İSLÂMDA TEŞRİ VE FIKIH TARİHİ VE METODU
İslâm Fıkhının Ve Teşrî' Tarihinin İncelenmesinin Önemi
Her Toplumun Bütün Hayatına Hakim Olacak Bir Sisteme İhtiyacı Vardır:
Serî'atın ve Teşrî'in Manaları
İslâm Şerî'atımn Diğer Semavi Şerî'atlar Arasındaki Yeri
İlâhi Kanun İle Beşeri Kanun Arasındaki Fark
İslâm Düşünce Tarihinde Şer'i Hüküm Koymanın Devirleri Ve Aşamaları:
Resûlüllâh (SAV) M Hayatında Şer'i Hüküm Koyma Hakkında:
Resûlüllâh (SAV) İn Devrinde Şer'i Hüküm Koymanın Kaynakları:
Kur'ân'm Bölük Bölük İnmesinin Hikmeti
Şer'i Hükümlerin Aşamalı Olarak Meşru Kılınmasının En Açık Örneği içkinin Haram Kılınmasıdır:
Kur'an-I Kerimin Bölük Bölük İnmesinin Hikmeti, Eğitim Ve Öğretimde İstifade Edilmesi İçindir:
Mekke Devrinde Meşru Kılınan Hükümler:
Medine Devrinde Meşru Kılınan Hükümler:
Medine'deki Şer'i Hükümlerin Mekke'deki Şer'i Hükümler İle Bağlantısı:
Mekke'de İnen Ayetler İle Medine'de İnen Ayetlerin Özellikleri
Mekke'de İnen Sürelerin Özellikleri:
Mekke'de İnen Âyetler İle Medine'de İnen Âyetlerin Arasındaki Fark:
Mekke'de İnen Âyetlerin Özellikleri:
Medine'de İnen Âyetlerin Özellikleri
Medine'de İnen Sûrelerin İniş Tarihlerinin De Yaklaşık Olarak Belirlenmesi Mümkündür:
Kur'ân'ın Bir Fiilin.(Bir İşin) Yapılmasını İstemekte Kullandığı Çeşitli Üslûblar:
Kur'ân'ın Bir Fiilin Yapılmamasını İstemekte Kullandığı Çeşitli Üslûblar:
Kur'ân'ın Şer'i Hükümleri Açıklamadaki Metodu:
Kur'ân Hayatın Bölümlerinin Hükümlerini Açıklamıştır:
Sünnet İslâmda Şer'i Hüküm Koymanın İkinci Kaynağıdır:
Sünnet Hakkında Yanlış Düşünenlerin İleri Sürdükleri İddiaları:
İmam Şafii Şer'i Hükümleri Şu Kısımlara Ayırmıştır.
Sünnet (Hadis) İn Resûlüllâh'in Devrinde Yazılmaya Başlanması:
Hadisin Yazılmasının, Yasaklanmasının Sebebi Hakkında Âlimler İhtilâf Etmişlerdir:
Ashabın Resûlullâh (SAV) Dan İlim Öğrenmeleri:
Kur'ân'ın Sahifelerde Ve Kalblerde Muhafaza Edilmesi:
Resûlüllâh (Sav) Devrinde Ashabın İçtihadı:
1) Resûlullâh (Sav) Bulunmadığında Ashabın İçtihat Etmeleri:
2- Rasûluuâh (SAV)In Huzurunda Ashabın İctihad Etmeleri:
Kur'an Ve Sünnette Şer'i Hüküm Koymanın Özellikleri:
Münkerin De Dereceleri Vardır:
3) Şerî'at, Bir Bütündür. Bölünmeyi Kabul Etmez:
4) İslâm Şerî'atını Nassları (Delilleri) Beşerin Bütün İhtiyaçlarına Cevap Verir:
Kur'an Ve Sünnette Gelen Bütün Hükümler:
Kur'an Ve Sünnetin Cahiliyyet Devri Hükümlerinden İptal Ettiği En Önemli Hükümler Şunlardır:
Hz. Ebû Bekir Devrinde Kur'ân'ın Cem' Edilmesi
Hz. Osman'ın Kur'an-I Yazdırmasının Sebebi:
İslami Fetihler Ve Fetihlerin Gereği
Sahabenin İttifak Ettikleri Meselelerin En Önemlileri:
Sahabenin İhtilaf Ettikleri En Önemli Meseleler:
6) Eşlerden Birinin Hür, Diğerinin Hür Olmaması Halinde Talakın Adedi:
7) Kocası Vefat Eden Hamile Kadının İddeti:
8) İlâ'da Talâkın Meydana Gelmesi Vakti:
9) Üç Talâkla Boşanan Kadına Nafaka Ve Mesken Verilip Verilmemesi:
10) Sahih Dedenin Ölünün Kardeşleri İle Mirasçı Olup Olmaması:
11) Ölünün Kız Kardeşleri, Ölünün Kızları İle Mirasçı Olup Olmamaları:
Fetvalarda Meydana Gelen İhtilafın Sebebleri:
İhtilafın Sebebleri Şunlardır:
Hadis Rivayetinin Dikkatle Araştırılması Ve Kesin Olarak Bilinmedikçe Nakledilmemesi:
Sahabe Delil Bulamadıklarında Birçok Meselelerde Kendi Reyleriyle İctihadda Bulunmuşlardır:
Yerilen İctihad İle Amel Edilen İçtihadın Arasının Bulunması:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile (başlıyorum.)
Bütün hamd ve senalar yalnız Allah Tealâ'ya mahsustur. O'na hamd eder, O'ndan yardım ister, günahlarımızı bağışlamasını dileriz. Nefislerimizin yaptığı kötülüklerden ve işlerimizin çirkinliklerinden Allah Tealâ'ya sığınırız. Allah Tealâ kimi doğru yola eriştirirse artık onu şaşırtacak hiç kimse yoktur. Kimi de şaşırtırsa onu da doğru yola iletecek kimse yoktur. Biz Allah Tealâ'dan başka ilâh olmadığına, bir olup ortağı bulunmadığına, Hazreti Muhammed (SAV) in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahadet ederiz.
AllâhTealâ'nm salat ve selâmı Rasûlulâh' (SAV)ın ve onun âl ve ashabının, onun daveti gibi insanları islâmiyete davet edenin ve onun gitmiş olduğu yolda gidenin üzerine olsun.
Teşr'î (şer'i hüküm koyma) ve İslâm Fıkıh tarihinin ana hatlarıyla konulan şunlardır:
Şer'i hüküm koyma ile ilgili bahisler, Şer'i hüküm koymanın kaynaklan, Fıkhın doğuşu ve gelişmesi,
Müctehidlerin mezhepleri ve bu mezheplerden her birinin kuralları ile metodları,
Müctehidlerin hal tercümeleri ve delilleri araştırarak onlardan hüküm çıkarırken harcadıkları büyük gayret ve yüksek bilgileri, fıkhın büyüyüp olgunlaşması, her asırda
hayatın sorunlarını başarı ile çözümlemesi, insanlığın yükselme ve gelişme sebeplerini üstlenmesi, direklerini hak ve adalet esasları üzerine dikerek örnek ve üstün bir medeniyet meydana getirmiş olması.
Anlatılan bu konular, araştırmacılara ilim kapısını açbu asırda islâm fıkhının gelişip yükselme sebeplerine yapışan-ların yolunu aydınlatır.
Bu yolda yürüyen müslümanlar geçmişteki şeref ve haysiyetlerini yeniden kazanırlar, milletler arasında ön saf da yerlerini alırlar.
Zira her maksadın ardında Allah Tealâ vardır.
H. 1407-M. 1987 Mennâ' Halil
el-Kattan
Yüksek Kadılık Enstitüsi Müdürü - Riyad[1]
Tarih: olayları ve bunların meydana gelmiş olduğu zamanı, insanların hayatı üzerinde bırakmış olduğu etkileri anlatan bir ilimdir.
İlimlerden herhangi bir ilmin tarihi; o ilmin doğuşundan, aşamalarından, gelişiminden ve bu ilme hizmet-etmiş olan insanların hayatından bahseder.
İlimlere ait tarih: umumi (genel) tarih herhangi bir asırdaki olayları, meşhur adamları, ilmi ve fikri durumları kısa ve öz olarak anlatan ilimdir.
Her ilmin tarihi, bir ilim dalı olması için araştırılmalı, metotlu bir şekilde konusu, kuralları ve faydaları tertipli ve düzenli olarak yazılmalıdır.
Fakat tarihe gereken önem verilmediği için her ilmin tarihi araştırılarak mükemmel bir metodla yazılmamıştır. Bununla önceki âlimlerin araştırma metodlarını bilmediklerini kasdetmiyorum. Çünkü onlardan bazıları ilimlerin tarihinden bahsetmişlerdir. Fakat çok kısa değindikleri için ihtiyaca cevap verecek seviyede değildir.
İbn-i Haldun, Mukaddimesinin altıncı babım ilimlere, ilimlerin sınıflarına, öğretilmesine, öğretilmede takip edilecek yollara, öğretim faktörlerine, öğretimle ilişkisi bulunan durumlara ayırmıştır. Yine îbn-i Haldun, mukaddimesinin yedinci faslını fıkıh ilmine ve fıkıh ilmine bağlı olan ferâiz ilmine tahsis etmiştir.
Dr. Hasan İbrahim Hasan "Tarihü'l -islâm es-Siyâsi ve'd Dini ve's-Sekafî ve'l içtimaî" isimli kitabında kültüre ait bir bap ayırıp orada nakli ve akli ilimlerden, İslâmın hüküm sürdüğü asırlarda yazılan kitaplardan, bu ilimlerin gelişmesinden kısaca bahsetmiştir.
Üstad Ahmet Emin ""Fecrü'l-İslâm", "Duha'l-İslâm", "Zuhuru' 1-İslâm"" isimli kitaplarında islâm tarihindeki düşünce hayatını inceleyip islâmi ilimlere ve kültüre değinmiştir.
Alimlerin hizmet etmeyi ihmal ettikleri ilimlerden biri de, islâmda fıkıh ve teşri' tarihidir. Alimlerden çok azı, bu yeni ilimde araştırma metodlarının anahatlarını çizen kısa kitaplar yazmışlardır. Bu yeni ilim üzerinde çalışanlar, bu kitablardaki anahatlara bağlı kalmalı, onları kendilerine rehber edinmeli, bu yeni ilmin temel prensiplerini geliştirmeye ve tamamlamaya gayret göstermelidirler Bu yeni ilme ait yazılan kitaplardan bazıları şunlardır:
Hudarî'nin "Tarihü't -Teşri' el- İslâmî"
Dr. Ali Hasan Abdülkadir'in "Nazratün Ammetün fı-Tarihi'l-Fıkhı'l- İslâmî" Es-Sayis'in "Tarihü'l -Fıkhı'l -İslâmî"
Dr. Muhammed Yusuf Musa'nın "Tarihu't-Teşrî' el-îslâmî"-
Abdülazim Şerifuddin'in "Tarihü'l-Teşri'el- islâmî"
Faziletli Üstâd Muhammed Ebû Zehra da bu konu ile ilgili bahisleri kapsayan kitaplar yazmıştır: "Tarihü'l-mezahip el- îslâmî", "İmam zeyd b. Ali", "İmam Ebû hanife", "İmam Malik", "İmam Şafiî", "İmam Ahmed", "İbn-i Hazm", "îbn-i Teymiyye" gibi imamların hayatlarina ait kitapları, seri halinde çıkarmış olduğu kitaplardandır.
Ostâd Ali Hasbullah'ın "Usulü't- Teşrî'il-İslâmî" kitabı ile Muhammed b el-Hasan el-Hacevî es-Seâlibî el-Fasî'nin "el-Fikrü's-Sâmi fı-Tarihi'1-Fıkhı'l- Islâmî" kitabı da bu konuyu ele alan kitaplardandır. Yine Zerka'nın "el-Medhalitf-Fıkhî el-Âmm" kitabı, el-Mahmasâni'nin "Felsefetü'l-Teşrî' fı'1-İslâmî" ve "Medhalü'l -Fıkhı el- islâmî" kitabları, Dr. Muhammed Baltacı'nm yeni çıkan "Menahicü't-teşrîî 1- İslâmf fı'l Kami's- Sani el-Hicri" kitabı bu yeni ilme hizmet eden ve bu ilmin konularının çoğunu kapsayan kitaplardandır.
İmam Yusuf un "îhtilaf-i Ebi Hanife ve İbn-i Ebi Leyla", Razi' nin "Adâbü'ş- Şafii ve Menâkıbuhu", İbn-i Kayyım'in "İ'lâmü'l-müvakkıin", İbn-i Abdi'l-Berr'in "el-İntikaü Min Fedaili's-selâse ti'1-Eimmeti'l-Fukahâi" kadı İyaz'ın "Tertibü'l medârik ve tertibü'l-mesalik Li-Marifet-i A'lâm-i Mezheb-i Malik", İbn-i Sa'd'ın "et-Tabâkatü'l Kübrâ", "Tabakatü'ş Şâfıiyye", "Tabâkatü'l Hanâbile" Bu kitaplar ise mezhepler hakkında bu yeni ilim için kaynak kitaplardan sayılır. [2]
Herhangi bir ilmin tarihinin incelenmesinden maksat, o ilimden istifade edebilmesi için temel esaslarının, konularının, hedeflerinin ve faydalarının bilinmesidir. Çünkü islâm fıkhı, ibadetler ve muameleler hakkındaki feri hükümleri bir araya getirmekte kusur etmemiştir. Genel manada islâm; itikadda ibadette, sosyal hayatta,
iktisadda, siyasette ve şer i' hüküm koymada insan hayatının bütün bölümlerinde mükemmel bir yoldur. İslâm flkhi, bir takım aşamalar sonunda en son mertebeye ulaşarak sağlam bir bina haline gelmiştir, İslâm fıkhı, beşer medeniyyetini, çeşitli muameleleri, insanlık ilişkilerini, müslümanlar için ince bir şekilde düzene koymuştur. Bu anlatılan hususlar, islâm fıkhının ve teşri' tarihinin incelenmesine büyük önem kazandırır. Çünkü bu inceleme islâmi hayatı ayakta tutan temel pirensipleri kapsamaktadır. İslâm şeri'atı, ümmet binasının üzerine kurulduğu temel ve medeniyetin gelişmesinde hareket noktasıdır insanlar bu ümmetin tarihinde altın çağını yaşarken hayatı şekillendirmede, insani medeniyetin mesajını anlamada, dünya ve ahiret için hayırlı işler yapmaya yönelmekte en güzel medeniyet örneğini görmüştür.
İslâm, bazı devirlerde islâmi değerleri zayıflatmaya ve müslümanları hak yoldan saptırmaya çalışan yıkıcı fikri akımların saldırılarına zaman zaman maruz kalmıştır.
İslâm şeri'atı, ilk önce Roma ve İran felsefi fikir akımlarının saldırısına uğramıştır. İnsanlardan bazıları bu kısır akli çelişkiye aldandılar. İlm-i Kelâm'da din ile felsefeyi uzlaştırmaya çalıştılar. Dinin aslına ve yapısına felsefeden yabancı kavramlar soktular. Bu yüzden dini bahisler, din ile hiç alakası olmayan bahisler halini aldı
Fakat islâm akidesinin açık olması, ihlâsh ve samimi âlimlerin çalışmaları islâm akidesine felsefenin etki etmesine ve yabancı manaların girmesine engel oldular.
Bugün ve bu asırda ise, başka yıkıcı akımlar islâmi çağdışı ve kuralları katı diye suçlayarak çağdaş gelişmeye
karşı, ihtiyaçlara cevap vermeye elverişli olmadığını ileri sürerek İslama saldırıyorlar.
İslâm fıkhı, müslümanlarm hayatında hem sosyal gidişatı, hemde iş hayatını temsil etmektedir. Bu yüzden islâm fıkhı, gerek Avrupa medeniyetinden ve gerekse komünist devletlerden islâmı yıkmak için arka arkaya gelen hücumlardan her ikisine birden eşit olarak karşı koyacak birinci savunma hattını teşkil eder. Bu bakımdan islâmın gelişip ilerlemesini isteyen ıslahatçı müslümanlar ıslâh hareketine fıkıhdan başlamak istiyorlar. Çünkü fıkıh, ıslâh davetçilerine göre, islâm tarihini temsil etmektedir. Onlar Rasûlullâh' (SAV) in devrindeki islâm'a dönmek istiyorlar. Sosyal gelişmenin hayatını ve kudretini o devirdeki islâm da görüyorlar. Bugünkü fıkıh İçin ise, "Onun çoğu müctehidlerin içtihadından ibarettir" diyorlar. Bu ıslahatçılar, seri' hüküm koymanın asıl kaynaklarına ve islâma has olan imkanlara baş vurarak, islâmın özünden hareket ederek insan hayatı için tam mükemmel ve gerçek bir nizama ulaşmak istiyorlar. Bu husus ancak fıkhı ve fıkhın gelişmesini yeniden gözden geçirmekle ve islâmı yeniden asrı saadet devrindeki temel üzerine oturtarak, ictihad günlerine ve müslümanlarm fıkhı geliştirme devrine dönmek mümkün olur. [3]
Hangi toplum olursa olsun aralarında anarşi çıkmaması için bir arada yaşamalarını sağlayacak, fertlerin haklarını koruyacak aralarındaki ilişkileri düzenliyecek, temel pirensipler ve kaideler sistemine muhtaçdır.
Çünkü insan, bencil ve kendi menfatmı başkasının menfatına tercih etmek üzere yaratılmıştır. İnsanın içinde bir takım duygular bulunmaktadır ki, bu duygular düzeltilmeye ve terbiye edilmeye muhtaçdır. Ta ki, bir insan kendi kardeşi olan diğer bir insana zülüm etmesin. Hiç bir insan, diğer insanlardan ayrı bir yerde tek başına yaşıyamaz. Bir insanın yaşaması diğer insanların yaşamalarına bağlıdır. Bir insan diğer insanlarla sosyal ve ortak menfaatlarda ve işlerde yardımlaşır, karşılıklı değişimde bulunur. İşte filozofların "İnsan tabiatı icabı medenidir" sözlerinin manası budur.
İbn-i Haldun, bu gerçeği "İnsanların toplu olarak yaşamaları zaruridir" ifadesiyle açıklamıştır.
Filozofların ıstılahında, insanların toplu olarak bir arada yaşamalarına medeniyyet adı verilir ki, ümranın manası da bundan ibarettir. Ümranın veya insanın tabii olarak medeni oluşunun izahı şudur: İnsanın geçimini temin etmesi için muhtaç olduğu her şeyi kendi başına yapması mümkün değildir.
İnsanların hayatlarını ve varlıklarım sürdürebilmeleri ancak toplu olarak yaşamalarına, yiyecek, içecek, mesken gibi zaruri ihtiyaçları temin etmek için bir birleriyle yardımlaşmalarına bağlıdır. Bir arada yaşayan insanlar, zaruri ihtiyaçlarını alım satım yaparak temin etmeye çalışırlar. İnsanların hayvani tabiatında haksızlık yapmak ve saldırmak bulunduğu içjin her insan, muhtaç olduğu şeyi diğer insanın elinden zorla almak ister, diğeri de vermez. Bu yüzden aralarında birbirini öldürmeye kadar götürecek mücadele başlar. İnsanların anarşi ortamında yaşamaları ise mümkün değildir. Bu takdirde insanları bir birine karşı koruyacak ve saldırılarım Önleyecek bir başkana mutlaka ihtiyaç vardır. Bundan dolayı insanların arasındaki ilişkileri ve münasebetleri adalet ve eşitlik üzere sağlayacak ve yerleştirecek bir sistemin bulunması şarttır. Hatta aile ve kabile olarak ortaya çıkmış olan ilkel toplumların dahi çevre şartlarına göre, bir takım kaideleri, pirensipleri, örf ve adetleri bulunur. Hayatın gelişmesi ve ihtiyaçların yenilenmesiyle örfler, adetler ve hayatı düzenleyen kurallar da gelişir. Bu kurallar, insanların hayatında zaruri özellikler kazanır. Aralarındaki anlaşmazlıklarda ona müracat ederler. Bir toplumun hayatı yükselince fıkirleride yükselir. Kendi güvenliğini ve refahım gerçekleştirecek bir takım temel kurallar geliştirir. İşte bu gibi kurallara "kanun" adı verilir. [4]
Hukukçuların bir toplumun ihtiyaçlarını karşılamak, isteklerine cevap vermek, iktisadi ve sosyal işlerini düzenlemek için koymuş oldukları kaidelerin, prensiplerin ve düzenlemelerin toplamına "kanun" adı verilir.
Bir toplumun tecrübelerden istifade ederek kanunlarındaki hataları düzeltmeleri, değiştirip, geliştirerek tabiatlarına uygun olarak yapmaları o toplumun ilerlemede ve yükselmede ulaştığı durumu yansıtır.
Bu manada kanun değişkendir. Her toplumun kanunu diğer toplumun kanunundan değişik olur. Çünkü her toplumun örfleri, âdetleri ve özellikleri ayrıdır. İlim ve kültür dereceleri farklıdır. Bundan dolayı bir topluma uygun olan kanun, diğer topluma uygun olmayabilir. Bir asra uygun olan kanun da diğer bir asra uygun olmaya
bilir Çevreleri, âdetleri ve fikirleri değişik olan iki toplum için aynı beşeri kanun uygun olmadığı aşikardır.
Beşeri kanun, kulu yaratıcısına bağlayan, Rabbi ile ilişkisini düzenleyen, dünyaya gelişindeki hikmeti ve ahirette gideceği yeri açıklayan dini akideye (inanca) değer vermediği gibi insanın vicdanını uyaran, insanda hayır duygularını geliştiren insanı manevi haklan gözetmeye ve bunlara bağlı kalmaya teşvik eden ahlâki faziletlere de değer vermez.
İnsanların bu gibi kanunlara "eş-şerâiu'1-vaziyye" demeleri mecazdır, "kanun" kelimesinin aslı yunanca olup kaide manasında kullanılıyordu. Oradan arabça'ya girdi. Arabça'da her şeyin ölçüsü manasında kullanıldı. Müslüman âlimler, ilk asırlarda kanun kelimesini şer'i veya şer'i hüküm manasında kullanmadılar. Yine müslüman âlimler, şer'i hüküm koyan manasında olan "Sari" veya "müşerri" kelimelerini kanun koyan manasında olan "vâzıu'l-kanun" veya "mükannin" kelimelerinin yerinde kullanmadılar. Ancak sonra yetişen âlimler, beşeri kanunların tesiri altında kaldıkları için "sari"' ve "müşerri" kelimelerini kanun koyan manasında kullandılar. Bu yüzden şerî'at ıstılahlarını kanun koymada kullandılar. İslâm fıkıh ıstılahı ise, bunu kesinlikle kabul etmez. Bu husus şerî'at ve teşri' kelimelerinin manaları tarif edilirken daha iyi açıklanacaktır. [5]
"eş-Şer'u" kelimesi lügatta: "şere'a" kelimesinin masdarı, "et-teşrî"' kelimesi ise "şerre'a" kelimesinin masdarıdır.
Şerî'atın lügâtta kullanılan asıl manası: "içmek için gidilen su kaynağıdır" Araplar, şerî'at kelimesini doğru yol manasında kullanmışlardır. Su kaynağı bedenlerin sağlıklarını sürdürerek hayatta kalmalarına sebep olduğu gibi, insanları hayra götüren ve dosdoğru yol olan şerî'at da ruhların ebedi hayatlarına ve gerçek saadetlerine ve kalplerin huzura kavuşmalarına sebep olmaktadır. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Sonra (Ey Muhammedi) seni (dinden) bir yol üzere memur kıldık, onun için sen o serî'ata uy!" [Casiye sûresi 18] buyurmuştur.
Deve su kaynağına geldiği vakit "şereati'l-ibilü" denir. Birine yol gösterilip bu yol açıklandığı vakit "şuria lehu'1-emru" denir.
Nitekim Tealâ Hazretleri: "Sizin için dinden Nuh'a tavsiye ettiğini sizede şerî'at yaptı." [Şura sûresi: 13] ve: "Yoksa onların (Mekke kafirlerinin) Allah'ın izin vermediği şeyleri (o fasid) dinlerinden kendilerine şeriat (çıkarıp) yapan ortaklarımı var?: [Şura sûresi: 21] buyurmuştur. Kamus sahibi; "Şeriat: Allah Tealâ'mn kullan için koymuş olduğu seri' hükümlerdir" demiştir.
Ragıb: "eş-Şer'u: "Açık ve geniş yol manasınadır, şer'atü'lehu'l-emre= Ona geniş bir yol gösterdim" denir, eş-şer'u aslında mastardır sonra açık ve geniş yola isim yapılmış, şir'a şer'a ve şeri'ât denilmiştir. Bu da dinde ilâhi yol manasında kullanılır" demiştir.
Bazıları: "şerî'at su kaynağına benzetildiği için şerî'at denilmiştir, çünkü herkim ki, şerî'atta hakikat ve doğruluk üzere giderse, hem içip kanar hemde temizlenir" demişlerdir.
İslâm şeriatının ıstılah manası: Allah Tealâ'mn kullarının dünya ve ahiretteki saadetlerini gerçekleştirmeleri için hayatın çeşitli bölümlerini düzenleyen akideler (inançlar) ibadetler, ahlâk ve muamelelerden koymuş olduğu hükümlerdir.
Allah Tealâ'mn serî'atı: Dostdoğru ve hak olan açık bir yoldur ki, insanı sapmaktan, eğrilmekten korur, kötülüklere düşmekten nefsin duygu ve isteklerinden uzaklaştırır. Şerî'at, tatlı bir su kaynağıdır, insanların susuzluğunu giderir, ruhlarına hayat verir, kalplerini huzura kavuşturur. Allah Tealâ'mn seri' hükümleri koymasındaki hikmeti, insanların hak yol üzerinde dostdoğru giderek dünya ve ahiret saadetini elde etmeleri içindir. Bu manaya göre şerî'at: Allah Tealâ tarafından gelmiş ve peygamberleri tarafından kullarına tebliğ edilmiş olan hükümlere mahsustur.
Allah Tealâ'ya ""İlk sâri" ve hükümlerine de "şer'i"" denir. Bundan dolayı seri' kelimesinin "kavanin-i vaziyye" hakkında kullanılması caiz değildir. Çünkü bu kanunları insanlar yapmışlardır. Yazarlardan bir çoğu, "kavanin-i vaziyy" ye "teşrî'-i vaz'i" ve "ilâhi vahye" de "teşr'i-i semavi" demeyi adet edinmişlerdir. Doğru olan, seri' veya şerî'at kelimeleri ancak ilâhi yol hakkında kullanılır. İnsanların sistemleri ve kanunları hakkında kullanılamaz. [6]
Allah Tealâ insanları islâm fıtratı üzere yaratmış ve bununla beraber tabiatlarına kontrol edilmesi zor olan meyiller, içgüdüler, istek ve arzular gibi çeşitli duygular koymuştur. Bu kontrol edilmesi zor olan fena istek ve duygular, islâm fıtratını korumak için aklını kullanmayan insanı, tesiri altına alarak hak yoldan sapmasına sebep olur. Nitekim Tealâ Hazretleri: "O halde ( Habibim) sen yüzünü bir muvahhid olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki o insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiçbir şey) bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler" buyurmuştur. [Rum sûresi: 30]
Bir hadis-i şerif de: "Her çocuk islâm fıtratı üzere dünyaya gelir. Bundan sonra anası babası (yahudi ise) onu yahudi yaparlar, (Hıristiyan ise) Hıristiyan yaparlar veya (mecusi ise) mecüsi yaparlar" buyurulmuştur. Allah Tealâ Adem oğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkardı. Onlara: "Ben sizin Rabbiniz değilmiyim!" buyurdu. Onlar da "Evet Rabbimizsin şahid olduk" dediler. İşte Allah Tealâ'nın zürriyetlerden böyle söz almış olmasından dolayı insanlar İslâm fıtratı üzere dünyaya gelirler. Nitekim Teâlâ Hazretleri: "Hani Rabbin Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine karşı şahid tutarak: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" buyurdu. Onlar da. hay hay (Rabbimizsin) şahid olduk dediler. Bunu kıyamet gününde, "Bizim bundan haberimiz yoktu" demeyesiniz diye yaptık" [Araf sûresi: 172] buyurmuştur.
Allah Tealâmn hikmeti kullarından peygamberler seçip göndermesini gerektirdi. Peygamberler, insanları islâm fıtratına çevirirler, ahlâklarını düzeltmeleri, hak yoluna uymaları konusunda en güzel örnekleri açıklarlar. Ta ki, Peygamberler geldik den sonra insanların bir bahaneleri olmasın. Nitekim Tealâ Hazretleri: "(biz) peygamberleri (rahmet) müjdecileri ve azab habercileri olarak (gönderdik) Ta ki, Peygamberlerden sonra insanların Allah'a
karşı (Özür olarak ileri sürebilecekleri) bir bahaneleri olmasın" [Nisa sûresi: 165] buyurmuştur
Peygamberimizden önceki her peygamberin peygamberliği kendi kavmine mahsustu. Gönderilen her peygamber kendi kavmini islâm ve tevhit fıtratına (Allah Tealâ'nın birliğine) döndürmeye, bozulan akidelerini ve ahlâklarını düzeltmeye, nefislerini ve ruhlarını temizlemeye çalışıyordu. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Geçmiş her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı (bir peygamber) buluna gelmiştir" [Fatır sûresi: 24] buyurmuştur.
İlk devirlerde insan topluluklarının ihtiyaçları sınırlı, yaşantıları ilkel, düşünceleri yüzeyseldi ve içinde yaşadıkları çevreden dışarı çıkamıyorlardı. İnsanların muamele hakkındaki işleri çeşitli alanlara dağılmamıştı. Dar bir çevre içinde hareket ediyorlardı. Bu yüzden insanlar, hayatın zorluklarını kolaylaştıracak, müşküllerini çözecek sistemlere ihtiyaç duymuyorlardı. Allah Tealâ peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) den önce, hiçbir peygamberin, peygamberliğinin bekâsını ve devamlı olmasını dilemediği için şerî'atı ebedi ve kalıcı özellik taşımıyordu. Bu yüzden her peygamberin şerî'atı gönderilmiş olduğu kavmine mahsustu. Her peygamber, kavmini âlemlerin Rabbi ve bir tek olan Allah Tealâ'nın bütün insanları kendisine kulluk yapmaları için yaratmış olduğu temeline dayanan tevhid akidesini muhafaza etmeye ve hayatlarını ilâhi dine uygun olarak düzenlemeye davet ediyordu.
İnsanların aklı tekâmül edip, hayatlarındaki problemler çözümsüz bir hale gelince, Allah Tealâ hayatın her tarafını aydınlatacak yeni bir din güneşinin doğmasına izin verdi. Ta ki, peygamberlerin inşa ettiği insanlığın
medeniyet sarayı tamamlansın. İşte bu din, islâm şerî'atıdır. Nitekim Resûlullah (SAV): "Benimle benden önce geçen peygamberlerin misâli bir bina İnşâ eden, onu iyi ve güzel yapan ancak köşesinde bir kerpiç yeri boş bırakan bir adamın misali gibidir. Ki: insanlar o binayı dolaşırlar, onu beğenirler ve "şuraya bir kerpiç koysaydın ya" derler. İşte o kerpiç benim ve ben peygamberlerin sonuncusuyum" buyurdular. Allah Tealâ, aşağıdaki âyet-i kerimede açıklandığı üzere peygamberlerinden şöyle bir söz almıştı: «Hatırla ki, Allah vaktiyle peygamberlerden şöyle birsöz almıştı. "Celalim hakkı için, size kitap' ve hikmetten her ne verilir de sonra elinizdeki kitabı tasdik eden bir peygamber gelirse ona mutlaka İmân edecek ve mutlaka yardımda bulunacaksınız, buna ikrar verdiniz mi! ve bunun üzerine benim ağır ahdimi boynunuza aldınız mı! Buyurmuştu. İkrar verdik dediler. Öyle ise şahid olun, Ben' de sizinle beraber şahidlerdenim" buyurdu» [Al-i İmran sûresi: 81] Ardar da gelen ilâhi vahiy bir ırmağa benzer ki, o ırmaktan çaylar ve kanallar ayrılarak akidenin solmuş ormanlarını, kurumaya yüz tutmuş fazilet dallarını suluyorlardı.
Ta ki, insanlığın yapıcı özellikleri gelişip büyüyerek Allah Tealâ'nm izniyle her zaman insanların hayrına meyvelerini versin. İşte bu ırmak doğar ve hayırları her tarafa taşar. Şöyle ki: Allah Tealâ elçi olan melekleriyle peygamberlerine vahy eder, veya elçi olan peygamberlerine vasıtasız konuşur. Onlarda insanlara aldıkları vahyi tebliğ ederler.
Bu ırmağın döküldüğü yer, islâm peygamberi Hz. Muhammed (SAV) in peygamberliği ile sona ermiştir. Kur'an âyetleri şer'i hüküm koymanın bütün sebeplerini öğretir. Nitekim Tealâ hazretleri: "Sizin için dinden,
Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahiy buyurduğumuzu, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi size de şerî'at yaptı. Dini doğru tutun onda ayrılılığa düşmeyin. Müşriklere kendilerini davet ettiğin din, büyük (ağır) geldi. Allah bu dine, dilediklerini seçecek ve yönelenleri ona hidayet edecektir." [Şura sûresi: 13] buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim, önceki peygamberleri gönderilmiş olduğu kavminin adı ile zikretmektedir: "Yemin olsun ki, biz Nuh' u kavmine (peygamber olarak) göndermiştik (o şöyle demişti): "Hakikat ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım"" [Hüd sûresi: 25] "Ad (kavmin)e de kardeşleri Hüd'u peygamber gönderdik, dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Sizin ondan başka hiçbir ilâhınız yoktur." [Hüd sûresi: 50] "Semüd kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur." [Hud sûresi: 61]
"Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'i gönderdik dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir ilâhınız yoktur." [Hüd sûresi: 84] "Lüt'u da kavmine peygamber olarak gönderdik" [A'raf sûresi: 80]
"Sonra onların ardından Musa'yı mucizelerimizle Firavn'a ve cemaatine gönderdik." [A'raf sûresi: 103]
Tealâ Hazretleri, İsâ Aleyhisselâm hakkında da: "Onu İsrail oğullarına peygamber olarak gönderecek" [Al-i İmran sûresi: 49] buyurmuştur.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) davetinin evrensel ve kendisinin dünyanın üstadı, âlemlerin peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğunu ilân etti. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Ne yücedir o Allah ki, bütün âlemlere bir uyarıcı olsun diye, kuluna (Hz. Muhammed (SAV) e bu Furkan'ı (Kur'an'ı) indirmiştir."
[Furkan sûresi: 1] ve "Biz seni (habibim) âlemlere ancak rahmet için gönderdik." [Enbiya sûresi: 107] ve: "(Habibim) deki: "Ey insanlar! Ben sîzin hepinize gönderilmiş Allah'ın bir peygamberiyim! O Allah ki, göklerle yerin mülkü O'nun dur. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur." [Araf sûresi: 158] ve: "Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat o Allah m bîr Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her 'şeyi en iyi bilendir". [Ahzab sûresi 40] buyurmuştur. Bir hadis-İ şerif de: "Her peygamber hassaten kendi kavmine gönderiliyordu. Ben ise bütün insanlara peygamber olarak gönderildim. Ben (peygamberlerin) sonuncusuyum. Artık benden sonra peygamber gelmeyecektir" buyurmuştur.
Semavi şerî'atlar, Allah Tealâ mn birliğine davet etmek, Allah'a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayrın ve şerrin, Allah'ın takdiri ile olduğuna imân etmekten ibaret olan asıl akidede birleşmişlerdir. Nitekim Tealâ Hazretleri "(Habibim) senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona, "Benden başka hiçbir ilâh yoktur, onun için bana ibadet edin!" diye vahiy etmiş olmayalım." [Enbiya sûresi: 25] ve "(Habibim) de ki: "Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda müsavi bir söze gelin. (Şöyle ki) : Allâh'dan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da birbirimizi Rabler edinmeyelim. Eğer bundan yüz çevirirlerse (o halde) deyin ki: "Şahid olun biz muhakkak müslümanlarız" [Ali İmran sûresi: 64]
Semavi şerî'atlar, şu temel esaslarda birleşmişlerdir: ibadetler ve ahlâk ile nefsin temizlenmesi. Nitekim Tealâ hazretleri: "Gerçekten (küfürden) temizlenen ve Rabbinin ismini anıp namaz kılan kurtulmuştur. Fakat siz ey kafirler dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve devamlıdır. Bu (temizlenenin kurtulması ve ahiretin daha hayırlı olması) evvelkilerin kitaplarında, İbrahim ile ile Musa'nın sahifelerinde de vardır." [A'lâ sûresi =14-19] ve "Ey İmân edenler sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi, size de farz kılındı: umulur ki (günahlardan) korunursunuz." [Bakara sûresi: 183] buyurmuştur.
Semavi serî'atların bir çoğu şu temel esasların dışına çıkmamıştır. Akide, ibadet ve ahlâk İsâ Aleyhisselâm'ın şerî'atı olan hıristiyanlık, nefis ve ruh terbiyesi gibi, manevi konuları temsil ediyordu.
Allah Tealâ'nın Musa aleyhisselâm ile göndermiş olduğu yahudilik şerî'atı ise, muamele nevilerinin bazılarını kapsıyordu. Bu şerî'at da sınırlıydı, İsrail oğullarının ortamlarının özelliklerini taşıyordu. Bu yüzden başka zamanlara ve başka kavimlere uygulanacak şekilde genel ve kapsamlı değildi. Kur'an-ı Kerim, Yahudilere temiz ve pak olan nimetler haram kılınmak suretiyle ceza verilmiş olduğunu işaret etmiştir: "Yahudilerin zulümleri, bir çok kimseleri Allah yolundan çevirmeleri, kendilerine yasak edilmişken faiz almaları ve haksız yere insanların mallarını yemeleri sebebiyledir ki, evvelce kendilerine helâl kılınmış bir çok temiz ve pak nimetleri onlara haram ettik ve kafir olanlar için acıklı bir azap hazırladık" [Nisa sûresi: 160-161]
Buhari ile Müslim'de İbn-i Ömer den şöyle rivayet edilmiştir: "Şüphe yok ki, yahudiler Rasülûllah (SAV)a gelip, kendilerinden olan bir kadın ile bir erkeğin zina etmiş olduklarını anlattılar. Bunun üzerine Resûlulâh (SAV): "Rejim konusunda Tevrat'ta ne buluyorsunuz?" diye sordu Yahudiler: "Ceza olmak üzere zina edenleri rezil ederiz ve dayak vururuz" dediler. Abdullah b. Selâm: "yalan söylüyorsunuz Tevrat ta rejim âyet-i vardır o halde Tevrat'ı getirin" dedi. Tevrat'ı açtılar onlardan biri rejim âyetinin üzerine elini koydu onun evvelindeki ve sonundakini okudu. Abdullah b Selâm ona "Elini kaldır" dedi Elini kaldırınca bakdı ki, orada rejim âyet-i var! Bunun üzerine; "Doğru söyledin ya Muhammed (SAV) " dediler. Resûlulâh (SAV) her ikisi içinde emir vererek rejim edildiler." İbn-i Ömer: "Ben, erkeğin kendi vücudu ile kadını taşlardan koruduğunu gördüm" dedi. Hz. Muhammed (SAV) in getirmiş olduğu İslâm şerî'âtı ise, insan hayatının maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarına cevap vererek isteklerini gidermek, sosyal, iktisadi, ve siyasi olarak medeniyetin çeşitli maksatlarını gerçekleştirmek için gelmiştir.
İslâm akide (inanç)dir. İbadettir, ahlâktır teşrî'dir, hükümdür, kazadır, mesciddir, pazardır, ilimdir, ameldir, mushafdır, kılıçtır. İşte "islâm dindir hem de devlettir" denince bunlar kasdedilmektedir. İslâm serî'atının nasları (âyet-i kerimeleri ile hadisi şerifleri) genel ve kapsamlı oldukları için koymuş olduğu kaideleri her asırda bütün insanların hayatlarına uygulamaya elverişli olduğundan büyüyen ve gelişen olaylarla beraber her zaman her yerde meydana gelen ihtiyaçlara cevap vererek, insanlık medeniyetini hakka götüren işaretlere ve doğru yola sevk eder. Bundan dolayı Allah Tealâ, İslâm şerî'âtı ile dinini kemâle erdirmiş ve nimetlerini tamamlamıştır.
Nitekim Tealâ Hazretleri: "Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak İslama razı oldum" [Maide sûresi: 3] buyurmuştur [7]
Bunlar arasındaki fark, önceki konuda geçti. Şehid Abdülkadir Üdeh: "et-Teşrîü'l Cinaî fil-İslâm = İslâmda Cinayet Hukuku" isimli kitabının birinci cildinin girişinde bunlar arasındaki farkları detaylı olarak anlatmıştır. Biz bu farkları kısaca özetlİyelim:
1) Beşeri kanun, insanlar tarafından düzenlenmiş olan kanundur. İlâhi kanun ise, Allah Tealâ tarafından gönderilmiş olan kanundur. O halde bu iki kanun birbiriyle karşılaştırılması doğru değildir. Yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki farkı düşün! Akıl sahipleri yanında hiçbir zaman insanlar tarafından yapılmış olan kanun, insanların Rabbi tarafından gönderilmiş olan ilâhi kanun ile karşılaştırılamaz.
2) Beşeri kanun insanlar tarafından düzenlendiği için nefislerinin kötü istek ve arzularına boyun eğerler beşeri duyguları kendilerine üstün gelir. Bu faktörlerin tesiri altında kalarak hakkı takdir etmekten ve dünya işlerini adaletle uygulamaktan uzaklaşırlar. İnsanlar ilim ve irfanda ne kadar yükselirse yükselsinler işlerin hakikatini anlayıp detaylı olarak kavrayamazlar. Bu yüzden insanlar tarafından yapılan kanunlar devamlı olarak değiştirilmeye maruz kalırlar. Bu beşeri kanunların bir hüküm İçin sabit bir ölçüsü yoktur. Bu gün helâldir dediğine yarın haramdır, der. Bundan dolayı hayat ölçüleri, hayır ve şer ölçüleri durmadan değişir. İnsanların durumlarının, meyillerinin ve duygularının değişmesine göre şekil alır. İnsanların hayatı devamlı istikrarsızlık ve sıkıntı içinde bulunur. Nitekim Allah Tealâ'nm indirdiği ile hükmetmeyen milletlerin hayatında bu apaçık görülmektedir.
Şerîat (ilâhi kanun) ise, ilâhi vahiydir. Bunların hepsinden uzaktır. Çünkü şerî'at (ilâhi kanun), hikmet sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen Allah Tealâ tarafından indirilmiştir. O Allah ki, kullarının hallerini, dünya ve Ahiret hayatında onlara uygun olanları, dünyalarında ve ahiretlerinde saadet ve mutluluklarını gerçekleştirecek olan hayırları bilir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Hiç o yaratan bilmezmi ki, O latifdir, herşeyden haberdardır" [Mülk sûresi: 13] buyurmuştur. Cenab-ı Hak, insanlara gelen kusur ve eksiklikten uzaktır. Nitekim âyet-i kerimede: "Rabbim şaşmaz ve unutmaz." [Tâ-hâ sûresi: 52] buyrulmuştur.
İslâm şerî'atı, beşerin hayatını devam ettirecek temel kaideleri açıklamıştır. Bu temel kaidelerin şer'i delilden soyutlanarak konulması mümkün değildir. Resûllulâh (SAV) bile masum (günahsız) olmasına rağmen ancak vahye uyuyordu: "Ben ancak bana vahiy olunana uyarım." [Enam sûresi: 50] Resûlüllah (SAV) hükmünü ancak Allah Tealâ tarafından kendisine bildirilen ile veriyordu. Nitekim Allah Tealâ: "Gerçekten biz sana bu kitabı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah in gösterdiği gibi hükmedesin" [Nisa sûresi: 105] buyurmuştur.
Kanun koyma hakkı insanların elinden kurtarılıp, bu hak Allah Tealâ'ya ve Rasulüne verildiği takdirde bizim için ölçüsü sabit, kendisine hiçbir zaman bozukluk ve kusur arız olmayan Rabbani şerî'at sağlanmış olur.
3) Beşeri kanun kaideleri, sınırlı, bir sistemdir. Her toplumun yaşadıkları zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde düzenlenir. Toplumun gelişmesiyle gelişir. Kanun, Önce aile sistemi olarak uygulanmış, ilmi sistem haline ancak on dokuzuncu asırda geçilebilmiştir.
İlâhi kanun ise, mükemmel olarak doğmuştur. Hayatın bütün ihtiyaçlarına her zaman ve her yerde cevap verecek şekilde sağlam kaidelere ve temiz bir kaynağa sahiptir.
4) Beşeri kanunun kaideleri muvakkattir. Belli bir toplum ve belli bir asra mahsustur. Toplum gelişip ihtiyaçları yenilendikçe değişmeye muhtaçtır.
İslâm şerî'atının kaideleri, belli bir topluma ve belli bir asra mahsus olmak üzere gelmemiştir. Onun kaideleri geneldir. Sabit ve istikrarlıdır. Her asırda bütün toplumların ihtiyaçlarını giderir ve seviyelerini yükseltir.
İslâm serî'atının üzerinden takriben on dört asır geçtiği, bu arada toplumların durumları değiştiği, yüzlerce kanun ve sistemler tafihe karıştığı, prensipler baştan ayağa kadar tamamıyla değiştiği halde her zaman ve her yerde uygulanmaya elverişli ve ter ü taze olarak devam etmektedir. Çünkü onun bütün naslan (âyet ve hadisleri) gelişme ve yükselme Özelliklerini taşımaktadırlar.
5) Beşeri kanun, devlet gücünün üzerinde kurulduğu sosyal ve iktisadi işler hakkındaki medeni muamelelerden başkasını kapsamaz.
İslâm şerî'atı ise, Allah Tealâ'ya, peygamberlerine, gayba ve ahirete îmânı, kuiun Rabbi ile olan ilişkisini, ahlâkı gidişatım, hayatın çeşitli ve dağınık faydalarını düzenlemeyi kapsar.
6) Beşeri kanun, ahlâki meseleleri ihmal eder, cezayı ancak ferdlere direkt olarak zarar veren veya emniyet ve asayişi bozan şeylere tahsis eder. Beşeri kanun, zina edenleri cezalandırmaz. Eğer biri diğerini zorlar veya birinin tam rızası olmazsa, bu iki durumda zararı direkt olarak fertlere dokunduğu için cezalandırılır, çünkü böyle durumlarda kamuya zararı dokunur.
Beşeri kanun, içki içmekten veya sarhoş olmaktan dolayı da ceza vermez. Ancak serhoş, kamuya açık olan yerde bulunursa cezalandırılır. Ceza verilmesi kamuya açık olan yerde bulunmasından dolayıdır. Çünkü insanlar böyle yerde bulunan bir serhoşun eza ve saldırısına maruz kalırlar. Ceza, sarhoşluğun rezaletinden, içki İçmek sıhhate zarar verdiğinden, aklı giderdiğinden, malı telef ettiğinden veya ahlâkı bozduğundan dolayı değildir.
İslâm serî'atı, ahlâka dayalı bir şerî'attır. İslâm da ahlâk, sahibini güzelleştiren bir edep olmakla birlikte dinin temellerinden kabul edilmiştir. Ahlak, ibadet terbiyesi neticesinde elde edilir. Muamelelerde ise, manevi Ölçülerle hareket etmek demektir.
İslâm, insan hayatının helâl ve iyilik üzerine kurulmasını temin eder, insanî faziletlerin temel kaidelerinin elde edilmesine teşvik eder, yüce Örneklere davet ederek güzel ahlâkı över. Nitekim Tealâ Hazretleri: Elçisi Muhammed (SAV) hakkında: "Şübhesiz ki, sen yüce bir ahlâk üzeresin." [Nuh sûresi: 4] buyurmuştur.
7) Beşeri kanunun insanın ruhu üzerinde hakimiyeti yoktur. Yalnız ceza gücü, suçluyu caydırmaya yeterli değildir. Bundan dolayı kanun yapanlar, yaptıkları kanun yeterli olduğuna insanları razı ve ikna etmeleri gerekir. Ta ki, insanlar yapılan kanuna uysunlar. Fakat insanlar beşeri kanunun gücünü anlayamaz, ancak kanuna muhalefet ettikleri ve ya suçüstü yakalandıkları zaman anlarlar. Çünkü beşeri kanunun ahiretle alakası yoktur. Ahiret korkusu olmayınca hile ve kurnazlık yoluyla kanunun boşluklarından istifade edilerek cezadan kurtulmak mümkün olur. O halde beşeri kanun, ne kadar mükemmel olursa olsun insanları yeryüzünde kötü maksatlarına ulaşmaktan alıkoyamaz.
İslâm şerî'atı, helâl ve haram fikrinden ve ahirete i-nanmaktan kaynaklanır. İnsan vicdanını terbiye ederek Müslümanı gizli ve aşikâr yaptığı bütün işlerde kontrol edici hale getirir. Bu yüzden bir Müslüman, Allah Tealânın dünyadaki cezasından korkmasından daha çok ahiret azabından korkar.
İslâm şerî'atı, yapılması farz olan ibadet kaideleri, medeni kanun, ceza kanunu, anayasa kanunu, devletler hukuku, bir şeyin helâl olması, bir mülkün veya bir hakkın elde edilmesi veya elden çıkarılması, bir cezanın verilmesi, bir sorumluluğun ortaya çıkması gibi muamele kaideleri bölümlerini kapsar. Bunların üzerine terettüp eden hem dünya hükümleri, hem de sevap ve azap gibi ahiret hükümleri vardır. Hüküm âyetlerini inceleyen bir kimse, bunlardan bir çoğunun üzerine hem dünya cezasının, hem de ahiret cezasının terettüp etmiş olduğunu görür.
Nitekim adam öldürme hakkında Allah Tealâ: "Her kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu, lanetlemiş ve ona büyük bir azap hazırlamıştır" [Nisa sûresi: 93] buyurmuştur. Yol kesme hakkında ise, Allah Tealâ Hazretleri: "Allah'a ve peygamberine karşı harb ederek yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışanların cezası, ancak ve ancak tepelenmeleri veya asılmaları veya elleriyle ayaklarının çapraz kesilmesi veya o yerden sürgün edilmeleridir. Bu ceza onlara dünyada bir kepazeliktir. Ahirette ise kendilerine büyük bir Azap vardır." [Maide sûresi: 33] buyurmuştur.
Kötü haberi yaymak ve namuslu kadınlara iftira etmek hakkında da Allah Tealâ Hazretleri: "Bu kötü haberin İmân edenler arasında yayılmasını arzu edenlere dünya ve ahirette acıklı bir azap vardır." [Nur sûresi: 19] buyurmuştur. Böyle konularda daha birçok âyetler vardır.
İşte İslâm, hem dünyada ve hem de Ahirette yapmış olduğu işlerden sorumlu olacağını bilen bir Müslümanın ruhunda kontrol mekanizması oluşturur. Bu yüzden Müslüman gece gündüz yaptığı bütün işlerinde İslâmî kaidelere riayet eder.
Şahitler ve kendini savunma gibi açık deliller, mahkemede davacı haklı ise hakkı ispat etmek için lazımdır, haksız ise hakkı ona helâl kılmak için lazım değildir. Nitekim Resûlüllâh (SAV) kapısının önünde davacıların gürültüsünü işitmişte yanlarına çıkmış ve: "Ben ancak bir insanım bana davacılar geliyor, ihtimal ki, bazısı davasını daha iyi anlatırda ben onu doğru zanneder ve lehine hüküm vermiş olabilirim. Her kime bir müslümanın hakkını hükmetmişsem, bu ancak ateşten bir parçadır. Onu isterse alsın yahut dilerse terketsin" buyurmuştur. [8]
Araştırmacılardan bazıları, islâmi düşünce tarihinde şer'i hüküm koymanın geçirdiği devirleri, islâm fıkhının doğmasını, gelişmesini, kuvvetli ve zayıf olmasını göz önüne alarak beşe ayırmışlardır.
1) Birinci devir: Rasûlüllâh (SAV) in asrı saadeti ile Hulefa-i Raşidin devridir.
2) İkinci devir: Fıkhın kuruluş devri olup, Emevilerin birinci asrında fıkhı çalışmayı ve Hicaz medresesi ile Irak medresesi ekollerini kapsar.
3) Üçüncü devir: Fıkhın yükselmesi, mezheplerin kuruluşu, hadis-i şeriflerin ve fıkhın tedvin edilmesi devridir.
4) Dördüncü devir: Mezhepler yerleştikten sonra içtihat kapısının kapandığı ve taklit edilme devridir.
5) Beşinci devir: Zamanımızda fıkhın uyanışı, dini ıslah hareketleri ve ictihad kapısını açma devridir.
Araştırmacılardan diğer bir gurup ise, islâm fıkhmdaki siyasi ve sosyal hadiseleri göz önüne alarak fıkhın geçirdiği devirleri altıya ayırmışlardır:
1) Şer'i hüküm koyma devri: Resûlulâh' (SAV) in peygamber olarak gönderilmesinden on birinci hicret yılına kadar devam eder.
2) Fıkhın birinci devri: Hulefa-i Raşidin asrında on birinci hicret yılından başlar. Kırkıncı hicret yılına kadar devam eder.
3) Fıkhın ikinci devri: Sahabenin küçükleri ile tabiinin büyüklerinin zamanından başlayıp ikinci hicret asrının başlarına kadar devam eder. (
4) Fıkhın üçüncü devri: İkinci hicret asrının evvelinden dördüncü hicret asrının ortalarına kadar devam eder.
5) Fıkhın dördüncü devri: Dördüncü hicret asrının ortalarından Bağdat'ın işgai edilip düşmüş olduğu hicri altı yüz elli altı yılına kadar devam eder.
6) Fıkhın beşinci devri: Bağdat'ın düşmesinden zamanımıza kadar devam eder.
İkinci gurubun taksimini tercih ettik. Cüz'.i hâdiselerin ayrıntılarına girmeden ana konuları göz önünde bulundurduk. Önem verilmesi gerekli olanlara önem verdik. [9]
Resûlüllah (SAV) m peygamber olarak gönderilmesinden vefat etmiş olduğu on birinci hicret yılına kadar devam eder.
Peygamber Efendimizin gönderildiği zaman Arapların ve dünyanın durumu: İslâmın getirdiği mühim vazifeler:
Peygamber efendimiz gönderilmeden önce, milâdi altıncı asırda Arap yarım adasına yakın iki büyük devlet dünyaya hakimdi. Onlardan biri kuzeydoğuda bulunan İran (Sasani) devleti, diğeri ise kuzey batıda bulunan Roma (Bizans) devleti idi. Bu iki devletten her birinin medeniyetleri, kültürleri, kanunları ve inandıkları dinleri vardı.
İran devletini Kisra denilen hükümdarlar idare ediyorlardı . Kendilerini kuşatan komşu devletlere sözlerini geçiriyorlardı. Kendilerine İran medeniyeti denilen bir medeniyet kurdular.
İslâmiyetten önce îran da hüküm süren son devlet "Sasani Devleti" idi. Bu devlet milâdi (226) yılından, müslümanlarm İran'ı ele geçirmiş oldukları milâdi (651) yılına kadar devam etti.
İranlılar İslâm'dan önce doğada bulunan varlıklara tapıyorlardı. Resmi dini "Zerdüştlük" idi. Yani, ateşe tapıyorlardı. Bu dinin kurucusu kendilerine peygamber olarak gönderilmiş olduğunu iddia ettikleri "Zerdüşt" idi. Zerdüşt'ün öğretileri: Nur ile Zulmet ve bolluk ile darlık gibi çeşitli kuvvetler arasındaki mücadele ve çatışma esasına dayanıyordu. Zedüşt'e göre, kainatın iki aslı veya iki ilâhı vardır: Biri iyiliğin aslı, diğeri kötülüğün aslıdır. Bu iki asıl, devamlı çatışırlar. Bu iki asıldan her birinin yaratma kudreti vardır. İyiliğin aslı ve kaynağı nurdur. Nur, güzel kuşlar ve yararlı hayvanlar gibi faydalı güzel ve iyi olan bütün varlıkları yaratır. Kötülüğün aslı ve kaynağı zulmettir. Zulmet ise, yırtıcı hayvanlar, yılanlar, haşarat ve bunlara benzeyen bütün kötü varlıkları yaratır. Fakat sonunda iyiliği yaratan üstün gelecektir.
Zerdüştlük'te insanın iki hayatı olduğuna inanılıyordu. Biri dünyadaki yaşadığı hayat, öbürü öldükten sonra dirilip ahirette yaşayacağı hayattır. Ahiret hayatındaki nasibi, dünya hayatında işlemiş olduğu iyiliklerin veya kötülüklerin ürünüdür. İyilikleri yaratan, kötülükleri yaratana galip geldiği zaman kıyamet günü yaklaşmış olacaktır.
İranlılar, iyiliği yaratan tanrıları için ateşi bir sembol olarak kabul etmişlerdi. Ateşi tapınaklarında yakıyorlar, iyiliği yaratan tanrının kuvvetlenip, kötülüğü yaratan tanrıya üstün gelmesini dileyerek ateşe üfurüyorlardı.
İran'da yayılmış olan "Maniheizm" ismindeki batıl mezhebin kurucusu "Mani" denen adamın prensipleri, Zerdüşt'ün prensiplerinden çok az farklıydı. İran'da takriben milâdi (487) yılında "Mezdek" denen bir adam, İki ilâh akidesine dayalı yeni bir mezhep kurmuş, insanları ona davet etmiştir. Mezdek de iyiliğin yaratıcısının nur kötülüğün yaratıcısının zulmet olduğunu söylüyordu. Onun prensipleri kominizm olarak tanınıyordu. O, insanların eşit olarak doğduklarına ve eşit olarak yaşamalarına inanıyordu, O, halde eşit olacakları en önemli şey: "mal ve kadındır" diyordu.
Şehristani: "Mezdek insanların birbirine karşı gelmelerini, buğz etmelerini ve savaşmalarını yasaklıyordu. Bunların çoğu kadın ve mal yüzünden çıkmış olunca, kadınları ve malları mubah kıldı ve insanları sudan, ottan ve ateşten ortak olarak istifade ettikleri gibi, onlardan da istifade etmelidir diyordu." demiştir. İranlıların Sasani Devleti zamanında ahval-i şahsiyye (evlenme-boşanma) mülkiyet, kölelik ve bazı sosyal konuları kapsayan kanunları vardı.
Roma devletine gelince bunu da "Kayser" denilen hükümdarlar idare ediyorlardı. Bu devletin medeniyeti, Yunanlıların teorik felsefesi ve diyaletik mantığı üzerine kurulmuştu. Romalılar daha sonra, Sokrat, Eflatun ve Aristo'nun görüşlerini almışlardı. Bu devlet, Şam'ın, Mısır'ın ve Mağrib'in içinde bulunduğu Akdeniz bölgelerine hakim olmuştu. Hıristiyan dini, çeşitli mezheplere ayrılmıştı. Hıristiyanlar putperestlere karşı tartışmada prensiplerini ve akidelerini üstün kılmak için yunan felsefesine baş vuruyorlardı. İskenderiye din ile felsefeyi uzlaştırmak için kurulmuş coğrafi bir merkezdi. Orada yeni Eflatunculuk diye tanınan bir mezhep ortaya çıktı. Bu, takriben milâddan (200) yıl önceydi. Hıristiyanlık Şam'da, Mısır'da, Mağrip'te, Sudan'da, Habeşistan'da ve Irak'da, yayıldı.
Nitekim Süryaniler de yunan felsefesini yayıyorlardı. Kendileri için bir çok medreseler yaptılar, en Önemli ilim merkezleri Eruh, Nusaybin ve Harran'da bulunuyordu. Süryaniler, putperestlik inancını, çeşitli kültürleri, Roma kanununu, tıp, astronomi, ve felsefe ilimlerini ihtiva eden, Yunanca kitapları herhangi bir değişime tabi tutmadan süryanice'ye tercüme ettiler. Bunların yanında Arap yarımadasının kuzeyinde, Yesrib (Medine-i Münevvere), gibi iç bölgelerinde dağınık olarak yahudiler bulunuyordu. Bunlarında akideleri ve dini gelenekleri vardı.
Araplara gelince, bunların çoğu çöllerde göçebe olarak yaşıyorlardı. Bu şekilde yaşayan Araplara "Bedevi" denirdi. Kabilenin sistemi onları sosyal örflere ve âdetlere bağlıyordu. Kabile reisi, aralarında çıkan anlaşmazlığı hallediyordu. Çünkü onun yaptırım ve yasaklama yetkisi vardı. O zaman kabile sistemi, evlenmede aile töreni, Öldürmede kısas edilme gibi kendilerine hakim olan bazı sosyal düzenlemelerden mahrum değildi.
Araplardan bazıları Mekke, Yesrib (Medine) Taif gibi şehirlere yerleşmişlerdi. Bunlar ziraatla uğraşıyorlardı. Bazı sanatları meslek edinmişlerdi. Yerleşik yaşamın gereği olarak mali muameleler ve ticari ilişkiler için bir takım kaideler koymuşlardı. Büyük panayırların kurulması hac mevsimlerinde toplanmaları bu kaidelerin konulmasına yardım etmişti, Mekke'de oturan Kureyş kabilesi ticaret yapmakla şöhret kazanmıştı. Bu kabile kışın, yazm Suriye (Roma) Irak, (Sâsâni) ve Yemen'e ticaret için devamlı gidip geliyorlardı. Araplar kendilerini kuşatan devletlerin kültürlerine yabancı değillerdi.
İranlılar ile Romalıların arasında devamlı mücadelenin bulunması nedeniyle her iki devlet Araplardan istifade
etmeye çalışıyordu. Ta ki Araplar, bedevilerin onların üzerine baskınlar yapmasını önlesinler, İranlılar, Fırat ırmağının kenarına Hire emirliğini (sancağını) kurdular, oraya Amr. B. Adi'yi emir tayin ettiler.
Gassaniler'de Şam'da kendilerine emirlik kurdular. Hire'nin son hükümdarı, Nabiğa-i Zübyani sahibi ve Hind'in zevci Ebû Kabus lakablı beşinci Numan b. Münzir idi. İran hükümdarı Kisra ona kızdı ve onu hapsetti, hapiste milâdi (602) yılında öldü.
Gassanilerin son hükümdarı Cebele b. Eyhem (m. 614) idi. Müslümanlar Samı fethedince, Cebele müslüman oldu ve Medine-i Münevvere'ye geldi Hz. Ömer (r.a) onu güzel ağırladı. Fakat Cebele Fezare kabilesinden bir adama tokat attı. O adam Hz. Ömer'e (r.a) müracaat ederek kendisi için Cebel'den kısas hakkım almasını istedi. Hz. Ömer (r.a) kısas yapmak isteyince, Cebele'yi büyüklük gururu günah işlemeye sevk etti, kendisine kısas yapılmasına razı olmadı. Çünkü Cebele önce hükümdardı, tokat attığı adam halktan biriydi. Ona göre nasıl olurda hükümdar olan bir kimse, halktan biriyle eşit tutularak kendisine kısas yapılırdı. Hz. Ömer (r.a): "Cebele senden mutlaka kısas alacağım" dedi, Bunun üzerine Cebele İstanbul'a kaçtı (H.20) tarihinde İstanbul'da öldü. Gassanilerin Yunan kültürünün ve Roma dininin tesiri altında kaldığı gibi, Hire Arapları da İranlıların kültürünün tesiri altında kalmışlardır. Buna göre, gerek Hira Arapları olsun ve gerekse Gassani Arapları olsun Arap yarımadasının ortasında yaşayan Araplar ile devamlı ilişkileri vardı.
Yahudiler gizlice Arap beldelerine girdiler "Teyma" da, "Fedek" de, "Hayber" de, "Yesrib" de, kendilerine iş yerleri edindiler.
Hiristiyanlar da gizlice Arap yarımadasına girdiler. "Necran" a yerleştiler.
1) Arapların ticaretle uğraşması.
2) Arapların İran ve Roma sınırında emirlikleri bulunması.
3) Yahudi ve Hıristiyanların Arap yarımadasında bulunması. İşte bu üç husus Araplara komşu olan milletlerin medeniyetlerinin ve kültürlerinin Araplara taşınmasına vesile oldu.
Bunların yanında Hz. İbrahim aleyhisselâm ile Hz. İsmail Aleyhisselâmın dininden kalma bazı fikirler ve ibadetler dahi mevcuttu. Arapların tabiatları sert olduğu için dıştan gelen unsurları kolay kolay kabul etmiyorlardı. Çünkü cehalet ve putperestlik yaygındı. Birbirini boğazlıyarak anarşi ortamı içinde yaşıyorlardı İbn-i Haldun Araplar hakkında diyor ki: "Vahşi tabiata sahip olan Araplar, yağmalamaya meyilli idiler. Bir kabile, diğerine baskın yaparak ve bir tehlikeye katlanmadan götürebilecekleri kadar mallarını, sürülerini yağma ederler, sonra oturdukları yere kaçarlardı. Bir yeri ele geçirdikleri zaman orayı yıkar ve yakarlardı. Çünkü onlar vahşi bir milletti. Ocak yapmak için binaların taşlarını ve çadırlarına direk yapmak- için evlerin tavanlarındaki direkleri söküp götürürlerdi. Başkalarının mallarını yağmalama konusunda sınır tanımazlardı. Başkan olmakta yarış ederlerdi. Biri diğerine ister babası, ister kardeşi ve isterse kabilenin büyüğü olsun başkanlığı zor teslim ederdi. Bu yüzden bir çok yöneticileri ve idarecileri bulunurdu.
Araplar birbirine çok zor itaat eden milletlerdendi. Çünkü onlar, kaba, kibirli çok gayretli oldukları için başa geçmekte birbiriyle yarışırlardı. Bundan dolayı onlar İçin büyük bir devletin kurulabilmesi ancak iyi bir yöneticinin veya büyük bir dinin etkisiyle mümkün olurdu." Bununla beraber Arapların yemelerinde, içmelerinde, giyimlerinde, evlenmelerinde, boşanmalarında ve diğer muamelelerinde adetleri vardı. Analar, kızlar ve kız kardeşler gibi bir takım kadınların nikahlarını haram sayarlardı. Cinayetler, diyetler, kasâme (Bir mahallede bir kimse Öldürülmüş bulunup katili bilinmezse o mahallenin ileri gelenlerinden elli kişiye katili bilmediklerine dair yemin ettirilmesi) ve bunlara benzeyen haksızlıklara dair ceza kanunları da vardı.
Resûlullah (SAV) peygamber olarak gönderilmeden önce Arapların ve dünyanın hali şöyle idi: İnsanların istibdad (keyfi idare) zülüm, bedbahlık ve bozgunculuk gibi kötülükleri, tehlikeleri her tarafa yayılmıştı. İşte insanların hayati değerlerini ve manevi isteklerini boğan ve Öldüren bir atmosfer ortamında pek karanlık ve karışık bir haldeyken Mekke-i Mükerreme'den "lâileheillallâh" diyen kuvvetli ve dünyayı sarsacak bir ses yükseldi. İşte gök kubbeyi çınlatan bu ses Hz. Muhammed (SAV) in sesi idi.
Allah Tealâ, Hz. Muhammed (SAV) i hayrette kalmış arayış içinde bulunan akılları doğru olan bir akide ile İmân nuruna ulaştırmak, onlara faydalı ilim yollarını açmak, zülüm ve ceberut zincirlerini parçalamak için adaleti, insanlık seviyesini yükselterek insan haklarını korumak için hürriyeti, toplumun hayrına kabiliyet ve yeteneklerini geliştirmesi için her ferde eşitliği sağlamak üzere peygamber olarak seçmiştir.
Resûlüllâh (SAV) kafirleri uyardı müminleri müjdeledi. Evrensel ve Rabbani olan davetini ilân etti. Daveti, Hicaz dağlarını, Necip tepelerini, engin denizleri, geniş vadileri, ıssız çölleri geçti ve bütün insanlara insanlığını bildirdi. Bütün insanları, cinslerinin ve renklerinin ayrı olmasına rağmen bir sancak altında toplanmaya davet etti.
Nitekim Allah Tealâ: "De ki: "Ey insanlar! Ben, sizin hepinize gönderilmiş Allah'ın bir peygamberiyim."" [Araf sûresi: 158] ve: "(Ey habibim) biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak peygamber gönderdik" [Sebe sûresi: 28] buyurmuştur.
Resûlulâh (SAV) bir hidayet ve bir rahmet peygamberidir. Nitekim Allah Tealâ: "Ey insanlar! işte size Rabbinizden öğüt, gönüllerde dertlere deva ve müminler için bir hidayet ve rahmet geldi." [Yunus sûresi: 57] buyurmuştur. [10]
Yukarıda geçtiği üzere serî'at, Allah Tealâ tarafından gelmiş dünya ve Ahiret hükümlerini kapsayan ilâhi bir dindir.
Nitekim Tealâ Hazretleri: "Yoksa Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortaklarımı vardır!" [Şûra sûresi: 21] buyurmuştur.
Şer'i hüküm koyma ancak Resûlüllâh (SAV) in hayatına mahsustu. Resûlüllâh (SAV) in vefatıyla vahiy kesildi ve seri hüküm koyma da sona erdi. Resûlüllâh (SAV) hayatta iken hem lafzı ve hem de manası ilâhi olan vahiy ile şer'i hüküm koyuyordu. İşte bu Allah Tealâ nın peygamber efendimize indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerimde görülmektedir. Yada lafzı değil, manası ilâhi olan vahiy ile seri hüküm koyuyordu. İşte bu da Resûlüllâh (SAV) in sünnetinde görülmektedir. Çünkü hadisi şeriflerin lafzı peygamber efendimizin kelâmı ise de, manası vahiydir. Nitekim Allah Tealâ: "O (Hz, Muhammed) kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak bildirifen bir vahiy iledir" [Necm sûresi: 3-4] buyurmaktadır. Buna göre, şer'i hükümleri koyan yalnız Allah Tealâ'dır. Resûlüllâh (SAV) ise Allah Tealâ'nın koymuş olduğu şer'i hükümleri açıklayandır.
Nitekim Tealâ Hazretleri: "(Ey Muhammed!) sana, insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'anı indirdik. Ola ki düşünürler." [Nahl sûresi: 44] buyurmuştur. Allah Tealâ Resûlüllâh (SAV) a itaati vacip kılmıştır. Çünkü Resûlüllâh (SAV) a itaat Allah Tealâ ya itaattir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Kim peygambere itat ederse, Allâha itaat etmiş olur" [Nisa sûresi: 80] buyurmuştur. Allah Tealâ Hazretleri, Resûlüllâh (SAV) in vermiş olduğu hükmün kendisi tarafından bir ilham ile olduğunu açıklamıştır.
Nitekim Tealâ Hazretleri: "Ey Muhammed! Doğrusu, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmede-sin diye Kitabı sana indirdik" [Nisa sûresi: 105] buyurmuştur. Şer'i hükümleri ancak ya Allah Tealâ koyar, veya Resûlüllâh (SAV) koyar. Bundan dolayı islâmi ser hüküm koymanın iki temel kaynağı vardır. Biri Kur'an-ı Kerimdir, diğeri ise sünnettir.
Resûlüllâh (SAV) in hayatının sona ermesiyle, Resûlüllâh (SAV) in seri hüküm koyma devri de sona ermiştir.
Hz. Aişe (r.a) tarafından rivayet edilen bir hadisi şerifde: "Resûlüllâh (SAV) a ilk vahiy nasıl geldiği, ilk işinin doğru rüya görmek olduğu kalbine yalnızlık sevgisinin konulduğu ve sonunda Hira'daki mağrada ibadet ederken kendisine meleğin (Cebrailin) gelmiş olduğu" açıklanmıştır.
Müminlerin anası Hazreti Aişe (r.a) den rivayet edilmiştir ki: "Resûlüllâh (SAV) m ilk vahiy başlangıcı uykuda doğru rüya görmekle olmuştur. Hiçbir rüya görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi meydana çıkmış olmasın. Sonra kalbine yalnızlık sevgisi konuldu. Artık Hira' daki mağara içinde yalnız kalıp, orada ehlinin yanına dönünceye kadar sayılan belli gecelerde tahannüs (ibadet) eder. Ve yine azık alır giderdi. Sonra yine Hazreti Hatice'nin yanına dönüp o kadar zaman için yine azık alırdı. Sonunda Resûlüllâh (SAV) a bir gün Hiradaki mağrada bulunduğu sırada vahiy geldi. Şöyleki:
O na melek gelip "oku" dedi O da: "Ben okuma bilmem" cevabını verdi. Resûlüllâh (SAV) buyurdu ki: "O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine: "olcu!" dedi. Ben de:
"okuma bilmem" dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine "oku" dedi Ben de:
"Okuma bilmem" dedim Nihayet yine beni alıp üçüncü defa sıktı. Sonra beni bırakıp "(Ey habibim!) yaratan Rabbinin adıyla oku! insanı bir yapışkan maddeden yarattı. Oku ki, senin Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazı yazmayı) öğretmiştir (Alâk sûresi: 1-5]dedi. Resûlüllâh (SAV) (kendisine vahyolunan) bu âyet-i kerimeleri alıp (korkudan) yüreği titreyerek döndü. Ve Hazreti Hatice bint-i Hüveylid'in yanma girerek: "Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz" dedi. Korkusu gidinceye kadar mübarek vücudunu sarıp örttüler. Ondan sonra Resûlüllâh (SAV) başına gelen haii Hazreti Hatice'ye anlatarak: "Kendimden korktum" dedi. Hazreti Hatice: "Öyle deme, Allah'a yemin ederim ki, Allah Tealâ hiçbir vakit seni utandırmaz çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, kimsenin kazandıramayacağım kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın, hak yolunda meydana gelen musibet ve felaketlerde (halka) yardım edersin". Bundan sonra Hazreti Hatice Resüli Ekremi alıp amca oğlu Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abdul uzza'ya götürdü. Bu zat cahilliyet zamanında Hiristiyan dinine girmiş bir kimse olup, İbranice yazı bilir ve İncil'den Allah'ın yazmasını dilediği kadar yazardı. Varaka gözleri a'mâ olmuş bir piri fanı idi. Hazreti Hatice Varaka'ya "Amcam oğlu kardeşinin oğlu ne söyler dinle! Dedi. Varaka "Ne var kardeşimin oğlu ! diye sorunca Resûlüllâh (SAV) gördüğü şeyleri ona anlattı Bunun üzerine Varaka dedi ki: "Bu gördüğün Allah Tealâ' nın Musa Aleyhisselâma indirdiği Cebrail'dir Ah keşke senin davet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam." Bunun üzerine Resûlüllâh (SAV) Onlar beni çıkaracaklar mı! diye sordu. Oda: "Evet (zira) senin gibi bir şey getirmiş (yani vahiy tebliğ etmiş) bir kimse yoktur kİ, düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem, sana son derece yardım ederim." cevabını verdi. Ondan sonra çok geçmedi. Varaka vefat etti. (ve o esnada) vahiy (bir müddet) kesildi." (Bu hadisi şerif, Sahih-i Buhari'de Sahih-i Müslim'de ve diğer hadis kitaplarında rivayet edilmiştir.)
İkra süresinin İlk âyetlerinin inmesinden sonra vahiy bir müddet kesildi. Sonra vahiy tekrar inmeye başladı, birdaha kesilmedi. Bu iki vahyin arasında geçen müddet hakkında çeşitli rivayetler vardır. En azı on beş gün, en çoğu üç senedir. İmam Ahmet b. Hanbel Tarih'inde Şâbî'den gelen rivayete göre, vahyin kesilme müddeti üç senedir. İbn-i İshak, Şâbî'nin rivayetini kesin olarak kabul etti. İmam Beyhakî'nin rivayetine göre Resûlüllâh (SAV) in rüya görme müddeti altı ay sürmüştür.
Buna göre, Resûlüllâh (SAV) kırk yaşını tamamladıktan sonra doğmuş olduğu Rebîü'l-evvel ayında ilk vahiy rüya görmekle başlamıştır. Uyanıklık hali için Ön hazırlık olsun diye ilk vahiy rüya ile başlamıştır. Daha sonra uyanıklık halinde ilk vahiy Ramazan ayında başlamıştır.
İbn-i Hacer Fethü'l-Bârî'de: «Bilindiği üzere Resûlüllâh (SAV) Ramazan ayında yiyeceğini alır. Hira dağındaki mağaraya çekilir, orada günlerce kalır, düşünceye dalardı. İşte o mağrada iken kendisine ilk vahiy geldi. Bu suretle Ramazan ayında peygamber oldu" demiştir. Vahiy bir müddet kesildikten sonra "Müddesir" sûresi indi. Sahih-i Buharı ile Sahih-i Müslim'de Cabir (r.a) den rivayet edilmiştir. O da yukarıda geçen hadisi rivayet ederek şöyle demiştir. "Resûlüllâh (SAV) vahiy kesilmesini anlatırken söz arasında buyurdu ki: Ben (bir gün) yürürken birden bire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Gözümü kaldırdım. Bir de baktım ki, Hira da bana gelen melek (yani Cebrail Aleyhisselâm) gök ile yer arasında bir kürsü üzerinde oturmuş. Ondan korktum (Evime) dönüp "Beni örtün beni örtün" dedim. Beni örttüler. Bunun üzerine Allah Tealâ: "Ey örtüye bürünen resulüm, kalk da (sana İmân etmeyenleri) uyar. Rabbini artık büyükle ve elbiseni temizle ve o pislikleri (putları) artık defeyle" [Müddesir süresi 1-5] manasındaki âyet-i kerimeleri indirdi.»
Yukarıda geçen hadisteki "zemmilûni" kelimesi ile "dessirûni" murat edilmiştir. Her iki kelimenin manası "beni örtün" demektir. Yukarıdaki hadisler "zemmilûni" kelimesinin geçmesi "İkra süresinin" ilk âyetlerinden sonra "Müzzemmil süresi" nin indirilmiş olmasını gerektirmez. Çünkü "Müzzemmil süresi" nin "Müddesir süresi" nden sonra indirilmiş olduğunda ittifak vardır.
Zira Allah Tealâ Habibine Müddesir süresinin başında halkı uyarmasını emretmiş, bu da ilk peygamber olarak gönderildiği zamana aittir. Allah Tealâ, Habibine Mûzemmil süresinin evvelinde ise, geceleyin kalkıp ibadet etmesini ve ağır ağır Kur'an okumasını emretmiştir.
Kur'an-i Kerim'de, Kur'an'ın inmesi ile ilgili üç âyet-i kerime vardır.
Birincisi; "Ramazan ayı ki, bu ayda Kur'an indirildi" [Bakara sûresi: 185]
İkincisi: "Biz onu (Kur'anı) mübarek bir gecede (Kadir gecesinde) indirdik" [Duhan sûresi: 2]
Üçüncüsü: "Doğrusu biz onu (Kur'am) Kadir gecesinde indirdik" [Kadir sûresi: 1] Bu üç âyet-i kerime arasında bir çatışma ve çelişki yoktur. Çünkü Kur'an-1 Kerimin, birinci âyette Ramazan ayında, ikinci âyette mübarek bir gecede bu mübarek gece Kadir gecesidir) üçüncü âyette Kadir gecesinde (Kadir gecesi de Ramazan ayının içindedir) indirilmiş olduğu bildirilmiştir. Böylece bu üç âyet-i kerime. Kur'an-ı Kerimin Ramazan ayında indirilmiş olduğunu bildirmektedir.
Tarihi gerçek ise, Kur'an-ı Kerimin, Resûlüllâh (SAV)a takriben yirmi üç senede bölük bölük indirilmesidir. Buna göre, Kur'an-ı Kerimin bu iki indirilişinin arasım bulmak güçleşir. Yirmi üç sene, bir Ramazan aymda, hatta bir Kadir gecesinde nasıl toplana bilir.
İşte alimler Kur'an-ı Kerimin bu iki indirilişinin arasını bulmada iki görüş ileri sürmüşlerdir:
Birinci görüş: Bu görüşün başında İbni Abbas (r.a) bulunmaktadır. İbni Abbas (r.a) dan gelen rivayete göre Kur'an-ı Kerim, Ramazan ayının Kadir gecesinde Levhi mahfuzdan toptan olarak bir defada dünyaya en yakın olan semâdaki "Beytülizzef'e indirilmiştir. Bundan sonra Kur'an-ı Kerim, Resûlüllâh (SAV)a hadiselerin ve olayların gereğine uygun olarak peygamberlik müddetin-ce bölük bölük indirilmiştir.
Buna göre, Kur'an-ı Kerimin indirilişi hakkındaki üç âyet-i kerime ile tarihi gerçek arasında bir zıdlık ve çatışma yoktur. Çünkü üç âyet-i kerimede Kur'an-ı Kerimin bölük bölük indirilmiş olduğundan bahsetmeyıp toptan olarak bir defada semâdaki "Beytu'l izzet" e indirilmesini haber vermiştir. Yine İbn-i Abbas (r.a) dan ve diğer sahabelerden gelen rivayete göre, Allah Tealâ Kur'an-ı Kerimi Levh-i Mahfuz'dan toptan olarak bir defada dünyaya en yakın semâdaki "Beytu'l- izzet" e indirmiş, sonra oradan Kur'ani Kerimi Resûlüllâh (SAV) hadiselere göre bölük bölük yirmi üç senede indirmiştir.
İkinci görüş: Bu görüşün başında da Şâbî (r.a) bulunmaktadır. Şâbî (r.a) den gelen rivayete göre ilk vahiy Resûlüllâh' (SAV)a Ramazan ayının mübarek Kadir gecesinde gelmeye başlamıştır. Sonra Kur'an-ı Kerim Resûlüllâh'(SAV)a hayatı boyunca peş peşe gelmeye devam etmiştir. Şâbî (rh) den gelen rivayete göre, yukarıda geçen üç âyet-i kerime, Kur'an-ı Kerimin ilk defa inmeye başlamış olduğu zamanı haber vermiş, yoksa hepsinin indirilmiş olduğunu haber vermemiştir. O halde Kur'an-ı Kerim'in indirilişi hakkındaki üç âyet-i kerime ile tarihi gerçek arasında bir çatışma söz konusu değildir.
Bu iki görüş arasındaki fark: İbni Abbas (r.a) dan gelen rivayete göre, Kur'an-ı Kerim bu ayda Resûlüllâh (SAV) a indirilmeyip, Levhi Mahfuzdan dünyaya en yakın olan semâdaki "Beytü'l- izzet" e indirilmiştir. Bundan dolayı Ramazan ayının bu ümmete ait özel bir meziyeti yoktur. Şâbî (rh) den gelen rivayete göre, Kur'an-ı Kerimin Ramazan ayının Kadir gecesinde Resûlüllâh'(SAV)a inmeye başlamış olduğundan Allah Tealâ bu ayda bu ümmete özel bir ihsanda bulunmuştur.
İbn-i İshak (rh): "Kur'an-ı Kerimin Resûlüllâh (SAV) a ilk defa inmeye başladığı Kadir gecesi Ramazan ayının on yedinci gecesiydi" demiştir.
Nitekim Kur'an-ı Kerim şu âyette buna işaret etmiştir: "Eğer siz Allah'a İmân etmiş ve hakla batılın ayrıldığı (Bedir) günü, o iki ordunun birbiriyle çarpıştığı gün, kulumuza indirdiğimize (âyetlere) İmân etmişseniz (bunu
böyle bilin) Allah her şeye kadirdir" [Enfal sûresi: 41] Âyeti kerimedeki "iki ordunun birbiriyle çarpıştığı "gün" ile müslümanlarla müşriklerin Bedirde çarpıştıkları gün murat edilmiştir ki, hicretin ikinci senesinin Ramazan ayının on yedinci günü idi. Yine âyet-i kerimedeki "Hak ile batılın ayrıldığı "gün" ile de Kur'an-ı Kerimin ilk defa inmeye başladığı gün murat edilmiştir ki, her iki gün-her ne kadar bir senede olmasa da- vasıfda (Cuma günü olmada) birdir. Yani: Bedir savaşının olduğu "gün" ile Kur'an-ı Kerimin inmeye başladığı "gün" Ramazan ayının on yedinci günüdür.
Kastalani, Buhâri şerhinde Kur'an-ı Kerimin ilk defa inmeye başladığı Kadir gecesinin Ramazan ayının hangi gecesine tesadüf ettiğini tayin etmede alimlerin çeşitli görüşlerinin bulunduğunu rivayet etmiştir. İbn-i İshak'ın meylettiği görüşe göre, Ramazanın on yedinci gecesidir. İbn-i İshak demiştir ki: İbn-i Ebî Şeybe ile Tabarânî, Zeyd b. Erkam (r.a) dan: "Kur'an-ı Kerimin ilk defa inmeye başladığı Kadir gecesinin Ramazanın on yedinci gecesi olduğunu" rivayet etmişlerdir. Buraya kadar Kur'an-ı Kerimden ilk inen âyet-i kerimeler zikredilmiştir.
Kur'an-ı Kerimden son inen âyet hakkında çeşitli rivayetler vardır.
a) Denildi ki: Son inen âyet-i kerime faiz âyetidir. Çünkü Buharinin İbn-i Abbas dan rivayetine göre "son inen âyet-i kerime faiz âyetidir. Bununla şu âyet murat edilmiştir: "Ey İmân edenler! Allâh'dan korkun ve eğer gerçek müminlerseniz, faiz. hesabından kalanı terk edin (almayın)" [Bakara sûresi: 278] "
b) Denildi ki: Kur'an-ı Kerimden son inen âyet şudur: "Öyle bir günden korkun ki, o günde Allah'a döndürüleceksiniz." [Bakara sûresi: 281] Son inen âyetin bu âyet olduğu Nesaide ve diğer hadis kitaplarında İbni Abbas (r.a) dan ve Said b. Cübeyr (rh) den rivayet edilmiştir.
c) Denildi ki: Son inen âyet vade ile borçlanma âyetidir. Çünkü Said b Müseyyeb (r.h) den rivayet edilmiştir, Said b. Müseyyeb (r.h) bana ulaştığına göre: "Zaman bakımından Arş-ı Alâ'dan inen en son âyet vade ile borçlanma âyetidir" demiştir. Bununla şu âyet murat edilmiştir "Ey İmân edenler! Muayyen bir vade ile borçlandığınız vakit onu yazınız" [Bakara sûresi: 282]
Bu üç rivayetin arası birleştirilir. Şöyle ki: Kur'an-ı Kerimdeki tertibi gibi bu üç âyet beraber indirilmiştir. Bunlar faiz âyet-i, öyle bir günden korkun âyet-i ile vade ile borçlanma âyetidir. Çünkü bu âyetler muamele hakkındadır. Buna göre her ravi bu üç âyetten birisini son inen âyettir diye haber vermiştir. Doğru olanı da budur. Bu üç rivayet birleştirilince aralarında bir çelişki bulunmaz.
d) Denildi ki: Son inen âyet, "Kelâle" âyetidir. Çünkü Buhari ile Müslim'de Berâ b. Azib (r.a) dan rivayet edildiğine göre, Bera b. Azib (r.a) son inen âyet "Senden (kelale hakkında) fetva istiyorlar. Deki: Babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası Hakkında Allah size şöyle fetva veriyor" [Nisa sûresi: 176] bu âyettir demiştir. Bera b. Azib (r.a) den Kur'an-ı Kerimden son inen âyet "kelale âyetidir" diye gelen rivayet "miras hakkında son inen âyettir" denilmiştir.
e) Denildi ki: Kur'an-ı Kerimden son inen âyetler Tevbe süresinin sonundaki şu iki âyettir: "Andolsun size
kendinizden bir peygamber geldi ki..." [Tevbe süresil28-129]
Nitekim Müstedrek'de Übeyy b. Kab (r.a) dan rivayet edilmiştir. Übeyy b. Kab (r.a) "Kur'an-ı Kerimden son inen âyetler Tevbe süresinin son iki âyetidir." demiştir.
f) İbni Abbas (r.a) dan rivayet edildiğine göre, İbn-i Abbas (r.a) «Son inen süre "Allah'ın zaferi ve fetih (Mekke'nin fethi) geldiğinde âyetlerini ihtiva eden Nasr süresidir"» demiştir.
Bu zikredilen rivayetlerden hiçbiri peygamber efendimizden rivayet edilmemiştir.
Kur'an-ı Kerim den son inen âyet-in hangisi olduğu hakkında konuşanlar kendi içtihatlarıyla ve zannı galibe göre konuşmuşlardır. Bunlardan her biri Resûlüllâh (SAV) dan son dinlediği âyetin, son inen âyet olduğunu haber vermiştir veya bunlardan her biri son inen âyetin mesela: miras gibi özel bir hüküm hakkındadır demek istemiştir. Veya bunlardan 'her biri tam olarak inen son süreyi haber vermişlerdir. "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım size din olarak İslama razı oldum" [Maide sûresi: 3] Bu âyet-i kerime Resûlüllâh (SAV) a veda haccı senesinde Arafat' ta vakfede dururken inmiştir. Bu âyet-i kerimenin zahiri, bütün farzların ve şer-i hükümlerin tamamlanmış olduğuna delalet etmektedir. Yukarıda geçtiği üzere bazılarına göre, şer'i hüküm hakkında son inen âyet-i kerime faiz âyet-i kerimesidir. Bazılarına göre, şer'i hüküm hakkında son inen âyet-i kerime va'de ile borçlanma âyet-i kerimesidir. Bazılarına göre, şer'i hüküm hakkında son inen âyet-i kerime Kelâle âyet-i kerimesidir.
Bazılarına göre şer'i hüküm hakkında son inen âyet-i kerime bu zikredilenlerden başkadır.
Taberi'nin zikrettiğine göre, âlimler Maide süresinin üçüncü âyet-i kerimesi hakkında şunları söylemişlerdir: Bu âyet-i kerime Resûlüllâh (SAV) a indirildikten sonra farzlara, helâl ve harama dair hiçbir şer'i hüküm indiril-rnemiştir. Bu âyet-i kerime indirildikten sonra Resûlüllâh (SAV) ancak seksen bir gece yaşamıştır.
Bu konuyu özetliyecek olursak, Resûlüllâh (SAV) in hayatından kırk sene geçince Rebiul evvel ayında ona ilk vahiy doğru rüya görmekle başlamıştır Kur'an-ı Kerim ilk defa Ramazan ayında inmeye başlamıştır.
Kur'an-ı Kerimden ilk inen âyet-i kerimeler "ikra süresi" nin ilk beş âyet-i kelimesidir
Üstün olan görüşe göre, Resûlüllâh (SAV) a son inen âyet-i kerime ise "Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak islâma razı oldum [Maide sûresi: 3] âyet-i kerime-sidir. Çünkü bu âyet-i kerime Resûlüllâh (SAV) a veda haccında Arefe günü vakfede dururken inmiştir. Resûlüllâh (SAV) bu âyet-i kerime indikten sonra hicretin on birinci senesinin Rebiülevvel ayında vefat etmiştir. Resûlüllâh (SAV) m peygamber olarak gönderilmesiyle başlamış olan şer'i hüküm koyma devri vefatıyla sona ermiştir. Resûlüllâh (SAV) in şer'i hüküm koyma devri takriben yirmi üç senedir. Kur'an-ı Kerim ona yirmi üç senede bölük bölük inmiştir. İşte Kur'an-ı Kerim ilk şer'i hüküm koymanın kaynağıdır. Sünnet ise ikinci şer'i hüküm koymanın kaynağıdır. Resûlüllâh (SAV) in devrinde üçüncü şer'i hüküm koyma kaynağı yoktur. [11]
Birinci kaynak: Kur'an-ı Kerimdir.
er Râgıb "el-Mufredat" isimli eserinde demiştir ki: «"Kur'an" kelimesi asılda "Gufran ve rüchan" kelimeleri gibi mastardır. Nitekim Tealâ hazretleri: Çünkü onu (Kur'anı) toplamak ve okutmak bize aittir. Biz onu okudukmu sen de okunuşunu takip et! [Kıyame sûresi: 17-18] buyurmuştur.»
İbni Abbas (r.a) bu âyet-i kerimeyi şöyle tefsir etmiştir: Biz Kur'anı senin kalbinde toplayıp yerleştirince onunla amel et.
Hz. Musa Aleyhisselâma indirilmiş olan "Tevrat" ve Hz. İsâ Aleyhiselama indirilmiş olan "İncil" özel isim oldukları gibi, Hz. Muhammed (SAV)e indirilmiş olan "Kur'an kerim" de ilâhi kitaba tahsis edilip onun özel ismi olmuştur.
Bazı âlimler: "Allah Tealâ nın kitapları arasından bu kitaba Kur'an-ı Kerim denilmesi o kitapların özünü ve bütün ilimlerin faydalı yönlerini bir araya toplamış olmasından dolayıdır." demişlerdir. Nitekim Tealâ Hazretleri buna işaret ederek (Kur'an) kendinden önce inen ilâhi kitapları tasdik eden ve her şeyi açıklayan İmân eden bir toplum için bir hidayet ve bir rahmettir. [Yusuf sûresi: 111] ve: "Sana bu kitabı (Kur'anı) her şeyi açıklayan müslümanlara doğru yolu gösteren bir rehber bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik" [Nahl sûresi: 89] ve "(onu) pürüssüz ve dosdoğru Arapça bir Kur'an olarak indirdik Umulur ki, korunurlar" [Zümer sûresi: 28] buyurmuştur.
er Ragıb'ın sözünden anlaşılmıştır ki: "Kur'an" kelimesi "karae yakrau kıraeten Kur'anen" diye çekilen fiilden alınmış masdar olup lügatta: Toplamak, bir araya getirmek, eklemek, okumak manalarına gelir. Sonra Kur'an kelimesi Allah Tealâ tarafından Cebrail vasıtasıyla Arapça olarak Resûlüllâh (SAV) a indirilmiş olan şanlı kitap hakkında kullanılarak onun özel ismi olmuştur.
Kur'an Hz. Muhammed (SAV) e indirilen, bize tevatür yoluyla nakledilen okunmasıyla ibadet edilen hükümleriyle amel edilen Allah Tealânın kelamı olup, Resûl-ı Ekremİn iddia ettiği peygamberlik davasında doğru olduğunu bildiren bir mucizedir.
Kur'an-ı Kerimi Cebrail, Resûlüllâh (SAV) a Arapça diliyle indirmiştir. Nitekim Tealâ Hazretleri "onu (Kur'anı) cibril-i Emin uyarıcılardan olasın diye senin kalbine açık Arapça diliyle indirmiştir." [Şuara sûresi: 193-194-195] buyurmuştur.
Resûlüllâh (SAV) Kur'an-ı Kerim ile fesahat ve beyan sahibi olan bütün Araplara bir benzerini yapmalarını isteyerek meydan okumuş, onların bunu yapmaktan aciz oldukları meydana çıkmıştır. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim onların aleyhine delil olmuştur.
Dâhi sayılan, edipler ve filozoflar Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır ve kalacaklardır. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Eğer kulumuza (Muhammede) indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız siz de onun benzeri bir süre getirin. Eğer iddianızda doğru iseniz Allah' dan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın bunu yapamazsınız ki elbette yapamıyacaksanız. O halde yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının. Çünkü o ateş kafirler için hazırlanmıştır". [Bakara sûresi: 23-24] ve:
"De ki And olsun bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, bir birlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler." [îsra sûresi: 88] buyurmuştur.
İlk gelişme devirlerinde insanın aklı, ancak kendisinde düşünceye ve incelemeye yer bulunmayan maddi ve hissi mucizeleri kabul ediyordu. Bu yüzden her peygamber belli bir kavme gönderiliyor, kavminin alışa geldikleri ve ihtisasları olan konularda mucize gösteriyordu. Ta ki, kavmi o mucizenin benzerini yapmaktan aciz kalıp, o mucizenin ilâhi bir kuvvet olduğunu anlayarak İmân etsinler.
Beşerin aklı olgunlaşınca Allah Tealâ bütün insanlara Hazreti Muhammed (SAV) i kıyamete kadar peygamber olarak göndermiştir. Resûlüllâh (SAV) in ebedi mucizesi gelişmiş ve tamamıyla tekamül etmiş olan beşeri akla uygun olan Kur'an-ı Kerim mucizesidir. Halbuki Allah Tealâ önceki peygamberlerini gözleri dehşete düşüren ve aklı benzerini yapmaktan aciz bırakan maddi ve hissi mucizelerle desteklemiştir. Mesela: Hazreti Musa Aleyhisselâm in mucizesi, koynuna sokup çıkarınca ben beyaz bir hal alan eli ve bırakınca yılana dönüşen asası idi. Hazreti İsâ Aleyhisselâmın mucizesi ise, Allah Tealâ'nın izniyle anadan doğma körü, abraşı iyi etmesi ve ölüleri diriltmesi idi.
Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (SAV) in mucizesi, insanların ilme yönelmiş olduğu bir asırda beşeri aklı hayrete düşüren, kıyamete kadar benzerini yapabilirseniz yapın diye meydan okuyan akli bir mucizedir. İşte bu mucize, bütün ilimleri ve marifetleri, geçmiş zamanda olmuş hadiselerin gelecekte olacak hadiselerin haberlerini ihtiva eden Kur'an-ı Kerim mucizesidir. İnsan aklı ne kadar ilerlerse ilerlesin Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmaktan aciz kalacaktır. Çünkü Kur'an-ı Kerim ilâhi bir mucizedir, onun benzeri yapılamaz Akıl, onun Allah Tealâ tarafından Resûlüllâh (SAV) a indirilmiş bir vahiy olduğunu itiraf ve ikrar eder. Akıl, kendisinin eğriliğini doğrultmakta, yeteneklerini geliştirmekte ve doğru yolu bulmakta ilâhi vahye şiddetle muhtaç olduğunu da itiraf eder. İşte bu manaya Resûlüllâh (SAV) işaret ederek: Peygamberlerden hiçbir peygamber yoktur ki, ona beşerin benzerine imân edeceği "bir mucize" verilmiş olmasın. Hiç şüphe yok ki, bana ihsan buyurulan (en büyük mucize) Allâhın bana vahyettiği Kur'an (mucizesidir) kıyamet günü bütün peygamberlerin, en çok ümmetlisi bulunmayı umarım buyurmuştur. (Bu hadisi Buharı rivayet etmiştir.) Arapların tarihi ve edebiyatı hakkında biraz malumatı olan kimse bilir ki: Peygamber Efendimiz (SAV) gönderilmeden önce, Mekke yakınında "suku'I-ukaz" denilen panayıra katılmak için gelen şairler ve hatiplerin birbirine üstün gelmek maksadıyla tertip etmiş oldukları şiir ve nesir yarışları, dillerini temizlemiş, düzeltmiş, geliştirmiştir. Nihayet Kur'an-ı Kerimin inmiş olduğu- Kureyş lehçesi, fesahat, belagat ve beyan ile birleşerek en yüksek seviyeye ulaşmıştır.
Arapların durumuna gelince onlar son derece hür vahşi asil vakur ve kibirli idiler. Hatta amca çocukları bir birine karşı üstünlük taslıyorlardı bu yüzden bir gurur ve kibir kıvılcımının ateşlenmesinden meydana gelen kanlı savaşlar günlerce devam etmiş sayısız insanlar telef olmuştur.
Tarihde bu savaşlar darb-ı mesel olmuş tarih bu savaşları Araplara nisbet ederek: "Eyyamı Arap" diye kayıt ve tescil etmiştir.
Resûlüllâh (SAV) bu karekterde olan Araplardan Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmalarını isteyerek meydan okudu, İğneleyici, azimet ve gayretlerini tahrik edici, müsabakaya itici sözler söylüyor onların inançlarını, âdetlerini, ahlâklarını yeriyor, onların babalarının akıllarını küçümsüyordu. Onlar peygamber efendimiz (SAV) i taciz etmeyi onu susturmayı ona üstün gelip zafer kazanmayı şiddetle istiyorlardı. Her kabile kendi coşkusunu milli onur ve haysiyetini anlatan Arapçanın fesehat belegat beyan gibi bütün üsluplarını bildikleri halde Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır. Şayet Kur'an-ı Kerimin benzerini yapsalardı onlardan naklolunur nesilden nesile yayılırdı. Kur'an-ı Kerimin âyetlerini gözden geçirerek incelediler ihtisasları olan şiir ve nesir ile karşılaştırdılar fakat onu taklid etmeye veya onun benzerini yapmaya yol bulamadılar.
Velid b. Muğire' den nakledildiğine göre Kur'an-ı Kerimin âyetleri onların kalplerini sarsınca farkına varmadan hakkı söylediler. Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmaktan aciz kalıp çareleri tükenince ona iftira ederek: "Kur'an-ı Kerim için başkasından nakledilen sihirdir Resûlüllâh (SAV) için mecnundur şairdir yine Kur'an-ı Kerim için o evvelkilerin masallarıdır." dediler.
Onlar, Arabça altın çağını yaşarken bütün şartların bulunmasına rağmen ^Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmaktan aciz kalınca, boyunlarını kılıca teslim etmekten, üzüntü kaselerinden içmekten ve acı ölümü yudum yudum tatmaktan kurtulamadılar.
Arap olmayan milletlerin Kur'an'ın benzerini yapmaktan aciz kalmalarına gelince Kur'an-ı Kerim asırlar geçmesine rağmen meydan okuma sahasında başı dik olarak meydan okumakta devam ediyor ve edecektir. Şimdiye kadar dahi sayılan edipler filozoflar onun benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır ve kalacaklardır.
Yeni ilmin keşfettiği kainatın sırlarıyla ancak bu kainatın yaratıcısı ve idare edicisi olan Allah Tealânm varlığına ve birliğine delâlet eden yüce hakikatlar meydana çıkmaktadır.
İşte Kur'an-ı Kerim bu kainat sırlarını Özetlemiş ve onlara işaretlerde bulunmuştur. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim kendi benzerini yapmaktan bütün insanları aciz bırakmıştır. Kur'an-ı Kerimin mucize olmasının manası budur. Kur'an-ı Kerim hem lafzında, hem de üslubunda mucizedir. Çünkü her kelimede bulunan harflerin yerine başka harflerin konulması cümlelerde bulunan her kelimenin yerine başka kelimelerin konulması ve her âyette bulunan cümlelerin yerine başka cümlelerin konulması mümkün değildir. O halde her harf bulunduğu kelimelerde her kelime bulunduğu cümlelerde ve her cümle bulunduğu âyetlerde mucizedirler.
Kur'an-ı Kerim, beyanında ve nazmında mucizedir Kur'an-ı Kerimi okuyan kimse onda hayatın kainatın ve insanın canlı bir tablosunu bulur.
Kur'an-ı Kerim insanın hakikatini ve dünyaya gelmesindeki sorumluluğu hususunda perdeyi kaldıran manala-rıyla mucizedir.
Kur'an-ı Kerim mucizedir, çünkü o daha önce bilinmeyen bir çok ilim ve irfan hakikatlarım açıklamıştır.
Kur'an-ı Kerim mucizedir çünkü o şer'i kanunlar koymuş, insan haklarını korumuş, dünyayı refah ve saadete kavuşturmuş olan ideâl bir toplum oluşturmuştur.
Kur'an-ı Kerim mucizedir, çünkü o, önce deve ve koyun çobanlan olan Arapları, milletlerin idarecileri ve komutanları yapmıştır. İşte böyle bir milletin dünyaya hakim olması Kur'an-ı Kerimin mucize olmasının en büyük delilidir. Kur'an-ı Kerim dinin temelidir. Şer'i kanun koymanın kaynağıdır. Her asırda ve her yerde Allah Tealânm üstün bir delilidir. Onu Resûlüllâh (SAV) Cenabı Hakkın emrine uyarak ümmetine tebliğ etti. Nitekim Allah Tealâ: "Ey peygamber! Rabbin'den sana indirileni tebliğ et. Etmezsen Allâhın elçiliğini yerine getirmiş olmazsın Allah seni insanlardan koruyacaktır.*1 [Maide sûresi: 67] buyurmuştur.
Kur'an-ı Kerimin bir çok yerinde ve birçok üslûbunda kendisine uymanın ve içinde bulunan hükümlerle amel etmenin vacip olduğuna dair açık ve ilâhi emirler vardır. Nitekim Tealâ Hazretleri: "(Müminlere de ki:) Rabbinizden size indirilen kitaba uyun ondan başka dostlar edinerek onlara uymayın." [Araf sûresi: 3] ve: "Bunlar Allâhın sınırlarıdır onları aşmayın. Her kim Allâhın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir." [Bakara sûresi: 229] ve: "Sana da (Ya Muham-med!) bu kitabı kendinden önceki kitapları tasdikçi ve onlar üzerine şahit olarak hakla indirdik. O halde (seni hakem yaparlarsa) sen de 'ehli kitap arasında Allâhın sana indirdiği ile hükmet, sana gelen bu haktan sonra onların hevalannın arkasından gitme!" [Maide sûresi: 48] ve: "Şu emride indirdik: "Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma onlardan sakın ki, Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni şaşırtmasınlar, yine yüz çevirirlerse, bil ki, Allah onların bazı günahları sebebiyle başlarına bir belâ getirmek istiyor. Herhalde İnsanlardan bir çoğu fasiktırlar. Onlar cahiliyet devrinin hükmünü mü istiyorlar? yakîn (ile İmân) eden bir kavim için Allâh'dan daha güzel hüküm veren kim olabilir." [Maide sûresi: 49-50] buyurmuştur.
Ashab-ı Kiram Resûlüllâh (SAV) dan Kur'an-ı Kerimin tilâvetini hıfzını manasını ve onda bulunanlarla amel etmeyi öğreniyorlardı.
Ebû Abdurrahman Sülemi demiştir ki: "Bize Kur'an-ı Kerimi okutanlar haber verdiler: Hz. . Osman b. Affan (r.a) İbn-i Mesut (r.a) ve diğer ashabı kiram Resûlüllâh (SAV) dan on âyet-i kerimeyi Öğrenince onlardaki bilgiyi ve ameli tam manasıyla öğrenmedikçe başka âyet-i kerimeleri öğrenmeye geçmezlermiş."
Sülemi: "Biz Kur'an-ı Kerimi ve ondaki bütün bilgileri ve amelleri öğrendik" demiştir.
Böylece müslümanlar her asırda Kur'an-ı Kerimi muhafaza ettiler ve zamanımıza kadar bir harfini bile bozmadan ve değiştirmeden nesilden nesile bu mukaddes kitabı ezberlemek ve yazmak suretiyle naklettiler
Bunu Allah Teaİânın şu kavli kerimi de tasdik etmektedir: "Hiç şüphe yok ki, Kur'an-ı Kerimi biz indirdik biz! Muhakkak onu biz koruyacağız." (Hicr sûresi: 9)
Kur'an-i Kerim, imân, helâl ve haram gibi şerî'atın asıllarını ve temel kaidelerini içinde toplamış, şerî'atın anahatlarını bildiren bir çok hükümleri özet olarak zikretmiş, kıyamete kadar insanların başına gelebilecek hadiselerin ve olayların ayrıntılarının hükümlerini çıkarmayı ise Kur'an-ı Kerimin ışığı altında müctehitlere
bırakmıştır işte bunlar şer'i' atın ebedi olmasının sırrıdır. Kur'an-ı Kerim inanç ve ibadetlerin asılları gibi konulan, mücadele ve ihtilaftan uzak tutmak için gerekli olan açıklamayı yapmıştır.
Kur'an hükümleri hiçbir zaman ve hiçbir yerde ihtilaf edilmeyecek ve değişmeyecek bir takım temel prensipler üzerine kurulmuştur. Nitekim bunlar, miras, nikahlan haram kılınanlar ve bazı suçların cezaları hakkındaki hükümlerde görülmektedir.
Kur'an-ı Kerim doğru yolu gösteren ilâhi bir kitapdır, onu okuyan veya onu ezberleyen, onun manalarını düşünen, onun için de bulunanlardan öğüt alarak amel eden kimse, bu sayede doğru yolu bulmuş olur. Çünkü bu kimsenin elinde bir delil vardır. Nitekim Sahih-i Müslim'de rivayet edilen bir hadisi şerif de: "Kur'an-ı Kerim senin ya lehine veya aleyhine bir delildir." buyurulmuştur. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerimin manasını düşünmek vacibdir. Çünkü o kalplerin kilitlerim açar, gönüller onunla nurlanır, o insanları yasaklarından uzak durmaya ve emirleriyle amel etmeye davet eder. Nitekim Tealâ Hazretleri: "(Sana indirdiğimiz) bu Kur'an hayır ve bereketi çok bir kitapdır. Onu sana âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri ibret alsınlar diye indirdik." [Sad sûresi: 29] ve: "Bunlar Kur'an'ı hiç düşünmezler mi, yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?" [Muhammed sûresi: 24] buyurmuştur.
Kur'an-ı Kerimin üstün belagatı, yüce hükümleri, etkili nasihatlarının azameti karşısında sabit dağlar paramparça olur. Fakat Allah Tealâ kullarına ihsan edip Kur'an-ı kalplerinin baharı, gözlerinin cilası, hayatlarını aydınlatan bir nur kılmıştır. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Biz bu Kur'anı bir dağın üzerine indirseydik mutlaka onu Allah korkusundan baş eğmiş param parça olmuş görürdün" [Haşr sûresi: 21] buyurmuştur.
Hazreti Ali ben Rasülüllah (SAV) dan: «"Karanlık gecenin (zifri) karanlıklarına benzeyen fitneler kopacaktır" buyururken işittim. Bunun üzerine "Ya Resûlüllâh bu fitnelerden kurtuluş nasıl olacaktır" dedim. Rasülüllah buyurdu ki: "Allah'ın kitabına (sarılın) sizden öncekilerin tarihi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü ondadır. O hakla batılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür, saçma değildir. Her kim zorbalığından ötürü onu bırakırsa Allah onun belini kırar. Herkim hidayeti ondan başkasında ararsa Allah onu saptırır. O Allah'ın sapasağlam ipidir. O, hikmet dolu sözlerdir. O, hakka giden dosdoğru yoldur. O, arzu ve isteklerin kendisini hakikatten saptırmadığı, dillerin kendisine benzemediği, âlimlerin kendisinden doymadığı, çok tekrarlanmaktan eskimeyen, acaibi (hayranlık veren taraflar)ı bitmeyen bir kitaptır. O, öyle bir kitapdır ki, cinler onu dinlediği zaman: "Gerçekten biz şaşılacak bîr Kur1 an dinledik doğruya götürüyor ona derhal İmân ettik [Cin sûresi: 1] demekten kendilerini alamadılar kim onun dediğini söylerse doğruyu söylemiş olur kim onunla amel ederse sevap kazanmış olur. Kim onunla hükmederse adalet göstermiş olur. Kim ona davet ederse doğru yola hidayet edilmiş olur» (Tirmizi bu hadisi şerifi Kur'anm faziletleri bahsinde rivayet etmiştir) [12]
Yukarıda geçtiği üzere Kur'an-ı Kerim önce Levhi mahfuzdan bir defada toptan olarak dünyaya en yakın olan semâya inmiştir. Oradan da Kur'an-ı Kerim Resûlüllâh (SAV) a inmiş olduğunu bildiren âyet-i kerimeler şunlardır: "(Ey Muhammedi) De ki: Kur'an'ı Ruhü'l Kudüs (Cebrail İmân edenlere sebat vermek, müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için Rabbin katından hak olarak indirdi" [Nahl sûresi: 102] ve: "Eğer kulumuza (Muhammede) indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız sizde onun benzeri bir süre getirin" [Bakara sûresi: 23] ve "Söyle onlara! Cebrail'e kim düşmansa (öfkesinden çatlasın), çünkü Kur'an'ı senin kalbine daha önceki kitapları tasdik ederek ve müminlere bir hidayet ve müjde olarak Allâhın izni ile o indirmiştir." [Bakara sûresi: 97] Bu âyet-i kerimeler ve bunlardan başka olan âyet-i kerimeler Cebrail Aleyhisselâmın Kur'an-ı Kerimi Resûlüllâh (SAV) in kalbine indirmiş olduğunu bildirmektedir. İşte Kur'an-ı Kerimin bu inişi, Kur'an-ı Kerimin dünyaya en yakın olan semâya inişinden başkadır. Kur'an-ı Kerimin Resûlüllâh (SAV) a inişi ile Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesi kasdedilmiştir.
Kur'an-ı Kerimin Resûlüllâh (SAV) a inmesinde "Tenzil" kelimesi kullanılmış "inzal" kelimesi kullanılmamıştır, çünkü "Tenzil" kelimesi Kur'an-ı Kerimin bölük bölük zaman zaman inmesini bildirir.
er Râgib-ı İsfahani demiştir ki: "Kur'an-ı Kerim ile meleklerin inmesi hakkında kullanılan "Tenzil" ile "İnzal" kelimelerinin arasîndaki fark: "Tenzil" kelimesi bölük bölük inmede "inzal" kelimesi ise hem bölük bölük inmede hem de toptan olarak inmede kullanılır ve bu hususu isbat için şu âyet-i kerimeleri şahit ve delil göstermiştir. "Biz onu (Kur'anı) yavaş yavaş indirdik" [İsra sûresi: 106] ve: "Kur'an-ı kesinlikle biz indirdik"
[Hicr sûresi: 9] ve: "Biz onu (Kur'anı mübarek bir gecede indirdik" [Duhan sûresi: 1]
Şu âyet-i kerimelerde de Kur'an-i Kerim in bölük bölük inmiş olduğu açık olarak beyan edilmiştir: "Kur'anı insanlara ağır ağır okuman için bölük bölük indirdik ve onu (hadiselere ve olaylara uygun olarak) indirdik." [İsra sûresi: 106]
Kur'an-ı Kerimden önceki Tevrat, İncil, Zebur, gibi semavi kitaplar bölük bölük indirilmeyip toptan olarak indirilmişlerdir. Nitekim bunu bize şu âyet-i kerime haber vermiştir: "İnkar edenler: "Kur'anı ona (Muhammede) bir defada indirilmeliydi" derler. Oysa biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz" [Furkan sûresi: 32]
Önceki semavi kitaplar şayet bölük bölük indirilmiş olsaydı. İnkar edenler, Kur'an-ı Kerimin bölük bölük indirilmesine şaşmazlardı.
"Kur'an ona (Muhammede) bir defada indirilmeliydi" âyet-i kerimenin izahı: inkar edenler: "Önceki semavi kitaplar bir defada toptan indirilmiş oldukları gibi Kur'an-ı Kerimde bir defada toptan olarak Hz. Muham-med (SAV) e indirilmeliydi. Kur'an-ı Kerim niçin bölük bölük ve peyder pey indiriliyor!" dediler. Allah Tealâ onlara: "Kitapları bölük bölük indirmek benim kanunum-dur" diye cevap vermedi. Bundan anlaşılıyor ki önceki semavi kitaplar bir defada indirilmiştir. Nitekim "(inkar edenler) : Bu nebicim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor dediler." [Furkan sûresi: 7] Bunun üzerine Allah Tealâ onlara cevap vererek: "Ey Muham-med! senden önce peygamberleri başka şekilde göndermedik. Elbette onlarda yemek yiyorlar çarşılarda geziyorlardı." [Furkan sûresi: 20] buyurmuştur.
Yine inkar edenler: "Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi" [İsra sûresi: 94] dedikleri zaman, Allah Tealâ cevap vererek: "Ey Muhammed senden öncede kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkeklerden başkasını peygamber göndermedik" [Nahl sûresi: 43] buyurmuştur.
İnkar edenler: "Kur'an-ı Kerim Hz. Muhammed (SAV) e toptan indirilseydi ya" dedikleri zaman, Tealâ hazretleri: "Ey Muhammed Biz onu (Kur'anı) senin kalbine yerleştirelim diye böyle (bölük bölük) indirdik ve onu ağır ağır okuduk" [Furkan sûresi: 32] buyurarak bu âyet-i kerimede Kur'an-ı Kerimin bölük bölük indirilmesindeki hikmeti açıklayarak onlara cevap vermiştir. [13]
Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesinin hikmetini bu hususta gelmiş olan âyet-i kerimelerden beş madde halinde özetleyebiliriz.
1) Birinci hikmet: Resûlüllâh (SAV) in mübarek kalbinin kuvvetlendirilmesi için Kur'an-ı Kerim bölük bölük inmiştir. Resûlüllâh (SAV) insanları karanlıktan çıkarmak insanlığın şerefini alçaltan puta tapıcıhktan kurtarmak, tek Allah inancına kavuşturmak, ızdırab çeken ruhları saadete ulaştırmak için samimiyetle İslama davet edince müşriklerin sert tepkisiyle karşılaştı ve içlerinden tabiatı sert, kaba, vahşi ve inatçı bir kavmin eza ve cefasına maruz kaldı. Nitekim Tealâ hazretleri: "Şimdi bu Kur'an'a İmân etmezlerse, belki sen arkalarından üzülerek kendini mahvedeceksin" [Kehf sûresi: 6] buyurmuştur.
Resûlüllâh (SAV) in mübarek kalbini hak üzere sabit kılmak ve da'vet yolunda azimle yürüsün diye gayrete getirmek için vahiy zaman zaman iniyordu. Resûlulâh (SAV) kavminin cahilane davranışlarına aldırmıyordu. Çünkü biliyordu ki, onların davranışları çabuk geçen yaz yağmuruna benzer.
Kur'an-ı Kerim bölük bölük indiği için Allah Tealâ daha önce geçmiş olan peygamberler hakkındaki ilâhi kanununu açıklıyordu. Şöyle ki: Önceki peygamberler yalanlandılar, eziyet edildiler fakat sabrettiler. Nihayet kendilerine ilâhi yardım geldi. Resûlüllâh (SAV) ı da kavmi büyüklendikleri ve kibirlendikleri için yalanladılar. Kavminin kendinden yüz çevirerek yalanlaması eza ve cefa etmesi karşısında tarih boyunca peygamberler kervanı hakkındaki Allah Tealânın uygulaya geldiği ilâhi kanunun böyle olduğunu biliyor ve ona uyarak teselli oluyordu. Nitekim Tealâ hazretleri: "Muhakkak biliyoruz ki söyledikleri laf cidden incitiyor fakat hakikat de onlar seni yalanlamıyorlar lakin o zalimler Allah'ın âyetlerini inkar ediyorlar. And olsun senden önce bir çok peygamberler yalanlandı Ama eziyet edilip yalanlanmalarına sabrettiler. Nihayet kendilerine yardımımız geldi." [Enam sûresi: 33-34] ve: "Şimdi seni yalanladılarsa, senden önce apaçık mucizeleri hikmetli sahifeleri ve aydınlatıcı kitapları getiren bir çok peygamberler de yalanlandı" [Ali imran sûresi: 184]
buföTrWıufeerim Resûlüllâh (SAV)a önceki peygamberlerin sabrettiği gibi sabretmesini emrederek "Peygamberlerden azim sahibi olan zatlar gibi sen de sabret" [Ahkaf süresi 35] buyurmuştur Allah Tealâ yalanlayanların hakkından geleceğine dair Resûlulâh (SAV) a garanti vererek onu rahatlatmıştır. Nitekim Tealâ hazretleri: "Kafirlerin söylediklerine sabret ve onları güzellikle terk et (Bu hüküm savaş âyetleriyle kaldırılmıştır.) Yalanlayı-cı o refah sahiplerini bana bırak ve onlara biraz mühlet ver." [Müzzemmil sûresi: 10-11] buyurmuştur. İşte Kur'an-ı Kerim de peygamberlerin kıssalarının zikredil-mesindeki hikmet Resûlulâh' (SAV)ı teselli etmek içindir. Nitekim Tealâ Hazretleri "Peygamberlerin haberlerinden -onunla kalbini pekiştireceğimiz-her çeşidini sana kıssa olarak anlatıyoruz buyurmuştur."
Resûlulâh (SAV) kavminin yalanlamasına, ezâ ve cefâ etmesine üzülüp incinince kendisini desteklemek ve teselli etmek için Kur'an âyetleri iniyor ve Allah Tealâ yalanlayanların hallerini bilmektedir ve onları yaptıklarından dolayı cezalandıracaktır diye tehdit ediyordu. "Şu halde onların lakırdıları seni üzmesin şüphesiz biz onların neler gizlemekte olduklarını neler açıklayıp durduklarım biliyoruz." [Yasın sûresi: 76] ve: onların sözü (yani sen peygamber değilsin demeleri) seni üzmesin. Şüphesiz ki, bütün izzet (güç kuvvet) Allah'ın dır. O işiticidir. Bilicidir" [Yunus sûresi: 65] Nitekim Allah Tealâ Resûlulâh (SAV) a kimsenin dokunamayacağını, onun üstün geleceğini ve muzaffer olacağını bildiren âyetlerle müjde ve rerek: "Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Etmezsen Allah'ın elçiliğini yerine getirmiş olmazsın Allah seni insanlardan koruyacaktır." [Maide sûresi: 67] ve: "Eşsiz bir zaferle Allah sana yardım edecektir" [Fetih sûresi: 3] ve: "Allah (Levhi mahfuz) da şöyle yazmıştır: "Yemin olsun! Mutlaka hem ben galip geleceğim hem peygamberlerim çünkü Allah çok kavidir çok güçlüdür." [Mücadele sûresi: 21] buyurmuştur.
Resûlulâh'(SAV)ı, üzüntü kaplayıp tesir etmesin umutsuzluk ona yol bulamasın diye teselli âyetleri peş peşe iniyordu. Resûlü-i Ekrem (SAV) için Kur'an-ı Kerimdeki peygamberlerin kıssalarında güzel örnekler, kafirlerin varacakları yer hakkındaki âyet-i kerimelerde ise teselli vardır.
Resulü Ekrem (SAV) in muzaffer olacağı hakkındaki âyet-i kerimelerde de müjdeler bulunuyordu. Peygamber efendimiz (SAV) beşeri tabiatı gereğince her ne zaman üzülse teselli âyetleri tekrarlanıyordu. Böylece, kalbi yapmakta bulunduğu davet üzerinde sabitleniyor ve yardım olunacağına mutmain oluyordu.
Kafirler Kur'an-i Kerimin bölük bölük inmesine itiraz edince Allah Tealâ böyle inmesindeki hikmeti açıklayarak: "Kur'anı senin kalbine iyi yerleştirelim diye böyle (bölük bölük) indirdik ve onu ağır ağır okuduk" [Furkan sûresi: 32] buyurmuştur.
Ebû Şame demiştir ki: «"Kur'an-ı Kerim daha önceki semavi kitapların toptan indirildiği gibi indirilmeyip bölük bölük indirilmesindeki sır nedir" diye sorulursa bunun cevabını Allah Tealâ kitabında vermiştir. Kur'anı senin kalbini kuvvetlendirelim diye böyle (bölük bölük) indirdik [Furkan sûresi: 32] Çünkü her hadise hakkında yeni bir vahiy gelince Resül-i Ekremin Mübarek kalbine kuvvet veriyor kendisine Özen gösteriliyor Cibril'i Emin'in daha çok inmesini gerektiriyor Cenab-ı Hak tarafından Cibril'i Emin'in yeni âyetlerle her gelişinde peygamberliği tazeleniyor söz ile ifade edilenıiyecek derecede seviniyordu. Bundan dolayı Resûlüllâh (SAV) Ramazan ayında Cibril'i emin ile çok buluştuğu için en cömert olduğu zamandı.»
2) ikinci hikmet: Kur'an-ı Kerim meydan okumak ve benzerini getirmekten insanları aciz kılmak için bölük bölük inmiştir. Müşrikler aşırı taşkınlıklar yapıyorlar, azgınlıklarında ısrar ediyorlar Resûlüllâh (SAV) ı peygamberliği hakkında imtihan etmek ve aciz bırakmak için kıyametin ne zaman kopacağını haber vermek ve azabın acele indirilmesini istemek gibi her çeşit bâtıl ve şaşılacak sorular ve istekler yöneltiyorlardı. Mesela: "Sana kıyamet ne zaman kopacak diye soruyorlar" [Araf sûresi: 187] ve: "Birde senden acele azap istiyorlar" [Hac sûresi: 47] Müşrikler her ne zaman soru sorarlarsa Kur'an-ı Kerim inerek sorularının cevabını en mükemmel şekilde açıklıyordu. Nitekim Allah Tealâ "Ey Muhammed onlar sana hiçbir mesel (yani mesel denilecek derecede şaşılacak sorularından bir soru) getirmezler ki, biz sana doğru (cevabı) ve (onların sorularından) manaca daha güzel ve manası daha açık olanı getirmiş olmayalım" [Furkan sûresi: 33] buyurmuştur.
Müşrikler Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesine şaşa kaldıkları zaman Allah Tealâ bu husustaki gerçeği onlara şöyle açıklamıştır. Bölük bölük inen Kur'an-ı Kerimin meydan okuyarak onları benzerini getirmekten aciz bırakması toptan inip onlara "Benim benzerimi getirin" diyerek aciz bırakmasından mucize olmakta daha tesirlidir. Bundan dolayı kafirler bu Kur'an Muhammed'e toptan indirilmeliydi diyerek Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesine karşı çıktıkları zaman, hemen şu âyet-i kerime inmiştir: "Kafirler sana bir mesel (Kur'an-ı Kerimin toptan inmesini istemeleri gibi ilginç herhangi bİr soru ve sıfat getirmezler ki, biz mutlaka sana hallerden hikmetimize uygun olan doğru bir cevap vermiş ve onları aciz bırakmakta manası daha açık olanı sana vermiş olmayalım" [Furkan sûresi: 33] Kafirlerin sordukları sorularına cevap verilmesi Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesine bağlıdır.
İbni Abbas (r.a) dan Kur'an-i Kerimin bölük bölük inmesinin hikmeti hakkında gelen bir rivayete göre: "Müşrikler yeni bir olay meydana getirdikleri zaman, Allah Tealâ o yeni olaya göre yeni bir cevap indiriyordu."
3) Üçüncü hikmet: Kur'an-ı Kerimin ezberlenmesinin ve anlaşılmasının müslümanlara kolaylaştırılması için Kur'an-ı Kerim bölük bölük inmiştir.
Kur'an-ı Kerim okuma yazma bilmeyen bir ümmete inmiştir, onların zihinleri kitaplarıdır onlar yazmayı ve tedvin etmeyi bilmiyorlardı ki önce yazıp tedvin etsinler sonra ezberleyip anlasınlar. Onların bu halini Kur'an-ı Kerim şu âyetiyle tescil etmiştir: "Okuma yazma bilmeyen araplar içinde kendilerinden bir peygamber gönderen O'dur. Bu peygamber onlara Allah in âyetlerini okuyor, onları şirkten temizliyor, kitabı ve hikmeti öğretiyor, halbuki onlar bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler." [Cuma sûresi: 2] ve: "Onlar ki Tevrat ve İncil'de ismini yazılı buldukları o (ümmi) okuma yazma bilmeyen peygambere o Resûl'e tabi olurlar" [Araf sûresi: 157]
Şayet Kur'an-ı Kerim bir defada toptan indirilmiş olsaydı okuma yazma bilmeyen bir ümmetin onu ezberlemesi, manasım anlaması ve âyet-i kerimelerini düşünmesi kolay olmazdı. Buna göre onun bölük bölük inmesi böyle bir ümmetin onu ezberlemelerine ve âyet-i kerimelerini anlamalarına en büyük yardımcı olmuştur. Ayeti kerimeler az olsun veya çok olsun inince sahabe onları ezberliyorlar, manalarını düşünüyorlar ve hükümleriyle amel ediyorlardı. Tabiin devrinde de Kur'an-ı Kerimi öğrenmek bu şekilde devam etti. Ebû Nadra'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Bize Ebû Said-i Hudri (r.a) Kur'an-ı Kerimden sabah beş âyet öğleden sonra beş âyet öğretiyor ve Cibril'i Emin'in Kur'an-ı Kerimin âyetlerini beşer beşer indirmiş olduğunu haber veriyordu."
Halid b. Dinar'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Bize Ebü'l Âliye "Kur'an âyetlerini beşer beşer Öğrenin, çünkü Resûl-İslâm Ekrem (SAV), Cibril-i Emin'den Kur'an'ın âyetlerini beşer beşer alıyordu." demiştir. Hz. Ömer'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Kur'anın âyetlerini beşer beşer öğrenin çünkü Cibril-i Emin Kur'anı Resûlulâh (SAV) a beşer beşer indiriyordu"
4) Dördüncü hikmet: Kur'an-ı Kerim hadiselerle beraber yürümek ve şer'i hükümleri alıştıra alıştıra koymak için bölük bölük inmiştir.
Kur'an-ı Kerim insanlara hikmetle yaklaşıp kötülük ve rezaleti tedavi eden faydalı ilaçları onlara yudum yudum sunmasaydı, onlar bu yeni dine kolayca bağlanıp lider olamazlardı.
Müslümanlar arasında her hangi bir hadise meydana gelince o hadiseyi açıklayan ve Müslümanlara doğru yolu gösteren bir hüküm iniyordu. Kur'an hadiseler ve olaylara göre şer'i hükümlerin temel kaidelerini aşamalı olarak koyuyordu. İşte Kur'anın bölük bölük inmesi müminlerin kalplerine şifa oluyordu.
Kur'an-ı Kerim her şeyden önce Allah Tealâ'ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe öldükten sonra dirilmeye, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna insanların hesaba çekileceklerine, yaptıkları
amellere göre mükafat veya ceza verileceğine, cennet ve cehennemin hak olduğuna inanmak gibi İmânın asıl ve esaslarım ele alıyor bunlara dair hüccetler, deliller ve burhanlar getiriyordu. Ta ki, müşriklerin nefislerinde kökleşmiş olan put perestliği kurutsun ve kalplerine islâm inancını yerleştirsin.
Kur'an-ı Kerim nefsi temizleyen eğriliğini düzelten iyi ahlâkı emrediyor, fesadın ve şerrin köklerini kazımak için aklen ve şer'an çirkin olan şeyleri ve hayasızlığı yasaklıyordu. Din sarayının üzerine kurulmuş olan helâl ve haram kaidelerini açıklıyor, nelerin yenilip, içileceğini, hangi malların alınıp satılacağını, evlenme, boşanma ve diyetler hakkındaki temel esasları sağlam direkler üzerine atıyordu.
Kur'an-ı Kerim önce insanlara bir olup ortağı bulunmayan Allah Tealâ ya inanmayı, dinin farzlarını ve islâmın temel esaslarını meşru kılıyor insanlar İmân edip halisane ibadet ederek kalplerini nurlandırıp mamur ettikten sonra nefislerinde kökleşmiş olan sosyal hastalıkları tedavi etmek için yasaklayıcı şer'i hükümleri alıştıra alıştıra koyuyordu.
İlâ-yı kelimetullâh (islâm dininin tevhit akidesini, şanına layık şekilde yüceltip yaymak için uzun zaman süren cihat hakkındaki âyetler hadiselere uygun olarak iniyordu. Biz Kur'anın Mekke'de ve Medine'de inen âyetlerin hüküm koymada izlediği kaidelerini incelediğimiz zaman, bunların hepsinin delillerini buluruz. Namaz Mekke'de farz kılınmıştır. Zekat hakkında genel kaide ise faiz ile karşılaştırılarak Medine'de meşru kılınmıştır. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Öyle ise akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Bu(nlar) Allah'ın rızasını dileyen
için daha hayırlıdır. Ve böyleleri kurtulanların ta kendileridir. İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz faiz Allah katında artmaz ama Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekat (yok mu?) İşte sevaplarını (ve mallarını) kat kat artıranlar bunlar (zekâtını dağıtanlardır)" [Rum sûresi: 38-39] buyurmuştur.
Mekke'de inmiş olan Enam süresi îmânın esaslarını tevhidin delillerini açıklıyor, şirkin ve müşriklerin kötülüklerini ortaya çıkarıyor, yiyecek ve içeceklerden helâl ve haram olanları izah ediyor, malların canların ve namusların korunmasına davet ediyor: "De ki: "Gelin size Rabbimizin neleri haram kıldığını ben okuyayım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya iyilik edin.
Fakirlik yüzünden evlatlarınızı öldürmeyin. Sizinde onlarında rızkınızı biz veririz. (Zina gibi) Kötülüklerin açığına da gizlisine de yanaşmayın Allah'ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmeyin. Duydunuz ya! işte size o bunları ferman buyurdu, olur ki, aklınızı başınıza alırsınız." Yetim malına da yaklaşmayın, ancak olgunluk çağına varıncaya kadar en güzel bir şekilde idare ederseniz o başka! Ölçüyü ve tartıyı tam ve denk tutun. Biz hiçbir kimseye gücünden fazla bir şey teklif etmeyiz. Konuştuğunuz zamanda hep adaleti gözetin, velev ki (karşınızdaki) akrabanız olsun! Allah'a verdiğiniz sözü yerine getirin işittiniz ya! işte o size bunları ferman buyurdu umulur ki düşünür tutarsınız" [Enam sûresi: 151-152]
Bundan sonra hükümler tafsilatlı olarak inmiştir. Medeni muamelelerin kaideleri özet olarak Mekke'de inmiştir. Hükümlerin tafsilatı Medine'de inmiştir. Vade ile borçlanma âyet-i ve Ribanın faizin haram kılınması hakkındaki âyetler gibi. Aile ile ilgili olan esaslar Mekke'de İnmiştir. Karı ile kocadan her birinin hukuku evlilik hayatının gereklerinden olan iyi geçinme, boşanma, ölümle sona erme, miras gibi ayrıntıları ve insanlar arasında ki umumi ilişki Medine'de inmiştir.
Zinanın aslı Mekke'de haram kılınmıştır: "Zinaya da yaklaşmayın çünkü o pek çirkindir ve kötü bir yoldur" [İsra sûresi: 32]
Fakat bu suçların hadleri cezaları Medine'de inmiştir. Cana kıymanın haram olmasının aslı Mekke'de inmiştir: "Haklı bir sebep olmadıkça Allah m haram kıldığı cana kıymayın" [İsra sûresi: 33]
Cana kıyma ve azaları kesme hakkında ki cezalar Medine'de inmiştir. [14]
Kur'an-ı Kerim içkiyi insanlara döıt aşamada haram kılmıştır
1) Birinci aşamada dolaylı yoldan haram kılınacak şeyden nefret ettiren şu Âyeti kerime inmiştir: "Hurma ve üzüm Ağaçlarının meyvelerinden içki yapar ve güzel bir rızık edinirsiniz. Muhakkak bunda aklı olan bir kavim için ibret vardır" [Nahl sûresi: 67]
Allah Tealâ hazretleri bu âyet-i kerimede: "İnsanlara hurma ve üzüm ağaçlarını ihsan etmiş olduğunu insanlarında onlardan sarhoşluk veren içki yaptıklarını ve faydalanacakları kuru hurma, kuru üzüm gibi güzel
rızıklar edindiklerini haber vermiş, ikinciyi "güzel rızık" diye methederek vasfetmiş, birinciyi ise "sarhoşluk veren insanın aklını gideren" diye vasfetmiştir" Bu suretle her akıl sahibine, bir birine zıt olan bu iki vasıf arasında büyük fark bulunduğu açıklanmış olur
2) İkinci aşamada şu âyet-i kerime inmiştir: "(Habibim) sana içkiden ve kumardan soruyorlar. De ki: Onlarda hem büyük günah hem de insanlara bazı Menfaatler vardır Ama günahları menfaatlerinden daha büyüktür." [Bakara sûresi: 219] Bu âyet-i kerimede içkinin faydaları ile zararları karşılaştırılmıştır: içkinin içilmesinden meydana gelen sevinç, neşe veya alınıp satılmasından elde edilen kar gibi şeyler faydalarındandır. İçkinin içilmesinin günahı, bedene verdiği zararı aklı gidermesi, malı zayi etmesi, fücur ve isyan sebeplerini tahrik etmesi ise zararlanndandır. Bu âyet-i kerime içkinin zararları faydalarından çok olduğu için ondan nefret ettirmiştir.
3) Üçüncü aşamada İçkiyi belli zamanlarda haram kılan şu âyet-i kerime inmiştir "Ey İmân edenler sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın" [Nisa sûresi: 43] Bu âyet-i kerime sarhoşluğu namaz vaktine kadar devam eden vakitlerde içki içmeyi haram kılıyor, sarhoşluğun eseri gidinceye ve namazda ne söylediklerini bilinceye kadar namaza yaklaşmalarım yasaklıyordu. Bu âyet-i kerime inince bazı müslümanlar geceleyin ve namaz vakitlerinin dışında içiyorlardı.
4) Dördüncü aşamada, bu son aşamadır. Şu âyet-i kerime inmiştir: "Ey İmân edenler! İçki, kumar, dikili putlar, kısmet çekilen oklar ancak ve ancak şeytan işi murdar şeylerdir. Onun için bunlardan sakının ki, kurtuluşa eresiniz şeytan içki ve kumarda ancak ve ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alı koymak ister. Artık siz vazgeçiyorsunuz değil mi?" [Maide sûresi: 90-91] Bu âyet-i kerimenin inmesiyle bütün vakitlerde içki içmek kesin olarak tamamıyla haram kılınmıştır
Kur'an-ı Kerimin böyle bölük bölük inmesinin hikmetini Hz. Aişe (r.a) den rivayet edilen şu hadisi şerif açıklamaktadır: Hz. Aişe (r.a) demiştir ki: "Kur'an-ı Kerimden ilk inen Mufassaldan bir süre (ya Alak sûresi ve ya Müddessir süresi) olup içinde cennet ve cehennem anlatılıyordu. Nihayet insanlar İslama inanınca helâl ve harama dair âyet-i kerimeler inmeye başladı. Şayet ilk önce "içki içmeyin" yasağı inseydi insanlar: "Elbette biz kesinlikle içkiyi bırakmayız" derlerdi. Şayet yine ilk önce "zina etmeyin" yasağı inmiş olsaydı insanlar biz asla zinayı bırakmayız derlerdi. Ümmetin başına gelen hâdiselerin akışına göre âyet-i kerimeler zaman zaman iniyordu.
Resûlüllah (SAV) Bedir esirleri hakkında ashabıyla istişarede bulundu. Hz. Ömer (r.a) "Ya Resûlulâh (SAV) hepsinin boynunu vur" dedi Hz. Ebû bekir (r.a): "Ya Resûlulâh (SAV) onları af edip fidye karşılığı serbest bırakmanızı uygun görüyorum" dedi
Peygamber Efendimiz (SAV) Hz. Ebu Bekir'in görüşünü kabul etti.
Bunun üzerine şu âyet-i kerime inmiştir: "Hiçbir peygambere yeryüzünde (küfredenlere karşı) kesin bir zafer kazanmcaya kadar esir alması yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah (size) ahireti istemektedir. Allah üstün ve güçlüdür. Hüküm ve hikmet Sahibidir. Daha önceden Allâh'dan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan Ötürü size büyük bir azap erişirdi." [Enfal sûresi: 67-68]
Hüneyn gazasında müslümanlar çokluklarıyla kendilerini beğenip gururlandılar. Ve "bu ordu yenilemez" dediler. Kendilerini beğenip gururlanmaları, dağılmalarının, bozulmalarının arka dönüp kaçmalarının ve acı bir ders almalarının sebebi oldu. Nitekim Tealâ hazretleri: "Andolsun Allah bir çok yerlerde ve Huneyn gününde size yardım etti. Hani çok sayıda oluşunuz sizi böbürlendirip gururlandırmıştı, fakat size bir şey sağlayamamıştı. Yer ise bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonra arkamıza dönüp gerisin geri gitmiştiniz. (Bundan) Sonra Allah Resulü ile müminlerin üzerine güven duygusu ve huzur indirdi, sizin görmediğiniz orduları da indirdi ve küfre sapmış olanları azaplandırdı. Bu küfre sapanların cezasıdır. Sonra bunun ardından Allah dilediği kimseden tevbesini kabul eder. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." (Tevbe sûresi: 25-26-27-) buyurmuştur.
Abdullah b. Übeyy -münafıkların başı- Öldüğü zaman Resûlüllah (SAV) cenaze namazına çağrıldı ve kalkıp gitti. Resûlulâh (SAV) onun cenaze namazını kıldırmak için cenazeye karşı durduğu zaman Hz. Ömer (r.a) "Onun günlerini sayarak şöyle şöyle diyen ve şöyle şöyle söyleyen Allah düşmanı Abdullah b. Übeyy'in mi (cenaze namazını kıldıracaksın ey Allah'ın Resûlu" dedi. Resûlüllah (SAV) tebessüm ederek Hz. Ömer (r.a)e: "Ben (onların cenaze namazını kıldırıp kıldırmamak arasında) muhayyer bırakıldım ve bana: "o münafıklar için ister bağışlanmalarını dile ister bağışlanmalarını dileme! Onlar için yetmiş kere bağışlanmalarını dİlesen de Allah onları afetmiyecektir" [Tevbe sûresi: 80] denildi. Şayet yetmiş den fazla (bağışlanmasını) dilediğim zaman onun bağışlanacağını bilsem mutlaka bağışlanmasını dilerdim" buyurdu. Sonra Resûlulâh (SAV) onun cenaze namazım kıldırdı cenaze ile beraber yürüdü ve defni tamamlayıncaya kadar da kabrinin başında durdu. Hz. Ömer (r.a) devam ederek: "Ben Resûlulâh (SAV) a karşı gösterdiğim cüretime şaştım Halbuki Allah ve Resülu daha iyi bilir. Vallahi (onu defnedeli) çok az bir zaman olmuştu ki, şu İki âyet-i kerime indi: "Münafıklardan ölen hiçbirinin üzerinde asla cenaze namazı kılma ve onun kabri başında durma. Çünkü onlar, Allah'ı ve Resulünü tanımadılar ve fasık (dinden çıkmış olarak) can verdiler" [Tevbe sûresi: 84] Bundan sonra Resûlulâh (SAV) ruhunu Allâha teslim edinceye kadar hiçbir münafığın cenaze namazını kılmadı" dedi.
Doğru ve samimi müminlerden bir gurup Tebük gazasına gitmeyip, Medine'de kaldılar. Resûlulâh (SAV) gazadan döndüklerinde bunların gazaya gitmemeleri için bir özrü bulunmadığını anlayınca bunlarla müslümanların konuşmasını yasakladı bunlarla hiçbir kimse konuşmadı, dünya bunlara dar geldi, tevbe edip günlerce ağladılar. Sonunda Allah Tealâ bunların tevbesini kabul ettiğine dair şu âyet-i kerimeleri indirdi: "Andolsun ki, Allah peygambere ve o güçlük zamanında (Tebük gazasında) ona uyan muhacirlerle ensara lütfetti de, içlerinden bir kısmının kalpleri az daha meyledecek gibi olmuşken sonra tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü Allah müminlere karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Tevbelerinin kabulü) geri bırakılan üç kişiyi de bağışladı. Çünkü o derece bunalmışlardı ki: yeryüzü olanca genişliğine rağmen onların başlarına dar gelmişti. Vicdanları da kendilerini sıkmıştı. Allâh'dan kurtuluşun ancak Allah'a sığınmakla olacağını anlamışlardı. Sonra tevbelerini kabul buyurdu ki, onlar da tevbekarlar arasına dahil oldular. Şüphesiz Allah, tevbeleri çok çok kabul buyurandır, çok merhametli olandır." [Tevbe süresi. 118-119]
İbn-i Abbas' dan (r.a) gelen şu rivayet, Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesinin hikmetine işaret etmektedir: "Cibril'i Emin âyet-i kerimeleri insanların sözlerine ve yaptıkları işlerine cevap olarak indiriyordu."
5) Beşinci hikmet: Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesinin hikmeti, hüküm ve hikmet sahibi ve her hamde layık olan Allah Tealâ tarafından indirilmiş olmasının kesin bir delilidir. Çünkü Kur'an-ı Kerim Resûlulâh (SAV) a yirmi üç senede zaman zaman bir âyet veya birkaç âyet olarak bölük bölük inmiştir. Kur'anı ve sûrelerini okuyan bir kimse, yapısını muhkem, tarz ve tertibini ince, manaları bir birine bağlı, üslûbu sağlam, âyetleri ve sûreleri birbirine uyumlu olarak bulur. Kur'an, beşer kelâmında benzeri bilinmeyen bir şekilde taneleri dizilmiş eşsiz bir gerdanlık gibidir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Bu bir kitap dır ki, âyetleri (en sağlam bir nazımla) muhkem yapılmış, sonra hikmet sahibi ve herşey den haberdar olan (Allah) tarafından açıklanmıştır." [Hud sûresi: 1] buyurmuştur.
Ayrı ayrı münasebetler, çeşitli olaylar ve hadiselere göre zaman zaman inmiş olan Kur'an-ı kerim, şayet insan sözü olsaydı. Elbette bölümleri arasında kopukluk, ayrılık ve uyumsuzluk bulunurdu ve bu tertip bu düzen bulunmazdı. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Kur'anı düşünüp taşınmıyorlar mı? Eğer o Allah dan başkasının katından olsaydı kuşkusuz içinde bir çok aykırılıklar bulacaklardı" [Nisa sûresi: 82] buyurmuştur.
Kur'an-i Kerimden sonra fesahat ve belagatın zirvesinde bulunan Resûlulâh' (SAV)ın hadisi şerifleri bir kitapta yazılsa akıcılıkta, cümlelerin arka arkaya gelmesinde konu birliğinde bölümlenn bir birine bağlı bulunmasında Kur'an-ı Kerimin benzeri olması şöyle dursun ona yakın bir düzeyde bile olamaz. O halde diğer insanların sözleri Kur'an-ı Kerimin benzeri nasıl olabilir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "De ki: Andolsun! İnsanlar ve cinler bu Kur'an'm bir benzerini getirmek için toplanmış olsalar, bir birine yardım da etseler, yine onun benzerini getiremezler" [İsra sûresi: 88] buyurmuştur. [15]
Eğitim ve öğretim işi iki esasa dayanır: Talebelerin zekâ seviyesini, akıllarını, psikolojik durumlarını, bedensel gelişmelerini göz Önüne alarak onları doğru ve iyi olana yönlendirmektir.
Kur'an-ı kerimin bölük bölük inmesinin hikmetinde eğitim ve öğretim hakkında biraz önce geçen iki esasın göz önünde bulundurulmasına dikkat çekilmek vardır.
Kur'an-ı Kerimin aşamalı olarak inmesinin hikmeti, islâm ümmetini eğitirken yavaş yavaş beşeri nefsini temizlemek, hâl ve gidişatını düzeltmek, şahsiyetini kazandırmak, tam yetiştirip durumunu olgunlaştırarak Rabbinin izniyle bütün insanlığın hayrına güzel meyvalarım vermesi içindir.
Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesinin hikmeti, ezberlenmesinde, anlaşılmasında, incelenmesinde, manaları-nın düşünülmesinde ve içinde bulunan hükümleriyle amel edilmesinde kolaylık sağlayabilmek içindir.
Kur'an'dan vahyin ilk başlangıcında okumayı ve kalemle yazı yazmayı öğretme hakkında inen: "(Ey Habibim) Yaratan Rabbinin adı ile oku! İnsanı bir yapışkan maddeden yarattı. Oku ki, senin Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazı yazmayı) öğretmiştir, insana bilmediği şeyleri öğretmiştir." [Alâk sûresi: 1-5] Bu ayetler ile mal nizamı hakkındaki riba (faiz) ve miras âyetlerinin inişi, veya imân ile şirk arasını kesin olarak ayıran savaş âyetlerinin inişi arasında bir çok eğitim aşamaları vardır ki, bu eğitim sistemi İslâm toplumunun seviyesine göre, kolaydan zora doğru basamak basamak uygulanmıştır.
Eğitim ve öğretimin her aşamasında ilmin basamak basamak yükselmesini, kolaydan zora doğru derece derece geçilmesini, talebelerin zekâ seviyesini, akli, şahsi, psikolojik durumlarını, bedensel gelişimlerini gözetmeyen bir eğitim sistemi başarısız olup, bundan ilmin meyvası devşirilemez, ilim yerinde sayar ve geri kalır.
Talebelere ilmi konularda uygun ölçüde ders vermeyen, onların omuzlarına ağır yük yükleyen, onlardan çok ezber isteyen veya onlara anlayamayacakları dersleri okutan veya kavrayamayacakları bir ifade ile ders anlatan veya talebelerin ahlâk dışı davranışlarını düzeltmeye çalışırken onların halini dikkate almayıp, sert davranan, baskı yapan, düşünmeden, beklemeden bir işe acele olarak karar veren, akla ve mantığa göre amel etmeyen bir muallim başarısız olup, eğitim ve öğretimi verimsiz bir hale getirir ve ilim ve irfan yuvasını nefret yuvasına çevirir. Okul kitapları da buna kıyas edilmelidir.
Konuları, kısımları düzenli olmayan, içindeki bilgiler kolaydan zora doğru aşamalı olmayan, bölümleri güzel tertip edilmeyen, istenilen mana anlatılırken açık bir üslûp kullanılmayan ders kitapları da verimsiz olup öğrencileri okumaktan uzaklaştırıp ilimden ve istifadeden mahrum bırakır.
İlâhi yolu gösteren Kur'an-ı kerimin bölük bölük inmesinin hikmeti, eğitim ve öğretim programlarını düzenlemekte, dersleri öğretme ve belletme metodunda izlenecek yolların en uygununu almakta ve okul kitaplarının aşamalı olarak hazırlanmasında en güzel Örnek olmasıdır. [16]
İmân, semavi dinlerin özüdür, ve şeriat direklerinin üzerine atıldığı temeldir. İnsanların şeriatı kabul etmeleri ancak imanlarının sağlam olmasına yani: Allah Azze ve Celle'ye, O'nun ulûhiyetinin ve Rububiyyetinin birliğine, O'nun mukaddes isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine, gayb âlemine, ahiret yurduna, orada insanların hesaba çekileceklerine, mükafat ve ceza göreceklerine, cennet ve cehenneme kesin olarak iman etmelerine bağlıdır.
Kalplerinde böyle bir iman yerleşmiş olan bir toplum, hayatlarında kendileriyle Rableri arasındaki ilişkilerinde birbirleriyle olan ilişkilerinde ve kainat ile bağlantılarında Allah Tealâ'nın serî'atını kabul ederler ve uygularlar. Bundan dolayı peygamberlerin davet ettikleri ilk şey imandır. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona: "Benden başka ilah yoktur, onun için bana ibadet edin!" diye vahyetmiş olmayalım" [Enbiya sûresi: 25] buyurmuştur.
Mekke devrinde on üç sene boyunca konulmuş olan şer'i hükümler, imanın düzeltilmesi, derinleştirilip kökleştiril-mesi, temiz tutulup, muhafaza edilmesi ile ilgiliydi.
İslam: "Eşhedü enlâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulünü" "Şehadet ederim ki, Allâh'dan başka ilâh yoktur ve şehadet ederim ki, Hazreti Muhammed Allah'ın kuludur ve elçisidir." Bu iki şehadeti, akidenin ve inancın gerçekleşmesi için sembol ve anahtar kılmıştır.
Bu iki şehadeti söyleyen bir insan İslama girmiş olur ve kendisine islami hükümler uygulanır.
Allah Tealâ'nın birliğine şehadet, Allah'ın bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıf olduğunu, her türlü eksik ve noksan sıfatlardan uzak bulunduğunu, benzeri ve ortağı olmadığını, ibadete sadece O'nun layık olduğunu, kainatı yoktan var ettiğini, büyüklüğünün, kudretinin sonsuz olduğunu, bütün canlıları yarattığını, büyütüp beslediğini, diriltip öldürdüğünü kapsar.
Hazreti Muhammed (SAV) in peygamberliğine şehadet ise, meleklerin, peygamberlerin, kitapların ve ahiret gününün tasdikini gerektirir ve aynı zamanda Hazreti Muhammed (SAV) e uymanın farz olduğunu da gerektirir.
Nitekim Tealâ Hazretleri: "Peygamber kendisine Rabbinden indirilen (Kur'ân) a iman etti. Müminler de iman ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar. "Biz Allah'ın peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırdetmeyiz" dediler." [Bakara sûresi: 285] ve: "(Namazda) yüzlerinizi doğu ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Fakat iyi kimse, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, malı sevmekle beraber yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere, köle ve esirlere veren, namazı dosdoğru kılan, zekatı da verendir. Bir de sözleştikten sonra sözlerini yerine getirenlerle sıkıntı ve hastalık hallerinde, şiddetli savaşta sabredenlerdir. Doğru söyleyenler işte bunlardır. Takva sahiplen de ancak bunlardır." [Bakara sûresi: 177] Buyurmuştur.
İmâna davet etmekte islâmm metodu, akli delile dayanmaktadır. Akli delil ise insanlar bakışlarını kainata çevirip onun hakkında düşünmeleridir. Bu kainatın içinde bulunan eşsiz ve benzersiz yaratılmış varlıkların güzellikleri ve çeşitli ve âlemlerin sağlam bir düzen içinde devam etmesi, bunların bir yaratıcısının ve bir idare edicisinin varlığına kesin olarak delâlet etmektedir. Akılları dehşete düşüren sağlam bir yapıya sahip olan bu kainat, bir tesadüfün eseri olarak meydana gelmiş değildir. Bir kimse Allah Tealâ'nın varlığına ve birliğine sağlam bir imân ile inanınca meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere yani hayrın ve şerrin Al-lâh'dan olduğuna inanması lâzım gelir.
Mekke de inen Kur'ân'ın süreleri ve âyetleri, insanları bu kainat hakkında düşünmeye, yere, göklere ve bunlarda Allah'ın koymuş olduğu sırlara, bunların ince ve sağlam bir düzen içerisinde bulunmasına, bunlarda bir bozukluk ve karışıklığın bulunmadığına bakmalarına yöneltir. Kainatın bu durumu, yaratıcısının ve idarecisinin birliğine kalb ile tasdiki ve bu kainatın O'nun tedbiri, ilmi ve hikmetiyle çizdiği ve tayin ettiği hedefe doğru gittiğine inanmayı gerektirir: Böyle olunca Allah Tealâ, kitaplarında, açık âyetlerinde, indirmiş olduğu vahyinde işaret buyurduğu üzere bu kainatta -ahiret yurdu kuruluncaya kadar-çözülen ve yok olan hadiseler ve olaylardan dilediğini yapar.
Mekke devrinde inen Kur'ân, bu konuları ele alıyor, müşriklere tabii mantıkla içinde bulundukları ortamın olaylarına tam uygun olarak ve kısa âyetlerle hitap ediyordu: "O göğe baksalar a! Nasıl yükseltilmiş? O dağlara baksalar a! Nasıl dikilmiş? O yere baksalar a! Nasıl döşenmiş?" [Gaşiye sûresi: 18-19-20] ve: "Kaf (Müteşabihtir. Manasını yalnız Allah bilir.) Şanlı Kur'ân hakkı için! (Mekke kafirleri peygambere iman etmediler) Doğrusu onlara kendilerinden bir uyarıcı geldiğine şaştılar da kafirler, "Bu acaib bir şey"! Biz ölüp toprak olduğumuz vakit mi (dirilecekmişiz?) Bu (akıldan uzak bir dönüş!., dediler. Muhakkak ki biz, toprağın onların bedenlerinden neyi eksilttiğini biliyoruz. Yanımızda herşeyi tesbit eden bir kitap (levh-i mahfuz) da var. Doğrusu onlar hak kendilerine geldiği vakit yalanladılar ve kararsızlık içindedirler. Üstlerindeki semâya bir baksalar a! Biz onu nasıl bina etmişiz ve süslemişiz? Onun hiçbir gediği yok. Yeri de döşemişiz ve oraya sabit dağlar yerleştirmişiz. Orada manzarası güzel her çeşit nebattan çiftler bitirmişiz! Bütün bunları hakikaten hakka dönen her kulun kalb gözünü açmak ve bir ibret dersi vermek için yaptık. Gökten de mübarek bir su indirerek onunla bahçeler ve biçilecek ekinler bitirdik. Birde tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş, uzamış gitmiş hurma ağaçları; bunlar, kullara rızık içindir. O yağmurla biz ölü bir beldeye hayat verdik, (öldükten sonra dirilip kabirden) çıkış da böyledir." [Kaf sûresi: 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11] ve: "(Kureyş kafirleri) birbirlerine neyi soruşturuyorlar? O büyük haberi (peygamberin getirdiği Kur'an'ı) mı? Ki onlar onda ihtilafa düşüyorlar. Hayır!
(ihtilafa lüzum yok!) ilerde bilecekler." [Nebe sûresi: 1, 2, 3, 4] ve: "Gök varıldığı, ve Rabbinin emrine itaat ettiği vakit ki, gök buna layık kılınmıştır. Yer uzatıldığı ve içindekileri atıp boşaldığı." [İnşikak sûresi: 1, 2, 3, 4] ve: "Gökyüzü varıldığı vakit, yıldızlar dökülüp saçıldığı zaman. Denizler akıtıldığı vakit ve kabirler deşildiği vakit, insanoğlu neyi öne aldığını, geriye ne bıraktığını bilmiştir." [İnfıtar sûresi: 1-5] ve: "Güneş durulduğu (ve nuru söndürüldüğü) vakit, yıldızlar düşüp saçıldığı, dağlar yerinden yürütüldüğü, kıyılmaz mal terkedildiği, bütün yabani hayvanlar bir araya toplandığı, denizler kaynayıp ateş kesildiği, ruhlar (bedenlerle) çiftleştirildiği ve diri diri mezara gömülen kız çocuğuna, hangi günahdan dolayı öldürüldüğü sorulduğu vakit, amel defterleri açıldığı, gökyüzü (bu görünen şeklinden ve halinden) soyulduğu." [Tekvir sûresi: 1-11]
Bunlara ilave olarak Mekke'de inen Kur'ân âyetleri cahiliyet devrinde nesilden nesile aktarılan bozuk inançları, batıl örf ve adetleri iptal ediyor, insanları güzel ahlaka, nefsi temizlemeye teşvik ediyor, helal olanlar hakkındaki emirlerle ve haram olanlar hakkındaki yasaklarla, temel kaideleri koyuyordu. İşte Cenab-ı Hak yeni doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi, haksız yere cana kıymayı haram kılarak: "Diri diri (toprağa) gömülen kız çocuğuna hangi günahtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu vakit" [Tekvir sûresi: 8-9] ve: "Allah'ın (öldürülmesini) haram kıldığı cana kıymayın" [Enam sûresi: 151] buyurmuştur. İşte bu âyeti kerimeler canı korumakla alakalıdır.
Mekke'de inen Kur'an âyetleri zinayı haram kılıyor, eşleri ve cariyeleri dışında mahrem yerlerin herkesten korunmasını emrediyordu: "Onlar ki, eşleri ve cariyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Çünkü bunlar kınanmazlar. Artık kimde bundan ötesini ararsa işte onlar mütecavizlerin ta kendileridir." [Mü'minun sûresi: 5-7] İşte bu âyet-i kerimelerde nesli korumakla ilgilidir.
Zulmetmek, yetim malı yemek, israf etmek, başkasının hakkına tecavüz etmek, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, eksik ölçmek ve tartmak gibi şeylerin haram olduğuna dair âyeti kerimelerde Mekke devrinde inmiştir. Bu âyet-i kerimeler malın korunmasıyla ilgilidir.
Mekke devrinde namaz farz kılınmış, zekat farz kılınmamış ise de hayır yolunda malların harcanmasını ve akrabaya iyilik edilmesini emreden âyeti kerimeler inmiştir. Zekat Medine devrinde farz kılınmıştır.
Mekke devrinde orucun aslı meşru idi. Resûlüllâh (SAV) Mekke'de iken oruç tutuyor ve ibadet ediyordu. Hicretten sonra aşûra (Muharrem ayının onuncu) günü ile beraber ondan bir gün önce ve bir gün sonra oruç tutmaya başladı. Nihayet Medine'de Ramazan orucu farz kılındı. İşte bunlar, ibadetlerin temelleridir.
Mekke devrinde inen Kur'an âyetleri, Allâh'dan başkası adına hayvan kesilmesini, putlara tapmayı, ekin, meyva ve hayvanlardan bir kısmını putlar için ayırıp kendilerine haram etmelerini yasaklıyor ve üzerine besmele çekilerek kesilen hayvanlardan yemelerini emrediyordu. İşte bunlar yenilecekler hakkında ten\el kaidelerdir.
Şatıbî "el-Muvafakat" isimli eserinde demiştir ki: "Bilmiş ol ki, Mekke'de Resûlüllâh (SAV) a ilk inen Kur'an âyetleriyle temel kaideler konmuştur. Sonra bu temel kaidelerin ayrıntıları Medine'de inen âyetlerle tamamlanmıştır."
Birinci temel kaide: Allah'a, Resulüne ve ahiret gününe inanılması gibi farz olan şeylere inanmak hakındadır.
İkinci temel kaide: îmandan sonra namaz ve Allah yolunda mal harcamak gibi islamm asılları hakkındadır.
Üçüncü temel kaide: Allah'ın emri diye Allah'a karşı uydurup iftira ederek Allâh'dan başkası adına hayvan kesmek, Allah'ın ortaklarıdır diye uydurup iddia ettikleri putlar için kurban kesmek, Allâh'dan başkasına ibadet edileceğine dair hiçbir delil ve dayanakları olmadığı halde bazı şeyleri kendilerine haram etmeleri Veya kendilerine vacip kılmak gibi küfür olan veya küfürle ilişkisi bulunan her şeyin yasak edilmesi hakkındadır.
Dördüncü temel kaide: Adaletle hükmetmek, iyilik etmek, verilen sözü yerine getirmek, af yolunu tutmak, cahillerden yüz çevirmek, kötülüğü en güzel bir tutumla savmak, yalnız Allâh'dan korkmak, sabretmek, şikayeti yalnız Allah'a yapmak gibi bütün güzel ahlâkların emredilmesi hakkındadır.
Beşinci temel kaide: Utanmazlık, kötülük, zorbalık, bilmediği bir şeyi söylemek, eksik ölçüp tartmak, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, zina, haksız yere cana kıymak, diri diri kız çocuklarını toprağa gömmek gibi cahiliyyet döneminde yapılan bütün çirkin ahlâk ve âdetlerin yasaklanması hakkındadır.
Mekke'de inen Kur'ân âyetlerinde şer'i hükümlerin ayrıntıları azdı. Mekke'de inen Kur'ân âyetleri daha çok şer'i hükümlerin temel kaidelerini koyuyordu.
Resûlullâh (SAV) teselli olsun, Resûlullâh (SAV) i yalanlayanlar, önceki peygamberleri yalanlayanların başlarına gelen musibet ve felaketlerden ibret alsınlar, semavi dinlerin temel esaslarda birbirini destekledikleri ortaya çıksın, müşrikler batıl yoldan Allah Teâlâ'nın yoluna dönsünler, Resûlün'ün davetini kabul etsinler diye Mekke'de peygamberlerin kıssalarına âit Kur'ân âyetleri daha çok inmiştir. [17]
Hicret Hadisesi, islâm tarihini Mekke devri ve Medine devri diye ikiye ayırdı. İslâm inancı, muhacirlerle, ensardan biat edenlerin kalblerinde yerleşti. Böylece İslâm toplumunun ilk çekirdeği oluştu. Bunlar Medine'yi kendilerine merkez edindiler. Yeni pratik bir düzen safhası başladı. Şer'i hükümler, ümmeti oluşturmaya ve sosyal ilişkilerini düzenlemeye yöneldi.
Resûlullâh (SAV) muhacirler ile ensarı birbirine kardeş yapmakla bu yeni toplumu sağlam bir temel üzerine kurmuş oldu.
Ensar, muhacir kardeşlerini kendilerine tercih ediyorlardı: "Onlardan önce yurdu (Medine'yi) hazırlayıp iman sahibi olanlar (yani ensar), kendilerine hicret edip gelenleri severler. Onlara verilen ganimetten dolayı nefislerinde bir kıskançlık duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar" [Haşr sûresi: 9]
Medine hicretten sonra" değişik kabileleri barındırıyordu:
Medine, arkalarında müşrik olan kabilelerini bırakıp Mekke' den hicret eden muhacirleri barındırıyordu. Bununla beraber Medine, Resûlullâh (SAV)'a biat eden, onu barındıran, ona yardım eden, Evs ve Hazrec kabilelerini de barındırıyordu. Bu kabileler İslâmdan önce birbirlerine düşman olmuş, aralarında senelerce kanlı savaşlar devam etmiş, bu kanlı savaşlar içlerinde derin yaralar açmışken İslama girer girmez bu kan dökücü düşmanlıktan kurtularak din kardeşleri olmuşlardı.
Medine kalbleri hasta olan bir toplumu da barındırıyordu. Bu toplum yeni dinin kuvvetine boyun bükerek İslâmı kabul ettiklerini açıkladıkları halde, içlerinde ise bu dine karşı düşmanlıklarım ve küfürlerini gizliyorlardı. Bunlar münafıklardı.
Medine uzun zamandan beri yahudileri de barındırıyordu Bunlar mukaddes kitapları okuyorlar, o kitaplarda Hazreti Muhammed (SAV) in peygamber olarak geleceğine dair müjdesini görüyorlardı. Hazreti Muhammed (SAV) peygamber olarak gönderildikten sonra dini otoritelerini devam ettirmek ve yer yüzünde büyüklük taslamak için Hazreti Muhammed'e (SAV) boyun bükmeleri ağır geldi: "İşte bilip tanıdıkları (Hazreti Muhammed) gelince onu inkar ettiler.1' [Bakara sûresi: 89]
Medine'deki şer'i hükümler, bu toplumlara uygun olarak geliyordu. Serî'at, inanç bağını, yeni dine inanan muhacirler ile ensar arasında islâm ümmetinin esas bağı olarak kabul etti. Bu inanç bağı, kabile hayatındaki kan bağı yerine geçti.
Resûlullâh (SAV), ırkçılıktan sakındırmış ve ırkçılığı cahiliyyet çağrısından saymıştır: "Irkçılığa davet eden bizden değildir. Irkçılık üzerine ölen bizden değildir." Yine Resûlullâh (SAV), ırkçılık hakkında nefret ettiren şu ifadeyi kullanarak: "Irkçılığı bırakınız çünkü ırkçılık kokmuştur." Buyurmuştur. Allah Tealâ Medine'de indirdiği Kur'ân âyetlerinde münafıkların durumlarını, içlerinde gizledikleri küfürleri ile tehlikeli olduklarını açıklıyor ve onlardan sakındırıyordu.
Yahudilere gelince Kur'ân âyetleri, bunların Allah'ın Tevrat'ta indirmiş olduğu recim âyeti ve peygamber efendimizin vasıflan gibi şeyleri gizlediklerini, peygamberleri haksız olarak öldürdüklerini, insanları Allah yolundan men ettiklerini, faiz aldıklarını, insanların mallarını haksız olarak yediklerini ve içlerindeki kötülüklerini açıklıyordu.
Yine Kur'ân âyetleri, yahudilerin korkak, sözünde durmayan ve zayıf olarak yaratılmış olduklarını açıklıyordu. Bunlar sözlerinde durmadıkları için Resûlullâh (SAV) onlarla savaştı ve onları yurtlarından çıkardı.
Medine'de inen Kur'ân âyetleri Mekke'de farz kılınmayan ibadetleri açıkladı. Bunlar ameli rükunlar ve farzlardır ki, islâm bunlar üzerine kurulmuştur.
Allah Tealâ Mekke'de namazı farz kılmış, Medine'de zekatı, orucu ve haccı farz kılmıştır.
Medine'de inen Kur'ân âyetleri insanlar arasındaki muamele işlerini ele alıyor, alış-verişi helal, faizi haram kılıyor, va'deli satışda va'de zamanını tayin etmek, peşin ödenen ve kalan borcun miktarını yazmak, şahit tutmak gibi gerekli olanları açıklıyor ve ticaret yolunu gösteriyor, insanların mallarını haksız olarak yemeyi yasaklıyordu.
Medine'de inen Kur'ân âyetleri, evlilik hayatında iyi geçinme, boşanma, miras ve vasiyet gibi ailenin temel kaidelerini açıklıyordu.
Medine'de inen Kur'ân âyetleri, savaşın meşru olmasını, cihadın farz olmasını, savaşla ilgili antlaşmaları, savaşla alınan bir memleketin arazisinin kendi halkının elinde bırakılıp arazilerden haraç alınmasını, savaşla alınan ganimet ve esirleri ele alıp durumlarını açıklıyordu.
Medine'de inen Kur'ân âyetleri, toplumun varlığını ve haklarım koruyabilmeleri için beş zaruri değerin cezalarını açıklamıştır.
Bu beş zaruri değerin korunması bütün dinlerde vardır. Çünkü dünya ve ahiretin mamur olması bu beş değer üzerine kurulmuştur. Gerek fertlerin durumu gerekse toplumların düzeni bunların korunması ile yoluna girer. Bu beş zaruri değer şunlardır:
1) Din,
2) Nefis,
3) Mal,
4) Nesil,
5) Akıl.
Dinin var olması için; ona inanmak, onun yanı sıra namaz, zekat, oruç ve hac gibi ibadetler farz kılınmıştır.
Dinin korunması için; cihad farz kılınmış ve dinden saptıranlar, dine daveti engelliyenler, dinden dönenler, ve benzerleri için öldürülme hükmü konulmuştur.
Nefsin (canın) varlığı için; evlilik meşru kılınmıştır.
Canın korunması ve hayatın devamı için de zaruri olan miktarda yeme, içme, giyinme farz kılınmış ve cana yönelik tecavüzlere karşı kısas, diyet ve kefaret hükümleri konulmuştur.
Malın varlığı ve elde edilmesi için çeşitli ticari muameleler mubah ve çalışmak farz kılınmıştır.
Malın korunması için de hırsızlık yasaklanmış, çalana ceza verilmiş, aldatma, hıyanetlik gibi her türlü kötü işler haram kılınmıştır.
Neslin (soyun) korunması ve insana yaraşır bir mükemmellikte devam etmesi için; evlilik meşru kılınmış ve zina yasaklanmış, zina edenler için cezai hükümler konulmuştur.
Aklın korunması için onun sağlam kalmasını sağlayacak herşey mubah kılınmış bozulmasına zaafa uğramasınayol açacak içki ve benzeri sarhoş edici ve uyuşturucu maddeler yasaklanmış bunları kullananlar için cezai hükümler konmuştur.
Medine'de inen Kur'ân âyetleri, insanların arasındaki davaları adaletle görme ve adaletle hüküm verme işlerini ve Allah'ın kitabını hakim kılmayı açıklıyordu: "Şu emri de indirdik. "Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların arzularına uyma." [Maide sûresi: 49]
Özetliyecek olursak: Medine'de konulmuş olan şer'i hükümler, islâm ümmetinin hayatının ölçülerini belli başlı yönleriyle ortaya koydu, sosyal bağlarını ve siyasi otoritesini düzenledi. Bundan dolayı islâm, inanç şeriat ve hayat için mükemmel bir sistem oldu. Hazreti Muham-med (SAV) islâm devletinin temelini attı. Allah Tealâ koymuş olduğu şer'i hükümlerle bu dini ikmal etti ve nimetini tamamladı. [18]
İnsanların, Mekke'de inmiş olan şer'i hükümlerle Medine'de inmiş olan şer'i hükümlerin arasım ayırt etmesi oldukça zordur. Çünkü Medine'de inmiş olan şer'i hükümler, Mekke'de inmiş olan şer'i hükümlerin uzantısıdır. Şöyle ki: Medine'de inmiş olan şer'i hükümler, Mekke'de inmiş olan tevhid akideleri, dinin asılları ve temelleri üzerine kurulmuştur, bunlar hakkındaki vahiy Mekke'de inmiştir.
Şâtibi demiştir ki: "Medine'de inmiş olan sûreler, Mekke'de inmiş olan sûrelerin anlaşılmasında aşamalı olarak yardımcı oluyordu. Yine Kur'ân'ın iniş tertibine göre, Mekke'de aşamalı olarak inmiş olan sûreler mana bakımından birbirine bağlı ve Medine'de aşamalı olarak inmiş olan sûreler de mana bakımından birbirine bağlı bulunuyordu. Şayet böyle olmasaydı, tertib sahih olmazdı.
Kur'ân âyetlerinin iniş tertibine bağlı olduklarının delili, Medine'de inen bir âyetin hükmü çok kere Mekke'de inmiş olan bir âyetin hükmü üzerine kurulmuş oluyordu. Nitekim gerek Mekke'de gerekse Medine'de sonra inen bir âyetin hükmü, önce inmiş olan bir âyetin hükmü üzerine kurulmuş oluyordu.
Kur'ân hakkındaki araştırmalar bunları bildirmektedir. Şöyle ki: Önce inmiş olan Mücmel bir âyetin hükmü, sonra inen bir âyetle açıklanıyor veya önce inmiş umumi bir âyetin hükmü, sonra inen bir âyetle tahsis ediliyor
veya önce inmiş mutlak bir âyetin hükmü, sonra İnen bir âyetle takyid ediliyor veya önce inmiş bir âyetin açıklanmamış hükmü, sonra inen bir âyetle açıklanıyor veya henüz tamamlanmamış bir âyetin hükmü, sonra inen bir âyetle tamamlanmış oluyordu. Bunun ilk şahidi, islâm şeriatının aslıdır. Çünkü islâm şeriatı, iyi ahlaki tamamlamak ve İbrahim Aleyhisselâmm dininden bozulmuş olanları düzeltmek için gelmiştir.
Mekke'de inmiş olan En'âm sûresi inançların kaidelerini, dinin asıllarını ve temellerini açıklıyordu. Kelâm âlimleri Allah Tealâ'nın varlığını ve birliğini isbattan başlayıp, hilafet meselesine kadar olan konuların delillerini bu sûreden çıkardılar ve "Kelâm İlmi" ni yazdılar.
Kur'ân'ı Kerim'i dikkatle incelediğimiz zaman kesin olarak şu gerçek ortaya çıkar ki: Mekke'de konmuş olan şer'i kaidelerden temel bir kaide bozulur veya bir asıl kaide eksik olursa şeriatın düzeni bozulmuş olur.
Sonra Resûlullâh (SAV) Medine'ye hicret edince kendisine ilk inen Bakara sûresi oldu. Bu sûre En'âm sûresinin kaideleri üzerine kurulmuş olan şer'i hükümleri yerleştirdi. Çünkü bu sûrede ef âl-i mükellefinin kısımları özet olarak açıklandı. Her ne kadar bunların ayrıntıları diğer sürelerde açıklanmış olsa da, ef âl-i mükellefinin kısımları şunlardır: Farz, vacip, sünnet, müstehab, helal, haram, mubah, mekruh, sahih, fasid, batıl.
Bu sûrede zikredilenler: «İslâmın temel esasları olan ibadetler, yenilecek, içilecek ve giyilecek gibi âdet kabilinden olan şeyler, alış-veriş, evlenme, boşanma ve bunlarla ilgili olan muameleler, haram olan faizin ve faiz gibi haram olanların hükümleri ve cinayetler. Bu sûrede, dinin korunması, canın korunması, aklın korunması, soyun korunması ve malın korunması garanti altına alınmıştır.
Bu sûrede, açıklanan meselelerin dışında kalan meselelerin açıklanması, Bakara sûresinin hükümlerinin tamamlanması kabilindendir.
Bakara sûresinden sonra Medine'de inen diğer sûrelerin hükümleri, Bakara sûresinin hükümleri üzerine kurulmuştur. Nitekim Mekke'de inmiş olan En'âm sûresinden sonra inen diğer sûrelerin hükümleri de En'âm sûresinin hükümleri üzerine kurulmuştur.
Kur'ân'ın diğer sûrelerine bakıldığı zaman sûrelerin arasında tam bir tertib ve düzen bulunmaktadır. [19]
Kur'ân'ı Kerimi okuyup, anlayan bir kimse Mekke'de inen âyetlerin gerek tesirleri bakımından ve gerekse manaları bakımından bir çok özellikleri vardır ki, Medine'de inen âyetlerde -her ne kadar Mekke'de inen hükümlerin uzantısı olsa da- o özellikleri bulamaz. Çünkü Mekke halkı kendilerini kör ve sağır eden cehalet içinde bulunuyorlar, putlara tapıyorlar, Allah'a ortak koşuyorlar, vahyi inkâr ediyorlar, kiyameti yalanlıyorlardı. Dirilmeye inanmayanlar: "Biz öldüğümüz toprak ve bir yığın kemik olduğumuz vakit mi? Hakikaten biz mi dirilecekmişiz." [Vakıa sûresi: 47] ve: "Hayat, ancak bizim bu dünya hayatımızdır, yaşarız ve ölürüz. Bizi ancak zaman helak eder." Dediler." [Casiye sûresi: 24] Mekke halkı düşmanlıkta yamandılar, fesahatla ve belagatla söz söylemede, mücadelede ve münakaşada mahirdiler. [20]
Bu sûrelerin içinde müşriklerin kafalarına vuran, korkutan ve ateşin ifadeler ve putlar hakkındaki batıl inançlarını yıkan kesin deliller bulunuyor, insanları Allah Tealâ'nın uluhiyyette ve rububiyyette birliğine davet eden ve onların fesad perdelerini yırtan ve peygamberliği isbat eden deliller bulunuyor, ahiret hayatı, orada bulunan cennet ve cehennemin misalleri açıklanıyor, bu Kur'ân beşer sözü ise onun benzerinin getirilmesi hususunda fesahat ve belagat erbabına meydan okuyan deliller bulunuyor, kendilerinden Önceki toplumların peygamberlerini yalanladıkları için başlarına gelenlerden ibret ve öğüt alsınlar diye kıssaları anlatılıyordu.
Mekke'de inen âyetler kulaklara şiddetle vuruyor, harfleri tehdit ve azab kıvılcımları saçıyordu.
Mekke'de inen âyetlerin içinde azarlayıcı "kella" lafzı bulunuyordu.
İçinde kıyametin şiddeti anlatılan "Abese sûresi", "Karia sûresi", "Gâşiye sûresi", "Vakıa sûresi", Mekke'de inmiştir.
Hece (mukatta) harfleri ile başlayan -Bakara sûresi ile Al-i İmrân sûresi hariç- her sûre ve içinde Kur'ân'ın benzerini getirin diye meydan okuyan âyetler ve geçmiş ümmetlerin kötü sonuçları bulunan sûreler Mekke'de inmiştir: "Biz de, her birinr günahı sebebiyle yakaladık, kiminin üzerine bir taş yağdıran (kasırga) gönderdik, kimini nara yakaladı, kimini yere batırdık. Bazılarım da boğduk. Allah onlara zulmedecek değildi. Lakin onlar kendilerine zülüm ediyorlardı."[Ankebût sûresi: 40] İçinde kainatla ilgili deliller, fiili mücadele ve akli burhanlar bulunan süreler Mekke'de inmiştir.
Buraya kadar zikredilenlerin hepsi Mekke'de inen sürelerin özelliklerindendir.
Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere yani hayrın ve şerrin Allâh'dan olduğuna inanan ve inançlarında müşriklerin ezasıyla imtihan edilen, dinlerinin gereğini yapmak için hicret eden, Allah katında olanları dünya hayatının menfaatlarına tercih eden müslüman bir toplum oluşunca Medine'de uzun âyetler iniyor, sosyal hayatın en üstün seviyede ve bir düzen içinde devam edebilmesi için uygulanması gereken hadlere (ceza esaslarına) önem veriyor, Allah yolunda cihada ve şehid olmaya davet ediyor, Mekke'de temelleri atılmış olan şer'i hükümleri açıklıyor, toplumun vazifelerini ve haklarını bildiren kaidelerini koyuyor, aile bağlarını, fertlerin birbiriyle olan ilişkilerini ve uluslar arası savaş ve barışla ilgili meseleleri düzenliyor, münafıkların içlerinde gizledikleri küfrü, müslümanlara karşı besledikleri düşmanlığı açıklayarak onları rezil ediyordu. İşte Medine'de inen Kur'ân âyetlerinin genel görünümü bunlardır.
Mekke'de inen süreler ile Medine'de inen sürelerin sayıları hakkında görüşlerin doğruya en yakın olanı: Yirmi sürenin ittifakla Medine'de inmiş olmasıdır. Bunlar şu sürelerdir:
1) Bakara, 2) Âl-i İmrân, 3) Nisa, 4) Mâide, 5) Enfal, 6) Tevbe, 7) Nûr, 8) Ahzâb, 9) Muhammed, 10) Feth, 11) Hucurat, 12) Hadîd, 13) Mücâdele, 14) Haşr, 15) Mümtehine, 16) Cumua, 17) Münafıkûn, 18) Talâk, 19) Tahrim, 20) Nasr.
Hakkında ihtilaf edilenler şu on iki sûredir:
1) Fatiha, 2) Ra'd, 3) Rahman, 4) Saff, 5) Tegâbün, 6) Tatfıf, 7) Kadr, 8) Beyyine, 9) Zelzele, 10) İhlâs, 11-12) Muavvizeteyn (Felak, Nas).
Bunlardan başkası ittifakla Mekke'de inmiş sürelerdir. Bunlar seksen iki süredir. Böylece Kur'ân sürelerinin toplamı yüz on dört süredir.
Mekke'de inen veya Medine'de inen sürelerin içinde bulunan âyetlerin hepsi Mekke'de inmiş veya Medine'de inmiş değildir. Bundan dolayı Mekke'de inen sûrelerin içinde Medine'de inen bazı âyetler, Medine'de inen sûrelerin içinde Mekke'de inen bazı âyetler vardır. Fakat sûrelerin içinde bulunan âyetlerin çokluğuna göre Mekke'de inen veya Medine'de inen sûreler diye adlandırılmıştır. Bunun içindir ki, bunları adlandırmada, falan sûre Mekke'de inmiş, şu âyetler müstesna, onlar Medine'de inmiştir, falan sûre Medine'de inmiş şu âyetler müstesna, onlar Mekke'de inmiştir diye zikredilmektedir. Nitekim bunları mushaflarda görmekteyiz[21].
Mekke'de inen âyetler ile Medine'de inen âyetlerin arasındaki fark konusunda âlimlerin üç ıstılahı görüşleri vardır. Bu görüşlerden her biri ayrı bir hususa itibar etmiştir:
Birinci görüş: Âyetlerin inmiş olduğu zamana itibar etmiştir. Buna göre hicretten önce inmiş olan âyetler her ne kadar Mekke'den başka yerde inmiş olsa da Mekke'de inmiş sayılır. Hicretten sonra inmiş olan âyetler her ne kadar Medine'den başka yerde inmiş olsa da Medine'de inmiş sayılır. Hicretten sonra inmiş olan âyetler, Mekke'nin fethedildiği senede veya Arafat'ta veyahut başka yerlerde inmiş olsa da Medine'de inmiş sayılır. Nitekim: "Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak islâm'a razı oldum." [Maide sûresi: 3] bu âyeti kerime Arafat'ta inmiştir. Bu birinci görüş, Kur'ân'ın âyetlerinin inmiş olmasını iki kısımda toplayarak belirleyip düzenlemesi bakımından uygun olduğu için kendinden sonraki iki görüşden daha üstündür.
İkinci görüş: Ayetlerin inmiş olduğu yere itibar etmiştir. Buna göre mekke'de ve çevresindeki Minâ, Arafat, Hudeybiye gibi yerlerde inmiş olan âyetler Mekke'de inmiş sayılır. Medine'de ve çevresindeki Uhud, Kûbâ, Sel gibi yerlerde inmiş olan âyetler Medine'de inmiş sayılır. Bu görüşe göre, Kur'ân âyetlerinin inişindeki taksiminin ikide kalmaması gerekir. Seferlerde veya Tebük'de veya Beytülmakdis'de inmiş olan âyetler bu taksim altına girmediğinden Mekke'de inmiş veya Medine'de inmiş denilemez. Bu taksime göre hicretten sonra Mekke'de inmiş olan âyetler Mekke'de inmiş sayılır.
Üçüncü görüş: kendisine hitap edilene itibar etmiştir. Buna göre Mekke halkına hitap eden âyetler Mekke'de inmiş sayılır. Medine halkına hitap eden âyetler ise Medine'de inmiş sayılır. Bu görüş sahiplerine göre Kur'ân'da: "Yâ eyyühennâs - Ey insanlar" diye başlayan âyetler Mekke'de inmiştir. Yine Kur'ân'da: "Yâ eyyühellezine âmenü - Ey iman edenler" diye başlayan âyetler ise Medine'de inmiştir. Dikkatle incelenirse apaçık anlaşılırki, Kur'ân sürelerinin çoğu bu iki hitaptan biri ile başlamaz. O halde bu kaide uygun değildir.
Mekke'de ve Medine'de inen âyetlerin özelliklerini kısaca özetleyebiliriz. [22]
1) Allah Tealâ'nın birliğine İnanmaya ve yalnız O'na ibâdet etmeye davet eden âyetler: "Allah kendinden başka ilah olmayandır." [Taha sûresi: 8] ve: "O Allah bir tektir." [İhlas sûresi: 1] ve: "Allah Tealâ'ya ibadet ediniz ve O'na hiçbir şey ortak koşmayınız.." [Nisa sûresi: 36]
İnsanların ahirette bir bahaneleri olmasın diye müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderilmiş olan peygamberlerin peygamberliğini isbat eden âyetler.
Öldükten sonra dirilmeyi, ahireti, orada verilecek cezayı inkâr ederek peygamber efendimiz ile mücadele eden müşriklere, Allah Tealâ kainatta yarattığı hadiseler ve olaylarla öldükten sonra dirilmeyi isbat eden akli delillerle cevap vererek mücadelelerinin kökünü kesen âyetler: "Biz o (yağmur yüklü) bulutu Ölü (kurumuş= memleketlere göndeririz ve böylece o yere suyu indiririz de onunla her çeşit meyvaları çıkarırız. İşte bunun gibi, ölüleri de (diriltip) çıkaracağız. Umulur ki, düşünür ibret alırsınız." [Araf sûresi: 57] ve: "Yaratılışını unuttu da bize bir de misâl getirdi. "Bu kemikler çürümüşken onları kim diriltir?" dedi. De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltir ve O' her çeşit yaratmayı bilir." [Yasin sûresi: 78-79]
Kıyameti ve dehşetini, cehennemi ve azabını, cenneti ve nimetlerini açıklayan âyetler.
2) şerî'atın genel esaslarını koyan âyetler. Toplumu ayakta tutan faziletleri bildiren âyetler. Müşriklerin kan döktüklerini, yetimlerin mallarını haksız olarak yediklerini, kız çocuklarını diri diri gömdüklerini, üzerinde bulundukları kötü âdetler hakkındaki suçlarını açıklayan âyetler.
3) Müşrikler ibret olarak yaptıkları kötülüklere son versinler ve Resûlüllâh (SAV) dahi kendisini te.selli ederek onların eziyetlerine sabretsin ve onlara üstün geleceğinden emin olsun diye geçmiş peygamberlerin kıssalarını ve onları yalanlayanların kötü sonuçlarını anlatan âyetler.
4) Fasılaları kısa, lafızları kuvvetli, ifadeleri özlü, kulaklara şiddetle vurarak çınlatan, kalblere yıldırım gibi inen âyetleri içinde bulunduran kısâr-ı mufassal denilen süreler Mekke'de inmiştir. Bunlardan çok azı Medine'de inmiştir.
5) Mekke'de inen hitap sığaları genel olarak hem müminleri, hem de mümin olmayanları kapsıyordu: "Yâ eyyühennas - Ey insanlar" ve: "Yâ ben-i âdeme - Ey ademoğulları" gibi başlayan âyetler.
Medine'de inen hitap sığaları ise çoğunlukla müminleri kapsıyordu: "Yâ eyyühellezine âmenü - Ey iman edenler" gibi başlayan âyetler.
Medine'de inen "Ey insanlar" diye hitap eden âyetler yedidir. Bunlardan ikisi bakara süresindedir: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin, ta ki, korunmuş olasınız." [Bakara: 21] ve: "Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin. Şeytana ayak uydurmayın, zira o, size apaçık bir düşmandır." [Bakara sûresi: 168]
Bunlardan dördü Nisa süresindedir: "Ey insanlar sizleri tek kişiden [Ademden) yaratan ondan da eşini (Havva'yı) vücuda getirerek, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun." [Nisa sûresi: 1] ve: "Eğer O, dilerse ey insanlar, sizi giderir de (yerinize) başkalarını getirir. Allah buna da kadirdir." [Nisa sûresi: 133] ve: "Ey insanlar! Peygamber, size Rabbinizden hak ile geldi. Hakkınızda hayır olmak için hemen ona iman edin." [Nisa süresi: 170] ve: "Ey insanlar size Rabbinizden bir burhan (Hz Muhammed) geldi. Ve size apaçık bir nur (Kur'ân) indirdik." [Nisa sûresi: 174]
Bunlardan biri de Hucurât süresindedir: "Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle bir kadından (Adem ile Havva'dan) yarattık." [Hucurât sûresi: 13]
6) Mekke'de inen âyetler içinde çok yemin bulunmaktadır. Bu yeminlerin adedi otuzdur.
Medine'de inen âyetlerin içinde ancak bir yerde yemin gelmiştir: "Küfredenler öldükten sonra diriltilmeyecekle-rini sandılar. De ki: "Hayır! Rabbime yemin ederim kİ, mutlaka diriltileceksiniz." [Tegâbün sûresi: 7]
Alimler, hicretten Önce özel hâdiseler hakkındaki sürelerin iniş tarihini belirlemeye çalıştılar. Bu süreler şunlardır:
1) Nectn sûresi: Mekke devrinin beşinci yılında Habeşistan'a birinci hicretten bir müddet sonra inmiştir.
2) Tâ-Hâ sûresi: Mekke devrinde hicretten altı yıl önce Hazreti Ömer b. Hattab (r.a) müslüman olmadan önce inmiştir.
3) Rûm sûresi: Mekke devrinin yedinci veya sekizinci yılında rumlar ile İranlılar arasında meydana gelen harbden bir müddet sonra inmiştir.
4) Cin sûresi: Mekke devrinin onuncu yılında Ebû Talip ile Hz. Hatice'nin vefatlarından sonra Resûlullâh (SAV) Taife gidip geldikten bir müddet sonra inmiştir.
5) İsrâ sûresi: Mekke devrinin onuncu yılında İsrâ ve Mirâc hadisesi zamanında inmiştir.
Mekke'de inen süreler konularına göre aşağıdaki kısımlara ayrılır:
1) Hürneze, Maun, Tekâsür, Fil ve Leheb süreleri müşriklere ve peygamber efendimize karşı çıkan düşmanlarına cevap vermek için inmişlerdir.
2) Dûha ve İnşirah gibi süreler kafirleri Resûlullâh (SAV) a verdikleri eziyetlerden dolayı onu teselli etmeyi içeren sürelerdir.
3) Tekvir, Vakıa gibi süreler kıyamet gününün dehşetini ve onun ardından gelecek olan hesabı, cenneti, cehennemi anlatan sürelerdir.
4) Nûh ve kamer gibi süreler kısa âyetlerle, peygamberlerin kıssaları hakkında gelen sürelerdir. [23]
1) İbadetler, muameleler, hadler (cezalar), miraslar, cihadın fazileti, aile düzeni, devlet idaresi ve yasama esasları hakkındaki âyetler Medine'de inmiştir.
2) Yahudi ve Hıristiyanlara hitap eden, onları İslama davet eden âyetler ve onların Allah'ın kitaplarını bozmuş olduklarını, Hak Tealâ üzerine suç atmalarını ve kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüklerini açıklayan âyetler Medine'de inmiştir.
3) Münafıkların ahlak ve gidişatını açıklayan, psikoio-jik durumlarını inceleyen, içlerinde gizledikleri küfürden perdeyi kaldıran, dine karşı olan tehlikelerini açıklayan âyetler Medine'de inmiştir.
4) Serî'atı yerleştiren, serî'atın hedeflerini ve maksadlarını açıklayan bir üslûp içinde âyetleri ve durak yerleri uzun olan süreler Medine'de inmiştir. [24]
a) Bakara süresinin büyük bir bölümü hicretin ikinci yılında Bedir Gazasından önce inmiştir. Bu sürede: Kıblenin Beyt-i Makdis'den, Kabe'ye çevrilmesi, haram olan yiyecekler, orucun farz kılınması, haccın hükümleri, karı ile kocanın boşanması ile ilgili hükümler açıklanmıştır.
b) Enfal sûresi: Bedir Gazasından sonra inmiştir. Bu sürede: Gaza hâdiseleri, ganimetlerin taksimi, esirlerle ilgili hükümler açıklanmıştır.
c) Nisa sûresi: Yaklaşık olarak hicretin dördüncü yılında inmiştir. Bu sürede: Dört kadınla evlenmenin caiz olması, yetimlerin hakları, miras hukuku açıklanmıştır.
d) Ahzâb sûresi: Ahzâb (Hendek) Gazasının yapıldığı hicretin beşinci yılında inmiştir. Hendek Gazasında bir çok düşman fırkaları gelip müslümanlara karşı cebhe almışlardı. O gazaya "Ahzâb" gazası denilmiştir.
Bu mübarek sürede de o gazaya âit olan âyetler bulunduğu için buna "Ahzâb süresi" adı verilmiştir. Bu sürede: Evlâd edinmenin iptal edilmesi, Ahzâb gazvesinde müminler ile münafıkların durumları, Cahşın kızı Hz. Zeyneb'in kıssası, Peygamber Efendimizin müminlere kendi nefislerinden daha evlâ olduğu ve mübarek zevceleri de müminlerin manevi anneleri olduğu, müslüman kadınların nasıl örtünecekleri açıklanmıştır.
e) Tevbe sûresi: Hicretin dokuzuncu yılında Tebük gazasından sonra inmiştir. Resûlullâh (SAV) hacda insanlara bu sürenin baş tarafındaki âyetlerin hükümlerini bildirmek için Hz. Ali'yi Mekke'ye gönderdi. Hac ibadeti yerine getirilirken "Minâ" da zilhiccenin onuncu günü Hz. Ali bir hutbe okudu: «"Ey insanlar! Ben size Peygamber Efendimiz tarafından geliyorum" diye sözüne başladı. "Tevbe sûresinin baş tarafındaki âyetleri okuduktan sonra" dört şeyi size bildirmekle emrolundum:
1) Bu yıldan sonra hiçbir müşrik kabe'ye yaklaşamayacak.
2) Hiç kimse Kabe'yi çıplak tavaf etmeyecek.
3) Her kimin Resûlullâh (SAV) ile antlaşması varsa müddeti sona erinceye kadar ona riâyet edilecek.
4) Cennete ancak mümin olan kişi girecek» dedi. Bu sürede: Müşrikler ile yapılmış antlaşmaların hükümlerinin sona ermiş olduğu, haram olan ayların hürmetleri, münafıkların kepazelikleri ve Tebük gazası açıklanmıştır. [25]
Teklifi hüküm beş kısma ayrılır: İcab, Nedb, Tahrim, Kerahet, İbâhadır.
Teklifi hükmün beş olmasının sebebi: Çünkü Kur'ân'ın hitabı ya istemek için veya serbest bırakmak için olur.
İstemek için olan hitap ise, ya bir fiilin yapılmasını ister veya bir fiilin yapılmamasını ister.
Eğer bir fiilin yapılmasını isteyen hitap, o fiilin kesin olarak yapılmasını istiyorsa bu hitap "İcâb-Farz kılmak" içindir. Yapılması istenilen fiil ise "Vacib-Farz" dır.
Eğer bir fiilin yapılmasını isteyen hitap, o fiilin yapılmasını kesin olarak istemiyorsa o hitap "Nedb-Mendup kılmak" içindir. Yapılması istenilen fiil ise "Mendup" dur.
Bir fiilin yapılmamasını isteyen hitap, o fiilîn kesin olarak yapılmamasını istiyorsa o hitap "Tahrim-haram kılmak" içindir. Yapılmaması istenilen fiil ise "Haram" dır.
Eğer bir fiilin yapılmamasını isteyen hitap, yapılmamasını kesin olarak istemiyorsa o hitap, "Kerahet=mekruh kılmak" içindir. Yapılmaması istenilen fiil ise "Mekruh" tur.
Serbest bırakmak için olan hitap, mükellefi bir fiili yapması veya yapmaması arasında serbest bırakıyorsa bu hitap "İbâha-mübah kılmak" içindir. Mükellefin yapıp yapmaması arasında serbest bırakıldığı fiil ise "Mubah" dır. Yapılması istenilen fiil iki kısımdır: Vacip ve mendub.
Yapılmaması istenilen fiil de iki kısımdır: Haram ve mekruh.
Yapılıp yapılmaması arasında serbest bırakılan fiil, beşinci kısım olup mübahdir.
Yapılması istenilen fiil hem vacibi hem de mendubu içine alır.
Bunların arasındaki fark, fiilin yapılmasını isteyen hitabın delaletine bağlıdır. Eğer hitap fiilin yapılmasına kesin olarak delalet ediyorsa o fiil, vacip olur. Eğer hitap fiilin yapılmasına kesin olarak delalet etmiyorsa o fiil, mendub olur.
Hitabın bir fiilin yapılmasına kesin olarak delaleti, ya talep sîgası (emir sîgası) mn delaletiyle veya o fiilin yapılmaması cezayı, yapılması ise mükafatı gerektirmesi gibi karinelerin delaletiyle bilinir.
Yapılmaması istenilen fiil hem haramı hem de mekruhu içine alır. Bunlar arasındaki fark, fiilin yapılmamasını isteyen hitabın delaletine bağlıdır.
Eğer hitap fiilin yapılmamasına kesin olarak delalet ediyorsa o fiil, haram olur. Eğer hitap fiilin yapılmamasına kesin olarak delalet etmiyorsa o fiil mekruh olur.
Hitabın bir fiilin yapılmamasına kesin olarak delaleti nehyi sığasının delaletiyle veya o fiilin yapılması cezayı, yapılmaması ise sevabı gerektirmesi gibi karinelerin delaletiyle bilinir.
Bu kısa açıklamadan sonra anlaşılmıştır ki, bir fiilin yapılmasını isteme sîgası veya bir fiilin yapılmamasını isteme sîgası ile sınırlı değildir. Çünkü sığalar çeşitlidir. Onlardan bir kısmının manalarında müctehidler ittifak etmişlerdir, bir kısmının manalarında İhtilaf etmişlerdir.
Kur'ân'ın âyetlerini inceleyen bir kimse, istemek veya serbest bırakmak hakkındaki Kur'ân'ın bütünözel üslûblarını ve hükümlerini açıklamadaki metodunu çıkarabilir.
Muhammed Hudari'nin "Tarihü't-Teşrii'l-İslâmi" isimli kitabında, Kur'ân'ın bir fiili vacip veya mendub kılması hakkında kullandığı çeşitli üslûplarını, bir fiili haram veya mekruh Kılması hakkında kullandığı çeşitli üslûblarını, bir fiilin yapılıp yapılmamasını serbest bırakması hakkında kullandığı çeşitli üslûplarını özetlemiştir. Ben burada o özeti zikretmeyi uygun gördüm. [26]
1) Bir fiilin yapılmasını isterken "Ye'muru" kelimesini kullanmıştır.
"Muhakkak ki, Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya vermeyi emrediyor." [Nahl sûresi: 90]
"Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hüküm vermenizi emreder." [Nisa sûresi: 58]
2) Bir fiilin muhatablar üzerine farz kılınmış olduğunu bildirirken "Kütibe" kelimesini kullanmıştır.
"Ey imân edenler! Öldürülen İnsanlar hakkında size kısas (misilleme) farz kılındı." [Bakara sûresi: 178]
"Sizden birinize ölüm gelip çattığı vakit - eğer mal bırakıyorsa - anaya, babaya, yakın akrabaya meşru bir surette vasiyette bulunmak takva sahihleri üzerinde bir hak olarak farz kılındı." [Bakara sûresi: 180]
"Ey imân edenler! Sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılındı." [Bakara sûresi: 183]
"Çünkü namaz, müminler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur." [Nisa sûresi: 103]
3) Bir fiilin bütün insanlar üzerine veya insanların bir kısmının üzerine borç olduğunu bildiren "Alâ" kelimesini kullanmıştır.
"Yoluna gücü yeten her kimse için Beyt'i haccetmek insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır." [Âl-i imrân sûresi: 97]
"Annelerin yiyeceği ve giyeceği meşru bir şekilde, evlâd kendisinin olan babaya borçtur." [Bakara sûresi: 233]
"Mirasçıya düşen de aynı borçtur. (Yani anne için babaya düşen yiyecek ve giyecek borcu çocuk için de velisine düşer)." [Bakara sûresi: 233]
4) Bir fiilin yapılmasının bir gurup üzerine vazife olduğunu bildiren "Hak" kelimesini kullanmıştır.
"Boşanan kadınlara meşru bir şekilde istifade hakkı vardır ki yerine getirilmesi Allâh'dan korkanlar için bir vazifedir." [Bakara sûresi: 241]
5) Bir fiilin yapılmasını istemek için "Yûsî" kelimesini kullanmıştır.
"Allah size evladınız hakkında şöyle vasiyet ediyor. Erkeğe, iki kadın payı vardır." [Nisa sûresi: 11]
6) Bir fiilin yapılmasını istemek için mübteda ile haberden meydana gelen "İsim cümlesini" kullanmıştır.
"Boşanmış kadınlar bizzat kendileri üç hayız müddeti beklerler." [Bakara sûresi: 228]
"Sizden vefat edenlerin geride bıraktığı zevceleri bizzat kendileri dört ay on gün iddet beklerler (hamile iseler iddetleri çocuğun doğumu ile son bulur." [Bakara sûresi: 234]
7) Bir fiilin yapılmasını istemek için "Emri hazır sığasını" veya "Emri gâib sığasını" kullanmıştır.
"Namazlara, bilhassa orta namaza dikkat edin. Ve kalkın Allah'a saygı için (onun divanına) durun." [Bakara sûresi: 238]
"Sonra kirlerini atsınlar ve adaklarını yapsınlar da o beyt-i Atik'i (Kabeyi) tavaf etsinler." [Hac sûresi: 29]
8) Bir fiilin yapılmasını istemek için "Feradnâ" kelimesini kullanmıştır.
"Bir zorluğa uğramaman için müminlerin eşleri ve cariyeleri hakkında onların üzerine neyi farz kılmış olduğumuzu bildirmiştik. Allah bağışlayandır, merhamet edendir." [Ahzab sûresi: 50]
9) Bir fiilin yapılmasını istemek bazı yerlerde şarta cevap olan "fiili" kullanmıştır.
"Hac ile umreyi Allah için tamam yapın. Bundan men edilirseniz size hedy kurbanından kolayınıza gelen vacip olur." [Bakara sûresi: 196]
"Sizden herkim hasta olur veya başından eziyeti bulunup tıraş olursa, ona oruç veya sadaka yahut kurbandan ibaret bir fidye lâzım gelir." [Bakara sûresi: 196]
Şayet borçlusıkıntıda ise o halde eli genişleyinceye kadar ona müddet verin" [Bakara sûresi: 280]
10) Bir fiilin yapılmasını istemek için "Hayr" kelimesini kullanmıştır.
"Sana yetimleri sorarlar, de ki: Onların işlerini düzeltmek hayırlıdır." [Bakara sûresi: 220]
11) Bir fiilin yapılmasını istemek için "Fiili" mükafatla birlikte zikrederek kullanmıştır.
"Kimdir o, Allah'a gönül hoşluğu ile bir ödünç verecek? Allah ona (bu ödüncün) bir çok katlarını veriversin." [Bakara sûresi: 245]
12) Bir fiilin yapılmasını İstemek için "Fiili" iyilikle veya iyiliğe ulaştıran diye vasfederek kullanmıştır.
"Fakat iyi kimse, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere,. imân edendir." [Bakara sûresi: 177]
"Lâkin iyi kişi, haramlardan sakınan kimsedir." [Bakara sûresi: 189]
13) Bir fiilin yapılmasını istemek için bazı yerlerde "Fiili" teşvik edatı ile birlikte zikrederek kullanmıştır.
"Öyle bir kavimle harbetmez misiniz ki, onlar yeminlerini bozdular. Peygamberi (Mekke'den) çıkarmaya karar verdiler." [Tevbe sûresi: 13] [27]
1) Bir fiilin yapılmamasını istemek için "Yenhâ" kelimesini kullanmıştır.
"Zinayı, fenalıkları ve insanlara zulüm yapmayı da yasak ediyor." [Nahl sûresi: 90]
"Allah, sizi ancak din hususunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınız-dan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimseler ile, dost olmanızdan men eder." [Mümtehine sûresi: 9]
2) Bir fiilin yapılmamasını istemek için "Harrame", "Hunime", "Hurrimet" kelimelerini kullanmıştır.
"De ki, Rabbim sadece açık ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." [A'râf sûresi: 33]
"De ki: Gelin size Rabbinizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim." [En'âm sûresi: 151]
"Bu Müminlere yasak edilmiştir." [Nur sûresi: 3]
"Sizlere analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz haram kılındı." [Nisa sûresi: 23]
3) Fiillerin yapılmamasını istemek için "La yehillü" kelimelerini kullanmıştır.
"Ey imân edenler kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl değildir" [Nisa sûresi: 19]
"Kadınlarınıza verdiğiniz mehirlerden bir şeyi geri almanız size helâl olmaz. Erkek ve kadın Allah'ın yükümlü kıldığı görevleri yerine getiremiyeceklerinden korkarlarsa o başka" [Bakara sûresi: 229]
"Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç hayız müddeti beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığı çocuğu saklamaları kendilerine helâl olmaz." [Bakara sûresi: 228
4) Bir fiilin yapılmamasını istemek için "Nehy-i gâib", "Nehy-i hâzır" olumsuzluk manası ifade eden "emr-i hazır" kelimelerini kullanmıştır.
"Yetimin malına- ergin çağa ulaşana kadar- en güzel şeklin dışında yaklaşmayın" [İsrâ sûresi: 34]
"Günahın açığını da gizlisini de bırakın." [En'âm sûresi: 34]
"İnkarcılara iki yüzlülere itaat etme, eziyetlerine aldırma." [Ahzab sûresi: 48]
"Allah'a ortak koşmaksızın Ona yönelerek pis putlardan kaçının, yalan sözlerden çekinin." [Hac sûresi: 30]
5) Bir fiilin yapılmamasını istemek için "Leyse'l-birre" ifâdesini kullanmıştır.
"(Namazda) yüzlerinizi doğu ve batıya çevirmeniz iyilik değildir." [Bakara sûresi: 177]
"İyilik (ihramda) evlere arkalarından girmeniz değildir." [Bakara sûresi: 189]
6) Bir fiilin yapılmamasını istemek için olumsuzluk ifade eden "La" edatını kullanmıştır.
"Eğer vazgeçerlerse, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşı kalır." [Bakara sûresi: 193]
"Hac malûm aylardır, kim bu aylarda haccı eda ederse bilmeli ki, hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur." [Bakara sûresi: 197]
"Hiçbir anne ve baba çocuğu yüzünden zarara sokulmasın." [Bakara sûresi: 233]
7) Bir fiilin günahı gerektirdiği ifade edilerek o fiilin yapılmaması istenmiştir.
"Vasiyeti işittikten sonra değiştiren olursa, bunun günahı değiştirenlerin üzerinedir. Allah şübhesiz işi'tir ve bilir." [Bakara sûresi: 181]
8) Bir fiilin yapılmamasını istemek için "fiili" tehditle birlikte zikrederek kullanmıştır.
"Bir de altını ve gümüşü biriktirerek onları Allah yolunda harca-mayanlar var ya işte bunları acıklı bir azabla müjdele!" [Tevbe sûresi: 34]
9) Bir fiilin yapılmamasını istemek için o "fiili" şer dir diye vasfederek kullanmıştır.
"Allah'ın fazlı kereminden kendilerine verdiği maldan cimrilik edenler, sakın onu kendilerine hayır sanmasınlar tam aksine, o kendileri için bir şer dir." [Al-i imrân sûresi: 180]
10) Bir fiilin yapılmamasını istemek için o fiilin doğru olmadığını ifâde eden "mâkâne" kelimesi kullanılmıştır.
"Allah ve peygamberi bir işe hüküm verdiği vakit erkek ve kadın hiçbir mümin için kendi işlerinJw seçme hakkı (muhayyerlik) olamaz.1' [Ahzab sûresi: 36]
"Allah'ın peygamberine sizin eziyet etmeğe hakkınız yoktur. Ondan sonra, zevcelerini de ebediyyen nikâh edemezsiniz" [Ahzab sûresi: 53]
"Hiçbir peygamber için yeryüzünde ağır basmadıkça (üstün gelmedikçe) esirleri bulunmak doğru değildir." [Enfâl sûresi: 67]
11) Bir fiilin yapılmamasını istemek için bazı yerlerde inkâr için olan "istifham" edatım kullanmıştır.
"Siz halka iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?" [Bakara sûresi: 44]
"Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçek müminlerseniz Allah, korkulmaya daha lâyıktır." [Tevbe sûresi: 13]
12) Bir fiilin yapılmamasını istemek için o "fiili" cezasıyla birlikte zikrederek kullanmıştır.
"Erkek ve kadın hırsızın yaptıklarına ceza ve Al-
lâh'dan bir azab olmak üzere ellerini kesiniz." [Maide sûresi: 38]
13) Bir fiilin yapılmamasını istemek için o "fiili'7 küfür veya zülüm veya fısıkdır diye hükmederek kullanmıştır.
"Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir."
"Her kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir."
"Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar (dinden çıkmış) fasıkların ta kendileridir." [Maide sûresi: 44-45-47] [28]
1) Fiillerin yapılıp yapılmamasının serbest olduğunu bildiren "uhillet", "uhille", "hillün" kelimelerini kullanmıştır.
"Ey imân edenler! Akidleri (bağlandığınız sözleri) yerine getirin. İhramlı iken avlanmayı helâl saymaksızın ve size okunacaklar dışında kalan hayvanlar sizin için helâl kılındı." [Mâide sûresi: 1]
"Ey Muhammed! Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: size temiz olanlar helâl kılındı" [Mâide sûresi: 4]
"Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helâl, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir." [Mâide sûresi: 5]
2) Fillerin yapılıp yapılmamasının serbest olduğunu bildiren "felâismealeyhi" ifâdesini kullanmıştır.
"Kim iki günde (Mina'dan dönmek için) acele ederse ona günah yoktur. Kim geri kalırsa bu takva sahibi için olup, ona da günah yoktur." [Bakara sûresi: 203]
"Kim vasiyet edenin bir hatasından veya günaha girmesinden korkar da aralarını düzeltirse ona bir günah yoktur." [Bakara sûresi: 182]
3) Fiilin yapılıp yapılmamasının serbest olduğunu bildiren "günah yoktur" ifadesini kullanmıştır.
"İmân edip yararlı işler görenler, bundan böyle sakın-dıkları ve imânlarında yararlı işler görmekte devam ettikleri, sonra takva ve imânlarında kökleştikleri, daha sonra bu takva ile beraber yararlı işler yaptıkları takdirde haram kılınmazdan önce tattıkları şeylerde bir günah yoktur. Allah iyilik yapanları sever. [Mâide sûresi: 93]
"Bu vakitlerin dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur." [Nur sûresi: 58] [29]
1) Namaz, zekat, oruç ve haccın farziyetini ifâde eden âyetler, vârislerin paylarını tayın eden âyetler, zinanın, zina iftirası atmanın, insanların mallarını haksız olarak yemenin, haksız olarak cana kıymanın, haram olduğunu ifâde eden ayetler gibi hüküm âyetlerinin bir kısmının ifâde ettikleri manaları kesindir.
Müslümanların yanında meşhur olan ve zaruri olarak bilinen dinin temel hükümleri de kesindir. Bunlarda içtihada yer yoktur.
Hüküm âyetlerinin bir kısmında murad edilen hükümler belli olmaz. Bu hüküm âyetlerinde araştırmaya ve içtihada yer vardır. Abdestde başa verilecek meshetme miktarının tayın edilmesi ve bâin talâkla boşanmış
kadının nafakasının vacip olması gibi. Bu iki nevi arasındaki fark:
a) İçtihada yer olmayan hükümler: İman edilmesi gereken esaslar gibi olup, her müslümanın kabul etmesi gerekir. Bu hükümleri kabul etmeyen dinden çıkmış olur.
b) İçtihada yer olan hükümler ise böyle değildir. Bir müctehidin birden fazla manaya gelen bir âyetin bu manalardan birini içtihadıyla tayın ederek çıkardığı hükmü inkar eden kimse dinden çıkmaz. Çünkü bir müctehidin âyet ve hadislerden çıkardığı hükümler zannidir, kesin değildir.
Her müctehid, birden fazla manaya gelen bir âyetin bu manalardan kendince uygun olan manayı tercih eder.
İkinci neviden yani, bazı hüküm âyetlerinden murad edilen hüküm belli olmadığından birçok islâmi mezhebler doğmuştur. Müctehidlerin görüşleri farklı olmuştur, hatta bir mesele hakkındaki görüşler yedi veya sekize ulaşmıştır. Bu görüşlerin hepsi haktır ve bunlara uymak vacipdir denilemez. Çünkü bu görüşler birbirine zıddır.
Bu görüşlerden belli biri haktır da denilemez. Çünkü bu görüşlerden birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Ancak bunlardan birini diğerlerine üstün kılacak bir delil bulunursa başka.
Bu görüşlerden belli olmayan biri de haktır denilemez, çünkü bu belli olmayan görüş bilinmediğinden kendisi ile amel edilemez. Böyle bir yerde şöyle denilir: bu görüşler her müctehidin âyetten anladığı görüştür, doğru da olabilir, yanlış da olabilir. Hâkim olan kimse bu görüşlerden faydalı gördüğünü seçer onunla amel eder.
İşte islâm fıkhının geniş olmasının sırrı ve hikmeti: hayatla beraber zaman ne kadar ilerlerse ilerlesin, hadiseler ne kadar çok olursa olsun, medeniyet ne kadar gelişirse gelişsin, sosyal problemleri çözmek içindir.
2) Kur'ân şer'i hükümleri açıklarken beşer kanununun bilinen yolundan yürümemiştir. Beşer kanunu sevaba teşvik etmek, günahdan sakındırmak gibi manevi değerlerden uzak olarak hazırlanmıştır. Kur'ân'in zikrettiği şer'i hükümler ise çeşitli manalar ile kuşatılıp donatılmıştır. Bu manalar mükelleflerin kalblerine korku ile saygı duyma, kontrol mekanizması, rahatlama, huzur bulma dünya ve ahirette faydalı olan şeyleri kavrama gibi manevi duygulan meydana getirir. Bu duygulardan herbiri mükellefleri bu şer'i hükümlere koşmaya, imanın gereği olarak bu hükümleri yapmaya, Allah Tealâ'nın azabından ve gazabından korkmaya, sevabını ve rızasını umut etmeye davet eder. İşte şer'i hükümlerin mükelleflerin kablerinde meydana getirdikleri manevi duygular dini birer polisdir ki, Allah tarafından gönderilmiş olan şeriatlar, bu dini polisleri müminlerin kalblerine yerleştirir. Şüphe yok ki, bu dini polisler, ümmetin halini düzeltmek ve Allah Tealâ'nın emrettiği doğru yolda yürümelerini sağlamak için çalışan resmi polislere en büyük yardımcılardır.
Kur'ân'daki hüküm âyetleri incelendiği zaman bu zikredilen manalar anlaşılmış olur.
3) Kur'ân hüküm âyetlerini zikrederken insanlar tarafından yazılan kitapların yolunda gitmemiştir. Çünkü bu kitaplarda bir konu bir yerde yazılınca özel bir durum bulunmadıkça o konuya tekrar dönülmez. Kur'ân'ın hüküm âyetleri ise Kur'ân'ın bir çok yerlerinde dağınık olarak zikredilmiştir. Mesalâ: Nikâhlı kadını boşama, iki yaşından küçük bir çocuğun süt emmesi ve bunların hükümleriyle ilgili âyetler, şarapla ve şarabın haram olmasıyla ilgili âyetler, savaşla ilgili âyetler ile yetimlerin işleri ile ilgili âyetlerin arasında gelmiştir. Nitekim Bakara süresindeki âyetler, namaz, oruç, hac, savaş, riddet (dinden çıkma), müşrike kadınların nikâhı, yemin, kısas, vasiyet, talâk ve bunlara bağlı olan hükümleri içine almıştır.
Hac hükümlerinin bir kısmı Bakara sûresinde, diğer bir kısmı ise Hac sûresinde zikredilmiştir.
Evlenme, boşanma ve bir kocanın ric'i talâkla boşadığı karısına iddeti içinde dönmesi ile ilgili hükümlerin bir kısmı Bakara sûresinde, bir kısmı ise Nisa sûresinde ve bir kısmı da Talâk sûresinde zikredilmiştir.
Hüküm âyetlerini bu şekilde zikreden kur'ân, her tarafı çeşitli meyvalar ve rengârenk çiçeklerle bezenmiş bir bahçeye ne kadar benzemektedir. İnsan, bu bahçeden rengârenk çiçeklerden ve çeşitli meyvalardan kendisine faydalı olanı ve arzu ettiğini nerede bulursa koparır.
Hüküm âyetler, şerî'atm maksadı olan genel ruhu oluşturmada birbirini tamamlar. Bu genel ruhu manevi gıdalarla besler, hayra ve hedefine ulaştırır.
Kur'ân'ın hüküm âyetlerini açıklamada kendine has bir vahiy metodu vardır. Bu metodu, Kur'ân'da zikredilen bütün âyetlerin yerleri değişik, sûreleri çeşitli, hükümleri farklı olsa bile genel bir bütünlük içindedir. Amel etmekde bu hükümleri birbirinden ayırmak, birini alıp diğerini bırakmak kesinlikle doğru değildir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "(Ey muhammed sana!) şu emri de indirdik: onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet.
Onların arzularına uyma. Onlardan sakın ki, Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni şaşırtmasınlar." [Mâide sûresi: 49]
4) Kur'ân hükümlerinin bir çoğu şerî'atın maksadlarına ve genel kaidelerine işaret ederek kısa ve toplu bir tarzda gelmiştir. Müctehidlerin bu maksadların ve bu kaidelerin ışığı altında âyetlerin manalarını anlayıp hüküm çıkarmalarına fırsat verilmiştir. Açıklanması gerekli olan bazı hükümler açıklanmış, müctehidlerin tartışma yerleri olmaktan çıkarılmıştır. Bu hükümler zamanların ve yerlerin değişmesiyle değişmeyen sebebler üzerine kurulmuştur. Bunlar, inançlar, ibâdetler, miras, nikâhları haram kılınan kadınlar, bazı suçların cezaları hakkındaki hükümlerdir. Nitekim bunlara daha önce işaret edilmiştir.
Kur'ân'in böyle yol izlemesi, şerî'atın ebedi ve devamlı oluşunun zaruri ve tabii bir sonucudur. Zira dünya durdukça devam edecek olan bir esas ve temel üzerine kurulmuş olan bir şerî'atın olmuş ve olacak olan cüz'i hükümleri açıklamakla uğraşması akla uygun değildir. Çünkü cüz'i hükümler, teamüllerin, örf ve âdetlerin, yaşayış tarzlarının, zamanın yenilenmesi ve değişmesiyle yenilenip çoğalırlar ve değişirler. O halde şerî'atın insanlık âlemine kısa ve toplu bir tarzda sunmuş olduğu genel kaideler ve temel maksadlarla yetinmesi zarurî ve tabiidir. Bundan dolayı şerî'at, meydana gelecek olan cüz'i hadiselerin hükümlerini ictihad yoluyla, bu genel kaidelerden ve bu temel maksadlardan çıkarmaya teşvik etmiştir.
Kur'ân, âyetlerden ve hadislerden hüküm çıkaran ilim sahihlerine yüksek bir paye vermiş, insanların bilmedikleri meseleleri onlara sormalarını emretmiştir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Ey imân edenler, Allah'a itaat edin, peygambere ve sizden olan idarecilere itaat edin, eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve Resulüne döndürün, Allah'a ve ahiret gününe imân ediyorsanız. Bu hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir." [Nisa sûresi: 59] ve: "Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar, halbuki o haberi peygambere veya kendilerinden buyruk sahibi olanlara götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya kadir olanlar onu bilirdi. Allah'ın size bol nimeti ve rahmeti olmasaydı, pek azınız bir yana şeytana uyardınız." [Nisa sûresi: 83] ve: "Eğer bilmiyorsanız zikir erbabına (âlimlere)sorun." [Nahl sûresi: 43] buyurmuştur.
Bu ve buna benzer âyetlerle Kur'ân, hükümlerin bilinmesinde içtihada ve ilim sahihlerine sormaya teşvik etmiştir. Resûlullâh (SAV) ve ashabı kendilerinden sonra gelecek olan müslümanların imamlarına ve âlimlerine hüküm çıkarma yolunu hazırlamışlardır. Bu sayede islâm şeriatının çerçevesi genişlemiş, hayatta yeni meydana gelecek olan bütün hâdiseleri içine almıştır.
İslâm şeri'atı, kıyamete kadar sosyal ve ferdi olan bütün işleri düzenlemeye hakkıyla elverişlidir. [30]
Kur'ân'ı Kerim, hayatın birçok değişik yönlerini yani birçok ilim dallarını içine almıştır. Bunlar şunlardır:
1) Kur'ân'da Allah Tealâ'ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanmak hakkındaki imân esasları ile ilgili birçok âyetler vardır. İmân esasları, imân ile küflir arasını ayıran bir sınırdır. İmân esaslarına inanan mümindir, inanmayan kafirdir.
2) Kur'ân'da insanları Allah tealâ'nın eşsiz ve örneksiz olarak yaratmış olduğu mahlûkatının ve kainatta meydana getirdiği hadiselerin sırlarını bilip, tanımaları için göklerde ve yerdeki o muazzam mülkü saltanatını ve yarattığı herhangi bir şeye bakıp düşünmeye davet eden âyetler vardır, çünkü akılları hayrete düşüren bu kainat hakkında güzelce düşünenlerin gözleri önünde Allah Tealâ'nın varlığına, birliğine, büyüklüğüne dair binlerce delil canlanır. Kalblerİ imânla dolar. Böyle imâna nazarî ve istidlali imân denir. Bir kimse dini hükümleri böyle nazar'i ve istidlali ile değilde taklid yoluyla-meselâ babasından, hocasından, sözüne güvendiği diğer kimselerden işitmek sûretiyle-öğrenip kesin tasdik ederse yine imânı sahih olur. Her ne kadar nazari ve istidlali terkettiğinden dolayı günahkâr olursa da.
Düşünen her akl-ı selim sahibi, Allah Tealâ'nın varlığını tasdike mecbur olur.
3) Kur'ân'da önce geçmiş olan fertlerin veya ümmetlerin birçok kıssalarının zikredilmesi; insanları ibret ve öğüt almaya teşvik etmek, Allah Tealâ'nın mahrukatı hakkındaki kanunu, sâlih kimselerin kurtulduklarını, bozguncuların helak olduklarını bildirmek içindir.
4) Kur'ân'da sabır, doğruluk, verilen sözde durmak, emaneti ödemek gibi fertlerin ve toplumun durumunu düzelten, nefisleri temizleyen üstün ahlâk, bunun yanında insanî üstünlükleri yok edecek hayatta bedbatlığa sebeb olacak kötü ahlâktan sakındırmak da zikredilmiştir.
5) Kur'ân'da namaz, oruç, zekat, hac, cihat, yemin, nezir (adak) gibi çeşitli ibâdet nevileri hakkında âyetler zikredilmiştir. Bu âyetler yüz kırk âyete yakındır.
6) Kur'ân'da evlenme, boşanma, bunlara bağlı olan mehir, nafaka, çocuk bakımı, çocuk emzirme, neseb, kadınların iddet beklemesi, vasiyet, miras hükümleri gibi aile nizamı hakkında âyetler zikredilmiştir. Bu âyetler yetmiş âyet'e yakındır.
7) Kur'ân'da alış-veriş, icâre, rehin (ipotek), vadeli satış, ticaret gibi malî muameleler hakkında âyetler zikredilmiştir. Bu âyetler yetmiş âyete yakındır. •
8) Kur'ân'da, ukûbât yani; cinayetler, hadler, hırsızlık, zina, kazf (namuslu bir erkeğe veya kadına zina suçunu isnad etmek) ve yol kesmek gibi suçların hükümleri hakkında otuza yakın âyet zikredilmiştir.
9) Kur'ân'da savaş, barış ve bunlarla ilgili olan cihad, ganimet, esir, antlaşma ve cizyenin hükümleri hakkında âyetler zikredilmiştir.
10) Kur'ân'da, yönetim sistemi hakkında idarecilerin uyması gerekli olan istişare (danışma) adalet, müsavat (eşitlik), Allah'ın indirdiği ile hükmetmek ve insanların idarecilere itaat etmeleri gerekli olan şeyler ile ilgili âyetler vardır.
11) Kur'ân'da, zenginler ile fakirlerin ilişkileri hakkındaki sosyal hayatın düzenlenmesi ve insanlar arasındaki sosyal adaletin gerçekleştirilmesi ile ilgili âyetler zikredilmiştir. Kur'ân-ı kerimi inceleyen âlimlerin anlayışları değişik ve âyetlerin manalarına delâlet cihetleride farklı olduğu için hüküm âyetlerinin adedi hakkında birleşe-memişlerdir. [31]
Lûgat'ta sünnet: İyi olsun veya kötü olsun "yol, gidişat ve âdet" gibi manalar ifade eder.
Sünnet Kur'ân-ı Kerimde ve hadis-i şerifte bu manalarda kullanılmıştır.
Nitekim Tealâ Hazretleri: "o küfredenlere söyleki : Eğer düşmanlıktan vaz geçerlerse, geçmişteki günahları bağışlanır. Yok, yine isyana dönerlerse bilsinler ki, evvelki ümmetlere tatbik edilen ilahi kanun devam edecektir. (Yani eskiler helak edilmişlerdir, bunlarda hazır olsunlar)" [Enfâl sûresi: 38] ve: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki adetimiz (budur.) Sen bizim adetimizde hiçbir değişme bulamazsın" [İsrâ sûresi: 77] ve: "Allah'ın öteden beri süre gelen sünneti (âdeti) böyledir. Sen Allah'ın sünnetinde (âdetinde) asla değişiklik bulamazsın." [Fetih sûresi: 23] buyurmuştur.
Rasûlullâh (SAV): "Siz muhakkak sizden öncekilerin yollarına karış karış ve arşın arşın tâbi olacaksınız. Hatta bir keler deliğine girseler, onların arkasından gideceksiniz" buyurdular.
Biz: "Ya Rasûlallâh! Yahudilerle, Hıristiyanlara mı?" dedik. "Ya kime?" buyurdular.
[Bu hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir]
Rasûlullâh (SAV): "İslâm da iyi bir çığır açan kimseye açtığı o çığırın sevabı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir. Bununla beraber onların sevabından da bir şey eksilmez. İslâmda kötü bir çığır açan kimseye açtığı o çığırın günahı yükletildiği gibi kendisinden sonra o yolda gidenlerin günahı da yükletilir. Bununla beraber onların günahından da bir şey eksilmez." Buyurdular. [Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. ]
Fıkıhçıiara göre sünnet: Resûlullâh (SAV) dan vacib olmayarak sabit olan (kesin olarak bilinen) şeydir. Sünnet, beş olan teklifi hükümlerden biridir. Teklifi hükümler şunlardır: "Vacib, haram, sünnet, mekruh, mübâh"
Fıkıhçılar sünneti, bid'atın zıddı olarak kullandılar ve "Kocanın karısını sünnet üzere boşaması şöyledir yani, kocanın karısını cima etmediği bir temizlik devresinde bir talak ile boşayarak iddeti geçinceye kadar bırakmasıdır. Kocanın karısını bid'at üzere boşaması şöyledir. Yanİ> kocanın karısını bir defada üç talak ile boşaması yahud hayız halinde boşamasıdır. "
Usulcülere göre sünnet: Resûlullâh (SAV) in Kur'ân buyruğu olmayarak buyurduğu sözleri, işleri ve takrirleridir.
Hadisçilere göre sünnet: Resûlullâh (SAV) m sözlerinden, işlerinden, takrirlerinden, şekil ve vasıflarından ve gidişatından nakledilen şeydir.
Hadisçilerin çoğuna göre, sünnet, hadis ile eş manalıdır.,
Resûlullâh (SAV) m sözlerine "kavli sünnet" iş ve davranışlarına "fiili sünnet" müslüman bir kimsenin sözünü duyduğu veya bir iş yaparken gördüğü veya kendisine bunlar nakledildiği halde tasvib etmesine "takriri sünnet" denir. Bu üç çeşit sünnetin söz ve yazı halinde nakledilen şekli "hadis" diye anılmaktadır.
İslâm ümmeti, sünnet (hadis) hakkında üstün gayret harcayarak onu ezberlerdiler, yazdılar. Her ravi diğer raviden Resûlullâh (SAV) a varıncaya kadar muttasıl olarak rivayet etti. Sünnet (hadis) lerden bir kısmının hem lafzi hem de manası mütevatirdir. Diğer bir kısmının ise yalnız manası mütevatirdir. Hadis ravilerinin durumlarım incelemek, yalnız müsîümanlarin özelliklerindendir.
İbn-i Hazm demiştir ki: Kendisine güvenilir bir ravinin, kendisine güvenilir diğer raviden sünneti (hadisi) Resûlullâh (SAV) a ulaşıncaya kadar arada hiçbir ravi atlamayarak rivayet etmesi, Allah Tealâ'nın islâmdan önce hiçbir millete bunu ihsan etmeyip ancak müslümanlara ihsan etmiş olmasıdır.
Sahabe, tabiin ve bunlardan sonra gelenler Resûlullâh (SAV) dan işittiklerini bir emanet olarak samimiyetle edâ etme konusunda titiz davrandılar. Nakil ederken araştırdılar, nihayet sünnet, hadis imamlarına ulaşdı, hadisçiler de sünnet (hadis) leri yazdılar.
Sünnet (hadis), islâmda şer'i hüküm koyma kaynaklarının ikincisidir.
Sünnet, Allah'ın kitabı Kur^n'dan sonra gelir. Allah Sübhanehü ve Tealâ Resulünden haber vererek: "Resûlüllâh, hevadan söylemez, onun sözü ancak kendisine tebliğ olunan bir vahyi ilâhidir. " [Necm sûresi: 3-4] buyurmuştur.
Allah Tealâ Resulüne uymayı ve ona itaat etmeyi emrederek: "Bir de peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise ondan vazgeçin." [Haşr sûresi: 7] ve: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin,, peygambere de itaat edin. " [Nİsa sûresi: 59] buyurmuştur.
Allah Tealâ Resulünün buyruğuna aykırı hareket etmekten sakındırarak: "Onun buyruğuna aykırı hareket edenler başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar." [Nür sûresi: 63] buyurmuştur.
Allah Tealâ ve Resulü bir iş hakkında hüküm verdiğinde müslümanlara serbestlik verilmediğini açıklayarak: "Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği vakit erkek ve kadın hiçbir mümin için kendi işlerinde seçme hakkı (muhayyerlik) olamaz. Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse muhakkak açıktan açığa sapıklık etmiş olur." [Ahzap sûresi: 36] buyurmuştur.
Tealâ Hazretleri Resûlüllâh (SAV) m verdiği hükme müminlerin razı olmalarını imânın asıl ve esaslarından kılarak: "Yok, yok! Rabbin hakkı için yemin ederim ki, onlar aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümde kendileri için hiçbir darlık duymadan (tam bir teslimiyetle) boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar" [Nisa sûresi: 65] buyurmuştur.
Tealâ Hazretleri Resûlüllâh (SAV) a itaat etmeyi müminler üzerine farz kılmıştır. Çünkü Resûlüllâh (SAV) a itaat etmek Allah Tealâ'ya itaat etmektir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." [Nisa sûresi: 80] buyurmuştur.
Bu naslar (âyetler) sünnetin şer'i delil olarak alınmasının vacib olmasında ve sünnetin Kur'ândan sonra ikinci makamda sayılmasında şek ve şüphenin kökünü kesmiştir. Çünkü sünnetin müminlerin kalblerinde üstün bir yeri vardır. Dinler tarihinde müslümanlar, benzeri görülmemiş bir tarzda sünnetin naklinde tedbirli davranmışlar, peygamber efendimize âit olmadığı halde ona nisbet edilen şeyleri ortadan kaldırarak sahih olan sünneti (hadisi), sahtesinden ayırmak için büyük gayret harcamışlardır.
Kur'ân'ı Kerimin her harfi bize mütevatir olarak indirilmiştir. Bundan dolayı âlimler sünnet (hadis) in lafızlarını inceledikleri gibi Kur'ân'ı Kerimin nazmını incelememişlerdir. [32]
Allah Tealâ'nm kalblerini mühürlediği, gözlerini kör ettiği bir gurup, her zaman bulunur. Bunlar, yalnız Kur'ân ile yetinilmesinin vacib olduğunu iddia ederek hakkı aramak adı altında batılı savunurlar. Nesilden nesîle uygulanarak nakledilen namaz, namazın şekli, zekat, hac gibi ibadetler hakındaki ameli mütevatir sünnetlerin alınmasının gerekli olduğunu iddia ederler. Ama nesilden nesile uygulanarak gelen ameli mütevatir sünnetin dışında kalan Resûlüllâh (SAV) in sözlerinin, işlerinin ve takrirlerinin kabul edilmesi peygamber olduğu için değil, devlet başkanı olması itibariyledir. Ümmetin menfaati bunları gerektirdiği için Resûlüllâh (SAV) bunları yapmıştır. Bunlar Resûlüllâh (SAV) in içtihadı olup, menfaatin değişmesiyle değişirler.
Kur'ân, çeşitli delaletiyle Allah Tealâ'nın bütün hükümlerinin açıklanmasını içine almıştır, diye iddia ederler. Bu iddialarına şu âyeti kerimeleri delil gösterirler.
"Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak İslama razı
oldum." [Maide sûresi: 3] ve: "Sana her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kur'ân'ı indirdik." [Nahl sûresi: 89]
Bu gurup: "Resûlüllâh (SAV), ancak Kur'ân'dan anladığını uygulamıştır. Şayet sünnet (hadis) de Kur'ân gibi şer'i hüküm koyma kaynağı olsaydı, Resûlüllâh (SAV) onun da Kur'ân' gibi yazılmasını emrederdi. Halbuki Resûlüllâh (SAV) sünnet (hadis)in yazılmasını yasaklamıştır" diye iddia ederler, bu iddialarına da şu hadisi şerifleri delil gösterirler:
"Benden bir şey yazmayınız, her kim Kur'ândan başka benden bir şey yazmışsa onu silsin. Benden hadis rivayet edin, zararı yok. Ama her kim benim üzerimden kasden yalan söylerse cehennemdeki yerine hazır olsun."
Resûlüllâh (SAV) in (son hastalığında) ağrısı artınca: "Bana (kalem kağıt gibi) yazacak bir şey getiriniz. Size bir vasiyetname yazdırayım ki, ondan sonra yolunuzu hiç şaşırmayasınız" buyurdular.
Hz. Ömer (r.a), orada bulunanlara: "Şüphe yok ki, Resûlüllâh (SAV) in hastalığı ağırlaşmıştır. Yanımızda ise Allah'ın kitabı vardır, o bize yetişir." Dedi. [Bu hadisleri Buhari ile Müslim rivayet etmişlerdir. ]
Bu gurubun ileri sürdükleri iddialar zayıf şüphelerden ve geçersiz delillerden ibarettir. Çünkü müslüman âlimlerden kendilerine itimad edilen âlimler, sünnetin şer'i delillerden ikinci asıl "delil olduğunda ve peygamber efendimizin zamanından beri sünnetle ikinci asıl delil olarak amel edilegelmiş olduğunda icmâ ve ittifak etmişlerdir. Bu icmâ karşısında o gurubun iddialarına itibar edilmez.
Bu gurup, sünnetten nesilden nesile uygulanarak nakledilen mütevatir sünnetleri delil olarak kabul etmişlerdir. Müslümanlar ise peygamber efendimizin zamanından günümüze kadar sahih olan sünnet (hadis) leri hayatlarında devamlı uygulamışlar ve şer'i hükümler hakkında delil olarak kabul etmişlerdir.
İmam Şafii "el-Risâle" isimli eserinde: "müslümanlardan bir kimsenin başına gelen bir musibet hakkında kesin olarak Allah Tealâ'nm kitabında doğru yolu gösteren bir delil vardır." diye açıklamıştır.
Nitekim Tealâ Hazretleri: "(Ey Muhammedi) Bu öyle bir kitaptır ki, (bütün) insanları, Rablerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve övülmeye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik." [İbrahim sûresi: 1] ve: "Sana her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kur'ân'ı indirdik." [Nahl sûresi: 89] buyurmuştur. [33]
1) Allah Tealâ, Kur'ân'ı Kerimde insanlara zekat, namaz, hac gibi farz olan ibadetleri ve kötülüklerin açığının, kapalısının, zinanın, şarabın, boğazlanmayarak ölen hayvanın ve domuz etinin yenilmesinin haram olduğunu abdestin farz olduğunu açıklamıştır.
2) Kur'ân'da mücmel (kapalı) olarak gelen hükümleri, Resülullâh (SAV) kavli sünnetiyle (sözleriyle), ameli sünnetiyle (yapmak suretiyle) açıklamıştır. Meselâ: Resülullâh (SAV) Kur'ân'da mücmel (kapalı) olarak gelen namazın vakitlerini rekatlarının sayılarını, diğer hükümlerini, zekat verilecek mallan miktarlarını ve zekatın verileceği vakti, orucun, haccın hükümlerini, hayvan kesmenin, avın hükümlerini, eti yenilen ve yenilmeyen hayvanları ve nikâhın, alış-verişin, cinayetlerin hükümlerini açıklamıştır. Çünkü mücmel âyetlerin açıklanması Resülullâh (SAV) a bırakılmıştır.
Nitekim Tealâ Hazretleri: "Sana da Kur'ânı indirdik ki, kendilerine indirileni, insanlara anlatasın, ola ki, düşünürler" [Nahl sûresi: 44] buyurmuştur.
3) Resülullâh (SAV) bir takım şer'i hükümler koydu ki, o hükümler hakkında Kur'ân'da âyet yoktur. Çünkü Allah Tealâ kitabında Resulüne itaat edilmesini ve onun hükmüne müracaat edilmesini farz kılarak; "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin." [Nahl sûresi: 59] buyurmuştur. Kim Resülullâh (SAV) in koymuş olduğu bu hükümleri kabul ederse Allah'ın emrine itaat etmiş olur.
İbn-i Kayyım, sünnetle sabit olan hükümlere -isterse bu hükümler Kur'ân'daki hükümler üzerine ziyade olsun-uymanın gerekli olduğunu açıklarken İmam Şafii'nin üçe taksim ettiği şer'i hükümleri misalleriyle izah ettikten sonra "sünnetle sabit olan hükümlerin Kur'ân ile sabit olan hükümlere nisbetle durumu üç kısımdır" dedi:
1) Sünnetle sabit olan hüküm, her bakımdan Kur'ân ile sabit olan hükme uygun olur. Buna göre Kur'ân ve sünnet bir hükmü açıklayarak birbirini desteklemiş olur.
2) Sünnet, Kur'ân ile murad edilen mücmel (kapalı) hükmü açıklar ve tefsir eder. -
3) Sünnet, Kur'ân'ın vacip kılmadığı bir hükmü vacip kılar, Kur'ân'ın haram kılmadığı bir şeyi haram kılar.
Sünnetle sabit olan hükümler bu üç kısmın dışına çıkmaz. Hiçbir zaman sünnetle sabit olan hükümler, Kur'ân'ın hükümlerine zıd olmaz. Sünnetle sabit olan hüküm, Kur'ân ile sabit olan hüküm üzerine ziyade olursa, bu hüküm Resülullâh (SAV) tarafından konulmuş yeni, şer'i bir hüküm olur. Bu hükümde Resülullâh (SAV) a itaat etmek vacib olur ve ona karşı gelmek helâl olmaz. Sünnetle sabit olan hükümle amel etmek sünneti Kur'ân'ın önüne geçirmek değildir. Böyle bir hükümle amel etmek Allah Tealâ'ın emrini tutmaktır. Çünkü Allah Tealâ Resulüne itaat edilmesini emretmiştir. Sünnet ile sabit olan hükümde Resülullâh (SAV) a itaat edilmezse, Resülullâh (SAV) a itaat etmenin bir manası olmaz ve Resülullâh (SAV) a mahsus olan itaat da düşmüş olur. Eğer Resülullâh (SAV) m sünnetle koyduğu hükümlerine ancak Kur' ân' in hükümlerine uygun olduğunda itaat edilmesi vacip olup, Kur'ân'ın hükümleri üzerine ziyade olduğunda itaat vacip olmazsa Resülullâh (SAV) a mahsus itaat olmamış olur. Halbuki Allah Tealâ: "Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." [Nisa sûresi: 80] buyurmaktadır.
İlim ehlinden olan bir kimsenin Allah'ın kitabının hükmü üzerine ziyade bir hüküm ifade eden bir hadis-i şerifi kabul etmemesi nasıl mümkün olur? Meselâ: "Bir kadın ne halasının, ne de teyzesinin üzerine nikah olunmaz" "Neseben haram olan süt cihetinden de haram olur" Hadis-i şeriflerini nasıl kabul etmeyebilir.
İbn-i Kayyım, bundan sonra sünnet ile sabit olan hükümlerden birçoğunu misalleriyle zikretmiştir.
Hiç şübhe yok ki, araştırmalar; Kur'ân'da zikredilmeyen bir çok hükümlerin sünnetle sabit olduğuna delalet etmektedir. Meselâ: Ehli eşeklerin ve azı dişi olan her yırtıcı hayvanın etlerinin yenilmesinin haram olması, öldürülen kafir karşılığında müslümanm öldürülmemesi gibi bir çok hükümler sünnet (hadis) ile sabit olmuştur. Buna göre, şeriatta bir çok hükümlerin yalnız sünnet (hadis) ile sabit olduğunu itiraf etmekten başka çare yoktur. Nitekim Resülullâh (SAV) sünnet ile sabit olan hükümleri kabul etmeyenleri kınayarak ve onlardan sakındırarak "Sakın sizden birinizi emrettiğim veya yasakladığım hükümlerden biri kendisine gelince koltuğuna yaslanmış olduğu halde bilmiyorum? Allah'ın kitabın da neyi bulursak ona uyarız, derken bulmayayım" buyurmuştur. [Bu hadisi Ahmed, Ebû Davud, Tirmizi, Mace rivayet etmiştir. ]
Şatıbi, sünnetle sabit olan hükümleri kabul etmeyenlerden sakındırarak: "Yalnız Kur'ân'ın hükümleriyle yetinilmesi hakkındaki görüş, ahirette nasibi olmayan ve sünnetten çıkmış bir güruhun görüşüdür. Çünkü onlar Kur'ân'da her şeyin açıklanmış olduğunu iddia ederek sünnetin hükümlerini bıraktılar, onların bu durumu kendilerini müslüman cemaattan uzaklaştırdığından Allah'ın indirdiği Kur'ân'ı yanlış yorumladılar." demiştir. [Muvafakat cild: 4-s: 120]
Bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi, Resülullâh (SAV) in sünneti, Kur'ân'ın mücmel (kapalı) olanım açıklamakta, âmm olanını tahsis etmekte, mutlak olanını takyid etmekte, Kur'ân'da bulunmayan şer'i hükümleri koymakta, islâm fıkhını beslemekte ve şer'i hükümleri geliştirmekte bol bir kaynaktır. Resülullâh (SAV) in hükümlerini kabul etmek, Allah'ın hükümlerini kabul etmektir, çünkü Allah Tealâ Resulüne itaat etmeyi farz kılmıştır. Kur'ân'da ve sünnette olan bir şeyi bilen bir müslümanın bunlardan birine aykırı olarak hareket etmesi helâl olmaz. [34]
Bilindiği gibi islâmdan önce Araplar okuma-yazma bilmiyorlardı, fakat ticaret merkezi olan Mekke'de peygamber efendimiz peygamber olarak gönderilmeden önce az da olsa okuma-yazma bilenler bulunuyordu.
Bazı tarihçilere göre, Mekke'de okuma-yazma bilenlerin sayısı ancak onüç erkek idi. Nitekim Medine'de okuma-yazma bilenler daha azdı. İşte okuma-yazma bilenleri yok denecek kadar az olduğu için Araplar okuma yazma bilmiyorlardı diye vasfediliyordu.
Tarihçiler: "Mekke'de okuma yazmayı bilenlerin sayısı, Medine'de okuma yazmayı bilenlerin sayısından daha çok olduğunu" ileri sürmüşler. Buna Resûlullâh (SAV) in Mekke'li Bedir esirlerinden kendilerini esirlikten kurtaracak parası olmayan her esirin Medine'li on çocuğa okuma yazma öğretmek karşılığında serbest bırakılacaklarını bildirmesi ve Resûlullâh (SAV) in huzurunda bulunan vahiy katiplerinin kırk kişi olduğunu bunların çoğunun Mekke'li olduğunu şahit göstermişlerdir.
Bu vahiy katiplerinin isimlerini "et-Teratibü'1-İdariye" sahibi zikretmiştir.
Belâzüri: "Futûhu'l-Büldan" isimli eserinde okuma yazma bilen kadınların sayısını zikretmiştir. Onlardan bazıları şunlardır. Müminlerin anası Hz. Hafsa, Ukbe'nin kızı Ümmügülsüm, Abdullah'ın kızı, Kureyş'li Şifâ, sa'd'ın kızı Aişe, Mikdad'ın kızı Kerime.
Müslümanlar Medine'ye yerleşir yerleşmez durum değişti. Resûlullâh (SAV), iyi bir katip olan Abdullah b. Said b.El-As'a Medine halkına okuma yazmayı öğretmesini emredince medine halkı arasında okuma yazma bilenlerin sayısı çoğaldı. Nitekim İbn-i Abdi'1-Berr "el-İstiâb" isimli eserinde Abdullah b. Said'in iyi bir yazar olduğunu zikretmiştir.
İbn-i Said'in zikrettiğine göre, ensardan biat edenler, Resûlullâh (SAV) Mekke'deyken "Bize islâm dinini öğretecek ve Kur'ân'ı okutacak bir kimse gönder" diye mektup yazdılar. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV) onlara Mus'ab b. Umeyr'i gönderdi. Mus'ab onlara Kur'ân'ı okutuyor ve islâm dinini öğretiyordu.
Bilindiği gibi sahabe hadisleri yazmıyorlar, ezberlerinde muhafaza etmeye çalışıyorlardı. Çünkü onlar Kur'ân'ı öğrenmeye yönelmişler, onu toplamak ve yazmakla meşgul oluyorlardı. Bir de hadis yazdıkları takdirde Kur'ân ile karışmasından korkuyorlardı. Resûlullâh (SAV) da ilk zamanlarda hadisi yazmayı yasaklayarak: "Benden bir şey yazmayınız, her kim Kur'ân'dan başka benden bir şey yazmışsa hemen onu silsin. Benden hadis rivayet edin zararı yok. Ama her kim benim üzerimden bile bile yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın. " buyurmuştur. [Bu hadisi Müslim Ebû Said-i Hudri'den rivayet etmiştir.] Bu hadis, Resûlullâh'in hadis yazmayı yasaklaması hakkındaki sahih olan hadisidir.
İmam Nevevi, bu hadisin şerhinde demiştir ki, Kadı İyaz'ın açıklamasına göre, hadis yazma konusunda sahabe ile tabiin arasında ihtilaf vaki olmuştur. Onlardan bir çokları hadis yazmayı kerih görmüş, çoğunluk ise yazılmasına cevaz vermişlerdir. Sonraları bütün müslümanlar hadis yazmanın caiz olduğuna ittifak etmiş ve ihtilâf ortadan kalkmıştır. [35]
Bazılarına göre, yazmayı yasaklayan hadis, ezberliyeceğine itimat edilen ve yazarsa yazıya güvenerek ezberlememesinden korkulan kimseler hakkındadır. Yazmayı mubah kılan hadisler ise belleyişine itimat edilmeyen kimselere hamlolunur.
"Ebû Şah'a yazınız" hadisi, Hz. Ali'nin sahifesi içinde farzlar, sünnetler, diyetler bulunan Amr b. Hazm'ın kitabı, Hz. Ebû Bekir, Enes (r.a) ı Bahreyn'e zekat toplamak için gönderirken ona verdiği sadaka ve zekat nisablarma ait kitabı, Ebû Hureyre (r.a) in Abdullah b. Amr b. el-As (r.a) hadisleri yazıyordu ben yazmıyordum, hadisi ve bu konudaki diğer hadisler hadis yazmanın mubah olduğunu bildiren hadislerdir.
Bazı âlimler, yazmayı yasaklayan hadislerin yazmayı mubah kılan hadislerle nesh edildiklerini söylemişlerdir. Buna göre, hadis yazılmasının yasaklanması Kur'ân ile karışır endişesindendi, bu endişe ortadan kalkınca hadisin yazılmasına izin verilmiştir.
Bazı âlimler: "Hadis yazılmasının yasak edilmesinden murad, hadis ile âyeti bir sahifeye yazmaktır. İkisi bir sahifede olunca okuyan hangisinin âyet hangisinin hadis olduğunu karıştırabilir" demişlerdir.
Kur'ân'ın çoğu inip onu bir çok kimse ezberleyip, onun hadisle karışmasından emin olununca Resûlullâh (SAV) sahabeden bazılarına özel izin vermiştir. Ta ki bunların hadis yazmaları hadisin daha iyi zapt edilmesine, unutulma endişesinin ortadan kalkmasına, ezberlerine itimat edilmeyenlere yardımcı olsun. Resûlullâh (SAV) bu izni zaptı ve ezberlemesi kuvvetli olanlara vermiştir:
Bu izahla yazmayı yasaklayan ve yazmaya izin veren hadisler arasındaki çelişme ve çatışma giderilmiş olur. Sahabe devrinden sonra bütün âlimler, hadis yazmanın caiz olması hakkında birleşmişlerdir.
îbn-i Salâh: "Sonra hadis yazmanın caiz olup olmaması münakaşası ortadan kalkmış bütün müslümanlar hadis yazmanın mubah olmasında birleşmişlerdir. Hadisler kitaplara yazılmasaydı, son asırlarda hadisler kaybolurdu" demiştir.
Bazı eserlerden anlaşıldığı gibi Resûlullâh (SAV) hadisin Kur'ân ile karışmasından emin olduktan sonra hayatının sonunda hadis yazmaya umumi olarak izin vermiştir.
Resûlullâh (SAV) m vefatından önce müslümanlar şaşırmasmlar diye ahid-nâme yazdırmak istemesi ve yazdırmasında bir beis görmemesi de hadis yazmanın mubah olmasının delilidir. Nitekim bu Hz. Ömer (r.a) m hadisinde geçmiştir.
Tirmizi'nin rivayet etfığine göre, Ensar'dan Sa'd b. Ubâde Resûlullâh (SAV) in bir çok hadislerini ve sünnetlerini içinde topladığı bir sahife (Risale) ye sahibdi. Bu büyük sahabenin oğlu bu sahifeden hadis rivayet ediyordu.
Buhari'nin rivayet ettiğine göre bu sahife, Abdullah b. Ebi Evfâ'mn eliyle yazdığı hadis sahifesinden bir nüsha idi. Abdullah b. Ebi Evfâ'mn eliyle yazıp topladığı hadîs risalesini insanlar kendisinden okuyorlardı.
Abdullah b. Amr. b. el-As'ın Resûlullâh (SAV)m hadislerinden yazıp topladığı "Sahife-i Sâdıka= Doğru sahife" si Asrı saadette yazılan sahifelerin en meşhurudur.
Siyer ehlinin zikrettiğine göre, bu sahife bin kadar hadisi içine almakta idi.
Abdullah b. Amr. b. el-Âs, Resûlullâh (SAV) dan her İşittiğini yazıyordu. Sahabeden bazıları onu yazmaktan men ettiler. Çünkü Resûlullâh (SAV) beşerdir, hoşnut halinde de, öfkeli halinde de konuşur, (dediler) Bunun üzerine Abdullah hadis yazmayı bir müddet bıraktı. Sonra Abdullah, Resûlullâh (SAV)a: "Sizden her işittiğimi yazayım mı?" diye sordu. Resûlullâh (SAV): "Evet (yaz)" buyurdu. Abdullah: "Hoşnut halinizde olsun, Öfkeli halinizde olsun (yazayım mı?)" dedi.
Resûlullâh (SAV): "Evet. Çünkü bütün bu hallerde ancak hakkı söylerim" buyurdu. [Bu hadisi İmam Ahmet Müsnedinde rivayet etmiştir. ]
Abdullah b. Amr. bu sahife'ye (hadis risalesine) çok önem veriyordu: "Beni hayatta ancak iki haslet yani sahife-i sâdıka ve veht sevindiriyordu, sahife-i sâdıka Resûlullâh (SAV) dan yazdığım hadis risâlesidir. Vehte gelince babam Amr b. As'ın vakfettiği arazinin işiyle mütevellisi olarak uğraşmamdır. " Derdi. [Bunu el-Bezzâz "Süneninde" zikretmiştir, İbn-i Abdi'1-Berr "Câmi-i Beyâni'1-ilmi ve Fadlıhî" isimli eserinde zikretmiştir, İmam Ahmet bunu "Müsned"inde senediyle zikretmiştir. ]
Abdullah b. Amr bu "Sahife"sinden başka "Hadis Mecmuası" da yazmış olabilir.
Ebû Hüreyre demiştir ki: "Resûlullâh (SAV)ın ashabından hiçbir kimse Resûluilâh (SAV)dan rivayet hususunda benden daha fazla değildir. Yalnız Abdullah b. Amr müstesna! Çünkü o yazıyordu ben ise yazmıyordum."
Buhari'nin İlim babında Ebû Hüreyre'(r.a)den rivayet ettiği bu hadis, hadis yazmanın caiz olduğuna delil olarak bize yeter.
Abdullah b. Abbas'm Resûlullâh (SAV)ın birçok hadislerini ve gidişatım yazdığı levhaları yanında ilim meclislerine götürdüğü bilinmektedir.
Abdullah b. Abbas, talebesi Saîd b. Cübeyr'e o levhalardan yazdırıyordu. Abdullah b. Abbas'ın bu sahifesi (Hadis Risalesi) meşhurdu. Elden ele dolaşıyordu. İnsanlar ondan devamlı rivayet ediyorlardı.
Tefsir kitaplarında bu sahifedeki hadisleri delil gösteriyorlardı. Bu risale bize kadar ulaşmamıştır.
Ebû Hüreyre, sahabenin yazdıkları hadis sahifelerinden birçok sahife toplamıştı. Bu sahifelerden birçoğu kaybolmuştur. Ebû Hüreyre (r.a)nın talebesi Hemmâm b. Münebbih o sahifelerden bir sahifeyi hocası Ebû Hüreyre'(r.a)den rivayet etmiştir, sonra bu sahife Hemmâm'e nisbetle "Sahife-i Hemmâm" denilmiştir. Aslında bu sahife Hocası Ebû Hüreyre (r.a) ye aittir. Hadislerin tedvininde bu Sahife'nin özel bir yeri vardır. Bu sahife Hemmâm'ın Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği ve yazdığı gibi bize tam ve eksiksiz olarak ulaşmıştır.
Keşfü'z-Zunûn sahibi, bu sahifeye "Sahife-i Sahiha" ismini vermiştir. Bu sahife İmam Ahmet'in Müsned'inde tam olarak mevcûddur.
Buhari ve diğer hadis kitaplarının çeşitli bablarmda bu sahife dağınık olarak bulunmaktadır.
Âlimler bu adı geçen sahabilerden başka hadis yazan daha birçok sahabinin bulunduğunu zikretmişlerdir.
Bu haberler bir bütün olarak hadis yazmaya Resûlullâh (SAV) devrinde başlanmış olduğunu bildirmektedir. Bu devirde her ne kadar bütün hadisler toplanıp tedvin edilmemiş olsa da.
Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre, Allah Tealâ Mekke'nin fethini Resulüne müyesser kılınca Resûlullâh (SAV) meşhur fetih hutbesini okudu. Yemenli Ebû Şâh isimli bir zat "Ey Allah'ın Resûlu bunu bana yazınız" dedi. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV)da: "Bunu Ebû Şâh'a yazınız" buyurdu.
Buhari Ebû Cuhayfe'den rivayet etmiştir. Ebû Cuhayfe demiştir ki: Hazreti Ali'ye: "Sizin yanınızda (Peygamber efendimiz tarafından vahyin sırlarını bildiren) bir kitap varmıdır?" diye sordum. O da: "Hayır Allah'ın kitabından ve Allah'ın müslüman bir kimseye ihsan ettiği bir kitabı anlayış kabiliyetinden ve bu sahife'de olandan başka bir şey yoktur" dedi. Bende : "Bu Sahife'de ne var?" dedim. Hazreti Ali'de: "onda diyet (diyetin hükümleri), esirlerin esaretten kurtarılması, öldürülen kafir karşılığında, müslümanın öldürülmemesi vardır" dedi.
İmam Ahmet Ebu't-Tufeyl'den rivayet etmiştir. Ebu't-Tufeyl demiştir ki: "Hazreti Ali'ye "size Resûlullâh (SAV) hususi bir şey söyledi mi?" diye soruldu. " O da:"Bize ancak şu kılıcımın kılıfında bulunandan başka bir şey söylemedi" dedi. Ve: "Allah'tan başkası adına hayvan kesene Allah lanet etsin" cümlesi yazılı bir sahife çıkardı.
Yine İmam Ahmet, Tarık b. Şihab'dan rivayet etmiştir. Tarık demiştir ki: "Ben Hz. Ali'yi minberde hutbe okurken gördüm ve onu şöyle derken dinledim: Allah'a yemin ederim ki, yanımızda size okuduğumuz Allah'ın kitabından başka hiçbir kitap yoktur. Ancak içinde zekatın nisabları bulunan şu sahife vardır."
Haris b. Süveyd'den rivayet edildiğine göre Hz. Ali'ye: "Resûlullâh (SAV) bütün insanlara söylemeyip, sadece size hususi bir şey söyledi mi?" denildi. Bunun üzerine o da: "içinde zekat verilecek develerin yaşları hakkında bir sahife çıkardı."
İbn-i Hacer "el-isâbe" isimli eserinde ve ibn-i Abdi'l-Berr "el-istiâb" isimli eserinde zikrettiklerine göre: Resûlullâh (SAV) ensardan Amr b. Hazm'ı Necrân'a vali olarak gönderirken kendisine içinde temizlik, namaz, ganimet, zekat, yaralama ve diyet gibi hükümler bulunan bir kitap yazdırdı.
Terâcim sahihlerinin zikrettiklerine göre, Enes b. Malik (r.a) yazıyordu. Yazdığı eserleri küçük bir çanta içinde taşınıyordu.
Hz. Ebû Bekir, onu Bahreyn'e zekat toplamak için gönderirken kendisine sadaka ve zekatın nisablarına dair bir kitap vermiştir.
Hatib-i Bağdadî "Takyidü'1-İlm" isimli eserinde "Hadis yazmanın caiz olup olmaması hakkındaki ihtilâfı" zikretmiş ve: "Bu konuda Tabiin ve tebe-i tabiinden gelen yazmayı yasaklayan ve yazmayı mubah kılan merff;,
mevkuf hadisleri ve eserleri" nakletmiştir. Geniş bilgi edinmek isteyen o esere müracat etsin. [36]
Resûlullâh (SAV) in şer'i hüküm koyma içtihadı ile şer'i olmayan hüküm koyma içtihadı arasım ayırmamız gerekir.
a) İnsanların hayatta âdet edindikleri ziraat, tıp gibi işlerin bilinmesi tecrübe ve denemeye dayanır. Böyle konularda Resûlullâh (SAV) in içtihadı diğer müctehidlerin içtihadı gibi olup, içtihadında hata da eder, isabet de eder. Çünkü bu işler şer'i ister değildir. Bundan dolayı Resûlullâh (SAV) hurma ağaçlarının aşılanması hakkında: "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.
Buhâri ve Müslim Enes (r.a) den rivayet etmişlerdir. Enes (r.a) demiştir ki: Resûlullâh (SAV) hurma ağaçlarını aşılayan bir kavmin yanına uğradı ve onlara: "Bunu yapmasanız daha iyi olur" buyurdular. Enes (r.a) diyor ki: "Sonra aşısız hurma ağaçlan koruk çıkardılar. " Resûlullâh (SAV) (tekrar) o kavmin yanına uğradı ve "Hurma ağaçlarınıza ne oldu?" diye sordu. Onlar da: "Sen şöyle şöyle buyurdun" dediler. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV) da: "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.
b) Harb yerlerinde orduyu yerleştirmek, ordu saflarım düzenlemek, ordunun konaklayacağı yerleri seçmek,
ordunun saldırı ve geri çekilme planlarını belirlemek gibi işlerin bilinmesi özel eğitime, insan becerisine ve tedbirine dayanır.
Bu işler yapılması istenilen ve yapılmaması istenilen şer'i hükümlerle ilgili işlerden değildir. Bu işler Peygamber Efendimizin şer'i hüküm koyma ve şeriata kaynak olma işlerinden olmayıp beşeri işlerdendir.
Meselâ: Peygamber Efendimiz (SAV) Bedir Gazvesinde Medine tarafında bulunan Bedir sularından bir suyun yakınında konakladı. Hubab b. Münzir b. Amr b. el-Cemuh Peygamberimizin yanına gelerek: "Ey Allah'ın Resûlu bu konakladığın yerden bana haber ver, bu yer Allah'ın seni indirdiği bir konaklama yerimidir? Eğer öyleyse bizim için bu yerden ne ileri ne de geri gitme hakkımız yoktur. Yoksa burada konaklama bir görüş, bir harp, bir hile midir?" diye sordu. Peygamber Efendimiz (SAV): "Bilâkis bu yerde konaklamak bir görüş, harp ve hiledir" buyurdu. Hubâb da "Ey Allah'ın Resûlu burası konaklama yeri değildir. Orduyu kaldır. Kureyş'e en yakın olan bir suya gidelim ve orada konaklayalım. Sonra o suyun ötesindeki kuyuların sularını bozalım. Sonra orada bir havuz yapalım ve onu su ile dolduralım. Biz içelim onlar ise içmesinler" dedi. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV) bu görüşü beğendi. Hubâb (r.a)ın dediğini yaptı. Bu hadiseyi Siyer ehli rivayet etmişlerdir.
c) Peygamber Efendimizin (SAV) inançlar, ibadetler, helâl, haram, ahlak ve bunlarla ilgili olan işleri bildirmesi ve kadı tayın etmek, ganimetleri taksim etmek, antlaşma yapmak, davacı ile davalıların arasındaki anlaşmazlığı çözümlemek gibi yapmış olduğu genel idare işleri şer'i hüküm koyma konularında Peygamber Efendimiz (SAV)
in delilin bulunmadığı yerlerde ictihad etmesi caizdir. Fakat Peygamber Efendimiz (SAV) içtihadında yanılırsa doğru olanı Allah tarafından kendisine bildirilirdi. Nitekim Resûlullâh (SAV) ictihad ettiği bazı hâdiselerde hata etmiş sonra Cenab-ı hak tarafından bu hatası kendisine bildirilmiştir:
1) Resûlullâh (SAV) Bedir esirleri hakkında ashabı ile istişare etti. Hz. Ebü Bekir (r.a) esirlerden fidye (kurtuluş parası) alınarak bırakılmasını teklif etti. Çünkü esirler Müslümanların akrabaları idi. Hz. Ömer (r.a) ise hepsinin kılıçtan geçirilmesini istedi. Çünkü bunlar Müslümanlara en çok kötülük yapan müşriklerin başlarıydı. Resûlullâh (SAV) ve arkadaşlarının çoğu Hz. Ebû Bekir (r.a) in teklifini kabul etti. Her bir esirden dörder bin dirhem (bir nevi gümüş para) bedel alınarak bütün esirler serbest bırakıldı. Yalnız kurtuluş parasını ödeyecek kudreti bulunmayanlardan okuma yazması olanlara mühim bir vazife verildi. Her esir Medine'li on çocuğa okuma yazma öğreterek salıverilecekti. Bunun üzerine Allah Tealâ Resûlullâh (SAV) a ve ashabına darılarak şu âyeti indirmiştir:
"Hiçbir peygamber için, yeryüzünde ağır basmadıkça (üstün gelmedikçe), esirleri bulunmak doğru değildir. Sizler dünya malını istiyorsunuz Allah ise ahireti (kazanmanızı) diliyor. Allah güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer Allah'tan bir yazı geçmiş olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı mutlaka size büyük bir azab dokunurdu" [Enral sûresi: 67-68] Bunu siyer yazarları, Müslim, İmam Ahmet rivayet etmişlerdir.
2) Resûlullâh (SAV) Tebük gazasına gitmemek için özür beyan ederek izin istiyen münafıklardan kendisine özründe doğru olan've yalancı olan belli olmadan onlara izin vermişti. Bunun üzerine Allah Tealâ Resulüne darılarak şu âyeti indirmiştir.
"Allah seni affetti ya! Neden onlara izin verdinde şu doğru söyliyenler sence belli oluncaya ve yalancıları bilinceye kadar beklemedin?" [Tevbe sûresi: 43]
3) Resûluîlâh (SAV) Mekke'nin hürmeti hakkında: "Şübhe yok ki, bu beldeyi Allah gökler ile yeri yarattığı gün haram kılmıştır. Bundan dolayı o, Allah'ın haram kılmasıyla kıyamete kadar haramdır. Dikeni kesilmez avı ürkütülmez, ilân edenlerden başkası orada bulduğu eşyayı alamaz, yaş otu da kesilemez" buyurunca. Hz. Abbas (r.a) "Ey Allah'ın Resûlu! Yalnız izhir müstesna olsun, çünkü o, Mekke'nin demircileri ile evlerine lâzımdır. " Dedi. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV) da: "(evet) Yalnız izhir müstesna" buyurdular. Resûlullâh (SAV) m her çeşit yaş otun kesilmesini yasakladıktan sonra Hz. Abbas (r.a) m görüşünü alarak izhir otunu istisna etmesi kendisinin bir içtihadı oldu. [Bu hadisi Buharı, Müslim ve diğer sünen sahibleri zikretmiştir. ]
4) Hayber gazasında Hayber'in Müslümanlar tarafından fethedildiği günün akşamında mücahitler yer yer ateş yakmışlardı. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV): "Bu ateşler nedir? Niçin yakıyorsunuz?" diye sordu. Ashab: "Et pişirmek için!" diye cevap verdiler. Resûlullâh (SAV): "Hangi et, ne eti?" diye sordu. Ashab: "Ehli eşeklerin eti!" diye cevap verdiler. Resûlullâh (SAV): "Onu dökünüz, kaplarını da kırınız. " Buyurdu. Ashabdan birisi (Ömer b. Hattab): "Ey Allah'ın Resûlu! Eti döküp, kaplan yıkasak olmaz mı?" dîye sordu. Resûlullâh (SAV): "Yahud öyle yapınız." Buyurdu. [Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir. ]
Resûlullâh (SAV) önce ashabını ehli eşek etini yemelerini şiddetle yasaklayarak; et pişen kaplarında kırılmasını emretti. Ashab, Resûlullâh (SAV) in emrini kabul edince, ashabdan biri kapları kırıp kullanılmaz hale getirmek yerine yıkamakla yetinilmesine işaret etti. Resûlullâh (SAV) da onlara kapları yıkamalarına izin verdi. İşte bunlar, Resûlullâh (SAV) in ictihad yaptığını bildiren olaylardır. [37]
Resûlullâh (SAV) in ashabı ile hayatı gerçek bir nizâmı temsil ediyordu.
İnsanlar bu asırda bile o gerçek nizâmı hayal ediyorlar. Ve onun edebiyatını yapıyorlar.
Resûlullâh (SAV) ile ashabı arasında birbirleriyle görüşmek için en küçük bir engel yoktu.
Resûlullâh (SAV) onlarla mescidde, pazarda, evde, seferde, hazarda görüşüyordu. Ashab Resûlullâh (SAV) ile buluşmaya, sohbetini dinlemeye, ondan devamlı ilim almaya, onun gösterdiği doğru yola gitmeye, onun gidişatına uymaya pek düşkündüler. Hatta bu konuda birbirleriyle yarışıyorlardı. Yarışmaları öyle bir dereceye ulaştı ki, onun meclisine nöbetle devam ediyorlardı. Nitekim Hz. Ömer'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Ensardan bir komşum ile beraber Beni Ümeyye b. Zeyd yurdunda (oturuyor) idim. Bu (yurt) Medine'nin Avâlî
denilen semtinde bulunuyordu. (Bir şey öğrenmek ümidiyle) Resûlullâh (SAV) in yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. İndiğim zaman o gün vahiy ve saireye dair (ne duyarsam) haberini (komşuma) getirirdim. O da indiği zaman böyle yapardı." [Bu hadisi Buhari Kitabü'l-İlim'de rivayet etmiştir. ]
Ashabdan birinin başına bilmediği bir iş gelince uzak yerde olsa bile o işi öğrenmek için uzun yolları katederek Resûlullâh (SAV) a gelir ve o işin neticesini öğrenirdi.
Buhari Ukbe b. el-Hâris'den rivayet ettiğine göre, Ukbe b. el-Hâris (Kureyş kabilesindendir) İhab b. Aziz'in kızıyla evlendi. Hemen bir kadın gelip: "Ukbe'yi de, evlendiği kadını da ben emzirdim" dedi. Ukbe ona: "Ne senin beni emzirdiğinden haberim var ne de önce bunu bana söylediğinden" cevabını verdi. Hayvanına binip Medine'ye Resûlullâh (SAV) in (huzuruna) gitti. (Bu konuda Allah Tealâ'nın hükmünü sordu) Resûlullâh (SAV): "Nasıl olur ya bir kere (bu söz) söylenmiş bulundu" buyurdu. Bunun üzerine Ukbe o kadından ayrıldı o kadında başka bir erkekle evlendi.
Ashab Resûlullâh (SAV) in hallerini bilmede aynı seviyede değillerdi. Çünkü Ashabın halleri, hayat şartları, oturdukları yerler farklıydı.
Resûlullâh (SAV)ın ilim öğretmek için Özel bir dershanesi yoktu. Resûlullâh (SAV) in hayatı, etrafı aydınlatan bir ilim meş'alesi idi. Cuma ve bayram günleri vaz' ederdi. Bu günlerin dışında vaz' etmek için vakit kollardı.
Buhari İbn-i Mes'ud'dan rivayet etmiştir. İbn-i Mes'ud şöyle demiştir: "Resûlullâh (SAV) vaz' (ve nasihat) hususunda bize bıkkınlık gelmesin diye halimize bakıp (ona göre) gün ve (saat) kollardı."
Mesruk, ResûluUâh (SAV) dan ilim öğrenen ashabın farklı olduğuna işaret ederek: "ResûluUâh (SAV) in ashabıyla bir arada bulundum. Onlardan kimini bir kişiyi kandıracak göl gibi, kimini on kişiyi kandıracak göl gibi, kimini yüz kişiyi kandıracak göl gibi, kimini de bütün dünya halkını kandıracak göl gibi buldum" demiştir.
Tabîî olarak ResûluUâh (SAV) m sünnetini en çok bilenler ilk islâmı kabul edenlerdir, meselâ: Hz. Ebû Bekir (r.a), Hz. Ömer (r.a), Hz. Osman (r.a), Hz, Ali (r.a), Abdullah b. Mes'ud (r.a) gibi, ResûluUâh (SAV), ile devamlı bir arada bulunanlar ve ondan hadis rivayet yazanlardır. Nitekim hadis yazanlar yukarıda geçmiştir.
Cinsel hayatla ilgili ve kadınlara mahsus meselelere gelince, bu meseleleri bazan ashab ResûluUâh (SAV) a sorup Öğreniyorlar, bazan da hanımlarını ResûluUâh (SAV) in zevcelerine bu meseleleri sormak İçin gönderi-yorlardı. Çünkü onlar ResûluUâh (SAV) in aile ile ilgili hallerini biliyorlardı. Bazan da kadınlar kendilerine âit olan meselelerden dilediklerini ResûluUâh (SAV) a sorup öğreniyorlardı. ResûluUâh (SAV) şer'i olan bir hükmü bir kadına açık olarak söylemekten çekinirse, hanımlarından birine o şer'i hükmü o kadına Öğretmesini emrediyordu. Nitekim bir kadın gelip ResûluUâh (SAV)a: "Ben hayzımdan nasıl temizleneceğim?" diye sordu. ResûluUâh (SAV) ona: "Üzerine misk sürülmüş bir bez parçası al da onunla temizlen" buyurdu. Kadın: "Ey Allah'ın Resûlu ben onunla nasıl temizleneceğim?" dedi. ResûluUâh (SAV) önceki sözünü tekrar etti. Fakat kadın yine anlamadı. Bunun üzerine ResûluUâh (SAV) Hz. Aişe(r.a) ye ne demek istediğini o kadına anlatmasını işaret etti. Hz. Aişe (r.a) de kadına ResûluUâh (SAV)ın ne demek istediğini şöyle anlattı: "Temiz bir bez parçası alırsın onukanın geldiği yere koyarsın, eğer bez temiz olarak çıkarsa bu hayızdan temizlenmiş olduğunun alâmetidir." [Bu hadisi Bûhari, Müslim, Ebu Davûd, Nesei rivayet etmişlerdir.] [38]
Âlimler Kur'ân'ın sahifelerde ve kalblerde muhafaza edilmesine "Kur'ân'ın Cem'i" demişlerdir. "Kur'ân'ın Cenı'i" ifadesi bazan Kur'ân'ın ezberlenmesi manasında kullanılır. Şu âyeti kerimede ki "Cem" kelimesi bu anlamdadır: "Şüphesiz ki, onu cem' etmek (Kur'ân'ı senin kalbine yerleştirmek ve sana ezberletmek) ve onu okutmak bize aittir." [Kıyamet sûresi: 17]
"Kur'ân'ın Cem'i" ifadesi bazan da Kur'ân'ın yazılması manasında kullanılır. Onun âyetleri ve sûreleri ayrılmış veya her sûre bir sahifede olmak üzere sadece âyetleri tertip edilmiş ya da âyetler ve sûreler tertip edilip bütün sûreleri bîr araya getiren sayfalarda toplanmış ve her biri ardınca dizilip sıralanmış olarak hepsinin yazılmasıdır.
a) Kur'ân'ın Cem'i; ezberlenmesi ve ezberden okun-ması-na gelince ResûluUâh (SAV) bu mana ile Kur'ân'ı ezberliyenlerin ilki idi. ResûluUâh (SAV) in ashabından birçokları da Kur'ân'ı ezberlemişlerdi. Bunlara "kurra" cemaatı denirdi. Haberler bunların adedinin çok olduğunu bildiriyor. Şöyle ki, Kur'ân'ı ezberleyenlerden Bir'-i Mâune'de yetmiş kişinin şehit edildiği rivayet edilmiştir.
Kur'ân'ı ezberliyenler arasında meşhur olanlar: Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Hûzeyfe'nin azadlısı Salim b. Ma'kıl,
Muaz b. Cebel, Übey b. Ka'b, Zeyd b. Sabit, Ebû Zeyd b. Seken ve Ebu'd- Derda'dır.
Buhâri'de Şunlar Zikredilmiştir:
Abdullah b. Amr b. el-As'dan rivayet edilmiştir demiştir ki: "Resûlüllâh (SAV) in şöyle buyurduğunu işittim: "Kur'ân'ı şu dört kişiden alınız, " Abdullah b. Mes'ûd, Salim, Muâz, Übey b. Ka'b"
Katade'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Ben Enes b. Malik'e: Resûlüllâh (SAV) zamanında Kur'ân'ı kimler ezberlemişti?" diye sordum. O da: "Dört kişi ezberlemişti, bunların hepsi ensardandı: Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit, Ebû Zeyd'dir. " Diye cevap verdi. Ben: "Ebû Zeyd kimdir?" diye sordum. O da: "Amcalarımdan biridir" diye cevap verdi.
Enes'den gelen diğer bir rivayete göre, Enes: "Resûlüllâh (SAV) vefat ettiğinde Kur'ân'ı şu dört kişiden başkası ezberlememişti: Ebû'd-Derdâ, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit, Ebû Zeyd" demiştir.
İbn-i Hacer "el-İsâbe" isimli eserinde Said b. Ubeyd'in hal tercemesinde onun hafızlardan olduğunu ve "el-Kari" diye lâkâblandığını zikretmiştir.
Suyûti Resûlüllâh (SAV) in ashabından kurrâ olanların birçoklarının isimlerini zikretmiş ve: "Muhacirlerden: Dört halife, Talha, Sa'd, İbn-i Mes'ûd, Huzeyfe, Salim, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Sâib, Abadile, İbn-i Abbas, İbn-i Amr b. el-As, İbn-i Ömer, İbn-i Zübeyr, Aişe, Hafsa, Ümmü Seleme'yi ve Ensardan: Ubâde b. Sâmit, künyesi Ebû Halime olan Muaz, Mecma' b. Câriye, Fudâle b. Übeyd ve Mesleme b. Mahled'i" saymıştır.
Ashabdan yedi kimse Kur'ân okutmakla şöhret kazanmıştı. Bunlar: "Osman b. Affan, Ali b. Ebû Talib Übeyy b. Ka'b, Zeyt b. Sabit, Abdullah b. Mes'ud, Ebû Musa el-Eş'arİ" dir. Bunlardan bazı sahabiler ve tabiinden pek çok kimseler kur'ân öğrenmişlerdi. O devirde Kur'ân'ın nakli kalblerde ve sinelerde ezberlenmeye dayanıyordu.
Okuma yazma bilmeyen Arab milleti yaradıhşda kuvvetli zekâya sahiptiler. Okuma yazma bilmedikleri için haberleri, şiirleri, neseb bilgilerini kalb defterlerine yazıyorlardı. Kalblerde ezberlemeyi Allah Tealânın bu millete ihsan ettiği özel bir şereftir.
b)"Kur'ânın cem'i" ifadesinin ikinci manası olan Kur'ân'ın yazılma manası murat edilmiştir. Bizim burada maksadımız Resûlüllâh (SAV) devrinde yazmak suretiyle olan "Kur'ân'ın cem'i" dir. Buna "cem'i evvel=ilk cem" adı verilir.
Resûlüllâh (SAV) bir çok vahiy katibleri edinmişti. Bazıları şunlardır: Dört halife, Muaviye, Zeyd b. sabit, Übeyt b. ka'b, Halid b. velid, Sa'd b. kays. Âyetler indiğinde Resûlüllâh (SAV) onlara âyetlerin yazılmasını emrediyor, bu âyetlerin süredeki yazılacak yerini gösteriyordu. Nitekim ashabdan bazıları da Resûlüllâh (SAV) kendilerine emrettiği halde kur'ân'dan inen âyetleri kendiliklerinden yazıyorlardı. Ta ki, Kur'ân'ın yazılması kalblerinde ezberlemiş olduklarına destek ve yardımcı olsun. Onlar Kur'ânı kabuklan sıyrılmış hurma dallarına, ince taş levhalara, tahta levhalara, derilere, kürek kemiklerine, deve semerine, tabaklanmış derilere, kaburga kemiklerine yazıyorlardı.
el-Hakim, Zeyd b. Sabit'den rivayet etmiştir, Zeyd demiştir ki: "Biz Resûlüllâh (SAV) m yanında Kur'ân'ı deriler ve kabuklan sıyrılmış geniş hurma dallarına, ince taş levhalara, hurma kütüklerine, kağıtlara, deve semerine yazıyorduk."
Cibril'i Emin ile Resûlüllâh (SAV) her sene Ramazanı şerifin gecelerinde o zamana kadar inmiş olan Kur'ân âyetlerini karşılıklı birbirlerine okurlardı. Ashabı kiramda kendilerinde bulunan Kur'ân âyetlerini ezbere veya yazılı olarak Resûlüllâh'a okurlardı.
Kur'ânın yazılma işi Resûlüllâh (SAV) zamanında genel bir mushafta toplanmış değildi. Bilakis -bir sahabinin yanın da bulunan âyetler ve süreler, diğer sahabinin yanın da bulunmuyordu. Kur'ân'in yazılan bütün âyetleri Resûlüllâh (SAV) in hane-i saadetlerine konuyordu. Vahiy katibleri de bir suretini kendileri için yazarlardı.
Alimlerin nakl ettiklerine göre, Ali b. Ebû Talib, Muâz b. cebel, Übeyt b. ka'b, Zeyt b. Sabit, Abdullah b. Mes'ud, gibi ashaptan bir gurub Kur' ân'in hepsini ezberleyip Resûlüllâh (SAV) a okumuşlardı. Ancak Zeyt b. Sabit'in Kur'ân'ın hepsini ezberleyip okuması hepsinden sonra idi.
Resûlüllâh (SAV), vefat etiği zaman Kur'ân şimdiki mushaflarımızda bulunan tertib Üzere yazılması "tevkifi" dir. Yani her âyet indiği zaman Cebrail Aleyhisselâmm Resûlüllâh (SAV) a bu âyetin fülan süredeki falan âyetin sonuna yazılacağını bildirmesidir.
Kur'ân Resûlüllâh (SAV) zamanında bir mushaf da toplanmış değildi, çünkü vahyin inmesi devam ediyor, onu kurrâ ezberliyor, onu vahiy katibleri yazıyordu, Bir mushafda toplanmasına ihtiyaç duyulmuyordu. Zira Resûlüllâh (SAV) a zaman zaman âyetler iniyor, bazan daha önce inmiş olan bir ayeti, sonra inen bir âyet neshediyordu. [39]
Resûlüllâh (SAV), Muâz'm bir hüküm hakkında âyet ve hadis bulunmadığında "İçtihat ederim" demesini tasdik etti. Muâz'in arkadaşlarından bir gurup Muâz'dan rivayet etmişlerdir. Resûlüllâh (SAV) Muâzı yemene (kadı olarak) göndereceği vakit: "Sana bir dava geldiğinde nasıl hüküm vereceksin?" buyurdu. Muâz: "Allah'ın kitabındaki ahkama göre hüküm vereceğim" dedi. Resûlüllâh (SAV) "Şayet Allah'ın kitabın da yoksa ne yaparsın?" buyurdu. Muâz: "Resûlüllâh (SAV) in sünneti ile hüküm vereceğim. " dedi. Resûlüllâh (SAV): "Şayet Resûlüllâh (SAV)'ın sünnetinde o hüküm yoksa ne yapacaksın?" buyurdu. Muâz: "Kendi görüşümle içtihadımla hüküm vereceğim ve kusur yapmamaya çalışacağım." dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Muâz'in göğsüne vurarak: "Allah'a hamdü senalar olsun ki, Resulünün elçisini Allah'ın Resulünün razı olacağı şeye muvaffak kıldı." buyurdu.
Muâz'm arkadaşlarının isimleri rivayette her ne kadar zikredilmemiş ise de onlar Müslümanların faziletlilerinden ve seçkinlerindendir. Onlar ilimde dindarlıkta, fazilette meşhur idiler. Onların makamları hiçbir kimseye gizli değildir.Çünkü onlar ashabtandır. Onlardan suçlanmış olan hiçbir kimse yoktur.
Ubâde b. Enes'in rivayetinde Muâz'dan hadisi rivayet eden râvinin Abdurrahman b. Ganem olduğu zikredilmekle râvinin bilinmezliği ortadan kalkmıştır. Muâz hadisi ve bunun gibi olan şu hadisler: "Varise (miras alana) vasiyyet yoktur."
"O (deniz) ki, suyu temizdir, ölüsü helâldir."
"Diyet akileye (katilin akrabalarına) aittir." İsnat cihedinden kesin olmasa bile senetleri muttasıldır. İlim ehli Muâz hadisini nakletmişler ve bu hadisi Resûlullâh (SAV) in hayatın da hadis ve âyet bulun mayan yerde ashabın içtihadının caiz olduğuna delil göstermişlerdir. Rivayet edildiğine göre, ashab Resûlullâh (SAV) in bulunmadığında ve onun huzurunda bir çok hadiseler hakkında içtihatlarıyla hüküm veriyorlardı, Resûlullâh (SAV) onları içtihatlarıyla hüküm vermekten men etmiyordu. [40]
Resûlullâh (SAV) in bulunmadığında bir çok hadiseler hakkında ashab-ı kiram içtihat etmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır:
a) Resûlullâh (SAV) Ahzâb (hendek) savaşından döndüğü gün ashabına: "Sakın sizden hiçbir kimse ikindiyi beni Kureyza'dan başka bir yerde kılmasın. " Buyurdu. Onlar yolda iken ikindi vakti girdi. Ashabdan bir kısmı "Resûlullâh (SAV) bizden namazı geciktirmeyi murat etmeyip, derhal yola çıkıp acele (beni kureyza1 ya) gitmemizi murat etmiştir." dediler, ve yolda namazı kıldılar. Bunlar hadisin manasına bakarak içtihatta bulundular. Diğer bir kısmıda Beni Kureyza'ya varıncaya kadar geciktirdiler. Namazı geceleyin kıldılar. Bunlar ise hadisin lafzına bakarak içtihatta bulundular. Her iki kısım içtihatta bulundukları için Resûluîâh (SAV) hiç birini kınamadı.
İbn-i kayyım "İ'Iâmü'l-Muvakıin" isimli eserinde bu konuyu açıklayarak: "İkindi namazını beni kureyza'da kılanlar zahiriyye ehlinin önderleridir. îkindi namazını yolda kılanlar manaları ve kıyası kabul edenlerin önderleridir." demiştir
b) Hazreti Ali (r.a) Yemen'de iken kendisine bir çocuk hakkında anlaşamayan üç kişi geldi. Onlardan her biri "Bu çocuk benimdir" dedi. Hz Ali (r.a) onlardan her birini muhayyer kılarak "Bu çocuğu diğer kişinin olmasına razı olur musunuz?" diye sordu. Kabul etmediler. Bunun üzerine Hz. Ali "Siz anlaşamayan ortaklarsınız" dedi. Aralarında kur'a çekti. Kur'a kendisine çıkana çocuğu verdi. Kur'a çıkana, çocuğun diyetinin üçde ikisini diğerlerine ödemesine hüküm verdi. Hz. Ali'nin bu hükmü Resûluîâh (SAV) a ulaşınca mübarek azı dişleri görününceye kadar güldü. [Bunu Hatib-i Bağdadi "Kitabü'l-Fakih vel-Mütefakkıh" isimli eserinde rivayet etmiştir.]
Hz. Ali (r.a) bu hükmünde kendisine kur'a çıkan kimsenin diğer iki kişinin o çocuktaki haklarını telef etmiş gibi kabul etti. Nitekim üç kişi arasında ortak olan bir köleyi ortaklardan biri öldürse diğer iki ortağına kölenin kıymetinin üçde ikisini ödemesi vacib olur. Hz. Ali (r.a) bu hür olan çocuğu kur'a çıkana verip diğer iki kişiyi o çocuktaki haklarından mahrum ederek hüküm vermeyi, ortak olan kölenin öldürülmesine kıyas etmiştir.
c) Yine Hz. Ali (r.a) nin arslan çukuru meselesi hakkındaki hükmü meşhurdur. Rivayet edildiğine göre, Yemen halkından bir kavim arslan avlamak için üstü Örtülü bir çukur hazırlamışlar, (çukura arslan düşmüş) Bunun üzerine insanlar çukurun etrafına toplanıp itişip kakışırlarken içlerinden biri çukura düşmüş, düşerken can havliyle ikinci bir kimseyi çekmiş, o da aynı şekilde üçüncü bir kimseyi, oda dördüncü bir kimseyi çekmiş. Çukurdaki arslan onları parçalamış. Bu mesele, Hz Ali (r.a) ye sorulmuş: Ali (r.a.): "Kuyuya ilk düşenin diyetinin dörtde birinin ödenmesine çünkü bunun üstünde üç kimse helak olmuş, İkinci düşenin diyetinin üçte birinin ödenmesine çünkü bunun üstünde iki kimse helak olmuş, üçüncü düşenin diyetinin yarısının ödenmesine çünkü bunun üstünde bir kimse helak olmuştur. Dördüncü düşenin diyetinin tamamının ödenmesine ve bu diyetleri çukurun başında izdihamda bulunan kimselerin akilelerinin ödemelerine hüküm vermiştir. Bu hüküm Resûlullâha (SAV) ulaşınca: "Hüküm Hz Ali (r.a) nın verdiği gibidir" buyurmuştur. [Bu hadisi Hz Ali'den Ahmet b. Hanbel, Bezzâr, Beyhaki rivayet etmişlerdir]
Şevkâni "Neylü'l-Evtâr" isimli eserinde: "Resülullâh (SAV) m tasdik ettiği Hz Ali (r.a)nin vermiş olduğu bu hükmü, âlimler: "Bundan sonra her hangi bir kuyu başında toplanan bir cemaat izdihama sebeb olup itişip kakışırlarken, bir birini çekerek kuyuya düşüp ölenlerin diyetlerinin miktarı aynı şekilde o cemaatin âkilerinin (akrabalarının) ödeyeceğine dair delil olarak kabul etmişlerdir." demiş, sonra Şevkâni Hz Ali'nin hükmündeki diyet miktarlarının o şekilde taksim edilmesini şöyle yorumlamıştır: "Kuyuya ilk düşenin diyetinin dörtte biri ödenir, dörte üçü heder olur. Çünkü o, hem izdiham yapanların fiili ile hem de kendi fiili ile yani yanındaki kimseyi çekmesiyle helak olmuştur. Sanki onun ölümü izdiham ve üzerine üç kimsenin düşmesiyle olmuştur.
İzdiham, ölmesinin sebeplerinden bir sebep ve üzerine üç kimsenin düşmesi de ölmesinin sebeplerinden üç sebep sayılmıştır. Bu yüzden diyetinin dörtte biri ödenir, dörtte üçü Ödenmez .
Kuyuya İkinci düşenin diyetinin üçte biri Ödenir çünkü o kimsede hem izdihamı hem de üzerine iki kişinin düşmesiyle ölmüştür. İzdiham, ölmesinin sebeplerinden bir sebep ve üzerine iki kişinin düşmesi de ölmesinin sebeplerin den iki sebep olmuştur. Ölmesine sebep olan izdiham için diyetinin üçte biri ödenir, üçte ikisi heder olur. Çünkü üzerine iki kişinin düşmesine kendi çekmesi sebep olmuştur.
Kuyuya üçüncü düşenin diyetinin yarısı ödenir. Çünkü o kimse de hem izdiham hem de üzerine bir kişinin düşmesiyle ölmüştür. Ölümüne sebep olan izdiham için diyetinin yarısı ödenir, yarısı heder olur. Çünkü üzerine bir kişinin düşmesine kendi çekmesi sebep olmuştur.
Kuyuya dördüncü düşenin diyetinin tamamı ödenir. Çünkü o kimsenin ölmesine izdihamdan meydana gelen çekmek sebep olmuştur.
Diyet, izdihama sebep olan cemaatın akilelerine lazım gelir. Kuyuya çekenlerin akilelerine lazım gelmez. Çünkü yanındaki şahsı çeken kimse o şahsı direkt olarak öldürmek istememiştir. Her ne kadar öldürmeye sebep olmuş ise de kuyunun başında toplanmış olan cemaate gelince, onların izdihamı dört kişinin kuyuya düşmelerine sebep olmuştur. İzdihamdan meydana gelen sebep çekmekten meydana gelen sebebten daha kuvvetlidir. Çünkü çeken kimse yanında bulunan kimseyi çekmeye mecbur bırakıldı."
d) Ebu Said-i Hüdri'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Ashabtan iki kişi yola çıkmışlardı. Namaz vakti gelince, yanlarında su olmadığı için her ikisi temiz toprakla teyemmüm ederek namazlarını kıldılar. Sonra vaktin içindeyken suyu buldular, onlardan birisi abdest alıp namazını iade etti, diğeri ise iade etmedi. Sonra Resûlullâh (SAV) a gelerek meseleyi kendisine anlattılar. Resûlullâh (SAV) namazı iade etmeyene: "Sünneti yapmakla isabet ettin ve namazın sana kifayet etti." buyurdu. Abdest alıp iade edene de: "Sana iki sevap vardır." buyurdu. Resûlulîâh (SAV) bu iki sahabinin içtihatlarını doğru buldu ve her birinin almış olduğu ecri (sevabı) açjkladi." [Bu hadisi Nesei, Ebu Davut rivayet etmişlerdir]
e) Ammar b. Yasir'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) beni bir iş için gönderdi, ve ben cünüp oldum da, su bulamadım. Bundan dolayı temiz toprakta yuvarlandım. Sonra namazı kıldım. Bunu Resûlullâh (SAV) a anlatınca: "Sana şöyle yapman kifayet ederdi" buyurarak: avuçlarını yere vurup, fazla toprağın düşmesi için üfledikten sonra yüzünü ve ellerini mesh etti." (Bu hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
f) Hastaya Fatiha okuyup bundan dolayı ücret alan sahabiyi Rasülullâh (SAV)ın tasdik etmesi: Buhari Ebû Said-i Hudri'den rivayet etmiştir, demiştir ki: RasûluIlâh(SAV)ın ashabından bir gurup yola çıktılar. Arap mahallelerinden bir mahalleye indiler. Onlardan kendilerini misafir etmelerini istediler, fakat onlar misafir etmeyi kabul etmediler.
Bu sırada kabilenin reisini bir akrep sokmuştu. Yapılmadık şey bırakmadılar bir faydası olmadı. Kabile
halkından bazıları: "Şu inen guruba bir baş vursaydınız, belki onların bildiği bir şey vardır." Dediler. Bunun üzerine o kabileden ashaba müracaat ettiler ve dediler ki: "Reisimizi akrep soktu, sizde buna karşı yapılacak bir şey var mı?" O ashab gurubundan biri dedi ki: "Vallahi ben hasta okumasını bilirim, fakat bizi misafir etmeniz için size müracaat ettiğimiz halde siz bizi kabul etmediniz. Bunun karşılığında bize bir şey vermediğiniz takdirde hastanızı okumam. " Böyle deyince bir sürü koyun üzerine anlaştılar. Ashabtan bu zat gitti, hastaya üfleyerek fatihayı okudu. Hasta derhal bağlı bulunduğu ipten kurtulmuş deve gibi hiçbir şeyi kalmayarak yürümeye başladı.
Ebû Said dedi ki: Sonra anlaştıkları gibi koyunları kendilerine verdiler, içlerinden biri: "Koyunları taksim edin" dedi. Hastaya okuyan zat "Hayır! Önce Rasülullâh (SAV)ın yanma varalım, meseleyi anlatalım bakalım ne diyecektir, ondan sonra taksim ederiz" dedi. Rasülullâh (SAV)ın yanına geldiler. Meseleyi ona anlattılar. Rasülullâh (SAV)da: "Sen Fatihâ'nın hasta okumaya dair olduğunu nerden bildin?" buyurdu. Sonra Rasülullâh (SAV): "Aldığınız koyunları aranızda taksim edin, bana da bir hisse ayırın." Buyurdu ve güldü.
Hafız demiştir ki: Bir rivayete göre o kabile halkı ashabdan olan guruba otuz koyun vermiştir. Gurubun adedi de otuz kişi idi. Hadiste geçen "Elhamdülillah" kavliyle "Fatiha" süresi murad edilmiştir.
Bir rivayette de şu ziyade vardır: Rasülullâh (SAV) "Fatiha" okuyan sahabeye "sen onun hasta okumaya dair olduğunu nereden bildin?" buyurunca o da: "Ey Allah'ınRasûlu! Fatiha okumak benim kalbime ilham edildi." Diye cevap verdi.
Hafız demiştir ki: "Bundan anlaşılıyor ki, o sahabinin daha önce hastaya "Fatiha" okumanın meşru olduğuna dair bilgisi yokmuş yani o sahabinin bunu yapması kendisinin içtihadıdır." [41]
Rasûlullâh (SAV)ın huzurunda ashab birçok hadiseler hakkında ictihadda bulunmuşlardır.
Bunlardan bazıları şunlardır:
a) Said b. Muâz Beni Kureyza hakkında ictihadda bulundu. Said b. Muâz Rasûlullâh (SAV)ın huzurunda onlar hakkında kendi içtihadı ile hüküm verdi. Rasûlullâh (SAV) onun hükmünü doğru buldu.
Ebû Said-i Hûdri'den rivayet edilmiştir demiştir ki: Kureyza halkı Said b. Muâz'in hüküm vermesi için kalelerinden indiler. Bunun üzerine Rasûlullâh (SAV) Sa'd'a haber gönderdi. O da bir merkep üzerinde yanlarına geldi. Mescide yaklaşınca Rasûlullâh (SAV): "Efendinizi veya en hayırlınızı (karşılamak üzere) ayağa kalkın!" buyurdu. Sa'd Rasûlullâh (SAV)m yanına oturdu. Rasûlullâh (SAV) ona: "Bunlar hakkında hüküm vermen üzere kalelerinden indiler" buyurdu. Sa'd: "Ben onların savaşan erkeklerinin öldürülmesi ve çocuklarının esir alınması ile hükmediyorum" dedi. Bunun üzerine Rasûlullâh (SAV): "Melik'in (Allah'ın) verdiği hüküm ile hüküm verdin. " diğer bir rivayette "Allah Azze ve Celle'nin hükmüyle hüküm verdin" buyurdu. [Bu hadisi şerifi Buharı ile Müslim rivayet etmiştir.]
Diğer bir rivayette de: "Bu gün onlar hakkında yedi kat semânın üstünden hüküm veren Allah'ın hükmüyle hüküm vermiş oldun" buyurdu.
Hatib-i Bağdadî "Kitab'ül-Fakîh ve'1-Mütefakkih" isimli eserinde bu hadisi bir âlimin kendi görüşü ile ictihad etmesinin caiz olduğuna delilgöstermiştir. Çünkü Sa'd b. Muâz Beni Kureyza halkı hakkında kendi görüşü ile ictihad etmiş, Rasûlullâh (SAV) onu tasdik etmiştir. Nitekim İbn-i Kayyım da "İlamü'l-Muvakıin" isimli eserinde bu hadisi içtihadın caiz olduğuna delil göstermiştir.
b) İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Amr b. el-As'dan rivayet etmiştir: Abdullah şöyle dedi: "Anlaşamayan iki kişi mahkeme olmak için Rasûlullâh (SAV)a geldi. Rasûlullâh (SAV) Amr'e: "Ey Amr! Bunların aralarında hüküm ver" buyurdu. Amr'da "Ey Allah'ın Rasûlü! Sen buna benden daha lâyıksın" dedi. Rasûlullâh (SAV): Öyle olsa da (sen hüküm ver)" buyurdu. Amr: "Bunların arasında hüküm verirsem, bana ne var?" dedi. Rasûlullâh (SAV): Ararlarında hüküm verirde hükümde isabet edersen senin için on sevap vardır. İctihad eder de yanılırsan sana bir sevap vardır." buyurdu.
c) Bir cemaat Ensar'dan olan Ümmü Atiye'den rivayet etmiştir. Ümmü Atiye demiştir ki: "Kızı vefat edince Rasûlullâh (SAV) yanımıza girdi ve "Onu su ve sidr ile üç defa veya beş defa yahut lüzum görürseniz daha fazla yıkayın, sonuncu defasında suya kâfurda koyun. Yahut bir parça kâfur koyun, işi bitirince bana haber verin" buyurdular. Bizde işi bitirince kendilerine haber verdik.
Hemen bize gömleğini verdi ve: "Onu buna sarın" buyurdu. "
Rasûlullâh (SAV) "Lüzum görürseniz daha fazla yıkayın" sözü İle yıkama sayısının arttırılmasını kadınların ictihadlarına ve görüşlerine bırakmıştır.
Buhari ve Müslim, Ebû Katâde'den rivayet etmişlerdir. Katâde demiştir ki: Huneyn (harbi) yılında Rasûlullâh (SAV)la birlikte (gazaya) çıktık. Düşmanla karşılaşınca Müslümanlar bir saldırıda bulundu. Bu ara müşriklerden birinin Müslümanlardan biri üzerine yüklenmiş olduğunu gördüm. Dönüp arkasına geldim ve boynuna bir kılıç darbesi indirdim. Bunun üzerine adam dönüp beni yakaladı ve Öyle bir sıktı ki, ölüm korkusunu duydum. Biraz sonra öldü ve yakamı salı verdi. Ömer b. Hattab'ın yanına koşup gittim. Ömer b. Hattab: "İnsanlara ne oldu, ne diye hezimete uğradık?" dedi. Ben: "Allah'ın hükmü ve kaderi" diye cevap verdim. Sonra insanlar döndüler. Peygamber Aleyhisselâm oturdu ve: "Kim savaşta, birini bizzat öldürmüşse öldürdüğüne dair de şahidi varsa, öldürdüğü adamın üzerindeki her şey kendine aiddir." buyurdu. Katâde der ki: "Bunun üzerine kalktım, ve bana şahidlik eden var mı?" diye sordum ve oturdum. Rasûlullâh (SAV) "Kim birini öldürmüşse ve buna şahidi varsa, öldürdüğü adamın üzerindeki eşya kendisine aiddir. " buyurdu. Ben yine kalktım ve: "Bana şahidlik eden kimse var mı?" diye sordum ve oturdum. Sonra Rasûlullâh (SAV) üçüncü defa bu sözü tekrarladı. Ben yine kalktım fakat Rasûlullâh (SAV) "sana ne oldu Ebû Katâde? Diye sordu. Bunun üzerine bende kıssayı kendilerine anlattım, derken cemaatten bir adam: "Doğru söyledi Ya Rasûlullâh! Ve Öldürdüğü adamın eşyası bendedir. Onu razı et de bu eşya benîm olsun" dedi. Ebû Bekir Sıddık: "Hayır vallahi bu olmaz, olmaz, Allah ve Rasûlü yolunda dövüşen Allah aslanlarından bir aslanın öldürdüğü maktulün eşyasını sana vermesini isteyemezsin!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullâh (SAV): "Doğru söylüyor, bu eşyayı ona verin" buyurdu ve bana verdi.
İmam-ı Nevevi demiştir ki: Bu hadiste Ebû Bekir Sıddık'm üstün bir fazilete sahip olduğu açıktır. Çünkü Rasûlullâh (SAV)ın huzurunda fetva vermiş ve öldürülen kişinin eşyasının Katâde'ye niçin verileceğine dair delil göstermiş, Rasûlullâh (SAV) bu konuda onu tasdik etmiştir. Bu hadiste Katâde'nin açık Övgüsü vardır. Zira Ebû Bekir Sıddık onu "Allah ve Rasûlü yolunda savaşan Allah aslanlarından bir aslandır" diye isimlendirmiş Rasûlullâh (SAV) onu tasdik etmiştir.
Şu gerçeğin belirtilmesi uygun olur: Rasûlullâh (SAV)ın kendi devrinde ictihad etmesi veya ashabının ictihad etmelerine izin vermesi veya ashabının ictihadlarını tasdik etmesi fer'i (ameli), meseleleri uygulamada kıyas babındandır. Rasûlullâh (SAV)ın içtihadı, şer'i hüküm koyma kaynaklarından bir kaynak sayılmaz. Şöyle ki: Rasûlullâh (SAV) vahiy gecikip içtihada ihtiyaç duyulunca ictihadda bulunurdu. Çok geçmez vahiy gelir ya içtihadını tasdik eder veya ictihadındaki hatayı açıklayarak doğruyu bildirirdi. Buna göre neticede şer'i hüküm koyma kaynağı vahiy oluyordu.
Ashab-ı Kiram, Rasûlullâh (SAV) ınhuzurunda ictihadda bulunuyordu. Rasûlullâh (SAV) da onları tasdik ediyordu. Yine Ashab- Kiram Rasûlullâh (SAV) dan uzakta olup ona müracaat etmeye imkan bulamadıkları yerde ictihad ediyorlardı. Döndükleri zaman Rasûlullâh
(SAV) onların ictihadlarını ya tasdik ediyor veya onların hatalarını açıklayıp doğruyu bildiriyordu. RasûluUâh (SAV) in onlara açıklamasıyla şer'i hüküm koymak sünnete aİd oluyordu. Buna göre, bu hâdiseler ve bunların benzeri hâdiselerde hüküm koyma Kitaba veya Sünnete aittir. Bu izahla anlaşılıyor ki: RasûluUâh (SAV) devrinde ictihad, hüküm koyma kaynaklarından değildir. Bu devirde hüküm koyma kaynağı ancak Kitap ve Sünnettir. [42]
İslâm şeri'ati, insan hayatının ma'ruf üzerine kurulmasını ve münkerden sakınılmasını hedefler. İslâm şerî'atı, ma'rufu emretmek ve münkeri yasaklamak daveti üzerine kurulmuştur.
Ma'ruf, Allah Tealânın insanları yaratmış olduğu fıtrata ve akla uygun olan iyi şeydir.
Serî'atta ma'ruf güzel olarak bilinen şeydir. Münker, fıtrata ve akla aykırı olan kötü şeydir. Serî'atta Münker, çirkin olarak bilinen şeydir.
İslâm Şerî'atı, ma'rufu açıklamakla ve nevilerini saymakla yetinmeyerek insanlığa iyilikleri ve üstünlükleri geliştirecek, hayır ruhunu uyandıracak, ilerleme ve yükselmeye yardım edecek, iyi olan bütün işleri sevdirecek bir şekilde hayatın mükemmel yolunu çizmiştir.
İslâm şerî'atı, kötülükleri yasaklamakla ve çirkin olan şeyleri açıklamakla yetinmeyerek bunların zararlarını izah etmiş ve bunları yapmaktan sakındırmıştır. Ta ki, Müslüman toplum temiz ve üstün bir toplum olsun. [43]
a) Vacip (farz), ma'rufdan olup Allah Tealâ'mn kesin bir ifade ile yapılmasını istediği herhangi bir dini vazifedir. Çünkü bu vazifenin yapılmasının ferdin ve toplumun düzelmesinde önemli tesiri vardır.
b) Mendub, ma'rufdan olup serî'atın hayrı tamamlamak ve geliştirmek için yapılmasını teşvik ettiği şeydir.
c) Mubah, ma'rufdan olup yapılmamasında günah olmayan ve yapılmasında da sevap olmayan şeydir. Mubah şerî'atın izin vermiş olduğu şeylerden ibaret olmayıp şeria'tın emirlerinden herhangi bir emre aykırı olmayan işler de mübahdır. Sonuç olarak şerî'atın yasaklan dışında kalan bütün işler mübahdır. [44]
d) Haram, münkerden olup kendisinden sakınılması vacip olan şeydir, çünkü ferdin ve toplumun hayatına zarar verecek kötülükler meydana geleceği için bazı şeylerin yapılması, yenilip içilmesi, kullanılması şerî'atta kesin delil ile yasaklanmıştır.
f) Mekruh, münkerden olup haramdan aşağı derecede bulunur mekruhun yapılması iyilik düzenini bozar, İnsanların Allah Teâla'ya yaklaşmaktaki yüksek mertebelere ulaşmalarına ve ahiret hayatında yüce derecelere kavuşmalarına engel olur.
Ma'rufun bu beş nev'i, istilanda teklifi hükmün kısımları diye bilinir. Bunların kitaptan ve sünnetten delilleri vardır. [45]
Ma'ruf ve münker ismiyle zikredilen teklifi hükümler hayatın bütün yönlerini içine almıştır:
İnanç ve inanca bağlıolan ahiret alemi hakkındaki hükümler.
İbadetler, ibadetlerin nasıl yapılacakları ve ibadetlerin tafsilatı, hakkındaki hükümler.
Toplumun yaşayabilmesi için gerekli olan alım satım gibi muameleler hakındaki hükümler.
Evlilik hayatı kurularak ilk aşama oluştuktan itibaren ve bunu takib eden iyi geçinme, çocuk sahibi olma gibi aile hayatı hakkındaki hükümler.
Devletle, yönetimle ve sorumlulukla ilgili işler ve yöneten ve yönetilenlerin herbirinin vazifeleri hakkındaki hükümler.
Mali, iktisadi ve idari meseleler hakkındaki hükümler.
İslam devletinin yabancı devletlerle savaş ve barış halindeki ilişkiler hakkındaki hükümler.
Yeme, içme, giyinme, konuşma gibi ferdin Özel hayatı ile ilgili meseleler hakkındaki hükümler.
İslam şerî'atı, hayatın çeşitli yönlerini Kur'an'da ve hadiste ele aldı.
İyiyi, kötüyü, temizi, murdarı, sağlamı, bozuk olanı mükemmel bir şekilde izah etti. Çünkü islamda hayat düzeni iyi olan işleri yapmak ve geliştirmek, kötü olan işlerden sakınmak ve onları kökünden kazımaya çalışmak üzerine kurulmuştur. [46]
İnsan hayatının bütün yönlerini düzenleyen bu şerî'at bölünmeyi kabul etmeyen tam bir bütündür. İşte bu tam bir bütüne "İsiam" denir.
Buna göre, insanların bu şerî'atın bazısını alıp bazısını almaması caiz değildir. Çünkü şeri'at çeşitli yönleriyle bir bütün olarak "Allah'ın dini"ni oluşturur, bir kısmını alıp diğer kısmını almamak şerî'ata zarar verir ve onun hakikatini çirkinleştirir. İslama bağlı olan toplumlar, İslâmın bir bölümünü yapıyorlar, diğer bölümlerini terk ediyorlar. Bunların günahları ve kötülükleri İslama mal edilemez. İslâm: İnançtır, ibadettir, şerî'attır, mushafdır ve kılıçtır.
Sen yapraklı, meyvalı uzun bir ağaç görüyorsun. İnsanlar onun gölgesinde gölgeleniyor, meyvalarmdan yiyor, çiçeklerinin kokusunu kokluyorlar, çünkü bu ağacın bütün özellikleri birbirini tamamlıyor. İnsanlığın hayrına vazifesini yapıyor. İslâm şerî'atı, işte bu ağaçtır. İnanç onun kökleri ibadetler gövdesi, muameleler dallan, ahlâk yapraklan, kardeşlik, izzet, şeref ve cennet onun meyvalarıdır. Sen bu ağacın yanına gelip meyvalarını, yapraklarını düşürüyor, dallarını kesiyorsun, geriye ancak gövdesi kalıyor. Sonra tekrar bu ağacın yanına gelip gövdesini tahrip ediyorsun. Bundan sonra bu ağaca yapraklı meyvalı uzun bir ağaç denilebilir mi? [47]
İslâm serî'atının kitap ve sünnetteki delillerinden bazıları kesindir. Bazıları ise zannidir.
a) Kesin deliller, Kur'an'da ve sahih sünnette gelmiş ve manası açık ve kesin olan delillerdir. Bu deliller, helâl ve haram gibi asıl hükümleri açıklar ve İslâmda insan hayatının üzerine kurulmuş olduğu genel kaideleri içine alır. Bu kaideler, şerî'atta sabit olup .hiçbir zaman ve hiçbir yerde hükmü değişmeyecek olan dini vazifeleri yerleştirir.
b) Zanni delillere gelince, bunlar kitap ve sünnette genel olarak gelip bir manadan daha çok manaya ihtimali olan emir (bir şeyin yapılmasını isteyen), nehiy (bir şeyin yapılmasını yasaklıyan) ve irşad (yol gösteren) gibi delillerdir.
İslâm şerî'atında zanni olan deliller, içtihadın mümkün olduğu yerlerdir. Çünkü müctehidlerin bu delilleri anlayışları farklıdır, bu deliller müctehid imamlar için verimli bir toprak gibidir.
Biz İslâm şerî'atındaki umumi kaideleri ve genel prensipleri anlarsak bu şeri'atın toplumun ihtiyaçlarına cevap vermekte, toplumun gelişmesinde müşküllerini ve problemlerini çözmekte her zaman ve her yerde üstün ve
sağlam bir medeniyyet kurmaya elverişli olmasında genişliğini anlamış oluruz. [48]
Kur'an'da ve sünnette gelen hükümlerin şu konularda toplanması mümkündür:
1) Allah Tealâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere yani hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, ahiretle ilgili olan gayba, öldükten sonra dirilmeye, insanların ahirette bir araya toplanacağına, hesaba çekileceklerine, mükafat ve ceza göreceklerine cennete ve cehenneme inanmaktır. Bunlara "akaid" denir.
2) Kulun yalnız Allah'a ibadet etmesi ile ilgili hükümler olup, bunlar namaz, zekat, oruç hac ve bunlarla ilgili olan şartlar, rükünlar, vacibler ve mendûblardır. Bunlara "İbadetler" denir.
3) Nikâh, mehir, hul'u (karısından mal alıp boşa-ma)talâk (boşama), karı koca hakları, süt emme, nafaka, miras gibi aile düzeni ile ilgili hükümlerdir. Bugün İnsanlar bunlara "ahval-i şahsiyye -Medeni hukuk" diyorlar.
4) Alış veriş, riba (faiz), Selem (Peşin para ile veresiye mal alma), ödünç verme, rehin (ipotek), kefalet, vekalet, şirket, müzarea (ortaklaşarak Ziraat yapma), icâre, gasb, şufa, iktisadi düzenlemede islâm prensibleri, ihyâ-i mevât (sahibsiz bir yeri ziraate elverişli hale getirmek), trampa gibi insanların birbirleriyle karşılıklı olarak yaptıklarıyla ilgili hükümlerdir. Bunlara "muameleler" ve "muavazât-ı"maliye" denir.
5) İdare düzeni ile ilgili olan hükümler, halifenin, vezirin, valinin kadının halkla mühasebetlerini ve bunlardan herbirinin karşılıklı haklarını ve vazifelerini içine alır. Bunlara "Ahkâm-ı Sultaniyye" veya "Siyaset-i Şer'iyye" denir
6) Kısas, diyetler, hadler, tazirler gibi suçların cezalarıyla ilgili hükümlerdir. Bunlara "Ukûbât" denir
7) İslâm devletinin yabancı devletlerle ilgili hükümleri olup, barışı harbi emânı, muvakkat barışı, savaşı, ganimet taksimini içine alır Bunlara İslâmda "Cihâd ve Siyer" babı denir ve kanun ıstılahında ise "Devlet hukuku" denir
8) İslâmın helâl ve haram kıldığıyenilecek, içilecek, giyilecek şeylerle ilgili olan hükümlerdir.
9) Bir arada yaşamanın adabı, ahlâkı faziletleri, gizli konuşmanın adabı, meclisin adabı ziyaretin, selâmın, izin istemenin, yemenin, içmenin adabı tevazu, nüm, sabır doğruluk, haya yardımlaşma, emaneti verme komşu hakları, misafire ikram, müslümanların birbirine merhameti gibi iyi ahlâka teşvik etme ve kötülükleri yasaklama gibi konuları içine alır. Bunlara "Ahlak" adı verilir[49]
İslam serî'atı geldiğinde arablann inaçları muameleleri, örfleri ve âdetleri vardı. İslâm onlardan kasame (katili bilin meyen kimsenin bulunduğu yer halkının ileri gelenlerinden 50 kişiye yemin ettirme), diyetler ve cömertlik gibi iyi olan şeyleri bıraktı, fakat şerî'at kaidelerine uygun olarak düzenledi. Onlardan bozuk ve zararlı olan şeyleri yasakladı, haram kıldı ve iptal etti.
1) Araplarda Allah Teala'ya inanmakla birlikte puta tapma inancı hakimdi, kendilerini helake sürükliyenin zaman ve tabiat olduğuna inanıyorlardı öldükten sonra dirilmeyi, Allah teala'nın huzuruna çıkacaklarını ve o'nun ayetlerinin inkar ediyorlar meleklerin, Allah teala'nın kızları olduklarına inanıyorlardı, putlarına hayvanlardan ve ekinlerden hisse ayırıyorlar, Bahire, Sâibe, Vasile ve Hâm'ın meşru olduğunu iddia ediyorlardı.
Bahire: Bir dişi deve beş batın doğurur, beşincisi erkek olursa onun kulağını yarıp salıverirlerdi ne sağarlar, ne binrler ne de kullanırlardı
Sâibe: Bir kimsenin başına herhangi bir dertgelirse, ondan kurtulmak için(putlar namına adak yapar)muradı hasıl olunca onu Salıverir, ondan faydalanmayı kendisine haram kılardı
Vasile: Koyun dişi doğurursa kendilerinin erkek doğurursa putlarının olurdu. Biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz doğurursa "dişi erkeğe kavuştu" derler ve bu dişiden dolayı erkeğini de kurban etmezlerdi
Ham: Birerkek devenin dölünden on batın doğarsa onun sırtını haram sayarlar, onu hiçbir sudan, , meradan menetmezler ve "Sırtı himaye edilmiştir" derlerdi
İşte İslam serî'atı bunların hepsini iptal etti ve yasakladı.
2) İslam serî'atı, Arablann yoksulluk korkusundan dolayı çocuklarını öldürmeleri ve ar korkusundan dolayı kız çocuklarını diri diri gömmeleri gibi çirkin işlerini iptal etti ve yasakladı.
3) Cahiliyyet devrinin nikahı: Bir gurup toplanıp bir kadının yanına girerler, ona cinsi yakınlıkta bulunurlar, kadın hamile kalıp doğurunca onlara haber gönderirdi. Hiçbirisi gelmemezlik yapamazdı, kadının yanında toplanınca kadın onlara "Yaptığınız işi biliyorsunuz" onlardan sevdiği kimsenin ismini söyliyerek "Ey ftilan bu senin oğlundur"derdi. çocuk onun oğlu olurdu, o da isteristemez kabul ederdi.
Cahiliyyet devrinde: Bir kimse karısı adetinden temizlenince ona: "Falan şahsa haber gönder gelsin onunla cinsi yakınlıkta bulun" derdi. Karısı cinsi yakınlıkta bulunduğu şahısdan hamile olduğu belli oluncaya kadar, kocası karısından uzak durur, ona cinsi yakınlıkta bulunmazdı. Karısının hamile olduğu belli olunca, isterse karısıyla cinsi yakınlıkta bulunurdu. Koca, çocuğunun soylu olmasını arzu ettiği için böyle yapardı. Bu nikâha "Nikâh-ı istibdâ" denirdi.
Cahiliyyet devrinde: Ölen bir kimsenin karısı varislerine kalırdı. Varislerden biri dilerse o kadınla evlenirdi. Varisler dilerlerse o kadını başkasıyla da evlendirirdi. Varisler o kadına akrabalarından daha çok hak sahibi idiydiler.
4) Evlâd edinme: İslamın başında bir müddet evlâd edinme devam etti. Nihayet şu âyet-i kerime indi: "Evlatlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söylemektedir, doğru yola O, eriştirir. Evlâtlıkları babalarına nisbet edin, bu Allah katında en doğru olandır. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız bu takdirde onları din kardeşi ve dostlarınız olarak kabul edin." [Ahzâb sûresi: 4-5]
5) İslam şerî'atı, cahiliyyet devrindeki içki, kumar,, putlar, kısmet çekilen fal okları gibi şeyleri yasakladı. Fakat aşamalı olarak haram kılındı.
6) Cahiliyyet devrinde bazı kabileler kendilerini diğer kabilelerden üstün görüyorlardı. Bu yüzden kendilerinden biri diğer kabileler tarafından yaralanır veya öldürülürse yaranın veya diyetin iki katını veya daha fazlasını alarak, diğer kabileleri zor durumda bırakıyorlardı. Öldürülenin yerine bazen birkaç kişinin öldürülmesini veya öldürenden başkasının öldürülmesini istiyorlardı. Köleleri öldürülürse onun yerine hür olan kimseyi öldürüyorlardı. Sonunda kısas âyeti indi: "Ey iman edenler! Öldürülen insanlar hakkında size kısas (misilleme) farz kılındı. Hür olana hür, köleye köle, kadına kadın kısas olunacaktır." [Bakara sûresi: 178]
7) Cahiliyyet devrinde zıhâr, ebedi boşamayı gerektiriyordu. Ashabdan Evs b. Samit Sa'lebe'nin kızı havle ismindeki karısına (senin sırtın, annemin sırtı gibi olsun) diye zıhâr yapmıştı. Bu kadın Rasulullâh (SAV)'a gelerek budurumu haber verdi, oda buyurduki: "Bu zıhârdır, ebedi ayrılığı gerektirir"kadm tekrar tekrar sızlandı. Rasulullâh (SAV)aynı cevabı verdi. Nihayet kadıncağız bütün sâfıyetiyle Cenab-ı hakka niyaz etmeye başladı. Bunun üzerine şu ayet-i kerimeler indi: "Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitti, zaten Allah konuşmanızı dinliyordu, çünkü Allah herşeyi işiten herşeyi görendir. içinizden zıhâr yaparak karılarından ayrılmaya kalkışan kimseler(bilmelidirlerki)o kadınlar onların anaları değillerdir. Anaları ancak onları doğuranlardır. Onlar gerçekten çirkin ve asılsız söz söylüyorlar. Ama muhakkak Allah çok affeden, çok bağışlayandır. Kanlarına zıhâr yapıp da sonra sözlerini geri almak için dönecek olanlar (bilsinler ki), birbirlerine temas etmeden (cinsi münasebette bulunmadan)önce, koca üzerine bir köle azad etmek lâzım gelir. İşte(duydunuz ya)size verilen nasihat budur Allah sizin bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Fakat kim(köle)bulamazsa, cinsi münasebette bulunmadan arka arkaya iki ay oruç tutsun, ona da gücü yetmeyen (sabah, akşam)altmış yoksulu doyursun, (hafifletme) Allah'a ve peygamberlerine iman edesiniz diyedir Bu hükümler Allah'ın hudududur. (Bunlara uymayan)kafırler için ise acıklı bir azap vardır." [Mücadele sûresi: 1-2-3-4]
İslâmda zıhâr, ilk önce bunlar hakkında meydana gelmiştir. Bu âyetler, zıhârla ebedi haram olmayı ve boşamayı keffaret vermek suretiyle bu cahiliyet âdetini makûl bir şekilde ıslâh etmiştir.
8) Cahiliyet devrinde îlâ (kocanın karısına cinsi yakınlıkta bulunmamak üzereyaptığı yemindir) nın müddeti bir sene, ikisene ve daha fazlaydı. Allah Tealâ bu ilanın müddetini dört ayla sınırladı. Bu dört ay içinde kocası karısıyla cinsi yakınlıkta bulunursa yemininden dolayı keffaret verir. Cinsi yakınlıkta bulunmadan dört ay geçerse hâkim o kimseyi iki şey arasında muhayyer bırakır: Ya karısına geri döner veya boşar. Nitekim Tealâ hazretleri: "Kadınlarına yaklaşamama-ya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer erkekeler (o müddet içinde keffaret vererek karılarına) dönerlerse şüphe yok ki, Allah cidden yarlığayıcı, hakkıyla esirgeyicidir. Eğer (o surette yemin edenler yeminlerinden dönmeyip de kadınlarını) boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar) şüphesiz Allah onların sözlerini hakkıyla işitici(niyetlerini) gerçekten bilicidir." (Bakara sûresi: 226-227) buyurmuştur.
9) Cahiliyyet devrinde Kureyş kabilesi ve onların dindaşları olanlar hamasat-i diniyye iddiasıyla (hums) namıyla yad olunurlar. Arafat'a çikmazlar da cemaatleriyle müzdelife'de dururlar. "Biz Harem sakinleriyiz herkesle müsavi değiliz" diye diğer insanlardan kendilerini üstün sayarlardı. Onlar Arafat'ta vakfeye durmaya razı olmazlardı. Diğer Arablar Arafat'a vakfeye dururlardı. İslam gelince Allah Tealâ Resulüne Arafatt'a çıkıp orada durmasını sonra oradan Müzdelife'ye inmesini emir buyurdu. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Sonra insanların akın ettiği yerden (Arafat'tan) sizde akın edin ve Allah'ın affını dileyin Allah çok affredici, merhamet edicidir" buyurmuştur. [Bakara sûresi: 199]
10) cahiliyyet devrinde Arablar kat kat artırılmış ribayı (faizi) helâl sayıyorlardı. Birinin diğeri üzerinde belli bir zamana kadar alacağı bulunup, alacağının va'desi gelince ona: "Borcunu ödeyecekmisin yoksa miktarını arttıracakmısın?" derdi. Eğer borçlu ödeyemezse va'de zamanı uzatılır, borcun miktarı arttırılırdı. İkinci va'de zamanı gelince borçlu yine ödeyemezse borcun miktarı arttırılırdı. Nihayet ribayı (faizi) haram kılan âyet-i kerime indi: "Ey iman edenler! Ribayı (faizi) öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin. Allâh'dan korkun, ta ki, muradınıza eresiniz." [Al-i İmran sûresi: 130] [50]
Fıkıh kelimesinin f, k, h, harfleri asıl harfleridir.
Fıkıh: Bir şeyi hakkıyla kavramak ve derinliğine bilmek manasınadır.
Sen "Fakihtü'l-hadîse efkahuhû = Ben sözü gereğince anladım ve onu gereğince anlıyorum" dersin.
Fıkıh, herşeyi bilmek demektir, sonra fıkıh serî'atı bilmeye tahsis edildi.
"Helâl ve haramrbİlen her âlime fakih" denir.
Fıkıh asılda, birşeyi hakkıyla bilmek ve derinliğine anlamak manasına olunca şerî'at ilmini bilmede ve anlamada kullanıldı. Çünkü şerî'at ilmi diğer ilim nevilerinden üstün ve faziletlidir.
Fıkıhın şerî'at ilmini bilmede kullanılması örfü has oldu. Bu yüzden fıkıh ancak dini anlamada kullanılır Akitler, tasarruflar, ibadetler, muameleler, suçlar gibi hangi neviden olursa olsun insanın sözlerinden veya yaptığı işlerden hiçbir şey yoktur ki, İslâm şerî'atı kitap ve sünnette o şeyin hükmünü müçtehidlerin çıkaracakları alâmetler ve deliller koymuş olmasın. Şer'i hükümlerin hepsine fıkıh denildi.
Fıkıh: Tafsili (özel ve muayyen)delillerden çıkarılan şer'i ameli hükümlerin bütünüdür.
Fıkıh ilminin konusu: Mükellelefın fiilidir. Yani mükellef için sabit olan helâl, haram, ibadetler, yasaklar gibi şer'i hükümlerdir.
İslâm fıkhı ve tarihi: Beşeriyetin kalkınma direklerini üzerine diktiği şu temel kaidelerden bahseder bu temel kaideler:
İnsanın Rabbi ile olan ilişkisi, toplum fertlerinin birbirleriyle olan ilişkisi ve İslâm ümmetinin dünya devletleriyle olan ilişkisidir.
İşte İslâmda insanlık medeniyeti bu üç temel kaide üzerine kurulmuştur.
Bir islâm ümmetinin durumu: Rabbinin şerfatını kabuletmesi, şeri'atımipine sarılması ve hayatını şerî'atın esaslarına göre devam etti, rmesiyle ölçülür.
İslam şerî'atımnherzaman heryerde ve her asırda beşerin bütün ihtiyaçlarına cevap vermeye elverişli olmasında münakaşa ve mücadeleye yer yoktur. Hatta İslamı suçluyarak saldıranlar ve onun hükümlerini kötü gösterenler İslam âlemini şerî'at kanunlarının yerine beşer kanunlarının alınmasına teşvik edenler ve İslam memleketlerinden birçoklarında bunu başaran düşmanlar bile, İslam şerî'atmın beşerin bütün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde olduğunu kabul ediyorlar.
Zaman, zaman İslam kanunu ile beşer kanunu arasında karşılaştırma yapmak maksadıyla toplanan uluslar arası konferanslarda islam fıkhının başlı başına kendine has Özel bir sistem ve asıl bir kanun kaynağı olduğunu itiraf ederek hakikati kabul ediyorlar. Biz bunları İslâm fıkhının asaletine destek ve şahit olsunlar diye anlatmıyoruz, çünkü İslâm fıkhı bunların anlatılmasına ve meth edilmesine ihtiyacı yoktur. Biz bunları, iflâs etmiş olan beşeri kanunların arkasından şuursuzca gidenlere yol göstermek için anlatıyoruz. Zira beşer kanunu insanların susuzluğunu giderecek ve ihtiyaçlarına cevap verecek durumda değildir. Bu eksiklik her zaman hissedilmektedir.
Allah Sübhânehû ve Tealâ'nın bizim için bu şerî'atla dini kemâle erdirmesi ve nimetini tamamlaması ve bizim için din olarak İslama razı olması yeterlidir.
Nitekim Allah Tealâ, Resûlullâh (SAV) "Refık-i Âlâya" intikal etmeden seksenbir gün önce veda haccımn arefe gününde ona şu ayet-i kerimeyi indirmiştir: "Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak İslama razı oldum" (Maide sûresi: 3)
Yukarıda geçtiği üzere Resûlullâh (SAV)in vefatıyla şer'i hüküm koyma devri sona ermiştir. Biz bu devri "Şer'i hüküm koyma devri" diye isimlendirdik. Bundan sonra gelen devir "şerî'atta fıkıh= serî'atı anlama bâ-bı"dır. İlk fıkıh devrini anlatmaya başlamadan önce siyasi duruma deyinmemiz yerinde olur. Çünkü siyasi durumun fıkhın hayatında büyük tesiri vardır. [51]
Buhârî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre: Resûlullâh (SAV) birgün minber üzerinde ashabına konuşmuş ve: "Allah bir kulu dünya nimetleri ile kendi katmdakiler arasında muhayyer bırakmış o kul da Allah katındakileri seçmiştir" buyurmuş.
Hazreti Ebû Bekir bu sözün manasım anlamış ve: "Sana babalarımızı ve annelerimizi feda ederiz" demiştir. Bu ifadesiyle Resûlullâh (SAV) kendisinin ölümüne işaret ediyordu. Sahabe bu ifadenin gerçek manasını ancak Allah Tealâ Resulünü "Refik-i A'lâ" için seçtiği zaman anlamıştır.
Resûlullâh (SAV) bu sözünden bir müddet sonra hastalandı. Hazreti Aişe'nin evinde hastalığının bakımı yapılıyordu, hastalığı bazen şiddetleniyor bazen hafifliyordu. Ateşi düştükçe mescide çıkıyor, cemaatenamaz kıldırıyordu. Hastalığı ağırlaşınca insanlara namaz kıldırması için Hz. Ebû Bekir'e emretti. Hastalığı onüç gün sürdü.
Resûlullâh (SAV) Rebiulevvel ayının birinci pazartesi günü güneşin zevalinden sonra ve gurubundan önce vefat etti. Resûlullâh (SAV)ın vefatı haber verilince müslümanlar onun ölmüş olmasında şübheye düştüler, birbirleriyle münakaşa ettiler. En fazla şübheye düşen Hazreti Ömer oldu. Hazreti Ömer kılıcını çekerek: "hayır! Hz. Muhammed ölmedi, bayıldı çok geçmeden ayılır. Kim Hazreti Muhammed (SAV) öldü derse hemen boynunu vururum" diyordu. İşte böyle buhranlı bir sırada soğuk kanlılığını muhafaza edebilen yalnız Hz. Ebû bekir oldu. Resûlullâh (SAV)den ve diğer peygamberlerden sonra en büyük insan olan Hz. Ebû Bekir gelip kızı Aişe'nin odasına girdi. Resûlullâh (SAV)ın mübarek yüzünü açtı, ağlayarak: "Anam, babam sana feda olsun. Ey Allah'ın Resulü!" dedi. İki gözünün arasım hürmetle Öptü. ailesini teselli ettikten sonra oradan ayrıldı. Hazreti
Ömer hala söyleniyordu. O zaman Hz. Ebû Bekir: "Sus Ya Ömer!" dedi. Mescide girdi, hemen minbere çıktı. Halkda Hz. Ömer'i bırakarak, Hz. Ebû Bekir'i dinlemeye koştu. Allah'a hamd ve sena ettikten sonra sözüne başlayan Hz. Ebû Bekir: "Ey insanlar! İçinizde Hz. Muhammed'e tapanlar varsa, iyi bilsin ki, Hz. Muhammed ölmüştür. Allah'a ibadet edenler varsa iyi bilsin ki, Allah bakidir, asla ölmez!" dedi. Ve onlara Al-i Imrân süresindeki şu âyet-i kerimeyi okudu: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan öncede peygamberler geçmişti. O ölür ve Öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah, şükredenlerin mükafatını verecektir." [Âl-i îmran Sûresi: 144]. Bunun üzerine müslümanlar gerçeği anlamada gecikmediler. Müslümanlar Allah Tealâ'mn peygamberi hakkında buyurmuş olduğu şu âyet-i kerimeyi hatırladılar: "(Ey Muhammed!) muhakkak sende öleceksin, onlar da (müşrikler de) ölecektir." [Zümer Sûresi:
Resûlullâh (SAV) vefat eder etmez sahabe arasında birlik ve beraberliklerini tehlikeye düşürecek büyük bir ihtilâf meydana çıktı. Şöyle ki Resûlullâh (SAV) in yerine kendilerini idare edecek ve işlerini düzenleyecek halife olarak kimin geçeceği konusunda ihtilâf ettiler. Ensar (Medineli müslümanlar) halifenin kendilerinden olacağını zannediyorlardı. Çünkü onlar peygamber efendimizi ve muhacirleri yurtlarında barındırmışlar, Allah yolunda savaşlara katılmışlardı. Bu yüzden Ensar Beni Saide sakifesinde (sofasında) toplanmışlar, kendilerinden birine halife olarak biat etmek İstiyorlardı. Hazreç kabilesinin başkanı Sa'd b. Ubade'yi aday gösteriyorlardı. Bu durum muhacirlerin büyüklerine bildirildi, hemen Ebû Bekir, Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrah ensarın toplantı yerine koşarak geldiler. Aralarında münakaşalar oldu. Hz. Ebû Bekir ensar hakkında bir konuşma yaparak onlara: "Biz emirleriz, siz vezirlersiniz" dedi. Bu işde onları ikna etti. Onlar da razı oldular. Din yolunda çektikleri zahmete karşılık olarak halifeliği almayı hoş görmediler. Hemen Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'e biat etti, sonra ensar onu takib etti. Bundan sonra Medine'deki diğer müslümanlarda Hz. Ebû Bekir'e biat ettiler. Bu suretle Hz. Ebü Bekir halife olarak seçildi. Fakat Hz. Ebû Bekir öyle muhaliflerle karşılaştı ki, kötülükleri her tarafa yayılıyor ve islâm büyük bir tehlike altında bulunuyordu. Fakat Allah Tealâ bu dini korumayı ezeli ilminde yazmıştı: "Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik biz! Ve muhakkak onu biz koruyacağız." [Hicr sûresi: 9] Hz. Ebû Bekir'in kalbine ilham edildi, her güçlüğe göğüs gererek bütün muhaliflerine, karşı direndi ve ihtilâfın kökünü kazıdı.
Hz. Ebû Bekir, zekatı vermek istemeyen bir gurubla karşılaştı, bunlar: "Biz namazı kılarız fakat zekâtı vermeyiz" diyorlar, ibadetin bir kısmını kabul ediyorlar diğer kısmını inkâra kalkışıyorlardı. Halbuki zekât farizası müslümanlığın ilk temellerindendi. Hz. Ebû Bekir, Resûlullâh (SAV)a zekat olarak verilen şeyin kendisine verilmesini istedi, çünkü namaz ile zekat arasında fark yoktur. Şu meşhur olan sözünü söyleyerek: "Allah'a yemin ederim ki, Resûlullâh (SAV)a zekat olarak verilen yularları bile bana vermekten kaçınanlarla elim kılıç tuttukça savaşırım." demişti.
Hz. Ebû Bekir, başka gurublarla da karşılaşdı aralarında kendilerinin peygamber olduğunu, iddia edenler vardı. Bunlar gurublarına bir takım sözler söylüyorlar ve bu sözlerin Allah Tealâ'dan vahiy olduğunu iddia ediyorlardı. Yalancı peygamberlerin başlıcaları şunlardı:
Yemen'de Esved-i Ansı, yemâme'de Beni Hanife'den Müseylemetü'l- Kezzab, Beni Esed'den tuleyha, Beni Temim'den Secâh (kadın) idi. Bu yalancı peygamberlere uyan gurublar islâm dininden irtidad (dinden ayrılamak), serî'atın bütün hükümlerini inkâr etmek, eski dinlerine dönmek istiyorlardı. Hz. Ebû Bekir hem zekat vermeyenlerle hem de bu yalancı peygamberlere uyanlarla savaştı. Çünkü bunlar mürted (dinden dönen) lerdi. Az zaman içinde bu korkunç isyan ateşini söndürdü. Nihayet Arap yarım adası Rabbine boyun büküp İslama samimi olarak geri döndü.
Sonra Hz. Ebû Bekir, Irak ve Şam'ın fethine başladı. Fakat bu sırada hastalandı, imamet vazifesini Hz. Ömer'e bıraktı, vefat ettiği takdirde halifeliğede Hz. Ömer'i tavsiye etti, sonra vefat etti.
Hz. Ebû Bekir'den sonra Hz. Ömer halife oldu. Hz. Ebû Bekir zamanında Irak ve Şam topraklarının zabtına başlanmıştı. Hz. Ömer daha ileri gitmek için müslüman ordularını arka arkaya gönderdi. İran beldeleri, Şam, mısır ve Rum beldeleri fethedildi. Ganimet çoğaldı. Hz. Ömer orduları ve yardımcı kuvvetleri göndermede, askeri düzenlemede, fethedilen beldeleri Allah'ın hükmüyle idare etmede yeni problemlerle karşılaşıyordu. Müslümanlar savaşa devam edip, topraklarını genişlettikçe müşkiller çoğaldı. Allah Tealâ, Hz. Ömer'i bu müşkülen çözmede, devlet işlerini düzenlemede, kendinden uzak ve yakın olan bölgeleri idare etmekte benzeri görülmemiş bir şekilde muvaffak kıldı.
Hz. Ömer'in hayatında müslümanların hayatı, Hz. Ebû Bekir'in hayatında düzgün olduğu gibi düzgündü. Çünkü her ikiside Resûlullâh (SAV)'ın insanları idare ettiği gibi idare ediyorlardı.
Hz. Ömer, fethedilen yerlerden, devletin genişlemesinden, orduların yayılmasından, ganimetlerin çoğalmasından, müslümanların zabtettiği arazilerin işlerinin düzenlenmesinden meydana gelen müşkülleri çözmede Kur'an-ı Kerimi, Resûlullâh (SAV)'ın siretini, Hz. Ebû Bekir'in gidişatım, istişare etme yolunu tutmuştu.
Hz. Ömer bir müşkülle karşılaşınca onun çözümünü, Allah'ın kitabında arıyordu, onda bulamazsa Resûlullâh (SAV) 'in sünnetinde arıyordu, onda da bulamazsa Hz. Ebû Bekir 'in gidişatında arıyordu, onda da bulamazsa, muhacirlerin ve ensarın görüş sahibi olanlarını davet ediyor, o müşkülü veya karşılaştığı diğer müşkülleri çözünceye kadar istişarelere devam ediyordu.
Hz. Ömer şehid edilince, onun yerine Hz. Osman halife seçildi. Hz. Osman'ın idare işleri birkaç sene iyi gitti. Müslüman orduları doğuda ve batıda fetihlere devam ettiler. Fakat Hz. Osman'ın ahlâkının iyi olması, tabiatının yumuşak olması, şefkatli ve merhametli olması, Kureyş kabilesinin büyük bir gurubunu ve Ümeyye oğullarının özel bir gurubunu servet, makam, mevki elde etmeye teşvik etti. Hatta bunlar Hz. Osman'dan daha çok makam ve mevki istediler. Çok geçmeden bunlara karşı Hz. Osman'ın direnme kuvveti zayıfladı. Bu yüzden Hz. Osman'ın aleyhinde bölgelerde ve şehirlerde kötü sözler ve fitne yayıldı. Nihayet Basra'dan, Kûfe'den ve Mısır'dan gelen âsiler birleşerek Medine'ye girdiler. Gürültü ve patırtı koparan bu şikayetçi âsiler halifenin evini kuşattılar. Sonunda gündüzün ortasında halifeyi şehid etmekle isyanları sona erdi.
Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle fitne kapılan arkasına kadar açıldı. İnsanlar Hz. Ali'nin yanına gelip ona biat ettiler. Hz. Ali Küfe'yi hilâfetin başkenti edindi. Şam valisi Muaviye, Hz. Ali'ye biat etmedi. Hz. Ali'ye gönderdiği bir elçi ile Hz. Osman'ın katillerinin kısas yapılmasını istiyordu.
Asilerin cezalandırılması hususunda Hz. Ali ile fikir birliğine varamayan ashabdan bir gurubda öfkelenerek Basra'ya gitti. Bunların başında müminlerin anası Hz. Ebû Bekir'in kızı Hz. Aişe, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam bulunuyordu. Bu sırada Hz. Ali en büyük muhalifi olan Muaviye üzerine yürümek için Medine'de bir ordu hazırladı. Bu orduya âsilerin hiç birini almadı. Fakat Muaviye üzerine yürümeyip, önce Basra'ya doğru ilerledi. Nihayet Basra Önlerinde Hurayba'da iki taraf karşılaştı, karşılaşma derhal savaş halini aldı. Savaşın kanlı ve şiddetli safhaları Hz. Aişe'nin bindiği devenin etrafında olduğu için bu savaşa devenin Arapça karşılığı olan "Cemel vak'ası" denildi. Savaşı Hz. Ali kazandı. Basra, Küfe Hz. Ali'ye itaat ve biat etti.
Hz. Ali'nin halifeliğini Şam ve Mısır valileri kabul etmiyorlardı. İslâm birliğini yeniden kurması, muhalefeti ortadan kaldırması zaruretini duyan Hz. Ali, Şam valisi Muaviye ile Mısır valisi Amr b. el-As'in üzerine yürüdü. Sıffın ovasında Muaviye ile karşılaştı. Hz. Ali savaşı kazanacağı sırada Muaviye'nin ordusu mızraklarının ucuna Kur'an sahifelerini bağladılar. Hz. Ali'yi ve ordusunu Allah Tealâ'nın kitabının hükmüne davet ettiler. Hiç şüphesiz bu bir harb hilesi idi. Fakat Irak askerleri, Hz. Ali'yi zorlayarak, ilerlemekte olan orduyu geri dönüş emri verdirdiler. Bu iki ordu arasında muvakkat bir sulh oldu. Halifenin tayini iki taraftan seçilecek hakemlerin kararına bırakıldı. Bunun sonucu büyük karışıklıklara ve yeni yeni fırkaların doğuşuna yol açtı. Hz. Ali'nin ordusunun çoğu bu sulha razı oldular. Hz. Ali'yi Ebû Musa el-Eş'ari'yi hakem olarak kabul etmeye zorladılar. Muaviye'de Amr b. el-As'ı hakem olarak seçti. Hz. Ali'nin ordusundan bir gurub bu sulhu kabul etmediler ve: "Bu sulhu kabul eden, Hz. Ali ve diğer arkadaşlarını şu ayet-i kerimelerdeki Allah Tealâ'mn emrine muhalefet ettikleri için kâfir oldular" diye ilân ettiler. "Eğer müminlerden iki topluluk bir biriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz eğer biri diğeri üzerine saldırırsa Allah'ın emrine dönünceye kadar o saldıranlarla savaşın, eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz ve hep adaletle iş görün, çünkü Allah adalet yapanları sever. Müminler ancak kardeştirler. Şu halde iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki, merhamet olunasınız" [Hucurât sûresi 9-10]
Hz. Ali'nin ordusundan bu sulhu kabul etmeyen bir gurub: "Hazreti Ali, Muaviye'ye ve onun arkadaşlarına harbden önce sulh olmayı teklif etti, fakat onlar sulhu kabul etmediler. Sonra harb başladı. Allah Tealâ emrini yerine getirinceye kadar harbe devam etmek gerekiyordu, fakat Hz. Ali ve onun arkadaşları hakem tayinini kabul edip Allah'ın dininde adamları hakem tayin ettiler. Halbuki "Hakimlerin hakimi olan yalnız Allah Tealâdır. Hüküm ancak Allah'ındır." Hakeme başvurmak büyük bir suçtur. Muaviye ve Şam ordusu Allah'ın emrine dönünceye kadar kılıçları (harbi) bırakmak doğru değildir" dediler ve Hz. Ali'nin ordusundan ayrıldılar. Halbuki
Hz. Ali yukarıda görüldüğü gibi hem ordusuna geri çekiliş emrini, hemde hakem seçiliş konusunu Iraklıların zoruyla kabul etmişti. Fakat hakemlerin verdiği kararı asla tanımamış ve bu karara uymamıştı. Hz. Ali'nin ordusundan ayrılan bu guruba "Hariciler" denildi. Hariciler "Abdullah b. Vehb el-Râsîbî" ye biat ettiler. Basra, Küfe, Enbar ve Medayin'deki taraftarlarını Nehrevan'da toplamaya başladılar. Medayin'de yaptıkları türlü zulüm ve işkencelerini haber alan Hz. Ali Hariciler üzerine yürümek mecburiyetini duydu. İkİ taraf arasında Nehrevan'da geçen çok kanlı bir savaşta Hz. Ali, haricileri yendi. Sonra Hariciler işi büyütüp, içlerinden bir gurup, yeryüzünü kötülüklerle doldurduklarına inandıkları, üç kişinin öldürülmesine karar verdiler. Bunlar Hz. Ali, Muaviye, Amr b. As idi. Bu üç kişiyi aynı günde öldürmek üzere üç fedai seçtiler. Bu fedailerden Abdurrahman b. Mülcem, Hz. Ali'yi Öldürmek üzere Küfe'ye, Bekr Abdullah, Muaviye'yi öldürmek üzere Şam'a Amr el-Bekr, Amr b. el-As'ı öldürmek üzere Mısır'a gönderildi. Abdurrahman b. Mülcem, Hz. Ali'yi sabah namazına giderken zehirli bir kılıçla alnına vurmak suretiyle yaraladı. Üç gün sonra zehrin kana karışması sonunda Hz. Ali vefat etti. Muaviye aldığı hafif bir yara ile kurtuldu. Amr b. el-As o sabah namaz kıldırmaya yerine vekil göndermişti, vekili öldürüldü. Bundan sonra müslümanların büyük bir kısmı Muaviye'nİn etrafında toplandı. Böylece Hûlefa-i Raşidin devri sona erdi. Olup biten bu hazin olaylardan sonra müslümanlar üç fırkaya ayrıldı:
1) Müslümanların cumhuru, bunlar Muaviye'nİn emirliğine razı olanlardır.
2) Şia, bunlar Hz. Ali'yi dost edinip onu sevenlerdir.
3) Hariciler, bunlar Hz. Ali'yi ve Muaviye'yi sevmeyenlerdir.
Bu üç fırkanın îslâm fıkhında gelecek devirlerde büyük tesirleri görülecektir. [52]
Sahabe devrinde islâmi fetihlerden sonra, yeni problemlerin çözümü, fıkıh dairesinin genişlemesini gerektirdi.
Sahabe, yeni bir fıkhı mesele ile karşılaşınca onun çözümünü Allah'ın kitabında arıyorlardı. Çünkü Allah'ın kitabı, dinin esasıdır, Allah'ın vahyidir, hak yolu açıklayan Allah'ın kelâmıdır. Eğer Kur'ân* da fıkhı meselenin çözümünü bulamazlarsa, Resûlullâh (SAV) m sünnetinde arıyorlardı. Çünkü sünnet Kur'ân'ı açıklamaktadır.
Sahabe, kitapta ve sünnette hükmünü bulamadıkları yeni meselelerle karşılaştıklarında fakihlerinden görüş sahibi olanlar toplanıp istişare ediyorlardı, görüşleri bir hüküm üzerinde birleşince onunla hüküm veriyorlardı, işte sahabenin böyle bir hüküm üzerinde birleşmelerine "icmâ"' adı verilir.
Hz. Muaz hadisinde görüldüğü gibi, Resûlullâh (SAV), ashabın ictihad etmelerine izin veriyor veya ictihad etmelerine işaret buyuruyordu.
Sahabe de tayin ettikleri kadılarına bir meselenin hükmünü kitapta ve sünnette bulamadıklarında ictihad yapmalarını söylüyordu.
Ömer b. Hattab kadı Şurayh'a yazdığı mektupta: "Sana bir dava geldiğinde onun hükmünü Allah'ın kitabında bulursan onunla hükmet, ondan başkasına bakma. Allah'ın kitabında hükmü bulunmayan bir dava geldiğinde o konuda Resûlullâh (SAV)ın sünneti varsa onunla hükmet. Allah'ın kitabında ve Resûlullâh' (SAV)in sünnetinde hükmi bulunmayan bir dava geldiğinde icmâ ile hükmet, Allah'ın kitabında, Resûlullâh (SAV)m sünnetinde, ve müslümanların icmâ'ında bulunmayan bir dava geldiğinde istersen rey'inle ictihad et, istersen icthad etme, ictihad etmemeni senin İçin daha hayırlı görüyorum." demiştir.
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in yolu bu tarzda idi. Ebû Ubeyd: "Kitabü'l- Kaza" isimli eserinde Meymun b. Mihran'dan şunları nakletmiştir: "Hz. Ebû Bekir yeni bir fıkhi mesele ile karşılaşınca Allah'ın kitabına bakıyordu. O meselenin hükmünü orada bulursa onunla hüküm veriyordu, orada bulamazsa sünnete bakıyordu, sünnette o meselenin hükmünü bulursa onunla hükmediyordu. Sünnette de bulamayıp çaresiz kalırsa sahabeye: "Bu konuda Resûlullâh (SAV)ın vermiş olduğu bir hüküm var mıdır, biliyor musunuz?" Diye soruyordu. Bazan bir gurub kalkıp Hz. Ebû Bekir'e: "bu konuda Resûlullâh (SAV) şöyle hüküm verdi" diyorlardı. O da öyle hüküm veriyordu. O konuda Resûlullâh (SAV)ın vermiş olduğu bir hükmü bulamazsa sahabenin görüş sahiplerini topluyor, onlarla istişare ediyordu, görüşleri bir hüküm üzerinde birleşince onunla hüküm veriyordu.
Hz. Ömer de böyle yapıyordu. Hz. Ömer yeni bir meselenin hükmünü kitapta ve sünnette bulmaktan aciz kalınca sahabeye: "Bu konuda Hz. Ebû Bekir'in vermiş olduğu bir hüküm var mıdır?" diye soruyordu. Eğer Hz.Ebû Bekir'in bu konuda vermiş olduğu bir hüküm varsa onunla hüküm veriyordu, yoksa sahabenin alimlerini toplayıp onlarla istişare ediyordu. Görüşleri bir hüküm üzerinde birleşince onunla hüküm veriyordu." [Bunu Begavî ve Darimî rivayet etmişlerdir]
Abdullah b. Ebu Yezid'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Ben İbni Abbas'ı gördüm kendisine Allah'ın kitabında olan bir şeyin hükmünden sorulunca onunla hüküm veriyordu, sorulan şeyin hükmü Allah'ın kitabında bulunmayıp Resûlullâh (SAV)ın sünnetinde bulunursa onunla hüküm veriyordu. Sorulan şeyin hükmü sünnette de bulunmazsa bu konuda Hz. Ebû Bekir'in veya Hz. Ömer'in vermiş olduğu hüküm bulunursa onunla hüküm veriyordu. Bu konuda Hz. Ebû Bekir'in ve Hz. Ömer'in vermiş olduğu hüküm bulunmazsa re'y ile ictihad ediyordu."
Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Bir zamanlar biz hüküm vermiyorduk, zaten hüküm verebilecek durumda değildik, daha sonraları Allah Tealâ'nın takdiriyle görmüş olduğunuz gibi hüküm verme makamına ulaştık. Âlim bir kimseye bir meselenin hükmü sorulduğunda o konuda Allah Azze ve Celle'nin kitabında olanla hüküm versin. Allah'ın kitabında olmayan bir meselenin hükmü sorulduğunda, o konuda Resûlullâh (SAV)m vermiş olduğu hükmü varsa onunla hüküm versin, Allah Tealâ'nın kitabında, Resûlullâh (SAV)ın sünnetinde olmayan bir meselenin hükmü sorulduğunda, o konuda salih imamların vermiş oldukları hükümle hüküm versin, ve "Ben kendi görüşümle amel etmekten korkuyorum" demesin, çünkü haram da açıklanmış, helâl da açıklanmıştır. Fakat bunların arasında şübheli işler vardır. Sana şübhe veren şeyi bırakarak şübhe vermeyen şeyi al!"
Resûlullâh (SAV) devrinde şer'i deliller kitap ve sünnetti. Resûlullâh (SAV) devrinden sonra vahiy kesildi, halbuki zamanın yenilenmesiyle yeni hâdiseler ve yeni meseleler ortaya çıkıyordu. Bu yüzden icmâ' ve kıyas gibi iki delile daha ihtiyaç duyuldu. İcmâ' ve kıyas ile de şer'i hükmün isbatı lâzım geldi. Kitap ve sünnetten çıkarılan icmâ' ve kıyas da şer'i delillerden oldular. Bundan dolayı sahabe devrinde fıkhın kaynakları (şer'i deliller) dörde yükseldi.
1) Kitap
2) Sünnet
3) İcmâ'
4) Kıyas. [53]
Yukarıda geçtiği üzere Resûlullâh (SAV) devrinde Kur'ân'ın kalblerde ezberlenmesi ve sahifelerde yazılması suretiyle cem' edilmesinden bahsettik. Sonra Hz. Ebû Bekir devrinde Kur'ân cem' edildi. Daha sonra Hz. Osman devrinde de Kur'ân cem' edildi. [54]
Resûlullâh (SAV)dan sonra müslümanların işlerini idare etmek için Hz. Ebû Bekir halife seçildi. Arabların çoğu İslâmdan çıkınca büyük hâdiseler ve olaylarla karşılaştı. Ordular hazırlayıp mürtedlerle (İslâmdan çıkanlarla) savaşmaya gönderdi. Yemame halkıyla yapılan savaşa sahabenin kurrâlarından pek çokları katılmıştı. Kurrâlardan birçokları şehid oldu. Bu iş Hz. Ömer'i korkuttu. Hz. Ebû Bekir'in yanına gidip Kur'ân'ın zayi olmasından korktuğu için onun toplanmasını ve yazılmasını teklif etti.
Hz. Ebû Bekir bu görüşü kabul etmedi. Resûlullâh (SAV)ın yapmadığı bir şeyi yapmak ona ağır geldi. Resûlullâh (SAV) vefat edince Kur'ân kalblerde ezberlenmiş ince taş levhalar, kürek kemikleri gibi yazılmaya elverişli olan şeyler üzerine yazılmış bulunuyordu. Fakat bir kitap halinde toplanmış değildi, buna ihtiyaç da duyulmuyordu. Çünkü Resûlullâh (SAV) aralarında bulunduğu için ihtilaf ettikleri her hususda ona müracaat ediyorlardı.
Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'den Kur'ân'ı toplayıp yaz-dırma-sını istemeyedevam etti. Nihayet Allah Tealâ Hz. Ebû Bekir'in göğsünü bu iş için açtı. Sonra Hz. Ebû Bekir, okumada, yazmada, ezberlemede, anlamada, akıldaki yüksek mevkiinden dolayı Zeyd b. Sabit'e gelmesi için haber yolladı, gelince Hz. Ömer'in görüşünü anlattı, Zeyd de daha önce Hz. Ebû Bekir'in kabul etmediği gibi bunu kabul etmedi. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in ısrarları neticesinde Zeyd'in gönlü Kur'ân'ın toplanıp, yazılması işine razı oldu. Zeyd b. Sabit kurraların kalblerinde ezberlenmiş ve sahabe yanında yazılmış olanlara itimad ederek bu zor vazifesine başladı, Zeyd'in başkanlık ettiği heyet tarafından yazılmış olan bu sahifeler ölünceye kadar Hz. Ebû Bekir'in yanında kaldı. Ondan sonra Hz. Ömer'e geçti. Onun yanında da ölünceye kadar kaldı. Sonra Hz. Osman'ın hilafeti zamanında Hz. Ömer'in kızı, Hz. Hafsa'nin yanında bulunuyordu. Sonra Hz. Osman onu Hz. Hafsa'dan isteyip aldı. Buharı ve diğer hadis kitaplarında rivayet edildiğine göre, Zeyd b. Sabit şöyle demiştir: "Yemâme savaşında birçok
kurranın şehid edilmesi sebebiyle Hz. Ebû Bekir beni çağırttı, gittim, Ömer b. Hattab da yanında bulunuyordu. Hz. Ebû Bekir dedi ki: "Hz. Ömer bana gelerek: "Yemâme günü şiddetli harb olup, birçok kurrâ şehid edildi, birçok savaş yerlerinde kurraların şehid edilmesinden dolayı Kur'ân'ın birçok âyetinin zayi olmasından korkuyorum, o halde Kur'ân'ın toplanmasını emretmeni uygun görüyorum" dedi. Bende: "Hz. Ömer'e Resûlullâh (SAV) yapmadığı bir şeyi ben nasıl yaparım?" dedim Hz. Ömer: "Bu vallahi hayırlı bir iştir" dedi. Bunu yapmam için devamlı bana müracaat ediyordu. Sonunda Hz. Ömer'in göğsünü açan Allah Tealâ, benim de göğsümü açtı ve Hz. Ömer'in gördüğü şeyin doğruluğuna kanaat getirdim. Zeyd demiştir ki: Hz. Ebû Bekir bana "sen genç, akıllı bir adamsın, biz seni suçlamayız, sen Resûlullâh (SAV) için vahiy yazıyordun, o halde Kur'ân'ı araştır ve onu topla" dedi. Zeyd "vallahi eğer bana dağlardan bir dağın nakledilmesini teklif etselerdi, bana yapmamı emrettikleri Kur'ân'ı toplama işinden daha ağır gelmezdi" dedi. Zeyd, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'e: "Siz Resûlullâh (SAV)ın yapmadığı bir şeyi nasıl yapacaksınız?" dedi. Hz. Ebû Bekir: "Vallahi bu hayırlı bir iştir" dedi. Bu işi yapmam için ısrar etti. Sonunda Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in göğüslerini açan Allah Tealâ benimde göğsümü açtı ve hemen Kur'ân'ı araştımaya başlayıp onu yaprakları sıyrılmış geniş hurma dallarından, ince ve beyaz taşlardan, hafızların ezberinden topluyordum. Tevbe sûresinin sonu olan: "Lekad câeküm resulün min enfüsiküm" ve "hüve Rabbu'l arşilazinf'e kadar olan âyetleri ensardan Ebû Huzeyme'nin yanında buldum. Bu âyetleri başkasının yanında bulamadım" dedi.Bu toplanan sahifeler ölünceye kadar Hz. Ebû Bekir'in yanında, sonra hayatı boyunca Hz. Ömer'in yanında, daha sonra Hz. Ömer'in kızı Hz. Hafsa'nın yanında kaldı.
Zeyd b. Sabit Kur'ân'ı toplarken son derece ihtiyatlı ve tedbirli davranıyordu. Yazılı olmayan âyetlerin, ezberde bulunmasıyla yetinmiyordu. Onun yukarıda geçen hadisteki Tevbe sûresinin son âyetlerini, "ensardan Ebu Huzeymenin yanında buldum. Bu âyetleri başkasının yanında bulamadım" sözü ihtiyatlı ve tedbirli davranmasına aykırı değildir. Netice olarak Zeyd bu âyetleri sahabeden birçoğunun ezberinde bulduğu halde, yazılı olarak Ebu Huzeyme'den başkasının yanında bulamamıştı. Böylece Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Ömer'in ve Hz. Zeyd b. Sabit'in ve Kur'ân'ın toplanmasında onlara yardım edenlerin üstünlükleri meydana çıkmıştır. Çünkü onlar Allah yolunda cihad ederek dini korudukları gibi bu işi yapmakla bizim için dinin aslı olan Kur'ân'ı da korumuşlardır.
Bu cem'e "Cem'i Sani=Kur'ân'ın ikinci toplanması" denir.
Hz. Osman'ın Devrinde Kur'ân'ın Cem' Edilmesi, Mushaflarm Yazılıp Şehirlere Gönderilmesi:
Kur'ân'ın yedi harf üzere inmiş olduğu sabit olmuştur. Nitekim İbn-i Abbas'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: Resûlullâh (SAV), "Cibril Aleyhisselâm bana Kur'ân'ı bir harf üzere okuttu, sonra ben kendisine müracaat ettim. Ben daha çok harf üzere okutmasını istemekte o çla, bana ziyade etmekte devam ede ede nihayet yedi harfde karar kıldı" buyurmuştur.
[Bu hadis-i şerifi Buhari rivayet etmiştir. ]
Resûlullâh (SAV) ashabından her birine öğretmiş olduğu bu yedi harfden biriyle Kur'ân'ı okumasına izin vermiştir. Bu yedi harf onlara Kur'ân'ı okumayı, ezberlemeyi, anlamayı hafifletiyor ve kolaylaştırıyordu. Sahabe arasındaki bu kıraat ihtilâfını men edecek bir sebeb bulunmuyordu, çünkü kıraattaki İhtilâfları azdı, bir arada bulunuyorlardı. Kendilerinden sonra gelenlere nisbetle sayıları azdı, Resûlullâh (SAV) aralarında bulunduğundan ihtilâf ettikleri hususlarda ona müracaat ediyorlardı.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer devrinde Kur'ân'ı, sûreleri arasında tertipsiz olarak toplamaktan daha fazlasına ihtiyaç duyulmadı. Müslümanlar, Kur'ân'ı yedi harfden bir harfle okumaya zorlanmadılar.
Hz. Osman devrinde fetihler sebebiyle İslâm devletinin sınırları genişledi, hafızlar şehirlere dağıldılar, her şehir halkı kendilerine gelen hafızın kıraati ile okuyorlardı. Kur'ân'ın inmiş olduğu yedi harfin değişik olmasıyla okudukları Kur'ân'ın kıraat vecihleri de değişiyordu.
Bir toplantı yeri veya savaş meydanlarından bir meydan, müslümanları bir araya getirdiği zaman bu değişik kıraat vecihlerine hayret ediyorlardı. Bu değişik kıraat vecihlerinin Resûlullâh (SAV)'a dayandığına kanaat getiriyorlardı. Fakat bu değişik kıraat vecihleri Resûlullâh (SAV)a yetişmemiş olan yeni müslümanları şüpheye düşürmekten de uzak değildi. Bir de aralarında bu kıraatlardan "bazılarının fasih ve bazılarının ise daha fasih olduğu hakkında" konuşmalar oluyordu. Kur'ân okumadaki ihtilâf, çekişmeye, tartışmaya, mücadeleye, birbirlerini günahkâr saymaya sebep oluyordu. Bu büyük bir fitne olup giderilmesi için çare bulunması gerekiyordu.
Ermenistan ve Azerbeycan savaşında Iraklılar ve Şamlılar arasında kıraat ihtilâfı çıktı, bu savaşlara katılanlar arasında Huzeyfe b. Yemân da vardı. Huzeyfe b. Yemân kıraat vecihlerinde birçok ihtilâf olduğunu gördü. Herkes kendi kıraatına alışmış ve onu benimsemişti. Huzeyfe b. Yemân, Hz. Osman'a gördüğü kıraat ihtilâfını anlatıp ondan bu konuda yardım istedi. Çocuklara Kur'ân okutan hafızlardan da böyle bir ihtilâf meydana geldiği Hz. Osman'a ulaşmıştı. Bu çocuklar büyüyünce onları okutan hocaları arasındaki ihtilâf bunlar arasında da ihtilâfın çıkmasından kaçınılmazdı. Sahabe, Kur'ân'ın bozulması ve değişmesinden korkarak bu işi büyük ve önemli saydılar. Hz. Ebû Bekir'in topladığı ilk sahifelerden birkaç mushaf yazmak ve sabit olan kıraatlar üzerinde müslümanları toplamak konusunda birleştiler.
Hz. Osman, Hz. Hafsa'ya haber gönderip, yanındaki sahifeleri istedi. O da sahifeleri ona gönderdi. Sonra ensardan Zeyd b. Sabit'e Kureyşli olan Abdullah b. Zübeyr'e, Said b. As'a, Abdurrahman b. Haris b. Hişam'a haber yollayıp çağırdı. Hz. Osman bunlara (Hz. Ebû Bekir'in topladığı) sahifelerden birkaç mushaf yazmalarını emretti. Zeyd'in diğer üç Kureyşli ile ihtilâf ettiği kelimelerde Kureyş lisanı ile yazmalarını bildirdi. Çünkü Kur'ân Kureyş lisanı ile inmişti. Sahifelerden mütevatir kıraatlar üzere birkaç mushaf yazılınca Hz. Osman o sahifeleri Hz. Hafsa'ya iade etti. Bu yazılan mushaflardan herbirini bir beldeye gönderdi. Bunlardan birini Medine'de bıraktı. Bu mushafa "İmam" adı verildi.
Bazı rivayetlerde geldiğine göre Hz. Osman: "Ey Mu-hammed ashabı! Toplanın ve müslümanlar için bir "İmam" yazın" demiştir.
Hz. Osman yazdırdığı bu mushaflardan başka sahife ve mushafların hepsinin yakılmasını emretti. Bu suretle Hz. Osman fitnenin kökünü kesti, ihtilâfı ortadan kaldırdı ve Kur'ân'ı bir kale içine aldı. Bu yüzden ona asırların ve zamanların geçmesine rağmen ziyade ve tahrifden hiçbir şey yol bulamadı ve bulamayacaktır.
Hz. Osman'ın yazdırdığı mushafların adedi göndermiş olduğu beldelerin adedine göre yedi idi. Mekke, Şam, Basra, Küfe, Yemen, Bahreyn ve Medine.
Hz. Osman'ın mushafının şekli bugün sürelerin bilinen tertibi üzere idi.
Bu cem'e "Cem'i sâlis =Kur'ân'ın üçüncü toplanması" denir. Bu, hicretin yirmi beşinci yılında olmuştur. [55]
Buhâri Enes b. Malik'den rivayet etmiştir. Enes demiştir ki: Huzeyfe b. Yeman Hz. Osman'ın yanına geldi. O sırada Hz. Osman Iraklılarla beraber Şamlıları, Ermenistan ve Azerbeycan'in fethi için gazaya hazırlıyordu. Şam ve Irak halkının Kur'ân okumaktaki ihtilafı Huzeyfe'yi korkutmuştu. Bunun için Huzeyfe, Hz. Osman'a: "Ey müminlerin emiri! Yahudilerin ve hrıstiyanların kitaplarında ihtilafa düştükleri gibi bu ümmet de kitabında ihtilafa düşmeden önce imdadına yetiş" dedi. Bunun üzerine Hz. Osman. Hz. Hafsa'ya: "Sahifelen bize gönder o sahifeleri Mushaflara yazdırdıktan sonra sana iade ederiz" diye haber yolladı. Hz. Hafsa'da sahifeleri Hz. Osman'a gönderdi.
Hz. Osman Zeyd b. Sabit'e, Abdullah b. Zübeyre, Said b. As'a, Abdurrahman b. Haris b. Hişam'a emretti, bunlarda o sahifelerden birkaç mushaf yazdılar. Hz. Osman kureyşü olan üçüne; "Zeyd b. Sabit ile Kur'anda bir şeyde ihtilafa düşerseniz o şeyi kureyş diliyle yazınız. Çünkü Kur'an onların diliyle inmiştir" dedi. Onlarda öyle yaptılar. Hatta Hz. Hafsa'dan alman sahifeleri Mushaflara yazdıkları vakit, Hz. Osman sahifeleri Hz. Hafsa'ya iade etti. Ve onların yazdıkları Mushaflardan her beldeye bir Mushaf gönderdi. Hz. Osman yazdırdığı bu Mushaflardan başka sahife ve Mushaf'ların hepsinin yakılmasını emretti.
İbn-i Hişam dedi ki, bana Zeyd b. Sabit'in oğlu Harice babasından şunları dinlediğini anlattı.. Babası Zeyd b. Sabit demiştir ki: "Mushafı yazarken Ahzab süresinden bir âyeti aradım, bulamadım. ResûluUâh (SAV) in o âyeti okuduğunu işitiyordum, o âyeti aradık ensardan Hüzeyme b. Sabit'in yanında bulduk. O âyet: "Müminlerden öyle adam vardır ki, Allah'a verdikleri sözde doğru çıktılar" [Ahzab sûresi: 23] mealindeki âyettir. O âyeti de Mushafda süresindeki yerine yerleştirdik."
Hz. Osman'ın Müslümanları Kur'an-ı bir harf (lehçe) üzerinde okumaya zorlamasında, ResûluUâh (SAV)in ashabına okuttuğu ve okumalarım emrettiği diğer harfleri terk etmesinde hiçbir zarar yoktur.
İbn-i Cerir, Hz. Osman'ın yaptığı bu işi şu sözleri ile açıklamıştır: "ResûluUâh (SAV) in ashabına Kur'an-ı yedi harfle okumaları hakkındaki emri, vacip ve farz ifade eden bir emir değildir. Bu emir ancak mübahlık ve ruhsat (izin) ifade eden bir emirdir. Çünkü Kur'an-ı bu yedi harfle okumak, şayet onlara farz olsaydı, ümmetin kıraatından şek ve şüpheyi gideren, haberi özrü kökünden kesen, nakli ile hüccet ve delil meydana gelen her âlimin bu yedi harfden her harfi bilmesi muhakkak vacip olurdu. Bu ümmetten Kur'an-ı nakledenler arasında nakli kesin hüccet olarak kabul edilen âlimler bulunup, bunların yedi harften biriyle Kur'an-ı nakledip, diğer harflerle Kur'an'ın naklini terk etmelerinde bu yedi harfle Kur'an-ı okumakta muhayyer olduklarına açık bir delil vardır. Durum böyle olunca âlimler, yedi kıraatin hepsini nakletmeyi terk etmeleriyle nakli üzerine vacip olanı terk etmiş değillerdir. Bilakis üzerlerine yapılması vacip olan işi yapmışlardır. Çünkü bu konuda yaptıkları iş İslama ve müslümanlara yardımdır." [56]
İslami fetih, Hülefa-i Raşidin devrinde Arap yarımadasına komşu olan bölgelere nüfuzunu yaymaya başladı. Eski medeniyet sahibi olan İranlılardan ve Rumlardan birçok kimseler islam sancağının altına girdiler. Bunların islam inancına ve islam şeriatına ters düşen inançları, örfleri, adetleri ve düzenleri vardı. Tabii olarak zaptedilen yerler Müslümanlara ağır sorumluluk ve büyük vebal yüklüyordu. Halifelerin orduları düzenlemeleri, yardımcı kuvvet göndermeleri, fethedilen yerlere vali tayin etmeleri ve bu beldenin işlerini idare etmeleri gerekiyordu.
İslami fetihlerin genişlemesiyle insanlar durmadan yeni yeni problemlerle karşılaşıyor ve daha önce bilinmeyen
yeni yeni meseleler ortaya çıkıyordu. Bunlar hakkında kitap da ve sünnette delilde bulunmuyordu. Sahabilerin bilgileri ve anlayışları farklı olduğundan yeni meydana gelen meselelerden bazılarında birleşiyorlar, bazılarında ise ihtilaf ediyorlardı. [57]
1) Sahabenin Resûlullâh (SAV) in vefatından sonra ilk karşılaştıkları mesele, bahsin başında anlattığımız gibi halife seçme meselesi oldu. Şöyle ki: Ensar (Medine'Ii müslümanlar) ile, Muhacirler arasında halife seçilmesi konusunda ihtilaf çıktı. Ensar (Medine'Ii müslümanlar) Beni Saide sofasında toplanmışlar, halifenin kendilerinden olmasını istiyorlar ve Sa'd b. Ubade'yi aday gösteriyorlardı. Bu durumu haber alan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, ve Hz. Ebû Ubeyde Ensarın toplantı yerine süratle geldiler, aralarında mücadele ve münakaşadan sonra Resûlullâh (SAV) in vefatından önce insanlara namaz kıldırması için halife seçtiği Hz. Ebû Bekir'e biat ettiler. Tarihçilerin zikrettiğine göre, Sa'd b. Ubade'den başka Hz. Ebû Bekir'e biat etmiyen hiçbir kimse kalmadı.
İbn-i Kesir "Bidaye ve Nihaye" isimli eserinde beni Saide sofası hakkında hadis kitaplarında bulunanları rivayet ederek şunları zikretmiştir. Buhârinin sahabenin fazileti bahsinde Resûlullâh (SAV) in zevcesi, Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre: Resûlullâh (SAV) vefat ettiği sırada Hz. Ebû Bekir Sunh köyünde idi. Hz. Ömer kalkarak: "VAHâhi Resûlullâh (SAV) ölmedi." diyordu. Hz. Aişe dedi ki: Hz. Ömer; benim içime Resûlullâh (SAV) in Ölmediği doğdu. Yemin ederim ki, Allah muhakkak Resûlullâh (SAV) i diriltecek o, mutlaka birtakım insanların ellerini ve ayaklarını kesecektir." Diyordu. O sırada Hz. Ebû Bekir geldi, kimseye bir şey söylemeden doğru Hz. Aişe'nin odasına girdi. Resûlullâh (SAV) in yüzünü açtı. (iki gözünün arasını hürmetle) Öpüp ağladı, ve: "Babam da Anam da sana kurban olsun. Sen hayatta da pak oldun, ölünce de pak oldun. Nefsim yed-i kudretinde 'olan Allah'a yemin ederim ki, cenabı hak sana iki ölümü ebediyyen tattırmıyacaktır" dedi. Sonra Resûlullâh (SAV) i ziyaretten çıktı ve: "Ey Resûlullâh (SAV) ölmedi diye yemin eden, yavaş ol" dedikten sonra konuşmaya başlayınca Hz. Ömer oturdu. Hz. Ebû Bekir Allah Tealâya hamd ve sena ettikten sonra şöyle dedi: her kim Hz. Muhammed'e tapıyorsa iyi bilsin ki Hz. Muhammed ölmüştür. Her kimde Allah'a ibadet ediyorsa iyi bilsin ki, Allah bakidir, asla ölmez. Nitekim Allah Tealâ: "(Ey Muhammed!) muhakkak sende öleceksin, onlar da (müşriklerde) ölecektir." [zümer sûresi: 30] ve: "Muhammed ancak bir peygamberdir, ondan öncede peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürü-lürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen. Allah'a hiçbir zarar vermez, Allah şükredenlerin mükafatını verecektir" [Ali imran sûresi: 144] buyurmuştur.
Hz. Ebû Bekir; "Müslümanlar için için ağlıyordu" dedi. Ensar Beni Saide sofasında Sa'd b. Ubade'nin başına toplanarak: "Bizden (Ensardan) bir emir, siz muhacirlerden bir emir seçilmelidir" diyorlardı. Ensarın toplandığı yere Hz. Ebû Bekir, Ömer b. Hattab ve Ebû Ubeyde b. Cerrah gittiler. Hz. Ömer orada konuşmak istedi, Hz. Ebû Bekir onu susturdu. Hz. Ömer "Vallahi beğendiğim bir konuşma hazırlamıştım. Böyle bir konuşmayı Hz. Ebû Bekir'in yapamıyacağından korkuyordum" dedi. Sonra Ebû Bekir insanların en fasih ve beliği olarak konuştu. Konuşması arasında "Emirler bizden olsun, vezirler de sizden olsun" dedi. Bunun üzerine Hubab b. Münzir: "Hayır! Vallahi bunu yapamayız, bir emir bizden bir emirde sizden olsun dedi. Hz. Ebû Bekir: "Hayır, emirler bizden vezirler de sizden olsun: Emirlik konusunda arab kabileleri ancak kureyşi tanır, çünkü kureyşin yurdu arabistan'ın tam ortasındadır. Haseb ve nesebce Arabın en efdalıdir. Bundan dolayı ya Ömer b. Hattab'a veya Ebû Ubeyde b. Cerrah'a biat edin" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Biz ancak sana- biat ederiz. Sen bizim efendimizsin, sen bizim hayırlımızsın, sen Resûlullâh (SAV) in yanında en sevimlimizsin" dedi. Ve Hz. Ömer Hz. Ebû Bekir'in elini tutup biat etti. Bunun üzerine bütün insanlar Hz. Ebû Bekir'e biat ettiler. İçlerinden biri "Sa'd b. Ubade'yi katlettiniz" dedi. Hz. Ömer: "Allah onu kahretsin" dedi.
Rivayetlerde zikredildiğine göre, Beni Saide sofasında bulunanlar Hz. Ebû Bekir'e biat ettiler, ertesi günü Hz. Ebû Bekir'e umum halk biat etti. Böylelikle Hz. Ebûbekir ilk halife seçildi.
2) Sahabenin Resûlullâh (SAV)in vefatından sonra karşılaştıkları ikinci mesele, araplardan bir gurubun zekat vermeyi kabul etmemesidir. Hz. Ebûbekir bu gurupla savaşmaya karar verdi. Hz. Ömer ilk önce bu gurupla savaşılması görüşünde değildi. Çünkü bu gurup Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed (SAV) in Resûlu olduğuna şehadet ediyorlardı. Hz. Ebûbekir Hz. Ömer'e bu gurupla savaşacağında İsrar ediyordu. Sonunda Allah Tealâ savaş için Hz. Ömer'in göğsünü açtı, bu gurupla savaş yapılmasında bütün sahabe birleşti. Ebû hüreyre'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) vefat edip, ondan sonra Hz. Ebûbekir Halife seçilip, arablardan kafir olan kafir olunca Ömer b. Hattab, Hz. Ebû Bekir'e "Resûlullâh (SAV) insanlar Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur deyinceye kadar (onlarla) savaşmakla emrolundum. Her kim Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur derse malını ve canını benden korumuş olur. Ancak hakkıyla olursa müstesna! Onunda hesabı Allah'a kalmıştır" buyurduğu halde sen nasıl oluyorda insanlarla harb ediyorsun" dedi. Hz. Ebû Bekir: "vAIlâhi namazla zekatın arasını ayıranlarla mutlaka harbedeceğim. Çünkü zekat malın hakkıdır. Vallahi Resûlullâh (SAV) a veregeldikleri bir dişi oğlağı bana vermezlerse, vermediklerinden dolayı onlarla mutlaka harb ederim" dedi. Bunun üzerine Ömer b. Hattab: "Vallahi Hz. Ebû bekir'in göğsünü açan Allah benim göğsümü de açtı ve savaşın hak olduğunu bildim" dedi. [Bu hadis-i şerifi İbn-i Mace'den başka muhaddisler rivayet etmişlerdir.]
3) Hz. Fatıma, babası Resûlullâh (SAV) in malından miras istedi. Hz. Ebû Bekir ona miras vermedi. Resûlullâh (SAV) in malında varislerinin hiçbirinin hakkı olmadığı hususunda ittifak edildi. Buhâri, sahabenin faziletleri bahsinde Hz. Aişe'den rivayet etmiştir, Hz. Aişe demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) in vefatı üzerine, Hz. Fatıma, Hz. Ebû Bekir'e haber gönderip Allah Tealânın Resulüne Fey' yani: Harbsız ganimet olarak bahşettiği Medine yakınındaki Beni Nadir, Fedek hurmahklarıyla Hayber hurmalıklarının beşte birinin geri kalanından isabet eden mirasını istedi. Hz. Ebû Bekir: "Resûlullâh (SAV) "Bize miras olunmaz. Her ne bırakırsak sadakadır (mülkiyeti beytu'l mala ait vakıf dır)" buyurdu. Buna göre bu vakıf maldan Hz. Muhammed (SAV) in Âli yiyerek istifade edebilir. Bundan fazla tasarruf haklan yoktur. Vallahi ben Resulullâh (SAV) in bu vakıfları üzerinde kendi hayatı zamanında yapılanlardan hiçbir şey değiştirmem. Resulullâh (SAV) in bu mallar hakkındaki muamelesi gibi muamele ederim" dedi.
Buhari ile Müslimin rivayet ettikleri bir hadis-i şerifde: "Biz peygamberler cemaatının terikesine miras olunmaz. Her ne bırakırsak sadakadır (vakıfdır)" buyurulmuştur. Bu hadis-i şerif miras âyetini tahsis etmiş ve ihtilâf da zail olmuştur.
4) Sahabe, Resulullâh (SAV) vefat edince nereye 'defnedileceği hakkında ihtilaf ettiler. Sonra Hz. Ebû Bekir sıddık onlara Resulullâh (SAV) in: "Peygamber ancak vefat ettiği yerde defnedilir" buyurduğunu rivayet edince Resulullâh (SAV) in ruhunun kabzedildiği yani üstünde vefat ettiği döşeğin bulunduğu yere defnedilmesine ittifak ettiler.
İmam Malik'in "Muvatta" isimli eserinde cenaze bahsinde rivayet edilmiştir. İmam Malik bana ulaştığına göre: "Resulullâh (SAV) pazartesi günü vefat etmiş, Salı günü defnedilmiş. İnsanlar onun cenaze namazını ayrı ayrı kılmışlar, kimse imamet etmemiştir." İnsanlardan bazıları Resulullâh (SAV) i Mescidi Nebevinin minberinin yanma defnedelim" demişler. Bazdan ise: "Baki'de yani Medi-ne-i Münevvere kabristanında defnedelim" demişler. O sırada Hz. Ebû Bekir sıddık geldi ve: "Resulullâh (SAV): "Her peygamber muhakkak vefat ettiği yerde defnedilir" diye buyururken işittim" dedi. Hafız İbn-i Abdü'1-ber "bu hadis bir çok cihetten sahihdir" demiştir.
Cami-i Tirmizi'nin cenaze bahsinde Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Resulullâh (SAV) vefat edince defni meselesinde ihtilaf ettiler. Hz. Ebû Bekir:
"Resulullâh (SAV) den hala unutmadığım bir şey işittim" dedi: Resulullâh (SAV): "Allah her peygamberin ruhunu ancak defnedilmesini istediği yerde kabzeder" buyurdu, bunu üzerine Ebû Bekir sıddık: "onu üstünde vefat ettiği döşeğin yerinde defnedin" dedi. İbn-i Mace cenaze bahsinde, İbn-i Abbas'tan rivayet etmiştir demiştir ki: "Müslümanlar Resulullâh (SAV) in kabrinin kazılacağı yerde ihtilaf ettiler, bazıları "onu mescidinde defnedelim" dediler. Bazıları ise, "onu ashabı ile birlikte yani, Baki Kabristanına defnedelim" dediler. Hz. Ebû Bekir: "Resulullâh (SAV), "Her peygamber muhakkak ruhunun kabz olunduğu yerde defn olunur" buyururken işittim" dedi.
5) Sahabenin ittifak ettiği meselelerden biride "Kur'an'm cem'i toplanması" meselesidir. Resulullâh (SAV) vefat edince Kur'an bir Mushafta toplanmış değildi. Onun toplanmasına dair kitapta ve sünnette bir delil yoktu. Daha önce anlatıldığı gibi Yemame savaşından sonra Hz. Ömer Kur'an'ın toplanmasının zaruri olduğunu gördü ve Hz. Ebû Bekir'e Kur'an-ı toplaması için İsrar etti. Sonun da Hz. Ebû Bekir'de Kur'an'ın toplanmasının zaruri olduğuna kanaat getirdi. Kur'an'ın toplanması konusunda sahabe ittifak ettiler.
6) Hz. Ömer ganimetten atiyye alanların defterlere yazılması hakkında sahabe ile istişare etti. Atiyye'de bütün insanların eşit tutulması hususunda Hz. Ebû Bekir'in görüşüne uydu. Hz. Ömer Irak fethedilince atiyyelerin verilmesinde insanları eşit tutmayıp herkesin çektiği zahmete ve katıldığı cihada göre bazısına az, bazısına fazla verilmesi görüşünde olduğunu sahabeye sordu. Onlarda bu konuda Hz. Ömer'i tasdik ettiler. Hz. Ömer: "Herkesin bu malda muhakkak hakkı vardır. Ben de bu maldan hakkı olanlardan biriyim. Fakat bizim durumumuz Allah'ın kitabında ve ResûluUâh (SAV) nin taksiminde farklıdır. Herkesin İslam da çektiği zahmete, islam'a girmekte kıdem ve önceliğine, İslam da zengin sayılmasına veya fakir sayılmasına göre atiyye alma durumu değerlendirilir" diyordu.
Tarihçiler: "Hz. Ömer, hayatının sonunda Hz. Ebû Bekir'in yaptığı gibi atiyye'de insanlar arasında eşitliğe dönmek istemiştir, fakat bunu yapamadan şehid edilmiştir" diye zikretmişlerdir.
7) Ebû Ubeyd Kasım b. Sellam "kitabü'l Emval" isimli eseri'nin ganimetten verilen atiyyelerin miktarı'nın tayın edilmesi ve önce kimden başlanılması babında Muhammed. b. Aclan'dan rivayet ettiğine göre, Muham-med demiştir ki: "Hz. Ömer ganimetten hisse alacakların isimlerini defterlere yazdırınca "önce kimden başlayalım" diye sordu. Sahabe "önce kendinden başla" dediler. Hz. Ömer "Hayır! ResûluUâh (SAV) bizim imamımızdır, onun kabilesinden başlayalım, sonra onun kabilesine yakın olan kabilelere verelim" dedi.
Kadı Ebû Yusuf "Kitabü'l haraç" isimli eserinin "Hz. Ömer'in ResûluUâh (SAV) m ashabı için ganimetten verilecek hisselerin miktarının nasıl tayin edildiği" faslında şunları zikretmiştir. Ebû Bekir ganimetten verilen hisseleri gerek küçük gerek büyük olsun, gerek hür gerek köle olsun, gerek erkek, gerek kadın olsun bütün insanlar arasında eşit olarak taksim etti bunun üzerine Müslümanlardan bazıları gelerek "Ey ResûluUâh (SAV) in halifesi sen bu malı taksim ettin, fakat taksiminde insanlar arasını eşit tuttun, halbu ki İnsanlar birbirlerine eşit değillerdir içlerinde fazilet bakımından üstün olanlar, ilk müslüman olanlar gazalarda hakkı geçmiş bulunanlar vardır. Taksiminde ilk müslüman olanları ve faziletli olanları, faziletlerine göre üstün tutm-uş olsaydınız olmaz mıydı?" dediler. Hz. Ebû Bekir: "Önce müslüman olmaları, gazalarda geçen haklan, fazilet yönünden üstünlükleri bilinmektedir. Fakat anlattığınız bu * hususiyet ve meziyetlerinin sevap ve mükafatı Allah Tealâ tarafından verilecektir. Taksim olunan bu mallar ise dünyalıktır, bunda eşitlik tercihden ve imtiyazdan daha hayırlıdır" dedi
Halifelik nöbeti Hz. Ebû Bekir'in vefatı ile Ömer b. Hattab'a intikal edip, bir çok yerler fethedilerek ganimet malları çoğalmaya başladı. Hz. Ömer fazilet ve meziyet sahiplerini diğerlerine tercih etti. Ve: "ResûluUâh (SAV) la beraber. "İ'lâ-i kelimetullâh" için kafirlerle savaş edenlere eşit tutmam" diyerek Bedir gazasında bulunup savaş eden, İslâm'a girmekte kıdem ve önceliği bulunan muhacirlerden ve Ensardan her birine beşer bin ve Bedir savaşında bulunmayanlara dörder bin dirhem verildi. Daha sonra Müslüman olanlara da bunlardan daha az verdi böylece herkese İslama girişteki önceliğine ve durumuna göre hisse verdi Kadı Ebû Yusuf bu konudaki tafsilatlı rivayetleri zikrettikten sonra Muhammed b. es-Saib vasıtasıyla Zeyd'den o da Babasından rivayet ettiğine göre Hz. Ömer şöyle demiştir: "Kendinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, bu mallarda herkesin hakkı vardır. Gerek verilsin gerek verilmesin hiç biri diğerinden bu malı almaya daha haklı değildir. Ancak bu malda Kölelerin hakkı yoktur. Bende bu konuda sizden biri gibiyim. Fakat herkesin hakkı bir değildir. Allah'ın kitabında kim üstünse ve ResûluUâh (SAV) in taksiminde kim önde ise taksimde de öne geçme ona göredir. Yani bazı kimselere "î'lâ-i kelimetullah" yolundaki gayretlerine, bazılarının islamiyette ki zenginliklerine, bazılarının islamiyette olan kıdem ve Önceliklerine, bazılarının da ihtiyaç ve zaruretlerine bakılır. Yine Allah'a yemin ederim ki, eğer dünyada bir müddet yaşarsam San'a dağındaki çoban bile orada bulunduğu halde alnı terlemeden bu maldan nasibini alacaktır." Hz. Ömer daha sonra malların çoğaldığını görünce: "Gelecek sene bu geceye kadar yaşarsam, insanların sonradan Müslüman olanlarını, önce Müslüman olanlarına katarak atiyye de hepsini müsavi olarak tutacağım" demişse de o vakitten evvel vefat etmiştir.
Bazı rivayetlerde bildirildiğine göre, Hz. Ömer Resûlullâh (SAV) in zevcelerinden her birine on ikişer bin dirhem verdi. Amcası Abbas'a da on iki bin dirhem verdi. Muhacirlerin ve ensann çocuklarından her birine de üçer bin dirhem verdi. Hz. Ömer insanların islamiyette olan önceliklerine, çektikleri zahmetlere ve ihtiyaçlarına göre ganimet malından hisse veriyordu. [58]
Savaşla alınan beldelerin arazileri de ganimet hakkındaki şu âyet-i kerimenin genel hükmü altına girerler:
"Bilmiş olun ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyin beşte biri mutlaka Allah'a ve peygamber'e ve onun akrabasına, yetimlere yoksullara ve yolda kalmışlara aittir" [Enfal sûresi: 41]
Buna göre ganimet olarak alınan arazilerin beşte dördü gaziler arasında beşte biri ise, âyeti Kerime de bildirilen sınıflar arasında taksim edilir.
Hz. Ömer zamanın da birçok yerler fethedilince sahabe, Hz. Ömer'den bu fethedilen arazilerin gaziler arasında taksim edilmesini istediler. Fakat Hz. Ömer'e göre, bu fethedilen beldelerde ki Müslümanların geleceği, bu beldelerin idare edilmesi, işlerinin düzenlenmesi, bu beldelerde ki halkın menfaatlarının gerçekleştirilmesi için zaruri olan maddi ihtiyaçlar bu arazilerin taksim edilmemesini, hatta bu gazilerden sonra gelecek kimselerin de bu arazilerden istifade etmelerini gerektiriyordu. Bu da, bu arazilerin ancak Müslümanların menfaatlerine vakfe-dilmesi ile mümkün olacaktı. Bundan dolayı Hz. Ömer: "Bu arazilerin sahiplerine bırakılması, bu arazilerden haraç alınması, alınacak haraçlardan müslümanlara atiyye verilmesi, ordunun iaşesinin karşılanması, kadıların ve memurların maaşlarının verilmesi, yetimlerin ve yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi" görüşünde olduğunu açıkladı.
Hz. Ömer'in bu görüşüne sahabeden Hz. Ali, Muaz b. Cebel, talha katıldılar, Abdurrahman b. Avf, Ammar b. Yasir, Bilal karşı çıktılar ve arazilerden beşte birinin ayrilip, ganimet âyetinde zikredilen sınıflar arasında, beşte dördünün ise gaziler arasında taksim edilmesini istediler.
Bazı âlimler: "İmam Ebû Yusuf un "Kitabul haraç" isimli eserinde rivayet ettiği gibi Hz. Ömer yaptığı bu işin doğru olduğuna şu âyeti Kerimeleri delil göstermiştir" dediler.
1 Ayeti Kerimeler şunlardır:
"(Bilhassa o ganimet), hicret eden fakirlere aitdir ki, onlar Allâh'dan bir fazıl ve ihsan ve hoşnutluk ararlar ve Allah'a ve peygamberine (mallarıyla canlarıyla) yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından (mahrum edilerek) çıkarılmış-lardır. Bunların arkasından gelenler (şöyle) derler: "Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş olan (din) kardeşlerimizi yarlığa iman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz, şübhesiz ki, sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin" [Haşr sûresi: 8-10]
Hz. Ömer'den bu âyeti Kerimeler hakkında şunlar nakledilmiştir. Hz. Ömer: "Bu arazileri size taksim edip sonra gelecek olan müslümanları nasıl hissesiz bırakırım" dedi. Bu arazileri sahiplerine vermeye ve arazilerden haraç, sahiplerinden de cizye almaya karar verdi.
Ebû Ubeyd Kasım b. Sellam "Kitabü'l-Emval" isimli eserinde fethedilen araziler hakkında gelen rivayetleri zikretmiş ve: "Resûlullâh (SAV) dan ve ondan sonra Hulefa-i Raşidinden gelen eserlere göre, fethedilen arazilerin hükmü üç kısımdır." demiştir.
a) Sahipleri müslüman olanların arazileridir ki, kendilerinin mülkleridir. Bunlar öşür arazileridir, öşürden başka bir şey alınmaz.
b) Belli miktarda haraç alınmak üzere barış yapılan arazilerdir. Bu arazilerden belli miktar haraçdan başka bir şey alınmaz.
c) Harble alınan arazilerdir. İşte bu araziler hakkında Müslümanlar ihtilaf etmişlerdir. Müslümanlardan bazıları: "bu araziler ganimet arazileri olup bu arazilerin beşte biri ayrılıp, Allah Tealânın kitabında açıkladığı sınıflar arasında taksim edilir, beşte dördü ise gaziler arasında taksim edilir." Demişlerdir. Müslümanlardan bazıları ise: "Böyle araziler hakkında verilecek hüküm devlet başkanına aittir. Devlet başkanı uygun görürse bu arazileri ganimet sayıp Resûlullâh (SAV) in Hayber'i fethettiğinde yaptığı gibi beşte birini ayırıp, beşte dördünü gaziler arasında taksim eder. Devlet başkam uygun görürse bu arazileri Hz. Ömer'in Irak toprakları fethedil-diğinde yaptığı gibi, bütün Müslümanlar namına vakıf olarak bırakır" demişlerdir.
Zeyd babası Eslem'den rivayet ettiğine göre, babası Eşlem demiştir ki: Ben Hz. Ömer'i dinledim. Şöyle diyordu: "Sonra gelecek olan müslümanlar olmasaydı, fetholunan her beldeyi ve köyü Resûlullâh (SAV) in Hayber'i taksim ettiği gibi gaziler arasında taksim ederdim." [Bu hadisi Buhâri rivayet etmiştir] yani Hz. Ömer'in Irak topraklarını taksim etmemesi kendi içtihadıdır. Bilal Ömer b. Hattab'a "Harble aldığımız arazinin beşte birini ayır, beşte dördünü biz gaziler arasında taksim et, " dedi. Hz. Ömer "Hayır bu arazi devamlı gelir kaynağı olarak kalacaktır. Ben bu araziyi vakıf olarak bırakacağım. Gelirinden hem gaziler, hemde Müslümanlar istifade edeceklerdir." dedi. Bunun üzerine Bilal ve onun arkadaşları: "Bu araziyi biz gaziler arasına taksim et" diye İsrar ettiler.
Hz. Ömer: "Ya Rabbi! Beni bilal'den ve arkadaşlarından kurtar" diye dua etti.
Hz. Ömer Irak ve diğer fethedilen yerlerin arazilerini gaziler arasında taksim etmeyip Müslümanlara ve nesillerine bir% gelir kaynağı olmak üzere vakıf olarak bırakmıştır. Bu görüşü Hz. Ömer'e, Ali b. Ebû Talib ile Muaz b. Cebel teklif etmişlerdir.
İmam Malik bu görüşü almış ve: "Fethedilen yerler gaziler arasında taksim edilmeyip vakıf olmak üzere Beytülmala bırakılır, haracı, ordunun erzakı, köprülerin ve mescidlerin yapılması gibi müslümanların menfaatlarında harcanır. Ancak devlet başkanı arazilerin taksimini uygun görürse taksim edebilir" demiştir.
İbn-i Kayyım bu görüşü sahabenin cumhurundan nakledip, tercih etmiş ve : "Bu görüş Hulefa-i Raşidinin gidişatıdır" demiştir.
Harble alınan araziler hakkında devlet başkanı muhayyerdir, isterse araziyi ganimet sayıp beşte birini ayırdıktan sonra, beşte dördünü gaziler arasında taksim eder, dilerse o araziyi müslümanlann gelir kaynağı olmak üzere vakıf olarak bırakır.
Ebû Ubeyd: "Fethedilen arazi hakkında iki görüş vardır: ya taksim edilir veya beytülmala vakıf olarak bırakılır. Bu iki hükümden birini tercih etmek devlet başkanına aittir" demiştir.
Nitekim Süfyan: bu fethedilen arazide iki hükümden biri uygulanır. Resûlullâh (SAV) in fethedilen arazi hakkında yaptığı taksim, Hz. Ömer'in fethedilen araziyi vakıf olarak bırakmasını reddetmez. Çünkü Resûlullâh (SAV), Allah Tebareke ve Tealâ'mn kitabından bir âyete tabi olup onunla amel etmiş, Hz. Ömer ise başka bir âyet'e tabi olup onunla amel etmiştir.
Bu iki âyetten biri müslümanlann Müşriklerden aldıkları malların ganimet olması hakkında, diğeri ise Müşriklerden aldıkları malların fey olması hakkında muhkem (kesin)dir.
Nitekim Allah Tebareke ve Tealâ: "Bilmiş olun ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyin beşte biri mutlaka Allah'a, peygambere ve onun akrabasına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir." [Enfal sûresi: 41] buyurmuştur. İşte bu âyet ganimet âyetidir. Bu âyet Kafirlerden alınan ganimet mallarının bütün müslümanlara ait olmayıp, gazilere ait olduğunu ifade etmektedir. Resûlullâh (SAV) bu âyetle amel etmiştir.
Yine Allah Azze ve Celle: "Allah'ın (fethedilen) beldeler hakkından peygamberine verdiği ganimet Allah'ın peygamberin akrabasının yetimlerin yoksulların ve yolda kalmış kimselerindir. Taki o mal sizden zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun. Allâh'dan sakının. Doğrusu Allah'ın cezalandırması çetindir. Allah'ın verdiği bu ganimet mallan bilhassa, yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allâh'dan bir lutüf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır. Daha önceden medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler, onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler, kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar, nefsinin tamahkarlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir. Onlardan sonra gelenler, "Rabbimiz! Bizi ve bizden Önce inanmış kardeşlerimizi bağışla, kalbimizde Müminlere karşı kin bırakma, rabbimiz! Şübhesiz sen şefkatlisin, merhametlisin" derler. [Haşr sûresi: 7-8^9-10] buyurmuştur.
İşte bu âyet, ganimet âyetidir. Ganimet olarak alınan mallar ve o malların sınıfları zikredilince Hz. Ömer bu
âyetle amel ederek o malların taksim edilmeyip gelirinden ve o zaman mevcüd olan müslümanların ve sonra gelecek olan müslümanların istifade etmeleri için vakıf olarak bırakılmasına karar verdi. Bu âyeti delil göstererek Irak topraklarının vakıf olarak bırakılması görüşünü Hz. Ömer'e, Hz. Ali ile Muaz b. Cebel bildirmişlerdir. Allah Tealâ herşeyi daha iyi bilir.
İmam Ebû Yusuf un "Kitabü'İ-Harac" isimli eserinin ganimet ve haraç faslında verdiği bilgi, Ebû Ubeyd'in zikrettiği son manayı açıklamaktadır. Şöyle ki: Harb yoluyla bir yer alınınca o yer hakkında devlet başkanı muhayyerdir. O yeri ya gaziler arasına taksim eder veya gelirinden bütün Müslümanların istifade etmeleri için vakıf olarak bırakır. İşte Hz. Ömer vakıf olarak bırakmıştır.
İmam Ebû Yusuf Muhammed b*. İshak'dan o da Zühri'den rivayet ettiğine göre, Irak fethedilince arazisinin taksim edilip edilmemesi konusunda Hz. Ömer halkla istişare etti, halk taksim edilmesi görüşündeydi. Bilal İsrarlı bir şekilde taksim edilmesini istiyordu. Hz. Ömer'in görüşü ise sahiplerine bırakılarak taksim edilmemesi yönünde olduğundan "Ya Rabbi! Bilal ve arkadaşlarından beni kurtar" diye dua etti.
Bu görüş ayrılığı iki veya üç gün sürdükten sonra Hz. Ömer: "Ben delil buldum" dedi. Nitekim Allah Tealâ kitabında buyurdu ki: "Allah'ın onların mallarından peygamberine vereceği ganimete gelince, siz ona ne at koşturdunuz ne de deve! Lakin Allah peygamberlerini dilediği kimselere musallat eder. Allah her şeye kadirdir" [Haşr sûresi: 6] Resûlullâh (SAV) in Yahudi kabilesi olan Beni Nadır'ın işini bitirdiği gibi.
Sonra Allah Tealâ buyurdu ki: "Allah'ın (fethedilen) beldeler halkından peygamberine verdiği ganimet, Allah'ın, Peygamberinin, akrabasının, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalmış kimselerindir. Ta ki o mal sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. Bir de peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise ondan vazgeçin. Allah'tan korkun çünkü Allah şiddetli azap sahibidir." [Haşr sûresi: 7] bu âyeti Kerime kafirlerden alman beldeler ve köyler hakkında umumidir.
Sonra Allah Tealâ buyurdu ki: "Allah'ın verdiği bu ganimet malları, bilhassa, yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lutüf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır." [Haşr sûresi: 8] bu âyeti Kerime muhacirler hakkında olup ancak Allah Tealâ yalnız bunlarla yetinmeyerek başkalarını da ortak edip buyurdu ki: "Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler, onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı hissetmezler, kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar, nefsinin tamahkarlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir." [Haşr sûresi: 9] bu âyeti kerime bize ulaştığına göre Ensar hakkında olup yine bunlarla da yetinmeyip Rabbimiz diğerlerini de ortak edip buyurdu ki: "Bunların arkasından gelenler şöyle derler: "Rabbimiz! Bizi ve imân ile daha önce bizi geçmiş (din) kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde iman edenlere karşı kin bırakma, Rabbimiz! Şübhesiz sen şefkatlisin, merhametlisin" derler. [Haşr sûresi: 10] buyurmuştur. Bu âyeti Kerime muhacirlerden ve Ensardan sonra gelecek olan bütün müslümanlar hakkındadır. Hz! Ömer bu âyeti kerimeleri delil getirerek dedi ki: "Bu arazinin geliri bütün müslümanlar arasında ortak olması lazım gelir. Bu durumda bu araziyi gaziler arasında taksim edip de sonra gelecek olanları hissesiz bırakmamız nasıl caiz olur?" bunun üzerine bu arazinin sahiplerine bırakılmasına ve haraç alınmasına karar verildi.
İmam Ebû Yusuf demiştir ki: Hz. Ömer'in bu araziyi gaziler arasında taksim etmemesindeki muvaffakiyetinin sebebi kendisine Cenabı hakkın kitabındaki bu âyetlerin manasını ilham buyurmasıdır. Bunda bu arazilerden alman haracın bütün müslümanlara ait olması vardır. Haracın toplanmasında ve gerekli olan yerlerde kullanılmasında bütün müslüman cemaatlerin menfaatleri vardır. Şayet orduya erzak ve insanlara atiyye vermek için bu arazi vakıf olarak bırakılmasaydı, sınırlar tamir edilemez, cihada gitmesi için ordu hazırlanamaz, fethedilen memleketlerde ordu bulundurulamaz, kafirlerin tekrar ülkelerine dönmelerinden emin olunamazdı. Hayrın nerede olduğunu Allah Tealâ daha iyi bilir.
Ebû Ubeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre, Hz. Ömer Irak'ı fetheden gazileri hoşnut ettikten sonra ırak arazisini haraç arazisi olarak bıraktı. Çünkü bu arazi, âyeti Kerimenin delaleti ile gazilerin hakkıdır. Hz. Ömer onların gönüllerini hoşnut etmemiş olsaydı, onları haklarından mahrum bırakması doğru olmazdı. [59]
Hz. Ömer halife olmadan önce içki içenin cezası takdir ve tayın edilmiş belli bir sayısı olmaksızın ellerle, ayakkabılarla, elbisenin kenarlarıyla vurmaktan ibaretti. Çünkü Resûlullâh içki içenin cezasını (vurulacak dayağın sayısını) tayin etmemiştir.
Hz. Ömer halife olup, içki kullanma işi fazlalaşınca, insanlarla istişare etti, Abdurrahman b. Avf: "Hadlerin (şer'i cezaların) en hafifi seksen değnektir" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer onu emretti.
es-Saib b. Yezid'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Resûiullâh (SAV) devrinde, Hz. Ebû Bekir'in halifeliği devrinde ve Hz. Ömer'in halifeliğinin ilk başlarında içki içen bir kimse bize getiriliyordu, onun etrafında toplanıp ellerimizle, ayakkabılarımızla, hırkalarımızla dövüyorduk. Hz. Ömer'in halifeliğinin sonlarında Hz. Ömer sarhoşa kırk değnek vurdurdu. Nihayet insanlar içki içmek ve fesat çıkarmakta ileri gittikleri zaman Hz. Ömer sarhoşlara seksen değnek vurdurdu" [Bu hadisi şerifi Buhâri ve İmam Ahmet rivayet etmiştir. ]
Hz. Ali'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "ben bir kimseye had (şer'i ceza) uygularda bu sebeple ölürse ona acımam! Yalnız sarhoşa had vururken ölürse muhakkak onun diyetini veririm. Çünkü Resûlullâh (SAV) sarhoşun cezası hakkında sayısı belli bir had (şer'i ceza) tayın etmedi" [Bu hadisi şerifi -Buhâri ile Müslim rivayet etmişlerdir. ]
Hz. Ömer kendi devrinde insanların içki içmeye düşkünlüklerini ve içki cezasını az bulduklarını görünce her konuda adeti olduğu gibi bu konuda da sahabe ile istişare etti. sahabeden bazıları ona "sarhoşlara seksen değnek vurdurmasını, çünkü seksen değnek hadlerin en hafifi olan iftira haddi olduğunu" bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Ömer de onu emretti.Enes b. Malik'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) a içki içmiş bir adam getirildi de ona iki hurma dalı ile kırk kadar dayak vurdurdu. " Enes "bunu Hz. Ebû Bekir tatbik etti. Hz. Ömer halife olunca insanlarla istişare etti de, Abdurrahman b. Avf: "hadlerin en hafifi olan seksen (değnek) i vur!" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer de onu emretti" [Bu hadisi şerifi Buhâri ile Müslim rivayet etmiştir.] lafız Müslimin'dir.
İbn-i Dakik İyd demiştir ki: "Bunda hükümler hakkında istişare edileceğine ve hükümlerde İctihad ile .amel edileceğine dair delil vardır"
Denildi ki: Hz. Ömer'e sarhoşa seksen değnek vurulmasını bildiren Ali b. Ebû Talib idi.
Kıyas ve İstihsan ile hüküm vermenin caiz olduğunu kabul eden âlimler bunu delil olarak gösterdiler.
İmam Malik "el-Muvatta" isimli eserinde şu hadisi şerifi tahric etmiştir: "Hz. Ömer, içki hakkında istişarede bulundu. Ali b. Ebû Talib, Hz. Ömer'e "sarhoşa seksen değnek vurulması kanaatindeyiz. Çünkü bu adam içerse sarhoş olur, sarhoş olursa saçmalamaya başlar, saçmaladı mı iftira eder" dedi. Hz. Ömer bunun üzerine içki içene seksen değnek vurdurmağa başlamıştır. "
ibn-i Hacer: "Bu hadis münkatidir." demiştir. Nesei ile Tahavi ise: "Bu hadis muttasıldır. " Demişlerdir.
İbn-i Hazım bu hadisi inkar ederek: "Bu hadisin manası kabul edilemez, çünkü bu hadis de sarhoş saçmaladı mı iftira eder denilmektedir. Halbuki saçmalayan kimsenin sözü iftira sayılmaz. Zira o kimsenin kasdı yoktur, kasıdsız söz iftira olmaz" demiştir.
Sahih ve sabit olan hadisi şerife göre, Hz. Ömer'e sarhoşlara seksen değnek vurulmasını bildiren Abdurrahman b. Avf dır. Nitekim bu hadisi şerifi Buhâri ile Müslim rivayet etmiştir.
Hz. Ömer'in halk ile istişarede bulunmasının sebebi Ebû Davud ile Nesei'nin tahric ettikleri bir rivayete göre: Halid b. Velid'in, Hz. Ömer'e "Halk içkiye düştü, cezayı hiçe sayıyorlar" diye yazması olmuştur. Hz. Ömer'in yanında muhacirler ve ensar bulunuyordu. Meseleyi onlara sordu, hepsi seksen değnek vurulmasında icma ettiler. Bu icma rivayeti orada hazır bulunanların icma'i dır. Çünkü içkinin haddi hakkında ihtilaf vardır. Bu ihtilaf âlimler arasında hala devam etmektedir. [60]
Riba iki kısımdır: Riba-i fazl, Riba-i Nesie. Riba-i fazl: tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi karşılığında peşin olarak ziyadesiyle satılmasıdır. Beş ölçek buğday verip, altı ölçek buğday almak veya ikiyüz gram altın verip ikiyüz üç gram almak gibi.
Riba-i Nesie: bu da tartılan veya ölçülen şeylerin birbiri karşılığında veresiye olarak ziyadesiyle değiştirilmesidir. Kışın yirmi ölçek buğday verip, harman zamanı yirmibeş ölçek buğday almak gibi.
Allah Tealâ ribayı şu âyeti Kerimesiyle haram kılmıştır: "Halbuki Allah alış verişi helal, ribayı (faizi) haram kılmıştır" [Bakara sûresi: 275]
Allah ve Resulü tarafından faizcilere harb ilan edilmiştir: "Ey iman edenler! Allâh'dan korkun ve eğer gerçek Müminlerseniz faiz hesabından kalanı almayın. Bunu yapmazsanız o halde Allah ve Resulünden (ilan edilmiş) bir harb bulunduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa uğramamış olursunuz. Şayet borçlu sıkıntıda ise o halde (avucu) genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Bununla beraber eğer bilirseniz alacağınızı sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır" [Bakara süresi: 278-279-280]
Cahiliyyet devrinde bilinen faiz, ziyade almak şartıyla, vadeli borç vermekti. Alınan ziyade, vakitten beklediği müddetin karşılığı idi. Bundan dolayı bu faize "Riba-i Celi=açık faiz" veya "Riba-i düyun" borç faizi" veya "Riba-i nesie= geciktirme faizi" denir. Bu şekildeki Riba'nın haram olmasında ihtilaf yoktur. İşte bugün dünyanın her yerinde bankaların umumiyetle yaptıkları faizcilik budur. Allah Tealâ bunu Müslümanlara ve diğer milletlere haram kılmıştır.
Riba-i fazl-ın haram olmasında ihtilâf vardır. İbn-İ Abbas: "Haram kılınan faiz, veresiye olan faizdir. Riba-i fazl caizdir, bu haram değildir" demiştir. Ona bu konuda Üsame b. Zeyd, Zeyd b. Erkam, İbn-i Zübeyr gibi bazı sahabiler katılmışlardır.
İbn-i Kudame "el-Muğni" isimli eserinde demiştir ki: Riba-i fazlın haram olup olmamasında sahabe arasında ihtilaf vardır.
Rivayet edildiğine göre, İbn-i Abbas, Usame b. Zeyd, Zeyd b. Erkam ve İbn-i Zübeyr, Resûlullâh (SAV) in: "Veresiyeden başka faiz yoktur" ve: "Faiz ancak veresiyede vardır." Hadis-i şeriflerini delil getirerek Riba-i fazl'daki ziyadenin haram olmadığım ve Riba-i nesie deki ziyadenin haram olduğunu söylemişlerdir. Sonra İbn-i
Kudame devam ederek şöyle demiştir: "Peşin faiz haram değildir, veresiye faiz haramdır" diye meşhur olan söz, İbn-i Abbas'ın sözüdür. İbn-i Abbas bu sözünden cemaatın peşin faizde haramdır, veresiye faizde haramdır sözüne dönmüştür. [İbn-i Abbas'ın delil getirdiği hadisleri Buhâri ile Müslim rivayet etmiştir.]
Ubade b. Samit'den rivayet edildiğine göre, Resûlullâh (SAV): "Altının altınla, gümüşün gümüşle, buğdayın buğday ile, arpanın arpa ile, hurmanın hurma ile, tuzun tuzla, satışı miktar fazlalığı olmadan, misli misline ve elden ele derhal verip almakla yani veresiye değil peşin olarak yapılır. Cinsleri değişirse peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın" buyurmuştur.
Ebû Said-i Hudri'nin rivayetinde: "kim fazla alır veya fazla verirse muhakkak faiz yapmış olur. Faizi alan da veren de günah da eşittir" buyurulmuştur. [Bu hadisi Buhâri ile Müslim rivayet etmişlerdir. ]
Riba-i fazl-ın (peşin faizin) haram olması hakkında tabiinin kesin olarak icmaı vardır. Bu icma İbn-i Abbas ve diğerlerinin sözlerini geçersiz kılmıştır. [61]
Ömer b. Hattab daha önce bir defada üç talakla boşamak, bir talakla boşamak sayılırken bunu üç talakla boşamak saydı.
İmam Müslim "sahih" isimli eserinde Tavüs'dan o da İbn-i Abbas'dan rivayet etmiştir. İbn-i Abbas demiştir ki: Resûlullâh (SAV) ile Hz. Ebû Bekir devrinde ve Hz. Ömer'in hilafetinin ilk iki senesinde bir defada üç talakla boşamak, bir talakla boşamak sayılıyordu. Sonra Ömer b.Hattab: "insanlar gerçekten acele etmemeleri gereken bir işde acele etmektedirler, bunu onlara geçerli saysak ya?" dedi. Ve ashab-ı kiramı toplayıp istişare ettikten sonra bunu geçerli saydı.
Bir rivayette Ebü's-Sahba, İbn-i Abbas'a: "Bize bir şeyler anlat bakalım. Resûlullâh (SAV) ile Hz. Ebû Bekir devrinde üç talakla boşamak, bir talakla boşamak sayılmaz mıydı?" dedi. İbn-i Abbas: "evet öyle idi. Fakat Hz. Ömer'in hilafet zamanında insanlar talaka düşkünlük gösterince o da, o zamana kadar bir defada üç talakla boşama bir talak sayıldığı halde onu üç talak saymıştır. Senin de bildiğin gibi Hz. Ömer insanların bir defa da üç talakla boşamalarını menetmek için böyle yaptı. Çünkü insanlar Allah Tealâ'nın kendilerine yasakladığı şeye düşkünlük göstererek bu cezayı hak ettiler. Hak ettikleri cezanın gereği kendilerine uygulandı. Çünkü sünnet üzere boşamada karı ile kocaya anlaşma fırsatı verilir. Şöyle ki: karısı hayız'dan temizlenince onunla cinsi yakınlıkta bulunmadan onu bir talakla boşar ve iddeti son buluncaya kadar onu terk eder" diye cevap verdi.
Bir defada üç talakla boşamanın üç talakla boşanmış sayılması konusunda sahabe ittifak etmemişlerdir. Bu konuda sahabe'nin çoğunluğu Hz. Ömer'e katılmışlar fakat Hz. Ali, Ebû Musa, İbn-i Abbas, Zübeyir b. Avvam, Abdurrahman b. Avf, gibi bir kısım sahabe bu konuda Hz. Ömer'e karşı çıkmışlardır.
Bu konuda âlimlerin değişik görüşleri vardır. Meşhur olanlar şunlardır:
Birinci görüş: Bir adam karısını bir sözle üç talakla boşarsa, karısına cinsi yakınlıkta bulunmuş olsun veya olmasın üç talakla boş olur.
İkinci görüş: Bir adam, karısını bir sözle üç talakla boşarsa, karısına cinsi yakınlıkta bulunmuş olsun veya olmasın bir talak boş olur.
Üçüncü görüş: Bir adam, karısını bir sözle üç talakla boşarsa, karısına cinsi yakınlıkta bulunmuşsa üç talak, bulunmamışsa bir talak boş olur.
Dördüncü görüş: Bir adam, karısını bir sözle üç talakla boşarsa, boş olmaz, çünkü bu şekilde boşamak bid'attır, haramdır. [62]
Ramazanda Teravih namazına insanları toplayan Hz. Ömer'dir.
Resûlullâh (SAV) in Ramazanda Teravih namazını kıldığı ve sahabesine cemaatle kıldırdığı ve sonra onlara farz kılınmasından korktuğu için mescide çıkmadığı rivayet edilmiştir.
Resûlullâh (SAV) in zamanında, Ebû Bekir'in hilafeti zamanında, Ömer'in hilafetinin ilk zamanlarında insanlar teravih namazım tek başına kılıyorlardı.
Hz. Ömer bir ramazan gecesi çıktı, mescidde insanların dağınık olarak teravih namazı kıldırdıklarını gördü ve: "Bunları bir imam'ın arkasında toplasam ya!" dedi. Übey b. Kab'a ramazanda cemaate namaz kıldırmasını emretti. Sonra Hz. Ömer başka bir gece çıktı, insanların Übeyy b. Kab'ın arkasında cemaat olduklarını görünce, memnun oldu. Nitekim Hz. Ömer ramazanda ve ramazanın dışında onbir rekat olan nafile namazı yirmi rekata veya daha fazlaya çıkarmıştır. Fakat teravih namazının yirmi rekat olmasında ittifak yoktur.
Buhâri ve Müslim'de, Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, "Resûlullâh (SAV) geceleyin (evden) çıkarak mescidde namaz kıldı. Bazı kimselerde onun namazına uyarak namaz kıldılar. Derken halk bu mesele üzerine konuşmaya başladılar. Bu yüzden öncekinden daha çok cemaat toplandı, Resûlullâh (SAV) ikinci gece dahi mescide çıktı ve cemaat (yine) bunun üzerine konuşmaya başladılar derken üçüncü gece mescidin cemaatı çoğaldı Resûlullâh (SAV) yine çıkarak cemaate namaz kıldırdı, dördüncü gece olunca artık mescid cemaatı almaz oldu. Resûlullâh (SAV) cemaate çıkmadı. Nihayet sabah namazına çıktı. Sabah namazını eda edince cemaate doğru döndü, sonra şehadet getirerek şöyle buyurdu: "Bundan sonra (malumunuz olsun ki) geceki durumunuz bana gizli kalmış değildir. Fakat ben gece namazı size farz kılınır da onu kılamazsınız diye endişe ettim." Müslimin rivayetinde sahabenin Resûlullâh (SAV) a uyarak cemaat halinde kıldıkları namaz ramazan da idi. Buhâri'nin rivayetinde Resûlullâh (SAV) vefat etti, bu mesele bu minval üzere kaldı.
Buhâri'nin Abdurrahman b. Abdü'l-Kari'den rivayet ettiğine göre, Abdurrahman demiştir ki: Ömer b. Hattab ile birlikte bir ramazan gecesi çıkıp mescide gittik. Bir de ne görelim. İnsanlar darmadağınık olarak mescidde teravih namazı kılıyorlardı. Kimi tek başına kılıyor, kimi de arkasında kendisine uyan cemaate kıldırıyordu. Bunu gören Hz. Ömer: "bunların tek bir imam arkasına topla-sam daha iyi olur sanıyorum" dedi ve buna karar verdi. Ertesi günü Übeyy b. Kab'ı teravih imamı tayın edip cemaatı onun arkasına topladı. Teravih namazı böylece cemaatle kılınmaya başlandı. Başka bir gece yine Ömer b. Hattab'la mescide çıktım. İnsanlar imamları Übeyy b. Kab' ile beraber namaz kılıyorlardı. Hz. Ömer: "Şu teravihin böyle cemaatle kılınması her bakımdan ne güzel bid'at (adet) oldu." diye sevincini açıkladı. Ve: "Fakat namazlarını gecenin sonuna bırakıp da şimdi uyuyanlar, şimdi namaz kılanlardan daha efdaldirler" sözünü de ilave etti. Hz. Ömer bu namazın gecenin sonunda kılınmasının efdal olduğunu kastediyordu. İnsanlar ise gecenin evvelinde kılıyorlardı.
Hafız İbn-i Hacer "el- Feth" isimli eserinde demiştir ki: "bid'at aslında daha önce benzeri bulunmayan bir şeyin ihdas edilmesi ve ortaya konulmasından ibarettir. Şeri'atta bid'at, sünnete zıd ve aykırı olan şeye denir. Bu bid'at mezmum (yerilmiş ve kötü)dür. Gerçek şudur ki, eğer bid'at şeri'atta güzel görünen bir şeyin altına giriyorsa o bid'at iyidir. Eğer bid'at şeriatta çirkin görülen bir şeyin altına giriyorsa o bid'at kötüdür çirkindir. Eğer bid'at şeriatta güzel görülen veya çirkin sayılan şeylerden hiçbirinin altına girmiyorsa o bid'at mubah kısmındandır. Bazı âlimlere göre, bid'at, beş kısma ayrılır. "
imam Malik'in "Muvatta" ında Yezid b. Rûman'dan rivayet edildiğine göre, "İnsanlar Hz. Ömer zamanında ramazanda teravih namazını yirmi üç rekat kılıyorlardı"
Buhâri ve diğer hadis kitaplarında Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, Hz. Aişe demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) ramazanda ve başka zamanlarda (geceleyin) onbir rekattan fazla namaz kılmazdı. Dört rekat kılar, artık o dört rekatın güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra dört daha kılar. Bunlarında güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra üç rekat kılardı. "
Hz. Ömer, Resûlullâh (SAV) in ramazanın üç gecesinde mescidde kendine uyarak namaz kılanlara ses çıkarmamasından teravih namazının cemaatle kılınmasının meşru olduğunu çıkarmıştır.
Resûlullâh (SAV), insanlara teravih namazının farz kılınmasından endişe ettiği için cemaate kıldırmaya devam etmedi. Resûlullâh (SAV) vefat edince teravihin farz kılınma endişesi kalmadı. Teravih namazını herkesin kendi başına kılması birlik ve beraberliklerine zarar vereceğinden korktuğu için Hz. Ömer teravihin cemaatle kılınmasını uygun gördü. Zira bir imamın arkasında cemaat olarak toplanmak namaz kılanlardan birçoğunun neşesini arttırır. [63]
Sahabe eşlerden birinin hür olup, diğerinin hür olmaması halinde talakın adedinin iki veya üç olması erkeğe göre midir, yoksa kadına göre midir? Bu konuda ihtilaf etmişlerdir.
Osman b. Affan, Zeyd b. Sabit, Ömer b. Hattab ve İbn-i Abbas: Talakın adedi erkeklere bağlıdır. Çünkü boşayan ve nikah bağını ellerinde bulunduran onlardır. Bundan dolayı hür olan bir erkeğin talakının adedi üçtür. Karısı gerek hürre olsun, gerekse cariye olsun. Köle olan bir erkeğin talakının adedi ikidir. Karısı gerek hürre olsun gerekse cariye olsun. Bu yüzden bir köle, hürre olan karısını iki talakla boşadığında kendisine haram olur" demişlerdir.
Hz. Ali ve İbn-i Mes'ûd bunlara karşı çıkarak: "Talakın adedi kadınlara bağlıdır, hürreler hakkında üç, cariyeler hakkında ikidir. Çünkü boşama işi kadınlar üzerine uygulanır. Bundan dolayı hür olan bir erkek cariye olan karısını iki talakla boşadığında kendisine haram olur" demişlerdir. [64]
Allah Tealâ: "Kadınlarınızdan hayızdan kesilenler hakkında şüphelendinizse onların iddeti üç aydır. Henüz hayız görmiyenler de öyle. Hamile kadınların iddetleri ise çocuklarını doğurmaları ile biter. " [Talâk sûresi: 4] ve: "Sizden vefat edenlerin geride bıraktıkları eşleri kendiliklerinden dört ay on gün beklerler." [Bakara sûresi: 234] buyurmuştur.
Resûlullâh (SAV) in ashab-i kiramından bazıları: "Allah Tealâ: "Boşanan kadınlardan hamile olanların iddeti doğurmalarıdır ve kocaları ölen kadınların iddeti de dört ay on gündür" diye zikretti. Buna göre, kocası ölen hamile bir kadın, ölüm iddeti' ile doğum iddetini beraber bekler. Yani; bu kadın iki iddetten hangisi uzun sürerse onu bekler. Çünkü doğurmakla iddetin bitmesi hakkındaki âyet, yalnız boşanan kadınlar hakkındadır" demişlerdir.
Rivayet edildiğine göre, bu görüşte olanlar Hz. Ali, İbn-i Abbas ve Ebü'n-NaiPdir.
Ashab-ı kiramdan diğerleri ise: "Kocası ölen hamile bir kadının iddeti doğum yapması ile biter." demişlerdir.
İbn-i Mes'ud'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Her kim isterse onunla iddiaya girerim ki, "Kısa Nisa sûresi (yani talak sûresi) uzun Nisa süresinden (Bakara sûresinden) sonra inmiştir." Bunun izahı: Talâk süresindeki "Hamile kadınların iddetleri doğum yapmalarıyla biter" âyeti, kocası ölen kadının iddetini bildiren "içinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler" âyetinden sonra inmiştir. Bu sebeble kocası ölen hamile kadın çocuğunu doğurunca evlenmesi helal olur.
Ümmü Seleme'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Eslam kabilesinden Sübey'a kocasının nikâhında idi, o hamile iken kocası öldü. Bunun üzerine Ebü's-Senâbil b. Ba'kek onunla evlenmek istedi. Fakat Sübey'a onunla evlenmeyi kabul etmedi Ebü's-Senâbil, Sübey'a'ya "Sen ölüm iddeti ile hamile iddetinden hangisi uzun sürerse onu beklemeden evlenmen doğru değildir" dedi. Sübey'a on gün kadar bekledi, sonra doğum yaptı, sonra Resûlullâh (SAV) a gelerek durumunu sordu. Resûlullâh (SAV): "Evlen" buyurarak evlenmesine izin verdi. "
Diğer bir rivayette Sübey'a demiştir ki: "Resûlullâh (SAV), bana çocuğumu doğurduktan sonra evlenmemin helal olduğunu söyledi ve talibin çıktığında evlen" buyurdu. [Bu hadisleri Buhâri, Müslim, Nesei rivayet etmişlerdir. [65]
İlâ lûgatta, mutlak surette yemin manasına gelir. Şeri'atta ise, bir kimsenin karısına dört ay veya daha fazla yaklaşmayacağına yemin etmesidir. Nitekim Teâla Hazretleri: "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer (yeminlerinden) dönerlerse bilsinler ki, Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir, (yok) eğer boşamaya karar verdi iseler (onu yerine getirsinler) şübhesiz Allah işitici ve bilicidir." [Bakara sûresi: 226-227] buyurmuştur.
Sahabeden birçokları: "Dört ay geçince ilâ'yı yapan durdurulur ya karısına döner veya onu boşar" demişlerdir. Buhâri'nin rivayet ettiğine göre, bu görüş, îbn-i Ö-mer'indir. Yine Buhâri: "Bu görüş, Hz. Osman, Hz. Aii, Ebü'd-Derda, Hz. Aişe ve oniki sahabeden rivayet edilmiştir" demiştir. Sahabeden diğerleri ise, "dört ay bitince talâk vaki olur. " demişlerdir. Bu görüş ise îbn-i Mes'ûd, Zeyd b. Sabit ve Hz. Ali'nin görüşüdür.
İbn-i Ömer'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Dört ay geçince ilâ'yı yapan boşayıncaya kadar durdurulur. Boşamadıkça karısı boş olmaz." [Bu hadisleri Buhâri, rivayet etmiştir.]
Yine Buhâri "Hz. Osman. Hz. Ali, Ebü'd-Derda Hz. Aişe ve sahabeden oniki zatında bu görüşde oldukları rivayet edilmiştir." demiştir.
Ahmet b. Hanbel'in rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz, Ali ve İbn-i Ömer: "Karısına dört ay yaklaşmamaya yemin eden kimse dört ay geçtikten sonra durdurulur; ya karısına döner veya onu boşar" demişlerdir. Taberi'nin rivayet ettiğine göre, Hz. Ali, Ibn-i Mes'ûd, Zeyd b. Sabit: "dört ay geçip karısına dönmediği takdirde, karısı talâk-ı bain ile boş olur" demişlerdir. Bunun benzeri İbn-i Abbas'dan da rivayet edilmiştir.
İlâ'yı yapanın "durdurulması" ile ya karısına dönmesi veyahut onu boşaması murad edilmiştir. [66]
Ömer b. Hattab "üç talakla boşanan kadına nafaka ve mesken verilir" diye fetva vermiştir. Kays'ın kızı Fatıma beni kocam üç talâkla boşadıktan sonra Resûlullâh (SAV)a gittim. Resûlullâh bana: "senin ondanafaka ve mesken hakkın yoktur" buyurdu. Fatıma'mn bu hadisi Hz. Ömer'e anlatınca Hz. Ömer: "Biz bellediğini ve unuttuğunu bilmediğimiz bir kadının sözü ile ne Rabbimizin kitabını bırakırız ne de peygamberimizin sünnetini!" demiştir. Nitekim Allah Tealâ: "Onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasmlar, meğer ki, açık bir edepsizlik yapmış olsunlar" [Talâk sûresi: 1]
Sahabeden bazıları: "Kays'ın kızı Fatıma'nm hadisini delil göstererek üç talâkla boşanan, kadının nafaka ve mesken hakkı yoktur" demişlerdir.
Kays'ın kızı Fatıma'nm hadisinde şu ifadeler vardır: Kocası, Fatıma'yı gıyaben talâk-ı bain ile boşamış da vekili ile ona arpa göndermiş Fatıma buna razı olmamış. Fakat vekili: "Vallahi senin bizde hiçbir hakkın yoktur" demiş. Bunun üzerine Fatıma Resûlullâh (SAV) a gelerek bu meseleyi ona anlatmış. Resûlullâh (SAV) da: "Senin onda nafaka ve mesken hakkın yoktur" buyurmuş ve iddetini Ümmü Şerik'in evinde geçirmesini emretmiş.
Sahabeden bazıları da: "Üç talâkla boşanan kadına nafaka ve mesken verilmez ancak hamile olursa verilir. Çünkü Cenab-ı Hak "eğer hamile iseler çocuklarını doğuruncaya kadar nafakalarını verin" buyurmuştur" demişlerdir.
Bu meselenin incelenmesi: bir kimse karısını boşadığı vakit ya talâk-ı ric'i ile boşar veya talâk-ı bain ile boşar. Eğer talâk-ı ric'i ile boşamışsa boşanan kadına ittifakla nafaka ve mesken verilir. Çünkü talâk-ı ric'ide nikah mülkü devam etmektedir. Eğer talâk-ı bain ile boşamışsa boşanankadına bakılır, eğer hamile ise ittifakla ona nafaka verilir. Çünkü Hak tealâ: "Eğer hamile iseler çocuklarını doğuruncaya kadar nafakalarını verin" buyurmuştur. Eğer hamile değilse ona nafaka verilmesinde ihtilaf vardır.
Sabit olan şudur ki Resûlullâh (SAV) ile Hz. Ebû Bekir'in devirlerinde nafaka verilmiyordu. Kays'ın kızı Fatıma'nm hadisi bunu bildirmektedir.
Kays'ın kızı Fatıma'dan Müslim, Muvatta'da İmam Malik, Ebû Davud, Tirmizi, Nesei rivayet etmişlerdir. Fatıma demiştir ki: Kocası Hafs'ın oğlu Ebû Amr kendisini gıyaben talak-ı bain ile boşamış da vekili ile Fatıma'ya arpa göndermiş, fatıma buna razı olmamış fakat Ebû Amr'in vekili: "Vallahi senin bizde hiçbir hakkın yoktur" demiş.
Bunun üzerine Fatıma Resûlullâh (SAV) a gelerek bu meseleyi ona anlatmış. Resûlullâh (SAV): "Senin onda nafaka hakkın yoktur" ve diğer bir rivayette "Senin onda nafaka ve mesken hakkın yoktur" buyurmuş. Diğer bir rivayette ise: "Kocam beni talâk-ı bâin ile boşadı. Bende onu mesken ve nafaka konusunda Resûlullâh (SAV) a dava ettim. Ama bana ne mesken verdi ne nafaka"
Tealâ hazretleri: "Rabbiniz Allâh'dan korkun, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasmlar meğer ki, açık bir edepsizlik yapmış olsunlar" ve: "(Boşadiğınız) o kadınları gücünüz yettiği kadar kendi oturduğunuz yerde oturtun, bir de üzerlerine tazyik yapmak için onlara zarar vermeye kalkışmayın." [Talâk sûresi: 1-6) buyurmuştur.
Hz. Ömer, bu iki âyetin umumundan talâk-ı ric'i veya talak-ı bainle boşamak arasında fark olmadığını anlamış, talak-ı bain ile boşanan kadına nafaka ve mesken verilmesine hükmetmiştir.
Kays'ın kızı Fatıma: "Kocam beni talâk-ı bain ile boşadı. Resülullah (SAV) bana nafaka ve mesken vermedi" demiştir. Fatıma'nın bu hadisi Hz. Ömer'e anlatılınca Hz. Ömer: "Bellediğini veya unuttuğunu bilmediğimiz bir kadının sözü ile Rabbımızın kitabını bırakamayız. Çünkü Allah Tealâ: "Onları evlerinden çıkarmayın" buyurmuştur, demiştir.
Bazı rivayetlerde "Peygamberimizin sünnetini biraka-ma-yız" ziyadesi vardır. Fakat bu ziyade sahih değildir. Çünkü Fatıma'nın hadisinde sabit olan sünnet peygamberimiz Fatıma'ya nafaka ve mesken vermemesidir.
Talâk-ı bâin ile boşanan kadına nafaka ve mesken verilmesi konusunda Hz. Ömer'e, Hz. Aişe, İbn-i Mes'ûd ve İbn-i Ömer katılmişlardır. Ashabdan bazıları ise Hz. Ömer'in bu görüşüne katılmamışlardır.
Ebû Hanife, Hz. Ömer'in görüşünü almıştır. İmam Malik ile İmam Şafii "Taiâk-ı bain ile boşanan kadına mesken verilir, nafaka verilmez" demişlerdir.
Ebû Sevr, İbn-i Ebi leylâ "Talâk-ı bain ile boşanan kadına nafaka ve mesken verilmez, çünkü yukarıda geçen âyet talâk-ı bain ile boşanan kadına şamil değildir" demişlerdir. [67]
Sahabe sahih dedenin ölünün kardeşleri ile mirasçı olmasında ihtilaf etmişlerdir.
İbn-i Mes'ûd "Ölünün kardeşleri sahih dede ile mirasçı olur" demiştir. Bu görüş Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Fakat bunlarda kendi aralarında ölünün kardeşlerinin mirasçı olmalarının keyfiyetinde ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir. Hz. Aişe, İbn-i Zübeyr, İbn-i Abbas, İmran b. Husayn, Abdullah b. Ukbe, sahih dedeyi baba gibi kabul ettiler ve ölünün kardeşlerini mirasdan düşürdüler. [68]
Muaz b. Cebel, İbn-i mes'ûd, H. Ömer, Hz. Ali ve Zeyd b. Sabit gibi sahabeden pek çoklarından rivayet edildiğine göre, ölünün anne ve baba bir kız kardeşleri veya baba bir kız kardeşleri kendi kızları ile birlikte asabe olurlar.
Kızları terikeden hisselerini aldıktan sonra, terikeden geri kalanı kızkardeşlerine verilir. Çünkü ölünün kız kardeşleri için ölünün kızları ile birlikte belirli bir hisseleri yoktur.
İbn-i Abbas'dan rivayet edildiğine göre, İbn-i Abbas Ölünün kızkardeşlerini ölünün kızları ile birlikte asabe kılmamış ve: "Ölünün bir kızı ile bir kızkardeşi bulunsa kızına terikenin yarısı verilir kızkardeşine hiçbir şey verilmez" demiştir.
İbn-i Abbas'a: "Hz. Ömer senin söylediğinin hilafına hükmederek kızkardeşine de terikenin yarısını verdi" denildiğinde İbn-i Abbas : "Siz mi daha iyi bileceksiniz yoksa Allah'ını?" demiştir. İbn-i Abbas bu sözü ile Allah Tealâ'nın şu âyetini murad etmiştir: "Şayet çocuğu olmayıp bir kızkardeşi bulunan kimse ölürse bıraktığının yarısı kızkardeşe kalır." [Nîsâ sûresi: 176]
İbn-i Abbas: "Kız kardeş, ölünün çocuğu bulunmaması şartıyla mirasçı kılınır" demiştir.
Sahabe, kelâle (babası ve çocuğu olmayan kimse) nin mirası ve diğer miras meseleleri hakkında ihtilaf etmişlerdir. [69]
Bu meseleyi kabul edenlere göre dört şartın bulunması gerekir:
1- Ölünün kocası
2- Ölünün anası ve babaannesi veya anneannesi
3- Ölünün anabir kardeşlerinin iki veya fazla olması.
4- Ölünün asabe olan ana ve baba bir kardeşlerinin olması
Bu mesele ilk defa Hz. Ömer'e sorulmuş, muayyen sehim sahipleri hisselerini alınca terikeden bir şey kalmamış ve asabe olan anabababir kardeşlerine mirasdan bir şey vermemiştir.
İkinci sene Hz. Ömer'e aynı meselenin benzeri sorulmuş bu sefer anabir kardeşler ile ana baba bir kardeşleri birlikte miras alacaklarına hükmetmiş ve mirasın üçde birini bunlar arasında eşit olarak taksim etmiştir, bunun üzerine ilk vermiş olduğu hükümden sorulunca Hz. Ömer: "O zamanki verdiğimiz hüküm öyle, şimdiki verdiğimiz hüküm böyledir" demiştir. Bu konuda Hz. Ömer'e, Zeyd b. Sabit, Osman b. Affan, İbn-i Mes'ûd ve diğer sahabelerden bazıları da katılmışlardır. Bu görüş İmam Malik ile İmam Şafii'nin mezhebidir. Bu konucL Hz. Ömer'e, Ali b. Ebû Talib, Übeyy b. Ka'b, Ebû Musa el- Eş'ari bir rivayette İbn-i Abbas katılmamışlardır. Bunlara göre, anababa bir kardeşlerine mirasdan bir şey verilmez. Bu görüş de Ebû Hanife ile İmam Ahmet'in mezhebidir. [70]
Avil, farz sahiplerine verilen sehimlerin toplamına malın (terikenin) yetmemesi yani, farz sahiplerinin sehimleri fazla olup ellerine geçen hisselerin az olmasıdır.
Feraizin bütün meseleleri üç kısımdır:
1- Âdile: Farz sahiplerine verilen sehimlerin ellerine geçen hisselere eşit olmasıdır, yani terikenin sehimlerinden ziyade ve eksik olmamasıdır.
2- Kasıra: Farz sahiplerinin sehimleri az olup kendilerine verilen hisselerin çok olmasıdır. Bu meseleye "Reddiye" denir.
3- Aile = Avliye: Farz sahiplerinin sehimlerinin çok olup kendilerine verilen hisselerin az olmasıdır. Avliyye, reddiyyenin zıddıdır.
İlk avil meselesi şöyle meydana çıkmıştır: Hz. Ömer zamanında bir Kadın ölmüş. Varis olarak kocası ile iki kız kardeşi kalmış. Bu mesele Hz. Ömer'e sorulmuş, Hz. Ömer önce ne yapacağını bilememiş, sonra ictihad edip avil ile hükmetmiştir.
Denildi ki: İlk avil meselesi Hz. Ömer zamanında meydana gelmiştir. Şöyle ki: bir kadın ölmüş, varis olarak kocası, kızkardeşi ve anası kalmıştır. Resûlullâh (SAV) zamanında ve Ebû Bekir zamanında, avlin bulunduğu nakledilmemiştir. Avil meselesi ilk defa Hz. Ömer zamanında meydana gelmiştir. Hz. Ömer sahabeyi toplamış ve onlara: "Allah Tealâ ölünün kocası için terikenin yarısının verilmesini iki kız kardeşi için terikenin üçte ikisinin verilmesini farz kılmıştır. Eğer ben önce kocanın hakkını verirsem iki kız kardeşin hakkı tam olarak kalmıyor, eğer ben iki kız kardeşin hakkını verirsem kocanın hakkı tam olarak kalmıyor o halde bu mirası nasıl taksim yapacağımı bana söyleyin" demiştir. Bunun üzerine Hz. Abbas ona avil yapmasını söylemiştir.
İmam Zühri'nin Îbn-İ Abbas'dan rivayet ettiğine göre ibn-i Abbas demiştir ki: "Feraizde avil ile hüküm veren ilk Hz. Ömer'dir. Yukarıda geçen mesele Hz. Ömer'e sorulmuş, varislerin hisseleri birbiriyle uyum sağlamadığını görmüş, bunun üzerine Hz. Ömer varislere "Vallahi Allah Tealâ hanginizi Öne geçirdiğim ve hanginizi geriye
bıraktığını bilmiyorum?" demiş. Hz. Ömer çok takva sahibi bir kimseydi. Hz. Ömer varislere "Terikeyi size hissenize göre taksim etmekten ve her hak sahibine hissesine göre eksik vermekten başka çare bulamıyorum" demiştir.
Hz. Ömer'in bu görüşüne Hz. Ali, Hz. Abbas, İbn-i Mes'ûd, Zeyd b. Sabit gibi sahabenin çoğunluğu katılmıştır. Ancak İbn-i Abbas buna karşı çıkarak: "Feraiz sahiplerinin bazısı miras almada bazısından daha kuvvetlidir. Bu yüzden bazısı hiçbir zaman mirasdan düşmeyi kabul etmez, bazısı ise mirasdan düşmeyi kabul eder. Şüphe yok ki, mirasdan düşmeyi kabul etmeyenler mirasdan düşmeyi kabul edenlerden daha kuvvetlidir. Buna göre, miras almada zayıf olanlardan önce, miras almada kuvvetli olanlar sehimlerini almaya daha lâyıktır. Miras almada kuvvetli olanlar sehimlerini aldıktan sonra geri kalan terike diğer varisler arasında taksim edilir. Avil yapmaya ihtiyaç duyulmaz." demiştir. Rivayet edildiğine göre, İbn-i Abbas bu görüşünü Hz. Ömer'in vefatından sonra açıklamıştır. [71]
İslam şeriatının delillerinden sübutu kesin, manaya delaleti zannî, veya sübutu da manaya delâletleri de zannî olanlar, içtihada konu olurlar. Bu delillerden şeri'atın umumi kaidelerinin ve hem sübutu, hemde manaya delaleti kesin olan âyetlerin ve hadislerin ışığı altında lûgâvi delalet vecihlerinden bir vecih ile hüküm çıkarılır, insanlar yeni bir meseleyle karşılaştıklarında o mesele hakkında ya hiçbir delil yoktur veya vardır. Fakat her müctehid o yeni meselenin hükmünü bilmek için çalışır
ve kendi görüşünü ortaya koyar, bu yüzden hükümde birlik sağlanamaz.
Delillerin manalarına delâlet vecihleri çeşitli olduğundan akıllar ve anlayışlar da farklı olduğundan müctehidler bir hüküm üzerinde birleşemezler ve tabii olarak bir hükümde ihtilâflar meydana gelir.
Allah Tealâ, fazlu keremiyle bu ümmetin dinini, akidenin, ibadetin ve şeri'atın kaidelerinin asılları hakkında ihtilâf konusu olmayan hem sübutu, hem de manası kesin olan âyeti kerimeleriyle korumuştur. İhtilâf ancak -fer'i meselelerde olur.
Alimlerden bazıları: Fer'i meselelerdeki ihtilâfın zararı yoktur. Bilâkis bu ihtilâf şeri'atın güzelliklerindendir. Bu ihtilaf övülür. Şeri'atın kolaylığını, hükümlerinin genişliğini bildirir. İslâm fıkhına tazelik ve canlılık kazandırır. Bu âlimler bu görüşlerini şu iki delil ile destekliyorlar:
Birinci delilleri: Selâm b. Süleyman tarikiyle rivayet edilen hadisdir. Selâm b. Süleyman Haris b. Idın'dan, o da Ameş'den, o da Ebû Süfyan'dan, o da Cabir'den Cabir de merfû olarak Resûlullâh (SAV) dan rivayet etmiştir.
Resûlullâh (SAV) buyurmuş ki; "Benim ashabım (gökteki) yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz." Bu hadis mevzudur. Bu hadisi Abdü'1-Berr "Cami u Beyani'1-ulûm" isimli eserinde ve İbn-i Hazm "el- Ahkâm" isimli eserinde rivayet etmişlerdir. Abdü'l-Berr: "Bu hadisin senedi zayıfdır, delil olarak kabul edilmez, çünkü ravilerden Haris b. idin bilinmemektedir." demiştir.
İbn-i Hazm: "Bu rivayet kabul edilmez. Ebû Süfyan zayıfdır, Haris b. idin ise Ebû Vehb es- Sakafı'dir. Selam
b. Süleyman da mevzu hadisleri rivayet eder. İşde bu hadis de şüphesiz onlardan biridir." demiştir.
İkinci delilleri: "Ümmetimin ihtilafı rahmettir" hadisidir. Bu hadisin de aslı yoktur. Muhaddisler bu hadisin senedini bulamamışlardır. Süyûtî "el-Câmiu's-Sagir" isimli eserinde: "Bu hadis, hafızların bize ulaşmayan kitaplarının birinde rivayet edilmiş olabilir" demiştir.
Âlimlerden bazıları ihtilâfı kötülemişler, bu görüşlerini destekleyen kitaptan ve sünnetten bir çok deliller zikretmişlerdir. İbn-i Hazm, bu konuyu şöyle açıklamıştır: "İhtilâfın kesinlikle caiz olmadığını zikrederek bize farz olan Kur'an-ı Kerim'in getirdiklerine ve Resûlullâh (SAV) dan sahih olarak rivayet edilenlere uymaktır."
Âlimlerden bir zümre yanılarak: "İhtilâf rahmettir" demişlerdir. Bu söz en fena bir sözdür. Çünkü ihtilâf rahmet olursa, ittifakın azab olması lâzım gelir. Bunu hiçbir Müslüman söylemez, zira ya ittifak veya ihtilâf olur. Ya rahmet veya azab olur. Nitekim Tealâ hazretleri: "Eğer rabbın dileseydi bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Halbuki onlar ayrılmakta devam ediyorlar." [Hüd sûresi: 118] buyurmuştur.
Allah Tealâ, ipine (kur'ân'a) sımsıkı sarılmayı emrederek: "Hepiniz Allah'ın ipine (Kur'ân'a) sımsıkı yapışın parçalanıp ayrılmayın. [Al-i İmrân: 103] buyurmuş ve parçalanmayı ve ihtilâfa düşmeyi yasaklıyarak: "Siz, kendilerine açık âyetler geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler gibi olmayın işte onlar için çok büyük bir azap vardır." [Al-i imrân: 105] buyurmuştur. Çünkü ihtilâf ümmetin durumunu zayıflatır, mehabetini giderir, varlığını yıkar. Nitekim Tealâ hazretleri: "Allah'a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin sonra içinize korku düşer de kuvvetiniz elden gider." [Enfâl sûresi: 46] buyurmuştur. Bu konuda Resûlullâh (SAV) da şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı kalbleriniz onun üzerinde birleştiği müddetçe okuyun, ihtilâfa düştünüz mü, hemen kalkın." [Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.]
Buhâri ile Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri bir hadisi şerifde Resûlullâh (SAV) önceki ümmetleri helake sürükleyen şeyin ihtilâfa düşmeleri olduğunu açıklayarak: "Ben size neyi yasak edersem ondan sakının neyi emredersem gücünüz yettiği kadar onu yapın. Sizden öncekileri ancak çok soru sormaları ve peygamberlerine karşı ihtilâfları helak etmiştir" buyurmuştur.
Gerçek şudur ki: fer'i meselelerde ihtilâf kaçınılmazdır. Fer'i meseleler hakkındaki ihtilâf, istidlal vecihlerin-den bir veçhe dayandığı müddetçe kötülenmez. Çünkü burada daha üstün bir delil yoktur. Kötülenen ihtilâf, hevâ ve teassubdan kaynaklanıp sahihlerini delilden kör eden ihtilâfdır. Çünkü hevâ ve taasub, tearuz eden (birbirine zıd olan) delillerden üstün olanı bilindiği halde hakkı kabul ve teslim etmeye mani olur. Müctehidler bir hükümde birleşirlerse bu nimet ve rahmet olur.
Önceki ve sonraki âlimlerden birçokları, fukahanın ihtilâfı hakkında eserler yazmışlari ihtilâfın sebeblerini açıklamışlar, ihtilâfın misallerini, ihtilâfın caiz olduğu ve caiz olmadığı konulan zikretmişlerdir. Bu konu hakkında yazılan eserlerden bazıları şunlardır:
Hicri (656) senesinde vefat eden İmam Şihabüddin Mahmut b. Ahmet Zencani'nin 'Tahricü'1-Fürû ale'l-Usûl" isimli eseri.
Hicri (728) senesinde vefat eden Şeyhül İslâm İbtf-i Teymiyye'nin "Refu'l-Melâm ani'1-eimmeti'l-Âlam" isimli eseri.
Hicri(772) senesinde vefat eden İmam Cemalüddin Ebû Muhammed Abdürrahim b. Hüseyin el-Esnevi'nin "et- Temhid fi tahrici'l- Fürû alel-Usûl" isimli eseri.
Veliyyullah b. Ahmet et-Dehlevi'nin "el-İnsaf fi be-yan-i Esbabi'l- İhtilâf isimli eseri.
Şeyh Abdülcelil İsa'nın "Mâlâyecuzü fıhi'l-Hilaf Beyne' I-Müslimin" isimli eseri.
Üstad Ali Hafifin "Esbâbü ihtilâfı'1-Fukahai" isimli eseri
Dr. Mustafa Hın'm "Eserü'l-ihtilâf fı'l- Kavaidi'l-Usûliyyeti fi ihtilâfı'l- Fukahâi" isimli eseri.
Dr. Abdullah et- Türki'nin "Esbâbü ihtilâfı'I-Fukahai" isimli eseridir. [72]
1) Sahabenin fcur'an'dan mücmel(manası kapalı) olan âyetleri anlayışlarının farklı oluşu ve bunun bazı misalleri:
a) Bir lâfzın iki mana karşılığı konmuş olmasıdır. Boşanan kadınların iddetini açıklamak için indirilmiş olan : "Boşanan kadınlar bizzat kendileri üç kur' müddeti beklesinler" [Bakara sûresi: 228] bu âyeti Kerimedeki "kur" kelimesi hayız (ay hali) ve tuhr(temizlik hali) manaları arasında müşterektir "Kur" kelimesi Arapların kelâmında hayız hali(ay hali) ve tuhr (temizlik hali) manalarına eşit derecede konulmuştur. Hz. Aişe: "Kur' = temizlik hali manasmdadır" demiştir. Zeyd b. Sabit, İbn-i Ömer ve diğer bazı sahabeler de Hz. Aişe'nin söylediği gibi söylemişlerdir. İmam Malik, İmam Şafii İmam Ahmet iki rivayetinin birinde bu görüşü almışlardır.
Hz. Ömer, İbn-i Mes'ûd gibi sahabelerden bir gurup ise "kur" kelimesi ile hayız (ay hali) murad edilmiştir. Boşanan bir kadın üçüncü hayızdan yıkanmadıkça evlenmesi helâl değildir, demişlerdir.
İbn-i Kayyım "Zâdü'l-Meâdi" isimli eserinde: "Bu görüş Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebû Musa, Ubade b. Samit, Ebü'd-Derda, İbn-i Abbas, Muaz b. Cebel'in görüşüdür" demiştir.
Ebû hanife, İmam Ahmet bir rivayetinde bu görüşü kabul etmişlerdir.
İki veya daha fazla manaya konulmuş olan bu kelimelere "müşterek lâfızlar" denir.
Müşterek lâfızlara Örnekler:
"Ayn" lâfzı: Göz, cariye, kaynak (su kaynağı), bir şeyin özü ve bizzat kendisi gibi manalara gelir.
"Cevn" Lâfzı: Beyaz ve siyah manalarına gelir.
"Kur" lâfzı: Hayız (ay hali) ve tuhr (temizlik hali) ve müddetleri manalarına gelir.
b)"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer (yeminlerinden) dönerlerse bilsinler ki, Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir, (yok) eğer boşamaya karar verdi iseler, (onu yerine getirsinler). Şüphesiz Allah işitici ve bilicidir." [Bakara sûresi: 226-227] bu ilâ (dört ay karısına yaklaşmamaya yemin etme) âyetindeki tertibin, iki veçhe ihtimali vardır: "Fein fâû" âyetindeki "fa" harfinin tertib-i zikri (sözde tertip olup, gerçekte tertib olmamak) için olma ihtimali vardır. Buna göre dört ay karısına yaklaşmamaya yemin eden kimse bu dört ay içinde karısına dönerse yeminini bozmuş olur ve kendisine yemin keffareti lâzım gelir. Karısına dönmeden dört ay geçerse karısı bir talâkla boş olur. "fa" harfinin tertib-i hakiki (hem sözde hemde gerçekte tertib olmak) için olma ihtimali vardır. Buna göre dört ay karısına yaklaşmamaya yemin eden kimse, karısına yaklaşmadan dört ay geçerse kendisinden ya karısına dönmesi veya karısını boşaması İstenir.
c) Kocası ölen hamile bir kadının iddeti, zahirde birbirine zıd iki hüküm arasında gidip gelmektedir. Şöyle ki: Bakara sûresinde kocası ölen bir kadının iddetinin dört ay on gün olduğunu bildiren âyete göre, o kadının iddetinin dört ay on gün olması gerekir. Talâk sûresinde hamile olan bir kadının iddetinin doğum yapması ile bittiğini bildiren âyete göre ise, o kadının iddetinin doğum yapması ile bitmesi gerekir. Bundan dolayı sahabeden bazıları: "Kocası ölen hamile bir kadın bu iki iddetten hangisi uzun sürerse onu bekler" demişlerdir. Sahabeden bazıları ise: "kocası ölen hamile bir kadının iddeti doğum yapmasıyla biter" demişlerdir.
Kızkardeş olan iki cariyeye malik olan bir kimsenin onlara cinsi yakınlıkta bulunmasının haram olmasında ihtilâf vardır. Çünkü Tealâ Hazretleri: "Sizlere analarınız,
kızlarınız........ve iki kızkardeşi birlikte almanız haram
kılındı. Ancak cahiliyyet devrinde geçen geçmiştir." [Nisa sûresi: 23] ve: "Onlar ki, mahrem yerlerini korurlar, ancak eşlerine ve sahib oldukları cariyelerine karşı cinsi münasebetleri müstesnadır. Çünkü onlar (bu takdirde) kınanmazlar" [Müminûn sûresi: 5-6] buyurmuştur.
Nisa süresindeki âyet-i kerime, genel olarak iki kızkardeşin birlikte nikâhla alınmasının haram olduğunu ve kardeş olan iki cariyeye malik olan kimsenin onlara cinsi yakınlıkta bulunmasının haram olduğunu bildirmektedir. Müminûn süresindeki âyet-i kerime deki istisnanın genel olması, kızkardeş olan iki cariyeye malik olan kimsenin onlara cinsi yakınlıkta bulunmasının caiz olduğunu bildirmektedir. Buna göre bu iki âyet-i kerimenin hükümleri arasında tearuz (çelişki) vardır. Bu yüzden sahabe bu konuda ihtilâf etmiştir.
Sahabenin çoğunluğu: "Nisa süresindeki âyet-i kerime, müminûn süresinin âyeti Kerimesindeki istisnanın genel olmasının hükmünü kaldırmış olduğundan kızkardeş olan iki cariyeye malik olan kimsenin onlara cinsi yakınlıkta bulunması haramdır. " Demişlerdir.
Sahabeden bazıları da: "Kızkardeş olan iki cariyeye malik olanın cinsi yakınlıkta bulunması helâldir veya haramdır diyemeyiz" demişlerdir. Sahabeden bazıları ise: "Caizdir" demişlerdir.
Hz. Osman ile İbn-i Abbas'dan rivayet edilmiştir, demişlerdir ki: "Kızkardeş olan iki cariyeye malik olanın cinsi yakınlıkta bulunması mübahdır. Çünkü bir âyet-i kerime helâl, diğer bir âyet-i kerime haram kılıyor"
Şa'bî demiştir ki: "Hz. Ali'den bu mesele sorulmuş, o da "kızkardeş olan iki cariyeye malik olanın cinsi yakınlıkta bulunmasını bir âyet-i kerime helâl diğer âyet-i kerime ise haram kılıyor, haram olması evlâdır" diye cevap vermiştir. "
İmam Malik İbn-i Şihab'dan o da Kubeysa b. Ebi Zü'eyb'den rivayet etmiştir. Kubeysa demiştir ki: "Bir kimse Osman b. Affan'a "kızkardeş olan iki cariyeye,, maliki olan kimse, bunlara cinsi yakınlıkta bulunabilir mi?"diye sormuş. Osman b. Affan "bunları bir âyet helâl, diğer âyet haram kılıyor ben bunu men edemem" demiş"
Sahabenin ihtilâf sebeblerinden biri de kitab ehli olan kadınlarla evlenme hakkındaki âyetlerin arasında zahiren tearuz (çelişki) bulunmasıdır. Nitekim Tealâ hazretleri: "(Ey müminler!) iman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin" [Bakara sûresi: 221] ve: "Sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları da kendilerine mehirlerini verip nikahladığınız takdirde size helâldir. [Maide sûresi: 5] buyurmuştur. Bakara süresindeki âyet-i kerime genel olarak müslüman erkeklerin müşrik kadınlarla evlenmelerini haram kılıyor. Mâide süresindeki âyet-i kerime müslüman erkeklerin kitap ehli olan kadınlarla evlenmelerini helâl kılıyor. Bu yüzden sahabe kitap ehli olan kadınlarla evlenme hakkında ihtilâf etmişlerdir.
Sahabenin çoğunluğu Mâide süresindeki âyet-i kerimeye dayanarak: "Kitap ehli olan kadınlarla evlenmek caizdir. Bakara süresindeki müşrik kadınlardan maksad, kitap ehli olmayan kadınlardır. " Demişlerdir.
Çünkü "(Ey müslüman erkekler) müşrik kadınlarla evlenmeyin" âyetindeki "müşrik kadınlar" iki mananın birinden uzak değildir. Ya kitap ehli olan kadınlar, müşrik olan kadınlara dahildirler veya "müşrik kadınlar" ile kitap ehli olmayan puta tapan kadınlar murad edilmiştir. Eğer kitap ehli olan kadınlar, müşrik kadınlara dahil iseler "sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları size helâldir" âyeti ile kitap ehli olan kadınlar, müşrik olan kadınlardan çıkarılmıştır. Buna göre, "müşrik kadınlardan " maksad puta tapan kadınlar murad edilmiştir. Çünkü Kur'an'ın birçok yerinde müşrikler, kitap ehlinden ayrı olarak zikredilmiştir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Kitap ehlinden ve müşriklerden küfredenler kendilerine açık bir hüccet (peygamber) gelinceye kadar (bulundukları dinden) ayrılacak değillerdi." [Beyyine sûresi: 1] buyurmuştur. Bu izahla âyetler arasındaki tearuz (çelişki) giderilmiş olur. Sahabeden bir çokları hıristiyan kadınlarla evlenmişler ve bunda bir beis görmemişlerdir.
Sahabeden bazıları ise, Bakara süresindeki âyet-i kerimeye dayanarak: "Kitap ehlinden olan kadınlarla evlenmek caiz değildir" demişlerdir. Bu görüş İbn-i Ömer'in görüşüdür. İbn-i Ömer hıristiyan bir kadınla evlenmeyi caiz görmiyerek: "Rabbim İsa'dır" 'diyen bir kadının şirkinden daha büyük bir şirk bilmiyorum" demiştir.
Nitekim Tealâ hazretleri: "(Ey müminler!) imân etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin" buyurmuştur.
Meymun b. Mihrân'dan rivayet edilmiştir demiştir ki: Ben İbn-i Ömer'e "biz kitap ehli olanlarla birarada yaşıyoruz, onların kadınlarıyla evlenelim mi? Yemeklerini yiyelim mi?" dîye sordum. İbn-i Ömer: Helâl ve haram âyetlerini bana okudu. Bende ona senin okuduklarını bende okuyorum. Onların kadınlarıyla evlenelim mi, yemeklerini yiyelim mi? Diye sorumu tekrar ettim. O da bana tekrar helâl ve haram âyetlerini okudu.
Cessas: "İbn-i Ömer tevakkuf etti, yani onlar helâldir veya haramdır dîye cevap vermedi" demiştir.
2) Sahabenin ihtilâfları: Resûlullâh(SAV) dan hadis işitmelerinin, hadisi alırken araştırmalarının, hadisi anlamadaki ictihadlarımn farklı olmasından ileri gelmektedir. Bunların pek çok misalleri vardır. Onlardan bazıları şunlardır:
a) Bir sahabi Resûlullâh (SAV) dan bir hüküm veya bir fetva işitiyordu. Diğer bir sahabi ise o hadisi şerifi işitmemiş oluyordu. Ve kendi görüşü ile ictihadda bulunuyordu. İçtihadı bazan o hadisi şerife uygun oluyor, bazan da o hadisi şerife muhalif oluyordu. Nitekim Resûlullâh(SAV): "Sizden biriniz (Bir yere girmek için) üç defa izin istesin, izin verilmezse dönsün" buyurmuştur. Bu hadîsi Ebû Musa el- Eş'âri biliyordu. Hz. Ömer bilmiyordu.
Babaanneye veya anneanneye mirasdan ne verileceği hükmünü Mugire, Muhammed b. Mesleme biliyor, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer bilmiyordu.
Mecûsilerden cizye alınma hükmünü Abdurrahman b. Avf biliyor, sahabenin çoğunluğu bunu bilmiyordu.
Kubeysa b. Ebi Züeyb'den rivayet edildiğine göre, Hz. Ebû Bekir'e bir cedde (babaanne), miras hakkını sordu. Hz. Ebû Bekir: "Allah'ın kitabında sana düşen hisseye dair bir şey yok, Resûlullâh (SAV) in sünnetinde de şimdiye kadar bu hususda bir şey olduğuna dair bilgim yok. Fakat ben bunu bilen insanlara sorayım" dedi. Hz. Ebû Bekir insanlara bu meseleyi sordu. Mugire b Şube ile Muhammed b. Mesleme kalktılar ve Resûlullâh (SAV) in ceddeye altıda bir verdiğine şehadet ettiler. [Bu hadisi Ebû Davud, Tirmizi rivayet etmiştir. ]
Yine Hz. Ömer, bir yere girmek için izin istemek hakkındaki hadisi bilmiyordu. Ona bu hadisi Ebû Musa el-Eş'âri bildirdi. Hz. Ömer bu hadis'e dair Ebû Musa el-eş'âri'den şahid getirmesini istedi. [Bu hadisi Buhari Ebû Said Hudri'den rivayet etmiştir. ]
Yine Hz. Ömer mecûsilerden cizye alınması hakkında ki hükmü bilmiyordu. Abdurrahman b. Avf Mecûsiler hakkında Resûlullâh (SAV) in: "Mecûsilere ehli kitap muamelesi yapınız, kadınlarını nikah etmemek ve kestiklerini yememek şartıyla" buyurmuş olduğunu Hz. Ömer'e bildirdi. [Bu hadisi Buhari, İmam Ahmet rivayet etmişlerdir.]
Hz. Ömer parmakların diyeti hakkındaki hadisi-şerifi bilmediği için parmakların sağladığı faydalarına göre diyetlerini değişik olarak takdir ediyordu. Halbuki Hz. Ömer'den ilim bakımından daha aşağı derecede olan Ebû Musa ile İbn-i Abbas bu konuda Resûlullâh (SAV) in: "Şu ve şu yani küçük parmakla, baş parmak (diyet) hususunda eşittir." buyurmuş olduğu hadis-i şerifi biliyorlardı. [Bu hadisi Buhari, Nesei, Ebû Davûd, İbn-i Mace rivayet etmişlerdir.]
Hz. Ömer'in bu hadis-i şerifi bilmemesi ayıp değildir. Çünkü bu hadis kendisine ulaşmamıştı.
b) Sahabeden birine, diğer sahabi Resûlullâh (SAV) in vermiş olduğu bir hükmü veya bir hadisi bildiriyor, fakat o sahabi, haber veren şahabının yanıldığını zannediyor ve o hüküm veya o hadis-i şerifle amel etmiyor. Hz. Ömer'in Kays'ın kızı Fatıma'nın haberini kabul etmediği gibi.
c) Resûlullâh (SAV) bir iş yapmış oluyor, sahabeden bazıları o iş taattır diye yorumluyorlar, bazıları ise o işin tesadüfen yapılmış veya geçici olan bir sebebden dolayı yapılmıştır diye yorumluyorlar. Bu yüzden o işin yapılması ümmetinden istenmiyor: Tavaftaki remel (tavafın üç turunu koşarak gösterişli bir şekilde yapmak) gibi.
İbn-i Abbas tavaf esnasında yapılan "remel"in müşrikler "müslümanları Medine sıtması bitirmiş" demeleri sebebiyle onlara bir gösteriş olmak üzere geçici olarakyapıldığına, haccın sünnetlerinden olmadığına kanidir. Diğer sahabiler ise "remel" sünnettir demişlerdir.
Sahabe hacdaki tahsibi de farklı yorumlamışlardır. Tahsib: Minâ'dan Mekke'ye dönerken "ebtah= Muhassab" denilen yerde konaklamaktır.
İbn-i Kayyım "Zâdü'l- Meâd" isimli eserinde: "Selef Muhassab denilen yerde konaklamanın sünnet veya tesadüfen olmasında ihtilâf etmişlerdir. " Demiştir.
Selefden (sahabeden) bir zümre: "muhassab'da konaklamak haccın sünnetlerindendir" demişlerdir. Çünkü Buharı ile müsİîm'in Ebû hüreyre'den rivayet ettiklerine göre, Resûlullâh (SAV) Minâ'dan dönerken: "Yarın inşallah beni Kinâne'nin Hayfına (yani) müşriklerin küfür üzere yemin ettikleri yere ineceğiz" buyurmuştur.
Resûlullâh (SAV) bu yerden "Muhassabi" kasdetmiştir. Bunun sebebi: kureyş ile beni Kinâne'nin Resûîullâh (SAV) i kendilerine Beni Haşim ile Beni Muttalib teslim edinceye kadaronlarla kız alıp vermemek ve alış verişte bulunmamak üzere yemin etmiş olmalarıdır. Resûlullâh (SAV) müşriklerin küfür alametlerini, Allah Tealâ'ya ve Resulüne düşmanlıklarını açıkladıkları yerde İslam'ın alametlerini açıklamayı kasdediyordu. Resûlullâh (SAV) m küfür ve şirk alâmetlerinin bulundukları yerlere Tevhid alâmetlerini dikmek âdeti idi.
Nitekim Resûlullâh (SAV) "Lât ve uzzâ" denilen putların yerine Taif Mescidinin yapılmasını emretmiştir. Bu zümre dediler ki: Sahih-i Müslim'de rivayet edildiğine göre, İbn-i Ömer: "Resûlullâh (SAV) ve Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer Muhassab'da konaklıyorlardı" demiştir.
Müslim'in diğer bir rivayetinde İbn-i Ömer "Muhassab'da konaklamayı sünnet sayıyordu"
Buhâri'nin rivayetine göre, İbn-i Ömer: "Muhassab'da konaklıyor, orada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılıyor, orada yatıyor ve Resûlullâh (SAV) böyle yapıyordu" diye anlatıyordu.
Selefden (sahabeden) içlerinde İbn-i Abbas ve Hz_ Aişe bulunan diğer bir zümre ise: "Muhassab'da konaklamak haccın sünnetinden değildir. Resûlullâh (SAV) in orada konaklaması tesadüfen olmuştur" demişlerdir.
Buhâri ile Müslim'de rivayet edildiğine göre, İbn-i Abbas: "Muhassab'da konaklamak bir şey değildir o ancak Resûlullâh (SAV) in yola çıkması kolay olsun diye konakladığı bir yerdir" demiştir.
Sahih-i Müslim'de rivayet edildiğine göre, Ebû Rafı' demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) Mina'dan çıktığı vakit bana beraberimde onlarla birlikte, Ebtah'a inmemi (çadır kurmamı) emir buyurmadı. Fakat ben (kendiliğimden) giderek oraya onun çadırını kurdum, sonra Resûlullâh (SAV) gelerek orada konakladı." (Ebû Rafı Resûlullâh (SAV) in eşyasına bakmaya memurdu.)
İşte Allah Tealâ, Resulünün: "Yarın Beni Kinâne'nin Hayfmda (Muhassab'da) konaklayacağız" sözünü gerçekleştirmek, vermiş olduğu kararını yerine getirmek için Ebû Râfi'yi Muhassab'da çadır kurmaya muvaffak kılmıştır.
Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) yola çıkmak daha kolay olsun diye Muhassab'da
konaklamıştır. Yoksa orada konaklamak sünnet değildir. Bundan dolayı dileyen orada konaklar, dileyen orada konaklamaz. "
Sahabenin ihtilâf etmelerinin sebebi: Resûlullâh (SAV) m yapmış olduğu fiiline bakış açılarının değişik olmasındandır. Nitekim sahabe Resûlullâh (SAV) in yapmış olduğu haccın nevinde de ihtilâf etmişler, bazıları: "Hacc-ı Kıran" yaptı. Bazıları ise "Hacc-i Temettü" yaptı, bazıları da: "Hacc-ı İfrâd" yaptı demişlerdir.
d) Bir sahabi, âyet ve hadisden bir delil bulamadığı zaman, kendi ictihad ve görüşüyle hüküm veriyor, sonra kendi görüşüne zıd bir delil meydana çıkıyor.
Nitekim müslim'in rivayet ettiğine göre, İbn-i Ömer kadınlara yıkanırken başlarını çözmelerini emrediyordu. Bunu Hz. Aişe duydu ve: "şaşarım İbn-i Ömer'e ben ve Resûlullâh (SAV) bir kabdan yıkanıyorduk. Başıma üç kerre su dökmekten fazla bir şey yapmazdım. Dedi.
Ebû Musa el- Eş'ari'ye: "Ölünün kızı, oğlunun kızı ve kızkardeşine ait miras hisseleri sorulmuş. Ebû Musa: Terikenin yarısı ölünün kızına diğer yarısı da kızkardeşine aittir" dedi. (oğlunun kızını mirasdan mahrum bıraktı) Ebû Musa soru soran kimseye İbn-i Mes'ud'a git, bu meseleyi ona da sor umarım ki, İbn-i Mes'ud 'da benim fikrime uygun cevap verir. Dedi. Mesele İbn-i Mes'ud'a sorulup Ebû Musa'nın cevabı ve onun tarafından gönderildiği haber verilince, İbn-i Mes'ud: "Eğer ben oğlunun kızını mirasdan mahrum edersem dalâlete düşerim, hidâyetteki bahtiyarlardan olamam. Ben bu meselede aynen Resûlullâh (SAV) gibi hüküm vereceğim: Kızına yarım, oğlunun kızma üçde ikiyi tamamlamak üzere altıda bir, kalan hisse'de kızkardeşe düşer" dedi. Ebû Musa'ya, İbn-i Mes'ud'un fetvası haber verilince, İbn-i Mes'ud'un fetvasına döndü ve: "Aranızda bu âlim bulundukça bana sormanıza lüzum yoktur" dedi. [Bu hadis-i şerifi Buhâri ve Tirmizi rivayet etmişlerdir.]
e) Sahabeden bazıları ana bir kardeşler ile ana baba bir kardeşlerin mirasda ortak kılınması gibi muteber bir manadan dolayı Kur'an ile sünnet arasını uzlaştırmada ictihad etmişlerdir. Nitekim Allah Tealâ: "Eğer bir erkek veya kadının, çocuğu veya babası bulunmadığı halde kelâle olarak (yan yoldan) mirasına konulur da ana bir kardeşi veya kız kardeşi bulunursa bu kardeşlerin her birine altıda bir vardır. Bundan daha çok iseler kız ve erkek üçde bir hissede ortak olurlar" [Nisa sûresi: 12] buyurmuştur.
Bu âyet-i kerime'nin anabir kardeşler hakkında inmiş olduğunda âlimler arasında ihtilâf yoktur.
Buhâri İle Müslim'in rivayet ettikleri bir hadis-i şerifde: "(Kur'an'da bildirilen) farz hisseleri sahiblerine veriniz, (bunlardan) geri kalan (mal) da (asabeden^baba tarafından) en yakın olan erkeğe veriniz" buyrulmuştur.
Ölünün kocası, anası, iki veya daha fazla anabir kardeşleri, asabe olan ana-baba bir kardeşleri kalmış. Bu mesele Hz. Ömer'e sorulmuş. Hz. Ömer muayyen sehim sahibleri hisselerini alınca, terikeden bir şey kalmamış ve asabe olan ana-baba bir kardeşlerine mirasdan bir şey vermemiştir. Halbuki miras almadaki durumları kuvvetli olanların en aşağı derecesi, miras almadaki durumları zayıf olanlara ortak olmalarıdır. Bundan dolayı Hz. Ömer'e, Zeyd b. Sabit: "Ana-baba bir kardeşlerin babasını bir eşek farzet" demiş. Veya ana-baba bir kardeşlerden biri Hz. Ömer'e "Bizim babamızı denizde bir taş farzet" demiş, bunun üzerine Hz. Ömer ana bir kardeşler ile ana-baba bir kardeşleri mirasin üçde birinde ortak kılmıştır. Erkek ve kızkardeşler arasında bu üçde biri eşit olarak taksim etmiştir, bu meseleye miras hukukunda "müşerreke" veya "müştereke" veya "hımarıyye" veya "haceriyye" veya "yemmiyye" denir.
3) Kitaptan Sünnetten ve İcmâ'dan Bir delil Bulunmadığı Yerde Sahabenin İctihadları Farklıydı:
Miras hakkındaki bir çok meselede sahabenin ictihadları farklı olmuştur. Bunlardan biri "garraviyye meselesi" dir. Bunun iki şekli vardır. Bir kadın ölüyor, mirasçı olarak kocası, babası veanası kalıyor, veya bir erkek ölüyor, mirasçı olarak karısı babası ve anası kalıyor. Bu iki suret parlak yıldız gibi meşhur oldukları için kendilerine "Garraviyeteyn"de denilmiştir. Karı kocadan herbiri diğerinden alacaklı gibi olduğu için bu suretlere "Garimeteyn" denilmiştir. Bu iki suret hakkında ilk defa Hz. Ömer anaya kalanın üçde birini hükmettiği için bu meselelere "Ömeriyeteyn" denilmiştir, bu suretler feraiz meseleleri arasında zor anlaşıldığından dolayı kendilerine "Garibeteyn" de denilmiştir,
Beyhakî Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet etmiştir. Abdullah b. Mes'ud demiştir ki: "Hz. Ömer bizi bir (ilim) yoluna soktuğu zaman biz o (ilim) yolunu kolay bulurduk. Ölen bir adamın mirasçı olarak karısı, babası ve anası kalmış. Bu mesele Hz. Ömer'e soruldu. Hz. Ömer karısına terikenin dörtte birini, terikeden geri kalanın üçde birini anasına, geri kalanı da babasına verdi. "
Ölünün çocuğu, torunları ve birden fazla kardeşi bulunmadığı takdirde anasına terikenin üçde biri verilir.
Nitekim Tealâ Hazretleri: "(Ölenin) çocuğu olmayıp yalnız anası ve babası mirasçı olursa anasına üçde bir vardır, (geri kalanı babanın hakkıdır. ) ölenin kardeşleri de varsa borcu ödenip, yaptığı vasiyeti yerine getirildikten sonra anasına altıda bir vardır" [Nisa sûresi: 11] buyurmuştur. Bu âyet-i kerime, ölünün anası ve babasıyla birlikte karısı veya kocasından biri mirasçı olarak bulunduğu takdirde, anasının ve babasının mirasdan alacakları selimi açıklamamış, Resûlullâh (SAV) dan bu konuda bir şey nakledilmemiş, Hz. Ebû Bekir zamanında böyle bir mesele meydana gelmemiş, Hz. Ömer devrinde bu mesele meydana gelmiştir. Hz. Ömer'de bu mesele hakkında ictihad etmiş. Birinci şekilde yani, ölünün kocası, babası ve anası kaldığında; kocasına terikenin yarısını, anasına da üçde birini verdiğinde, babasına altıda birden başka kalmadığını, bu şekilde, taksim ise "erkek için iki kız payı vardır" âyetine ters düştüğünü görmüş. İkinci şekilde yani, ölünün karısı, babası ve anası kaldığında, karısına terikenin dörtte birini, anasına üçde birini, babasına geri kalanı verdiğinde - mesele onikiden yapılıyor, babası, anasından ancak onikide bir fazla alıyor. Bu şekildeki taksimde de "Erkek için, iki kız payı vardır"âyetinin manasına uymadığını görmüş. Bunun üzerine Hz. Ömer terikeden kocanın sehmini veya karının sehmini çıkarttıktan sonra geri kalan terikeyi anası ile babası arasında "erkek için, iki kız payı vardır" âyetine uygun olarak taksim etmeyi uygun görmüş. Hz. Ömer'in bu görüşüne, Hz. Ali, Osman b. Affan, Zeyd b. Sabit; Abdullah b. Mes'ud, ve diğer bir çok sahabe katılmışlardır. Dört imam'da bu görüşü almışlardır.
İbn-i Abbas yukarıda geçen âyetin zahiriyle ve Buhâri ile Müslim'in rivayet ettikleri "(Kur'an'da bildirilen) farz
hisseleri sahiblerine veriniz. (Bunlardan) geri kalan (mal) da (asabeden baba tarafından) en yakın olan erkeğe veriniz." Hadisin zahiriyle amel ederek Hz. Ömer'in görüşüne karşı çıkmış ve: "Ölünün gerek kocası ile olsun gerekse karısı ile olsun her iki surette anasına terikenin hepsinin üçde biri verilir" demiştir.
İbn-i Şirin ölünün anası ve babası ile birlikte miras alan kocası olursa bu durumda anasından babası daha az almaması için sahabenin çoğunluğunun görüşüne katılmıştır. Ölünün anası ve babası ile birlikte miras alan karısı olursa bu durumda anasından babası daha çok alacağı için İbn-i Abbas'ın görüşüne katılmıştır.
Hz. Ömer'in ve ona katılanların benimsemiş olduğu görüşde yukarıda geçen âyet ile hadisin arasında çelişki yoktur. "Ölüye anası ve babası mirasçı olursa anasına üçde bir vardır." Bu âyet-i kerime, "Ölüye yalnız anası babası mirasçı olursa anaya malın hepsinin veya malın bazısının üçde biri verilir" diye açıklanmıştır. [73]
Sahabeden gelen eserlerin bildirdiğine göre, onlar çok hadis rivayet ettikleri zaman yalana ve hataya düşmekten korktukları için Resûlullâh (SAV) dan az hadis rivayet etmelerini birbirlerine tavsiyede bulunuyorlardı.
Sahabeden bazılarının bildiği hadisi, diğerleri bilmiyordu. Bu yüzden rivayet edilen hadisin sahih olup olmadığını araştırıyorlardı. Hatta Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer hadis rivayet eden kimseden kendisine bu hadis hakkında şahitlik edecek birini getirmesini istiyorlardı.
Az hadis rivayet etmelerinin sebeblerinden biri de hadis rivayeti ile çok meşgul olmak, kendilerini Kur'an okumaktan alıkoymasından korkmalarıdır.
a) Hafız Zehebi "Tezkiretü'l-Huffâz" isimli eserinde İbn-i Ebi Müleyke'nin Merasilin'den şunu rivayet etmiştir: Hz. Ebû Bekir Siddık Resûlullâh (SAV) in vefatından sonra insanları toplayıp onlara: "Siz Resûlullâh (SAV) dan bir takım hadisler rivayet ediyorsunuz Rivayetlerinizde ihtilâf ettiğiniz de oluyor. Sizden sonra gelecek olanlar daha çok ihtilâfa düşecekler o halde Resûlullâh (SAV) dan bir şey rivayet etmeyiniz, şayet size bir şey soran olursa, aramızda Allah'ın kitabı var deyiniz. Allah'ın kitabının helâlini helâl, haramını haram biliniz." dedi. Fakat Hz. Ebû Bekir'in maksadı, hadis rivayetini büsbütün kapatmak olmayıp, nakledilen hadisleri acele olarak kabul etmemek, hu hususta araştırmaya sevketmektî. Çünkü kendilerinin de birçoklarına nisbetle az olmakla beraber hadis rivayeti olduğu gibi, rivayet edilmiş hadisleri kabul ettikleri vakidir.
b) Karaza b. Ka'b'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Biz Irak'a gitmek için çıkınca Hz. Ömer bizimle beraber Harra denilen yere kadar yürüdü, sonra Hz. Ömer bize: "Niçin siznle beraber yürüyorum biliyormusunuz?" diye sordu. Biz de: "Evet biz Resûlullâh (SAV) in ashabı olduğumuz için bizimle beraber yürüdün" dedik. Hz. Ömer "Hayır yalnız onun için değil maksadım şudur: "Siz sesleri arı kovanı gibi Kur'an'ı tilavet eden halkın beldesine ineceksiniz, bunları hadislerle meşgul ederek Kur'an'dan alıkoymayınız. Kur'an-ı okuyunuz ve okutunuz. Resûlullâh (SAV) dan az hadis rivayet ediniz, selâmetle gidiniz. Böyle hareket ederseniz bende sizinle beraberim" dedi. Karaza diyor ki, o beldeye ulaşınca halkı bana: "Bize hadis rivayet et" dediler. Ben de: "Hz. Ömer bizi hadis rivayet etmekten menetti" dedim. [Bu hadis Daremiyye Süneninde rivayet etmiştir.]
c) İbn-i Mes'ud az hadis rivayet etmekle bilinmektedir. Ebû Amr b. Şeybani'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "İbn-i Mes'ud'un yanında bir sene oturdum, hiç Resûlullâh (SAV) buyurdu demezdi. Resûlullâh (SAV) buyurdu dediği vakit de vücudunu bir titreme alırdı. Hadisi rivayet edip bitirdikten sonra "Resûlullâh (SAV) böyle buyurdu veya bunun gibi buyurdu veya buna yakın buyurdu" derdi. "
d) Hafız Zehebi "Tezkiretü'l-Huffazmda, Tirmizi süneninde, Ebû davud süneninde, Ebû Kubeysa b Züeyb'den rivayet ettiklerine göre, bir cedde (babaanne) Hz. Ebû Bekir'e gelerek kendisine miras hakkının verilmesini istedi. Hz. Ebû Bekir: "Allah'ın kitabında sana bir şey verileceğine dair bir âyet bulamıyorum. Resûlullâh (SAV)ın sünnetinde de buna dair bir şey buyurduğundan haberdar değilim" dedikten sonra meseleyi insanlara sordu. Mugire b. Şu'be ayağa kalkıp: "Resûlullâh (SAV) ceddeye altıda bir verdi" dedi. Hz. Ebû Bekir: "senden başka bunu bilen kimse var mı?" diye sordu. Muhammed b. Mesleme kendisininde böyle bildiğine şehadet etmesi üzerine Hz. Ebû Bekir o ceddeye (babaanneye) altıda bir hissesini verdi.
e) Ebû Said-i Hudri'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Ensarın meclislerinden birinde oturmaktaydım. Ebû Musa korku içinde bize geldi: "Sana ne oldu dedik" Hz. Ömer, yanına gelmem için beni çağırttı. Kapısına gittim üç defa selam verip izin istedim. Bana izin verilmedi, döndüm. Sonra tekrar çağırttı yine gittim. Beni görünce:
"bize gelmekten seni ne men etti?" diye sordu. Ben de: "Ben sana geldim, kapında üç defa selâm verip, girmek için izin istedim, bana cevap vermediler. Onun için döndüm. Çünkü Resûlullâh (SAV): "Sizden biriniz (bir yere girmek için) üç defa izin istesin verilmezse dönsün" buyurmuştur, diye ilâve ettim. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bu söylediğin üzerine şahit getir. Yoksa canını yakarım" dedi. O meclisde bulunanlar: "Buradaki cemaatın en küçüğü bile gidebilir. " Dediler. Bunun üzerine Ebû Said: Kalktım onunla beraber onun için şahitlik yaptım. Hz. Ömer, Ebû Musa'ya "Ben seni yalan söylüyorsun" diye suçlamadım, fakat rast gelen kimse Resûlullâh (SAV) a isnad ederek söz uydururlar diye korktum" dedi." [Buhâri, Müslim]
f) Mugire b. Şu'be'den rivayet edilmiştir. Hz. Ömer sahabeye: "bir kadının ceninini düşürmesine sebeb olan kimse, düşürülen cenin için ne ödeyecek?" diye sordu. Mugire: "Ben Resûlullâh (SAV) düşürülen cenin hakkında gurre (Yani bir erkek köle veya cariye) verilmesine hüküm verdi" dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer bana: "Eğer bu sözünde doğru isen, bunu bilen birini getir. " Dedi. Muhammed b. Mesleme: "Resûlullâh (SAV) böyle hüküm verdi" diye şehadet etti. [Bu hadisi İmam Ahmet, Ebû Davûd, Nesei ve İbn-i Mace rivayet ettiler.] [74]
İslam fıkhının hükümleri, kaynaklan bakımından dört nevidir:
1) Bazı hükümlerin, kaynaklan hem sübûtu hem manaya delâleti kesin olan delillerdir.
2) Bazı hükümlerin, kaynaklan sübûtu kesin, manaya delâleti zanni veya hem sübûtu hem de manaya delâleti zanni olan delillerdir.
3) Bazı hükümlerin kaynakları icma'dır.
4) Hakkında delil ve icma' bulunmayan bazı hükümlerdir.
Birinci nevide ictihad yapılamaz. Diğer nevilerde İcma' bulunmadığı takdirde İctihad yapılır. Bu devirde sahabenin ictihadda takip ettiği yol: bir mesele hakkında kitabda ve sünnette bir delil bulamadıklarında kendilerini icma' ve re'y denilen kıyasa ulaştıran istişareye başvuruyorlardı. Daha önce sahabenin ittifak ettikleri veya ihtilâf ettikleri misâlleri anlattık. O misâller onların ictihadlan hakkında bize bir fikir vermektedir.
Hz. Ömer, Şurayh'ı Kûfe'ye kadı olarak gönderirken ona şöyle demiştir: "Sana bir dava gelince önce Allah'ın kitabına bak, onda açıklanmış olanla hükmet, onu kimseye sorma. Allah'ın kitabında açıklanmamışsa Resûlullâh (SAV) m sünnetinde açıklanmış olanla hükmet, Resûlullâh (SAV) in sünnetinde de açıklanmamışsa o mesele hakkında kendi görüşünle ictihad ederek hüküm ver."
Sahabe böyle ictihad yapmakta tamamiyle mazur idiler. Çünkü birçok farklı meseleler meydana çıkmış olduğu gibi insanlar da yeni birçok hadiselerle karşılaşıyorlardı.
Sahabe Resûlullâh (SAV) hayatta iken kendilerine ictihad yapmalarına izin vermesinden ve meşhur olan Muâz hadisinden kitap ve sünnette açık hüküm bulunmadığı zaman ictihad yapmanın meşru bir iş olduğunu anlamışlardı.
Hz. Ömer, Ebû Musa'ya yazmış olduğu mektubunda şöyle demiştir: "......Sonra kitap ve sünnette bulunmayan
bir mesele sana geldiği zaman onu anlamaya çalış sonra bu anlayışına göre iş ve meseleleri birbiriyle karşılaştır. Benzerlerini tanı, sonra da reyine göre hangi hüküm Allah'a daha sevimli ve hakka daha yakın ise ona itimad et."
Sahabe birçok meselelerde sahih kıyasla amel ederek köle ve cariyelere nikâhda, Talâkda, iddette, hür olan kimselerin hükümlerinin şu âyet-i kerimede açıklanmış olan hükme kıyas etmişlerdir: "Eğer (cariyeler) evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa o vakit onlara hür kadınlara lâzim gelen cezanın yarısı verilir." [Nisa sûresi: 25]
Sahabe Hz. Ebû Bekir'i halife olarak tayin ederken: "Resûlullâh (SAV) in dinimiz için razı olduğu bir kimseye, biz dünyamız için razı olmazmıyız?" diyerek Hz. Ebû Bekir'in halife olarak tayin edilmesini Resûlullâh (SAV) in namazda imam olarak tayın etmesine kıyas ettiler.
Sahabe feraizde avli yani farz sahiblerinin alacakları sehimleri çok olup kendilerine verilecek sehimler az olduğunda herbirinin hissesi nisbetinde eksiltilerek kendilerine verilmesini kabul ettiler. Bu avil meselesini borçlu olanın malı alacaklıların alacaklarına yetmediğinde alacakları nisbetinde eksik olarak almalarına kıyas ettiler. Nitekim Resûlullâh (SAV) borçlunun malı borcuna yetmediğinde alacaklılara: "Bulduğunuzu alınız size bundan başka bir şey yoktur." buyurmuştur. Sahabenin bu kıyası en güzel kıyaslardandır.
Sahabe, içki cezasını, iftira cezasına kıyas ettiler. Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer içkinin cezası hakkında sahabe ile istişarede bulundu ve: "halk içki içiyor ve içkiye düşkünlük gösteriyorlar." dedi. Bunun üzerine Hz. Ali, Hz. Ömer'e: "Bir kimse içerse sarhoş olur, sarhoş olursa saçmalamağa başlar, saçmaladımı iftira eder o halde ona iftira cezası vur" dedi. Hz. Ömer'de sarhoşlara iftira cezası olan seksen dayak vurdurdu. Bu kıyası yalnız Hz. Ali yapmadı, Hz. Ali'ye bu konuda diğer sahabiler de katıldı. [Bu hadisi İmam Malik Muvatta'da Munkati, Nesei, Tahavi, mevsul olarak rivayet ettiler] [75]
1) İmam Ahmet, Ebû Davud, İbn-i Mâce, Neseinin rivayet ettiklerine göre; düşürülen ceninin diyeti hakkında Resûlullâh (SAV) in vermiş olduğu hükmü bilmeyen Hz. Ömer: "Allah için ceninin diyeti hakkında Resûlullâh (SAV) dan bir şey işitmiş olan varsa söylesin?" demiş. Bunu üzerine Hamel b. Nabiga ayağa kalkarak: "Ben iki cariyemin (yani iki eşimin) arasında idim. Birisi diğerine çadır direği ile vurdu, onun ceninini ölü olarak düşürttü. Resûlullâh (SAV) (düşürülen) cenin için (velisine) bir gurre (yani bir erkek köle veya cariye verilmesine) hüküm verdi."dedi. bunun üzerine Hz. Ömer: "Nerede ise Resûlullâh (SAV) in hükmü bulunduğu yerde kendi reyimizle hüküm verecektik" dedi.
Anne karnındaki cenin cinayet sebebi ile ölürse gurre vermek vacib olur. Fakat canlı olarak düşer de sonra
ölürse tam diyet vermek icab eder. Hz. Ömer'in "nerdey-se Resûlullâh (SAV) in vermiş olduğu hüküm bulunduğu yerde, kendi reyimizle hüküm verecektik" demesi o konuda Resûlullâh (SAV) in vermiş olduğu hüküm bulunmasaydı kendi reyi ile ictihadda bulunacaktı.
2) Abdullah b. Mes'ud mehir tayin edilmeyen bir kadın hakkında ictihadda bulunmuştur.
Sünen sahiblerinin rivayet ettiklerine göre, Abdullah b. Mesud'a gelerek: "Mehir tayin etmeden ve onunla zifafa girmeden kocası ölen bir kadının durumu nedir?"- diye sordular. Onlara Abdullah b. Mesud: "Arayınız, onun hakkında bir delil bulabilirmisiniz" diye cevap verdi. İbn-i Mesud'a tekrar gelip: "Aradık bir delil bulamadık." dediler. İbn-i Mes'ud: "Bu konuda kendi reyimle hüküm veriyorum. Doğru olursa Allâh'dandır. O kadına kendi akraba kadınlarının mehri vardır. Onîardan ne az olur ne de çok, o kadına iddet beklemekte vardır." Bunun üzerine Ma'kıl b. Sinan el- Eşcaî: "Resûiuliâh (SAV) bizim kabileden olan Vaşık'ın kızı Bervâ için senin verdiğin hükmün aynını vermişti." Dedi. İbn-i mes'ud vermiş olduğu hükmün Resûlullâh (SAV)m vermiş olduğu hükmüne uygun olmasına sevindi.
İbn-i Mes'ud bu konuda delile ulaşmaktan aciz kaldıktan sonra kendi re'yİle fetva verdi. Allah Tealâ'nın tevfıkiyle vermiş olduğu hükme uygun delil bulunduğu için sevindi.
3) Beyhâkî "es-Sünenü'1-Kübrâ" isimli eserinde ve İbn-i Abdi'1-Berr "Camiu Beyani'1-İlmi ve fadlihi" isimli eserinde İkrime'den rivayet ettiklerine göre, ikrime demiştir ki: "Beni, İbn-i Abbas, Zeyd b. Sabit'e "Ölünün kocası, anası ve babası kaldığında miras nasıl taksim olunur sor" diye gönderdi. Zeyd: "Kocaya malın yarısı verildikten sonra, geri kalan malın üçde biri anaya malın geri kalanı da babaya verilir" dedi. İbn-i Abbas'a gelip Zeyd'in miras taksimini haber verdim. İbn-i Abbas "Zeyd'e git, Allah'ın kitabında, geri kalan malın üçde biri anaya verilir diye bir hüküm var mı diye sor?" dedi. Çünkü îbn-i Abbas:"Anaya malın tamamının üçde biri verilir" diyordu. Zeyd: "İbn-i Abbas'a ben kendi reyimle hüküm veriyorum. Sen de kendi reyinle hüküm veriyorsun (Senin verdiğin hükme göre, ana babadan daha çok alıyor, benim verdiğim hükrne göre, baba anadan daha çok alıyor. ) ben anayı mirasda babadan üstün tutmam" dedi. Bu hadisde delilin bulunmadığı yerde İhtilâfın bulunacağına işaret vardır.
4) İbn-i Abdi'I- Berr "Cami'u Beyâni'1-ilm" eserinde ve İbn-i Kayyım "İ'lâmü'l-Muvakkıîn" isimli eserinde rivayet ettiklerine göre; "Ömer b. Hattab davası olan bir kişiyle karşılaşmış ve ne yaptığını sormuştu. O kişi Hz. Ali ile Zeyd'in verdikleri hükümden bahsedince Hz. Ömer: "o davada ben hüküm verseydim Hz. Ali ile Zeyd'in vermiş olduğu hükümden başka türlü hüküm verirdim." Demiş. O kişi de: "İş senin elinde böyle hükmetmen için bir engel varmı?" demiş. Ömer'de: "Eğer seni Allah'ın kitabı ve Resûlullâh (SAV) in sünnetinde sabit olan bir hükme çevirecek olsaydım bunu derhal yapardım. Fakat seni kendi reyime çevireceğim. Re'y ise ortaktır" demiş. Kitabdan veya sünnetten delilin bulunmadığı yerde Hz. Ali ile Zeyd'in vermiş olduğu hükmü bozmamıştır. Çünkü Hz. Ömer'in içtihadı da onların içtihadı gibidir. Bir ictihad kendi gibi bir ictihadla bozulmaz.
5) Hz. Ömer'in delil bulunmadığı yerde reyine ve içtihadına dayanarak karar verdiklerinden biri de şam'da Taun hastalığı çıkmış olduğundan geri dönmesi ve Ebû Ubey'de ye cevap vermesidir. Sonra bu konuda kendi re'y ve içtihadına uygun delil ulaşınca Allah Tealâ'ya hamdü senada bulunmuştur.
Buhâri'nin rivayet ettiğine göre, Ömer b. Hattab, Şam'a gitmek üzere yola çıkmış, serg denilen yere vardığında onu askeri emirler yani Ebû Ubey'de b. Cerrah ve arkadaşları karşılayarak Şam'da veba hastalığının bulunduğunu kendisine haber vermişler. Bunun üzerine Hz. Ömer geri dönmek konusunda insanlarla istişarede bulundu, istişare sonunda Medine'ye dönmeye karar verince Ebû Ubeyde ona: "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" diye sordu. Hz. Ömer: "Bunu senden başkası söylemeliydi, ey Ebû Ubeyde!" dedi. (Hz. Ömer ona karşı gelmekten çekinirdi.) "Evet, Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz, bana haber ver: Senin develerin olsa, bir tarafı verimli diğer tarafı çorak bir vadiye inmiş olsan, develeri verimli yerde otlatsan Allah'ın kaderiyle otlatmış, çorak yerde otlatsan yine Allah'ın kaderiyle otlatmış olmazmıydın?" dedi. Az sonra bir hacetine gitmiş olan Abdurrahman b. Avf geldi. Meseleyi duyunca dedi ki: "bu hususda bende bilgi var. Resûlullâh (SAV) ı şöyle buyururken işittim, "bir yerde veba hastalığı bulunduğunu işittiniz mi oraya gitmeyin. Bulunduğunuz yerde veba baş gösterdiği zaman, vebadan kaçmak maksadı ile o yerden de çıkmayın"!" Hz. Ömer bu hadisi işitince, Allah'a hamd etti, sonra kalkıp gitti.
Hz. Ömer'in Şam'da salgın hastalık bulunduğundan dolayı oraya gitmeyip Medine'ye geri dönmesi, bugün tıpta karantina diye bilinenin ta kendisidir.
Müslim'in rivayetinde şu tafsilat vardır:
Şöyle ki: "Hz. Ömer muhacirlerle istişarede bulundu ve Şam'da veba hastalığının çıkmış olduğunu haber verdi. Muhacirler Şam'a girilip, girilmemesinde ihtilâf ettiler. Sonra ensar ile istişare etti, onlar da Şam'a girilip girilmemesinde ihtilâf ettiler. Sonra fetih muhacirlerinden olan Kureyş'in büyükleriyle istişare etti. Hz. Ömer'in dönmesine iki kişi dahi karşı çıkmadı ve: "Biz insanları geri döndürmeni ve onları bu vebanın üzerine götürme-meni münasib görüyoruz" dediler.
6) Yemen'de bir çocuğu babasının karısı (üvey annesi) ile o kadının dostu birlikte öldürdüğü zaman oranın valisi onların durumlarını Hz. Ömer'e yazdı. Hz. Ömer onlara verilecek ceza hakkında tereddüt etti. Nihayet Hz. Ali ona: "ey müminlerin emiri! Birkaç kişi bir deveyi herbiri bir uzvundan tutarak birlikte çalsalar, onların ellerini kesermiydin?" dedi. Hz. Ömer: "Evet", diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer Yemen valisine: "Katillerin ikisinide öldür. Bütün Sana halkı bu cinayet işine katılsa-lardı, hepsini öldürürdüm" diye mektup yazdı.
Buhâri İbn-i Ömer'den rivayet ettiğine göre, İbn-i Ömer demiştir ki: "Bir çocuk tuzağa düşürülerek öldürüldü. " Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bu cinayet işine bütün sana halkı katılsaydı, bu çocuk sebebiyle hepsini öldürürdüm." Dedi.
San'ânî "Sübülü's-Selâm" isimli eserinde bu hadisi açıklarken şu bilgiyi vermiştir. Bu hadisi Tahavi ile Beyhâki, İbn-i Vehb'den rivayet etmişlerdir. İbn-i Vehb demiştir ki: Bana Cebir b. Hazim anlattı, ona da Mugire b. Hakim-i San'ani babasından duyduğunu şöyle anlatmış: "Sana'da bir kadının kocası kendisini bırakıp gitmiş,
kadının yanında, başka karısından olan Asil adlı oğlunu bırakmış, kadın kocası gider gitmez bir dost edinmiş, birgün dostuna: "Hiç şüphe yok ki, bu çocuk bizi kepaze edecek, bunu Öldür" demiş. Dostu bundan çekinmiş ise de bu sefer kadında ondan yüz çevirmiş, derken dostu kadının dediğine razı olmuş ve çocuğu öldürmek için kadının dostu ile başka bir adam, kadının kendisi, hizmetçisi toplanarak onu öldürmüşler. Sonra onun bütün organlarını keserek deriden bir torbaya koymuşlar ve köyün ötesindeki bir kör kuyuya atmışlar. Sonra bu cinayet meydana çıkmış. Kadının dostu yakalanmış ve suçunu itiraf etmiş, arkasından öbürleri de itiraf etmişler, bunun üzerine o gün Sa'na'da vali bulunan Ya'lâ onların durumlarını Hz. Ömer'e yazmış. Hz. Ömer'de hepsinin öldürülmesine dair bir mektup yazarak: "Vallahi bu çocuğun Öldürülmesine bütün Sa'na halkı katılsaydı hepsini öldürürdüm" demiştir."
İmam Malik "Muvatta" isimli eserinde Yahya b. Said'den o da Said b. Müseyyeb'den rivayet ettiğine göre: Ömer b. Hattab öldürülen bir kişi sebebiyle beş veya altı kişiyi öldürmüştür. Çünkü onlar o kişiyi tuzak kurarak öldürmüşlerdir. Hz. Ömer: "O kişinin öldürülmesine bütün san'a halkı katılsaydı hepsini öldürürdüm. " demiştir.
Bu hükümde Hz. Ömer'e; Hz. Ali, Mugire b. Şu'be, Ibn-i Abbas ve tabiinden Said b. Müseyyeb, Hasan-ı Basri, Atâ ve katade katılmışlardır.
Bu İmam Malik'in, Sevri'nin, Evzâi'nin, İmam Şafii'nin, İshak'ın, Ebû Sevr'in, rey sahiblerinin mezhebidir.
Hz. Ömer'in bu görüşüne İbn-i Zübeyr karşı çıkmış: "Böyle konularda diyetle hüküm verilir" demiştir.
Bu görüşü İmam Zühri, İbn-i Şirin, Rabiatü'r Rey, davûd, İbn-i Münzir, bir rivayetinde İmam Ahmet kabul etmişlerdir.
Bu konuda delil bulunmadığından dolayı sahabe ihtilâf etmişlerdir. Çünkü Resûlüllâh (SAV) zamanında bir cemaatın bir kişiyi öldürmesi gibi bir hadise meydana gelmemiş ve bu konuda Resûlüllâh (SAV) dan bir hüküm nakledilmemiştir. Hz. Ömer devrinde böyle bir hadise meydana gelmiş ve bu konuda delil bulunmadığından kendi re'y ve içtihadıyla hüküm vermiştir. Hz. Ömer'e bu konuda sahabeden birçokları katılmışlardır.
7) Bir Ölüye kardeşleri ile birlikte dedesinin (babasının babası) mirasçı olması meselesi Resûlüllâh (SAV) in vefatından sonra sahabeye soruldu. Bu konuda Resûlüllâh (SAV) in vermiş olduğu bir hüküm yoktu. Sahabe bu konuda kendi görüşleriyle hüküm verdiler. Görüşlerinde ihtilâfa düştüler
Hz. Ebû Bekir, İbn-i Abbas, İbn-i Zübeyr, Muaz b. Cebel, Ebû Musa el-Eş'arî, Ebû Hüreyre, Hz. Aişe, Ubade b. Samit ve sahabeden diğer bir gurup şu görüşde bulunmuşlardır: (Hz. Ömer'de önce bu görüşdeydi sonra bu görüşden dönmüştür.)
Dede kardeşlerden evlâ olduğundan, kardeşlerle beraber bulunduğu takdirde kardeşleri mirasten mahrum eder. Yani kardeşlerden hiçbiri mirasdan hisse alamazlar. Çünkü dede Ölüye kardeşlerden daha yakındır. Dede, baba yerindedir. Babanın Ölünün kardeşlerini mirasdan mahrum ettiği gibi, dede de ölünün kardeşlerini mirasdan mahrum eder. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in birçok âyetlerinde dedeye baba denilmiştir: "Hem Allah yolunda gerektiği gibi cihat edin! Sizi o seçti, üzerinize dinde bir güçlükde yüklemedi. Babanız İbrahim'in dini gibi...." [Hac sûresi: 78]
Hz. Ömer, Hz. Ali, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes'ûd ise şu görüşde bulunmuşlardır: ölünün kardeşleri, dedesi ile birlikte mirasçı olurlar. Çünkü hem dede hem de kardeşler ölüye baba tarafından ulaştıkları için yakınlık derecesinde eşittirler.
Zeyd. b. Sabit, bu konuyu kıyasi bir misâlle açıkladı: dedeyi bir ağacın gövdesine, babayı ondan süren büyük bir dala, kardeşleri de o büyük daldan süren iki küçük dala benzetti. Bu iki küçük daldan biri, diğer dala ağacın gövdesinden daha yakındır. Bu iki küçük daldan biri kesilince bu kesilen dalın suyunu diğer dal emer su gövdeye geri dönmez.
Hz. Ömer bu meseleyi Hz. Ali'ye^ sorunca Hz. Ali bu meseleyi başka bir misalle açıkladı: dedeyi büyük bir ırmağa, babayı ondan ayrılan bir kanala, ölü ile kardeşlerini de kanaldan ayrılan iki arka benzetti. Bu iki arktan bir diğerine ırmaktan daha yakındır. Bilindiği gibi bu iki arktan biri kapatılınca onun suyu diğer arka gider, ırmağa geri dönmez.
Zeyd b. Sabit: "Ölünün kardeşleri iki veya daha ziyade olursa, dedeye üçde bir verilir" diyordu.
Hz. Ali: "Ölünün kardeşleri beş veya daha fazla olursa, dedeye altıda bir verilir. Geri kalan miras kardeşleri arasında taksim edilir" diyordu.
İbn-i Kayyım "İlâmü'l-Muvakkıîn" isimli eserinde: "Ölünün kardeşleri ile birlikte dedesi bulunduğu zaman Hz. Ebû Bekir ile ona katılan diğer bazı sahabelere göre:
"Dede kardeşleri mirasdan mahrum eder"" görüşünü benimsemiş ve bu konuda birçok deliller zikretmiştir.
Burada zikredilen ve zikredilmeyen misâller, sahabenin, hakkında delil bulunmayan bîr çok hadiselerin hükümlerini, hakkında delil bulunan hadiselerin hükümlerine kıyas ettiklerini, âlimlere ictihad kapısını açtıklarını ve ictihad yolunu gösterip açıkladıklarını bildirmektedir. [76]
Allah Tealâ bize, kendisine itaat edilmesini ve Resulüne itaat edilmesini emrederek: "ey iman edenler! Allah'a itaat edin, peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat edin, eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah'a ve peygambere döndürün (o hususda Kur'an-ı Kerime ve sünnete müracaat edin) eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız. Bu hem hayırlı. Hem netice itibarıyla daha güzeldir." [Nisa Sûresi: 59] buyurmuştur.
Bu âyet-i kerimede "Allah'a itaat edin" diye buyrulduktan sonra "peygambere de itaat edin" diye peygambere itaatin tekrar edilmesi, peygamberin emrettiği şeylerin Allah'ın kitabı ile karşılaştırılmadan doğrudan doğruya kabul edilmesinin vacib olduğunu bildirmek içindir.
Peygamber efendimiz bir şeyi emredince, emrettiği şey, kitabda bulunsun veya bulunmasın ona itaat etmek kesin olarak vacib olur. Çünkü Resûlullâh'a kitap (Kur'an) verilmiş onunla beraber onun kadar da ilim verilmiştir.
Allah Teâla iderecilere doğrudan doğruya itaat edilmesini emretmemiş. Yani: "İdarecilere de itaat edin" buyurmamış. Onlara itaat edilmesini peygambere itaat edilmesinin zımmmda zikrederek onlara itaat edilmesini peygambere itaat edilmesine bağlı kılmıştır. Bundan dolayı idarecilerden bir kimse peygamber efendimizin getirmiş olduğu bir şey ile emrederse kendisine itaat edilmesi vacip olur. Şayet peygamberimizin getirmiş olduğu bir şeye aykırı olarak emrederse kendisini ne dinlemek vardır ne de itaat. Sahih olan bir hadisi şerifde: "Allah'a isyan hususunda hiçbir kimseye itaat yoktur." Ve yine bir hadis-i şerifde: "İtaat ancak meşru (olan bir şey hususun) da dır." buyurulmuştur. Yukarıda geçen âyet-i kerime müminler aralarında anlaşmazlığa düştükleri hükümleri, Allah'a ve peygambere döndürmelerinin vacib olduğunu bildirmektedir. Allah'a döndürmekten maksad, Allah'ın kitabına başvurmaktır. Peygambere döndürmekten maksad ise, Peygamber efendimiz hayatta iken kendisine, vefatından sonra sünnetine başvurmaktır.
Müminler aralarında anlaşmazlığa düştükleri hükümlerde Allah'ın kitabına ve Resulün sünnetine başvurmakla emredilmeleri, kitap ile sünnetin herşeyin hükmünü içine almış olduğunu bildirmektedir. Çünkü "Bir şey hakkında çekişirseniz" âyetinde şarttan sonra nekre (belirsiz) olarak gelen "Şey'in" kelimesi müminlerin din meselelerinden anlaşmazlığa düştükleri her meseleyi içine almaktadır. Şayet Allah'ın kitabında ve Resûlullâh (SAV) m sünnetinde olanlar, müminlerin aralarında anlaşmazlığa düştükleri hükümlerin açıklanmasına yeterli olmasaydı, müminlerden anlaşmazlığa düştükleri hükümlerde Allah'ın kitabına ve Resûlullâh (SAV) in sünnetine başvurmaları istenmezdi. Buna göre, helâl ve haramın kaynağı Allah'ın kitabı, Resûlullâh (SAV) in sünnetidir. Müctehidin hükmü kendi içtihadıyla vermiş olduğu bir hükümdür. Bundan dolayı Resûlullâh (SAV) sahih bir hadisinde Kumandanı Büreyde'ye "Sen düşmanlarını muhasara ettiğin vakit senden kendilerine Allah'ın hükmünü uygulaman üzere teslim olacaklarını isterlerse kabul etme. Çünkü sen onlar hakkındaki Allah'ın hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin. Fakat senin hükmüne, arkadaşlarının hükmüne razı olmak üzere teslim olmalarını iste." buyurmuştur.
Yukarıda açıklandığına göre, sahabenin ictihad ile sadece görüşle hüküm vermek kasdedilmemiştir. Çünkü sadece görüşle verilen hüküm kötülenmiştir. Nitekim Hz. Ebû Bekir sadece görüşle verilen hükmü kötülüyerek: "Allah'ın kitabındaki herhangi bir âyet hakkında kendi görüşüme göre konuşursam veya bilmediğim bir şeyi söylersem beni hangi yer üstünde taşır, beni hangi gök gölgesinde barındırır" demiştir.
Hz. Ebû Bekir ictihad ettiği vakit şöyle derdi: "Bu benim görüşümdür. Eğer doğru ise Allah 'dandır. Eğer hata ise bendendir. Allâh'dan affımı dilerim."
Hz. Ömer'de sadece görüşle verilen hükmü kötüleyerek: "görüşle hüküm vermekten sakının" demiştir.
Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Sizin üzerinize hiçbir yıl gelmez ki, önceki yıldan daha kötü olmasın, bilmiş olun ki, ben önceki idareci sonra gelen idareciden daha iyidir, önceki yıl gelecek yıldan daha bereketlidir demiyorum. Fakat âlimleriniz ölürler, sonra onların yerini tutacak âlimler bulamazsınız, kara cahil bir gurup gelip işleri ve meseleleri kendi görüşleriyle çözümlemeye çalışırlar"
Abdullah b. Mes'ûd'a: "Mehir tayın etmeden ve onunla zifafa girmeden kocası ölen bir kadının durumu nedir" diye soruldu. İbn-i Mes'ud: "o kadına kendi akraba kadınlarının mehri vardır. Onlardan ne az olur ne de çok. o kadına iddet beklemek de vardır. Ben bunu kendi görüşümle söylüyorum. Eğer doğru ise Allâh'dandır. Hata ise benden ve şeytandandır. Allah ve Resulü bundan beridir."dedi.
Hz. Osman'da sadece görüşle verilen hükmü kötüle-miştir.
Ali b. Ebû Talib de: "Eğer din görüşle olsaydı, mestin altına meshetmek, üstüne meshetmekten daha evlâ olurdu" demiştir.
Bir gurup Zeyd b. Sabit'e bazı şeyler sordular o da onlara sordukları şeylerin cevaplarını.verdi. O gurup da onun verdiği cevaplan yazdılar. Sonra o gurup: "Yazdıklarımızı ona haber verelim. " Dediler ve gelip haber verdiler. Zeyd b. Sabit o guruba: "Yazmayın size verdiğim cevapların hepsi hata olabilir, çünkü bu cevapları kendi görüşümle ictihad ederek verdim" dedi.
Sahabeden nakledilen bu eserler, görüşün kötülenmesi hakkındadır. Bu kötülenen görüş ile her çeşit batıl olan görüş murad edilmiştir. Delile aykırı görüşde bulunmak, kendilerinden hüküm çıkarılan delillere bakmadan, manalarını anlamadan din hakkında tahmin ve zanla konuşmak, Allah Tealâ'nın isimlerini, sıfatlarını, fiillerini batıl kıyaslarla tevil etmek, bid'atların çıkmasına sebebiyet vermek, istihsan ile dinin şer'i hükümleri hakkında söz söylemek asıl delil ile veya delilin illeti ile sabit olan hükme kıyas etmeyip, kıyas ile sabit olan hükme kıyas etmek kapalı, karmaşık ve anlaşılmayanlarla meşgul olmak gibi.
Nitekim Resûlullâh (SAV): "Şübhesiz Allah Tealâ size üç şeyi kerih görmüştür: Dedikoduyu, çok soru sormayı, malı israf etmeyi" buyurmuştur.
Sahabenin görüşü, deliller hakkında düşünmek, manalarını anlayıp ictihad etmekten ibaretti.
İbn-i Kayyım bu konuda şöyle demiştir: "Âlimler, ictihaddan ibaret olan görüşü, delillerin çatıştığı yerde doğru vechi bilmek için araştırdıktan, düşünüp tefekkür ettikten sonra, kalbin kanaat getirdiği şeye tahsis etmişlerdir. İşte övülen görüş bu görüştür. Eğer bu görüş Resûlullâh (SAV)ın sahabesinden olursa kabul edilmeye daha lâyıkdır."
İbn-i Kayyım, İmam Şafii'nin ashab-ı kiram hakkındaki şu sözlerini nakletmiştir: "Allah Tealâ, Resûlullâh (SAV) in ashabını Kur'anda, Tevratta İncil'de övmüştür Resûlullâh (SAV) da ashabının kendilerinden sonra hiçbir kimsenin ulaşamayacağı bir mertebede bulunduklarını açıklamıştır. Allah Tealâ onlara sıddıkların, şehidlerin, salihlerin makamlarının en yücesini ihsan etmiştir, bu övgü onlara mübarek olsun. Allah Tealâ onlara rahmet eylesin. Sahabe bize Resûlullâh (SAV) in sünnetini bildiler, Resûlullâh (SAV) ı kendisine vahiy inerken gördüler, Resûlullâh (SAV)ın umumdan, hususdan, azimetten, ruhsattan, irşâddan ne murad ettiğini bildiler, onun sünnetlerinden bizim bildiklerimizi ve bilmediklerimizi bildiler, sahabe ictihadda, takvalıkda akılda ilim elde etmede, delillerden hüküm çıkarmada ve bütün ilimlerde bizden üstündüler. Onların görüşleri, bizim
görüşlerimizden daha üstündür. Onların görüşlerine uymak kendi görüşlerimize uymaktan daha evlâdır. "
îmam Şafii sahabeden rivayet edilen görüşleri bu mertebede değerlendirmiştir. Sahabeden biri bir görüş ileri sürüyordu. Kur'an onun görüşüne uygun olarak iniyordu. Nitekim Hz. Ömer Bedir esirlerinin boyunlarının vurulması görüşündeydi. Kur'an onun görüşüne uygun olarak indi. Yine Hz. Ömer İbrahim Aleyhisselâmın makamını namazgah edinilmesi görüşündeydi. Kur'an onun görüşüne uygun olarak indi. Resûlullâh (SAV) in zevceleri kendisine karşı kıskançlıkta birleştikleri vakit Hz. Ömer: "umulur ki, o sizi boşarsa onun Rabbi sizin yerinize ona sizden daha hayırlı zevceler verir" dedi. Kur'an onun görüşüne uygun olarak indi.
Münafık olan Abdullah b. Übeyy öldüğü zaman Resûlullâh (SAV) onun cenaze namazını kıldırmak üzere kalktı. Hz. Ömer'de kalkıp Resûlullâh (SAV) in elbisesinden tutarak: "Ey Allah'ın Resülu o münafıkdır" dedi. Fakat Resûlullâh (SAV) onun cenaze namazını kıldırdı. Bunun üzerine Allah Tealâ: "Onlardan (Münafıklardan) ölen birinin üzerine ebediyyen cenaze namazı kılma, kabri başında da durma." [Tevbe sûresi: 84] âyetini indirdi.
Bu açıklama ile sahabeden görüşün kötülenmesi hakkında rivayet edilen eserler ile sahabenin kendi görüşleriyle ictihadda bulundukları meseleler arasındaki çelişki giderilmiş olur. Sahabenin kötüledikleri görüş, daha Önce bilgi verildiği üzere hiçbir delile dayanmayıp tamamıyla zan ve tahminle ileri sürülen görüşdür.
Sahabenin kabul edip uyguladıkları görüş ise, kitap, sünnet, icma'da açık hükmü bulunmayan yeni bir hadise meydana geldiğinde o hadisenin hükmünü araştırmak veya delilleri yorumlayarak hüküm çıkarmak veyahut delillerin manalarını açıklamak için başvurulan görüşdür.
Allah Tealâ bu görüşü ve bu anlayış kabiliyetini kullarından dilediği kimselere ihsan eder. [77]
Hadiscilere göre, sahabe mümin olarak Resûlullâh (SAV) in az veya çok sohbetinde bulunup ondan hadis rivayet eden kimselerdir.
Sahabenin müctehidleri, Resûlullâh (SAV) in uzun zaman sohbetinde bulunup onun fiil ve davranışları onların gözü önünde ve tekrarlanarak cereyan etmiş, bunları da kolayca anlama ve öğrenme imkanı bulmuş olanlardır. Bunlar ilim ve ictihadla şöhret kazanmış ve kendilerinden fetva ve hüküm nakledilmiş olan kimselerdir. Bunlara "kurrâ" ismi veriliyordu. Bu isim islâmm evvelinde uzun zaman fetva verenlerin lâkabı olmaya devam etmiştir.
İbn-i Haldun: "Sahabenin hepsi müctehid olabilecek anlayış ve ilim seviyesine ulaşmadıkları için fetva vermeye ehil değillerdi. Ancak sahabenin müctehidleri Kur'an-ı hıfzedip, onun nâsihini, mensûhunu, müteşâbihini, muhkemini ve diğer delâlet ettiği manalarını Resûlullâh (SAV) dan öğrenmiş olanlar veya Resûlullâh (SAV) dan öğrenmiş olan sahabenin yüksek tabakasından öğrenmiş olanlardır. Bu müctehidlere okuma yazma bildikleri için "Kurrâ" ismi veriliyordu. Çünkü Arablar, okuma yazma bilmeyen bir milletti, onlar o zaman okuma yazmaya yabancıydılar. Bundan dolayı, okuma yazma bilenlere "Kurra" ismi veriliyordu. İslâmın başlangıcında bu isim kullanılıyordu. Sonra islam ülkesinin sınırları genişleyip şehirleri çoğalınca Arablar okuma yazmayı benimsediler. Yetişen âlimler delillerden hükümler çıkardılar, fıkhı tedvin edip geliştirdiler. Fıkıh ilmi başlı başına bir ilim dalı oldu" demiştir.
İbn-i Kayyım "İ'lâmü'l- Muvakkıîn" isimli eserinde zikrettiğine göre: Ashab-ı kiram arasında kendilerinden fetva rivayet edilenlerin sayısı kadın ve erkek olmak üzere yüz otuzdan fazladır. Bunlar fetvalarının azlığı, çokluğu bakımından üç kısma ayrılmışlardır:
Birinci kısım: Fetvaları birer kitap tutacak kadar çok olan şu yedi sahabedir: Ömer b. Hatta*b, Ali b. Ebû Taîib, Abdullah b. Mes'ûd, müminlerin anası Hz. Aişe, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer.
İkinci kısım: Vermiş oldukları fetvalar orta bir halde bulunan şu yirmi sahabedir: Ebû Bekir Sıddık, Ümmü Seleme, Osman b. Affan, Ebû Said el- Hudri, Ebû Musa el- Eş'ari, Cabir b. Abdullah, Muâz b. Cebel, Abdullah b. Amr b. El- As, Abdullah b. Zübeyr, Enes b. Mâlik, Ebû hüreyre, Sa'd b. Ebû Vakkas, Selmân-i Farisi, Talha, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Afv, tmran b. Husayn, Ebû Bekre, Ubade b. Sâmit, Muaviye b. Ebû Süfyan.
Üçüncü kısım: Kendilerinden pek az fetva rivayet edilmiş olan yüzden fazla sahabeden bazıları şunlardır: Ebü'd-Derdâ, Ebû Talha, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Numan b. Beşîr, Übeyy b. Ka'b, Ebû Zer, Hz Safıyye, Hz. Hafsa, Hz. Ümmü Habibe.
Bu devirde kendilerinden çok fetva ve hüküm rivayet edilmiş sahabe müctehidlerinden birkaçının kısaca tercümei halleri açıklanacaktır: [78]
Ömer b. Hattab b. Nüfeyl, Kureyş'in Beni Adevi kabi-lesindendir. Kureyş'in yanında sefirlik gibi şerefli bir vazifesi vardı.
Halife olarak müslümanların işini üzerine almadan önce ticaretle uğraşıyordu. Halife olunca müslümanların işleriyle uğraşmaya başladı.
Hz. Ömer, Resûlullâh (SAV) in peygamber olarak gönderilmesinin altıncı yılında müslüman oldu. O vakit müslümanların sayısı otuz dokuzdu, onunla kırk oldular.
Müslümanların sayısı az olduğundan ve kureyş'in kendilerine işkence ettiğinden dolayı müslümanlıklarını gizliyorlar, Mahzum kabilesinden Ebû Erkâm'ın oğlu Erkâm'ın evinde Resûlullâh (SAV) in etrafında toplanmışlar, dini öğreniyorlardı.
Hz. Ömer'in Müslüman olması, Müslümanlar için büyük kazanç oldu. Hz. Ömer hakkın davetine yardımcı olup, Allah tealâ'nın dininin yücelmesi için çalıştı.
Hz Ömer güçlü, kuvvetli, hiddetli, dirayetli, hakkı savunmada cesaretli olarak biliniyordu.
Siyer ehlininzikrettiğine göre, Resûlullâh (SAV): "Allah'ım şu iki adamdan (yani) Ömer b. Hattab veya Amr b. Hişâm'dan sana en sevimli olanı ile islâmı aziz kıl" diye duâ etmiştir. Allah Tealâ Resûlullâh (SAV) in duâsini kabul etti ve Hz. Ömer müslüman oldu.
Hz. Ömer Resûlullâh (SAV) a "Biz dinimizi niçin gizliyoruz, halbuki biz hak üzere bulunuyoruz, onlar ise batıl üzere bulunuyorlar. Seni hak ile gönderen Allah Tealâ'ya yemin ederim ki, küfürle oturduğum her meclisde muhakkak imân ile de oturacağım" dedi. Bunun üzerine Müslümanlar iki saf halinde Kabe'ye çıktılar. Safın birinin başında Hz. Ömer diğer safın başında ise Hz. hamza bulunuyordu. Bu durum Kureyş kafirlerinin kuvvetini zayıflattı ve morallerini bozdu bundan dolayı Hz. Ömer'e "Faruk" lakabı verildi, çünkü O İslamı açıkladı. Hak ile batıl arasını ayırdı. *
Abdullah b. Mes'ûd demişdir ki: Hz. Ömer'in müslüman olması Müslümanlar için zafer, Medine'ye hicreti nusret emir ve halife olması rahmet oldu. Vallahi Hz. Ömer müslüman oluncaya kadar biz Müslümanlar Kabe avlusunda açıktan açığa namaz kılmak kudret ve cesaretini gösteremiyorduk. Hz. Ömer müslüman olunca müşriklerle dövüştü, onlar bizi bıraktılar, biz de Kabe'nin avlusunda namaz kıldık. Hz. Ömer müslümanları ve Resûlullâh (SAV) ı müdafaa etmeye devam ediyordu. Nihayet müslümanların hicret etmelerine izin verildi. Müslümanlar gizli olarak Medine'ye hicret ettiler, ancak Hz. Ömer çok kuvvetli ve cesaretli olduğu için Kureyş'in ileri gelenlerinden bir gurubun gözü önünde Medine'ye hicret etti.
Hz. Ali'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Medineye hicret edenlerden gizli olarak hicret etmeyen hiçbir kimse bilmiyorum. Ancak Ömer b. Hattab hicret etmek isteyince kılıcını kuşandı, Kureyş'e karşı meydan okudu, eline oklar aldı, Kabe'ye gitti, Kabe'nin etrafında Kureyş'in ileri gelenlerinden bir gurup bulunuyordu. Beytullâh'ı yedi kere tavaf etti, sonra makamı İbrahim'de iki rekat namaz kıldı, sonra Kureyş'e karşı çıkıp "Yüzler kara olsun, anasını ağlatmak, çocuğunu yetim, karısını dul bırakmak isteyen benimle şu vadinin arkasında buluşsun" dedi. Müşriklerden hiçbiri onun peşinden gitmeye cesaret edemedi. "
Hz. Ömer'in şahsiyeti çok yönlüdür. Bizim konumuzla ilgili olan en mühim şahsiyeti, rey'inin isabetli, ileri görüşlü ve anlayışının kuvvetli olmasıdır. Onun görüşü hak oklarından bir ok olup hedefe isabet ediyor ve inecek olan bazı âyet-i kerimelere uygun düşüyordu. Yukarıda geçtiği üzere içtihadıyla vermiş olduğu hükümler onun görüşünün isabetli olduğuna delil olarak yeterlidir.
Buhâri ile Müslim'de rivayet edildiğine göre, Ömer b. Hattab demiştir ki: "Benim görüşüm üç yerde Rabbimin İndireceği âyetlere uygun düşmüştür. Ben "Ya Resûlallâh Makam-ı İbrahimi namazgah edinmelisin" dedim. Bunun üzerine şu âyet-i kerime indi: "Ey müminler, siz de İbrahlmin makamından kendinize bir namazgah edinin" [Bakara sûresi: 125] yine "Ya Resûlallâh senin yanına iyi kimse de, kötü kimsede giriyor müminlerin analarını örtmelisin" dedim. Bunun üzerine Allah Tealâ örtünme hakkında şu âyet-i kerimeyi indirdi: "Ey peygamber! Kadınlarına kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle de dış örtülerini sımsıkı örtsünler." [Ahzab sûresi: 59] Hz Ömer, Resûlullâh (SAV) in zevceleri kendisine karşı kıskançlıkta birleştikleri ve Resûlullâh (SAV) in onlara darılmış olduğu bana ulaştığı zaman onların yanına girdim ve onlara "Ya bundan vaz geçersiniz veyahut Allah Tealâ Resulüne sizden daha hayırlısını verir" dedim. Onlardan biri "Ey Ömer! Resûlullâh (SAV) in zevcelerine va'z etmesi yetmiyormu ki, bir de sen mi onlara va'zediyorsun" dedi. Bunun üzerine Allah Tealâ şu âyet-i kerime'yi indirdi. "Eğer o sizi boşarsa umulur ki, Rabbi yerinize sizden daha hayırlı zevceler verir, öyle kî, müslüman, halis mümin, itaatkâr, tevbekâr, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bekâr kadınlar olabilir" [Tahrim sûresi: 5]
Müslim ile Tirmizi'de rivayet edildiğine göre, Resûlullâh (SAV) Bedir esirleri hakkında ashabıyla istişare etti. Hz. Ömer onların boyunlarının vurulmasını teklif etti. Hz. Ebû Bekir İse onların affedilip kendilerinden fidye alınmasını teklif etti, Resûlullâh (SAV) onları affedip kendilerinden fidye aldı. Bunun üzerine Allah Tealâ şu âyet-i kerime'yi indirdi: "Hiçbir peygamber için yeryüzünde ağır basmadıkça (üstün gelmedikçe) esirleri bulunmak doğru değildir. [Enfal sûresi: 67]
İbn-i Abbas'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: Hz. Ömer'den dinledim şöyle diyordu: Abdullah b. Übeyy b. Selül öldüğü zaman Resûlullâh (SAV) onun cenaze namazına çağrıldı. Resûlullâh (SAV) da namazını kıldırmak için cenazeye karşı durduğu zaman ben "Falan ve falan gün onun günlerini sayıyor, şöyle şöyle diyen Allah'ın düşmanı Übeyy oğlu Abdullah'ın mı (cenaze namazını) kıldıracaksın" dedim. Resûlullâh ise tebessüm ediyordu. Nihayet kendisine karşı lâfı uzattığım vakit Resûlullâh (SAV): "Ey Ömer! Benden geri dur. Ben bu hususda muhayyer bırakıldım" buyurdu. Ve bana "o münafıklar için ister istiğfar et (bağışlanmalarını dile) ister istiğfar etme! Onlar için yetmiş kere istiğfar etsen de Allah onları af etmeyecektir" [Tevbe sûresi: 80] denildi. Bilsem kî yetmişi aşarsam bağışlanacaktır. Mutlaka yetmişden fazla istiğfar ederdim. Sonra Resûlullâh (SAV) onun cenaze namazını kıldırdı. Cenaze ile beraber yürüdü. Defni tamamlanıncaya kadar da kabrinin başında durdu. Hz. Ömer şöyle devam etti: Kendime ve Resûlullâh (SAV) a karşı -Allah ve Resulü biliyor ki-cüretime şaştım. Vallahi onu defnedeli çok az bir zaman olmuştu ki, şu iki âyet indi: "Münafıkların ölenlerinden hiçbirisinin ebediyyen cenazesini kılma, kabri başında durma" [Tevbe sûresi: 84] bundan sonra Resûlullâh (SAV) ruhunu Allah'a teslim edinceye kadar hiçbir Münafığın cenaze namazını kıldırmadı.
Hz. Ömer birçok yeni ictihadlarda bulunmuştur. Beyhaki'nin Mes'ûd b. er-Hakem es-Sakafı'den rivayet ettiğine göre, Mes'ûd b. Hakem demiştir ki: "Ölünün kocası, anası, ana bir kardeşleri ile ana baba bir kardeşleri kalmış. Bu mesele Hz. Ömer'e sorulmuş, Hz. Ömer ana bir kardeşler ile ana baba bir kardeşleri mirasın üçde birinde ortak kılmış. Bunlar arasında bu üçde biri eşit olarak taksim etmiş, bunun üzerine bir kimse: "Ey müminlerin emiri! Geçen sene ana bir kardeşlere, ana baba bir kardeşleri ortak kılmamıştın" demiş. Hz. O-mer'de: "O gün Öyle hüküm verdik, bugün böyle hüküm verdik" demiştir. Bu mesele, miras hukukunda "Müşerreke" veya "Müştereke" diye meşhurdur.
Ömer b. Hattab'ın, Ebû Musa el- Eş'ari'ye kaza (Bir dava geldiğinde nasıl hüküm verileceği) hakkında yazmış olduğu mektubu bu konuda eşsizdir. Bu mektup, usûle, fıkha, ve delillerden hüküm çıkarmaya ait birçok kaideleri toplamıştır. Bu mektup, Hz. Ömer'in kuvvetli bir görüşe, ince bir anlayışa ön sezgiye sahib olduğunu bildirmektedir.
Allâme İbn-i Kayyım "İlâmü'l-Muvakkıîn" isimli eserinde Hz. Ömer'in mektubunu açıkladı ve ondan birçok ilim çıkardı. Biz Hz. Ömer'in gidişatını, faziletlerini ve meziyetlerini anlatsak söz uzar. Hz. Ömer'i Mugire b. Şube'nin kölesi Ebû lü'lü şehid etti. Hz. Ömer şehid olarak rabbine kavuştu. Hz. Ömer hilafet işini Resûlullah (SAV) in kendilerinden razı olarak vefat ettiği şu altı kişi arasında istişare neticesine havale etti: Hz'. Ali, Talha, Sa'd b. Ebû Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman, Zübeyr (Allah'ın rızası hepsinin üzerine olsun) şu'ra ehlinin beşi halife seçimini altıncı üye Abdurrahman'a havale edip onun vereceği karara razı oldular. O da Hz. Osman'ı seçti.
Hz. Ömer on sene altı ay halifelik makamında kaldıktan sonra hicretin yirmi üçüncü senesinde şehit olarak Medine'de vefat etmiştir. [79]
[1] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 2-3.
[2] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 4-6.
[3] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 6-8.
[4] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 8-10.
[5] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 10-11.
[6] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 11-13.
[7] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 13-20.
[8] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 21-26.
[9] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 26-28.
[10] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 30-37.
[11] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 37-48.
[12] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 49-58.
[13] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 58-61.
[14] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 61-70.
[15] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 70-76.
[16] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 76-78.
[17] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 78-85.
[18] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 85-89.
[19] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 90-92.
[20] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 92.
[21] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 93-95.
[22] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 95-97.
[23] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 97-100.
[24] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 101.
[25] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 101-103.
[26] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 103-105.
[27] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık:
[28] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 105-113.
[29] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 113-114.
[30] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 114-119.
[31] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 119-121.
[32] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 112-126.
[33] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 126-128.
[34] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 128-132.
[35] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 132-134.
[36] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 134-140.
[37] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 140-144.
[38] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 144-147.
[39] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 147-151.
[40] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 151-152.
[41] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 152-158.
[42] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 158-162.
[43] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 162-163.
[44] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 163.
[45] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 163-164.
[46] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 164-165.
[47] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 165-166.
[48] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 166-167.
[49] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 167-168.
[50] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 168-173.
[51] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 175-177.
[52] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 177-186.
[53] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 186-189.
[54] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 189.
[55] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 189-195.
[56] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 195-197.
[57] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 197-198.
[58] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 198-206.
[59] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 206-214.
[60] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 214-217.
[61] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 217-219.
[62] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 219-221.
[63] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 221-224.
[64] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 224-225.
[65] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 225-226.
[66] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 226-227.
[67] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 228-230.
[68] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 231.
[69] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 231-232.
[70] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 232-233.
[71] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 233-235.
[72] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 235-239.
[73] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 239-253.
[74] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 253-256.
[75] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 256-259.
[76] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 259-267.
[77] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 267-273.
[78] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 273-275.
[79] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 275-280.