8- İSLÂM'DA ÎŞÇİ VE İŞVEREN MÜNASEBETLERİ 3

ÖNSÖZ. 3

1- ÎŞ AKDİNE GENEL BAKIŞ. 3

I- İş Akdinin Hukukî Mâhiyeti 3

A) İş Terimi Ve Kapsamı: 3

B) İşçi Ve İşveren Terimleri: 4

C) İşçi Çeşitleri: 4

1) Özel İşçi (Ecîr-i Hâs): 4

2) Ortak İşçi (Ecîr-i Müşterek): 5

D) İş Akdi: 5

E) İş Akdinin Meydana Gelme Şartları: 5

1) Yapılacak İşin Belirlenmesi: 5

2) Ücretin Belirlenmesi: 6

F) Türk İş Hukuku İle Karşılaştırma: 7

D- İşçi Çalıştırmanın Caiz Olduğunu Gösteren Deliller 7

A) Kur'ân'dan Deliller: 7

B) Sünnetten Deliller: 8

C) İcmâ' Delili: 8

D) Kıyas Ve Akıl Delili: 9

2- İŞÇİNİN HAK VE GÖREVLERİ 9

1- İşçinin Bir İşe Girmezden önceki  Hakları 9

Önceki 9

II- İŞE GİRDİKTEN SONRAKİ HAK VE GÖREVLERİ 10

A) Ücret Hakkı: 10

1) Genel Olarak: 10

2) Ücrete Hak Kazanma Tarihi: 10

3) Ücretin Miktarı: 11

a) Ücretin En Az Geçim Seviyesinde Kaldığı Görüşü: 11

b) İşçilerin Sürekli Olarak İstismar Edildiği Görüşü: 11

c) Ücretin Üretimin Verimine Göre Oluştuğu Görüşü: 11

d) Ücret Miktarını Güç (İktidar) a Bağlayan Görüş: 12

a) İş ve Meslekler Arasında Adalet: 12

b) Ücret Miktarında Adalet: 12

c) İşçi Ücretlerisıde Emsal Emek Değerinin Ölçü Alınması: 13

d) Asgarî Ücretin Miktarı: 14

e) Ücretin Arttırılması: 14

f) Uygulamadan Örnekler: 15

B) İşçînin Gücünün Yeteceği Ölçüde Çalıştırılması: 16

C) İşçinin Dinlenme Ve İbadet Yapma Hakkı: 16

D) Ücret Kapsamına Giren Diğer Sosyal Haklar: 17

2) Fazla Çalışma Ücreti: 18

3) Aile Yardımı: 18

E) Sendika: 19

F) Grev Ve Lokavt 19

1) Genel Olarak: 19

2) İslâm Hukukuna Göre: 19

3- İSÇİNİN İŞTEN AYRILDIKTAN SONRAKİ HAKLARI 20

I- İş Akdini Sona Erdiren Haller: 20

A) Akit Süresinin Sona Ermesi: 20

B) Tarafların Karşılıklı Rıza İle Akde Son Vermesi: 20

C) Bir Özür Sebebiyle Akdi Feshetmek: 20

D) İş Akdinin Mahkeme Hükmü Île Feshi: 20

II- Kıdem Tazminatı: 21

III- Emeklilik Hakkı: 22

4- İŞVERENİN HAKLARI 23

I- İşçinin İşi Bizzat Yapması: 23

II- İşi Sağlam Ve İyi Yapması: 24

III- İşçinin Mesâi Saatleri İçinde Devamlı Çalışması: 24

IV- İşçinin Elindeki Alet ve Malzemelerin Emânet Sayılması: 25

SONUÇ.. 25

MÜZAKERECİLERİN GÖRÜŞLERİ: 26

a- İbrahim Ural’ın Görüşü: 26

b- Mehmed Erkal'ın Görüşü: 26

c- Dr. Osman Eskicioğlu'nun Görüşü: 28

d- Yunus Vehbi Yavuz'un Görüşü: 28

TEBLİĞ SAHİBİNİN GÖRÜŞLERE CEVABI: 29

Dr. Hayrettin Karaman'ın Tenkitleri: 29

Yard. Doç. Dr. Osman Eskicioğla: 31

Yunus Vehbi Yavuz: 31

İbrahim Vural 32


8- İSLÂM'DA ÎŞÇİ VE İŞVEREN MÜNASEBETLERİ

 

ÖNSÖZ

 

İnsan, canlı varlıklar içinde en üstün yeteneklere sahiptir. Beyin gücüyle düşünür ve yaşama şartlarını giderek iyileştirmeye çalışır. Eski devirlerde İnsanla­rın nüfusu az ve ekonomik ihtiyaçları sınırlı olduğu için her aile veya kabile kendi içinde yeterli olur, baş­kalarının yardımına gerek duymazdı. Kendi hazırladık­ları elbiseyi giyer, ürettiği yiyecekleri yer ve yetiştir­diği hayvanların gücünden de yararlanırdı.

Ancak giderek dünya nüfusu artmış, yeni yeni uy­garlıklar doğmuş ve ekonomik alanda işbölümü yaygınlaşmıştır. İnsanlar tek başına üstesinden gelemeyecek­leri işleri yapmak isteyince, başkalarını bir ücret karşılığında çalıştırmak ihtiyacını duydu. Böylece, eme­ğini kiralama devri başlamış oldu. Bu arada, kimi toplumlarda güçlü kişiler zayıfları ve esirleri boğaz tok­luğuna çalıştırmaya başlayınca köle ve cariye statüsü ortaya çıktı. Ancak uygulamada, köle ve esirlerden el­de edilen ekonomik verimin onlara yapılan masrafa denk olduğu hesaplanmıştır. Bu da, hür işçilerin veri­minin üçte biri kadardır.[1] Zorla ve işkence altında ça­lıştırılan esirleri korumada,en büyük mücadeleyi se­mavî dinler vermiştir. Hz. Musa İsrail Oğullarını Mı­sır'da Firavunların esaretinden kurtarmış, İslâm Dini de 6 ncı Miladî yüzyılda kölelerin lehine güvenlik ted­birleri getirmiş ve her fırsatta onların serbest bırakılmasını teşvik etmiştir. [2] İngiltere ve Fransa, sömürg erindeki köleler için bazı düzenleyici hükümleri ancak 16 nci yüzyıldan sonra getirebilmiştir. [3]

Ekonomik hayatta üretim faaliyetinin ehliyet ve yetenek esasına göre teşkilatlandırılmasına “işbölümü” denir. İlkel toplumlarda yaş ve cinsiyet durumuna gö­re yapılan görev bölümü, işbölümünün basit bir örne­ğini teşkil eder. Erkeklerin avcılık veya harp gibi yer değiştirmeye ihtiyaç gösteren işlerle ilgilenmelerine karşılık, kadınlar ev hizmetlerine bakarlardı. Bu ayrı­lık, giderek kuvvete lüzum hissettiren ve tehlikeli sa­yılan işlerin erkekler tarafından yapılmasına, hafif ve sürekli hizmetlerin ise kadınlara bırakılmasına yol aç­mıştır.

Görev bölümünün ehliyet ve yeteneğe göre oluşma­sı, uzmanlaşmaya yol açmış ve verimin yükselmesine neden olmuştur. İskoçyalı ekonomi bilimcisi Adam Smith'in bu konuda, 18 nci yüzyıla ait verdiği şu örnek dikkat çekicidir. Vasıfsız bir işçi günde birkaç yüz iğne üretebilirken, işbölümü esasları dairesinde çalışan 10 kişilik bir atölyede 48 bin tane üretildiği görülmüştür. [4]

İslâm hukukunda, uzmanlaşarak işbölümü oluştur­mak kifâî farzlardandır. Bunlar, topluma emredilen fa­kat bir kısım insanların yapmasiyle diğerlerinden so­rumluluk kalkan emirlerdir. [5] Toplum kendi içinden ta­bipler, mühendisler, ziraatçılar, din bilginleri ve hu­kukçular yetiştirmek zorundadır. [6] Herkesin içinde bu­lunduğu şartlara, ekonomik durumlara ve yetenekleri­ne göre çeşitli iş ve mesleklere yönelmesi sonucu, işçi ve işveren münasebetleri önem kazanmıştır. [7]

İşte bu araştırmamızda, iş akdinin meydana gelişi, işçinin emeğinin değeri, bu konudaki sosyal güvenlik tedbirleri, işverenin hak ve yükümlülükleri konularında karşılaşılan problemler ve çözüm yolları İslâm hukuku açısından incelenmeye çalışılmıştır. Konu, Arapça ve Türkçe pekçok kaynak esere başvurularak hazırlan­mış, yer yer modern hukuk ve ekonomi ile de karşılaş­tırmalar yapılmıştır.

Dr. Hamdi Döndüren 1985-Bursa [8]

 

1- ÎŞ AKDİNE GENEL BAKIŞ

 

I- İş Akdinin Hukukî Mâhiyeti

 

A) İş Terimi Ve Kapsamı:

İş sözcüğü, arapça “aml” kökünden masdar olup sözlükte; iş işlemek, yapmak, icra etmek, tasarruf et­mek ve amel etmek gibi anlamlara gelir.[9] Âmil sözcüğü de; işçi, bir işi yapan, işleyen ve çalışan kişi anlamın­da kullanılır, Arapçada genel olarak çalışmak ve iş yapmak anlamında başka terimler de vardır, “say”, “fal” ve “c h d” ile türevleri bunlar arasında sayılabi­lir.

Kur'ân-ı Kerîm'de; kendi işinde veya başkalarının işinde çalışmak yahut âhiret için iyi işler yapıp hazır­lamak anlamlarında olmak üzere 60 kadar âyet var­dır. [10] Yalnız iş (amel) sözcüğü ve türevleri 360 âyette geçer. [11] Hz. Peygamber'in hadislerinde de aynı terimle­ri ve işçi, işveren konularında çeşitli hükümleri bulmak mümkündür. Bir kaç örnek vererek geçeceğiz :

“onun meyvasından ve kendi ellerinin yaptıkla­rından yesinler diye...” [12]

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”.[13]

“İnanıp iyi iş yapanlara Allah ücretlerini tam ola­rak verecektir”.[14]

“Biz elbette, iman edip işini iyi yapanların ücretini zayi etmeyiz.” [15]

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

“İşçinin ücretini teri kurumadan önce veriniz.” [16]

“İşçi çalıştıran kimse, işçisine ne kadar ücret ve­receğini bildirsin.” [17]

 

B) İşçi Ve İşveren Terimleri:

 

Başkasına âit bir işi ücret karşılığında yapmayı üslenen kimseye “işçi (âmil)” denir. Bu, işçinin emeği­ni kiralaması demektir. İnsanlar bütün işlerini her za­man kendileri göremez. Başkalarının yardımına ihtiyaç vardır. Bu yardımın sürekli olarak meccânen yapılma­sı beklenemez. Sözleşme ve ücret, emeğin kiralanma­sında sürekliliği sağlar.

Başkasını bir ücret karşılığı çalıştıran kimseye “iş­veren” denir. Bu, gerçek kişi olabileceği gibi, devlet,. vakıf, şirket gibi tüzel kişi de olabilir.

İslâm Hukukunda tarım işçileri için, “çiftçi” anla­mında “fellâh” sözcüğü de kullanılmıştır. Bu konuda er-Remlî (ö. 1004/1595) şöyle der:

“Tarım yapılan bir toprağın yarar ve zararı, toprak sahibine aittir. Çalı­şan (fellâh) kimse sadece işçilik ücretine hak kaza­nır.” [18]

Tarım işçileri dışında kalan, diğer ücret karşılığı çalışanlara ise “ecir (ücretli)” denilmiştir. Âyet-i kerime'de şöyle buyurulur :

“Ey babacığım, onu ücretli olarak tut.” [19]

Hadiste

İşçiye ücretini teri kurumadan önce veri­niz” buyurulurken,

işçi “ecîr” sözcüğü ile ifade edilmiş­tir. [20]

İslâm'da, emeğini başkasına kiralayan tüm çalı­şanlar aynı statü içinde değerlendirilmiştir. Bugün uy­gulamada işçi, memur, subay, kamu görevlisi olma ve­ya olmama gibi ayırımlar yapılmaksızın tüm çalışan­lar aynı hükümlere tâbi tutulmuş, ancak iş ve mesle­ğin durumuna göre emeğin değeri üzerinde durulmuş­tur. Sadece işin bir kişiye veya birden çok kişilere ya­pılmasına göre bir ayırım yoluna gidilmiştir. Aşağıda vereceğimiz işçi çeşitleri böyle bir ayırımdan ibarettir.

Türk İş Kanunu 1 nci maddede işçi şöyle belirlenir: “Bir hizmet akdine dayanarak herhangi bir işte ücret karşılığı çalışan kişiye işçi, çalıştıran tüzel veya ger­çek kişiye işveren, işin yapıldığı yere iş yeri denir.” [21]

 

C) İşçi Çeşitleri:

 

1) Özel İşçi (Ecîr-i Hâs):

 

Yalnız, bir gerçek veya tüzel kişiye çalışan kimse­dir. Bugün bir sözleşmeyle ve ücret karşılığı çalışan fabrika, inşaat, tarım vb. işyerlerindeki işçilerle, me­murlar bu gruba girer. Yapılan hizmetin özel veya ka­mu hizmeti niteliğinde olması sonucu etkilemez. Yalnız bir kişiye âit koyunları güden çoban, başkasının aracı­nı kullanan şoför de bu statüye girer. İşverenin birden fazla olması, iş kapsamı sınırlandırıldığı için sonucu değiştirmez. Meselâ; bir köy halkı öğretmen, imam, müezzin ve köy çobanı tutsa, bunlar da “özel işçi” sa­yılır. Çünkü bu sayılanlar belirli işleri yapmakla yü­kümlüdür.

Din görevlileri Şafiî, Mâliki ve Hanbelî Mezheple­rine göre islâm'ın çıkışından, Hanefî'lere göre ise 13 ncü Milâdî yüzyıldan itibaren emeğini ücret karşılığı kiralayan sınıf içinde yer almıştır. [22]

Özel işçi, sözleşme süresince başkası için çalışa­maz. Çünkü kendisiyle akit yaptığı işverenin, belli süre onun iş gücünden yararlanma hakkı vardır, izinsiz ola­rak başkasının işinde çalışır ve bu nedenle, kendi işve­reninin işi eksik kalırsa, bu eksiklik ücretinden düşü­lür. Özel işçi hazır olur ve belirlenen süre dolarsa üc­rete hak kazanır. [23]

 

2) Ortak İşçi (Ecîr-i Müşterek):

 

Belirli gerçek veya tüzel kişiye değil de herkese iş yapan boyacı, terzi, marangoz gibi zanaatkarlar, dok­tor, avukat, muhasebeci gibi serbest meslek sahipleri bu gruba girer. Bunlar işi yapmadıkça ücrete hak ka­zanamaz. [24] Ortak işçi, bir kimsenin İşini yaparken, di­ğerinin işini de alıp yapabilir. Meselâ, yalnız bir fabri­kanın muhasebe işlerini yapmak üzere tutulan kimse “özel işçi” sayılırken, bu muhasebeci ücret karşılığın­da başkalarının muhasebe işlerini de yürütebiliyorsa “ortak işçi” sayılır. Sözleşmede herkese iş yapabileceği belirtilince, piyasadan başka iş almasa bile ortak işçi özelliği devam eder. Çünkü istediği takdirde iş alması mümkündür .

Bu duruma göre, İslâm'da işçi kapsamı, modern hukuktakinden daha geniştir. Bugün ülkemiz uygula­masında, emekli sandığına tâbi memurlarla, zanaatkârlar ve serbest meslek sahipleri işçi sayılmamaktadır. Araştırmamızda belirleyeceğimiz prensipler bu sınıfla­rı da kapsamına almaktadır. Özellik arzeden durumlar ayrıca belirtilecektir.[25]

 

D) İş Akdi:

 

İslâm hukukunda iş akdi, icâre (kira akdi) içinde yer almıştır. İcâre sözlükte; Himaye etmek, korumak, kurtarmak ve saptırmak gibi anlamlara gelir. Bir te­rim olarak ise, bir şeyden yararlanma hakkını bir ücret karşılığında başkasına satmak demektir.[26] Kendi­si istihlâk edilmeksizin yararlanmak mümkün olan her şeyin kiralanması caizdir. Yararlanma ancak kendisi tüketilerek olabilen şeyler kira akdine elverişli değil­dir. Nakit para, altın, gümüş, ölçü, veya tartı ile alınıp satılan şeyler böyledir. [27]

Hanefî'ler, mülkiyetin naklini gerekli kılan akitleri iki bölüme ayırırlar :

1) Ayn'ın temliki. Bir şeyin mülkiyetini başkasına devretmekle gerçekleşir. Bu da ikiye ayrılır.

a) Ayn (eşyânın)ın bir bedel karşılığında temliki. Bir binayı 5 milyon liraya satmak gibi.

b) Ayn'ın meccânen başkasına devredilmesi. Bir bi­nanın başkasına  hibe edilmesi veya vasiyet yoluyle başkasına bırakılması gibi.

2) Menfaatin temliki.  Bir  şeyin  mülkiyetini  devretmeksizin yalnız yararlanma hakkını vermektir. Bu da iki türlü olabilir:

a) Yararlanmanın bir bedel karşılığında devredil­mesi. İcâre akdi bu çeşide girer. Bu da iki türlü ola­bilir:

aa) Menkul ve gayri menkullerin kiralanması. Ev, dükkân, tarla, nakil aracı gibi şeylerin kiralanması böyledir.

bb) İnsanın emeğini kiralaması. Bu iş akdi ile ger­çekleşir. Bir kimsenin 50 bin lira aylık bedel karşılığın­da belli bir işte çalışmayı kabul etmesi gibi. İşte, araş­tırmamızın konusunu bu çeşit akitler oluşturacaktır.

b) Yararlanmanın başkasına meccânen devredil­mesi. Bir evde, kira ücreti almaksızın bir yıl oturmaya izin vermek gibi. [28]

Yararlanmalar, eşya veya zimmet üzerinde ol­mak bakımından da ikiye ayrılır. Bir gayri menkulü, 1 yıl süreyle kiralamak birinciye, bir insanla bir ay ça­lışması için iş akdi yapmak ise ikinciye örnek teşkil eder. [29]

 

E) İş Akdinin Meydana Gelme Şartları:

 

1) Yapılacak İşin Belirlenmesi:

 

İş akdinin geçerli olması için, işverenin işçiden ya­rarlanma konusunun, başka bir deyimle işçinin yapaca­ğı işin belirlenmiş olması gerekir. Bu yararlanma söz­leşmedeki şartlara veya örfe göre olur. Şart ve örf yok­sa, işçiye zarar vermeyecek ölçüde çalıştırma yolu iz­lenir. İş akdinde, yapılacak işin bilinmemesi anlaşmaz­lığa yol açabileceği için, akit fasit olur. Bir kimse işçi­yi terzilik, çobanlık, inşaat işçiliği, ustalık, şoförlük gi­bi yapacağı işi belirtmeksizin işe alsa, işçi işi öğrenin­ce akdi feshedebilir. [30]

İşçiden yararlanma, işin nevinin ve çalışma süre­sinin birlikte beyanı ile belirli hâle gelir. Böylece işçi ya belli bir işte, belli bir süre çalışmakla veya süre söz konusu olmaksızın belli miktar işi yapmakla ücre­te hak kazanır. İş akdinde günlük, haftalık, aylık veya yıllık olarak anlaşma yapılmışsa, işçi yaptığı işin mik­tarına göre değil, süreye göre ücrete hak kazanır. [31]

Süre ve iş miktarının birlikte belirlenmesi konu­sunda görüş ayrılığı vardır.

Ebû Hanîfe (ö. 150/767), İmam Şafiî (ö. 204/819) ve bir rivayette Hanbelîlere göre, çalışma süresinin belirlenmesi yeterli olup, ayrıca yapılacak iş miktarının belirlenmesi caiz olmaz. Aksi halde iş akdi fasit olur. Çünkü böyle bir akitte özel ve ortak işçilik özelliği bir kişide toplanmış olur. Bunların arasında, ücrete hak kazanma bakımından ayrılık vardır. Süresi belirli iş akdi, gerektiğinde çalışmadan da ücrete hak kazandır­dığı halde, işin miktarı belirtilerek yapılan akitte, üc­rete ancak işin yapılmasiyle hak kazanılır. Bu farklı sonuçlar, akdin konusunun bilinmezliğine yol açar. Bu yüzden işçi normalin üzerinde zorlanır.[32] Meselâ; nor­mal bir işçinin 8 saatte 50 adet ürettiği bir maldan, ay­nı süre içinde 100 adet üretmek şartiyle iş akdi yap­mak, işçiyi zor duruma düşürür. 8 saatte sürekli ola­rak 50 adet mal üretmesi istenirse, bu defa da kimi zaman iş erken biter, süre doluncaya kadar çalışması gerekir. Kimi zaman da 8 saattea fazla çalışması gere­kebilir. Her iki durumda da belirsizlik söz konusu­dur.

Ebû Yusuf (ö. 132/798) a, İmam Muhammed (ö. 189/805) e, Mâlikilere ve bir rivayette Hanbelîlere gö­re, süre ve iş miktarı bir arada belirlenebilir. Meselâ, bir kimse “bu elbiseyi bugün dikmen için seni kirala­dım” yahut “şu bir çuval unu bir günde ekmek yapman için seni kiraladım” dese, işçi de bunu kabul edince akit meydana gelmiş olur. Çünkü sürenin belirlenme­sindeki amaç, işin bir an Önce yapılmasını sağlamak­tır. Süre, akdin konusunu teşkil etmediği için, onun ce­vazına engel olmaz. Bu durumda işçi işi belirtilen sü­reden önce bitirirse tam ücret alır. İşi süresi içinde bitiremezse, tamamlayıncaya kadar çalışması gere­kir. [33]

İşçinin zanaatkar veya serbest meslek sahibi gibi herkese iş yapan “ortak işçi” olması hâlinde de yapıla­cak işin belirlenmesi yahut da işin cins, nevi, miktar ve sıfatının açıklanması gerekir. Meselâ, bir kimse ile ku­yu kazmak için sözleşme yapılsa ona; kuyunun yer, derinlik ve genişliğini açıklamak gerekir. Çünkü kazma işi bu unsurların değişmesiyle değişiklik arzeder. [34] Günlük ücret üzerinde sözleşme yapılmayıp, kuyu gö­türü olarak verildiği için, kuyunun kazılacağı yerin sert veya yumuşak olması, derin olup olmaması ve genişliği emeği etkileyecektir. Süre söz konusu olmak­sızın yalnız işin miktarı belirlenerek yapılan iş akdin­de, işin tamamlanmasiyle ücrete hak kazanılır.  [35]

Kimi iş sahipleri işçilere üretime göre veya parça basma ücret vermeyi daha uygun bulurlar. Meselâ ta­nesi 1000 liradan gömlek diktirmek, mesai süresince ürettiği mal miktarına göre ücret vermek gibi. Böylece iş ve ücret miktarı belli edilmiş olur. Artık dikme veya üretme işinin bir saatte olmasiyle üç saatte olması ara­sında ücret bakımından fark bulunmaz.

Kanaatımızca, süre ve iş miktarı konusunda yuka­rıdaki iki görüşü birleştirerek şu tarzda değerlendirmek mümkündür, iş miktarına göre ücret veren kimseler, bu işin belli süre içinde yapılmasını isteyebilir. Çünkü malın bir an önce üretilmesinde yararı vardır. îşçi sü­re bakımından tamamen serbest bırakılırsa, işveren ço­ğu zaman taahhütlerini yerine getiremez. Bunun için işçiye müsamahalı bir sürenin verilmesi uygun olur. İşçiyi zor duruma düşürmemek için günde üretebilece­ği en az miktar belirlenerek, bu miktarın üzerine çı­karsa parça başına alacağı ücret de artmak üzere söz­leşme yapılabilir. Fazla miktarda mal üretmek, ücreti etkileyeceği için işçinin de yararına olur. Günlük en az miktarı üretince, işçi mesai sonuna kadar işe devam etmek zorunda da bulunmaz. Bu, işin tamamlanıp tes­lim edileceği son tarihi belirlemek gibi olur. [36]

 

2) Ücretin Belirlenmesi:

 

İş akdinin geçerli olması için, ücretin de belirlen­mesi gerekir. Ücret; işçinin emeğinin bedelidir. Satım akdinde, satış bedeli olmaya elverişli bulunan herşey, iş akdinde ücret de olabilir.

îslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, satış be­deline uygulanan hükümler, emeğin bedeli olan işçi ücretlerine de uygulanır.[37]

Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Kim bir işçiyi kiralarsa, ona vereceği ücreti bil­dirsin.” [38]

Ücret nakit para, ölçü veya tartı yahut da sayı ile alınıp satılan şeylerden olursa, bunun cins, nevi, mik­tar ve sıfatını beyan etmek gerekir. Ücrette, anlaşmaz­lığa yol açacak ölçüde belirsizlik bulunursa akit fasit olur. Bu durumda, işçi çalışmış bulunursa ecr-i misi (emsal ücret)e hak kazanır. [39] İşçinin hakları konusu­nu incelerken ücret hakkında geniş bilgi vereceğimiz için burada kısa geçiyoruz. [40]

 

F) Türk İş Hukuku İle Karşılaştırma:

 

Türk iş hukukunda süresi bir yıldan daha az olan iş akitleri, tarafların sözlü anlaşmalariyle meydana ge­lir. Süre bir yılı geçerse akdi yazılı olarak yapmak zo­runluluğu vardır.

1475 Sayılı İş Kanunun 9 ncu maddesinde şöyle de­nilir:

“Belirli süresi bir yıl veya daha uzun süreli hizmet akitlerinin yazılı olarak yapılması zorunludur... Yazılı akit yapılmayan durumlarda işveren, işçinin isteği üzerine, kendisine genel ve özel iş şartlarını gösteren ve imzasını taşıyan bir belge vermekle yükümlüdür.”

Bu duruma göre, süresi bir yıldan kısa olan iş akitlerinde de işçi, işverenden yazılı bir belge istemek hak­kına sahiptir. Bu belge sözleşme yerine geçerli olur.

Aynı kanunun 11 nci maddesinde, yazılı olarak ya­pılacak iş sözleşmesinde şu unsurların bulunması öngörülmüştür.

1) İşveren ve işçinin (takım sözleşmelerinde her iş­çinin ayrı ayrı) ad ve kimlikleri,

2) Yapılacak iş,

3) İşyerinin adresi,

4) Süresi belirli sözleşmelerde sözleşmenin süresi,

5) Ücret (takım sözleşmelerinde her işçi için ayrı ayrı) ödeme şekli ve zamanı,

6) Var ise tarafların ileri sürdükleri özel şartlar,

7) Hizmet akdinin yapıldığı gün,

8) Tarafların imzası.

İşçi veya işveren şartlara uymadığı takdirde bu yazılı sözleşme ispat amacı olarak işe yarar.

İslâm hukukuna göre iş sözleşmesi sözlü olabile­ceği gibi, yazılı olarak da yapılabilir. Çünkü tarafların haklarını güvence altına alacak bir belge, hakları ko­rumada etkili olur. [41]

 

D- İşçi Çalıştırmanın Caiz Olduğunu Gösteren Deliller

 

A) Kur'ân'dan Deliller:

 

İslâm'dan önceki semavî dinlerde de ücret karşılı­ğında işçi çalıştırma söz konusu olmuştur. Bunlardan birisi Hz. Musa'nın bizzat çalışmasıyle ilgilidir. Hz. Mu­sa Peygamber olmazdan önce Mısır'dan ayrılarak, Şuayb Peygamber'in bulunduğu Medyen yöresine gider. Kasabanın kenarında, koyunlarını sulamaya çalışan Şuayb (a.s)ın iki kızma yardımcı olur. Olayın arkası âyette şöyle anlatılır :

“Derken o iki kadından biri utana utana yürüyerek Musa'nın yanına geldi ve şöyle dedi:

Babam, (koyun­larımızı) sulama ücretini vermek üzere seni çağırı­yor...

“O iki kızdan biri dedi: Babacığım onu ücretle ço­ban tut. Çünkü çalıştırdığın işçilerin en hayırlısı bu güçlü ve güvenilir adamdır.” [42]

“Şuayb (a.s) dedi:

Bu iki kızımdan birini Sen ba­na sekiz yıl işçilik yapmak üzere- sana nikahlamak istiyorum”. [43]İslâm'da, önceki ümmetlerin tâbi olduğu hükümler, neshedildiği sabit olmadıkça geçerliliğini sürdürür, özellikle bunlar tenkid için nakledilmemişse, yararla­nılması amaçlanmış olur. [44]

Diğer bazı âyetlerde de şöyle buyurulur:

 “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır,” [45]

 “Eğer boşandığınız kadınlar, sizden olan çocukları­nızı emzirirlerse, onlara ücretlerini veriniz.” [46]

“İnsanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz.” [47]

Musa (a.s), Hızır'la yolculuk yaparken yolları bir köye uğrar. Hızır (a.s) orada yıkılmak üzere olan bir binayı sağlamlaştırır ve buna karşılık herhangi bir üc­ret talep etmez. Yiyecek sıkıntısı içinde oldukları için, Musa (a.s) O'na şöyle der:

“Eğer sen isteseydin şüphesiz bu işe karşılık ücret alırdın.” [48]

Bu âyetler, bir insanı ücret karşılığı çalıştırmanın caiz olduğunu gösterir. Ayrıca geçmiş toplumlarda da uygulamanın böyle olduğuna işaret eder. [49]

 

B) Sünnetten Deliller:

 

Hz. Peygamberin işçi konusunda çeşitli hadisleri vardır. İleride ilgili konular içinde bunlara yer verile­cektir. Burada birkaç tanesini verip geçeceğiz.

Hz. Peygamber, eski toplumlarda işçilerin hakları­nın gözetildiğini belirtirken özet olarak şöyle demiş­tir:

“Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya sığı­nırlar. Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası ma­ğaranın ağzını kapattığı için, içeride mahsur kalırlar. Kendi aralarında konuşarak, “Allah katında, en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için duâ etmeye” karar verirler. İlk ikisinin duâsıyle kaya parçası biraz aralanır. Bir işveren olan üçüncüsü şöyle niyaz eder:

“Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırmıştım. Ücretlerini ödedim. Ancak içlerinden birisi ücretini al­madan bırakıp gitmişti. Onun hakkını ticaretle işletip arttırdım. Birçok malı oldu. Bir süre sonra bana gele­rek ücretini istedi. Ben; gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi, dedim. Benimle alay etme, diye cevap verdi. Seninle alay et­miyorum, dedim. Bunun üzerine bütün malını alıp git­ti, hiçbir şey bırakmadı. “Ey Rabbim, bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam bizi bu mağara­dan kurtar.” Bu duanın arkasından mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar.” [50]

Bu hadis, işçi ücretlerinden kesilen primlerin bir fonda işletilerek, elde edilecek kâr ve ana paranın tek­rar kendilerine verilebileceğini gösterir. İleride emek­lilik konusunu incelerken bu hadis üzerinde ayrıca du­racağız.

“İşçiye ücretini teri kurumadan önce veriniz.” [51]

“Bir işçi kiralayan kimse, ona vereceği ücreti bil­dirsin.” [52]

Bu hadisi Ebû Saîd el-Hudrî rivayet etmiştir. Aynı hadisi, Abdürrazzâk, Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd'den şu sözlerle nakletmiştir:

“Bir işçiyi kiralayan kimse ona vereceği ücreti be­lirlesin.” [53]

Kudsî bir hadiste şöyle buyurulur:

“Üç kimse kıyamet gününde beni karşılarında bula­caktır.

1) Benim adıma verip haksızlık eden,

2) Hür bir insanı satıp parasını yiyen,

3) Bir kimseyi çalıştırıp da,ona ücretini verme­yen.” [54]

İbn Abbas (r.a)den rivayete göre şöyle demiştir:

“Nebi s.a.s) bir haccâma kan aldırdı ve ona üc­retini ödedi.” [55]

Aynı hadis, Buhârî'de aşağıdaki ilâveyle nakledil­miştir:

“...Eğer bu, haram kazanç olsaydı, Hz. Peygamber ona bu ücreti vermezdi.”

Allah'ın Rasûlüne hangi amelin daha değerli olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir :

“En değerli kazanç, kişinin elinin emeği olarak el­de ettiği kazançtır. Şüphesiz Dâvud Peygamber de ken­di elinin emeğini yiyordu.” [56]

Dâvud (a.s) zırh yapar, kendilerine iş yaptığı kimselerin verdiği ücretle geçimini sağlardı. [57]

 

C) İcmâ' Delili:

 

Bir ücret karşılığı işçi çalıştırmanın caiz olduğu konusunda ittifak (icmâ') vardır. Çok az sayıda bilgin, iş akdinde yararlanma, akit tarihinde henüz elde edil­mediği için, bu akdin caiz olmadığını öne sürmüşse de bu görüş zayıf kalmış ve yüzyıllar içinde taraftar bula­mamıştır. İbn Rüşd (ö. 520/1126), genel olarak kira ak­dine karşı olan bu görüş sahiplerine şöyle cevap verir: Yararlanma, hernekadar akit sırasında mevcut değil­se de, süre geçtikçe elde edilir ve genel olarak meyda­na gelir. İslâm hukuku, çoğunlukla ifası mümkün veya ifa edilip edilmemesi eşit olan yararlar üzerinde icâre akdini kabul eder. [58]

 

D) Kıyas Ve Akıl Delili:

 

İslâm hukukunda kira ve iş akdi kıyasa aykırı sa­yılmıştır. Çünkü bu akitlerde konu yararlanmadır. Ya­rarlanma ise, akdin yapıldığı tarihte henüz meydana gelmemiştir. Madûm (bulunmayan) şeyin satımı niteli­ğinde olan kira ve iş akdinin caiz olmaması gerekirken, insanların ihtiyacı nedeniyle, yukarıda birkaçını verdi­ğimiz nass'larla meşru kılınmıştır.' Çünkü insan çoğu zaman başkasına ait mallardan para karşılığında ya­rarlanmak ister. Herkesin oturacak evi, binecek aracı, elbisesini dokuyacak tezgâhı bulunmayabilir. Satın ala­madığı şeyi kiralamak ister. Zenginin işçiye, yoksulun ise paraya ihtiyacı vardır. İş akdi, birbirine ihtiyacı olan bu iki unsuru bir araya getirir. Akıl, bunun böyle olması gerektiğim kabul eder. [59]

 

2- İŞÇİNİN HAK VE GÖREVLERİ

 

1- İşçinin Bir İşe Girmezden önceki  Hakları

 

Önceki

 

İslâm'da, başkasının işinde bir ücret karşılığı ça­lışanlar bir sınıf oluşturmaz. Çünkü işçilerin emek sermaye (mudârabe) ve ziraat ortakçılığı (muzâraat) gibi ortaklıklar içinde işveren sıfatını kazanması mümkün­dür. Bu, kâr ortaklığı biçiminde gerçekleşir.

Sermayesi olmayan dürüst kimse bir işte ücret karşılığı çalışabileceği gibi, gerçek veya tüzel kişiler­den sağlayacağı sermaye ile kâr ortaklığı oluşturarak ticaret yapabilir. Elinde büyük meblağlara ulaşan ser­mayeye sahip pekçok kimseler bunu işletmek ve tica­ret işinde kullanmak ister. Ancak sıhhati, bilgi veya tecrübesi elverişli olmadığı için bu isteğini gerçekleş­tiremez. Yine toplum içinde, bilgili, yetenekli ve tica­rete yatkın birçok kimseler de sermayesi olmadığı için ticarete atılamaz. İşte, birbirine muhtaç olan bu iki un­suru “emek-sermaye (mudârabe) ortaklığı bir araya getirir. Böylece, toplumda piyasaya çıkmayan serma­yeler ve iş bulamayan yetenekler değerlenmiş olur. Bu kâr ortaklığı tamamen güvene dayanır. İşi üzerine alan işletmeci güvene lâyık olmaya çalışır. Giderek dürüst iş adamları meydana gelir.   Kârın paylaşılması anlaşmaya göre olur. Zarara ise yalnız sermaye sahibi katlanır. [60]

Meselâ: Elinde 10 milyon lira parası olan kimse, ticarete yatkın genç bir işletmeciyle anlaşarak, işlek bir caddede market açar. Sermaye sahibi işle hiç ilgi­lenmeyecek, bütün işi işletmeci yürütecek ve bu çalış­masına karşılık ücret yerine kârın yarısını alacaktır. Kârın bölüşülmesi başka oranlarda da olabilir. Yıl so­nunda, borçlar düşüldükten sonra üç milyon lira net kâr sağlandığı anlaşılsa işletmeci bir buçuk milyonunu alır. Bu, ayda 125 bin lira gelir sağlamak demektir. Anapa­ra, mal varlığının yeni fiyatlar üzerinden değerlendi­rilmesiyle belirleneceği için, sermaye ayrıca enflasyo­na karşı korunmuş olur. Alım-satımı yapılan ve yıl so­nunda elde bulunan malların maliyeti. ortalama yüzde kırk yükselmişse, bu fazlalığın anaparaya eklenmesi gerekir. Bu duruma göre, yeniden değerleme sonucu anapara, 10 milyondan 14 milyona yükselmiş olur. Or­taklığın kârla birlikte toplam sermayesi 17 milyon de­mektir. İşletmecinin, kendi kâr hakkının tümünü veya bir bölümünü ortaklığa bırakarak, ayrıca sermayeye de ortak olması yeni bir anlaşma ile mümkündür.

Tarım kesiminde de buna benzer ortaklıkların zira­at ortakçılığı tarzında oluşturulması mümkündür. Dev­let; işsiz ve topraksız köylüye, toprak, tohum ve gübre verse, ekip biçme işini köylü yapmak üzere anlaşsalar, elde edilecek ürünün yarısı hazinenin yarısı da köylü­nün olabilir. Yahut da başka oranda bölüşmek de müm­kündür. Kendi toprağını, sermayesi olmadığı için ekip biçemeyenlere de, gerçek veya tüzel kişilerin sermaye vermesi ve bu yolla elde edilecek ürüne ortak olması işsizliğin önlenmesinde etkili olabilir. [61]

Bu duruma göre, İslâm'da herkes işin başında ter­cih hakkına sahiptir. Ehliyet ve yeteneğine uygun bir iş ve meslek seçme özgürlüğü vardır. Toplumda iş ve meslek değiştirme kapısı sürekli olarak açıktır. Üstün yetenek ve maharete üstün iş ve bu işe uygun ücret İs­lâm adaletinin gereğidir. [62]

Kur'ân-ı kerîm'de bu konu ile ilgili olmak üzere şöyle buyurulur:

“Şüphesiz Allah size emânetleri ehline vermenizi emreder.” [63]

“İnsanlara mal ve  ücretlerini eksik vermeyiniz.” [64]

Çalışmak istediği halde iş bulamayan yahut hasta­lık veya yaşlılık gibi nedenlerle çalışamayan yoksullar için, varlıklı hısımlarından nafaka alma hakkı vardır. Ayrıca bunların başta zekât fonu olmak üzere devletin bütün ekonomik kaynakları üzerinde yararlanma hakla­rı vardır. Hz. Ömer (Ö. 23/643) in çalışamayacak du­rumdaki gayri müslim yoksullara bile maaş bağladığı bilinmektedir. [65]

 

II- İŞE GİRDİKTEN SONRAKİ HAK VE GÖREV­LERİ

 

A) Ücret Hakkı:

 

1) Genel Olarak:

 

İş sözleşmesinin önemli unsurlarından birisi de üc­rettir. İşçi, çalışması karşılığında ücrete hak kazanır. Böylece hak ve görev birlikte bulunur. Hatta görev, üc­retten de önce gelir. Hz. Peygamber'in iş akdinde ücretin miktarının belirlenmesini [66] ve teri kurumadan iş­çiye ücretinin ödenmesini istemesi [67] bu hakkın önemini ortaya koymaktadır. İşveren genel olarak ekonomik bakımdan daha güçlü olduğu için, işçiyi korumak amaciyle düzenleyici hükümler getirilmiştir.

Batı toplumlarında işçilerin haklarım koruyucu ted­bir ve düzenlemeler ancak XV111'nci yüzyılın başların­dan itibaren alınmaya başlanmıştır. Büyük sanayi inkı­labı ile işçi kitleleri bazı teşkilatlar kurarak haklarını korumak ihtiyacını duymuşlardır. İşçi hakları konusun­da ilk sosyal politika tedbiri, İngiltere'de 1802 Miladî tarihinde, dokuma sanayiinde çalıştırılan çocukların, çalışma şartlarını düzenleyen kanunla bağlar. 1819, 1844 ve 1867 de çıkarılan kanunlar bunu izledi. Daha sonra kadınlar ve yetişkin işçiler için koruyucu hüküm­ler getirildi. Aynı tarihlerde Fransa ve İsviçre'de de benzer sosyal politika tedbirleri alındı.[68]

İslâm'da bu konulardaki düzenleyici hükümlerin V1’ncı yüzyılda getirildiği ve hulefâ-i râşidîn devrinde ilk önemli uygulamaların yapıldığı düşünülürse, batı toplumlarından çok daha önce aynı konulara çözümler getirildiği anlaşılır. [69]

 

2) Ücrete Hak Kazanma Tarihi:

 

İslâm'da, işçi, memur, zanaatkar ve serbest meslek sahiplerinin, kısaca başkasına ücret karşılığında iş yapan tüm çalışanların aynı hükümlere tâbi olduğunu yukarıda belirtmiştik. Ancak araştırmamızın konusu İşçi ve işveren münasebetleri olduğu için ülkemizdeki işçi kesimini dikkate alarak problemleri belirlemeye ve çözüm yollarını göstermeye çalışacağız.

Hanefî ve Mâlikî'lere göre, ücrete mücerred iş ak­diyle hak kazanılmaz. Ancak peşin verileceği şart ko­şulmuş veya iş yapılmış olursa ücret isteme hakkı do­ğar.

Hanefî hukukçularından el-Kâsânî (ö. 587/1191) üc­rete üç durumda mâlik olunacağını söyler:

a) İş akdinde ücretin peşin verileceğinin şart ko­şulması. Böyle bir şarta uymak gerekir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur :

“Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şart­lara uyarlar.” [70]

Tirmizî ve Hâkim bu hadisi aşağıdaki ilâveyle nak­letmiş tir.

“Haramı helal, helali haram yapan şart müstesna­dır” [71]

b) Şart koşulmadığı hâlde ücretin peşin ödenmesi. Bu prensibin delili, satım akdine kıyastır. Çünkü, satım akdinde satış bedelini, satılan (mebî)i teslimden önce vermek caizdir. İş akdi de, emeğin satımı olduğu için satım akdi niteliğindedir.

c) İşin yapılmış olması. Bu durumda, bedeller (ivazlar) arasında eşitlik sağlamak  amaciyle ücrete hak kazanılır.[72]

Mâlikî'lere göre, örf varsa ücretin peşin verilmesi gerekir. [73]

Şafiî ve Hanbelilere göre ise, iş akdi mutlak ola­rak yapılmışsa, ücrete mücerred akitle hak kazanılır. Çünkü işçinin işe hazır olmasıyle ücretin teslimi gere­kir. İşçinin ücreti satım akdindeki satış bedeli gibidir. Ücret, mücerred akitle işverenin zimmetinde bir borç olarak sabit olur. Ancak ücretin talep edilebilmesi iş­çinin ya işe hazır olması yahut işi yapması yahut da özel işçide belirlenen sürenin geçmesiyle mümkün hâle gelir. [74]

İşçi, belirlenen süre kadar çalışmamışsa çalıştığı kadar ücrete hak kazanır. Meselâ; bir yıl çalışmak üzere 500 bin lira karşılığında bir işçi kiralansa, bu işçi 6 ay sonra işi bırakıp gitse, yıl sonunda gelerek, ücret talep etse, yalnız çalıştığı 6 ayın ücreti olan 250 bin li­rayı alma hakkı doğar. [75]

 

3) Ücretin Miktarı:

 

İşçi ücretlerini miktar olarak belirleyen bir âyet ve hadis yoktur. Ancak nass'larda adaletli bir ücretin belirlenmesi için bazı ölçüler verilmiştir. Çünkü iş, za­man, belde, sosyal ve ekonomik şartlarla işçinin yete­nek ve mahareti ücretin miktarı üzerinde etkili olan unsurlardır. Alış verişlerde eşya fiyatlarını uzun süre dondurmak mümkün olmadığı gibi, emeğin değerini dondurmak da mümkün olmaz. Biz İslâm'ın bu konu­daki değerlendirmesine geçmezden önce, modern eko­nominin görüşünü belirlemeye çalışacağız. Batı Ekonomisinde Ücret Nazariyeleri: Ücret insan emeğinin bedelidir. Esaret sisteminde insan emeğinin bedeli boğaz masrafları kadardır. Ser­best iş rejimlerinde ve sendikalar sisteminde emek ve sermaye münasebetlerinin ücretler üzerinde yoğunlaş­tığı görülür. Ücret, modern ekonomide hâkim unsur hâline gelmiştir. [76]

 

a) Ücretin En Az Geçim Seviyesinde Kaldığı Gö­rüşü:

 

Adam Smith'e göre, ücretlerin yetersizliği düşük hayat seviyesi ile ilgili bir olaydır. Ücret miktarının nihâî sınırı, işçi ailelerinin yaşayabilmek için yapmak zorunda oldukları masraflara eşittir. Çünkü işgücü arz ve talebi ücretlerin ergeç en az geçim seviyesinde ka­rar kılmasiyle sonuçlanmaktadır. İş akdi tarafların karşılıklı yararları bakımından eşit şartlar cereyan et­mediği için, işverenler ücret problemi konusunda kendi aralarında kolaylıkla anlaşarak, işçiler aleyhine birle­şebilmektedir.

Ücretin en az geçim seviyesinde oluştuğunu öne sü­ren ekonomi bilginlerinden birisi de Ricardo'dur. O'na göre, insan emeğinin bir tabiî ve bir de piyasa fiyatı vardır. Piyasa ücreti, işgücü arz ve talebine bağlıdır. Tabiî ücret ise, işçi ailelerinin geçinebilmek için har­camak zorunda oldukları en az miktardır. Ricardo, pi­yasada insan emeğine ödenen bedelin tabiî ücret sevi­yesi dolaylarında dalgalandığını söylemektedir. Bu gö­rüşe “Tunç Kanunu” adı verilmiştir. [77]

“Ücret Fonu” adı verilen diğer bir görüşte ise, işçi ücretlerinin sermayedar tarafından işçilere ödenen bir çeşit avans olduğu öne sürülür. Yatırımcılar, ellerin­deki sermaye fonundan bir bölümünü, çalıştırdıkları iş­çilere ücret olarak vermekte ve bu suretle ödenen avans, satılan mamullerin satış bedeli sayesinde karşı­lanmaktadır. Yani gerçekte, işçi ücretlerini, fabrikanın ürettiği malları satın alan müşteriler ödemektedir. Hız­lı nüfus artışı bu fon üzerinde olumsuz etki yapar ve ücretlerin miktarı sürekli olarak en az geçim seviyesi­ne inmek eğilimi gösterir. [78]

 

b) İşçilerin Sürekli Olarak İstismar Edildiği Gö­rüşü:

 

Kari Marx'ın temsil ettiği bu görüşe “Sefalet Na­zariyesi” veya “Artan Fakirlik Nazariyesi”de denir. Bu­na göre, işçilerin ürettiği kıymetler, en az (asgarî) ge­çim ihtiyaçlarından çok daha fazla olduğu halde, üc­retler çalışan sınıfın ancak geçinebileceği seviyede oluşmaktadır. Kapitalizmin gelişmesine paralel olarak sabit ve değişken sermayeler arasındaki oran aynı se­viyede kalmamaktadır. Sanayi hareketleri, işyeri kur­mada kullanılan sabit sermayenin giderek önem kazan­masını sağlarken, ücret fonunu oluşturan, değişken sermaye stoku zamanla azalmaktadır. Bu nedenle, ma­kineleşme, refahı geçici olarak tahrik eder, fakat ücret fonu azaldıkça giderek artan bir sefaletle karşı­laşılır. [79]

Yukarıdaki iki görüş, işçi ücretlerinin, hep işçiler

aleyhine olan bir seviyede karar kıldığını öne sürerken, ücret miktarını üretim seviyesine göre değerlendiren­ler de olmuştur. Aşağıda, bu görüşten de kısaca söz edeceğiz. [80]

 

c) Ücretin Üretimin Verimine Göre Oluştuğu Gö­rüşü:

 

Buna göre, işçi ne kadar çok üretim yaparsa, üc­retin de o kadar artması mümkündür. Bir ülkede, işçi­lerin refahı genel zenginliğe bağlıdır. Milletlerin zen­ginliği, nüfus başına düşen üretim miktarına göre ölçü­lebilir. Ancak verimin arttırılması sayesinde, ücretle­rin işçileri refaha kavuşturabilecek bir seviyeye yük­selmesi mümkündür. Bu duruma göre, ücret miktarı an­cak üretimin artmasiyle en az geçim seviyesinin üstü­ne çıkabilir. [81]

 

d) Ücret Miktarını Güç (İktidar) a Bağlayan Görüş:

 

Ekonomi bilim adamlarından Rusyalı Tugan-Baranowsky ve Gelesnoff Almanyalı Lexis ve Stalzmann ve Japonyah Takata'nin öne sürdüğü bu görüşe göre, emek veriminde ve piyasa şartlarında bir değişiklik ol­mamak kaydiyle, ücret seviyesini tayin eden faktör, te­şebbüs erbabı İle işçi sınıfının karşılıklı iktidar duru­mudur. İşçi tek başına düşünülünce, işveren karşısında zayıftır. Çünkü işçi yaşayabilmek için çalışmak zorun­dadır. Ücret geliri ile geçinen kimsenin, uygun bîr iş buluncaya kadar uzun süre bekleme şansı yoktur. Baş­ka bir deyimle işgücü esneklikten yoksundur. İşçi uy­gun şartları beklemek isterse, açlık tehlikesiyle karşı­laşabilir. Bu durum, onu işveren karşısında zayıf dü­şürmektedir.

Bu görüş sahipleri, çalışan sınıfı teşkilâtlandıra­rak, işverenler karşısında güçlendirmeyi amaç edinir-lr. Bu iş için sendikalardan yararlanmayı ön plana alırlar. [82]

Yukarıda verdiğimiz görüşler uzun süre tartışıl­mış, tenkitleri yapılmış, karşıt görüşler öne sürülmüş, ancak herbirinin işçi ücret miktarlarının belirlenme­sinde etkisi olmakla birlikte tek ölçü üzerinde görüş birliği sağlanamamıştır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi İslâm'da ücret mik­tarını sınırlayan bir nass yoktur. Sadece işçi ücretinin en temiz kazanç olduğu, işçiye ücretinin tam ve zama­nında ödenmesi gerektiği belirtilmiş, bu arada işçi için belli bir yaşam seviyesine işaret edilmiştir. Problemi doğrudan çözen bir nass bulunmayınca genel prensip-ıere, adalet ve nısfet (insaflılık) ölçülerine başvurmak gerekir.

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur :

“Şüphesiz Allah adaleti, iyiliği ve yakın hısımlara inuhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder...” [83]

“Ölçü ve tartıyı tam yapın. İnsanlara mal ve ücret­lerini eksik vermeyiniz.” [84]

Adaleti, çalışanlar bakımından iki alanda düşün­mek gerekir.[85]

 

a) İş ve Meslekler Arasında Adalet:

 

Bütün iş ve meslekler eşit emek ve eşit yetenek ge­rektirmediği için, ücretlerin eşit olması da gerekmez. Meselâ; bir inşaat işçisi özel eğitim ve yeteneğe muh­taç olmaksızın çalışabilir. Aynı inşaatın mühendisi ise uzun eğitim sonucu bu mesleği elde etmiş ve özel yete­cekler kazanmıştır. Bir doktor ise, daha uzun ve yoru­cu bir eğitim ve tecrübeyle meslek edinmiştir. Bu üç meslekte 8 saatlik mesaiye eşit ücret takdir etmek uygun bir değerleme olmaz. Adalet, herkese hak ettiğini ve lâyık olduğunu mümkün olduğu ölçüde vermeye ça­lışmaktır. Eşit ehliyet ve yetenekle eşit hizmet gören­lere aynı ücreti takdir etmek ne kadar âdil ise, farklı ehliyet, yetenek ve emeğe değişik ücret takdir etmek o kadar âdildir.  [86]

 

b) Ücret Miktarında Adalet:

 

İslâm'da çeşitli iş ve meslekler için maktu ücret miktarları belirlenmemekle birlikte, bunun iş akdi ya­pılırken tesbiti öngörülmüştür. Aksi halde iş akdi ge­çersiz olur ve işçi çalışmış bulunursa, çalıştığı süre için emsal ücrete hak kazanır. Meselâ, bir kimse ücret miktarı konuşulmaksızın işe girse, bir ay çalıştıktan sonra, işveren düşük ücret vermek istese, işçi akdi bo­zabileceği gibi, çalıştığı bir ay için diğer işçiler 40 bin lira alıyorsa, o da aynı ücrete hak kazanır. Bu demek­tir ki, aksi kararlaştırılmamışsa geçerli olan, emeğin piyasa değeridir. Serbest iş rejimlerinde, rekabet şart­ları içinde işgücü arz ve talebinin karşılaşması sonu­cu oluşan işçi emek bedeline “piyasa fiyatı” veya “em­sal fiyat” terimini kullanacağız. Nitekim ahşver işler de, serbest rekabet sonucu arz ve talebin karşılaşmasiyle meydana gelen eşya satış bedeline de “piyasa fiyatı” veya “rayiç bedel” denir. İşçinin emeğini satmasiyle, piyasadaki malların müşteriye satılması arasında bü­yük bir benzerlik bulunduğu için, emeğin değerini sa­tım akdindeki satış bedeli ile karşılaştırmak istiyoruz.

İslâm hukukuna göre, alım-satımda yüzde hesabiy­le maktu bir kâr haddi konulmamış, bunun miktarı arz ve talep durumuna göre oluşmak üzere piyasaya bıra­kılmıştır. [87] Piyasa fiyatının yükselmesi arz ve talep dengesindeki bozukluktan ileri gelir.

Hz. Peygamber, piyasada fiyatların yükselmesi üzerine müdahale etmesini isteyen sahâbîlere şöyle ce­vap vermiştir:

“Şüphe yok ki, fiyat tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah'dır. Ben, sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem.” [88]

Hz. Ömer (ö. 23/643)in de kendi devrinde Hâtıb b. Ebî Beltea'dan üzüm fiyatlarını yükseltmesini isteme­si, piyasa fiyatının ölçü alındığını gösterir. Ancak Ömer (R.A) daha sonra Hâtıb'a giderek şöyle demiş­tir:

“Sana söylediklerim ne emirdir, ne de hüküm. Hal­kın iyiliği için söylenmiş sözlerdir. Nerede ve nasıl is­tersen satabilirsin.” [89] Bu uygulama da fiyatların ser­best rekabetle kendiliğinden oluşmasını öngörmekte­dir.

Ancak serbest rekabet rejimi kötüye kullanılır ve tüketiciler bundan zarar görürse fiyatlara müdahale edilerek narh konulabileceği görüşü, Tabiîler devrin­den itibaren benimsenmiş ve daha sonraki yüzyıllarda geniş uygulama alanı bulmuştur. [90]

İş akdi de, emeğin satımından ibaret olduğu için bu yönüyle, satım akdinin özelliklerini taşımaktadır.  [91] Bir malın satış bedeli piyasa şartlarına göre serbest reka­betle oluştuğu gibi, emeğin fiyatı da, işgücünün arz ve talebi sonucunda oluşur. Satım akdinde, fiyatların ka­raborsacılık, tröst veya kartel[92] gibi gizli anlaşmalarla yükselmesi mümkündür. İş akdinde emek değerinin, başka bir deyimle işçi ücretlerinin sun'î olarak olum­suz yönde etkilenmesi daha kolaydır. İşçi zayıf durum­da bulunduğu için, özellikle ilk işe girişte eşit şartlar­la pazarlık yapabilme şansı azdır. Diğer yandan yay­gın işsizlikten yararlanarak, emeğin değerinin çok dü­şük tutulmuş olması da muhtemeldir. Böylece ticaret hayatında görülen tröst ve karteller emek piyasasın­da da etkili olmuştur, İşte bu gibi dış etkilerden uzak olarak, işgücü arz ve "talebinin eşit şartlar altında, ser­best rekabetle karşılaşması sonucu oluşan işçi ücretle­ri emsal bedel sayılabilir.  [93]

 

c) İşçi Ücretlerisıde Emsal Emek Değerinin Ölçü Alınması:

 

İş akdi yapılırken veya daha sonra, taraflar ücre­ti serbest olarak belirleyebilirler. Bu emek fiyatı, piya­sa fiyatının üstünde veya altında bulunabilir. Ancak işçinin istismar edilmemesi ve emeğinin gerçek değe­rinin korunabilmesi için bir ölçü tesbit etmek uygula­mada kolaylık sağlar. İslâm hukukunda da, satım ak­dinde olduğu gibi, işçi ücretlerinde “çoğunluğun emsal Eiyatı”nı ölçü almak mümkündür.

İslâm Hukuku Kaynaklarından Uygulama  Örnek­leri:

1) Ücret tesbit edilmeksizin işçi çalıştırılsa; eğer işçinin ücret miktarı daha önceden biliniyorsa bu üc­reti, bilinmiyorsa emsal ücreti ödemek gerekir, işve­ren, kendi isteğiyle fazla ücret verirse bunu geri iste­yemez.[94]

Yine ücret konuşulmaksızm bir kalaycıya kaplar verilse, parça başına ma'rûf olan ücreti ödemek gere­kir.

Bir kimse alacağını tahsil için birisine vekâlet ver­se, süre belirlenmemişse vekil bu işi belli günlerde yapmış olursa emsal ücret alır. Ancak bu ücretin miktarı, belirlenen ücret varsa onun miktarını aşamaz. [95]

2) İşçi, “herkes kaç liraya çalışırsa ben de o fiya­ta çalışırım” der ve o beldede diğer işçilerin yevmiye­si belli olursa akit sahih, aksi halde fasit olur. Bu du­rumda o beldedeki işçi ücretlerinin ortalamasına gö're ödeme yapılır. Böylece iki tarafın da hakları gözetilmiş olur. [96]

3) Bir kimse diğerine, miktarını belirtmeksizin “şu işi gör, sana ikram ederim, veya ücret veririm yahut da gönlünü hoş ederim” dese, İşçi o işi yapınca emsal ücrete hak kazanır. Burada ücretin miktarı belli olma­dığı için akit fasit olmuş ve işçi emsal ücrete hak ka­zanmıştır.

4) Borçlu, alacaklısına; “şu hayvanımı al,  borç ödeninceye kadar yararlan” dese, o da yararlansa, em­sal fiyata göre hesap görülür. [97]

5) İşçinin ücreti nakit para, altın veya gümüş ya­hut ölçü, tartı veya sayı ile alınıp satılan şeylerden tes­bit edilmişse; cins, nevi, miktar ve sıfatını belirtmek gerekir. Bir ay çalışma karşılığı olarak, 50 bin lira, 5 Osmanlı altını, 100 dirhem gümüş, 20 ölçek buğday, 50 kg şeker tesbit etmek gibi. Bu konuda anlaşmazlığa yol açacak bir bilinmezlik bulunursa akit fasit olur. İş ya­pılmış olursa, işçi emsal ücrete hak kazanır. [98]

6) İş akdi yapılırken, ücretten hiç söz edilmemiş olur ve işçi ücretle iş gören kimselerden bulunursa, yevmiye belli ise ona, değilse emsal ücrete hak kaza­nır. İşin ücretsiz olarak yapılacağının konuşulmuş ol­ması durumu müstesnadır. [99]

7) İş akdinde, ücret olarak kıyemî bir mal tesbit edilmiş olursa işçi emsal ücrete hak kazanır. Meselâ;

bir kimse “bana şu kadar süre çalış, sana bir çift hay­van alayım” dese, işçi çalışınca emsal ücrete hak kaza­nır. Çünkü hayvanlar kıyemî mal olup, satış bedelleri çok farklıdır, işveren en ucuzunu almak, işçi İse en pa­halısını aldırmak ister ve bu durum anlaşmazlığa yol açar. Ancak belirli hayvan üzerinde anlaşma olmuşsa bu, ücret yerine verilebilir . [100]

Bütün bu durumlarda öngörülen emsal bedeli bi­lirkişi, o beldedeki benzer meslek sahiplerinin işçilik ücretim esas alarak belirleyecektir. Meselâ; bir inşaat ustasının yevmiyesi belirlenmek istense, o beldede ge­nel olarak inşaat ustaları 2000 lira yevmiye ile çalışı­yorsa bu ücret emsal bedel olur. Ücretler. 2000, veya 2500 yahut 3000 gibi farklı olursa, bu ücretlerin ortala­ması olan 2500 lira emsal bedeldir. Böylece tarafların menfaati korunmuş olur. [101] Ancak ölçü alınacak emsal işçi bedellerinin dış etkilerden uzak olarak, arz ve ta­lebin normal şartlar altında karşılaşmasiyle oluşması gerekir. İşsizlikten yararlanarak veya kendi araların­da gizlice anlaşarak işverenler işçi ücretlerini çok dü­şük tutarlarsa, bu gibi sun'î ücretler emsal bedel ola­maz.

Diğer yandan işçilerin sendika çevresinde güçlen­mesi ve bu gücün kötüye kullanılması sonucu kimi za­man işçi ücretlerinin normalin üstünde yükselmesi de mümkündür. mek bedelinin bu şekilde yükselmesi, üretilen malların maliyetine ve dolayısıyîe piyasa fi­yatlarına yansıyacağı için paranın satın alma gücü dü­şer. Bu da emeğin değerini olumsuz yönde etkiler. Ko­nuyu tarafların yararına en uygun bir biçimde çözebil­mek için eşit ehliyet ve yetenek gerektiren işlerde ça­lışanlara “asgarî ücret” belirlemek, bunun üstündeki iş ve mesleklere ise, özelliğine göre adaletli ilaveler yap­mak gerekir. [102]

 

d) Asgarî Ücretin Miktarı:

 

Asgarî ücret miktarmın, işçinin ve bakmakla yü­kümlü olduğu kimselerin yaşayabilmek için yapmak zo­runda oldukları masrafları karşılayacak ölçüde olması gerekir. Çünkü İslâm hukukuna göre, erkek bir işçinin; eş ve çalışmayan çocuklarının geçim masrafları bu iş­çiye vaciptir. Çalışan bir işçinin asgarî ücreti, yalnız kendi zorunlu harcamaları ölçüsünde alınırsa, eş ve ço­cukları için başka bir kaynak bulmak zarureti ortaya çıkar. Çünkü her işçinin eşini ve küçük çocuklarını ça­lışmaya zorlaması veya geçimleri için başka bir yan gelir sağlaması beklenemez. Çalışan ve kazanan bir aile reisi varken, bu nafaka yükümlülüğünü devlete yüklemek de mümkün olmaz.[103] Durum böyle olunca, iş­çinin ücret miktarı ne olursa olsun bunu, çalışmayan aile fertleri ile paylaşmak zorunda olduğunu kabul et­mek gerekir. Gerçi işçinin geliri yeterli olmaz ve yok­sul durumda bulunursa zekât alması caiz olur. Ancak onu zekâtla desteklemek yerine, sürekli bir çözüm için gelirini zekâta muhtaç olmayacak bir seviyeye çıkar­mak daha uygundur. Gerçekte, işçinin ürettiği malla­rın satış bedelleri içinde yeteri kadar emek bedeli vardır.

“Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, eşi yoksa eş, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını is­terse o ya hilekârdır yahut hırsız.” [104]

Burada, ücretin işçiye sağlaması gereken hayat se­viyesine işaret ediliı. Buna göre; işçi, ücretinden yapa­cağı tasarruflarla mesken edinebilmeli, bekârsa evlene-bilmeli ve arabası yoksa, bir araç satın alabilmelidir. Ayrıca bu arabayı rahat kullanabileceği ekonomik bir ortamın meydana gelmesi de amaçlar arasında sayıla­bilir. İşçilerin bu belirtilenler dışında istekte bulunması, ya işverenleri iflasa sürükler ya da piyasa fiyatla­rının aşırı yükselmesine neden olur.

Emevî Halîfelerinden Ömer b. Abdilazîz (ö. 101/ 720) işçilere şöyle demiştir:

“Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonun­dan desteklenir.” [105]

İşçiyi yukarıdaki delillerde öngörülen hayat seviye­sine ulaştıracak bir asgarî ücret belirlendikten sonra, ekonomik şartlar değişince ve paranın satın alma gü­cü düşünce yeni ayarlamaların yapılması gerekir. Me­selâ, bir yıl- sonra, zarurî maddelerin fiyatlarında or­talama % 30 artış olmuşsa, işçi ve memur maaşlarına da bu oranda ilâve yapmak gerekir. Aksi hâlde ücret­leri bir yıl öncesine göre % 30 azalmış olur. Ancak üc­ret ayarlamaları çoğu zaman kendiliğinden gerçekleş­mez, İş barışını bozmadan, düzenli bir ayarlamanın yapılabilmesi için, adaleti ayakta tutması gereken Dev­let güvencesine ihtiyaç vardır. Bu konuda işçi ve me­murların tek tek zam isteğinde bulunması yerine, kol-ektif irade ve ekonomik şartlara göre ayarlanan emek değeri belirlemek daha uygun olur. İşçi veya İşveren arttırılan yeni ücrete razı olmazsa, mahkemeye başvu­rarak adaletli bir ücret tesbiti yaptırması mümkün­dür. [106]

 

e) Ücretin Arttırılması:

 

Teşebbüs sahipleri, ödediği ücret karşılığında işçi­den mümkün olan en yüksek verimi almaya çalışırken, ücretle verimlilik arasındaki dengeyi, işletme menfaat­lerine göre ayarlamak ister. Ücret miktarı fazla düşük tutulursa, genel olarak teşebbüs sahiplerinin menfaat­lerine uygun sonuç vermez. Esaret nizamında, boğaz tokluğuna çalıştırılan işçilerin patronlar hesabına kârlı sonuç vermediği uygulamada görülmüştür. Bir fabrika­da, işçilerin istekli çalışıp çalışmamalarına bağlı ol­maksızın, sabit masraflar hep ayni tempo ile işlemek­tedir. Durum böyle olunca, masrafların parça maliye­tine isabet eden hissesini azaltmak gerekir. Ücret mik­tarı arttırılarak, parça başına düşen üretim masrafla­rının düşürülmesi mümkündür.[107] Çünkü işçi, emeğinin gerçek değerini alınca daha verimli çalışır.

Diğer yandan işçinin tecrübe, ehliyet ve yeteneği arttıkça, ücretinin arttırılmasını isteme hakkı vardır, İş akdinde, ücretin belli bir süre sonra arttırılacağı şart koşulmuşsa buna uymak gerekir. İşçi, anlaşmada tesbit edilen ücretle çalışmaya devam ederken, benzer iş ve mesleklerde çalışanların ücretleri yükselse veya zorunlu harcama gerektiren şeylerin piyasa fiyatları hayat standartlarını etkileyecek ölçüde artsa, ücreti yeniden belirleme hakkı doğar. Menkul ve gayr-i men­kul kiralarının uzun vadede yetersiz kaldığı ve yeni ekonomik şartlara göre yeniden belirlendiği gibi, kira akdiyle aynı hükümlere tâbi bulunan iş akdinin de göz­den geçirilerek ücretin arttırılması mümkündür. Satım ve kira akdinde olduğu gibi burada da emsal işçi ücret­leri ölçü alınırken çoğunluk prensibine uyulabilir.

Satım akdinde emsal fiyat için, Mâliki hukukçula­rından el-Bâcî (ö. 474/1081) el-Muvatta' şerhinde şöyle der: “Bir kişi veya az sayıda bir grup, büyük çoğunlu­ğa muhalefet ederek fiyatları düşürmüşlerse, onlara ya büyük çoğunluğun sattığı fiyattan satış yapmaları ya­hut da alış verişi terketmeleri emredilir. Ancak bir kişi veya az sayıda kişiler fiyatları yükselişe çoğunluğa, bu zamlı fiyattan satış yapmaları veya alış verişi terket­meleri emredilmez.” [108]

Bu ölçü, emeğini işverene satmakta olan işçinin üc­reti için uygulanırsa, şu sonuca ulaşılabilir: Bir belde­de benzer iş ve mesleklerin icra edildiği işyerlerinin büyük çoğunluğu yaklaşık olarak 50 bin lira maaş verirken, az sayıda işveren bunlara muhalefet ederek, üc­retleri 30 bin lira dolaylarında tutsa, bu işverenlerden çoğunluğa uymaları istenir. Ancak az sayıda işveren çeşitli nedenlerle ücretleri yükseltse, çoğunlukta olan işverenlerden bu yeni ücretlere uymaları istenmez. [109]

 

f) Uygulamadan Örnekler:

 

Batı ülkelerinde işçi ücretlerinin düzene sokulması ve asgarî ücret belirlemeleri sanayi devriminden sonra mümkün olabilmiştir. Bu konuda ilk sosyal politika ted­birleri İsviçre'de M. 1674 tarihlerinde çıkarılan bir emirname ile alınmıştır. Bunu, M. 1704 te Zürih Kan­tonun da sanayi kollarının asgarî ücretini belirleyen emirnameler izlemiştir. [110]

İngiltere'de yeni makine çağı XVIII nci yüzyılın ikinci yarısının sonlarına doğru başladı. XIX ncu yüz­yıl başlarında henüz sendikacılık gelişmemiş, işçi sağ­lığı, iş güvenliği ve diğer koruyucu mevzuat da mevcut değildi. Modern devrin ilk sosyal politika tedbirleri bu ülkede çalışan çocukların, çalışma şartlarını düzenle­yen M. 1802 tarihli kanunla başlar, 1887 tarihli, yetiş­kin işçilerin düşük ücretlerle çalıştırılmasını önleyen kanunla devam eder. [111]

İslâm hukuku kaynaklarında, işçinin hak ve görevleri “icâre (kira) akdi” içinde düzenlendiği için, İslâmın ilk devirlerinden itibaren emeğinin değerini alamadığı kanaatine varan işçiler tek veya toplu halde mahkeme­ye başvurur ve bu konudaki problemleri mahkeme çö­zümlerdi. Hâkim, emsal işçi ücretlerini ve zorunlu har­camaları dikkate alarak, gerektiğinde bilirkişilerden yararlanır ve âdil bir ücret belirlemeye çalışırdı. Mah­kemede işçi ve işveren veya bunların temsilcileri bir­likte bulundukları, uzman bilirkişilerin de yardımıyla yeni çalışma şartlarını belirledikleri için, bu tarafların rızasiyle oluşan ve hakimin tasdikiyle de yürürlük kazanan bir “Toplu iş Sözleşmesi” niteliğindedir. Aşağıda vereceğimiz örnek de bu düşüncemizi desteklemekte­dir.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kütahya yöresi çinicilik sanatının merkezi olmuştu. Çini atölyelerinde çalışan çok sayıda işçiler hayat pahalılığı nedeniyle geçinemez duruma düşmüştü. Atölye sahipleri ücretle­ri kendiliğinden yükseltmeyince, işçi temsilcileri mah­kemeye başvurmuş ve aşağıdaki

“Toplu iş sözleşmesi” hüküm altına alınmıştır:

1) Kütahya'da 24 iş yeri (çini ve fincan atölyesi)nden başka atölye açılmayacaktır.

2) Bu iş yerlerinde kalfalar 100, has (değerli) fin­can işçileri de 40 akçe alacaktır.

3) Çıraklar 100 âdi fincan ve 250 normal fincan imal ederse, günde 60 akçe verilecektir.

4) Hatrfeler (yaldızcı) 150 has fincan işlerse 60 akçe ödenecektir.

5) Çıraklar usta oldukları zaman ücretleri orantılı olarak artacaktır.

6) Fincanın tanesi 4 kuruşa perdahlanacaktrr.

7) Günde azamî 160 fincan işlenecektir.

8) Bu sözleşmeden işçi ve işveren hoşnuttur.

9) Bu sözleşme üstat ve zennîler önünde yapılmış­tır.

10) Bu sözleşmeye aykırı hareket edenler Şer'iye Mahkemesi tarafından cezalandırılacaktır.

11)Taraflar bir zarara uğrarsa bu ortalama ola­rak ödenecektir.

12) Bu sözleşme şer'iyye Mahkemesinin himayesindedir.

13) Kalfa ve ustalar bir hastalığa yakalanırsa, yar­dım olunacaktır.

14) Çıraklar, belirli bir süre sonunda usta olabilir­ler.

15) Bu sözleşme, Şer'iye Mahkemesi sicilinin 57 nci sayfasındadır.

Bu sözleşmenin, işçi ve işveren münasebetlerini düzenleyici hükümler getirmekte kaynak sayılan İngil­tere' dekilk “Toplu İş Sözleşmesinden 51 yıl önce ya­pıldığı ortaya çıkmıştır. Belge, şer'iye sicillerinin, sosyal, hukuk ve ekonomik alanlarda ne kadar zengin bil­gileri kapsadığım göstermektedir.

Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma:

Ülkemizde işçiler için asgarî ücretin en geç iki yıl­da bir tespit edilmesi Türk İş Kanunu 33 ncü madde ile düzenlenmiştir. Maddenin birinci fıkrası şöyledir:

“Hizmet akdi ile çalışan ve bu kanunun kapsamına gi­ren her türlü işçi ile gemi adamı ve gazetecilerin eko­nomik ve sosyal durumlarının düzenlenmesi için çalış­ma bakanlığınca, Asgarî Ücret Tespit Komisyonu ara­cılığı ile ücretlerin asgarî hadleri en geç iki yılda bîr tespit edilir.”

Diğer fıkralarda Asgarî Ücret Tespit Komisyonu­nun nasıl ve kimlerden teşekkül edeceği belirlenir.

Asgarî ücretin üzerindeki emek değeri ve sosyal : haklar, işçi ve işveren temsilcilerinin karşılıklı müzake­reler sonucu imzaladıkları “toplu iş sözleşmeleri” ile tespit edilmektedir. Bu sözleşmelerde yer alan anlaşma hükümlerine tarafların uymasını sağlamak, Devlet gü­vencesi altındadır.

Asgarî ücret tespit edilirken uyulacak esaslar 12 Şubat 1972 tarihli ve 14097 sayılı Resmi Gazete'de ya­yınlanan “Asgarî Ücret Yönetmeliğinde gösterilmiştir. [112]

 

B) İşçînin Gücünün Yeteceği Ölçüde Ça­lıştırılması:

 

İşçiye, gücünü aşan iş yüklememek gerekir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Allah hiçbir  kimseye gücünün yeteceğinden baş­kasını yüklemez”.[113]

Hz. Peygamber de bir hadisinde şöyle buyurmuş­tur:

Ashâb-i kiramdan Ebû Zerr (r.a) bir gün kölesiyle aynı elbiseyi giyinmiş olarak yolda giderken Ma'rûr b. Süveyd'e rastlar. Ma'rûr, bir örnek giyinmelerinin se­bebini sorunca, Ebû Zerr Rasulûllah devrinde zenci birköleyle tartıştığını, ona annesinin siyah olduğunu hatır­latarak hakaret ettiğini, durum Allah'ın elçisine intikal edince Onun şöyle buyurduğunu nakleder:

“Köleler, Allah'ın sizin elinizin altında bulundur­duğu kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yediriniz. Giydiğinizden giydiriniz. Onlara üstesinden gelebilecek­leri yükü yükleyiniz. Eğer ağır yük yüklerseniz, onla­ra yardım ediniz.” [114]

Kölelere bile, güçlerinin yetmeyeceği yükün yükletilmesi yasaklandığına göre, hürlerin bu normal insan­lık hakkından öncelikle yararlanması gerekir.

Kimi zaman, yapılacak işin normal gücü aşması, çalışma süresinin uzunluğundan da kaynaklanabilir. İş saatleri gereğinden çok uzadığı zaman, artan yorgun­luğun giderek verimi düşürdüğü tespit edilmiştir. Bu nedenle, özellikle son yüzyılda iş adamları çalışma sü­resini kısaltmayı menfaatlerine uygun bulmuşlardır. [115]

Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma :

1475 sayılı T. İş Kanunu belirli yaştan küçük olan işçilerin bazı ağır işlerde ve geceleyin çalıştırılamayacağı hükmünü getirmiş, hamile kadın işçilerin de do­ğumdan önce ve sonra olmak üzere altışar hafta çalıştırılamayacağını hükme bağlamıştır. Yine ağır ve teh­likeli işler için de koruyucu tedbirler alınmıştır. [116]

 

C) İşçinin Dinlenme Ve İbadet Yapma Hakkı:

 

İşçi, namaz ve oruç gibi farz ibadetleri ve sünnet çeşidine giren taatleri yerine getirme hakkına sahiptir. İşveren belki o anda işlerin yoğun olması yüzünden, namazı cemaatle kılmasına izin vermeyebilir. Ancak tek olarak kılınması mümkün olmayan Cuma ve Bay­ram namazları bundan müstesnadır. Eğer yakında bir mescid varsa, işçinin ücretinden ibadet süresi için bir kesinti yapılmaz. Çünkü bu, büyük bir süre kaybına yol açmaz.

İşçi, bir haftalık süre için tutulmuşsa, bu süreye tatil günü girmez. Gayr-i müslimler için de hüküm böy­ledir. Din ve vicdan özgürlüğü temel haklardan olduğu için, işçinin peşin olarak namaz kılmama veya oruç tut­mama şartım kabul etmesi geçerli olmaz. Çünkü Hz. Peygamber helali haram, haramı helal yapan şartların geçerli olmadığım bildirmiştir. [117]

İşçiye, normal ihtiyaçlarını gidermesi için mesai dahilinde izin verildiği gibi, arada dinlenme imkânı da vermek gerekir. Verimin yükselmesi için de bu gerek­lidir. Dinlenme için şartlar iş akdinde belirlenmişse buna, belirlenmemişse örfe uymak uygun olur. Yarar­lı spor oyunları, yüzme, gezi, çalışma yerini süsleme ve benzerleri de dinlenme niteliğindedir.

Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma:

İş hukukunda, işin süresi ve durumu dikkate alına­rak, mesai süresi içinde de dinlenme hakkı tanınmış­tır. 64 ncü madde aşağıdaki düzenlemeyi gerektirir:

1) 4 saat ve daha kısa süreli işlerde 15 dakika,

2) 4 ilâ 7,5 saat olan işlerde yarım saat,

3) 7,5 saatten daha fazla süreli olan işlerde bir sa­at ara dinlenmesi verilir. Son fıkrada bu ara dinlen­melerinin çalışma süresinden sayılmayacağı belirtil­miştir. İş kanununda ayrıca hafta tatili, yıllık İzin ve bayram tatilleri ile ilgili düzenlemeler de yer alır. [118]

 

D) Ücret Kapsamına Giren Diğer Sosyal Haklar:

 

1) İşçiye Yapılan Sosyal Yardımlar:

İşçiye akitle belirlenen ücret' dışında yeme, içme, giyim eşyası gibi yardımlar yapmak prensip olarak zorunlu değildir. Ancak bu gibi yardımlar iş akdinde yer alır veya örfen yaygın bulunursa buna uymak ge­rekir.

Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“O, Allah'ın elinizin altında kıldığı kardeşinizdir. Onlara yediğinizden yediriniz, giydiğinizden giydiriniz. Onlara yapabilecekleri işleri yükleyiniz...” [119]

Bu hadis, yeme içme ve giyecek masraflarının iş­verene ait olduğuna işaret etmektedir. Hadisin bazı ri­vayetlerde kölelerle ilgili olarak nakledilmesi, sonucu değiştirmez. Bu konuda yapılacak düzenlemeler ve mey­dana gelecek örfler İslâm hukukunun ruhuna uygun dü­şer.

Bu sosyal yardımlar iş akdinde şart koşulur veya daha sonra yapılan toplu iş sözleşmelerinde cins, nevi ve miktarları belirlenerek yer alırsa ücrete dahil olur. Hanefîler yalnız süt annenin yeme içme ve giyecek gi­bi şeyler karşılığında emzirmesini geçerli saymışlar [120] fakat bunun dışındaki işlerde yemek, giyim eşyası gibi şeylerin miktarının tam olarak tesbit edilemeyeceğini öne sürerek, bunların ücret kapsamına alınmasını ka­bul etmemişlerdir. Meselâ bir işçi 40 bin lira para, bir de yemek ve giyim eşyası karşılığında çalışmayı kabul etmişse, yemek ve giyim eşyasının bedeli tam olarak belli olmadığı için gerçek işçilik ücreti meçhul kalır. İşçi iyi kalite yemek ve değerli kumaştan elbise ister, işveren en ucuzunu vermeyi yararına daha uygun bu­lur. Bu durum anlaşmazlığa yol açabilir. Bu yüzden bunların bedeli tam olarak belirlenemeyince, iş akdi de muteber olmaz.

Diğer yandan iş akdinde yer almamakla birlikte bu sosyal yardımlar örfen yaygın olarak veriliyorsa, bun­lar iş akdinde şart koşulmuş gibi işlem görür. Ancak  konuda örf de yoksa bunlar işverenin bir lütuf ve sadakası olur.[121]

Mâlikî'lere göre ise örf deliline dayanarak yeme, içme, giyim ve mesken gibi ekonomik değeri olan şey­ler ücret sayılarak, iş akdi yapılabileceği görüşü benim­senmiştir. [122] Dayandıkları delil Ebû Hüreyre'nin şu söz­leridir:

“Ben, Gazvan'ın kızma yiyecek ve ayakkabı kar­gılığında işçilik yaptım. Hayvana bindiği vakit yardım eder, inince de arkasından takip ederdim.” [123]

Kanaatimizce, günümüzde lojman, yiyecek, giyecek, ilaç gibi sosyal yardımların para karşılığı tam olarak hesaplanabildiği için, bu konuda bilinmezlik kalmamıştır. Toplu iş sözleşmelerinde bunların para olarak bi­rim değeri, meselâ; verilecek elbisenin cins ve nevi, yemeğin para veya kalori değeri de yer almakta, bu konularda çıkabilecek anlaşmazlıklar önceden gideril­mektedir. İşçiye 40 bin lira ücret, 10 bin lira yemek, 5 bin lira elbise, 5 bin lira da yakacak yardımı yapıl­sa, bu işçinin aylık maaşı 60 bin lira demektir. Burada, anlaşmazlığa yol açacak bir bilinmezlik söz konusu de­ğildir.

İşçiye başkası tarafından verilen hediye ve bahşiş­ler ücrete mahsup edilemez. Lokanta, otel ve tamirha­ne gibi yerlerde çalışanlara, müşteriler hizmetlerinden, memnun kaldıkları için bahşiş verirler. Bu bahşişler hibe hükümlerine tâbi olup, İşçi buna, kabzetmekle mâ­lik olur. Ancak bahşişler işverene veya müessese adına verilmiş olur yahut da hepsi bir araya toplanmış bu­lunursa, iş akdindeki şartlara veya örfe göre işlem yap­mak gerekir. [124]

Doktorla; hastayı iyileştirdiği takdirde ücret almak, iyileştiremediği takdirde ise hiç ücret almamak, bir avukatla suçluyu berat ettirmek şartıyle ücret tesbit et­mek, berat ettiremezse hiç ücret almamak üzere anlaş­ma yapılsa, İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre böyle bir iş akdi geçerli değildir. Çünkü, tedavi etmek veya berat ettirmek mümkün olmazsa işçi hiç ücret ala­mayacağı için, çalışma karşılıksız kalmış olur. Mâlikiler İse böyle bîr sözleşmeyi geçerli saymıştır. Modern hukukta da bu gibi anlaşmaları yasaklayan hükümler vardır.

Kanaatimizce, normal çalışma yapıldığı hâlde mey­dana gelme veya gelmeme ihtimali bulunan işlerde bir asıl ücret, bir de iş olursa ikramiye veya ödül niteliğin­de ilâve bîr ücret olmak üzere ikili ücret belirlemek mümkündür. Meselâ; bir doktor normal tedavi için 50 bin lira hastayı iyileştirdiği takdirde ise 25 bin lira ilâ­ve ücret talep etse, bu fazlalık hasta iyileşince ikramiye veya hediye olarak verilmiş sayılır. [125]

 

2) Fazla Çalışma Ücreti:

 

İşçi, sözleşmede veya örfte belirli olan sürede çalış­mak zorundadır. Meselâ; günde 8 saat çalışma kararlaştırılmışsa, ücret bu sürenin karşılığı olur; Eğer bu süreden fazla çalıştırılıra a, anlaşmaya veya örfe göre fazla çalışma ücreti almak hakkı doğar. Yine işçiye nor­mal çalışmanın üstünde görevler verilirse, bunun da para olarak değerlendirilmesi gerekir. Meselâ: işveren Bursa'daki işçisini sürekli veya geçici olarak İstanbul' daki fabrikasına nakletse, bu yeni yer ve şartlara göre ek ücret düşünmek gerekir.

Hz. Peygamber s.a.s) işçilerden söz ederek şöy­le buyurmuştur:

“Onlara külfet yüklediğinizde yardım ediniz.” [126] Normal olarak 8 saat çalışarak 2 bin lira yevmiye alan işçi, 10 saat çaliştırılsa, 2 saat fazla çalışması kar­şılığında akde veya örfe göre ilâve ücret alabilir.

Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma:

İş Kanunun 35-37 nci maddeler fazla çalışma ücre­tini düzenlemiştir. 35 nci madde şöyledir :

“Memleketin genel yararları yahut işin niteliği veya ücretinin arttırılması gibi sebeplerle kanunda yazılı günlük çalışma süresinin dışında fazla çalışma yapıla­bilir.

a) Fazla çalışma süresi günde üç saati geçemez.

b) Fazla çalışma yapılacak  günlerin toplamı bir yılda doksan iş gününden fazla olamaz.

c) Her bir fazla saat çalışma için verilecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde elli yükseltilmesi suretiyle ödenir.

d) 61 nci maddede yazılı sağlık sebeplerine daya­nan kısa veya sınırlı süreli işlerde fazla çalışma yapı­lamaz.

e) Fazla çalışma, Bölge Çalışma Müdürlüğünün iz­nine bağlıdır.

f) Fazla saatlerde çalışmak için işçinin muvafaka­tinin alınması gerekir.

g) Fazla saatlerde çalışmanın ne suretle uygulana­cağı çıkarılacak bir tüzükte gösterilir.” [127]

 

3) Aile Yardımı:

 

Yukarıda bir işçinin, eş ve çalışmayan küçük ço­cuklarının nafakası ile yükümlü olduğunu belirtmiştik. Çok kazanırsa, aile bireyleri, bu çoğu paylaşır. Az ka­zanırsa, azla yetinmek zorunda kalırlar. Modern hu­kukta da, ayrı yaşamakta haklı olan eş ve çocukların nafakası, geliri ne kadar da az olsa -evliliğin devamın­da olduğu gibi aile reisi olarak kocaya aittir. Elbette, aylık geliri 20 bin lira olanla, 100 bin lira olan kimsenin nafaka yükümlülüğü bir olmaz.

İslâm'da emeğin değeri ortalama bir ailenin geçimi esas alınarak belirlendikten sonra, ailenin israfa kaç­ması ve aşırı harcamaları yüzünden yoksul düşmesi iş­çilik ücretine ilâveyi gerekli kılmaz. Ancak normal şartlarda aile fertleri alınan ücretle geçimini sağlayamıyorsa, bu ya iş bulamama ya da ücretin düşük olması yüzünden olabilir. Bu taktirde, sosyal güvenlik kuruluşları ve sonunda da devlet desteği söz konusu olur.

Hz. Peygamber çalışamayan evli kimseye beytül-mâldan iki, bekâra ise bir hisse vermiştir. [128]

Hz. Ömer kazanmaktan âciz bulunan bir zimmî'ye maaş bağlatmış, ondan cizye vergisini kaldırmış ve şöy­le demiştir: “Gençliğinde onlardan yararlanır, yaşlan­dıkları zaman yüzüstü bırakırsak âdil davranmış olma­yız.”

Yine Ömer (r.a), ağlayan bir çocuğun annesine sebebini sorar. Kadın O'nun halîfe Ömer olduğunu bil­meksizin şöyle der: “Ömer, sütten ayrılmamış çocuklar için maaş vermiyor. Çocuğumu sütten ayırmak istiyo­rum, oda direnip ağlıyor.” Bu sözleri duyan Ömer (r. a) şöyle dedi:

“Ömer'e yazıklar olsun, kimbilir kaç müslüman ço­cuğunun ölümüne sebep oldu?. Artık çocuklarınızı süt­ten ayırmak için acele etmeyin. Bundan böyle çocukla­ra doğduğu tarihten itibaren maaş bağlanacaktır.”[129]

Hz. Osman halifeliği sırasında, komşularından ye­ni doğan bir çocuğu haber aldı. Beytülmâlden 50 dir­hem gümüş para ile bir elbiselik kumaş gönderdi. Ay­rıca bir yıl sonra bu yardımı 100 dirheme çıkaracağını da bildirdi. [130]

Bütün bu delil ve uygulamalar gösteriyor ki, geçim darlığı çeken herkese devletin yardım elini uzatması veya yardım edecek sosyal güvenlik kuruluşlarını oluş­turması gerekmektedir. [131]

 

E) Sendika:                  

 

Serbest iş rejimlerinde işçiler ancak birleşerek ve teşkilât kurarak haklarını koruyabileceklerini çeşitli tecrübelerle öğrenmişlerdir. Orta çağda işçi birlikleri ve meslek kuruluşlarının bir devamı olarak sendikacı-paylaştırdı. Evliye iki hisse verdi. Ben de evliydim.

İlk başlamıştır. Eskiden işverenler İstediği işçiyi çıka­rıp, yerine başkasını alırken veya işçisine dilediği üc­reti verirken sendika döneminde bunu yapamamaya başladılar. Sendikacılık sanayi inkılabı ile güç kazandı. Haklardan yalnız sendikalı işçilerin yararlandırılma­sı, bütün işçilerin sendikaya girmesini sağlama amacı­na yönelikti. Bu durum çalışma özgürlüğünün daral­ması yönünde etki yaptı. İş sözleşmeleri tek kişi yerine toplu işçiler adına yapılmaya başlandı. [132]

Osmanlılarda önceleri her sanat için ayrı ayrı es­naf zaviyeleri kurulmuştu. Bir sanatta ilerlemek iste­yen kimse bazı kurallara uymak zorunda idi. [133] Esnaf zaviyeleri XIII ncü yüzyıldan itibaren yerlerini loncalara bıraktı. Bunların “orta veya teâvün sandığı” deni­len yardım teşkilâtları da vardı. İşçi ve sanatkârların haklarını korumada bu kuruluşlar etkili olmuştur. [134]

Türkiye'de işçi ve işveren sendikalarının kurulma­sına [135] Şubat 1947 tarihli kanunla izin verilmiştir. Bun­dan sonra sendikacılığın oldukça hızlı bir gelişme izle­diği görülür. Meselâ; 1952 de kurulan Türkiye İşçi Sen dikaları Konfederasyonu (Türk-İş) üyelerinin sayış 10 yıl sonra 420 bin'e ulaşmıştır.20 [136]

 

F) Grev Ve Lokavt

 

1) Genel Olarak:

 

Grev sözcüğü Fransızca olup, önceleri bir semt adı iken daha sonra kapsam değiştirerek bugünkü anlamını kazanmıştır. Paris'te, 1806 yılına kadar Place de la Greve adı verüen bir yer vardı. Ortaçağda idam mahkumlarının nasıl işkence gördüğünü veya yakıldığını seyretmek isteyenler bu alana akın ederlerdi. Burası aynı zamanda iş gücü arz ve talebinin karşılaştığı bir emek pazarı idi. İşsizler bu meydanda toplanır ve iş arayanlar adamlarını buraya gönderirlerdi. Grev deni­lince, iş veya işçi bulunmaya gidilen bu işkence ve idam mahalli anlaşılıyordu.

Giderek, grev sözcüğünün anlamı değişikliğe uğra­mış,, emek sahiplerinin işlerini bırakıp meydana vakit geçirmeye gitmelerine grev  denilmeye başlanmıştır.

Bugün grev denilince, işçilerin toplu olarak faaliyeti durdurmaları anlaşılmaktadır. İşverenlerin de bir kar­şılık olarak iş yeri kapılarını emek sahiplerine kapama­ları lokavt terimi ile ifade edilmektedir.

Grev, genel olarak kollektif pazarlık anlaşmazlıkla­rı yüzünden çıkar. Grev âni veya tertipli olabilir. Türk hukukunda, normal prosedüre göre önceden hazırlana­rak açılan “tertipli grevce yer verilmiştir. [137]

İşçi sendikası ile işveren anlaşamadıkları takdir­de, bir uzlaşma ortamı aramak üzere tarafsız aracılar seçmek veya hakemlere başvurmak kabildir. Tarafsız aracıların kararlarını kabul edip etmemekte taraflar serbest sayılmıştır. Fakat hakeme gidildiği takdirde, onun vereceği karara uymak zorunluluğu vardır. Bu nedenle, sendikalar çoğu zaman hakeme gitmek yerine tarafsız aracıları tercih ederler. Anlaşmazlık bu yolla da çözülemezse grev ihtimali belirir. Sendikanın ala­cağı kararı işçiler de oylarıyla tasvip ederlerse greve gidilir. Grevin neden ibaret olduğunu bu şekilde orta­ya koyduktan sonra bu hakkın İslâm hukuku bakımın­dan durumunu şöylece ifade edebiliriz. [138]

 

2) İslâm Hukukuna Göre:

 

İslâm hukukuna göre, işçiler almakta oldukları üc­retleri yetersiz bulurlarsa, arttırılmasını isteyebilirler. Tek tek istemek yerine, bir temsilci aracılığı ile istek­te bulunmaları da mümkündür. Çünkü aynı kişiye, bir­den çok kişilerin vekâlet (yetki) vererek, kendilerini temsil ettirmeleri caizdir. Temsilcinin, işveren karşısmda zayıf kalmaması ve eşit şartlar altında pazarlık yapabilmeleri için bazı güvencelerinin olması ve orga­nize olmuş bir işçi kuruluşu adına hareket etmesi de mümkündür. Ancak taraflar müzakereler sonunda, eme­ğin yeni değeri üzerinde görüş birliğine varamazsa du­rum ne olur?. Problemi, işi bırakarak veya işyerini ka­patma kararı alarak karşı tarafı psikolojik ve ekono­mik baskı altına almak suretiyle çözmeye çalışmak emeğin gerçek değerini bulmasını sağlar mı?.

Grev ve lokavt korkusu tarafların iradelerini zor­lar, işverenin taahhütlerini, senet ve çeklerini, belki de işyerinin tahrip edileceğini düşünerek, normalin üstün­deki işçi isteklerini kabul etmesi, işçilerin de lokavt tehdidi altında, işlerini kaybetme korkusuyle, norma­lin altında düşük ücrete razı olmaları, tarafları “mükreh (irâdesi zorlanmış, irâdesi sakatlanmış)” durumu­na getirebilir. Bu duruma yol açmamak için, anlaşmaz­lık tarafların görüşmeleriyle çözülememişse, bu konu­da uzmanlaşmış olan ve adaleti ayakta tutacak olan mahkemeye başvurmak gerekir. Yukarıda Osmanlı İm­paratorluğu uygulama örnekleri arasında zikrettiğimiz, Kütahya çini işçi ve işverenlerinin mahkeme önünde kabul ettikleri 15 maddelik “toplu iş sözleşmesinde aynı niteliktedir. Yani problemin, mahkeme yoluyle çözüldü­ğünü gösteren bir uygulama örneğidir.

Diğer yandan İslâm hukukuna göre işçi, fiilen ça­lıştığı veya çalışmaya hazır olduğu süreler için ücrete hak kazanır. İşverenin izni olmaksızın işin başından ayrılrsa ücret hakkı bulunmaz. Yukarıda, ücret konusu­nu incelerken bu noktaları açıklığa kavuşturmuştuk. [139]

 

3- İSÇİNİN İŞTEN AYRILDIKTAN SONRAKİ HAKLARI

 

I- İş Akdini Sona Erdiren Haller:

 

A) Akit Süresinin Sona Ermesi:

 

İş akdi gün, hafta, ay ve yıl gibi belli bir süre ve­ya belli bir iş üzerine yapılmış olursa, sürenin bitmesi veya işin yapılmasiyle taraflar serbest olur. İşveren iş­çiden yararlanmış ve işçi de hakkı olan ücreti almıştır. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Ancak kimi zaman, süreyi uzatmayı gerekli kılan bir özür çıkabilir. Mese­lâ; 10 gün çalışmak üzere tutulan bir kaptan, gemi li mana ulaşmadan önce, sürenin dolduğunu öne sürerek işi bırakamaz, iş süresi ilk limana kadar uzatılmış sa­yılır. [140]

 

B) Tarafların Karşılıklı Rıza İle Akde Son Vermesi:

 

İş akdinin süresi dolmadan veya iş yapılmadan ön­ce, akdin tarafların karşılıklı rızasiyle bozulması müm­kündür. Bu işleme, “ikâle” denir. îkâle yapmak, satım akdinde caiz olduğu gibi, iş akdinde de caizdir. Çünkü is akdi, emeğin bir ücret karşılığında satımından iba­rettir.

Hz. Peygamber s.a.s) bir hadisinde şöyle buyu­rur:

“Allah, pişman olarak akdi bozmak isteyenin, bu isteğini kabul eden kimsenin kıyamet gününde tökez­lemesini önleyecektir.” [141]

Akdi yapma yetkisi bulunanın, yaptığı akdi bozma yetkisinin de bulunması tabiîdir. Ancak ivazlı akitler­de bunu karşı tarafın rızası ile yapabilir. [142]

 

C) Bir Özür Sebebiyle Akdi Feshetmek:

 

Hanefilere göre, tarafların akdi bozmalarını gerek­li kılan bir özür çıkarsa akit feshedilebilir. Bir işi ta­ahhüt eden kimse, sonradan iflas, etse veya meslek de­ğiştirmek zorunluluğu ortaya çıksa, yahut iş, işverenin zararına olacak bir nitelik kazansa özürlü olan tarafa İş akdini bozma hakkı tanımak gerekir. Çünkü, deği­şiklik yüzünden yarar zarara dönüşmüş olur. Meselâ; Bir kimse, diğerinin evini yıkmak, ağacını kesmek ve­ya dişini çekmek üzere onunla iş akdi yapsa, ancak ev yıkılmadan önce yeni bina yapımına belediyece izin verilmeyeceği anlaşılsa, bu nedenle ağaçları da kes­mekten vazgeçse, ağrıyan dişi iyileşmiş bulunsa, işçi mücerred iş akdine dayanarak evi yıkmaya, ağaçları kesmeye ve iyileşmiş dişi çekmeye kalkışamaz. [143] An­cak işçi bu yüzden işsiz kalmış ve bazı zararları olmuş­sa bunu işverene tazmin ettirmesi mümkündür.

İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre ise, iş akdi bir özür sebebiyle feshedilemez. Çünkü bu, satım akdi niteliğindedir. Akit yapıldıktan sonra bağlayıcı olur ve tek yanlı iradeyle feshedilemez. [144]

 

D) İş Akdinin Mahkeme Hükmü Île Feshi:

 

Meydana gelen bir iş akdi, ya karşılıklı rıza, ya da kaza yoluyle feshedilir. Bu, satım akdinde kabzdan son­ra ayıp sebebiyle akdi feshetmeye benzer. Bu yüzden, işçi veya işverenin özrü açık olursa, mahkeme kararma da ihtiyaç yoktur. Dişi iyileşen hastanın çektirmekten vazgeçmesi gibi. Özür gizli olursa iş akdi ancak hâkim kararı ile feshedilebilir. Çünkü özrün iş akdinin fes­hini gerektirip gerektirmeyeceğini incelemek bir, uzmanlık işidir. Bunu hâkimin yapması haksızlıkları ön­ler. Meselâ, ağır borçlarının olduğunu öne süren kimse bunu karşı tarafı yanıltmak için de söylemiş olabilir. Ancak doğru olması da muhtemeldir. İşin gerçeği hâki­min incelemesiyle ortaya çıkar. Taraflar özür konu­sunda ihtilâfa düşerse, anlaşmazlığı yine hâkim çözüm­ler. [145] Almanya, İtalya ve Hollanda gibi batı ülkelerinde de iş akdinin feshi, mahkeme kararı ile yapılabilmektedir. [146]

 

II- Kıdem Tazminatı:

 

Uygulamada, işçiye işten ayrılırken, daha önce o iş yerinde çalıştığı süreler dikkate alınarak işverenin vermekle yükümlü tutulduğu belli miktardaki tazmina­ta “kıdem tazminatı” denir. İşçi daha önceden, çalış­masının karşılığı olan ücreti ve diğer sosyal hakları tam olarak aldığı için gerçekte işverenden bir alacağı kalmamıştır. Bu niteliğine göre kıdem tazminatı çalış­ma karşılığı olan ücretin bir cüz'ümüdür? yoksa sosyal yardım veya ikramiye'kabilinden bir lütuf mudur?. Bu noktaları açıklığa kavuşturmak gerekir.

İslâm hukukuna göre, işçiye ödenecek ücretin, akit sırasında anlaşmazlığa yol açmayacak biçimde belir­lenmesi gerekir.

Hadis'i şerifte şöyle buyurulur:

“Kim bir işçiyi kiralarsa, ona vereceği ücreti bil­dirsin.” [147]

Kıdem tazminatının miktarını, iş akdinin yapıldığı sırada bilmek mümkün değildir. Yıllarca çalışmak üze­re bir fabrikaya giren işçinin meselâ, 15 yıl sonra işten ayrılırken alacağı kıdem tazminatının miktarı, ancak işten ayrılma tarihinde tam olarak hesaplanabilir. Çün­kü bu tazminat, İş Kanunu madde 14, fıkra 9-10 da be­lirtildiği gibi son ücret üzerinden hesaplanır. Bu durum, emeklilik veya başka nedenlerle topluca işten ayrılma­larda, işvereni altından kalkamayacağı yükler altına sokmaktadır. Meselâ son yıldaki ücret ortalaması aylık 70 bin TL. olan 25 yıllık sigortalı bir işçi, toplu iş söz­leşmesiyle yıllık 45 gün kıdem tazminatı hakkı elde et­mişse, alacağı toplam tazminat şöyle olur:

Her yıl için 105 bin ura olunca, 25X105.000=2.625.000 lira toplam tazminat miktarı olur. Bir yıl içinde 100 kişinin işten ayrıldığı düşünülürse, bunların alacağı tazminat mik­tarı 262 milyon 500 bin lira tutar. İşyerinin ekonomik kriz nedeniyle kapanması halinde ise çok daha büyük sayıda işçi tazminat isteyecek ve işveren iflasla karşı karşıya gelecektir. Kimi zaman işverenin mal varlığı­nın bile mevcut işçilerinin kıdem tazminatını karşılayamadığı uygulamada görülmüştür. Bu sakıncaları göz önünde tutularak kıdem tazminatı, memurların emek­lilik ikramiyesinde olduğu gibi sosyal sigortalar kuru­mu tarafından üslenilmelidir. îşçi ve işverenden kesilen sigorta pirimleri içinde “emeklilik kıdem tazminatı” için bir hisse bulunursa kurum bu kesintileri de işletir, yeni gelirlerle çoğaltır ve işçi emekli olurken topluca bir para alma imkânına kavuşur.

Türk İş Kanunu İle Karşılaştırma :

İş Kanunu 14 ncü maddede kıdem tazminatı şöyle belirlenir:

İş akdinin feshedilmesi veya kadının evlendi­ği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi arzusu ile sona erdirmesi veya işçinin ölümü sebebiyle son bulma­sı hallerinde işçinin işe başladığı tarihten itibaren hiz­met akdinin devamı süresince her geçen tam yıl için işverence işçiye 30 günlük ücreti tutarında kıdem taz­minatı ödenir. Bir yıldan artan süreler, için, aynı oran üzerinden ödeme yapılır.”

Aynı maddenin değişik 11 nci fıkrası son paragraf­ta şu hüküm yer alır:

“Bu maddede belirtilen kıdem tazminatı ile ilgili 30 günlük süre hizmet akitleri veya toplu iş sözleşmesi ile işçi lehine değiştirilebilir.”

Değişik 13 ncü fıkrada, tazminat miktarının, en yüksek devlet memuruna, T.C. Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre bir hizmet yılı için ödenecek ençok emeklilik ikramiyesini geçemeyeceği belirtilir.

İş kanunu 14 ncü madde son fıkrada, işverenin so­rumluluğu altında, sadece yaşlılık, emeklilik, malûllük, ölüm ve toptan ödeme hallerine mahsus olmak kaydiyle Devlet veya kanunla kurulu kurumlarda veya % 50 den fazla hissesi Devlete ait bir bankada veya bir kurumda işveren tarafından kıdem tazminatı ile ilgili bir fon te­sis edileceği öngörülmüştür. Ayrıca, fon tesisi ile ilgili hususların kanunla düzenleneceği belirtilmiştir.

Yaklaşık yarım asırlık bir geçmişi olan kıdem taz­minatı fon uygulamasıyle yeni bir döneme girmekte­dir. Bu konuda son günlerde yeni düzenleme yapılmış ve uygulama aşamasına gelinmiştir.

Kanaatimizce, yukarıda da belirttiğimiz gibi, kıdem tazminatı, fonunun tamamen sosyal sigortalara devre­dilmesi, işverenle bir bağlantısının kalmaması gerekir. Bu takdirde, İslâm hukukuna göre emekli maaşının hükmüne ise, kıdem tazminatının hükmü de o olur. [148]

 

III- Emeklilik Hakkı:

 

İşçi hasta veya sakat olmadığı halde, belli bir ça­lışma döneminden sonra yaşlanır ve verimsiz hale gele­bilir. Bu durumu devam edeceğinden sonunda işi bırak­mak zorunda kalır. İşçi, aldığı ücretin büyük bir bölü­münü hemen harcar. Çoğu zaman aldığı ücretle ancak geçimim sağlar. Çalışamayacağı devreyi hesaba katmaz. İşte artık çalışamayacak bir yaşa veya duruma gelen işçinin geçimini kim sağlayacaktır?. İşveren, iş akdinin gereği olan ücreti ödediğine göre, onun emekli işçiye bakma yükümlülüğü bulunmaz. Bunu Devletin veya onun kuracağı bir kuruluşun üslenmesi gerekir. Günümüzde işçi, memur, esnaf ve serbest meslek sa­hipleri için emeklilik sistemi geliştirilmiş, emekli san­dığı, sosyal sigortalar kurumu ve bağkur gibi sosyal güvenlik kuruluşları meydana getirilmiştir. Bunlar ay­nı nitelikte kuruluşlardır.

İslâm hukuku prensip olarak emeklilik müessesi­ne karşı değildir. Bunlar bir çeşit yardımlaşma sigor­tasıdır. Sigorta; herbir kişinin yükünü azaltmak amaciyle mümkün olduğu kadar çok kimse üzerine bir tek kişinin yükünün dağıtılması demektir. İslâm, sermayeye dayanan sigorta şirketleri yerine, mütekabiliyet ve iş­birliği ile zirvesinde devletin bulunduğu bir sosyal' si­gorta teşkilini öngörmüştür.

Hz. Peygamber Medine'ye hicret edince yapılan 47 maddelik ilk anayasada bir sosyal güvenlik kurulu şu olan “maâkîl” sistemine yer verilmiştir. Kuruluş şöyleydi: Bir kimse savaşta esir düşerse kurtarılması için bir fidye vermek gerekliydi. Yine yaralama ve kas­ten olmayan öldürmelerde, zarar ve ziyanın yahut kan bedelinin ödenmesi gerekliydi. Bunların miktarları ço­ğu zaman esir veya suçu işleyen kimsenin gücünü aşı­yordu. Hz. Peygamber şöyle, bir yardımlaşma teşkilâtı kurdu: Herkes kendi kabilesinin hazinesine bu iş için para yardımı yapacak, esirlik, yaralama veya öldür­me hallerinde, yardımlaşma amaciyle kurulan bu fon­dan destek bekleyecekti. Bir kabilenin bütçesi yeterli olmazsa, diğer komşu kabileler destek yapacaktı.[149] Daha sonra hadis-i şeriflerle maâkil sistemi, tazmini tek kişiye ağır gelen durumlarda hısımlar arasın­da yardımlaşma şekline dönüşmüştür. Bir kimse diyet gerektiren bir suç işlerse, diyet miktarı ailenin ergin­lik çağma gelmiş erkekleri arasında bölüşülür ve bunu eşit taksitlerle üç yılda öderlerdi. Bir kişinin hissesine düşen diyet miktarı yılda 4 dirhemi geçerse, mirastaki sıraya göre asabe adı verilen diğer erkek hısımlar da âkile kapsamına alınır. Eğer suçlunun hiç hısımı yok­sa, diyeti kendi malından üç eşit taksitle üç yılda öder. Yeteri kadar malı yoksa diyet sorumlusu Devlet olur. [150]

Hz. Ömer, karşılıklı yardımlaşmayı bir kimsenin mensup olduğu meslek, askerî, mülkî idare esaslarma veya bölgelere göre teşkilâtlandırdı. İhtiyaç sırasında bir fonun yetersiz olması hâlinde merkezî hazine veya vilâyet idarelerinin mahallî hazineleri bu üniteye yar­dım ederdi. Diğer yandan Hz. Ömer ihtiyaç sahibi olan bütün tebea için bir maaş sistemi geliştirmişti. Bu teş­kilâta “divan” adı verildi. [151]

Bu yardımlaşma ünitelerinde biriken ve kullanıl­mayan sermayenin çoğaltmak amaciyle gelir getiren işlere yatırılması mümkündür. Fonun geliri artınca, üyeler katılma payı ödemekten muaf tutulabilir. Hatta büyük gelirler sağlanırsa onlara kâr da dağıtılabilir.

İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek mensupların­dan kesilen primler bir fonda toplanınca bu sermayenin gelir getiren yatırımlarda üretilmesi gerekir. Böyle bir fon giderek kendine yeterli hale gelir ve üyelerine, ka­tılma payı olarak aldığı primlerden çok daha fazlasını geri verebilir.

Bir ücret karşılığı çalışanların ücretinden kesilen primlerin bir fonda toplanmasiyle oluşan sermayenin işletilebileceğine Hz. Peygamber'in yukarıda iş akdinin delilleri arasında zikrettiğimiz mağara hadisi de işa­ret etmektedir.  Özetleyecek olursak:

Fırtına yüzünden mağaraya sığman üç kişi, yuvar­lanan bir kayanın mağaranın ağzını kapatması üzeri­ne, değerli amellerini öne sürerek Allah'a duâ ederler. Ük ikisinin duası ile taş bir miktar aralanır. Üçüncü yolcu bir işverendir. İşçilerine ücretlerini eksiksiz ve­rir. Fakat bir işçisi ücretim almadan işi bırakıp gitmiş­tir. Bu işçinin ücretini işletir. Bir kaç yıl sonra birçok malı olur. İşçi hakkını istemek için geldiğinde “Gördü­ğün şu deve, sığır ve koyunlarla hizmetçiler senindir, al götür” der. Diğeri “Benimle alay etme” deyince de “Alay etmiyorum” diye cevap verir. İşçi bütün malı alır ve gider. Bu işveren, mağarada bu davranışını öne sü­rerek şöyle duâ eder:

“Ey Rabbimiz, bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam, bizi buradan kur­tar.” Bu duanın arkasından, mağaranın ağzım kapatan kaya parçası büyük bir gürültü ile yuvarlanır ve kur­tulurlar. [152]

Ebû Hanîfe (ö. 150/767), İmam Muhammed (ö. 189/ 805) ve Züfer (ö. 158/775)e göre burada işveren, ücreti izinsiz (fuzûlî) olarak işlettiği için, anapara işçiye âit olur. Kâr ise yoksullara dağıtılır.

Abdullah b. Ömer (ö. 73/692) ve Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)e göre anapara da kâr da işçiye ait olur. [153]

Mağara hadisinde ücret izinsiz olarak çalıştırıldığı halde, anapara ve kârın tamamı işçiye âit olunca, onun rızası ve bilgisi altında kesilen primlerin bir fonda işle­tilmesi sonucu, verdiğinden fazlasını geri alması önce­likle caiz olur. Yeterki fonun işletilmesi İslâmî ölçüler içinde olsun.

İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek sahipleri, emekli yardımlaşma kuruluşuna bağlılık gerektiren bir işe intisap ederken, kendisinden emekli oluncaya kadar prim kesileceğini ve bunların bir fonda toplanarak işle­tileceğini bilerek seçimini yapar. Örfen de bu rızanın varlığını kabul etmek gerekir. Çünkü bazı meslek ku­ruluşları, bu mesleğe girmek isteyenlere belli kurallar uygulamıştır. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Osmanlarda Ahilik, Lonca ve Gedik gibi meslek kuruluşları bunlar arasında sayılabilir. [154]

Konuyu bir örnekle netleştirmek mümkündür: Bir işçinin ücretinden sosyal yardımlaşma kuruluşu her ay % 20 prim kesse, 25 yıl devam eden işçiliği süresince" diyelimki fonda, 3 milyon lira primi birikmiştir. Primin gelir getiren yatırımlarda çalıştırılarak 25 yılda tedri­cen bir kaç katma çıkmış olması gerekir. Fonun toplam blançosu; kesilen primler toplamı 20 milyar, fonun mal varlığı ise 60 milyar lira olsa 3 milyon lira kesintisi olan işçi fondan 9 milyon alacaklı demektir. Böyle bir işçi fondan kıdem tazminatı, emekli maaşı, ölümünden sonra eş ve çocukları maaş alarak niçin anapara ve kârından yararlanmasın? Fon üyeleri kâr ve zarara or­tak oldukları için, İslâm hukukunda inan şirketi orta­ğı gibidirler. Kârın anlaşmaya göre, kesilen primlerin miktarına bakılmaksızın yüzde üzerinden değişik oran­larda paylaşılması bu ortaklıkta mümkün olduğu için, üyelerin farklı emekli maaşı alması statüyü bozmaz. [155]

Ancak bu kuruluşların gerçek mal varlığına göre statü çalışması yapılarak, üyelerin katılma payları ve bunların yıllara göre değerlemesi dikkate alınarak da­ha âdil bir kâr ortaklığı oluşturmak mümkündür. Ayrı­ca sermayenin meşru yatırımlarda işletilmesi de İs­lâm'ın öngördüğü esaslardandır.

Sosyal Sigortalar Kurumu İle Karşılaştırma:

506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu 1 nci maddede amaç şöyle belirlenir: “İş kazalariyle, meslek hastalık­ları, hastalık, analık, malûllük, yaşlılık ve ölüm halle­rinde bu kanunda yazılı şartlarla sosyal sigorta yar­dımları sağlanır.”

1) İşçi ve işverenden sağlanan primler. İşçinin üc­retinin her ay yaklaşık % 35 kadarı prim olarak kuru­ma gider. Bunun üçte bir kadarı işçi, geri kalanı işve­ren tarafından yatırılır. [156]

2) Dolaylı Devlet yardımları. 4792 Sayılı kanunun 19/F maddesine göre “sosyal sigortalara genel bütçeden yardım yapılması” öngörülmüştür. Ancak bugüne kadar Devletin dolaysız  yardımı olmamıştır. Fakat Devlet sosyal sigortalara dolaylı yardımlar yapmaktadır. Bun­ların başında, bu kuruma tanınan vergi muafiyetleri gelir. Yine işçi ve işverenler ödedikleri primleri, ver­giye tâbi ücret ve kârlarından (matrahtan) düşmek hakkına sahiptirler. Bunların ne ölçüde ve önemde bir Devlet katkısı olduğu tartışmalıdır. [157]

Kurum sermayesinin işletilmesi :

Sosyal sigorta fonları 1950 yılına kadar yalnız ulu­sal banka ve tahvillere yatırılmakta idi. Kanunda 1950 de yapılan bir değişiklikle, kurumun gayr-i menkullere de yatırım yapabileceği hükmü benimsendi. Aynı ka­nunda, 1961 de yapılan diğer bir değişiklikle de, fonun gelir getiren diğer yatırımlarda kullanılmasına imkân sağlandı. [158] Emekli sandığı ile bağkur teşkilâtı da, aynı nitelikere sahip olan sosyal güvenlik kuruluşlarındandır. [159]

 

4- İŞVERENİN HAKLARI

 

Bir hizmet akdine dayanarak herhangi bir işte üc­ret karşılığı işçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişiye “İş­veren” denir. İşçinin emeğinin değerlenmesi işverenin varlığına ve onun, yaptığı işten gelir sağlamasına bağ­lıdır. Kollektif ekonomilerde işveren yalnız Devlet olur­ken, serbest ekonomi ve iş rejimlerinde Devlet ve diğer tüzel kişiler işveren olabildiği gibi, gerçek kişiler de yatırım yaparak işveren olabilir. Emeğinin değerini tam olarak alınca işverenin şu veya bu kimse olması İşçi bakımından önem arzetmez. İslâm, temelde prensip olarak serbest ekonomi ve iş rejimini benimsemiş ve bu konuda düzenleyici hükümler getirmiştir. İşin sürek­lilik arzetmesi, işçinin sürekli olarak yarınına güvenle bakması işverenin ayakta durmasına bağlıdır. Bu ba­kımdan İslâm hukuku işverene birtakım görevler yük­lerken, ona bazı haklar da tanımıştır. Bunları birkaç maddede toplamak mümkündür. [160]

 

I- İşçinin İşi Bizzat Yapması:

 

İslâm hukukuna göre işçilerin özel ve ortak olmak üzere iki kısma ayrıldığını belirtmiş ve bunun bir sonu­cu olarak yukarıda, memur, zanaatkar ve serbest mes­lek sahiplerinin de işçi statüsüne girdiğine işaret et­miştik, işte, herkese iş yapan zanaatkar ve serbest meslek sahiplerinden işi bizzat yapması istenmişse, bu­nu başkasına yaptıramaz. Aksi halde ücrete hak kazanamaz. Ancak akitte mutlak olarak konuşulmuşsa, o takdimde işi başkasına yaptırması mümkündür. Bu du­rumda ister kendisi, ister kalfası yapsın ücrete hak ka­zanır. Çünkü işveren mutlak olarak konuşmakla başka­sının işine de razı olmuş sayılır. Bu son durumda iş, işçinin kendisine değil de zimmetine bağlanmış olur. İş­çi taahhüdünü bizzat yaparak yerine getirebileceği gibi,, başkasından yardım isteyerek de ifâ edebilir. Ancak işi kendi adamına yaptırması gerekir. İşi yabancıya devreder ve iş telef olursa tazminatla yükümlü olur. Ebû Hanîfe'ye göre bu durumda kendi adamının sorum­luluğu olmaz.[161]

Meselâ; bir doktorla ameliyat için anlaşan kimse, o doktora güvenmiş ve onunla iş akdi yapmıştır. Dok­torun ameliyatı bizzat kendisinin yapması gerekir. Asis­tanına veya başka bir doktora yaptırırsa ücrete hak kazanamaz. Ancak bu hasta ameliyat için bir hastahaneye veya birkaç doktorun bulunduğu bir kliniğe baş­vurursa, kendisiyle görüştüğü doktordan başkası da ameliyat yapabilir.

Mecelle bu prensibi şöyle ifade etmiştir: “Binnefs amel etmek yani işi bizzat kendisi yapmak üzere isti'-câr olunan ecir (anlaşma yapılan işçi) kendi yerinde başkasını kullanamaz.” [162]

Yalnız bir şahsa veya müesseseye çalışmak üzere iş akdi yapan “Özel işçi” işverenin izni olmadan kendi yerine başkasını çalıştıramaz. İşi bizzat yapmakla yü­kümlüdür. [163]

 

II- İşi Sağlam Ve İyi Yapması:

 

İşçinin işini mümkün olduğu ölçüde iyi ve sağlam yapması gerekir. Çünkü o hem İslâm'ın ve hem de top­lumun kontrolü altındadır. Müslüman işçi üzerinde ilâ­hî murakabe, çalışma verimini yükseltecek önemli bir etkendir. Eksik çalışma, eksik ve kusurlu iş  yapma, ücret üzerindeki hakkı zedelediği ve uhrevî sorumlulu­ğu gerektirdiği için işçi oto kontrol altındadır.

Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurur:

“Biriniz bir iş yapınca, onu en sağlam ve en iyi şe­kilde yapması Allah'ın sevdiği bir davranıştır” [164] yine;

Allah mesleğinde becerikli olan sanatkârı sever”.[165]

“İki günü eşit olan aldanmıştır” [166] hadisleri de işi sü­rekli geliştirmeyi ve yeni teknolojiler uygulamayı öngörmektedir. Kaliteli ve sağlam mal, piyasada uzun va­dede kabul görür ve sürümü süreklilik arzeder. Batı ekonomilerinde marka ve patent hakkını koruyarak yüz­yılın üzerinde piyasaya kaliteyi düşürmeden mal süren ve bu yolla dünya pazarlarını tutan firmaların sayısı az değildir. Bu ekonomik gücün İslâm toplumunda gerçekleşmesi İslâm ahlâkının gereğidir.

Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Ey iman edenler, Allah'a ve Rasûlüne hainlik et­meyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hain­lik etmeyiniz.” [167]

İşçinin yapmayı üzerine aldığı iş, onun üzerinde bir emânettir. Onu en güzel ve eksiksiz bir biçimde yapma­sı gerekir.

Hz. Peygamber şöyle buyurur:

Hile yapan benden değildir.” [168]

İmam Nevevî bu hadise şöyle anlam vermiştir:

“İşinde hile yapan benim yolumu izleyenlerden, ilim, amel ve yoluma uyanlardan değildir.” [169]

 

III- İşçinin Mesâi Saatleri İçinde Devam­lı Çalışması:

 

İşçiler, ya süre veya belli bir iş üzerinde anlaşma yapılarak işe alınırlar. Eğer akit, süre söz konusu olmaksızm belli bir iş üzerinde yapılmışsa, makul bir sü­re içinde işin yapılarak teslim edilmesi gerekir. İhmal yüzünden iş gecikir ve işveren bundan zarar görürse, işçi bu zararı tazmin etmek zorunda kalır. Ortak işçi sayılan zanaatkar ve serbest meslek sahiplerinin süre belirtmeden de iş alması mümkün ve caizdir.[170]

İşçi saat, gün, hafta, ay veya yıl gibi süre üzerinde akit yapılarak işe alınmışsa, mesâi süresince iş yerin­de bulunmak ve iş verildiği sürece devamlı çalışmak zorundadır. Ancak işe hazır olduğu halde kendisine iş verilmezse ücretinden bir kesinti yapılamaz. İş olduğu sürece işi yavaşlatma, işi bırakma, kendisinin veya üçüncü bir şahsın işiyle uğraşma hakkı yoktur. Çünkü işveren, onun mesai saatleri içindeki emeği üzerinde hak sahibidir. İşverenin izni olmadıkça bu emeğin baş­kasına temliki caiz değildir. Aksi hâlde işçi, işveren aleyhine kaybolan saatlerin ücretine hak kazanamaz. [171] Mesâi içindeki ara dinlenmesi, yemek, ve ibâdet gibi haklar iş akdine, örflere veya genel hükümlere göre kullanılır. Çünkü iş sözleşmesinde yer alan hükümlere uymanın gereği nass'larla sabittir.

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur:

“Ey iman edenler Allah'a itaat ediniz. Peygambe­rine ye sizden olan iş sahiplerine de itaat ediniz.” [172]

Ey iman edenler, akitlerinizi yerine getiriniz.” [173] Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

“Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şart­lara uyarlar.” [174]

Ancak şunu da belirtelim ki, iş sözleşmelerinde, adam öldürmek, yaralamak, başkasının malına veya ırzina zarar vermek gibi îslâm'ın yasakladığı ma'sıyetlerin yer almaması gerekir. [175]

 

IV- İşçinin Elindeki Alet ve Malzemelerin Emânet Sayılması:

 

İslâm hukuku işçi, memur, zanaatkar ve serbest meslek sahiplerinin eli ve emri altındaki başkasına ait mallan emânet hükümlerine tâbi tutmuştur. Bu hüküm gereği, kendilerinin ihmali, kusuru veya kastı olmak­sızın mal zayi olursa ödetme yoluna gidilmemiştir. [176] İş­çi ihmal veya kasıt sonucu mala zarar vermişse taz­min yükümlülüğü vardır.

İslâm'ın ilk devirlerinde zanaatkarlar ve serbest meslek sahipleri yanına bırakılan eşya, onların kastı olmaksızın zayi olursa ödettirilmez ve sözlerine güve­nilirdi. Fakat giderek bu güvenin kötüye kullanılması ve eşya sahiplerinin bundan zarar görmesi üzerine, Hz. Ömer, Halifeliği sırasında kaçınılması mümkün olan bir sebeple zayi olan eşyanın da ödettirilmesi yoluna gitti. Hz. Ali de aynı usûlü benimsedi. [177]

Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“İki kadından biri: Babacığım, onu ücretli olarak tut. Çalıştırdığın işçilerin en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır, dedi”. [178]

Bu âyette işçide bulunması gereken iki özelliğe dik­kat çekilir.

1) İşi yapacak güç ve yeteneğe sahip bulunması,

2) Güvenilir bir kişiliğe sahip olması. İşveren, mil­yonlarla hatta milyarlarla ifade edilen mal varlığım işçisine teslim eder. İşçinin bunu kendi malı gibi koru­ması, telef olmasını önlemesi gerekir.

Hz. Peygamber  de şöyle buyurmuştur:

“Gönül hoşluğu ile görevini yerine getiren veznedar, Allah rızası iğin sadaka verenlerin ecrini alır.” [179]

Bu hadis, elinin altında büyük meblağlara ulaşan emanet paralar bulunan kimselerle ilgilidir. Çalışma­sının karşılığı olan ücretle yetinerek bu paraları ema­net bilmesi, bu emaneti kendisine güvenerek teslim eden işverenine ihanet etmeyi aklından bile geçirmek­sizin gönül rahatlığı içinde paraları sarf yerlerine ulaş­tırması, ona, sanki bu paraları yoksullara dağıtmış gibi ecir kazandırır.

İslâm hukuku Devlet, vakıf ve yetim malı gibi ema­net serveti elinde tutanların tasarruflarını genel pren­sibe bağlamıştır. Bu malların alımı, satımı veya kira­lanması emsal bedel üzerinden yapılabilir. Eğer tem­silci güveni kötüye kullanarak bu tasarrufları fahiş ga­bin ölçüsünde işverenin aleyhine olacak şekilde yap­mışsa akit muteber sayılmamıştır. Menfaati haleldar olan işverenin akdi feshederek emsal fiyat üzerinden yeniden gerçekleştirmesi mümkündür. [180]

 

SONUÇ

 

İşçi ve işveren Münasebetleri konusundaki bu ince­leme ve araştırmalarımızla ulaştığımız sonuçları şöyle­ce ifade edebiliriz:

1) İslâm hukukuna göre, başkasına bir ücret karşı­lığı iş yapan, bütün çalışanlar işçi sayılır. Bu prensip gereği uygulamada işçi, memur, zanaatkar veya ser­best meslek sahipleri aynı hükümlere tâbi bulunur. İş­verenin gerçek veya tüzel kişi olması, yapılan işin ka­mu hizmeti sayılıp sayılmaması sonucu etkilemez.

2) İşi olmayan veya çalışamayacak durumda bulu­nan bütün yoksullar Devletin ekonomik kaynaklarından yararlanır. Zekât fonu bunların başında gelir. İşsizlik sigortası olarak bir fon oluşturmak da mümkündür.

3) İslâm'da işçi ve işverenler ayrı birer sınıf oluş­turmazlar. İşçilerin ziraat, inan ve mudârabe ortaklık­ları yoluyle kendi adına çalışması veya işveren statü­süne geçmesi her zaman mümkündür.

4) İşçi ücretlerinin miktarını belirleyen bir âyet ve­ya hadis yoktur. Bu konudaki nass'lar işçinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin geçimini sağ­layacak, gerektiğinde bekâr olan işçinin evlenmesi, evi olmayanın ev edinmesi, bineği bulunmayanın binek edin­mesi için gerekli tasarrufu yapacak ölçüde ücret"belirlemeyi öngörmektedir.

Diğer yandan bilginler, ücret miktarı belli olma­yınca, emsal işçi ücretlerinin ölçü alınması gerektiğin­de görüş birliği etmişlerdir. Emeğin emsal değeri, sa­tım akdinde satış bedelini belirlemede olduğu gibi, o beldede dış etkilerden uzak olarak emek arz ve talebinin serbestçe karşılaşması sonucu oluşan, çoğunluk iş­çilerin aldığı ücrettir.

Meselâ; o beldede belli bir iş kolunda işçilerin bü­yük çoğunluğu ayda net 50 bin lira ücret alıyorsa, işe yeni giren veya az ücretle çalıştırılan işçiler için bu,, emeğin emsal fiyatı olur. Azınlıkta kalan işçilerin dü­şük veya yüksek ücretleri ölçü alınmaz.

5) Asgarî ücretin, işçinin kendisi ve bakmakla yü­kümlü olduğu kimselerin zorunlu ihtiyaçlarını karşıla­yacak ölçüde olması gerekir. Bu temel ücretin üzerine çeşitli iş kolları ile, çalışanın ehliyet ve yetenekleri dikkate alınarak birim ilâve yapılır.

Meselâ; bir belde veya ülkede asgarî ücret 30 bin lira olsa, bu ücret, ehliyet ve özel yetenek gerektirme­yen işlerde vasıfsız işçilerin alacağı ücret olur. Ağır işler, özel ehliyet ve yetenek gerektiren meslekler için buna uygun ilaveler yapmak gerekir. Söz gelimi, inşa­at işçisine 30 bin, tekstil işçisine 35 bin, maden işçisine 50 bin, tehlikeli işlerde çalışanlara 70 bin lira ücret be­lirlemek gibi...

6) Asgarî ücret ve eklentileri belirlendikten sonra zarurî eşya fiyatlarında yükselme olsa, başka bir de­yimle paranın satın alma gücü düşse, çalışanların üc­retlerini de aynı ölçüde yükseltmek gerekir.

Meselâ; bir yıl sonra paranın satın alma gücü % 3 düşmüşse, bütün işçi ve memur maaşlarına % 30 ilâve etmek gerekir. Aksi halde, bir yıl öncesine göre % 30' nisbetinde eksik maaş almış olurlar.

Ücretler, yeni ekonomik şartlara göre işveren ta­rafından kendiliğinden yükseltilmezse, işçi veya tem­silcileri emeğin yeni değeri için istekte bulunabilir. Münferit istekler yerine toplu istekte bulunmak da mümkündür. Toplu iş görüşmelerinde uzlaşma sağla­namazsa, ücret için mahkemeye başvurma yolu açık­tır. Mahkeme, yeni ekonomik şartları ve uzman bilir­kişi raporlarını dikkate alarak âdil ücreti belirlemeye çalışır.

7) Toplu iş görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanır­sa, grev ve lokavt tehdidiyle karşı tarafı baskı altına almaya çalışmak serbest iradeyi zedeler. İşçi veya iş­veren, bu korku altında gerçek değerinin altında veya üstünde bir ücreti kabul etmek zorunda kalabilir. Bu da, tarafları âdil ücretten uzaklaştırır. Ücret normalin altında belirlenmişse bundan işçi, normalin üstünde belirlenmişse bundan da işveren zarar görür. Ancak iş­veren bu fazlalığı ürettiği malların fiyatlarına yansıta­cağı için gerçekte bundan toplum zarar görür. Bu ne­denle, anlaşmazlık halinde, ücretin mahkemece belirlen­mesi daha sağlıklı bir yoldur.

8) Tüm çalışanların ücretlerinden kesilecek primle­rin bir fonda toplanması, bu fonun gelir getiren meşru yatırımlarda üretilerek, işçiye kıdem tazminatı, ikrami­ye ve emekli maaşı gibi ödemelerin bu fondan yapıl­ması mümkün ve caizdir.

Abdullah b. Ömer'in Hz. Peygamberden nakletti­ği mağara hadisinde, işçi ücretinin veya bu ücretten kesilecek primlerin gelir getiren yatırımlarda üretilme­si teşvik edilmiş, daha sonra anapara ve kârın tama­mının işçi tarafından geri alınabileceğine işaret edilmiş­tir.

Medine'de Hz. Peygamber'in maâkıl uygulaması ile Hz. Ömer'in oluşturduğu divanlar ashâb-ı kiramın eşit olarak yararlanamadıkları sosyal güvenlik kuruluş­larıdır.

Sonuç olarak İslâm'ın işçi ve işveren münasebetle­ri konusunda getirdiği çözümlerle, demokratik ve libe­ral ekonomi uygulayan ülkelerin çözümleri arasında büyük bir yakınlık bulunduğunu söyleyebiliriz. [181]

 

MÜZAKERECİLERİN GÖRÜŞLERİ:

 

a- İbrahim Ural’ın Görüşü:

 

1- (Sh: 411) Grev ve Lokavt konusu fıkıhtaki “Za­rar vermek de, zararla mukabele de yoktur.” hükmü ve kaidesi ışığında incelenmeli ve sonuca bağlanmalıy­dı. Bu kural, islâm'ın itidal-denge prensibini, toplum­sal olaylardaki temel davranış modelini de özetler ni­teliktedir.

2- (Sh: 430) Askarî ücretin şartları ve mahiyeti işlenirken bununla ilgili olarak “Sedd-i ramak, hadd-i kifaf, hadd-i kifaye” v.b. gibi kavram ve tabirler açı­sından konuya bir açıklık getirilmeliydi. [182]

 

b- Mehmed Erkal'ın Görüşü:

 

Kur'an-ı Kerim'in üçyüz küsur âyet-i kerîmesi iş­ten bahsetmektedir. Hz. Peygamber s.a.s)in bu ko­nudaki hadis-i şerifleri de pek çoktur. Bu durum, konu­ya karşı yoğun bir ilginin varlığına delildir.

Tebliğlerde bu âyet-i kerîme ve hadis-i şerifler ayrı ayrı işlenmiştir. Mevzuda sırası gelince, nitekim ayet­te şöyle hadis de böyle buyuruldu denmiştir. Bana gö­re, konu ile ilgili âyet ve hadisler bir bütün olarak ele alınıp; bunlardan iş hukuku, ücret politikası, işçi-işveren hak ve görevleri konularında genel prensipler çı­karma yoluna gidilseydi daha faydalı çalışmalar yapıl­mış olurdu.

Bu genel prensipler çıkarma konusunda birkaç tane misal vermek istiyorum. Şöyle ki:

“Çalışma şereftir.”

“İnsanları Allah'a davet edip salih amel işleyen ve: “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?” [183]

Kur'an-ı Kerim'in birçok âyetinde geçen “salih amel” herçeşit faydalı işi içine alan geniş kapsamlı bir kelimedir. Bu sebeple, İslâm'a uygun olan her davra­nışı “salih amel” içine almak mümkündür.

Çalışma nimettir.

“Böylece, onun mahsulünden ve ellerinin yaptıkla­rından yesinler. Hiç şükretmezler mi?” [184]

İşçi işinden sorumludur.

“Şüphesiz ki, kıyamet gününde yaptıklarınızdan he­saba çekileceksiniz.” [185]

İşveren sorumludur.

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinden (ida­re ettiklerinden) mes'uldür.” [186]

Ücret işle orantılıdır.

“İnsanların eşyalarını eksik vermeyin.” [187]

Emek koruma altına alınmalıdır.

Bu husus da Kur'an-ı Kerim'de pek çok âyet-i kerî­me vardır. Bunlardan, Hz. Musa ile Hızır (a.s) arasın­da geçen kıssa dikkat çekicidir, Hz. Musa (a.s)ın, Hı­zır (a.s)ın yaptığı işlerden sırrını çözemediklerinden biri de, bindikleri gemiden inerken, geminin Hızır (a.s) tarafından tahrib edilmesidir. Hz. Musa ilk bakışta bu­nu kötü niyetli bir sabotaj olarak görür. Hızır (a.s) bu­nun gerekçesini şöyle açıklar:

“O deldiğim gemi, denizde çalışan birkaç fakirindi. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü onların arkaların­da her sağlam gemiye el koyan bir. kral vardı.” [188]

Bu hadisede emek ürünü olan kazancın saldırılara karşı korunması canlı bir motif halinde dile getirilmiş­tir.

Çalışma, çalışanın gücüne göredir.

“Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile mes'ul tutar.” [189]

Çalışanın geçim garantisi sağlanacaktır.

Hz. Peygamber s.a.s)in:

Evli değilse evlendiril­mesi, evi yoksa.ev verilmesi, bineği yoksa binek veril­mesi,.” hususundaki hadis-i şerif bu gerçeği ortaya koy­maktadır. Hadis-i şerifin kelime manalarına bakarak, her iş sahibinin bu imkânları vermesini istemek zorla­malı bir durum olur. Olabiliri arayan bir yaklaşım tar­zı içinde varılması gereken yorum bence şudur:

Devlet, çalışanlara Hz. Peygamber s.a.s)in belirt­tiği ekonomik ve sosyal garantileri sağlamakla sorum­ludur.

İşçinin dinlenme hakkı vardır, Abdullah bin Amr (R.A)dan rivayet edildiğine gö­re Hz. Peygamber (s.a.s) kendisine şoyle buyurmuş­tur :

“Senin devamlı oruç tuttuğun, gece uyumayıp na­maz kıldığın haberi bana bildirilmedimi (sanıyorsun)? Oruçlu ol ve oruçsuz ol. Gece ibadetine kalk ve aynı zamanda uyu. Çünkü gözlerinin sende nasibi (hakkı) vardır. Nefsinin ve ailenin sende nasibi (hakkı) var­dır. [190]

Hadis-i Şerif,' genelde herkes için, özelde işçi için hak ve sorumlulukların yerine getirilmesine imkân ve­recek dinlenmesi olan bîr çalışma düzeni sağlanması gerektiğini gösterir.  Emeklilik hakkı.

Hz. Peygamber (s.a.s):

“Ölünün bıraktığı mal va­rislerindir. Dul ve yetimler bırakarak ölenlerin yakın­ları bana başvursunlar, onların koruyucusu benim.” bu­yurmuşlardır, Hz. Peygamber'in üzerine aldığı bu ve­lilik sorumluluğu, hiç şüphesiz O'nun devlet başkanı vasfının verdiği bir mükellefiyettir. O halde, bu ve bu manadaki hadislere göre, devletin bu velilik mükellefi­yetini taşıması gerektiği neticesine varabiliriz.

Özet olarak, tebliğlerde işçi ve işverenle ilgili âyet ve hadisler bir bütün olarak ele alınıp, Fukaha'nın görüşleriyle birlikte nıütâla edilerek bunlardan genel prensipler çıkarılsaydı ve günümüz mes'elelerine aktarılsaydı çok daha faydalı olacaktı kanaatini taşımak­tayım. [191]

 

c- Dr. Osman Eskicioğlu'nun Görüşü:

 

1- (Sh: 367) “...Uzmanlaşarak iş bölümü oluş­turmak kifai farzlardandır.” Hükmüne delil delil zik­redilen âyetlerden istidlal anlatılmalı.

2- (Sh: 382 p. 3) Kira akdini kıyasa aykırı kabul etmeyenler de vardır. (İ'lâm'ul Muvakkiîn 2/22).

3- (Sh: 392) Emeği mal gibi kabul ederek onu arz ve talep kanunlarına tabi tutmak mümkün müdür?

4- (Sh: 411, p. 6) Sendikalar işçilerin vekâletini özelmi yoksa tüzel kişilik vasıflarıylamı yürütürler. Yoksa, veli veya vasi durumundamıdırlar? Veli ve ve­kil ayrı statülere sahip değilmidir?

5- (Sh: 419, p. 5) Fertlerin rızaları alınmadan üc­ret ve maaşlarından bir miktar kesinti yapmak caiz midir? Zikredilen hadisin bu konuda delil olması tar­tışılabilir. [192]

 

d- Yunus Vehbi Yavuz'un Görüşü:

 

Konuyu dört bölüm halinde incelemiş olup 66 say­falık seviyeli bir çalışma niteliğinde hazırlanmıştır. Birinci bölüm, iş akdine genel bir bakış, ikinci bölüm işçinin hak ve görevleri adı ile devam eder. Beş maddeden oluşan bu haklar arasında özellikle dinlenme ve ibadet hakkına değinilmiştir. Üçüncü bölümde işten ayrılma halinde işçinin hakları konu alınmış, iş akdinin sona erdirilmesi, kıdem tazminatı ve emeklilik hakkı üzerinde durulmuştur. Dördüncü bölüm, işverenin hak­larını kapsar. Çalışma bir sonuç ile sona erer. Çalışma güzel bir plana oturtulmuştur. Tebliğciyi bu çalışma­sından ötürü tebrik eder, başarılarının devamını niyaz ederim. Bu vesile ile bazı tesbitlerimi âcizane olarak aşağıya aktarıyorum.

S. 382'de işçi çalıştırmanın meşruluğuna delil geti­rilirken, kıyas delili adıyla bir başlık konmuştur. Kanaatımce bu başlığa “İstihsan Bil-Hâce” adı verilse muhtevaya daha uygun olurdu. Çünkü tebliğcinin ken­disi de ifade ettiği gibi, icare akdi kıyasa aykırı olarak meşru' kılınmıştır. Kıyasa aykırı olarak yapılan içti­hatların adı Hanefî'lerde İstihsandır. Bu istihsan da hacet esasına dayanmaktadır.

S. 384'de ilk paragrafta işçinin hak ve görevleri bö­lümünde, kâr ortaklığında verilen örnekte % 40 enflas­yon meydana gelmişse, örnek olarak 10 milyon liralık sermayeye yıl sonunda dört milyon daha eklenmesi gerektiğini, böylece enflasyon farkının paraya eklenme­sini ve ortaklara bu hakkın da dağıtılmasını, fiilen örneklemek suretiyle, enflasyon farkının alınabileceği görüşünü benimsemiştir. Bu İmam Muhammed'in gö' rüşü olup Enflasyon tebliğcilerinin genel çizgileri iti­barıyla vardıkları neticedir.

Çalışmada İşsizlik sigortası üzerinde durulmamış, kanaatimce bu başlık altında bu konunun da incelenme­sinde fayda vardır.

Müellif, çalışmalarını sürdürürken zaman zaman diğer mezheplerdeki görüşlerden de yararlanarak ter­cihler yapmıştır. Bu bakımdan çalışma ilmî ölçülere uygun olarak hazırlanmıştır.

S. 388 vd. Batı'ya göre ücret nazariyeleri hülâsa edildikten sonra, asıl İslâm'a göre, ücret miktarının tesbitine çalışılmaktadır. Daha sonra iş ve meslekler arasında adalet; ücret miktarında adalet ilkelerini be­nimseyen tebliğ sahibi, ücretlerin oluşmasını, piyasa fiyatlarına kıyasla serbest rekabet esasına bağlıyor. Dolayısıyla farklı emeklere farklı ücret; eşit işe eşit ücret esasını kabul ediyor. Ancak, burada bir nokta gözden kaçmıştır. Kapitalizmin hakim olduğu toplum­larda, piyasa çalışanlar aleyhine oluşursa -ki bugün büyük bir çoğunluğu itibarıyla İslâm ülkelerinde kapi­talizme yatkın bir piyasa ekonomisi hakimdir- biz yine de serbest piyasayı mekisünaleyh kabul etmekte devam edecekmiyiz? Eşit işe eşit ücret denilirken hangi ölçü esas alınacaktır? Örnek; bir âlimin gördüğü iş ile bir muhasebecinin veya bir fabrikatörün gördüğü işin eşit­lik veya farklılığını nasıl tâyin edeceğiz? Kanaatimce yaptığı işe göre, ücret vermek gerekirse, bir ilim adamın emeği diğer emek sahiplerine nisbetle çok çok fazladır. En büyük payı ilim adamlarının alması gere­kir. Diğer tebliğcilerin müzakeresi dolayısıyla da ifade ettiğimiz gibi, ücret emeğe göre değil, Allah rızası esa­sına göre kifayet miktarmca tesbit edilirse bu mahzur ortadan kalkar ve İslâm toplumu ile diğer toplumlar birbirinden temayyüz eder.

S. 397'de asgarî ücretin miktarı tesbit edilirken, ki­fayet miktarı için diğer tebliğ sahiplerinin de temas ettiği meşhur hadis-i şerif delil olarak getirilmiştir. Başka bir tebliğ münasebetiyle de ifade ettiğim gibi, bu hadis, asgarî geçimden çok, devlet memurlarına kar­şı rüşvet alamamaları için konulmuş bir ölçüdür. Bun­dan asgarî ücretin tesbitinde yararlanmak mümkün ol­makla beraber, doğrudan doğruya onun ölçüsü olarak gösterilmesini yeterli bulmuyorum. Bu hadisi meselâ; bir işçi üzerinde tatbik etmeğe kalkışırsak, arabası, evi, hizmetçisi ve zarurî ihtiyaçları dışında fazla mal, daire ve arabası bulunan kimseyi hırsız tutmamız lâ­zım gelir. Asgarî ücrette zekât mükellefleri için kabul edilen zarurî ihtiyaçlar esas alınsa daha gerçekçi ha­reket edilmiş olur.

S. 401'de ücretin ihtiyaçlara göre artırılmasına, ta­rihten verilen örnek enteresandır. Kütahya'da cereyan eden ve mahkeme yolu ile yapılan ilk toplu sözleşme tesbiti, kendimizi yokladığımız zaman nelerin ortaya çı­kabileceğini göstermek bakımından güzel bir örnektir. Ayni zamanda, yeni meseleler hakkında yeni hükümle­rin çıkabileceğine de misaldir.

S. 402'de son paragrafta; “... bir örnek” ifadesi yeri­ne, ayni kumaştan elbise ve vb. olsa daha kolay anla­şılır.

S. 404'de ücret kapsamına giren diğer sosyal haklar meyanında, yapılacak sosyal yardımlara ilişkin Hz. Peygamber s.a.s)'in kölelerle ilgili olarak

“...onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin” hadis-i şe­rifi mekisünaleyh alınmıştır. Ancak, işçilerle köleler eşit olmayıp hukukî, sosyal ve iktisadî yönlerden bir­birine benzememektedirler. Yani bunların müşterek bir yönleri yoktur. Köleler, para ile satılan, hürriyeti bulunmayan, efendisinin emri dışında hareket edemeyen, çabştığı ve kazandıklarının tamamı efendilerine ait olan hizmetçilerdir. Bunların tüm geçimleri ise efendilerine aittir. Belli bir ücret karşılığında çalışma yetkisine sahip değillerdir. Sözleşme yapamazlar. Bun­lar işçiler için sosyal seviye ve yaşayış bakımından nasıl bir örnek teşkil edebilirler? Köleler bugün her türlü hakka sahip olan hür çalışanlardan ayrı oldukla­rı içindir ki, Hz. Peygamber (s.a.s) onlara karşı in­sanca davranılmasım tavsiye buyurmuştur. Böylece on­lar da toplumda hür insanlar gibi yaşama hakkına sa­hip kılınmışlardır. İşçi ise, iradesi hür, sözleşme yapa­bilen, dilediği zaman karşılıklı rıza ile akdi fesh ede­bilen, kazandığı kendisine ait olan kişidir.

S. 405'de işçiye yapılan sosyal yardımlar meyanında yeme-içme, mesken giyim gibi hususlar bilinmezliğe sebep olacağından, Hanefîlerce ücret kapsamı içinde kabul edilmediği; Malikîlere göre ise örf delili ile bu­nun caiz görüldüğü kayd edildikten sonra, Tebliğci ter­cihini Mâlikîler yönünde kullanmış; gerekçe olarak da, bilinmezliğin günümüzde ortadan kalkmış bulunduğu göstermiştir. Bu tercihi ve gerekçesi sebebiyle tebliğ sahibini tebrik ederim. Benzer kanaati daha sonraki meselelerde görmek mümkündür.

S. 409'da Hz. Ömer'in süt emen çocuklara maaş bağ­laması ile ilgili tesbitini önemli olarak vasıflandırmak isterim.

Grev ve lokavt konusu işlenirken grevde geçen zamanın ücretten sayılmayacağını ifade ederek; patro­nun lokavt hakkına sahip olduğunu söylüyor. Burada işçinin patrona tâbi olduğunu ima ediyor. Ancak, grev hak olarak tanınırsa, ücrete de hak kazanılmış olmaz mı?

S. 417'de emeklilik konusu işlenirken, İslâm'ın buna karşı olmadığını, ifade edildikten sonra, cevazına dair Hz. Peygamber s.a.s)'in tâyin ettiği maâkıl sistemini buna mekîsünaleyh getirilmiş, daha sonra diyet yükü ağır olurda kaldıramazsa diyet sorumlusunun devlet ol­duğu söylenmiştir. Ayrıca Hz. Ömer'in ihtiyaç sahip­lerine bir nevi işsizlik sigortası olan divandan maaş bağlanması da buna delil getirilmiştir ki, tebliğci bura­da da Sahabe fiiline kıyasta bulunarak hüküm çıkarma yoluna gitmiştir. Başka bîr formül de ileriye sürüyor. Şöyle ki, mağara hadisine kıyasla işçi ve memurlardan kesilen kesintilerin çalıştırılmasını ve herkesin hakkına göre dağıtılmasını öngörüyor. Buradaki kıyas üzerinde ve formülün işlerliği kabil olup olmadığı üzerinde du­rulabilir. Netice itibarıyla emekliliğin caiz olduğuna hükm ediyor. Yeni bazı formüller öneriyor.

İşçinin hak ve vazifeleri arasında zikr edilen emni­yet ve güçlü olma konusunda, (el-Kasas, 28/26). âyet-i kerimesi yorumlanarak hüküm çıkarılmaya çalışılmış­tır.

Sonuç: Kullandığı kaynaklar itibarıyla zengin, âyet ve hadislerin günümüz şartlarına göre yorumuna yöne­lik bir çalışma olup zaman zaman mezhep imamları arasında tercih yapılmış, illetleri değişen hükümlerin zaman şartlarına göre değiştirilmesine matuf orijinal ve muhtasar bir ilmî çalışmadır. Teliğ sahibine yüce Allah'tan daha verimli kıymetli çalışmalar sergileme­sini niyaz ederim. [193]

 

TEBLİĞ SAHİBİNİN GÖRÜŞLERE CEVABI:

 

Dr. Hayrettin Karaman'ın Tenkitleri:

 

Sayın Karaman, tebliğlerin çoğunda yer alan “ye­diğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, güçlerinin yetmeyeceği işleri teklif etmeyin...” hadisinin kölelerle ilgili bulunduğunu, hürleri kapsamına almadığını belirtmektedir.

Diğer yandan “Kim bizim işimizde (devlet işinde) çalışır da, ailesi olmazsa evlensin, hizmetçisi yoksa hizmetçi tutsun, evi yoksa ev bineği yoksa binek edinsin” hadisi hakkında da; peygamberimizden 12 ka­dar sıfatla söz, fiil veya sükût hâlinde hadisler sudur ettiğini, bunların hepsinin aynı derecede bağlayıcı ol­madığını, hatta bir kısmının isabetli de olmayabileceği­ni ifade etmektedir.

Yukarıdaki ilk hadisin kölelerle ilgili olarak vârid olduğu doğrudur. Ancak bir aile içinde, ev hizmetlerin­de çalışan bir köle'nin, ücret karşılığı bu işleri gören hür'e benzeyen yönleri vardır. Köle, efendisiyle ücret sözleşmesi yaparak “mükâtep” statüsüne geçebilmekte, her an serbest bırakılarak, dilerse iş akdiyle aynı işe devam etmesi mümkün olmaktadır. Diğer yandan köle ve cariyeler için öngörülen hayat standardının, evleviyet yoluyle hürlere de teşmil edilmesi mümkündür. Ay­rıca hadis, kimi kaynaklarda kölelerle ilgili olmayarak da nakledilmiştir.

İkinci hadise gelince; İslâm iş hukukunda (icâre bahsi) bir iş akdiyle ve ücret karşılığı olmak şartıyle, işverenin devlet veya gerçek kişi olması, sonucu et­kilemez. Yani bugünkü memur veya işçi statüsünde bu­lunmak akdin mahiyeti ve hükümleri bakımından bir fark doğurmaz. Bu bakımdan hadis, “devlet işinde ça­lışmış olmak anlamı yanında “müslumanın bir işinde ücret karşılığı çalışmak” anlamını da kapsamaktadır. Esnaf, sanatkâr, ziraatçı ve tüccarın sağlayacağı kârlarla zengin olması ve refah içinde yaşaması müm­kün ve daha kolaydır. Ücret karşılığı çalışan kesimin ise geliri genel olarak sabittir. Bir işçi veya memurun aylara, yıllara ve hatta emekli oluncaya kadar ulaşa­bileceği zenginlik seviyesi ve hayat standardı belli ve sınırlıdır. Bu bakımdan, hadis-i şerifte bir kimsenin nâ­merde muhtaç olmayacak, ancak şer'an zengin de sa­yılmayacak ölçüde muhtaç olduğu şeyler sayılmıştır. Gerçekten, bekârın evlenmesi, evi olmayanın ev edin­mesi, ihtiyaç varsa hizmetçiden yararlanması ve binek edinmesi insanca yaşamanın asgarî görüntüleridir. Bu sayılanlardan hiçbirisinin zekât nisabına dahil olmama­sı ve kişinin, mücerred bu eşyaya sahip olması hâlinde bile şer'an zengin sınıfta yer almaması, asgarî hayt standardını hatıra getirmektedir. Hadiste, yeme içme ve giyim eşyasından vb.den söz edilmemesi, bunların zaten nafaka kapsamına girmesi yüzündendir.

Hadisin sıhhati üzerinde bir tenkit olmadığına göre, sözlerin Hz. Peygamber (s.a.s)den vârid olduğu konusunda şüphe yoktur. Durum böyle olunca, bu dört unsurun bir İslâm Toplumunda, iş akdiyle çalışan ke­sim için nasıl gerçekleşebileceğini düşünmek ve bunu bir hayat standardı hedefi olarak görmek mümkündür. Ülkemizin ekonomik şartlarının buna elverişli olmaması önemli bir olay değil, arızî bir hâldir. İslâm, cihan şümul bir din olduğu için, bu şartların gerçekleştiği başka yöreler bulunabilir. Meselâ, Almanya'da ilk ola­rak işe başlayan bir memur veya işçi, 1-2 yıllık tasar­rufları ve kendisine bağlı olduğu ekonomik müessese­lerden sağlanan yardım ve kredilerle; bekârsa evlene­bilmekte, evi yoksa mesken fonu yardımıyle ev edin­mekte, çocukları için kreşlerden yararlanmakta, küçük bir tasarrufuyla araba alabilmektedir. Bu duruma gö­re, pek çok batı ülkesinde çalışan kesimin hadiste öngörülen hayat standardına ulaştığını söyleyebiliriz.

Hz. Peygamber'in 12 kadar sıfatla hadis buyurdu­ğu, bunlardan bâzılarının isabetsiz olabileceği görüşüne katılmak güçtür. Gerçi bazı bilginlerden, Hz. Peygam­ber'in dünyevî meselelerde hatâ yapabileceği görüşü nakledilmiştir. Ancak, vahiy kontrolünün bulunması, yapılabilecek kimi küçük yanlışlıkların (zelle) derhal tashih edilmesi bu gibi hadisler üzerinden şüpheyi kal­dırmıştır. Zaten, aralarında çelişki bulunan âyet veya hadisler nâsih-mensuh, mutlak-mukayyed, umum-husûs bildirme bakımlarından ele alınmış, herbiri müzâkere edilerek netleştirilmiştir. İçkinin önceleri mubah iken, sonradan yasaklanması, önceleri kabir ziyareti yasak­lanmış iken, sonradan serbest bırakılması bunlar ara­sında zikredilebilir.

Peygamberler eşya hakkında konuşmak zorunda değildir. Konuşması gerektiğinde ya doğrudan vahiyle konuşur, ya da Cenâb-ı Hakk'ın verdiği “nübüvvet nu­ru” ile eşyanın hakikatini bilerek konuşur. Bu arada beşeri tecrübeye dayanarak konuştukları da olur. Özel­likle bu sonuncusunda yanılma (zelle) vuku bulursa va­hiyle tashih edilir. Fahruddîn Râzî “İsmetü'l-Enbiya” (Peygamberlerin ma'sûm oluşu) adlı eserinde, konu­yu nass'larla ortaya koymuştur. Sosyal, ekonomik, tıb veya teknik alanlardaki hadisler üzerinde bir genelle­me yaparak “isabetli olmayabilir” dersek, o sahih ha­dislerden önemli bir bölümünü zan altına sokmuş olmazmıyız?

Tebük Gazvesi yolculuğu sırasında Hz. Peygamber (s.a.s)in devesi kaybolmuş ve bütün aramalara rağ­men bulunamamıştı. Münafıklar, “gökten haber veren Peygamber, yerde bir devesini bile bulamıyor” diyerek şüphe uyandırmaya çalışıyorlardı. Bu sırada Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştu:

“Ben Allah'ın Rasulüyüm. Bana ne bildirilirse onu haber veririm. Şimdi melek devenin yerini haber verdi. Gidin falanca yerde, şu şekilde bulacaksınız.” Gerçekten o yöne giden asker­ler deveyi bulup getirdiler.

Sayın Hayrettin Karaman hocamız, ücret miktarı ve diğer hakların tesbitinde “ma'rûf”un ölçü alınması­nı, bunun ölçüsünün de bir İslâm toplumunda “âmme vicdanı” olduğunu ifade ediyorlar.

Gerçekten İslâm'da nafaka ve diğer bazı ekono­mik haklarda “ma'rûf” ölçü alınmıştır. Bu görüşe katıl­mak gerekir. Ma'rûf; bilinen, miktar ve sınırları be­lirli olan, örfleşmiş bulunan anlamlarına gelir. Bu ko­nularda nass'lara aykırı örflerin oluşabileceğini dikka­te alarak “ma'rûf”u, “nass'a uygun olan amme vicda­nı” olarak değerlendirmek daha uygun olur.

Emekli konusuna gelince; Sayın Karaman, emekli sandığından, emekli olduktan sonra başka geliri olma­yan ve yoksulluğu sebebiyle maaş almak durumunda bulunanların “emekli aylığı” alabileceğini, bunun da za­ruret içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunmakta­dır.

Böyle bir sonuca gitmezden önce “emekli sandığı”, “sosyal sigortalar” ve “bağkur” gibi kuruluşların sta­tüsü üzerinde düşünmek uygun olur. Konuyu basite in­dirgeyerek şöyle açıklayabiliriz:

10 kişi kendi araların­da anlaşarak, ayda 10'ar bin lira ödeseler ve bunu bir fonda toplayarak, işletmeye başlasalar, 25 yıl süreyle ödemelerini 10'ar bin liradan sürdürseler, herbirinin 3'er milyon parası birikir. Ancak başarılı bir işletme, enflasyonlar vb. sebeplerle 25 yılın sonunda bu fonun mal varlığı 20 kat büyümüş olsa, 600 milyon olur. Kişi başına 60 milyon para düşer. Kâra ve zarara ortak ola­rak işletilen bu fondan, bir ortak, hissesinin bir bölü­münü prim ödemeyi bıraktığı zaman yani emekli olur­ken topluca, diğer bölümünü de emekli maaşı olarak peyderpey alsa bu mümkün ve caizdir. Fona prim öde­yenler arasında bu, bir inan şirketi olur. Kişi fona bağlı olmayı gerektiren bir iş veya mesleğe girmeyi kabul etmekle, bu fonun statüsünü ve sonuçlarını da kabul etmiş olur. Fondaki paranın kullanma şekli ve biçimi de kontrol altında tutulursa tîb kazanç paylaşılmış olur. Aksi halde fon ortağı gücünün yetmeyeceğinden so­rumlu olmaz. Yani fonun içinde cereyan eden hâdise­lerle, fonun temeldeki hükmünü birbirinden ayırmak gerekir. Kâr-zarar esasına dayalı bütün şirketlerde du­rum böyledir. Sermayenin kullanım şekline çoğu zaman her ortak hâkim değildir. Çoğu kez bu konuda kendi­sine ayrıntılı bilgi de verilmez. İşi yürütenler bir ba­kıma, işin sorumluluğunu da üzerine almış olurlar. [194]

 

Yard. Doç. Dr. Osman Eskicioğla:

 

S. 367: “... uzmanlaşarak işbölümü oluşturmak kifâî farzlardandır” hükmüne delil olarak alt notlarda gösterilen iki âyetten istidlalin anlatılması uygun olur­du, diyor.

Konu, tebliğin önsözünde ele alındığı için kısa tu­tulmuş ve kaynak verilmekle yetinilmiştir. Âyetler ve istidlal yönü şöyledir.

“Medîne'lilere ve çevresinde bu­lunan bedevilere, savaşta Allah'ın Peygamberinden ge­ri kalmaları, onun katlandığı sıkıntılara katlanmamala­rı yerinde değildir”. [195] Âyetin hükmü Medine ve çevresin­deki tüm müslümanları kapsadığı gibi bir bölüm müslümanlar savaşa katılınca, diğerlerinden de yükümlü­lüğün kalkacağı anlamını da kapsamaktadır. Bu ikinci anlam teknik olarak farz-ı kifâyeyi ifade eder. Diğer âyet de şöyledir: “Musa (a.s) ve Hızır (a.s) yine yü­rüdüler, sonunda vardıkları bir kasaba halkından yiye­cek istediler. Kasabalılar bu iki yolcuyu misafir etmek istemediler.” [196] Bu âyetteki kasaba halkından maksat, tüm kasaba halkı olabileceği gibi, bu iki yolcuya muha­tap olan bir bölüm kasabalı da olabilir. Böylece, genel anlama özel anlam da dâhil olur. İşte toplumun muh­taç olduğu, işbölümünü gerekli kılan herçeşit ilim, iş ve san'at da bütün topluma emredilmiş, ancak içlerinden bir bölümü, bu işleri yapınca da diğerlerinden yü­kümlülüğün kalkacağı öngörülmüştür. Cenaze namazı kılmak da bu çeşit farzlardandır.

S. 382, p. 3: Kira akdini kıyasa aykırı kabul etme­yenler de vardır, deniliyorsa da, verilen kaynakta ko­nu ile ilgili bilgi bulunamamıştır,

S. 392: S. Eskicioğlu, “Emeği mal gibi kabul ede­rek onu arz ve talep kanunlarına tabi tutmak mümkünmüdür?” diyor.

Emek değerinin yaşayan ve sürüp giden toplum hayatı ile bağlantılı olarak gelişmesi asıl olmalıdır. Bu da arz ve talep kanunu ile yakmdan ilgilidir. Arz yani işsizlik artınca, yeni iş alanları açılarak emek değerinin düşmesi önlenebilir. Ancak, arz ve talep yal­nız asgarî ücretin üzerindeki emek değeri için düzenle­yici bir rol oynamalıdır. İnsanların karşı karşıya bu­lunduğu sıkıntılardan yararlanarak, onları çok düşük ücretle çalışmaya zorlamamak gerekir. Bu da ancak asgarî ücret tesbit etmek ve buna uymayanlara mü­eyyide uygulamakla önlenebilir,

S. 411, p. 6: Sendikalar, işçileri “vekâlet esası”na göre temsil ederler. Ancak kişiye bağlı olmayan bir kuruluş bu temsil işini belli şartlarla üstlenmiş olur ve işçinin oraya üye olmasiyle temsil olunacağı esası be­nimsenmiş bulunursa, böyle bir kuruluşu “tüzel kişi” olarak kabul etmek mümkündür. Bugün uygulamada görülen sendikalar tüzel kişiliğe sahiptir.

S. 419, p. 5: İşçi ve memur ücretlerinden yapılan kesintileri iki bölüme ayırmak mümkündür. Birincisi vergi niteliğinde olanlar. Devlet, diğer tebeasından al­dığı gibi, bir ücret karşılığı çalışanlardan da vergi ala­bilir. İkincisi, prim niteliğinde olan kesintiler. Bunlar, aslında çalışanın ve aile fertlerinin geleceği düşünüle­rek, onun yararına yapılan kesintilerdir. Kişi belli bir statüye girerken bu vergi ve primlerin kesileceğini de bilerek girdiği için, buna rızası bulunmuş olmaz mı?. Mağara hadisi bu konuyu doğrudan çözümlemiyorsa da, tasarruf veya kesintilerin bir fonda toplanarak üretil­mesinin ve gelecekte bunlardan yararlanmanın caiz ol­duğuna işaret etmektedir. [197]

 

Yunus Vehbi Yavuz:

 

Sayın Dr. Y. Vehbi Yavuz'un tenkitleri üzerindeki düşüncelerimizi şöyle ifade edebiliriz:

S. 382: Araştırmalarımızda genel olarak, araştırı­lan konunun, dört ana delil karşısındaki durumunun incelenmesi usulünden hareketle “kıyas” deliline yer verilmiştir. İş akdinin, kıyas deliline aykırı olarak “nass”la meşru kılındığının belirlenmesi de gerekir. Başlık böyle bir belirleme için uygun görülmüştür. An­cak ayrıca, konuyu çözümleyen teknik delilin “istihsan” olduğuna işaret etmek gerekirdi. Sayın tenkidçiye bu tesbiti için teşekkür ederim.

S. 384: Kanaatimizce belirtilen sayfada verilen ör­nekten, enflâsyon farkının caiz olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Enflâsyon farkı, araya mal girmeksizin, nakit para borçlarında, belli bir sürenin geçmesi sonucu paranın değer kaybetmesiyle ortaya çıkar. Söz ko­nusu olan ortaklıkta ise. hak ortak mala intikal edeceği için, ilk anapara sürekli olarak, ortaklık sermayesi ve onun üzerindeki kısım kâr kabul edilirse, bu ilk anapa­ra giderek küçülür. Gerçek kârı belirleyebilmek için, Şirketin ilk kuruluşundaki, sermaye arttırımı olmuşsa, arttırma tarihlerindeki birim mal miktarının kârın pay­laşılacağı tarihteki maliyet bedeli anapara sayılmalı, bunun üzerindeki fazlalık kâr kabul edilmelidir. Örnek: İki ortak 15 milyon lira sermaye koyarak, 100 ton buğ­day satın alıp hububat ticaretine  başlasalar. Yıl so­nunda, borçlar düşüldükten sonra kasada 5 milyon lira nakit para ile, depoda 130 ton buğday bulunsa, “30 ton buğday + 5 milyon lira” kâr olur. 100 ton buğday da sermaye karşılığı olur. Yıl sonundaki 100 ton buğdayın depoya giriş maliyeti enflasyon sebebiyle % 50 yüksel­miş bulunsa, şirketin nakit para olarak sermayesini 22 milyon 500 bin lira kabul etmek gerekir. Çünkü bir yıl önceki 15 milyon anapara, yıl sonunda ancak 65,6 ton buğdayın maliyet bedeli olur ki, giderek küçülen böyle bir sermaye ile ticarete devam etmek imkânı kalmaz. İşsizlik sigortası üzerinde  durmama nedenimiz, iş bulamama yüzünden yoksul düşen kimseye İslâm ekonornisinde nafaka, zekât vb. çözümlerin bulunmasıdır.

Ancak, yalnız işsizlerin problemlerini çözmeye çalışan bir yardımlaşma kuruluşunun oluşturulması da mümkündür.

S. 388 vd: Ücretlerin oluşmasında serbest piyasa rekabeti ölçü alınmalıdır. Ancak işverenler gizli anlaş­malarla, işçi zor ve tehdit yoluyle normalin altında ve­ya üstünde ücret belirlenmesine neden olurlarsa, mah­kemenin devreye girerek konuyu çözümlemesi uygun olur. Dengenin zayıf durumdaki işçi aleyhine bozulma­ması için asgarî ücret belirlenmesi de çözüme yardım­cı olur.

Eşit işe eşit ücret adaletin gereğidir. Ücretin mik­tarı, işin ağırlığına, insanı beden veya zihince yorma­sına, maharet ve özel yeteneklere göre hesaplanmalıdır. Durum böyle olunca, bilim adamlarının ücret prami dinin en üst kısımlarında yer alması gerekir. Bu konu­da S. Yunus Vehbi Yavuz'un görüşlerine katılıyorum.

S. 397: İşçi veya memurun “evi yoksa ev edinme­sini, bekârsa evlenmesini, hizmetçi tutmasını ve araç edinmesini” öngören hadîs-i şerifin rüşvetle ilgili yönü bulunsa bile pek çok hadis kaynaklarında mutlak ola­rak değerlendirilmiştir. Bu duruma göre, hadisi “ha­yat standardı ölçüsü” olarak almamız mümkündür. An­cak bu şartların, hemen iş akdiyle birlikte değil, ma'kul bir süre sonra gerçekleşebileceğini düşünmek gerekir. Gelişmiş batı ülkelerinde, İşçi veya memurun bel­li bir süre içinde hadisteki hayat standartlarına ulaş­tığı görülmektedir. Diğer yandan hadisteki dört unsu­run, zekâttaki aslî ihtiyaçlarla da yakından ilgisi var­dır. Ancak hadîsi şerif, ücretle çalışanları zekât alan değil zekât veren bir seviyeye getirmeyi amaçlamış görünmektedir.

S. 402: “Bir örnek giyinmek” tabiri Anadolu'da; iki kişinin aynı kumaştan ve aynı stilde dikilmiş elbiseyi giymesi anlamında kullanılır. Bunun yerine başka ifa­deler de mümkündür.

S. 404: “..onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden. giydirin” hadîsi kölelerle ilgili olsa bile bu durum, ha­dîsin hükmünü evleviyet yoluyle, hürlerin bazı haklarını belirlemede delil almamız mümkündür. Bir evde esir olarak bulunan bir kadın mutfakta pişirilen yemekler­den yeme hakkına sahip olunca, aynı evde bir ücret karşılığı hizmetçi olarak çalışan ve yemeği işverene âit bulunan hür bir kadın bu haktan niçin yararlanma­sın? Ev sahibi üç kap yemek yerken, aşçının zeytin ek­mekle yetinmesi istenebilir mi?. Ancak konuyu daha geniş açıdan düşünerek, büyük işyerlerinde sosyal se­viye ile ilgili olarak değerlendirmek ve ona göre yiye­cek ve giyecek belirlemek gerekir. Günümüzde işçinin vitamin ve kalori ihtiyacı dikkate alınarak ve işçi iyi gıda alırsa verimin de yükseleceği esasından hareket edilerek mümkün olduğu ölçüde kaliteli yemek veril­mesi yoluna gidilmektedir.

S. 405: İşçiye yapılan, yeme içme, giyim ve mes­ken gibi yardımların eskiden para olarak hesaplanma­sı güç olduğu için, bunlar ücrete dâhil edilmemiştir. Bu gün bu gibi yardımların para olarak hesabı yapıla­bilmekte ve bilinmezlik giderilmektedir. Para değeri belirli olan şeyler, ücret de olabildiği için, artık Hanefî' lere göre de bunları ücret kapsamına sokmak mümkün­dür. Burada Mâlikîlerin görüşünü tercihten çok, günü­müzde, eskiden mevcut olan bilinmezliğin kalkmış ol­ması yüzünden, bu yardımları ücret kapsamına yine Hanefî ölçülerine göre almak söz konusudur.

S. 409: Grev ve lokavt hakkı, tarafların iradesini sakatladığı ve onları zarara karşı zarar verme nokta­sına ittiği için meşru görülmemiştir. Durum böyle olun­ca, grevde geçen süreye ücret verilmesi bir çelişki olur.

S. 417: Âyet ve hadislerde çözümü bulunmayan bir meseleyi, Hz. Peygamber (s.s)den sonra sahabe fakîhleri çözümlemiş bulunursa, bunu delil olarak almamız mümkündür. Sahabe, Hz. Peygamberle aynı devirde yaşamaları, Arapçayı iyi bilmeleri sebebiyle şâri-i ha­kimin maksadını kavramada daha şanslıdır. Hz. Ömer devrinde bazı yardım, kuruluşlarının meydana getiril­mesi bunlar arasında sayılabilir. Gerek ortaklıkla ilgili nass'Iar ve gerekse sahabe devrindeki uygulamalar dikkate alınarak emeklilerin yararlanacağı bir yardımlaşma kuruluşunun oluşturulması mümkündür. Kesinti­lerin bir fonda toplanması, üretilmesi ve emekliye “inan ortaklığı” esasları içinde ödeme yapılması, prob­lemi çözmeye yardımcı olabilir. Ciddî bir statü çalışma­sı yapılarak, her ortağın önce kâr daha sonra anapara­sı bitinceye kadar emekli maaşı alması, karşılıklı rızalaşmalar yoluyle bunun dışına çıkılması da mümkün­dür.

Yapıcı, olgun ve kapsamlı tenkitleri için Sayın Veh­bi Yavuz'a tekrar teşekkür eder, başarılar dilerim.[198]

 

İbrahim Vural

 

Sn. Vural, grev ve lokavt konusunu “zarar vermek de zarara zararla karşılık vermek de yoktur” kaidesi­nin ışığı altında incelenmesi gerekirdi, diyor.

Grev ve lokavt yasağını zarar bazına oturtmak, bi­zi zarar söz konusu olmadığı zaman bunların meşru ol­duğu sonucuna götürür. Kimi zaman grevdeki işçi üc­retini sendikadan alır. İşveren de grev bahanesiyle ger­çekte ödemek istemediği borçlardan ve diğer bazı mâlî yükümlülüklerden kurtulmak isteyebilir. Grevden bir bakıma yararlanmış olur. İşletmenin faaliyetini dur­durmak istiyorsa, bunu lokavt tarzında yapar. Bu du­rumlarda taraflar için zarar bir yana bazı yararlar da söz konusudur.

Zarar olsun olmasın, işçinin iş akdi şartlarına ay­kırı bir şekilde işi bırakması, ya da işverenin hiçbir se­bep yokken, işyerini kapatması karşı tarafa bazı hak­lar kazandırır. Bu yüzden biz, konuyu “iş akdini ihlâl etme” prensibine dayandırmayı daha uygun bulduk. Ancak Sayın Vural'ın öne sürdüğü bu kaideye dayan­mak da konuyu güçlendireceği için mümkündür.

Asgarî ücretin mâhiyeti ve şartları incelenirken, biz daha çok aslî ihtiyaçları da kapsayan bir hayat standardı belirlemeye çalıştık. Hadisteki “ev, evlenme, hizmetçi ve araba” unsurlarını bir ölçü olarak verdik. Hadd-i kifâf, hadd-i kifâye terimleriyle ifâde edilen “yetecek ölçüde ücret almak” esası üzerinde durmadık. Çünkü, ücret belirlenmesinde günlük maişet ve ihtiyaçlar esas alınırsa, hem aileden aileye değişen çok de­ğişik ücret miktarları ortaya çıkar ve hem de işçiye ta­sarruf payı bırakılmamış olur. Çocukların eğitimi, ev­lendirilmesi gibi ekstra harcamalar, daha önceki yıl­larda bazı tasarrufları gerekli kılmaktadır. Aksi hal­de sıkıntı söz konusu olur, Diğer yandan işveren ken­disine yetecek miktarın çok üstünde gelir sağlarken, işçinin sürekli olarak “hadd-i kifâye” derecesinde üc­ret alması onu daha güçsüz duruma getirebilir. Hal­buki İslâm, aldığı ekonomik tedbirlerle, sosyal gruplar arasında bir denge kurmayı amaçlamıştır. [199]



[1] Prof. Dr. Feridun Ergin İktisat, Hamle Mat., İstan­bul 1964, s. 322, 323.

[2] Bakara: 2/  49-73; 

 Ömer  Nasuhi  Bilmen,   İstilâhât-ı Fikhıyye Kamusu, c. III, s. 401.

[3] F.  Ergin, a.g.e.,  s.  323;  Prof.   Hıfzı Veldet  Velidedeoğlu, Türk Medeni Hukuku Umumi Esaslar, c. lt s. 25-26, İlaveli 7. Baskı, İst. 1968.

[4] Ergin, a.g.e. s. 293, 294.

[5] Tevbe: 9/120;  Kehf: 18/77;  eş-Şâfiî, er-Risâle, s. 54, 55.

[6] Prof. M. Ebû Zehra, Usûlül-Fıkh, s. 37.

[7] Şâtıbî, el-muvâfakât, Ticariye ve Münîr ed-Dimaş-î Tab'ı, e. I, s. 178, 179.

[8] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 365-367.

[9] İbn Manzur, Lisanü'1-Arab,  Beyrut  1955,  “A-M-L” maddesi.

[10] M. Fuad Abdülbâkî, el-Mu'cemü'1-Müfehres li Elfâ-zı'1-Kur'âni'î-Kerîm, Kâhira 1378/1958, ilgili sözcük­lerin maddeleri

[11] a. esr., “A-M-L” maddesi.

[12] Yasin:  36/35.

[13] Necm: 53/39,

[14] Âl-i İmrân: 3/57.

[15] Kehf: 18/30.

[16] Nesâî, K. 35, B. 44; Zeyd  b. Alî, Müsned, H. 654: ez-Zeyla'î, Nasbu'r-Râye li Ehâdîsi'I-Hidâye, c. IV,. s. 131.

[17] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, c. I, s. 682; Mecelle, mad. 413.

Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 369-370.

[18] er-Remlî, Nihâyetü'l-Muhtâc  ilâ  Şerlıi'l-Minhâc,   C V, s. 247.

[19] Kasas: 28/26.

[20] İbn Mâce, Rehin: 4.

[21] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 370-371.

[22] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV, s. 184; el-Fe-tâvâ'l-Hindiyye, c. IV, s. 448; el-Mâverdî, Ahkâmü's-Sultâniyye, s. 210; İbn Kudâme, el-Muğnî, c. VI, s. 5, c. VII, s. 317; el-Mevsûatü'1-Fıkhıyye, c. I, s. 289, 295; Ali Haydar, a.g.e., c. I, s. 919, 920; Mecelle mad., 423, 469, 570.

[23] el-Merginânî   el-Hidâye, c. III, s. 245; Ali Haydar, a.g.e., c. I, s. 692 vd.

Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 371-372.

[24] eş-Sîrâzî, el-Mühezzeb, c. I, s. 408; el-Fetâvâ'1-Hindiyye. c.  IV,  s, 410, 455, 456; Ali Haydar a.g.e., c. I, s. 693, 694;

[25] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 372-373.

[26] İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr,  c.  IV,  s.  174;  es-Serahsî, el-Mebsût, c. XV, s. 74; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, c. V, s.  1; eş-Şâfiî, el-Ümm, c. 111 s. 250.

[27] el-Kâsânî,  a.g.e.,   c.  IV,  s.   175:   ez-Zühaylî,   el-Fıkhu'1-îslâmî fî Uslûbihi'l-Cedîd, c. I, s.  545'vd.

[28] Ali Haydar, a.g.e. c. I, s. 671, 674.

[29] a. esr. c. I, s. 674.

Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 373-374.

[30] el-Kâsânî, 'a.g.e. c. IV, s. 184;  eş-Şîrâzî,  a.g.e. c. I, s. 396, 398; el-Fetâvâ'î-Hindiyye,  c. IV, s. 470; el-Mevsûatü'l-Fıkhıyye,  c.  I,  s.  262.

[31] el-Fetâvâl-Hindiyye, c. IV, s. 470; ez-Zühaylî, a.g.e. c. I, s. 555.

[32] el-Kâsânî, a.g.e. c. IV,  s.  185;  eş-Şîrâzî, a.g.e. c. I, s. 396; ez-Zühaylî   a.g.e, c. I, s. 556.

[33] el-Kâsânî,  age,  c. I, s. 396; el-Mevsüatü'1-FLkhıyye, c. I, s. 262; ez-Zühaylî, age. c. I, s. 555, 556.

[34] es-Serahsî, age. c. XVI, s. 47; el-Kâsâni age. c. IV, s. 184; el-Fetâvâl'-Hindiyye, c. IV, s. 410, 455, 456; el-Mevsûatü'1-Fikhıyye, c. I, s. 295.

[35] Muhammed Fahr Şakfe, İslâm'da îşçi Hakları, Terc, t. Toksan, s. 45; Mecelle, mad. 455. îşçi ve îsveren Münasebetleri   377

[36] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 374-376.

[37] el-Fetâvâ'1-Hindiyye,  c. IV, s. 412; el-Mevsüli, el-İhtiyâr, c. II, s. 51; İbn Kudâme, el-Muğnî, c. V, s. 327; 

 Dr.  Hamdi   Döndüren,  İslâm  Hukukuna  Göre Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir  1984, s. 81-87.

[38] Nesâî, K. 35, B. 44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654.

[39] el-Fetâvâ'1-Hindiyye,  c. IV,  s.  412;  el-Mevsılî, age, c. II, s, 507.

[40] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 377.

[41] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 377-378.

[42] Kasas: 28/25, 26.

[43] Kasas: 28/2l

[44] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Ahkâm, c. I, s. 673.

[45] Necm: 53/39.

[46] Talâk: 65/6.

[47] A'râf: 7/85.

[48] Kehf: 18/77.

[49] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 378-379.

[50] Buhârî, İcâre: 12; Tecrîd-i Sarih, c.VII, s. 37-41.

[51] Bu hadîsi, İbn Mâce İbn Ömer'den, Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl'de Enes'ten, Ebû Ya'Iâ Müsned'inde Ebû

Hüreyre'den, Taberânî el-Mu'cemu's-Sağîr'inde Câbir'den rivayet etmiştir. İbn Hacer, bütün rivayet­lerin zayıf olduğunu söylemiştir. Bkz. Zeylâ'î, Nas-bu'r-Râye, c. IV, s. 129 vd.; eI-Heysemî Mecmau'z-Zevâid, c. IV, s. 97;  İbn  Hacer,  Sübülü's-Selâm, c.

III,   s.  81,  82;  eş-Şevkânî,  Neylü'l-Evtâr,  c.IV,  s. 292.

[52] Nesâî, K. 35, B. 44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654.

[53] Abdürrazzâk, el-Musannef.

[54] Buhârî   Büyü': 106, İcâre:  12, 15; İbn Mâce, Rehin: 4; A. b. Hanbe), c. II, s. 292, 358, c. III, s.  143, c. IV,  s. 274.

[55] Buhârî, İcâre:  18;  Tıb:  9,  13;  Müslim,  Mûsâkat;  65, 66; Selâm: 6, 77; Ebû Dâvud, Büyü,: '38; İbn Mâce, Ticârât:  10; A. b. Hanbel, c. I, s. 50, 134, 241.

[56] Buhârî, Büyü':  15.

[57] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 380-382.

[58] İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, c. II, s. 218; Ez-Zühaylî, el-Fıkhu'1-İslâmî, c. I, s. 544 vd. Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 382.

[59] es-Serahsî, age. c. XV,  s. 74, 75; el-Kâsânî, age. c.IV,  s. 173,  174;  İbn Rüşd, age. c.  II,  s. 240;

İbnü'l-Hümâm,  Fethu'l-Kadîr, c. c.VII,  s.147; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, c. I, s. 394; İbn Kudâme   el-Muğnî, c.V,  s. 397.

Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 382.

[60] Bilgi   için   bkz.   es-Serahsî,   el-Mebsût,   c.   XXII,   s. 33 vd.; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV, s. 82 vd.;  İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, c. II, s. 234; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. V, s.  58; Dr. Osman Şe­kerci, İslâm Şirketler Hukuku Emek-Sermaye  Şir­keti, İst.  1980.

[61] İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, c. V, s. 3-35, Mecelle,, mad.   1334,  1404.

[62] Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s. 100, 101.

[63] Nisa: 4/58.

[64] A'raf: 7/85.

[65] Ahmed es-Sebî', İşçiler ve İslâm, Râbitatü'l-Âlemi'l-İslâmî Dergisi, Yıl:  19, Sayı:  11, Eylül 1981. Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 383-385.

[66] Nesâî, K. 33, B.  44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654.

[67] İbn Mâce, Rehin: 4.

[68] Central Office of Information;Main- D'oeuvre et Conditions de Travail en Grande-Bretagne, Londres 1965, s. 1 den naklen Dr. Cahit Talas, Sosyal Po­litika, 3. Bası, Sevinç Mat. Ankara 1967, s. 117-129; Antony Babel, Legislation du Travail en Suisse, Geneve 1925, s. 112 den naklen, Dr. Cahit Talaş, age. s. 113, 136, 137. İşçi ve İşveren Münasebetleri 387

[69] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 385-386.

[70] Buhârî, İcâre:  14; Ebû Dâvııd, Akdiye:  12.

[71] Tirmizî, Ahkâm: 17; Talâk: 21; Ebû Dâvud,. Akdiye: 12; İbn Mâce, Ahkâm: 23.

[72] el-Kâsânî, ledâyiu's-Sanâyi', c.  IV, s. 202; el-Merginânî, el-Hidâye, c. II, s. 232; el-Fetâvâ'l-Hindiyyet c. IV, s. 413.

[73] el-Mevsûatü'l-Fıkhıyye, c. I, s. 266.

[74] a. esr. c. I, s. 267.

[75] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm, c. I, s. 929; Mecelle, mad. 580. Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 386-388.

[76] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 388.

[77] Prof. Dr.  Feridun Ergin, İktisat,  s. 332-337.

[78] a. esr. s. 334.

Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 388-389.

[79] Ergin, age. s. 335; Fahr Şakfe, İslâm'da İşçi Hakla­rı, Tere. İ. Toksan, s. 80,

[80] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 389-390.

[81] Ergin, age. s. 336, 337. Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 390.

[82] a. esr. 337; 338.

[83] Nahl: 16/90.

[84] A'raf: 7/85.

[85] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 390-391.

[86] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 391-392.

[87] Dr. Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre  Alım Satımda Kâr Hadleri s. 134 vd.

[88] Ebû Dâvud, Büyü': 49; Tirmizî, Büyü': 73; İbn Mâce, Ticârât: 27; Dârimî Büyü': 13; A. b. Hanbel, c. II, s. 327, c. III, s. 85,   106, 286.

[89] İbn Kudâme, el-Muğnî, c.  IV, s.  240.

[90] el-Bâcî, el-Müntekâ, Mısır 1331, c. V, s. 18; es-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, c. V, s. 220; İbn Hacer el-Askalânî,  Bülûgu'l-Merâm, Terc. A.  Davudoğlu, c, III, s. 50.

[91] el-Kâsânî, age. c, IV, s. 202; Ali Haydar, Dürarul-Hukkâm, c. I, s.  675, 676; es-Serahsî,  el-Mebsût, c. ' XV, s. 74; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, C."V, s. 1; eş-Şâfiî, el-Ümm, c. III   s. 250.

[92] Tröst: Müteşebbise mal sahibi adına hareket yetki­sini veren bir vekâlet sistemidir. Kartel ise:  Çeşitli firmaların aralarında rekabete yer vermemek ve piyasayı istismar  etmek üzere kurdukları bir birlik­tir. Bunlar  gizlice kurulan  ve  piyasa fiyatlarını sun'î olarak yükselterek haksız kazanç elde  etmeyi

[93] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 392-394.

[94] el-Fetava'l-Hindiyye, ve Ankaravî    Fetvaları, icâre bahsi.

[95] Ali Haydar, age. c. I, s. 915; Mecelle, raad. 565.

[96] Ali Haydar, age. c. I, s. 757; Mecelle, mad. 238, 450, 463, 464, 465, 466

[97] a. esr. c. I, s. 913; Mecelle, 56

[98] el-Mevsılî, el-İhtiyâr, c. II, s, 51 vd.; el-Fetâva'1-Hindiyye, c. IV s. 412; İbn Kudâme, el-Muğnî, c. V, s, 327.

[99] Ali Haydar, age. c. I, s. 911.  912,

[100] a. esr. c I, s. 918; Mecelle, mad. 566.

[101] el-Mevsılî, age. c. II, s. 51;  el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 412;  el-Mevsûâtü'1-Fıkhıyye, c. I, s. 263;  Ali Haydar,  age.  c.  I,  s.  757;   Mecelle,  mad.   238,  450, 4R3. 4fi4.

[102] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 394-396.

[103] Nafaka hukuku için bkz. Dr. Haradi Döndüren, De­lilleriyle İslâm Hukuku, Erenler Mat. İst. 1983, 294 vd.

[104] Dâvud, İmare: 10; A. b. Hanbel, Müsned, c. IV, s. 229.

[105] Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 556.

[106] M. Fahr Şakfe, age. s. 92, 93;  Dr, Hayrettin Kara­man, İslâm'da İşçi ve işveren Münâsebetleri, s. 54. 55.

Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 397-398.

[107] F. Ergin, İktisat, s. 338.

[108] el-Bâcî, el-Müntekâ, Nşr. Dâru'l-Kitâbi'l-Arâbî, Bey­rut 1332 H. tarihli baskısından tıpkı basım, c. V, s. 17.

[109] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 398-400.

[110] Antony Babel, Legislation du Travail en Suisse, Geneve 1925, s. 112 den naklen Cahit Talaş, Sosyal Po­litika Tedbirleri, s. 113.

[111] a. esr. a. y.

[112] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 400-402.

[113] Bakara: 2/236.

[114] Buharı, İman: 22; İtk: 15; Müslim,  Eymân, H. 40.

[115] Prof. F. Ergin, İktisat, s. 339.

[116] İş Kan. Mad. 67-70, 78, 80 vd Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 402-403.

[117] Buhârî, İcâre: 14; Tirmizî, Ahkâm: 17, Talâk: 21; Ebû Dâvud, Akdıye: 12; İbn Mâce, Ahkâm: 23; el-Mevsûatü'l-Fıkhıyye, c. I, s. 289, 290; İbn Kûdâme-el-Muğnî, c. VI, s. 41.

[118] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 403-404.

[119] Buhârî, İmân:  22; Itk: 15; Müslim, Eymân,  H. 40.

[120] Bakara: 2/233.

[121] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm, c. I, s. 926; Mecelle, mad. 43, 576.

[122] ez-Zühaylî, el-Fıkhu'1-İslâmî fî Uslûbihi'l-Cedîd,

[123] İbn Mâce.

[124] Ali Haydar, age. c. I, s. 918; Mecelle, mad. 567.

[125] Fahr Şakfe, age. s. 97.

Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 404-407.

[126] Buhârî, İmân: 22; Itk:  15;  Müslim, Eymân, H. 40.

[127] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 407-408.

[128] A. b. Hanbel, c. VI, s. 25, 29; Ebû Dâvud, İmâre: 14; Ebû Ubeyd, Kitâbü'l-Emvâl, s. 242. Avf b. Mâlîk'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûl-i Ekrem (S.A.S), fey' arazîsi gelince, bunları

[129] Ahmed es-Seb'î, İşçiler ve İslâm, Rabıta tü'1-Alemi'l-İslâmî Dergisi, Yıl: 19, sayı: 11, Eylül 1981.

[130] Ebû Ubeyd age. s. 238.

[131] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 408-409.

[132] Ergin, İktisat, s. 328 vd.

[133] S, Ağaoğlu-S. Hüdâioğlu, İş Hukuku  Dersleri,  İst. 1939, s. 76, 80.

[134] Saymen,   Türkiye'de   Sosyal Sigortaların   Gelişme Temayülleri, .İst.  Hukuk.  Fak.  Mec.   Sayı:   3-4,  ist. 1953,  s. 1090.

[135] Türk İş Dergisi, Özel Sayı, 21 Aralık 1983, s. 2, 3,.

[136] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 409-410.

[137] Ergin, age. s. 351, 352.

[138] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 410-411.

[139] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 411-412.

[140] el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 416; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, c. I, s. 403, 404; el-Mevsûatü'1-Fıkhıyye, c. I, s. 271.

Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 413.

[141] Ebû Dâvud;  Buyu':  54;  Beyhakî, es-Sünenü'1-Kübrâ, c, VI, s. 27; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Raye, c. IV, s. 30.

[142] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 413-414.

[143] es-Serahsî, el-Mebsût, c. XVI,  s. 2: el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV, s. 197,' 198;  el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 458-460.

[144] es-Şîrâzî, age. c. I, s. 405; el-Mevsûatü'1-Fıkhıyye, c.I, s. 272. Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 414.

[145] el-Mevsûatü'1-Fıkhıyye, c. I,  s. 273.

(â/a) Dr. Farkter Tüzek, İş Akdini Fesih Hakkının Kö­tüye Kullanılması, Kazancı Yayınları, Bilim Dizisi: 3, 1976. s. 33 vd.

[146] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 415.

[147] Nesâî, Eymân: 10;  Zeyd b. Alî. Müsned: H. 54.

[148] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 415-417.

[149] Prof. M. Hamidullah, İslâm'a Giriş, Tere. Kemal Kuşçu, İrfan Mat., İst. 1973, s. 201, 202; Medine'de, Muhacirler, Ensar ve Yahudiler arasında yapılan Anayasa, Madde: 3-10, bu Anayasa'nın tam metnini İbn Hışam, Sîretü'n-Nebevi'sinde, Ebû Ubeyd Ka­sım b. Sellâm da Kitâbü'l-Emvâl adlı eserinde ver­miştir.

[150] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr,  c.  V,  Maâkîl   bahsi; Prof. Dr. Ahmed  ez-Zerkâ  “İslâm'a  Göre Sigorta, Terc. Dr. H. Karaman, Faizsiz Banka Kalkınma Si­gorta, İst.  1976, s. 190. Ö. N. Bilmen, Hukuki İslâmiyye, c. III, s. 52-58.

[151] M. Hamidullah, age. s. 201-203.

[152] Buhâri, İcâre,  12; K. Miras, Tecrîd-i Sarîh, c. VII, s.  37-41.

[153] K. Miras, age. c. VII, s. 42.

[154] Prof. Dr. Neşet Çağatay, Ahîlık, Ankara 1974, s. 101; Dr. Hamdi  Döndüren, İslâm Hukukuna  Göre Alım Satımda Kâr Hadleri, s. 184, 185.

[155] es-Serahsî, el-Mebsût, c. XI, s. 152-154; el-Kasânî, Bedâyiu's-Sanâyi' c. VI, s. 57 vd.; İbnü'l-Hümâm,, Fethu'l-Kadîr, c. V, s. 20 vd.

[156] Sos. Sigor. Kanunu, mad. 73, 74.

[157] Prof. Dr. Kenan Tunçomağ, Sosyal Güvenlik Kav­ramı ve Sosyal Sigortalar, Sermet Mat. İst. 1975, s. 95, 96.

[158] a. esr. s. 96, 97.

[159] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 417-422.

[160] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 423.

[161] Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm, c. I: s. 923; Mecelle, mad. 64, 572, 780.

[162] Mecelle: 58/571.

[163] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 423-424.

[164] Beyhakî'den naklen, Süyûtî, Câmiu's-Sağîr (maa Feyzi'1-Kadir)' c. II, s. 286.

[165] a. esr. c. II, s. 290.

[166] Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, c. II, s. 233.

[167] Enfâl: 8/27.

[168] Müslim, İmân: H.  164: Ebû Dâvud, Büyü':  50;  Tirmizî Büyü': 72.

[169] İbn  Hacer  el-Askalânî, Bulûğu'1-Merâm, Tere. A. Davudoğlu, c. III, s. 55.

Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 424-425.

[170] Ali Haydar, age. c. I, s. 692, 693.

[171] el-Fetâvâ'1-Hindiyye, c. IV, s. 413, 437, 438; el-Mevsûatül-Fıkhıyye, c. I, s. 269; Ali Haydar, age. c. I, s. 918; Mecelle, raad. 425, 568.

[172] Nisa: 4/59.

[173] Mâide: 5/1.

[174] Buhârî,  İcâre:  14; Ebû Dâvud, Akdıye:  12.

[175] Buharı, el-Ahkâm: 4; Müslim, İmâre: H. 39; el-Kâ-ânî, Bedâyiu's-Sanâyi', c. IV. s. 184, 189, 191; eş-Şîrâzî,  el-Mühezzeb, c. I,  s. 194;   İbn Kudâme,  el-Muğnî c. VI, s. 134-143.

Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 425-427.

[176] Mecelle, mad. 610.

[177] Şafii, el-Ümm, c. VII, s.  87,  261;   Zeylâ'î,  Nasbu'r-Râye, c. IV, s. 141.

[178] Kasas: 28/26.

[179] Buhârî,  Zekât: 25.

[180] el-Kâsânî, age, c. IV, s. 199-200;  el-Mevsûatü'1-fıkhıyye, c. I, s. 273; Ali Haydar, age. c. I, s. 588, 589; Dr. Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna  Göre Alım Satımda Kâr Hadleri, s. 151, 152. Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 427-428.

[181] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 429-431.

[182] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 436.

[183] Fussılet: 41/33.

[184] Yasin: 36/35.

[185] Nahl:  16/93.

[186] Zübdet'ül Buharî Terc. s. 100. No: 285.

[187] A'raf: 7/85.

[188] Kehf: 18/79.

[189] Bakara: 2/286.

[190] Zübdet’ül Buharı Terc. s. 215 No:  562.

[191] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 436-439.

[192] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 439.

[193] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 436-443.

[194] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 443-447.

[195] Tevbe:  9/120.

[196] Kehf:  18/77.

[197] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 447-448.

[198] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 449-452.

[199] Dk. Hamdi Döndüren, İslâm’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat Yayınları: 452-453.