinayetlerde kısası ge­rektiren suçları: Ancak tadil iki erkeğin şahadeti ile sabit olur ve bu hu­suslarda bir erkek ile iki kadının şahadeti kabul edilmediği gibi; bir şahit ile davacının -mecniyyü'n- aleyh (yani kendisine karşı cinayet işlenen kimsenin) -yemini de kabul edilmez. [68]

Aynı şekilde üstüne şehadetle de sabit olmaz. [69] Hakimin bir başka hakime yazısı ile de sabit olmaz. Zira kısas önemli ve tehlikeli bir cezadır. Malikiler istihsanen, kasten yahut hataen yaralamaların bir tek şahit ve mecniyyün aleyhin yemini ile ispat edilmesini caiz olarak kabul etmişler­dir. Bunun gibi kasten yaralamaların adil bir erkek şahit ile iki kadın ya­hut bu taraflardan birisi ile birlikte, yemin ile ispat edilmesini de caiz ola­rak kabul etmişlerdir. Hanelilere göre: Dövme hapis ve buna benzer bede­ni tazir suçlanndan insan hakkının daha ağır bastığın kabul etmişlerdir. Bunun için taziri gerektiren suç, diğer kul haklan gibi ikrar, delil, yemin etmeyi kabul etmeme gibi yollarla sabit olur. Hakimin bilgisi, erkeklerle birlikte kadınların şahitliği, şahadet üstüne şahadet, hakimin hakime mektubuna da bunlar gibi kabul etmişlerdir. Malikilere göre kısası gerek­tiren suçlara dair söyledikleri gibi bedeni tazir suçlanna dair şahid ve da­vacının yemini ile ispat edilmesini caiz olarak kabul etmişlerdir. Hata bazı suçlara dair tazirde yeminsiz olarak bir tek şahidin bulunması yeterli de­mişlerdir.

İmam Malik şöyle amel etmiştir. Medine halkının icması "ile yahut" Mesalih-i Mürsele" ile amel ederek, çocukların yaralamalara dair birbirle­rine karşı şahitliğini kabul etmiştir. [70]

Şafıilerle Hanbelüere göre tazir suçunun ispatını, kısas suçunun is­pat edilmesi için gereklidir. Zira bedeni ceza önemli ve tehlikelidir. Şu hal­de bir erkek ve iki kadının şahitliği yahut bir erkeğin şahitliği ile davacının yemini ile mali hususların sabit olduğu şeylerle bu, sabit olmaz.

Dört mezhebe göre diyet yahut mali ceza gibi mali taziri gerektiren suçlar:

Böyle bir suç, mali hakların kendisi ile sabit olduğu şeylerle ispat edilir. İki erkeğin yahut bir erkek ve iki kadının şahitliği gibi.

Zira bunlarda gözetilen maksat maldır. Hanefılerden başka cumhu­ra göre:

Bunlann bir şahid ve mecniyyun aleyhin yemini ile ispat edilmesini de kabul ederler. Hanefîlere göre bir şahid ve bir yemin ile, bir yemin ve iki kadının şahidliğini kabul etme kaidesini kayıtsız şartsız, caiz olarak kabul etmezler.

Zira bu ayeti kerime delil olarak göstermişlerdir:

"Erkeklerinizden de iki şahid tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa o halde razı olacağınız şahitlerden bir erkekle iki kadın olsun. [71]

Buna daha başka yollar ekleyen, nassa bir şey eklemiş olur. Nassa bir şey eklemek ise nesihtir. Nesih ise ancak benzeri bir nas ile mümkün olabilir.

 

3. Karineler:

 

Karine gizli bir şey ile birlikte bulunan ve o gizli şeye delalet eden zahir her türlü emare (belirti)dir. Bundan bir karinede iki şeyin bulunması icab eder.

1)  Bilinen açık bir durumun varlığı.

2) Bu açık durum ile gizli durum arasında ilişkiye dair işaretin bu­lunması, cumhura göre hadlerde karinelerle hüküm verilmez. Zira hadler, şüphelerle bertaraf edilir, düşürülür. Kısasta durum ise böyledir. Ancak kasamede, kan dökme ve öldürmede ihtiyat için istisna vardır. Bu durum­da açık düşmanlık karinesini şart kabul etmeyenlere göre, öldürülenin it­ham altında olanların mahallesinde bulunmasına ya da bunu şart kabul

edenlere göre ise, açık düşmanlığa dayanarak kabul edilir. Maliki mezhe­bine mensup İbni Ferhün, Hanbeli mezhebine mensub İbnü'l Kayyım gibi bazı fakihler bazı zamanlarda gereken titizlik ve kayıtlara rivayet etmek şart ile karineleri -hadlere dair alanlarda dahi olsa- kabul etmişlerdir.

 

4. Yenini Kabul Etmemek:

 

Yemini kabul etmemek (nükül): Davalının Hakimin teklif ettiği yemi­ni etmemesi demektir. Bu ise itham edicinin ithamında, davacının doğru­luğuna mücerret bir karine olmaktan öte bir şey ifade etmez.

Hanefilerle Hanbelüere göre gereğince hüküm verilir. Çünkü Hz. peygamber (s.a.v.) yemin türünü davalı tarafına ait olarak tesbit etmiş ve ona münhasır kılmıştır.

Bu onun şu buyruğunda şöylece dile getirmektedir.

Delil davacıya yemin ise davalıya aittir."

Ebu Hanifeye göre yemin kabul edilmeyecek olursa, kasıt olması ha­linde, azalar da kısas hükmü verilir. Hata halinde de diyet hükmü verilir. Yine Ebu Hanife'ye göre öldürme halinde ise kısas ile de diyet ile de hü­küm verilmez. Fakat bu durumda cani ikrar edinceye ve yemin edinceye kadar haps edilir. Hanefi ve Hanbelüere göre zina, hırsızlık ve içki hadleri gibi yüce Allah'ın halis hakkı olan hadlerde de yemin etmeyi kabul etme­mek ile hüküm verilmez. Zira bunda şüphe var.

 

YETMİŞ BİRİNCİ BÖLÜM

 

KASÂME

 

(YEMİN VERDİRME)

 

Kasame, sözlükte yemin anlamına gelen bir masdardır. Şer'an ise, öldürme davasında tekrarlanan yeminler olup, elli erkek tarafından yapı­lan elli yemindir. Hanefilere göre bu yeminleri maktulün bulunduğu ma­halle halkı yapar ve bu yemini yapacak kişiler öldürülenin velisi tarafın­dan seçilir. Bundan maksad, itham altında olan kişinin üzerinden öldür­me ithamının kaldırılmasıdır. Her birisi şu şekilde yemin eder: "Allah'a ye­min ederim ki onu ben öldürmedim. Onun kim tarafından öldürüldüğünü de bilmiyorum." Bu şekilde yemin ettikleri takdirde diyeti öderler. Hanefi-lerden başka cumhura göre ise bu yemini maktulün velileri cani aleyhine öldürme ithamını ispatlamak üzere yaparlar. Onlardan her birisi ise şu şekilde yemin eder: "Kendisinden başka ilah olmayan Allah adına yemin ederim ki, filan kişi onu vurdu ve öldürdü veya onu filan kişi öldürdü" Eğer maktulün mirasçıları arasında yemin etmek istemeyen olursa geri kalanları bütün yeminleri yaparlar ve diyetteki payım alırlar. Eğer tümü yemin etmez, yahut ortada öldürmeye dair karine yahut açık bir düşmanlık yoksa, yemin davalıya velileri elli yemin etmek üzere geri çevrilir. Şayet velileri {yani akilesi) yoksa, itham altında bulunan kişi (cani) elli defa ye­min eder ve ibra olur. Eğer maktulün velileri yemin ederse, Malikilere göre kasıt olması halinde kısas, kasta benzer yahut hata halinde ise, diyet la­zım gelir. Şafıilere göre ise, açıklayacağımız üzere bütün hallerde sadece diyet gerekir. Cumhura göre kasame diğer isbat araçları yeterince bulun­madığı takdirde katil, cani aleyhine öldürme ithamını ispat etmek için da­vacılara ait bir delildir. Kasamenin meşruluğu, sünnet-i seniyyede bir çok hadisi şerif ile varit olmuştur. Bunlardan birisi Ensar tarafından gelen ri­vayete göre şöyledir:

Hz. Peygamber (s.a.v.) kasameyi cahiliyye döneminde olduğu şekil üzere bıraktı. Ahmed, Müslim ve Nesâi, Ebu Seleme b. Abdurrahman ile Süleyman b. Yesar'dan rivayet etmiştir. [72]

Cahiliye devrinde kasame hükmüne müracat edilirdi. Bununla da ilk hüküm veren Velid b. Muğire olmuştu. İslam geldikten sonra da, aşağı­da zikredilecek bir takım kayıt ve şartlar dahilinde kasame hükmü devam ettirildi. [73]

Şu halde kasame genel kaidenin tersi olarak meşru kılınmış. Zira asi olan şöyledir:

Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Delil davacıya aittir. Yemin ise in­kar edene aittir. Kasama müstesna"

Eğer insanlara (beyyinesiz, şahitsiz) yalnız davalan ile (iddia etmele­riyle) hakları verilir olsaydı, birtakım insanlar diğerlerinin imkanlarına ve mallarına (sahip çıkmak için) muhakkak davaya kalkışırlardı lakin yemin­de müddea aleyhe (Aleyhine deva edilen) düşer. [74]

Esas b. Kays şöyle anlatıyor: Benimle bir kişi arasında Yemen'de münakaşalı bir arazi vardı. Ben o kişiyi Rasulullah'a (s.a.v.) dava ettim. Rasûlullah bana şöyle dedi. -Bir delilin var mı? Hayır! Öyleyse ona yemin teklif et (ondan yemin etmesini iste) Ey Allah'ın Rasûlü! (Bu durumda) ya­lan yere yemin eder. Her kim yalan yere bir yemin eder, kendisi yemininde yalancı olduğu halde bu yeminle bir müslümanın malını alırsa Allah'ın ga­zabına uğramış olarak Allah'a kavuşur. [75]

Tahsisinin bulunduğunun delili ise Sehl b. Ebi Hasme ile Rafı b. Hadic'in rivayet ettikleri şu hadistir: "Muhayyısa b. Mesud ile Abdullah b. Sehl (bir hurma mevsimi) Haybere gitmişlerdi. Bu iki yoldaş Hayber'e var­dıklarında hurmalıklarmdaki işlerine ayrıldılar. Akabinde Abdullah b. Sehl öldür dü. Bu kati vakasından yahudileri itham ettiler. Nihayet öldürülen Abdullah b. Sehl'in kardeşi Abdurrahman b. Seni ve onun amcası­nın oğullan Huveyyısa ve Muhayyısa beraberce Peygambere geldiler. Ab­durrahman gelenlerin en küçüğü olduğu halde kardeşinin öldürülmesi hakkında konuşmaya başladı. Fakat Rasulullah (s.a.v.) ilk sözü yaşlı ola­na bırak veya önce en büyük olan başlasın, ihtarında da bulundu. Bu se­fer Huveyyısa, arkadaşlarının öldürülmesi hakkında konuştular. Rasulullah şöyle dedi: -Sizden elli kişi Hayber yahudilerinden bir kimsenin katil olduğuna yemin etmeyip o şahsın tamamıyla size teslim edilmesini ister mi? -Yanında bulunmadığımız ve şahid olmadığımız bir kimse üzerine na­sıl yemin ederiz? Öyleyse Yahudiler kendilerinden elli kişinin yemini ile si­zin cinayet isnadınızdan beraat eder. - Ey Allah'ın Rasulü! Onlar kafirler­den mürekkep bir millettir. Onlar yahudilerin yemin etmesine razı olma­yınca Rasulullah (s.a.v.) cinayetin diyetini kendisi ödedi." Sehl der ki: 'Ben bir gün onlara diyet olarak verilmiş olan develerin ağılma girmiştim. O sı­rada o develerden bir dişi deve beni ayağıyla tepmişti.' Bu hadisin bir çok versiyonu ve değişik lafızları vardır. Fakat tümü aynı hedef üzerinde top­lanmaktadır. Bu hadis (ve bu hadisin diğer versiyonlan) beyyine (delil ge­tirme) davacıya (iddia edene) düşer, hadisini tahsis etmektedir. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber öldürülme (kati) davasında davacının (iddia edenin) yeminin makbul olmasını, onun yeminine itimad etmeyi -eğer ortada delil yoksa ve delil iptal eden bir karine mevcutsa caiz görmüştür.

Kasamenin teşriindeki hikmete gelince: Kasame kanlan korumak ve heder olmalarının önüne geçmek için meşru kılınmıştır. Ta ki, islamın hi­mayesinde hiçbir kanın boşuna girmemesi için ve hiç kimsede kendi ceza­sını boşa çekmemekiçindir. Zira Hz. Ali (R.a.k.v.) Hz. Ömer'e şöyle demiş­tir: "Tavaf esnasında veya Cuma günü izdihamdan ölen kimseler hakkın­da katilini bildiğin takdirde hiçbir müslüman kimsenin kanı boşuna ak­masın, aksi takdirde onun diyetini beytül maldan öde!" Hanefilere göre ka­same sebebiyle katilin asabesini yahut akilesini diyet Ödeme mecburiye­tinde bırakmak ise, maktulün ölü olarak bulunduğu yerde öldürülmesinden evvel, maktulün hayatını korumaktaki kusurlan ve ona yardımcı olnıalan yahut caninin ona saldınsına karşı ona yardımcı olmalan hataen öldürmede olduğu gibi- sebebiyledir. Onlar bu durumlarıyla koruyucu gö­revlilere benzerler, diğer başka bir cihette de mahallenin korunması onlan görevi olduğuna ve mahallede tasarrufta bulunma velayetinin menfaati onlara ait olduğuna göre, onlar bundan sorumludurlar. Zira Rasûlü Ek­rem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Menfaat sağlamak, sorumluluk mukabilinde olan bir şeydir. Müs­lim ve dört sünen sahibi Hz. Aişe'den rivayet etmiştir:

Dikkat edilecek olursa, kasameden sonra diyetin hakiki amacı, öl­dürme suçunu ortaya çıkarmak ve yemini edenler, yeminin tehlikesini hissedip yalan yere yemin etmekten çekinerek öldürmeyi ikrar etmeleri halinde kısası uygulamaktır. Eğer yemin ederlerse, kısastan ibra olurlar ve maktulün kanının heder olmaması için de diyet sabit olur. Buna göre kasame, yemin kabul etmedikleri takdirde diyeü öngörmek için meşru gö­rülmüş değildir. Aksine öldürme ithamını bertaraf etmek için meşru kılın­mıştır. Diyet ise maktulün aralarında öldürülmüş olarak bulunması sure­tiyle ön görülmüştür. Bunun için bu mesele Hz. Ömer'e sorulunca "Biz hem mallarımızı, hem de yeminlerimizi bu şekilde feda mı edeceğiz? Onun cevabı şu şekilde olmuştur: "Yeminleriniz kanlannızi (kısastan) korumak içindir. Mallarınız ise maktulün aranızda bulunması dolayısıyladır." Kati­lin asabesinden yemin etmek istemeyen kişi, yemin edinceye kadar haps edilir. Zira bu yeminin dökülen kana hürmeten bizatihi yapılması gerekir. Bunun için yemin ile diyet bir arada enir edilir. Bu ise mali konularda ye­mini yapmamanın aksinedir. Zira mali konularda yemin mal sahibinin (davacının) hakkının aslının bir bedelidir. Bunun için iddia edilen şeyin verilmesi ile birlikte yemin düşer. Kasame yeminleri ise, diyetin verilmesi ile düşmez. Zira kasame kısası ortaya çıkarmak için asli bir vaciptir. Yok­sa bir hakkın yerini tutan bir bedel değildir. Kasamenin yeri ve zamanı: Kasame, öldürmenin türü ister kasten, ister hataen isterse de kasta ben­zer olsun sadece öldürme suçunda olur. Kesmek, yaralamak bir organın menfaatini ortadan kaldırmak gibi cana karşı yapılan diğer saldırılarda söz konusu değildir. Çünkü nas, öldürmeye dair varit olmuştur. Bunun için öldürme suçuna münhasırdır. Nitekim Hanefilere göre katilin bilinme­diği takdirde kasame meydana gelmez. Eğer katil biliniyorsa, kasame mey­dana gelmez. Zira o takdirde kısas veya diyet lazım gelir. Maliki, Şafii, Hanbelilere göre kasame ancak ortada açıkça düşmanlık, saldırganlık ya­hut kan bulaşması veya şüphe olması ve davacının katili tayin etmek için bir delil ve ikrann bulunmaması hallerinde kasame meydana gelir. [76]

Sözü geçen alamet (el-levs) Malikilerin tarif ettiği şekilde, iddia edi­len vukuuna dair yahut da öldürüldüğüne dair galip zanm ortaya çıkartan durumdur. Buna dair öldürmeyi ispat etmek için yeterli olmayan bir delil ile, katilin tayin edilmesine yardımcı olan beş misal zikrederler ki şöyledir:

1.Akıllı ve baliğ, hür ve müslüman, kanı akan yaralı kimsenin: "Be­nim kanım filanın yanındadır. Yani beni öldüren odur." demesi bununla beraber yara ve darbe eserinin görülmesi yahut da "Beni filan kişi öldür­dü" demesidir. Bu şekilde kanayan yarası olan kişi ister adil ister fasık ol­sun, değişen bir durum yoktur.

2. Adil iki kişinin vurma veya yaralamaya şahadet etmeleri yahut bi­rinci misalde kan akan kimsenin ikrarına şahadet etmeleri,

3. Bir tek kişinin yara yahut darbeyi gördüğüne dair şahadet etmesi.

4. Bir kişinin öldürmeye dair şahadeti.

5. Maktulün yanı başında üzerinde Öldürme İzleri bulunan kişi ile birlikte bulunması, Şafiiler ise "lavs" i davacının doğruluğuna delalet eden halin karinesi veya sözlü karine yahut davacının doğruluğuna dair zanna ağırlık kazandıran bir hususun bulunması demektir diye tarif ederler, Me­sela bir maktulün yahut başı gibi bir parçasının bir mahallede yahut kü­çük bir kasabada bulunması, bu kasaba ile öldürülenin kabilesi arasında dini ve de dünyevi düşmanlığın bulunması, bununla beraber de katilinin bilinmemesi ve öldürüldüğüne dair de delil olmamasıdır veya kuyu yahut

Kabe'nin karısı tarafında izdiham gibi bir topluluğun etrafından dağılması üzerine maktul birisinin bulunması. Zira onu öldürdüklerine dair zan kuvvetlidir. Burada ise onlann düşman olmaları şartı yoktur. Fakat mak­tulün üzerinde toplandıkları düşünebilecek şekilde hasredilebilir (sayılabi­lir) olmaları şartı vardır. Aksi takdirde kabul edilmez. Kasama de söz ko­nusu olmaz. İki saf arasında çarpışma olup safların kaynaşması yahut bi­rinden ötekine silahın ulaşması, öteki saf hakkında bir levstir. Tek adil ki­şinin yahut kadınların şahadeti, fasıkların, çocukların ve kafirlerin sözü de sahih kabul edilen görüşe göre bir levstir. Hanbeliler ise "levs"i şöyle ta­rif ederler. Levs, maktul ile davalı arasında açık bir düşmanlıktır. Mesela, Ensar ile Hayber Yahudileri arasındaki düşmanlık gibi. Diğer taraftan ara­larında kan davası bulunan kabileler, mahalleler ve köy halkları ile bağılerle adalet ehli gibi, güvenlik güçleri ile hırsızlar arasındaki düşmanlıklar da buna örnektir. Hanefilere göre.[77]

1. Maktulde yara, darbe izi yahut boğma izi gibi öldürme izinin bu­lunması. Eğer böyle bir şey yoksa onun için kasame ve diyet yoktur. Onun için bir şey lazım gelmez. Eğer kanın erkeklik organından yahut kanın ağ­zından yahut burnundan veya dübüründen çıktığı görülecek olursa, yine bir şey lazım gelmez. Zira bu gibi yerlerden kan, darbe görmeden çıkar. Bu gibi yerlerden kan kusma yahut burun kanaması ve benzeri sebepler dola­yısıyladır. Eğer kanın, gözünden yahut kulağından çıktığı görülür ise, o takdirde kasame de diyet de vardır. Zira kan adeten bu gibi yerlerden çık­maz. Dolayısıyla bu gibi yerlerden çıkması öldürme sebebiyle olur. Buna göre Hanefıler "levs"i şart koşmazlar. Onlara göre cesedin bir mahallede bulunması ve o cesette öldürme izinin olması kafidir.

2. Katilin bilinmemesi lazımdır. Eğer katil biliniyorsa hakkında ka­same yoktur. Fakat kasden öldürmede şartlarına uygun olarak kısas gere­kir. Kasta benzer hata yoluyla ve benzeri öldürmelerde ise diyet lazım ge­lir.

3. Maktulün insan olması lazım gelir. Herhangi bir mahallede ölü olarak bulunmuş bir hayvana dair kasame olmadığı gibi tazminat da yok­tur.

4. Maktulün velileri tarafından davanın mahkemede açılması. Zira kasame bir yemindir. Yemin ise bütün davalarda olduğu gibi davasız ola­rak gerekmez. [78]

Velilerin davanın açılması hususunda ittifak etmelerini şart koşar­lar. Eğer bu konuda farklı kanaata sahip iseler kasame sabit olmaz. Şafi-ilere göre davacının davasında çelişki olmamalıdır.

Eğer tek bir kişinin aleyhine öldürme davasında bulunacak sonra bir başkası aleyhine onun ortağı olduğunu yahut ötekinin tek başına katil olduğunu ileri sürecek olursa, birinci dava ile çatıştığından dolayı ikinci dava dinlenmez. Şafüler kan, gasp, hırsızlık ve telef etmek gibi hususlara dair bütün davalarda aşağıdaki şu altı şartı öngörürler.

1) Davanın konusunun davacının iddiasına dair kasden mi? Hata yoluyla mı? Hataya benzer mi? olduğu bir kişi tarafından tek başına mı? Ortak olarak mı işlemişse ortakların sayısını etraflıca belirtmek suretiyle çoğunlukla bilinebilir olması.

2)  Dava konusu bağlayıcı olmalıdır. Her hangi bir şeyin hibe edildi­ğine, satıldığına veya ikrarına dair dava: Hibe edenin izniyle kabz ettim. Satıcı veya ikrar eden kişi bunu bana teslim etmek zorundadır." demedik­çe davası dinlenmez.

3) Davacı, davasında müddea aleyhi tayin etmelidir. Bir veya birden çok -mesela- üç kişi gibi muayyen kimseler olmalıdırlar.

4) Davacı, iddia halinde mükellef yani baliğ ve akıllı olmalıdır. Küçü­ğün ve delinin davası dinlenmez. Sarhoşluğu ile haddi aşmış (kendi isteği ile sarhoş olmuş) sarhoşun da davası dinlenmez.

5) Davalı da davacı gibi mükellef olmalıdır. Küçüğe ve deliye karşı dava sahih değildir.

6) Davacıyla dava arasında çekilişi olmamalıdır. [79]

Bir kasame yapılması talep edilmelidir. Zira kasame bir takım ye­minlerden ibarettir. Yemin ise davacının hakkıdır. Bir de maktulün bulun­duğu yerin herhangi bir insanın mülkü olması veya herhangi bir kimsenin eli ve tasarrufu altında bulunması gerekir. Onun aksi ise o zaman ne ka­same var ne de diyet vardır. Eğer maktulün bulunduğu yer her hangi bir kimsenin mülkü veya eli altında değilse, kimse onu korumakla mükellef değildir. Dolayısıyla da diyet de lazım gelmez. Bunun için diyet beytül mal­dan ödenmelidir. Zira kamuya ait olan yeri korumak, kamuyla yahut ce­maate aittir.

Beytül maldaki mal ise onların malıdır. Bir düzlükte (çöl veya boş bir arzı de) bir maktul bulunacak olursa, burası da kimsenin mülkiyeti al­tında değilse, eğer bu yer kasaba veya şehirden sesin duyulabileceği uzak­lıkta ise, onlara kasame düşer. Eğer sesin işitilemeyeceği bir yerde ise, o-nun hakkında kasame de yoktur. Kimsenin üzerine diyet de yoktur. Onun diyeti beytü'1-male aittir.

Eğer maktul Dicle, Fırat ve Nil gibi büyük bir nehrin ortasında bulu­nacak olursa ve suyun üstünde akıp gidiyor ise, kimse zerinde kasame ve diyet de yoktur. Zira büyük nehir kimsenin mülkü olmadığı gibi kimsenin tasarrufu altında da değildir. Yine diyet beytü'1-male aittir. Eğer suyun üs­tünden gitmiyor ve kıyıda duruyor yahut bir ada da duruyor ise sesi işite­bilecek bir yerde olmaları halinde o yere en yakın kasaba halkı üzerine ka­same vardır. Zira böyle bir yer onların tasarrufları altındadır. Eğer küçük bir akar suda bulunacak olursa, o akarsuyun sahipleri üzerine kasame ve diyet vardır. Zira akar su onların mülkiyeti altındadır. Kamuya ait ve Cu­ma namazlarının kılındığı büyük mescitlerde, caddelerde, köprülerde, ka­muya açık pazarlarda yahut hapishanede bulunan maktullar hakkında kasame yoktur. Zira bu gibi yerler kimsenin mülkiyeti altında değildir. Yi­ne bunun diyeti beytü'l-maldan ödenir. Eğer mahalle mescidinde olursa, o mahalle halkı üzerine kasame vardır. Eğer maktul bir gemide, arabada ve­ya araçlarda olursa, bunların içindeki yolculara kasame vardır. Eğer mak­tul, binek üzerinde ve onunla birlikte bir çekici yahut arkadan süren veya binici de varsa, o takdirde kasame o kişi üzerindedir. Diyet mahalle halkı­na değil akilesine aittir. Zira bu hayvan onun elinde bulunmaktadır velha­sıl bir kişinin sayılabilir. Bir topluluğun değilde genel olarak bütün müs-lümanların tasarrufu altında bulunan her bir yerde, kimse için kasame ve diyet sorumluluğu yoktur. Diyet beytü'1-mala aittir. Zira külfet nimete gö­redir.

 

YETMİŞ İKİNCİ BÖLÜM

 

KATLIN KEFFARETI

 

Katilin keffaretinin hükmü ve delili cenin de olsa bir insanın öldü­rülmesi haramdır. Öldüren kimseye Allah'ın hakkı olarak keffaret gerekli olur. Cinayet ister kasden olsun, ister kasda benzer şekilde olsun, ister kazaen olsun, ister bir hak nedeniyle olsun, katil ister bir çocuk, ister bir deli olsun hüküm değişmez.

Fakat çocukluk ve delilik halinde cinayet işleyene kısas cezası der­hal uygulanmaz. Çocuk baliğ olduktan ve deli de iyileştikten sonra, sar­hoşluk halinde cinayet işleyen aklı başında iken cinayet işleyene, sonra da deliren kimseye derhal kısas uygulanır. Kısas ve öldürmede keffaretin va-cib olduğunun delili şu ayettir:

Bir müminin diğer bir mü'mini öldürme yetkisi yoktur. Ancak yanlışlıkla olması müstesna, kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse (keffaret olarak) mü'min bir köleyi azat etmesi ve öldürülenin ailesine de teslim edilecek bir diyetin verilmesi farzdır. Meğer (öldürülenin varisleri o diyeti sadaka olarak) bağışlamış olsunlar. (Bu takdirde di­yet düşer.) Eğer (yanlışlıkla öldürülen) mü'min olup size düşman olan (harbi) bir kavim ise, o takdirde (diyet yoktur sadece) bir köleyi azad etmek lazımdır. Eğer öldürülen kişi, sizinle aralarında sözleşme bulu­nan (ehl'i zimmet) bir kavimdense, onun aile efradına teslim edilen bir diyetle beraber mü'min olan bir köleyi azad etmek lazım gelir. Ki­min gücü bunlara yetmiyorsa, ona peş peşe iki ay oruç tutması farz­dır ki Allah tarafından tevbesi kabul edilsin. Allah bilendir ve hikmet sahibidir. [80]

Vasile b. Eska şöyle anlatır:

Hakkında -kati nedeniyle- ateşin vacip olduğu bir arkadaşımız için Hz. Peygamberin yanına gittik. Bize 'Bir köle azad edin. Allah da onun (kö­lenin) her bir uzvu için, ateşten onun bir uzvunu azad eder buyurdu [81] Bu hadis kasden adam öldürmede keffaretin vacib olduğuna delalet eder. Zira -şu ayetten de anlaşılacağı gibi

Kasden öldürmediği takdirde katil üzerine ateş vacib olmaz." Bir mü'mini kasden öldürenin cezası cehennemde ebedi kalmaktır. Allah ona gazap ve lanet eder. Ona büyük bir azap hazırlar" [82]

Bir önceki ayet ise, kazaen adam öldüren kişinin üzerine keffaretin vacib olduğunu ifade etmektedir. Kazaen adam öldüren kişinin üzerine keffaret vacib olduğuna göre, kasda benzer öldürmede ve kasden öldürme de bitarıkı evla vacib olur. Zira keffaret cebir ve telafi içindir. Kasden veya kasda benzer şekilde adam Öldüren kişi, kazaen öldüren kişiden daha faz­la telafi ve cebre muhtaçtır. Katl'ın keffaretinin keyfiyeti katilin eğer kendi­sinin ve nafakası kendisine vacib olan kişilerin nafakasından daha fazla malı varsa -mü'min bir köle azad etmesi farzdır. Azad edecek olan bu kö­lenin sağlam olması şarttır. Bunu zıhar keffaretinde izah etmiştik. Eğer fa­kirlikte veya köle bulmaktan ötürü mü'min bir köle azad etmezse, peş pe­şe iki ay oruç tutmalıdır. Hastalık nedeniyle peş peşe iki ay oruç tutmak­tan aciz ise keffaret köle azad edecek duruma gelinceye veya hastalıktan kurtulup oruç tutacak güce kavuşuncaya kadar tehir edilir. Katlin kefareti olarak altmış fakiri doyurmak söz konusu değildir. Bu, zıhar ve Ramazan orucunu cinsi münasebet yaparak bozma keffaretinde söz konusudur. Bunların birbirine kıyas edilmesi doğru değildir. Çünkü keffarette kıyas yoktur.

Bir ihtar: Bağı ve saldırganı öldüren bir kişiye kefaret vacip olmaz. Zira bu kişilerin tazminaü söz konusu değildir. Bağı ve saldırgan kişiler, harbi, kafir, mürted, evli olduğu halde zina eden kişi gibidirler. Yine kısa­sa mahkum edilen bir katili öldüren kişiye de keffaret düşmez. Zira onun kanı, maktulün velisine göre mubahtır.

Kısasın şartları: Kısas, kasdi öldürme ve kasdi organ kesme cinayet­lerinde uygulanır.

1. Katilin mükellef, yani akıl ve baliğ olması.

2. Katilin, maktulün aslı yani ana-babası olmaması: Oğlunu öldüren baba hakkında kısas cezası uygulanmaz.

Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Baba çocuğunu öldürme sebebiyle kısas olunmaz. [83]

3. Maktulün müslüman olması ya da kendisine güvence verilmiş bir gayrı müslim olması.

Şu halde, savaşçı bir fakir veya islamdan dönmüş bir kimse bir müslüman tarafından öldürülürse, ne kısas ve ne de diyet gerekir. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Dinini değiştiren kimseyi öldürün" [84]

4. Katil ile Maktulün denk olması: Zimmi bir kafir öldüren bir müs-lümana kısas uygulanmaz. Ancak büyük günah işlemiş olur ve kendisine diyetin üçte biri lazım gelir.

Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Kafiri öldürme nedeniyle müslüman kişi öldürülemez.[85] Kısası kim uygular? Öldürme veya organ kesmekten dolayı kısas ce­zası sabit olunca maktulün velisi bu kısası bizzat infaz etmek üzere ha­kimden talep eder. Hakim de buna müsaade eder ki, hakkım alabilsin. Ancak maktulün velisinin, kısası bizzat infaz etmek için iki şartı vardır:

1. Devlet başkanın izniyle olması devlet başkanından veya tayin etti-aği hakimden izin almadan acele ederek kısası uygularsa, günahkar olur ve cezaya da müstahak olur.

2. Adam öldürme cinayeti olması: Organ kesme cinayeti olması: Or­gan kesme cinayetinden dolayı uygulanacak kısas cezasının, bizzat devlet başkanı tarafından tatbik edilmesi gerekir. Kısasın infazı: İkrar etmekle veya şahitlik etmekle sabit olur.

 

YETMİŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

HADLER

 

(CEZALAR)

 

Allah Teala, insana ikram ve şeref vermiş ve onu yarattıklarının bir çoğundan üstün kılmıştır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: And olsun ki biz Adem oğullarını şan ve şeref sahibi kıldık. Onları (çeşitli vası­talarla) karada ve denizde taşıdık. Kendilerine temiz rıziklardan verdik. Onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık. Allah Teala'nın insanı şan ve şeref sahibi kılıp ikram etmesinin tecellilerinden biride yer yüzünü imar etmesi için onu halife kılmasıdır. Bu halifelik, ancak insanın masla­hatını teminetmek mefsedlerin ondan uzaklaştırılması şu beş şeyin ko­runmasıyla mümkün olur:

1. Din,

2. Nefis (can)

3. Akıl.

4. Nesil.

5. Mal.

Şu halde islam dini bu unsurlann korunması ve bunlara zarar veri­ci şeylerin giderilmesi için insanlara bahş edilmiştir.

Bu beş unsurun korunması için şer'i hükümler konulmuştur. İşte bu hükümlerden bir kısmı, had ve ta'zirlerdir. Had ve ta'zir cezaları o beş unsura saldırana uygulanır. Binaen aleyh, şer'i cezalar hadlar ve ta'zirler olmak üzere iki kısma ayrılır: Had: Allah (c.c.) tarafından takdir edilen ce­zadır. Had adı verilen bu cezanın ne fazlasının ve ne de noksanının uygu­lanması caiz değildir. Ta'zir: Takdir edip, tayin edilmemiş cezadır. Bu ceza hakimin görüşüne bağlı bırakılmıştır. Haps etme ve tokatlama olabileceği gibi, azarlama ve sürgün de olabilir. Takdir edilen had cezaları 6 kısımdır. Zina, kazf, içki, hırsızlık, yol kesme ve irtidad (dinden dönme) cezalandır. Şimdi bunları izahını Allah'ın izniyle detaylı olarak yapacağız: Zina haddi (zina cezası) zina: mükellef bir insanın, kendisine haram olan kadınla cin­sel temasta bulunmasıdır. Muhsen (evli) olan bir kimse -Zina ederse ceza­sı recmdir. Yani ölünceye kadar taşlanmaktır.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Müslüman bir kişinin kanı ancak su üç şeyden biri sebebiyle helal olur: Evli olup zina etmek, başka birini öldürmek, dininden irtidat edip (çıkıp) müslüman cemaatten ayrılmak."

Hiç şüphesiz ki Allah'ın kitabında evli erkek ve kadınlardan olup da zina eden. cinasına da beyyine bulunan, yahut gebelik ve itirafta bulunma­sıyla zinası sabit görünen kimse üzerine recm bir haktır. [86]

1. Recm Hz. Peygamberden kavlen ve fiilen sabit olmuştur. Bu hü­küm dayanağı, lafzı nesh edildiği halde hükmü baki olan bir ayettir.

Rasûlullah (s.a.v.) mescidde iken müslümanlardan bir kişi yanına geldi ve na nida edip şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasulü! Ben zina ettim." Hz. peygamber (s.a.v.) ondan yüzünü çevirdi. Nihayet o zat bu itirafı kendi aleyhine dört kere tekrarladı. Bu şekilde kendi aleyhine dört defa şahadet edince. Rasûlullah (s.a.v.) onu çağırıp şöyle sordu: "Sende delilik var mı?", "Hayır!", "Sen evli misin?", "Evet." "Bunu götürüp (taşlayınız). [87]

1. Tilaveti nesh edilen ayet şudur:

"Evli erkek ve kadım zina ettikleri takdirde her ikisini de recm edin. Bu Allah'tan gelen bir cezadır. Muhakkak ki Allah aziz ve hakimdir. Zina suçu: Zina eden erkek veya kadının ikrarı veya şahitlerin şahadeti ya da delil ile sabit olunca ceza uygulanır. Recm cezası, normal taşlarla yapılır. Bu cezayı herkes uygulayamaz. Ancak şer'i idare tarafından uygulanır. Zi­na suçu işleyen evli değilse, onun cezası 100 değnek (kırbaç) vurmak ve 144 km. mesafeye bir sene sürgün etmektir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun, Allah'a ve ahiret gününe iman etmişseniz, Allah'ın dini (ne gö­re cezayı tatbik) hususunda sizi o ikisine karşı acıma tutmasın. Onla­ra uygulanan cezaya mü'minlerden bir grup da şahit olsun. [88]

Zina eden bekann bir yıl sürgün edilmesi de hadislerle sabit olmuş­tur. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Benden alınız, benden alınız. Muhakkak ki Allah zina eden kadınlar için bir yol tayin etmiştir: Evlenmemiş olan, evlenmemiş olanla zina ederse bunların herbirine yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası vardır. Evli veya dul olan, evli veya dul olanla zina ederse bunların her birine de yüz değnek ile taşlama cezası vardır. [89]

Ebu Hüreyre ile Zeyd b. Halid el. Cüheni'den şöyle rivayet edilmek­tedir: 'Bedevilerden bir kişi Rasulullah'a (s.a.v.) gelerek şöyle dedi:

Ey Allah'ın Rasulü! Allah aşkına senden benim için ancak Al­lah'ın kitabı ile hükmetmeni istiyorum. Onun hasmı olan ve aynı zamanda ondan diğer şahıs da şöyle dedi:

Evet. Aramızda Allah'ın kitabı ile hükmet ve konuşmak için de bana izin ver.

Peki konuş!

Oğlum, hasmım olan şu zatın yanında hizmetçi olarak bulunuyordu. Derken oğlum onun karısı ile zina etti. Bana da bu zinadan ötürü oğluma recm cezası lazım geldiğini söyledi. Ben oğlum için 100 koyun ve bir cariye fidye verip oğlumu kurtardım. Müteaki, ben bu meseleyi ilim eh­li olanlara sordum. Onlar, oğlunun cezası 100 değnek ile 1 yıl sürgündür. Öteki adamın zina eden karısına da recm lazım gelir dediler.

Nefsim elinde olan (Allah)a yemin ederim ki ben sizin aranızda muhakkak Allah'ın kitabı ile hükm edeceğim: Cariye ile koyunlar tekrar sana iade olunacaktır. Oğluna da 100 değnek ile 1 yıl insanlardan uzak­laştırma cezası verilecektir. Bundan sonra da Rasulullah (s.a.v.) şöyle emir buyurdu:

Ey Umeys! Haydi bu adamın karısının yanma git. Eğer (zina etti­ğini) itiraf ederse onu recm et. [90]

İbn Ömer şöyle rivayet etmektedir: "Rasulullah (s.a.v.) hadd vurdu ve sürgün etti. Ebu Bekir hadd vurdu ve sürgün etti. Ömer'de hadd vurdu ve sürgün etti. Tirmizi, 1438 Sürgün cezası verilen kişileri Hz. Ömer Şam'a Hz. Osman Mısır'a Hz. Ali de Basra'ya gönderdi. Ashabdan hiç kim­senin itirazları olmadığı için, bu sürgün cezası icma-ı ümmet olmuştur. Sürgün ancak ve ancak Kadi'nm hükmetmesiyle meydana gelir. Eğer bir kişi kadının hükmü olmadan -sürgüne giderse bu sürgün yeterli değildir. Kişinin, namazın kasr edileceği bir mesafeye yani 144 mesafeye sürgün edilmesi gerekir. Bir yıl sürgün cezası, evli olmadığı halde zina eden erkek ve kadınlara vacibdir. Fakat kadın sürgüne gönderilirken kadının yanında bir mahreminin bulunması şarttır. Eğer yanında bir mahremi yoksa, kadı­nı sürgüne göndermek caiz değildir.

İmran b. Huseyn şöyle rivayet ediyor: Cüheyne kabilesinden bir ka­dın zinadan hamile olarak Allah'ın Rasulü'ne geldi ve Ey Allah'ın Rasulü! Ben had vurulmayı icab ettiren bir günah işledim. Bu bakımdan bunun cezası olan haddi bana tatbik et dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, ka­dının velisini çağınp ona, bu kadına iyi muamele et. Çocuğunu doğurduğu zaman onu bana getir, emrini verdi. Velisi de bu emri yerine getirdi. Niha­yet Hz. Peygamber kadınla ilgili emrini verdi. Kadının elbiselerini vücudu­na bağladı. Sonra Hz. Peygamber emretti ve kadın recm edildi. Sonra da peygamber (s.a.v.) kadının cenaze namazını bizzat kendisi kıldırdı. Hz. Ömer şöyle dedi:

Ey Allah'ın Rasulü! Zina etmiş bir kadın olduğu halde sen onun cenaze namazını nasıl kılarsın?

Vallahi, o öyle bir tevbe etti ki Medine halkından yetmiş kişi ara­sında taksim edilmiş olsaydı, muhakkak onlara fazla gelirdi. Ya Ömer! Sen, kendi canını Allah'a cömertçe feda eden bir kadının tevbesinden da­ha kıymetlisini bulabilir misin?  Zina eden -başından evlilik geçen ve geçmeyen- kişilere hadd cezasının uygulanması için şu şartların bulun­ması lazımdır.

1. Mükellef olmalıdır. Yani zina eden kişi akıl ve baliğ olmalıdır. Ba­liğ olmayan çocuğa ve deliye had cezası tatbik edilmez. Fakat içki içip zina edene had cezası uygulanır. Yanlışlıkla su sanarak bir içkiyi içip sarhoş olmuşsa ve zina etmişse, ona had uygulamaz.

2. Zorlama olmamalıdır. Erkek veya kadın zinaya zorlanırsa -mesela zina etmediği takdirde ölümle tehdit edilirse ona zina cezası uygulanmaz. Zira Rasulü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimden hataen, unutarak ve zorlanarak yaptıkları şeylerin günahı kaldırmıştır.[91]

3. Şer'an mazur sayılacak bir özür bulunmamalıdır. Mesela kişi, ya­tağında bir kadın görüp kendi hanımı olduğunu zannetse sonra onunla cinsi ilişkide bulunsa, sonra onun hanımı olmadığı meydana çıksa, o kişi­ye zina haddi uygulanmaz. Bir de bir kişi bir kadınla şahitsiz olarak ni-kahlansa ve cinsi ilişkide bulunsa, ona zina haddi tatbik edilmez. Zira alimlerin bazıları nikahta şahit bulunmasının şart olmadığını söylemişler­dir. Fakat yine günahtır. Zira bunun delili yoktur. Fakat nikah akdinde şahitlerin bulunmasının şart olduğuna dair deliller vardır.

Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Nikah ancak bir veli ve iki şahitle gerçekleşir. [92] Şüphe nedeniyle hadlerin tatbik edilmeyeceğinin, makul bir özür ol­duğunda cezaların uygulanmaması gerektiğinin delili şu hadistir:

Müslümanlardan, cezalan gücünüz yettiği kadar kaldırmaya çalı­şın. Şayet bir çıkış yolu varsa onu tahliye edin. [93]

4. Zina sabit olmalıdır. Zinanın, ikrar veya şahitlikle sabit olması: İkrar: Zina suçunu işleyenin açık bir ifade ile zina yaptığını itiraf etmesi­dir. Bu itirafı meydana geldikten sonra, kadın olsun ister erkek olsun on­lara had cezası uygulanır.

Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) Maiz isimdeki bir erkek ve Gamidiy-yeli bir kadının ikrarlanyla kendilerine recm cezası tabik ettirmişlerdir. [94]

Şahidliğe gelince:

Dört adil erkeğin şehadetleriyle gerçekleşir. Dördü de zina edenlerin cinsel ilişki halini görmeli ve yapıldığı mekan üzerinde görüş birliği içinde olmalıdır. Bu konuda yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Kadınlarınızdan zina yapanlara karşı içinizden dört şahid geti­riniz." [95]

Şahitler zina halini görmemişse ve yapıldığı yeri belirtmezse veya aralannda çelişki meydana gelse, o zaman kendilerine kazf (iftira) cezası uygulanır.

Görülüyor ki zina cezasının uygulana bilmesi için dört şahid şart koşulmuştur. Şahitlerin birinin, şahitlikte kusurlu davranması halinde 80 değnek kazf hadine (cezasına) tabii tutulur. Dört şahidin şart koşulmasın­da; maksad Allah'ın kullanmn ayıplannın örülmesi gerçeği vardır. Çünkü bir şeyin şartları çoğalırsa o şeyin meydana gelmesi azalır ki, islam'ın maksadı da budur. İslam ayıplan kapatmayı ister ve kötü şeylerin yayıla­rak, had cezasının uygulanmasını sevmez.

Zira, Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Yapabildiğiniz kadarıyla müslümanlardan haddi uzaklaştırın.[96] Köle veya cariye zina ederse bunlann zinalan ikrar veya delil ile sa­bit olursa, onlara had cezası uygulanır. Köle ve cariyeye tatbik edilecek had cezası, elli değnek ve altı ay sürgündür. Bunlann evli olup olmaması farkı yoktur. Bunun delili şu'ayet-i kerimedir:

(Cariyeler) evlendikten sonra fuhuş (zina) yaparlarsa, o takdir­de hür kadınlar (bu işi yaptıklarında) üzerine lazım olan azabın (ceza­nın) yarısı cariyelere lazım gelir." [97]

Bu hususta erkek köle de cariyeye kıyas edilmiştir: Çünkü her ikisi­nin de ortak noktası köleliktir. Zinaya tabi olan lutilik (homoseksüelliğin) hükmü: Livata: Buna oğlancılık de denir. Şafii mezhebinin sahih görüşü­ne göre, livata yapanın hükmü, aynen zina yapanın hükmü gibidir. Bir kimsenin livatası, şahitlik veya kendi ikran ile sabit olursa; evli ise cezası recmdir. Evli değilse, cezası 100 kırbaç ve bir sene sürgündür. Bunun de­lili şu ayet-i kerimedir:

Sakın zinaya yaklaşmayın. Zira o bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur. [98]

Birde Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Erkek cinsi ilişki de bulunursa, ikisi de zinakar sayılır.[99] Meful'un durumuna gelince, Meful kişinin karısı değilse, mefule yüz deynek vurulur. Mefulün başından evlilik geçmiş olsa bile bakire gibi bir yıl sürgün edilir. Mefulün kadın ve erkek olması hükmü değiştirmez, imam Şafiiye göre lutilik yapan kim olursa olsun öldürülür. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Her kimi Lut kavminin fiilini yapar bulursanız, faili de mefulü de (yaptıranı da) öldürün. [100]

Bazı alimler ise lutilik yapan kişinin yakılacağını söylemişlerdir: Bu görüşün kaynağı da rivayettir: "Hz. Peygamber'in ashabı, lutilik yapan ki­şinin ateşte yakılması hususunda ittifak etmişlerdir. [101]

Halifelerden dördü lutilik yapanlan yakmışdır: Bu halifeler şunlar­dır: Hz. Ebu Bekir Hz. Ali, Abdullah, b. Zübeyr ve Hişam b. Abdulmelik münziri, [102] kendi kansını arkadan kullanan kişiye gelince Rasûlü Ekrem (s.a.v.) onun hakkında şöyle buyurmuştur:

Hanımını arkadan kullanan kişi melundur. [103]

Kadı uygun gördüğü Öyle kimselere tazir cezasını verir. Fakat bu ce­za, seran tayin edilmiş olan cezalann en azını geçmemelidir. Bunun delili de şu hadistir:

Her kim had olmayan bir konuda ceza vermede aşırıya hüküm eder­se o kişi saldırganlardandır. [104]

Başka bir hadiste de şöyledir:

Hanımına arkasından yaklaşan erkeğe Allah (rahmet nazarı ile) bakmaz.

Hayızlı kadına yaklaşan veya bir kadına arkadan yaklaşan veya bir kahine başvuran kişi, Muhammed'e indirilene kürf etmiş olur. [105]

Kadın kadınla cinsi ilişki yaparsa her ikisi de zinacı olurlar." Bu cinsi ilişki sebebiyle icap eden bir had cezası olduğundan zina haddine kı­yas edilerek bekar ve evli oluşa göre hüküm değişir. Zina ile aralanndaki ortak nokta her ikisinde haram bir organı bir ferce sokmaktan ibaret olu­şudur. [106]

Dört mezhebin ittifakıyla hayvana cinsi tecavüzde bulunan bir kişiyi hakim, onu bu suçtan vazgeçirecek bir ceza ile tazir eder. Zira tabi selim olan, sapıklık bulunmayan bir insan şu şekilde ki cinsi ilişkiden nefret ed­er. Bunun için had uygulayarak cezalandırmaya gerek yoktur. Sadece ta­zir edilir. Tazir: Hakkında belli bir ceza, şer'i bir had bulunmayan suçlar­dan dolayı hakim tarafından çekme, mahkemeye çağırma, hapis ve dayak atma gibi şekillerde uygulanır. Malikilere göre onun hükmü, kesme ve eti­nin yenmesi bakımından diğer hayvanlarınla gibidir. Yani yenmesinde ha-ramlık ve mekruhluk diye bir şey tasavvur etmemektedir. Şafiilere göre bunun için hayvan kesilmez. Eğer o hayvan eti yenen cinsten olup boğaz­landığı takdirde esah olan görüşe göre yenmesi helaldir. Fakat haramlık şüphesi bulunduğu için mekruh sayılır. Eğer hayvan başkasına ait olursa, eti -yenmeyen cinsten ise değerinin hepsini, yenen cinsten ise boğazlan­ması sebebiyle eksilen değerini suçlunun tazmin etmesi icap eder. Zira hayvanın telef olmasına ve kesilmesine o sebep olmuştur. Hanefilerde bir görüşe göre o hayvan kesilir et ise yenmez. Bu hayvanın her halde kesil­mesi lazım gelmez. Başkasına ait ise kendisinden kıymetiyle alıp kesilmesi lazım gelmez. Başkasına ait ise kendisinden kıymetiyle alıp kesilmesi menduptur. İmam-ı Azama göre, yenmesi helal olan hayvanlardan ise ke­sildiğinde etini yemek caizdir. İmameyne göre bu et, her halde yakılmalıdır. [107]

Hanbelilere göre o hayvanın Öldürülmesi lazımdır. Eti yenen cinsten olup olması fark etmez. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Kim bir hayvana cinsi tecavüzde bulunursa onu da, hayvanı da öl­dürün." Zira o hayvan canlı kalması daima o günahı hatırlatır. Sahibinin daima ayıplanmasına yol açar. [108]

Hanefi, Şafii ve Hanbelilere göre ölüye yanaşan kimse had olunmaz.

Zira bu sidik içmeye benzer. Onun için yapana yalnız tazir ve tedip gere­kir. Malikilere göre zina haddi uygulanır. İmam Ebu Hanife, İmam Şafii ve İmam Ahmed göre bir şahıs kadının (hakimin) huzurunda ikrarda bulun­sa, had hükmü verilmesinden veya haddin birazının uygulanmasından sonra ikrardan dönse yahut kaçsa ondan had sakıt olur. Böylece "Hadleri, şüphe bulunma durumunda düşürün" hadisiyle amel edilmiş olur. Bir de Rasûlü Ekrem (s.a.v.) efendimiz de Maiz'e: "Belki ona sadece dokundun, belli ki onu sadece öptün" veya göz ucuyla süzdün ya da sadece baktın." Sözleriyle ikrarından dönmesi telkininde bulunmuştur. Kaçtığında Maiz'in peşinden giden ashabına da: "Bırakaydınız ya onu. Belki tövbe ederde Al­lah teala tövbesini kabul ederdi." buyurmuştur. [109]

Netice itibariyle ikrardan dönme ittifakla caizdir. Bütün hadler de imam (islam devlet başkanı) tarafın uygulanır. Recm haddine mahsus olan şart da taşlamaya önce şahitler tarafından başlanmasıdır. Buna göre müslümanlann imamı veya naibi haddi uygular. Eğer had' celd (sopa ya­hut kırbaçla) dövme cezası ise imam ya da kendisi cezayı uygular ya da kendi yerine birisini tayin eder. Eğer had recm cezası ise taşlamaya şahit­ler tarafından başlanması şarttır. Eğer ikrar ile sabit olduysa taşlamaya imam başlar. [110]

Hanefi ve Malikilere göre recm cezası şahitliğe dayanarak vacip ol­muşsa istihsan gereği taşlamaya şahitlerin başlaması şarttır. Hz. Ali'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İlkin şahitler, sonra imam daha sonra da insanlar taşlarlar. Burada geçen sonra (sümme) kelimesi bu işin sırayla yapılacağım belirtmek için kullanılmıştır. Hz. Ali bu sözü ashab-ı kiramın huzurunda söylemiş. Karşı çıkan olmamış. Dolayısıyla bir icma meydana gelmiştir. Celd cezasında durum bu şekilde değildir. Celdde vurmaya şa­hitlerin başlaması şart değildir.

Şafii ve Hanbelilere göre eğer had delil yoluyla sabit olmuş ise, o za­man önce şahidler taşlamaya başlar. Sonra hakim, daha sonra da diğer insanlar taşlarlar. Fakihlerin ittifakıyle hadleri ancak imam (islam devlet başkanı) yahut onun vekil tayin ettiği kimse uygular. Zira Rasûlullah (s.a.v.) zamanında hiçbir had onun izni olmadan uygulanmamıştır. Celd cezası uygulanırken suçlunun helak olmasından korkulmaması da ittifak­la ileri sürülen bir şarttır. Çünkü celd haddi kişiyi helak etmek için değil, caydırmak için meşru kılınmıştır. Celd cezasının çok sıcak ve çok soğuk havalarda, hastalık, nifas ve hamilelik hallerinde uygulanması caiz değil­dir. Zira bu hallerde haddin tatbik edilmesi ölüme sebep olur. Hamile ka­dının ve karnındaki ceninin helak olmasından korkulur. m Fakat Şafii ve Hanbelilere göre iyileşme ümidi bulunmayan hastalık durumunda had uy­gulamayı caiz görmekte ve şu şekilde demektedirler. Yüz tane budak bulu­nan hurma veya üzüm salkımlanyla tek bir defa vurulur. Sehl b. Haniften rivayet edildiğine göre o vücudu çelimsiz ve hasta bir adam hakkında yüz budaklı hurma dallarıyla ona tek bir kere vurmalarını emr etmiştir. İmam Ahmed ve İbn Mace rivayet etmiştir. Cumhura göre kendine had vurulan kişinin helak olması sebebiyle tazminat gerektirmeyeceğini söylemektedir. Zira ilahi hak onun helakine sebep olmuştur. Kadın hamile olup celd se­bebiyle cenin ölürse o zaman taminat gerekir. Zira cenin daman (teminat ve garanti) altındadır. Kendine had vurulan şahıs telef olduğu takdirde eğer had çok soğuk ve sıcak bir havada uygulanmış da ölmüşse tazminat gerekmez.

Sadece hamilenin hamilelik süresince cezası ertelenir. Haksız yere yavrusunun ölümüne yol açacağı için o sırada hamileye had vurulmaz. Recim işi çocuğunu doğuruncaya kadar ertelenir. Zira Resuli Ekrem (s.a.v) "Vallahi ben hamileyim." Diyen Gamid'li yahut Çöhenli kadınlara önce: "Madem öyle şimdi git. Çocuğunu doğurur." Sonra da "Git onu süt­ten kesilinceye kadar emzir" buyurmuştur. Her dört mezhebe göre eğer er­kek ise ayakta bulunduğu halde had yapılacağında ittifakları vardır. Re­cim ister şahit ve delil yoluyla, ister ikrar yoluyla sabit olsun had cezasına çarptırılmış o şahıs bir şeye bağlanmaz. Tutulmaz ve kendisi için çukur kazılmaz. Zira Maiz hakkında onun recini için çukur kazdırmamıştır, bir de taşlanan kişi kaçabilir ve kaçışı ikrardan döndüğüne delil olmuş olur.

Bu örnek Maizin başına gelmiştir. Zira o, taşı az olan bir yerden, taşı çok olan yere kaçmıştır. "' Hanefllere göre had cezası uygulanacak kişi bir ka­dın ise, o kadın için çukur kazılması hususunda tercih müslümanlarm imamına (devlet başkanına} aittir. İster kazdırır isterse de kazdırmaz. Ka­dın için çukuru kazdırması daha iyidir. Bir de Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Gamidli kadın için göğsüne kadar bir çukur kazdırmıştır. Had uygulanırken kadının elbiselerinin çıkarılmayacağı ve dolayısıyla örtülü olacağı için çu­kur kazma işi terk de edilebilir.

Şafiilere göre: "Zina yaptığı delili sabit olmuşsa, açılıp saçılmaması amacıyla kadın için çukur kazılması müstehapdır. Eğer zina onun ikrarıy­la sabit olduğu, zaman kadın için çukur kazılmaz. Maliki ve Hanbelilere göre bu konuda hadisler ihtilaflı olduğu için kadın için mutlak olarak çu­kur kazılmaz. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Cüheyne'li kadın için de Maiz için de, iki yahudi için çukur kazdırmamıştır."

Hanefilere göre celd (değnek ve kamçı ile dövülme) cezası uygulanır­ken erkeğe ayakta, kadına oturduğu yerde celd vurulur. Erkeğin izar (bel­den aşağısını örten don gibi elbisesi) dışındaki giyecekleri çıkarılır. Bütün had ve tazir cezalarında erkeğin elbiseleri çıkarılır. Fakat kazf haddinde kürk ve kalın elbiseleri çıkarılmakla yetinilir. Bütün hadlerde kadının kürk ve diğer yünlü, pamuklu kaim giyeceği dışında hiçbir elbisesi çıkarıl­maz. İmam Şafii ve İmam Ahmed'e göre ise, bütün hadlerde kendisine had vurulan erkeğin sadece kürk ve içi pamuk veya yün doldurulmuş cübbesi çıkarılır. Zira böyle kalın elbiseler üzerinde bırakılacak olursa dövülmeyi umursamaz. Bunlardan başka çıkarılmayacağına delil Abdullah b. Mesud'un şu sözüdür:

Bu ümmette yere uzatma, soyma, boynuna ip bağlama veya bukağı vurma gibi cezalar yoktur. Rasûlullah (s.a.v.) ashabından celd cezasını uy­gularlar iken mahkumun yere yatırıldığı, soyulduğu elbiselerinin çıkarıldı­ğı yolunda bir rivayet nakl edilmemiş bilakis üzerinde bir veya iki elbise bulunduğu rivayet olunmuştur. [111]

Recm haddi meder (tuğla) ve avuca sığacak büyüklükte taşlarla vur­mak suretiyle uygulanır. Çektiği acının uzamaması için hafif taşlar. Çabu­cak canı çıkıp da başkalarına ibret teşkil edici ceza olması kayb olmaması için çok iri kayalar kullanılmaz. [112]

Celd ise üzerinde buda olmayan bir deynek ile yapılır. Mahkum olan şahıs yere yatırılmaz; Bu bidattir. Cellad elini başından daha yukarı kal­dırmaz. Bunun delili ise Hz. Ömer, Ali ve İbni Mesud'un filleridir. Onlar haddi uygularken cellade: Koltuk altının beyazı görülecek kadar elini fazla kaldırma" diye tenbih etmişledir. [113]

Darbe orta kararda olmalıdır. Taki helake yol açmasın, zira Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Mesud söylediğimiz gibi yapmışlardır. Zira bunlar haddi normal bir deynekle vurmuşlardır. "Rasûlü Ekrem (s.a.v.) zi­na ettiğini itiraf eden bir adama celde vurulması için ne çok ince, ne de çok kaim olan, orta derecede bir deynek getirmelerini istedi. Velhasıl şa­rap haddindan başka deynekle dövüleceği hususunda fakihler arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Fakat şarap içme hadinde ise bazı fakıhlar suçluya eller, ayakkabılar ve elbiselerin yenleri vurularak uygulanacağını söyle­miştir. Ebu Hureyre'nin rivayetine göre şarap içmiş bir adam Rasûlullah (s.a.v.) in huzuruna getirildiğinde Hz. Peygamber: "Onu dövünüz" buyur­du. Ebu Hureyre diyor ki: "Kimimiz eliyle kimimiz pabucuyla, kimimiz de elbisesini çarparak adamı dövdük" Ahmed, Buhârî ve Ebu Davud, Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir. [114]

Hanefilere göre vurma işleminin tek bir organ üzerine yapılmaması icap eder. Zira bu organın telef olmasına yahut derinin parçalanmasına yol açar. Vücudunun omuzlar, kollar, bacaklar, ayaklar gibi çeşitli organla­rına ayn ayrı vurulur. Ölüme sebep olabileceğinden korkulan yüz, baş gö­ğüs, karın, cinsi organlar gibi azalara vurmaktan sakınılır. [115]

Hz. Ali cellada şöyle emretmiştir: "Onu döv, her uzvuna dayaktan hakkını ver, yüzüne ve cinsi organına vurma sakın.[116]

İmamı Malik: "Hadlerde sırta ve yakın bölgelere vurulur" der. [117]

İmam Şafii ise "Darbe bütün organlara dağıtılır. Yüz, cinsi organ, böğür ve diğer tehlikeli yerlere vurmaktan sakınılır." der.

Onun delili yukarıda geçen Hz. Ali'nin sözüdür ve Hz. Ömer'den de rivayet olunduğuna göre ona zina etmiş bir cariye getirilmiş ve demiş ki:

Götürün dövün onu, ama derisini parçalamayın"

Zira celdden maksad öldürmek değil, suçtan vazgeçümektir.[118] İmam Ahmed'e göre kadın olsun erkek olsun baş, yüz ve cinsi or­gandan başka, bütün organlarına vurulur. Bunun delili ise Hz. Ali'nin cel­lada söylediği sözüdür: Döv, acıt. Fakat başa ve yüze vurmaktan sakın" Hanefi ve Hanbelilere göre bütün hadler insanlardan bir topluluk önünde uygulanmalıdır. "Müminlerden bir zümre, topluluk da onların cezaları­na şahit olsun" (Nür, 2) ayeti buna delalet etmektedir. Şafıilere ve Malikilere göre haddin bir cemaat önünde tatbik olunması müstehapdır. Toplu­luğun sayısı en az dört kişi olmalıdır. [119]

Cumhura göre Rasûlullah (s.a.v.)'ın;

Hadler mescitlerde uygulanmaz. Oğlu karşılığında baba (kısasen) öl­dürülmez. "

Mescitlerinizden çocuklarınızı, delilerinizi, seslerinizi yükseltmeyi, alışverişlerinizi, hadlerinizi uygulamayı uzak tutunuz. Cuma günlerinizde mescitlerinizi güzel kokularla kokulayın. Kapılarına abdest almak için ib­rik ve benzer kaplar koyun" hadisine dayanılarak hadler mescitlerde uy­gulanmaz. Zira mescitlere saygı ve hürmet göstermek vaciptir. Bunun İçin mescitlerde kılıç çekmek de memnundur. Bir de mescitlerimizin had uy­gulanırken suçludan çıkacak necasetin mescidi kirletmesinden de uzak tutmak lazım ve elzemdir. Cumhura göre recm olunan şahıs müslüman olmak şartıyla yıkanır, kefenlenir, cenaze namazı kılınır ve defn olunur.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Maiz hakkında şöyle buyurmuştur:

Ona da ölülerinize yaptığınız gibi muamele edin.[120] "Bir cariye zina edip de zinası sabit olunca efendisi kendisine yüz sopa cezasını tatbik etsin ve şiddet gösterip fazla azarlamasın, ikinci bir defa zina ettiği takdirde, yine yüz sopa cezasını tatbik etsin. Fazla şiddet gösterip azarlamasın, üçüncü defa zina ederse, bu sefer, artık onu kıldan yapılmış bir ip mukabilinde olsada bile, satsın. [121] Kendisine zina haddi tat­bik edilecek kimseye had uygulanmadan önce tevbe teklif edilmelidir. Ma-verdi, recm cezası tatbik edilmeden önce tevbe teklif edilmesinin sünnet olduğunu söylemiştir. Böylece o kişiye, ölüm anında tevbe nasib olması için fırsat verilmiş olur. Eğer namaz vakti girmişse ona namazı kılması emr edilir. Namaz vakti değilse iki rekat nafile namaz kılmasına müsaade edilir. Eğer su içmek isterse, ona su verilir. Fakat yemek isterse, yemek verilmez. Çünkü su, daha önceki bir susamayı gidermek içindir. Yemek ise ilerisi içindir.

Velhasıl, fakihler recm için şart koşulan ihsan hususunda beş vas­fın bulunması gerektiği üzerinde ittifak etmişlerdir. Bunlara ergen olma, akıl sahibi ve hür olma, sünnet yerinin tamamen girmesi ve zinadan önce sahih bir nikah yapmış bulunması şartlarıdır. Yani zina eden erkek ve ka­dının başından sahih bir nikah neticesi meşru bir cima hali geçmelidir. Daha önce yapılan bir zina ve cariyesiyle yapılan cima veya fere haricinde yapılan bir ilişki veya fasid ya da şüpheli bir nikahla yapılan cima veya oruç, hayız, itikaf, ihram, şirk hallerindeyken yapılan cima yahut da ni­kah akdinden sonra olup cima etmeden yapılmış zina kişiyi muhsen kıl­maz. Fakihler islamın şart koşulması hususunda iki görüşe ayrılmışlardır. İmam Şafii, İmam Ahmed ve İmam Ebu Yusuf a göre ise Müslüman olmak recme götüren ihsan şartlarından değil. Mahkememize dava açan zimmiye had uygulanır. Zimmi bir kadınla müslüman bir erkek evlenip cima ettik­lerinde her ikisi de muhsan olurlar. [122]

İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.)'e zina et­miş olan iki yahudi getirilmiş ve onların recm edilmelerini emr etmiştir. Eğer islam şart olsaydı, recm etmezdi. Bir de "Bekar olmayan erkek, bekar olmayan kadınla zina ederse cezası taşlanmak suretiyle verilir" hadisin ge­nel manası da bunu meydana getirir. Zira müslüman olmanın şart koşul­ması zinadan men etmek içindir ki, genel olarak dinde zaten bu vardır. Bütün dinlere göre zina haram ve yasaktır. İmam Ebu Hanife ve İmam Malike göre müslüman olmak ihsanın şartlanndandir. Bizim mahkememi­ze başvuran zimmi (islam idaresi altında yaşamayı kabullenmiş gayri müslim vatandaş) recm edilmez. Zimmi bir kadın, müslüman bir erkeği muhsan kılamaz. Çünkü recm, temizlemek demektir. Zimmi ise bu temiz­liğe ehil değildir. Onun temizlemesi ahirette cehennemde yanarak tahak­kuk edecektir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Allah'a şirk koşan muhsan olmaz."

Yine Rasûlü Ekrem (s.a.v.) yahudi bir kadınla evlenmek isteyen Ka'b b. Malik'e:

Onu bırak o seni muhsan kılmaz buyurmuştur. Hz. Peygamberin iki yahudiyi recm etmesinin ise indirilip de bilahare tilavet bakımından nesh bakımından nesh edilen recm ayetinden önce Tevrat hükmüne göre vuku bulduğunu söylemişlerdir.

Zina haddinin sıfatı: Zina haddi Allah Teala'mn halis hakkıdır. Yani bu hak toplum yararınadır. Çünkü bu ceza, toplumda ve namuslu, ge­nel menfaatleri korumak, fesad ve zararı önlemek için konulmuştur. Bu­nun neticesinden şunlan ortaya çıkar:

1. Gerekli deliller ile sabit olduktan sonra bu hadde affetme, sulh ol­ma, ibra etme, ihtimali bulunmaz. Zira bu kullara değil Allah Teala'ya ait bir hakdır. Kimse onu düşürme hakkına sahip değildir.

2.  Zina haddinde tedahül olabilir: Öyle ki bir kişi defalarca zina etse kendisine tek bir had icab eder. Zira bu haddin uygulanmasından maksad kişiyi bu kötü fiilden vazgeçirmektir. O da tek had ile hasıl olur. Fakat zi­na edip had vurulan şahıs, sonradan yine zina etse kendisine tekrar had vurulur. Zira birinci hadden beklenen maksad hasıl olmamış ve tekrar o fiili işlemiş demektir. O yüzden istenen gayenin, o günahtan el çekenin gerçekleşmesini sağlamak üzere tekrar had cezasına çarptırılır. [123]

Allah Teala'mn hakkı ile insanın hakkı arasındaki fark: Allah hakkı demek onun emirleri ve yasakları demektir. Kulun hakkı ise menfaatleri ve sorumlulukları (görevleri) olmaktadır ki, kulun iskat edebileceği her hak buna dahildir. Allah (c.c.) hakkı ise kulun iskat etme hakkı içinde yoktur. Bu taksime göre şeriatın getirdiği hak ve görevler üç kısma ayrı­lır. [124]

1. Sırf Allah'ın hakkı olan iman etmek, kafir olmanın haram kılın­ması gibi hususlar.

2. Sırf kul hakkı borçlar, eşyanın semenleri yani bedelleri gibi.

3. Allah'ın hakkı mı, kulun hakkı mı daha galip (ağırlıklı) olduğunda ihtilaf edilen hak, kazif haddi bu çeşit bir haktır.

el-Karafi'ye göre şöyledir: Sırf kul hakkı demek: Kulun affetmesiyle sakıt olan haktır. Zira hiçbir kul hakkı yoktur ki, onun içinde Allah'ın hakkı olmasın, içinde kul hakkı olmayan bir şeye kesinlikle Allah hakkı mevcuddur. Fakat içinde Allah hakkı bulunmayan kul hakkı yoktur. Şu halde kul tarafından bir hak sakıt edebilse o, kul hakkıdır. Eğer sakıt ede-bilmezse o zaman o Allah tealanın hakkıdır. Kul tarafından düşürüleme-yen bazı ilahi haklar vardır ki: Onlarda aynı zamanda kul hakkı da var. Mesela faiz akitleri, garar (aldatma) ve meçhul şeylerin satışının haram oluşu gibi. Zira yüce Allah bunları kulun malını muhafaza için yasakla­mışlardır. Garar ve bilinmeyen şeylerin akitleri yapılarak kulun akde konu olan şey tamamen veya çoğunluğu itibariyle elde edilemediğinden mal zi­yan olmaktadır. O sebeple yüce Rabbimiz kulun dünya ve ahiretiyle ilgili bir çok hayırlı işlerine yarayan malını ziyan etmesini rahmeti sonucu ha­ram etmiştir. Zira bu tür muamelerde akde konu olan şey tamamen veya ekserisi itibariyle elde edilmediğinden mal ziyan olmaktadır.

Bunun için kulun hakkını sakıt etmesinin de bir tesiri yoktur. Bu­nun gibi Rabbimiz kulun malım denize atıp fazdasız yere zayi etmesini de yasaklamıştır. Ne kadar kul buna razı olursa yine rızası kabul olmaz.

Yine böyle Allah Teala'mn haram kıldığı bir çok şey kulun menfaati içindir. Sarhoşluk veren şeyleri (Müskirat) kulun aklını korumak için, öldürme ve yaralamayı canını, vücudunun organlarını ve sağlığını muhaîaza için haram kılmıştır. Bütün bunlardaki hakkını kul düşürmeye razı olsa da rızası muteber sayılmaz. Gerekli de olmaz. Bütün bu ve benzeri kulla­rın menfaatlerini ihtiva eden haklar Allah Teala'ya aittir. Düşürülmekle düşmezler. Hepsi kulların menfaatini sağlamak, zararını defetmek açısın­dan kulların haklarını ihtiva etmektir. Şeriatte bu şekilde nice örnekler vardır. Fasıklann velayet hakkında razı olmak, rezil kişilerin şahitlik et­meleri gibi hususlarda Allah Teala lütuf ve rahmetinin gereği olarak kulla­rına yasaklar getirmiştir.

İmam Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre zinaya zorlan­mış adama had uygulanmaz. Fakat mehir vermesi icap eder.

İmam Malik ve Hanbelilere göre ise her ikisi de lazım gelir. Şafiilere göre yalnız mehir vermesi lazımdır. [125]

Bir hakkın çiğnenmesi, kişinin sahip olduğu maddi veya manevi ve hürriyetlerden bir veya bir kaçının ihlal edilmesi ile meydana gelir. Sadece hak sahibinin hakkından vazgeçmesi, affedip hakkını helal etmesiyle orta­dan kalkar. Allah, kendisine karşı işlenen bir suçu isterse cezalandırır. İs­terse affeder. Ama kul hakkı, kul affetmezse Allah'da affetmez. Başkalarını eliyle diliyle rahatsız eden, döven, söven, canına, malına tecavüz edenin üzerinde kul hakkı vardır.

 

YETMİŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

KAZF HADDİ

 

(ZİNA İFTİRA CEZASI)

 

Kazf, lugatta "taş ve benzeri şeyi atmak" manasına gelir. Zira taş at­ma ve iftira atmanın her birinde de eziyet vardır. Kazf sözü ile eziyet verme sebebidir. Kazfe iftira ve yalan manasına Firye adı da denir. [126]

Kazfın istılahi manası ise, mükellef bir şahsın hür, namuslu, müslüman, akıllı, ergenlik çağma ermiş olan kimseye, açıkça zinayı isnad ede­rek veya da açıkça zina isnadı yerine geçecek nesebi nefyetmek şeklinde olur. [127]

Bir adam diğer birine: "Ey zani" veya "sen zina ettin" veya "sen zani-sin" dese kendisine had vurulur. Zira diğerine açıkça zina iftirasında bu­lunmuştur. "Ey zinacı kadının oğlu! Ey zinacının oğlu!" dese de durum ay­nıdır. Öbürünün baba veya annesine zina iftirası atmış olur. Fakat "Anne­ne ait değilsin" dese kazif olmaz. Zira bu açık bir yalandır. Bir kimse, bir kadma "sen kahpesin" veya "Fahişesin" veyahut birisine "Sen piçsin" dese yine kazf cezasına müstahaktır. Bir kimse Ahmak, budala, salak ve zalim gibi bir kelime ile sebb suretiyle dese günahkar olur. Sebb edilen kimsenin de karşılık vermeye hakkı vardır. Fakat kazf cezasını gerektiren bir kelime ile sebb edilirse, karşılık vermek caiz değildir. Eğer karşılık olursa her iki­sine de kazf haddi uygulanır. Eğer bir kişi bir adama "Ey kahpenin oğlu!" dese o kişi kazif sayılmaz. Zira bu kelime zina eden kadın için olduğu ka­dar, zina etmemiş, fakat etmeye hazır ve eğilimli kadın için de kullanılır. Bir kimse, bir adama "Ey Lüti!" veya "Lüt kavminin yaptığını yapıyorsun" dese, ona had vurulmaz. Zira ilki sadece "Lüt (a.s.)'in kavmine nispet et­mekten ibarettir. İkincisi ise Liva (oğlancılık) ile kazf etmiş olmaktadır. [128]

 

Kazfın Hükmü:

 

Bir müslümanın iffet sahibi olan müslüman kardeşine zina suçu is-nad etmesi; bunun isnadı ister doğru olsun, ister yalan olsun haramdır. Zira doğru ise; Allah'u Teala'nın örtülmesini emrettiği sırları açığa çıkar­mak, ırz ve namusu lekelemek olur ki bu toplumda çirkin kötülüklere se­bebiyet verir. Yalan ise, zulüm ve iftira olur. İşte bu nedenle şer'i şerif kaz-fı büyük günahlardan saymıştır.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) büyük günahları sayarken bir tanesini şu şekilde buyurmuştur: Evli ve hiçbir şeyden haberi olmayan namuslu mü­min bir kadına zina isnadıyla iftira atmak, [129] yüce Allah'ın şu emriyle meş­ru kılınmıştır:

"Namuslu ve hür kadınlara iftira atan, sonra bu hususta dört şa-hid getirmeyen kimselerin her birine de seksen değnek vurun, onla­rın şahitliklerini ebedi kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir. Ancak bundan sonra tevbe edenler ve hallerini düzeltenler müstesna. Zira Allah mağfiret ve merhamet sahibidir." [130]

Şu halde bir doktorun, bir genç kızın zina edip etmediğini meyda­na getirmek için inceleme yaptıktan sonra, bu kızın zina ettiği meydana tespitini yapüğı ve şahidlerin şahitlik gereği konuşmaları bunlar kazfın konusundan değildir.

İftira atan kişide bulunması lazım olan şartlar beş tanedir:

1. Baliğ olmak. Baliğ olmayan bir kişiye kazf cezası tatbik edilmez. Zira o mükellef değildir. Zira Rasûlü Kibriya (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, akıllamncaya kadar deliden, buluğ çağına gelinceye kadar çocuktan,[131] şu halde zina iftirası atan çocuk mümeyyiz olursa tazir cezasına çarptırılır."

2. Akıllı olmak: Zina iftirası atan deliye ceza verilmez. Zira kalem ondan kaldırılmıştır. Bir de deli ve çocuğun iftiraları huzursuz etmemeli­dir. Fakat sarhoş, sarhoş olduğu halde saldırganlık yaparsa, onlann ceza­lan tatbik edilir.

3. Zina iftirası atan kişi, zina iftirası attığı kişinin -ne kadar yukarı­ya çıkarsa çıksın- aslı (annesi, babası, ninesi, dedesi olmamalıdır.) Zira bunlar evlatlarına yapmış oldukları zina iftirasından ötürü cezalandırıl­mazlar. Şafiilere göre baba oğlunu, dede torununu kazf edecek olsa had icap etmez. Zira had, insan hakkından dolayı icap eden bir cezadır. Kısasta olduğu gibi çocuk için baba üzerine bir ceza gerekmez. Bir şahıs karısına kazfetse de kadın ölüp o adamın kadından bir çocuğu varsa had sakıt olur. Zira hak talebi çocuğa ait bir haktır. Çocuğunda baba üzerinde böyle bir hakkı sabit değildir. Eğer kadının o şahıstan başka bir adamdan bir oğlu varsa, hakkı sabit olduğu için onun namına had vurulması icap eder. Zina iftirası atan ve kazf cezası uygulanmayan kişiye, mutlaka tazir cezası tatbik edebilir.

4.  Kişi kendi istek ve iradesi ile zina iftirası atmalıdır. Şu halde zina iftirası atması için zorlanan kişiye, kazf cezası uygulanmaz. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.V.) şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimden hataen, unutarak ve zorlanarak yaptıkları şeylerin günahı (cezası) kaldırılmıştır.[132] Yine Mükrih'ın üzerine de kazf cezası yok­tur. Zira mukrıh (zorlayıcı) de kâzıf değildir.

5. Müslüman olmalı veya alimlerin bulunmadığı uzak bir memleket­te yaşadığı için zina iftirasının haram olduğunu bilmemelidir. Böyle bir cahile ceza tatbik, edilmez. Fakat bunun ceza gerektirdiğini bilmese bu bilgi­sizlik onu cezadan kurtarmaz. Kendisine zina iftirası atılan kişide bulun­ması gereken şartlar

1. Müslüman olmak.

2. Baliğ olmak.

3. Akıllı olmak.

4. İffetli olmak.

5.  Kendisine zina iftirası atılan kişi, zina iftirası atan kişiye bu hu­susta izin vermemiş olmalıdır. Eğer ortada böyle bir izin varsa -bu her ne kadar zina iftirasını mubah kılmazsa şüphe söz konusudur. Şüphe olduğu zaman ise ceza tatbik edilmez.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Müslümanlardan, cezaları mümkün olduğu kadar gidermeye çalışın. Eğer bir çıkış yolu varsa onu serbest bırakın. Zira imamın (devlet başkanı­nın hakimin) af hususunda yanılması, ceza hususunda yanılmasından daha hayırlıdır.[133]

Eğer şartların onda bulunmadığı takdirde veya ondan birinin bulun­madığı takdirde, o zaman kazf cezası sakıt olur. Fakat o kişiye hakimin takdir ettiği tazir cezası tatbik edilir. Bu ceza hapis, dayak olabilir. Fakat tazir cezası, asıl cezadan az olmalıdır.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Her kim had olmayan bir konuda ceza vermede aşınya kaçarsa sal­dırganlardandır. [134]

Kazf cezası üç şeyle sakıt olur.

1. Zinanın ispatına dair kendisiyle birlikte dört şahid getirmesi veya suçlanan kişinin zina yaptığını bizzat ikrar etmesi.

2. Zina iftirasına uğrayan kimsenin kendisine iftira edeni affetmesi: Öldürülen kişinin velisinin kısastan vazgeçtiğinde kısasın düştüğü gibi kazf cezası düşer. Çünkü her ikisi de yemin ettiklerinde cezadan kurtulur­lar. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Eşlerine zina isnad ettikleri halde kendilerinden başka şahitle­ri olmayan kimselerden her birinin (makul olacak) şahitliği Allah adı­na dört defa yemin edecek kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmektir. Beşinci yemini, eğer yalan söyleyenlerdense, Al­lah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir. [135]

İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmektedir: "Hilal b. Umeyye, Peygam­berin huzurunda, karısının Şerik b. Sehma ile zina ettiğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) beyyineyi hazırla, yahut sırtına had vuru­lur." dedi.

Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden biri karısının üstünde bir erkek görür­se şahit aramaya mı gidecek? (O şahidi bulup getirinceye kadar adam işini görüp savaşmaz mı?)

Sen beyyineyi hazırla, aksi halde arkana zina iftirası cezası (ola­rak seksen değnek) vurulur.

Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki muhakkak ben ke­sin olarak doğru söylüyorum ve eminim ki Allah muhakkak benim arkamı hadden kurtaracak bir vahiy indirecektir. Bu sırada hemen Cibril indi ve Peygamber'e zevcelerine zina isnad' ayetini 'Eğer doğru söyleyenlerden ise, kavline kadar okudu. Bunun üzerine peygamber ayrıldı da kadına haber gönderdi. Kocası Hilal de gelip hazır oldu. İlk önce Hilal (yukarıda geçtiği gibi dört) şahadet ve yemin etti. Peygamber şöyle dedi: Şüphesiz ki Allah ikinizden birinin muhakkak yalancı olduğunu bilmektedir. Şu halde içi­nizden tevbe edecek ve lanetleşme yemininden dönecek olan var mıdır? Sonra Hilal'in zevcesi ayağa kalktı (dört kere) Allah-adıyla, Allah'ı şahid kı­larak yemin etti: Beşinci yemine sıra geldiğinde mecliste hazır bulunanlar kadını durdurup şöyle ikazda bulundular:

Bak kadın, bu beşinci yemin azabı vacib kılar." Bu ikaz üzerine kadın biraz ağırlaşıp durakladı. Hatta biz kadını yemin etmekten vazgeçe­cek ve geriye dönecek zannettik. Sonra kadın kendini toparladı ve şöyle dedi:

Ben (şimdiye kadar şerefle yaşamış olan) kavim ve kabilemi, bundan sonraki günlerde rezil ve rüsvay etmem."

Sonra yemini tamamladı. Bunun ardından peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

Bu kadına bakınız. Eğer bu kadının bundan sonra karnındaki ço­cuk kapkara, sürmeli gözlü kalça ve baldırları büyük doğarsa Şerik b. Sahma'dandır!" buyurdu.

Hakikaten çocuk bu şekil ve nitelikte doğdu. Bunun üzerine Pey­gamberimiz (s.a.v.) Allah'ın kitabındaki hüküm daha önce gelmiş olması­dır. O kadın için yapacağım mühim iş olurdu, (yani ben bu kadına zina cezası uygulardım) Hanefilere göre lanetleşmeden sonra hakim bunları ayırır. Bu ayınma (talak-ı bayin)dir. Şafiilere göre kocanın lanetlemesi bi­ter bitmez bir daha birleşmeyecek şekilde boşanmış olurlar. Şahitlerde bu­lunması lazım olan şartlar:

1.  Zina isnadında bulunan şahidlerin erkek olması gerekir. Eğer dört kadın, bir kişiye zina isnad etseler -bu konuda onların şahitliği kabul olmadığı için- onlara kazf cezası uygulanır.

2. Şahidler hür olmalıdır. Dört veya daha fazla köle, iki kişinin zina ettiğine şahadet etseler, onlara kazf cezası uygulanır.

3.  Şahidler müslüman olmalıdır. Kafirlerin bu husustaki şahidliği kabul edilmez. Eğer dört veya daha fazla kafir, iki kişinin zina ettiğine şa­hadet etseler, onlara kazf cezası tatbik edilir. Fakat şu hususu belirtelim ki kölenin haddi, hür bir kimsenin haddinin yansı kadardır. Bunun için zina isnadında bulunan köleye, kırk sopa vurulur. Kazfm bazı lafızları bir kişinin, başka bir kişiye 'Sen zina yaptın veya Ey zinakar' veya 'Ey muhannes' veya 'Sen lutilik yaptın. Veya 'Ey kendisine lutilik tatbik edilen veya 'Ey lutici' veya 'Ey lutilik yapan' demesi veya bir kadına 'Ey kahbe' demesi veya Zeyd'in oğluna 'Sen Zeyd'den değilsin' demesi ve buna benzer lafızlar kazf lafızlarıdır. Bir kimse arap asıllı olan birine, "ey nebtli [136]  veya "Ey Rum" veya "Ey berber" dese veya bir İranlı'ya "Ey Rum" veya bir Rum'a "Ey İranlı" dese ve bu sözü söylediği kimsenin atalarında söylediği milletten kimse bulunmazsa, Malike göre bu kimseye had cezası uygula­nır. Zira iftira edilen kişinin aslı mesela arap ise ona Rum deyince, annesi­nin Rum ile ilişki kurarak o çocuğu meydana getirdiği gibi anlam çıkıp, annesine zina ettiği iftirasında bulunmuş oluyor.

Bir şahıs diğer birini bir çok kereler kazf etse, onlardan birinden do­layı kendisine kazf cezası vurulmadığı sürece ona ittifakla tek bir had icap eder. Eğer kazf yapıp had vurulduktan sonra tekrar kazf yapsa, ittifakla başka bir had daha vurulur. Bir topluluğa kazf veya bir topluluğa: "Ara­nızda sadece bir tek zinacı var" ve iki topluluğa: "Aranızda bir tek zinacı var" veya iki adama: "Biriniz zinacıdır." Demek durumları böyledir. Zira bu dört şekilde de makzuf meçhul bulunduğu için had icap etmez. Şafiile­re göre kazf haddi kulun halis bir hakkıdır. Bunda ise diğer kul haklarında olduğu gibi dava açılması şarttır. Bu hak, İbnü's-Sünni'nin şu rivayeti-ninde gösterdiği gibi kulun affetmesi durumunda düşer." Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Sizden biri Ebu Damdan gibi olmaktan aciz midir? O: "Atalarıma dil uzatıp bana eza edenlere hakkımı tasadduk ettim, (bağışla­dım)" derdi. "Böyle bir tasadduk ise ancak kendisine ait bir haktan vaz­geçme suretiyle olur.

Hanbeli ve Şafiilere göre iş hakime intikal ettikten sonra bile olsa makzufun hadi düşürmesi, ondan ibra etmesi, affetmesi, sulh yapması, o-nun yerine bedel kabul etmesi sahih olur. Kazf haddini talep hakkı miras­çılara kalabilir. Zira bu had kullarındandır. Onun için "Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Sizden biri Ebu Damdan gibi olmaktan aciz midir? O, irzinıi Jkendimi, şahsımı ve nefsimi) tasadduk ettim, bağışladım* derdi. "Irz tasadduk ise onun namına icap eden bir şey affetmek ile olabilir. Hanefile­re göre ise, kazf haddinde her ne kadar yüce Allah'ın hakkı galip ise de şa­hıs da hakkı vardır. Zira kişi, ırz ve namusunun koruması sebebiyle istifa­de etmektedir. O halde namusu uğrunda bu kişi tarafından dava açılması şartür. Çünkü bir şahsın özel hakkı, ancak onun talebi ve dava etmesiyle sabit olur. [137]

Husumet veya davanın hükmü: Makzuf (iftiraya uğramış) olan kişi­nin husumeti (yani dava açmayı) terk etmesi daha faziletlidir. Zira husu mette o, kötü iftiranın etrafa yayılma durumu bulunmaktadır. Bu gibi şey­lerin yayılmaması şer'an menduptur. Husumetten vazgeçmek şu Ayet-i Kerimede de teşvik edildiği gibi daha faziletli bir harekettir.

"Sizin bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranızda birbirinize iyilik etmeyi unutmayınız. [138]

Hakimin kendisine davayı götürmüş olan davacıyı bundan vazgeç­meye teşvik etmesi güzel olur. Makzuf hayatta olsa davayı açması onun hakkıdır. Eğer makzufun ölmüş olması durumunda ise, dava hakkı baba­ya ve yukarısı dahil ve çocuğuna, torun ve aşağı da dahil olmak üzere bunlara ait olur. Evlatlar babanın, babalar evlatların bir parçası oldukları için aralannda daimi bir alaka vardır. Zira onlara da namus lekesi bula­şır. Makzuf yaşadıktan bir süre sonra ölmüş ise artık kimseye dava açma hakkına sahip olamaz. Müsbette daima palyatıf, menfide daima radikal ol­muşuzdur.

 

YETMİŞ BEŞİNCİ BÖLÜM

 

İÇKİ İÇMENİN CEZASI

 

Allah'u Teala insana pek çok nimetler bağışlamıştır. Bu nimetlerin başı da akıl nimetidir. Onu da özel olarak insana ihsan etmiştir. Zira insa­nı hayvanlardan ayıran ve onu şerefli ve kıymetli yapan ancak ve ancak akıl nimetidir. İnsan aklıyla kıymetli olur ve cemiyet içinde yine aklıyla şe­ref alır. Şu halde alkollü içkiler; insanın aklını götürür ve insanı bu şeref-den mahrum eder. Eğer akıl giderse, hemen arkasından nefsi emmare ba­şını kaldırır ve gayri meşru istekler ayaklanmaya başlar; Bunun içindir ki kargaşalıklar, hayasızlıklar meydana gelir. Müslümanlar arasında düş­manlığın yayılmasına neden olur. Sevgi ve kardeşlik bağlarının kopmasına sebep olur. Bir de alkollü içkiler, dinden, ibadetten ve Allah'ın rahmetin­den uzaklaştırır. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "İçkiden sakınınız. Zira o her kötülüğün cinasıdır. [139]

Bununla beraber alkollü içkiler sağlığa da zararlıdır.

Hanefiler haram olan içeceklerden ötürü iki tür had ön görmüşler­dir. Şürb haddi ve şürk haddi, özellikle hanır (şarap) içme sebebiyle icap eden haddir. Azını veya çoğunu içmekten dolayı bu had lazım gelir. İcap etmesi için sarhoşluk meydana gelmesine luzumet yoktur. Rasûlullah (s.a.v.): "Hamr (şarap) içeni sopa veya kamçıyla dövünüz." buyurmuştur.

Bu hadis on iki sahabeden rivayet edilmiştir. İleride açıklanacağı üzere hamr, kuvvetli sarhoşluk verici bir hale gelen üzüm suyudur. Hamr'a bu isim verilmesi ya aklı gidermesi veya akla karışması yada içine onu ifsad edecek bir şey düşmemesi için kendini gizlemesi yüzündendir. Sükr haddi ise, hamr dışındaki bilinen sarhoşluk verici içkileri içme sonucu ha­sıl olan sarhoşluk sebebiyle icap eder. Bunların açıklaması aşağıda gele­cektir. Tüm fakihlerin görüşlerine göre hamr (şarab) ile başkasını içmek arasında kesinlikle fark yoktur. Her kim sarhoşluk verici bir şey içerse adı ne olursa olsun, hangi maddeden yapılmış olursa olsun ona hadd cezası uygulanır.

Zira Fakihlerin tümü şöyle demişlerdir:

Çoğu sarhoşluk veren her içkinin azı da haramdır ve hamr sayılır. Hamr olması ve içine had icap etmesi bakımından hükmü, üzüm suyu­nun hükmüdür. [140] Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Her sarhoşluk verici hamrdır. Her Hamr da haramdır" buyurmuştur. İmam Ahmed Müs­lim ve İbni Mace hamr için sünen sahipleri ise: "sarhoşluk veren her şey hamr (şarap)dır. Her sarhoşluk veren de haramdır" lafzıyla ifade etmişler­dir. İbni Hibban, Abdurrezak ve Darekutni de bu şekilde nakl etmiştir. İmam Ebu Hanife'ye göre had icap etme ve haramhk hükmünün kendisi­ne bağlı olduğu sarhoşluk miktarı, hiçbir şey anlamayacak ve kavrayama-yacak, erkeği kadından ve yeri gökten ayırt edemeyecek derecede sarhoş olan kişinin aklını başından gideren şeklidir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.)'in "Şüpheler sebebiyle hadleri düşürünüz" hadisi gereği hadler hususunda sebeplerin azami derecesi göz önüne alınır. O yüzden sarhoşluğun en son ve en aşın miktarı haddin icap etmesi için muteber sayılmıştır. İmameyn (Ebu Yusuf ve Muhammed) ile diğer imamlara göre ise sarhoş çoğu sözü saçmam olan, abuk sabuk konuşan kişidir. İnsanlann örf ve adetlerine göre de sarhoş deyince anlaşılan budur. İnsanlar sarhoş kelimesini saç­malayan, karışık sözler söyleyen elbise ve ayakkabısını başkasımnkilerden ayırt edemeyen kişi hakkında kullanırlar. Ulemanın çoğu imameynin gö­rüşüne meyletmişler. Fetva da ona göre verilmiştir. Tenviru'l-Ebsar, had­din miktarı: Fakihlerin cumhuru, Şürb ve Şükr haddinin seksen deynek olduğunu söylemiştir.[141]

Cumhura göre hadlar seksen deynek olarak kabul etmişlerdir. Bu konuda icma bulunduğu şeklindeki bu iddia kabul edilmez. Zira Hz. Ali şöyle demiştir:[142]

"Bir kişi hamr (şarap) içerse sarhoş olur. Sarhoş olunca saçmalar, saçmalayınca iftira eder. İftira edenin had cezası seksen sopadır" sahabe-i kiramdan hiç biri buna karşı çıkmamış ve kabul etmiştir. Bu konuda ic­ma bulunduğu şeklindeki bu iddia kabul edilmez. Hz. Ömer Efendimizin halifeliğinden önce de sonra da şarab içme haddi hususunda ashap ara­sında görüş ayrılığı olmuştur. Rasûlü Ekrem (s.a.v.)den belirli bir miktar sabit olmamıştır. 12İ

Şafiilere göre ise Hamr (şarab) ve diğer sarhoşluk veren içkilerin had cezası kırk deynektir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bu hususta bir had belirlememiştir. Ashab-ı Kiram atılan sopaların sayısını yaklaşık kırk olarak takdir etmiştir. Enes b. Malik'in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v,) şarab içme sebebiyle sopa ve nalinlerle kırk defa vurdurmuştur.

Hz. Ali şöyle de buyurmuştur: "Rasûlullah (s.a.v.) kırk, Ebu Bekir kırk, Ömer seksen sopa vurdurmuştur. Hepsi de sünnettir. Bu (sonuncusu) ba­na göre daha uygundur. Ebu Hureyre'nin yukarıda geçen hadisinin nassı-nın zahirine göre Hamr içen kişi eller, nalinler, elbiselerin uçlanyla dövü­lebilir. Cezalıyı dövmede kullanılacak sopa kısa ve uzun olmayıp orta olur.

Suçlu yere yatınlamaz. Elbisesi soyulmaz. Elleri bağlanmaz. Zira İb-ni Mes'udun şöyle söylediği rivayet edilmiştir. Bu ümmette suçluyu yere yatırma, elbisesini soyma, boynunu iple bağlama, bukağıyla vurma şeklin­de ceza yoktur" birde had cezası uygularken, yüz, baş gibi tehlikeli bölge­lere deyneğin isabet etmemesi için, çok dikkat edilmesi lazım ve elzemdir. Sarhoşluk esnasında had cezası uygulanmaz. Zira bu halde uygulanan ceza içene pek etki etmez. Ancak ayıldıktan sonra uygulanır ki bir daha içmemesi için kendisine bir ders olsun. Had cezası, içki içenin aleyhine iki adil erkeğin şahadetiyle veya içenin kendi ikrarıyla sabit olur. Hakim tara­fından tatbik edilir. Hakimden başkasının ve halk tarafından rast gele ki­şilerin haddi tatbiki caiz değildir. Zira öyle şeyler, kavga ve fitnelere yol açar. İçki içen, pişman olup Allah (c.c.) ile kendi arasında samimi bir şe­kilde tevbe ederse, kendisine had cezasının tatbik edilmesi için hakimin huzuruna çıkması lazım gelmez. Bu dünyada tabik edilir. Ahiret cezası ise, ahirette görülür. Zira içki içmek büyük günahlardandır. Bunun için ahiretle ilgili cezası da ağır olacaktır. Zira Rasûlü Ekrem'e (s.a.v.) bir kişi arpadan ve mızir adı verilen bir içki ile baldan yapılan ve el-bit denilen iç­kinin hükmünü sormuş, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bu içki sarhoş edici midir?

Evet!

Her sarhoşluk veren haramdır. Dünyada iken sarhoş edici içki içene ahirette tinetu'l-habal'den içirmesi aziz ve celil olan Allah üzerine bir taahüddür.

Bunu duyanlar şöyle dediler:

Ey Allah'ın Rasulü! Tinet'ul-Habaal nedir?

Cehennem ehlinin teri veya sıkılmış irinleridir.

İçkinin haramlığı, ayet ve hadis ile sabit olmuştur. İçki içen kişi la-netlendiği gibi içkiyi yapan, satın alan, içiren ve taşıyan da lanetlenmiştir. İçkinin günahı yalnız tevbe ile aff olmaz. Tevbe ile birlikte had cezasıda tatbik edilmesi şarttır. Fakat haddi tatbik edecek devleti islamiye olmazsa, o zaman yalnız tevbe ile iş biter. İçki haram olduğu gibi afyon, eroin ve es­rar gibi vücudu uyuşturan her çeşit uyuşturucu maddeler hangi şekilde alınırsa alınsın haramdır. Yalnız bunlann cezaları had değil, tazirdir. Yani hakim uygun gördüğü cezayı verecektir, İçki ve uyuşturucu maddeleri ya­pan kimsenin cezası had değil tazirdir. Tazir manası, Cenab'ı Allah ve Pey­gamber tarafında müeyyidesi açıklanmamış, içki yapmak ve kumar oyna­mak gibi bir günah için hakim tarafından takdir edilen cezadır. Tazir ceza­sı sürgün etmek olabileceği gibi, deynek vurmak ve hapis etmek de olabi­lir. Çocuğun velisi kendi evladını tazir edebileceği gibi. Çocukların hocası da baliğ olmamış kendi talebelerini de ta'zir edebilir. Hadlerin şartları: Sarhoşluk veren içkilerde sekiz şart vardır:

1. Baliğ olmalıdır.

2. Küçüğe had vurulmaz.

3. Müslüman olmalıdır. Kafire şarab içme cezası verilmediği gibi iç­mesine de engel olunmaz.

4. İçen kendi istemesiyle içmelidir. Cebren içmemelidir.

5. Boğazına yemek tıkanıp da su bulamamak gibi bir zorluktan do­layı içkiyi içmek mecburiyetinde kalmış olmamalıdır.

6.  İçtiğinin hamr (şarap) olarak bilmelidir. Başka bir içecek sanarak içmişse had ona vurulmaz.

7. Hamnn (şarabın) haram olduğunu bilmelidir. Malikiden haram olduğunu bilmediğini dese onun sözü kabul edilmez.

8.  Kendi mezhebine göre içtiği şeyin haram olması lazımdır. İçilme­sini helal gören bir kimse nebiz (kabarmış hale gelen şurup) içerse hak­kında had lazım gelip gelmeyeceği hususunda alimler arasında ihtilaf var­dır. Hanbelilerden başka içtiğinin haram olduğunu bilmezse, onu içerek günah işleme gibi bir maksad da gütmemektedir. Örneği: Karısı denerek başka bir kadının yanma zifafa sokulan kişinin durumunu andırmaktadır. Hanbelilere göre ise sarhoşluk verici bir içeceği, çoğunun sarhoş ettiğini bilerek içen kimseye şükr haddi gerekir. Şafiilere göre hamr (şarap) ve di­ğer sarhoşluk veren içkilerin had cezası kırk deynektir. Zira Hz. Peygam­ber (s.a.v.) bu hususta bir had belirlememiştir:

Ashab'ı güzin atılan sopaların sayısını yaklaşık kırk olarak takdir et­miştir. Enes b. Malik'in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şarap içme sebebiyle sopa ve nalinlerle kırk defa vurdurmuştur. Hadiste geçen "cerid" kelimesi budak ve yaprağı bulunan hurma dalı demektir. [143]

 

İçkilerin Çeşitleri/Haram İçkiler:

 

1. Hamr: Kendi kendine ateş değmeden yahut pişirmeden kaynayıp kabaran, şiddetlenip köpüğünü attıktan sonra durulup saf hale gelen üzüm suyudur. Şu halde Ebu Hanife'ye göre köpüğünü atmadan üzüm suyu hamr sayılmaz. İmameyn ve üç İmama göre ise kaynayıp kabardığı zaman hamr olmuş olur. İsterse kaynaması durulmasın. Zira sarhoşluk verme manası köpüğünü atmadan da gerçekleşir. Halk arasında fesad ka­pısını kapamak için Hanefilerce bu görüş azhar kabul edilmiştir. Kaynayıp üzerinden geceleriyle beraber üç gün geçen bir üzüm suyu artık haram ve necis olur. Hamrın haram olduğuna ve haram oluşunun hikmetine dair delil şu Ayet-i kerimedir:

"Ey İman edenler! İçki, kumar, (tabmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın işinden biri pisliktir. Onun için bunlardan kaçının ki muradınıza ve maksudunuza eresiniz. Şeytan içki de ku­marda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmak­tan namazdan alıkoymak ister artık siz (hepiniz) vazgeçtiniz değil mi? [144]

Bu ayet-i kerime içki hakkında gelen hükümlerin tarihi seyrindeki dördüncü merhalede inmiştir. Ayette geçen "el-Meysir" kelimesi "içinde kumar bulunan her türlü oyun ve benzeri şeylere "meysir" adı verilir. Hat­ta çocukların cevizle oynadıkları oyuna bu isim verilir. "Ensab" ise (tekili "neseb-nusub" şeklindedir) yanında kurban kesilen dikili taş veya put de­mektir. "Ezlam" (tekil"zelem-zelum" şeklindedir) Cahiliyet döneminde Arapların kumar oynarken kullandıkları fal okları manasına gelir. "Rics" kelimesi "azap, pislik, kokuşma" manalarında kullanılır. Putlara rics'e ya­ni azaba sebep oldukları için "esnarn" denmiştir.

2. Seker: Ateşte pişirilmemiş olan hurma suyudur. İmam Ebu Hani­fe'ye göre kendi kendine kaynayıp şiddetlenen, kabaran, köpüğünü atarak durulan yaş hurma (rutub) suyudur. "Rutub" iyice yetişip olgunlaşmış ve henüz kurumamış hurmanın adıdır. "Belalı" ise rutabın ilk zamanlardaki şekline denir." Hurma meyvesi meydana geliş sırasına göre: Tali halal, belah, burs, rutab ve temr" isimlerini alır. "Zehv" alaca olan hurmaya denir. Kırmızı ve san renkler ortaya çıktığında: "hurmada zehv belirdi" der­ler. "Büsr" zehv denen san ve kırmızı hali alıp henüz tam olgunlaşmamış huırmanın adıdır. Temr" ise hurmanın kurusunu da yaşını da içine alan, hepsi hakkında kullanılan cins ismidir.el-Mısbahu'l-Münir, imameyn ve Öteki imamlara göre kaynayan, fakat durulmayan hamr da böyledir. Pişi­rilmemiş kuru hurma nebzi (suyu), seker ismini alır.

3.  Kuru üzüm: Şırası (Nakiu'z-zebib): Su içine atılarak tatlılığı çı­kan, pişirilmeksizin kabaran kuru üzüm suyudur: Köpüğünü atsın veya atmasın bu itilaf yukarıda geçmiştir.

4. Fadih: Büsradı verilen kuru hurma suyunun pişirilmemiş, kendi kendine kaynayıp kabaran şeklinin ismidir. Köpüğünü atmış olsun, olma­sın. Hurmanın kırılıp ufalanması suretiyle yapıldığı için Fadih (kınlan, ufalanan, kabuğu soyulan) ismi verilmiştir.

5. Cumhuri: Üzerinde su konup kansan ve asi miktanna dönen bi­raz pişirilip sarhoşluk verecek hale gelen üzüm suyudur. İmam Ebu Hani­fe ile İmam Ebu Yusuf a göre zevklenmek için ve neşelenmek için içilmesi haramdır.

6. Tila veya müselles: Üzüm suyu pişirilerek yapılır. Pişirme zama­nı üçte ikisi gider, üçte biri kalır ve sarhoşluk verici bir hale gelir. İmam Ebu Hanife ile ve Ebu Yusuf a göre neşe vermek için ve zevk vermek İçin içilmesi haramdır. Diğer imamlara göre kayıtsız olarak haramdır,

7. Bazı veya munassaf: Azıcık ateşte pişirilip üçte ikisinden eksik miktan giden ve sarhoş edecek bir hale gelen üzüm suyudur. Eksilen mik­tar üçte birden veya yandan az olsa da değişmez. Üçte birden fazla olan miktann haram olduğuna delil Hz. Ömer'in uygulamasıdır. Hz. Ömer üçte ikisi gidip üçte biri geriye kalanı helal kabul etmiştir. Sükrüke: Mısır ve dandan yapılan içkidir.

9. Haliten: Kuru hurma ile kopuk hurmayı suda ıslatarak yapılan içkidir. 10.ci arpa suyundan yapılan içkidir. Şarab bevi gibidir. Yani neca­seti ğalizadır.Çünkü necaseti kafi delillerle sabittir. Onun helali olduğuna inanan dinden çıkar.Müslüman hakkında şarabın hiçbir mali kıymeti yok­tur.Zira yüce Allah onu necasetten saymıştır. Kıymetini hiçe indirmiş-tir.şarabdan hiçbir surette faydalanmak helal değildir. Tedavi ve benzeri şeyler için faydalanmak da caiz değildir. Zira yüce Allah şifamızı bize ha­ram kıldığı şeylerle yaratmış değildir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v ) Efendi­miz: "Yüce Allah sizin şifanızı size haram kıldığı şeylerde yaratmış değildir. Beyhaki tarafından tahric edilmiştir buyurmuştur bir kişinin çocuklara şarap içirmesi de haramdır. İçirirse günahı küçüğe değil içirenedir. Zira haram kılındığı ile ilgili hitab büyüklere yöneliktir.

Rasûlü Ekrem (s.a.v) başka bir hadisi şeriflerinde de şöyle buyur­muştur:

Şarabı içen puta tapan gibidir.[145] İç/ci bütün kötülüklerin anasıdır. [146] "Allah şarab içene, içirene, satana, alana (içki yapılmak üzere) üzü­münü sıkana, sıktırana taşıyana kendisine taşınıp götürülene parasını yi­yene lanet etsin Ebu Davud şarabın bir damlasını bile içene hadd vuru­lur. Bir dirhem miktarından daha fazlası elbiseye dokülse bu namazın ca­iz olmasına engel olur. Zira yüce Allah: "Onlar şeytanın işinden bir mun­dar (rics )dir. Ondan kaçmın"ayetinde hamra "rics" adını vermiştir. Bir de necis olduğuna delil Ebu Salebe el-Huşeni hadisidir. "Ebu Salebe'nin "Ey Allah m Rasülü! Biz ehli kitab topraklannda bulunuyoruz. Onlann kapla­rından yiyelim mi? Sorusuna Resullullah (s.a.v): "eğer başka kap bulursa­nız onlarınkinden yemeyin. Başkasını bulamazsanız onlannkini yıkayın ve ondan yemek yiyin." buyurmuştur. Şarabı kaynatmak dahi tesir etmez o yine helale dönmez.[147]

Ebu Malik'i Eşari'den şu hadisi tahriç etmiştir. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Ümmetimden bir takım insanlar, şarabı mutlaka içe­cekler. Ona isminden başka bir ad takacaklar; tepelerinde çalgılar çalına­cak, Allah, onları yere batıracak ve onlardan bir takım maymunlar ve do­muzlar yaratacaktır" Dört çeşit içecek vardır ki, bedenin güçlenmesi, ye­meği hazmetmek ve tedavi maksadıyla İçmek caizdir.

1. Azıcık pişirilmiş kuru hurma ve kuru üzüm şurubu (nebizi, temr, nebizi zebib): Bunun hükmü, neşelenmek ve eğlenmek niyetiyle olmadan içilmesi, kabarsa bile, eğer sarhoş etmiyorsa helaldir. Eğer sarhoş edeceği­ne zann-ı galip ile kanaat getirirse artık sarhoşluk veren son kadehi içme­si haram olur.

2. Üzümden yapılan tila yahu müsellesi: Üçten ikisi gidip üçte biri kalasıya pişirilmiş üzüm suyudur. Kabarsa bile, yemeği hazm etmek, te­davi ve Allaha ibadete bedenin kuvvet kazanması maksadıyla içilmesi İmam Ebu Hanife ile İmam Ebu Yusuf a göre helaldir.

3. Halitan: Karışık olarak azıcık pişirilmiş kuru üzüm ve kuru hur­ma suyundan elde edilir. Yalnız tedavi veya yemeği hazm etmek için olur­sa ne kadar kabarmış olsa da yine içilmesi helaldir.

4. Bal, incir, buğday, arpa ve mısır şurubunun da zevk ve eğlence için olmak şartıyla içilmesi-pişirilsin veya pişirilmesin helaldir. Sarhoşluk verici hale gelmiş bal şurubuna "biti" buğday ve arpa şurubuna "cıa" mısır suyuna "mizr" denir. Sarhoşluk derecesine yetişmeyen helaldir. Ancak şiddetli susuzluk veya ikrah (zorlama) durumlarında zaruret halini gide­cek kadar içmesinde ruhsat vardır. Bir de cerrahi ameliyat hali: Cerrahi ameliyatlarda hastanın uyutulması için, içirmek veya yutturmak ya da zevk etmek yoluyla uyuşturucuların kullanılması caizdir. Zira bu durum­da ki bir hasta uyuşturulmazsa, ameliyata dayanması mümkün olmaz. Tedavi hali, doktorun, hastaya verdiği ilacın içinde sarhoşluk veren bir şe­yin karışımı olursa, ancak bu ilacın yerini alacak başka ilaç olmazsa, o za­man zaruret dolayısıyla hastanın o ilacı kullanması caiz ve ruhsat olur. Fakat başka bir ilaç maddesiyle karıştırılıp istihlak edilmeyen alkollü içki uyuşturucu maddedir; hasta olan kimseye tedavi için hiçbir şeye karışma­dan , saf olarak verilmesi ve alınması, hatta ve hattaki doktor bile vermiş-se kullanılması caiz değildir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Allah Teala sizin şifanızı size ha­ram kıldığı şeylerde yaratmış değildir" buyurmuştur.

Beyhaki tarafından tahriç edilmiştir." Bu da yüce Allah haram kıldı­ğı şeylerle tedavi olmanın haram olduğunu, zira şifanın onlarda bulunma­dığını göstermektedir. Hamr (şarap) haram kılınmış olduğuna göre onunla tedavi de haram olmaktadır.

Fakat hamra mirasçı olunabilir. Zira miras bırakılan birşeye malik olmak, kulun bir müdahalesi bulunmaksızın şer'i yönden sabittir. Bu, başkasına mülk olarak vermek veya malik olmak kabilinden değildir. Hamr (şarap) kıymetli sayılan bir mal değilse de genelde mülkiyeti kabul edebilen bir maldır. Müslümana ait bir şarabı itlaf eden bu tazmin ettiril­mez. Zira şarap müslüman hakkında kıymetli sayılan bir mal değildir. İs­terse itlaf eden hakkında mal olsun, uyuşturucu maddeler yani esrar, ero­in, kokain, morfin gibi maddeler, şarab gibi, haram edilen şeylerdendir. Zira "Rasûl'i Zişan (s.a.v.) sarhoş eden her şey ve uyuşukluk veren şeyden nehyi buyurdu:

Hz. Aişe'den nakl ettiği hadis de şöyledir: "Her sarhoşluk verici şey haramdır. Bir fark miktarı sarhoşluk verdiği şeyin avuç dolusu da haram­dır. "Fark denen ölçek 120 ntıl miktarı tutar (farak denen ölçek ise 16 ntıl kadardır.) "Çoğu sarhoşluk verenin azı da haramdır. [148]

Üzümden, hurmadan, kuru üzümden, buğdaydan, arpada, darıdan, pirinçten, baldan, sütten veya bir başka şeyden yapılmasında sarhoş eden her içkinin çoğu da azıda haramdır ve sarhoşluk meydana getirmesinde fark yoktur.Ebu Hanife'ye göre; hurma ve kuru üzüm, suya ıslatılarak keskin hale gelirse, bunlar da şarap olur. Azı da çoğu da aynıdır. Buna naki, adı verilir. Haşhaş, afyon, bencin hükmü; bunlar gibi aklı gideren her şey haram ve yasaktır. Zira bunların zararı kesindir. Zira Rasûlü Ek­rem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Başkasına zarar vermek olmadığı gibi zarara zararla karşılık ver­mek de caiz değildir. Fakat bu gibi maddelerin kullanılmasından dolayı had icap etmez. Zira bunlarda bir keyf ve zevk almak gibi bir yön yoktur. Fakat bunlarda tazir cezası vardır. Bunları tedavi için kullanmak caizdir. Zira bunlann aynlan haram değildir. Verdikleri zarar sebebiyle haramdır. Kahve ve sigaranın hükmü; bir kişinin maksadı mubah ise, kahveyi içme­si de helaldir. Maksadı mekruh ise kahvenyi içmesi de mekruhtur. Maksa­dı haram ise kahveyi içmesi de haramdır. Tütün yani sigara ise, onun içinde nikotin mikrobu olduğu için ve çeşit çeşit hastalığı meydana getirdi­ği için ve bütün vücuda zarar verdiği için mürüvvet sahibi kişilere bu siga­rayı bırakmak gerekir.

"Şarap içirilen bir hayvan sonra kesilmiş olsa, şayet içirildiği saatte kesilmiş ise kerahetsiz olarak yenmesi helaldir. Zira şarab daha bağırsak-larındadır. Yıkanarak temizlenebilir. Eğer üzerinden bir gün veya daha fazla bir süre geçmişse, hanefilere göre kerahetle birlikte yenmesi helal olur. Zira şarabın damar ve sinirlere dağılmış olması muhtemeldir. Şarap içine düşen buğday sonra tadı ve kokusu kalmayacak derecede yıkansa yenmesi helaldir. Eğer aksi olsa aksı olur. Bir kimse su ile karışık şarab içse bakılır. Eğer çoğu şarap ise had vurulur. Eğer çoğu şarabın tad ve ko­kusunu giderecek şekilde sudan ibaret ise had vurulmaz. Fakat içmesi haramdır. Bir şahsın üzerinde birden fazla had cezası birikirse bu hadler ya yalnız yüce Allah'a aid olan haklardır veya yalnız kullara aid olan hak­lardır veyahut da hem yüce Allah'ın hem de kulların haklarıdır. Birinci kı­sım had cezalan ikiye ayrılır:

1. Arasında öldürülme cezası vermeyi gerektiren hallerde, mesela: Bir şahsın hem hırsızlık yapmış hem de muhsen olduğu halde zina etmiş yahut hem şarap içmiş hem de yol keserek adam öldürmüştür: Hanefi, Maliki ve Hanbelilere göre hadler tedahül eder. (teke indirilir) Suçlu şahıs öldürülür. Öbür hadler düşer. Zira İbni Mesud:

"Biri öldürme olan iki had cezası bir araya gelince, öldürme cezası ötekini kuşatır." buyurmuştur.

İbrahim en-Nehei diyor ki: "Onun Öldürülmesi yeterlidir. Zira bunlar yüce Allah'a ait suçtan vazgeçirmek amacıyla vaz olmuş halis hadlerdir. Kişi öldürülecek olduğuna göre Öyle bir maksad gözetme gereği yoktur." İmam Şafiiye göre ise bütün hadler tam olarak uygulanır. Zira kısas ola­rak elin kesilmesi durumunda olduğu gibi öldürülme cezası olmaksızın i-cap eden ceza, öldürülme cezası ile beraber de icap eder. Bunlar bir takım sebeplerle icap etmiş olan hadlerdir. Tedahül etmezler.

2. Arasında öldürülme cezası bulunmayanlar. Örneği: Bir şahıs hır­sızlık yapsa, zina etse, şarab içse hadlar tedahül etmez. Hepsi de tam ola­rak yerine getirilir. Bu hususta fakihler arasında ihtilaf yoktur. Şafii ve Hanbelilere göre en hafif olan cezasının uygulanmasından başlanır. Önce şarab haddi, sonra zina haddi, sonra hırsızlık haddi sebebiyle gereken el kesme haddi tatbik edilir. Hırsızlıktan dolayı gereken el kesme cezası ile y-ol kesme sebebiyle gereken el kesme haddi birleşir. Tedahül eder. Zira ke­silecek yer (el) birdir. İkinci kısım hadler, kullara ait bir hak olan kısas ile kazf haddi (cumhura göre) cezalarıdır. Hanefilere göre kazf haddinde yüce Allah'ın hakkı da vardır ve kul hakkı da vardır. Fakat yüce Allah'ın hakkı ağırlık basar, onun için onlara göre kazf haddi birinci kısma girer. Aynı zamanda kul hakkına da şamil olduğundan diğer hadlerden önce uygu­lanmaya konur. Şafii ve Hanbelilere göre bütün hadler en hafifinden baş­lanarak tam olarak tatbik edilir. Önce kazf haddi vurulur. Sonra el kesilir, sonra da ölüm cezası uygulanır. Zira bunlar kulların haklarıdır. Tahsil edilme imkanı olduğuna göre diğer kul hakları gibi tam olarak alınır. Öl­dürme cezasından aşağı derecede bulunanlar kula ait bir haktır. Öldürül­me cezası sebebiyle sakıt olmaz. Hanefiler ise yukarıda geçen İbni Me-sud'un sözünü delil göstererek ve Allah Teala'ya ait halis haklara kıyas ederek daha aşağı derecedeki cezalann öldürme cezası dahil olacağım, öl­dürme cezasının hepsinin yerine geçeceğini söylemişlerdir. Üçüncü kısım hadler ise Allah Teala'nın hakkı olan ile kullara aid hak olan hadlerin bir araya geldiği hallerdir ki üç çeşittir:

1. Arasında öldürme cezası bulunmayan hadler. Hanefi, Şafii ve Hanbelilere göre hepsi tamamen uygulanır. Malikilere göre ise şarap içme haddi ile kazf haddi birleşir. Zira her iki cezadan da amaç iftiraya engel ol­maktır.

2. Arasında öldürülme cezası bulunanlar. Cumhura göre Allah Te­ala'ya aid olan hadler de öldürülme cezasına dahil sayılır. Ama kul hakkı olanlar tamamen uygulanır. îmam Şafii'ye göre bütün haklar tam olarak uygulanır. Zira her birinin ayrı sebebi vardır. Cezalan birbirine giremez.

3. İki hakkın tek bir yerde bir araya gelmesi. Birisi Allah Teala'ya di­ğeri kula aid olan örneği: Kısas ile zinadan dolayı recm etme cezası gibi iki hak bir araya gelse ulemaya göre kısas önce uygulanır. Zira kul hakkı da­ha kesinlik kazanmıştır. O yerine getirilince zaten Allah Teala'ya aid hak da gerçekleşmiş olmaktadır. Affedilmeyen günah var mıdır? İslam kul hakkını bütün hakların üstünde tutmuş, böylece insan haklarını saygı de­ğer bir düzeye çıkarmıştır. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz bu konuda şöyle buyuruyor:

"Canımı kudret elinde tutan Allah'a and olsun ki: Bir adam Allah yo­lunda öldürülse, sonra dirilirse, sonra tekrar öldürülse ve yine dirilse ve sonra yine öldürülse, üzerinde de borç bulunsa, borcu ödenmedikçe cennete giremez.[149]

Borçlu ölen adam için şöyle buyurdu: "Doğrusu arkadaşın cennet kapısında, üzerindeki borçtan dolayı tutuklandı. İsterseniz onu kurtarın, isterseniz onu ilahı azaba teslim ediniz" (Salih hadisler) Her bir kesin var bir keşi, 'Ben bi kesin yok kimsesi.' Ben bi kesin sen ol keşi' Ey kimsesiz­ler kimsesi, Tövbe sebebiyle hadlerin düşürülmesi yol keşi hariç şarap iç­miş, zina yapmış, hırsızlık yapmış olan günahkarlar tövbe etse. Hanefi, Maliki ve azhar olan Şafii kavline göre cezalan sakit olmaz. [150]

İsterse hakime baş vurmadan önce olsun ister sonra olsun fark yok­tur. Zira Rasûlü Kibriya (s.a.v.} yanma gelip zina ettiğini ikrar eden Ma-iz'den had cezasını sakıt etmemiştir. Maiz'in günahına tövbe ederek gelmiş olduğunda şüphe yoktur. Diğer hadlerde de hüküm böyledir. Zira hiçbir delil yoktur. Kasani, şöyle diyor: Adi hırsızlık suçunu bundan istisna ede­rek hırsız, hakim tarafından yargılanmadan önce tövbe ederse, çaldığı ma­lı sahibine iade etmek şartıyla cezası olur. İbni Abidin ise şöyle diyor: Ha­kime intikal etmeden önce tövbe sebebiyle had sakıt olur. Suçu işlemeden önce ya sonra olsun, yol kesiciler hakkında da durum aynıdır. İmam Ah-med azhar kavline göre şöyle demiştir: Zaman geçme şartı olmaksızın töv­be suçludan haddi sakıt eder.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Günahtan tövbe eden kimse günahı olmayan gibidir." 'Tövbe önce­ki olan günahlan silip atar" bir de haddin düşürülmesinde tövbeye teşvik vardır. Fakat kul hakkı olduğu için kazf haddinde bu söz konusu değildir. Şu halde bazılarının iddia ettiği gibi tövbenin dünyada had cezasını dü­şürmeyeceğine dair bir icma yoktur. Hırba (yol kesme) haddi ise yol kesici­ler, ele geçirilmelerinden önce tövbe ederlerse, onlardan haddin düşeceği hususunda ulama arasında ihtilaf yoktur.

Zira yüce Allah yol kesiciler hakkında şöyle buyurmaktadır:

Kendilerini ele geçirmeden önce tövbe edenler bundan hariçtir. Bili­niz ki Allah çok yargılayıcı ve çok merhametlidir."

îmam Şafii dünyada hadler uygulanmışsa, ahirette tekrar ceza veril­meyeceği görüşündedir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz:

Allah Teala kulu üzerine ahirette iki de defa ceza vermekten daha adildir. (İki defa ceza vermez.) "Hadler sahipleri için keffarettir." buyur­muştur. Başka bir hadisi şerifinde de şöyledir:

Her hangi bir kul Allah'ın yasak ettiklerinden bir şey işler ve kendi­sine had cezası uygulanırsa, o ceza o günaha keffaret olur. İmam Ahmed, Tirmizi, İbn Mace ve Hakim Ali'den nakl etmişlerdir. Cumhura göre kazf sebebiyle kendisine had vurulmuş şahıs tövbe edecek olursa şahitliği ka­bul edilir. Kazifın tövbesi şöyledir: Söylediğime pişman oldum, ondan dön­düm. Bir daha aynısını yapmam" demesi gerekir. İmam Şafii'nin tövbe Şer'i bir hükmü, had vurulmuş şahsın tövbe ettiği zaman şahidliğinin ka­bul edileceği hükmünü bağlaması sebebiyledir. Hakimin kazıfın tövbesini bilmesi gerekir ki, şahidliğini kabul edebilsin. İmam Şafii'nin tövbe kalbe aid bir amel olduğu halde kazifln tövbeyi dili ile söylemesini şart olarak kabul etmiştir. Bir de tövbeyi şu şekilde söylemesi gerekir: Söylediğime pişman oldum ondan döndüm. Bir daha aynısını yapmam "yalan söyle­dim" ifadesini kullanmamalıdır. Çünkü doğru söylemiş de olabilir. Onun için "yalan söyledim" sözü yalan olur. Yalan söylemek günahtır. Bir güna­hı işlemek de diğer bir günahtan tövbe etmek yerine geçmez. Kazifın had vurulmasıyla yine tövbe etmek şartıyla şahadeti kabul olur. Tövbe kısas ve diyeti düşürür mü? Öldürme olayı sabit olduktan sonra katil hakkında ya kısas ya da diyet cezası icap eder. Kısas cezası, öldürülen kişinin velileri diyet karşılığı veya hiçbir şey almaksızın affetmeleri halinde sakit olur. Şu halde öldürülenin velilerine ait şahsi bir hak ile ilgili olduğu için kısas ve­ya diyet tövbe sebebiyle sakıt olmaz. Buna göre katilin tövbesi, kısas için kendisini teslim etmedikçe, affedilmesi yahut hata yoluyla Öldürülmesi durumunda da diyeti ödemedikçe geçerli olmaz. Katilin tövbesi yalnız is­tiğfar etmek ve pişman olmakla sahih olmaz. Zira aynı zamanda öldürüle­nin velilerini hoşnut etmesine bağlıdır. Eğer öldürme olayı kasten olmuşsa katilin, kısas yapılmak üzere kendisini öldürülenin velilerine teslim etmesi gerekir. Onlar isterlerse katili öldürürler veya bir şey almadan affederler. Eğer affedecek olurlarsa katilin tevbesi yeterlidir. Af sebebiyle dünyada başka bir cezadan kurtulmuş olur. Fakat katil kıyamet günüde hesaba çe­kilecektir, Katilin günaha sürüklenmesi sebebiyle kendi aleyhine işlediği zulüm ise tövbe ile sakıt olur. [151]

İmam Nevevi ve bir çok alime göre şeriatın zahiri delilleri tevbe et­mek şartıyla ahirette katile ceza verilmeyeceği yönündedir. Nitekim çeşitli hadis'i şerifler bunu te'yid etmektedir. Bu hadislerin en meşhuru Buhârî ve Müslim de zikredilen geçmiş devirlerde yüz kişi öldürmüş bir katilin tövbesi ve Allah Tealanın onun tövbesini kabul etmesiyle ilgili hadis-i şeri­fidir. Tazirlerin tövbe sebebi ile düşürülmesi: Tazir islami ölçülere göre kö­tü görülen bir şeyi işleyen veya bir sözle, bir fiil ya da işaret ile başkasına eziyet eden kimseye verilecek cezadır. Tazir cezası, bazen Allah Teala'nm bazen kulun, bazen de her ikisi arasında ortak olmakla beraber bir tarafa daha ağır basan bir hakkın ihlalinden dolayı verilir. Eğer tazir sövme, kötü söz sarf etme, haksız yere vurma, dövme, sahtekarlık yapma, yalancı şa­hitlikte bulunma gibi şahsen dava etmeye bağlı olan insana ait halis bir hak ise tövbe ile de hakimin affetmesi ile sakıt olmaz: Ancak hakkına teca­vüz edilmiş kişinin affı ile sakıt olur. Tazir, eğer ramazan ayında özürsüz yere kasten oruç bozma, namazı terk etme, açıkça faiz yeme, içkili sofrala­ra, fısk ve günah işlenen toplantılara katılma gibi Allah Teala'ya ait halis haklar hususunda olursa, yahut yabancı bir kadınla cinsi ilişkiden başka öpme, kucaklama, onunla yalnız kalma gibi Allah hakkının daha ağırlıklı bulunduğu hususlarla ilgili ise hakimin affı sebebiyle sakıt olduğu gibi tövbe ile de sakıt olur. Bu tafsilat gerçekte Hanefiler ile Şafıilerin görüşü­dür. Fakat bazı fakihlerden bir takım görüşler nakl edilmiştir. Bunlar ge­nel olarak tazirin mutlak olarak yalnız tövbe ile sakıt olacağını fakihlerin ittifakı ile sabittir. Karafı: Tazir tövbe sebebiyle sakıt olur. Her halde bu görüşlerden amaç Allah Tealaya ait olan farz hükmündeki tazirdir. Kul hakkı ise ancak ve ancak sahibinin hoş görüsü veya affetmesiyle sakıt olur. Kul hakkı sahiplerine ödemediği takdirde tövbe ile sakıt olmaz. Aynı şekilde yüce Allah'ın affı da ancak hak sahibinin affetmesi veya hakkı sa­kıt etmesi ile sahih etmesi ile sahih olur. [152]

Hadlerin meşru kılmışmdaki esas maksad, yer yüzününde fesad çıkmaması için, ferd ve toplumlara zarar verilmemesi için dini yasakları işlemelerinin ve emirleri terk etmelerinin önüne geçmektir. [153]

Hanefilere göre had ve tazir cezaları cehri suç işlenmesini önlemeye yönelik olarak konulmuştur. Gaye günahkar ve isyancıları evlilik ilişkileri­ni bozmaktan, neseblerin karışıp kayb olmasından, ırz, akıl, can ve malı itlaf etmekten alıkoymaktır. Ahirette günahtan temizlenmesi ise ancak suçlunun günahkann tövbe etmesi ile mümkün olur. Hanefileri bu inanca götüren delilleri, günah işleyenin cehennemde cezalandırılmaya müstehak olduğunu gösteren ayet'i kerimelerdeki genel manadır.

Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebedi kalıcı ol­mak üzere cehennemdir.[154] ayeti ile yol kesiciler hakkında bildi­ğimiz cezaları belirtildikten sonra: "Bu onların dünyada uğrayacakları rüsvalık ve rezilliktir. Ahirette ise onlara (bakacak) pek büyük bir azap vardır. [155]

İlavesi bulunan ayetler bu kabildendir: Yani yüce Allah Hazretleri onlara hem dünyada, hem de ahirette ceza verileceğini haber vermekte sa­dece tövbe eden kişiden ahiretteki cezanın düşeceğini bildirmektedir. [156]

Alimlerin çoğuna göre şer'i cezalann aslı dünyada suçun önüne geç­mek için konulmuşsa da fakat dünyada cezasını bir müslüman hakkında ahirette görmesi gereken cezayı telafi edip onun yerine de geçmiş olmakta­dır. Kafir hakkında ise zecri Özelliğini korumaktadır. Bir müslümana dün­yada ceza uygulanırsa, bu onu ahiret azabından kurtarmaktadır. Şu hal­de Şer'i cezalardan iki türlü fayda sağlanmış olmaktadır. Zira Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Allah Teala kuluna ikinci bir defa ahirette azap etmekten daha adil­dir. (Bu onun adaletine uygun düşmez)" hadisi de buna delildir. Hadisin başka bir rivayeti: "Bir günahı işleyip de cezasını dünyada çeken kişi ahi­rette tekrar o sebepten cezalandınlamaz.

Ubade b. es-Samit şöyle diyor: "Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte bir mecliste idim. Rasûl-ı Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamanız, hırsızlık yapmamanız, haklı bir sebep dışında kimseyi öldürmemeniz şartıyla biat edersiniz de sizden kim bu biatına sadık kalır ve vefa gösterirse, onun sevabını vermek Allah Tealaya kalmıştır. Kim de bu sayılan şeylerden birini işler ve cezasını çekerse, o ceza kendisi için ke-ffaret olur. Her kim de bu günahlardan birini yapar ve yüce Allah'da onun suçunu bağışlar. İsterse azab eder. Bir rivayette şu ziyade vardır: Biz de bunun üzerinde kendisine biat ettik, söz verdik. [157]

Şeriatta zevacir (önleyici cezalar) ile cevabir (noksanlan tamamlayıcı, telafi edici) cezalann kaidesi nedir? Cevabir (telafi için) olanlar kaçınlmış menfaatlan çekmek, zevacir (suçu önlemek için) olanlar ise fesad ve güna­ha engel olmak için meşru kılınmıştır. Cevabir'den amaç yüce Allah'ın ve kulların haklanna aid olup kaçınlmış bir takım menfaatleri telafi etmektir. Telafi mecburiyetinde kalan kişinin günahkar olması şartı yoktur. Zevacir ile cevabir arasında dört yönden fark vardır:

1. Zevacir cezalar, meydana gelmesi muhtemel olan fesadın önüne geçmek için, cevabir türünden olan cezalar ise kaçınlmış bir takım menfa­atleri telafi etmek için meşru kılınmıştır.

2. Zevacir türü cezalann çoğu suçtan alıkoymak, niyetli olanları vaz­geçirmek amacıyla günahkar ve suçlular hakkında kararlaştınlmıştır. Ba­zen orada bir isyan veya suç olmadan da böyle cezalar konmuş olabilir. Nitekim çocuklar, deliler hakkında konmuş bazı zecri cezalar vardır ki, onların bir suçu dolayısıyla değil verebilecekleri zaran önlemek ve onlan İslah etmek için meşru kılınmıştır. İsyancılarla savaşta müslümanlann birliğinin bozulmasını önlemek için yapılır. Halbuki bir tevile (kendilerince haklı bir yoruma) dayanarak isyan eden isyancılar bu sebeple günahkar kabul edilmemektedirler. Telafi türünden olan (cevabir) cezalann çoğu ise hata yoluyla kasten, bilerek bilmeyerek, unutma ve hatırlama hallerinde bile meşru kılınması da gösteriyor ki günah ve suçu olmayanlara, deli ve çocuklara da verilebilmektedir. Suçu önlemek için verilen cezalann (zeva­cir) çoğu, suç işlemesine engel olmak için isyan eden, kabahat İşleyenlere verilmektedir.

3. Zevacir türünden cezalann çoğu ya miktan belirli bir had ya da belirli bir miktan olmayan tazir şeklindedir ve cezaya uğrayanlar tarafın­dan değil hakim tarafından uygulanır. Telafi kabilinden olan {cevabir) ce­zalar ise bu cezaya uğrayan kişi tarafından yerine getirilir. Bazı kefaretle­rin zevacir mi yoksa cevabir mi olduğu hususunda ihtilaf vardır. Zira mal ve benzeri ödemeler gerekmesi itibariyle bu çeşit keffaretlerde bazı zor ta­raflar bulunmaktadır. Zevacire benzetmektedir. Öte yandan niyetsiz sahih olmayan bir takım ibadetler şeklinde yerine getirildiğinden cevabire benze­mektedir. Zira Allah'a yaklaşma zecri ceza ile olmaz. Had ve tazirler, Al­lah'a daha yakın olma gayesiyle yapılan ibadet türlerinden değildir. Zira kendilerine zecri ceza uygulanınca yapılmamaktadır. Netice olarak bu keffaretler, ancak niyet ile sahih olabilen ibadet ve taatlerden oldukları için ibadetlerdeki noksanları tamamlayıcı, telafi edici mahiyette bir ceza olarak gözükmektedir.

4. Telafi edici türden cezalar (cevabir) canlar, çeşitli organlar ve or­ganların sağladığı menfaatler, yaralamalar, ibadetler, mallar ve menfaat­lerden dolayı gerekebilir. Zevacir ise böyle değildir. Sadece cinayetlerde ve aksine yapılan işlerde söz konusudur. Malikilerden İbni Rüşd'ün Bidaye-tü'1-Müctehid'inde şöyle denilmektedir: [158]

Hakkında had bulunan cinayetlerin sayısı beştir:

1. Ferce yani cinsi uzva karşı işlenen cinayet (suç), ona da zina ve fuhuş denir.

2. Mallara karşı işlenen cinayetler. Bunlann herhangi bir tevile (yo­rum) dayanmaksızın savaş açmak şeklinde olanına hirabe (yol kesme), bir tevile dayanarak yapılanına bağy (isyan etme) adı verilir. Saklandığı yer­den gizlice malın alınması şeklinde olan cinayete hırsızlık (sirkat) bir ma­kam ve güç kullanılarak alınması suretindekine gasp denir.

3. Vücud, can ve organlara yönelik işlenen cinayetler, bunlara öl­dürme ve yaralama denir.

4. Namusa karşı işlenen cinayetin adı kazftır.

5. Haddi aşarak şeriatın haram kıldığı içecek ve yiyeceklerin mubah kabul edilmesine yönelik işlenen cinayetler. Bunlardan yalnız hamr (şa­rap) içmek işle ilgili olarak şeriatımızda hadd bulunmaktadır ki bu had üzerinde şeriatın sahibi olan Cenab-ı Peygamber (s.a.v.) Efendimizden sonra ittifak meydana gelmiştir. Sözü geçen hususlara dair telafi edici ce­zalardan ibadetler ile ilgili olanlar şunlardır: Abdest yerine teyemmüm et­mek, sehiv secdesi, nafile namaz kılan kimsenin kıbleye dönemediği tak­dirde yolculuk yaptığı yöne dönerek kılması korku namaz kılan kişinin za­ruret gereği düşmanın bulunduğu tarafa yönelmesi, çok yaşlı olan kişinin tutamadığı oruç yerine bir miktar yiyeceği fidye olarak vermesi, hac ve umrede işlenen yasaklardan dolayı oruç, yemek yedirmek, kurban kesmek gibi cezalar ile noksanları tamamlamak. Görülüyor ki, namaz ancak bede­ni bir amel ile, mallar ancak mali bir şekilde, hac ve umre ise bazen oruç gibi bedeni bir amel ile, bazen de kurban ve yemek yedirmek gibi mali bir ödeme ile telafi edilmektedir. Oruç da üzerinde oruç borcu bulunduğu halde ölen kimsenin durumunda olduğu gibi, bazen benzeri bir oruç ile, bazen de çok yaşlı kimsenin fidye ödemesi gibi mali bir ceza ile telafi olu­nur. Malların telafisi hususunda asıl olan mümkün olsa malın kendisini sahibine geri vermektir. Malı bütün nitelikleri ile tamamen geri veren onun sorumluluğundan kurtulur. Zira nitelikler misli mallardan değildir.

Menfaatler ise iki türlüdür: Birisi, eğlence yerlerinden sağlanan menfaat­ler, haram olan cinsi ilişki, dokunmak, ellemek, öpmek, kucaklaşmak gibi haram menfaatlerdir. Hakir ve adi olduğundan dolayı nasıl necis, pis şey­ler telafi edilmiyorsa bunlarda hakir ve değersiz olduğu için telafi edilmez. İkinci mubah ve kıymet bilebilen türden olan menfaatlar, fasit ve sahih akitlerde ki, gasıp gibi haksız yere eline geçirmiş kişinin yanında telef olan menfaatlerde telafi gerekir. Zira seran bunlar birer kıymete sahip olup mal mertebesinde bulunmaktadır. Telafinin kiraya vermek gibi akitler yoluyla yahut telef ve itlaf etmek gibi sahibinin ondan istifadesini engellemek yo­luyla olması arasında bir fark yoktur. Zira bütün mallarda en belirgin a-maç menfaatlerdir. Kim bir köyü veya bir evi gasb ederse, gasb süresince menfaate verildiği bütün zararı tazmin eder. Hanefilere göre gasb edilen şeyin menfaatleri tazmin ettirilmez. Ancak son devir Hanefi alimlerine göre yetime ve vakfa aid mal ile gelirinden yararlanmak üzere hazırlananlann sağladığı faydalan ile yaralamalardan ötürü şeriatın tadir ettiği diyetler, kefaretler, hakim tarafından miktan tesbit edilen yaralama tazminatları telafi türünden birer cezadır. Şeriatın kısas, dövme, haps etme, tedib etme türünden koyduğu cezalar ise zevacir (suçu önlemeye yönelik konmuş ce-zala) dır. Suçu örtme prensibi, hadler hususunda şefaatçilik yapmak. Da­va hakim önüne götürülmeden önce had cezasını gerektiren bir günah iş­leyenin kabahatim mutlak olarak örtmek, kapama müstehabtır. Zira Ra-sûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Kim bir müslümanın ayıbını örterse yüce Allah da onun dünyada ve ahirette kabahatini örter. Başka bir rivayete göre şöyledir: "Kim bilir bir müslüman kardeşinin avretini (ayıp kusurunu) örterse yüce Allah da, kı­yamet gününde onun avretini örter. Kim de bir kardeşin avretini açarsa Allah da onun avretini ortaya çıkanr. Hatta evinin içinde bile onu rezil rüsvay eder. [159]

Dava hakim önüne geldikten sonra yüce Allah koyduğu had cezaları hakkında şefaatçilik etmek (aff edilmesi için aracılıkta bulunmak) ve şefa­ati kabul etmek haramdır. Fakat durum hakime ulaşmadan önce caizdir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Bir kimsenin yaptığı şefaatçilik yüce Allah'ın hadlerinden bir hadd tatbikine engel olursa o kişi Allah Teala'ya onun işi hususunda karşı gel­miş olur."

Yeryüzünde icra ve tatbik edilen bir had, yeryüzündekiler hakkında kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır." buyurmuştur. Hz. Pey­gamber (s.a.v.) herhangi bir had hakkında şeffafçılık yapmayı hoş görme­miştir ve onu yasaklamıştır.

 

YETMİŞ ALTINCI BÖLÜM

 

SİRKAT HADDİ

 

(HIRSIZLIK)

 

Şirketin tarifi: Şirket, başkasının malını gizli kapalı bir şekilde al­maktır. Gizlice yapıldığında söylenen kulak hırsızlığı, kaçamak bakış da bu mana ile ilgilidir.

Hırsızlığın ıstılahı manası ise başkasının malını korunduğu yerden belli şartlar dahilinde gizlice alıp zulmetmekdir. Tarifte geçen gizlice almak ibaresi gasbı hırsızlık tarifinin dışında bırakır. Zira gasıb başkasının malı­nı gizlice değil açıktan alır. Bu sebeple gasıba hırsız denilmez. Gasbın ce­zası da hırsızın cezasından farklıdır. Tarifte geçen başkasının malı ibaresi de kefen soyucularını, hırsızlık tarafından dışanda bırakır; şu halde kefen soyucuları da hırsız sayılmaz. Zira ne kadar ölü muhterem ise ona saldırmak yasak olsa da o, kefenin sahibi sayılmaz. Fakat kabir bir evin için­deyse veya bir imarethanenin kenarında bulunan bir mezarlıkta ise, orada bulunan mezarı açıp kefenini alan kişi hırsız sayılır ve ona hırsızlığın ce­zası tatbik edilir. Gizliliğin vakti, eğer hırsızlık gündüz ise, çalman şeyin alınmasının başı ve sonu itibariyle göz önünde alınır. Gündüz, yatsı vakti­ne kadar uzanır. Eğer hırsızlık gece ise gizlilik sadece almanın başlangıcı itibariyle göz önünde bulundurulur. Hatta hırsız bir eve geceleyin gizlice girse sonra da malı açıktan alsa, mal sahibiyle mücadeleden sonra bile is-tihsan delili gereği ile kesilir. Gizlilik hususunda, hırsızın ev sahibinin kendisini bilmediği yolundaki iddiası mı yoksa ev sahibi bile olsa onlardan birinin iddiası mı muteber olur. Bu noktada Hanefiler arasında farklı gö­rüşler vardır. Bu farklılık, hırsızın ev sahibinin kendisini -bilmediği halde-bildiğini zannetmesi durumunda ortaya çıkar. Ev sahibinin iddiasına göre gizlilik söz konusudur. Hırsızın iddiasına göre değildir. İmam Zeylai'ye gö­re bu hırsızın eli kesilmez. Zira hırsızlığın şartı hırsızın iddiasına göre giz­lilik hali bulunmasıdır. Velhasıl onlardan birisinin gizlilik bulunduğunu belirtmesiyle yetinilerek hırsızın eli kesilir. Her ikisinin, durumu bilmeme­si halinde de hüküm aynıdır. Her ikisi de beraberce alma işini bilseler el kesme hükmü verilmez. [160]

Bütün fakihler alıp kaçma, kendisine emanet edilen mala hıyanet etme yan kesicilik, yağmacılık, gasb gibi şeylerden dolayı el kesme cezası­nın olmadığı görüşünde ittifak etmişlerdir. Zira Rasülü Ekrem (s.a.v.) şöy­le buyurmuştur:

"Hıyanet eden çapulcu ve ihtilas eden kimselere el kesme cezası yoktur. Çok kuvvetli bir hadistir. Zira İmam Ahmed, dört sünen sahibi ve İbni Hibban tarafından rivayet edilmiştir. Tirmizi sahih olarak kabul et­miştir. Hıyanet etmek, aldığı ödünç veya emanet malı sahibine iade etme­mektir. Çapulculukla, açıktan açığa başkasının malını zorbalıkla almak kasd edilmektedir. [161]

İhtilas ise, ani bir hareketle bir şeyi açıktan kapıp götürmektir. Muhtelis ise alıp kaçma maksadını güder. Müntehib: Baskın yapan ve yağmalanan kişiye denir. Kelimenin aslı nehbe, baskın yapmak, soymak manasına gelir. Burada ise galebe ve zorbalıkla almak kasd edilmektedir. Hanblilere göre de nisab miktarına ulaşan bir ariyeti aldığını inkar edenin eli kesilir. Emaneti inkar edenin eli kesilmez. Cumhura göre ise ariyeti de, vediayı da inkar edenin eli kesilmez. Eli kesilen hırsız ile muhtelis, müntehain  easıp gibi eli kesilmeyenler arasında fark şudur: Hırsızdan kocok zordur ve mümkün olmaz. Hırsız evlerin duvarlarını deler. fazaları açar. Kilidi kırar, mal ve eşya sahibinin hırsızın yaptığı fıilerobundan korunması mümkün olmaz. Eğer el kesme cezası konmamış İdi insanlar birbirlerinin malını çalar her tarafı zarar kaplar, hırsızlar

iJbivle şiddetli bir bela baş gösterirdi. Muhtelis (yan kesici) müntehib, f in^asb ise bunlar insanlann gözü önünde açıktan malı alır. insanların v! ise engel olup mazlumun hakkını kurtarmaları veya hakimin huzurun­da mal sahibi lehine şahidlik yapmaları mümkündür. Hırsızın cezası: Hır-iık «slecek şartlar'dahilinde hakimin huzurunda sabit olduğu zaman, ceza etmek farz olur. Bu ceza ise sağ eli mafsaldan kesmektir. Hır­sızın elinin kesileceğinin delili şu ayettir:[162]

İşlediklerinin cezası ve Allah tarafından onlara bir tenkil (ibret) olarak hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının elini kesin. Al­lah hükmünde galip ve hakimdir. [163]

Bir de hırsızın elinin kesileceğine delalet eden bir çok hadis bulun­maktadır. Onlardan bazılarını zikredelim:

Amr b. Suayb şöyle rivayet ediyor: "Rasulullah'a bir hırsız getirildi. Peygamber (s.a.v.) onun elini mafsaldan gesti.

Hz. Aişe (r.anha) şöyle rivayet ediyor: "Kureyşin mahsun soyundan olup da hırsızlık yapmış bulunan bir kadının durumu Kureyşe hayli endi­şe vermişti. Onlar, kadının affedilmesi hususunda Rasulullah ile kim ko­nuşabilir? Dediler. Aralarında konuştuktan sonra Rasulullah'm dostu Usame'den başkasının cesaret edip de ona bu meseleyi arz edemeyeceğine karar verdiler.Usame elçi olarak Hz.Peygamber'in yanına gönderildi. Usa-me bu hususta Peygamber ile konuşmaya başlayınca Rasulullah şöyle bu­yurdu: -Allah'ın tayin ettiği cezalardan biri hususunda şefaat mi ediyor­sun? Sonra bir hutbe irad ederek şöyle devam etti:

Ey insanlar! Sizden evvel ki ümmetleri ancak şu helak etmiştir. Onlar aralarında şerefli bir kimse hısızlık yaptığı zaman onu bırakırlardı da zayıf olan kişi hırsızlık yaptığında ise ona (el kesme) cezasını tatbik ederlerdi. Allah'a ederim eğer Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsaydı, muhakkak onun elini de keserdim. Sonra hırsızlık eden o kadınla ilgili emrini verdi de kadının eli kesildi. [164]

El kesme ile mali tazminat cezası beraberce verilebilir mi? Bu hu­susta fakihlerin ihtilafı vardır. Hanefılere göre: Çalman mal telef olmuşsa hırsız hakkında tazminat ile el kesme cezası birleştirilmez. Malı çalman eğer mali tazminat tarafını isterse dava da daha hakime intikal etmemiş ise o zaman hırsızın eli kesilmez. Eğer elinin kesilmesini tercih ederse o zaman hakkım alır. Tazminat yoktur. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle bu­yurmuştur:

"Eli kesilen hırsıza ayrıca mali ceza gerekmez." Şafii ve Hanbelilere göre: El kesme ve mali tazminat cezalan birleştirilir. Hırsız, çalınan şey duruyorsa aynısını, telef olduysa bedelim sahibine geri verir. Zira burada iki hak vardır. Birincisi Allah'ın hakkıdır ki o el, kesmektir. İkincisi ise ha­dis sabit olmadığına göre, bir de damam ve kesmenin sebepleri ayn oldu­ğuna göre, Şafii ve Hanbelilerin görüşleri daha zahir ve racıhtır. Fakihler, hırsızın eli kesildiğinde malın eğer duruyorsa sahibine geri verileceğinde, ittifak halindedirler. Fakihler, ilk hırsızlığında hırsızın sağ elinin, ikinci ke­re hırsızlık yaptığında sol ayağının kesileceği hususunda ittifak etmişler­dir. Üçüncü hırsızlığında sol elinin, dördüncü defasında sağ ayağının kesilmesi hakkında ise ihtilaf etmişlerdir. Hanefi ve Hanbelilere göre sağ el ve sol ayaktan sonra asla başka bir organ kesilmez. Fakat çalınan malın tazminatı verilir. Aynı zamanda da hırsıza tazir cezası verilir. Tevbe edin­ceye kadar habs olunur. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ali (r.a.) Efendimize bir hırsız getirilmiş o da sağ elini kestirmiş, ikinci defa hırsızlık yaptığında ayağını kestirmiş, üçüncü kere yine aynı suçu isleyip getirilince şöyle bu­yurmuştur: "Artık kesmem, diğer elini de kesersem ne ile yiyip ne ile sile­cek? Öteki ayağını da kesersem ne ile yürüyecek?" Ben Allah Teala'dan haya ederim?  [165]

Hırsıza bir tahta parçasıyla vurarak onu haps ettirmiştir. Aynı uygu­lama Hz. Ömer (r.a.) Efendimiz de, nakl edilmiştir." [166]

Malikiler ile Şafıilere göre üçüncü kere çaldığında hırsızın sol eli, dördüncü defa çaldığında ise sağ ayağı kesilir ve tazir cezası verilir. [167]

Öbür el ve ayağın da kesileceği hakkındaki delil Ebu Hüreyre'den gelen şu rivayettir: "Rasulullah (s.a.v.) hırsız hakkında şöyle buyurdu:

Her kim hırsızlık yaparsa onun elini kesiniz. İkinci kez hırsızlık ederse onun (sol) ayağını kesiniz. Üçüncü kez hırsızlık yaparsa onun (sol) elini kesiniz. Dördüncü kez hırsızlık yaparsa onun (sağ) ayağını kesiniz. [168]

Bu hususta sahih bir hadis sabit olmadığına göre zamanımızda ha­kimin Hanefi ve Hanbelilerin görüşüyle hüküm vermesinde bir sakınca yoktur. Cumhura göre elin kesileceği kısım bilekten kesilir. Zira Hz. Pey­gamber (s.a.v.) hırsızın bilek ekleminden elinin kesilmesini emr etmiştir. Ayağın kesileceği kısım ise cumhura göre ayak ekleminden kesilir. Beyha-ki Hz. Ali (r.a.)'den sadece ayağın küçük parmağının kesileceği, üzerine basabilmesi için topuk kısmının bırakılacağını rivayet etmiştir. [169]

Sünnet olan kesilen organın bir süre hırsızın boynuna aşılmasıdır. Kesilen yer dağlanır."

Ebu Hureyre (r.a.)'nin rivayetine göre: Rasûlullah (s.a.v.)'a bir hırsız getirildiğinde şöyle buyurdu: "Onu götürün, elini kesip dağlayın. Sonra bana getirin." Adam tekrar o'na getirildiğinde: "Allah'a tevbe et" dedi. Adamda "Allah tevbe ettim." Dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) "Al­lah Teala tevbeni kabul etsin" buyurdu. "Ağlama (hasm) zeytin yağı iyice kaynatılıp, kesilen kısım ona sokulmak suretiyle yapılır. Böylece damarlar dağlamış, kan kesilmiş olur. [170]

Kesenin ücreti ve dağlamada kullanılan zeytin yağının bedeli de hır­sızlık cezasına uğrayandan düşülür. Hırsızlık haddi ittifakla Allah Teala-'nın halis bir hakkıdır. Sabit olduktan sonra af, sulh ve ibra edilme ihti­mali yoktur. Hakim hırsızın elinin kesilmesine emr verdikten sonra malı çalman şahıs hırsızı affetse, onun bu affı batıldır. Zira af sahibi Allah'dır. Bu onun hakkıdır. Bu hakka karışmaya kimsenin hakkı yoktur. Zira had-lerde sulh yapılması batıldır.[171]

Bir şahıs birkaç defa hırsızlık yapsa ve hepsi ya da bir kısmı hakime dava edilip götürülse, bütün çaldıklarının karşılığı olarak tek bir had ceza­sı verilir. Şu halde bir el kesilir. Zira bir cinsten olan suçlarda zinada ol­duğu gibi bir had ile yetinilir. Hırsızlık cezasının tabik edilmesinin şartlan: Her hırsızlık yapanın eli kesilmez. Hırsızlık yapan kişinin kesilmesi için aşağıdaki 8 şartın bulunması lazımdır.

1.  Baliğ olmak, şu halde çocuk hırsızlık yaparsa eli kesilmez. Zira çocuğun mükellef değildir.

2. Akıllı olmak, hırsızlık yapan delinin eli kesilmez. Zira deli mükel­lef değildir.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyuruştur:

Ümmetimde üç kişiden kalemin hükmü kaldırmıştır: Bulûğ çağma varıncaya kadar çocuktan, aklı başına kesilmesi bir cezadır. Ortada bir ci­nayet bulunması gerektirir. Halbuki çocuk ve delilin fiili cinayet olarak /asf edilemez. Çocuk ve deli, bir grup akıllı ve baliğ kimseyle hırsızlık işine satıldıkları takdirde imam Ebu Hanife ve İmam Züfer'e göre onların hepsi-ie de el kesme cezası verilmez. İmam Yusuf a göre; eşyayı kimin çıkardığı-ıa göre karar verilir. Eğer çocuk ve deli çıkardıysa had hepsine sakıt olur. îğer başkası çıkardı ise onların eli kesilir. Çocuk ve delinin ki kesilmez.

3. İkrah edilmemesi: Zira zorlanan kişiden işlediği fiilin günahı (ce­zası) kaldırmıştır.

4. Çalman mal nisab miktarına ulaşmalıdır. Burada nisab miktarı 1 dinarın dörtte biridir. Yani 1 dinarın 1/4'i kıymetinde bir malı, başkasının kutusundan veya cebinden kasasından çalan kişinin eli kesilir. 1 dinarın 1/4'i 1 miskal veya 3 dirheme eşittir. Hz. Peygamber zamanında 1 dinar, 12 dirheme tekabül ederdi. Bu bakımdan 1 dinarın 1/4'i 3 dirheme eşittir. Bir misal yaklaşık olarak dört gramdır. Binaen aleyh bir gram altın veya değerinden aşağı olan bir şey çalan kimsenin eli kesilmez. Bir kişi, birisine ait bir çuvalı deler ve içinden bir gram altın değerinde bir şey dökülüp he­der olursa eli kesilir. Bir kişi, birisinin bini yırtar ve ondan bir gram altın düşerse yine eli kesilecektir. Günümüzde değerlerine göre dirhem ve dinar bu miktarlar da dahi olsa diyet için düşüktür, Bu konuda dinar ve dirhe­min o dönemde alım gücü esas alınmalıdır. Bir örnek olarak Hz.Peygam­ber döneminde 10 dirhem ile bir koyun alınabilirdi. Hanefilere göre: Hır­sızlıkta nisab miktarı bir dinar veya on dirhem ya da bunlardan birinin kıymeti kadardır.

Zira Rasülü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

On dirhemden aşağısında el kesilmez." El, bir dinar veya on dirhem miktarı olan hırsızlıkta kesilir." Başka hadisi şeriflerinde de şöyledir:

Aişe (r.a.); Rasûlullah (s.a.v.) zamanında micen, hacefe yahut türs denilen kalkan bedelinden daha az kiymetindeki eşyada hırsızın eli kesil-memiştir. Bu kalkan nevilerinin her ikisi de epeyce bir kıymet sahibidir dedi. Hadisdeki micen, hacefe ve türs kelimedir. Kılıç darbelerinden ko­runmak da kullanılan kalkan çeşitleridir. Bunların hepsi de kalkan ol­makla beraber yapışlarında ve malzemelerinde farklılıklar vardır. Bir dinar on iki dirhem olduğuna göre dörtte bir dinar üç dirheme eşittir1 demek ki bundan aşağı kıymetdeki bir meta çalan hırsızın eli hukuken kesilmiyor. Cumhura göre: Hırsızlıkta nisap miktarı, altında çeyrek şer'i dinar, gü­müşte üç şer'i halis dirhem bunlara göre dinarın on iki dirhem olduğu bi­linmektedir. Bir dirhem ise 2.975 gramdır. Hanefilere göre ise bir dinar on dirhemdir. Bir miskal veya bir dinar 13/7 dirhem olduğuna göre bir dinar

4. 45 grama denk olur. Ticari mallar ve hayvanlarda ise o kadar altın veya gümüşün kıymetidir. Ancak altın ve gümüş dışındaki çalıntıların kıymeti Maliki ve Hanbelilere göre dirhem ile Şafıilere göre çeyrek dinar ile takdir edilir. Delileri Hz. Peygamber Peygamber (s.a.v.)'in "Çeyrek dinar ve daha fazla miktarı bulan hırsızlıkta el kesilir" Hadisi ile "Değeri üç dirhem tutan bir kalkan sebebiyle hırsızın elini kestirdiği" rivayetidir: Kalkan o devirde çeyrek dinar değerinde idi. [172]

Çalınan dirhemlerin ister kaliteli olsun ister basılmış olsun, ister ol­masın eğer kıymeti, basılmış on dirhem ve daha fazla bir miktara eşit olursa eli kesilir. [173]

5. Çalman mal, hırz-ı misilden çalınmış olmalıdır. Hırz, sözlükte bir şeyin muhafaza edildiği yer demektir. Şer'i manası ise ev dükkan, çadır, şahıs gibi genel olarak insanların malını korumak için tahsis edilmiş şey­lerdir. Dört mezhebe göre: Hırzın tarifi: Malın korunmasının adet olduğu yerlerdir. Şu hal halde paraların hırz-ı misil'i sandık, kasa ve benzeri yer­lerdir. Elbiselerin hırz-ı misil'i kiler ve benzeri yerlerdir. Eğer kişi, hırz-ı misil sayılmayan bir yerden bir mal çalarsa, onun eli kesilmez. Zira Hz.Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Teknenin örtmediği meyve veya keser sebebiyle el kesilmez. Tekne­de toplandığı zaman el kesme cezası vardır." Diğer bir rivayete "Ağılda ve­ya teknede toplandığı zaman.." şeklindedir. Başka bir hadis-i şerifte de şöyledir:

Ağıla gelmeden önce başkasının hayvanın çalan kişinin eli kesil­mez. Hurma toplanıp da korunma altına alındığında (korunacak bir yere taşındığında) ondan, bir kalkan kıymetinde çalan kişinin eli kesilir. [174]

Keser" hurma ağaçlann içinden çıkan dalı beyaz olan kısım yahut büyük ana tomurcuğun etrafında oluşan tadını hoştisiz bölüm, demektir. Hırzın şer'i manası ev, dükkan, çadır, şahıs gibi genel olarak insanlann malını korumak için tahsis edilmiş şeylerdir. Hırz iki kısımdır. Birincisi kendi başına Hırz: Gidilmesi yasak olan, ancak izinle girilebilen evler dük­kanlar, çadırlar, hazine dairesi, sandıklar gibi muhafaza amacıyla hazır­lanmış yerlerdir. İkincisi ise başkası yardımıyla hırz sayılıp izinsiz girilebi­len, girilmesi yasak olmayan mescitler, yollar, meydanlar gibi muhafaza gayesiyle hazırlanmış yerlerdir. Birinci kısım kendi başına hırz'dır. İster muhafaza eden bulunsun bulunmasın fark etmez. Kapı kilitli olsun ister kilitli olmasın hüküm aynıdır. Zira binada amaç onunla bir şey ihraz et­mektir. Bina kendi başına göz önünde bulundurulur, sahibi ile değil, Zira Rasûlü Kibriya (s.a.v.) el kesme cezasını, hırz sayıldığından dolayı koruyu­cu bulunma şartını zikretmeksizin ağıl ve teknede, harmanda toplanmış olmasına bağlamıştır. İkinci kısım ise eğer koruyucu bulunmuyorsa sah­ranın hükmü gibidir. Eğer mala yakın bulunan ve onu koruması mümkün olan bir koruyucu varsa orası hırz sayılır. İster o koruyucu uykuda olsun ister uyanık olsun fark etmez.

"Rasûlü Ekrem (s.a.v.) safvan uykuda iken onun ridasını çalan hır­sızın elini kestirmiştir. [175]

Bir hırsız katar halinde giden kervandaki hayvanlardan birinin sır­tında bulunan bir yük tayını çalsa eli kesilmez. Zira o hırzın kendini almış olmaktadır. Hırz'm kendisi muhafaza altında değildir. Yük dengenin hay­vanın sırtında olması onu hırz altında saymak için yeterli değildir. Çünkü o bizzat murad edilmiş bir hırz değildir. Kervandaki hayvanları süren şah­sın maksadı koruma değil yolu kat etmektir. O yalnız yularını elinde tut­tuğu hayvanın muhafızı sayılır. Günümüzdeki örfte kafile başkanı olan şahıs taşman bütün eşyadan sorumlu sayılmaktadır. Cumhura göre kafile başkanı baktığı zaman görebilmekte ise önüne kattığı bütün hayvanların koruyucusudur. Asıl maksadı yolu kat etmek ise de onları muhafaza et­mek de maksadı sayılır. Çalman şeyin sahibi, muhafaza edildiği hırzdan çıkarılmasından önce hırsızın farkına vanp onu alacak olsa hırsızın eli ke­silmez. Eğer hırsızla çarpışmaktan korktuğu veya silahla çatıştıktan sonra almaktan aciz olursa, bu olayı da gündüzle meydana gelmişse hırsızın eli kesilmez. Zira hırsızın rnalı alma hareketinin baş ve son anının gizlice meydana gelmesidir. Bu olay gece meydana gelmişse Hanefîlere göre hırsı­zın eli kesilir. Zira geceleyin gizlilik malı alma fiilinin sonunda değil başın­da bulunsa da kafidir. Hırsız çaldığı malı korunduğu hırz'm dışında atsa mal sahibi onu alsa, hırsızın eli kesilmez. İki kişi ortaklaşa bir duvarı de­lerek birisi içeri girip malı alsa ve dışarıda bulunana verse ve ona atsa E-bu Hanife'ye göre onlardan hiç birinin eli kesilmez. "Hz. Peygamber (s.a.v.)'e dallan sarkmış bir hurma ağacının meyvesi hükmü hakkında so­ruldu. Şöyle buyurdu: "İhtiyacı olup da yerlerine ve ceplerine doldurma­dan sadece yiyene bir şey icap etmez. "Dalındaki meyve ile dağın korudu­ğu (yani dağda bulunan ağacın meyvesi) sebebiyle el kesme cezası veril­mez. Ancak murah ve cehrinde korunan mal ve meyveden kıymeti kalkan değerine ulaşanları çalanların eli kesilir. [176]

Tarar (Yan kesici) Hanefilere göre:

Eğer dirhemler yenin dışında bağlanmış olup tarar yeni kesmek su­retiyle malı almış ise eli kesilmez. Zira kesildikten sonra dirhemler yenin dışına dökülür. Şu halde malı hırz'dan almış değildir. Bağ çözüldüğünde dirhemler yenin içine döküldüğü için onları almak üzere elini yeninin içine sokmak durumunda kalmış ise eli kesilir. Çarşılarda bulunan mallar: Ha­nefi'ler göre hırsız bunları geçe çalmışsa eli kesilir. Gündüz çalmışsa kesil­mez. Gündüzün adet olarak çarşı pazara girme izni bulunması nedeniyle hırz altında tam olarak değildir. Maliki ve Şafiilere göre tüccarların dük­kanlarından veya çarşılardan mal çalan hırsızın eli. Eğer mallar sahipleri tarafından toplanıp odanın bir tarafına konulmuş vaziyette yahut o çeşit malların korunmasında uygulanan şekilde genellikle içinde korunduğu y-er de korunma altında olmuş ise hırsızın eli kesilir. Buna göre bu gün caddelerde bırakılmış otomobilleri çalan hırsızın eli kesilir. Zira cadde ara­balar için hırz yerine geçmektedir. Bildiğimiz gibi hırz, genellikle malların korunmasında kullanılan her çeşit yerdir. İmam Ahmed'e göre: Eğer çarşı­da bekçi bulunuyorsa veya eşyalann yanında onu gözetleyen bir muhafız varsa hırsızın eli kesilir." demektir. İmam Ebu Hanife ve İmam Muham-med'e göre çabuk bozulan cinsten olup kıymeti yönünden benzerinden elin kesilmesini gerektirecek miktarda ki şeyleri çalan hırsızın eli kesil­mez. Üzüm, incir, ayva, yaş hurma bakliyat, ekmek gibi yaş yiyecekler ile pişirilmiş yemek, taze veya kuru et, şira, meyve suyu, süt, yoğurt gibi yi­yeceklerde, bunların hırzı olsun olmasın hüküm değişmez. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur" Meyve ve keserden dolayı el, kesilmez.

Eğer çalman mal ceviz, badem, kuru hurma, kuru meyveler, sirke, pekmez gibi bir seneden fazla dayanıp biriktirilen cinsten olursa hırsızın eli kesilir. [177]

Maliki, Şafii ve Hanbelilere göre mal olarak satılması ve karşılığında bedel alınması caiz olan bütün mallardan dolayı hırsızın eli kesilir. Bunla­rın yiyecek, elbise, hayvan, taş, kamış, ev, cam ve benzeri eşya olması hükmü değiştirmez. Alimler, dalında bulunan' meyve ile başağmdaki buğ­dayın çalınması halinde, eğer bunlann hırzı olmazsa, hırsızın eli kesilmez. Eğer hırzı olursa, hırsızın eli kesilir. Hırz da örfe göredir. İmam Şafıiye gö­re: "Meyveden dolayı el, kesilmez." Şeklindeki rafi hadisi, o devirdeki Medi­ne halkının adetlerine göre varit olmuştur. O zamanki hurma bahçeleri duvarlarla çevrilip muhafaza altına alınmış değildi. Şu halde hırz bulun­muyordu. Şayet bahçeler duvarlarla yahut dikenlerle çevrili ise o zaman koruma altına alınmış diğer mallar gibi olurlar. Fakat cumhura göre hırz olmayan bir yerden meyve çalan hırsızın meyvenin kıymetini ödemesi icap eder. Çalman mal, aslı mubah olan bir şey olmamalıdır. Kuşlar saman, tahta, odun, kamış, av havyanlan, ot, başlık, zırnık, kızıl toprak nura (Al­çı) kireç, kerpiç, kömür, tuz, sırça cam gibi çabuk kınlan ve aslında mu­bah olan şeylerin çalınmasının hükmü hakkında alimler, ihtilaf etmişler­dir: Hanefilere göre, aslı islam diyardaki mubah olan bu gibi şeylerden ya­pılmış tahta, hurma salkımı ve işlemiş tahtayı istisna etmişlerdir. Maliki, Şafii ve Hanbelilere göre malı çalan hırsızın eli kesilir, isterse çalınan mal av, su, odun, ot, madenler gibi mubah olsun ister mubah olmasın, hüküm aynıdır. Zira el kesilmesini emreden ayeti kerimenin ve nisap miktannın şart olduğunu ifade eden hadis ve rivayetlerin anlamı umumidir. Bir de bunlar ihraz edilmiş (korunmuş) bir maldır.

Çalınan mal, kendisinin hakkı cinsinden ise, örneği: On dirhem ala­cağı olup borçludan on dirhem çalsa ve borcun da ödeme zamanı gelmiş bulunsa, hırsızın eli kesilmez. Eğer kendi hakkından daha fazla bir miktar bile alsa eli kesilmez. Eğer borcun vadesi gelmemiş ise de yine çalmasında el kesilmez. Eğer çalınan mal, hırsızın hakkının aksi cinsten olursa, Örne­ği: On dirhem alacağı varken bir dinar veya ticari bir mal çalsa, İmam Ebu Yusuf ve İmam Şafii'nin yanında onun eli kesilmez. Günümüzde ise fetva, hangi malından olursa olsun imkan bulunduğu zaman borçludan alacağı­nı almanın caiz olduğu, şeklindedir. Mushafı Şerifi çalanın eli kesilmez. Bu Ebu Hanife ve Hanbelilerin görüşüdür. Maliki, Şafiiler ve Ebu Yusuf a göre Kur'an-ı Kerim'i çalanın eli kesilir. Çünkü Kur'anda kıymetli mallar­dan saymaktadır. Fakat Kur'an vakıf malı olsa eli kesilmez. Beytü'1-mal-den malının çalması gibi. Davul, zurna, haç, tavla, satranç ve bütün eğ­lence aletlerini çalan hırsızın da eli kesilmez. Zira hırsız, onlan almakla sahiplerini günahtan korumak, kötülükten alı koymak istediği gibi bir te­vil (yorum) imkanına sahiptir. Hırsız kendi borcun yerine bir şeyi verdiğini (rehin), başkasına kiraladığı bir malı veya arıye (Mecanen) verdiği kendi malını çaldığı takdirde eli kesilmez. Zira bu mallar hırsızın malıdır ve o-nun mülkiyetidir. Bunun gibi oğlu-torunu ve ne kadar aşağıya giderse gitsin evladının malım çaldığı zaman da eli kesilmez. Zira Rasûlü Zişan (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Sen ve senin malın babana aittir" hadisine göre evladın malında mülkiyet tevili veya mülkiyet şüphesi bulunmaktadır. Bu konuda dede de baba gibidir. Şu halde nesebinin bel kemiği yani aslı olan şahısların malı­nı çalmaktan dolayı hırsızın eli kesilmez. Kamuya ait olan bir malın çalın­ması da yine el kesilmez. Zira hırsızın malı da orada vardır. Zira Hz. Ömer (r.a.)'i beytü'l-malden mal çalan hırsızın elini kesmemiştir. Bir de veliler­den birisi Hz. Ömer'e mektup yazıp beytü'l-maldan mal çalan bir hırsızın hükmünü sorduğunda, Hz. Ömer şu cevabı vermişti:

Onun elini kesme. Zira beytü'l-malda hakkı olmayan bir kimse yok­tur."

Şabi'nin rivayetine göre bir adam beytü'l-maldan mal çalmıştı ve du­rum Hz. Ali (r.a.)'ye arz edilmişti. Hz. Ali ise: Onun da orada hissesi var­dır." Cevabını vermiş, elini kesmemişti. Eğer bir zimmi beytü'l-maldan ça­larsa eli kesilir. Zira zimminin hakkı beytü'l-malda yoktur. Bir fakir fuka­raya tahsis edilmiş bir vakfın ürününden çalsa eli kesilmez. Zira da onun hakkı da orada vardır. Fakat bir zengin o vakıftan çalsa eli kesilir. Çünkü onun orada hakkı yoktur. İmam Hanefi ve Hanbeli İmamlarına göre kan koca birbirinin malını çalarsa elleri kesilmez. Şafii azhar olan görüşüne göre, bir şahıs baba -oğul gibi usul ve fürü akrabalığı dışındaki akrabala­rına ait bir malı çalarsa, kan kocadan biri diğerinin malından hırsızlık ya­parsa, mal eğer hırsıza karşı hırz (koruma) altına alınmış bulunuyor idiyse eli kesilir. Zira hırsızlık ile ilgili ayet ve haberlerin manası geneldir. Kız kardeş ve hala gibi yakın akrabalık da uzak olan akrabalığa dahil sayılır. Nikah da bir menfaat üzerine yapılmış bir akit olup haddin düşürülmesi­ne etkisi yoktur. Tıpkı kiraya verme aktinde, kiracı veya kiralayandan biri­nin diğerinin hırz'da bulunan malını çalması halinde hırsızdan haddin düşmemesi gibidir. [178]

İmam Malik. Kan-Koca arasında meydana gelen hırsızlık olayında el kesileceği hükmünde İmam Şafii'nin kanaatindedir. Makul olan görüş ise birincisidir. Zira akrabalar arasında genel olarak birbirinin malını alma hususunda müsamaha ve rahatlık vardır. Dört mezhebe göre hizmetçi hiz­met ettiği insanların, misafir kendisini misafir edenlerin mallarını çalsa, işçi girmesine izin verilen yerden alarak hırsızlık yapsa elleri kesilmez. Zi­ra oralara girmesi için kendilerine izin verilmiş olması o yerleri bunlar hakkında hırz olmaktan çıkarmıştır. Şaftiler, kocasının malından çaldığın­da hırz olmaktan çıkarmıştır. Şafiiler, kocasının malından çaldığında zev­cenin elini kesmenin vacip olması hükmünün, hırsızlık sırasında zevcin koca üzerinde hiçbir alacak hakkına sahip olmaması durumunda geçerli olacağına dikkat çekmişlerdir. Ancak zevce o sırada nafaka ve sükuna (oturma) gibi hakka sahip ise, hakkını tahsil etmek maksadıyla aldığında el kesme cezasına çaptırılmaması gerekir. Bu vadesiyle gelmiş alacağın sa­hibi olan bir şahsın borçludan nisap miktarı bir şeyi çalmasına benzemek­tedir. [179]

Bir insan boynunda altın veya gümüşten yapılma bir tasma, halka bulunan bir köpeği ya da kediyi veya altın ve yakutla süslenmiş bir mus-hafı yahut üzerinde ziynet eşyası, ipek elbise bulunan hür bir çocuğu, ya­hut içinde içecek ya da yiyecek bulunan altın veya gümüşten yapılma bir kabı çalacak olursa, İmam Hanife, İmam Muhammed, İmam Ahmed ve Şaflüerde bir görüşe göre eli kesilmez. Çünkü asıl çalınma maksadı güdü­len, örneklerdeki sırasıyla köpek, mushaf, çocuk, içecek ve yiyecektir. Di­ğerleri bunlara tabidir. Asıl çalınmak istenenler sebebiyle mal olma yö­nünden kusurlu bulunduğu için el kesme cezası icap etmediğine göre tabi durumdaki şeyler sebebiyle de icap etmez. İmam Ebu Yusuf ve Şafıilerdeki başka bir görüşe göre bu şart değildir. Çünkü hırsız asıl çalmak istediğini üstündekileri de çalmayı da murad etmiştir. Malı çalan kişide (meşrukun-minh) şu halde malın, sahih bir yolla elinin altında olması şarttır.

Bunun şartı da üçtür:

1. Emanet yoluyla (vedi ödünç alan, mudarebe ortaklığında malı ça­lıştıran şahısların eli gibi)

2. Tazminat yoluyla (gasıp, sevmi şirada malı elinde tutan ve rehin alan kimselerin eli gibi) el altında bulundurma şekilleri, böyle şahısların elinden malı çalan hırsızın elinin kesilmesi icap eder. Malı başka bir hır­sızda çalan hırsızın eli kesilmez. Zira bir hırsızın eli yed-i sahiha değildir. Malı ondan almak yoldan almak gibidir.

3. Mülkiyet yoluyla, meşru Kunfıh'te (malın çalındığı yerde) aranan şartlar: Malın islam hükümlerinin tatbik edildiği yerlerde olması şarttır. İslam devletine isyan edenlerin hakimiyeti altındaki yerlerde çalan hırsızın eli kesilmez. Hırsızlığın isbatı: Hırsızlık hakimin huzurunda iki şeyden biri ile ispat edilir. Beyyine (delil) veya ikrar (itiraf) Beyyinenin şartlan: [180]

1. Erkek olmak.

2. Tekadüm (zaman aşımı) olmaması: Sadece kazf ve kısas hadlerin­de zaman geçmesine itibar olunmaz. Şüphe bulunduğu için hırsızlık hak­kında bir müddet sonra eda edilen şahadet kabul edilmez.

3. Malı sahih bir yolla elinde bulunduran tarafından davada bulun­durulması (husumet): Yani dava eden malın maliki olmalı veya emanet ya­hut tazminat yoluyla malı eli altında bulundurmalıdır. Şahitler bir şahsın gaip bir kişiye ait malı çaldığına, malı çalınan tarafından dava açılmaksı-zm şahitlik etseler, şahadetleri kabul edilmez. Fakat hırsız haps edilir. Zi­ra onların şahitlikleri hırsız hakkında bir töhmet doğurmuştur. Töhmet sebebiyle bir şahısın haps edilmesi caizdir.

4. Asıl şahidin bulunması: Şüphe bulunması sebebiyle başka bir şa­hitliğe dayanarak yapılan şahitlik kabul edilmez.

5.  Adaletli olmak: Bu hususta fasık ve facir kişilerin şahitliği kabul edilmez. İkrarın şartlan: Hırsızlık, hırsızın hakimin huzurunda ikrar etme­siyle de ortaya çıkar. Zira insan kendi aleyhine olacak bir şeyi ikrar etme bakımından töhmet altında olmaz. El kesme cezası verilmesi için imam E-bu Hanife, İmam Muhammed ve alimlerin ekserlerine göre bir defa ikrar yeterlidir. Fakat mal sahibi tarafından, hırsızın elini kesmek için, dava açılması şarttır.

Hırsızlık meydana geldikten sonra haddi düşüren şeyler şunlardır:

1. Malı çalınan şahsın: "Şahidlerim yalan yere şahitlik ettiler." diye­rek beyyineyi (delili) yalanlaması.

2. Hırsızın hırsızlık yaptığına dair yaptığı ikrardan dönmesi duru­munda eli kesilmez, sadece malı tazmin eder. Zira hadlerde ikrardan dön­me kabul edilir. Fakat mallarda dönme kabul edilmez.

3. Malı çalman şahıs tarafından hırsızlık yaptığı ikrar edilen hırsızın mesela: "Benden çalmadı" diyerek yalanlaması.

4. Hırsızın durum mahkemeye intikal etmeden önce çalınan mala malik olması da haddi düşürür. Bu konuda ittifak vardır. İmam Ebu Ha­nife ile Muhammed'e göre mahkemeye varmadan veya varsa da fakat ha­kimin kararı çıkmadan önce hırsıza satsa veya hibe etse hırsızın eli kesil­mez. Ebu Yusuf, Malik, Şafii ve Ahmed'e göre hakime götürüldükten son­ra çalınan malı sahibi hibe etse eli kesilir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) saf-vanm ridasın (hırkasını) çalan hırsızın elinin kesilmesi emr etmişti.

5. İmam Ebu Hanife ile Muhammed ve Ebu Yusuf tan gelen bir riva­yete göre hırsızlık hakkında dava açılmasından önce hırsız çalman malı sahibine geri verirse, onun el kesmesi sakıt olur. Nebbaş ise ölülerin ke­fenlerini çalan hırsıza denir. İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e göre nebbaşın eli kesilmez. Hatta kabir kapalı bir evde olsa esah görüşe göre hüküm değişmez. Zira kabir kendi başına hırz sayılmaz. İmam Ebu Yusuf ile Maliki, Şafii Hanbelilere göre nebbaşin eli kesilir. Onların yanında kabir hırz da sayılır. Zira Hz. Aişe (r.a.) şöyle buyurmuştur:

Ölülerimizi soyan dirilerimizi soyan gibidir." [181]

Bera b. Azib (r.a.)'den gelen rivayete göre Nebiyyi Muhterem (s.a.v.): "Yakanı yakarız, suda boğanı biz de boğarız, kefen soyanın elini keseriz." buyurmuştur. Beyhaki, bekçisi bulunan hamamda hırsızlık gece olursa, hırsızın eli kesilir. Gündüz olursa kesilmez. Şafii, iki rivayetinden birisi iti­bariyle Ahmed b. Hanbel'e göre, durum ne olursa olsun hırsızın eli kesilir, kesilmesi gereken organı (doğuştan veya bir kaza sebebiyle) yok ise; yok olduğu yerden sonraki kesilir. Organın iş görmez derecede felçli olmasında da felçli yerden sonrası kesilir. Ancak Ebu Hanife: Felçli de olsa, ceza uy­gulanması gereken organ kesilir" demiştir. Şafiiye göre, hırsızlık yapan kimsenin sağ eli felçli ise, uzmanlar: "Felç kesildiğinde kanı durdurmak için gereken yapılınca kan durur." derlerse felçli organ kesilir, uzmanlar: "Kan durmaz, kişinin ölümüne sebep olur" dese, felçli kısmından yukansı kesilir. El kesme işini yapan kişi sağ el yerine yanlışlıkla sol eli keserse, E-bu Hanife ve Malik'e göre ceza yerine getirilmiş olur. Şafii ve Ahmed b. Hanbele göre el kesmekte hata yapan kişinin, elin diyetini ödemesi gere­kir. Bir müslüman islam ülkesine girmesine "eman" verilen bir kimseden, el kesme cezası uygulanan miktar kadar bir malını koruma altında iken çalarsa, Ebu Hanifeye göre el kesilmez. Maliki, Şafii ve İmam Ahmed'e gö­re kesilir. İslam ülkesine bir anlaşma veya eman verilmesiyle giren kimse hırsızlık yaparsa bunlara el kesme cezası uygulanır. Bu, Malik ve Ahmed b. Hanbele göredir. Ebu Hanife'ye göre ise bunlara el kesme cezası uygu­lanmaz. En sahihe göre Şafiide de eli kesilir. İslam kanunlanna karşı çıkıp islam'a düşman olanlar hırsızın elini kesme ve zina eden evlinin recm edil­me (öldürülme) cezalarına dil uzatıp karşı çıkmaktadır. Zira öyle kimsele­rin bu cezaları çirkin gördükleri için onlara mantıklı olarak cevap vermek için birkaç cümlenin izahatı yaparız:

1. Her şeyden evvel bu tip insanlar islam'a düşman olduklarıiçin, onların gözünde bu cezaları çirkin görüyorlar. Bu cezaların neticelerine bakmıyorlar. Bu kötülüklerin nasıl ortadan kaldırılmasını düşünmüyor­lar. Akıllarını iyi şeylerle kullanmak istememektedirler. Zira düşman fıkrini savunurken: Hakkın ve akl-ı selimin iktiza ettiğine bakmadan söyleyip, itiraz eder. Bunun için onların düşmanlktan meydana gelmiştir.

2.  Zina ve hırsızlık cezalarına karşı çıkanlar; bu suçlann topluma verdiği zarar ve huzursuzluğu görmüyorlar mı? Özellikle zinayı mubah kı­lan toplumların arasında aids hastalığının yayıldığının ve bu hastalığın onları rezil ve rüsvay ettiğinin herkesin haberi vardır. Bununla beraber, zina daha nice hastalıklara neden olmaktadır. Bir de islâmi ölçülere yüzü­nü çeviren bu toplumların başına hırsızlık öyle musallat olmuştur ki, yap­tıkları hırsızlıklarla sürdükleri keyifli hayata bakınca, bir çok zengin şirket sahiplerinin bile böyle bir hayat tadım bulamadığını görülmektedir. Hele zinanın sebep olduğu zührevi ve diğer hastalıklar yaşlıya gence büyüğe-küçüğe musallat olmuştur. Bütün bunların zararının faturası, islamın hırsıza ve zina edene verdiği cezadan daha çok fazladır. Bu huzursuzluğa karşı Allahu Teala'nın kanunları tatbik edildiği toplumlara baktığımızda, huzur ve seadet içindedirler. Beşeri hayatı kemiren ve alt üst eden o kötü ve pis hastalıklardan uzak yaşadıklarını bilmektedir.

3.  Zinadan korunmak için islam örtünmeyi, erkek ve kadınların bir­birlerine karışmasını, bir erkek ile bir kadının yalnız kalmamalarını emr etmiştir. Zinadan korumak için evlenmeyi teşvik etmiş ve evlenmenin ko­lay olması için de mehrin düşük tutulmasını tavsiye etmiştir. Dini ve ahla­kı güzel olan kişilere, fakir olduklarına bakmaksızın kız vermeyi tavsiye et­miştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Dinini ve ahlakını beğendiğiniz kişi siz (in aileniz) den bir kadına talip olursa onu evlendirin (Talip olduğu kadını ona verin!) Şayet böyle yapmanız yer yüzünde fitne bozgunculuk olur. [182]

Kur'an'm bu hususta bir çok emir ve hükümleri vardır.

4. İslam'ın bu cezalan tayin etmesinin amcı, toplumun sağlamlığı, güvenliği ve selameti içindir. Bu gayeyi meydana getirmek için bu cezala­rın tatbiki gerekir. Şunu da iyice bilmelidir ki islâmi ölçülere göre cezalar­da gaye, cani ve suçlunun işkencesi değildir. Toplumun selameti, huzuru, saadeti ve güvenliği içindir. İslam'ın meşru kıldığı bu gibi cezaların, bu amacı meydana getirdiği sabittir. Nitekim tarih, günlük gazete ve neşriyatlann açık haberlerine göre geçmiş asırlann ve şimdiki toplum ve milletle­rin, islâmi müeyyidelerin kendileri için kurtuluş ve şifa ilaçlar olduklann-dan bahsederler. Bununla beraber en gelişmiş devletler dahi beşeri ka­nunlarla bu gayeyi bu gayeyi henüz gerçekleştirmiş değildir. Çünkü gün­lük neşriyat ve gazetelerin açık haberlerine göre; beşeri kanunlann toplu­mun güvenliği, saadeti, huzuru ve selametini daha çok sağlamış oldukla-nnı söylemek mümkünattan değildir. Hatta ve hatta ki özenle bu kanun­lann üzeride durulmakta ve toplumun güvenliğini meydana getirmek için değiştirilmektedir. Her aklı selim sahibi: Bu toplumlann buhranlan, kar-gaşalıklan ve huzursuzluklannı görmektedir. Beşeri kanunun kendilerine yeterince huzur ve güvenlik getirmediğini ikrar etmektedir. Buna da şüp­he yoktur. Yoksa bu kanunlar değişikliğe uğramazdı. Fakat yüce Allah'ın kanunlan topluma huzur, saadet verdiği için kıyamete kadar değişikliğe uğramaz.

 

YETMİŞ YEDİNCİ BÖLÜM

 

HIRABE CEZASI

 

(YOL KESİCİLERİN CEZASI)

 

Harabe'nin manası: Şeriat ıstılahında harabe, bir malı almak veya öldürmek veya gurur ve korkutmak için kuvvete dayanarak bir işi, yardım etmenin mümkün olmadığı bir mesafede iken yapmak anlamına gelir.

Hükümleri kendisine lazım kalan mükelleften sadır olursa -ister zimmi, ister mürted olsun aynı hükümler geçerlidir.

Tarifte geçen kuvvete dayanarak ibaresi, kuvvete dayanmadan yapı­lanları, harabenin (yol kesmenin) tarifinden çıkarır. Örneği: Kişinin gafle­tinden istifade ederek ansızın üzerine atılırsa veya malını alıp kaçarsa ve ya kişinin zayıflığı sebebiyle bu işi yaparsa buna harabe (yol kesme) denil­mez. Zira bu, bir iş dağıtmak, kaçırmak kabilindedir. Bunun hükmü baş­kadır. Tarifte geçen yardım mesafesinden uzak olmak ibaresi, şehir veya köye yakın bir yerde birisinin malını almayı veya öldürmeyi, harabe (yol kesme) tarifinin dışına bırakır. Zira şehir ve köye yakın olan bir yerde, kendisine veya malına saldıran kişi bağırdığında sesi, kendisine yardıma gelecek kişilere yetişir. Yardım edilebilecek bir mesafede olduğu müddetçe buna harabe denilmez. Tarifte geçen hükümleri iltizam etmek kaydı, harbi kafiri tarifin dışına çıkarır. Harbi kafir öldürülüp malı alınsa dahi bu bak­sın çerçevesi dışında kalır.

Harbi kafirin kanı ve malı her durumda kıymetsizdir. Ancak müslü-man olursa, islam'dan önceki suçlan nedeniyle cezalandırılmaz. Zira islam kendisinden öncekileri siler.

Köle, kadın veya sarhoş olup sınırı aşan herkes harabe'nin tarifi kapsamına girer. Zira hepsi de mükelleftir. Bu tarifin kapsamına ferd girdiği gibi toplum da harabe'nin diğer sıfatlan tahakkuk ettiğinde girer. Bu durumdaki insanlara yol kesen de denilir. Zira bunlar halkın o yoldan git­mesine engel olurlar.

Sanki onlar, gerçek anlamda kesmişlerdir. Yol kesenler dört kısma ayrılır:

1. Geçenler öldürüp mallarını alanlar: Bunların cezası öldürülmele­ridir. Sonra herkesin ibret ve ders alması için yüksek bir yere asılmaları­dır. Ağaç ve benzeri bir şeye üç gün asılır. Bu, başkasının ibret alacağı bir şekilde onlara ceza vermektir. Bir de durumlarını herkese göstermek için­dir. Fakat o kişi yıkanıp kefenlenip, namazı kılındıktan sonra asılır. O kişi yol kesip adam öldürmekle islam'dan çıkmış sayılmaz. Şu halde müslü-manın yıkanması, kefenlenmesi ve cenaze namazının kılınması vaciptir.

2. Geçenleri öldürüp fakat malma da dokunmayan olan kişi de öl­dürülür. Bunlar asılıp teşhir edilmez.

3. Malı alıp öldürmeyenler. Bunların cezası, hırsıza uygulanan ceza­dır. Birinci cezada sağ eli ile sol ayağı kesilir. İkinci cezada ise, sol eli ile sağ ayağı kesilir. Zira hırsız malı gizliden çalar. Yol kesici ise, yol kesmek suretiyle korkutup malı aşikar olarak alır. Bundan dolayı cezası hırsızın cezasından daha ağırdır.

4. Geçenleri korkutanlar, fakat can ve mallarına dokunmayanların cezası ise, tazir, sürgün ve hapis gibi bir ceza verilir. Tazirlerde hapis ceza­sının belirli bir müddet, yoktur. Bu tazir hakimin takdirine bırakılmıştır: O, isterse ve uygun görürse onları affetme yetkisine de sahiptir. Bu dört hükümlerin delili ise,

Cenabı Allah Hazretleri vetekddes Kur'anı Azımu'ş şanda şöyle bu­yurmuşlardır:

Allah'a ve Peygamberine karşı savaşmaya kalkışan ve yer yü­zünde bozgunculuğa çalışanların cezası, öldürülmelerinden ve asılma­larından veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesinden veya bulundukları yerden sürülmelerinden başka bir şey olmaz. Bu, onların dünyada çekecekleri bir zillettir. Ahrette ise kendilerine büyük bir azab vardır. [183]

Fakat bunlar yakalanıp, mahkeme önünde getirilmeden önce tevbe edip, uslanacak olursa, cezaya tabi tutulmazlar.

Allah Teala Hazretleri ve takaddes bu konuda şöyle buyurmuştur:

Ancak, onları yakalamanızdan önce tevbe edenler bu (ceza) nın dışındadır. Biliniz ki Allah, bağışlar ve rahmet eder. [184]

Yol kesen kişi yakalamadan önce tevbe ettiğinde, yol kesme cezası onun üzerine sakıt olur. Fakat yol kesme esnasında işlediği kati ve gasb sonucunda kesinlikle cezalandırılır. Ne kadar öyle kişiler tevbe etseler de yine tevbeden önce işlediği kati veya gasb suçunun cezası sakıt olmaz. Ay­nı zamanda yakalanmadan önce tevbe etse dahi kısas hükmünden kurtul­maz. Fakat matulün velisi isterse kısastan vazgeçip diyet alabilir. Bir de hem kısastan hem de diyetten de vazgeçebilir. O zaman bu kişi cezalandı­rılmaz. Yol kesip mal gasb eden kişi yakalanmadan önce tevbe etse dahi, gasb ettiği mal kendisine ödetilir. Bir de hakim kendisine uygun gördüğü bir tazir cezası verebilir. Şu halde: Bir kişi daha evvel hırsızlık suçundan bulunmuş ve içki veya yol kesiciliği gibi zaman da bu suçları işlemişse, o-nun tevbesi onu hırsızlık ve içki içmenin cezasından kurtarmaz. Zira bu cezalar tevbe ile sakıt olmazlar, bunun izahi şöyledir: Bazı haklar sırf Al­lah'ın hakkıdır. Bazı da sırf olarak kulun hakkıdır. Alah'ın hakkı olan ce­zalar bazen yalnız tevbe ile sakit olurlar. Fakat kul hakkı ise ne tevbe ile ne de caniyi affetmekle sakıt olur. Tevbe ve bağışı ile düşen cezalar:

1.  Namazı terk etmenin cezası tevbe ile sakıt olur. Namazı terk eden kişi gerçekten tevbe etse cezası tevbe ile sakıt olur. Namazı terk eden kişi gerçekten tevbe ettiğinde bundan ötürü hakimin huzuruna çıkanlmış olsa dahi namazı terk etmenin cezası kendisinden sakıt olur. Zira cezayı gerek­tiren husus, namazı terk etmekte ısrar etmektir. Yoksa daha önceki terk­ten ötürü değildir.

2. Zina iftirasına uğrayan bir kimse, hakimin önüne çıkarıldıktan sonra olsa bile; kendisine zina isnad edilen kişi, zina isnad eden kişiyi ha­kimin önünde affederse, kazf cezası o kişiden sakıt olur. Zira Cenabı Allah Hazretleri vetekaddes, insanın kendi hakkının sakıt olmasını meşru kıl­mıştır. İnsan kendi hakkını düşürdüğünde, o hakka terettüb eden ceza sakıt olur.

3. Yol kesenin cezası yalnız tevbe ile sakıt olur.. Yol kesen kimse ya­kalanıp mahkeme Önüne çıkarılmadan önce tevbe ederse, bu suçun cezası da sakıt olur. Tevbe ile sakıt olmayan cezalar: Hırsızlığının, içki içmenin, zina etmenin ve benzerlerinin sabit olduktan sonra cezası tevbe ile sakıt olmaz. Şu halde dünyada hakimin önünde bu suçların cezasının infazının vücubu tevbe ile sakıt olmaz. Fakat kıyamet gününde, Cenab-ı Allah Haz­retleri vetekaddes huzurunda, gerçek bir tevbe bu günahlann bağışlanma­sına vesile olur.

Zira Cenab-ı Allah Hazretleri vetakaddes şöyle buyurmuşlardır:

"Ben (şirkten ve günahtan) tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyen, sonra da doğru yolda sebat eden kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyım. [185]

Tevbe ile ceza sakıt olmaz, sözünden maksad, o suçun cezası dünya da mutlaka uygulanır. O kişinin Rabbi ile arasındaki duruma gelince, eğer o kişi ciddi bir şekilde tevbe ederse günahlan silinir. Zira Cenab-ı Allah Hazretleri ve tekaddes Kur'an'ı azımu'ş şanda söyle buyurmuşlardır:

Ey (Rasulüm) de ki: 'Ey nefisleri aleyhine de aşırı giden kulla­rım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Zira o bütün günahları af­fedicidir. [186]

Şu halde; yüce Allah'ın hakkı ile insan hakkı arasındaki fark şudur: İnsan haklarının cezası, toplum fertlerinin güvenliğini sağlamak ve hakla­rını korumak üzere dünyada uygulanır. Tabii ki bunda tevbenin yeri ol­maz. Zira bu şekildeki olan suçlar işleyen kimsenin tevbesi aff olsaydı, o zaman kesinlikle bu haklar korunamazdı. Fakat ahirete bağlı olan günah ve suçların cezası, hangi günah çeşidi olursa olsun; yüce Allah'a karşı iş­lendiği için, gerçek bir tevbe ile o günahı siler. Yol kesicilerden birisi yaka­lanmadan ölse, bu kimseye uygulanacak had cezası düşer. Zira had cezası yüce Allah'ın hakkıdır. Mal, yaralama, cana zarar verme gibi hakların is­tenmesi insanlara aittir. Onlar bunları affedebilirler. Bir kimse, içki içmek. Zina ve hırsızlık suçlarını işlese, bir de yol kesici durumunda veya bir baş­ka sebeple ölüm cezasına da çarptırılmış olsa, Ebu Hanife ve Ahmed b. Hanbel'e göre yalnız kendisine ölüm cezası uygulanır. Diğer suçların, ce­zasının uygulanması lazım gelmez. Zira bunlar Allah'ın (c.c.) hakkı olup bunlarda tolerans (hoş görülen durumu) söz konusudur. Aynı zamanda cezalar arasındaki ölüm cezası adamı kaplamıştır. Nihayet en son yapıla­bilecek olan da budur. Ama bir kimse, birisine namusu ile ilgili iftira etse, birinin elini kesse ve birisini öldürse, iftiranın karşılığı sopa vurulur. El kesmenin karşılığı eli kesilir. Öldürmenin karşılığı olarak da öldürülür. Zi­ra bunlar da insan hakkı söz konusudur. İnsan hakkında tolerans değil, titizlik dikkat söz konusudur.

Ebu Hanife, Şafii ve Hanbel'e göre:

Birden fazla suç işleyenin islediği her suçun cezası ayrı ayrı uygulanır. Durum ne olursa olsun, birkaç suç için bir ceza vermek (tedahül) söz konusu olmaz. Malike göre tedahül vardır.

Yol kesmenin rüknü:

Mallarını ellerinden tağalüben (zor kullanarak) almak için yola de­vam etmelerine imkan kalmayacak şeklinde yolunu tutmaktır. İster bir grup isterse bir kişi olsun hüküm aynıdır. Yol kesme kuvvetine sahip ol­duktan sonra ister silahla ister sopa, taş, tahta vb. şeylerle yapılsın fark yoktur. Yol kesicinin akıllı ve ergenlik çağına yetişmiş olması şarttır. Zira çocuk ve deliller hakkında had cezası uygulanmaz. Zira had orada bir ci­nayettir. Çocuk veya delinin yaptığı da cinayet olarak vasf edilmez. Cum­hura göre kadın ile erkek arasında ayırım yapmaz. Devletin hükümlerini kabullenmiş bütün mükellef kişilere kadın bile olsa bir malı aşikare ola­rak gasb ettiklerine de harabe cezası tatbik edilir. Yolu kesilen kişide iki şart vardır.

1.  Müslüman veya zemmi. Eğer müstesmen (kendisine eman, vize verilmiş) Bir harbi şahıs olursa yol kesiciye had uygulanmaz. Zira onun malında mubahlık şüphesi de bulunmaktadır.

2. Mal sahih bir yolla yolu kesilenin elinde bulunmuş olmalıdır. Bu da mülkiyet, emanet veya tazminat yoluyla olur. Eğer hırsızın elinde bulu­nan mal gibi. O zaman yol kesiciye had cezası tatbik edilmez. [187] Bir kimse­nin, şehir dışında kamuya ait yola çıkıp yardım gelmeyecek durumda olan yerlerde silahlanıp gelip geçeni korkutması, onun yol kesici olduğunu gös­terir. Bu kimseye, yol kesenlerle ilgili hükümler uygulanır. Bu konu İtti-faklıdır. Aynı durum şehir içerisinde yapan kimse hakkında ihtilaf edil­miştir.

Maliki, Şafii ve Ahmed b. Hanbele göre bunu şehir dışında yapanla şehir içinde yapan aynıdır. Ebu Hanife'ye göre, şehir dışında olmadıkça, bir kimseye yol kesici hükmü verilmez. Yol kesici (terörist) eylemleri sıra­sında, kafir, köle, çocuk, kendi kölesi gibi dengi olmayan birisini öldürse, Ebu Hanife'ye göre ve Hanbeli mezhebineki makbul kavle göre, bu eylemi karşılığı yol kesici öldürülmez. Malik'e göre öldürülür. Şafii'nin en sahih kavline göre, öldürülür. Suçlunun nasıl asılacağı, bunun zaman ve süresi: imam Ebu Yusuf ile el-Kerhi'ye göre -ki Hanefîlerde esah olan Malikilerce de rasih bulunan görüştür. Yol kesici diri olarak asılır. Önce yere bir direk dikilir. Sonra direğin üst ve alt taraflarına genişçe birer tahta çakılır. Elleri üstteki tahtaya ayakları alttaki tahtaya gelecek şekilde bağlanır. Sonra asılı iken bir mızrak darbesi ile indirilmeden evvel öldürülür. Zira asmak, ağırlaştınlarak verilmesi meşru olan bir cezadır. Ancak diri olan şahsa ce­za verilebilir. Ölüye ceza verme imkanı bulunmaz. Asmak, hakkında yasak bulunan müsle (azalarını yaralayıp işkence çektirmek) kabilinden de değil­dir. Zira müsle bazı uzuvları kesmek suretiyle yapılır. [188]

Nebiy~i muhterem (s.a.v.) "Müsleden ve hayvanlara eza vermekten bile nehy ederek: "Öldürdüğünüz zaman güzelce öldürün, hayvan boğazla­dığınız zamanda güzelce boğazlayın" buyurmuştur.

 

YETMİŞ SEKİZİNCİ BÖLÜM

 

SÂİL (SALDIRGAN)'IN DEF EDİLMESİ

 

Sıyal'ın lügat manası, birisine saldırmaktır. Şer'i manası ise, bir müslümanın bedenine, namusuna ve malına zarar vermek amacıyla saldı­rıda bulunmaktadır.

Kur'a-ı Kerim'den savunmanın delili Cenabı Allah'ın habibi edibine Kur'an-ı Azımu'ş-Şan'da şöyle buyurmuşlardır.

Kim size saldırırsa, onun saldırdığı kadarıyla siz de ona saldı­rın. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, takva sahipleri ile beraberdir. [189]

Bu ayet saldırganın hükmünü açıklamaktadır ki saldırdığı kadarıyla karşı koymak veya ondan hafif olanı yapmak caizdir. Şu halde kişi, kendi­ni hakkını alabilmek için öldürülmesi gerekirse, onu da yapabilir.

Öldürmek veya silah kullanmak

Zarar ile izale olunmaz." kaidesinden istisna olarak, zaruret dolayı­sıyla caiz kabul edilmiştir. Eğer elle vurmak suretiyle savunma imkanı varsa kamçı kullanması haram olur. Kamçı ile savunmak mümkün ise, sopa ile müdafaa etmek yine haramdır. Bir organını kesmek suretiyle bu saldırıyı önlemek mümkün ise, o zaman öldürmek haram olur. Daha hafif yallarla amacı meydana gelse, daha ağır olana baş vurmayı gerektiren bir şey zaruret kısmında sayılmaz. Zira;

Zaruretler miktarınca takdir olunur."

O kadar ki saldırıya uğrayan kişi kaçmak yahut bir kaleye sığın­mak topluluğun olduğu bir yere gitmek imkanı varsa, bunu yapması gere­kir. Zira saldırıya uğrayan kişi daha kolay bir yol kendine seçebilir. Şafi-lerle Malikiler bu durumu açıkça ifade etmişlerdir. Hanbelilerin görüşü de öyledir. Zira bu durumda saldırganın veya hücum eden kimsenin öldürül­mesi haramdır. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Saldırganlar saldınlanna son verdikleri takdirde onlarla çarpışmak ve öldürmeleri haram olur. [190]

Sünnetten delil ise şöyledir:

Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur." Ailesi (namusu) uğruna öl­dürülen şehittir. Malı (nı muhafaza) uğruna öldürülen kimse şehittir. Ha­yatı uğruna öldürülen kimse şehiddir. Dini uğruna öldürülen kimse şehit­tir. [191]

Koca, ırzını korumak üzere karısını, öğretmen öğretmek için talebe­sini hakim cezayı tatbik etmek için suçluyu döverse; bütün bu hallerde ve benzeri durumlarda dövülen ölürse ve bu arada yediği dayak veya darbe normal olarak can alıcı bir dövme değilse, döven kişi sorumlu tutulmaz ve diyet ödemesi de gerekmez. Zira öldürme maksadıyle dövmemiş, yalnız maslahat maksadıyla veya kendisine verilen yetkiyle dövmüştür. Sail'in çeşitleri: Sail saldırdığı hedefe göre üçe ayrılır.

1. Nefse (cana) saldırmak. Bu, zulmen öldürmek veya yaralamak maksadıyla bir müslümana saldırmakdır.

2. Irza (namusa) saldırmak, bu zina maksadıyla veya zinanın baş­langıcını meydana getirmek için kadına saldırmaktır. Bu hususta erkek de kadın gibidir.

3.  Mala saldırmak. Maldan maksad, şer'an mal sayılan ve kendisi için bir kıymet biçilen maldır. Bu malın şer'i bir şekilde kişinin mülkiye­tinde olmasıyla, eli altında bulunan av köpeği, bekçi köpeği, tezek ve ben­zeri şeylerden olması arasında fark yoktur. Yani arazi, ev, para ve diğerleri burada ki mal kapsamına girmektedir. İster o mal necis, haram olsun, is­ter tahir olsun hükümleri aynıdır. Bu saldırganın müdafaası herkese gere­kir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

İster zalim, ister mazlum olsun kardeşine yardımcı ol: "Zalime nasıl yardımcı olayım? diye sorulunca şöyle buyurdu: "Sen onu zulümden alı-koyarsın. İşte bu senin ona yardımındır. [192] (Yine o şöyle buyurmuştur: Kendisinin huzurunda bir mü'min zelil kılındığında yardım etme gücü ol­duğu halde ona yardım etmeyen kişiyi, Allah'da kıyamet gününde herke­sin gözü önünde rüvay ve zelil eder." Bir başka hadis-i şerifte ise şöyledir. Mü'minler, fitneye düşüren şeytanlara karşı birbirleriyle yardımlasın [193] Lafzı şöyledir.

Mü'min mü'minin kardeşidir. Su ve ağaç ikisine de yeter ve onlar çok fitneci şeytana karşı birbirlerine yardımcı olurlar."

Şu halde fakihlerin ittifakı İle savunmanın bütün hareketleri hem medeni, hem de ceza açısından kendisini savunan kişiye kesinlikle hiçbir sorumluluğu yoktur. Şahidlerin saldırganın kendisini savunan kişiye yalın kılıç hücum ettiğini görmeleri ve onunla buna karşılık saldırganı vurması hali buna misallerden bir misaldir. Eğer orada hiç kimse bulamazsa o za­man Malikilere göre yemin ile beraber de kendini müdafaa eder. Böyle kimsenin özü kabul edilir. [194]

Saldırganı defetmenin caiz olması için dört şart vardır:

1- Cumhur-ı fakihlere göre: Ortada bir saldın olmalıdır. Hanefilere göre ise saldırının, cezalandırılması ön görülmüş bir suç olması şarttır. Bu kıyasa göre: Kocanın, babanın veya öğretmenin tedib hakkını kullanması ve celladın yaptığı iş, saldın olarak nitelendirilmez. Küçüğün, delinin ve hayvanın saldmsında Hanefilere göre suç niteliği yoktur. Bir insan saldır­gan bir deveyi onun gibi başkabir hayvanı öldürürse Hanefilere göre her durumda kıymetine göre tazminat vermek zorundadır. Zira telef edilmele­ri ne kadar zaruri olsa da yine tazminat lazımdır. Onlara göre kaide şöyle­dir:

Istırar (zaruret halinde olmak) başkasının hakkını iptal etmez." Ay­rıca, hayvanın cinayeti yani işlediği suç fiili hederdir, boşa gider. Hanefıle-rin Cumhuru da şöyle demektir: Kendini savunan kişi, ancak o hayvanı vurmak veya öldürmek ile kendini koruyabiliyorsa, bedelini de tazminatını da ödemesi söz konusu olmaz. Zira o caiz olan savunma esnasında bu sal­dırgan deveyi öldürmüştür ve aynı zamanda bunu kötülüğünü savmak üzere yapmıştır.

2- Saldınnın gerçekleşmekte olması, şu halde fiilen vaki olması ge­rekir. Sadece sonradan vaki olacağının söylenmesi ve tehdit edilmesi ile olmaz.

3- Saldınyı gerekli olan kuvvet ile defetmelidir. Yani kendi kanaatine göre birinci başlıkta açıkladığımız üzere en kolay olanından başlar ve sıra­sıyla daha zora doğru giderek saldınyı önlemek için lüzumlu olan miktar ne ise onunla savunma yapar.

4- Saldınyı başka bir yolla defetmeye imkan bulunmamalıdır. Eğer imdada çağırmak, insanlann yardımını almak güvenlik kuvvetlerini yardı­ma çağırmak gibi başka bir yolla saldınyı da defetmek imkanına sahip olduğu halde bunu yapmayacak olursa, o kişi haddi aşan bir kimse demek­tir. İmam Ebu Hanife, Malik ve Şafii'nin görüşüne göre bir kimseye canına veya organlarından her hangi birisine kasden hücum edilecek olursa ve yapılan bu hücum, ister insan tarafından ister hayvan tarafından yapılmış olsun. Saldınya uğrayan kimsenin kendini savunması icap eder. [195]

Fakat Şafiiler saldırganın kafir veya hayvan olmasını şart olarak ka­bul etmiştir. Eğer saldırgan müslüman ise Şafiilerde ezher olan görüşe gö­re: Ona teslim olmak caizdir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuş­tur: "Sen Adem'in iki oğlunun hayırlısı gibi ol, demektir.

Burada sözü geçen Adem'in iki oğlundan kasıt Kabil ile Habil'dir.

Bu durum ashab'ı kiram (r.a.)'dan nakl edilen meşhur bir uygula­madır ve kimse de buna karşı çıkmamıştır.

Bir de Şafiilere göre kişinin başkasının nefsini savunmasının vacip oluşu veya olmayışı kendini savunmasının vacip olması yahut olmaması gibidir. Nefsi savunmanın vacip olduğuna delil ise Cenab'ı Allah'ın şu emirleridir:"Ve kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. [196] "Eğer onlardan biri diğerine karşı tecavüz ediyorsa o tecavüz eden grupla Allah'ın enirine dönünceye kadar çarpışın. [197] Size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık ve­rin. [198] "Bir kötülüğün cezası onun gibi kötülüktür. [199]

Diğer tarafta insanın şiddetli açlığında bulduğunu yemek suretiyle kendini korumasının vacip olduğu gibi nefsini savunması da vaciptir. Hanbelilere göre şöyledir: Cana kastederek saldıran kimseyi defetmek va­cip değil caizdir.Saldırgan ister deli olsun küçük olsun büyük olsun hü­küm değişmez.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v) fitne hali ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

O zaman evinde otur eğer kılıç parıltısının gözlerini almasından kor­kuyor isen elbisenle yüzünü ört."

Bir diğer lafızla da şöyle buyurmuştur: Birtakım fitneler olacaktır. O fitnelerde Allah'ın Öldürülen kulu ol öldüren kulu olma! İbn Ebu Hayseme ve Darekutni Hz.Osman fitne dönemlerinde sayılan dört yüzü bulan köle­lerinin kendisini savunmalarını istemediği sahih haberle bize kadar ulaş­mış ve hatta o şöyle demiştir: "Kim kılıcını bırakırsa o hürdür."

Hanbeliler birde şöyle derler: Kendisini savunanın durumu yiyecek şeye zaruret derecesinde muhtaç olanın durumundan farklıdır. Açlık çe­ken kimse bu durumda yiyecekten yiyebilir. Zira öldürülmede şehitlik söz konusu ve başkasının hayatta kalmasına sebep teşkil etmek vardır. Ye­mekten yemek ise kendisinden başka hiçbir kimseye zarar dokunmaksızın kendisini hayatta bırakmanın sebebini ifa etmek söz konusudur. Fakihle-rin cumhurunun görüşüne göre saldırıya uğrayan kişinin saldırganı öl­dürdüğü takdirde gerek medeni ve gerekse cezai açıdan herhangi bir so­rumluluğu yoktur. Ne diye lazım gelir ne de kısas.

Zira Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Herkim kılıcını çeker sonra da onunla başkasını öldürmeye kalkı­şırsa kanı hederdir." Yani kanı boşa gider. Zira saldırgan haddi aşan bir kimsedir. Kendisine hucüm edilen kişi ise kendisini savunmak ve kötülüğü defetmek bakımından görevini yerine getirmekte idi. Hanefiler şöyle de­mektedir: "Gece veya gündüz bir kişiye bir başkası silah çekse yahut da bir belde de geceleyin ona karşı bir sopa kullanmak istese yahut meskun olmayan ve beldenin dışında kalan bir yolda gündüzün bunu yapsa ve ken­disine karşı bu şekilde silah çekilen kişi kasten onu öldürse üzerine bir şey düşmez. [200]

Fakat Hanefiler sözü geçen hususlardan şunu istisna ederler: Eğer saldırgan küçük, deli veya bir hayvan olur. Kendisine saldırılan kişi de bunu öldürür. Cezai olarak değil de yalnız medeni olarak sorguya çekilir. Üzerine kısas yoktur. Fakat küçüğün ve delinin diyetini öder. Hayvanın da kıymetinin tazminatını öder. Ebu Yusuf a göre küçük ve delinin diyetleri ödemez. Fakat hayvanın kıymetini ödemek zorundadır. Hanbelilere göre bir kişinin çocuğunun hanımlarının yahut kız kardeşi halası gibi kendisi­ne mahrem olanların saldırıya uğraması halinde saldırganı öldürmek su­retiyle bertaraf eden kimse bunun tazminatını ödemesi gerekmez. Fakat bunu öldürereksi bu akrabadan başkası olursa o zaman tazminatını öde­me gerekir. [201]

Birisi bir başkasının elini ısırsa o da elini ondan kurtarmak isterken dişleri düşse üzerinde tazminat yoktur. Zira Rasûlü Ekrem şöyle buyur­muştur:

Sizden herhangi biriniz erkek devenin ısırması gibi elini ısırıp geli­yor... Senin alacak bir diyetin yoktur. [202]

Elini ağzında burasında erkek devenin kopardığı gibi sen de kopa-rasın. Öyle mi?

 

Irzı Savunmanın Hükmü:

 

Bir fasık bir kadına saldırdığı takdirde bütün fakihlere göre: Kadının imkanı olsa kendini defetmesi icap eder. Zira kadının bu şekildeki birisine imkan vermesi kesinlikle haramdır. Eğer savunmayı terk etse .şu halde saldırgana imkan vermektir. Böyle bir zorlamaya girişen birisini öldürme hakkı da vardır, aynı zamanda da kanı da boşa gider. Şu halde bir erkeğin bir kadına saldırmaya çalışan bir kimseyi gördüğü takdirde saldırganı de­fetmesi icap eder. Müdafaası mümkün olursa ve kendisine gelecek bir za­rardan korkmuyor ise öldürerek dahi olsa o saldırganı defetmelidir. Zira ırzlar Allah'ın yeryüzündeki haramlarıdır. Bu ırzların hangi bir şekilde mubah kılmaya kesinlikle imkanı yoktur. Kişinin ister onun ırzı olsun is­ter başkaların ırzı olsun arasında kesinlikle hiçbir fark yoktur. Savunma yapan kişinin üzerinde kısas öldürülürse o bir şehittir" Bir de İmam Ah-med şu hadisini zikretmektedir:

Adamın birisi Huzeylilerden bazı kimselere ziyafet verdi. Bir kadına tecavüz etmek isteyince, (kadın) attığı bir taş ile onu öldürdü. Hz. Ömer şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, ebediyyen onun diyeti ödenmeyecek­tir."

Zira başkasına karşılık olarak verilmesi ve mubah kılınması caiz bu­lunan malı savunmak caiz olduğuna göre, erkeğin ve kadının kendini sa­vunması ve hiçbir durumda mubah olmayan fuhuştan ırzını koruması da­ha evladır. Karısı ile zina edeni öldürmek: Dört mezhebe göre de kansı ile zina eden bir adamı görüpte öldüren kimsenin üzerinde kısas da diyet de yoktur.

Zira rivayete göre:

Ömer (r.a.) bir gün yemek yerken koşarak bir adam geldi. Elinde de kana bulanmış kınından sıyrılmış bir kılıç vardı. Adam gelip Hz. Ömer'in yanma oturdu. Yemeğe koyuldu. Bir grup kişi de gelerek şöyle dedi: Ey Mü'minlerin emri bu adam karısı ile birlikte bizim adamımızı da öldürdü. Hz. Ömer "Bunlar ne söylüyor?" diye sorunca adam şöyle dedi:

Başka birisi kılıçla karımın bacaklarına vurdu. Eğer ikisinin ara­sında başkası da olsaydı. Onu da öldürürdü. "Hz. Ömer onlara: "Bu ne di­yor?" diye sorunca şöyle dediler: "Onun kendisi bu işi yaptı bir kılıç darbe­si indirdi. Karısının bacaklarını kesti. Bizim adamın da vücudunun karnı­na isabet etti." Hz. Ömer: 'Tekrar aynı şeyi yaparlarsa sen de aynısını yap" dedi. [203]

Eğer kadın bu işi razı olarak yapmışsa, bundan dolayı herhangi bir tazminat lazım gelir. Bu işin tespiti için dört şahid lazımdır. Zira Hz. Ali (r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir:

"Eğer dört şahit getirilirse mesele yok, değilse onun diyetini versin. Birde Sa'd b. Ubade dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Karımla birisini görecek olursam dört şahid getirinceye kadar ben ona mühlet mi vereceğim? "Hz. peygamber (s.a.v.J: "Evet" diye buyurdu. [204]

(Açık delil) olmadığı halde koca, kadının velisinin zinadan haberi ol­duğunu ileri sürerse, Hanbelilere göre yemin ile birlikte velinin sözü kabul edilir. Hanbelilere göre iki şahid kafidir. Zira delil, saldırganın, karısını üzerinde bulunduğunu şahadet etmektedir. Bir kişi izinsiz olarak bir evin içerisine bir delikten, kapı aralığından veya buna benzer bir yerden baka­cak olsa da ev sahibi ona bir taş atsa veya bir çubuk ile dürtüp gözünü çı-kartsa cezai sorumluluğu da, medeni sorumluluğu da yoktur. Yani ne kı­sas, ne de diyet ödemesi gerekir. Şafii, Hanbelilere göre öyledir.

Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Bir kişi izinsiz olarak senin evinin içerisine bakarak muttali olursa ve sen de ona bir taş atıp gözünü çıkartırsan üzerinde hiçbir vebal ve so­rumluluk yoktur. [205]

Tabi bu hüküm, küçük bir taş gibi hafif bir şeyi ona attığı durumda söz konusudur. Şu halde bir taş yahut ağır bir demir veya bir ok gibi bir şey atacak olursa, o zaman kısas lazım gelir. Fakat içeriye bakan kişi böy­le bir basit bir şeyle def edilmiyor ise saldırı halinde olduğu gibi ondan da­ha ağır bir şeyi ona atabilir. Bu ölüme kadar dahi gidebilir. Bakan kimse­nin yolda giden birisi olması ile kendi mülkünde olup bakması veya başka bir durumda olması arasında bir fark yoktur.

Peygamber (s.a.v.) evlere bakmanın men edilmesine dair hikmeti açıklamak sadedinde şöyle buyurmuştur: "Eve girmek için izin istemek içerde olanları görmemek için emir edilmiştir. [206]

Hanefîlerle ve Malikilere göre böyle bir durumda ev sahibinin cezai sorumluluğu vardır. Yani kısas veya diyet ödemesi icap eder. Zira Peygam­ber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Gözün çıkartılmasında diyetin yansı var­dır."

Bir de sadece gözle bakmak, bakana karşı cinayet işlemeyi mubah kılmaz. Örneği: Açık kapıda içeriye bakmak yahut evin içerisine girip bak­mak veya cimanm (başkasının) karısından her hangi bir şekilde faydalan mak gibi işler, onun gözünün çıkartmayı caiz kılmaz. Şu halde her iki gö ruş arasındaki fark, evin dışından bakan hakkındadır: Bir kişi evin içine kafasını sokup da ev sahibi ona bir taş atarak gözünü çıkartarak olursa icma ile tazminat söz konusu değildir. Malı müdafaa etmenin hükmü' Cumhuri Fukahaya göre malı müdafaa etmek vacip değildir Fakat müda' faasını caiz olarak kabul etmişlerdir. Eğer mal haksız olarak almıyor ise az veya çok olması hükmü değiştirmez. Savunmayı yapan kişi kolaylık sırası na riayet etmiş ise kısas da yoktur.

Zira Ebu Hurerye şunu rivayet etmiştir:

Adamın birisi gelerek şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü, birisi gelip be­nim malımı almak isterse ne yapayım?" "Hz. Peygamber: (s.a.v.) "Malını ona verme" buyurdu" (Bir başka lafızda ise: Malını korumak için çarpış" buyurdu" Adam devamla: "Benimle çarpışacak olursa ne yapmamı emir edersin?" diye sorunca: "Onunla çarpış" buyurdu. Adam: "Beni öldürecek olursa ne olur?" diye sorunca Hz. Peygamber: "Sen Şehid olursun" Dedi. Adam: "Ben onu öldürecek olursam ne olur?" diye sorunca, Hz. Peygam­ber: "O cehennemde olur" buyurdu. "Müslim ve imam Ahmed rivayet et­miştir.

Bu hadisi şerifte kişinin savunmasını kolaylık sırasına göre yapması gerektiğine dair fıkhi hükümlere işaretler vardır.

Fakihler şöyle demişlerdir: "Onu öldürecek olursa tazminat ödemesi lazım gelmez. Zira kendisini savunanın hücum eden kimseye bir tecavüzü söz konusu değildir. Bir de hadisi şerif mal hakkında umumi olup azı da çoğu da şamil gelmektedir. Malı korumak için savunmak ile, mal dışında kalan şeyleri savunmanın vacip olduğunu kabul edenlerce canı ve namu­su savunmak arasında fark gözetmenin sebebi şudur: Mal, kişinin müsa­ade etmesi ve izni ile başkasına mubah olur. Fakat can ve namus ise mu­bah kılınmakla, mubah olmaz. Bazılara göre mal uğrunda çarpışmak va­ciptir."

Bu daha önceden de açıklamış olduğumuz gibi gerekli uyandan sonra Malikilerin kabul ettikleri görüşüdür.

Şafiiler ise malın nevleri arasında fark gözeterek şöyle derler: Cansız olan mallan savunmak icap etmez. Zira bu mallan başkasına mubah kmak caizdir. Canlı olanlara gelince telef edilmesi maksadı ile saldinlması halinde savunmak icap eder. Şu kadar var ki, kendisine veya namusuna zarar gelmekten korkmamalıdır. Bunun vacip olmasının sebebi ise cana karşı duyulması gereken saygıdır. Hatta ve hattaki yabancı bir kişi bir başkasının kendisine ait olan bir hayvanı haram bir şekilde telef ettiğini görecek olsa, bunu def etmesi icap eder. Aynı şekilde rehin veya icare gibi, başkasının hakkının müteallik olduğu her hangi bir mala yapılan saldınyı savunması da icap eder. Ancak Şafiiler şunu da eklemektedir: "Bir testi düşüp yuvarlansa ve ancak onu kırmak suretiyle o testiden kurtulabile-çekse esah olan tazminatını öder. Zira cansız testinin ne maksadı, ne de bir tercih imkanı vardır. Bunun için buna onun sebep teşkil ettiği söylene­mez. Bu durumda mala karşı kendini savunan kişi, başkasının yiyeceğine zaruret derecesinde ihtiyaç duyan kişinin durumuna düşer. Yemeğe zaru­ret derecesinde ihtiyaç duyan kişi ise onu hem yer, hem de tazminatını öder. Eğer kişinin kendisi değil de ailesi, çocuklan, kavmi saldınya maruz kalırsa, kişinin saldırgana karşı koyması vacip olur. Zira o kişi, ailesinin, çocuklannın, kavminin emniyetini sağlamak zorundadır. Zira onlann eri odur. Saldırgan ya-müslüman oldu için kanı masum olan bir kimsedir ve­ya mürtet yahut evli olduğu halde zina ettiği için, kanı masum olmayan bir kimsedir. Saldırgan, kanı masum olan bir kimse değilse saldınya ma­ruz kalan kişi, onu bir an önce öldürmek için en öldürücü yerlerine vura­bilir veya korkutabilir veyahut hafifçe vurulabilir. Saldırgan müslüman, zimmi veya ahitli olup kanı masum olan kişilerdense ve saldırısına başla­mışsa, saldınya maruz kalan kişi onu derhal öldürebilir. Saldırgan bu du­rumda öldürülürse kanı boş gider. Onun için ne kısas ne de diyet vardır. Saldırganlığın bazı şekilleri ve hükümleri:

1. Bir veli veya bir vali, elinin altında ki olan kişilere tazir cezası tat­bik ederse tazir cezası uygulanan kişi de bundan dolayı helak olursa vu­rulan darbe de genellikle, Ölüme sebep olacak derecede ağırsa bu darbeleri vuran kişinin babası, annesi, dedesi, ninesi gibi asılları değilse, vuran ki­şiye kısas lazım gelir. Fakat vurulan darbe öldürücü olmadığı halde kişi ölürse, kasden öldürmeye benzer öldürmenin diyeti katilin asabesinden tahsil edilir. Zira amaç öldürmek değil, terbiye etmektir.

2. İmam (devlet başkanı) veya imamın vekili, takdir ve tayin edilen cezayı artırmaksızın tatbik ederler de cezalandırılan kişi ölürse tazminat meydana gelmez. Zira devlet başkanı veya onun vekili, üzerine vacib olanı yerine getirmiştir. Uygulanan cezanın sopa vurmak, el kesmek olması, aşı-n sıcak veya aşın soğuk bir zamanda uygulanması veya iyileşmeyecek bir hastalık esnasında uygulanması meseleyi değiştirmez.

3. Akıl, baliğ ve hür olan kişinin bedeninde bir çıban çıksa, çıbanın ölümcül olduğundan korkulmuyorsa, o çıban kesilebilir. Fakat çıbanın ölümcül olduğundan korkuluyorsa, onu bırakmakta her hangi bir tehlikesi yoksa, kesmek caiz olmaz. Çıbanın kesilmesinde tehlikenin daha çok ol­ması durumunda da hüküm böyledir. Baba veya dedenin, çocuğun veya delinin vücudundaki çıbanı, tehlike olmakla beraber kesmemenin tehlike­si daha büyükse, kesme yetkisi vardır. Zira onlar, çocuğun ve delilin mal­larını zayi olmaktan korumakla mükelleftirler. Ç ürüten, yiyip, tüketen bir hastalığa maruz kalan bir uzvu veya damarları kesmek dağlamak ve ben­zeri tedaviler de çıbanı kesmek gibidir. Tehlikeli yoksa, doktorlar bunun gerekli olduğunu söylerler. Sultanın, babanın, bedenin ve diğer velililerin kan aldırtmak yetkisi vardır. Zira öyle şeyler rAaslahat içindir. Herhangi bir zarar söz konusu değildir. Fakat yabancı bil kişinin çocuk ve deli için bunları yapması caiz değildir. Çünkü yabancı blr kişinin deli veya çocuğa bunlan tatbik etmeye yetkisi yoktur. Yabancı kişi, onların velisi değildir. Fakat sultanın, babanın ve diğer velililerin velayeti altında bulunanlara bunlan tatbik etmesi caizdir. Eğer tedavi edile::\ kişi ölürse, onlann her­hangi bir tazminat ödemesi gerekmez.

4. Cellat: Zulm ettiğini bilmeden imanın Emriyle bir kişiye vurursa ve öldürürse, cellat değil, imam zamin olur. Fakat cellat imamın zulm etti­ğini, bu hususta hata ettiğini biliyorsa, cellat zamin olur. Bu hüküm, cel-latın imam tarafından tehdit edilmemesi halinde böyledir. Eğer cellat, i-mam tarafından tehdit edilmişse, hem imam, "ıem de cellat mali cezaya çarptırılır. Bir ihtar, acı çeken bir kişinin acı rce kadar çok olursa olsun -kendini öldürmesi caiz değildir. Zira o acıdan kurtulma ihtimali her za­man mevcuttur. Hatib Şirbini şöyle der: 'Bir ki ateşe atılsa, o ateşte de öleceğinden emin olsa, ancak ateşten kurtulmanın tek yolu da kendisini ateşin yanındaki suya atarak boğmak olsa, boğulmak ateşte yanmaktan daha kolay geliyorsa, kendini suya atabilir.

İnan kusuru sebebiyle iki şekilde sorumlu tur:

1. Kasıd nedeniyle sorumlu olması yani kişinin kasden öldürmesin­den, kasden hırsızlık yapmasından., zina iftiracı atmasından, gasbetme-sinden, yol kesmesinden ötürü sorumlu olmasıdır.

2. İhmalkarlık sebebiyle sorumlu olmas:: Yani kişi hayvanın başı boş bırakırda hayvan başkasının bahçesine, arazisine zarar verirse, hay­van sahibi sorumlu olur. Kusur ve ihmalkarlığ; sebebiyle telef olan malın mislini veya kıymetini ödemek gerekir. Kusur ve ihmalkarlığı sebebiyle meydana gelen yaralanma ve benzerlerinin diyetini ve tazminatını ödemek zorundadır. Olayın meydana gelmesi muhteme". olduğunda, şeriat nezdin-de kusur veya ihmalkarlık hükmen sabit olur. Olayın failin gerçekten ku­surlu olup olmaması olayın kusur nedeniyle me-dana geldiği ihtimali var­sa dikkate alınmaz. Bunun için o kişinin tazmihat ödemekle mükellef kı­lınması için kusurlu olduğunu gösteren bir delilin bulunması şart değil­dir. Burada tek şart, olayın o kişinin kusuru "edeniyle meydana geldiği düşüncesinin bulunmasıdır. Bu ise hak hususunda titiz davranmak, za­rar telafi etmek ve hukukun üstünlüğünü sağlamak içindir. Kusur nede­niyle sorumlu olmaya birkaç misal;

1. Kazaen adam Öldürmede diyet lazım gelir. Kazaen adam Öldüren kişi, gerçekte suçlu için değildir. O kusurlu olduğu içindir. Zira o tedbir almadığı için, kişinin ölümüne sebep olmuştur. Hatta o, gerçekte kusurlu bile olmayabilir. Kusurlu olmadığı halde yine ödemekle mükelleftir.

2. Bir kişi eğri bir duvar yapsa, kanı masum olan bir kişi ve bir mal o duvann altında kalarak hüakete gitse, duvarı yapan kişinin akrabaları ölen kişinin diyetini veya telef olan malın badelini vermek zorundadır. Bu ceza bir suç işlemiş dolayısıyla değil, sadece bir müslümana, kendisinin kusur ve taksiratı sebebiyle gelen zararı telafi etmek için bu cezayı öde­mekle zorunlu kılmıştır.

3  Bir kişinin hayvanı veya arabası, başkasının ekinini telef etse ve­ya kanı masum olan bir kişinin yaralanmasına veya ölmesine sebep olsa o hayvanın veya arabanın üstünde olan kişi veya onların sahibi telef olan malın tazminatını vermek gerekir. Hayvanın veya arabanın ölümüne sebep olduğu kişinin diyeti ise hayvanın veya arabanın üzerine bulunan kişinin yakınları tarafından verilir. Zira hayvan veya arabanın sebep olduğu cina­yetin sorumluluğu, hayvanın veya arabanın üzerinde bulunan kişiye ait­tir.

Kusur sayılmayan ve sorumluluk gerektirmeyen bir takım haller:

1. Hayvan veya arabayı kullanan kişi ansızın ölse, düşüp ölen hay­van veya hareket halindeki araba bir kişinin ölümüne sebep olsa veya bir malın telef olmasına sebep olsa, arabayı kullanan kişi sorumlu tutulamaz. Zira bu konuda her hangi bir kusur söz konusu değildir.

2. Bir kişi, hayvanın sahibinin veya hayvanı ücretle çalıştıran kişi­nin izni olmadan hayvanı elindeki bir nesne ile dürtse, hayvan ürküp bir malın telef olmasına sebep olsa, hayvanın sahibi veya hayvanı ücretle ça­lıştıran kişi sorumlu olmaz. Zira onların kusurlan yoktur. Tazminat, hay­vanı izinsiz olarak dürten kişiye düşer. Zira bu işi yapan odur. Yabancı bir kişi, başka bir şahsın arabasını bir deliye teslim etse, deli de arabayı sü­rerken bir malın telef olmasına sebep olsa, arabanın sahibi sorumlu ol­maz. Zira onun kusuru yoktur. Tazminat arabayı deliye teslim eden kişiye düşer.

3. Bir kişi gündüz vakti hayvanını bir şahsa verip, hayvanın her za­manki gittiği yolu da gösterse, fakat buna rağmen hayvan bir ekine zarar verse veya başka bir şeye zarar verse, hayvanın sahibi sorumlu tutulmaz. Zira onun hiçbir kusuru yoktur. Tazminat teslim alana düşer. Kişi hayva­nı, gündüz vakti daha önce gidip geldiği yola yöneltse, hayvan bir ekine veya mala zarar verse, hayvan sahibi sorumlu olmaz. Zira onun kusuru yoktur. Fakat kişi aynı hayvanım aynı yola geceleyin yöneltse, hayvanda her hangi bir şeyi telef etse, hayvan sahibi sorumludur ve tazminat öder. Zira Rasülü Ekrem (s.a.v.) bahçe sahiplerine bahçelerini gündüz korumayı emir etti. Hayvan sahiplerinin de hayvanlarının geceleyin yaptıkları zararı ödemesine hükmetti. [207]

Bu şekilde hüküm verilmesinin sebebi örftür. Zira örf insanların bahçelerini, ekinlerini, gündüz korumak şeklinde- cari olmuştur. Hayvan sahiplerinin de hayvanlarına geceleyin sahip olması şeklinde cari olmuş­tur. Bu bakımdan örfün değişmesi halinde hükm örfe tabii olarak değişir. Şu halde mesuliyet, bilfiil başkasının zarar görmesinde ister kasıtlı, ister kasıtsız/sebep olan kişiye aittir. Bu ya düşmanlıktan kaynaklanan bir so­rumluluktur ya da kusurlu davranmaktan bir sorumluluktur. Her şeyin iyisini Allah bilir.

 

YETMİŞ DOKUZUNCU BÖLÜM

 

BAĞILER HÜKÜMLERİ

 

(İSYANCILAR)

 

Bağy lugatta ya: "Musa" aradığımız bu idi, dedi. [208] ayette olduğu gibi aramak ve talep etme k manasına gelir ya da tecavüz demek­tir. Baği, durması gereken sınırda durmayıp saldırganlık yapan kimsedir. Baği kelimesi bağy kökünden gelir ki bu da zulm etmek demektir. Burada­ki bağilerden maksat, müslümanların içinden çıkıp halifeye isyan eden ve­ya bir hakkı men eden kişilerdir. Bu hakkın, Allah'ın veya kulun hakkı ol­ması arasında bir fark yoktur. Hanefiler ise bağileri şöyle tarif etmişlerdir: Bağiler (buğat) güç ve kudret sahibi olan, bazı hükümlerde diğer müslü-manlara kendilerince haklı sayılan bir tevile dayanarak muhalefet eden bir beldeye hakim olup ordugah kurarak kendi hükümlerine tabik eden bir topluluktur.

Tarihte meşhur Havariç ve Haruriye ise Hz. Ali (r.a.)'ye karşı çıkan onun ve diğer müslümanların kanlannı ve mallarını telef, kadınlarını esir etmeyi helal gören, Rasülullah (s.a.v.)'m Ashab-ı Kiramını küfre girmekle itham eden, her günahı küfre düşmek kabul eden bir topluluktur. [209]

1. Dini hususlarda aşırı şekilde şiddet göstermişlerdir. Rasûlü Ek­rem (s.a.v.)'in: "Kim imamına itaatten elini çekecek olursa kıyamet günün­de elinde geçerli bir hüccet, delil bulunmaksızın gelir, kim de cemaaten ayrılmış olarak ölürse bir nevi cehiliyet Ölümü ile ölmüş olur." Kim başın­daki emirden hoşlanmadığı bir şey görürse sabr etsin. Çünkü kim cemaati bir karış bile olsa terk edip ölürse ölümü cahiliyet ölümü gibi ölür.[210]

Kim bize karşı silah çekerse bizden değildir." buyurmuşlardır.[211] Bağüere ait hükümler: Bağilar ortaya çıktığında, bundan müslü-manlann hangi grubundan olursa olsun, halifenin hemen onlara bir heyet gönderip maksatlarını öğrenmesi vacibtir. Eğer onların istekleri makul ise, herhangi bir zararı olmayacaksa bağiliklerini teşvik edecek bir durum meydana getirmemek şartıyla -onların isteklerini yerine getirmek vaciptir. Halife onlara nasihat edip isyandan vazgeçerek kendisine itaat etmelerini tavsiye etmelidir. Nasihatlar onların işine yaramazsa, o zaman halifenin onlara karşı savaş ilan etmesi gerekir. Buna rağmen yine isyanlannda ıs­rar ederlerse o, zaman fiilen savaşması vaciptir.

(Nitekim Hz. Ali, bağilerle fiilen savaşmıştır) Bağilerle savaşmanın şartlan:

1. Bağiler güç ve kuvvete sahip olmalıdır. Bu kuvvetlik, çoklukların­dan ötürü olabildiği gibi, imam'ın (islam devlet başkanı) mukavemet etme­sini gerektiren muhkem bir kale içinde bulunmalanndan ötürü de olabilir. İmam onlan itaate döndürmek için çok mal vermek, bir takım ihsanlarda bulunmak ve bir çok adamı istihdam etmek zorunda kalmalıdır.

2. Söz konusu kuvvetlerinden ötürü, fiilen halifenin hükmü altından çıkmış olmalıdırlar. Eğer bağiler imamın hükmü altında iseler, imamın onlarla savaşması şart değildir. Bu durumda imam onlan haps etmek su­retiyle veya başka bir yolla cezalandırabilir.

3.  İsyanlannın haklı olduğuna dair bir delil ve tevilleri olmalıdır. Fa­kat bu tevilin fasid olduğu muhakkak kesin olmamalıdır. Örneği: Cemel ve Sıffın savaşma katılan Hariciler ve Haruriyetlerin isyanlarını meşru gös­termek için şu delil ve tevile dayanmalan buna bir örnektir: Onlar şöyle iddia ediyorlardı: "Ali, Osman'ı öldürenleri bildiği için, onlan cezalandırmı­yor." (Bu ithamdan Allah'a sığmıyoruz) Havaric ve Haruriyelerin halife'ye isyan etmenin meşru olduğuna dair kendilerince bir delil ve tevilleri olma­saydı, onlar baği sayılmaz. Üzerlerine bağiliğin hükümleri terettüb etmez­di. Hiçbir delil ve tevilleri olmadan sırf fasıldık nedeniyle halifeye isyan et­meyi meşru görerek halifeyle savaşsalardı kafir olurlardı. Bağilerle savaş­mak farzdır. Zira yüce Allah Hazretleri ve tekaddas Kur'an'ı Kerimde şöyle buyurmuşlardır:

Eğer mü'minlerden iki grup bir birbiriyle savaşırsa aralanın düzel­tin. Şayet biri diğerine saldırırsa (saldıran grup) Allah'ın buyruğuna dö-nünceye kadar onlarla savaşın, eğer dönerlerse artık aralannı adaletle dü­zeltin ve adaletli davranın, şüphe yok ki Allah adil davrananları sever [212] Alimler şöyle demişlerdir: 'Bu ayette her ne kadar halifeye isyan etmekten bahsedilmiyorsa da ayet -Umumi olduğu için ve kıyasen bunu da kapsar' bir grubun başka gruba saldırması halinde saldıran grupla sa­vaşmak emir edildiğine göre halifeye isyan edenlerle savaşmak bittankı ev­la emir edilmiş sayılır şu hadisi şerif de söz konusu ayete benzemektedir.

Kim islam cemaatinden bir kanş ayrılırsa, boynundan islam baş­langıcı karmış olur. [213]

Bağüerin halifeye (islam devlet başkanı) isyan etmelerinin şer'i bir şüpheye (tevile) dayandığı söylemiştik. Madem ki onlann isyanlan şer'i bir tevile dayanıyor. Öyleyse onlarla savaşmak neden farzdır? Bunun hikmeti nedir? Bağilerle savaşmanın farz olmasının nedeni şudur: Kişi meşru bir şekilde halife seçildikten sonra müslümanlarm dirlik ve düzenini sağla­mak, düşmanlara karşı güçsüz düşmemek, düşmanlara korku salmak için emir ve yetkinin halifede olması gerekir. Aynca Allah Teala, müslü-manların halifeye itaat etmelerini emretmiştir. İşte bu sebeplerden Ötürü, zalim dahi olsa Halifeye itaat etmek müslümanlar üzerine vacip kılınmış­tır. Ancak bu itaat, masiyet olmayan hususlarda olmamak şartıyla kayıt-landınlmıştır. Zira halkın halifeye isyan etmeleri, halifenin onlara zulm et­mesinden daha tehlikelidir. Bu nedenle Allah Teala bağilerle savaşılmasını emir etmiştir. Bağilerin delil ve tevilleri dikkate alınmıştır. Zira halifeye itaat etmek, hayır açısından daha üstündür. Kafirlere fasıklara ve düş­manlara karşı yapılan savaş, bağilere karşı yapılan savaştan farklıdır. Zira bağiler fasık ve bidatçı sayılmazlar. Onlarla savaşılmasının nedeni, müslü-manlann birliğini, beraberliğini, emniyetini korumaktır. Ancak onlarla sa­vaşmaya başlamadan önce bir takım yollar denenmelidir.

Bunlan kısaca şöyle sıralayabiliriz.

1. Savaş açılmadan halifenin veya temsilcilerin onlarla konuşması, onlara nasihat etmesi gerekir. Nitekim Hz. Ali kendisine karşı kan Harici­lere İbn Abbas'ı göndermiş, onun vasıtasıyla onlara nasihat etmiş, onlarla konuşmuştur. İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmektedir: "Hariciler bizden aynldıklan zaman, ben Ali'ye şöyle dedim: Ey mü'minlerin emiri! Namazı serinlik düşünceye kadar tehir et de ben gidip onlarla konuşayım. Onlann sana bir zarar vermelerinden korkuyorum. -İnşallah bir şey olmaz. Daha sonra Yemen'de yapılan abalardan en güzelini giyerek onlann yanına git­tim. Onlar kaylule uykusuna yatmışlardı. Bir grubun yanına vardım. On­lardan daha fazla Allah'a ibadet eden görmedim; dizleri secdeye gitmekten deve derisi gibi nasır bağlamıştı. Yüzlerinde de secde eseri görülmekteydi. Onlann yanına vardığımda bana şöyle hitap ettiler:

Ey Abbas'ın oğlu! Sana merhaba, seni buraya getiren nedir?

Ben sizinle konuşmak için geldim. Peygamberin ashabı Kur'an'ı tevilini sizden daha iyi bilirler. Zira vahiy onlann arasında nazil oldu. On­larda bazılan İbn Abbas'la konuşmayınız' dedilerse de bazılan da mutlaka onunla konuşacağız dediler. Bunun üzerine ben şöyle dedim: 'Peygambe­rin amcasının oğlu, damadı, Peygambere ilk iman eden ve yanında Pey­gamberin sahabeleri bulunan Ali'yi hangi hususlarda tenkid ediyorsunuz? Biz onu üç hususta tenkid ediyoruz.

Peki bunlar nelerdir?

Birincisi, insanlan Allah'ın dininde hakem tayin etmiştir. Oysa Allah Teala, hüküm ancak Allah'ındır. [214] buyurmuştur. İkincisi nedir? Savaştığı halde hiç esir almadı. Onların mallanni ganimet saymadı. Eğer savaştığı kişiler kafir iseler onlann kanlan da ona haramdır. Üçüncüsü nedir? Emir'ul-mü'minin sıfatının silinmesine izin verdi. Eğer o mü'minle-rin emiri değilse, kafirlerin emindir.

Peki ben size sizin de bildiğiniz muhkem ayetlerden ve Peygam-ber'in sahih sünnetinden delil getirsem, iddianızdan vazgeçer misiniz?

Evet vazgeçeriz 'Ali, Allah'ın dininde insanlan hakem kıldı. Sözü­nü ele alalını. Allahu teala şöyle buyuruyor:

Ey iman edenler! İhramda iken av öldürmeyin. Sizlerden avı kasden öldürenin cezası (evcil hayvanlardan) onun bir benzeri (dengi) dir. Kabe'ye ulaşmış bir kurbanlık olarak bu cezayı sizden olan iki adaletli kişi hükm (edip tayın) edecektir. [215]

Yine Allah Teala, kan koca arasındaki anlaşmazlık hususunda da şöyle buyurmaktadır:

Eğer (karı ile koca arasında) ayrılık olacağından korkarsanız.

Erkeğin ailesinden bir kadının ailesinden bir hakem gönderin" [216]

Size Allah adına yemin vererek soruyorum: Düşmanlıklan kaldırıp kanlann akıtılmasını önlemek için hakem tayin etmek, bir dirhem değe­rindeki tavşanı ihramlıyken öldürmede hakem tayin etmekten daha mı önemsizdir? Ya Rabbi! Sen bizi muahaza etme, elbette düşmanlıklan kal-dınp, kan akmasını durdurmak daha önemlidir. O, halde birinci tenkidi­niz cevabım vermiş oldum mu? Allah'ım? Bizi muaheze etme. Evet verdin. Sizin, Ali onlarla savaştığı halde onlardan esir almadı. Onlann mallarını ganimet saymadı. Sözünüzü ele alalım. Siz annenizi esir alıp, ondan cariye gibi faydalanmayı, onu cariye yapmayı kendiniz için helal görür müsü­nüz? Eğer annenizden cariye gibi faydalanmayı helal görürseniz, kafir olursunuz. Aişe'nin sizin anneniz olduğunu inkar ederseniz. Yine kafir olursunuz. Çünkü Allah Teala,

"O Peygamber mü'minlere kendi nefislerinden daha evladır. O-nun hanımları da müminlerin anneleridir.[217] buyurmaktadır.

Siz bu durumda iki sapıklık arasında kıvranıp duruyorsunuz. Han­gisini isterseniz onu alın. Böylece ikinci tenkidiniz de cevabını vermiş ol­dum mu? -Ya Rabbi! Sen bizi muaheze etme.

Evet, verdin. Sizin 'Ali, Emir'ul-mü'min sıfatının silinmesine izin ver­di.' Sözünüzü ele alalım. Hz. Peygamber (s.a.v.) Hudeybiye günü Kureyşli-lerle anlaşma yaptı. Hz. Peygamber, sulh nameyi yazan kişiye (Hz. Ali'ye) "yaz! Bu Allah'ın Rasûlü Muhammed ile Kureyş'in üzerinde anlaştıkları maddelerdir' deyince Kureyşliler şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz ki eğer senin Allah'ın Rasülü olduğuna inansaydık, seninle savaşmaz, seni Kabeyi ziyaretten men etmezdik. Sen Abdullah oğlu Muhammed yaz, bunun üze­rine Hz. Peygamber 'Allah'a yemin ederim ki ben Allah'ın Rasûlüyüm. Siz beni yalanlasamz da ben Allah'ın Rasûlüyüm' dedikten sonra antlaşma metninin altına: Bu, Abdullah oğlu Muhammed ile Kureyş'in üzerinde itti­fak ettiği sulh namedir.' şeklinde yazılmasın emretti. Şimdi size soruyo­rum; acaba Hz. Peygamber böyle yapmakla Peygamberlik sıfatını ortadan kaldırmış olur mu?

Ya Rabbi! Sen bizi muaheze etme. Hayır Peygamberlik sıfatını orta­dan kaldırmış olmaz. Bu karşılıklı konuşmadan sonra 20.000 kişi Harici­lerden ayrıldı. Geriye 4.000 kişi kaldı. Onlarda savaşta öldürüldü. [218]

İbn Kesir şöyle diyor:

"Hz. Ali, İbn Abbas'ı Haricilere gönderdi. İbn Abbas onlann ortasına gelince, İbn Kavva denilen kişi ayağa kalkarak bir hutbe irad etti ve şöyle dedi: Ey Kur'an'ın hizmetkarları! Bu gelen kişi İbn Abbas'tır. Onu tanıma­yan varsa, işte onu tanıtıyorum. Bu Allah'ın kitabında kimsenin bilmediği hususları bilenlerdir. Bu öyle bir kişidir ki onun ve kavminin hakkında şu ayet inmiştir: 'Bunlar cedelci bir topluluktur. [219] Siz bunu arkada­şının (Hz. Ali'nin) yanına geri gönderiniz. Allah'ın kitabi hususunda onun­la tartışmayınız. Onlardan bazıları şöyle bağırdılar: Allah'a yemin ederiz ki onunla Allah'ın kitabı hususunda tartışacağız; Eğer hakkı getirirse hakka tabi olacağız, batılı getirirse yemin ederiz ki onu batılı ile yüzüstü atarız. Sonra üç gün boyunca tartıştılar. Haricilerden 4.000 kişi-reisleri İbn Kav-va da dahil tevbe ederek dönüş yaptılar. İbn Abbas onları Küfe'de bulunan Hz. Ali'nin yanına getirdi. [220] İmamın veya temsilcisinin nasihatlan bağile-re fayda vermezse imamın onları korkutması gerekir. Bu da fayda vermez­se imam onlarla savaşır.

2. Bağilerle savaşılırken kaçanların peşine düşmek ve onların yara­lılarını öldürmek caiz değildir.

3. Esir düşen bağileri öldürmek caiz değildir. Zira Hz. Peygamber bunu yasaklamıştır. İbn Ömer şöyle rivayet etmektedir. Hz. Peygamber İbn Mes'ud'a şöyle sordu: Ey ummi Abdin oğlu! Ümmetimin bağileri hak­kındaki hükmün ne olduğunu biliyor musun? -Allah ve Rasûlü daha bilir. -Onların savaştan kaçanlarının peşine düşülmez. Yaralıları öldürülmez, can çekişenlere bir an önce ölmesi için müdahale edilmez. Onların mallan ganimet olarak alınmaz. [221]

İbn Ebi Şeybe de şöyle rivayet ediyor: 'Hz. Ali cemel günü tellalına şöyle bağırmasını emir etti; 'Savaş meydanından ayrılanların peşine düş­meyin, yaralıları ve esirleri öldürmeyin. Her kim evine girip karısını kapar­sa o emniyettedir. Kim silahını, bırakırsa o da emniyettedir. [222]

Alman esirlerin, halifeye boyun eğip biat edinceye kadar haps edil­mesi vacibtir. Böylece bağüerin topluluğu dağılır. Savaş sona erer. Onların şerlerinden emir olunur. Onlar bir defa daha halifeye isyan etmeyecekleri­ne söz verip yemin ederlerse serbest bırakılır. Fakat sözünde durmayıp ye­minini bozacağından korkulan kişiler yemininde duracağı kanaati hasıl oluncaya kadar hapiste tutulmaya devam edilebilir. Savaş bitmeden önce halifeye itaat eden ve itaatinde samimi olduğu görülen bağüerin derhal serbest bırakılması vaciptir.

4. Bağüerin mallan ganimet olarak alınmaz. Ancak savaş aletlerine harp bitirinceye kadar, el konulabilir. Hakim/imam onların tekrar savaşa­caklarından korkulsa dahi farzdır. Bağilerle yapılan savaş üzerine Teret-tüb eden hükümler: Savaş esnasında öldürülen bağüerin kanı boşa gider.

Sözünü ettiğimiz şartlar tamam olur da, halife bağilere karşı savaş açarsa, savaş esnasında öldürülen bağüerin kanı hederdir. Onların öldürülmesin­den ötürü ne kısas ne diyet söz konusudur. Bunun nedeni, bu savaşın meşru ve vacib olmasıdır.

A. Savaş bittikten sonra bağiyi öldüren kişi, onun hala baği olduğu­nu zannettiği için Öldürdüğüne dair yemin ederse kısas düşer, diyet öde­mekle mükellef kılınır.

B. Esir düşen veya yaralı olan bir bağıyı öldüren kişi, diyet ödemek­le mükellef kılınır. Burada kısas söz konusu değildir. Çünkü onun Öldü­rülmesinin caiz olup olmadığında şüphe vardır. Rasulullah'm 'Müslüman­lardan hadleri mümkün olduğunda dürün" sözü bunu ifade eder. Daha öncelerde imam ikinci defa bir vergi alamaz. Zira imamın ve vergileri alma yetkisi oraları himayesi itibariyle olmaktadır. Halbuki bu durumda oraları himaye edememiştir. Eğer bağlar bu malı hakkı olan yerlere sarf etmişler ise, müstahak olan yerlere vasıl olduğu için mal sahibi hakkında bu yeter­lidir. Şayet hakkı olan yerlere sarf etmemişlerse o, müstahak olan yerine ulaşmadığından ötürü alimler, Allah Teala Fetva vermişlerdir. [223]

Müşrik olan harbiler ile savaş bağılara karşı savaştan ayrılır. Kaçan harbilerde savaş devam eder. Öldürülmelerini kast etmek caizdir. Harb sı­rasında veya başka zamanda helak ettikleri can ve maldan hesaba çekilir­ler. Durumlarım tahkik için esirlerini hapsetmek caizdir. Aldıkları haraç ve zekat, bunları vermesi gereken şahıslardan düşmez: durum, gasıbm al­dığı maldan bu borçların düşmemesi durumunda olduğu gibidir. Gençle­rin, islam dinini, hak yolunu, ehli sünnet alimlerinin kitaplarından öğren­meleri lazım ve elzemdir. Öğrenemeyen bidat ve dalat sellerine yakalanıp boğulur. Dünya ve ahiret felaketlerine sürüklenir.

 

SEKSENİNCİ BÖLÜM

 

İRTİDAD'IN HUKMU

 

(DİNDEN DÖNME)

 

İrtidad ve riddet lügat anlamı "Bir şeyden başka bir şeye dönmek" demektir. Hükmen en fahiş derecedeki küfür irtidaddır. Şafıilere göre ölü­me kadar devam eden irtidad, amelleri iptal eder. Hanefılere göre irtidat etme anından itibaren daha önceki ameller tamamen boşa gider. Zira Al­lah Teala Hazretleri ve tekaddes şöyle buyurmuşlardır:

İçinizden kim dininden dönüp kafir olduğu halde ölürse; işte onların dünyada da ahirette de amelleri boşa gitmiştir. Onlar o ateşin (cehennemin) arkadaşlarıdır. Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedi kalıcıdırlar. [224]

Şer'i yönden irtidad (ridet) ister niyet ile ister küfre düşürücü bir fiil yahut sözle olsun; ister alay olsun, isterse inat yüzünden yahut inanarak söylesin, islam dininden dönüp inkara küfre sapmak manasına gelir.

 

İrtidatın Nedenleri:

 

İrtidad yani islamdan dönme üç şeyden biriyle meydana gelir.

1. Dinde kesin bir hükmü inkar etmek, örneği: Her şeyin yaratıcısı olan yüce Allah'ı inkar etmek. Peygamberleri kabul etmemek, bir peygam­beri yalanmak, haramlığı icma ile kabul edilen zina, livata (homoseksüel­lik), şarap içme, zulüm yapma gibi fiileri helal saymak yine icma ile helal olduğu bilinen alışveriş, nikah gibi muameleleri haram saymak. Farz olduğu ittifakla kabul edilen mesela beş vakit farz namazlardan birini veya bir rekatını reddetmek, aynı şekilde farz olduğu hakkında icma bulunma­yan bir şeye mesela beş vakit farz namazda bir fazla rekat daha bulundu­ğuna veya şevval ayında oruç tutmanın farz olduğuna inanmak ertesi gün kafir olmaya azm etmek ve bu hususta tereddüt etmek, orucun, zekatın, haccın farziyetini, içkinin, faizin haramlığını inkar eden kişi, bunlar insanı islamdan çıkaran küfürler türündendir. Bu konuda alimler ile diğerleri hepsi birdir. Bu nedenle bunların inkar edilmesi, mürtetliğin sebeplerin­dendir. Üzerinde ittifak olmayan veya ittifak olmakla beraber halkın ço­ğunluğunun bu ittifaktan haberdar olmadığı hükümleri inkar etmek, veya kuşluk namazının meşruiyetini inkar etmek veya boşanmış bir kadının id-detini bitirmeden önce evlenmesinin haram olduğununu inkar etmek mürtet olmayı gerektirmez. Bir de şeriatı inkar irtidadtır. Zira onu inkar etmek islamı inkar etmek demektir.

2. Kafirlerin özelliklerinden birisini yapmak, örneği: Bir puta secde etmek, kafirlerin ibadetlerinden birini yapmak veya kasıtlı olarak Kur'an-ı Kerimi pisliğe atmak gibi fiilerdir.

3. İslama aykırı bir söz söylemek bunun inanç inat veya istihza şek­linde meydana gelmesi hükmü değiştirmez. Örneği: İslam'a Allah'a Pey­gamberlerden birine küfr eden kişi mürtet olur veya islam insanlığın iler­lemesine terakki etmesine manidir veya bir yaratıcı yoktur veya zekat sos­yalizmin ilkelerine aykındır veya kadının örtünmesi gericiliktir diyen kişi mürtet olur. İşte bu sözlerin tümü mürtet olmaya sebep olur. Kişinin bu sözleri inanarak veya öfke esnasında veya inad olarak söylemiş olması me­seleyi değiştirmez. Örnek: dine küfr edenlerin çoğu tartışma esnasında kızgınlıkla küfr etmektedir veya sadece insanlan güldürmek, onları eğlen­dirmek için dini bir mesele ile alay etmektedir. Mesela kişi kendisine nasi­hat eden bir arkadaşına eğer sen cennete girersen kapısını kapat, beni içeri sokma' demektedir. Şu halde anlaşılmıştır ki insan bazen basit ve manasız bir kelimeden ötürü veya söylemekle fikir ve ifade özgürlüğünü kullandığı zan ederek bir hakikati yalanlamaktan dolayı islam'dan çık­makta mürtet olmaktadır. Oysa böyle bir kimse tarafından söylenmiş ba­sit bir söz veya umursanmayan bir konuşma, onun varacağı nokta husu­sunda ciddi bir neticeyi doğurmaktadır. Böylece kişi bütün günahları ba­ğışlanacak bir müslüman olmaktan çıkarak, Allah'ın rahmetinden ümit kesen bir kafir olmaktadır. Bu durumda ki bir kişi iyilik ve hayır işleri ya­parsa yapsın sonuç değişmez. Ayrıca islami bir toplumda bu tür kişinin hakları elinden alınır. Bu hakları şöyle sıralayabiliriz.

a. Hayat hakkı. Zira kişinin idamı lazımdır.

b. Mülk edinme hakkı. Zira mülkiyeti düşmüştür.

c. Şer'i muameleleri ilga edilir.

Mesela evliliği, mirası ve benzerleri ilga edilir. Bunun tafsilatı ileride gelecektir. Onun için ne kadar öfkelenmiş olursa olsun bir müslümanın mürtetliği gerektiren söz ve hareketlerden kaçınması vacibtir. Müslüman öfkesini dizginlemeli, kendisini dinden çıkaracak kelimeleri söylememek için kendisini zorlamalıdır. Aksi takdirde hem dünyası hem de ahireti ber­bat ve harap olur. İrtidad hususunda erkek ve kadın arasında fark yoktur. Her ikisi de irtidad etmenin cezasını çeker.

Akil ve baliğ olduğu halde irtidad eden erkek veya kadına tatbik edilmesi gereken hususlar ve ceza şudur.

1. İrtidad eden erkek ve kadının derhal tevbeye davet edilmesi vacip­tir. Zira o kişi, kafasına takılan bir şüpheden veya aklı dengesini bozan bir öfke krizinden ötürü irtidad etmiş olabilir. Bunun için onun uyarılması, hakikatin kendisine gösterilmesi gerekir. Bu da ancak nasihat etmek, tev­beye davet etmek, üzerinde bulunduğu durumun batıl ve tehlikeli bir yol olduğunu göstermek ve onu bu hususta ikna etmekle olabilirdi.

2. İrtadad eden erkek veya kadın mürtet olmakta ısrar etmenin kötü neticelerinden sakındırılmalıdır. Yani tevbe etmediği takdirde derhal onun öldürüleceği kendisine söylenmelidir. İrtidad eden kişinin, mürtet olmakta ısrar etmesi, ister inad, isterse de alay ister inanç nedeniyle olsun hüküm değişmez.

3. Mürtetlikte ısrar eden erkek veya kadının kati edilmesi vaciptir. Zira Cenab'ı Fahr'ı-Kainat (s.a.v.) Efendimiz hadis-i şeriflerinde şöyle bu­yurmaktadır: Dinini değiştiren (İslam'dan dönen) kişiyi öldürün. [225]

Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilah bulunmadığına ve benim de Allah'ın muhakkak bir elçisi olduğuma şahadet eden müslüman kimsenin kanı helal olmaz. Ancak, sebepten biri ile helal olur. Evli olduğu halde zi­na etmekle, haksız yere bir nefsi öldürmekle, islam dinini terk edip cema­atten ayrılmakla.[226]

Cabir'den söyle rivayet edilmiştir: 'Ummu Rüman isimli bir kadın irtidat etti. Hz. Peygamber, onun tekrar ıslama davet edilmesini, kabul et­mediği takdirde öldürülmesini emretti. [227]

Mürtet, olan kişinin öldürülmesi için şu şartların mevcud olması ee-rekir.

1. Mürtet olan kişi akil, baliğ olmalıdır. Şu halde çocuk veya delinin irtidad etmesine itibar edilmez. Zira bunlar mükellef değildir. Fakat irtidad eden çocuğun velisinin çocuğu terbiye etmesi, onu bu işten uzaklaştırma­sı, yaptığı işten veya söylediği sözden dolayı onu tevbeye davet etmesi la­zımdır.

2. İrtidad eden kişi tevbeye davet edilmelidir. İrtidat eden erkek veya kadın, tevbe teklif edilmeden öldürülmez. Rivayet edildiğine göre yemen valisi Ebu Musa el-Eş'ari'nin yerine vali tayin edilen Muazb. Cebel bir kişi­nin bağlanmış olduğunu görerek onun kim olduğu sorduğunda Ebu Musa el-Eş'ari şöyle dedi: -o bir Yahudi idi. Müslüman oldu. Sonra tekrar Yahu­diliğe döndü. -Onu öldürmeden oturmam. Muaz b. Cebel bunu söyledik­ten sonra Allah ve Rasûlü'nün hükmünün bu olduğunu üç defa söyleye­rek ısrar etti. Bunun üzerine Ebu Musa el-Eş'ari onun öldürülmesini emir etti. [228]

3.  İrtidad eden kişinin mürtetliği, kişinin kendi ikrarıyla veya iki adil şahitle sabit olmalıdır. Bir müslüman irtidad eder, tevbe de etmezse öldürülmesi dışında onun üzerine şu hükümler terettüb eder.

a. Mallarının tümüne hacr konur. Şu halde irtidad eden kişinin malları halifenin veya vekili'nin tasarrufu altına girer. İrtidad eden kişiye bu mallardan sadece nafakası verilir. Eğer kişi tevbe edip tekrar İslama dönerse hacr kalkar. Tevbe etmezde öldürülürse, irtidad ettiği andan iti­baren o malların sahibi olmadığı meydana çıkmış olur.

b. İrtidad eden kişinin alışverişi, hibesi, rehin vermesi ve benzeri muamelelerdeki tasarrufları batıl olur. Zira irtidad eden kişi bu hususlar­daki ehliyetini kayb etmiş olur.

c. İrtidad eden kişi ile akrabaları arasında miras kesilir. Kişi irtidad ettiğinde müslüman bir yakını ölürse, onun mirasını alamaz. Zira Hz. Pey­gamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Müslüman kafire kafir de müslümana mirasçı olmaz. [229]

4. İrtidad eden kişi hanımından ayrı tutulur. İrtidad eden bir müslümanla müslüman hanımı birbirinden ayrılır. Fakat bu, boşanma şeklinde bir ayırma değildir. Sacede nikah akdi askıya alınmış olur. En sahih görüşe göre tevbe eder de iddet müddeti içinde islam dinine dönerse, yeni bir nikah akdi yapılmaksızın, eski akidle karısına döner. Eğer iddet müd­deti içinde tevbe edip İslam'a dönmezse, nikah akdi fesh olur ve akdin, ki­şinin mürtet olduğu andan itibaren fesh olduğuna hükmedilir. Kişi, bun­dan sonra tevbe edip islam'a dönerse, ancak yeni bir nikah akdi ve yeni bir mehirle kazısına dönebilir.

 

Öldürülen Mürdetle İlgili Meseleler:

 

1. Öldürülen mürtedi yıkamak, kefenlemek ve onun cenaze namazı­nı kılmak haramdır. Çünkü o kişi islam dairesinden çıktığı için -başka bir sebepten ötürü değil- öldürülmüştür. Ancak islam dinine boyun eğip hü­kümlerine sarılan kişiler ölükten sonra yıkanıp kefenlenir ve namazları kı­lınır. Nitekim yüce Allah Hazretleri ve tekaddes şöyle buyurmuşlardır:

İçinizden kim dininden dönüp kafir olduğu halde ölürse, işte onların dünyada da ahirette de amelleri boşa gitmiştir. Onlar ateşin ashabıdır ve orada ebedi kalacaklardır."

2. Öldürülen mürtet, müslüman mezarlığına defn edilmez. Bu kab­ristandan uzak bir yerde kendisine bir çukur kazılır ve oraya gömülür.

3. Akrabalarından hiçbir kimse ona varis olmaz. Zira irtidadı sebe­biyle kendisinin mülkiyet hakkı kalmaz. Tazir: Asıl olarak men etmek en­gel olmak manasına gelir. Şer'i yönden ise tazir: Hakkında had veya keffa-ret bulunmayan bir suç veya masiyetten,günahtan dolayı gereken cezadır. Suç ister Ramazanda gündüzün özürsüz olarak oruç yemek, namazı terk etmek olsun bu cumhurun görüşüne göredir. Faiz yemek, insanların geç­tiği yollara necaset ve benzeri engeller atmak gibi Allah Teala'nın hakkı hususunda İşlenmiş olsun, isterse yabancı bir kadın ile cinsi organdan başka temasta bulunmak, nisap miktanndan az olan bir malı veya hırz yerinden başka, bir malı çalmak, emanete hiyanet etmek, rüşvet yemek, zina dışında sövme, dövme ve her çeşit zarar ve eza verici şekilde Örneği: Ey Fasık, Ey pis adam, Ey hırsız, ey facir ey kafir, ey faiz yiyen, ey sarhoş ve benzeri sözleri sözlerle iftira atma gibi kulların hakkı ile ilgili olsun du­rum aynıdır.

Hz. Ali (r.a.) Efendimize bir kimsenin diğerine 'Ey fasık, ey pis adam' demesinin hükmü ne olduğu sorulunca: Bunlar fuhuş sözlerdir" tazir ce­zasını gerektirir. Ama had icap etmez. Bir kişi diğer bir şahsa: "Ey köpek! Ey domuz! Ey Eşşek! Ey Öküz! Dese Hanefi mezhebinin usulüne göre tazir olunmaz. Zira ona zihnen tasavvur edilmeyecek bir iftira atmıştır. Yalancı­lığın utancı kendisine aittir. Şafiilere göre bir kişinin diğerine: "Ey fasık! Ey Kafir! Ey Facir! Ey eşkıya! Ey köpek! Ey eşşek! Ey teke! Ey Rafızi! Ey kızılbaş! Ey pis adam! Ey yalancı! Ey hain! Ey kavat! Ey Deyyus adam! Gi­bi sözler söylemesi ile tazir cezasını devlet yetkilisi veya onun naibi olan kimse uygular. Tazir cezası ya dövme ile ya hapsederek, ya da tevbih, azarlama, korkutma gibi yetkili memurun uygun göreceği şekillerden biri ile olur. insanların değişik hallerine göre hangisi suçluya caydırıcı olursa o şekil tercih edilir.

Tariz: Azarlamak, sert yüz göstermek, hapsetmek, dövmek, ensesine tokat atmak veya ön taraf dışında cinsi ilişkide bulunma gibi bir durumda ölüm cezası vermek, memurluktan azletmek, meclisten kalkmasını bildir­mek.

Ey Zalim! Ey mütecaviz! Saldırgan!" gibi şerefine dil uzatarak tekdir etmek şekillerinde olabilir. Yüzünü karaya boyayıp suçunu halka duyur­mak ve dönerek dolaştırmakta da bir beis yoktur. Asılması da caizdir. Suçlu yiyip içmekten, abdest almaktan menedilmez. Namazını da ima ve­ya yaramak suretiyle tazir cezası verilmez. Kadınlarla erkekler arasında aracılık yapan kavatlara da son derece şiddetli bir tazir cezası verilir. Ta-zirde dayak cezasının en azı üçten başlar. Kişilerin durumuna göre üçten az da olabilir. Tazirde e az dayak cezasının belirli bir sınır yoktur. En çok miktarı hakkında alimlerin değişik, görüşleri vardır.

İmam Ebu Hanife, İmam Muhammed ile Şafiilere ve Hanbelilere göre tazirde dayak miktarı şer-i hak cezalanndaki miktara ulaşmaz. Onlardan bir dayak eksik olur. Şafiilere göre had cezalarının en azı hür kimseler için kırk sopadır. Bu şarap içme had cezasıdır. Diğer imamlara göre kırk sopa, kazf suçu işleme durumunda kölelere verilecek cezadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Şer-i had dışında bir cezayı gerektirecek derecede suç işleyen, mütecaviz kimselerden olur." buyurmuştur. Zira ceza suç ve gü­nah miktarmca takdir edilir. Şu halde günahlar üç türlüdür: Birincisi hakkında had cezası olup kefareti bulunmayan hırsızlık. Şarap içme, zina, kazf gibi günahlardır. Bunlarda had, tazir cezasına ihtiyaç bırakmaz. İkin­cisi, hakkında kefaret bulunup had cezası verilmeyen günahlardır. Şafii ve Hanbelilere göre Ramazanda gündüz vaktinde veya ihramda iken cinsi ilişkide bulunmak böyledir. Üçüncü tür ise, had cezası hakkında da keffa-ret de bulunman masiyetlerdir. Yabancı bir kadını öpmek, onunla başba-şa yalnız kalmak, peştemalsiz hamama girmek, ölü ve domuz eti veya kan yemek-içmek gibi şeyler bu türdendir. İşte bunlarda tazir cezası verilir.

Cumhurun görüşüne göre İslâm devlet başkanının tazir cezasını terk etmesi caiz değildir. Şafiilere göre: Tazir cezası vacip değildir. Zira Ra-sûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Had cezalan dışında, mürüvvet sahibi ve dürüst tanınan (şüpheli du­rumu bilinmeyen) kişilerin hatalarının hükmünü düşürünüz."

Yine bir adam Hz. Peygambere gelerek: "Ben bir kadınla yattım, ama cinsi ilişkide bulunmadım." dediğinde Rasûlü Ekrem (s.a.v.) ona: "Bizimle beraber namaz kıldın mı? diye sormuş; adamın "evet" demesi üzerine şu ayet-i kerimeyi okumuştur: "Çünkü güzel ameller (beş vakit namaz) kö­tülükleri (günahları) giderir. [230]

Şu halde tazir cezasını terketmek caiz olmasaydı Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) o adama söylediklerinden dolayı tazir uygulardı. Kısacası dini ha­ramları çiğnemek kabilinden Allah Teâlâya ait bir hak olduğu zaman tazi-rin uygulanması vacip değildir. Fakat kula ait bir hak ise ve o hakkın sa­hibi de affetmemişze cezanın infazı icap eder. Alimlerin çoğuna göre sihir­bazlık yapan, zındıklığını yaymak için çalışan zındık kişi de yakalandığı takdimde tevbbe etse dahi öldürülür. (Tirmizi, Cündüb'den hem merfu, hem de mevkuf senetle: "Sihirbazın had cezası kılıçla (boynunun) vurul­masıdır." hadisi rivayet etmektedir. Maliki ve Hanbeliler ile daha başka alimlere göre müslümanlann aleyhine düşman namına casusluk yapan müslüman bir şahsın öldürülmesinin ciz olduğunu söylemişlerdir. Yine Kur'an'a ve Sünnet'e aykırı bid'atlere çağıran, propaganda yapan kişilerin öldürülmesinin caiz olduğunu belirtmiştir. Kafir harbi bir casusun öldü­rülmesi üzerinde bütün fakihler ittifak içindedirler. [231]

Zındık: İçinde küfür sakladığı halde dışından müslüman gözüken kişidir. Hapsin meşruluğu: Fakihlerden bir grup hapis cezası vermenin meşru olduğunu belirtmişlerdir. Zira Rasûlü Ekrem (s.a.v.) bir adamı bir töhmetten dolayı haps etmiştir. Sonra da salıvermiştir. [232]

Bir hadiste de:

Zenginin (borcunu ödemeyi) savsaklaması, şikayet edilmesini ve ce­zalandırılmasını (haps edilmesini) helal kılar," buyurmuştur.

Ödemeye gücü bulunduğu halde ödemeyen borçluyu sıkıştırmak ve tedip etmek için ödeyene dek haps etmenin caiz olduğuna bu hadis delil olarak gösterilir. Ödeme gücü yoksa tabii haps edilmez. [233]

Hz. Ömer (r.a.)'in hapishanesi vardı. Hz. Osman (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.)'de aynı şekilde yapmıştır. Hanefıler haps etmenin meşru olduğuna bu ayeti kerimeyi göstermişlerdir.

"Yahut da bulundukları yerden sürülmelidir. [234]

Sürülmekten maksadın haps etmek olduğunu belirtmektedir. [235] Hanefi ve Malikilere göre bir daha suçta tekerrür etmek veya suçu alışkanlık haline getirmek, arkadan cinsi tecavüzde bulunma (livata), ağır bir madde ile vurarak öldürme gibi durumlarda tazir cezasının öldürme şeklinde olmasını caiz görmüşlerdir. Buna siyaseten öldürme ismi verirler. Zira hakime göre bu öldürmede amma için maslahat vardır. Bunun için Hanefi fakihler Rasûlü Ekrem (s.a.v.) Efendimize devamlı dil uzatan, sö­vüp sayan zimmi kişinin, yakalandıktan sonra müslüman dahi olsa siya­seten öldürüleceğine fetva vermişlerdir. Zimmi ve muahed (kendisine e-man (vize) verilmiş) casuslar hakkında ise İmam Malik ve İmam Evzai, bu sebeple onlara verilmiş ahid ve vizenin bozulmuş olacağını söylemiştir. Fa­kat sünnete göre ister casus zimmi ister müstemen yani ona vize hakkı verilmiş olsun onların öldürülmesinin caiz olduğuna delalet eden rivayet­ler vardır. İslam devletinin güvenliği aleyhinde çalışanların bir de bütün fitneyi çıkan kimsenin siyaseten öldürülmeleri caizdir.

 

SEKSEN BİRİNCİ BOLÜM

 

NAMAZI TERKETMENİN HÜKMÜ

 

İslam dininde namazın önemi:

Namaz, müslüman hayatında İslamın ilk ortaya çıkan alametidir. Namaz, insanın Allah'a kulluk etmesinin en önemli alametlerinden biridir. Şu ayet-i kerimede namazın önemini ne güzel belirtmektedir.

Korkudan kurtulduğunuzda namazı tam erkanı ile eda edin. Zi­ra namaz müminlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır. [236]

Ailene namazı emret, kendi ailene namazı emret, kendin de namaza sabır göster. [237]

Şu halde namazı terk eden müslümanın imanı tehlikeye girer. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

Şüphesiz ki namazı terk etmekle, kişi şirk ve küfrün arasında bulun­maktadır. [238]

Bir müslüman namaza devam ederse, Allah Teala onun namazını onun günahlanna keffaret kılar ve onun manevi kirlerinin temizlenmesine vesile olur. Namaz, mü'minle Allah arasında bir bağdır. Ölüm anında na­mazın eseri kişinin üzerinde görünür. Ebu Hureyre Hz. Peygamber'in şöy­le buyurduğunu rivayet etmektedir: 'Söyleyin, birinizin kapısı önünde bir akar su bulunsa (ev sahibi de) günde beş defa içinde yıkansa ne dersiniz? (Onun vücudunun kirinden pasından bir şey kalır mı? 'Hayır kirinden pa­sından hiçbir şey kalmaz' dediler. (Bunun üzerine) Hz. Peygamber şöyle dedi: "Beş vakit namaz da işte bunun gibidir. Onlarla Allah Teala günah­ları yıkar, siler. [239]

Namazı terk edenin hükmü: Namazı terk edenler iki kısma ayrılır:

1. Vacib olduğuna inanmayarak ve önemsemeyerek terk eden kişi mürtet olur. Zira Allah'ın zaruri olan bir emrini terk eden kişi dinden ke­sinlikle çıkıyor.

2. Vacib olduğuna inanarak terk etmek: Şu halde bir müslüman va­cib olduğuna inandığı halde tembellik veya benzeri bir nedenden ötürü na­mazı terk ederse, ceza gerektiren büyük bir günah işlemiş sayılır. Bu kişi önce tevbe edip namazlarını kaza etmeye davet edilir. Bu daveti hakimin veya onun vekilinin yapması daha uygundur. Eğer bu şekilde mümkün ol­mazsa her hangi bir müslüman onu tevbeye davet etmelidir. Bu davetin yapılması mutlaka gerekir. Eğer hiç kimse onu tevbe edip namaz kılmaya davet etmezse, o kişinin etrafında olup onun namaz terk ettiğini bilenlerin tümü günahkar olurlar. O kişi tevbe edip namaz kılmaya başlamazsa, ona ceza tatbik etmek vacip olur. Namazı terk edenin cezası namaz terk, eden kişi önce tevbe edip namaz kılmaya davet edilir. Eğer kabul etmezse na­mazı terk etmenin cezası olarak boynu kılıçla vurularak öldürülür. Bir va­kit namazı terk etmiş olsa dahi bu cezaya çarptırılır. Eğer namazın farziye-tine inarak terk ederse, kişi kafir olmaz. Müslüman olarak öldürülmüş olur. Namazın farziyetine inanmayarak terk ederse kafir olur. Zira Cenab-ı Fahr'i kainat (s.a.v.) Efendimiz hadis-i şeriflerinde buyururlar ki:

Allah'tan hak ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü ol­duğuna şahadet, namaz ikame, zekatı eda edinceye kadar insanlarla mu­harebe etme bana emir olundu. Onlar bunları yapınca kanlarını ve malla­rını benden korumuş olurlar.

Ancak İslam'ın hakkı mukabili olmak müstesna, insanların (gizli iş­lerinden dolayı olan) hesapları da Allah'a aittir:

(Günde) beş vakit namazı Allah (müslümanlara) farz kıldı. Kim ab-destlerini güzel yaparak, rükünlerine huşularma riayet ederek onlan vak­tinde kılarsa, o kimse Allah Teala'dan hatasını affedeceğine söz almış olur. Kim böyle yapmazsa Allah Teala ona söz vermiş olmaz. Dilerse azap eder, dilerse onu cennete sokar.[240]

Bu hadis, farziyetini inkar etmeden namazı terk eden kişinin kafir olmadığına delalet eder. Zira farziyetini inkar etmeden namazı terk eden kişi kafir olsaydı,

Hz. Peygamber dilerse o kimseyi bağışlar, dilerse azap eder demezdi. Zira kafir, hiçbir zaman cennete giremez. Bu hadis tembellikten ötürü na­mazı terk edenlere hamledilir.

Namazı terk eden kişiye ceza tatbik etmeden önce ne kadar süre ve­rilir? Evvela namazı terk eden kişinin tevbeye davet edilmesi vacibtir. Bu­na binaen kişi tevbe etmezse, hakim ona namazın özel vakti çıkıncaya ka­dar mühlet verir. Namazın özel vakti çıktıktan sonra ceza tatbik edilir. Na­mazın özel vakti ise öğle ikindinin veya akşam ile yatsının tehir edilerek kılındığı son vakittir. Buna binaen öğle namazım terk eden bir kimse gü­neş battığı halde namazı kılmamışsa, cezaya çarptırılır.

İkindi namazı için de durum öyledir. Zira öğle ile ikindi namazı, ce­mi tehir veya cemi takdim edilerek kılınabilir. Burada özür sahiplerinin cem-i tehiri söz konusudur. İkindi namazının son vakti güneşin batışıdır. Terk edilen namaz akşam veya yatsı namazı cem'i tehir edilirse, son vakit­leri fecrin doğuşu olur.

Cem'i tehir edilen akşam ile yatsı namazının vakti, fecrin doğmasıy­la sona erer. Bu vaktinden sonra kişi namazı terk etmekte ısrar ederse, başı kılıçla kesilerek öldürülür.

Eğer namazın farziyetim inkar etmezse, o zaman yıkanması, kefen-lenmesi, defn edilmesi, cenaze namazının kılınması vaciptir. Onunla akra­baları arasında miras hükümleri geçerlidir. Hanımı iddet bekler. Onun için matem tutar. Bir kişi kendisiyle Allah arasında özel bir yakınlık var­dır. Namazın farziyeti bana mı düşmüş ve haram şeyleri bana helal olmuş diye dese o öldürülür.



[1] İsra, 33

[2] Nisa, 92

[3] Nisa, 93

[4] Buhârî, 6484; Müslim, 1676

[5] Buhârî, 2615. Müslim, 85. Nesâi, 6/257

[6] Nisa, 48

[7] Zümer, 53

[8] Nisa, 93

[9] Nisa, 48

[10] Bakara, 178,9

[11] İsra, 33

[12] Bakara, 178

[13] Buhârî, 4228; Nesâi, 8/37

[14] Tirmizi, 1405

[15] Nesâi, 8/38

[16] Bakara, 237

[17] Beyhaki c. 8, s. 104

[18] İmam Malik, Mutavva, 11/865

[19] Tirmizi, 1387

[20] Ebu Davud, 4547

[21] Müslim, 1681

[22] Ebu Davud, 4206, Nesâi, 8/53

[23] Nesâi. c. 8, s. 40

[24] el-Lübab Şerhu'l-Kitab c. 2, s. 147

[25] İbn-i Mace: 2045

[26] Darekutni, c. 3, s. 172

[27] Nisa: 92

[28] Tirmizi, 1386

[29] Bakara, 217

[30] Maide, 2

[31] el-Bedayi, 7/297

[32] Keşşafu'1-Kina, c. 5, s. 638

[33] el-Lübab Şerhu'l c. 3-147

[34] Keşşafü'1-Kına c. 5, s. 639. el-Mühezzeb, 2,178

[35] Keşşafu'1-Kına, c. 5, s. 639,51

[36] Maide,45

[37] Nahl, 126

[38] Bakara, 194

[39] Muğni'l-Muhtaç: 4/28

[40] Keşşafü'l-Kma, c. 5, s. 640. Muğni'I-Muhtaç, 4,29

[41] İbnü'I-Kayyım

[42] Keşşsfl-Kına, c. 5. s. 639

[43] Maide, 45

[44] el-Mühezzeb c. 2. s. 186

[45] Muğnil-Muhtaç c. 4, s. 33

[46] el-Mühezzeb c. 2, s. 186

[47] Muğni'l Muhtaç c. 4, s. 67

[48] Muğnil Muhtaç, c. 4, s. 62

[49] Buhârî, Müslim, Ebu Davud ve Nesâi

[50] Muğni'l-Muhtaç c. 4, s. 66

[51] el-Kaninü'l Fıkhiyye, 347

[52] Muğni'l-Muhtaç c. 4/10

[53] el-Muhezzeb c. 2, s. 198

[54] Buhârî, Müslim

[55] Keşşafu'1-Kma c. 6, s. 21

[56] Nisa, 92

[57] Muni'l-Muhtaç c. 4, s. 105

[58] Aynı eser, 106; el-Kavaninu'1-Fıkhiyye, 347

[59] Keşşafu'1-Kma c. 6, s. 268

[60] İmam Şafii el-Umm c. 6, s. 92

[61] Tirmizi, 1403

[62] İmam Şafii el-Umm c. 6, s. 92

[63] Tekmiletu'l-Mecmu. c. 17, s. 375

[64] Müslim, 1712

[65] Mugni'l-Muhtaç, 4/426

[66] Nur, 13

[67] Nasbu'r-Raye

[68] Muğni'I-Muhtaç c. 4, s. 118. Şerhu'l kebir c. 4, s. 187

[69] Fethu'l Kadir c. 6, s. 20

[70] eş-Şatibic. 2, s. 115

[71] Baka­ra, 282

[72] Neylü'l-Evtar, c. 7 s. 34

[73] Buhârî, 5791; Müslim, 1669

[74] Müslim, 1711

[75] Müslim, 178

[76] eş-Şerhul Kebir c.4, s.287. Muğni'l-Muhtaç, c.4, 8.11: Kavaninü'l-Fıkhıyye, 349

[77] Şerhu'l, c. 3, s. 173. Tebyinu'l-Hakaik c. 4, s. 171

[78] Maliki, Şafii ve Hanbeliler, Keşşafu'1-Kına, c.4, s.70. Muğni'l-Muhtaç c.4, s. 110

[79] Muğni'l-Muhtaç 4, 190

[80] Nisa, 92

[81] Ebu Davud-3864

[82] Nisa, 93

[83] Tirmizi, 1400; Beyhaki, 8/38

[84] Buhârî, 2854

[85] Buhârî, 6507

[86] Buhâri, 6442. Müslim, 169

[87] Buharı, 6430 Müslim, 169

[88] Nur, 2

[89] Müslim, 1690; Neylü'l-Evtar, c. 7, s. 98

[90] Buhâri, 6467; Müslim, 1697; Neylü'l-Evtar, c. 7, s. 97

[91] Müslim, 1696

[92] İbn Hibban, 124

[93] Tirmizi, 1424

[94] Müslim, 1695

[95] Nisa, 15

[96] Tirmizi, 1424

[97] Nisa, 25

[98] İsra, 32

[99] Beyhaki, c. 8, s. 233

[100] Tirmizi, 1456 Ebu Davud, 4462 İbn Mace, 2561

[101] Beyhaki, c. 8, s. 233

[102] et-Tergib ve't-Terhib, c. 3, s. 289

[103] Ebu Davud, 12162

[104] Beyhaki. c. 8, s. 327

[105] Tirmizi, 1176

[106] el-Mühezzeb c. 2, s. 268; Muğni'l-Muhtaç, c. 4, s. 144

[107] İstılahat'ı Fıkhiyye Kamusu, c. 3, s. 207

[108] Muğni'l Muhtaç, c. 4, s. 1

[109] Bidayetü'l-Muctehid, c. 2, s. 428

[110] Neylü'l-Evtar, c. 7 s. 102

[111] el-Muhezzeb c. 2 s. 270 Muğnfl Muhtaç c. 4 s. 190

[112] Muğni'l-Muhtaç c. 4 s. 153

[113] el-Telhisü'1-Habir, 361

[114] Neylü'l-Evtar, c. 7 s. 138

[115] El-Mühezzeb c. 2 s. 270

[116] Sübü's-Selam c. 4 s. 32

[117] Bidayetti'1-Müctehid c. 2 s. 429

[118] Muğni'l-Muhtaç, c. 4, s. 154; el-Mizan, c. 2, s. 173

[119] Muğni'l-Muhtaç, c. 4 s. 152; el-Kavaninu'1-Fikhiyye, 356

[120] Tuhfefl-Fukaha c. 3 s. 192

[121] Müslim, 1703Tirmizi, 2045

[122] Muğni'l-Muhtaç c. 4 s. 147

[123] el-Bedayi c. 7 s. 55Kovaidu'l-Ahkam c. 2 s. 66

[124] Kovaidu'l-Ahkam o. 2 s. 66

[125] BidaayetiVl-Müçtehid c. 2 s. 319

[126] Muğni'l-Muhtaç c. 4 s. 155

[127] Ez-Zeyle'i, c. 3, s. 199

[128] Tebeyyinu'l-Hakaik, c. 3, s. 200

[129] Buhârî, Müslim, Kazf haddi

[130] Nur, 45

[131] Ebu Davud, 4399

[132] İbn Mace, 2043. 2045.

[133] Tinnizi, 1424

[134] Beyhaki c. 8 s. 327

[135] Nur, 6-7

[136] Nebt, Arap yarımadasının kuzeyinde oturan Süryanilere verilen isimdir. Abdur-rahman ed Dımeşki el-Osmani, s. 451

[137] el-Mühezzeb, c. 2, s. 274

[138] Bakara, 237

[139] Nesâi, 8/315

[140] Muğni'I-Muhtaç, c. 4, s. 187

[141] el-Kavaninu'1-Fıkhıyye, 361

[142] Neylü'l-Evtar, c. 7, s. 142

[143] Telhisu'l-Habir, 360; Camiu'1-Usul, c. 4, s. 330

[144] Maid, 90-91

[145] Neylül-Evtar, c. 8. s. 169

[146] Talhisul-Habir, 360

[147] Beyhaki

[148] Neylü'l-Evtar, 1/169

[149] Nesai

[150] Muğni'l-Muhtaç c. 4 s. 184. El-Kavninu'1-Ffıkhıyye, 362

[151] Reddü'l-Muhtar, c. 5, s. 399

[152] Îbnu"l-Arabi, c. 2, s. 600

[153] Tebyinü'l Hakaik c. 3 s. 163

[154] Nisa, 93

[155] Maide, 33

[156] Ahkamu'I-Kur'an, el-Cessas, c. 2, s. 412

[157] Buhâri, Müslim, Tirmizi ve Nesâi, Gayetü'I-Münteha c. 3 s. 315

[158] Bidayetü'l-Müctehid, c. 2 s. 387

[159] Neylü'l-Evtar, c. 7, s. 136

[160] Tebyinu'l-Hakaik, c. 3, s. 212

[161] el-Mebsul, c. 9, s. 133

[162] Bkz. Muğni'l-Muhtaç c. 4 s. 77

[163] Maide, 38

[164] Buhârî, 6404; Müslim, 1688

[165] Nasbu'r-Raye c. 3 s. 374

[166] Gayetü'l-Munteha, c. 3, s. 343.

[167] Muğni'I-Muhtaç, 4/ 178

[168] İmam Şafii, el'um, 4/138

[169] Bidayetü'l-Müctehid, 2/443

[170] el-Muhezzeb, 2. 283

[171] el-Kavadi'l-Fıkhiyye, 147

[172] El'Muhezzeb c. 2, s. 277

[173] Muğni'l Muhtaç c. 4, s. 158

[174] Ebu Davud, 4390

[175] el-Mebsut9, 150

[176] Sübü's-Selam, c. 4, s. 23

[177] el-Mebsüt c. 9, s. 153

[178] Muğni'l-Muhtaç, c. 4, s. 162

[179] İmam Şafii, el-Ümm'de, c. 4, s. 139

[180] Gayetü'l-Münteha, c. 3, s. 342

[181] Darekutni

[182] Tirmizi, 1085

[183] Maide, 33

[184] Maide: 34

[185] Taha, 82

[186] Zümer, 53

[187] el-Kavaninü'1-Fıkhiyye, 362

[188] El-Mebsutc. 9, s. 196

[189] Bakara, 194

[190] Kavaidü'l-Ahkam, c. 1. s. 195

[191] Tirmizi, 1421; Ebu Davud, 4771

[192] Müsned

[193] Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir

[194] el-Muğni, c. 8, s. 333

[195] Muğ-ni'1-Muhtac. c. 4, s. 21, 195; Desüki, c. 4, s. 357: Mevahıbul-Celil, c. 4, s. 323

[196] Bakara 195

[197] Hucurat, 9

[198] Bakara, 194

[199] Şura, 40

[200] Mecma'ud-Damanat,166

[201] Keşşafu'I-Kına, c. 4, s. 143

[202] İmam Ahmed ve Ebu Davud

[203] el Muğni'l ,c. 8, s. 332

[204] Fethu'1-Bari c. 7, s. 154

[205] Buhâri, Müslim

[206] İmam Ahmed, Buhârî ve Nesai, Sehi b. Sa'd'dan rivayet etmişlerdir.

[207] Ebu Davud, 3570

[208] Kehf, 64

[209] Tuhfetu'l-Fukuha c. 3, s. 25

[210] Neylü'l-Evtar, c. 7, s. 171-173; Camiul-Usül, c. 4, s. 256

[211] Sübülü's-Selam c. 3, s. 257

[212] Hu-curat, 9

[213] Ebu Davud, 4758

[214] En'am, 57

[215] Maide, 95

[216] Nisa,35

[217] Ahzab, 6

[218] İbn Umaym, Hilye c. 1, s. 310,320

[219] Zuhref, 58

[220] el-Bidaye ve Nihaye, c. 7, s. 281

[221] Beyhaki c. 8, s. 82

[222] Mugni'l-Muhtaç c. 4, s. 127

[223] el-Kitab ma'al-Lübab c. 4, s. 156

[224] Bakra, 217

[225] Buhârî, 2854

[226] Buhârî, 6484; Müslim, 1676

[227] Dare Kutni, 111, 118

[228] Buhârî, 6525

[229] Buhârî. 6383

[230] Hud, 114

[231] es-Siyasetu'ş-Şer'iyye, 114

[232] İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesele Behz b. Hakim'den rivayet etmiş­lerdir. Neylü'l-Evtar, c. 7, s. 150

[233] Neylü'l-Evtar, c. 5, s. 240

[234] Maide, 33

[235] el-Cessas, c. 2, s. 412

[236] Nisa, 103

[237] Taha, 32

[238] Müslim, 82

[239] Buhârî,105. Müslim, 668

[240] Ebu Davud, 425, Muvatta, 1/123