A- GENEL OLARAK EMEK VE KARŞILIĞI
1- Terim olarak Emek ve Emekçi:
2- Emeğin Genel Anlamda Karşılığı:
B- FAYDA VE ÜCRETLERİN BELLİ EDİLMESİ VE ÜCRETİN ÖDENME SÜRESİ
C- İSÇİNİN İŞİN YAPIMI İLE İLGİLİ VAZİFE VE HAKLARI
II- Ücret Ve Maaşların Belirlenmesinde Göz Önünde Bulundurulması Gerekli Temel Esaslar
A- Maaş Ve Ücretler Aslî İhtiyaçları Temin Edecek Miktarda Olmalıdır
C- Maaş, Gelirin Önceden Belirlenen Bir Nisbetinin Memurlara Bölüştürülmesi İle Tayin Edilebilir
D- Emsal Ücret (Ecri Misl)E Göre Tayin
E- Ücretin Yapılan İşe Göre Tayini
F- Ücretin Yeterliliğe Göre Tayini Ve Yeterli Miktarın Belirlenmesinde Uygulanan Usuller
1- Ücretin Yeterliliğe Göre Tayini:
2- Yeter Miktarın Belirlenmesi İçin Uygulanan Usuller:
G- Maaş Ve Ücretler Gelire Göre Ayarlanmalıdır
H- Maaş Ve Ücretler Geliri Yok Edici Bir Ölçüde Olmamalıdır
J- Esas Maaş Ve Ücretlere İlâve Haklar
K- Âdil Pay Ve Gelir Dağılımında Eşitlik
c- Osman Eskicioğlu'nun Görüşü:
d- Yunus Vehbi Yavuz'un Görüşü;
TEBLİĞ SAHİBİNİN GÖRÜŞLERE CEVABI:
İstihsal ve üretimin ana unsurlarından bir tanesi" de emek (amel ve hizmet)tir. Burada emekle, emeğe verilen değeri yani emeğin karşılığını inceliyeceğiz. Konu sadece işçi ücretleri açısından değil, aynı zamanda memur maaşları açısından da ele alınacaktır. İster mal üretilsin isterse de hizmet üretilsin her ikisi için de emek vermek gerekmektedir. İş veren, ister devlet olsun ve isterse de özel şahıslar olsun daima bir tarafta sermayelerini ortaya koyanlar öteki tarafta da emeklerini verenler vardır. [1]
Emek ve iş karşılığı olan “amel” ve “fiil” kelimelerine Kur'an'da sık sık rastlanır, Kur'an zekât toplama işlerinde çalıştırılacak olan kimselerede “Âmil” demiştir. İslâm hukukunda, ücretle çalıştırılan işçilere daha çok “Ecîr” denilmektedir ki bu terim “Ücret” kelimesinden gelmektedir. Kur'an'da emek ve gayret karşılığında “Sa'y” kelimesinin kullanıldığı da olmuştur ki “Mesâi” buradan gelen bir terimdir. Gene Kur'an'da kazanç karşılığı olarak “Kesb” ve “îktisab” kelimelerinin kullanıldığı görülür.
Kur'an'da kullanılan bu kelime ve terimler, yalnızca günümüzde kullanılan işçi sınıfının emeği anlamında değillerdir. Bunlar; ister iş veren olsun ister kendi başına çalışan olsun ve isterse de bir başkasının işçisi olsun bütün insanlığın çalışması, emek ve gayretiyle ilgilidirler.
Sözünü ettiğimiz bu kelimeler aynı zamanda hem dünya ile ilgili işleri ve hem de öteki hayatla ilgili işleri, amelleri ifade ederler. Emek ve gayret, faydalı işlere harcandığı gibi kötü işlere de harcanır. Kur'an, insanı iyi ve faydalı işler yapmaya çağırır ve bu tür olan işlere “Amel-i Salih” der.
“İman edip de güzel güzel amellerde bulunanlar, hiç şüphe yok ki bunlar da yaratılanların en hayırlısıdırlar.”[2] Bu âyete göre emeklerini, iyiye, güzele ve faydalı işlere harcıyanlar, eğer îman şuuruna ererek böyle yapıyorlarsa onlar yaratıkların en iyisi ve en hayırlısıdırlar. [3]
Emeğin karşılığı ya manevî veyahutta maddî olur. Amel, niteliğine göre iyi veya kötü bir karşılık bulur. Kur'an en küçük bir amel ve gayretin karşılıksız bırakılmıyacağını söyler.
“Kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyorsa onu görecek. Kim de zerre ağırlığınca şer işliyorsa onun (cezasını) görecek.” [4]
“Herkesin kazandığı (hayır) kendi faydasına, yaptığı (şer) kendi zararınadır.” [5]
İnsan, emeğinin karşılığından mahrum bırakılamaz. Bunun yanısıra o, sadece emeğinin karşılığını beklemek zorundadır. Hak etmediği bir şeyi istiyemez, ancak kendisine, mükâfat kabilinden fazlaca bir şeyler verilebilir. Kur'an da deniliyorki:
“Hakikaten insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.” [6]
Ve gene Kur'an da; amele, gerek bu dünyada ve gerekse ahirette hiç bir şey eksiltilmeden tam bir karşılığın verileceğini ve öteki hayatta mükâfat olarak ilâve çok daha fazla karşılıkların da verileceğini bildiren pek çok âyet vardır. [7]
İnsan, 'emeğinin' karşılığını görme arzusundadır ve boşuna emek çekmeği hiç istemez. Eğer emeğine hiç karşılık verilmezse veya emeği çok değersiz tutulursa, âdil bir karşılık bulunmazsa o zaman direnç gösterir.
Resûlullah'ın bildirdiğine göre, Allah Teâla, tuttuğu işçiden tam iş aldığı halde ücretini vermiyenin öteki hayatta hasmı olacaktır. [8]
Ünlü Türk düşünürü Yusuf Hashâcib emek hakkında şöyle yazar;
İnsan ömrünü hangi şeye sarfederse, o şey sevimli, can kadar kıymetli olur.
Ömür aziz değil, emek azizdir, bu emeğe sarfedilmeyen hayata yazıktır.
Hayat gider, insan buna acıdığını itiraf etmez; emek boşa giderse bunun acısı uzun seneler unutulmaz. [9]
İşçinin ne kadar zaman çalışacağı yahut ne tür bir işi veya neyi yapacağı belli edilmelidir. İşçiden sağlanmak
istenen fayda böylece belirlenmiş olur.
İşçi belli bir müddet için tutulmuşsa yapacağı işi tayin etmek lâzım gelir. Müddet belli edilmediği zaman yapacağı nesne belirlenir. [10]
İşci, belirlenen müddet içinde çalışır yahut kendisini iş verene teslim eder veya belirtilen şeyi yaparsa ücretine hak kazanır. [11]
İşçi ne tür bir işi, hangi sürede ve ne kadar bir ücretle yapacağını bilmelidir. Ücretin önceden işçiye bildirilmesi konusunda Resûlullah'ın bir emri vardır. O, ücreti bildirilmeden işçinin çalıştırılmasını yasaklıyan hadislerinde şöyle diyor:
“Kim bir işçi tutarsa hemen ona ücretini bildirsin.” [12]
İslâm hukukçularının bir kısmı bu hadise dayanarak tutulan işçiye önceden ücretinin bildirilmesi gerektiğini savunurlar. Meselâ, Hanefî'lerin şöhretli imamr Serahsî (ö. 490 H/1097 m), ileride doğabilecek anlaşmazlığı bertaraf etmek için bunun vacip olduğunu ileriye sürmektedir. Şevkânî (ö. 1255 H/1874M) de de aynı görüşe rastlanır. [13]
Eğer başlangıçta ücret tayin edilmemişse, anlaşmazlık vukuunda işçi, emsal ücrete hak kazanır. [14] Emsal ücreti de tabiatiyle ehli vukuf (bilirkişi heyeti) tayin eder. [15]
İşçiye, ücreti, bekletilmeden ödenmeli ve onun hak ettiği para işveren tarafından elde tutulmamalı veya bir süre kullanılmamalıdır. Hz. peygamber (S.A) bu konuda bir uyarıda bulunmuştur. O diyorki:
İşçiye ücretini, alnının teri kurumadan Ödeyiniz. [16] Resûlullah'ın bu buyruğu, işçi aleyhine bir süre tayinine imkân vermemektedir.
Ödeme süreleri anlaşmalarla da tesbit edilebilir. Bu durumda taraflar bu sürelere saygılı olmak zorundadırlar. Çünki aksi halde karşılıklı güven duygusu ortadan kalkar. Bilhassa devlete olan güvenin sarsılmaması için, devletin maaş ve ücretleri ödemede gecikmemesi gerekir. el-Ferrâ (ö. 458-H) devletin ödeme zamanlarına riayet etmesinin şart olduğunu yazar. [17]
İşçinin bir takım hakları olduğu gibi vazifeleri de vardır. Vazifesini tam yapmıyan işçi bilhassa ücret hakkını tam elde edemez. Bazı haklar vardır ki onlara vazife yapıldıktan sonra hak kazanılır. Bazı haklar da vazifeden önce gelir. Meselâ iş yerinin sağlığa uygun olması, yapılacak işin insan gücünün üstünde bir iş olmaması ve işçiyi kısa zamanda hasta veya sakat edici bir iş olmaması vazifeden önce gelen haklardır. îşçînin ücretine tam hak kazanabilmesi için şu aşağıdaki işleri yerine getirmesi şarttır.
1- Eğer şart koşulmuşsa işi bizzat kendisinin yapması.
2- Belirlenen zaman içinde fiilen çalışması veya kendini iş verene bağlaması.
3- İşin gereğinin yerine getirilmesi; yapılan şeyin sağlam yapılması.
4- Kendisine emanet edilen malları, iş yapımında kullanacağı malzeme ve hammaddeleri koruması; ziyan ve israf etmemesi.
5- Kasden zarar vermemesi, yahut açık veya haddi aşkın bir şekilde, kendi kusuru ile zarara sebep olmaması. Eğer böyle, yaparsa zararı ödemek zorundadır. [18] İnsanlar yaptıkları işlerden sorumludurlar. Bu konuda Kur'an'da denilir ki:
“Yapageldiğiniz işlerden elbette mes'ûl olacaksınız.” [19] Bu bakımdan birisine iş verildiği zaman, o kimse elbetteki işinden sorumlu tutulur. Diğer taraftan Kur'an'da hainlik kesin surette yasaklanmış, Allah Teâlâ hainlik edenleri sevmediğini açıkça bildirmiş ve emanetlere de hiyanet edilmemesini emretmiştir. [20]
Hz. Peygamber (s.a.) de, yapılan bir şeyin, sağlam yapılmasının ilâhî bir istek olduğunu bildirmiş ve
“Birisi bir iş yaptığı zaman Allah Teâlâ bunun itkan (yüksek vasıfta, kaliteli) olmasını ister.” [21] diye buyurmuştur. Bu bakımdan, baştan savma iş yapmak, islâm'ın temel esaslarına ve ruhuna aykırı düşmektedir.
Herkes işçisinin verilen işi yapabilecek güçte, kabiliyetli ve emin yani güvenilir olmasını ister. Kur'anda buna bir işaret vardır. Hz. Şuayb (s.a), Hz. Musa (a.s) yi çoban tutacağı zaman, kızlarından biri Hz. Musa'nın tutulmasını istemiş ve demiştikî
“Babacığım, dedi onu ücretle tut. Çünki ücretle kullandıklarının en hayırlısı şüphesizki o kuvvetli, emin (adamdır). “ Bu âyete göre işçinin a) İşi başarabilecek kabiliyet ve güçte, b) Emin olması gerekmektedir. [22]
Ücretin belli edilmesi, bekletilmeden zamanında ödenmesi gibi haklara az önce temas ettik. Burada bir kısım haklar daha ele alınacaktır.
İşsizlere iş bulmak veya kendi imkânları ile yapabilecekleri işi göstermek devletin vazifesidir, Kaynaklar, Hz. Peygamberin, kendisinden para istiyen Ensar'dan birine kendi imkânları ile yapabileceği bir iş gösterdiğini ve işini de zaman zaman denetliyerek onu bir iş sahibi yapıp fakirlikten kurtardığını yazarlar. [23] Zekât da imkânsızlıktan hiç bir iş yapamıyan kimseler için bir sermaye olmaktadır.
İş, onu yapacak olanın gücünü aşmamalı ve iş şartları sağlığa elverişli olmalıdır. İşçinin hayatı ve sağlığı, iş vereninki kadar azizdir. Hayat ve sağlık, göz göre göre işe feda edilemez. Ancak cihat ve muharebe bunun dışında kalır.
Kur'an'da Allah'ın, hiç kimseye gücünün üstünde yük yüklemediği yazılıdır. Orada denilirki:
“Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Ey Rabbimiz, bizden evvelkilere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme, Ey Rabbimiz, takat getiremiyeceğimizi bize taşıtma.” [24] Bu âyetler, insana gücünü aşan ve hayatını tehlikeye sokan bir işin yaptırılmasına izin vermezler. Bu konuda Hz. Peygamber (S.A) de çok düşündürücü bir uyarıda bulunmuşlardır. O diyorki
“Kardeşleriniz sizin hizmetçilerinizdir. Allah onları ellerinizin altına verdi, düeseydi sizi onların eli altına sokabilirdi. Kiminki kardeşi eli altındadır; o halde ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara güçlerini aşan bir iş teklif etmeyin, eğer teklif ederseniz siz de yardım edin.” [25] Burada Hz. Muhammed kölelerin durumuna temas etmiştir. Köle işçiler için istek böyle olunca, hür işçiler için de en az aynı şeyler istenecektir. Bu âyetler ve Hz. Peygamber'in bu buyruğu, herkesin gücüne göre bir işte çalıştırılması gereğine de işaret ederler. Herkesin yapabileceği ve yapamıyacağı işler vardır. Eğer insanlar maharet, bilgi, ve güçlerine uygun işlerde çalıştırılırlarsa hem daha iyi verim sağlanır ve hem de onlar sağlıklı yaşarlar.
İşçiden iyi bir verim alınabilmesi için, iş yerinin havadar, temiz, dinlendirici ve sağlık şartlarına uygun bir yer olması gerekir. İşçi; sağlıklı, canlı ve neşeli olduğu zaman daha iyi çalışır. Hz. Muhammed (S.A) diyorki: “Muhakkak vücudunun sende hakkı vardır ve muhakkak gözünün sende hakkı vardır.” [26] İnsan bu haklardan mahrum bırakılamaz. [27]
Bu konunun önemi çok büyüktür ve günümüz iktisadî ve idarî düzenlerinde üzerinde en fazla münakaşa yapılan meselelerden biridir. Ücret ve maaşların miktarı neye göre belirlenecektir. Emeğin doğurduğu faydaya göremi, yoksa çalışanın hem kendisinin ve hem de bakmakla mükellef bulunduğu kişilerin ihtiyaçlarını, güvenlik ve refahlarını sağlama esasına göre mi?
Emeğin doğurduğu faydayı kıymetlendirmek çok kesin ölçülere dayanmaz. Malın bile tam değerini ortaya koymak mümkün olamıyor. Şu kadar varki fayda, ücretin takdirinde en önemli unsurdur. Bir işçiden sağlanan fayda göz önünde bulundurulmadan onun emeğine kıymet biçilemez. Emeğin ortaya koyduğu günlük, haftalık veya aylık toplam faydanın miktarı göz önünde tutularak bu, mâkul ve âdil bir oranda işçi ile iş veren arasında bölüştürülecektir. Bu bölüşüm hiç bir zaman müessesenin gelişip büyümesini engelliyecek ölçülerde olmamalıdır.
Az çalışanla çok çalışan, maharetli ve bilgili ile beceriksiz ve bilgisiz arasındaki ücret farkı da bu “Fayda” ilkesinden doğmaktadır. Aksi halde çalışanla hiç çalışmıyan, az çalışanla çok çalışan, iş becerenle beceremiyen aynı ücreti alacaklardır.
Fayda ilkesine göre ücret ödendiği zaman, aynı işi yaptıklarında, ihtiyacı az olanla çok olan, evliyle bekâr aynı ücreti alırlar. Kişinin ve ailesinin yeter miktarda geçimini temin ve refahım sağlama esasına göre ücretin ödenmesi adalet ilkesine aykırı düşer. Çünki bu durumda, aynı şartlar altında çalışan, aynı iş gören iki işçiye değişik ücret verilecektir. Diğer yandan işverenin, aynı işi gören ve aynı miktar faydayı sağlıyan iki işçisine, bakmakla mükellef bulundukları kimseleri hesaba katarak farklı ücret ödemesi vazifesi değildir. Ancak ihsanen bu vazifeyi yüklenebilir.
Toplumsal refahı temin etmek işverenin değil devletin vazifesidir. İşveren sadece zekâtı ölçüsünde bu vazifeye katılır. Zekâtını da mutlaka işçisinin bakmakla mükellef bulunduğu kimselere vermek zorunda değildir. Eğer onlara verse bile bazan toplam zekâtı onların ihtiyaçlarını karşılıyacak miktarda olmıyabilir. Bir iş söz konusu olduğu zaman, işveren ister devlet olsun isterse de özel şahıslar olsun dâima bir fayda temin etmek düşünülür. İşverenin işçisi ile daha çok bir İş ilişkisi vardır. Ücret bu is ilişkisi içinde ele alınır. Aslında İslâmî toplumda insanların birbirlerine karşı çeşitli vazifeleri vardu.". Ancak bu vazifeler herkese karşıdır. burada işveren ve işçi açısından meseleye bakıyoruz. Fakat devletin halk ile, iş ilişkisi yanında başkaca birtakım ilişkileri daha vardır. İş alanında vazifeyi hak takib eder. Fakat hiç bir iş yapamıyan âciz kimselerin bir iş yapmadan devletten alacakları hakları vardır. Eğer birtakım kimselere iş bulunamamışsa yahut fayda ve adalet ilkelerine göre bir kısımlarının aldıkları ücretler onlara yeterli olamıyorsa geliri yaygın laştırmak ve içtimaî güvenliği temin etmek açısından bu gibilere maaş veya ek ücret ödemek devletin vazifesidir. Zekât gelirlerinin bir kısmı fakirlere ve kazançları kendilerine yetmiyenlere ödenir. Buna daya narak devlet, zenginlerden aldıkları ile bir fasıl oluşturabilir ve yeterli olmıyan ücretleri bununla tamamlayabilir ve gelirleri tamamen kesilenlere de bu fasıldan maaş ödiyebilir. Nitekim gelir fazlasının ilk dört halîfe devrinde halka maaş şeklinde ödendiği olmuştur. Ücret takdiri konusunda bir de Muhammed Fehr Şakfa'nın yazdıklarına bakalım:
“İslâm'da ücret, menfaatin ve ona muadil olan şeyin parçasıdır. Bunun içindirki ücretlerin takdirinde faydadan başka şeyi esas kabul etmek caiz değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“(Onlar sizin faydanıza emzirirlerse ücretlerini veriniz.” [28] Allah, emzirmeyi, ücretin verilmesi için sebep yaptı. Şu da kabul edilmiştirki fayda arttıkça ücret de artar. Bunun aksi olursa azalması da sahihtir. İşinde mahir olana orta durumda olandan daha çok verilir. Elbette fazla saat çahşan, az çalışandan daha fazla alır. Menfaatin azlığına veya çokluğuna göre de ücret azalır veya çoğalır. Bunun içindir ki fakihler, menfaat miktarının bilinmesini ve belli olmasını, akdin şartlarından esas bir şart olarak kabul ettiler. Ancak büyük müşkülât bu menfaati fiatlandırma müşkülâtıdır.
Hür iktisadî nizamda menfaat, her hangi bir meta, mal gibi kabul edilir. Kıymeti; işin miktarına, işin mahiyetine, istihsal miktarına, memleketteki geçim seviyesine, ve arz-taleb kanununa göre değişir... En şiddetli ve en faal tesir yapan arz-taleb kanunudur. Arzın azalması ve talebin çok olması ile menfaatin kıymeti yükselir. Çalışmaya muktedir işsiz kitlelerin çoğalması ve işçiye duyulan ihtiyacın az olması ile menfaatin kıymeti düşer...
İslâm'da faydanın kıymetini sınırlandıran âyet ve hadislerin olmaması, bizi, adalet ve insaf ilkelerine göre sınırlandırılması fikrine götürür. Çünki hususî nass (âyet ve hadis) ların bulunmadığı zaman İslâm'da sığınılan en mühim kaidelerden birisi de adalettir. Allah şöyle buyurur:
(Allah muhakkak adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder. [29] Âdil ücret fikri iki türlü adalet gerçekleşmeden sağlanamaz.
a) Tevziî adalet: Bir sanat işçilerinin çalışmaları, ehliyetleri birbirine yakın olursa, müsavi tek ücret almaları lâzımdır. Bu da onların şahsî ihtiyaçlarını ve ailevî durumlarını nazarı itibare almaktan uzaktır.
b) İşçinin, sarfettiği cehdine muadil ücret alması lâzımdır... Yine geçimi temin etmeği, yapılan faydanın kıymetini takdirde bir esas almamız da mümkün değildir. Çünki tevziî adaleti gerçekleştiremez. Aynı mahiyetteki bir işde aynı miktarda çalışıldığı vakit, ailesi çok olanın hafif olan (ailesi az veya olmıyan) dan daha çok almasını hangi adalet mecbur kılar? Geçimini temin etme fikri, âdil iktisadî karşılık fikrinden daha çok, içtimaî tazminat (sosyal sigorta) fikrine daha yakındır. İslâm'da işçinin içtimaî tazminatı devlet üzerinedir, iş sahibi üzerine değil.” [30]
Müellif, eserinin bir başka yerinde devlet kesiminde çalışanlar için şöyle diyor: “Devlet nezdinde çalışan işçiye, geçimini temin edecek, ailesine örfe göre bakabilecek ücret verilmesi hakkında fakihler ittifak ettiler. İşçi; çalışmasını, cehdini, gücünü tam verdiği vakit böyle ücret vermek lâzımdır. Çalışmasının miktarına, ehliyetinin seviyesine, maharetinin derecesine bakılmaz.”[31] Müellif bu görüşünü daha sonra yer vereceğimiz Resûlullah'ın “Bir kimse bizim bir işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, hanımı yoksa evlensin, bineği yoksa binek edinsin” anlamındaki hadislerine dayandırıyor. Şu kadar varki fakihlerin bir kısmı, zekât memurlarının, zekâttan alacakları payın yaptıkları işe göre olacağını savunurlar.
İslâm'da adaletten ayrı olarak bir de “îhsân” ilkesi vardır. Allah adaletin yanı sıra ayrıca ihsanı emreder. [32] Ayet ve hadislerin açıkça bildirimde bulunmadıkları alanlarda meseleler bunlara dayanılarak çözümlenir. İhsan, adaletin de ötesinde bir kaidedir. İnsanların amel ve emeklerinin tam karşılıklarını almaları bir adalettir. Emeklerine ve sağladıkları faydaya göre bir karşılık değil de bundan daha fazla bir ücret almaları ise bir ihsandır. İhsanda, tam karşılığın ötesinde bir mükâfatlandırma vardır. Bu durumda alman ücret, doğrudan doğruya' emeğin tam karşılığı olmaz. Bu aynı zamanda işçi menfaatına bir külfeti yüklenmek demektir. İşveren bu külfeti yüklenmediği zaman devlet yüklenecektir. [33]
Dünyada herkes işçi olmadığı gibi herkes işveren durumunda da değildir. Bir işveren ve bir de verilen işde çalışan vardır. Aslında işverenin kendisi de çalışır. Onun hem sermayesi ve hem de kendisi çalışmaktadır. İşçinin ise yalnız kendisi çalışıyor. İşçi, belirlenen zaman içinde çalıştığı halde işveren için böyle bir şey söz konusu değildir. O bilfiil işçiden daha fazla çalıştığı gibi ayrıca her alandaki işin toplam yükünü kafasında taşır ve günlük mesai bitmiş olsa bile onun hamallığı bütün ağırlığı ile devam eder.
İşveren halktan biri olduğu gibi devlet de olabilir. İşçi için pek değişen bir şey olmaz. İş aynıdır, sadece patron değişmiştir. Değişen bir şey vardır ki o da şudur:
Devlet, özel teşebbüs sahibi patronlardan çok daha güçlüdür. Tüm sermayelerin ve büyük iş yerlerinin devletleştirilmesi halinde işçiler çok daha güçlü bir patronun ve çok güçlü bir işverenin eline teslim edilmiş olur. İşçinin böyle güçlü ve rekabet tanımıyan bir patrondan tam hakkını alması güçleşir. Halbuki o, devletten daha zayıf olan Özel teşebbüs karşısında daha rahat direnebilmekte ve hakkına bazan da fazlasiyle kavuşabilmektedir.
Düzeni ne olursa olsun her ülkenin bir iş verenleri ve bir de işçileri vardır. Ayrıca hangi düzen içinde olurlarsa olsunlar, hiç bir ülkede insanlar, eşit bir maaş ve eşit bir ücret almazlar. Kur'anda, rızkın eşit dağıtılmadığına temas edilir ve şöyle denilir:
“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?
Dünya hayatında onların maişetlerini bile aralarında biz taksim ettik, Kimini derece derece diğer kiminin üstüne çıkardık ki bir kısmı bir kısmım iş adamı edinsin.” [34]
Ücret ve maaşlar farklı olmakla beraber, muhakkakki her çalışanın kendi ülkesine göre mutlaka alması gerekli bir miktar da vardır. Allah Resulü Muhammed (a.s) den bu tarafa maaş ve ücretlerin belirlenmesinde esas alınan bir takım kaideler vardır ki onları ben şöylece belirleyip tesbit ettim :[35]
Bu kaide, Resûlullah'ın bir sözlerinde görülür. Onun, memurlarına ve işçilerine ferahlık getiren hadisleri herkesçe bilinir, “Bizim bir işimizde çalışan kimsenin; hanımı yoksa bir hanımla evlensin. Kimin de evi yoksa kendisine bir ev edinsin. Bineği olmıyan da bir binek edinsin, ve kiminde bir hizmetçisi yoksa kendisine bir hizmetçi tutsun. Kim ki bunlardan ayrı alarak başka şeyler edinirse o kimse kenz (yığma). Allah onu kıyamet gününe bir hırsız olarak getirir.” [36]
Bu hadis, Hz. Peygamberin, çalıştırdığı insanlara, bir yuva kurup geçinebilecekleri miktarda maaş verdiğini ve bu maaşın; mesken, eş, binek ve eğer gerekli ise hizmetçi edinilmesini karşılıyacak bir miktarda olduğunu gösterir. Bunlar ise kişinin vaz geçilmez aslî ihtiyaçlarıdır. Bunlardan bir kısmı meselâ binek bugün için mahiyet değiştirmiştir. Bu, özel bir araba olabileceği gibi, yol masraflarını karşılıyacak para da olabilir. Hizmetçi de her aile için bir ihtiyaç değildir. Bugün memleketimizdeki memur ve işçilerin büyük bir kısmı vaz geçilmez temel ihtiyaçlarını tedarik edebilecek ve bilhassa ev satın alabilecek bir düzeyde malî imkânlara kavuşturulamamışlardır. Bu, bize gösteriyorki Hz. Peygamber, aslî ihtiyaçları pek basitten ele almamakta ve çalıştırdığı insanlara ortalama bir hayat seviyesi va'detmektedir. Bugün pek çoklarımız bu seviyeye çıkamamış bulunuyoruz.[37]
Kur'an da şöyle denilir:
“Allah rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. O üstün kılınanlar, onda hepsi eşit olmak üzere, rızıklarını ellerinin altındakilere verici değillerdir. O halde bunlar Allah'ın nimetini
bilerek inkâr mı ediyorlar.” [38] Bu âyete göre rızık farklıdır ve insanların, çalıştırdıkları kimselerle eşit seviyeye gelmeleri söz konusu değildir. Burada birinci sırada kastedilen kölelerdir. Ayrıca rızkın geniş mânası vardır ve insan oğlunun faydalandığı her şey rızkın kapsamı içine girebilmektedir. Bu sebeple de işverenle işçinin bazı maddelerin tüketiminde eşit imkânlara sahip olmaları hiç bir zaman rızıktaki eşitlik anlamına gelmez.
Yeme ve giyme, aslî ihtiyaçların en başında gelirler. İnsanların bu alanda farklı bir tarafı olmamalı ve farklılaşma bunlardan sonra başlamalıdır. Herkes kendi ülkesi halkının yeme ve giymeği âdet edindiği her çeşitten şeyi alıp yiyebilmeli ve giyebilmelidir. Bu, insan kişiliğinin gelişmesinde de önemli bir etkendir.
İşverenle işçinin yeme ve giyme alanındaki eşitlikleri bizzat Resûlullah'ın istediği bir husus olmuştur, O, bir konuşmasında şöyle diyorlar:
“Kardeşleriniz sizin hizmetçilerinizdir. Ailah onları sizlerin eli altına verdi (Mülkiyetiniz altına soktu.) Dileseydi sizi onların eli altına verirdi. Kimin ki kardeşi, eli (mülkiyeti) altındadır; o halde ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara güçlerini aşan bir iş teklif etmeyin, eğer teklif ederseniz siz de yardım edin”.[39] Bu bildirimleriyle Hz. Muhammed, efendilerden kölelerine kendileri gibi yedirip giydirmelerini istemekte ve bu konuda her hangi bir farklılığı kabul etmemektedir. Resûlullah'ın, köleler için efendilerden bunu isteyince hür işçiler için işverenlerden elbette aynı şeyi istiyecektir. Köle için istek böyle olunca hür insan için öncelikle ve en azından gene böyle olacaktır. [40]
Bazı âlimler, zekât işlerinde çalıştırılan memurlara,, toplanan tüm zekât gelirlerinin 1/8 inin maaş olarak verileceği görüşündedirler. Onlan bu görüşe iten şey, zekât âyetinde ondan faydalanacakların sekiz sınıf olmasıdır. Bunlara göre toplanan zekât sekize bölünür. 1/8 i de zekât işlerinde çalıştırılanlara bölüştürülür. Böylece her zekât memurunun zekâttan alacağı maaşı ortaya çıkar. Pahruddin Razî'nin bildirdiğine göre Mücahid ve Dahhak bu görüşü savunurlar. [41] Kurtubî (ö. 671 H/1273 M) İmam Şafiî (150-204 H/766-819 M) nin de bu görüşte olduğunu yazıyorsada [42] eseri el-Umm ve diğer kaynaklara bakılırsa onun bu görüşte olmadığı ve diğer imamlar gibi zekât memurlarının, gördükleri işe göre ücret veya emsal ücret yahut kifayet miktarı maaş almalarından yana olduğu anlaşılır. [43] Gerçi imam Şafiî toplanan zekâtı bir mîras gibi 8 sınıfa taksim etmektedir[44] ve fakat âmiller (zekât memurları) için gene de o, yukardaki hususları kabul etmiştir.
Gelirin veya kârın belli bir yüzdesinin maaş yahut ücret olarak çalışanlara verilmesi bir takım iş yerlerine uygulanabilir. Bu usul, memur yahut işçilerden iyi bir verim almayı sağlarsa da bunun mahzurlu tarafları da vardır. İktisadî şartlar sebebiyle işlerin iyi gitmediği ve kâr sağlanmadığı dönemlerde işçi ve memurlar maişetsiz kalırlar. Ayrıca çalışanlar, kendilerine ayrılan miktarın daha fazla kişiye bölünmesini engellemek amacı ile gerektiği halde o iş yerine daha fazla işçi veya memur alınmasına karşı çıkabilirler. [45]
Bir işin ücreti önceden belirlenmeyip iş yapıldıktan sonra emsallerine göre bir ücret kararlaştırılabüir. İbni Kudâme (541-620 H/11464223 M) nin verdiği bilgiye göre vergi tahsil işine Devlet Başkanı üç şekilde memur tayin edebilir:
1) Belli bir ücret karşılığında, belli bir müddet veya belli bir iş için âmil (zekât memuru) tayin eder.
2) İsterse işine karşılık belli bir para koyar ve eğer o işi yaparsa bu paraya hak kazanır.
3) Dilerse de hiç bir ücret tayin etmeden âmili gönderir ve sonra parasını öder. [46] İbni Kudâme'ye göre bu üçüncü durumda ona emsal bir ücret öder ki Resûlullâh zamanında uygulandığı bilinen şekil bu idi. [47]
Resûlullah devrinde daimî maaşlı memurlar da vardı. Meselâ Muaz İbni Cebel, daimî vergi işleriyle görevli olarak Yemen'e gönderilmişti. Kanaatımca Hz. Peygamber, mevsimlik yahut kısa devrede yapılıp bitirilebilecek işler için daimî memurlar yerine, geçici görevliler tayin etti ve o işin bitiminde yapılan işe göre emsâl bir ücret ödedi. Bugün de bazı kesimlerde mevsimlik işçi çalıştırılmaktadır.
Aslında emsal ücrete İbni Kudâme'den çok daha önce îmam Şafiî temas etmiş bulunmaktadır. Şafiî'ye göre, valinin vergi memurlarını belli bir ücretle çalıştırması gerekir. Eğer ücret tayini sonraya bırakılmışsa onlara emsallerine göre ücret verir ve hiç bir zaman emsal ücretten fazla bir şey almalarına müsaade edilmez. [48] Öylesine bir işi başkaları kaça yapabiliyorsa bunlara da o miktarda bir ücret verilir ki işte bu emsal ücrettir.
Ücretin önceden belli edilmesi daha önce de gördüğümüz gibi bir esastır. Şu kadar varki ücret, önceden bildirilse dahi miktarın tesbitinde gene de emsal ücrete baş vurulabilir. Emsal ücret takdir edilirken bir takım külfetler de göz önünde bulundurulur. Meselâ imam Şafiî zekât memurları için yol külfetinin göz önünde bulundurulmasını söyler. [49]
Bu çokça benimsenen bir kaidedir ve hemen hemen bütün İslâm hukukçuları bunu benimsemişlerdir. Ne kadar iş yapılmıştır ve ne elde edilmiştir? Ücret miktarı bunlara bakılarak tayin ve taktir edilir.
Kurtubi'nin bildirdiğine bakılırsa halîfe Ömer'in oğlu Abdullah, İmam Mâlik, Ebû Hanîfe ve ona bağlı imamlar vergi memurları için bu usulü benimsemişlerdir. Bunlar toplanan zekât gelirlerinin 1/8 inin zekât islerinde çalışanlara maaş olarak verilmesine karşı çıkmışlardır.[50] Bu konuda İmam Şafiî'den gelen iki ayrı görüşe az önce temas etmiştik. Meselâ Kurtubî, onun toplanan tüm zekât gelirlerinin 1/8 inin zekât görevlilerine bölüştürülmesi taraftarı olduğunu yazarken Fahruddîn Râzî (544-606 H/1150-1210 M), İmam Şafiî'nin yapılan işe göre ücret taktirinden yana olduğunu kaydetmektedir. [51]
İbni Kudâme'nin dediği gibi, devlet başkanı isterse, belli bir ücret karşılığında, belli bir müddet veya belirlenen bir iş için vergi memuru (âmil) tayin eder, isterse de işine karşılık belli bir para koyar, eğer o işi yaparsa paraya hak kazamı[52] Burada yapılacak olan iş yahut yapılan iş göz önünde bulundurulur. Ücretin önceden bildirilmesi bir esas olduğuna göre yapılması istenen iş, bütün külfetleriyle ve ne kadar zamanda yapılabilecekse bunlar hesap edilmeli ve işe ona göre ücret biçilmelidir. Bu durumda, işe alınan kişi o işdeki çalışmasına göre hak kazanır. Bu usul pek çok iş yerinde uygulanabilir. Bilhassa İbni Kudâme'nin kitabında yer alan “isterse işine karşılık belli bir para koyar, eğer o işi yaparsa ona hak kazanır.” ilkesi günümüzde de amelî (pratik) bir faydayı temin eder. Atölye ve fabrikalarda ücreti önceden belirlenen parça hesabı iş verilirse bu çalışanları gayrete getirir. [53]
Yeterlilik ilkesi herkes tarafından benimsenmiştir. Ücret ve maaşlar hangi esasa göre belirlenirse belirlensinler bu kaide daima onlarla beraber var olagelmiştir. Meselâ İmam Şafiî, emsal ücret tayininin de yeterliliğe göre belirlenmesini ileriye sürmektedir. [54] Ücretin yapılan işe göre belirleneceği içtihadında onlar da yeterliliğin göz önünde bulundurulacağını söylemektedirler. [55]
Maaşın yeterliliği kaidesi her kesimdeki memur için uygulanmıştır. Devlet başkanlarına maaş tayininde de buna uyulmuştur. Kaynaklar ilk halîfelere, yeterlilik göz önünde bulundurularak maaş tayin ettiğini yazarlar. Gerek halîfe Ebû Bekir ve gerekse Ömer (r.a) kendilerine ve ailelerine uygun gelecek olan bir maaşın bağlanmasını istediler ve onlara bu isteklerine uygun maaş bağlandı. Halîfe Ömer'in maaşı tayin edilirken Hz. Ali: “sen kendine ve ailene uygun düşecek bir maaş alacaksın, sana ondan fazlası yoktur.” dedi. [56] İmam Serahsî (ö. 490 H/1097 M) halîfe Osman (r) hariç diğer Hulefâi Râşidînin, yetecek miktarda, kifayet ölçüsünde maaş aldıklarını yazmaktadır. Halîfe Hz. Osman zengin olduğu için devlet başkanlığı karşılığında hazîneden her hangi bir maaş almıyordu. [57] Serahsî'ye göre devlet başkanı, ihtiyaçlarını karşılıyacak bir miktarda maaş almalıdır. Eğer o zenginse maaş almaması daha uygun bir hareket olur. Muhtaç ise kendisine ve ailesine yetecek miktarda maaş alır. İmam Serahsî bu görüşünü, yetimin mallarına bakan kişiler hakkında gelen:
“Velîlerden kim zenginse (yetimin malını yemeğe tenezzül etmesin) kaçınsın. Kim de fakir ise, o halde örfe göre bir şey yesin” [58] âyetine dayandırır. [59] Bazı kaynaklarda halîfe Ebû Bekir (r) in maaşı hakkında ayrıca bir ölçüden bahsedilmektedir. Buna göre, halîfe Ebû Bekir'e" “Halîfe olmadan önce ailesine temin edegeldiği nafaka miktarmca maaş bağlanacaktır.” [60]
Emevî Halîfesi Ömer İbni Abdülazîz (99-101 H/717-720 M) kendisine maaş tayin ettirirken, bir işçi ücreti ölçüsünde maaş bağlanmasını istemişti. Onun bu konudaki tutumu şöyle anlatılır: “O, babasından çok miras bulmuştu. Halîfe olmadan önce nimetler içinde yüzerdi.
Halîfe olduğu zaman Bağdad'ın yetimlerini, fakirlerini emri ile toplattı ve bütün malını bunlara taksim etti, sonra şehrin âmillerinden (vali ve defterdarlarından) günde bir işçinin kaç liraya çalıştırıldığım, kaç liraya bir ırgat tutulduğunu sordu. Onlar da 4 Dirhem dediler. Bunun üzerine halîfe; “Beytü'1-mâl (hazine) den bana 4 akçelik işçi ücretinden verin, benim ailem onunla hayatlarını sürdürsünler, ben de müslümanların işiyle uğraşayım, dedi.”[61] Böylece Hz. Ömer kendisine yetecek miktar olarak bir işçi ailesine yeten bir miktarı seçmişti.
Hâkimlere de kifayet miktarı maaşlar bağlanmıştır. [62] Meselâ sahabeden Zeyd b. Sabit, (R), işinin gerçek karşılığını değil de sadece kendisine yetecek miktarda bir maaşı almıştı. [63] Askerler için de aynı şey söz konusudur, imam Şafiî (150-204 H/766-819 M) ve el-Ferrâ (ö. 458 H) askerlere yeterlilik esasına göre maaş ödeneceğini söylerler ve bu esastan hareket ederek askerlerin bulundukları bölgelerdeki fiat hareketlerine göre maaşlarının ayarlanması gerektiğini savunurlar. [64]
Yeter bir maaş veya yeter bir ücretin tesbiti için elbetteki bir takım usullere baş vurmak ve bazı şeyleri göz önünde bulundurmak gerekecektir. Bu konuda halîfe Ömer (R) tarafından çok ilgi çekici bir deney yapıldı. Ebû Yusuf ve el-Ferrâ'nın yazdıklarına göre:
“Hz. Ömer bir kişiye ne miktar zahire yeteceğini sordu. Bunu bilfiil öğrenmek için 30 fakiri toplıyarak onfara öğle vaktinde 7 Kafîz olan bir Cerîb (bir ölçü birimidir) yemek ve ekmek verdi. 30 kişi bununla doydular. Bunun üzerine ailenin her ferdi için ayda 2 Cerîp zahire tahsis etti.” [65] Bu deneyi ile halîfe Ömer, bir kişiye ayda ne kadar zahire ve yemek yetebileceğini tesbit etti ve hazîneden ona göre nakdî değil de aynî bir maaş bağladı. O zamanlar böyle bir deneyin uygulanması gerçekten çok önemlidir ve bu usul, diğer ihtiyaçlar da göz önünde bulundurularak bugün de uygulanabilir.
Ferrâ' asker maaşlarında yeter miktarın ortaya çıkarılması için üç hususun göz önünde bulundurulması gerektiğini yazmaktadır. O şöyle diyor:
“Esas olan yeterliliktir. Yeterlilik de üç hususu göz önünde bulundurmakla ortaya çıkar:
a) Bakmakla mükellef olduğu kişilerin sayısı,
b) Savaşa katılacağı atlarının ve yük hayvanlarının miktarı,
c) Bulunduğu yerdeki fiatların durumu; fiat dalgalanmaları. Buna göre bir yıl için kendisine yetecek elbise ve nafaka takdir edilir. Böylece maaşı ortaya çıkar ve her sene durumu yeniden gözden geçirilir.” [66] Ebû Yûsuf (113-182 H/731-798 M) da eseri Kitâbu'l-Harâc'da, vali ve kadılara maaş tayin edilirken geçim şartlarının göz önünde bulundurulması gerektiğini yazar ve halîfe Hârun Reşîd'e hitaben şöyle der:
“Vali ve kadılara verilecek maaşların miktarı geçim şartlarına göre tarafınızdan takdir ve tesbit olunur. Özel durumları icabı bazılarına az bazılarına çok maaş bağlanmak işi de tamamen senin takdir ve yetkine bağlıdır.” [67]
O devirlerde maaşların fiat hareketleri ve geçim şartlarına göre ayarlanması fikri çok ileri bir düşüncedir. Başlangıçta yeter miktarda belirlenen maaşın, yıllık eşya Katları ortalamasına göre her yıl değişikliğe uğraması, ücretli ve maaşlıların şikâyetlerini ortadan kaldırır. Bu, bugün de arzulanan ve fakat erişilememiş olan bir usuldür.
Yeter miktarda maaşın tesbitinde göz önünde bulundurulan hususlardan biri de memur veya işçinin bakmakla mükellef olduğu kişilerin sayısıdır. Az önce gördüğümüz gibi halîfe maaşlarının tesbitinde bu husus göz önünde bulundurulduğu gibi asker ve diğer devlet memurlarının maaş miktarının belirlenmesinde de bu, göz önünde bulundurulmuştur. Halîfe Hz. Ömer, hazîneden halkın tümüne maaş bağlarken aile fertleri sayısını da hesaba katmıştır. Meselâ, tatbik ettiği deney sonucu ailenin her ferdi için ayda 2 Cerîb zahire bağlanmıştır. Bir maaşla geçinecek olan kişilerin sayısı değişik olunca haliyle memurların aldıkları maaş miktarı da farklı olacaktır. Memurun çalıştığı bölgedeki fiatların da göz önünde bulundurulacağını düşünürsek aynı seviyedeki memurların bölgelere göre farklı maaş alacaklarını söyleyebiliriz. Bu, geniş topraklara sahip-devletler için lüzumludur. Cezayir'de çalışan bir memur ile Mısır'da, Yemen'de, Irak veya Anadolu'da çalışan bîr memur ve bir işçi aynı geçim şartları içinde çalışmıyorlar. Halbuki bütün bu yerler geçmişte birkaç kez tek bir idare altında toplanmışlardır.
Halîfe Ömer (r) çok zeki olarak gördüğü Şureyh'i" Kûfe'ye kadı tayin etmişti. Ancak o çok genç olduğundan hâkimlerin maaşı 500 Dirhem olmasına rağmen ona 100 Dirhem bağlanmıştı.[68] Sadru'ş-Şehîd (483-536 H) in bildirdiğine göre halîfe Hz. Ali (r) ailesinin çokluğu yüzünden onun maaşını 500 Dirheme yükseltmişti. Çünki onun bu kadar paraya ihtiyacı bulunmaktaydı. [69]
Devlet başkanı halkın geçim şartlarını iyiye götürmeli, bolluk içinde ve daha müreffeh bir hayat yaşamalarını sağlamalıdır. Devletin geliri arttıkça memur ve işçilerine de o nisbette daha fazla ödemelerde bulunmalıdır. Bu sorumluluğu bütün açıklığı ile ve ilk defa halîfe Hz. Ömer duymuştur. O, halka yaptığı bir konuşmasında:
“Bana düşen vazife sizin maaş ve erzaklarınızı çoğaltmaktır.” diyor.[70]
Ahmed b. Hanbel (164-241 H/780-855 M)e göre de asker maaşları yeter miktarda takdir edilmiş olsa bile servet arttıkça maaşları da artırmak caizdir. [71] Eğer halk kesiminde devlet işçi ücretlerine müdahale edecek olursa ücret takdirinde iş yerinin gelirini de göz önünde bulundurmalıdır. Ücretleri iş yerinin kaldıramıyacağı bir ölçüde artırmak, o iş yerinin kapanmasına yol açar. Gelir çok olduğunda iş yerine zarar vermiyecek şekilde ücretleri artırmak işçilerin azim ve şevklerini artırır. [72]
İlk devirlerde vali ve defterdar gibi yüksek devlet memurlarının, hazîne aleyhine olabilecek müreffeh bir hayat yaşamaları kesinlikle önlendi. Hz. Peygamber (s.a) Yemene defterdar olarak gönderdiği Muaz İbni Cebel'e “Varlık içinde yaşamaktan sakın” diye emir verdi. [73] Halîfe Hz. Ömer bütün yüksek devlet memurlarını bu konuda uyardı. O sadece uyarmakla kalmadı aynı zamanda gerekli teftişler yaptı ve bir kısımlarını da çeşitli şekillerde cezalandırdı.
Vali, defterdar ve komutanlara tayin edilen maaşlar, hazîneyi israf edici Ölçülere vardırılmadı. Hazîne ne valinin ve ne de defterdarın şahsî malıdır. Bu bakımdan onlar da çalıştırdıkları memurlarına israfa varan bir ölçüde maaş vermezlerdi. Halîfe Ömer (r) Ezrebîcan (Azerbeycan) valisine gönderdiği bir yazısında:
“Senin yanında bulunan mal, ne senin, ne babanın ve ne de ananın çalışıp yorulması ile kazanılmış bir mal değildir, o bütün müslümanlarındır.” diyordu. [74]
O devirlerde valiler, kendi bölgelerindeki işler için memur tayin edebilirler ve maaşlarını da vilâyet hazînesinden Öderlerdi. Ne vali ve ne de emrindeki memurlar hazîneyi israf edemezler. Hazîne milletin malıdır, bu bakımdan da ondan cömertlik yapılamaz ve cömertçe de yaşanamaz. Şöhretli Türk mütefekkiri Yusuf Has Hâcib bu konuda şöyle diyor:
Hazîne ve servetin israf edilmemesi için, hazinedar eli sıkı ve ihtiyatlı olmalıdır; Cömertliğe lüzum yoktur. Cömertlik çok iyi bir şeydir, onu elden bırakmamalı; fakat el kesesinden cömertlik olmaz.[75]
Ebû Yusuf'a göre maaşlar, toplanacak zekâtların büyük bir kısmım tüketecek ölçüde olmamalıdır. O, eseri Kitabu'î-Harâc'da aynen şöyle yazıyor:
“Zekât memurlarına sence kâfi gelecek miktarda maaş bağlarsın. Fakat, memura verilecek maaş, toplanacak olan zekâtların büyük bir kısmını tüketecek kadar çok olmamalıdır. [76] Mâverdî de vezirin vazifelerinden bahsederken: “Üçüncü vazifesi de; fiatları ve ücretleri ne çok az ve ne de çok taşkın yapmadan ayarlamaktır” diyor. [77] Maverdî'nin muasırı Ferrâ “maaş takdirinde israfa kaçılmamalı ve kısıntı da yapılmamalı” diyerek biraz başka şekilde ve fakat aynı görüşü ortaya koyar. [78]
İbni Haldun'a (1334-1406 M) göre memurlar tüketici zümredir. Eğer onlara bol maaş verilirse onların tüketim imkânları çoğalır. Bu da çarşı ve pazara canlılık getirir ve dolayısiyle üretimi kamçılar. Üretimin artmasiyle daha fazla vergi alınacağından memurlara ödenen maaşlar fazlasiyle hazîneye geri dönerler. Bu görüşü savunan İbni Haldun gene de maaşların hazîneyi israf edici ölçülere vardırılmamasını tavsiye etmektedir. O, sağlık hizmetlerine ödenecek maaşlar konusuna temas ederken şöyle diyor:
“Hazînenin parası israf olmıyacak nisbette onların arzularını tatmin et. Bilki insanlar hak ve hukukları ve talepleri yerine getirildikten sonra da buna kanaat etmeden daha fazlasını istemekten usanmazlar.” [79] Evet isteklerin sonu yoktur ve fakat gelirlerin bir miktarı vardır.
Bir iş yerinde de işçilere ödenen ücretler, israf denilecek bir ölçüde olmamalıdır, israf, iş yerinin gelişmesini engeller. Bir iş yerinin varlığını devam ettirebilmesi, büyümesi ve başka iş yerleri de açabilmesi için daima bu maksatlar için gelirinden tahsisat ayırması gerekir. Bu aynı zamanda iş hayatı ve işçiler için bîr garantidir. Mesele iş verenin büyümesi olarak düşünülmemelidir. [80]
a - Bilinen esas vazifelerin veya anlaşma şartlarının dışında memur ve işçilere bir takım ilâve iş ve külfetler yüklenirse esas maaş ve ücretlere ilâve ek ücretler ödenmelidir:
İlâve külfetler daima ilâve haklar doğururlar. İbni Nuceym (926-970 H) hâkimlerin maaşlarından ayrı olarak alabilecekleri ek ücretlere temas ederken şöyle diyor : “Bizzat üzerlerine vazife olan her hangi bir işden dolayı ücret almaları helâl değildir. Üzerlerine vazife olmıyan bir iş karşılığında ücret almaya hak kazanırlar.” [81] Buna göre bir hâkime, esas vazifesinden ayrı olarak ek bir vazife daha verilmişse, o bundan dolayı ek bir işe karşılık ek bir ücret almaya hak kazanır. Aynı şey diğer kesimler ve işçiler için de bir haktır. [82]
Bir işçinin, ücretine tam hak kazanabilmesi için gösterilen işi de tam yerine getirmesi gerekir. Bir işçiye muhakkakki toplam gelire yapacağı katkıya göre bir ücret ödenir. Hiç bir kimse ve hiç bir müessese işçisine, sağladığı gelire eş bir ücret ödemez. Meselâ bir işçi, çalıştığı yere günde 100 Lira gelir sağlıyorsa bu işçiye ödenecek günlük ücret 100 Liranın çok altında olacaktır. İşçinin ücretini aldıktan sonra, iş verene sağlıyacağı gelir, o iş yerini her türlü iktisadî şartlar altında düzenli çalıştırabilecek ve daimî gelişmesini temin edebilecek bir miktarda olmalıdır. İşçinin teminatı da buna bağlıdır.
İşçi günlük veya aylık kendisinden beklenen işi tam yerine getirince başlangıçta kararlaştırılan ücretine hak kazanır. Hz. Peygamber (S.A) işçiye ücretini ödemiyenlere Allah'ın hasım olduğunu ilân ederken, işçiden işin tam olarak alınmasını da bir nevi şart olarak ifâde etmişlerdir. Bu konudaki onun uyarıları şöyledir:
“Allah Teâlâ bııynrduki kıyamet günü ben üç çeşit insanın hasmıyım... Üçüncüsü, bir işçi tutup ondan işi tam aldığı halde ona ücretini vermiyendir.” [83] Burada 1) İşin tam yerine getirilmesi.
2) Ücretin ödenmesi olmak üzere iki unsur bulunmaktadır. Bu gösteriyorki eğer işçinin kendi kusuru yüzünden istenen iş. tam yerine getirilememişse ücrette bir kısıntı yapılabilir. Bunun gibi, istenenden daha iyi bir randıman veren işçinin de fazla gayretinin ayrıca değerlendirilmesi hem adalete uygun bir iş olur ve hem de üretim artışlarına yol açılır.
b- Yemek Vermek: Temel ücretlere ilâve olarak işçiye bir takım haklar bağışlanabilir ve hatta ülkenin örfü ise bunlar işçinin hakkı olurlar. Eğer memleketin örf ve geleneğinde, ücretten ayrı olarak işçiye yemek veriliyorsa bu, işçinin hakkı olur. [84] Bu durumda yemeğin şart koşulması da gerekmez. Çünki İslâm hukukunda “Örfen ma'ruf olası şart bakımından meşrut olan gibidir.”
c- İşçilere hariçten verilen ikramlar ve bahşişler de esas ücretten sayılamaz: Mecelle madde 567 de “Hademeyne hariçten verilmiş olan bahşiş, ücrete mahsûb edilemez.” denilmektedir.
Buna göre eğer bir takım iş yerlerinde müşteriler, işçiye bahşiş veriyorlarsa işveren bu bahşişi, vermesi gerekli ücrete dahil edemez. Durum böyle olmakla beraber bir işçi, bahşiş ve ikramı, hakkıymış gibi müşteriden taleb edemez. İşçi iş yeri imkânlarını müesseseyi zarara sokma ve hakla ilişkilerini bozma bahasına kendi menfaati için kullanamaz ve hele bu bir devlet kuruluşu ise o zaman rüşvet söz konusu olur.
d - İşçiye, bakmakla "mükellef olduğu kimseler göz önünde bulundurularak Ödenen aile ve çocuk tazminatları da ek bir ücret sayılırlar. Bu türlü tazminatların aslında devlete düşen bir vazife olduğu söylenmektedir.[85] Bu görüş kuvvetli gibi görünüyor ise de gene de konu münakaşa edilebilir. Devlet iş yerlerine uygulayacağı vergi indirimleri veya vergiden muafiyetlerle bu türlü ek tazminatları karşılıyabilir. Yahut doğrudan kendisi de bunları ödiyebilir. İş yerlerinin aile tazminatlarını ödemesi başkalarının zekât haklarının gasbı gibi düşünülemez. Çünki üzerinden sene geçmiyen kazançlar zekâta tâbi olmadığı gibi işçinin bakmakla mükellef bulunduğu aile ve çocukları adına verilen bu tazminatlar sadaka hükmünde sayılabilirler. Sadakalar ise kendi Ölçülerince zekâtı düşürürler.
Dikkat: Ücretlerin sınırlandırılması, tavan ve tabanının belirlenmesi konusuna NARH kısmında yer verilecektir. Oraya bakınız. [86]
Herkes iktisadî gelişmeden âdil bir pay almalıdır. Âdil pay almak, ülkedeki toplam gelirin herkese eşit bir şekilde bölüştürülmesi anlamına gelmez. Eşit gelir dağılımı; istatistikî olarak, nüfusun muayyen bir nisbetinin, gelirin aynı nisbetini almasını ifade eder. [87]
Herkesin çalışması, gayreti eşit olamıyacağı gibi iktisadî büyümeğe ve elde edilen toplam gelire de katkısı eşit değildir. Ayrıca her işin kendine göre ayrı bir zorluğu bulunur: Her iş ayrı çeşitten bir zorluğu gerektirir. Bir mucidin gayreti ile bir işçinin gayreti bir olmaz. İnsanların sonradan kazandıklarının yanı sıra doğuştan sahip oldukları maddî ve manevî kabiliyetleri vardır. Birinin uzun zamanda yaptığım diğeri kısa zamanda yapabilir. Herkes bir işi beceremiyeceği gibi toplumun ela her iş ve mesleğe ihtiyacı aynı şiddette değildir.
Fırsat eşitliğinin sağlanması ve herkese işine veya katkısına göre pay verilmesi, âdil gelir dağılımı için bir esas kabul edilmiş olmakla beraber, her iş ve katkının ölçülüp değerlendirilmesi ve bu değerin sayı ile ifadesi mümkün olmaz.
Kanun karşısında herkes eşittir ve herkesin aynı kuvvette oy hakkına sahip olması da demokrasinin gereğidir. Herkese fırsat eşitliği verilmeyince de adalete uygun hareket edilmiş olmaz. Fırsat eşitliğini isteriz ve fakat devletten, daha zeki veya daha kuvvetli olmamızı talep edemeyiz. Her işin kendisine göre bir zorluğu olduğu gibi aynı şekilde her işin kendine göre bir sorumluluğu vardır. Vasıfsız bir işçi ile bir fabrika müdürünün, dairede bir memur ile bir devlet başkanının sorumlulukları bir değildir. Bu bakımdan gelirden alacakları payların da eşit olması düşünülemez.
İnsanların hiç bir zaman ihtiyaçları da bir olmamıştır. Arzu ve istekler kişiden kişiye değiştiği gibi meslek farklarından doğan ayrı çeşit ihtiyaçlar vardır. Bir öğretmen kitap alıp okuma bir müstahsil pazarları dolaşma ihtiyacını duyar. İhtiyaçları ve vazife sorumlulukları farklı olanların farklı ücret almaları tabiî bir şeydir.[88]
İslâm'a göre kazanç için çalışma ve gayret bir esastır. [89] Erkek ve kadın kim olursa olsun, “Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün kılmayı vesile yaptığı şeyleri ummayın. Erkeklerin kendi kazandıklarından bir payı olduğu gibi kadınların da yine kendi kazandıklarından bir payı vardır. [90] Bunun haricinde muhakkakki miras ve zekât gibi insanların kanunen tayin edilmiş başka hakları da vardır.
Hz. Peygamber, insanların yaradılış, huy ve ahlâklarının rızıkları gibi farklı olduğunu bildirerek diyorki: “Muhakkakki Allah, aranızda rızkı taksim ettiği gibi ahlâkınızı da taksim etmiştir.” [91]
Her insanın yaradılış ahlâk ve karakteri değişiktir. Bazıları çok gayretlidir, girişkendir. Diğer bazıları tembel ve asalaktır. Bir kısım insanlarda yüksek sorumluluk duygusu olduğu halde diğer bazıları boş vericidirler. İnsanların farklı yaratılışları farklı değerler ortaya koymalarına yol açar. Eğer çalışkanlıkla, tembel ve asalak ruhlu olana, iktisadî büyümeden aynı pay verilecek olursa, çalışkanların azim ve gayretleri kırılır. Böylece iktisadî büyüme yerini gerilemeğe terk eder.
Kur'anda, servetin yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olması istenmemekle beraber [92] Allah'ın rızkı farklı dağıtmakta olduğuna ait âyetler de vardır. Bu âyetlerin bir kısmında “Allah kimi dilerse, onun rızkını genişletir, daraltır” deniliyor. [93]
Diğer bazı âyetlerde de gene insanların kimine kiminden fazla rızık verildiği ve tam bir eşitliğin söz konusu olmadığı ifade edilmektedir:
“Allah rızık hususunda, kiminizi, kiminizden üstün kıldı.”
O üstün kılınanlar, onda hepsi eşit olmak üzere, rzıklarını ellerinin altındakilere verici değildirler. O halde bunlar Allah'ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar. [94] Burada kendilerine fazla servet verilenlerin bu, servetlerini diğer insanlarla eşit bir şekilde paylaşmak mecburiyetinde olmamaları sebebiyle, bu üstün durumlarına şükretmeleri istenmektedir.
Kur'an, farklı gelir dağılımının müsbet yönlerine dikkatimizi çekmektedir. Bunları sırasiyle şu kısımlara ayırabiliriz:
1) Kur'an'ın ifadesine göre yeryüzüne hâkim kılınan insan, Rabbi tarafından imtihan olunmaktadır. Bunun için de kimi insan diğer kiminin üstüne çıkarılmıştır. [95] Bu farklılık, servette olduğu gibi diğer hususlarda da kendini gösterir.
2) İnsanların bîr kısmı, diğer bir kısmını iş adamı edinecektir. Bunu açıkça ifade eden âyette şöyle denilir: “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini bile aralarında (onlar değil) biz taksim ettik. Kimini derece derece diğer kiminin üstüne çıkardık ki bîr kısmı bîr kısmını iş adamı edinsin.” [96]
3) Eşit gelir dağılımı yeryüzünde bozgunculuğa yol açar: “Eğer Allah (bütün) kullarına (müsavat üzere) bol rızık verseydi, yeryüzünde muhakkakla taşkınlık ederler, azarlardı. Fakat O ne miktar dilerse (rızkı o kadar) indirir.” [97]Bu âyetin tefsirinde Fahrud-Din el-Râzî (544-606 H.) diyor ki;
“Eğer Allah, bütün insanlar arasında rızkı eşit yapsaydı, insanların bir kısmı diğer bir kısmına hizmetçi (işçi) olmaktan çekinirdi. Durum böyle olunca da Dünya harap olur, maslahat ve fayda yok olur giderdi. [98] Az önce verdiğimiz Zuhruf sûresi, de de açıkça belirtildiği gibi servet farklılığı, insanların birbirlerinden iş istemelerine yol açmakta, böylece ihtiyaç duyulan hizmetler görülmekte ve mallar üretilmektedir. Mümkün olmamakla beraber, bir an, herkesin eşit bir gelire sahip olduğunu düşünürsek, o zaman, insanların diğerlerinin işinde veya sorumluluğu altında çalışması için bir sebep bulamayız. Hattâ farklı da olsa, herkesin bolca servete kavuşması halinde bile, toplumda ihtiyaç duyulan pek çok işi yapacak insan bulunmaz. Çünkü işlerin bir kısmı zor veya sevimsizdir.
Eşit gelir dağılımı ile âdil ve dengeli gelir dağılımı elbetteki birbirinden farklı şeylerdir. İslâm'da âdil ve dengeli gelir dağılımı istenildiği halde, görüldüğü üzere eşit gelir dağılımı istenilmemekte ve zararlı görülmektedir.
Açık haksızlıklara, haksızlığın her çeşidine ve gelirin çok düzensiz dağılışına İslâm tamamiyle karşıdır. Servet sahiplerinin, servetlerinden düşük gelirlilere veya hiç geliri olmıyanlara pay ayırmamalarının kendileri için tehlike doğuracağını Kur'an açıkça haber vermektedir. Âyette deniliyor ki:
“Allah yolunda mallarınızı harcayın, kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin, Allah muhakkak iyilik edenleri sever.” [99]
Muharnmed Hamidullah eşit gelir dağılımı konusunda şöyle demektedir: “Servet ve refahta herkesin eşitliği, ideal sahada bile insanlığa açık bir fayda sağlamaz. Önce insanlar arasında tabiî kabiliyetler eşit değildir. Öyleki bir zümre insan, tam müsavat içinde bir noktadan başlatılacak olsa israf zevki güçlüklerle karşılaşacak ve arkadaşlarının istikbaline hırsla ve kıskançlıkla bakılacaktır. Diğer taraftan felsefî ve psikolojik esaslara bakılırsa öyle anlaşılır ki insan topluluğunun menfaati için, fakirlerin daha çok çalışmaya istek duymaları açısından servette farklılığın olması arzu edilen şeydir. Diğer taraftan her insana, kendisinden vazife olarak istenenden, daha çok çalışsa da daha fazla mükâfat kazanamıyacağı ve işlerinde fazla çalışmıyan kimseler gibi kalacağı söylenecek olursa o zaman insan tembelleşecek ve ihmalkâr olacaktır. İnsanın kabiliyeti, insanlığın büyük zararına olmak üzere harap olacaktır.” [100]
İslâm müelliflerinden bilhassa İbni Teymiyye (661-728 H) ve el-Cevzî (691-751 H) emeğin karşılığı olan ücretlerin de narha tâbi tutulabileceği kanaatındadırlar. Onlara göre bir malın yapımında harcanan emek değerlendirilerek narh konulur. Onların böylesine bir kanaata sahip olduklarını şu ifadelerinden anlıyabiliriz: Hz. Peygamber (S) zamanında Medine'de narh koyma olayı meydana gelmedi. Çünkü onların yanında ücretle un ve ekmek yapan kimseler olmadığı gibi un ve ekmek satanlar da yoktu. Bilâkis, Medine'liler hububat satın alıp un ve ekmeklerini evlerinde yapıyorlardı. Dışardan hububat getirildiği zaman hiç kimse yolda karşılayıp toptan ona el koymaz, aksine herkes bizzat getiren tüccardan kendisi satın alırdı. Bunun için Hz. Peygamber;
“dışardan mal getiren rızıklanmıştır, karaborsacı ise lanetlenmiştir”, demişti.
O zaman Medine'de kumaş dokuyan da yoktu. Onlara Şam, Yemen ve diğer yerlerden elbise gelir, onlar da satın alıp giyerlerdi.[101] Bu ifadeler el-Cevzî'ye aittir. İbn Teymiyye'nin de buna benzer ifadeleri vardır ve ona göre böyle bir zamanda narh koymaya ihtiyaç yoktur. Bunlar bize bir mala narh konulurken harcanan emeğin göz önünde bulundurulması gereğini gösterdiği gibi ayrıca gündelikle ve ücretle çalışan insanların ücretlerine narh konulabileceğini de gösterirler; Meselâ siz buğday alıp un yaptırıyorsunuz veya un alıp ekmek yaptırıyorsunuz, ve-yahutta yün, pamuk gibi şeyler alıp kumaş dokutturuyorsunuz, kumaş alıp elbise diktiriyorsunuz. Bunlar için ödenecek ücretler belirlenebilir. Yahut da doğrudan doğruya dışardan ekmek veya elbise alıyorsunuz, bunların fiatları da belirlenebilir. Burada fırıncı ve terzinin un ve kumaşı kaça aldıklarını bilmek ve harcadıkları emeği de değerlendirmek gerekecektir. İşte İbni Teymiyye ve el-Cevzî Hz. Peygamber (s) devrinde böylesine bir emeğin bulunmayışı yüzünden narh konulmadığını iddia etmektedirler.
İbni Teymiyye ve el Cevzî, imam Ebû Kanife (ö. 150 H/762 M) nin bir içtihadından hareket ederek emeğin karşılığı ücretlere narh konulabileceğini daha açık bir dille belirtirler. İmam Ebû Hanife'nin bu içtihadı çeşitli fıkıh kitaplarında yer almış bulunmaktadır ve diğer Hanefî imamları da onun bu içtihadını benimsenmişlerdir.
İmam Ebû Hanîfe'ye göre; ücret karşılığında akar ve diğer malları bölen kimseler (-kasîmûn) halk kendilerine muhtaç olduğu halde birlik olup çok fazla fiat isterlerse buna engel olunur. [102] Tarla, arsa ve çeşitli emlâki, miras veya ortaklığın son bulması gibi sebepler yüzünden bölme ve taksim etme ihtiyacı belirir. Halk veya mahkeme bu işten anlıyan kimseleri yâni ehl-i vukufu yeni tabiriyle bilirkişileri bu işlerde çalıştırırlar. Eğer bu taksim ediciler kendi aralarında anlaşıp halktan kendilerine verilen işler için yüksek bir ücret isterlerse İmam Ebû Hanîfe'ye göre buna engel olunur. İşte adı geçen iki müellif, kanaatlarının delili olarak bu içtihadı ileriye sürerler.
İbni Teymiyye ve el-Cevzî'ye göre halkın ihtiyaç duyduğu inşaatçılık, dokumacılık, ziraatçılık işlerinden ve ihtiyaç duyulan diğer işlerden anlıyan sanatkâr kişileri, devlet başkanı bu işlerde çalışmaya mecbur edebilir ve kendilerine de emsal bir ücret tayin eder. İş veren bu tayin edilenden daha az bir ücret veremiyeceği gibi san'atkâr da bundan daha fazla bir ücret isteyemez. [103] El-Cevzî, halkın maslahat ve menfaati ancak bununla tamamlanır, dedikten sonra “bundan dolayı Hanbelî ve Şâfiîler halkın ihtiyaç duyduğu sanatların öğrenilmesinin farz-i kifâye olduğu görüşündedirler” diyor. Aslında bütün mezheplerce de bu böyledir.
İbni Teymiyye, harp silahları yapan ve gene harp ve diğer maksatlar için köprü yapanların da aynı işleme tâbi tutulabileceğini, kendilerine ihtiyaç olduğu müddetçe ne işverenlerin ve ne de bu sanatkârların kararlaştırılan ücrette bir eksiltme ve bir artırım yapamıyacaklarını kaydeder ve “İşte bu, amellere narh koymaktır” [104] der.
İmam Ebû Hanîfe'nin taksim ediciler hakkındaki içtihatlarında olduğu gibi burada da usta ve sanatkârların fiatları istedikleri şekilde artırabilmeleri ve direnebilmeleri için toplanıp birleşebilecekleri kadar az sayıda olmaları veya teşkilâtlı bulunmaları gerekir.
Eğer toplumun ihtiyaç duyduğu işlerde çalışabilecek k sayıda kimseler varsa bu durum da emek arzı ve talebi normal bir seyir içinde devam edecek ve tek taraflı bir ücret kabul ettirme durumu olmıyacaktır. Zaten gerek Ebû Hanîfe'nin ve gerekse adı geçen iki müellifin bütün endişeleri tek taraflı olarak ve zorla bir ücretin kabul ettirilmesidir. Tek taraflı bir fiat ve ücret kabul ettirmeği imam Ebû Hanîfe'nin içtihadına dayanarak uygun görmıyen el-Cevzî, aynı malı alanların ve aynı malı satanların bir fiatta birleşip kendi aralarında anlaşmalarını ve aynı mali alanların kendilerinden başkasına alma haklarım vermemelerini de uygun görmez.[105]
Bazı kolay işler vardır ki onları insanlardan herhangi biri yapabilir. Bu gibi işler özel bir maharet istemez ve yapacak insanlar da boldur. Birşey bol olursa ücreti de düşük olur. Hele o işin yapılmasını isteyenler o işte çalışmak isteyenlerden daha az olursa! Bazı işler özel bir maharet ister. Bunun için onu yapabilecek kişiler de az bulunur. Yapabilecek olanlar az, talep de çok olunca onun ücreti yüksek olur. [106] Ücretleri, normal şartlar altında emeğin arz ve talebi belirler. Eşya fiatlarına olduğu gibi buna da sun'î müdahaleler olabilir. İşçiyi işten çıkarma yasağının uygulanması ve ücretleri artırmak için gidilen grevler ve sendikal rekabetler sonucu işe girmiş olanların ücretleri gelire göre daha fazla artış gösterirken dışarda işe giremiyen ve bir iş bulamıyan çok sayıda insan bulunabilir. Böyle bir durumda emeğin arz ve talep mekanizması tabiî şartlan içinde çalışmaz ve iş verenler ücretlerin yüksek oluşu sebebiyle az sayıda işçi ile yetinebilirler. Bunun sonucu olarak işçi sınıfının bir kısmı mevcut iş ve çalışma imkânları üzerinde diğer kısım aleyhine hâkimiyet kurmuş olur.
Ücretlere narh konulması, emeğin karşılığı ücretin sınırlandırılması zamanımızda önemli bir olaydır. Gerek asgarî bir ücretin ve gerekse ücretlerin üst sınırının belirlenmesi hem iş verenler ve hem de işçiler için faydalı bir iştir. Böyle yapmak iş sahalarının genişlemesine ve para değerinin muhafazasına da yardımcı olur. Sendikal rekabetler ve tek taraflı direnmeler yüzünden bazı işçi kesimlerine aşırı ücretler ödenirken maliyetler yükselmekte ve para değerinde de düşüşler olmaktadır. Para değerinin düşmesi yeni istek ve direnmelere sebep olduğu gibi sendikal rekabetlerin ve dirençlerin dışında kalan işçi kesimi ve memur zümresi de daha büyük sıkıntılara düşmektedirler. Herkes para değerinin düşüşüne sebep olacak aşırı isteklerden kaçınmalıdır. Bu sebeplerden dolayı ücretlerin üst sınırının belirlenmesi gerekir. Ancak siyasî çıkarlar yüzünden hiç bir iktidar ve parti bu yola gidememektedir. Asgarî ücretler belirlenmediği ve iş verenlerin buna uymaları mutlak surette sağlanmadığı taktirde de işçi kesimi emeğinin karşılığım alamıyabilir. İşverenlerin, emekleri değerlendirememeleri halinde devletin işe müdahale ederek tarafsız bir şekilde emeği değerlendirmesi ve iş verenleri de buna mecbur etmesi uygun bir iş olur.[107]
Buraya kadar kısmen de olsa emek-sermaye ilişkisine yer yer temas ettim. Emek mes'elesini işlerken sermaye-emek ilişkisine ayrı bir başlık altında temas etmek faydalı olacaktır. Ancak, bu mevzuu fazla tetkik imkânım olmadı. Mevzuya şu âyetle giriş yapmak uygun olacaktır:
“Eğer Allah (bütün) kullarına (müsavat üzere) bol rızık verseydi yeryüzünde muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı. Fakat o ne miktar dilerse (rızkı o kadar) indirir.” [108]
Ünlü müfessir ve mütefekkir Fahruddin Râzi, bu âyeti tefsir ederken derki:
“Eğer Allah Teâlâ, bütün insanları rızık hususunda eşit yapsaydı, bir kısmı diğer kısmına hizmetçi (işçi) olmaya 5'anaşmaz ve bu sebepten de bütün dünya harap olup maslahatlar (genel menfaatlar) kaybolur giderdi.” [109]
Bu açıklama ile sermaye ve emek ilişkilerine değinilmekte ve ikisinin birbirine ihtiyacı olmadan yeryüzünde iş yapılamıyacağı belirtilmektedir. Şu kadar varki âyetin tercüme ve tefsirinde “eşit rızık” ifadesine yer verilmiş olmakla beraber, âyetin aslında böyle bir ifade yoktur. Fakat bol rızkın asgarî bîr eşitlik meydana getireceği muhakkaktır.
Elmalılı M. Hamdı Yazır (ö. 1342 H/1946 M) tek başına emeği veya yalnız serveti, üretim için yeterli görmez. Emeğin gayesinin sermaye üretmek olduğunu, bu sebeple sermayenin kıymeti olmasaydı emeğin de kıymetinin olamıyacağını belirtir ve sermayenin emeğe yol açtığını, üretimin, yalnız tüketim açısından düşünülemiyeceğini, üretim ve sermayenin yeniden emeğe imkân ve kolaylık hazırladığını, servete düşmanlığın, emekçilerin meşakkat ve mahrumiyet içinde kalmalarını istemek olacağını söyler ve sermaye hakkında şunları yazar:
“Diğer hata sermayeyi sebeb-i mutlak telâkki edip sa'yu ameli hükümsüz addetmektir. Bu hataya da bizzat çalışmak ihtiyacını hissetmiyen ve başkalarının sa'yu amelinden zahmetsiz istifade etmek istiyen çok sermaye yani para sahipleri düşerler. Bunlar nukuda mebdei evvel (ilk esas) nazariyle bakıp her kesbin (kazancın) onun eseri olduğuna hükmeyler ve sa'ysız (gayretsiz ve çalışmadan) yaşamak mümkün gibi zannederler. Bunun için erbabı sa'yı (emek sahiplerini) istihkar ederek ve sermayelerine fazla kıymet vererek sa'yleri emekleri tazyik ve sermayelerinin mukabilsiz menafimden istifade etmek daha doğrusu sermaye vasıtasiyle ehli sa'yın (emekçilerin) amellerini gasbeyle-yip kendileri amelsiz (çalışmadan) yaşamak isterler. Düşünmezler ki kasalardaki paralar, kendi kendine hiç kimsenin karnını doyurmaz, onun bir dilim ekmek getirmesi bir amel ile mümkündür. Düşünmezlerki bunlar, esasen sermaye değil sa'yu amelden çıkmış meksûbâttırlar (kazançlardır). Sa'yu ameli teshil ve teksire (kolaylaştırmaya ve çoğaltmaya) hadim olmaları itibariyle birer maya iseler de esasen sermaye değil neticei ameldirler. Bunların amelleri ta'kım ve tazyik etmesi (karşılıksız bırakması ve baskı altında tutması) bindikleri dalı kesmek, istinadettikleri temeli yıkmaktır. Gerçi asıl sermaye yok değildir. Fakat o, olsa olsa arz ve mevahibi hilkattir. Bunun için sermaye erbabının, kendi amelleri olmadan yaşamak sevdasında bulunmaları ve erbabı sa'yu ameli tazyik etmeleri de büyük bir hatadır.[110]
İbni Haldun (ö. 1334-1406 M) serveti, emeğin kıymeti olarak görmektedir. [111] Bu, İbni Haldun'un tek başına emeği yeterli gördüğü anlamına gelmez. O tamamiyle İslâm'ın mülkiyet anlayışına bağlıdır ve kitabında şahsî sermayelerin korunması için devletin onlarla rekabete girişmemesini savunur.
Üretilen mal tek başına amelin yani emeğin kıymeti olmaz. Çünki üretim için a) tabiat, ham maddeler, b) sermaye, c) emek olmak üzere üç unsura ihtiyaç vardır. Üretilen malın değeri, bu üçünün toplam değerine eşit bir değer taşır. Bunlardan başka piyasanın mala verdiği bir kıymet vardır. Piyasa her türlü olumsuz etkilerden uzak tutulsa bile malın yer ve zamana göre kazandığı yahut kaybettiği değerler de vardır.
Sermaye ile emek, birbirinin iki ayrılmaz dostudurlar. Bu dostluğun bozulması toplum huzurunun ortadan kalkmasına yol açar. Dostluk ise tek taraflı oluşturulan bir şey değildir ve bu konuda her iki tarafa da düşen görevler ve fedakârlıklar vardır. Şu kadar varki servet ve sermaye sahiplerine düşen görevler daha fazladır ve toplum huzuru öncelikle onların, vazifelerini yerine getirmelerine bağlıdır. Çünki onlar hem iş verdikleri insanlarla âdil ilişkiler içinde olacaklar ve hem de toplumun hiç çalışamıyan fakir insanlarına el uzatacaklar. Bunlar yapılmadığı zaman servet; sahibi için tehlike getiren bir meta olur ki onları Allah Kur' an'da şöyle uyarır: “Allah yolunda mallarınızı "harcayın, kendinizi tehlikeye atmayın, iyilik edin. Allah muhakkak iyilik edenleri sever. [112]
Ben bu kısa araştırmamla, İslâm'da emek mes'elesini aydınlatmaya ve emeğin değerlendirilmesi mevzuunda bir takım temel kaide ve esaslar tesbit etmeye çalıştım. İslâm'da emeğe âdil bir karşılık vermek önem taşıdığı gibi, sermayenin de kâr temin etmesi ve bu kârın da âdil olması aynı derecede önem taşır. İslâm'da her ikisi için yeterli kaide ve kanunlar vardır. Ahlâki esaslar ise fazlasıyla mevcuttur. Bütün bunlar sermaye-emek ilişkilerini âdil ölçüler içersinde düzenlemeye ve ortaya çıkan müşkilleri halletmeye yeter mahiyettedirler. Elbetteki, araştırmalar daha da derinleştirilebilir. Araştırmadaki eksiklik, mevzuatın da eksik olduğunu göstermez.
Mevzunun diğer araştırmacıların çalışmalarıyla daha da vuzuha kavuşacağım ümid ve hattâ tebliğimi tamamlamalarını temenni ediyorum.
“Hakikati ve doğruyu en iyi Allah (c.c.) bilir.” [113]
Dr. Yeniçeri tebliğinin 274. sayfasında şöyle diyor:
“İşveren'in aynı işi gören ve aynı miktar faydayı sağlayan iki işçisine, bakmakla mükellef oldukları kimseleri hesaba katarak ücret ödemesi vazifesi değildir. Bunu düzenlemek devletin görevidir. Sosyal refah sağlamak devletin vazifesidir.”
Müellifin bu düşüncesine göre, günümüzün sanayileşmiş sosyal refah devletleri, İslâm'ın bu görüşünü uyguluyor demektir. Dolayısıyla, ekonominin gelişmesiyle devlet kavramınında yüceîip sosyalleşmesi İslâm' da esastır. Ben böyle anlıyorum. Ancak, bugünkü İslâm ülkelerinde, uygulama tam tersi bir görüntü arzetmektedir. Acaba sebep, kavramın anlaşılamamasından mı, yoksa ekonomileri daha bu anlayışı gerektirecek gelişme seviyesine ulaşmamasından mıdır?
275. Sayfada “Zekât fonları, sosyal refahın dağılımında kullanılmaktadır.” deniliyor. Böylece, İşsizlik Sigortası aciz ve muhtaçların bakımı için devlete yüklenen önemli bir harcamanın kaynağı olarak belirtilmiş oluyor. Demekki, işsizlik sigortası için zekât fonlarında belli bir kaynak vardır, zekâttan alınabilir. Batılı ülkeler bunu başka türlü halletmişlerdir. Onlarda zekât olmadığı için, işsizlik sigortasını kurmuşlar ve kaynağı işçinin kendisinden sağlamışlardır. Bu da tebliğde tartışmalı bir konudur.
Yine tebliğde “Kur'an-ı Kerim'de rızkın eşit dağıtılmadığına dair açık işaret vardır.” demliyor. Herhalde, bunun da devlet tarafından adil şekilde düzenlenmesi söz konusudur.
Sayfa 285'de:
“İhtiyaçlara göre ücret belirlenmesi” diye bir ifade var ki, bu bence çok sakıncalıda' ve esasen tartışmalıdır. İslâmî olup olmadığı tam tesbit edilmelidir kanaatindeyim. Zira, doktriner ve ideolojik bir mahiyet kazanıyor. “Ücret ihtiyaca göre belirlenir” derken biraz dikkatli olmak lâzımdır. Çünkü ihtiyaçların sınırını çizmek zordur ve herkesin ihtiyacı kendine göre değişir.
286. Sayfada: “Maaş ve ücretlerin fiat hareketlerine ve geçim şartlarına göre ayarlanması fikri İslâm'da belli olmakla beraber, bu usul bugün uygulanmamaktadır.” Prensip olarak uygulanması, hayat standardının yükseltilmesi gerekir deniliyor. Acaba uygulanmamasının sebebi, İslâm'daki bir yorum eksikliğimidir, yoksa bir müeyyide eksikliğimidir? Aklıma bu soru geliyor.
Bir diğer konu da, Narh konusudur. “İslâmiyette narh vardır, narh konulabilir” diye hareket edilmesi ve yorum getirilmesi ve hemen de kabul edilmesi bence biraz işi aceleye getirmektir.
Narh konusu, piyasa arz-talep sisteminin çalışmasında aksama olursa ele alınabilir. Ancak, onun uygulaması da piyasada oluşan dengeyi bozabilir ve istenenin tam aksine karaborsa ortaya çıkabilir. Bu bakımdan, konu, modern ekonominin şartlarına göre düşünülmelidir. Çünkü, narh bozulan arz-talep dengesinimi düzeltecektir yoksa karaborsa fiatlarmı ortaya çıkaracaktır? Bu yaşanmış bir olaydır. Burada narh ile asgarî ücret kartel kavramları biraz karıştırılıyor gibi geliyor. Çünkü asgarî ücrette narh diye birşey yoktur. Ücretle piyasadaki mal fiatlarının teşekkülü birbirine karıştırılmamalıdır kanaatindeyim. [114]
1- (Sh: 270) Şevkanî: Şafiî âlimlerinden değildir. Kendisi önce Zeydiyye mezhebinde iken sonra Selefiyye mezhebine meyletmiştir.
2- (Sh: 276) Tebliğdeki: “Çünkü, hususi nass (âyet, hadis) bulunmadığı zaman, İslâm'da sığınılan en mühim kaidelerden biri, adalettir.” cümlesindeki “adalet” kelimesi yerine (mesalihe riayet) denilmiş olsaydı, daha uygun ve ilmî bir ifade olurdu, kanaatindeyim.
3- (Sh: 285) İmam-ı Şafiî'nin, görevlilerin yaşadıkları bölgelerdeki fiatların durumuna göre maaşlarının ayarlanması gerektiği, hakkındaki görüşünün zikredilmesi -günümüz mes'eleleri açısından- özellikle mühimdir. Günümüzde; “eş'el-mobil sistemi” veya “Enflâsyonun üstünde ücret” v.b. tabirlerle ifade edilmeye çalışılan tedbirlerin bundan on iki, on üç asır önce, İmam Şafiî tarafından keşfedilmiş olması, önemli ve işlenmesi gerekli bir olaydır.
4- (Sh: 295) Zuhruf Sûresi'nin 32. âyetinin tercemesindeki: “... Bir kısmı, bir kısmını iş adamı edinsin,” şeklindeki ifade de “iş adamı” tabiri yerine, “işçi” denmeliydi. Çünkü örfümüzde “iş adamı” tabiri “müteşebbis, patron” anlamına kullanılmaktadır. [115]
s. 274, p, 4: İslâm hukukunda ailenin geçimi prensip olarak babaya yüklendiğine göre, emeği sadece fayda ilkesine dayanarak ücretlendirmek doğru olur mu?
s. 275, p. 2: Emeği mal gibi telâkki etmeyen İslâm alimleri de bulunduğundan insanla kaim olan emeği mal gibi kabul ederek, onu malın tabi olduğu arz ve talep kanunlarına uygulamak suretiyle ücretlendirmek tartışılabilir. (Bkz. Muhammed Abdullah el-Arabi İslâm Mecmuası, 3/36, 9 Eylül 1960). Ayrıca zekattan fakire yapılan yardım, emek istismarını önler diye düşünsek ve emeği arz - talep kanunlarına tabi tutmasak daha doğru olmaz mı?
s. 285, p. 3: Ferde yetecek kadar maaşın tesbitinde ihtiyaç maddelerinin nazarı itibara alınması konusunda, malların çeşitleri ve kaliteleri de dikkate alınmalıdır.
s. 287, p. 1: “Halife Hz. Ömer, hazineden halkın tümüne maaş bağlarken...” ifadesinden fert fert herkesin maaşlı olduğu anlaşılıyor. Acaba zenginler de maaş alıyor muydu?
s.292 p. 2: İslâm hukukunda devletin vergi indirimi ve vergiden muafiyet diye bir şey olmasa gerek. Çocukların ve ailenin bakımı baba üzerine olup devlet bütçeden fakirlik yardımı yapar.
s. 295, p. 2: İş adamı tabiri türkçemizde daha çok müteşebbis anlamına gelmez mi?
s. 296, p. 5: İnsanlar farklı vasıf ve kabiliyette olduklarına göre, emeğe narh koyma işi, tek tip ücret ne derece isabetli olur. Narh asıl değildir; bazı zaruri sebeplerin ortaya koyduğu arızi bir olaydır. O sebeple narhı zaruretler Ölçüsünde başvurulan bir çâre olarak düşünsek daha doğru olmaz mı? [116]
Giriş kısmında, emek ve emeğin karşılığı, âyetlere dayalı olarak genel mânada ele alınmış, konu ücretin tâyini ve ödenmesi ile devam etmektedir. Sermaye emek ilişkisi ile son bulur. Tebliğ sahibinin işçinin hak ve vazifeleri konusunu isabetli ve güzel bir şekilde İşlediğini ifade etmeliyiz.
S. 274 ve devamında ücretin takdiri bahsi incelenirken, “Ücretlerin takdirinde faydadan başka bir şeyi esas kabul etmek caiz değildir.” deniliyor. Bu vesile ile ihtiyacın ücrette esas olamayacağı fikrini savunuyor. Hatta kifayet miktarına göre ücret Ödenmesinin adalet ilkesine aykırı olduğu vurgulanıyor.
îslâm icare hukukunda ücret sözkonusu olan yerde istihkak esastır. Yâni bir kimse çalışmadan bir ücrete hak kazanamaz. Aldığı ücreti hak etmeli. Yani bütün gücü ile gayret gösterip çalışmalıdır. Kişinin hak ettiği ücret ise, normal şartlarda geçinebileceği kadar olmalıdır. Ücreti asgarî ve âzami diye ikiye ayırmanın îslâmî sosyal adalet ilkesine uygun düşmeyeceği kanaatini belirtmek gerekir. Şayet böyle bir ayırım yapılırsa ücretin azamîsini nasıl tesbit edeceğiz. Örnek olarak; bugün bir inşaat işçisinin aylık ücreti 50O00 Tl. olarak farz edilsin. Buna asgarî ücret dersek, Cumhur başkanı'nm veya büyük bir işletmecinin alacağı ücret veya maaş ne kadar olacaktır? Cumhurbaşkanı veya işletmeci bir işçiye göre, topluma kat kat fazla fayda sağladığım dikkate alırsak, bütçenin büyük bir bölümünü bunlara ücret olarak vermek gerekir. Fakat, bunu hiçbir toplumda uygulamak mümkün değildir. O halde ücretin azamîsi ve asgarisi gibi ayırım yerine kifayet miktarım esas almak daha isabetli olur. Nitekim Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin devlet bütçesinden aldıkları maaş da kifayet miktarı olup, dört halife devrinin meşhur kadısı Kadı Şurayh'a ayni düşünce ile gençliğinde 100 dirhem, nüfus ve yükümlü bulunduğu ayali çoğaldıkça 500 dirhem maaş bağlanmıştır.
Bu örnekler, ücretlerin tesbitinde, faydanın değil, ihtiyacın esas olduğuna delil teşkil etmektedir.
Fayda esası yerine, Allah rızası esas alınırsa, kişiye yetecek kadar rızık imkânının tanınması ile işlerin daha mükemmel yürümesi sağlanmış olur. Fayda esas alınırsa bunda menfaatçıhk hakim olur. İslâm ise menfaatçılığı reddeder. Çalışmanın ibadet olduğunu kabul eden İslâm'a göre, fertler niyetlerinin güzelliği ölçüsünde sevap alacaklarını bilerek çalışmalıdırlar.
Kapitalizm ile İslâm'ın uyuşamayacağı önemli noktalardan biri de bu husustur. Müslüman, kapitalist gibi düşünmemeli, ve yaşamamalıdır. Müslüman ilk müslümanlarda olduğu gibi, sosyal adalet ilkelerine sadık kalarak yaşamalı ve Örnek olmalıdır. Ücret tesbiti söz-konusu olurken, işe göre ölçme, yani adalet prensibi yerine sosyal adalet esası hakim kılınmalıdır. Zira bu mesele hukuki bir mesele olmaktan çok sosyal bir meseledir. Sosyal meselelerde sosyal adaletten söz edilmelidir. Kazaî meselelerde ise mutlaka, adalet icra edilmeli. Örnek; tâyin edilmiş kifayet miktarı ücret, eğer işveren tarafından engelleniyorsa, o takdirde adalet ilkesine bakılarak, mahkemeler devreye girmelidir. Fakat, herkesin normal bir şekilde yaşama noktasında ücret alması ise sosyal adalettir.
Ayrıca bu konu ile ilgili olarak, tebliğci tarafından, işverenin, işçinin bakmakla yükümlü bulunduğu ayalinin geçimini sağlayacak ücret vermekle mükellef bulunmadığına işaret ediliyor. Buna, malda zekâttan başka haklar bulunmadığı hususu delil olarak ileri sürülüyor. Oysa malda zekâttan başka haklar bulunduğu konusunda görüşler de vardır. Tebliğ sahibi bu görüşlere hiç itibar etmeden kesin bir hüküm vermiştir. Ebû Zer ekolünü buna bir örnek olarak zikr edebiliriz.
Ücretin fayda esasına göre tesbiti ile ilgili olarak şu hususu da açıklamamız gerekir. Süt emzirmede bazen süt çocuğa bir fayda sağlamayabilir. Süt anne bu durumda ücrete hak kazanmayacak mı? Eğer işe göre ücret esas alınırsa, bir daire müdürünün bir fabrika sahibi kadar, bir hükümet ve devlet başkanının memlketin yarısı kadar ücret alması normal kabul edilmelidir.
S. 275'de iş yapamayacak durumdaki kişilere devlet, zekâttan ve sosyal fonlardan yardım edeceğine işaret edilmektedir. Konu İslâm'a göre, işçinin ne kadar ücret alması gerektiği olduğuna göre, biz burada asgarî ücretle normal ücreti tesbit etmek zorundayız. Çalışan kimse neden yardıma muhtaç olsun?
S. 277'de adalet ihsan karşılaştırmasında ihsan yerine sosyal adalet konulsa iktisadî bir mesele olması hasebiyle daha isabetli hareket edilmiş olur. İhsan daha çok kulluğu gerektiren işler için kullanılan bir tâbir olup, bir iç huzuru, bir manevî halettir. Meşhur hadisin zahiri de bunu gösteriyor.
S. 277'de çok yük taşıdığı gerekçesi ile işveren savunuluyor, intibaı uyanmaktadır. Hatta Zuhruf Sûresi 32. âyetinin son cümlesi “bir kısmınız bir kısmınızı işadamı edinsin.” tarzında tercüme edilmiştir. Oysa âyette işadamı manası yoktur. “Bir kısmınız bir kısmınızı emir altına alsın..”
ifadesi vardır. Bu sadece işçi işveren meselesi değil ki, cümleyi bu şekilde tercüme edelim. Âmir-memur meselesini, hoca-talebe münasebetini, ana-baba oğul evlat münasebetini de bu çerçevede mütalâa etmek gerekir. Bunu sadece işveren olarak tercüme edince, âyetteki engin mâna şartlandırılmış ve sınırlandırılmış olur. Eğer bir mukayese yapmak gerekirse, o takdirde memleketin üst düzeydeki ağır sorumluluklar yüklenen yetkililerin de hesaba katmak gerekir. Zira bunların yükü bir işvereninkinden çok daha ağırdır.
S. 278'de hemen hemen bütün tebliğcilerin temas ettikleri hadis-i şerif ele alınıp, işçinin ve memurun sosyal seviyesi tâyin edilmeye çalışılıyor. Bu da asgarî ücrete tekabül eder. Bu hadiste rızıktaki eşitlik kabul edilmeyip yeme-içmede, giyim-kuşamda eşitlik manasındadır. Buna hadis-i şerîf ölçü olarak gösteriliyor,
“yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin.” Ancak, burada bir noktayı açıklamak, yahut hatırlatmak gerekir O da şudur:
Hadis-i şerîf işçinin ücreti konusunda olmayıp, köleler için buyurulmuştur. İşçi ve memurlar bu köleleri edinen kimselerdi. Bu ikisini ayni mütalâa etmek isabetli bir mütalâa olmasa gerektir. İslâm'ın ilk devirlerinde, var olan kölelere karşı, müslümanlarm iyi ve âdil davranmaları için bir tenbih niteliğini taşıyan bu hadisi isçiler için mekîsünaleyh almamız şu noktadan da mahzurludur: Köleler belli bir mesaîye göre belli bir işi yapmakla sorumlu sözleşmeli kişiler değillerdi. Onların, işçiler ve memurlar hilâfına, hiçbir hürriyetleri yoktur. Çalışsalar bile çalıştıkları efendilerine aitti. Binaenaleyh, burada köleler yerine, zarurî ihtiyaçları asgarî ücret tesbitinde esas alabilmeliyiz.
Hem İslâm'a göre ücretin asgarîsi, yahut âzamisi diye bir şey olmaması gerekir. İslâm'da normal bir ücret vardır. Bu da hak edilen ücrettir. Kifayet miktarı ücret. Asgarî ve azamî ücret, maddeci anlayışın ortaya koyduğu bir ölçü olabilir.
S. 280'de ücretin nasıl tâyin edileceği meselesine temas edilerek şöyle devam ediliyor: Bu ölçüyü verirken tebliğci zekât memurlarına verilecek ücrete kıyasta bulunuyor, fakat mahzurunu da belirtiyor. Ancak” bu noktada, Kafizuttahhan hadisi karşımızı çıkmaktadır. Yani bir kimse kendi ürettiği maldan ücret alamaz. Bu konuda şöyle denilebilir: Ganimet mallarının taksimi, gelirlerin taksiminde, ücret ve maaşların tâyininde ölçü olmalıdır.
S. 282'de belirtilen, Resûlullah'ın, mevsimlik memurlara ödediği ücret ne kadardı? Birkaç örnek verilse-isabetli olurdu.
S. 282'de yapılan işe göre, belli bir nisbette ücret verilmesi önerisi, yukarıda geçen Kafizuttahhan hadisine aykırı düşmez mi?
Yine s. 284'de Halife Ömer b. Abdülaziz'in, kendisine bir işçi ücretine denk gelecek kadar ücret tayin edilmesini istemesi de eşit işe eşit ücret ilkesini yıkmaktadır. Yukarıdaki tesbit önemli olup tebliğciyi bundan dolayı tebrik ederim. Ancak, burada bir işçi ücretinin 4 dirhem olduğu ifade ediliyor. Devamında ise buna denk bir maaş dört akçe olarak Hz. Ömer'e verildi ifade ediliyor. Bu nokta açıklanmaya muhtaç. 4 akçe mi, 4 dirhem mi?
S. 285'de, hakimlere, askerlere yetecek kadar maaş verilmesi ile ilgili olarak zikr edilen görüşler önemli. Bunlara, İmam Serahsî'nin şu tesbiti de ilâve edilebilir. “Bir ordunun başkumandanının ganimetlerden alacağı hisse, ordu mensubu erlerden herhangi birinin alacağı kadardır” (bkz. Serahsî, el-Mebsût, 111/19).
S. 278'de maaş ve ücretlerin israf ölçüsüne varmaması gerektiğine işaret edilmiş ve buna Hz. Ömer'den örnekler de verilmiştir. Ancak, bu bahiste bir zühul eseri olarak “Azerbeycan” yerine “Azrebîcan” ifadesi yer almıştır, Gözden kaçan bu hususun da düzeltilmesini diliyor, muhterem kardeşime, diğer çalışmalarında olduğu gibi, bundan sonraki çalışmalarında da başarılar dilerim.[117]
Yönelttikleri tenkitlerle sunduğum tebliğin olgunlaşmasına yardımcı olmaya çalışan değerli ilim ehline Öncelikle teşekkür ederek bazı tenkitlere karşı itirazı cevaplarımı burada serdetmek istiyorum.
Hz. Peygamber (s.a) devrinde köleler, efendilerinin hemen her çeşit işlerini görmekteydiler. Resûlullah bu kölelerin, yeme ve giyim sahasında efendileriyle eşit bir seviyeye ulaştırılmalarını onların sahiplerinden istemiş bulunuyordu. Bundan hareketle hür işçiler için, en azından aynı şeyin istenmiş olacağına hükmetmenin hatalı bir tarafı olmamalıdır. En çok münâkaşaya yol açan diğer bir husus da Hz. Peygamberin;
“Bizim bir işimizde (devlet işinde) çalışan kimsenin hanımı yoksa evlensin, evi yoksa kendisine bir ev edinsin, bineği olmıyan da binek edinsin...” anlamındaki hadîsleridir.
Burada sayılanlar dikkat edilirse aslî ihtiyaçlardır ve bunların temini bir memur veya bir işçi için fazla bir şey olarak görülmemelidir. Kaldıki günümüzde pek çok ülke, işçi ve memuruna bu seviyede bir hayat bahşetmiş bulunmaktadır. Bu hadiste ise, “yeme ve giyimde” eşitlikten bahseden hadîsin aksine, her hangi bir eşitlikten bahsedilmez. Burada önemli olan bu gibi aslî ihtiyaçların teminidir, eşitlik söz konusu değildir.
Ben tebliğimde, maaş ve ücret miktarlarının tesbit ve tayininde ölçü olabilecek bir değil bir çok kaide ortaya çıkarmaya çalıştım. Bu arada, mutlaka gözönünde bulundurulması gereken kaidelerden bahsettim. Maaş ve ücret miktarlarının tesbit ve kararlaştırılmasında; zamana, şartlara, bölgelere, memleketin kalkınmışlık seviyesine ve işin çeşidine göre bu kaidelerin yalnız birinden veya bir kaçından faydalanılabilir. Oysa bir kısım müzakereciler, tek bir kaideye karşı tenkitlerini yöneltirlerken, ortaya çıkardığım diğer kaideleri hiç gözönüne almamışlardır. “İhtiyaçlara-göre ücret belirlenmesi” esası, ihtiyaçların sınırsız olacağı gerekçesiyle tenkit edilmiştir. Oysa bizim bu husustaki kaidemizde “aslî ihtiyaçlar” ifâdesi yer almaktadır. Her halde bu gözden kaçmış olmalıdır. Diğer taraftan pek çok İslâm hukukçusu; geçici vazifeli olsun, daimî vazifeli olsun zekât memurlarına; “kifayet miktarı” ücret veya maaş verilmesi gerektiğini savunurlar. Kifayet yâni yeter miktarın da aslî ihtiyaçlara göre belirleneceği muhakkaktır.
Tenkitler yapılırken, tebliğimin bir bütün olarak değerlendirilmediğini zannediyorum. Meselâ ben; “ücretin takdirinde, işçiden sağlanacak faydanın en önemli bir unsur olduğunu” söylüyorum ve fakat emeğin doğurduğu “fayda”'nın da kesin ölçülerle kıymetlendirile miyeceğini açıkça belirtiyorum. Bunlar nazarı itibare alınmadan M. Fehr Şakfa'nın fayda hususundaki naklettiğim görüşleri esas alınarak tenkitler yapılmıştır. İşçiye ödenecek ücrette, ondan sağlanacak faydanın büyük bir etkisi olduğu muhakkaktır. Hangi işveren işçisine, ondan sağladığı fayda kadar veya o faydadan daha çok ücret öder? Bir kimse işçi çalıştıracağı zaman, onun yüzünden ne kadar kâr edeceğini ve ne kadar daha fazla gelir temin edeceğini düşünür ve bunun hesabını yapar. Bir müzakereci kardeşim benim “ihtiyacı esas aldığımı tenkit ederken bir diğeri de bunu hiç hesaba katmadığımdan söz etmektedir. “Kifayet ücret ödenmesinin adalete aykırı olduğunu” söylüyorum. Çünki bu durumda aynı işi yapan iki ayrı kişiye, ihtiyaçları ve bakmakla mükellef bulundukları kimseler gözönünde bulundurularak farklı ücret ödenmesi yoluna gidilecektir. Bunun adalete uyan bir tarafı yoktur. Ben burada esasen, adaletin yetmediğini, İslâm'daki başka bir kaidenin “ihsan” kaidesinin harekete geçirilmesi gerektiğini anlatmak istiyorum. Yoksa kifayet miktarı ücret ödenmesine karşı olmam söz konusu değildir. “İhsan” terimini ise yalnız Cibril hadîsinde geçtiği mânada anlamak doğru değildir. Bu kelime oradaki mânasından başka; her türlü iyiliği, üstün hayrı ve bu arada malî mükellefiyetleri de ifâde etmektedir. Meselâ [118]. âyetlerde bu terimin malî mükellefiyeti ifâde ettiği açıkça görülür.
A'zamî ve asgarî ücretlere yapılan itirazlara ve bunların tek tip ücrete yol açacağı endişelerine gelince, evvelâ şunu söylemeliyim ki; ilk defa Ebû Hanîfe tarafından akar bölen kimseler: (kâsimûn) için, aşırı istekte bulunmaları halinde, ücretlerinin tahdid edileceği içtihadına varılmış ve daha sonra, bundan hareketle İbn Teymiyye ve îbn el-Kayyim el-Cevzî, bu narh koyma işini diğer iş kollarına da sirayet ettirmişlerdir ve bu şekilde ücretlerin tavan ve tabanlarının belirlenmesi yoluna ancak fevkalâde durumlarda yâni narhı gerektirecek hallerde başvurulması istenilmiştir. Yapılan itirazlar ise a'zamî ve asgarî ücret fikrinin bana âit olduğu intibaını vermektedir. Bizim buradaki mevzuumuz doğrudan narh olmadığından biz tebliğimizde bu meseleye girmedik. Şu kadarını söyliyeyim ki İslâm'da pek çok hukukçu olağanüstü durumlarda eşya fiatlarına narh konulabileceği kanaatındadırlar.[119] Diğer yandan azamî ve asgarî diye tavan ve taban belirlemesinin yanlız tek tip bir ücrete yol açması da mümkün değildir ve bu iki sınır arasında ve bilhassa mesâfe geniş tutulduğunda değişik miktarda ücretler ortaya çıkacaktır.
“İşe göre ücret kaidesi”, kanaatımca yanlış değerlendirilmiş ve bir kısım fakıhlerin, zekât işlerinde çalıştırılan kimseler için buna göre ücret ödeneceği hususundaki görüşleri hiç kale alınmamıştır. Bu kaideye göre, belli bir işe belli bir ücret konulur ve istihdam edilen şahıs bu işi yapınca kararlaştırılan ücrete hak kazanır. Biz buradan hareketle fabrika ve diğer iş yerlerinde parça başına belli bir ücret ödenebileceği kanaatına varmış bulunuyoruz. Diğer yandan bu kaidenin sorumlulukla da karıştırılmaması gerekir. Mes'ûliyet şüphesizki vüs'atı derecesinde ücrette bir fazlalığa yani ilâve bir ücrete yol açmalıdır. Aksi halde hiç kimse mes'ûliyet yüklenmek istemez. Fakat bunu hiç bir zaman, sorumlu olan kişinin, sorumluluk bölge veya iş yerinin tüm gelirine hak kazanacağı şeklinde anlamamalıyız. Eğer bu mantıktan hareket etseydik meselâ reisi cumhura memleket gelirinin tümünü verirdik.
Müslümanın malında, zekâtın dışında başka bir takım hakların daha olduğunu biliyoruz. Bunlar normal iktisadî şartlarda farz derecesine çıkmıyan ve devletin tahsil hakkı bulunmıyan ve edası müslümanın ihtiyarına terkedilmiş bulunan haklardır. Kıtlık ve memleketi saran diğer felâketler gibi fevkalâde hallerde ise, kişinin ihtiyarına terkedilmiş bulunan bu haklar farz derecesine yükselirler. Bu durumda vergi nisbetleri yükseltilir ve hatta durumun vahametine göre tüm mallara da el konulabilir. Diğer yandan memleketin bir kesiminde kıtlık varsa bu bölgede Hz. Ömer (R)'in yaptığı gibi tamamiyle zekât vergi tahsilatı durdurulup teyhir edilebilir.[120].Bütün bunlar fevkalâde şartlar için geçerlidir. Biz ise meseleyi normal iktisadî şartların kanunlarına göre aldık. Eğer İslâm'ın, fevkalâde hallerde devreye sokmak için koyduğu geçici kanunlarını normal devreler için de uygulamaya kalkışırsak o zaman bu dinin düzenini bozmuş oluruz. Ebû Zerr (R)'in görüşü ise zamanının hükümeti, ve ondan sonra da hiç bir İslâm devleti ve hiç bir fakih tarafından uygulanmamış ve tasvib görmemiştir.[121]
Yöneltilen tenkitlerden biri de Hz. Ömer devrinden itibaren bütün herkese maaş bağlandığını, ifâde etmemîzdir. Evet gerçekten de mezkûr halife devrinden başlamak üzere fakir-zengin herkese, kadınlara ve hatta bebeklere bile maaş bağlanmıştır. Şu kadar varki bu tebliğimiz emek karşılığı olmıyan bu maaşların müzâkere yeri değildir. [122] Zuhrûf sûresi 32. âyette geçen: “suhriyy” kelimesi Hasan Basri Çantay tarafından iş adamı” olarak tercüme edilmiştir. Bu türlü tercümeye yapılan tenkitlerin yerinde olduğu kanaatma vardığımı teşekkür ederek belirtir ve bu âyet içerisinde bu terime “işçi, müstahdem” veya bunlara benzer bir mâna verilmesinin daha uygun olacağını düşünüyorum. Şevkânî'nin mensup olduğu mezhep hususunda aydınlatılmış olmaktan da son derece bahtiyarım. Beni en çok tenkit edenlerin beni en çok doğru yolda görmek istiyenler oldukları inancıyla burada tenkitlere cevaplarımı bitiriyorum. [123]
1- Kur'an-ı Kerîm.
2- Cessas, el-Râzî Ebû Bekr Ahmed b. Âli (305-370 H), Ahkâm. el-Kür'an, C. 1-3, İstanbul 1355 H.
3- Fahru'd-Dîn Râzî, Ebû Abdillah Muhammed b. Umer b. el-Hasan (544-606 H/1150-1210 M), Mefâ-tîh el-Gayb (Tefsîr-i Kebîr), C. 1-8, Mısır 1308 H; Ayrıca Mısır 1278 H. baskısı.
4- Kurtubî, Ebû 'Abdillah Muhammed b. Ahmed el-En-
sârî (ö. 671 H/1273 M), el-Câmi' li-Ahkâm eİ-Kur'-an, C. 1-20, Mısır 1935/1950 M.
5- Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır (ö. 1342 H/1946
M), Hak Dîni Kur'an Dili, C. 1-9, İstanbul 1960 (ikinci baskı).
6 - Hasan Basri Çantay (ö.1384 H/1965 M), Kur'an-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm, C. 1-3, İstanbul 1965.
7- Buharı, Ebû 'AbdiIIah Muhammed b. İsma'îî (194-256 H), Sahîh, C. 1-8, İstanbul 1315 H.
8- Müslim b, el-Haccâc el-Kuşeyrî (ö. 261 H/874 M), Sahîh, C. 1-5, Kahire 1956.
9- Ahmed b. Hanbel (164-241 H), el-Müsned (Neşr.
Ahmed Muhammed Şâkir), C. 1-12, Mısır 1368-1372 H/1949-1B53 M; Ayrıca C. 1-6, Mısır 1313 H. (Vensik bu baskıyı kullanmıştır).
10- Nesâî, Ebû 'Abd el-Rahmân Ahmed b. Şuâyb (214- 303 H), Sünen, (Suyûtî ve Sindi şerhli), C. 1-8, Mısır, Matbaatu'l-Mısrıyye.
11- Ebû Dâvud, (ö. 275 H/888 M), Sünen (İbnü'î-Arabî şerhli), C. 1/2, Mısır 1280 H.
12- İbni Mâce, Muhammed b. Yezîd el-Kazvinî (207-275 H), Sünen, (Ta'lık. Muhammed Füad 'Abdü'l-Bâkî), C. 1-2, Mısır 1952.
13- Ebû 'Ubeyd Kasım b. Sellâm (154-224 H); el-Ero-
vâl, Mısır 1353 H.
14- İbni Sa'd (168-230 H/785-845 M), Tabakât el-Kübrâ, C. 1-9, Leyden 1905-1928 M.
15- Bagavî, Ebû Muhammed Huseyn b. Mes'ûd el-Ferrâ' (436-510 veya 516 H), Mesâbih el-Sünne, C. 1-2, Kahire 1318 H. Matbaa el-Hayriyye.
16- Münzirî, Zekiyyüddîn 'Abd el-'Azîm b. 'Abd el-Kavî (581-656 H)j Tergîb ve'1-Terhîb min el-Hadîs, C. 1-2, Kahire 1324-1326 H. Kaynaklar 317
17- İbni Hacer el-'Askalânî (Ö. 852 H), Bulûğ el-Merâm min Edille el-Ahkâm, Tercüme ve Şerh Ahmed Davudoğlu, Selâmet Yollan, C. 1-4, İstanbul 1967.
18- 'Aynî, Bedr el-Dîn Mahmûd b. Ahmed (762-855 H),
'Umde el-Kârî li-Serhı Sahîh el-Buhârî, C. 1-11, İstanbul 1310 H.
19- Zeynüddîn Ahmed b. Ahmed b. 'Abdillâtîf el-Zebidî, Sahihi Buharı Muhtasarî, Tercüme ve şerh. Ahmed Naim-Kâmil Miras (Tecrid-i Sarîh Tercümesi), C. 1-12, Ankara 1961-1973, Türk Tarih Kurumu Basımevi.
20- İmam Şafiî, Ebû 'Abdillah Muhammed b. İdrîs b.el-'Abbas (ö. 204-H/819 M), Kitab el-Ümm, C. 1-5, Bulak 1321.
21- Serahsî, Şerosü'I-Eimme Ebû Bekr Muhammed b-Ahmed (ö. 490 H/1097 M), el-Mebsût, C. 1-30, Mısır 1324 H.
22- el-Ferrâ', Kâdî Ebî Ya'lâ Muhammed b. Huseyn el-Hanbelî (ö. 458 H.) Ahkâm el-Sültaniyye, (Tashih ve Ta'lık. Muhammed Hâmid el-Fakiyy), Mısır 1356 H/1938.
23- Sadru'ş-Şehîd Husâmü'd-Dîn Ebû Muhammed 'Umer b. 'Abd el-'Azîz b. 'Umer (483-536 H), Şerh Âdâb el-Kâdî, Nesih, îbn el-Zarîf Ahmed b. Muhammed 966 H. Süleymaniye/Hâfız Ahmed Paşa, No. 14.
24- İbni Kudâme, Ebû Muhammed 'Abdullah b. Ahmed el-Hanbelî (541-620 H/1146-1223 M), el-Muğni, (el-Hırakî ö. 334 H. muhtasarı üzerine), C. 1-9, Mısır 1327 H.
25- İbni Kayyim el-Cevzî, Ebû 'Abdillah Muhammed b. Ebî Bekr (691-751 H\ Turuk el-Hükmiyye fî el-Siyâse el-Şer'ıyye, Kahire 1317 H.
26 - İbni Nuceym, Zeynü'd-Dîn İbrahim el-Mısrî (926-970 H),
a) Risale fî Beyân el-Rişve ve aksâmiha, Arab yazısı, Kasım.
b) Hasan 1261 H. Süleymaniye/Damat İbrahim Paşa No. 531-12.
27- Şevkânî, Muhammed b. 'Alî (ö. 1255 H/1874 M), Neyi el-Evtâr, C'l-8, Mısır 1357 H.
28- Ahmed Cevdet Paşa? Mecellei Ahkâmı 'Adliyye (Hicrî 1320 tarihinde Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanmıştır), İstanbul 1322.
29- 'Ali Haydar, Hoca Emin Efendi-zâde, Dürerü'1-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, C. 1-4, İstanbul 1330 H.
30- Ömer Nasuhî Bilmen, (1883-1971 M) a) Hukuki İslâmiyye ve Istılahâtı Fıkhıyye Kamusu, C, 1-8, İstanbul 1967/1970.
31- Abdurrahman el-Cezîrî^ Kitab el Fıkh alâ'1-Mezahib el Erbaa, C. 1-4, Mısır (Kahire), Matbaa Dar'ül Kitab el-'Arabî.
32- Ebû Yûsuf, Ya'kub b. İbrahim (113-182 H/731-798M), Kitâb el-Harâc, Kahire 1397 H.; Ayrıca Ali Özek Tercümesi, İstanbul 1970.
33- Muhammed el-Mübârek, Nizâm el-îslâru el-İktisâd, Beyrut 1972.
34- Doç. Dr. Turan Yazgan, Gelir Dağılımı Açısından Sosyal Güvenlik, İstanbul 1975.
35- M. Hamidullah, Introduction To İslâm, Paris 1388
H/1969 M. (3 rd. enlarged edition).
36- Y, Hashacib (Karahanlılar Devri), Kuiadgu Bilig (Neşr. R. Rahmeti Arat) Ankara 1959.
37- Muhammed Fehr Şakfe, İslâm'da îş Ahkâmı ve İşçi Haklan, (Tere. İhsan Toksan), İstanbul1968.
38- İbniTeymiyye, (661-728 H/1263-1323 M), el-Hisbe fî'1-îslâm, Basıldığı yer yok, 1387 H/1967 M.
39- Taberî, Muhammed b. Cerîr (224-310 H), Tarîh el-Umem ve'1-Mulûk, C. 1-8, Mısır 1939/58.
40- Mâverdi, Ebû'l-Hasan 'Alî b, Muhammed, (364-450 H/975-1058 M) Kavânîn el-Vuzerâ', Ta'hk, Süley-maniye/Hâlet Efendi No. 765/1.
41- Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi (Tere. M. Sait Mutlu- Salih Tuğ), C. 1-2, İstanbul 1385-1388 H/1966-1969 M.
42- Corci Zeydan, Medeniyyeti îslâmiyye Tarihi; (Terc. Zeki Megâmiz), C. 1-5, İstanbul1328 H.
43- 'Alî b. Muhammed b. Ahmed b. Musa, Tahrîc el- Delâle el-Sem'iyye 'alâ mâ Kâne fî-'Ahdi Resûlillah, Nesih (231 y. 25 st.), Mehmed Ebû el-Feth b. Ahmed 826 H. Süleymaniye/Şehid Ali Pasa No. 1853.
44- İbni Haldun (1334-1406 M), Mukaddime, (Tere. Zâkir Kadiri Ugan) C. 1-3, İstanbul 1968.
45- Sururî, Mustafa b, Şa'bân (ö. 969 H.) Terceme-i.Zahîre el-Muluk (Hamdânî'nin eserinin tercemesidir) Ta'hk, Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüb, No: 796. [124]
[1] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 267.
[2] Beyine: 98/7.
[3] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 267-268.
[4] Zilzâl: 99/ 7-8.
[5] Bakara: 2/ 286.
[6] Necm: 53/ 39.
[7] Bak. Hûd, a. 15; Fâtir, a, 30; Ahkâf, a. 19 ve daha başka âyetler de vardır.
[8] Buharı, İcâre, 10; Münziri, C. 2/34.
[9] Yusuf Hashâcib, Kutadgu Bilig, S. 210. Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 268-269.
[10] Bak. Ö. N. Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye, C. 6/203; M. Fehr Şakfe, s. 44-46.
[11] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 269.
[12] Hanbel-C. 3/59; Nesaî, Eymân, 44; Cessas, C. 1/457.
[13] Bak. Serahsî, C.15/75; Şevkânî, C. 5/293; A. Davudoğlu, Selamet Yolları C. 3, s. 172.
[14] Ö. N. Bilmen. C. 6/209.
[15] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 270.
[16] Munzirî, C. 2/34; Serahsî, Mebsût, C.15/74..
[17] Ferrâ, Ahkâm el-Sultaniyye, s. 12.
Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 270-271.
[18] Biraz değişik şekilde bak. M. Fehr Şakfe, s. 38 vd; Bazı maddeler için bak. Mecelle, Mad. 607-610; Bilmen, C. 6/212-213.
[19] Kasas: 28/2.6 Nahl: 16/93
[20] Enfâl: 8/ 27, 58; Nisa: 4/ 107; Hac: 22/ 38
[21] İbn-i Sa'd, vııı/158 dan prof. M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, C. 2/64.
[22] Kâmil Mîras, Sahih-i Buharı Muht. C. 7/23.
Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 271-272.
[23] Bak. İbn-i Mâce, Ticaret, B. 25, Ha. No. 2198.
[24] Bakara: 2/286.
[25] Buharı, İman, B. 22, Edeb, B. 44; Müslim, Eymân, B. 38, 40; Dâvûd, Edeb B. 124.
[26] Hanbel, C. 2/76, Ha. No. 6832; Aynî C.10/415.
[27] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 272-273.
[28] Talâk: 65/ 6.
[29] Nahl: 16/ 90.
[30] M. Fehr Şakfa', İslâm'da İş Ahkâmı Ve İşçi Hakları, s. 77-85, İstanbul, 1968.
[31] Agm: s. 93.
[32] Nahl: 16/ 90.
[33] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 274-277.
[34] Zuhrûf: 43/ 32.
[35] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 277-278.
[36] Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 265, Ha. No, 651; Bagavi, C. 2/50.
[37] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 278-279.
[38] Nahl: 16/ 71.
[39] Buharî, İmân, 22, Edeb, 44; Müslim, Eymân, 38, 40; Dâvûd, Edeb, 124.
[40] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 279-280.
[41] F. Râzî, Mefâtîh. el-Gayb, C. 4/475.
[42] Kurtubî, C. 8/177.
[43] Şafiî, el'Umm, C. 2/64; Fahruddîn el-Râzî, C. 4/475.
[44] el-Umm, C. 2/65.
[45] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 280-281.
[46] İbni Kudâme, el-Muğnî, C, 6/426.
[47] el-Muğnî, C. 2/654.
[48] el-Umm, C. 2/64.
[49] el-Umm, C. 2/64. Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 281-282.
[50] Kurtubî, C, 8/177; Hanefî'ler için ayrıca bak. Cezirî, C. 1/621.
[51] Agm. Mefâtîh el-Gayb (Tefsir el-Kebîr), C. 4/475.
[52] İbni Kudâme, el-Muğnî C. 6/426.
[53] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 282-283.
[54] el-Umm, C. 2/64.
[55] Bak. Kurtubî, C. 8/177.
[56] Taberi, Tarih el-Umem, C. 3/111, C. 2/621.
[57] Serahsî, Mebsût, C. 3/19.
[58] Nisa: 4/67
[59] Mebsût, C. 3/19.
[60] Ali b. Muhammed, Tahrîc el-Delâle v. 220/a.
[61] Surûrî Mustafa b. Şabân, Terceme-i Zahire el-Mulûk, v. 93/b.
[62] Sadr el-Şehîd, Şerhu Adâb el-Kâdı, v. 36/a-b.
[63] Sadr el-Şehîd, v. 36/a-b.
[64] el-Umm, C. 4/78; el-Ferrâ, Ahkâm el-Sultaniyye, s. 220.
Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 283-285.
[65] Ebû Yûsuf, Kitab el-Hârac, s. 51; Ferrâ, s. 223.
[66] Ferrâ, s. 220.
[67] Kitâb el-Harâc, s. 202.
[68] Corci Zeydan C. 1/221; M. Hamidüllah, İslâm Peygamberi, C. 2/193.
[69] Sadr el-Şehîd, Şerh Adâb el-Kâdı, v. 36/b. Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 285-287.
[70] Ebû Yusuf, Kitab el-Harâc, s. 127.
[71] el-Ferrâ, Ahkâm el-Sultaniyye, s. 227.
[72] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 287-288.
[73] Munzirî, C. 3/142.
[74] Müslim, Libas, 2; Ahmed, Müsned, C. 1/194, Ha No. 92.
[75] Kutadgu Bilig, s. 206-207.
[76] Kitab el-Harâc, s. 87.
[77] Maverdî, Kavânîn, el-Vuzerâ, v. 17/a.
[78] Ferrâ, s.12.
[79] İbni Haldun, Mukaddime, c. 2/134.
[80] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 288-290.
[81] İbni Nuceym, Risale fî Beyân el-Rişve, v. 28/b.
[82] İşçiler için bak. Muhammed Fehr Şakfa', s. 97.
[83] Buharı, İcâre, 10; Munzirî, C. 2/34.
[84] Bak. Mecelle, Mad. 576; Ö. N. Bilmen, C. 6/213, Mad. 228; M. Fehr Şakfa, s. 96.
[85] Bak. M. Fehr. Şakfa', s. 98.
[86] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 290-292.
[87] Turan Yazgan, s. 31.
[88] Âdil pay konusunda Pigou'nun görüşleri için bak. T. Yazgan, s. 31, Dip. No. 3.
[89] Bak. Necm: 53/39.
[90] Nisa: 4/32.
[91] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 5/246 (Neşr. Ahmed Muhammed Şâkir).
[92] Haşr: 59/ 7.
[93] Ra'd: 13/26; İsrâ: 17/30; Kasas: 28/82; Ankebût: 29/62 Rûm: 30/37;
[94] Sebe: 34/36, 39; Zümer: 39/52; Şûrâ: 42/12-77- Nahl: 16/71.
[95] Bak. En'âm: 6/165,
[96] Zuhruf: 43/32.
[97] Şu'ra: 42/27.
[98] F. Razî, Tefsir el Kebîr C. 5/538 (Mısır 1278 H..}
[99] Bakara: 2/195.
[100] M. Hamidullah Introduction to İslâm, s. 121.
Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 292-296.
[101] El Cevzi, s. 223; İbni Teymiye, El Hisbe, S. 27.
[102] Bak. el Cevzi, Turuk, s. 225.
[103] İbni Teymiye, s. 25; El Cevzi, s. 226 vd.
[104] İbni Teymiye, s. 26.
[105] Bak. El Cevzi, s. 226.
[106] Muhammed Mübarek, Nizam el-İslâm el-İktisadî, s. 54.
[107] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 296-300.
[108] Şura: 42/27.
[109] F. Râzi, c. 5/538 (Mısır 1278 H).
[110] Agm. Hak Bini Kur'an Dili, c. 2/908 vd.
[111] İbni Haldun, Mukaddime, c. 2/269 vd.
[112] Bakara: 2/ 195.
Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 300-303.
[113] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 303.
[114] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 303-305.
[115] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 305.
[116] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 306-307.
[117] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 307-311.
[118] Bakara: 2/83 ve Nîsâ: 4/36
[119] Geniş bilgi için. bak. Celâl Yeniçeri, İslâm îktisadi-mn Esasları, s. 316 vd. İstanbul, 1980.
[120] Bak. Celâl Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, 161, İstanbul, 1984.
[121] Ebû Zerr olayı için bak. C. Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, s. 281.
[122] Bu hususta geniş bilgi için bak. C, Yeniçeri, islâm'da Devlet Bütçesi, 96 vd.
[123] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 311-315.
[124] Dk. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 316-318.