8- İSLÂM'DA ÎŞÇİ VE İŞVEREN MÜNASEBETLERİ
2) Ortak İşçi (Ecîr-i Müşterek):
E) İş Akdinin Meydana Gelme Şartları:
1) Yapılacak İşin Belirlenmesi:
F) Türk İş Hukuku İle Karşılaştırma:
D- İşçi Çalıştırmanın Caiz Olduğunu Gösteren Deliller
1- İşçinin Bir İşe Girmezden önceki Hakları
II- İŞE GİRDİKTEN SONRAKİ HAK VE GÖREVLERİ
a) Ücretin En Az Geçim Seviyesinde Kaldığı Görüşü:
b) İşçilerin Sürekli Olarak İstismar Edildiği Görüşü:
c) Ücretin Üretimin Verimine Göre Oluştuğu Görüşü:
d) Ücret Miktarını Güç (İktidar) a Bağlayan Görüş:
a) İş ve Meslekler Arasında Adalet:
c) İşçi Ücretlerisıde Emsal Emek Değerinin Ölçü Alınması:
B) İşçînin Gücünün Yeteceği Ölçüde Çalıştırılması:
C) İşçinin Dinlenme Ve İbadet Yapma Hakkı:
D) Ücret Kapsamına Giren Diğer Sosyal Haklar:
3- İSÇİNİN İŞTEN AYRILDIKTAN SONRAKİ HAKLARI
I- İş Akdini Sona Erdiren Haller:
A) Akit Süresinin Sona Ermesi:
B) Tarafların Karşılıklı Rıza İle Akde Son Vermesi:
C) Bir Özür Sebebiyle Akdi Feshetmek:
D) İş Akdinin Mahkeme Hükmü Île Feshi:
I- İşçinin İşi Bizzat Yapması:
II- İşi Sağlam Ve İyi Yapması:
III- İşçinin Mesâi Saatleri İçinde Devamlı Çalışması:
IV- İşçinin Elindeki Alet ve Malzemelerin Emânet Sayılması:
c- Dr. Osman Eskicioğlu'nun Görüşü:
d- Yunus Vehbi Yavuz'un Görüşü:
TEBLİĞ SAHİBİNİN GÖRÜŞLERE CEVABI:
Dr. Hayrettin Karaman'ın Tenkitleri:
Yard. Doç. Dr. Osman Eskicioğla:
İnsan, canlı varlıklar içinde en üstün yeteneklere sahiptir. Beyin gücüyle düşünür ve yaşama şartlarını giderek iyileştirmeye çalışır. Eski devirlerde İnsanların nüfusu az ve ekonomik ihtiyaçları sınırlı olduğu için her aile veya kabile kendi içinde yeterli olur, başkalarının yardımına gerek duymazdı. Kendi hazırladıkları elbiseyi giyer, ürettiği yiyecekleri yer ve yetiştirdiği hayvanların gücünden de yararlanırdı.
Ancak giderek dünya nüfusu artmış, yeni yeni uygarlıklar doğmuş ve ekonomik alanda işbölümü yaygınlaşmıştır. İnsanlar tek başına üstesinden gelemeyecekleri işleri yapmak isteyince, başkalarını bir ücret karşılığında çalıştırmak ihtiyacını duydu. Böylece, emeğini kiralama devri başlamış oldu. Bu arada, kimi toplumlarda güçlü kişiler zayıfları ve esirleri boğaz tokluğuna çalıştırmaya başlayınca köle ve cariye statüsü ortaya çıktı. Ancak uygulamada, köle ve esirlerden elde edilen ekonomik verimin onlara yapılan masrafa denk olduğu hesaplanmıştır. Bu da, hür işçilerin veriminin üçte biri kadardır.[1] Zorla ve işkence altında çalıştırılan esirleri korumada,en büyük mücadeleyi semavî dinler vermiştir. Hz. Musa İsrail Oğullarını Mısır'da Firavunların esaretinden kurtarmış, İslâm Dini de 6 ncı Miladî yüzyılda kölelerin lehine güvenlik tedbirleri getirmiş ve her fırsatta onların serbest bırakılmasını teşvik etmiştir. [2] İngiltere ve Fransa, sömürg erindeki köleler için bazı düzenleyici hükümleri ancak 16 nci yüzyıldan sonra getirebilmiştir. [3]
Ekonomik hayatta üretim faaliyetinin ehliyet ve yetenek esasına göre teşkilatlandırılmasına “işbölümü” denir. İlkel toplumlarda yaş ve cinsiyet durumuna göre yapılan görev bölümü, işbölümünün basit bir örneğini teşkil eder. Erkeklerin avcılık veya harp gibi yer değiştirmeye ihtiyaç gösteren işlerle ilgilenmelerine karşılık, kadınlar ev hizmetlerine bakarlardı. Bu ayrılık, giderek kuvvete lüzum hissettiren ve tehlikeli sayılan işlerin erkekler tarafından yapılmasına, hafif ve sürekli hizmetlerin ise kadınlara bırakılmasına yol açmıştır.
Görev bölümünün ehliyet ve yeteneğe göre oluşması, uzmanlaşmaya yol açmış ve verimin yükselmesine neden olmuştur. İskoçyalı ekonomi bilimcisi Adam Smith'in bu konuda, 18 nci yüzyıla ait verdiği şu örnek dikkat çekicidir. Vasıfsız bir işçi günde birkaç yüz iğne üretebilirken, işbölümü esasları dairesinde çalışan 10 kişilik bir atölyede 48 bin tane üretildiği görülmüştür. [4]
İslâm hukukunda, uzmanlaşarak işbölümü oluşturmak kifâî farzlardandır. Bunlar, topluma emredilen fakat bir kısım insanların yapmasiyle diğerlerinden sorumluluk kalkan emirlerdir. [5] Toplum kendi içinden tabipler, mühendisler, ziraatçılar, din bilginleri ve hukukçular yetiştirmek zorundadır. [6] Herkesin içinde bulunduğu şartlara, ekonomik durumlara ve yeteneklerine göre çeşitli iş ve mesleklere yönelmesi sonucu, işçi ve işveren münasebetleri önem kazanmıştır. [7]
İşte bu araştırmamızda, iş akdinin meydana gelişi, işçinin emeğinin değeri, bu konudaki sosyal güvenlik tedbirleri, işverenin hak ve yükümlülükleri konularında karşılaşılan problemler ve çözüm yolları İslâm hukuku açısından incelenmeye çalışılmıştır. Konu, Arapça ve Türkçe pekçok kaynak esere başvurularak hazırlanmış, yer yer modern hukuk ve ekonomi ile de karşılaştırmalar yapılmıştır.
Dr. Hamdi Döndüren 1985-Bursa [8]
İş sözcüğü, arapça “aml” kökünden masdar olup sözlükte; iş işlemek, yapmak, icra etmek, tasarruf etmek ve amel etmek gibi anlamlara gelir.[9] Âmil sözcüğü de; işçi, bir işi yapan, işleyen ve çalışan kişi anlamında kullanılır, Arapçada genel olarak çalışmak ve iş yapmak anlamında başka terimler de vardır, “say”, “fal” ve “c h d” ile türevleri bunlar arasında sayılabilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de; kendi işinde veya başkalarının işinde çalışmak yahut âhiret için iyi işler yapıp hazırlamak anlamlarında olmak üzere 60 kadar âyet vardır. [10] Yalnız iş (amel) sözcüğü ve türevleri 360 âyette geçer. [11] Hz. Peygamber'in hadislerinde de aynı terimleri ve işçi, işveren konularında çeşitli hükümleri bulmak mümkündür. Bir kaç örnek vererek geçeceğiz :
“onun meyvasından ve kendi ellerinin yaptıklarından yesinler diye...” [12]
“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”.[13]
“İnanıp iyi iş yapanlara Allah ücretlerini tam olarak verecektir”.[14]
“Biz elbette, iman edip işini iyi yapanların ücretini zayi etmeyiz.” [15]
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
“İşçinin ücretini teri kurumadan önce veriniz.” [16]
“İşçi çalıştıran kimse, işçisine ne kadar ücret vereceğini bildirsin.” [17]
Başkasına âit bir işi ücret karşılığında yapmayı üslenen kimseye “işçi (âmil)” denir. Bu, işçinin emeğini kiralaması demektir. İnsanlar bütün işlerini her zaman kendileri göremez. Başkalarının yardımına ihtiyaç vardır. Bu yardımın sürekli olarak meccânen yapılması beklenemez. Sözleşme ve ücret, emeğin kiralanmasında sürekliliği sağlar.
Başkasını bir ücret karşılığı çalıştıran kimseye “işveren” denir. Bu, gerçek kişi olabileceği gibi, devlet,. vakıf, şirket gibi tüzel kişi de olabilir.
İslâm Hukukunda tarım işçileri için, “çiftçi” anlamında “fellâh” sözcüğü de kullanılmıştır. Bu konuda er-Remlî (ö. 1004/1595) şöyle der:
“Tarım yapılan bir toprağın yarar ve zararı, toprak sahibine aittir. Çalışan (fellâh) kimse sadece işçilik ücretine hak kazanır.” [18]
Tarım işçileri dışında kalan, diğer ücret karşılığı çalışanlara ise “ecir (ücretli)” denilmiştir. Âyet-i kerime'de şöyle buyurulur :
“Ey babacığım, onu ücretli olarak tut.” [19]
Hadiste
“İşçiye ücretini teri kurumadan önce veriniz” buyurulurken,
işçi “ecîr” sözcüğü ile ifade edilmiştir. [20]
İslâm'da, emeğini başkasına kiralayan tüm çalışanlar aynı statü içinde değerlendirilmiştir. Bugün uygulamada işçi, memur, subay, kamu görevlisi olma veya olmama gibi ayırımlar yapılmaksızın tüm çalışanlar aynı hükümlere tâbi tutulmuş, ancak iş ve mesleğin durumuna göre emeğin değeri üzerinde durulmuştur. Sadece işin bir kişiye veya birden çok kişilere yapılmasına göre bir ayırım yoluna gidilmiştir. Aşağıda vereceğimiz işçi çeşitleri böyle bir ayırımdan ibarettir.
Türk İş Kanunu 1 nci maddede işçi şöyle belirlenir: “Bir hizmet akdine dayanarak herhangi bir işte ücret karşılığı çalışan kişiye işçi, çalıştıran tüzel veya gerçek kişiye işveren, işin yapıldığı yere iş yeri denir.” [21]
Yalnız, bir gerçek veya tüzel kişiye çalışan kimsedir. Bugün bir sözleşmeyle ve ücret karşılığı çalışan fabrika, inşaat, tarım vb. işyerlerindeki işçilerle, memurlar bu gruba girer. Yapılan hizmetin özel veya kamu hizmeti niteliğinde olması sonucu etkilemez. Yalnız bir kişiye âit koyunları güden çoban, başkasının aracını kullanan şoför de bu statüye girer. İşverenin birden fazla olması, iş kapsamı sınırlandırıldığı için sonucu değiştirmez. Meselâ; bir köy halkı öğretmen, imam, müezzin ve köy çobanı tutsa, bunlar da “özel işçi” sayılır. Çünkü bu sayılanlar belirli işleri yapmakla yükümlüdür.
Din görevlileri Şafiî, Mâliki ve Hanbelî Mezheplerine göre islâm'ın çıkışından, Hanefî'lere göre ise 13 ncü Milâdî yüzyıldan itibaren emeğini ücret karşılığı kiralayan sınıf içinde yer almıştır. [22]
Özel işçi, sözleşme süresince başkası için çalışamaz. Çünkü kendisiyle akit yaptığı işverenin, belli süre onun iş gücünden yararlanma hakkı vardır, izinsiz olarak başkasının işinde çalışır ve bu nedenle, kendi işvereninin işi eksik kalırsa, bu eksiklik ücretinden düşülür. Özel işçi hazır olur ve belirlenen süre dolarsa ücrete hak kazanır. [23]
Belirli gerçek veya tüzel kişiye değil de herkese iş yapan boyacı, terzi, marangoz gibi zanaatkarlar, doktor, avukat, muhasebeci gibi serbest meslek sahipleri bu gruba girer. Bunlar işi yapmadıkça ücrete hak kazanamaz. [24] Ortak işçi, bir kimsenin İşini yaparken, diğerinin işini de alıp yapabilir. Meselâ, yalnız bir fabrikanın muhasebe işlerini yapmak üzere tutulan kimse “özel işçi” sayılırken, bu muhasebeci ücret karşılığında başkalarının muhasebe işlerini de yürütebiliyorsa “ortak işçi” sayılır. Sözleşmede herkese iş yapabileceği belirtilince, piyasadan başka iş almasa bile ortak işçi özelliği devam eder. Çünkü istediği takdirde iş alması mümkündür .
Bu duruma göre, İslâm'da işçi kapsamı, modern hukuktakinden daha geniştir. Bugün ülkemiz uygulamasında, emekli sandığına tâbi memurlarla, zanaatkârlar ve serbest meslek sahipleri işçi sayılmamaktadır. Araştırmamızda belirleyeceğimiz prensipler bu sınıfları da kapsamına almaktadır. Özellik arzeden durumlar ayrıca belirtilecektir.[25]
İslâm hukukunda iş akdi, icâre (kira akdi) içinde yer almıştır. İcâre sözlükte; Himaye etmek, korumak, kurtarmak ve saptırmak gibi anlamlara gelir. Bir terim olarak ise, bir şeyden yararlanma hakkını bir ücret karşılığında başkasına satmak demektir.[26] Kendisi istihlâk edilmeksizin yararlanmak mümkün olan her şeyin kiralanması caizdir. Yararlanma ancak kendisi tüketilerek olabilen şeyler kira akdine elverişli değildir. Nakit para, altın, gümüş, ölçü, veya tartı ile alınıp satılan şeyler böyledir. [27]
Hanefî'ler, mülkiyetin naklini gerekli kılan akitleri iki bölüme ayırırlar :
1) Ayn'ın temliki. Bir şeyin mülkiyetini başkasına devretmekle gerçekleşir. Bu da ikiye ayrılır.
a) Ayn (eşyânın)ın bir bedel karşılığında temliki. Bir binayı 5 milyon liraya satmak gibi.
b) Ayn'ın meccânen başkasına devredilmesi. Bir binanın başkasına hibe edilmesi veya vasiyet yoluyle başkasına bırakılması gibi.
2) Menfaatin temliki. Bir şeyin mülkiyetini devretmeksizin yalnız yararlanma hakkını vermektir. Bu da iki türlü olabilir:
a) Yararlanmanın bir bedel karşılığında devredilmesi. İcâre akdi bu çeşide girer. Bu da iki türlü olabilir:
aa) Menkul ve gayri menkullerin kiralanması. Ev, dükkân, tarla, nakil aracı gibi şeylerin kiralanması böyledir.
bb) İnsanın emeğini kiralaması. Bu iş akdi ile gerçekleşir. Bir kimsenin 50 bin lira aylık bedel karşılığında belli bir işte çalışmayı kabul etmesi gibi. İşte, araştırmamızın konusunu bu çeşit akitler oluşturacaktır.
b) Yararlanmanın başkasına meccânen devredilmesi. Bir evde, kira ücreti almaksızın bir yıl oturmaya izin vermek gibi. [28]
Yararlanmalar, eşya veya zimmet üzerinde olmak bakımından da ikiye ayrılır. Bir gayri menkulü, 1 yıl süreyle kiralamak birinciye, bir insanla bir ay çalışması için iş akdi yapmak ise ikinciye örnek teşkil eder. [29]
İş akdinin geçerli olması için, işverenin işçiden yararlanma konusunun, başka bir deyimle işçinin yapacağı işin belirlenmiş olması gerekir. Bu yararlanma sözleşmedeki şartlara veya örfe göre olur. Şart ve örf yoksa, işçiye zarar vermeyecek ölçüde çalıştırma yolu izlenir. İş akdinde, yapılacak işin bilinmemesi anlaşmazlığa yol açabileceği için, akit fasit olur. Bir kimse işçiyi terzilik, çobanlık, inşaat işçiliği, ustalık, şoförlük gibi yapacağı işi belirtmeksizin işe alsa, işçi işi öğrenince akdi feshedebilir. [30]
İşçiden yararlanma, işin nevinin ve çalışma süresinin birlikte beyanı ile belirli hâle gelir. Böylece işçi ya belli bir işte, belli bir süre çalışmakla veya süre söz konusu olmaksızın belli miktar işi yapmakla ücrete hak kazanır. İş akdinde günlük, haftalık, aylık veya yıllık olarak anlaşma yapılmışsa, işçi yaptığı işin miktarına göre değil, süreye göre ücrete hak kazanır. [31]
Süre ve iş miktarının birlikte belirlenmesi konusunda görüş ayrılığı vardır.
Ebû Hanîfe (ö. 150/767), İmam Şafiî (ö. 204/819) ve bir rivayette Hanbelîlere göre, çalışma süresinin belirlenmesi yeterli olup, ayrıca yapılacak iş miktarının belirlenmesi caiz olmaz. Aksi halde iş akdi fasit olur. Çünkü böyle bir akitte özel ve ortak işçilik özelliği bir kişide toplanmış olur. Bunların arasında, ücrete hak kazanma bakımından ayrılık vardır. Süresi belirli iş akdi, gerektiğinde çalışmadan da ücrete hak kazandırdığı halde, işin miktarı belirtilerek yapılan akitte, ücrete ancak işin yapılmasiyle hak kazanılır. Bu farklı sonuçlar, akdin konusunun bilinmezliğine yol açar. Bu yüzden işçi normalin üzerinde zorlanır.[32] Meselâ; normal bir işçinin 8 saatte 50 adet ürettiği bir maldan, aynı süre içinde 100 adet üretmek şartiyle iş akdi yapmak, işçiyi zor duruma düşürür. 8 saatte sürekli olarak 50 adet mal üretmesi istenirse, bu defa da kimi zaman iş erken biter, süre doluncaya kadar çalışması gerekir. Kimi zaman da 8 saattea fazla çalışması gerekebilir. Her iki durumda da belirsizlik söz konusudur.
Ebû Yusuf (ö. 132/798) a, İmam Muhammed (ö. 189/805) e, Mâlikilere ve bir rivayette Hanbelîlere göre, süre ve iş miktarı bir arada belirlenebilir. Meselâ, bir kimse “bu elbiseyi bugün dikmen için seni kiraladım” yahut “şu bir çuval unu bir günde ekmek yapman için seni kiraladım” dese, işçi de bunu kabul edince akit meydana gelmiş olur. Çünkü sürenin belirlenmesindeki amaç, işin bir an Önce yapılmasını sağlamaktır. Süre, akdin konusunu teşkil etmediği için, onun cevazına engel olmaz. Bu durumda işçi işi belirtilen süreden önce bitirirse tam ücret alır. İşi süresi içinde bitiremezse, tamamlayıncaya kadar çalışması gerekir. [33]
İşçinin zanaatkar veya serbest meslek sahibi gibi herkese iş yapan “ortak işçi” olması hâlinde de yapılacak işin belirlenmesi yahut da işin cins, nevi, miktar ve sıfatının açıklanması gerekir. Meselâ, bir kimse ile kuyu kazmak için sözleşme yapılsa ona; kuyunun yer, derinlik ve genişliğini açıklamak gerekir. Çünkü kazma işi bu unsurların değişmesiyle değişiklik arzeder. [34] Günlük ücret üzerinde sözleşme yapılmayıp, kuyu götürü olarak verildiği için, kuyunun kazılacağı yerin sert veya yumuşak olması, derin olup olmaması ve genişliği emeği etkileyecektir. Süre söz konusu olmaksızın yalnız işin miktarı belirlenerek yapılan iş akdinde, işin tamamlanmasiyle ücrete hak kazanılır. [35]
Kimi iş sahipleri işçilere üretime göre veya parça basma ücret vermeyi daha uygun bulurlar. Meselâ tanesi 1000 liradan gömlek diktirmek, mesai süresince ürettiği mal miktarına göre ücret vermek gibi. Böylece iş ve ücret miktarı belli edilmiş olur. Artık dikme veya üretme işinin bir saatte olmasiyle üç saatte olması arasında ücret bakımından fark bulunmaz.
Kanaatımızca, süre ve iş miktarı konusunda yukarıdaki iki görüşü birleştirerek şu tarzda değerlendirmek mümkündür, iş miktarına göre ücret veren kimseler, bu işin belli süre içinde yapılmasını isteyebilir. Çünkü malın bir an önce üretilmesinde yararı vardır. îşçi süre bakımından tamamen serbest bırakılırsa, işveren çoğu zaman taahhütlerini yerine getiremez. Bunun için işçiye müsamahalı bir sürenin verilmesi uygun olur. İşçiyi zor duruma düşürmemek için günde üretebileceği en az miktar belirlenerek, bu miktarın üzerine çıkarsa parça başına alacağı ücret de artmak üzere sözleşme yapılabilir. Fazla miktarda mal üretmek, ücreti etkileyeceği için işçinin de yararına olur. Günlük en az miktarı üretince, işçi mesai sonuna kadar işe devam etmek zorunda da bulunmaz. Bu, işin tamamlanıp teslim edileceği son tarihi belirlemek gibi olur. [36]
İş akdinin geçerli olması için, ücretin de belirlenmesi gerekir. Ücret; işçinin emeğinin bedelidir. Satım akdinde, satış bedeli olmaya elverişli bulunan herşey, iş akdinde ücret de olabilir.
îslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, satış bedeline uygulanan hükümler, emeğin bedeli olan işçi ücretlerine de uygulanır.[37]
Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
“Kim bir işçiyi kiralarsa, ona vereceği ücreti bildirsin.” [38]
Ücret nakit para, ölçü veya tartı yahut da sayı ile alınıp satılan şeylerden olursa, bunun cins, nevi, miktar ve sıfatını beyan etmek gerekir. Ücrette, anlaşmazlığa yol açacak ölçüde belirsizlik bulunursa akit fasit olur. Bu durumda, işçi çalışmış bulunursa ecr-i misi (emsal ücret)e hak kazanır. [39] İşçinin hakları konusunu incelerken ücret hakkında geniş bilgi vereceğimiz için burada kısa geçiyoruz. [40]
Türk iş hukukunda süresi bir yıldan daha az olan iş akitleri, tarafların sözlü anlaşmalariyle meydana gelir. Süre bir yılı geçerse akdi yazılı olarak yapmak zorunluluğu vardır.
1475 Sayılı İş Kanunun 9 ncu maddesinde şöyle denilir:
“Belirli süresi bir yıl veya daha uzun süreli hizmet akitlerinin yazılı olarak yapılması zorunludur... Yazılı akit yapılmayan durumlarda işveren, işçinin isteği üzerine, kendisine genel ve özel iş şartlarını gösteren ve imzasını taşıyan bir belge vermekle yükümlüdür.”
Bu duruma göre, süresi bir yıldan kısa olan iş akitlerinde de işçi, işverenden yazılı bir belge istemek hakkına sahiptir. Bu belge sözleşme yerine geçerli olur.
Aynı kanunun 11 nci maddesinde, yazılı olarak yapılacak iş sözleşmesinde şu unsurların bulunması öngörülmüştür.
1) İşveren ve işçinin (takım sözleşmelerinde her işçinin ayrı ayrı) ad ve kimlikleri,
2) Yapılacak iş,
3) İşyerinin adresi,
4) Süresi belirli sözleşmelerde sözleşmenin süresi,
5) Ücret (takım sözleşmelerinde her işçi için ayrı ayrı) ödeme şekli ve zamanı,
6) Var ise tarafların ileri sürdükleri özel şartlar,
7) Hizmet akdinin yapıldığı gün,
8) Tarafların imzası.
İşçi veya işveren şartlara uymadığı takdirde bu yazılı sözleşme ispat amacı olarak işe yarar.
İslâm hukukuna göre iş sözleşmesi sözlü olabileceği gibi, yazılı olarak da yapılabilir. Çünkü tarafların haklarını güvence altına alacak bir belge, hakları korumada etkili olur. [41]
İslâm'dan önceki semavî dinlerde de ücret karşılığında işçi çalıştırma söz konusu olmuştur. Bunlardan birisi Hz. Musa'nın bizzat çalışmasıyle ilgilidir. Hz. Musa Peygamber olmazdan önce Mısır'dan ayrılarak, Şuayb Peygamber'in bulunduğu Medyen yöresine gider. Kasabanın kenarında, koyunlarını sulamaya çalışan Şuayb (a.s)ın iki kızma yardımcı olur. Olayın arkası âyette şöyle anlatılır :
“Derken o iki kadından biri utana utana yürüyerek Musa'nın yanına geldi ve şöyle dedi:
Babam, (koyunlarımızı) sulama ücretini vermek üzere seni çağırıyor...
“O iki kızdan biri dedi: Babacığım onu ücretle çoban tut. Çünkü çalıştırdığın işçilerin en hayırlısı bu güçlü ve güvenilir adamdır.” [42]
“Şuayb (a.s) dedi:
“Bu iki kızımdan birini Sen bana sekiz yıl işçilik yapmak üzere- sana nikahlamak istiyorum”. [43]İslâm'da, önceki ümmetlerin tâbi olduğu hükümler, neshedildiği sabit olmadıkça geçerliliğini sürdürür, özellikle bunlar tenkid için nakledilmemişse, yararlanılması amaçlanmış olur. [44]
Diğer bazı âyetlerde de şöyle buyurulur:
“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır,” [45]
“Eğer boşandığınız kadınlar, sizden olan çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini veriniz.” [46]
“İnsanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz.” [47]
Musa (a.s), Hızır'la yolculuk yaparken yolları bir köye uğrar. Hızır (a.s) orada yıkılmak üzere olan bir binayı sağlamlaştırır ve buna karşılık herhangi bir ücret talep etmez. Yiyecek sıkıntısı içinde oldukları için, Musa (a.s) O'na şöyle der:
“Eğer sen isteseydin şüphesiz bu işe karşılık ücret alırdın.” [48]
Bu âyetler, bir insanı ücret karşılığı çalıştırmanın caiz olduğunu gösterir. Ayrıca geçmiş toplumlarda da uygulamanın böyle olduğuna işaret eder. [49]
Hz. Peygamberin işçi konusunda çeşitli hadisleri vardır. İleride ilgili konular içinde bunlara yer verilecektir. Burada birkaç tanesini verip geçeceğiz.
Hz. Peygamber, eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildiğini belirtirken özet olarak şöyle demiştir:
“Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya sığınırlar. Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapattığı için, içeride mahsur kalırlar. Kendi aralarında konuşarak, “Allah katında, en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için duâ etmeye” karar verirler. İlk ikisinin duâsıyle kaya parçası biraz aralanır. Bir işveren olan üçüncüsü şöyle niyaz eder:
“Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırmıştım. Ücretlerini ödedim. Ancak içlerinden birisi ücretini almadan bırakıp gitmişti. Onun hakkını ticaretle işletip arttırdım. Birçok malı oldu. Bir süre sonra bana gelerek ücretini istedi. Ben; gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi, dedim. Benimle alay etme, diye cevap verdi. Seninle alay etmiyorum, dedim. Bunun üzerine bütün malını alıp gitti, hiçbir şey bırakmadı. “Ey Rabbim, bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam bizi bu mağaradan kurtar.” Bu duanın arkasından mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar.” [50]
Bu hadis, işçi ücretlerinden kesilen primlerin bir fonda işletilerek, elde edilecek kâr ve ana paranın tekrar kendilerine verilebileceğini gösterir. İleride emeklilik konusunu incelerken bu hadis üzerinde ayrıca duracağız.
“İşçiye ücretini teri kurumadan önce veriniz.” [51]
“Bir işçi kiralayan kimse, ona vereceği ücreti bildirsin.” [52]
Bu hadisi Ebû Saîd el-Hudrî rivayet etmiştir. Aynı hadisi, Abdürrazzâk, Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd'den şu sözlerle nakletmiştir:
“Bir işçiyi kiralayan kimse ona vereceği ücreti belirlesin.” [53]
Kudsî bir hadiste şöyle buyurulur:
“Üç kimse kıyamet gününde beni karşılarında bulacaktır.
1) Benim adıma verip haksızlık eden,
2) Hür bir insanı satıp parasını yiyen,
3) Bir kimseyi çalıştırıp da,ona ücretini vermeyen.” [54]
İbn Abbas (r.a)den rivayete göre şöyle demiştir:
“Nebi s.a.s) bir haccâma kan aldırdı ve ona ücretini ödedi.” [55]
Aynı hadis, Buhârî'de aşağıdaki ilâveyle nakledilmiştir:
“...Eğer bu, haram kazanç olsaydı, Hz. Peygamber ona bu ücreti vermezdi.”
Allah'ın Rasûlüne hangi amelin daha değerli olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir :
“En değerli kazanç, kişinin elinin emeği olarak elde ettiği kazançtır. Şüphesiz Dâvud Peygamber de kendi elinin emeğini yiyordu.” [56]
Dâvud (a.s) zırh yapar, kendilerine iş yaptığı kimselerin verdiği ücretle geçimini sağlardı. [57]
Bir ücret karşılığı işçi çalıştırmanın caiz olduğu konusunda ittifak (icmâ') vardır. Çok az sayıda bilgin, iş akdinde yararlanma, akit tarihinde henüz elde edilmediği için, bu akdin caiz olmadığını öne sürmüşse de bu görüş zayıf kalmış ve yüzyıllar içinde taraftar bulamamıştır. İbn Rüşd (ö. 520/1126), genel olarak kira akdine karşı olan bu görüş sahiplerine şöyle cevap verir: Yararlanma, hernekadar akit sırasında mevcut değilse de, süre geçtikçe elde edilir ve genel olarak meydana gelir. İslâm hukuku, çoğunlukla ifası mümkün veya ifa edilip edilmemesi eşit olan yararlar üzerinde icâre akdini kabul eder. [58]
İslâm hukukunda kira ve iş akdi kıyasa aykırı sayılmıştır. Çünkü bu akitlerde konu yararlanmadır. Yararlanma ise, akdin yapıldığı tarihte henüz meydana gelmemiştir. Madûm (bulunmayan) şeyin satımı niteliğinde olan kira ve iş akdinin caiz olmaması gerekirken, insanların ihtiyacı nedeniyle, yukarıda birkaçını verdiğimiz nass'larla meşru kılınmıştır.' Çünkü insan çoğu zaman başkasına ait mallardan para karşılığında yararlanmak ister. Herkesin oturacak evi, binecek aracı, elbisesini dokuyacak tezgâhı bulunmayabilir. Satın alamadığı şeyi kiralamak ister. Zenginin işçiye, yoksulun ise paraya ihtiyacı vardır. İş akdi, birbirine ihtiyacı olan bu iki unsuru bir araya getirir. Akıl, bunun böyle olması gerektiğim kabul eder. [59]
İslâm'da, başkasının işinde bir ücret karşılığı çalışanlar bir sınıf oluşturmaz. Çünkü işçilerin emek sermaye (mudârabe) ve ziraat ortakçılığı (muzâraat) gibi ortaklıklar içinde işveren sıfatını kazanması mümkündür. Bu, kâr ortaklığı biçiminde gerçekleşir.
Sermayesi olmayan dürüst kimse bir işte ücret karşılığı çalışabileceği gibi, gerçek veya tüzel kişilerden sağlayacağı sermaye ile kâr ortaklığı oluşturarak ticaret yapabilir. Elinde büyük meblağlara ulaşan sermayeye sahip pekçok kimseler bunu işletmek ve ticaret işinde kullanmak ister. Ancak sıhhati, bilgi veya tecrübesi elverişli olmadığı için bu isteğini gerçekleştiremez. Yine toplum içinde, bilgili, yetenekli ve ticarete yatkın birçok kimseler de sermayesi olmadığı için ticarete atılamaz. İşte, birbirine muhtaç olan bu iki unsuru “emek-sermaye (mudârabe) ortaklığı bir araya getirir. Böylece, toplumda piyasaya çıkmayan sermayeler ve iş bulamayan yetenekler değerlenmiş olur. Bu kâr ortaklığı tamamen güvene dayanır. İşi üzerine alan işletmeci güvene lâyık olmaya çalışır. Giderek dürüst iş adamları meydana gelir. Kârın paylaşılması anlaşmaya göre olur. Zarara ise yalnız sermaye sahibi katlanır. [60]
Meselâ: Elinde 10 milyon lira parası olan kimse, ticarete yatkın genç bir işletmeciyle anlaşarak, işlek bir caddede market açar. Sermaye sahibi işle hiç ilgilenmeyecek, bütün işi işletmeci yürütecek ve bu çalışmasına karşılık ücret yerine kârın yarısını alacaktır. Kârın bölüşülmesi başka oranlarda da olabilir. Yıl sonunda, borçlar düşüldükten sonra üç milyon lira net kâr sağlandığı anlaşılsa işletmeci bir buçuk milyonunu alır. Bu, ayda 125 bin lira gelir sağlamak demektir. Anapara, mal varlığının yeni fiyatlar üzerinden değerlendirilmesiyle belirleneceği için, sermaye ayrıca enflasyona karşı korunmuş olur. Alım-satımı yapılan ve yıl sonunda elde bulunan malların maliyeti. ortalama yüzde kırk yükselmişse, bu fazlalığın anaparaya eklenmesi gerekir. Bu duruma göre, yeniden değerleme sonucu anapara, 10 milyondan 14 milyona yükselmiş olur. Ortaklığın kârla birlikte toplam sermayesi 17 milyon demektir. İşletmecinin, kendi kâr hakkının tümünü veya bir bölümünü ortaklığa bırakarak, ayrıca sermayeye de ortak olması yeni bir anlaşma ile mümkündür.
Tarım kesiminde de buna benzer ortaklıkların ziraat ortakçılığı tarzında oluşturulması mümkündür. Devlet; işsiz ve topraksız köylüye, toprak, tohum ve gübre verse, ekip biçme işini köylü yapmak üzere anlaşsalar, elde edilecek ürünün yarısı hazinenin yarısı da köylünün olabilir. Yahut da başka oranda bölüşmek de mümkündür. Kendi toprağını, sermayesi olmadığı için ekip biçemeyenlere de, gerçek veya tüzel kişilerin sermaye vermesi ve bu yolla elde edilecek ürüne ortak olması işsizliğin önlenmesinde etkili olabilir. [61]
Bu duruma göre, İslâm'da herkes işin başında tercih hakkına sahiptir. Ehliyet ve yeteneğine uygun bir iş ve meslek seçme özgürlüğü vardır. Toplumda iş ve meslek değiştirme kapısı sürekli olarak açıktır. Üstün yetenek ve maharete üstün iş ve bu işe uygun ücret İslâm adaletinin gereğidir. [62]
Kur'ân-ı kerîm'de bu konu ile ilgili olmak üzere şöyle buyurulur:
“Şüphesiz Allah size emânetleri ehline vermenizi emreder.” [63]
“İnsanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz.” [64]
Çalışmak istediği halde iş bulamayan yahut hastalık veya yaşlılık gibi nedenlerle çalışamayan yoksullar için, varlıklı hısımlarından nafaka alma hakkı vardır. Ayrıca bunların başta zekât fonu olmak üzere devletin bütün ekonomik kaynakları üzerinde yararlanma hakları vardır. Hz. Ömer (Ö. 23/643) in çalışamayacak durumdaki gayri müslim yoksullara bile maaş bağladığı bilinmektedir. [65]
İş sözleşmesinin önemli unsurlarından birisi de ücrettir. İşçi, çalışması karşılığında ücrete hak kazanır. Böylece hak ve görev birlikte bulunur. Hatta görev, ücretten de önce gelir. Hz. Peygamber'in iş akdinde ücretin miktarının belirlenmesini [66] ve teri kurumadan işçiye ücretinin ödenmesini istemesi [67] bu hakkın önemini ortaya koymaktadır. İşveren genel olarak ekonomik bakımdan daha güçlü olduğu için, işçiyi korumak amaciyle düzenleyici hükümler getirilmiştir.
Batı toplumlarında işçilerin haklarım koruyucu tedbir ve düzenlemeler ancak XV111'nci yüzyılın başlarından itibaren alınmaya başlanmıştır. Büyük sanayi inkılabı ile işçi kitleleri bazı teşkilatlar kurarak haklarını korumak ihtiyacını duymuşlardır. İşçi hakları konusunda ilk sosyal politika tedbiri, İngiltere'de 1802 Miladî tarihinde, dokuma sanayiinde çalıştırılan çocukların, çalışma şartlarını düzenleyen kanunla bağlar. 1819, 1844 ve 1867 de çıkarılan kanunlar bunu izledi. Daha sonra kadınlar ve yetişkin işçiler için koruyucu hükümler getirildi. Aynı tarihlerde Fransa ve İsviçre'de de benzer sosyal politika tedbirleri alındı.[68]
İslâm'da bu konulardaki düzenleyici hükümlerin V1’ncı yüzyılda getirildiği ve hulefâ-i râşidîn devrinde ilk önemli uygulamaların yapıldığı düşünülürse, batı toplumlarından çok daha önce aynı konulara çözümler getirildiği anlaşılır. [69]
İslâm'da, işçi, memur, zanaatkar ve serbest meslek sahiplerinin, kısaca başkasına ücret karşılığında iş yapan tüm çalışanların aynı hükümlere tâbi olduğunu yukarıda belirtmiştik. Ancak araştırmamızın konusu İşçi ve işveren münasebetleri olduğu için ülkemizdeki işçi kesimini dikkate alarak problemleri belirlemeye ve çözüm yollarını göstermeye çalışacağız.
Hanefî ve Mâlikî'lere göre, ücrete mücerred iş akdiyle hak kazanılmaz. Ancak peşin verileceği şart koşulmuş veya iş yapılmış olursa ücret isteme hakkı doğar.
Hanefî hukukçularından el-Kâsânî (ö. 587/1191) ücrete üç durumda mâlik olunacağını söyler:
a) İş akdinde ücretin peşin verileceğinin şart koşulması. Böyle bir şarta uymak gerekir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur :
“Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar.” [70]
Tirmizî ve Hâkim bu hadisi aşağıdaki ilâveyle nakletmiş tir.
“Haramı helal, helali haram yapan şart müstesnadır” [71]
b) Şart koşulmadığı hâlde ücretin peşin ödenmesi. Bu prensibin delili, satım akdine kıyastır. Çünkü, satım akdinde satış bedelini, satılan (mebî)i teslimden önce vermek caizdir. İş akdi de, emeğin satımı olduğu için satım akdi niteliğindedir.
c) İşin yapılmış olması. Bu durumda, bedeller (ivazlar) arasında eşitlik sağlamak amaciyle ücrete hak kazanılır.[72]
Mâlikî'lere göre, örf varsa ücretin peşin verilmesi gerekir. [73]
Şafiî ve Hanbelilere göre ise, iş akdi mutlak olarak yapılmışsa, ücrete mücerred akitle hak kazanılır. Çünkü işçinin işe hazır olmasıyle ücretin teslimi gerekir. İşçinin ücreti satım akdindeki satış bedeli gibidir. Ücret, mücerred akitle işverenin zimmetinde bir borç olarak sabit olur. Ancak ücretin talep edilebilmesi işçinin ya işe hazır olması yahut işi yapması yahut da özel işçide belirlenen sürenin geçmesiyle mümkün hâle gelir. [74]
İşçi, belirlenen süre kadar çalışmamışsa çalıştığı kadar ücrete hak kazanır. Meselâ; bir yıl çalışmak üzere 500 bin lira karşılığında bir işçi kiralansa, bu işçi 6 ay sonra işi bırakıp gitse, yıl sonunda gelerek, ücret talep etse, yalnız çalıştığı 6 ayın ücreti olan 250 bin lirayı alma hakkı doğar. [75]
İşçi ücretlerini miktar olarak belirleyen bir âyet ve hadis yoktur. Ancak nass'larda adaletli bir ücretin belirlenmesi için bazı ölçüler verilmiştir. Çünkü iş, zaman, belde, sosyal ve ekonomik şartlarla işçinin yetenek ve mahareti ücretin miktarı üzerinde etkili olan unsurlardır. Alış verişlerde eşya fiyatlarını uzun süre dondurmak mümkün olmadığı gibi, emeğin değerini dondurmak da mümkün olmaz. Biz İslâm'ın bu konudaki değerlendirmesine geçmezden önce, modern ekonominin görüşünü belirlemeye çalışacağız. Batı Ekonomisinde Ücret Nazariyeleri: Ücret insan emeğinin bedelidir. Esaret sisteminde insan emeğinin bedeli boğaz masrafları kadardır. Serbest iş rejimlerinde ve sendikalar sisteminde emek ve sermaye münasebetlerinin ücretler üzerinde yoğunlaştığı görülür. Ücret, modern ekonomide hâkim unsur hâline gelmiştir. [76]
Adam Smith'e göre, ücretlerin yetersizliği düşük hayat seviyesi ile ilgili bir olaydır. Ücret miktarının nihâî sınırı, işçi ailelerinin yaşayabilmek için yapmak zorunda oldukları masraflara eşittir. Çünkü işgücü arz ve talebi ücretlerin ergeç en az geçim seviyesinde karar kılmasiyle sonuçlanmaktadır. İş akdi tarafların karşılıklı yararları bakımından eşit şartlar cereyan etmediği için, işverenler ücret problemi konusunda kendi aralarında kolaylıkla anlaşarak, işçiler aleyhine birleşebilmektedir.
Ücretin en az geçim seviyesinde oluştuğunu öne süren ekonomi bilginlerinden birisi de Ricardo'dur. O'na göre, insan emeğinin bir tabiî ve bir de piyasa fiyatı vardır. Piyasa ücreti, işgücü arz ve talebine bağlıdır. Tabiî ücret ise, işçi ailelerinin geçinebilmek için harcamak zorunda oldukları en az miktardır. Ricardo, piyasada insan emeğine ödenen bedelin tabiî ücret seviyesi dolaylarında dalgalandığını söylemektedir. Bu görüşe “Tunç Kanunu” adı verilmiştir. [77]
“Ücret Fonu” adı verilen diğer bir görüşte ise, işçi ücretlerinin sermayedar tarafından işçilere ödenen bir çeşit avans olduğu öne sürülür. Yatırımcılar, ellerindeki sermaye fonundan bir bölümünü, çalıştırdıkları işçilere ücret olarak vermekte ve bu suretle ödenen avans, satılan mamullerin satış bedeli sayesinde karşılanmaktadır. Yani gerçekte, işçi ücretlerini, fabrikanın ürettiği malları satın alan müşteriler ödemektedir. Hızlı nüfus artışı bu fon üzerinde olumsuz etki yapar ve ücretlerin miktarı sürekli olarak en az geçim seviyesine inmek eğilimi gösterir. [78]
Kari Marx'ın temsil ettiği bu görüşe “Sefalet Nazariyesi” veya “Artan Fakirlik Nazariyesi”de denir. Buna göre, işçilerin ürettiği kıymetler, en az (asgarî) geçim ihtiyaçlarından çok daha fazla olduğu halde, ücretler çalışan sınıfın ancak geçinebileceği seviyede oluşmaktadır. Kapitalizmin gelişmesine paralel olarak sabit ve değişken sermayeler arasındaki oran aynı seviyede kalmamaktadır. Sanayi hareketleri, işyeri kurmada kullanılan sabit sermayenin giderek önem kazanmasını sağlarken, ücret fonunu oluşturan, değişken sermaye stoku zamanla azalmaktadır. Bu nedenle, makineleşme, refahı geçici olarak tahrik eder, fakat ücret fonu azaldıkça giderek artan bir sefaletle karşılaşılır. [79]
Yukarıdaki iki görüş, işçi ücretlerinin, hep işçiler
aleyhine olan bir seviyede karar kıldığını öne sürerken, ücret miktarını üretim seviyesine göre değerlendirenler de olmuştur. Aşağıda, bu görüşten de kısaca söz edeceğiz. [80]
Buna göre, işçi ne kadar çok üretim yaparsa, ücretin de o kadar artması mümkündür. Bir ülkede, işçilerin refahı genel zenginliğe bağlıdır. Milletlerin zenginliği, nüfus başına düşen üretim miktarına göre ölçülebilir. Ancak verimin arttırılması sayesinde, ücretlerin işçileri refaha kavuşturabilecek bir seviyeye yükselmesi mümkündür. Bu duruma göre, ücret miktarı ancak üretimin artmasiyle en az geçim seviyesinin üstüne çıkabilir. [81]
Ekonomi bilim adamlarından Rusyalı Tugan-Baranowsky ve Gelesnoff Almanyalı Lexis ve Stalzmann ve Japonyah Takata'nin öne sürdüğü bu görüşe göre, emek veriminde ve piyasa şartlarında bir değişiklik olmamak kaydiyle, ücret seviyesini tayin eden faktör, teşebbüs erbabı İle işçi sınıfının karşılıklı iktidar durumudur. İşçi tek başına düşünülünce, işveren karşısında zayıftır. Çünkü işçi yaşayabilmek için çalışmak zorundadır. Ücret geliri ile geçinen kimsenin, uygun bîr iş buluncaya kadar uzun süre bekleme şansı yoktur. Başka bir deyimle işgücü esneklikten yoksundur. İşçi uygun şartları beklemek isterse, açlık tehlikesiyle karşılaşabilir. Bu durum, onu işveren karşısında zayıf düşürmektedir.
Bu görüş sahipleri, çalışan sınıfı teşkilâtlandırarak, işverenler karşısında güçlendirmeyi amaç edinir-lr. Bu iş için sendikalardan yararlanmayı ön plana alırlar. [82]
Yukarıda verdiğimiz görüşler uzun süre tartışılmış, tenkitleri yapılmış, karşıt görüşler öne sürülmüş, ancak herbirinin işçi ücret miktarlarının belirlenmesinde etkisi olmakla birlikte tek ölçü üzerinde görüş birliği sağlanamamıştır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi İslâm'da ücret miktarını sınırlayan bir nass yoktur. Sadece işçi ücretinin en temiz kazanç olduğu, işçiye ücretinin tam ve zamanında ödenmesi gerektiği belirtilmiş, bu arada işçi için belli bir yaşam seviyesine işaret edilmiştir. Problemi doğrudan çözen bir nass bulunmayınca genel prensip-ıere, adalet ve nısfet (insaflılık) ölçülerine başvurmak gerekir.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur :
“Şüphesiz Allah adaleti, iyiliği ve yakın hısımlara inuhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder...” [83]
“Ölçü ve tartıyı tam yapın. İnsanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz.” [84]
Adaleti, çalışanlar bakımından iki alanda düşünmek gerekir.[85]
Bütün iş ve meslekler eşit emek ve eşit yetenek gerektirmediği için, ücretlerin eşit olması da gerekmez. Meselâ; bir inşaat işçisi özel eğitim ve yeteneğe muhtaç olmaksızın çalışabilir. Aynı inşaatın mühendisi ise uzun eğitim sonucu bu mesleği elde etmiş ve özel yetecekler kazanmıştır. Bir doktor ise, daha uzun ve yorucu bir eğitim ve tecrübeyle meslek edinmiştir. Bu üç meslekte 8 saatlik mesaiye eşit ücret takdir etmek uygun bir değerleme olmaz. Adalet, herkese hak ettiğini ve lâyık olduğunu mümkün olduğu ölçüde vermeye çalışmaktır. Eşit ehliyet ve yetenekle eşit hizmet görenlere aynı ücreti takdir etmek ne kadar âdil ise, farklı ehliyet, yetenek ve emeğe değişik ücret takdir etmek o kadar âdildir. [86]
İslâm'da çeşitli iş ve meslekler için maktu ücret miktarları belirlenmemekle birlikte, bunun iş akdi yapılırken tesbiti öngörülmüştür. Aksi halde iş akdi geçersiz olur ve işçi çalışmış bulunursa, çalıştığı süre için emsal ücrete hak kazanır. Meselâ, bir kimse ücret miktarı konuşulmaksızın işe girse, bir ay çalıştıktan sonra, işveren düşük ücret vermek istese, işçi akdi bozabileceği gibi, çalıştığı bir ay için diğer işçiler 40 bin lira alıyorsa, o da aynı ücrete hak kazanır. Bu demektir ki, aksi kararlaştırılmamışsa geçerli olan, emeğin piyasa değeridir. Serbest iş rejimlerinde, rekabet şartları içinde işgücü arz ve talebinin karşılaşması sonucu oluşan işçi emek bedeline “piyasa fiyatı” veya “emsal fiyat” terimini kullanacağız. Nitekim ahşver işler de, serbest rekabet sonucu arz ve talebin karşılaşmasiyle meydana gelen eşya satış bedeline de “piyasa fiyatı” veya “rayiç bedel” denir. İşçinin emeğini satmasiyle, piyasadaki malların müşteriye satılması arasında büyük bir benzerlik bulunduğu için, emeğin değerini satım akdindeki satış bedeli ile karşılaştırmak istiyoruz.
İslâm hukukuna göre, alım-satımda yüzde hesabiyle maktu bir kâr haddi konulmamış, bunun miktarı arz ve talep durumuna göre oluşmak üzere piyasaya bırakılmıştır. [87] Piyasa fiyatının yükselmesi arz ve talep dengesindeki bozukluktan ileri gelir.
Hz. Peygamber, piyasada fiyatların yükselmesi üzerine müdahale etmesini isteyen sahâbîlere şöyle cevap vermiştir:
“Şüphe yok ki, fiyat tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah'dır. Ben, sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem.” [88]
Hz. Ömer (ö. 23/643)in de kendi devrinde Hâtıb b. Ebî Beltea'dan üzüm fiyatlarını yükseltmesini istemesi, piyasa fiyatının ölçü alındığını gösterir. Ancak Ömer (R.A) daha sonra Hâtıb'a giderek şöyle demiştir:
“Sana söylediklerim ne emirdir, ne de hüküm. Halkın iyiliği için söylenmiş sözlerdir. Nerede ve nasıl istersen satabilirsin.” [89] Bu uygulama da fiyatların serbest rekabetle kendiliğinden oluşmasını öngörmektedir.
Ancak serbest rekabet rejimi kötüye kullanılır ve tüketiciler bundan zarar görürse fiyatlara müdahale edilerek narh konulabileceği görüşü, Tabiîler devrinden itibaren benimsenmiş ve daha sonraki yüzyıllarda geniş uygulama alanı bulmuştur. [90]
İş akdi de, emeğin satımından ibaret olduğu için bu yönüyle, satım akdinin özelliklerini taşımaktadır. [91] Bir malın satış bedeli piyasa şartlarına göre serbest rekabetle oluştuğu gibi, emeğin fiyatı da, işgücünün arz ve talebi sonucunda oluşur. Satım akdinde, fiyatların karaborsacılık, tröst veya kartel[92] gibi gizli anlaşmalarla yükselmesi mümkündür. İş akdinde emek değerinin, başka bir deyimle işçi ücretlerinin sun'î olarak olumsuz yönde etkilenmesi daha kolaydır. İşçi zayıf durumda bulunduğu için, özellikle ilk işe girişte eşit şartlarla pazarlık yapabilme şansı azdır. Diğer yandan yaygın işsizlikten yararlanarak, emeğin değerinin çok düşük tutulmuş olması da muhtemeldir. Böylece ticaret hayatında görülen tröst ve karteller emek piyasasında da etkili olmuştur, İşte bu gibi dış etkilerden uzak olarak, işgücü arz ve "talebinin eşit şartlar altında, serbest rekabetle karşılaşması sonucu oluşan işçi ücretleri emsal bedel sayılabilir. [93]
İş akdi yapılırken veya daha sonra, taraflar ücreti serbest olarak belirleyebilirler. Bu emek fiyatı, piyasa fiyatının üstünde veya altında bulunabilir. Ancak işçinin istismar edilmemesi ve emeğinin gerçek değerinin korunabilmesi için bir ölçü tesbit etmek uygulamada kolaylık sağlar. İslâm hukukunda da, satım akdinde olduğu gibi, işçi ücretlerinde “çoğunluğun emsal Eiyatı”nı ölçü almak mümkündür.
İslâm Hukuku Kaynaklarından Uygulama Örnekleri:
1) Ücret tesbit edilmeksizin işçi çalıştırılsa; eğer işçinin ücret miktarı daha önceden biliniyorsa bu ücreti, bilinmiyorsa emsal ücreti ödemek gerekir, işveren, kendi isteğiyle fazla ücret verirse bunu geri isteyemez.[94]
Yine ücret konuşulmaksızm bir kalaycıya kaplar verilse, parça başına ma'rûf olan ücreti ödemek gerekir.
Bir kimse alacağını tahsil için birisine vekâlet verse, süre belirlenmemişse vekil bu işi belli günlerde yapmış olursa emsal ücret alır. Ancak bu ücretin miktarı, belirlenen ücret varsa onun miktarını aşamaz. [95]
2) İşçi, “herkes kaç liraya çalışırsa ben de o fiyata çalışırım” der ve o beldede diğer işçilerin yevmiyesi belli olursa akit sahih, aksi halde fasit olur. Bu durumda o beldedeki işçi ücretlerinin ortalamasına gö're ödeme yapılır. Böylece iki tarafın da hakları gözetilmiş olur. [96]
3) Bir kimse diğerine, miktarını belirtmeksizin “şu işi gör, sana ikram ederim, veya ücret veririm yahut da gönlünü hoş ederim” dese, İşçi o işi yapınca emsal ücrete hak kazanır. Burada ücretin miktarı belli olmadığı için akit fasit olmuş ve işçi emsal ücrete hak kazanmıştır.
4) Borçlu, alacaklısına; “şu hayvanımı al, borç ödeninceye kadar yararlan” dese, o da yararlansa, emsal fiyata göre hesap görülür. [97]
5) İşçinin ücreti nakit para, altın veya gümüş yahut ölçü, tartı veya sayı ile alınıp satılan şeylerden tesbit edilmişse; cins, nevi, miktar ve sıfatını belirtmek gerekir. Bir ay çalışma karşılığı olarak, 50 bin lira, 5 Osmanlı altını, 100 dirhem gümüş, 20 ölçek buğday, 50 kg şeker tesbit etmek gibi. Bu konuda anlaşmazlığa yol açacak bir bilinmezlik bulunursa akit fasit olur. İş yapılmış olursa, işçi emsal ücrete hak kazanır. [98]
6) İş akdi yapılırken, ücretten hiç söz edilmemiş olur ve işçi ücretle iş gören kimselerden bulunursa, yevmiye belli ise ona, değilse emsal ücrete hak kazanır. İşin ücretsiz olarak yapılacağının konuşulmuş olması durumu müstesnadır. [99]
7) İş akdinde, ücret olarak kıyemî bir mal tesbit edilmiş olursa işçi emsal ücrete hak kazanır. Meselâ;
bir kimse “bana şu kadar süre çalış, sana bir çift hayvan alayım” dese, işçi çalışınca emsal ücrete hak kazanır. Çünkü hayvanlar kıyemî mal olup, satış bedelleri çok farklıdır, işveren en ucuzunu almak, işçi İse en pahalısını aldırmak ister ve bu durum anlaşmazlığa yol açar. Ancak belirli hayvan üzerinde anlaşma olmuşsa bu, ücret yerine verilebilir . [100]
Bütün bu durumlarda öngörülen emsal bedeli bilirkişi, o beldedeki benzer meslek sahiplerinin işçilik ücretim esas alarak belirleyecektir. Meselâ; bir inşaat ustasının yevmiyesi belirlenmek istense, o beldede genel olarak inşaat ustaları 2000 lira yevmiye ile çalışıyorsa bu ücret emsal bedel olur. Ücretler. 2000, veya 2500 yahut 3000 gibi farklı olursa, bu ücretlerin ortalaması olan 2500 lira emsal bedeldir. Böylece tarafların menfaati korunmuş olur. [101] Ancak ölçü alınacak emsal işçi bedellerinin dış etkilerden uzak olarak, arz ve talebin normal şartlar altında karşılaşmasiyle oluşması gerekir. İşsizlikten yararlanarak veya kendi aralarında gizlice anlaşarak işverenler işçi ücretlerini çok düşük tutarlarsa, bu gibi sun'î ücretler emsal bedel olamaz.
Diğer yandan işçilerin sendika çevresinde güçlenmesi ve bu gücün kötüye kullanılması sonucu kimi zaman işçi ücretlerinin normalin üstünde yükselmesi de mümkündür. mek bedelinin bu şekilde yükselmesi, üretilen malların maliyetine ve dolayısıyîe piyasa fiyatlarına yansıyacağı için paranın satın alma gücü düşer. Bu da emeğin değerini olumsuz yönde etkiler. Konuyu tarafların yararına en uygun bir biçimde çözebilmek için eşit ehliyet ve yetenek gerektiren işlerde çalışanlara “asgarî ücret” belirlemek, bunun üstündeki iş ve mesleklere ise, özelliğine göre adaletli ilaveler yapmak gerekir. [102]
Asgarî ücret miktarmın, işçinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yaşayabilmek için yapmak zorunda oldukları masrafları karşılayacak ölçüde olması gerekir. Çünkü İslâm hukukuna göre, erkek bir işçinin; eş ve çalışmayan çocuklarının geçim masrafları bu işçiye vaciptir. Çalışan bir işçinin asgarî ücreti, yalnız kendi zorunlu harcamaları ölçüsünde alınırsa, eş ve çocukları için başka bir kaynak bulmak zarureti ortaya çıkar. Çünkü her işçinin eşini ve küçük çocuklarını çalışmaya zorlaması veya geçimleri için başka bir yan gelir sağlaması beklenemez. Çalışan ve kazanan bir aile reisi varken, bu nafaka yükümlülüğünü devlete yüklemek de mümkün olmaz.[103] Durum böyle olunca, işçinin ücret miktarı ne olursa olsun bunu, çalışmayan aile fertleri ile paylaşmak zorunda olduğunu kabul etmek gerekir. Gerçi işçinin geliri yeterli olmaz ve yoksul durumda bulunursa zekât alması caiz olur. Ancak onu zekâtla desteklemek yerine, sürekli bir çözüm için gelirini zekâta muhtaç olmayacak bir seviyeye çıkarmak daha uygundur. Gerçekte, işçinin ürettiği malların satış bedelleri içinde yeteri kadar emek bedeli vardır.
“Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, eşi yoksa eş, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse o ya hilekârdır yahut hırsız.” [104]
Burada, ücretin işçiye sağlaması gereken hayat seviyesine işaret ediliı. Buna göre; işçi, ücretinden yapacağı tasarruflarla mesken edinebilmeli, bekârsa evlene-bilmeli ve arabası yoksa, bir araç satın alabilmelidir. Ayrıca bu arabayı rahat kullanabileceği ekonomik bir ortamın meydana gelmesi de amaçlar arasında sayılabilir. İşçilerin bu belirtilenler dışında istekte bulunması, ya işverenleri iflasa sürükler ya da piyasa fiyatlarının aşırı yükselmesine neden olur.
Emevî Halîfelerinden Ömer b. Abdilazîz (ö. 101/ 720) işçilere şöyle demiştir:
“Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.” [105]
İşçiyi yukarıdaki delillerde öngörülen hayat seviyesine ulaştıracak bir asgarî ücret belirlendikten sonra, ekonomik şartlar değişince ve paranın satın alma gücü düşünce yeni ayarlamaların yapılması gerekir. Meselâ, bir yıl- sonra, zarurî maddelerin fiyatlarında ortalama % 30 artış olmuşsa, işçi ve memur maaşlarına da bu oranda ilâve yapmak gerekir. Aksi hâlde ücretleri bir yıl öncesine göre % 30 azalmış olur. Ancak ücret ayarlamaları çoğu zaman kendiliğinden gerçekleşmez, İş barışını bozmadan, düzenli bir ayarlamanın yapılabilmesi için, adaleti ayakta tutması gereken Devlet güvencesine ihtiyaç vardır. Bu konuda işçi ve memurların tek tek zam isteğinde bulunması yerine, kol-ektif irade ve ekonomik şartlara göre ayarlanan emek değeri belirlemek daha uygun olur. İşçi veya İşveren arttırılan yeni ücrete razı olmazsa, mahkemeye başvurarak adaletli bir ücret tesbiti yaptırması mümkündür. [106]
Teşebbüs sahipleri, ödediği ücret karşılığında işçiden mümkün olan en yüksek verimi almaya çalışırken, ücretle verimlilik arasındaki dengeyi, işletme menfaatlerine göre ayarlamak ister. Ücret miktarı fazla düşük tutulursa, genel olarak teşebbüs sahiplerinin menfaatlerine uygun sonuç vermez. Esaret nizamında, boğaz tokluğuna çalıştırılan işçilerin patronlar hesabına kârlı sonuç vermediği uygulamada görülmüştür. Bir fabrikada, işçilerin istekli çalışıp çalışmamalarına bağlı olmaksızın, sabit masraflar hep ayni tempo ile işlemektedir. Durum böyle olunca, masrafların parça maliyetine isabet eden hissesini azaltmak gerekir. Ücret miktarı arttırılarak, parça başına düşen üretim masraflarının düşürülmesi mümkündür.[107] Çünkü işçi, emeğinin gerçek değerini alınca daha verimli çalışır.
Diğer yandan işçinin tecrübe, ehliyet ve yeteneği arttıkça, ücretinin arttırılmasını isteme hakkı vardır, İş akdinde, ücretin belli bir süre sonra arttırılacağı şart koşulmuşsa buna uymak gerekir. İşçi, anlaşmada tesbit edilen ücretle çalışmaya devam ederken, benzer iş ve mesleklerde çalışanların ücretleri yükselse veya zorunlu harcama gerektiren şeylerin piyasa fiyatları hayat standartlarını etkileyecek ölçüde artsa, ücreti yeniden belirleme hakkı doğar. Menkul ve gayr-i menkul kiralarının uzun vadede yetersiz kaldığı ve yeni ekonomik şartlara göre yeniden belirlendiği gibi, kira akdiyle aynı hükümlere tâbi bulunan iş akdinin de gözden geçirilerek ücretin arttırılması mümkündür. Satım ve kira akdinde olduğu gibi burada da emsal işçi ücretleri ölçü alınırken çoğunluk prensibine uyulabilir.
Satım akdinde emsal fiyat için, Mâliki hukukçularından el-Bâcî (ö. 474/1081) el-Muvatta' şerhinde şöyle der: “Bir kişi veya az sayıda bir grup, büyük çoğunluğa muhalefet ederek fiyatları düşürmüşlerse, onlara ya büyük çoğunluğun sattığı fiyattan satış yapmaları yahut da alış verişi terketmeleri emredilir. Ancak bir kişi veya az sayıda kişiler fiyatları yükselişe çoğunluğa, bu zamlı fiyattan satış yapmaları veya alış verişi terketmeleri emredilmez.” [108]
Bu ölçü, emeğini işverene satmakta olan işçinin ücreti için uygulanırsa, şu sonuca ulaşılabilir: Bir beldede benzer iş ve mesleklerin icra edildiği işyerlerinin büyük çoğunluğu yaklaşık olarak 50 bin lira maaş verirken, az sayıda işveren bunlara muhalefet ederek, ücretleri 30 bin lira dolaylarında tutsa, bu işverenlerden çoğunluğa uymaları istenir. Ancak az sayıda işveren çeşitli nedenlerle ücretleri yükseltse, çoğunlukta olan işverenlerden bu yeni ücretlere uymaları istenmez. [109]
Batı ülkelerinde işçi ücretlerinin düzene sokulması ve asgarî ücret belirlemeleri sanayi devriminden sonra mümkün olabilmiştir. Bu konuda ilk sosyal politika tedbirleri İsviçre'de M. 1674 tarihlerinde çıkarılan bir emirname ile alınmıştır. Bunu, M. 1704 te Zürih Kantonun da sanayi kollarının asgarî ücretini belirleyen emirnameler izlemiştir. [110]
İngiltere'de yeni makine çağı XVIII nci yüzyılın ikinci yarısının sonlarına doğru başladı. XIX ncu yüzyıl başlarında henüz sendikacılık gelişmemiş, işçi sağlığı, iş güvenliği ve diğer koruyucu mevzuat da mevcut değildi. Modern devrin ilk sosyal politika tedbirleri bu ülkede çalışan çocukların, çalışma şartlarını düzenleyen M. 1802 tarihli kanunla başlar, 1887 tarihli, yetişkin işçilerin düşük ücretlerle çalıştırılmasını önleyen kanunla devam eder. [111]
İslâm hukuku kaynaklarında, işçinin hak ve görevleri “icâre (kira) akdi” içinde düzenlendiği için, İslâmın ilk devirlerinden itibaren emeğinin değerini alamadığı kanaatine varan işçiler tek veya toplu halde mahkemeye başvurur ve bu konudaki problemleri mahkeme çözümlerdi. Hâkim, emsal işçi ücretlerini ve zorunlu harcamaları dikkate alarak, gerektiğinde bilirkişilerden yararlanır ve âdil bir ücret belirlemeye çalışırdı. Mahkemede işçi ve işveren veya bunların temsilcileri birlikte bulundukları, uzman bilirkişilerin de yardımıyla yeni çalışma şartlarını belirledikleri için, bu tarafların rızasiyle oluşan ve hakimin tasdikiyle de yürürlük kazanan bir “Toplu iş Sözleşmesi” niteliğindedir. Aşağıda vereceğimiz örnek de bu düşüncemizi desteklemektedir.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kütahya yöresi çinicilik sanatının merkezi olmuştu. Çini atölyelerinde çalışan çok sayıda işçiler hayat pahalılığı nedeniyle geçinemez duruma düşmüştü. Atölye sahipleri ücretleri kendiliğinden yükseltmeyince, işçi temsilcileri mahkemeye başvurmuş ve aşağıdaki
“Toplu iş sözleşmesi” hüküm altına alınmıştır:
1) Kütahya'da 24 iş yeri (çini ve fincan atölyesi)nden başka atölye açılmayacaktır.
2) Bu iş yerlerinde kalfalar 100, has (değerli) fincan işçileri de 40 akçe alacaktır.
3) Çıraklar 100 âdi fincan ve 250 normal fincan imal ederse, günde 60 akçe verilecektir.
4) Hatrfeler (yaldızcı) 150 has fincan işlerse 60 akçe ödenecektir.
5) Çıraklar usta oldukları zaman ücretleri orantılı olarak artacaktır.
6) Fincanın tanesi 4 kuruşa perdahlanacaktrr.
7) Günde azamî 160 fincan işlenecektir.
8) Bu sözleşmeden işçi ve işveren hoşnuttur.
9) Bu sözleşme üstat ve zennîler önünde yapılmıştır.
10) Bu sözleşmeye aykırı hareket edenler Şer'iye Mahkemesi tarafından cezalandırılacaktır.
11)Taraflar bir zarara uğrarsa bu ortalama olarak ödenecektir.
12) Bu sözleşme şer'iyye Mahkemesinin himayesindedir.
13) Kalfa ve ustalar bir hastalığa yakalanırsa, yardım olunacaktır.
14) Çıraklar, belirli bir süre sonunda usta olabilirler.
15) Bu sözleşme, Şer'iye Mahkemesi sicilinin 57 nci sayfasındadır.
Bu sözleşmenin, işçi ve işveren münasebetlerini düzenleyici hükümler getirmekte kaynak sayılan İngiltere' dekilk “Toplu İş Sözleşmesinden 51 yıl önce yapıldığı ortaya çıkmıştır. Belge, şer'iye sicillerinin, sosyal, hukuk ve ekonomik alanlarda ne kadar zengin bilgileri kapsadığım göstermektedir.
Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma:
Ülkemizde işçiler için asgarî ücretin en geç iki yılda bir tespit edilmesi Türk İş Kanunu 33 ncü madde ile düzenlenmiştir. Maddenin birinci fıkrası şöyledir:
“Hizmet akdi ile çalışan ve bu kanunun kapsamına giren her türlü işçi ile gemi adamı ve gazetecilerin ekonomik ve sosyal durumlarının düzenlenmesi için çalışma bakanlığınca, Asgarî Ücret Tespit Komisyonu aracılığı ile ücretlerin asgarî hadleri en geç iki yılda bîr tespit edilir.”
Diğer fıkralarda Asgarî Ücret Tespit Komisyonunun nasıl ve kimlerden teşekkül edeceği belirlenir.
Asgarî ücretin üzerindeki emek değeri ve sosyal : haklar, işçi ve işveren temsilcilerinin karşılıklı müzakereler sonucu imzaladıkları “toplu iş sözleşmeleri” ile tespit edilmektedir. Bu sözleşmelerde yer alan anlaşma hükümlerine tarafların uymasını sağlamak, Devlet güvencesi altındadır.
Asgarî ücret tespit edilirken uyulacak esaslar 12 Şubat 1972 tarihli ve 14097 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan “Asgarî Ücret Yönetmeliğinde gösterilmiştir. [112]
İşçiye, gücünü aşan iş yüklememek gerekir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez”.[113]
Hz. Peygamber de bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
Ashâb-i kiramdan Ebû Zerr (r.a) bir gün kölesiyle aynı elbiseyi giyinmiş olarak yolda giderken Ma'rûr b. Süveyd'e rastlar. Ma'rûr, bir örnek giyinmelerinin sebebini sorunca, Ebû Zerr Rasulûllah devrinde zenci birköleyle tartıştığını, ona annesinin siyah olduğunu hatırlatarak hakaret ettiğini, durum Allah'ın elçisine intikal edince Onun şöyle buyurduğunu nakleder:
“Köleler, Allah'ın sizin elinizin altında bulundurduğu kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yediriniz. Giydiğinizden giydiriniz. Onlara üstesinden gelebilecekleri yükü yükleyiniz. Eğer ağır yük yüklerseniz, onlara yardım ediniz.” [114]
Kölelere bile, güçlerinin yetmeyeceği yükün yükletilmesi yasaklandığına göre, hürlerin bu normal insanlık hakkından öncelikle yararlanması gerekir.
Kimi zaman, yapılacak işin normal gücü aşması, çalışma süresinin uzunluğundan da kaynaklanabilir. İş saatleri gereğinden çok uzadığı zaman, artan yorgunluğun giderek verimi düşürdüğü tespit edilmiştir. Bu nedenle, özellikle son yüzyılda iş adamları çalışma süresini kısaltmayı menfaatlerine uygun bulmuşlardır. [115]
Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma :
1475 sayılı T. İş Kanunu belirli yaştan küçük olan işçilerin bazı ağır işlerde ve geceleyin çalıştırılamayacağı hükmünü getirmiş, hamile kadın işçilerin de doğumdan önce ve sonra olmak üzere altışar hafta çalıştırılamayacağını hükme bağlamıştır. Yine ağır ve tehlikeli işler için de koruyucu tedbirler alınmıştır. [116]
İşçi, namaz ve oruç gibi farz ibadetleri ve sünnet çeşidine giren taatleri yerine getirme hakkına sahiptir. İşveren belki o anda işlerin yoğun olması yüzünden, namazı cemaatle kılmasına izin vermeyebilir. Ancak tek olarak kılınması mümkün olmayan Cuma ve Bayram namazları bundan müstesnadır. Eğer yakında bir mescid varsa, işçinin ücretinden ibadet süresi için bir kesinti yapılmaz. Çünkü bu, büyük bir süre kaybına yol açmaz.
İşçi, bir haftalık süre için tutulmuşsa, bu süreye tatil günü girmez. Gayr-i müslimler için de hüküm böyledir. Din ve vicdan özgürlüğü temel haklardan olduğu için, işçinin peşin olarak namaz kılmama veya oruç tutmama şartım kabul etmesi geçerli olmaz. Çünkü Hz. Peygamber helali haram, haramı helal yapan şartların geçerli olmadığım bildirmiştir. [117]
İşçiye, normal ihtiyaçlarını gidermesi için mesai dahilinde izin verildiği gibi, arada dinlenme imkânı da vermek gerekir. Verimin yükselmesi için de bu gereklidir. Dinlenme için şartlar iş akdinde belirlenmişse buna, belirlenmemişse örfe uymak uygun olur. Yararlı spor oyunları, yüzme, gezi, çalışma yerini süsleme ve benzerleri de dinlenme niteliğindedir.
Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma:
İş hukukunda, işin süresi ve durumu dikkate alınarak, mesai süresi içinde de dinlenme hakkı tanınmıştır. 64 ncü madde aşağıdaki düzenlemeyi gerektirir:
1) 4 saat ve daha kısa süreli işlerde 15 dakika,
2) 4 ilâ 7,5 saat olan işlerde yarım saat,
3) 7,5 saatten daha fazla süreli olan işlerde bir saat ara dinlenmesi verilir. Son fıkrada bu ara dinlenmelerinin çalışma süresinden sayılmayacağı belirtilmiştir. İş kanununda ayrıca hafta tatili, yıllık İzin ve bayram tatilleri ile ilgili düzenlemeler de yer alır. [118]
1) İşçiye Yapılan Sosyal Yardımlar:
İşçiye akitle belirlenen ücret' dışında yeme, içme, giyim eşyası gibi yardımlar yapmak prensip olarak zorunlu değildir. Ancak bu gibi yardımlar iş akdinde yer alır veya örfen yaygın bulunursa buna uymak gerekir.
Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
“O, Allah'ın elinizin altında kıldığı kardeşinizdir. Onlara yediğinizden yediriniz, giydiğinizden giydiriniz. Onlara yapabilecekleri işleri yükleyiniz...” [119]
Bu hadis, yeme içme ve giyecek masraflarının işverene ait olduğuna işaret etmektedir. Hadisin bazı rivayetlerde kölelerle ilgili olarak nakledilmesi, sonucu değiştirmez. Bu konuda yapılacak düzenlemeler ve meydana gelecek örfler İslâm hukukunun ruhuna uygun düşer.
Bu sosyal yardımlar iş akdinde şart koşulur veya daha sonra yapılan toplu iş sözleşmelerinde cins, nevi ve miktarları belirlenerek yer alırsa ücrete dahil olur. Hanefîler yalnız süt annenin yeme içme ve giyecek gibi şeyler karşılığında emzirmesini geçerli saymışlar [120] fakat bunun dışındaki işlerde yemek, giyim eşyası gibi şeylerin miktarının tam olarak tesbit edilemeyeceğini öne sürerek, bunların ücret kapsamına alınmasını kabul etmemişlerdir. Meselâ bir işçi 40 bin lira para, bir de yemek ve giyim eşyası karşılığında çalışmayı kabul etmişse, yemek ve giyim eşyasının bedeli tam olarak belli olmadığı için gerçek işçilik ücreti meçhul kalır. İşçi iyi kalite yemek ve değerli kumaştan elbise ister, işveren en ucuzunu vermeyi yararına daha uygun bulur. Bu durum anlaşmazlığa yol açabilir. Bu yüzden bunların bedeli tam olarak belirlenemeyince, iş akdi de muteber olmaz.
Diğer yandan iş akdinde yer almamakla birlikte bu sosyal yardımlar örfen yaygın olarak veriliyorsa, bunlar iş akdinde şart koşulmuş gibi işlem görür. Ancak konuda örf de yoksa bunlar işverenin bir lütuf ve sadakası olur.[121]
Mâlikî'lere göre ise örf deliline dayanarak yeme, içme, giyim ve mesken gibi ekonomik değeri olan şeyler ücret sayılarak, iş akdi yapılabileceği görüşü benimsenmiştir. [122] Dayandıkları delil Ebû Hüreyre'nin şu sözleridir:
“Ben, Gazvan'ın kızma yiyecek ve ayakkabı kargılığında işçilik yaptım. Hayvana bindiği vakit yardım eder, inince de arkasından takip ederdim.” [123]
Kanaatimizce, günümüzde lojman, yiyecek, giyecek, ilaç gibi sosyal yardımların para karşılığı tam olarak hesaplanabildiği için, bu konuda bilinmezlik kalmamıştır. Toplu iş sözleşmelerinde bunların para olarak birim değeri, meselâ; verilecek elbisenin cins ve nevi, yemeğin para veya kalori değeri de yer almakta, bu konularda çıkabilecek anlaşmazlıklar önceden giderilmektedir. İşçiye 40 bin lira ücret, 10 bin lira yemek, 5 bin lira elbise, 5 bin lira da yakacak yardımı yapılsa, bu işçinin aylık maaşı 60 bin lira demektir. Burada, anlaşmazlığa yol açacak bir bilinmezlik söz konusu değildir.
İşçiye başkası tarafından verilen hediye ve bahşişler ücrete mahsup edilemez. Lokanta, otel ve tamirhane gibi yerlerde çalışanlara, müşteriler hizmetlerinden, memnun kaldıkları için bahşiş verirler. Bu bahşişler hibe hükümlerine tâbi olup, İşçi buna, kabzetmekle mâlik olur. Ancak bahşişler işverene veya müessese adına verilmiş olur yahut da hepsi bir araya toplanmış bulunursa, iş akdindeki şartlara veya örfe göre işlem yapmak gerekir. [124]
Doktorla; hastayı iyileştirdiği takdirde ücret almak, iyileştiremediği takdirde ise hiç ücret almamak, bir avukatla suçluyu berat ettirmek şartıyle ücret tesbit etmek, berat ettiremezse hiç ücret almamak üzere anlaşma yapılsa, İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre böyle bir iş akdi geçerli değildir. Çünkü, tedavi etmek veya berat ettirmek mümkün olmazsa işçi hiç ücret alamayacağı için, çalışma karşılıksız kalmış olur. Mâlikiler İse böyle bîr sözleşmeyi geçerli saymıştır. Modern hukukta da bu gibi anlaşmaları yasaklayan hükümler vardır.
Kanaatimizce, normal çalışma yapıldığı hâlde meydana gelme veya gelmeme ihtimali bulunan işlerde bir asıl ücret, bir de iş olursa ikramiye veya ödül niteliğinde ilâve bîr ücret olmak üzere ikili ücret belirlemek mümkündür. Meselâ; bir doktor normal tedavi için 50 bin lira hastayı iyileştirdiği takdirde ise 25 bin lira ilâve ücret talep etse, bu fazlalık hasta iyileşince ikramiye veya hediye olarak verilmiş sayılır. [125]
İşçi, sözleşmede veya örfte belirli olan sürede çalışmak zorundadır. Meselâ; günde 8 saat çalışma kararlaştırılmışsa, ücret bu sürenin karşılığı olur; Eğer bu süreden fazla çalıştırılıra a, anlaşmaya veya örfe göre fazla çalışma ücreti almak hakkı doğar. Yine işçiye normal çalışmanın üstünde görevler verilirse, bunun da para olarak değerlendirilmesi gerekir. Meselâ: işveren Bursa'daki işçisini sürekli veya geçici olarak İstanbul' daki fabrikasına nakletse, bu yeni yer ve şartlara göre ek ücret düşünmek gerekir.
Hz. Peygamber s.a.s) işçilerden söz ederek şöyle buyurmuştur:
“Onlara külfet yüklediğinizde yardım ediniz.” [126] Normal olarak 8 saat çalışarak 2 bin lira yevmiye alan işçi, 10 saat çaliştırılsa, 2 saat fazla çalışması karşılığında akde veya örfe göre ilâve ücret alabilir.
Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma:
İş Kanunun 35-37 nci maddeler fazla çalışma ücretini düzenlemiştir. 35 nci madde şöyledir :
“Memleketin genel yararları yahut işin niteliği veya ücretinin arttırılması gibi sebeplerle kanunda yazılı günlük çalışma süresinin dışında fazla çalışma yapılabilir.
a) Fazla çalışma süresi günde üç saati geçemez.
b) Fazla çalışma yapılacak günlerin toplamı bir yılda doksan iş gününden fazla olamaz.
c) Her bir fazla saat çalışma için verilecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde elli yükseltilmesi suretiyle ödenir.
d) 61 nci maddede yazılı sağlık sebeplerine dayanan kısa veya sınırlı süreli işlerde fazla çalışma yapılamaz.
e) Fazla çalışma, Bölge Çalışma Müdürlüğünün iznine bağlıdır.
f) Fazla saatlerde çalışmak için işçinin muvafakatinin alınması gerekir.
g) Fazla saatlerde çalışmanın ne suretle uygulanacağı çıkarılacak bir tüzükte gösterilir.” [127]
Yukarıda bir işçinin, eş ve çalışmayan küçük çocuklarının nafakası ile yükümlü olduğunu belirtmiştik. Çok kazanırsa, aile bireyleri, bu çoğu paylaşır. Az kazanırsa, azla yetinmek zorunda kalırlar. Modern hukukta da, ayrı yaşamakta haklı olan eş ve çocukların nafakası, geliri ne kadar da az olsa -evliliğin devamında olduğu gibi aile reisi olarak kocaya aittir. Elbette, aylık geliri 20 bin lira olanla, 100 bin lira olan kimsenin nafaka yükümlülüğü bir olmaz.
İslâm'da emeğin değeri ortalama bir ailenin geçimi esas alınarak belirlendikten sonra, ailenin israfa kaçması ve aşırı harcamaları yüzünden yoksul düşmesi işçilik ücretine ilâveyi gerekli kılmaz. Ancak normal şartlarda aile fertleri alınan ücretle geçimini sağlayamıyorsa, bu ya iş bulamama ya da ücretin düşük olması yüzünden olabilir. Bu taktirde, sosyal güvenlik kuruluşları ve sonunda da devlet desteği söz konusu olur.
Hz. Peygamber çalışamayan evli kimseye beytül-mâldan iki, bekâra ise bir hisse vermiştir. [128]
Hz. Ömer kazanmaktan âciz bulunan bir zimmî'ye maaş bağlatmış, ondan cizye vergisini kaldırmış ve şöyle demiştir: “Gençliğinde onlardan yararlanır, yaşlandıkları zaman yüzüstü bırakırsak âdil davranmış olmayız.”
Yine Ömer (r.a), ağlayan bir çocuğun annesine sebebini sorar. Kadın O'nun halîfe Ömer olduğunu bilmeksizin şöyle der: “Ömer, sütten ayrılmamış çocuklar için maaş vermiyor. Çocuğumu sütten ayırmak istiyorum, oda direnip ağlıyor.” Bu sözleri duyan Ömer (r. a) şöyle dedi:
“Ömer'e yazıklar olsun, kimbilir kaç müslüman çocuğunun ölümüne sebep oldu?. Artık çocuklarınızı sütten ayırmak için acele etmeyin. Bundan böyle çocuklara doğduğu tarihten itibaren maaş bağlanacaktır.”[129]
Hz. Osman halifeliği sırasında, komşularından yeni doğan bir çocuğu haber aldı. Beytülmâlden 50 dirhem gümüş para ile bir elbiselik kumaş gönderdi. Ayrıca bir yıl sonra bu yardımı 100 dirheme çıkaracağını da bildirdi. [130]
Bütün bu delil ve uygulamalar gösteriyor ki, geçim darlığı çeken herkese devletin yardım elini uzatması veya yardım edecek sosyal güvenlik kuruluşlarını oluşturması gerekmektedir. [131]
Serbest iş rejimlerinde işçiler ancak birleşerek ve teşkilât kurarak haklarını koruyabileceklerini çeşitli tecrübelerle öğrenmişlerdir. Orta çağda işçi birlikleri ve meslek kuruluşlarının bir devamı olarak sendikacı-paylaştırdı. Evliye iki hisse verdi. Ben de evliydim.
İlk başlamıştır. Eskiden işverenler İstediği işçiyi çıkarıp, yerine başkasını alırken veya işçisine dilediği ücreti verirken sendika döneminde bunu yapamamaya başladılar. Sendikacılık sanayi inkılabı ile güç kazandı. Haklardan yalnız sendikalı işçilerin yararlandırılması, bütün işçilerin sendikaya girmesini sağlama amacına yönelikti. Bu durum çalışma özgürlüğünün daralması yönünde etki yaptı. İş sözleşmeleri tek kişi yerine toplu işçiler adına yapılmaya başlandı. [132]
Osmanlılarda önceleri her sanat için ayrı ayrı esnaf zaviyeleri kurulmuştu. Bir sanatta ilerlemek isteyen kimse bazı kurallara uymak zorunda idi. [133] Esnaf zaviyeleri XIII ncü yüzyıldan itibaren yerlerini loncalara bıraktı. Bunların “orta veya teâvün sandığı” denilen yardım teşkilâtları da vardı. İşçi ve sanatkârların haklarını korumada bu kuruluşlar etkili olmuştur. [134]
Türkiye'de işçi ve işveren sendikalarının kurulmasına [135] Şubat 1947 tarihli kanunla izin verilmiştir. Bundan sonra sendikacılığın oldukça hızlı bir gelişme izlediği görülür. Meselâ; 1952 de kurulan Türkiye İşçi Sen dikaları Konfederasyonu (Türk-İş) üyelerinin sayış 10 yıl sonra 420 bin'e ulaşmıştır.20 [136]
Grev sözcüğü Fransızca olup, önceleri bir semt adı iken daha sonra kapsam değiştirerek bugünkü anlamını kazanmıştır. Paris'te, 1806 yılına kadar Place de la Greve adı verüen bir yer vardı. Ortaçağda idam mahkumlarının nasıl işkence gördüğünü veya yakıldığını seyretmek isteyenler bu alana akın ederlerdi. Burası aynı zamanda iş gücü arz ve talebinin karşılaştığı bir emek pazarı idi. İşsizler bu meydanda toplanır ve iş arayanlar adamlarını buraya gönderirlerdi. Grev denilince, iş veya işçi bulunmaya gidilen bu işkence ve idam mahalli anlaşılıyordu.
Giderek, grev sözcüğünün anlamı değişikliğe uğramış,, emek sahiplerinin işlerini bırakıp meydana vakit geçirmeye gitmelerine grev denilmeye başlanmıştır.
Bugün grev denilince, işçilerin toplu olarak faaliyeti durdurmaları anlaşılmaktadır. İşverenlerin de bir karşılık olarak iş yeri kapılarını emek sahiplerine kapamaları lokavt terimi ile ifade edilmektedir.
Grev, genel olarak kollektif pazarlık anlaşmazlıkları yüzünden çıkar. Grev âni veya tertipli olabilir. Türk hukukunda, normal prosedüre göre önceden hazırlanarak açılan “tertipli grevce yer verilmiştir. [137]
İşçi sendikası ile işveren anlaşamadıkları takdirde, bir uzlaşma ortamı aramak üzere tarafsız aracılar seçmek veya hakemlere başvurmak kabildir. Tarafsız aracıların kararlarını kabul edip etmemekte taraflar serbest sayılmıştır. Fakat hakeme gidildiği takdirde, onun vereceği karara uymak zorunluluğu vardır. Bu nedenle, sendikalar çoğu zaman hakeme gitmek yerine tarafsız aracıları tercih ederler. Anlaşmazlık bu yolla da çözülemezse grev ihtimali belirir. Sendikanın alacağı kararı işçiler de oylarıyla tasvip ederlerse greve gidilir. Grevin neden ibaret olduğunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra bu hakkın İslâm hukuku bakımından durumunu şöylece ifade edebiliriz. [138]
İslâm hukukuna göre, işçiler almakta oldukları ücretleri yetersiz bulurlarsa, arttırılmasını isteyebilirler. Tek tek istemek yerine, bir temsilci aracılığı ile istekte bulunmaları da mümkündür. Çünkü aynı kişiye, birden çok kişilerin vekâlet (yetki) vererek, kendilerini temsil ettirmeleri caizdir. Temsilcinin, işveren karşısmda zayıf kalmaması ve eşit şartlar altında pazarlık yapabilmeleri için bazı güvencelerinin olması ve organize olmuş bir işçi kuruluşu adına hareket etmesi de mümkündür. Ancak taraflar müzakereler sonunda, emeğin yeni değeri üzerinde görüş birliğine varamazsa durum ne olur?. Problemi, işi bırakarak veya işyerini kapatma kararı alarak karşı tarafı psikolojik ve ekonomik baskı altına almak suretiyle çözmeye çalışmak emeğin gerçek değerini bulmasını sağlar mı?.
Grev ve lokavt korkusu tarafların iradelerini zorlar, işverenin taahhütlerini, senet ve çeklerini, belki de işyerinin tahrip edileceğini düşünerek, normalin üstündeki işçi isteklerini kabul etmesi, işçilerin de lokavt tehdidi altında, işlerini kaybetme korkusuyle, normalin altında düşük ücrete razı olmaları, tarafları “mükreh (irâdesi zorlanmış, irâdesi sakatlanmış)” durumuna getirebilir. Bu duruma yol açmamak için, anlaşmazlık tarafların görüşmeleriyle çözülememişse, bu konuda uzmanlaşmış olan ve adaleti ayakta tutacak olan mahkemeye başvurmak gerekir. Yukarıda Osmanlı İmparatorluğu uygulama örnekleri arasında zikrettiğimiz, Kütahya çini işçi ve işverenlerinin mahkeme önünde kabul ettikleri 15 maddelik “toplu iş sözleşmesinde aynı niteliktedir. Yani problemin, mahkeme yoluyle çözüldüğünü gösteren bir uygulama örneğidir.
Diğer yandan İslâm hukukuna göre işçi, fiilen çalıştığı veya çalışmaya hazır olduğu süreler için ücrete hak kazanır. İşverenin izni olmaksızın işin başından ayrılrsa ücret hakkı bulunmaz. Yukarıda, ücret konusunu incelerken bu noktaları açıklığa kavuşturmuştuk. [139]
İş akdi gün, hafta, ay ve yıl gibi belli bir süre veya belli bir iş üzerine yapılmış olursa, sürenin bitmesi veya işin yapılmasiyle taraflar serbest olur. İşveren işçiden yararlanmış ve işçi de hakkı olan ücreti almıştır. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Ancak kimi zaman, süreyi uzatmayı gerekli kılan bir özür çıkabilir. Meselâ; 10 gün çalışmak üzere tutulan bir kaptan, gemi li mana ulaşmadan önce, sürenin dolduğunu öne sürerek işi bırakamaz, iş süresi ilk limana kadar uzatılmış sayılır. [140]
İş akdinin süresi dolmadan veya iş yapılmadan önce, akdin tarafların karşılıklı rızasiyle bozulması mümkündür. Bu işleme, “ikâle” denir. îkâle yapmak, satım akdinde caiz olduğu gibi, iş akdinde de caizdir. Çünkü is akdi, emeğin bir ücret karşılığında satımından ibarettir.
Hz. Peygamber s.a.s) bir hadisinde şöyle buyurur:
“Allah, pişman olarak akdi bozmak isteyenin, bu isteğini kabul eden kimsenin kıyamet gününde tökezlemesini önleyecektir.” [141]
Akdi yapma yetkisi bulunanın, yaptığı akdi bozma yetkisinin de bulunması tabiîdir. Ancak ivazlı akitlerde bunu karşı tarafın rızası ile yapabilir. [142]
Hanefilere göre, tarafların akdi bozmalarını gerekli kılan bir özür çıkarsa akit feshedilebilir. Bir işi taahhüt eden kimse, sonradan iflas, etse veya meslek değiştirmek zorunluluğu ortaya çıksa, yahut iş, işverenin zararına olacak bir nitelik kazansa özürlü olan tarafa İş akdini bozma hakkı tanımak gerekir. Çünkü, değişiklik yüzünden yarar zarara dönüşmüş olur. Meselâ; Bir kimse, diğerinin evini yıkmak, ağacını kesmek veya dişini çekmek üzere onunla iş akdi yapsa, ancak ev yıkılmadan önce yeni bina yapımına belediyece izin verilmeyeceği anlaşılsa, bu nedenle ağaçları da kesmekten vazgeçse, ağrıyan dişi iyileşmiş bulunsa, işçi mücerred iş akdine dayanarak evi yıkmaya, ağaçları kesmeye ve iyileşmiş dişi çekmeye kalkışamaz. [143] Ancak işçi bu yüzden işsiz kalmış ve bazı zararları olmuşsa bunu işverene tazmin ettirmesi mümkündür.
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre ise, iş akdi bir özür sebebiyle feshedilemez. Çünkü bu, satım akdi niteliğindedir. Akit yapıldıktan sonra bağlayıcı olur ve tek yanlı iradeyle feshedilemez. [144]
Meydana gelen bir iş akdi, ya karşılıklı rıza, ya da kaza yoluyle feshedilir. Bu, satım akdinde kabzdan sonra ayıp sebebiyle akdi feshetmeye benzer. Bu yüzden, işçi veya işverenin özrü açık olursa, mahkeme kararma da ihtiyaç yoktur. Dişi iyileşen hastanın çektirmekten vazgeçmesi gibi. Özür gizli olursa iş akdi ancak hâkim kararı ile feshedilebilir. Çünkü özrün iş akdinin feshini gerektirip gerektirmeyeceğini incelemek bir, uzmanlık işidir. Bunu hâkimin yapması haksızlıkları önler. Meselâ, ağır borçlarının olduğunu öne süren kimse bunu karşı tarafı yanıltmak için de söylemiş olabilir. Ancak doğru olması da muhtemeldir. İşin gerçeği hâkimin incelemesiyle ortaya çıkar. Taraflar özür konusunda ihtilâfa düşerse, anlaşmazlığı yine hâkim çözümler. [145] Almanya, İtalya ve Hollanda gibi batı ülkelerinde de iş akdinin feshi, mahkeme kararı ile yapılabilmektedir. [146]
Uygulamada, işçiye işten ayrılırken, daha önce o iş yerinde çalıştığı süreler dikkate alınarak işverenin vermekle yükümlü tutulduğu belli miktardaki tazminata “kıdem tazminatı” denir. İşçi daha önceden, çalışmasının karşılığı olan ücreti ve diğer sosyal hakları tam olarak aldığı için gerçekte işverenden bir alacağı kalmamıştır. Bu niteliğine göre kıdem tazminatı çalışma karşılığı olan ücretin bir cüz'ümüdür? yoksa sosyal yardım veya ikramiye'kabilinden bir lütuf mudur?. Bu noktaları açıklığa kavuşturmak gerekir.
İslâm hukukuna göre, işçiye ödenecek ücretin, akit sırasında anlaşmazlığa yol açmayacak biçimde belirlenmesi gerekir.
Hadis'i şerifte şöyle buyurulur:
“Kim bir işçiyi kiralarsa, ona vereceği ücreti bildirsin.” [147]
Kıdem tazminatının miktarını, iş akdinin yapıldığı sırada bilmek mümkün değildir. Yıllarca çalışmak üzere bir fabrikaya giren işçinin meselâ, 15 yıl sonra işten ayrılırken alacağı kıdem tazminatının miktarı, ancak işten ayrılma tarihinde tam olarak hesaplanabilir. Çünkü bu tazminat, İş Kanunu madde 14, fıkra 9-10 da belirtildiği gibi son ücret üzerinden hesaplanır. Bu durum, emeklilik veya başka nedenlerle topluca işten ayrılmalarda, işvereni altından kalkamayacağı yükler altına sokmaktadır. Meselâ son yıldaki ücret ortalaması aylık 70 bin TL. olan 25 yıllık sigortalı bir işçi, toplu iş sözleşmesiyle yıllık 45 gün kıdem tazminatı hakkı elde etmişse, alacağı toplam tazminat şöyle olur:
Her yıl için 105 bin ura olunca, 25X105.000=2.625.000 lira toplam tazminat miktarı olur. Bir yıl içinde 100 kişinin işten ayrıldığı düşünülürse, bunların alacağı tazminat miktarı 262 milyon 500 bin lira tutar. İşyerinin ekonomik kriz nedeniyle kapanması halinde ise çok daha büyük sayıda işçi tazminat isteyecek ve işveren iflasla karşı karşıya gelecektir. Kimi zaman işverenin mal varlığının bile mevcut işçilerinin kıdem tazminatını karşılayamadığı uygulamada görülmüştür. Bu sakıncaları göz önünde tutularak kıdem tazminatı, memurların emeklilik ikramiyesinde olduğu gibi sosyal sigortalar kurumu tarafından üslenilmelidir. îşçi ve işverenden kesilen sigorta pirimleri içinde “emeklilik kıdem tazminatı” için bir hisse bulunursa kurum bu kesintileri de işletir, yeni gelirlerle çoğaltır ve işçi emekli olurken topluca bir para alma imkânına kavuşur.
Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma :
İş Kanunu 14 ncü maddede kıdem tazminatı şöyle belirlenir:
İş akdinin feshedilmesi veya kadının evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdirmesi veya işçinin ölümü sebebiyle son bulması hallerinde işçinin işe başladığı tarihten itibaren hizmet akdinin devamı süresince her geçen tam yıl için işverence işçiye 30 günlük ücreti tutarında kıdem tazminatı ödenir. Bir yıldan artan süreler, için, aynı oran üzerinden ödeme yapılır.”
Aynı maddenin değişik 11 nci fıkrası son paragrafta şu hüküm yer alır:
“Bu maddede belirtilen kıdem tazminatı ile ilgili 30 günlük süre hizmet akitleri veya toplu iş sözleşmesi ile işçi lehine değiştirilebilir.”
Değişik 13 ncü fıkrada, tazminat miktarının, en yüksek devlet memuruna, T.C. Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre bir hizmet yılı için ödenecek ençok emeklilik ikramiyesini geçemeyeceği belirtilir.
İş kanunu 14 ncü madde son fıkrada, işverenin sorumluluğu altında, sadece yaşlılık, emeklilik, malûllük, ölüm ve toptan ödeme hallerine mahsus olmak kaydiyle Devlet veya kanunla kurulu kurumlarda veya % 50 den fazla hissesi Devlete ait bir bankada veya bir kurumda işveren tarafından kıdem tazminatı ile ilgili bir fon tesis edileceği öngörülmüştür. Ayrıca, fon tesisi ile ilgili hususların kanunla düzenleneceği belirtilmiştir.
Yaklaşık yarım asırlık bir geçmişi olan kıdem tazminatı fon uygulamasıyle yeni bir döneme girmektedir. Bu konuda son günlerde yeni düzenleme yapılmış ve uygulama aşamasına gelinmiştir.
Kanaatimizce, yukarıda da belirttiğimiz gibi, kıdem tazminatı, fonunun tamamen sosyal sigortalara devredilmesi, işverenle bir bağlantısının kalmaması gerekir. Bu takdirde, İslâm hukukuna göre emekli maaşının hükmüne ise, kıdem tazminatının hükmü de o olur. [148]
İşçi hasta veya sakat olmadığı halde, belli bir çalışma döneminden sonra yaşlanır ve verimsiz hale gelebilir. Bu durumu devam edeceğinden sonunda işi bırakmak zorunda kalır. İşçi, aldığı ücretin büyük bir bölümünü hemen harcar. Çoğu zaman aldığı ücretle ancak geçimim sağlar. Çalışamayacağı devreyi hesaba katmaz. İşte artık çalışamayacak bir yaşa veya duruma gelen işçinin geçimini kim sağlayacaktır?. İşveren, iş akdinin gereği olan ücreti ödediğine göre, onun emekli işçiye bakma yükümlülüğü bulunmaz. Bunu Devletin veya onun kuracağı bir kuruluşun üslenmesi gerekir. Günümüzde işçi, memur, esnaf ve serbest meslek sahipleri için emeklilik sistemi geliştirilmiş, emekli sandığı, sosyal sigortalar kurumu ve bağkur gibi sosyal güvenlik kuruluşları meydana getirilmiştir. Bunlar aynı nitelikte kuruluşlardır.
İslâm hukuku prensip olarak emeklilik müessesine karşı değildir. Bunlar bir çeşit yardımlaşma sigortasıdır. Sigorta; herbir kişinin yükünü azaltmak amaciyle mümkün olduğu kadar çok kimse üzerine bir tek kişinin yükünün dağıtılması demektir. İslâm, sermayeye dayanan sigorta şirketleri yerine, mütekabiliyet ve işbirliği ile zirvesinde devletin bulunduğu bir sosyal' sigorta teşkilini öngörmüştür.
Hz. Peygamber Medine'ye hicret edince yapılan 47 maddelik ilk anayasada bir sosyal güvenlik kurulu şu olan “maâkîl” sistemine yer verilmiştir. Kuruluş şöyleydi: Bir kimse savaşta esir düşerse kurtarılması için bir fidye vermek gerekliydi. Yine yaralama ve kasten olmayan öldürmelerde, zarar ve ziyanın yahut kan bedelinin ödenmesi gerekliydi. Bunların miktarları çoğu zaman esir veya suçu işleyen kimsenin gücünü aşıyordu. Hz. Peygamber şöyle, bir yardımlaşma teşkilâtı kurdu: Herkes kendi kabilesinin hazinesine bu iş için para yardımı yapacak, esirlik, yaralama veya öldürme hallerinde, yardımlaşma amaciyle kurulan bu fondan destek bekleyecekti. Bir kabilenin bütçesi yeterli olmazsa, diğer komşu kabileler destek yapacaktı.[149] Daha sonra hadis-i şeriflerle maâkil sistemi, tazmini tek kişiye ağır gelen durumlarda hısımlar arasında yardımlaşma şekline dönüşmüştür. Bir kimse diyet gerektiren bir suç işlerse, diyet miktarı ailenin erginlik çağma gelmiş erkekleri arasında bölüşülür ve bunu eşit taksitlerle üç yılda öderlerdi. Bir kişinin hissesine düşen diyet miktarı yılda 4 dirhemi geçerse, mirastaki sıraya göre asabe adı verilen diğer erkek hısımlar da âkile kapsamına alınır. Eğer suçlunun hiç hısımı yoksa, diyeti kendi malından üç eşit taksitle üç yılda öder. Yeteri kadar malı yoksa diyet sorumlusu Devlet olur. [150]
Hz. Ömer, karşılıklı yardımlaşmayı bir kimsenin mensup olduğu meslek, askerî, mülkî idare esaslarma veya bölgelere göre teşkilâtlandırdı. İhtiyaç sırasında bir fonun yetersiz olması hâlinde merkezî hazine veya vilâyet idarelerinin mahallî hazineleri bu üniteye yardım ederdi. Diğer yandan Hz. Ömer ihtiyaç sahibi olan bütün tebea için bir maaş sistemi geliştirmişti. Bu teşkilâta “divan” adı verildi. [151]
Bu yardımlaşma ünitelerinde biriken ve kullanılmayan sermayenin çoğaltmak amaciyle gelir getiren işlere yatırılması mümkündür. Fonun geliri artınca, üyeler katılma payı ödemekten muaf tutulabilir. Hatta büyük gelirler sağlanırsa onlara kâr da dağıtılabilir.
İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek mensuplarından kesilen primler bir fonda toplanınca bu sermayenin gelir getiren yatırımlarda üretilmesi gerekir. Böyle bir fon giderek kendine yeterli hale gelir ve üyelerine, katılma payı olarak aldığı primlerden çok daha fazlasını geri verebilir.
Bir ücret karşılığı çalışanların ücretinden kesilen primlerin bir fonda toplanmasiyle oluşan sermayenin işletilebileceğine Hz. Peygamber'in yukarıda iş akdinin delilleri arasında zikrettiğimiz mağara hadisi de işaret etmektedir. Özetleyecek olursak:
Fırtına yüzünden mağaraya sığman üç kişi, yuvarlanan bir kayanın mağaranın ağzını kapatması üzerine, değerli amellerini öne sürerek Allah'a duâ ederler. Ük ikisinin duası ile taş bir miktar aralanır. Üçüncü yolcu bir işverendir. İşçilerine ücretlerini eksiksiz verir. Fakat bir işçisi ücretim almadan işi bırakıp gitmiştir. Bu işçinin ücretini işletir. Bir kaç yıl sonra birçok malı olur. İşçi hakkını istemek için geldiğinde “Gördüğün şu deve, sığır ve koyunlarla hizmetçiler senindir, al götür” der. Diğeri “Benimle alay etme” deyince de “Alay etmiyorum” diye cevap verir. İşçi bütün malı alır ve gider. Bu işveren, mağarada bu davranışını öne sürerek şöyle duâ eder:
“Ey Rabbimiz, bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam, bizi buradan kurtar.” Bu duanın arkasından, mağaranın ağzım kapatan kaya parçası büyük bir gürültü ile yuvarlanır ve kurtulurlar. [152]
Ebû Hanîfe (ö. 150/767), İmam Muhammed (ö. 189/ 805) ve Züfer (ö. 158/775)e göre burada işveren, ücreti izinsiz (fuzûlî) olarak işlettiği için, anapara işçiye âit olur. Kâr ise yoksullara dağıtılır.
Abdullah b. Ömer (ö. 73/692) ve Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)e göre anapara da kâr da işçiye ait olur. [153]
Mağara hadisinde ücret izinsiz olarak çalıştırıldığı halde, anapara ve kârın tamamı işçiye âit olunca, onun rızası ve bilgisi altında kesilen primlerin bir fonda işletilmesi sonucu, verdiğinden fazlasını geri alması öncelikle caiz olur. Yeterki fonun işletilmesi İslâmî ölçüler içinde olsun.
İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek sahipleri, emekli yardımlaşma kuruluşuna bağlılık gerektiren bir işe intisap ederken, kendisinden emekli oluncaya kadar prim kesileceğini ve bunların bir fonda toplanarak işletileceğini bilerek seçimini yapar. Örfen de bu rızanın varlığını kabul etmek gerekir. Çünkü bazı meslek kuruluşları, bu mesleğe girmek isteyenlere belli kurallar uygulamıştır. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Osmanlarda Ahilik, Lonca ve Gedik gibi meslek kuruluşları bunlar arasında sayılabilir. [154]
Konuyu bir örnekle netleştirmek mümkündür: Bir işçinin ücretinden sosyal yardımlaşma kuruluşu her ay % 20 prim kesse, 25 yıl devam eden işçiliği süresince" diyelimki fonda, 3 milyon lira primi birikmiştir. Primin gelir getiren yatırımlarda çalıştırılarak 25 yılda tedricen bir kaç katma çıkmış olması gerekir. Fonun toplam blançosu; kesilen primler toplamı 20 milyar, fonun mal varlığı ise 60 milyar lira olsa 3 milyon lira kesintisi olan işçi fondan 9 milyon alacaklı demektir. Böyle bir işçi fondan kıdem tazminatı, emekli maaşı, ölümünden sonra eş ve çocukları maaş alarak niçin anapara ve kârından yararlanmasın? Fon üyeleri kâr ve zarara ortak oldukları için, İslâm hukukunda inan şirketi ortağı gibidirler. Kârın anlaşmaya göre, kesilen primlerin miktarına bakılmaksızın yüzde üzerinden değişik oranlarda paylaşılması bu ortaklıkta mümkün olduğu için, üyelerin farklı emekli maaşı alması statüyü bozmaz. [155]
Ancak bu kuruluşların gerçek mal varlığına göre statü çalışması yapılarak, üyelerin katılma payları ve bunların yıllara göre değerlemesi dikkate alınarak daha âdil bir kâr ortaklığı oluşturmak mümkündür. Ayrıca sermayenin meşru yatırımlarda işletilmesi de İslâm'ın öngördüğü esaslardandır.
Sosyal Sigortalar Kurumu İle Karşılaştırma:
506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu 1 nci maddede amaç şöyle belirlenir: “İş kazalariyle, meslek hastalıkları, hastalık, analık, malûllük, yaşlılık ve ölüm hallerinde bu kanunda yazılı şartlarla sosyal sigorta yardımları sağlanır.”
1) İşçi ve işverenden sağlanan primler. İşçinin ücretinin her ay yaklaşık % 35 kadarı prim olarak kuruma gider. Bunun üçte bir kadarı işçi, geri kalanı işveren tarafından yatırılır. [156]
2) Dolaylı Devlet yardımları. 4792 Sayılı kanunun 19/F maddesine göre “sosyal sigortalara genel bütçeden yardım yapılması” öngörülmüştür. Ancak bugüne kadar Devletin dolaysız yardımı olmamıştır. Fakat Devlet sosyal sigortalara dolaylı yardımlar yapmaktadır. Bunların başında, bu kuruma tanınan vergi muafiyetleri gelir. Yine işçi ve işverenler ödedikleri primleri, vergiye tâbi ücret ve kârlarından (matrahtan) düşmek hakkına sahiptirler. Bunların ne ölçüde ve önemde bir Devlet katkısı olduğu tartışmalıdır. [157]
Kurum sermayesinin işletilmesi :
Sosyal sigorta fonları 1950 yılına kadar yalnız ulusal banka ve tahvillere yatırılmakta idi. Kanunda 1950 de yapılan bir değişiklikle, kurumun gayr-i menkullere de yatırım yapabileceği hükmü benimsendi. Aynı kanunda, 1961 de yapılan diğer bir değişiklikle de, fonun gelir getiren diğer yatırımlarda kullanılmasına imkân sağlandı. [158] Emekli sandığı ile bağkur teşkilâtı da, aynı nitelikere sahip olan sosyal güvenlik kuruluşlarındandır. [159]
Bir hizmet akdine dayanarak herhangi bir işte ücret karşılığı işçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişiye “İşveren” denir. İşçinin emeğinin değerlenmesi işverenin varlığına ve onun, yaptığı işten gelir sağlamasına bağlıdır. Kollektif ekonomilerde işveren yalnız Devlet olurken, serbest ekonomi ve iş rejimlerinde Devlet ve diğer tüzel kişiler işveren olabildiği gibi, gerçek kişiler de yatırım yaparak işveren olabilir. Emeğinin değerini tam olarak alınca işverenin şu veya bu kimse olması İşçi bakımından önem arzetmez. İslâm, temelde prensip olarak serbest ekonomi ve iş rejimini benimsemiş ve bu konuda düzenleyici hükümler getirmiştir. İşin süreklilik arzetmesi, işçinin sürekli olarak yarınına güvenle bakması işverenin ayakta durmasına bağlıdır. Bu bakımdan İslâm hukuku işverene birtakım görevler yüklerken, ona bazı haklar da tanımıştır. Bunları birkaç maddede toplamak mümkündür. [160]
İslâm hukukuna göre işçilerin özel ve ortak olmak üzere iki kısma ayrıldığını belirtmiş ve bunun bir sonucu olarak yukarıda, memur, zanaatkar ve serbest meslek sahiplerinin de işçi statüsüne girdiğine işaret etmiştik, işte, herkese iş yapan zanaatkar ve serbest meslek sahiplerinden işi bizzat yapması istenmişse, bunu başkasına yaptıramaz. Aksi halde ücrete hak kazanamaz. Ancak akitte mutlak olarak konuşulmuşsa, o takdimde işi başkasına yaptırması mümkündür. Bu durumda ister kendisi, ister kalfası yapsın ücrete hak kazanır. Çünkü işveren mutlak olarak konuşmakla başkasının işine de razı olmuş sayılır. Bu son durumda iş, işçinin kendisine değil de zimmetine bağlanmış olur. İşçi taahhüdünü bizzat yaparak yerine getirebileceği gibi,, başkasından yardım isteyerek de ifâ edebilir. Ancak işi kendi adamına yaptırması gerekir. İşi yabancıya devreder ve iş telef olursa tazminatla yükümlü olur. Ebû Hanîfe'ye göre bu durumda kendi adamının sorumluluğu olmaz.[161]
Meselâ; bir doktorla ameliyat için anlaşan kimse, o doktora güvenmiş ve onunla iş akdi yapmıştır. Doktorun ameliyatı bizzat kendisinin yapması gerekir. Asistanına veya başka bir doktora yaptırırsa ücrete hak kazanamaz. Ancak bu hasta ameliyat için bir hastahaneye veya birkaç doktorun bulunduğu bir kliniğe başvurursa, kendisiyle görüştüğü doktordan başkası da ameliyat yapabilir.
Mecelle bu prensibi şöyle ifade etmiştir: “Binnefs amel etmek yani işi bizzat kendisi yapmak üzere isti'-câr olunan ecir (anlaşma yapılan işçi) kendi yerinde başkasını kullanamaz.” [162]
Yalnız bir şahsa veya müesseseye çalışmak üzere iş akdi yapan “Özel işçi” işverenin izni olmadan kendi yerine başkasını çalıştıramaz. İşi bizzat yapmakla yükümlüdür. [163]
İşçinin işini mümkün olduğu ölçüde iyi ve sağlam yapması gerekir. Çünkü o hem İslâm'ın ve hem de toplumun kontrolü altındadır. Müslüman işçi üzerinde ilâhî murakabe, çalışma verimini yükseltecek önemli bir etkendir. Eksik çalışma, eksik ve kusurlu iş yapma, ücret üzerindeki hakkı zedelediği ve uhrevî sorumluluğu gerektirdiği için işçi oto kontrol altındadır.
Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurur:
“Biriniz bir iş yapınca, onu en sağlam ve en iyi şekilde yapması Allah'ın sevdiği bir davranıştır” [164] yine;
“Allah mesleğinde becerikli olan sanatkârı sever”.[165]
“İki günü eşit olan aldanmıştır” [166] hadisleri de işi sürekli geliştirmeyi ve yeni teknolojiler uygulamayı öngörmektedir. Kaliteli ve sağlam mal, piyasada uzun vadede kabul görür ve sürümü süreklilik arzeder. Batı ekonomilerinde marka ve patent hakkını koruyarak yüzyılın üzerinde piyasaya kaliteyi düşürmeden mal süren ve bu yolla dünya pazarlarını tutan firmaların sayısı az değildir. Bu ekonomik gücün İslâm toplumunda gerçekleşmesi İslâm ahlâkının gereğidir.
Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“Ey iman edenler, Allah'a ve Rasûlüne hainlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hainlik etmeyiniz.” [167]
İşçinin yapmayı üzerine aldığı iş, onun üzerinde bir emânettir. Onu en güzel ve eksiksiz bir biçimde yapması gerekir.
Hz. Peygamber şöyle buyurur:
“Hile yapan benden değildir.” [168]
İmam Nevevî bu hadise şöyle anlam vermiştir:
“İşinde hile yapan benim yolumu izleyenlerden, ilim, amel ve yoluma uyanlardan değildir.” [169]
İşçiler, ya süre veya belli bir iş üzerinde anlaşma yapılarak işe alınırlar. Eğer akit, süre söz konusu olmaksızm belli bir iş üzerinde yapılmışsa, makul bir süre içinde işin yapılarak teslim edilmesi gerekir. İhmal yüzünden iş gecikir ve işveren bundan zarar görürse, işçi bu zararı tazmin etmek zorunda kalır. Ortak işçi sayılan zanaatkar ve serbest meslek sahiplerinin süre belirtmeden de iş alması mümkün ve caizdir.[170]
İşçi saat, gün, hafta, ay veya yıl gibi süre üzerinde akit yapılarak işe alınmışsa, mesâi süresince iş yerinde bulunmak ve iş verildiği sürece devamlı çalışmak zorundadır. Ancak işe hazır olduğu halde kendisine iş verilmezse ücretinden bir kesinti yapılamaz. İş olduğu sürece işi yavaşlatma, işi bırakma, kendisinin veya üçüncü bir şahsın işiyle uğraşma hakkı yoktur. Çünkü işveren, onun mesai saatleri içindeki emeği üzerinde hak sahibidir. İşverenin izni olmadıkça bu emeğin başkasına temliki caiz değildir. Aksi hâlde işçi, işveren aleyhine kaybolan saatlerin ücretine hak kazanamaz. [171] Mesâi içindeki ara dinlenmesi, yemek, ve ibâdet gibi haklar iş akdine, örflere veya genel hükümlere göre kullanılır. Çünkü iş sözleşmesinde yer alan hükümlere uymanın gereği nass'larla sabittir.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur:
“Ey iman edenler Allah'a itaat ediniz. Peygamberine ye sizden olan iş sahiplerine de itaat ediniz.” [172]
“Ey iman edenler, akitlerinizi yerine getiriniz.” [173] Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
“Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar.” [174]
Ancak şunu da belirtelim ki, iş sözleşmelerinde, adam öldürmek, yaralamak, başkasının malına veya ırzina zarar vermek gibi îslâm'ın yasakladığı ma'sıyetlerin yer almaması gerekir. [175]
İslâm hukuku işçi, memur, zanaatkar ve serbest meslek sahiplerinin eli ve emri altındaki başkasına ait mallan emânet hükümlerine tâbi tutmuştur. Bu hüküm gereği, kendilerinin ihmali, kusuru veya kastı olmaksızın mal zayi olursa ödetme yoluna gidilmemiştir. [176] İşçi ihmal veya kasıt sonucu mala zarar vermişse tazmin yükümlülüğü vardır.
İslâm'ın ilk devirlerinde zanaatkarlar ve serbest meslek sahipleri yanına bırakılan eşya, onların kastı olmaksızın zayi olursa ödettirilmez ve sözlerine güvenilirdi. Fakat giderek bu güvenin kötüye kullanılması ve eşya sahiplerinin bundan zarar görmesi üzerine, Hz. Ömer, Halifeliği sırasında kaçınılması mümkün olan bir sebeple zayi olan eşyanın da ödettirilmesi yoluna gitti. Hz. Ali de aynı usûlü benimsedi. [177]
Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“İki kadından biri: Babacığım, onu ücretli olarak tut. Çalıştırdığın işçilerin en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır, dedi”. [178]
Bu âyette işçide bulunması gereken iki özelliğe dikkat çekilir.
1) İşi yapacak güç ve yeteneğe sahip bulunması,
2) Güvenilir bir kişiliğe sahip olması. İşveren, milyonlarla hatta milyarlarla ifade edilen mal varlığım işçisine teslim eder. İşçinin bunu kendi malı gibi koruması, telef olmasını önlemesi gerekir.
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
“Gönül hoşluğu ile görevini yerine getiren veznedar, Allah rızası iğin sadaka verenlerin ecrini alır.” [179]
Bu hadis, elinin altında büyük meblağlara ulaşan emanet paralar bulunan kimselerle ilgilidir. Çalışmasının karşılığı olan ücretle yetinerek bu paraları emanet bilmesi, bu emaneti kendisine güvenerek teslim eden işverenine ihanet etmeyi aklından bile geçirmeksizin gönül rahatlığı içinde paraları sarf yerlerine ulaştırması, ona, sanki bu paraları yoksullara dağıtmış gibi ecir kazandırır.
İslâm hukuku Devlet, vakıf ve yetim malı gibi emanet serveti elinde tutanların tasarruflarını genel prensibe bağlamıştır. Bu malların alımı, satımı veya kiralanması emsal bedel üzerinden yapılabilir. Eğer temsilci güveni kötüye kullanarak bu tasarrufları fahiş gabin ölçüsünde işverenin aleyhine olacak şekilde yapmışsa akit muteber sayılmamıştır. Menfaati haleldar olan işverenin akdi feshederek emsal fiyat üzerinden yeniden gerçekleştirmesi mümkündür. [180]
İşçi ve işveren Münasebetleri konusundaki bu inceleme ve araştırmalarımızla ulaştığımız sonuçları şöylece ifade edebiliriz:
1) İslâm hukukuna göre, başkasına bir ücret karşılığı iş yapan, bütün çalışanlar işçi sayılır. Bu prensip gereği uygulamada işçi, memur, zanaatkar veya serbest meslek sahipleri aynı hükümlere tâbi bulunur. İşverenin gerçek veya tüzel kişi olması, yapılan işin kamu hizmeti sayılıp sayılmaması sonucu etkilemez.
2) İşi olmayan veya çalışamayacak durumda bulunan bütün yoksullar Devletin ekonomik kaynaklarından yararlanır. Zekât fonu bunların başında gelir. İşsizlik sigortası olarak bir fon oluşturmak da mümkündür.
3) İslâm'da işçi ve işverenler ayrı birer sınıf oluşturmazlar. İşçilerin ziraat, inan ve mudârabe ortaklıkları yoluyle kendi adına çalışması veya işveren statüsüne geçmesi her zaman mümkündür.
4) İşçi ücretlerinin miktarını belirleyen bir âyet veya hadis yoktur. Bu konudaki nass'lar işçinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin geçimini sağlayacak, gerektiğinde bekâr olan işçinin evlenmesi, evi olmayanın ev edinmesi, bineği bulunmayanın binek edinmesi için gerekli tasarrufu yapacak ölçüde ücret"belirlemeyi öngörmektedir.
Diğer yandan bilginler, ücret miktarı belli olmayınca, emsal işçi ücretlerinin ölçü alınması gerektiğinde görüş birliği etmişlerdir. Emeğin emsal değeri, satım akdinde satış bedelini belirlemede olduğu gibi, o beldede dış etkilerden uzak olarak emek arz ve talebinin serbestçe karşılaşması sonucu oluşan, çoğunluk işçilerin aldığı ücrettir.
Meselâ; o beldede belli bir iş kolunda işçilerin büyük çoğunluğu ayda net 50 bin lira ücret alıyorsa, işe yeni giren veya az ücretle çalıştırılan işçiler için bu,, emeğin emsal fiyatı olur. Azınlıkta kalan işçilerin düşük veya yüksek ücretleri ölçü alınmaz.
5) Asgarî ücretin, işçinin kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin zorunlu ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde olması gerekir. Bu temel ücretin üzerine çeşitli iş kolları ile, çalışanın ehliyet ve yetenekleri dikkate alınarak birim ilâve yapılır.
Meselâ; bir belde veya ülkede asgarî ücret 30 bin lira olsa, bu ücret, ehliyet ve özel yetenek gerektirmeyen işlerde vasıfsız işçilerin alacağı ücret olur. Ağır işler, özel ehliyet ve yetenek gerektiren meslekler için buna uygun ilaveler yapmak gerekir. Söz gelimi, inşaat işçisine 30 bin, tekstil işçisine 35 bin, maden işçisine 50 bin, tehlikeli işlerde çalışanlara 70 bin lira ücret belirlemek gibi...
6) Asgarî ücret ve eklentileri belirlendikten sonra zarurî eşya fiyatlarında yükselme olsa, başka bir deyimle paranın satın alma gücü düşse, çalışanların ücretlerini de aynı ölçüde yükseltmek gerekir.
Meselâ; bir yıl sonra paranın satın alma gücü % 3 düşmüşse, bütün işçi ve memur maaşlarına % 30 ilâve etmek gerekir. Aksi halde, bir yıl öncesine göre % 30' nisbetinde eksik maaş almış olurlar.
Ücretler, yeni ekonomik şartlara göre işveren tarafından kendiliğinden yükseltilmezse, işçi veya temsilcileri emeğin yeni değeri için istekte bulunabilir. Münferit istekler yerine toplu istekte bulunmak da mümkündür. Toplu iş görüşmelerinde uzlaşma sağlanamazsa, ücret için mahkemeye başvurma yolu açıktır. Mahkeme, yeni ekonomik şartları ve uzman bilirkişi raporlarını dikkate alarak âdil ücreti belirlemeye çalışır.
7) Toplu iş görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanırsa, grev ve lokavt tehdidiyle karşı tarafı baskı altına almaya çalışmak serbest iradeyi zedeler. İşçi veya işveren, bu korku altında gerçek değerinin altında veya üstünde bir ücreti kabul etmek zorunda kalabilir. Bu da, tarafları âdil ücretten uzaklaştırır. Ücret normalin altında belirlenmişse bundan işçi, normalin üstünde belirlenmişse bundan da işveren zarar görür. Ancak işveren bu fazlalığı ürettiği malların fiyatlarına yansıtacağı için gerçekte bundan toplum zarar görür. Bu nedenle, anlaşmazlık halinde, ücretin mahkemece belirlenmesi daha sağlıklı bir yoldur.
8) Tüm çalışanların ücretlerinden kesilecek primlerin bir fonda toplanması, bu fonun gelir getiren meşru yatırımlarda üretilerek, işçiye kıdem tazminatı, ikramiye ve emekli maaşı gibi ödemelerin bu fondan yapılması mümkün ve caizdir.
Abdullah b. Ömer'in Hz. Peygamberden naklettiği mağara hadisinde, işçi ücretinin veya bu ücretten kesilecek primlerin gelir getiren yatırımlarda üretilmesi teşvik edilmiş, daha sonra anapara ve kârın tamamının işçi tarafından geri alınabileceğine işaret edilmiştir.
Medine'de Hz. Peygamber'in maâkıl uygulaması ile Hz. Ömer'in oluşturduğu divanlar ashâb-ı kiramın eşit olarak yararlanamadıkları sosyal güvenlik kuruluşlarıdır.
Sonuç olarak İslâm'ın işçi ve işveren münasebetleri konusunda getirdiği çözümlerle, demokratik ve liberal ekonomi uygulayan ülkelerin çözümleri arasında büyük bir yakınlık bulunduğunu söyleyebiliriz. [181]
1- (Sh: 411) Grev ve Lokavt konusu fıkıhtaki “Zarar vermek de, zararla mukabele de yoktur.” hükmü ve kaidesi ışığında incelenmeli ve sonuca bağlanmalıydı. Bu kural, islâm'ın itidal-denge prensibini, toplumsal olaylardaki temel davranış modelini de özetler niteliktedir.
2- (Sh: 430) Askarî ücretin şartları ve mahiyeti işlenirken bununla ilgili olarak “Sedd-i ramak, hadd-i kifaf, hadd-i kifaye” v.b. gibi kavram ve tabirler açısından konuya bir açıklık getirilmeliydi. [182]
Kur'an-ı Kerim'in üçyüz küsur âyet-i kerîmesi işten bahsetmektedir. Hz. Peygamber s.a.s)in bu konudaki hadis-i şerifleri de pek çoktur. Bu durum, konuya karşı yoğun bir ilginin varlığına delildir.
Tebliğlerde bu âyet-i kerîme ve hadis-i şerifler ayrı ayrı işlenmiştir. Mevzuda sırası gelince, nitekim ayette şöyle hadis de böyle buyuruldu denmiştir. Bana göre, konu ile ilgili âyet ve hadisler bir bütün olarak ele alınıp; bunlardan iş hukuku, ücret politikası, işçi-işveren hak ve görevleri konularında genel prensipler çıkarma yoluna gidilseydi daha faydalı çalışmalar yapılmış olurdu.
Bu genel prensipler çıkarma konusunda birkaç tane misal vermek istiyorum. Şöyle ki:
“Çalışma şereftir.”
“İnsanları Allah'a davet edip salih amel işleyen ve: “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?” [183]
Kur'an-ı Kerim'in birçok âyetinde geçen “salih amel” herçeşit faydalı işi içine alan geniş kapsamlı bir kelimedir. Bu sebeple, İslâm'a uygun olan her davranışı “salih amel” içine almak mümkündür.
Çalışma nimettir.
“Böylece, onun mahsulünden ve ellerinin yaptıklarından yesinler. Hiç şükretmezler mi?” [184]
İşçi işinden sorumludur.
“Şüphesiz ki, kıyamet gününde yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz.” [185]
İşveren sorumludur.
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinden (idare ettiklerinden) mes'uldür.” [186]
Ücret işle orantılıdır.
“İnsanların eşyalarını eksik vermeyin.” [187]
Emek koruma altına alınmalıdır.
Bu husus da Kur'an-ı Kerim'de pek çok âyet-i kerîme vardır. Bunlardan, Hz. Musa ile Hızır (a.s) arasında geçen kıssa dikkat çekicidir, Hz. Musa (a.s)ın, Hızır (a.s)ın yaptığı işlerden sırrını çözemediklerinden biri de, bindikleri gemiden inerken, geminin Hızır (a.s) tarafından tahrib edilmesidir. Hz. Musa ilk bakışta bunu kötü niyetli bir sabotaj olarak görür. Hızır (a.s) bunun gerekçesini şöyle açıklar:
“O deldiğim gemi, denizde çalışan birkaç fakirindi. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü onların arkalarında her sağlam gemiye el koyan bir. kral vardı.” [188]
Bu hadisede emek ürünü olan kazancın saldırılara karşı korunması canlı bir motif halinde dile getirilmiştir.
Çalışma, çalışanın gücüne göredir.
“Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mes'ul tutar.” [189]
Çalışanın geçim garantisi sağlanacaktır.
Hz. Peygamber s.a.s)in:
“Evli değilse evlendirilmesi, evi yoksa.ev verilmesi, bineği yoksa binek verilmesi,.” hususundaki hadis-i şerif bu gerçeği ortaya koymaktadır. Hadis-i şerifin kelime manalarına bakarak, her iş sahibinin bu imkânları vermesini istemek zorlamalı bir durum olur. Olabiliri arayan bir yaklaşım tarzı içinde varılması gereken yorum bence şudur:
Devlet, çalışanlara Hz. Peygamber s.a.s)in belirttiği ekonomik ve sosyal garantileri sağlamakla sorumludur.
İşçinin dinlenme hakkı vardır, Abdullah bin Amr (R.A)dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) kendisine şoyle buyurmuştur :
“Senin devamlı oruç tuttuğun, gece uyumayıp namaz kıldığın haberi bana bildirilmedimi (sanıyorsun)? Oruçlu ol ve oruçsuz ol. Gece ibadetine kalk ve aynı zamanda uyu. Çünkü gözlerinin sende nasibi (hakkı) vardır. Nefsinin ve ailenin sende nasibi (hakkı) vardır. [190]
Hadis-i Şerif,' genelde herkes için, özelde işçi için hak ve sorumlulukların yerine getirilmesine imkân verecek dinlenmesi olan bîr çalışma düzeni sağlanması gerektiğini gösterir. Emeklilik hakkı.
Hz. Peygamber (s.a.s):
“Ölünün bıraktığı mal varislerindir. Dul ve yetimler bırakarak ölenlerin yakınları bana başvursunlar, onların koruyucusu benim.” buyurmuşlardır, Hz. Peygamber'in üzerine aldığı bu velilik sorumluluğu, hiç şüphesiz O'nun devlet başkanı vasfının verdiği bir mükellefiyettir. O halde, bu ve bu manadaki hadislere göre, devletin bu velilik mükellefiyetini taşıması gerektiği neticesine varabiliriz.
Özet olarak, tebliğlerde işçi ve işverenle ilgili âyet ve hadisler bir bütün olarak ele alınıp, Fukaha'nın görüşleriyle birlikte nıütâla edilerek bunlardan genel prensipler çıkarılsaydı ve günümüz mes'elelerine aktarılsaydı çok daha faydalı olacaktı kanaatini taşımaktayım. [191]
1- (Sh: 367) “...Uzmanlaşarak iş bölümü oluşturmak kifai farzlardandır.” Hükmüne delil delil zikredilen âyetlerden istidlal anlatılmalı.
2- (Sh: 382 p. 3) Kira akdini kıyasa aykırı kabul etmeyenler de vardır. (İ'lâm'ul Muvakkiîn 2/22).
3- (Sh: 392) Emeği mal gibi kabul ederek onu arz ve talep kanunlarına tabi tutmak mümkün müdür?
4- (Sh: 411, p. 6) Sendikalar işçilerin vekâletini özelmi yoksa tüzel kişilik vasıflarıylamı yürütürler. Yoksa, veli veya vasi durumundamıdırlar? Veli ve vekil ayrı statülere sahip değilmidir?
5- (Sh: 419, p. 5) Fertlerin rızaları alınmadan ücret ve maaşlarından bir miktar kesinti yapmak caiz midir? Zikredilen hadisin bu konuda delil olması tartışılabilir. [192]
Konuyu dört bölüm halinde incelemiş olup 66 sayfalık seviyeli bir çalışma niteliğinde hazırlanmıştır. Birinci bölüm, iş akdine genel bir bakış, ikinci bölüm işçinin hak ve görevleri adı ile devam eder. Beş maddeden oluşan bu haklar arasında özellikle dinlenme ve ibadet hakkına değinilmiştir. Üçüncü bölümde işten ayrılma halinde işçinin hakları konu alınmış, iş akdinin sona erdirilmesi, kıdem tazminatı ve emeklilik hakkı üzerinde durulmuştur. Dördüncü bölüm, işverenin haklarını kapsar. Çalışma bir sonuç ile sona erer. Çalışma güzel bir plana oturtulmuştur. Tebliğciyi bu çalışmasından ötürü tebrik eder, başarılarının devamını niyaz ederim. Bu vesile ile bazı tesbitlerimi âcizane olarak aşağıya aktarıyorum.
S. 382'de işçi çalıştırmanın meşruluğuna delil getirilirken, kıyas delili adıyla bir başlık konmuştur. Kanaatımce bu başlığa “İstihsan Bil-Hâce” adı verilse muhtevaya daha uygun olurdu. Çünkü tebliğcinin kendisi de ifade ettiği gibi, icare akdi kıyasa aykırı olarak meşru' kılınmıştır. Kıyasa aykırı olarak yapılan içtihatların adı Hanefî'lerde İstihsandır. Bu istihsan da hacet esasına dayanmaktadır.
S. 384'de ilk paragrafta işçinin hak ve görevleri bölümünde, kâr ortaklığında verilen örnekte % 40 enflasyon meydana gelmişse, örnek olarak 10 milyon liralık sermayeye yıl sonunda dört milyon daha eklenmesi gerektiğini, böylece enflasyon farkının paraya eklenmesini ve ortaklara bu hakkın da dağıtılmasını, fiilen örneklemek suretiyle, enflasyon farkının alınabileceği görüşünü benimsemiştir. Bu İmam Muhammed'in gö' rüşü olup Enflasyon tebliğcilerinin genel çizgileri itibarıyla vardıkları neticedir.
Çalışmada İşsizlik sigortası üzerinde durulmamış, kanaatimce bu başlık altında bu konunun da incelenmesinde fayda vardır.
Müellif, çalışmalarını sürdürürken zaman zaman diğer mezheplerdeki görüşlerden de yararlanarak tercihler yapmıştır. Bu bakımdan çalışma ilmî ölçülere uygun olarak hazırlanmıştır.
S. 388 vd. Batı'ya göre ücret nazariyeleri hülâsa edildikten sonra, asıl İslâm'a göre, ücret miktarının tesbitine çalışılmaktadır. Daha sonra iş ve meslekler arasında adalet; ücret miktarında adalet ilkelerini benimseyen tebliğ sahibi, ücretlerin oluşmasını, piyasa fiyatlarına kıyasla serbest rekabet esasına bağlıyor. Dolayısıyla farklı emeklere farklı ücret; eşit işe eşit ücret esasını kabul ediyor. Ancak, burada bir nokta gözden kaçmıştır. Kapitalizmin hakim olduğu toplumlarda, piyasa çalışanlar aleyhine oluşursa -ki bugün büyük bir çoğunluğu itibarıyla İslâm ülkelerinde kapitalizme yatkın bir piyasa ekonomisi hakimdir- biz yine de serbest piyasayı mekisünaleyh kabul etmekte devam edecekmiyiz? Eşit işe eşit ücret denilirken hangi ölçü esas alınacaktır? Örnek; bir âlimin gördüğü iş ile bir muhasebecinin veya bir fabrikatörün gördüğü işin eşitlik veya farklılığını nasıl tâyin edeceğiz? Kanaatimce yaptığı işe göre, ücret vermek gerekirse, bir ilim adamın emeği diğer emek sahiplerine nisbetle çok çok fazladır. En büyük payı ilim adamlarının alması gerekir. Diğer tebliğcilerin müzakeresi dolayısıyla da ifade ettiğimiz gibi, ücret emeğe göre değil, Allah rızası esasına göre kifayet miktarmca tesbit edilirse bu mahzur ortadan kalkar ve İslâm toplumu ile diğer toplumlar birbirinden temayyüz eder.
S. 397'de asgarî ücretin miktarı tesbit edilirken, kifayet miktarı için diğer tebliğ sahiplerinin de temas ettiği meşhur hadis-i şerif delil olarak getirilmiştir. Başka bir tebliğ münasebetiyle de ifade ettiğim gibi, bu hadis, asgarî geçimden çok, devlet memurlarına karşı rüşvet alamamaları için konulmuş bir ölçüdür. Bundan asgarî ücretin tesbitinde yararlanmak mümkün olmakla beraber, doğrudan doğruya onun ölçüsü olarak gösterilmesini yeterli bulmuyorum. Bu hadisi meselâ; bir işçi üzerinde tatbik etmeğe kalkışırsak, arabası, evi, hizmetçisi ve zarurî ihtiyaçları dışında fazla mal, daire ve arabası bulunan kimseyi hırsız tutmamız lâzım gelir. Asgarî ücrette zekât mükellefleri için kabul edilen zarurî ihtiyaçlar esas alınsa daha gerçekçi hareket edilmiş olur.
S. 401'de ücretin ihtiyaçlara göre artırılmasına, tarihten verilen örnek enteresandır. Kütahya'da cereyan eden ve mahkeme yolu ile yapılan ilk toplu sözleşme tesbiti, kendimizi yokladığımız zaman nelerin ortaya çıkabileceğini göstermek bakımından güzel bir örnektir. Ayni zamanda, yeni meseleler hakkında yeni hükümlerin çıkabileceğine de misaldir.
S. 402'de son paragrafta; “... bir örnek” ifadesi yerine, ayni kumaştan elbise ve vb. olsa daha kolay anlaşılır.
S. 404'de ücret kapsamına giren diğer sosyal haklar meyanında, yapılacak sosyal yardımlara ilişkin Hz. Peygamber s.a.s)'in kölelerle ilgili olarak
“...onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin” hadis-i şerifi mekisünaleyh alınmıştır. Ancak, işçilerle köleler eşit olmayıp hukukî, sosyal ve iktisadî yönlerden birbirine benzememektedirler. Yani bunların müşterek bir yönleri yoktur. Köleler, para ile satılan, hürriyeti bulunmayan, efendisinin emri dışında hareket edemeyen, çabştığı ve kazandıklarının tamamı efendilerine ait olan hizmetçilerdir. Bunların tüm geçimleri ise efendilerine aittir. Belli bir ücret karşılığında çalışma yetkisine sahip değillerdir. Sözleşme yapamazlar. Bunlar işçiler için sosyal seviye ve yaşayış bakımından nasıl bir örnek teşkil edebilirler? Köleler bugün her türlü hakka sahip olan hür çalışanlardan ayrı oldukları içindir ki, Hz. Peygamber (s.a.s) onlara karşı insanca davranılmasım tavsiye buyurmuştur. Böylece onlar da toplumda hür insanlar gibi yaşama hakkına sahip kılınmışlardır. İşçi ise, iradesi hür, sözleşme yapabilen, dilediği zaman karşılıklı rıza ile akdi fesh edebilen, kazandığı kendisine ait olan kişidir.
S. 405'de işçiye yapılan sosyal yardımlar meyanında yeme-içme, mesken giyim gibi hususlar bilinmezliğe sebep olacağından, Hanefîlerce ücret kapsamı içinde kabul edilmediği; Malikîlere göre ise örf delili ile bunun caiz görüldüğü kayd edildikten sonra, Tebliğci tercihini Mâlikîler yönünde kullanmış; gerekçe olarak da, bilinmezliğin günümüzde ortadan kalkmış bulunduğu göstermiştir. Bu tercihi ve gerekçesi sebebiyle tebliğ sahibini tebrik ederim. Benzer kanaati daha sonraki meselelerde görmek mümkündür.
S. 409'da Hz. Ömer'in süt emen çocuklara maaş bağlaması ile ilgili tesbitini önemli olarak vasıflandırmak isterim.
Grev ve lokavt konusu işlenirken grevde geçen zamanın ücretten sayılmayacağını ifade ederek; patronun lokavt hakkına sahip olduğunu söylüyor. Burada işçinin patrona tâbi olduğunu ima ediyor. Ancak, grev hak olarak tanınırsa, ücrete de hak kazanılmış olmaz mı?
S. 417'de emeklilik konusu işlenirken, İslâm'ın buna karşı olmadığını, ifade edildikten sonra, cevazına dair Hz. Peygamber s.a.s)'in tâyin ettiği maâkıl sistemini buna mekîsünaleyh getirilmiş, daha sonra diyet yükü ağır olurda kaldıramazsa diyet sorumlusunun devlet olduğu söylenmiştir. Ayrıca Hz. Ömer'in ihtiyaç sahiplerine bir nevi işsizlik sigortası olan divandan maaş bağlanması da buna delil getirilmiştir ki, tebliğci burada da Sahabe fiiline kıyasta bulunarak hüküm çıkarma yoluna gitmiştir. Başka bîr formül de ileriye sürüyor. Şöyle ki, mağara hadisine kıyasla işçi ve memurlardan kesilen kesintilerin çalıştırılmasını ve herkesin hakkına göre dağıtılmasını öngörüyor. Buradaki kıyas üzerinde ve formülün işlerliği kabil olup olmadığı üzerinde durulabilir. Netice itibarıyla emekliliğin caiz olduğuna hükm ediyor. Yeni bazı formüller öneriyor.
İşçinin hak ve vazifeleri arasında zikr edilen emniyet ve güçlü olma konusunda, (el-Kasas, 28/26). âyet-i kerimesi yorumlanarak hüküm çıkarılmaya çalışılmıştır.
Sonuç: Kullandığı kaynaklar itibarıyla zengin, âyet ve hadislerin günümüz şartlarına göre yorumuna yönelik bir çalışma olup zaman zaman mezhep imamları arasında tercih yapılmış, illetleri değişen hükümlerin zaman şartlarına göre değiştirilmesine matuf orijinal ve muhtasar bir ilmî çalışmadır. Teliğ sahibine yüce Allah'tan daha verimli kıymetli çalışmalar sergilemesini niyaz ederim. [193]
Sayın Karaman, tebliğlerin çoğunda yer alan “yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, güçlerinin yetmeyeceği işleri teklif etmeyin...” hadisinin kölelerle ilgili bulunduğunu, hürleri kapsamına almadığını belirtmektedir.
Diğer yandan “Kim bizim işimizde (devlet işinde) çalışır da, ailesi olmazsa evlensin, hizmetçisi yoksa hizmetçi tutsun, evi yoksa ev bineği yoksa binek edinsin” hadisi hakkında da; peygamberimizden 12 kadar sıfatla söz, fiil veya sükût hâlinde hadisler sudur ettiğini, bunların hepsinin aynı derecede bağlayıcı olmadığını, hatta bir kısmının isabetli de olmayabileceğini ifade etmektedir.
Yukarıdaki ilk hadisin kölelerle ilgili olarak vârid olduğu doğrudur. Ancak bir aile içinde, ev hizmetlerinde çalışan bir köle'nin, ücret karşılığı bu işleri gören hür'e benzeyen yönleri vardır. Köle, efendisiyle ücret sözleşmesi yaparak “mükâtep” statüsüne geçebilmekte, her an serbest bırakılarak, dilerse iş akdiyle aynı işe devam etmesi mümkün olmaktadır. Diğer yandan köle ve cariyeler için öngörülen hayat standardının, evleviyet yoluyle hürlere de teşmil edilmesi mümkündür. Ayrıca hadis, kimi kaynaklarda kölelerle ilgili olmayarak da nakledilmiştir.
İkinci hadise gelince; İslâm iş hukukunda (icâre bahsi) bir iş akdiyle ve ücret karşılığı olmak şartıyle, işverenin devlet veya gerçek kişi olması, sonucu etkilemez. Yani bugünkü memur veya işçi statüsünde bulunmak akdin mahiyeti ve hükümleri bakımından bir fark doğurmaz. Bu bakımdan hadis, “devlet işinde çalışmış olmak anlamı yanında “müslumanın bir işinde ücret karşılığı çalışmak” anlamını da kapsamaktadır. Esnaf, sanatkâr, ziraatçı ve tüccarın sağlayacağı kârlarla zengin olması ve refah içinde yaşaması mümkün ve daha kolaydır. Ücret karşılığı çalışan kesimin ise geliri genel olarak sabittir. Bir işçi veya memurun aylara, yıllara ve hatta emekli oluncaya kadar ulaşabileceği zenginlik seviyesi ve hayat standardı belli ve sınırlıdır. Bu bakımdan, hadis-i şerifte bir kimsenin nâmerde muhtaç olmayacak, ancak şer'an zengin de sayılmayacak ölçüde muhtaç olduğu şeyler sayılmıştır. Gerçekten, bekârın evlenmesi, evi olmayanın ev edinmesi, ihtiyaç varsa hizmetçiden yararlanması ve binek edinmesi insanca yaşamanın asgarî görüntüleridir. Bu sayılanlardan hiçbirisinin zekât nisabına dahil olmaması ve kişinin, mücerred bu eşyaya sahip olması hâlinde bile şer'an zengin sınıfta yer almaması, asgarî hayt standardını hatıra getirmektedir. Hadiste, yeme içme ve giyim eşyasından vb.den söz edilmemesi, bunların zaten nafaka kapsamına girmesi yüzündendir.
Hadisin sıhhati üzerinde bir tenkit olmadığına göre, sözlerin Hz. Peygamber (s.a.s)den vârid olduğu konusunda şüphe yoktur. Durum böyle olunca, bu dört unsurun bir İslâm Toplumunda, iş akdiyle çalışan kesim için nasıl gerçekleşebileceğini düşünmek ve bunu bir hayat standardı hedefi olarak görmek mümkündür. Ülkemizin ekonomik şartlarının buna elverişli olmaması önemli bir olay değil, arızî bir hâldir. İslâm, cihan şümul bir din olduğu için, bu şartların gerçekleştiği başka yöreler bulunabilir. Meselâ, Almanya'da ilk olarak işe başlayan bir memur veya işçi, 1-2 yıllık tasarrufları ve kendisine bağlı olduğu ekonomik müesseselerden sağlanan yardım ve kredilerle; bekârsa evlenebilmekte, evi yoksa mesken fonu yardımıyle ev edinmekte, çocukları için kreşlerden yararlanmakta, küçük bir tasarrufuyla araba alabilmektedir. Bu duruma göre, pek çok batı ülkesinde çalışan kesimin hadiste öngörülen hayat standardına ulaştığını söyleyebiliriz.
Hz. Peygamber'in 12 kadar sıfatla hadis buyurduğu, bunlardan bâzılarının isabetsiz olabileceği görüşüne katılmak güçtür. Gerçi bazı bilginlerden, Hz. Peygamber'in dünyevî meselelerde hatâ yapabileceği görüşü nakledilmiştir. Ancak, vahiy kontrolünün bulunması, yapılabilecek kimi küçük yanlışlıkların (zelle) derhal tashih edilmesi bu gibi hadisler üzerinden şüpheyi kaldırmıştır. Zaten, aralarında çelişki bulunan âyet veya hadisler nâsih-mensuh, mutlak-mukayyed, umum-husûs bildirme bakımlarından ele alınmış, herbiri müzâkere edilerek netleştirilmiştir. İçkinin önceleri mubah iken, sonradan yasaklanması, önceleri kabir ziyareti yasaklanmış iken, sonradan serbest bırakılması bunlar arasında zikredilebilir.
Peygamberler eşya hakkında konuşmak zorunda değildir. Konuşması gerektiğinde ya doğrudan vahiyle konuşur, ya da Cenâb-ı Hakk'ın verdiği “nübüvvet nuru” ile eşyanın hakikatini bilerek konuşur. Bu arada beşeri tecrübeye dayanarak konuştukları da olur. Özellikle bu sonuncusunda yanılma (zelle) vuku bulursa vahiyle tashih edilir. Fahruddîn Râzî “İsmetü'l-Enbiya” (Peygamberlerin ma'sûm oluşu) adlı eserinde, konuyu nass'larla ortaya koymuştur. Sosyal, ekonomik, tıb veya teknik alanlardaki hadisler üzerinde bir genelleme yaparak “isabetli olmayabilir” dersek, o sahih hadislerden önemli bir bölümünü zan altına sokmuş olmazmıyız?
Tebük Gazvesi yolculuğu sırasında Hz. Peygamber (s.a.s)in devesi kaybolmuş ve bütün aramalara rağmen bulunamamıştı. Münafıklar, “gökten haber veren Peygamber, yerde bir devesini bile bulamıyor” diyerek şüphe uyandırmaya çalışıyorlardı. Bu sırada Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu:
“Ben Allah'ın Rasulüyüm. Bana ne bildirilirse onu haber veririm. Şimdi melek devenin yerini haber verdi. Gidin falanca yerde, şu şekilde bulacaksınız.” Gerçekten o yöne giden askerler deveyi bulup getirdiler.
Sayın Hayrettin Karaman hocamız, ücret miktarı ve diğer hakların tesbitinde “ma'rûf”un ölçü alınmasını, bunun ölçüsünün de bir İslâm toplumunda “âmme vicdanı” olduğunu ifade ediyorlar.
Gerçekten İslâm'da nafaka ve diğer bazı ekonomik haklarda “ma'rûf” ölçü alınmıştır. Bu görüşe katılmak gerekir. Ma'rûf; bilinen, miktar ve sınırları belirli olan, örfleşmiş bulunan anlamlarına gelir. Bu konularda nass'lara aykırı örflerin oluşabileceğini dikkate alarak “ma'rûf”u, “nass'a uygun olan amme vicdanı” olarak değerlendirmek daha uygun olur.
Emekli konusuna gelince; Sayın Karaman, emekli sandığından, emekli olduktan sonra başka geliri olmayan ve yoksulluğu sebebiyle maaş almak durumunda bulunanların “emekli aylığı” alabileceğini, bunun da zaruret içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Böyle bir sonuca gitmezden önce “emekli sandığı”, “sosyal sigortalar” ve “bağkur” gibi kuruluşların statüsü üzerinde düşünmek uygun olur. Konuyu basite indirgeyerek şöyle açıklayabiliriz:
10 kişi kendi aralarında anlaşarak, ayda 10'ar bin lira ödeseler ve bunu bir fonda toplayarak, işletmeye başlasalar, 25 yıl süreyle ödemelerini 10'ar bin liradan sürdürseler, herbirinin 3'er milyon parası birikir. Ancak başarılı bir işletme, enflasyonlar vb. sebeplerle 25 yılın sonunda bu fonun mal varlığı 20 kat büyümüş olsa, 600 milyon olur. Kişi başına 60 milyon para düşer. Kâra ve zarara ortak olarak işletilen bu fondan, bir ortak, hissesinin bir bölümünü prim ödemeyi bıraktığı zaman yani emekli olurken topluca, diğer bölümünü de emekli maaşı olarak peyderpey alsa bu mümkün ve caizdir. Fona prim ödeyenler arasında bu, bir inan şirketi olur. Kişi fona bağlı olmayı gerektiren bir iş veya mesleğe girmeyi kabul etmekle, bu fonun statüsünü ve sonuçlarını da kabul etmiş olur. Fondaki paranın kullanma şekli ve biçimi de kontrol altında tutulursa tîb kazanç paylaşılmış olur. Aksi halde fon ortağı gücünün yetmeyeceğinden sorumlu olmaz. Yani fonun içinde cereyan eden hâdiselerle, fonun temeldeki hükmünü birbirinden ayırmak gerekir. Kâr-zarar esasına dayalı bütün şirketlerde durum böyledir. Sermayenin kullanım şekline çoğu zaman her ortak hâkim değildir. Çoğu kez bu konuda kendisine ayrıntılı bilgi de verilmez. İşi yürütenler bir bakıma, işin sorumluluğunu da üzerine almış olurlar. [194]
S. 367: “... uzmanlaşarak işbölümü oluşturmak kifâî farzlardandır” hükmüne delil olarak alt notlarda gösterilen iki âyetten istidlalin anlatılması uygun olurdu, diyor.
Konu, tebliğin önsözünde ele alındığı için kısa tutulmuş ve kaynak verilmekle yetinilmiştir. Âyetler ve istidlal yönü şöyledir.
“Medîne'lilere ve çevresinde bulunan bedevilere, savaşta Allah'ın Peygamberinden geri kalmaları, onun katlandığı sıkıntılara katlanmamaları yerinde değildir”. [195] Âyetin hükmü Medine ve çevresindeki tüm müslümanları kapsadığı gibi bir bölüm müslümanlar savaşa katılınca, diğerlerinden de yükümlülüğün kalkacağı anlamını da kapsamaktadır. Bu ikinci anlam teknik olarak farz-ı kifâyeyi ifade eder. Diğer âyet de şöyledir: “Musa (a.s) ve Hızır (a.s) yine yürüdüler, sonunda vardıkları bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasabalılar bu iki yolcuyu misafir etmek istemediler.” [196] Bu âyetteki kasaba halkından maksat, tüm kasaba halkı olabileceği gibi, bu iki yolcuya muhatap olan bir bölüm kasabalı da olabilir. Böylece, genel anlama özel anlam da dâhil olur. İşte toplumun muhtaç olduğu, işbölümünü gerekli kılan herçeşit ilim, iş ve san'at da bütün topluma emredilmiş, ancak içlerinden bir bölümü, bu işleri yapınca da diğerlerinden yükümlülüğün kalkacağı öngörülmüştür. Cenaze namazı kılmak da bu çeşit farzlardandır.
S. 382, p. 3: Kira akdini kıyasa aykırı kabul etmeyenler de vardır, deniliyorsa da, verilen kaynakta konu ile ilgili bilgi bulunamamıştır,
S. 392: S. Eskicioğlu, “Emeği mal gibi kabul ederek onu arz ve talep kanunlarına tabi tutmak mümkünmüdür?” diyor.
Emek değerinin yaşayan ve sürüp giden toplum hayatı ile bağlantılı olarak gelişmesi asıl olmalıdır. Bu da arz ve talep kanunu ile yakmdan ilgilidir. Arz yani işsizlik artınca, yeni iş alanları açılarak emek değerinin düşmesi önlenebilir. Ancak, arz ve talep yalnız asgarî ücretin üzerindeki emek değeri için düzenleyici bir rol oynamalıdır. İnsanların karşı karşıya bulunduğu sıkıntılardan yararlanarak, onları çok düşük ücretle çalışmaya zorlamamak gerekir. Bu da ancak asgarî ücret tesbit etmek ve buna uymayanlara müeyyide uygulamakla önlenebilir,
S. 411, p. 6: Sendikalar, işçileri “vekâlet esası”na göre temsil ederler. Ancak kişiye bağlı olmayan bir kuruluş bu temsil işini belli şartlarla üstlenmiş olur ve işçinin oraya üye olmasiyle temsil olunacağı esası benimsenmiş bulunursa, böyle bir kuruluşu “tüzel kişi” olarak kabul etmek mümkündür. Bugün uygulamada görülen sendikalar tüzel kişiliğe sahiptir.
S. 419, p. 5: İşçi ve memur ücretlerinden yapılan kesintileri iki bölüme ayırmak mümkündür. Birincisi vergi niteliğinde olanlar. Devlet, diğer tebeasından aldığı gibi, bir ücret karşılığı çalışanlardan da vergi alabilir. İkincisi, prim niteliğinde olan kesintiler. Bunlar, aslında çalışanın ve aile fertlerinin geleceği düşünülerek, onun yararına yapılan kesintilerdir. Kişi belli bir statüye girerken bu vergi ve primlerin kesileceğini de bilerek girdiği için, buna rızası bulunmuş olmaz mı?. Mağara hadisi bu konuyu doğrudan çözümlemiyorsa da, tasarruf veya kesintilerin bir fonda toplanarak üretilmesinin ve gelecekte bunlardan yararlanmanın caiz olduğuna işaret etmektedir. [197]
Sayın Dr. Y. Vehbi Yavuz'un tenkitleri üzerindeki düşüncelerimizi şöyle ifade edebiliriz:
S. 382: Araştırmalarımızda genel olarak, araştırılan konunun, dört ana delil karşısındaki durumunun incelenmesi usulünden hareketle “kıyas” deliline yer verilmiştir. İş akdinin, kıyas deliline aykırı olarak “nass”la meşru kılındığının belirlenmesi de gerekir. Başlık böyle bir belirleme için uygun görülmüştür. Ancak ayrıca, konuyu çözümleyen teknik delilin “istihsan” olduğuna işaret etmek gerekirdi. Sayın tenkidçiye bu tesbiti için teşekkür ederim.
S. 384: Kanaatimizce belirtilen sayfada verilen örnekten, enflâsyon farkının caiz olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Enflâsyon farkı, araya mal girmeksizin, nakit para borçlarında, belli bir sürenin geçmesi sonucu paranın değer kaybetmesiyle ortaya çıkar. Söz konusu olan ortaklıkta ise. hak ortak mala intikal edeceği için, ilk anapara sürekli olarak, ortaklık sermayesi ve onun üzerindeki kısım kâr kabul edilirse, bu ilk anapara giderek küçülür. Gerçek kârı belirleyebilmek için, Şirketin ilk kuruluşundaki, sermaye arttırımı olmuşsa, arttırma tarihlerindeki birim mal miktarının kârın paylaşılacağı tarihteki maliyet bedeli anapara sayılmalı, bunun üzerindeki fazlalık kâr kabul edilmelidir. Örnek: İki ortak 15 milyon lira sermaye koyarak, 100 ton buğday satın alıp hububat ticaretine başlasalar. Yıl sonunda, borçlar düşüldükten sonra kasada 5 milyon lira nakit para ile, depoda 130 ton buğday bulunsa, “30 ton buğday + 5 milyon lira” kâr olur. 100 ton buğday da sermaye karşılığı olur. Yıl sonundaki 100 ton buğdayın depoya giriş maliyeti enflasyon sebebiyle % 50 yükselmiş bulunsa, şirketin nakit para olarak sermayesini 22 milyon 500 bin lira kabul etmek gerekir. Çünkü bir yıl önceki 15 milyon anapara, yıl sonunda ancak 65,6 ton buğdayın maliyet bedeli olur ki, giderek küçülen böyle bir sermaye ile ticarete devam etmek imkânı kalmaz. İşsizlik sigortası üzerinde durmama nedenimiz, iş bulamama yüzünden yoksul düşen kimseye İslâm ekonornisinde nafaka, zekât vb. çözümlerin bulunmasıdır.
Ancak, yalnız işsizlerin problemlerini çözmeye çalışan bir yardımlaşma kuruluşunun oluşturulması da mümkündür.
S. 388 vd: Ücretlerin oluşmasında serbest piyasa rekabeti ölçü alınmalıdır. Ancak işverenler gizli anlaşmalarla, işçi zor ve tehdit yoluyle normalin altında veya üstünde ücret belirlenmesine neden olurlarsa, mahkemenin devreye girerek konuyu çözümlemesi uygun olur. Dengenin zayıf durumdaki işçi aleyhine bozulmaması için asgarî ücret belirlenmesi de çözüme yardımcı olur.
Eşit işe eşit ücret adaletin gereğidir. Ücretin miktarı, işin ağırlığına, insanı beden veya zihince yormasına, maharet ve özel yeteneklere göre hesaplanmalıdır. Durum böyle olunca, bilim adamlarının ücret prami dinin en üst kısımlarında yer alması gerekir. Bu konuda S. Yunus Vehbi Yavuz'un görüşlerine katılıyorum.
S. 397: İşçi veya memurun “evi yoksa ev edinmesini, bekârsa evlenmesini, hizmetçi tutmasını ve araç edinmesini” öngören hadîs-i şerifin rüşvetle ilgili yönü bulunsa bile pek çok hadis kaynaklarında mutlak olarak değerlendirilmiştir. Bu duruma göre, hadisi “hayat standardı ölçüsü” olarak almamız mümkündür. Ancak bu şartların, hemen iş akdiyle birlikte değil, ma'kul bir süre sonra gerçekleşebileceğini düşünmek gerekir. Gelişmiş batı ülkelerinde, İşçi veya memurun belli bir süre içinde hadisteki hayat standartlarına ulaştığı görülmektedir. Diğer yandan hadisteki dört unsurun, zekâttaki aslî ihtiyaçlarla da yakından ilgisi vardır. Ancak hadîsi şerif, ücretle çalışanları zekât alan değil zekât veren bir seviyeye getirmeyi amaçlamış görünmektedir.
S. 402: “Bir örnek giyinmek” tabiri Anadolu'da; iki kişinin aynı kumaştan ve aynı stilde dikilmiş elbiseyi giymesi anlamında kullanılır. Bunun yerine başka ifadeler de mümkündür.
S. 404: “..onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden. giydirin” hadîsi kölelerle ilgili olsa bile bu durum, hadîsin hükmünü evleviyet yoluyle, hürlerin bazı haklarını belirlemede delil almamız mümkündür. Bir evde esir olarak bulunan bir kadın mutfakta pişirilen yemeklerden yeme hakkına sahip olunca, aynı evde bir ücret karşılığı hizmetçi olarak çalışan ve yemeği işverene âit bulunan hür bir kadın bu haktan niçin yararlanmasın? Ev sahibi üç kap yemek yerken, aşçının zeytin ekmekle yetinmesi istenebilir mi?. Ancak konuyu daha geniş açıdan düşünerek, büyük işyerlerinde sosyal seviye ile ilgili olarak değerlendirmek ve ona göre yiyecek ve giyecek belirlemek gerekir. Günümüzde işçinin vitamin ve kalori ihtiyacı dikkate alınarak ve işçi iyi gıda alırsa verimin de yükseleceği esasından hareket edilerek mümkün olduğu ölçüde kaliteli yemek verilmesi yoluna gidilmektedir.
S. 405: İşçiye yapılan, yeme içme, giyim ve mesken gibi yardımların eskiden para olarak hesaplanması güç olduğu için, bunlar ücrete dâhil edilmemiştir. Bu gün bu gibi yardımların para olarak hesabı yapılabilmekte ve bilinmezlik giderilmektedir. Para değeri belirli olan şeyler, ücret de olabildiği için, artık Hanefî' lere göre de bunları ücret kapsamına sokmak mümkündür. Burada Mâlikîlerin görüşünü tercihten çok, günümüzde, eskiden mevcut olan bilinmezliğin kalkmış olması yüzünden, bu yardımları ücret kapsamına yine Hanefî ölçülerine göre almak söz konusudur.
S. 409: Grev ve lokavt hakkı, tarafların iradesini sakatladığı ve onları zarara karşı zarar verme noktasına ittiği için meşru görülmemiştir. Durum böyle olunca, grevde geçen süreye ücret verilmesi bir çelişki olur.
S. 417: Âyet ve hadislerde çözümü bulunmayan bir meseleyi, Hz. Peygamber (s.s)den sonra sahabe fakîhleri çözümlemiş bulunursa, bunu delil olarak almamız mümkündür. Sahabe, Hz. Peygamberle aynı devirde yaşamaları, Arapçayı iyi bilmeleri sebebiyle şâri-i hakimin maksadını kavramada daha şanslıdır. Hz. Ömer devrinde bazı yardım, kuruluşlarının meydana getirilmesi bunlar arasında sayılabilir. Gerek ortaklıkla ilgili nass'Iar ve gerekse sahabe devrindeki uygulamalar dikkate alınarak emeklilerin yararlanacağı bir yardımlaşma kuruluşunun oluşturulması mümkündür. Kesintilerin bir fonda toplanması, üretilmesi ve emekliye “inan ortaklığı” esasları içinde ödeme yapılması, problemi çözmeye yardımcı olabilir. Ciddî bir statü çalışması yapılarak, her ortağın önce kâr daha sonra anaparası bitinceye kadar emekli maaşı alması, karşılıklı rızalaşmalar yoluyle bunun dışına çıkılması da mümkündür.
Yapıcı, olgun ve kapsamlı tenkitleri için Sayın Vehbi Yavuz'a tekrar teşekkür eder, başarılar dilerim.[198]
Sn. Vural, grev ve lokavt konusunu “zarar vermek de zarara zararla karşılık vermek de yoktur” kaidesinin ışığı altında incelenmesi gerekirdi, diyor.
Grev ve lokavt yasağını zarar bazına oturtmak, bizi zarar söz konusu olmadığı zaman bunların meşru olduğu sonucuna götürür. Kimi zaman grevdeki işçi ücretini sendikadan alır. İşveren de grev bahanesiyle gerçekte ödemek istemediği borçlardan ve diğer bazı mâlî yükümlülüklerden kurtulmak isteyebilir. Grevden bir bakıma yararlanmış olur. İşletmenin faaliyetini durdurmak istiyorsa, bunu lokavt tarzında yapar. Bu durumlarda taraflar için zarar bir yana bazı yararlar da söz konusudur.
Zarar olsun olmasın, işçinin iş akdi şartlarına aykırı bir şekilde işi bırakması, ya da işverenin hiçbir sebep yokken, işyerini kapatması karşı tarafa bazı haklar kazandırır. Bu yüzden biz, konuyu “iş akdini ihlâl etme” prensibine dayandırmayı daha uygun bulduk. Ancak Sayın Vural'ın öne sürdüğü bu kaideye dayanmak da konuyu güçlendireceği için mümkündür.
Asgarî ücretin mâhiyeti ve şartları incelenirken, biz daha çok aslî ihtiyaçları da kapsayan bir hayat standardı belirlemeye çalıştık. Hadisteki “ev, evlenme, hizmetçi ve araba” unsurlarını bir ölçü olarak verdik. Hadd-i kifâf, hadd-i kifâye terimleriyle ifâde edilen “yetecek ölçüde ücret almak” esası üzerinde durmadık. Çünkü, ücret belirlenmesinde günlük maişet ve ihtiyaçlar esas alınırsa, hem aileden aileye değişen çok değişik ücret miktarları ortaya çıkar ve hem de işçiye tasarruf payı bırakılmamış olur. Çocukların eğitimi, evlendirilmesi gibi ekstra harcamalar, daha önceki yıllarda bazı tasarrufları gerekli kılmaktadır. Aksi halde sıkıntı söz konusu olur, Diğer yandan işveren kendisine yetecek miktarın çok üstünde gelir sağlarken, işçinin sürekli olarak “hadd-i kifâye” derecesinde ücret alması onu daha güçsüz duruma getirebilir. Halbuki İslâm, aldığı ekonomik tedbirlerle, sosyal gruplar arasında bir denge kurmayı amaçlamıştır. [199]
[1] Prof. Dr. Feridun Ergin İktisat, Hamle Mat., İstanbul 1964, s. 322, 323.
[2] Bakara: 2/ 49-73;
Ömer Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fikhıyye Kamusu, c. III, s. 401.
[3] F. Ergin, a.g.e., s. 323; Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Türk Medeni Hukuku Umumi Esaslar, c. lt s. 25-26, İlaveli 7. Baskı, İst. 1968.
[4] Ergin, a.g.e. s. 293, 294.
[5] Tevbe: 9/120; Kehf: 18/77; eş-Şâfiî, er-Risâle, s. 54, 55.
[6] Prof. M. Ebû Zehra, Usûlül-Fıkh, s. 37.
[7] Şâtıbî, el-muvâfakât, Ticariye ve Münîr ed-Dimaş-î Tab'ı, e. I, s. 178, 179.
[8] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 365-367.
[9] İbn Manzur, Lisanü'1-Arab, Beyrut 1955, “A-M-L” maddesi.
[10] M. Fuad Abdülbâkî, el-Mu'cemü'1-Müfehres li Elfâ-zı'1-Kur'âni'î-Kerîm, Kâhira 1378/1958, ilgili sözcüklerin maddeleri
[11] a. esr., “A-M-L” maddesi.
[12] Yasin: 36/35.
[13] Necm: 53/39,
[14] Âl-i İmrân: 3/57.
[15] Kehf: 18/30.
[16] Nesâî, K. 35, B. 44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654: ez-Zeyla'î, Nasbu'r-Râye li Ehâdîsi'I-Hidâye, c. IV,. s. 131.
[17] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, c. I, s. 682; Mecelle, mad. 413.
Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 369-370.
[18] er-Remlî, Nihâyetü'l-Muhtâc ilâ Şerlıi'l-Minhâc, C V, s. 247.
[19] Kasas: 28/26.
[20] İbn Mâce, Rehin: 4.
[21] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 370-371.
[22] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV, s. 184; el-Fe-tâvâ'l-Hindiyye, c. IV, s. 448; el-Mâverdî, Ahkâmü's-Sultâniyye, s. 210; İbn Kudâme, el-Muğnî, c. VI, s. 5, c. VII, s. 317; el-Mevsûatü'1-Fıkhıyye, c. I, s. 289, 295; Ali Haydar, a.g.e., c. I, s. 919, 920; Mecelle mad., 423, 469, 570.
[23] el-Merginânî el-Hidâye, c. III, s. 245; Ali Haydar, a.g.e., c. I, s. 692 vd.
Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 371-372.
[24] eş-Sîrâzî, el-Mühezzeb, c. I, s. 408; el-Fetâvâ'1-Hindiyye. c. IV, s, 410, 455, 456; Ali Haydar a.g.e., c. I, s. 693, 694;
[25] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 372-373.
[26] İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. IV, s. 174; es-Serahsî, el-Mebsût, c. XV, s. 74; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, c. V, s. 1; eş-Şâfiî, el-Ümm, c. 111 s. 250.
[27] el-Kâsânî, a.g.e., c. IV, s. 175: ez-Zühaylî, el-Fıkhu'1-îslâmî fî Uslûbihi'l-Cedîd, c. I, s. 545'vd.
[28] Ali Haydar, a.g.e. c. I, s. 671, 674.
[29] a. esr. c. I, s. 674.
Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 373-374.
[30] el-Kâsânî, 'a.g.e. c. IV, s. 184; eş-Şîrâzî, a.g.e. c. I, s. 396, 398; el-Fetâvâ'î-Hindiyye, c. IV, s. 470; el-Mevsûatü'l-Fıkhıyye, c. I, s. 262.
[31] el-Fetâvâl-Hindiyye, c. IV, s. 470; ez-Zühaylî, a.g.e. c. I, s. 555.
[32] el-Kâsânî, a.g.e. c. IV, s. 185; eş-Şîrâzî, a.g.e. c. I, s. 396; ez-Zühaylî a.g.e, c. I, s. 556.
[33] el-Kâsânî, age, c. I, s. 396; el-Mevsüatü'1-FLkhıyye, c. I, s. 262; ez-Zühaylî, age. c. I, s. 555, 556.
[34] es-Serahsî, age. c. XVI, s. 47; el-Kâsâni age. c. IV, s. 184; el-Fetâvâl'-Hindiyye, c. IV, s. 410, 455, 456; el-Mevsûatü'1-Fikhıyye, c. I, s. 295.
[35] Muhammed Fahr Şakfe, İslâm'da îşçi Hakları, Terc, t. Toksan, s. 45; Mecelle, mad. 455. îşçi ve îsveren Münasebetleri 377
[36] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 374-376.
[37] el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 412; el-Mevsüli, el-İhtiyâr, c. II, s. 51; İbn Kudâme, el-Muğnî, c. V, s. 327;
Dr. Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 81-87.
[38] Nesâî, K. 35, B. 44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654.
[39] el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 412; el-Mevsılî, age, c. II, s, 507.
[40] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 377.
[41] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 377-378.
[42] Kasas: 28/25, 26.
[43] Kasas: 28/2l
[44] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Ahkâm, c. I, s. 673.
[45] Necm: 53/39.
[46] Talâk: 65/6.
[47] A'râf: 7/85.
[48] Kehf: 18/77.
[49] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 378-379.
[50] Buhârî, İcâre: 12; Tecrîd-i Sarih, c.VII, s. 37-41.
[51] Bu hadîsi, İbn Mâce İbn Ömer'den, Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl'de Enes'ten, Ebû Ya'Iâ Müsned'inde Ebû
Hüreyre'den, Taberânî el-Mu'cemu's-Sağîr'inde Câbir'den rivayet etmiştir. İbn Hacer, bütün rivayetlerin zayıf olduğunu söylemiştir. Bkz. Zeylâ'î, Nas-bu'r-Râye, c. IV, s. 129 vd.; eI-Heysemî Mecmau'z-Zevâid, c. IV, s. 97; İbn Hacer, Sübülü's-Selâm, c.
III, s. 81, 82; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, c.IV, s. 292.
[52] Nesâî, K. 35, B. 44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654.
[53] Abdürrazzâk, el-Musannef.
[54] Buhârî Büyü': 106, İcâre: 12, 15; İbn Mâce, Rehin: 4; A. b. Hanbe), c. II, s. 292, 358, c. III, s. 143, c. IV, s. 274.
[55] Buhârî, İcâre: 18; Tıb: 9, 13; Müslim, Mûsâkat; 65, 66; Selâm: 6, 77; Ebû Dâvud, Büyü,: '38; İbn Mâce, Ticârât: 10; A. b. Hanbel, c. I, s. 50, 134, 241.
[56] Buhârî, Büyü': 15.
[57] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 380-382.
[58] İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, c. II, s. 218; Ez-Zühaylî, el-Fıkhu'1-İslâmî, c. I, s. 544 vd. Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 382.
[59] es-Serahsî, age. c. XV, s. 74, 75; el-Kâsânî, age. c.IV, s. 173, 174; İbn Rüşd, age. c. II, s. 240;
İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. c.VII, s.147; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, c. I, s. 394; İbn Kudâme el-Muğnî, c.V, s. 397.
Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 382.
[60] Bilgi için bkz. es-Serahsî, el-Mebsût, c. XXII, s. 33 vd.; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV, s. 82 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, c. II, s. 234; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. V, s. 58; Dr. Osman Şekerci, İslâm Şirketler Hukuku Emek-Sermaye Şirketi, İst. 1980.
[61] İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. V, s. 3-35, Mecelle,, mad. 1334, 1404.
[62] Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s. 100, 101.
[63] Nisa: 4/58.
[64] A'raf: 7/85.
[65] Ahmed es-Sebî', İşçiler ve İslâm, Râbitatü'l-Âlemi'l-İslâmî Dergisi, Yıl: 19, Sayı: 11, Eylül 1981. Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 383-385.
[66] Nesâî, K. 33, B. 44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654.
[67] İbn Mâce, Rehin: 4.
[68] Central Office of Information;Main- D'oeuvre et Conditions de Travail en Grande-Bretagne, Londres 1965, s. 1 den naklen Dr. Cahit Talas, Sosyal Politika, 3. Bası, Sevinç Mat. Ankara 1967, s. 117-129; Antony Babel, Legislation du Travail en Suisse, Geneve 1925, s. 112 den naklen, Dr. Cahit Talaş, age. s. 113, 136, 137. İşçi ve İşveren Münasebetleri 387
[69] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 385-386.
[70] Buhârî, İcâre: 14; Ebû Dâvııd, Akdiye: 12.
[71] Tirmizî, Ahkâm: 17; Talâk: 21; Ebû Dâvud,. Akdiye: 12; İbn Mâce, Ahkâm: 23.
[72] el-Kâsânî, ledâyiu's-Sanâyi', c. IV, s. 202; el-Merginânî, el-Hidâye, c. II, s. 232; el-Fetâvâ'l-Hindiyyet c. IV, s. 413.
[73] el-Mevsûatü'l-Fıkhıyye, c. I, s. 266.
[74] a. esr. c. I, s. 267.
[75] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm, c. I, s. 929; Mecelle, mad. 580. Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 386-388.
[76] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 388.
[77] Prof. Dr. Feridun Ergin, İktisat, s. 332-337.
[78] a. esr. s. 334.
Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 388-389.
[79] Ergin, age. s. 335; Fahr Şakfe, İslâm'da İşçi Hakları, Tere. İ. Toksan, s. 80,
[80] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 389-390.
[81] Ergin, age. s. 336, 337. Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 390.
[82] a. esr. 337; 338.
[83] Nahl: 16/90.
[84] A'raf: 7/85.
[85] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 390-391.
[86] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 391-392.
[87] Dr. Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım Satımda Kâr Hadleri s. 134 vd.
[88] Ebû Dâvud, Büyü': 49; Tirmizî, Büyü': 73; İbn Mâce, Ticârât: 27; Dârimî Büyü': 13; A. b. Hanbel, c. II, s. 327, c. III, s. 85, 106, 286.
[89] İbn Kudâme, el-Muğnî, c. IV, s. 240.
[90] el-Bâcî, el-Müntekâ, Mısır 1331, c. V, s. 18; es-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, c. V, s. 220; İbn Hacer el-Askalânî, Bülûgu'l-Merâm, Terc. A. Davudoğlu, c, III, s. 50.
[91] el-Kâsânî, age. c, IV, s. 202; Ali Haydar, Dürarul-Hukkâm, c. I, s. 675, 676; es-Serahsî, el-Mebsût, c. ' XV, s. 74; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, C."V, s. 1; eş-Şâfiî, el-Ümm, c. III s. 250.
[92] Tröst: Müteşebbise mal sahibi adına hareket yetkisini veren bir vekâlet sistemidir. Kartel ise: Çeşitli firmaların aralarında rekabete yer vermemek ve piyasayı istismar etmek üzere kurdukları bir birliktir. Bunlar gizlice kurulan ve piyasa fiyatlarını sun'î olarak yükselterek haksız kazanç elde etmeyi
[93] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 392-394.
[94] el-Fetava'l-Hindiyye, ve Ankaravî Fetvaları, icâre bahsi.
[95] Ali Haydar, age. c. I, s. 915; Mecelle, raad. 565.
[96] Ali Haydar, age. c. I, s. 757; Mecelle, mad. 238, 450, 463, 464, 465, 466
[97] a. esr. c. I, s. 913; Mecelle, 56
[98] el-Mevsılî, el-İhtiyâr, c. II, s, 51 vd.; el-Fetâva'1-Hindiyye, c. IV s. 412; İbn Kudâme, el-Muğnî, c. V, s, 327.
[99] Ali Haydar, age. c. I, s. 911. 912,
[100] a. esr. c I, s. 918; Mecelle, mad. 566.
[101] el-Mevsılî, age. c. II, s. 51; el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 412; el-Mevsûâtü'1-Fıkhıyye, c. I, s. 263; Ali Haydar, age. c. I, s. 757; Mecelle, mad. 238, 450, 4R3. 4fi4.
[102] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 394-396.
[103] Nafaka hukuku için bkz. Dr. Haradi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, Erenler Mat. İst. 1983, 294 vd.
[104] Dâvud, İmare: 10; A. b. Hanbel, Müsned, c. IV, s. 229.
[105] Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 556.
[106] M. Fahr Şakfe, age. s. 92, 93; Dr, Hayrettin Karaman, İslâm'da İşçi ve işveren Münâsebetleri, s. 54. 55.
Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 397-398.
[107] F. Ergin, İktisat, s. 338.
[108] el-Bâcî, el-Müntekâ, Nşr. Dâru'l-Kitâbi'l-Arâbî, Beyrut 1332 H. tarihli baskısından tıpkı basım, c. V, s. 17.
[109] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 398-400.
[110] Antony Babel, Legislation du Travail en Suisse, Geneve 1925, s. 112 den naklen Cahit Talaş, Sosyal Politika Tedbirleri, s. 113.
[111] a. esr. a. y.
[112] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 400-402.
[113] Bakara: 2/236.
[114] Buharı, İman: 22; İtk: 15; Müslim, Eymân, H. 40.
[115] Prof. F. Ergin, İktisat, s. 339.
[116] İş Kan. Mad. 67-70, 78, 80 vd Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 402-403.
[117] Buhârî, İcâre: 14; Tirmizî, Ahkâm: 17, Talâk: 21; Ebû Dâvud, Akdıye: 12; İbn Mâce, Ahkâm: 23; el-Mevsûatü'l-Fıkhıyye, c. I, s. 289, 290; İbn Kûdâme-el-Muğnî, c. VI, s. 41.
[118] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 403-404.
[119] Buhârî, İmân: 22; Itk: 15; Müslim, Eymân, H. 40.
[120] Bakara: 2/233.
[121] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm, c. I, s. 926; Mecelle, mad. 43, 576.
[122] ez-Zühaylî, el-Fıkhu'1-İslâmî fî Uslûbihi'l-Cedîd,
[123] İbn Mâce.
[124] Ali Haydar, age. c. I, s. 918; Mecelle, mad. 567.
[125] Fahr Şakfe, age. s. 97.
Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 404-407.
[126] Buhârî, İmân: 22; Itk: 15; Müslim, Eymân, H. 40.
[127] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 407-408.
[128] A. b. Hanbel, c. VI, s. 25, 29; Ebû Dâvud, İmâre: 14; Ebû Ubeyd, Kitâbü'l-Emvâl, s. 242. Avf b. Mâlîk'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûl-i Ekrem (S.A.S), fey' arazîsi gelince, bunları
[129] Ahmed es-Seb'î, İşçiler ve İslâm, Rabıta tü'1-Alemi'l-İslâmî Dergisi, Yıl: 19, sayı: 11, Eylül 1981.
[130] Ebû Ubeyd age. s. 238.
[131] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 408-409.
[132] Ergin, İktisat, s. 328 vd.
[133] S, Ağaoğlu-S. Hüdâioğlu, İş Hukuku Dersleri, İst. 1939, s. 76, 80.
[134] Saymen, Türkiye'de Sosyal Sigortaların Gelişme Temayülleri, .İst. Hukuk. Fak. Mec. Sayı: 3-4, ist. 1953, s. 1090.
[135] Türk İş Dergisi, Özel Sayı, 21 Aralık 1983, s. 2, 3,.
[136] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 409-410.
[137] Ergin, age. s. 351, 352.
[138] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 410-411.
[139] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 411-412.
[140] el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 416; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, c. I, s. 403, 404; el-Mevsûatü'1-Fıkhıyye, c. I, s. 271.
Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 413.
[141] Ebû Dâvud; Buyu': 54; Beyhakî, es-Sünenü'1-Kübrâ, c, VI, s. 27; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Raye, c. IV, s. 30.
[142] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 413-414.
[143] es-Serahsî, el-Mebsût, c. XVI, s. 2: el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV, s. 197,' 198; el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 458-460.
[144] es-Şîrâzî, age. c. I, s. 405; el-Mevsûatü'1-Fıkhıyye, c.I, s. 272. Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 414.
[145] el-Mevsûatü'1-Fıkhıyye, c. I, s. 273.
(â/a) Dr. Farkter Tüzek, İş Akdini Fesih Hakkının Kötüye Kullanılması, Kazancı Yayınları, Bilim Dizisi: 3, 1976. s. 33 vd.
[146] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 415.
[147] Nesâî, Eymân: 10; Zeyd b. Alî. Müsned: H. 54.
[148] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 415-417.
[149] Prof. M. Hamidullah, İslâm'a Giriş, Tere. Kemal Kuşçu, İrfan Mat., İst. 1973, s. 201, 202; Medine'de, Muhacirler, Ensar ve Yahudiler arasında yapılan Anayasa, Madde: 3-10, bu Anayasa'nın tam metnini İbn Hışam, Sîretü'n-Nebevi'sinde, Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm da Kitâbü'l-Emvâl adlı eserinde vermiştir.
[150] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, c. V, Maâkîl bahsi; Prof. Dr. Ahmed ez-Zerkâ “İslâm'a Göre Sigorta, Terc. Dr. H. Karaman, Faizsiz Banka Kalkınma Sigorta, İst. 1976, s. 190. Ö. N. Bilmen, Hukuki İslâmiyye, c. III, s. 52-58.
[151] M. Hamidullah, age. s. 201-203.
[152] Buhâri, İcâre, 12; K. Miras, Tecrîd-i Sarîh, c. VII, s. 37-41.
[153] K. Miras, age. c. VII, s. 42.
[154] Prof. Dr. Neşet Çağatay, Ahîlık, Ankara 1974, s. 101; Dr. Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım Satımda Kâr Hadleri, s. 184, 185.
[155] es-Serahsî, el-Mebsût, c. XI, s. 152-154; el-Kasânî, Bedâyiu's-Sanâyi' c. VI, s. 57 vd.; İbnü'l-Hümâm,, Fethu'l-Kadîr, c. V, s. 20 vd.
[156] Sos. Sigor. Kanunu, mad. 73, 74.
[157] Prof. Dr. Kenan Tunçomağ, Sosyal Güvenlik Kavramı ve Sosyal Sigortalar, Sermet Mat. İst. 1975, s. 95, 96.
[158] a. esr. s. 96, 97.
[159] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 417-422.
[160] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 423.
[161] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm, c. I: s. 923; Mecelle, mad. 64, 572, 780.
[162] Mecelle: 58/571.
[163] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 423-424.
[164] Beyhakî'den naklen, Süyûtî, Câmiu's-Sağîr (maa Feyzi'1-Kadir)' c. II, s. 286.
[165] a. esr. c. II, s. 290.
[166] Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. II, s. 233.
[167] Enfâl: 8/27.
[168] Müslim, İmân: H. 164: Ebû Dâvud, Büyü': 50; Tirmizî Büyü': 72.
[169] İbn Hacer el-Askalânî, Bulûğu'1-Merâm, Tere. A. Davudoğlu, c. III, s. 55.
Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 424-425.
[170] Ali Haydar, age. c. I, s. 692, 693.
[171] el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 413, 437, 438; el-Mevsûatül-Fıkhıyye, c. I, s. 269; Ali Haydar, age. c. I, s. 918; Mecelle, raad. 425, 568.
[172] Nisa: 4/59.
[173] Mâide: 5/1.
[174] Buhârî, İcâre: 14; Ebû Dâvud, Akdıye: 12.
[175] Buharı, el-Ahkâm: 4; Müslim, İmâre: H. 39; el-Kâ-ânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV. s. 184, 189, 191; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, c. I, s. 194; İbn Kudâme, el-Muğnî c. VI, s. 134-143.
Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 425-427.
[176] Mecelle, mad. 610.
[177] Şafii, el-Ümm, c. VII, s. 87, 261; Zeylâ'î, Nasbu'r-Râye, c. IV, s. 141.
[178] Kasas: 28/26.
[179] Buhârî, Zekât: 25.
[180] el-Kâsânî, age, c. IV, s. 199-200; el-Mevsûatü'1-fıkhıyye, c. I, s. 273; Ali Haydar, age. c. I, s. 588, 589; Dr. Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım Satımda Kâr Hadleri, s. 151, 152. Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 427-428.
[181] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 429-431.
[182] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 436.
[183] Fussılet: 41/33.
[184] Yasin: 36/35.
[185] Nahl: 16/93.
[186] Zübdet'ül Buharî Terc. s. 100. No: 285.
[187] A'raf: 7/85.
[188] Kehf: 18/79.
[189] Bakara: 2/286.
[190] Zübdet’ül Buharı Terc. s. 215 No: 562.
[191] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 436-439.
[192] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 439.
[193] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 436-443.
[194] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 443-447.
[195] Tevbe: 9/120.
[196] Kehf: 18/77.
[197] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 447-448.
[198] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 449-452.
[199] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 452-453.