SORULU-CEVAPLI İSLÂM FIKHI (2)
Oruç Bir Temizlik Ve Hazırlıktır
Ramazanın Başlangıcı Nasıl Tesbit Edilir?
Ramazan Hilâlinin Belirlenmesi
Oruçlunun Diş Macunu Kullanması
Ramazan Ayında Karı-Koca Arasında Cinsel İlişki
Ramazanla İlgili Hz. Peygamberin Uygulamaları
Ramazanda Gündüzleri Lokantayı Açik Tutmak
Namaz Kılmadığı Halde Oruç Tutup, Zekât Vermek
Oruçlunun Göz Tedavisi Ve Kan Aldırması
İslam'da Ve Hrıstiyanlıkta Oruç
Ramazan Günlerinden Bir Günün Orucunu Yemek
Oruçlunun Cinsel İlişkide Bulunması
Mîkâttan Önce Veya Sonra İhrama Girmek
Hayızlı Kadın Ve Arafat Vakfesi
Başkasının Yerine Haccetmek (I)
Başkasının Yerine Haccetmek (II)
Başkasının Yerine Haccetmek (III)
SORU: Oruç Kur'an'ın ifadesiyle İslâm'ın ana temellerinden birisidir. Cenab-ı Hak Kur'an'da şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı.
CEVAP: Bu ayetten oruç ibadetinin ilk olarak İslâm'da ortaya çıkmadığını anlıyoruz. Aksine oruç tüm ilahî dinlerde bilinen bir ibadet olup, bu dinlerin bağlılarınca çeşitli sistem, şekil ve yollarla tutulagel-miştir. Bunun anlamı şudur: Hz. Allah oruç ibadetinin, insanlığın en eski çağlarından beri insan oğlunun ortak dinî bir görevi olduğunu bildirmektedir. Orucun felsefesine gelince:
1. Oruçta Allah'a tâat ve O'nun emrine uymak vardır. Bu tâat insana sürekli olarak, kendisini yönlendirenin ve üstündeki gücün Allah olduğunu hatırlatır.
2. Oruç insanı kul köle eden âdet ve geleneklere karşı bir çeşit insan kişiliğinin baş kaldırmasıdır;
Oruç gelmeden önce insan dilediği gibi yemekte, hoşlandığı şeyleri istediği kadar içmekteydi. Oruç ayı gelince otuz gün boyunca bu keyfilik ortadan kalkmaktadır. Her gün tan yerinin ağarmasından güneşin batışına kadar devam eden bu disiplin insanı birtakım âdetlerin baskısından kurtarıp özgürleştirmektedir. Şunu da hatırlayalım ki hayat şartları çeşitlidir. Eskilerin dediği gibi "Bir hâlin aynen devamı imkânsızdır."
Zengin, fakir, tok, aç, varlıklı, muhtaç, yolcu, yerleşik çok çeşitli durumlar sözkonusudur. İnsan bu çeşitli ortamları göğüslemeye alışa-mazsa, çeşitli yönleriyle hayatı göğüslemeye gücü yetmez.
3. Orucun bir de sağlık yönü var. İslâm'ın bakışma göre mide dert yuvasıdır. Aşırı yemek en kötü sonuçlan hazırlar. İnsanlar için en uygun davranış, yemede içmede normali aşmayanıdır. Bunun içindir ki Hz. Peygamber: "Biz, acıkmadıkça yemeyen, yeyince tıka basa doymayan bir topluluğuz" .buyurmuştur.
Çoğu kere -pek çok kimsenin yaptığı gibi- oburluk insan vücudunda fazlalıklara yol açar. Bu fazlalık insanı bitkinleşitirir ve ona eziyet eder. Oruç insanı bu fazlalıktan kurtarmak için gelmiştir. Oruç tutan kişinin sağlığı normalleşir, bedeni doğru bir yönde gelişir. Doktorlar pek çok hastalıkta tedavi, şifa ve afiyete ulaşmak için oruç tutmayı Önermektedirler.
4. Oruç insana sabırlı olmayı öğretir, iradeyi güçlendirir. Oruçlu -iftar yaklaştıkça- sağında solunda çeşitli yemekler görür. Arzu ettiğini almak için elini uzatabilir. Fakat serbest iradesiyle onları yemekten vazgeçer. Zira bu davranışı ile rabbine itaat ettiğini, O'nun kontrolü altında olduğunu biliyor. Bu, insanda iradeyi güçlendirir, kararlılık nurunu aydınlatır.
5. insan oruç sayesinde açlığı oranında mahrumiyetin ne demek olduğunu anlar. Kendi veya toplum fakirlik ve çaresizlik içine düşerse o durumdaki insanın vaziyetini ve duygularını daha güçlü bir şekilde anlar. Bu anlayış onu yardıma muhtaçlara el uzatmaya ve bu hayatta gözetilmesi gerekenleri gözetmeye sevkeder.
Bu bakımdan insan oruçta da İslâm'ın gösterdiği yoldan sapma-malı savurganlığa kaçmamalıdır. Aksi halde savurganlığı sebebiyle oruç ile elde ettiği güzellikleri ortadan kaldırır, yok eder.
SORU: Allah orucu niçin emretmiş ve kullarına oruç tutmayı niçin farz kılmıştır?
CEVAP: Hz. Allah ramazan ayını ibadet ay'ı kılmıştır. Mübarek ramazan ayı her gelişinde toplumda bir etki bırakır. Müslümanların nefislerinde bir edep, şuurlarında bir uyanma olur. Ne zaman gelirse gelsin, sanki ramazan bir ilkbahardır. Kalplerde bir canlılık, nefislerde bir pırıltı meydana gelir.
Hayat insanlarda bir takım dünya malı ve şehvet tortuları, kanşık-lıklar bırakır. Böylece imanda bir gevşeklik ve tenbellik, bir çeşit aldırmazlık oluşur. Bu ortamda ramazan ayı; orucu, teravihi, ibadeti ve Kur'an'ı ile gelir. Ramazanın getirdiği bu gönül dünyasındaki değişiklik ve üflediği ruh ile içinde bulunduğu gevşeklikten silkinir. Ramazan müslümanların hayatında edep ocağını yakar, güzel ahlâk ışığı ile onları aytmlatmaya başlar. Sonunda Allah'ın lütuf ve keremi ve başarı vermesi ile duyguları ıslah olur, ruhu uyanır, nefsi berraklaşır. Yaptığı bu hazırlıkla gelecek yıl ramazana kadar yolunda yürümeye devam eder. Böylece ramazanın getirdiği takva ve hidayet ile ıslah pekişir düzelme yenilenir. Sonuçta Hz. Allah'ın "...oruç size farz kılındı. Umulur ki muttakilerden olursunuz" (Bakara/183) sözü gerçekleşmiş olur.
Dünya insanlardan çoğunu etkisi altına alan maddî bir çılgınlık tufanından şikayet ediyor. Bu insanlar hep alır vermez. Hep canının çektiğini elde eder veya etmek ister, sabır nedir bilmez. Ne elegeçirdi ise toplar, biriktirir, paylaşma nedir bilmez. Sonuçta pek çoğunda arzu ve isteklere gem vurma ruhu ölür. Bu bakımdan oruç, bir ay boyunca gece ve gündüz süren bir okul gibi gelir. İhlasla oruç tutan müslüman bu okuldan uygulamalı dersler alır. Aldığı bu dersler ile isteklerine karşı durmayı ve üstün gelmeyi öğrenir. Hatta nefsini güçlendirir ve ona kıymet kazandırır.
Hayatın sonunda ne olacağı belli değildir. Hayat bir gün insanı güldürür, bir gün ağlatabilir. İnsan hep lükse ve nimet içinde yaşamaya alışır da, ansızın bir sıkıntı ile karşılaşırsa perişan olur. Zira hayatın katı yönlerini yaşamaya alışmayan, kıt imkânla geçinmeyi, az eşya ile hayatı sürdürmeyi bilmeyen kimsenin sonu budur.
Bunun içindir ki Hz. Ömer şöyle demiştir: "Katı hayat şartlarına alışın. Zira nimetler sürekli değildir." İşte oruç bir çeşit insanı bu şart-lara alıştırma eğitimidir. Üstelik bu şartlar aniden ve zorunlu değil istekle arzu ile yaşanıyor.
Oruç insanın nefsini ve duyglarını temizleyip, ruhu berraklaştırdı-ğı ve gönlü kuvvetlendirdiği kadar aynı zamanda güçlü bir hazırlanma biçimdir. Zira oruç ibadeti dosdoğru yerine getirildiği zaman irade gücünü geliştirir. Oruçlu insan kendi isteği ile Allah'tan ecir bekleyerek arzularına gem vurur. Hayatın zorluklarına karşı sabır ahlâkını kullanarak direnir ve üstün gelir.
Oruç insana düzenli yaşama alışkanlığı kazandırır. Çünkü orucun başlangıcı ve bitişi düzenli bir zamana bağlıdır. Oruç tutan insan cemaat ruhu bilincine erişir. Zira kendisi ile birlikte milyonlarca insanın oruçlu olduğunu, gene milyonlarca insanın aynı anda iftar etmekte olduğunu düşünmek bu toplum bilincini oluşturur. Bunda garip bir taraf yoktur. Çünkü o milyonların hepsi aynı inancı paylaşıyor, aynı ibadete birlikte katılıyorlar. Yüce Allah: "Mü'minler ancak kardeştir" (Hucu-rat/10) buyurmuyor mu?
Orucun bu güzelliklerine rağmen bazı insanların ne temizlik ne de hazırlık yönünden oruçtan faydalanamadığı seyrek de olsa vakidir. Zira bu kimseler orucu İslâm'ın istediği doğrultuda tutmamaktadır. Bunlar durumu tersine çevirip, hedefi şaşırıyor ve oruçtaki planı bozuyorlar. Zira bunlar ramazanda aşırı bir yemek savurganlığına giriyor, sanki midelerini çeşitli yiyeceklerin deposu haline getiriyorlar. Sonuçta hazım zorlaşıyor, mide bozuluyor. Ayrıca geceleri çok geç vakitlere kadar uyanık kalıp gündüzü uyku ile geçiriyorlar. Ortaya çıkan sonuç hantal bir vücut, pasif bir yaşantı ve tenbellikten ibarettir. Fakat bu ne ramazanın kusuru, ne orucun ayıbıdır. Bu durum, orucun ardında yatan hikmeti idrak edememekten kaynaklanıyor.
Ramazan israf ayı değil, infak ayıdır. Ramazan ibadet ayıdır, aptalca şeyler yapma ayı değildir. Ramazan güzellikler ve güzel şeyler yapma ayıdır. Vazifeleri, ibadetleri ziyan etme ayı değildir.
İnsanı güzelliğe ve ıslaha yaklaştırması ve kötülüklerden uzaklaştıran takvanın gerçekleşmesi için orucu Allah'ın istediği gibi tutalım.
SORU: Bazı kimselerin "Ramazan ibadet ve ihlas ayıdır" dediğini işittim. Bunun manasî nedir?
CEVAP: Ramazan akıllı mü'minlere göre gerçekten ibadet ve ihlas ayıdır. Yapılan ibadetlerin sırf Allah rızası için olması gerçeğinin yaşandığı aydır. O Allah ki gönüllerde saklı olanı, gözlerin haince bakışını bilir.
Ramazan ruhun ve duyguların şahlandığı aydır. Ramazanda pek çok değişiklikler yaşanır. Dolu karınlardan boş midelere, kana kana içilen sulardan dudakları çatlatan susuzluklara, her isteğin karşılandığı serbestlikten isteklerin frenlendiği bir ortama, gaflet ve eğlencenin yaşandığı bir âlemden Kur'an ve zikir âlemine geçiş bu ayda yaşanır. Sanki oruç mide ve şehevî arzular için ilahi bir kanundur. Nefsi dışardan değil, içerden yöneten bir kumandandır. Yeryüzünün zahiri kanunlarına boyun eğip, perde arkasından o kanunların maksatlarını alt üst edip bozanlar ne çoktur!
Fakat orucun kanunu böyle değildir. Çünkü onun hakimiyeti gönlün derinliklerinden, vicdanın enginliklerinden gelmektedir. Bunun içindir ki oruç mü'minin iç dünyasına emanet edilmiş bir sırdır. İnsanın gerçekten oruçlu olup olmadığını ancak gönüllerde saklananları, vicdanlarda gizlenenleri bilen Allah bilir. Bunun için olmalı ki kudsi hadiste Hz. Allah: 'İnsan oğlunun tüm yaptıkları kendisi içindir. Oruç böyle değildir. Oruç sadece benim içindir. Orucun mükafatım ben ve-nrim" buyurmuştur.
İnsanların yönetimi için birtakım hüküm ve yasaklar getiren kanunlar yapılır. İnsanın nefsi bu kanunları benimsemiş görünür. Fakat bu kanunlar güç kullanarak uygulanır. Ve beraberinde yasakçı bir uygulama da olursa insan bu kanunlardan sıkılmaya başlar.
Fakat oruçla ilgili ilâhi kanun insanın içindedir ve ruhundan gelir. İnsan, nefsinin derinliklerinden fışkırıp gelen bu kanunu isteyerek uygular. İnsan içinden gelen bir istekle nefsinin gemini eline alırsa, Allah'ın emirlerine uyup iman ile nefsine hakim olursa artık nefsini itaat, ihlas ve hayırlar işlemeye yöneltebilir. Zira o yeryüzünde sadece Allah'ın kuludur. İşte bu insan için manevî gücün, şerefin doruğudur.
Oruçta bulunan bu örtülü iç dünya, ihlası ve arı duru olmayı öğretir. Oruçtaki iman ve Allah'ın kontrolünde olmaktan kaynaklanan bu iç dünya için Hz. Allah, oruca sınırlı ve belirli bir sevap bildirmemiş, orucun sevabının, sınırı olmayan fazl u keremine ve hesapsız nimetine bırakıldığına kudsi hadiste işaret edilmiştir.
İnsanın ibadetlerinde bir çeşit gösteriş bulunabilir. Çünkü bu ibadetler herkes tarafından görülebilir özeliğe sahiptir. Fakat oruçta riya bulunmaz. Çünkü oruç Allah ile kul arasında bir sırdır.
İnsan Allah'ın gösterdiği doğrultuda orucu tutabilir, tüm âdabına riayet ederek oruç tutmayı alışkanlık haline getirebilirse Allah'a itaat yolunun devamlı bir yolcusu olur. Toplumun beklediği görevleri yerine getirir. Bunu yaparken bir yöneticiye, bir gözetleyiciye, bir kaynağa ihtiyaç duymaz. Çünkü böyle bir insan kendisini hesaba çekip gereken kontrolü yapar. Böylece mükemmel bir vatandaş, her hal ve durumda güvenilir bir kimse olur. İhtimal ki Hz. Ömer'in aşağıdaki sözü ile demek istediği budur: "Hesaba çekilmeden, kendinizi hesaba çekiniz. Tartıya çekilmeden, kendinizi tartınız. Hiç bir gizlinizin kalmayacağı Allah ile buluşma gününe kendinizi hazırlayınız."
Oruçlu seher vaktinde ramazan gecelerinin ortasında sahura kalkıp hiç kimsenin görmediği sahur sofrasında orucuna niyetlenir. Sonra gün doğar işine gücüne gider gelir. O hâlâ ibadetine devam etmektedir. Gündüz vakti arada bir nefsi ile başbaşa kalır; yemekler önünde, bir gözetleyeni yok. Bu durumda Allah ile kendisi arasında sır olan ibadeti ziyan etmekten korur. İbadetini, iyilik yapanların iyiliğini ziyan etmeyen yüce yaradanın sevabına ulaşmak için, mal ve evladın bir fayda vermeyeceği, sadece kalb-i selimin fayda vereceği kıyamet günü için muhafaza eder.
Oruç tutan kimsenin edindiği bu ihlas alışkanlığının nuru her yaptığı işi aydınlatır. Her ibadet ve görevini bu duygu ve güzel düşünceler ışığında yapar. Bunda bir gariplik yoktur. Zira oruç onun kalbine takva damgasını vurmuş, ihlas alışkanlığı kazandırmıştır. Toplumumuz ihlaslı insanlara ne kadar muhtaçtır!
SORU: Ramazanın başlangıcını astronomi ile belirlemek caiz midir? Yeni hilâli çıplak gözle görmeden, bu konuda hesaba güvenilebilir mi?
CEVAP: Bu, ilim adamalarının çokça görüş ayrılığına düştüğü bir konudur. Hatta bazıları konuyu başlı başına bir kitap yazarak ele almışlardır. Takiyyuddin Sübkî'nin Beyan'ul Edille fl İsbat'il Ehille isimli eseri, Muhammed Bahit'in İrşad'ul Mille, fi İsbat'il Ehille isimli kitabı bunlardan biridir.
Geçmiş dönemin fıkıh âlimlerinin çoğunluğu "ramazan ayının başlangıcı ya çıplak gözle hilâli görerek veya şaban ayı otuza tamamlanarak bilirlenir" demişlerdir.
Bu husustaki delilleri şu hadistir:
"(Ramazan) hilâli(ni) görünce oruç tutunuz. (Şevval) hilâli(ni) görünce de bayram ediniz. Eğer hava bulutlu olur (da ay görünmez) ise şaban ayını otuz güne tamamla(yıp oruca baş)layınız." (Buha-rî ve Müslim)
Fıkıh âlimleri bu görüşün gerekçesini şöyle ifade ediyorlar: Ramazan ayının başlangıcının belirlenmesinde sadece ay ve yıldız hesaplarına dayanmak caiz değildir. Çünkü bu bir sezgi ve tahminden ibarettir, kesinliği ve güvenirliliği yoktur. Bu konuda ilim sahibi fıkıh erbabının görüş birliği vardır.
İbn Teymiye şöyle diyor: Mutlaka hilâl ortaya çıkmalı ve insanlar onu görmelidir. Çünkü hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Orucunuz oruç tuttuğunuz günde, ramazan bayramınız, oruç açtığınız günde, kurban bayramınız, kurbân kestiğiniz gündedir."
Hadiste denmek işeniyor ki oruç ve bayram vaktinin olduğunu bildiğiniz günde oruçlu olur veya bayram yaparsınız.
Gene İbn Teymiye şöyle diyor: Yıldız hesaplarına güvenmek, sahabenin ve sünnet (hadis)in ittifakı ile caiz değildir.
Çünkü yıldızlar üzerinde çalışan bilginler hilâlin durumunu sadece hesapla belirlemekte kesin bir sonuca varamazlar. Zira bulut, duman ve buharlaşma buna engel olur.
Fıkıh âlimlerin çoğunluğu (cumhuru) şöyle diyor: Hilâlin görülmesi İslâm ülkelerinden bir bölgede gerçekleşirse, tüm müslümanlann oruca başlaması gerekir. "Ayı görünce oruç tutun ay'ı görünce bayram yapın" hadisi bunu gerektirir. Hadisteki emir tüm müslümanlara yöneliktir. Şehir, bölge ayrımı yapılmamıştır.
Her bölgenin, kendi gözetleme siyle ayı görerek oruç tutacağını ya da bayram yapacağını söyleyen âlimler de vardır.
Son devir âlimlerinden bazıları vakti belirlemede bu konuda uzman olan kimselerin hesaplamalarım dikkate almanın iyi olacağı görüşündedirler. Bu husustaki gerekçeleri şudur: Ramazan veya şevval ayı-mn belirlenmesi, namaz vaktinin belirlenmesi gibidir. Bütün müslü-manlar ve ilim adamaları bilgi yönünüden, anlayış yönününden, uygulama yönünden her gün beş vakit namazın belirlenmesinde gökbilimcilerin hesaplarına güvenmenin caiz olduğu görüşündedirler.
İslâmiyetin hedeflerinden biri de mümkün oldukça tüm müslümanlann ibadetlerinde birlik halinde olmalarını sağlamaktır.
Eğer devlet yöneticileri oruç ayı, hac, namaz vakitleri gibi zaman belirlemekle ilgili problemlerin çözümü için uzmanlarca yapılmış takvimleri kullanmayı kararlaş tır salar, bu uygulama müslümanlar arasında birlik ve uyum meydana getirir.
Bu meselede iki durum arasındayiz:
Ya ayet ve hadislerdeki ifadeye bağlı kalarak tüm ibadetlerin vakitlerini bizzat görerek belirleyeceğiz veya kesinlik ifade eden hesaba uyup ona göre hareket edeceğiz.
Birinci durumda pekçok güçlükle karşılaşacağız. Zira bu noktadan yola çıkarsak müezzinlerin, şafağın attığını görmeden sabah ezanı, zevalin başladığını görmeden öğle ezanı, güneşin battığını görmeden akşam ezanı okumamaları gerekir.
Oysa ikinci durumda (matematiksel) kesinlik vardır. Takvimle belirlenen vaktin girişinde görüş ayrılığı sözkonusu değildir.
Buna göre her ülkede hicri aylardan her birinin ilk gününün hangi güne denk geldiğini gösteren, dünyanın heryerini içine alan bir takvim yapılıp tüm dünyadaki İslâm ülkelerine dağıtılmalıdır. Buna ek olarak her yerdeki müslümanlar bir de hilâli gözetleme görevi yaparlarsa bu duruma güç kazandırır.
Fakat hilâlin tesbiti dışındaki dinî vakitlerin belirlenmesinde, delilleri bırakıp hesabı esas alma konusunda görüş ayrılığı olmadığı gibi buna gerek de yoktur, bunun bir dedili de yoktur.
Takiyy'üd-Din Sübki ayın ilk gününün belirlenmesi konusunda şunları söylemektedir:
"Teknik hesaplama ay'ı çıplak gözle görmenin imkânsızlığını gösteriyor, bu husus kesin bir şekilde belgeleniyorsa, bu durumda ay, güneşe çok yakın demektir. Bu vaziyette gerçekten hilâl görülemez. Buna rağman bir veya bir kaç şahıs hilâli gördüğünü iddia ederse, şöyle bir durum değerlendirmesi yapılır:
Hilâli gördüğünü söyleyenlerin sözü bir haberdir. Doğru olabileceği gibi yalan veya yanlış da olabilir. Böyle üç ihtimalli bir haberi kabul etmek caiz olmayacağı gibi, bu haber kesin hesaba göre öncelikli de olamaz. Çünkü hesap kesin, haber zan ifade etmektedir. Zan ifade eden birşey, kesinlik ifade edenden öncelikli olamaz, hatta kesin olanla karşılaştırılmaz."
Ayrıca pek çok kimse hilâli görmekte hataya düşmektedir. Rivayet olunduğuna göre Enes b. Mâlik beraberinde bir grupla hilâli gözetlemeye gitmişler. Aralarında İyas b. Muaviye de varmış. Hiç birisi hi-lâl'i görememiş. Ancak Enes gördüğünü söylüyormuş. Kendisinden daha keskin görenlerin bulunması ve Enes'in ihtiyar olmasına rağmen hilâli sadece kendisinin gördüğünü söylemesi dikkati çekmiş.
Topluluğun arasındakilerin zekilerinden birisi olan İyas, Enes'in gözlerine dikkatlice bakınca, bir gözünde kaşından aşağıya sarkan bir kıl görmüş. Eliyle onu düzelttikten sonra "Hilâli bana da göster" demiş. Enes'in cevabı: "Şimdi onu görmüyorum" olmuş.
Bu meselede inasanın gönlü iki şeyi birlikte yapmaya meylediyor. Hem hilâli gözetlemeli, hem bu konuda gerekli hesaplamalar yapılmalıdır.
Hilâl gözetlenmelidir. Çünkü fıkıh âlimlerinden bazıları bunun farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Eğer müslümanların hepsi bu gözetleme işini terkederlerse günahkâr olurlar. Hesaba da itimat etmelidir. Çünkü kesindir, şüphe yoktur. Eğer hesabın söylediği gözetlemede gerçekleşirse nur üzerine nur olur. Hilâl görülemez ise, hesaba uymakla kesin olan şeyi almış oluruz.
Bu konu, müslümanların âlimleri ve uzmanları ile idarecilerinin ilgi göstermeleri ve belli bir plan dairesinde gerekli harcamaları yapmaları gereken bir konudur. Müslümanlar vakit belirleme hususunda görüş ayrılığına düşerek, içinde bulundukları höş olmayan durumu sür-dürmemelidir.
SORU: Ramazan orucuyla ilgili âyette "Sizden her kim ay'a şahit olursa, o ay'ı oruçlu geçirsin" buyuruluyor. Bu ayetteki "şahit olma" ve "ay" kelimeleri hakkında çeşitli tefsir kitapları okudum. Fakat net bir sonuca ulaşamadım. Gene ayetteki "o ay'ı..." ifadesindeki "o" zamiri neyi gösteriyor?
CEVAP: Ayetteki şahit olmaktan maksat hazır olmaktır. Buna göre mana: "Sizden biriniz ramazan ayının girişinde hazır bulunur, yolculuğa çıkmamış olursa, gücü yettikçe ve oruç tutmamayı gerektirecek bir özürü de yoksa, bu ayda oruç tutmak ona farzdır, demektir. "Ayda hazır almak" o ayın başlangıcı olan hilâlini görmekle olur. Buradaki ay'dan maksat soruda bir kısmı yer alan ayetin başında geçen ramazan ayıdır. O ayetin tamamı Şöyledir:
Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilileri olarak kendisinde Kur'an indirilen aydır. Sizden her kim (ramazan) ay(ının hilâl)ini görürse o ay(m tamamın)ı oruç tutsun. Kim o ayda hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez. O, sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiği için Allah'ı tazim etmenizi ister. Umulur ki şükredersiniz. (Bakara/185)
Demek oluyor ki ramazan ayının hilâlini gören, oruç tutma gücüne sahip ise orucu tutmalıdır. Hilâli bizzat göremeyen kimse, şahitler aracılığı ile veya şaban ayının otuz olduğunu bilmek suretiyle ramazanın girdiği bilgisi kendisine ulaşırsa gene oruç tutmalıdır.
Buna göre ayetteki "ay"dan maksat, ramazan ayıdır. Gene ayete-ki "O ay'ı..." ifadesindeki "o" zamiri ramazan ayına işaret etmektedir.
SORU: Ramazan bayramının cumartesi gününe denk geldiğini bildiği halde bayrama bir gün kala hâlâ fitresini vermemiş olan kişi, bayramın cuma günü olduğunu öğrendiğinde günahkâr olur mu? Orucun ve bayramın başlangıcını belirlemek teknik hesaplamalarla mı, yoksa sadece hilâli çıplak gözle görerek mi olmalıdır?
CEVAP: Bir kimse yarınki günün ramazanın son günü olduğunu bilerek, fitresini ramazanın 30. günü vermeye karar verir de sonra o günün ramazanın son günü olmadığını öğrenirse, henüz fitresini vermemiş olmaktan dolayı günahkâr olmaz. Kur'an'da: "Allah her şahsa ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler" (Bakara/286) ve "O, din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi" buyurulmuştur.
Evet bu kimse fitresini bir-iki gün önceden verebilirdi. Çünkü fıkıh âlimlerinden, fitreyi ramazan günlerinden her hangi bir günde vermenin farz olduğunu söyleyenler vardır. Hatta bazıları ramazandan önce bile vermenin caiz olduğunu söylemişlerdir.
En iyisi fitrenin ramazan ayı sona ermezden birkaç gün önce verilmesidir. Zira son güne kalmakta, ramazanın son günü mü, şevval'in ilk günü mü şüphesi vardır. Soru sahibinin başına gelen durum gibi bir olayla karşılaşılabilir.
Her ne kadar fitreyi verme vakti bayram namazı öncesine kadar uzamakta ise de önceden vermekte fayda vardır.
Oruç ve bayramın başlangıcını belirleme meselesine gelince: Bu konuda eski devir ve yeni devir âlimleri görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Özellikle eskiler bu belirleminin hilâli görmekle olacağı görüşündedirler. Bu görüşün delili "Hilâli görüp oruç tutunuz. Hilâli görüp bayram yapınız" hadisdir.
Fakat son devir fıkıh ve tefsir âlimlerinden bazıları vakit belirleme işleminde bu konuda uzman kimselerin hesaplamalarım dikkate almanın iyi olacağı görüşündedirler. Bu husustaki gerekçeleri şudur: Ramazan veya şevval ayının belirlenmesi namaz vakitlerinin belirlenmesi gibidir. Tüm müslümanlar ve ilim adamları beş vakit namaz vaktinin, güm :?ın doğuş ve batışının hesapla belirlenmesinin caiz olduğu görüşündedirler.
İslâm dininin hedeflerinden birinin de tüm müslümanları, mümkün olduğu kadar ibadetlerinde birleştirmek olduğunda şüphe yoktur.
Eğer devlet yöneticileri oruç ve hac ayının başlangıcını belirlemeyi, tıpkı namaz vakitlerinde olduğu gibi bir takvim ve teknik hesapla yapsalar, müslümanlar arasında birlik ve uyum meydana gelir.
Gönül, hem hesabı, hem hilâli gözetlemeyi birlikte yapmaya meylediyor- Hilâl gözetleme bırakılmamalıdır. Zira fıkıh bilginlerinden bazıları bunun farz-ı kifaye olduğunu söylemektedir. Farz-ı kifaye olan bir şeyin ihmali caiz değildir. Fakat bununla birlikte teknik hesaplama da yapılmalıdır.
Müslümanlar bu konuyu birlik içinde bir sonuca ulaştırmak için çalışmalıdırlar. Tâ ki bu konudaki görüş ayrılıkları aralarında üzüntü ve çekişmeye sebep blmasın.
SORU: Ramazan ayında sabah namazını kılmaya başlayan ve birden oruca niyet etemediğini hatırlayan, fakat namazı kesip oruca niyet ettiğinde, namaz vaktinin çıkacağını, namaza devam ettiğinde oruca niyet vaktinin çıkacağını farkeden kimse namazı bozup oruca niyet ederek namazı sonradan kaza mı etmeli, yoksa namaz kılarken, kalbinden oruca niyet mi etmelidir?
CEVAP: Soruda ifade edildiği tarzda oruç gerçekleşmez. Çünkü ramazan orucunun niyeti sabah namazından önce yapılmalıdır.
Sabah namazının vakti tanyerinin ağarması ile güneşin doğması arasıdır. Ramazan orucunun niyet vakti ise, gecenin başlangıcından tanyerinin ağarmasına kadardır. Demek oluyor ki oruç için niyetin vakti sabah namazının vakti girmezden önce bitmektedir.[1]
Niyet orucun şartlarından biridir. Bazı mezheplere göre rükündür. ter §art densin, ister rükün densin niyet mutlaka gereklidir. Niyet etmeksizin oruç tutulmuş olsa bu oruç geçerli olmaz. Çünkü Kur'an'da: "Dinî yalnız Allah'a halis kılarak Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti"
(Beyyine/5) buyuruluyor.
İhlasla yalnız Allah'a ibadet etmek, kişinin "Allah rızası için oruç tutumaya" niyet etmesi ile gerçekleşir. Nitekim Hz. Peygamber de; "Yapılan işler niyetlere göredir. Her kişiye ancak niyet ettiği vardır" buyurmuştur.
Niyetin anlamı kasdetmektir. Oruç tutmayı kasdetmek, geceden niyet etmek demektir. Zira bir hadiste : "Tan yeri ağarmazdan önce oruç tutumaya kesin karar vermeyenin orucu yoktur" buyurulmuştur.
Niyetin yeri kalptir. Niyeti dil ile söylemek şart değildir. Niyet akşamdan itibaren gecenin herhangi bir kısmında: "Allah rızası için yarın oruç tutumaya niyet ettim" şeklinde kalpten geçirmek suretiyle yapılır. Bunu dil ile söylemekte bir sakınca yoktur. Zira bunu söylemek sünnet olup, kalpteki niyeti pekiştirmekte yardımcıdır.
Bir kimse şafak vaktinde yemekten çekinse bu niyet yerine geçer. Ertesi günün orucu için güç kazanmak niyetiyle sahurda kalbinden oruçlu olmayı geçirerek birşeyler yemek de niyettir.
Bu farz olan ramazan orucu, adak orucu, keffaret orucu gibi oruçlar içindir. Nafile oruçlarda gündüz dahi niyet edilebilir. Gündüz oruç bozacak yeme içme gibi bir hal olmadıkça nafile oruç tutmak isteyen kimse oruca niyet edebilir. Bazı meheplere göre bu niyet öğleden önce gerçekleşmiş olmalıdır. En iyisi nafile de olsa tan yeri ağarmadan önce niyet etmektir.
SORU: Ben yaşlı bir kimseyim. Fakat hamdolsun sağlığım iyidir, oruç tutmaya gücüm yeter. Ancak sürekli balgam çıkarmak gibi bir rahatsızlığım var. Acaba balgam çıkarma esnasında balgamın bir parçasını yutmuş olsam orucum bozulur mu?
CEVAP: Kur'an'da: "Allah (c.c) hiçbir şahsa gücünün üstünde sorumluluk yüklemez" (Bakara/286) ve "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez" (Bakara/185) buyuruluyor.
Oruç, yenilip içilen bir şeyin olağan yoldan vücuda girişiyle bozulur. Soruda geçen balgam, vücudun içinde olan bir maddedir. Vücudun 1 elli bir kesiminde oluşur. İnsan, iradesi ile balgamı kontrol altına alamaz. Bunun için fıkıh âlimleri balgam yutmanın orucu bozmayacağım bildirmişlerdir. Tükrük, yoldaki toz, un gibi maddelerin elenmesi sırasında uçuşan şeyleri yutmak da orucu bozmaz. Oruçla ilgili bu kabil meseleleri, fıkıhta şu kural çözmüştür: "Kaçınılması mümkün olmayan şeyler (orucu bozucu değil) oruçlu için mubahtır." Nitekim ab-dest alırken kasıt ve aşırılık olmaksızın ağza veya burna alınan su boğaza kaçsa oruç bozulmaz.
SORU: Ben kansızlık rahatsızlığı olan bir hastayım. Doktorlar oruç tutmamamı söylediler. Arkadaşlarla aramızda geçen tartışmada arkadaşlarımı ikna edemedim. Konuyu sorduğum bir din adamı "dinimizde hastaya göre oruç tutmakta bir sıkıntı yoktur" dedi. Fakat bir başkası oruç tutmama halinde hergün için çeyrek Kuveyt dinarı vermem gerektiğini söyledi. Ben on nüfuslu bir aileye sahibim. Bu miktarı veremece-ğimi söyledim. Bu konuda dinin hükmünü bildirmenizi istiyorum.
CEVAP: Allah kullarına lütufkârdır. Aşağıdaki ayetler bunu ifade ediyor:
Allah hiç bir şahsa gücünün üstünde sorumluluk yüklemez. (Bakara/286)
Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185) Allah din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi. (Hac/78)
A mâya (köre) güçlük yoktur. Topala güçlük yoktur. Hastaya güç-!ük yoktur. (Bakara/286)
Hz. Allah oruç tutmayı farz kılınca bu farzı, gücü yetenlerin yerine getirmesini istemiştir. Küçük olmak, yolcu olmak, hasta olmak gibi bir sebeple oruca gücü yetmeyene oruç farz değildir. Bundan dolayıdır ki fıkıh âlimleri orucun ergenlik çağına gelen, yolcu olmayan ve sağlıklı kişilere farz olduğunda görüş birliği etmişlerdir.
Bunu Kur'an desteklemektedir. Zira orucun farz olduğunu bildiren âyette: "Ey iman edenler! Oruç, sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi sizin üzerinize de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz. Oruç size sayılı günler olarak yazıldı. Sizden her kim, hasta yahut yolcu olursa, tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç tutar. (İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazeret olup da) oruç tutmaya gücü yetmeyenlere fidye (vermeleri) gerekir" (Bakara/183-184) buyurululuyor. Devamında ise "...sizden her kim o aya (ramazan) çıkarsa, o ay'ı oruçlu geçirsin. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez" (Bakara/185) buyurulmuştur.
Fıkıh âlimleri bu ayetlerden şunu anlamışlardır: Hasta veya yolcu olan kimse oruç tutmayabilir. Hastalık veya yolculuk hali sona erince tutulmayan oruçlar kaza edilir. Oruç tutmaya gücü yetmeyen veya son derecede güçlük ve zahmet içerisinde oruç tutabilen kimse orucu yer ve her gün için bir yoksula yemek yedirir (veya yemeğin bedelini verir.)
Fıkıh âlimlerinden bazısı oruç tumak insanın ölümüne yol açacak ise, bu durumada oruç tutmanın haram olduğunu söylemişlerdir. Orucun kendisi için bu derece sakıncalı olması sözkonusu olan kimse canını korumak için orucu yer. Hz. Allah: "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız" (Bakara/195) buyuruyor.
Şifasız bir hastalığa tutulan veya iyileşme ümidi olmayıp, oruçtan zarar gören kimse için de hüküm böyledir. Bu durumda olan kimse orucunu yer ve fidye olarak hergün için bir yoksula yemek yedirir.
Bir kişiye yemek yedirmenin bedeli şehirden şehire değişir. Sanırız ki soruda ifade edilen çeyrek dinar fidye için yeterlidir.
Müslüman ve güvenilir doktor, bir kimseye, mevcut hastalığının zarar vereceğini bildirse, o kimse oruç tutmaz. Eğer belirli bir süre sonra hastalığı iyileşirse oruç tutamadığı günleri kaza eder. Hastalığı hiç geçmezse fidye verir. Fidye vermeye gücü yetmezse bir günah olmaz.
SORU: Ramazanda beş gün oruç tutmadım. Bu günleri kaza etmek istiyorum. Bugünleri kaza ederken aralıksız, peşpeşe tutmam şart mıdır?
CEVAP: Önce şımu bilmeliyiz: Ramazan orucu İslâm dininde farzlardan biri, ana kurallardan bir kuraldır. Bu hususta ihmallik etmek, orucu hafife almak caiz değildir.
Kur'an orucun müslümanlara farz olduğunu, oruç tutacak günlerin sayılı olan ramazan ayının günleri olduğunu bildirmiştir. (Bkz. Bakara/183-185) Hz. Peygamber de İslâmiyet'in beş temel üzerine kurulduğunu, bunlardan birinin oruç olduğunu açıklamıştır.
Mükellef (yükümlülük çağında) olan bir müslümanm ramazanda, bir özrü olmaksızın oruç yemesi asla caiz değildir. Aksi halde hem çirkin bir iş yapmış, hem büyük günah işlemiş olur.
Hz. Peygamberin şöyle, buyurduğu rivayet edilmiştir:
Ramazanda Allah'ın verdiği bir ruhsat olmaksızın bir gün oruç yiyen kimse (onun yerine) bir yıl oruç dahi tutsa, onu ödemiş olmaz.
Bir diğer rivayette de şöyle buyurulmuştur:
Ramazanda bir özrü veya hastalığı olmadığı halde bir gün oruç yiyen kimse, (onun yerine) bir yıl oruç dahi tutsa, onu ödemiş olmaz.
Bu hadisteki ifade şiddetli bir korkutma ve tehdidin son derecesi-dır- Bundan maksat İslâmiyet'in bu değerli farzının ihmal edilmesine engel olmaktır.
Eğer soru sahibi hastalık veya yolculuk gibi bir özür sebebiyle ramazanın bir kısmını tutamamış ise bunda bir günah yoktur. Zira özür sahibidir. Fakat tutamadığı oruçları kaza etmesi farzdır. Bu günleri yılın belirli bir ayında kaza etmesi şart değildir. Ramazandan sonra önünde onbir ay vardır. Tutamadığı oruçları bunlardan herhangi birinde kaza edebilir. Fakat en güzeli ve evlâ olanı, borcundan kurtulmak üzere geçen günleri kaza etmekte acele etmektir. Gaybı (gelecekte ne olacağını) Allah bilir. Tutulmayan günlerin kazasında oruçları peşpeşe tutmak da şart değildir. Bir gün oruç tutup bir-iki gün oruç yiyebilir. Sonra tekrar oruç tutar. Böylece kazaya kalan günleri bitirene kadar devam eder. Hz. Allah kitabında kulları için kolaylık istediğini, zorluk istemediğini, kullarına çok merhametli olduğunu bildiriyor.
SORU: Hastalanan oruçlunun iğne yaptırması caiz midir? Ramazan başlangıcının ve bayramın hesapla belirlenmesine güvenmek caiz midir? Bizler günlük yaşantımızda bu takvimlere güvenmekteyiz. Ne dersiniz?
CEVAP: Oruçlu kimsenin oruç tuttuğu sırada iğne yaptırması mubahtır. İğne deriden de yapılsa, adaleden de yapılsa, ağrı kesici olarak veya başka bir tedavi için yapılsa da orucu bozmaz. Vücudun neresine yapılırsa yapılsın, iğne orucu bozmaz.
Nitekim Hanefî âlimleri vücuda giren şey, ağız yoluyla karma veya dimağa ulaşmazsa veya bunlardan birine deri yoluyla ulaşırsa orucun bozulmayacağını ifade etmişlerdir.
Ezher'den de 1948 yılında bu şekilde fetva verilmiştir. Ezherin fetvasında karın boşluğuna ulaşsa bile doğal giriş yerinden alınmayan herhangi bir şeyin orucu bozmayacağı ifade edilmiştir.
Buna göre günümüzde tedavi amaçlı kullanılan iğneler orucu bozmaz. Karın boşluğuna ulaşsa da ulaşmasa da hüküm aynıdır. İğne ile alınan madde karın boşluğuna ulaşmazsa orucun bozulmayacağı açıktır Ulaştığı takdirde doğal giriş yerinden alınmadığı için gene oruç bozulmaz Ayrıca iğne yaptıran kişi zaten hastadır. Hasta olan kimse iyileşinceye kadar oruç tutamaz. Daha sonra tutamadığı oruçları kaza eder.
Ramazan başlangıcının ve bayram gününün hesapla belirlenmesi meselesine gelince: Fıkıh âlimleri oruca başlamak için hilâlin görülmesini şart koşmuşlardır. Buna göre bu konuda hesapla veya takvimle yetinilmez. Aynı şey orucun bitip bayramın başlaması için de sözkonu-sudur. Çünkü Hz. Peygamber hilâl'den söz ederken: "Hilâli görüp oruç tutunuz, hilâli görüp ^bayram yapınız" buyurmuşlardır.
Bu, âlimlerin çoğunluğunun görüşüdür. Bununla beraber bu konuda takvime ve teknik hesaplara göre hareket etmenin caiz olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Gerekçeleri namaz da oruç gibi İslâm'ın farz kıldığı bir ibadet iken onda takvime göre uygulama yapılmasıdır.
Hem ayı gözetlemek, hem de teknik hesaplama yapmak mümkündür. Zaten bunlar çok nadir olarak çelişir, hesapla belirlenen vakitte hilâl görünür.
SORU: Hastalık sebebiyle tutulamayan ve üzerinden yıllar geçen on iki gün oruç borcu olan kimse, ne yapmalıdır?
CEVAP: Oruç akıllı, baliğ ve sağlıklı olan, yolcu olmayan her müs-lümana farzdır.
Bir adam Hz. Peygamber'e gelerek: "Oruç olarak Allah'ın bana ne farz kıldığını haber ver" deyince, Rasûlullah: "Ramazan ayı orucu" buyurdu.
Hz. Allah oruç ile ilgili düzenlemeyi getiren ayetlerde (Bkz. Ba-8/185) hasta ve yolcu olanlara oruç tutmamalan hususunda müsade vermiştir. Bu durumda olanlar oruç tutmadığı takdirde sonra kaza ederler.
Ramazan ayında bazı günlerde oruç tutmayan kişinin ramazandan sonra onları kaza etmesi farzdır. Fakat âlimler bu günlerin kazasının hemen yerine getirilmesinin gerekmediğini, geniş bir zaman dilimi içerisinde kaza etmenin farz olduğunu bildirmişlerdir. Ramazanda tutulmayan günleri, yılın herhangi bir ayında kaza etmek mümkündür.
Ahmed b. Hanbel ve Müslim, Hz. Aişe'nin ramazandan olan oruç borcunu şaban ayında kaza ettiğini rivayet etmişlerdir.
Ramazan orucundan borcu olan kimse bu günleri peşpeşe kaza edebileceği gibi ayrı ayn günlerde de tutabilir. Abdullah b. Ömer, Hz. Peygamber'in ramazan orucunun kazası hakkında: "Dilerse ayrı günlerde, dilerse arka arkaya tutar" buyurduğunu rivayet etmiştir.
Ramazana ait oruç borcunu bir sonraki ramazan ayına kadar geciktiren kimse, yeni gelen ramazanın sona ermesini bekler, sonra borcunu kaza eder. Alimler, bu gecikmenin bir özürden dolayı da, özürsüz de olsa fidye gerektirmediğini bildirmişlerdir. Bazıları gecikme özürsüz olmuş ise fidye gerektiğini söylemişlerse de meşhur olanı fidye gerekmediğidir.
Bir kimse hastalık sebebiyle ramazanın bazı günlerinde oruç tutmamış ise, hastalık geçip şifaya kavuşunca bu günleri kaza eder. Şayet hastalık sürekli ise veya şifa ümidi yok ise, böyle bir hasta oruç tutmaz. Ramazanın her bir günü için bir yoksula yemek yedirir (veya yemek bedelini verir.)
Fakat en faziletlisi ramazan orucu borcu olan kimsenin, bunu gücü yettiğince acele edip ödemesidir. Tâ ki üzerinde Allah'a ait borç kalmasın. İnsan geleceğin ne getireceğini bilmez. Hz. Allah şöyle buyurur:
Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah, herşeyi hakkıyle bilendir, herşeyeden haberdardır. (Lokman/34)
SORU: Çocuklara oruç tutturmak için baskı yapmak doğru mudur? Çocuk ne zaman oruca başlamalıdır?
CEVAP: Cenab-ı Hak: "Allah size kolaylık ister, zorluk istemez" (Bakara/185) buyuruyor.
Bir başka ayette: "Allah din hususunda size zorluk yüklemedi" (Hac/78) buyurulmuştur.
Bir başka ayetle ise: "Allah hiçbir şahsa gücünün yettiğinden başka, yük yüklememiştir" (Bakara/286) buyurulmuştur.
Hz. Peygamber de: "Bu din sağlam bir dindir. Onda bir şeye (ibadet veya uygulamaya) girişirken kolaylıkla (işe) başlayınız" buyuruyor. Çünkü insan kendisine ağır gelecek şeylere girişirse kendisini yorar. Dolayısı ile Allah'ın kullarına lütfettiği rahmet ve kolaylıktan mahrum olur.
Şüphe yok ki oruçta bir çeşit zorluk ve yorgunluk vardır. Zira oruç tutan kimse tanyerinin ağarmasından itibaren, güneş batana kadar ye-yip içmeyi bırakmak durumundadır. Henüz ömrünün ilk yıllarında olan çocuğun buna gücü yetmez. Bunun için İslâmiyet, ergenlik yaşının altındaki çocuğa orucu farz kılmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Üç kişiden (sorumluluğu yazan) kalem kaldırılmıştır: Ergenlik yaşına gelene kadar çocuktan, uyanmcaya kadar uyuyan kimseden ve aklı başına gelene kadar deliren kişiden.
Demek oluyor ki bu kimseler dinî görevlerle yükümlü değildir. Bu kimseler dinî bir görevi yapmamaktan dolayı Allah tarafından hesaba Çekilmez. Bunlar ehliyet sahibi olana, gücü yetecek hale gelene kadar sorumlu tutulmazlar.
Fıkıh âlimleri çocuğun on yaş civarlarında oruçla yükümlü tutula-Cagını söylemişlerdir. Zira çocuğun oruca gücü yetecek çağa gelmesi yetiştiği çevrenin durumuna ve gelişme durumuna göre değişiklik ar-zeder. (Bu nedenle de âlimler kesin bir yaş tesbit etmemişlerdir).
Hz. Allah insanları bir takım görevlerle yükümlü tutumakla onları bitkin hâle getirmek, yorgun düşürmek istememiştir. Aslında Allah'ın kullarına bir takım görevler yüklemesi onları daha güçlü, daha sıhhatli ve fazilet sahibi kimseler yapmak istemesindendir.
Bu bakımdan en iyisi velinin çocuğu oruca alışürmasıdır. Bunu yapareken baskı ve şiddete başvurmamalı, yumuşak ve ibadeti sevdiri-ci bir yol izlemelidir. Böyle yapılmasından maksat, çocuğu oruçtan nefret ettirmemek ve orucu sevimsiz hâle getirmemektir.
Siyerden öğreniyoruz ki Hz. Peygameber döneminde müslümanlar, çocuklarını gücü yetecek çağa gelince oruca alıştırırlardı. Yemeği unutturmak ve oruca teşvik etmek için bir takım oyuncak ve hediyeler hazırlarlar, bunlarla açlığa karşı çocuğu teselli ederlerdi.
Bu konuda güvenilir bir doktorun görüşünü almak iyi olur. Belki çocukta bizim bilmediğimiz bir hastalık veya gelişme bozukluğu olabilir. Doktor çocuğun oruca dayanabileceğini söyleyince artık ona oruç tutmak farz olur.
Üniversite öğrencisine gelince; onun oruç tutması farzdır. Çünkü o yaştaki bir kimse oruca dayanabilir. Ders çalışacağı gerekçesi ile böyle bir kimsenin orucu tutmaması caiz değildir. Zira üniversite öğrencisi hem oruç tutup, hem dersine devam edebilir. Gündüz ilgilenmediği dersini geceleyin yapabilir. Zira ramazan gecelerinde genellikle uzun süre bos vakit olmaktadır.
SORU: Ramazan orucuna başlamak ve iftar etmek için yapılan hesaplamalara güvenmek caiz midir?
CEVAP: Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Hilâli görerek oruç tutunuz. Hilâli görerek bayram ediniz. Eğer hava bulutlu (olduğu için hilâli göremez) ise(niz) şaban ayını otuza tamalayınız.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Aişe şöyle demiştir:
Peygamber (s.a) hiç bir ayda yapmadığı derecede şaban ayının hilâlini görmek için titizlik gösterirdi. Sonra ramazanın hilâli görülünce oruç tutmaya başlardı. Eğer hava bulutlu olur (da ramazan ayının hilâli görülmez) ise şaban'ı otuza tamamlar, ondan sonra oruç tutardı.
Hz.Aişe'nin sözlerinden şu mana çıkıyor: Hz. Peygamber günleri iyi hesap edip ramazana tam vaktinde başlamak için şabanın hilâlini görmeye titizlik gösterirmiş. Şaban ayına bu sebepten dolayı diğer aylardan daha çok önem verirmiş. Şabanın 29'unu 30'una bağlayan akşam, ramazan hilâli görünmezse şabanı otuza tamamlar, ramazan orucuna öyle başlarmış.
Hz. Peygamber'in bu uygulamasından istifade ederek biz de ramazan hilâli görülünce -Şaban ayı 29 gün de olsa- oruca başlarız. Şevval ayının hilâli görülünce de -Ramazan ayı 29 gün de olsa- bayram yaparız. Fıkıh âlimleri hilâlin tesbiti hususunda takvim hesabının yeterli olmadığını bildirmişlerdir. Zira bu Peygamber'in yaptığına aykırıdır. O, bu konuda: "Hilâli görmeden oruç tutmayınız. Hilâli görmeden de bayram yapmayınız" buyurmuştur.
Fıkıh âlimleri bu meselede hesabın yeterli olmadığını şu gerekçeye dayandırmışlardır: Çünkü insanların pek çoğu bu hesabı yapmasını bilmez. Hilâli çıplak gözle görmek şüpheyi ortadan kaldırır.
Bunun içindir ki Hanefî âlimlerinden İbn Abidin şöyle der: "İnsanlara orucun farz olması hususunda -âdil kimseler de olsalar- bir takım hesaplar yaparak tavimle ortaya konan belirlemeler dikkate alınmaz. Bu hesabı yapan kimsenin bile, yaptığı hesaba göre oruca başlaması caiz olmaz."
Bu bilgiler ışığında deriz ki: Müslümanlar hilâlin belirlenmesinde yapılan hesaplarla yetinmemeli, ayı görme çalışması yapmalıdırlar. Ay'ı görürlerse oruç tutmalı, görmezlerse şaban'ı otuza tamamlayarak oruca başlamalıdırlar.
SORU: Bir Türk dostum, bana gönderdiği mektupta şöyle diyor: İstanbul'da imsak vakti Trabzon'dan kırk dakika önce başlıyor. Bir kimse İstanbul'da imsak vakti oruca başlasa ve Trabzon'a gitse Trabzon'a göre mi, yoksa İstanbul'a göre mi orucunu bozmalıdır?
CEVAP: Oruçlu imsakta da, iftarda bulunduğu yere göre hareket eder. Bir kimse bulunduğu yerin imsak vaktine göre oruca başlasa sonra bir başka yere yolculuk yapsa, yoluculuk yaptığı yerde güneş battığı vakit iftar eder. Kısacası oruçlu oruca tan yeri ağardığında nerede ise orada başlar. Akşam güneş nerede batarsa orda iftar eder.
Burada şunu da gözönünde bulundurmalıyız. İstanbul'dan Trabzon'a giden kişi seferi olmaktadır. Yolcuya oruç tutmama müsadesi vardır. Yolculuk sırasında oruç tutmak farz değildir. Yolcu olan kimse bu sebeple tutamadığı orucunu sonra kaza eder. Oruçla ilgili hükümleri düzenleyen Bakara/184-185 ayetlerinde bu husus bildirilmiştir.
SORU: İmsak'm başladığını bildiren top atıldıktan sonra bir kimsenin yeyip içmesi caiz midir?
CEVAP: Oruç tutan kimse oruca niyet etmiş de olsa, tanyeri ağarın-caya kadar yeyip içebilir, oruç tutmayana serbest olan her şeyi yapar. Tanyeri ağarınca orucu bozan şeyleri yapmaktan kaçınmalıdır. İnsan ağzında çiğnemekte olduğu bir lokma var iken tanyeri ağarmış olsa, o anda ağzındaki lokmayı çıkarması gerekir. O sırada az bir miktar bekleyip ağzındaki lokmadan bir parça yutsa orucu bozulur.
İslâm dininde orucun vakti tan yerinin ağarması ile başlar, güneşin oatması ile sona erer.
Çünkü Cenab-ı Hak bu hususu şu ayette açıkça bildirmiştir:
Oruç (tutarken ramazan) gecesinde hanımlarınızla cinsel ilişkide bulunmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbise (gibi)siniz. Allah sizin kendinize ihanet ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip, sizi bağışladı. Şimdi (bundan sonra ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazdığını isteyin (arayın). Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) gecenin siyah ipliğinden (karanlığından) sizce ayırt edilinceye kadar yeyin için. Sonra geceye (akşama) kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde ibadete (itikâfa) çekildiğiniz anlarda kadınlara hiç yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Bu sınırları aşmayın. İşte böylece Allah ayetlerini insanlara açıklar. Umulurki korunurlar. (Bakara/187)
Buharî'nin Sahih'inâe rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber sahabeye, Abdullah b. Ümmü Mektum sabah namazı için ezan okuyunca-ya kadar yeyip içmeye devam edebileceklerini bildirmiştir.
Yerleşmiş bir âdet olarak sahur vakti gece yarısından tanyeri ağarana kadar olan vakittir. Bu sebepledir ki sahur topu şafak vaktinden çok önce atılır. Bu ilk top sahurun başladığını, şafak vakti için daha çok geniş bir zaman olduğunu bildirir. Bu erken atılan toptan maksat, herkesin acele etmeksizin sahura hazırlanabilmesidir.
islâm dinî sahuru teşvik etmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: Sahur yemeğine kalkınız. Çünkü sahurda bereket vardır.
islâm dinî sahuru geciktirmeyi (son âna kadar yeyip içmeyi) de teşvik etmiştir. Hz. Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Ümmetim, sahuru geciktirdiği, iftar için acele ettiği sürece hayır üzeredir.
Fakat sahur konusunda ihtiyatlı olmak en iyisidir. İnsan sahur yemeğini uygun bir zamanda yemeli, şafağın atacağı kadar dar vakte sıkıştırmam alıdır. Şüpheye düşmektense, ondan uzaklaşmak daha ef-daldir.
İmsak topu genellikle imsak vaktinden 15-20 dakika önce atılır. Bunun sebebi insanlar için bir ihtiyat payı bırakmaktır.
Ancak insan imsak topundan sonra tan yeri ağarana kadar yeyip içme ihtiyacı duysa -her ne kadar ihtiyatlı davranmak dahi iyi ise detop ile tan yerinin ağarması arasında yeyip içmek caiz olur.
SORU: Sakız çiğnemenin orucu bozmadığını işitince hayrete düştüm. Bu konuda dinin hükümü nedir?
CEVAP: Fıkıh âlimleri sakızın ağızda dağılıp, bir parçasının (veya yeni olup şekerli sakızın şekerinin) vücuda girmesi halinde orucu bozacağını bildirmişlerdir. Şayet sakızdan bir parça yutmazsa sakız çiğnemeyi mekruh saymışlardır. Çünkü (her ne kadar bir şey yutulmasa da) sakız çiğneyen kimsenin dış görünüşü oruç yiyen kimsenin görünümüdür. Şüpheye ve tereddüde yol açar. Oysa, İslâm insanın şüphye yol açacak şeylerden kaçınmasını dinî bir edep saymıştır.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Ali şöyle demiştir:
Her ne kadar sence mazereti bulunsa da dış görünüşü hoş olmayan bir şeyi yapma!
Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Allah'a ve âhiret gününe inanan kimse şüphe uyandıracak durumda bulunmasın.
Beyhâkî'nin rivayetine göre Hz. Aişe şöyle diyor: Oruçlu sakız çiğnemesin!
Genellikle sakızın içinde küçük parçacıklar bulunur veya eskiden enenmiş bile olsa, çiğnerken dağılır. Çiğnenmemiş bir sakız çiğnen-ek için ağıza alındığında, ilk anda katı bir şekildedir. İlk ısırışta ağız cinde dağılır ve ağızdan içeriye gidecek küçük parçacıklar oluşur.
Sakızın çok çeşidi vardır. Pek çoğunun içinde yutulabilecek parçacıklar vardır. İnsan parçacıkların dağılmayacağına güvenemez. Nitekim sakız çiğnemek haddi zatında hoş bir görüntü ve alışılmış bir manzara değildir. Bunun içindir ki fıkıh âlimleri (oruçlu olmak sözkonusu olmasa da) erkek için mekruh, kadın için caizdir, demişlerdir. Ancak midedeki bir rahatsızlıktan dolayı, gaz çıkarmak veya ağız kokusunu gidermek gibi gerekçelerle olursa erkek için de sakız çiğnemek caiz olur. Erkek yalnız başına olursa da sakız çiğneyebilir.
Bu bilgilerin ışığında şunu söyleyebiliriz: 'Sakız çiğnemek orucu bozmaz' demek, gelişi güzel söylenmiş bir sözdür. Dinî açıdan cüretli bir iddiadır. Şerrinden ve tehlikesinden emin olunamayacak bir kapının açılmasıdır.
SORU: Koca, karısının orucuna engel olabilir mi? Kadın oruç tutacak güçte iken, kocası ramazan orucu tutmamasını emretse kadının bu emre karşı gelmesi caiz midir?
CEVAP: Cenab-ı Hak: "Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı..." (Bakara/l83) buyururken hem erkekleri, hem kadınları yükümlü tutmayı murad etmiştir. Kadın da erkekler gibi Allah tarafından oruç tutmakla yükümlü kılınmıştır. Yeter ki orucuna engel olacak kadına mahsus bir özrü bulunmasın.
Kocanın karısının ramazan orucu tutmasına engel olması caiz de-gıldır. Zira oruç farzdır ve kadının bu farzı yerine getirmek için kocalından izin almaya ihtiyacı yoktur. (Buna rağmen) koca karısına orucu °zmasını emretse, kadın bu emre karşı gelip uymaz. Zira Hz. Peygamber : "Allah'a isyanın sözkonusu olduğu hususta kula itaat edilmez" buyurmuştur.
Fakat kadın hasta olup oruca gücü yetmiyorsa, oruç hastalığını artırıyor veya tedaviyi etkisiz hale getiriyorsa kocasının bu durumda oruç tutmaması tarzındaki nasihatini dinlemelidir. Kendisini tehlikeye atmayıp orucu yemesi lazım gelir. Hz. Allah orucu emrettiği ayetin devamında hasta veya yolcu olanların orucu tutmayacakları, sonra bu günleri başka günlerde kaza etmeleri gerektiğini bildirmiştir. (Bkz. Bakara/184-185)
Fakat kadının tutacağı oruç farz değil, sünnet veya nafile ise, kocası izin vermedikçe oruç tutamaz. Çünkü evliliğin gerektirdiği görevler farz olmayan oruçla çelişebilir. Ayrıca Hz. Peygamber: "Kocası yanında olan kadın, onun izni olmadıkça nafile oruç tutmasın" buyurmuştur.
Aslında akıllı bir eşten beklenen, nafile de olsa karısının oruç tutmasına engel olmamasıdır. Yeter ki oruç tutmaktan dolayı bir zarar meydana gelmesin. En iyisi nefsini ve duygularını düzeltiyorsa kocanın karısını ibadet yapmaya teşvik etmesidir.
Burada bir hususu ifade etmeliyiz. Nafile oruç tutan bir kimsenin başlamış olduğu orucu bozması caizdir. Gerçi nafile bir ibadete başladıktan sonra onu tamamlamak faziletli bir şeydir. Zira Cenab-ı Hak: "İşlerinizi iptal et(mek suretiyle boşa çıkar)mayın" (Muhammed/33) buyurmuştur.
Başlanan nafile orucu bozmanın caiz oluşunun delili şudur:
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (bir gün) Hz. Aişe'nin yanma girmiş ve sormuş: "Yanında (yiyecek) bir şeyler var mı?" Hz. Aişe "Hayır, yok!" cevabını verince: "Öyle ise oruç tutarım" buyurmuştur. Bir başka gün Rasülullah gene Hz. Aişe'ye aynı şeyi sormuş, "Evet" cevabını alınca: "Oruca niyetlenmiştim ama, öyle ise yemek yiyeceğim!" buyurmuştur.
Bir başka hadiste şöyle Duyurulmuştur:
Nafile oruç tutan kimse kendisinin kumandanıdır. Dilerse oruç tutar, dilerse yer.
Erkeğin de kadının da dinî konuları öğrenmei görevidir. Eğer kadın dinî konularda bilgi sahibi değilse, kocasının ona gerekli dinî hükümleri öğretmesi gerekir. İslâm'ın ilk devirlerinde âdet haline gelen uygulama şöyle idi: Erkek, bir ilmî konu veya fıkıh meselesi dinlediği zaman, herkesin dinî bilgide eşit olması için duyduklarını eşine ve çocuklarına aktarırdı.
SORU: Hastalığı sürekli olduğu için doktorun oruç tutmasına izin vermediği kadın hakkında dinin hükmü nedir?
CEVAP: Müslüman, uzman ve güvenilir doktor bu kadının oruca gücünün yetmediğini bildiriyorsa bu kadın oruç tutamaz. Hatta böyle bir kimseye oruç tutmak haram olur. Zira bu durumda oruç tutmak, insanın kendisini tehlikeye atması ve kendisine eziyet etmesi demektir. Oysa Cenab-ı Hak: "Kendinizi elinizle tehlikeye atmayınız" (Bakara/195) buyuruyor.
Buna göre soruda sözü edilen kadın tutmadığı her ramazan günü orucu için bir yoksul yedirir veya yemeğin bedelini verir.
SORU: Bayramda oruç tutmak caiz midir? Eyyam-ı Bıyz orucu hakkında hüküm nedir?
CEVAP: Razaman ve kurban bayramı günlerinde oruç tutmak haramdır. Hadiste bildirildiğine göre Hz. Peygamber iki günün orucunu yasaklamıştır. Bunlardan biri ramazan bayramı günü, diğeri kurban ayramı günüdür. İkinci gün büyük bayram günüdür.
Bu yasağın sebebi şudur: Hz. Allah ramazan bayramını oruçtan sonra ziyafet günü, yeme içme günü kılmıştır. Büyük bayram günü de hac sonrası ziyafetidir.
Hz. Ömer diyor ki:
Peygamber (s.a) şu iki (bayram) günü oruç tutulmasını yasaklamıştır. Ramazan bayramı orucun açılışının bayramıdır. Kurban bayramı da kurban etlerinden yeme gününüzdür.
Bir kimse bayram günü oruç tutmak üzere adakta bulunsa, bu orucu tutmaz. Adadığı orucu bir başka günde kaza eder. Bir adam Abdullah b. Ömer'e şöyle bir soru sormuş: "Birisi filan gün oruç tutacağım diye adak yapsa^ o gün de bayrama denk gelse bu adam adak gereği bayramda oruç tutar mı?"
Abdullah b. Ömer bu soruya şöyle cevap vermiş: "Allah (c.c) adağı yerine getirmeyi emrediyor. (Bkz. Hac/29) Peygamber de böyle bir günde oruç tutmayı yasaklıyor!"
Abdullah b. Ömer bu cevabı ile o kimseye Allah'ın emrine uyarak adak orucunu kaza etmesini, Peygamber'in yasağına uyarak da bayram günü oruç tutmaması gerektiğini dolaylı olarak söylemiştir.
Büyük bayram olan kurban bayramında ilk gün olduğu gibi, ilk günün devamı olan üç günde de oruç tutmak haramdır. Bu günlere Teşrik günleri denir. Teşrik günleri, yüksek sesle tekbir getirilen ve Hicazda Arablarda âdet olduğu üzere güneşte kurban etlerinin kurutulduğu günler demektir.
Hz. Peygamber bu günler hakkında şöyle buyurmuştur: Bu günler, yeyilip içelecek gündür. Bu günlerde oruç yoktur.
Eyyarh-ı Biyz orucuna gelince bu günler, ramazan bayramının ilkgününü izleyen altı gündür. Bu günlerde oruç tutmak müstehabtır. Bu günlerde oruç tutma hakkında Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Her kim ramazan ayının orucunu tutar ve (ramazan ayından sonra gelen) şevval ayından altı gün ramazan orucuna ilave olarak oruç tutarsa, hayat boyu oruç tutmuş gibi olur.
SORU: (Herhangi bir sebeple gecikmiş bulunan) kefaret orucunu peşpeşe tutan kişi, orucunu tamamlamazdan bir kaç gün önce ramazan ay'ı geldiğinde ne yapacaktır? Oruçta keffaret gerektiren hususlar nelerdir?
Keffaret (ashnda)-müslüman bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır. Âzad edecek köle bulamayana göre peşpeşe iki ay oruç tutmaktır. Bu iki aylık süre, içerisinde ramazan ayı ve bayram ve teşrik günleri bulunmayan bir süredir. Keffaret gereken kimsenin oruç tutmaya gücü yetmezse, 60 yoksula iki öğün yemek verir. Veya yemek yerine parasını verir.
Oruç tutmakta olan kimse kasıtlı olarak cinsel ilişkide bulunursa hem kendisine, hem kadına kaza ve keffaret gerekli olur.
Ebu Hüreyre bu konuyu açıklığa kavuşturan şu rivayeti nakletmektedir:
Bir adam Hz. Peygamber'e gelerek: "Helak oldum" dedi. Rasûlul-lah: "Ne oluyor?",diye sorunca: "Ramazan (orucu tutmak)da iken eşimle cinsel ilişkide bulundum" dedi. Bundan sonra Peygamberle adam arasında şu konuşma geçti:
Azad edecek bir köle bulabilir misin?
Hayır!
Aralıksız iki ay oruç tutmaya gücün yeter mi?
Hayır!
60 yoksula yemek yedirmeye gücün yeter mi?
Hayır!
Bu konuşmadan sonra Hz. Peygamber adama: "(Yanımdan ayrılma, şurada) otur!" buyurdu. Bir süre sonra bir yerden Peygam-ber'e (bir miktar) hurma gelmişti. Rasûlullah adama: Hurmayı alıp sadaka olarak vermesini söyledi. Adam Medine'de kendisinden daha fakir birisinin bulunmadığını, çocuklarından daha muhtaç kimse olmadığını haber verince Peygamber güldü ve adama hurmayı alıp, çocuklarına yedirmesini emretti.
Bu hadisten şunu anlıyoruz: Keffaret sıra gözeterek, hadiste bildirilen üç şey ile yerine getirilmektedir:
a. Köle azad etmek,
b. Aralıksız iki ay oruç tutmak,
c. Altmış yoksula yemek yedirmek.
Keffarette bu sıraya uyulmasının sebebi şudur: Peygamber'e (s.a) gelen kimse Peygamber'in kendisine yapmasını emrettiği birinci şeyden aciz olduğunu söyleyince diğerine, ondan da aciz olduğunu söyleyince diğerine geçmiştir.
Oruçlu iken kasıtlı olarak oruç bozucu bir şeyi yeyip içen kişiye de kaza ve keffaret gerekir. Bu hüküm Hanefî ve Mâlikî mezheplerine göredir. Bunun delili, Âmir b. Sa'd'dan naklolunan şu rivayettir:
Bir adam Hz. Peygamber'e gelerek: "Ramazanda bir gün bilerek orucumu yedim" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: "Bir köle azâd et veya iki ay aralıksız oruç tut veya altmış yoksula yemek yedir" buyurdu.
Denildiğine göre keffaretin bu üç şey ile Ödenmesinin hikmeti şudur: Orucun saygınlığını oruçlu iken kasıtlı olarak cinsel ilişkide bula-narak hiçe sayan kimse, işlediği bu günahla nefsini helak etmiştir. Münasiptir ki nefsini kurtarmak için bir fidye versin. Bu ya bir köle âzad ederek, ya iki ay oruç tutarak veya altmış yoksula yemek yedirerek olacaktır.
Keffaret için gücü yeten köle azâd etmelidir. Çünkü köle âzad etmek çok sevaptır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Müslüman bir köleyi azad eden kimsenin; azad ettiği kölenin her bir organı karşılığında bir organı cehennemden azad olur.
İki ay aralıksız oruç tutmanın sebebi ise şudur:
Farz olan ramazan orucunu bilerek bozan kimse oruca karşı bir cinayet işlemiştir. Bunun cezası olan keffaret ise iki aydır. Zira bir gün orucunu bozan kimse, sanki bir ayın tamamını bozmuş gibidir. Çünkü ramazan ayının tamamında oruç tutmak tek bir ibadet gibidir. Ramazanda bu suçu işleyenlerden, Allah'ın iki ay oruç tutmasını istemesi, onu hem cezalandırmak, hem de bir daha benzeri bir suçu işlemekten caydırmak içindir.
Atmış yoksula yemek yedirmeye gelince: Her bir yoksula verilen yemek, 60 günlük keffaret orucumuzdan bir günün karşılığıdır.
Keffaretle ilgili bir takım şartlar vardır. Şöyle ki:
a. Oruçlu yükümlülük (mükelleflik) çağında olmalıdır. Orucunu bozan çocuk ise ona keffaret gerekmez.
b. Orucu bozan kimse bunu özgür iradesi ile yapmış olmalıdır, bir baskı ve tehdit sonucu oruç bozana keffaret yoktur.
c. Orucu bozan kimsenin ramazanda oruç yemenin haram olduğunu biliyor olması gerekir.
d. Oruçlu için yolculuk veya hastalık gibi, oruç yemeyi mubah kılan bir durum olmalıdır.
e. Orucu bozan madde oruçlunun karnına ağız yoluyla ulaşmış olmamalıdır.
f. Oruçlu orucuna geceden (veya kuşluk vaktine kadar) niyet etmiş olmalıdır.
g. Oruç bozma olayı ramazan ayında olmalıdır.
Soruda ifade edildiği üzere keffaret orucu kesintisiz iki ay olmalıda Bu iki aylık orucun mutlaka aralıksız tutulması gereklidir. Keffaret orucu tutmakta olan kimse, mesela yolculuk gibi meşru bir özürle keffaret orucuna ara verse, o güne kadar tuttuğu oruçlar nafile olur. Yeniden keffaret orucu tutmaya başlaması gerekir. Zira daha önceki keffa-ret orucu kesintiye uğramıştır.
Keffaret orucu tutmakta iken ramazan orucu keffaret orucunun arasına girse de durum aynıdır. Zira ramazan orucu farzdır. Soru sahibinin ifade ettiği gibi bir süre oruç tuttuktan sonra ramazan ayı gelirse, daha önce tutulan oruçlar nafile olur. Bu kimse farz olan ramazan orucunu tutmalıdır. Zira o farzdır. Daha sonra keffaret orucunu tutmaya dönmesi lazım gelir.
Böyle bir uygulamanın katı olduğu söylenemez. Zira keffaret orucu tutacak kimsenin bunun için uygun bir vakit seçmesi gerekir. Keffaret orucunun içerisine, ramazan orucu veya keffaretin kesintisizliğini ortadan kaldıracak birşey girmemelidir.
Keffaret orucu tutacak kimse şiddetli bir güçlük sebebiyle buna güç yetiremezse, keffaret görevini yerine getirebileceği diğer çözüme; 60 yoksula yemek vermeye baş vurabilir.
Yukarda söylediğimiz gibi 60 günlük keffaret orucu tutacak kimse öylesine uygun bir zaman seçmelidir ki araya ramazan günleri veya bayram yahut teşrik günleri girmemelidir.
Kaldı ki Cenab-ı Hak keffaret orucunun hemen tutulmasını istemiyor. Bu orucu, kefffareti ödemeye uygun olacak vakte kadar ertelemek caizdir.
SORU: İftar etmeyip tutuğu orucu, (iftar ve sahurda) birşey yemeyerek bir sonraki günün orucu ile birleştirmenin hükmü nedir?
CEVAP: Soruda ifade edilen şekilde tutulan oruca visal orucu denir. Visal orucu üzerinde görüş ayrılığı vardır.
Bazıları, oruç tutanın gücü yetiyorsa (gücünün yettiği kadar günü) birieştirererk tutabileceğini söylemişlerdir.
Bazıları sahurdan sahura yemek yiyerek yapılmasının caiz olduğunu söylemiştir.
Üçüncü bir görüş ise ki biz bunu tercih ediyoruz- visal orucunun caiz olmayıp haram olduğu yolundadır.
Visal orucununun caiz olmadığını bildiren hadisler vardır. Hz. Peygamber buyuruyor ki:
Gece şu taraftan (batıdan) gelmeye, gündüz gitmeye başlayınca oruçlu iftar eder.
Ümmetim, iftar etmekte aceleci oldukça, fıtrat üzere ve hayır içinde olmaya devam eder.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Hz. Peygamber bazen iftarda birşey yemeden oruca devam ederdi. Öyleyse visal orucu nasıl caiz olmaz?
Bu sorunun cevabı şudur: Visal orucu Hz. Peygamber'e mahsustur. Allah ona, başka hiç kimseye vermediği beden ve ruh gücü vermiştir. Allah başka hiçbir kimseden istemediği ölçüde ondan geniş ve büyük çapta sorumluluk istemiştir.
Hz. Peygamber ashabına visal orucunu yasaklamıştı. Onlar: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sen visal orucunu tutuyorsun. Bize yasaklıyorsun niçin?" diye sorduklarında şu cevabı verdi:
Ben sizin gibi değilim. Ben rabbimin katında yediriliyor ve içiri-Hyorum.
Hz. Peygamber'in Allah tarafından yedirilip içirilmesinin anlamı şudur: Peygamber (s.a) oruçlu iken tüm varlığı ile rabbine öyle bir yönelirdi ki, Allah ile olan ilişkisinden ve O'nun lütuf ve marifet nurlarına dalmış olmaktan öyle bir tad alırdı ki yemeye ve içmeye ihtiyaç duymazdı. Zâd'ul Meâd isimli eserde bu hususu anlatan nefis ve güzel bır ifade vardır:
Allah tarafından yedirilip içirilmesi O'na Allah'ın ma'rifet gıdası vermesi ve kalbine Allah'a yalvarıp yakarışın lezzetini bir çağlayan gibi dökmesi, O'na yakın olmanın içine ferahlık vermesi, kendine arzu duyup sevgi nimetini vermesi demektir. Bunun tabiî sonucu ruh nimetine ve gönül gıdasına ulaşmaktır. Böylece ulaşılan iç ferahlığı, ruh ve gönül berraklığı en büyük, en bol ve en yararlı gıdadır. Böyle manevî gıdalarıma bir süre beden gıdasına ihtiyaç bırakmaz. Nitekim bir şair şöyle diyor:
Öyle sözler var ki seni bunlarla anarken doğrusu Ne azığa ihtiyaç kalır, ne de insan ister su Senin yüzüne bakınca parlayıverir bir nur Çünkü senin sözünden onun yanında bahsolunur. Şikayet başlayınca halsizlikten, dizinden derman silinir Gelmeyi vaadettiğin zamanı düşününce ruhu dirilir.
Bu konuda en basit bir deneyim ve arzu sahibi olan kişi bilir ki kalp ve ruh gıdası bedeni hayvansal gıdalara ihtiyaç bırakmayacak şekilde besler.
Hele dileğine eren, böylece ferah ve sevince kavuşan kimse artık sevgilisine kavuşmaktan gözü aydın olmuş, onun yakınında olmanın ve hoşnutluğuna ermenin nimetine kavuşmuştur. Bir de sevgilinin lü-tufları ve armağanları her vakit gelmeye devam ediyorsa, sevgilinin yanı başında olup o da kendisini tam manasıyle seviyor, ona nice ikramlarda bulunuyor ve onunla övünç ve kıvanç duyuyorsa durum bambaşka olur. Böyle bir manevî yaşantı sevgili için en büyük gıda değil midir?
Kendisinden daha yüce, daha büyük, daha güzel, daha mükemmel ihsan ve ikram sahibi bulunmayan bir sevgilinin sevgisi ile kalp dolu ise, O'nun sevgisi kalbin ve bedenin her parçasını kaplamış ise, o sevgi muazzam bir şekilde vücudunda yerleşmiş ise sevgilinin seveni ile hâli böyle olur; gece-gündüz, sevdiğini yedirir içirir.
Rasûlullah "Ben rabbim katından yedirilip içirilirim" buyurmuştur. U Peygamber'in ifade ettiği bu yeme içme manevîdir. Eğer maddî bir j da olsaydı oruçlu bile sayılmazdı. Nerede kaldı ki visal orucu olsun?
Bu hal Peygamber'e mahsusutur. Sıradan insanlar bu dereceye Ükselemez. Bu itibarla iftarı terkederek yemeden içmeden oruç üstüne oruç tutarak insan kendisine karşı katı davranmamalıdır. Hz. Allah insanlara şefkatli ve merhametlidir.
SORU: Orucun dereceleri var mıdır? Varsa bu dereceler nelerdir?
CEVAP: Evet, orucun dereceleri vardır. Bazı insanlar sadece yeme ve içmeyi bırakarak oruç tutar. Kimileri yeyip içmeyi terketmekle beraber, kötü işlere ve çirkin sözlere karşı da oruç tutar. Bu düzeyde tutulan bir oruç, öteki oruçtan daha üstündür.
Çok seçkin bir grup daha vardır ki bunlar yemez içmez, kötü şeyler yapmaz, çirkin sözler söylemez, kalbi ve gönül dünyası ile de oruç tutar. Oruçlu olduğu sürece gönlünde Allah'tan başka hiçbir şeye yer vermez. Bu, oruçta en yüksek derecedir.
İmam Gazali orucu üç dereceye ayırmaktadır:
1. Herkesin tututuğu oruç.
Bu, yeme-içme ve cinsel ilişki arzusuna engel olmak suretiyle tutulan oruçtur.
2. Özel kimselerin tutuğu oruç.
Bu yeyip içmeyi bırakmanın yanısıra gözü, kulağı, dili, eli, ayağı ve diğer organları günahtan alıkoyarak tutulan oruçtur.
3- Çok özel kimselerin tuttuğu oruç.
Şu, kalbi değersiz düşünce ve dünyaya ait fikirlerden arındırıp, tan başka hiçbir şeye kalpte yer vermemekle tutulan bir oruçtur.
Bu konuyu Gazali bu oruç türlerinin hepsine dair uzun açıklamalarla güzel bir şekilde İhya isimli eserinde anlatmıştır. Oraya başvurulabilir.
SORU: Bazı kimseler yaptıkları hoş olmayan şeylere orucun sebep olduğunu söylüyorlar. Öfke halinde çirkin sözler söylediğinde "Ben oruçluyum. Onun için böyle söylüyorum, mazeretim var" diyorlar.
Bazı haram şeylere bakınca: "Orucumu açayımda..." diyerek teselli buluyorlar. Böyle bir davranış oruçluya yakışır mı?
CEVAP: Ramazan, duygu ve nefis temizliği, ibadet ve tâat bakımından büyük bir mevsimdir. Hz. Peygamber ramazan ayında ibadetini çoğaltır, bu ay boyunca ibadet ve tâat yolunda çalışmayı ve iyilik yapmayı teşvik ederdi.
Rivayet olunduğuna göre Cebrail (a.s) her ramazan Peygamber'e gelir, onun ezberinde olan Kur'an'ı kuvvetlendirmek için karşılıklı Kur'an okurlardı.
Hz. Peygamber (s.a) müslümanlar için bir örnektir. Müslüman ramazanda Kur'an okur. Rabbini anar ve namaz kılar. Dinini ve dünyasını ilgilendiren konularda bilgisini artırır. Kendisini faziletlerle donatır, rezilliklerden uzaklaşır. Kahve ve benzeri yerlerde oturup İslâm'ın yasakladığı kumarı oynayarak ahlâkını bozmaz, orucunu zedelemez. Yoldan gelip geçen kadınlara bakıp, bakışını kirletmez ve onlar hakkında çirkin şeyler söylemez.
Hz. Peygamber "Oruç koruyucu bir kalkan (gibi)dir. Sizden biriniz oruç tuttuğunda cahillik edip çirkin şeyler söylemesin. Eğer birisi kendine çatar veya söver(ek kötü şeyler söyler)se "ben oruçluyum, ben oruçluyum!" desin." buyurmuştur.
Allah da şöyle buyuruyor:
İnsan her bir söz söylediğinde yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapteden (bir) melek hazır bulunur. (Kaf/18)
Peygamber (s.a) bir diğer hadisinde: "Her konuşanın yanında Allah vardır. Kul Allah'tan korksun ve ne söylediğine baksın" buyur-muşt Jr.
Oruçlunun görevi dilini yalandan, iftiradan ve çirkin sözlerden alıkoymaktır. Çünkü bir hadis-i şerifte: "Kim ki (oruç tutarken) yalanı ve yalana dayalı şeyler yapmayı bırakmazsa Allah'ın o kimsenin yemeyi içmeyi terk etmesine ihtiyacı yoktur" Duyurulmuştur.
Bir diğer hadisin anlamı da şöyledir:
Oruç sadece yemeyi içmeyi bırakmak değildir. Gerçek oruç boş ve çirkin sözden uzak durmaktır. Eğer birisi size söver veya bir cahillik ederse "ben oruçluyum ben oruçluyum" deyin.
Bu hadislerdeki ifadelere dayanarak fıkıh âlimleri sadece yeme-iç-meyi terk edip bu günahları işleyen kimseye sevap yoktur, demişlerdir.
Edepli bir müslüman gelip geçen kadınlara bakmaz. Oruçlu bir kimsenin böyle bir davranışı hiç yapmaması gerekir. Oruçlu orucunu sağlıklı bir şekilde tutmalı ve orucunun Allah katında makbul olmasına çalışmalıdır.
Şeytan oraya buraya bakmayı oruçluya hoş gösterip süsleyince, oruçlu şu hadisi hatırlamalıdır:
(Harama) bakmak şeytanın oklarından bir oktur. Kim onu Allah korkusu ile terk ederse, Allah ona tadını kalbinde duyacağı bir iman verir.
Oruç ayrıca insana sabrı ve tahammülü öğretir. Sıkıştıkları veya öfkelendikleri zaman "oruçluyum da ondan böyle oluyor" gibi mazere sığmanlar orucun neticesini ve hikmetini ziyan ediyorlar. Oysa uçluya layık olan daha çok sükûnet içinde bir hayat yaşamak, bilgisini ve güzelliklerini artırmaktır. Allah sabredenlerle beraberdir.
SORU: Ramazandan önce doğum yapan kadının ramazanda oruç tutması caiz midir?
CEVAP: İslâm âlimleri âdet gören ve lohusa olan kadının oruç tutmasının caiz olmadığı hususunda görüş birliği etmişlerdir. Lohusalık hali, doğumdan sonra kan gelmesidir. Adet gören ve lohusa olan kadına oruç tutmak haramdır. Zaten oruç tutmuş olsalar bile bu oruç bâtıl (geçersiz) olur. Kadının âdet ve lahusa olup da oruçsuz geçirdiği günleri sonra kaza etmesi farzdır.
Oruç tutmakta iken âdet gören ve lohusa olan kadının orucunun bozulacağı hususunda fıkıh âlimlerinin görüş birliği vardır. Bu hâl güneş batmazdan az önce dahi olsa hüküm aynıdır.
Lohusalık hali ramazan günlerinde veya öncesinde vuku bulan kadına, lohusalık hali bitinceye kadar geçen günlerini kaza etmek farz olur.
Lohusalık -ki buna nifas da denir sözlükte doğum anlamına gelir. Fakat dinî bir terim olarak doğumdan sonra kadının üreme organından gelen kandır.
Nifas'ın en az süresi bir andır. Nitekim mezhep imamlarından bazıları böyle söylemiştir. En çok süresi altmış gündür.[2] Lohusalıkta en çok süre genellikle kırk gün olmaktadır. İhtimal ki Hz. Aişe'den rivayet edilen: "Lohusa kadınlar Peygamber zamanında kırk gün (ibadet etmeksizin) otururlardı" hadisindeki maksat budur. Bu hadisle ilgili açıklamalarda "Genellikle bu sürenin kırk gün oluşundandır" denmiştir.
Buraya kadar söylediklerimizden sorunun cevabı ortaya çıkmaktadır. Soruda konu edilen kadın ramazandan önce doğum yapmış ve rada lohusalık hali sürmüş ise lohusalık hali sona erene kadar c tutması caiz olmaz. Ramazan girmeden önce lohusalık du sona ermiş ise (oruç tutması bebeğine zarar vermiyorsa) oruç tutması caizdir.
SORU: Çok sayıda kimsenin oruç tutmadığını görmekteyiz. Bu kimseler oruç tutanların Önünde açıktan oruç yemektedirler. Bunlar hakkında dinin hükmü nedir?
CEVAP: Bir müslümanın ramazan ayında oruç yemesi büyük günah; çirkin bir âdet ve kötü bir görünümdür.
Bu oruç yeme işinin caddelerde, bürolarda veya diğer yerlerde Allah'ın hakkına, ramazanın saygınlğına, müslümanların duygularına aldırmaksızın yapıldığı oluyor. Ramazan orucunu yemek büyük günah ve Allah'a isyandır. Fakat bu günah açıktan açığa yapılınca günah daha büyük, suçu daha çirkin olmaktadır. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Ümmetimin (günahkarlarının) açıktan açığa günah işleyenlerin dışında, hepsi affa nail olacaktır.
Orucu açıktan yiyen kimsenin; "Ben nasıl olsa oruç yemekle günah işliyorum. Bunu gizleyip örtmeye gerek yoktur" diyerek kendisini mazur göstermesi sözkonusu olamaz.
Çünkü gizli işlenen günah ile açıktan açığa işlenen günah arasında fark vardır. Zira günahın açıktan işlenmesi başkalarının da aynı günahı işlemesine cesaret verir. Bir hata yaygınlaşır, açıktan açığa işlenmeye başlarsa, artık bunların yapılması kolaylaşır. İnsanlar arasında bu hatayı işleyenler çoğalır.
Bunun içindir ki Kur'an'da şöyle buyurulmuştur:
İnsanlar arasında kötü söz ve davranışların yayılmasını arzu edenler için dünya ve ahirette çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Nur/19)
Hikmet dolu İslâmî bir deyim şöyledir:
Bir günah işleme musibetine uğradığınız zaman (onu) örtünüz. (Yani gizleyiniz.)
İslâmî bir kuraldır ki, her ne kadar ikisi de cezayı gerektiriyorsa da gizli işlenen günahın cezası, açık işlenenden daha hafiftir. Bunun sebebi şudur: İslâmiyet toplumun selâmeti ve insanların sağduyusunu koruma hususunda titizdir. İslâmiyet, iyi ahlâklı kimselerin günah ve kötülüğe maruz bırakılmasına, toplumun kötüye yönelmesine, yönetimdeki kimseler eliyle engel olur. Birtakım kimseler oruç görevini yerine getirmiyorlarsa, en azından insanların duygularını açık bir şekilde oruç yiyerek incitmesinler.
Hz. Allah şöyle buyuruyor:
İyilik ve (Allah'ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlasın. Günah ve düşmanlık hususunda yardımlaşmayın. (Maide/2)
Öte yandan Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır:
Sizden kim bir kötülük görürse (gücü yetiyorsa) onu eliyle düzeltsin. Eğer gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin. (Buna da) gücü yetmiyorsa kalbiyle buğzetsin. Bu, (yani son aşama) imanın en zayıf mertebesidir.
Orucu açıktan yiyen günahkârlar Hz. Peygamber'in şu sözünü hatırlasınlar:
Ramazan ayı hakkında (Allah'tan) korkunuz. Çünkü o Allah'ın ayıdır. Bu ayda oruç yemeyiniz. Hz. Allah nimetlerden yararlanmanız için size onbir ay vermiş, ramazan ayını kendisine seçmiştir. Ramazan ayında (bir yanlışlık veya kötülük yapmaktan) sakınınız!
Yani bu aydaki görevlerinizde kusur etmekten ve onun saygınlığını hafife almaktan sakınınız.
SORU: İtikaf nedir? Müslüman nasıl itikaf yapar?
CEVAP: İtikaf, nefse ve duygu dünyasına kazandırdığı faydalarına rağmen, neredeyse müslümanlarca terkedilmeye yüz tutmuş İslâmî bir sünnettir.
Belki şu maddeci çağımızda başka zamanlardan daha çok itikafa muhtacız. Maddeciliğin taşkınlığını hafifletmek, benliğimizdeki ruh yönünü uyandırmak, Allah ile olan ilişkimizi yönlendirmek gibi bir sonucu vardır. Böylece dinimize yeni bir azimle sarılırız. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu gözet. Ama, dünyadan da nasibini unutma! (Kasas/77)
İtikaf sözlükte (bir yerde) durmaya, doğru dürüst olmaya, bir şeye devamlı ilgi gösterip kendini ona âdeta hapsetmeye denir.
Dinî bir terim olarak itikaf, Allah'a ibadet etmek niyetiyle, taharet üzere ve iyiyi-kötüyü ayıracak yaşta olan müslüman bir kimsenin bir süre camide durmasına denir. Nevevî ve Şevkânİ'nin ifadesine göre, fıkıh âlimleri itikafın meşru olduğunda görüş birliği etmişlerdir.
İbn'ul Arabi itikafın sünnet olduğunu söylemiştir.
İbn Bastal "Peygamber'in itikafa devam etmiş olmasında, itikafın sünnet-i müekkede olduğuna işaret vardır" demiştir.
Ebu Dâvud, Ahmed b. Hanbel'den naklen: İlim adamlarından hiçbirinin "itikafın sünnet olduğu" hususunda görüş ayrılığına düştüğünü bilmiyorum, diyor.
Şevkâni: Bir kimse itikaf etmeyi adamadıkça itikaf vacib olmayacağı hususunda görüş ayrılığının olmadığını söylüyor.
İtikafın hikmetini İbn'ul Kayyım Zâd'ul Meâd isimli eserinde şöyle anlatmaktadır:
"Kalbin dürüst ve Allah'a giden yol üzere olması, tüm varlığı ile Allah'a yönelmesine ve dağınıklığını bir bütün halinde Allah'a dönerek toplamasına bağlıdır. Kalbin dağınıklığını Allah'a yönelmekten başka hiç birşey derleyip toplayamaz. Fazla yeyip içmek, insanlarla fazla düşüp kalkmak, çok uyumak kalbi fazlası ile dağıtır. Onu paramparça eder ve Allah'a doğru giden yolu keser. Kalbi zayıflatıp (manevî gelişmesini) felç eder.
Hz. Allah'ın engin rahmeti oruçla fazla yeme içmeyi ortadan kaldırarak kalbi Allah'a giden yolda engelleyecek çeşitli şehvetlerden arıtmıştır. Cenab-ı Hak orucu farz kılarken Öyle bir ölçü koymuştur ki oruç tutan kul hem dünya hem ahiret yönüyle faydalanıyor. Oruç, onu tutana bir zarar vermiyor. Hem dünya, hem âhirete ait maslahatı kesintiye uğramıyor.
Hz. Allah kullarına itikafı meşru kılmak suretiyle onlara başka bir imkân daha tanımıştır; itikafın maksadı ve özü, kalbi Allah'a yöneltmek, onu bu hedefe toplamak ve bu duygu ile başbaşa bırakıp, mahlukat ile uğraşmak yerine onları yaratan ile meşgul olmaktır. Böylece itikaf yapan kimsenin kalbindeki tüm düşünce ve duygular, yerini Allah'ı anmaya, O'nun sevgisine, O'na yönelmeye bırakır. Dünya telaşı yerine, Allah düşüncesi itikaftaki kimseyi kaplar. Artık tüm düşüncesi Allah olur, hep O'nu anar, meramını elde etmek ve O'na yaklaşmak için düşünmeye başlar. Yoldaşı Allah olur. Buna dünyada alışarak kabir yanlızlığına hazırlamış olur. O kabir ki orada hiçbir yoldaş bulunmaz. Orada insanı feraha kavuşturacak tek varlık Allah'tır. İşte itikafın en büyük gayesi budur.[3]
Buharı ve Müslim'in Abdullah b. Ömer'den rivayet ettikleri; "Peygamber (s.a) ramazanın son ongününde itikâfa çekilirdi" hadisi Peygamber efendimizin ramazanın son on gününde itikafa devam ettiğini ifade etmektedir. Peygamber'in (s.a) vefatına kadar bunu uygulamış olması itikâfa ramazanın son on gününde çekilmenin müstehab olduğunu göstermektedir. RasûluUah bir keresinde bazı sebeplerden, itikafı bırakmak zorunda kalmış, şevval ayında itikafını kaza etmiştir.
Hz. Peygamber vefat ettiği sene yirmi gün itikaf yapmıştır. Rasû-lullah bu davranışı ile rabbine kavuşmasının yaklaştığı sırada daha çok amel işlemek istemiştir.
Hadisler arasında şöyle bir rivayete rastlıyoruz:
Hz. Peygamber bir keresinde itikaf etmek istemiş, tek kişilik çadırının itikaf için kurulmasını istemişti. (Bunu gören Hz. Peygamber'in eşi) Hz. Zeyneb de çadırının itikaf için kurulmasını istedi. Rasûlullah'ın diğer eşleri de itikaf için çadınlarını kurdular. Sabah namazından sonra çadırları gören Hz. Peygamber durumu hoş görmediğini ifade etmek için "Bunlar iyi bir şey mi yapmak istiyorlar? Onları sökünüz, görmeyeyim!" buyurmuştur. Kendi çadırının da sökülmesini emretmişlerdir. Hz. Peygamber bu (ramazan ayındaki itikafı terketmiş, (ramazandan sonra gelen) şevval ayının son on gününde itikaf etmiştir.
Hz. Peygamber'in böyle yapmasının sebebi ihtimal ki şudur: Eşlerinin hep birden itikaf için çadır kurmaya kalkmalarını kendisine yakın olmak hususunda yarışmak ve bununla övünmek istemelerinden kaynaklandığını düşünmüştür. Buna rağmen Peygamber itikafa devam etseydi, itikaf gayesinden uzaklaşırdı.
Bir de Hz. Peygamber eşleriyle birlikte itikâfa devam etseydi, ha-mmlarıyla birlikte evinde oturuyor gibi olacaktı. Bu durum, kendini itikafa vermekten alıkoyacaktı. Veya eşlerinden herbiri mescide çadır kurdurunca mescid daraldığı için çadırların yıkılmasını emretmişti.
Müslim ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (ramazanın) son on gününde her zamankinden daha fazla Allah'a yakın olmak ve ibadet için gayret ederdi.
Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah ramazanın son on gününde geceleri ibadet eder, eşlerini (ibadet etmeleri için) uyandırır, vakitlerini eşlerinden ayrı geçirirdi.
Ümmü Seleme (r.a) şöyle diyor: Ramazandan on gün kalınca gece namazı kılmaya gücü yeten ailesini mutlaka namaz için uyandırırdı.
Müslim'in rivayet ettiğine göre Nâfi şöyle demiştir: Abdullah bana Peygamberin itikaf ettiği yeri gösterdi.
Bunun anlamı Rasûlullah'ın itikâf etmeyi adet haline getirdiği bir yeri olduğudur. Bu, camide tek başına itikâf için bir yer edinmenin caiz olduğunu göstermektedir.
Bundan, sürekli aynı yerde itikâf etmenin caiz olduğu da anlaşılıyor. Yeter ki böyle bir yer ayırmakla camiye gelen insanlara darlık olmasın. Yeter ki böyle ayrı bir yer belirlemek dikkatleri çekmek ve gösteriş arzusunu tatmin etmek için olmasın.
Bazı fıkıh âlimleri itikâf yerinin caminin arka tarafında bir köşede olmasının iyi olacağını söylemişlerdir. Böyle olması diğer insanlar için camiyi daraltmaz, tek başına kalmaya yardımcı olur.
İtikaf nafile olarak, Hz. Peygamber'e uyup Allah'a yakın olmak için yapılırsa sünnettir. Ramazan'ın son on gününde itikâf etmek sün-net-i müekkededir. Çünkü Hz. Peygamber bu günlerde itikafa devam
etmiştir.
Fakat bir kimse itikaf yapmayı adarsa itikaf vacib olur. Zira Hz. Peygamber: "Kim Allah'a itaat etmek üzere bir adakta bulunursa, adağını yerine getirsin" buyurmuştur. Hz. Peygamberin bir diğer hadisi de şöyledir: Hz. Ömer;'
"Ey Allah'ın peygamberi! Ben Kabe'de bir gece itikaf yapmayı adacum" deyince Hz. Peygamber ona: "Adağını yerine getir" buyurdu.
Bir kimse itikaf yapmayı adayıp, bu adağını yerine getirmek üzere itikafa başlayıp sonra (bir sebeple veya sebepsiz) bu itikafı bozarsa onu kaza etmek vacib olur.
İtikaf için müslüman olmak, rüşde ermek ve cünüplükten, lohusa-İjk ve âdet kanamasından sonra guslederek temiz olmak şarttır.
îtikaf yapılacak yer hususunda farklı görüşler vardır: Âlimlerden bir gruba göre, hiçbir ayırım sözkonusu olmaksızın her camide itikaf yapmak sahihtir. Bazı âlimlere göre beş vakit namaz kılman camide itikaf yapmak sahih olun
Üçüncü bir gruba göre itikaf cuma ve bayram namazı kılınan camide yapılır.
Âlimler kadının evinde namaz kılmayı âdet edindiği yerde itikaf etmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir.
İtikafın belirli bir vakti yoktur. İtikâf bir gün veya bir kaç saat olabilir.
Ya'lâ b. Ümeyye şöyle diyor: ''Benim camide bir süre durmam itikaf içindir. İtikâftan başka bir maksat için camide durmam."
Atâ da şöyle diyor: "Camide kalındığı müddetçe itikaf olur. İnsan mescidde hayır niyetiyle durursa itikaf olur. Böyle bir niyet bulunmadıkça itikaf olmaz."
Fıkıh âlimlerinden bazıları oruçlu bulunmadıkça itikaf gerçekleşmez görüşündedir. İtikâf edildiği müddetçe oruçlu olmak gerekir. Aksi halde itikaf sahih olmaz.
Ibn'ul Kayyım'm ifadesine göre Hz. Peygamberin oruçsuz itikaf yaptığı hiç nakledilmemiştir. Hz. Aişe'nin "Oruçsuz itikaf etmem" dediği rivayet edilmiştir.
Buna dayanarak İbn'ul Kayyım itikafta orucun şart olduğu görü-Şünü tercih etmiştir.
Fakat fıkıh âlimlerinden bazıları: "Bir kimse oruç tutmaksızm itikaf etse caiz olur" demişlerdir. Bazıları da oruç tutup tutmamanın itikaf edecek kimsenin isteğine kalmış birşey olduğunu, oruç tutarsa iyi olacağını, tutmazsa bir şey lazım gelmediğini söylemiştir.
İtikafta orucun şart olmadığını, yukarda Hz.Ömer'in Peygamber'e (s.a) "Kabe'de bir gece itikaf etmeyi adadım" demesi üzerine Hz. Peygamberin: "Adağını yerine getir" dediğini görüyoruz. Görülüyor ki Hz. Peygamber Hz. Ömer'in gece itikaf yapmasını uygun görmüştür. Oysa gece oruç tutma zamanı değildir. Öyle ise bu, itikafta orucun şart olmadığını göstermektedir.
Aşağıdaki şeylerle meşgul olmak itikaf yapan kimse için müste-habtır:
a. Namaz kılmak,
b. Kur'an okumak
c. Teşbih, tekbir, hamd edip "Lâilâhe illallah" demek,
d. İstiğfar etmek,
e. Çok nafile ibadet etmek,
f. Hz. Peygamber'e salât u selam getirmek,
g. İhtiyaç duyduğu konularda dua etmek,
h. Dinî konularda; tefsir, hadis, fıkıh, siyer kitaplarını mütalaa etmek.
İtikaf için belirli bir dua şekli yoktur. İtikaf yapan kimse dilediği şekilde dua eder.
İtikaf yapmakta olan kimse için yıkanmak, temizlenmek, traş olmak, güzel koku sürünmek ve saç taramak caizdir.
Hz. Aişe'nin hayız halinde olup, Hz. Peygamber mescidde itikafta iken Peygamber'in başını uzattığı Hz. Aişe'nin de onun saçlarını taradığı rivayet edilmiştir. Alimlerin çoğunluğu camide mekruh olan şeylerin, itikafta da mekruh olduğunu söylemişlerdir.
İtikaf yapan kimseye aşağıdaki şeyleri yapmak mubahtır:
1. Tuvalete gitmek, yıkanmak veya temizlenmek gibi bir ihtiyaç veya görev için mescitten dışarı çıkmak.
2. İtikaf yaptığı yerde yemek, içmek ve uyumak.
3. Beden temizliği yapma, güzel ve yeni elbise giyinmek.
4. Evlenme ve alış veriş gibi akitleri yapmak.
Eşlerden kadın itikaf yapacağı zaman kocasından izin ister. Çünkü itikaf farz olan bir ibadet değildir. Koca izin verdikten sonra eşinin itikafına engel olması doğru değildir. Bazı fıkıh âlimleri kocanın bu durumda itikafa engel olma hakkı olmadığını bildirmişlerdir.
Aşağıdaki haller itikafı bozar:
1. İhtiyaç olmaksızın camiden çıkmak,
2. Delirmek veya sarhoş olmak suretiyle aklını kaybetmek,
3. Kadının âdet kanaması veya lohosalık hali sebebiyle taharet halinin ortadan kalkması,
4. Sevişerek de olsa kadınla ilişkide bulunmak.
Uzun süren açıklamaların sonunda şunları ifade ediyoruz:
İtikaf-ne yazık ki- terk edilmeye yüz tutmuş, insanlar muhtaç oldukları halde itikaftan yüz çevirmişlerdir.
Bir konferansımda dinleyicilerden birisi şöyle bir soru sordu: Çağdaş hayatın uğraşılan ve bir sürü istekleri ile itikaf nasıl mümkün olur? Bu soruya şöyle cevap verdim: Evet, itikaf günümüz şartlarında da mümkündür. Hatta bazı hallerde günümüzde gerekli hâle gelir. Çünkü taşkınlık içerisindeki maddeci hayatın yükünü hafifletmek ve ruhta Meydana gelecek manevî esintilerle bu hayatı latif bir hale getirmek gerekebilir.
Bilindiği üzere itikaf için belirli bir zaman şart değildir. Caminin bir kenarında dinî bir kitabı mütalaa etmek suretiyle dahi itkâf yapılabilir. Meşguliyeti ve işleri çok olan bir kimse itikaf şemsiyesi altında geçireceği sakin anlara ne kadar muhtaçtır? Bu kimse bu süre sayesinde kendisini toparlayacak, sükûnete kavuşacak ve hayata daha güçlü ve aktif bir şekilde yeniden dönecektir. Hayatımızı Hz. Peygamber'in hayatının aydınlığında yönlendirelim. Onda bizim için güzel örnekler vardır. Allah çalışanları hidayete erdirir.
SORU: Ramazan ayını diğer aylardan ayıran özellikleri anlatır mısınız?
CEVAP: Ramazan ayı oruç, gece ibadeti (teravih), zekât, mübarek vakitler ve Allah'a çok yakın olmak gibi ayrıcalıklı özelliklere sahiptir.
Ramazana mahsus farklılıkların bir kısmı müslümanların çoğun-luğunca bilinen alışılmış durumlardır. Oruç, teravih, zekât, kadir gecesini beklemek ve kadir gecesi olarak kabul edilen gecede merasime katılmak gibi.
Fakat ramazan ayının bu özellikleri yanında bir özelliği daha vardır ki nerede ise unutulmuş veya tüm müslümanlarca ihmal edilmiştir. Bu itikaf ibadetidir. Çünkü inanıyorum ki müslümanlardan gerçekten pek azı bu ibâdeti bilmektedir. Bunlardan da çok azı itikaf ibadetini yapmaktadır.
İhmal edilmiş veya unutulmuş ibadetleri münasebet düştükçe hatırlatmalıyız. Belki bu hatırlatmalar, bizim ve müslüman kardeşlerimiz için bu ibadeti diriltme ve yeniden onlara dönme imkânı vercektir. Umarız böylece Allah'ın, kulları için hemen ve gelecekte hayır murad ettiği bu ibadetler yapılmaya başlanır.
İtikafın derin hikmetleri vardır. Bu hikmetleri yoğun bir gayretle anlatmalıyız. Çünkü günümüzde felsefeden dem vuran pek çok kimse itikaf ibadetinin, medenî ve çağdaş hayata veya aydınlık ve ilerici çağa uymadığını söylemektedirler.
Onların iddiasına göre dünyanın istekleri pek çoktur. Dünyaya yönelik maddî görevler önemlidir. Tüm vakitler ve gayretler dünyaya yönelik olmalıdır. Bu noktadan hareketle zaman zaman itikaf gibi ibadetlerin vakit ve gayret ziyanından ibaret olduğunu, ibadet ve istiğfar ederek bir kenara çekilmenin faydasız olduğunu söyler dururlar. Ayrıca "meşgul olunması gereken bir sürü iş varken bu çalışma ve teknoloji asrında itikafın ne faydası var?" derler.
Gerçek odur ki yaşanmakta olan hayatın meşguliyeti çoğalıp, içinden çıkılmaz hal aldıkça ruhî konulara önem vermek ve onu güçlendirmek lazım gelir. Böylece insandaki madde yönü ile ruh yönü arasında bir denge kurulmuş plur.
İtikafın hikmeti konusunu fazla uzatmayacağım. Ancak bu İslâmî ibadetin hükümleri ile ilgili fikir verici bilgiler sunmak istiyorum.
İtikafa Kur'an'da: "Mescidlerde itikafa çekilmiş olduğunuz anlarda, kadınlara yaklaşmayın" (Bakara/187) ayeti ile işaret edilmiştir.
Buharî'nin rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber'in ramazan ayının son on gününde itikafa girdiği bildirilmektedir.
Rasûlullah vefat ettiği yılın ramazanında yirmi gün itikaf yapmıştır.
Fıkıh âlimleri itikafın insan üzerindeki madde yükünü hafiflettiğini, Allah'a tam bir yönelmeyi sağladığını, insana Allah'a yakarış zevkini tattırdığını, zikir yoluyla kalbi canlandırıp, oruç yoluyla da duyguları temizleyip berraklaştırdığını söylemişlerdir.
Bu konudaki delilleri şu hadislerdir:
Camilerin direği (gibi devamlı camide olmak âdeti) olan (kimseler vardır. Bunların sohbet arkadaşları meleklerdir. Bu kimseler camiye gelmeseler melekler onları arar, hasta olsalar ziyaretine gider, bir ihtiyaçları olsa yardım ederler.
Cami her takva ehli kimsenin evidir. Allah, camiye ev(i gibi devamlı gitmeyi âdet) edinenlere ferahlığı, rahmeti, Allah'ın hoşnutluğu olan cennete girmeyi garanti etmiştir.
Bu iki hadis göstermektedir ki camide durmayı alışkanlık haline getiren ve orada geçirdiği zamanı değerlendiren kimseler, Allah'ın rahmetine ve hoşnutluğuna başkalarından daha yakın olmaktadırlar.
Âlimler itikafın süresinden de söz etmişlerdir. Adak halinde olmamak kaydı ile itikafın belirli bir süresi yoktur.
İnsan bir süre camide kalacak olsa bunun itikaftan sayılması mümkündür. Yeter ki camide kaldığı sürede itikafla ilgili hükümlere uymuş olsun.
Adak itikaf, insanın bir işi olduğu takdirde, bir zarardan kurtulduğunda veya bir fayda elde ettiğinde veya benzeri durumlarda itikaf etmeyi adamakla olur. Bunun en az süresi bir gündür. Zira itikafta oruçlu olmak şarttır.
İtikafın hükmüne gelince: İtikaf ya müstehab, ya sünnet-i müek-kede veya vacib olur.
Yılın herhangi bir gününde itikafa girmek müstehabtır.
Mübarek ramazan ayınm son on gününde itikaf etmek sünneti-i müekkededir.
Adamak halinde ise itikaf vacibtir.
Hadis rivayetleri arasında yer aldığına göre daha müslüman olmazdan önce Hz. Ömer Kabe'de bir gün itikaf etmeyi adamış.
Hz. Ömer meseleyi Peygamber'e anlatınca Rasûlullah: "Adağını yerine getir" buyurmuş. Buradaki emrin vaciblik ifade ettiğini fıkıh âlimleri ifade etmişlerdir.
İtikaf yapan kimsenin zamanını itikaftan beklenen faydayı sağlayacak şekilde geçirmesi münasip olur. Bu sebeple fıkıh âlimleri itikaf yapan kimsenin uzun süre hiç birşey yapmadan susmasının mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bir zorunluluk olmadıkça itikaf süresinde dünya meseleleriyle ilgili konuşmak veya dünyevî bir iş ile meşgul olmak mekruhtur.
İtikafta bulunan kimsenin nafile namaz kılması, Kur'an okuması; tefsir, hadis, siyer kitapları okuması veya teşbih, istiğfar, dua, "Lailahe illallah" zikri gibi şeylerle meşgul olması müstehab görülmüştür.
Fıkıh âlimlerinden bir grup itikaf sırasında dünyevî ilimlerle ilgili kitap okunmasını mekruh saymışlardır. Aslında din bu tür ilimleri faydalı görmektedir. İtikafta bu tür kitaplarla uğraşmanın mekruh sayılmasının sebebi, insanın itikaf dışındaki normal zamanlarında yeterince bunlarla meşgul olma imkânı bulmasıdır. Artık itikafta bulunan kimseye nefsini güçlendirmek, ruhunu güzelleştirmek, gönlünü ihya etmekle uğraşmak kalıyor.
itikafın birtakım şartları vardır. Şöyle ki:
İtikaf yapan kimse müslüman ve iyiyi kötüden ayırma gücünde olmalıdır. İtikafa niyet etmiş olmalıdır. Cünüplükten ve kadının âdet kanamasından ve lohusalıktan temizlenmiş olması gerekir. İtikaf sırasında cinsel ilişkide bulunmamalıdır. Kendisine güvenmiyorsa cinsel ilişki dışında sevişmek de haramdır. Ayrıca tuvalete çıkma gibi ihtiyaç dışında itikaf yapılan yerden çıkmamalı ve itikaf yapılan yer cemaatle namaz kılman bir cami olmalıdır. İtikaf adanmış ise oruç tutarak yapılması da şarttır.
Camide sırf vakit geçirmek için itikaf yapan kimse, itikaftan beklenen yaran sağlayamaz, ruhu güçlendiremezse, şekil bakımından itikafın tüm şartları yerine gelse de faydasız bir itikaf yapılmış olur.
İnanıyoruz ki insan hem dünyaya ait işlerini yapıp hem de itikaf ibadetini yerine getirebilir. Dünya işlerinden sıkıldıkça bunların verdiği ağırlığı hafifletmek için kısa kısa itikafa çekilerek hem bedenin, hem ruhun istekleri yerine getirilmiş olur. Her itikaftan sonra hayata dönünce yeni bir şevkle ve Allah'ın hidayeti üzere ç,4ışmak ve yaşamak mümkün olur.
Buraya kadar verilen bilgilerden itikaf yapılacak yerin cami olduğunu anlamış bulunuyoruz. Bu caminin cemaatle namaz kılman bir cami olması gerekir.
Beş vaktin tamamının cemaatle kılındığı bir cami olması şart değildir. Caminin cemaatle namaz kılınmak için hazırlanması yeterlidir.
Bazı fıkıh âlimleri kadının eşinin evinde itikaf yapmasını güzel görmüşlerdir. Gerçi sağlıklı bir ortam olur ve kadın fitneden güvende olursa camide itikaf yapmak kadın için caizdir. Fakat zamanla birtakım bozukluklar ortaya çıkıp kadının camiye gitmesi güvenli olmaktan çıkınca kadının evinde devamlı namaz kıldığı yerde itikaf yapması daha güzel olur, denmiştir. Zira kadına göre böylesi hem itikafm hedefini gerçekleştirme, hem de güven ve gönül huzurunu daha iyi temin etme açısından uygun bir yoldur.
Fıkıh âlimleri itikaf yapan kimse için temizlenmek, yıkanmak, traş olmak, süslenmek gibi şeylerin mubah olduğunu, çok olmamak ve caminin saygınlığını korumak kaydı ile alış veriş yapmanın caiz olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca camiyi kirletmemek şartı ile yeyip içmesi, ihtiyaç oranında konuşması, kendisini ziyarete gelen kimseyi uğurlaması, tuvalet gibi ihtiyaçları sebebiyle camiden çıkması da caizdir.
Bazı fıkıh âlimleri, vacib olmayan yani adak sebebiyle olmayan itikafta hasta ziyareti ve cenaze merasimine katılmak gibi sebeplerle itikaf yerinden çıkmanın caiz olduğunu söylemişlerdir.
Buraya kadar söylediklerimiz özet bir şekilde itikafın hükümlerini anlatmaktadır. Ümidimiz odur ki müslüman evlatları bu ibadeti ihya etmeye yönelecektir. Böylece İslâm ümmetinin kendisi için İslâmiyet'in gösterdiği ibadet, âdet ve gelenekleri titizlikle yerine getirerek kişiliği ortaya çıkacaktır. Yolun doğrusunu gösterecek olan Allah'tır.
SORU: "İnsanoğlunun her yaptığı iş kendisi içindir. Oruç böyle değildir. Oruç benim içindir. Orucun mükafatını ben veririm" hadis-i kudsisinin anlamı nedir? Ramazan orucu günahları siler mi?
CEVAP: Evet, Hz. Peygamber rabbinin hükmünü bildirdiği kudsi hadiste şöyle buyurmuştur:
Âdemoğlunun tüm işleri kendisi içindir. Oruç böyle değildir. O benim içindir. Onun mükâfatını ancak ben veririm. Kulum benim için yemesini ve içmesini terk etmektedir.
Gerçekte yapılan tüm işler Allah içindir. Zira Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
Ben cinleri ve insanlan ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan nzık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum. (Zariyat/56^57)
Oysa kudsi hadiste "Âdemoğlunun tüm işleri kendisi içindir. Oruç böyle değildir..." buyuruluyor.
Çünkü oruç dışındaki diğer ibadetlere gösteriş, övünme veya başkası ile yarışma gibi haller karışabilir. Bunun sebebi bu ibadetlerin açıkta, başkalarının göreceği şekilde yapılmış olmasıdır; namaz rükû-su, secdesi, cemaate gidilmesi ile başkalarınca görülür. Zekât verilirken verilen mal görülebilir. Hac için yapılan yolculuk, tavaf, s a'y ve vakfe gibi bölümler yerine getirilirken görülür.
Oruç ise böyle değildir. Onda bir iç dünya vardır. Onun durumundan Allah'tan başka hiç kimse haberdar olamaz. Bundan dolayı Cenab-ı Hak gerçek orucu kendi rızası için yapılmış bir ibadet saymakta, sevabının kat kat fazla verileceğini, rahmeti ve nimeti ile kulu kaplayacağını bilidirmektedir.
İhtimal ki kudsi hadisteki ".. .çünkü kulum yiyeceğini ve içeceğini benim için terk etmektedir" ifadesinde bu sınırsız mükâfatın sebebine işaret edilmektedir.
İmam Gazali hadisin şerhinde şu yorumu yapmaktadır:
Kudsi hadiste "Oruç benim içindir" Duyurularak oruca bir şeref kazandırılmıştır. Gerçi tüm ibadetler Allah içindir, ama hadiste böyle buyurulması orucun diğer ibadetler arasındaki yerinin farklı olduğunu göstermektedir.
Nitekim yeryüzünün her tarafı Allah'ın olmasına rağmen Kabe'ye Beytullah (Allah'ın evi) denmesi sebebiyle Kabe ayrı bir şeref kazanmıştır.
Orucun böyle olmasının iki sebebi vardır:
Birincisi: Oruç bir şeyleri yapmakla ilgilidir. Aynı zamanda diğer ibadetler herkesin gözü önünde yapılırken oruç bir sır olup onu Allah'tan başka kimse görmez, bilmez. Oruç insanın sabrederek iç dünyasında gerçekleştirdiği bir ibadettir.
İkincisi: Oruç Allah düşmanı şeytanı kahreden bir ibadettir. Zira arzular şeytanın araçlarıdır. Arzuların güçlenmesi yeme içme ile olur. Oruç tutmakla şeytanın araçları yok edilmiş olur. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Şüphe yok ki şeytan insanın damarlarında dolaşır. Aç kalmak (oruç tutmak) suretiyle şeytanın dolaşacağı yeri daraltınız.
Bu hadis, ramazanın Allah'a dönmek, günahlar için istiğfar etmek ve hatalara tevbe etmek için bir fırsat olduğunu gösteriyor. İnsan Allah'a yönelip samimi bir şekilde orucunu tutar, tevbe ve istiğfar eder, halis niyet ve güçlü bir iman ile silahlanırsa Allah (c.c) onun günahlarını affeder.
Oruç sayesinde affedileceği ifade edilen günah kul ile Allah arasındaki günahtır. Kul hakkına ilişkin işlenen günahlar, sahibine ulaştırma imkânı olduğu takdirde sahibinden helâllik dilenmedikçe affedilmez.
Âlimlerin bildirdiğine göre tevbe edip pişman olmak, işlenen günahı bırakmak, aynı günaha tekrar dönmemeye azmetmek ve (hak yemek sözkonusu ise) hakkı sahibine iade etmekle gerçekleşir.
Orucunu ihlasla ve inançla tutan kimse (günahının affedilmesi için de) mutlaka samimi bir şekilde tevbe etmiş olmalıdır.
SORU: "Oruç tutmaya gücü yetmeyenler fidye versin" ayetini açıklar mısınız?
CEVAP: Evet Kur'an'da "Oruç tutmaya gücü yetmeyenler fidye versin" buyurulmuştur.
Ayetteki Gücü yetmeyenler ifadesiniden maksat, oruç tuttuğu takdirde bitkin hale düşmektir.
Gücü yetmeyenler; çok ileri yaşlarda ve beden yönünden zayıf ihtiyar kimseler, iyileşmesi umulmayan hastalar ve yorucu güç işlerde çalışan kimselerdir.
Fidye insanın kendisini bir eziyetten veya takipten kurtarmak için verdiği şeydir. Ayette sözü edilen fidyeden maksat, müslümanın herhangi bir sebep veya mazeretle tutamadığı orucun karşılığı olarak verdiği şeydir. Burada fidye orucun bedeli olmakta ve oruç sahibini, yerine getiremediği dinî görevinin sorumluluğundan kurtarmaktadır.
Fidyenin miktarı bir yoksulu sabah-akşam doyuracak yemektir.
Fidyenin para olarak değeri her ülke ve yörenin para biriminin alım gücüne göre değişir. Mısır lirası olarak bu değer 10 Mısır kuruşudur. Bu miktar her gün için ayrı ayrı verilir.
Bazı tefsir kitaplarında şöyle denmektedir: "Oruç tutmaya gücü yetmeyenler her gün için bir yoksula yemek yedirirler. Bu yemek, kendi ailesine yedirdiği yemeğin orta derecesinde olmalıdır. Bu eskiden sa' denilen Ölçeğin 1/4 ü kadar -iki avucu dolduran- buğday veya hurma olarak verilirdi."
Kur'an'da ifade edildiği gibi fidye yoksul kimselere verilir. Yoksul ihtiyaç içerisinde olup kendisine yetecek kadar malı olmayan kimse demektir. Yoksul ihtiyacın kendisini aciz bıraktığı, utandığı için başkasından birşey istemeyen kimsedir.
Fidye verecek kimse muhtaç olanı iyi seçmelidir. Fidyeyi çalışabileceği halde veya kendisine yetecek kadar malı bulunduğu halde dilencilik yapan kimselere vermemek lazımdır.
SORU: Allah yolunda cihad etmekte olan kimse oruç yiyebilir mi?
CEVAP: Cihad, gerekli ve hep var olan, var olmaya da devam edecek olan bir farzdır. Zira hak ve hürriyet uğrunda inanç ve prensip için Allah ve Rasülüne has olan izzete ulaşmak için cihad gereklidir. Ce-nab-ı Hak bunu şu ayetle bildiriyor:
İzzet ancak Allah'ın, Peygamberi'nin ve mü'minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler. (Münafikûn/8)
Cihad (ki lüzum olduğu zaman savaşmak dahi söz konusudur) güç ve yorucu bir iştir. Genellikle cihad eden kimse bedenen güçlü olmak zorundadır. Cihad görevini yerine getirecek kimse, bolca yeyip içmek suretiyle cihadın güçlüğünü göğüsleyecek gıdayı almak zorundadır. Bu noktadan hareketle İslâmiyet savaşan askerlere oruç yemeye müsaade etmiştir. Hatta bu durumda orucu yemek vacib bile olur.
Ebu Said'il Hudri'den rivayet edilen şu hadis bu hususu güzel bir şekilde aydınlatıyor:
Ebu Said (r.a) diyor ki "Hz. Peygamberle birlirkte Mekke'ye sefere çıkmıştık. Oruçlu idik. Bir yerde konakladık. Hz. Peygamber şu konuşmayı yaptı: "Düşmana yaklaşmış bulunuyorsunuz. Orucu yemek sizi daha kuvvetli yapacaktır." Rasûlullah bu sözü ile bize oruç tutmama hususunda ruhsat verdi. Kimimiz oruç tuttu, kimimiz orucu yedi. Daha sonra bir konak yerine daha vardığımızda şöyle buyurdu: "Yarın düşmanla karşılaşacaksınız. Oruç tutmamak sizi daha güçlü kılacaktır. Oruç tutmayınız." Hz. Peygamber'in bu sözü savaş sebebiyle oruç yeme hususunda İdesin bir emirdi. Bunun üzerine biz o gün orucu yedik. Daha sonraları Hz. Peygamber'le yaptığımız yolculuklarda (seferi olmamıza rağmen) oruç tuttuk.
Gene Ebu Said'il Hudri şöyle anlatıyor:
Hz. Peygamber'le birlikte ramazanda gazaya (savaşa) çıkmıştık. İçimizde oruçlu olanlar da, orucunu yiyenler de vardı. Oruç tutanlarımız, oruç tutmayanları ayıplamazdı. Oruç tutmayanlar da (savaşta olduğumuz için) oruç tutanları ayıplamazdı. Şu kanaatta idik ki gücü olan oruç tutar, bu güzeldir. Zayıf olan da orucunu yer, bu da güzeldir.
Bu rivayetlerden şunu çıkarıyoruz:
Allah yolunda vuruşan mücahid, orucunu yiyebilir. Oruç tutmaya gücü yetse de yetmesade hüküm böyledir. Aslında zorluk cihadın Özelliğidir. Mücahidin güçlü kuvvetli olması gerekir. İyi savaşmak orucu yemeye bağlı ise ve galibiyet için orucu bozmak gerekiyorsa, bu takdirde orucu yemek farz olur. İsterse kişisel olarak mücahidin oruç tutmaya gücü yetsin. Bunun sebebi, Allah'ın dini en üstün olsun diye tüm £Ücün vuruşmak için sarf edilmesi ve savaşın kazanılmasını garanti etmektir.
Esasen cihadın vakti sınırlıdır. Mücahid cihad sırasında tutamadığı oruçları daha sonra kaza edebilir. Fakat cihad uzun süreli olup, devam ederse veya mücahid ömrünü cihad meydanında geçirir, sürekli işi bu olursa, bu durum insanı bitkin hale getiren yorucu iş gibi sayılır. Bu amse tutamadığı her gün için bir yoksulu doyuracak fidye verir.
Bir İslâm ülkesini işgal edenlerle savaşmak da Allah yolunda cihad sayılır. Yeter ki asker görevini iyi niyetle ve ihlasla yapsın, maksadı Allah rızasını elde etmek olsun.
SORU: Oruçlu iken diş macunu kullanmak caiz midir?
CEVAP: Oruçlunun midesine tabii yoldan yiyecek, içecek veya enzeri bir şeyin ulaşması orucu bozar. Cinsel ilişki ve mukaddimelerı de orucu bozar.
Fakat diş ve ağız temizliği için misvak, fırça ve macun gibi şeyleri kullanmak orucu bozmaz. Şu şartla ki macundan en küçük bir parçanın dahi karın boşluğuna gitmemesi gerekir. Bu bakımdan diş macunu kullanarak diş temizliği yapan kimsenin çok dikkatli olması ve temizlik esnasında karın boşluğuna bir şeyin kaçmamasına itina göstermesi gerekir.
Bu şekilde macun kullanmanın, bazı yönleriyle göze çekilen sürmeye veya göz için kullanılan merheme benzediği söylenebilir. Fıkıh âlimleri bunların orucu bozmadığını söylemişlerdir. Göze kullanılan şeylerin tadı oruçlunun boğazında hisedilse de edilmese de hüküm aynıdır.
Hadis âlimleri Hz. Enes'in oruçlu iken sürme kullandığını rivayet etmişlerdir.
SORU: Orucu bozan şeyler nelerdir?
CEVAP: Orucun "tanyerinin ağarmasından güneşin batmasına kadar orucu bozan şeylerden kaçınmak" olduğunu hatırlarsak, orucu bozan şeyleri anlamamız kolaylaşacaktır.
Fıkıh âlimleri orucu bozan şeyleri tesbit etmişlerdir. Bunların başlıcaları aşağıdadır:
a. Kasıtlı olarak birşey yeyip içmek. Yenilip içilen şey az da olsa oruç bozulur. Unuturak birşey yeyip içmek -yenilip içilen miktar çok da olsa orucu bozmaz.
Zira hadiste: "Oruçlu iken unutarak yeyip içen orucunu tamamlasın. Onu ancak Allah yedirip içirmiştir" buyurulmuştur. Bir diğer hadisin anlamı da şöyledir:
Ramazanda unutarak orucunu açana kaza da, keffaret de yoktur.
b. Kasıtlı olarak kusmak suretiyle mideden birşeyler çıkarmak. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulumuştur:
Bir kimse elinde olmadan kusarsa (orucunu) kaza etmesi gerekmez. Fakat her kim kasıtlı olarak kusar ise (orucunu) kaza etsin.
Oruçlunun balgam çıkarması ve onu dışarıya atması orucu boz-
c. Kadının hayız görmesi orucu bozar.
Hatta güneşin batmasına az bir zaman kala kadın kanama görürse orucu bozulur. Pek £ok kadın cahilce hareket ederek kanamaya rağmen, âdet günlerinde oruç tutmaya devam eder. Oysa kanaması gelen oruçlu kadının kan kesilene kadar oruç tutmayıp yemesi vacibtir.
d. Doğumla meydan gelen lohusalık hali de orucu bozar. Lohusa kadının oruç tutması sahih olmaz.
e. Ramazan günü oruçlu iken cinsel ilişkide bulunmak orucu bozar.
Mezhep imamları oruçlu iken cinsel ilişkide bulunmanın orucu bozduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir. Orucu bu şekilde bozulan kimseye orucunu bozduğu günün karşılığında bir gün kaza orucu tutmak farz olur. Fıkıh kitaplarında açıklandığı üzere bu kimseye keffaret de gerekir. Şu şartla ki cinsel birleşmenin kasıtlı ve haram olduğu bilinerek yapılmış olması şarttır. Keffaret cezasının gerekmesi için cinsel ilişkinin hata ile değil, kasıtlı olması şarttır. Böyle bir ilişki şafak vaktinde gecenin devam etmekte olduğu veya akşam sırasında güneşin battığı zanm ile yapılsa, daha sonra vaktin gündüz olduğu ortaya çıksa, fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre sadece kaza gerekir.
Orucu bozulan kimsenin onu kaza etmesi gerekir. Kaza orucunu aYn ayrı veya peşpeşe tutmak mümkündür. En faziletlisi bu kaza işini uzatmamak ve geciktirmemektir. Böylece yeni bir ramazan ayı gelmeden
geçen ramazandan olan borcun ödenmesi mümkün olur.
SORU: Hz. Peygamber'in orucu hakkında genel bilgi almak istiyorum. Aydınlatır mısınız?
CEVAP: Hz. Peygamber her müslüman için en güzel örnektir. Ce-nab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Andolsun ki Allah'ın Rasûlü'nde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah çok zikredenler için güzel bir örnek vardır. (Ahzab/21)
Hz. Peygamber'in oruçla ilgili uygulamasını inceldiğimizde şunu görüyoruz:
O iftar etmekte acele eder, güneş batınca iftar ederdi. Orucunu akşam namazının farzını kılmadan önce açardı. Orucunu, bulunursa taze hurma ile, o bulunmazsa kurutulmuş hurma ile, o da bulunmazsa bir miktar su ile açardı. Orucunu açarken: "Allahım! Senin rızan için oruç tuttum. Senin rızkınla orucumu açtım, ibadetimi kabul eyle! Sen her şeyi hakkıyla işiten ve bilensin" derdi.
Bazı kereler oruç açarken: "Susuzluk sona erdi, damarlar ıslandı. Mükâfat kesinleşti inşaallah" derdi.
İftar konusunda şöyle buyururdu:
İnsanlar oruç açmakta aceleci oldukları sürece hayır üzeredirler.
Sahur yemeğini (sahurun son ânına kadar) ertelerdi. Sahurla ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır:
Sahur yemeği ile gündüzün orucuna, kuşluk uykusu ile gece ibadetine yardım ediniz.
Sahur yemeği yeyiniz. Çünkü sahurda bereket vardır.
Hz. Peygamber oruçlu iken misvak ile dişlerini temizler, (sıcağın etkisini azaltmak için) başına su dökerdi. Ramazan gecelerinde teravihi kılmaya özen gösterirdi, bir kerenin dışında hiç teravihi bırakmamıştır. (son on gününde) ibadeti daha da çoğaltıldı. İyilikleri ve sadaka
Hz Peygamber, ramazanda çok namaz kılar, Allah'ı çok zikreder, Kur'an okur ve itikafa girerdi. Özellikle ramazanın son üçte birinde ( vermeyi artımdı.
İ! n'ul Kayyım Zâd'ul Meâd isimli esirinde şöyle diyor:
Hz. Peygamber ramazanda çeştili ibadetleri çokça yapardı. Cebrail (a.s) ramazan ayında Rasülullah'a gelir ve birlikte Kur'an okurlardı. Efendimiz ramazanda Cebrail ile karşılaştığında hayır hususunda rüzgârdan hızlı olurdu. Kendisi zaten insanların en cömerdi idi. Ramazanda daha da cömertleşirdi. Sadaka, iyilik etme, Kur'an okuma, namaz, zikir, itikaf gibi ibadetleri ramazan ayında çoğaltırdı. Ramazanda ibadet için diğer aylardakinden daha fazla zaman ayırırdı. İbadete daha çok zaman ayırabilmek için iki günde bir iftar ettiği olurdu. Böyle yapmayı ashabına yasaklardı. Kendisine: "Fakat siz yapıyorsunuz?" dendiğinde "Benim yapım (durumum) sizin gibi değildir. Ben rabbimin katında geceliyorum. O beni yedirip içiriyor" derdi.
Peygamberimizin bu sözünden maksadın manevî gıda olduğu söylenmiştir. Marifet, kalbe dökülen yakarış lezzeti, Allah'a yakın olmanın verdiği gözaydınlığı, O'nun sevgisi ve O'na arzu duyma nimeti gibi kalbin ve ruhun gıdası olan benzeri durumlar kasdedilmiştir.
Hz. Peygamber'in bu mübarek aya bu kadar özen göstermesinde bir tuhaflık yoktur. Çünkü aşağıdaki sözleri söyleyen odur:
Size bereket ayı ramazan geliyor. Bu ayda Hz. Allah sizi (rahmetıyle) kuşatır. Üzerinize rahmetini indirir. Hatalarınızı siler, dualarınızı kabul eder. Hayırdaki yarışmanıza bakar da meleklere karşı sizinle övünür. (Ramazan ayında) bol hayır yapın! Ramazanda Alan m rahmetinden mahrum olan kişi âhireti harab olmuş kimsedir.
Ümmetim ramazan ayında bulunan hayırları bilseydi, senenin tamamının ramazan olmasını temenni ederdi.
SORU: Allah yolunda cihad eden kimseye oruç tutmak farz mıdır? Mücahide oruç yemek, ne zaman gerekli olur?
CEVAP: Oruç İslâmiyet'in üzerine kurulduğu beş temeleden biridir. Oruç, gücü yeten her mükellefe farzdır. Allah kelâmı Kur'an bunu açıkça bildirmektedir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere (farz olarak) yazıldığı gibi sizi de yazıldı. Umulur ki takva ehlinden olursunuz. (Bakara/143)
Bir diğer ayet de şöyledir:
Sizden kim o (ramazan) ay(m)a ulaşırsa o ayda oruç tutsun. (Bakara/185)
Rivayet olunduğuna göre Ebu Ümame şöyle demiştir:
Hz. Peygamber'e gelerek şöyle dedim: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bana öyle bir iş emret ki beni cennete soksun." Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Oruç tut. Çünkü onun dengi yoktur" buyurdu. Sonra ikinci kez geldim, gene: "Oruç tut" buyurdu.
Cihad da Allah'ın farz kıldığı görevlerden birisidir. Gerektiği vakit, cihadı icap ettiren durum olduğunda cihad etmek farz olur.
Bu hususta şu ayeti bilmek yeterlidir:
(Ey mü'minler!) Gerek ağırlıksız gerek ağırlıklı olarak savaşa çıkınız. Mallarınızla, canlarınza Allah yolunda cihad ediniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. (Tevbe/41)
Allah yolunda savaşmak durumunda kalan kimsenin orucu hususunda kısaca şunu söyleyebiliriz: Mücahidin cihad veya savaş sırasında orucunu yemesi caizdir. Zaferi kazanmak, mücahid (asker)in oruç tutmamasına bağlı ise veya oruç tutarsa zayıf düşeceğinden emin olur veya böyle olacağı zannı ağır basarsa ve mücahid oru .
akat ordu savaş durumunda olmakla birlikte güvencede iseler oruç tutmaları gerekir.
Siyercilerin rivayetine göre Mekke'nin fethi hicretin sekizinci yılında ramazanda gerçekleşmişti. Hz. Peygamber ve askerleri oruçlu olarak sefere çıkmışlardı. Kedid denilen yere geldiklerinde orucunu açtı ve bunu açıkladı. Maksadı, çevresindekilerin bunu görüp kendisine uyması ıdı.
Ertesi gün insanlardan kimisi oruç tutmaya devam etti, kimisi iftar etti. Hz. Peygamber düşmanla karşılaştığı yere yaklaşınca hâlâ bazı kimselerin oruç tutmaya devam ettiği haberi kendisine gelmişti. Onları kastederek: "Bunlar günahkârdır!" buyurdu.[4]
Abdullah b. Abbas bu olayı şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber, Mekke'nin fethine ramazanda kendisi ve müslümanlar oruçlu olarak çıkmıştı. Kedid denilen yere geldiğinde bir kapta su getirilmesini istedi. Bineği üzerinde bulunuyordu. İnsanların gözü önünde getirilen suyu içti. Bu durumu ile herkese oruç tutmadığını bildirmek istemişti. Bunun üzerine müslümanlar da oruçlarını açtılar.
Said b. Cübeyr'in rivayet ettiğine göre Hz. Ömer bir kaleyi kuşatmış olan askerlerin yanma gelmiş ve askerlerine oruçlarını açmayı emretmişti. (Bkz. ibn Hacer, Zevâid'ul-Mesanid es-Semâniye)
Taberi Tarih İbn Kesir Bidaye ve Nihaye isimli eserinde Küfe yakınlarındaki Büveyb denilen yeri fetheden İslâm kumandanı İbn Harise eş-Şeybâni'nin asrkerlerine iftar etmelerini emrettiğini ve askerlerin hepsinin, daha güçlü olmak için iftar ettiklerini bildirmektedir.
SORU: Kadir gecesi ne zamandır? Kadir gecesinin İslâm'daki yeri nedir? Bu geceye niçin "kadir gecesi" adı verilmiştir? Kadir gecesi neler yapmalıyız?
CEVAP: İlim adamalarının çoğunluğu, kadir gecesinin ramazanın 27. gecesi olduğu görüşündedir. Bu görüşlerini de pek çok hadis rivayetine dayandırmaktadırlar.
Günler ve geceler arasında birbirinden faziletli ve üstün olanlar vardır. Bu fazilet ve üstünlük ya birtakım hatıralarla veya meydana gelen mucizelerle veya o gece ya da gündüzde eda edilen görevin özelliği ile ilgilidir.
Bu noktadan bakıldığında kadir gecesi gecelerin en hayırlısıdır. Zira kadir gecesi, tarihteki en büyük olayla bağlantısı olan bir gecedir. Bilindiği üzere bu olay, Allah katından Hz. Muhammed'e Kur'an'ın indirilmesi olayıdır.
Kur'an insanlığın önderi, beşeriyetin yönlendiricisidir. Kur'an hakkında ne dediğine kulak verelim:
Ne yüce ne mübarek O ki bütün âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Kur'an indirdi. (Furkan/1)
Kur'an-ı Kerim'in indirilme zamanına Kur'an'da üç yerde işaret edilmektedir:
Hâ mim ve kitab-ı mübin hakkı için, gerçekten biz onu (Kur'an'ı) mübarek bir gecede indirdik. Gerçekten biz uyarıcı göndeririz. Bir gece ki her hikmetli iş, o gecede ayırt edilir. (Duhan/1-5)
Biz onu kadir gecesinde indirdik. (Kadir/1)
O ramazan ayı ki insanları aydınlatmak için, doğruyu yanlıştan ayıran açıklayıcı Kur'an bu ayda indirildi. (Bakara/185)
Birinci ayetten Kur'an'ın büyük ve mübarek bir gecede indirildiğini, ikinci ayetten bu gecenin kadir gecesi olduğunu, üçüncü ayetten bu gecenin ramazan ayının gecelerinden biri olduğunu anlıyoruz.
Bu geceye bizzat Allah "kadir gecesi" adını vermiştir. Zira bu gece Allah'ın şereflendirdiği, değer verdiği bir gecedir. Öyle ki kadr ü kıymeti yüce olan bir kitabı, Allah'ın melekleri arasında kadr ü kıymeti ve şerefi yüce olan Cebrail ile, kadr ü kıymet ve şerefi yüce olan bir peygamber'e indirmiştir. Kitabın hidayeti için gönderilen ümmet de yüksek bir şeref ve kadr ü kıymet sahibi olsun diye bu gecede Kur'an gönderilmiştir.
Kadir gecesi Kadir suresinde üç defa tekrar edilmiştir. Bu dikkati çeken noktalardan biridir.
Kadir gecesine nur gecesi diyebiliriz. Zira Hz. Allah bu gecede peygamberi Hz. Muhammed'i indirdiği Kur'an ile nurlandırmış dola-yısıyle onun ümmeti de bu nur ile nurlandırılmıştır.
Allah'ın farzl u keremi ve rahmeti ümmet-i Muhammedi hidayete sevk edip irşad ederek ve onların işlerini düzenleyerek onları nurlan-dırmıştır.
Bu gecede Kur'an'ın nuru dünyaya yayılmıştır. O Kur'an ki insanlığı sapıklıktan kurtarıp hidaye sevk etmiş, daha önceleri aşağılanmış iken şeref sahibi kılmıştır.
Bu gecede Allah'ın izin (ve emri) ile yeryüzüne melekler iner. Bu gece selamettir.
Bu nur ufukları doldurur ve aydınlatır. Zira Cenab-ı Hak: "O gece selâmet gecesidir" (Kadir/5) buyuruyor.
Bu gecede şafak vaktinin nuru vardır. Bu şafak, artık tüm zamanlar boyunca en şerefli ve mübarek olan kadir gecesinin sona erdiği andır. Cenab-ı Hak: "Bir selamdır o (kadir gecesi) ta şafak batana kadar"
(Kadir/5) buyuruyor. (İşte bu özellikler sebebiyle bu geceye nur gecesi dense yeridir.)
Allah bu geceye böylesine değer vermekle bizim anladığımıza göre -gerçek muradı Allah bilir ya- biz müslüinanların dikkatini çekmek istemiştir. Tâ ki bu gecede indirilen nûr'a yönelelim; bu geceye gereken Önemi vererek onunla bağımızı güçlendirelim ve görevimizi yerine getirelim. Bu gecenin işaret ettiği güzelliklerden sıdk ve ihlas ile faydalanalım ve Kur'an sofrasına dönelim; tüm davranış ve işlerimizde Allah'ın kitabı ile yaşayalım ve onun gösterdiği hidayet üzere olalım. Böylece: "Ne yüce ne mübarek O ki bütün alemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Kur'an'ı indirdi" (Furkan/1) ayetini daha iyi anlayalım.
SORU: Orucu bozmayan, yapılması serbest olan şeyler nelerdir?
CEVAP: Allah (c.c) kullarına lütufkârdır. Yarattıklarına merhamet eder ve onlara acır. Bunun içindir ki: "Allah din hususunda üzerinize bir güçlük yüklememiştir" (Hac/78) buyurmuştur.
Bir diğer ayette: "Allah sizden ağır yükleri hafifletmek istiyor" (Nisa/28) buyurulmuştur. Bir başka âyet de şöyledir:
Allah (c.c) size kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185)
Orucu bozmayan ve oruçluya yapması caiz olan birtakım şeyler vardır. İnsanlardan bazıları bunların orucu bozduğunu sanırlar. Şimdi bunları görelim:
1. Banyo yapmak veya suya dalıp yüzmek.
Bu, susuzluğun veya sıcağın şiddetini gidermek için bile olsa, yapılması caizdir. Rivayet olduğuna göre Hz. Peygamber, ramazanda Mekke'nin fethine giderken Sükyâ denilen yere geldiğinde üzerine su dökmüştür.
2. Göze sürme çekmek veya gözdamlası damlatmak. Rivayete göre Hz. Peygamber oruçlu iken gözüne sürme çekmiştir.
3. İğne yaptırmak.
İğnenin her çeşidini; deriden, damardan veya kabadan yaptırmak oruçluya caizdir.
1351 hicri yılında Mısır müftüsü vücudun neresinden olursa olsun, iğne yaptırmanın orucu bozmadığına dair fetva vermiştir.
Nitekim 1948 yılında Ezher Fetva Komisyonu verdiği fetvada tabii yolun haricinde vücuda giren şeylerin orucu bozmadığını bildirmiştir. Buna göre iğne yaptırmak orucu bozmaz. İster tedavi, ister gıda amacıyla olsun iğne ile alman madde karın boşluğuna ulaşsın veya ulaşmasın hüküm aynıdır. Madde karın boşluğuna ulaşmamış ise orucun bozulmayacağı açıktır. Ulaşmış ise giriş tabii yoldan olmadığından oruç gene bozulmaz.
4. Aşırı olmamak üzere ağıza buruna su almak. Ancak bunu aşırı yapmak oruçluya mekruhtur.
5. Misvak veya diş ve ağız temizliği için yapılmış olan araçları kullanmak.
6. Ağızda oluşan tükrüğü yutmak.
Tükrüğün çok olması veya tekrarlanması durumunda da hüküm aynıdır. Zira bundan kaçınmak zordur.
7. Kadının pişirdiği yemeğin tuzuna bakması.
Ancak kadın bunu dili ile yapar ve tattığı şeyi yutmaz. Böylece tatma yolu ile yemeğin kıvamında olup olmadığını kontrol eder.
8. Esans, çiçek, bahar gibi güzel kokuları koklamak.
9. Esans vaya başka güzel kokuları sürünmek.
ihtiyaç oldukça oruçlu bunu yapabilir. Ancak bu erkelere göredir, birilerinin bulunduğu yere çıkmayacaksa (evinde) tek başına da koku sürünebilir.
10. Gusül farz olmuş halde iken imsak vaktinin sona erip şafak vaktinin girmesi.
Bunlar orucu bozmayıp oruçlu için yapılması caiz olan şeylerdir. Ancak burada bir hususu hatırlatmalıyız. Orucun sırlarını dikkate alan ve ihlaslı bir şekilde oruç tutmak isteyen kimseler, 'caizdir ve orucu bozmuyor' diye bu sayılan şeyleri yapmaya meyletmemelidir. Zira değerli sonuçlara azim ve kararlılıkla ulaşılır.
SORU: Pazartesi ve perşembe günleri ve receb ayının 27. günü oruç tutmanın hükmü nedir?
CEVAP: Fıkıh kitaplarında anlatıldığı üzere her hafta pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak mendubtur. İmam Gazali İhya isimli eserinde şunları söylemektedir:
Haftanın fazilteli günlerinden biri de pazartesi ve perşembe günüdür. Bu günlerde insanların işlediği ameller Allah'a sunulur.
Gazali adı geçen kitabında haftanın başka günleri arasında da oruç tutmanın müstehab olduğu, vaktin bereketi sebebiyle mükâfatın kat kat olduğu günlerin bulunuduğunu bildirmektedir. Gazali devamla şunları söylemektedir:
Bir gün yeyip bir gün oruç tutmak suretiyle yılın yarısını oruçlu geçirmek hakkında hadisler vardır. Zira böyle oruç tutan kimse bir gün oruç ibadeti yapar, bir gün Allah'ın verdiği nimetlere şükreder. Bu hususta bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
Bana dünyanın ve yeryüzü hazinelerinin anahtarları sunuludu. (Bir diğer rivayette bu cümle şöyledir: Rabbim bana Batha denilen yeri altına çevirmeyi teklif etti...). Ben onları reddettim ve şöyle dedim: Bir gün aç bir gün tok olurum. Yarabbi tok günümde sana hamdeder, aç günümde sana niyazda bulunurum.
Bu hususta bir başka hadiste şöyle buyuruluyor:
Oruçların en faziletlisi kardeşim Davud'un orucudur. O bir gün oruç tutar, bir gün yer idi.
Gazali devamla şöyle diyor:
Yılın yarısını oruç tutmaya gücü yetmeyen üçtebirini tutsun. Bu, bir gün oruç tutup iki gün yemekle gerçekleşir. Her ayın başında, ortasında ve sonunda üçer gün oruç tutmak da yılın üçtebirini oruçlu geçirmektir. Böyle oruç tutmak da faziletli günlerde oruç tutmak demektir. "
Her pazartesi, perşembe ve cuma günlerini oruçlu geçirmek yılın üçtebirini oruçlu geçirmeye yakındır.
Faziletli günler ortaya çıkınca artık mükemmellik, insanın orucun manasını anlamasına kalmıştır.
İnsanın oruç tutmaktan maksadı kalbi arıtmak, tüm düşüncesini Allah'a yöneltmek olmalıdır. İç dünyasının inceliklerini hakkıyle bilen kimse durumuna bakar; bazen durumu oruca devam etmeyi gerektir, bazen iftar etmeyi gerektirir. Bazı durumlar arada bir yeyip arada bir oruç tutarak oruçla iftar halini birlikte götürmeyi gerektirir. Artık insan oruçlu olmanın anlamını kavrar ve ahiret yolunu tutmada muradını gerçekleştirirse kalbinin düzgün bir halde olup olmadığı ona gizli kalmaz. Buna göre (nafile) oruç tutmak hususunda devamlı bir düzen içinde olmak gerekmez.
Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber bazen öylesine devamlı oruç tutardı ki hiç bırakmayacak sanılırdı. Bazen de oruca öylesine ara verirdi ki hiç oruç tutmayacak sanılırdı.
Bazen geceleri öylesine uykuya çekilirdi ki hiç gece ibadeti yapmayacak sanılırdı. Bazen de öylesine gece ibadetine koyulurdu ki hiç uyumayacak sanılırdı. Böyle olması peygamberlik nurunun aydınlatması ile vakitlerin hakkını vermekten kaynaklanmaktadır.
Miraç kandilinde yapılmasından söz edilen ibadet hakkında ise Hz. Peyganıber'in sünnetinde hiç birşey varil olmamıştır. Gazâli'nin bu konuda rivayet ettiği haber sağlıklı değildir, böyle hadis yoktur. Aksine bu rivayet, zayıf ve münkerdir.
Nitekim Gazâli'nin İhya isimli eserindeki hadisleri tetkik eden Ira-kî bunu ortaya koymuştur.
Güya hadis olduğu söylenen söz şudur:
Bu gece (recebin 27. gecesi) ibadet edene yüz yıllık sevap vardır. Her kim bu gecede iki rekatta bir selam vererek her bir rekatında Fatiha veya zammı sure okur ve ikinci rekatta Tahiyyat okuyup sonunda selam verir ve yüz kere "Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilahe illellahü vellahu ekber" yüz kere "Esteğfirullah" der, yüz kere Peygamber'e salavat okur ve dilediği duayı yapıp sabah da oruç tutarsa, bir günahla ilgili olmamak şartı ile Allah bu kimsenin yaptığı tüm duaları kabul eder.
Irakî'nin bu hadis hakkında söyledikleri ise şöyledir:
Recebin yirmiyedinci gecesi kılınacak namazla ilgili hadisi Ebu Musa el-Medini Fezâil'ul Eyyam Velleyâli isimli eserinde zikretmiştir. Hadisi Ebândan Muhammed b. Fadl, Hâkim Ebu Abdillah yoluyla merfu olarak rivayet etmiştir. Muhammed b. Fadl ve Ebân gerçekten zayıftır. Hadis de münkerdir.
Müslümana böyle aslı olmayan rivayetlere aldanmak yaraşmaz. Mü'min kimseye Kur'an ve hadisin gösterdiği ibadetlerle meşgul olmak yeter. Oysa görünene bakılırsa bazı kimseler aslı olmayan rivayetlere farzlardan fazla önem vermektedirler.
SORU: Ramazan ayında cinsel ilişki ne zaman caiz olur?
CEVAP: Cenab-ı Hak şöyle buruyor:
Oruç gecesinde kadınlarınızla cinsel ilişkide bulunmanız size helâl kılındı. Onlar sizin için bir giysi, siz de onlar için bir giysi durumundasınız. Allah nefsinize emniyet edemeyeceğinizi bildiği için müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi affetti. Şimdi onlarla cinsel ilişkide bulununuz (bulunabilirsiniz) ve Allah'tan sizler için yazdığını isteyiniz. Şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden sizce ayrılıncaya kadar yeyin için. Sonra da (ertesi) geceye kadar orucu tamamlayın. Bununla beraber siz mescidlerde itikaf halinde iken onlarla (kadınlarla) ilişkide bulunmayın. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Sakın bunlara yaklaşmayın. Allah âyetlerini insanlara böylece açıklıyor ki sakınıp korunsunlar. (Bakara/187)
Ayet-i kerimeden müslümanın ramazan gecelerinde karı-koca ilişkisinde bulunmasının serbest olduğunu anlıyoruz. Ramazan ayında güneş battıktan sonra tanyeri ağarıncaya kadar cinsel ilişkide bulunmak helâldir. Sahâbîlerden bazıları akşamleyin uyuduğu takdirde artık ilişkinin haram olduğunu kabul ederlerdi. Bu sebeple bu ayet nazil olmuştur.
Buharî'nin Berâ b. Azib'ten rivayet ettiğine göre sahabeden bir adam iftar vakti yaklaştığı sırada uyaya kalmıştı. İftar etmeden uyu-du(ğu için) gece ve ertesi gün de bir şey yemedi. İkinci gün güneş aşana ka'dar oruca devam etmişti.
Gene aynı zâttan rivayet olunduğuna göre ramazan orucu farz kılındığında tüm ramazan boyunca müslümanlar eşleri ile cinsel ilişkide bulunmazlardı. Bazıları geceleyin eşi ile işikide bulunur, sonra buna pişman olurdu. Hz. Allah kullarına hafiflik murad edip ramazan gecelerinde; güneş battıktan sonra yemenin içmenin ve cinsel ilişkide bulunmanın serbest olduğunu bildirmiştir.
Bir hususu hatırlatmamız gerekiyor; oruçlu müslümanın eşi ile ilişkide bulunması asla caiz değildir. Zira karı-koca arasında vuku bulacak cinsel ilişki orucu bozar.
SORU: Ömür boyu oruç tutma konusunda İslâm'ın hükmü nedir?
CEVAP: Soruda ifade edilen şekilde oruç tutmaya dehr orucu denir. Bunun yasak olduğuna dair hadisler vardır.
Abdullah b. Amr'ın rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyuru-muştur:
Sürekli oruç tutanın orucu yoktur! (Buharı ve Müslim)
Ebu Katâde'nin rivayetine göre Hz. Peygamber'e (s.a), "Ömür boyu oruç tutanın durumu nedir?" diye soruldu. Rasûlullah: "O kimse oruç da tutmamıştır, iftar da etmemiştir" buyurdu. (Buharı ve İbn Mâ-ce dışında bir topluluk rivayet etmiştir.)
Fıkıh âlimleri bu hadislere dayanarak hayat boyu oruç tutmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Alimlerden İshâk ve Zahirî mezhebine mensup olanlar mutlak olarak böyle oruç tutmayı mekruh kabul etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilen bir görüşe ve Hazm'a göre böyle oruç tutmak haramdır.
Ancak böyle oruç tutmakta zorluk çekmeyen ve bu oruç sebebiyle bir başkasının hakkını üzerine geçirmeyen kimse için bu orucu tutmak müshtehabtır diyenler vardır. Bunlara göre bu orucun haram olması hakkındaki hüküm gücü yetmeyenlere ve bu orucu tutacağım derken başkalarının hakkını çiğneyenlere mahsustur.
Aslında insanın gönlü, ömür boyu orucun caiz olmaması hükmüne daha çok meylediyor. Zira İslâm kolaylık dinidir. Her şeyde orta olanı benimsemek İslâm'ın parolasıdır.
Abdullah b. Amr şöyle anlatıyor:
Hayat boyu oruç tutacağımı, yaşadığım sürece geceleri namaz kılacağımı, mutlaka bunları yapacağımı söylemiştim. Bunu Hz. Peygamber'e haber vermişler. Hz. Peygamber'le aramızda şu konuşma geçti:
- Bunları sen mi söyledin?
- Evet ben söyledim.
- Buna gücün yetmez! Bazen oruç tut, bazı günler de ye. Geceleri ibadet yap, fakat uyumayı ihmal etme. Her ayda üç gün oruç tut. Hz. Allah iyilikleri on katı ile mükafatlandırır. İşte bu ömür boyu oruç gibi olur.
- Ben bundan daha çoğunu yaparım.
- Öyle ise bir gün oruç tut, iki gün oruca ara ver.
- Bundan daha çpğuna gücüm yeter.
- Bir gün oruç tut, bir gün ye. Bu, Davud'un (a.s) orcudur. (Nafile) oruçların en güzeli budur.
- Bundan daha fazlasına gücüm yeter.
- Bundan fazlası yoktur!
Abdullah b. Amr bu olayı anlatır ve ömrünün sonlarında zayıf düştüğü sıralarda: "Hz. Peygamber'in (ilk defa söylediği her ayda) üç gün orucu kabul etseydim, benim için servetimden ve çoluk çocuğumdan daha sevimli olurdu" derdi.
Bir başka rivayette Hz. Peygamber Abdullah b. Amr'a şöyle buyurmuştur:
Ömür boyu oruç tutup, gece boyunca namaz kılma! Oruç da tut,
yemek de ye.
Namaz da kıl, uyu da. Çünkü vücudunun sende hakkı vardır. Gözlerinin sende hakkı vardır. Hanımının sende hakkı vardır. Seni ziyaret eden misafirinin sende hakkı vardır. Her aydan üç gün oruç tutman sana yeter.
Bir başka rivayet ise şöyledir:
Hz. Peygamber bana dedi ki: "Sen mi hayat boyu oruç tutacak, (yaşadığın sürece) gece namazı kılacaksın?" Ben evet, deyince:
"Eğer böyle yaparsan gözlerin zayıflar, (bir gün) nefsine bıkkınlık gelir. Ömür boyu oruç tutanın orucu yoktur. (Her aydan) üç gün oruç tutmak yılın tamamını oruçlu geçirmek gibidir." (Neseî)
SORU: Her hangi bir İslâm ülkesinde ramazan hilâli görülse diğer ülkelerdeki müslümanlara oruca başlamak farz olur mu?
CEVAP: İslâm âlimlerinin çoğunluğu görüş birliği etmişlerdir ki ramazan ayının başlangıcı şu iki şeyden birisi ile tesbit edilir:
1. Gökyüzünde bulut, duman, sis gibi görüşü engelleyecek bir şeyin bulunmaması halinde hilâli çıplak gözle görmek.
2. Görmeyi engelleyecek bir şey var ise ramazandan bir önceki ay olan şaban ayını otuza tamamlamak.
Şaban'ı otuza tamamlamakla onun bitip sona erdiğinden kesin bir şekilde emin olunur.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ramazan hilâlini görerek oruç tutunuz. (Şevval) hilâli(ni) görerek bayram yapınız. Eğer hava bulutlu olursa şaban'ı otuza tamamlayınız.
Kur'an'da da "Her kim (ramazan) ayı(nı) görürse onu (ramazan ayını) oruçlu geçirsin" (Bakara/185) buyuruluyor.
Hilâlin görülmesinin isbatı iki âdil müslümanın şahitliği ile olur. Zira hadiste şöyle buyuruluyor:
Eğer iki müslüman şahit (ay'ı gördüğüne dair) şahitlik ederse (buna dayanarak) oruca başlayın ve(ya) bayram edin.
Hilâlin isbatı bir adaletli şahitle de mümkün olur. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber'e bir bedevi gelip: "Ben hilâli gördüm" dedi.
Hz Peygamber ona: "Allah'ın birliğine şahitlik eder misin?" diye sordu Bedevi "Evet" dedi. Rasûlullah: "Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik eder misin?" diye sordu. Bedevi "Evet" deyince Hz. peygamber: "Ey Bilâl! İnsanlara ilan et. Yarın oruç tutsunlar" buyurdu.
Hilâli gören kimseye veya hilâli gördüğünü söyleyen kimseyi tasdik eden kişiye oruç tutmak farz olur. Zira oruç tumanın farz olduğu bilgisi dahilindedir.
Ramazan hilâlinin bir yerde görülüp, hilâlin görülmediği yerlerdeki duruma gelince:
Bu mesele ilim adamları arasında ihtilaflıdır. Fakat fıkıh âlimlerinden şöyle söyleyenler de vardır: "Bir bölgede hilâl görüldüğünde diğer bölgelerde bulunanlara oruç tutmak lazım olur. Yeter ki onlara bu ilgi orucu gerektirecek şekilde ulaşmış olsun. Hilâlin görülmediği yerlerin, hilâl görülen yere uzak veya yakın olması arasında bir fark yoktur."
İmam Şevkâni Neyl'ül Evtâr isimli eserinde şunları söylüyor: "Fıkıh âlimlerinden bir grup şöyle demektedir: Bir yer halkı hilâli gördüğü zaman diğer yerlerdeki tüm insanlara oruç tutmak lazım olur."
Bir yerin yöneticisi ayın görülmesi veya şabanın otuza tamamlanması üzerine orucun başladığım ilan ettiği zaman insanlara oruç tutmak farz olur. Ayrıca ramazanın veya şabanın 29. günü müslümanların hilâli gözetlemesi farz-ı kifayedir. Tâ ki oruç tutup tutmayacakları, bayram yapıp yapmayacakları ortaya çıkmış olsun.
Fıkıh ve fetva üzerine çalışan ilim adamlan ramazan ve bayramın başlangıcını belirlemede her yerde aynı sistemin takip edilmesini ve tüm müslümanların aynı günde oruca başlayıp aynı günde bayram yapmalarını uygun görmektedirler. Bir yerde hilâl görülünce diğer İslâm ülkeleri buna uyarak aynı günde ramazan ve bayram yaparlar. Böyle bir uygulama müslümanların birliğini, aynı günde oruca başlayıp aynı günde bayram yapmalarını hedefleyen bir uygulamadır.
SORU: Ramazanda her gün oruca niyeti tekrarlamak gerekir mi? Yoksa ramazan ayının tamamı için bir niyet yeterli midir?
CEVAP: İslâmiyet'te niyetin yeri büyüktür. Çünkü niyet, insanın hedefini, neye yöneldiğini ve bir iş yaparken maksadının ne olduğunu gösterir. Bu sebepledir ki Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Yapılan işler ancak niyetlere göredir. Her insan için ancak niyet ettiği vardır. Her kim Allah ve Rasûlü için hicret etmişse onun hicreti Alllah'a ve Rasûlü'ne olur. Her kim dünyalık isteyerek hicret ederse onu elde eder. Her kim de bir kadını elde etmek için hicret etmiş ise onu elde eder. Herkesin hicreti ne için yapıldıysa ona göredir.
Oruçla ilgili olarak Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Şafak vaktinden önce niyet etmeyenin orucu yoktur. Niyet kalb ile yapılır. Niyeti dil ile söylemek şart değildir.
Fıkıh kitaplarında yazdığına göre fıkıh âlimlerinin farklı değerlendirmelerine rağmen oruçta niyet rükün veya şarttır. Bazılarına göre ramazan günlerinin her biri için niyet etmek gerekir. Niyeti şafak öncesinde geceden belirlemek mutlaka lazımdır. Tutulan oruç farz ise onu "Yarının ramazan orucuna niyet ettim" diyerek kalbinden geçirip belirlemelidir.
Bazı mezheplerde yarın ramazan orucunu tutacağını kalbinden bilmek niyet için yeterlidir. Bunlara göre niyetin vakti akşam güneşin batışından ertesi günün yarısına kadar devam eder. Geceleyin niyet etmeyi unutan kimse ertesi günün yansından Önceye kadar niyet edebilir. Niyet edildikten sonra günün geri kalan vakti, geçenden çok olmalıdır. Ramazanın her günü için niyet edilmesi lazımdır.
Mâlikî mezhebine göre ramazan orucu gibi ara vermeden peş peşe tutulan oruçların tümü için bir niyet yeterlidir. Zira arada kesinti Ramazan orucunda hükmen niyet de yeterlidir. Mesela bir kim-nin sahura kalkması niyet hükmündedir. Zira bu adama "Niçin sahukalkıyorsun?" diye sorulsa: "Yarın oruç tutmak için" cevabını ver-cektir. Niyet olarak bu, ona yeter.
Bu bilgiler ışığında niyet konusunda şunu söyleyebiliriz: İnsan ramazanda her gece oruç için niyet edebilirse bu en faziletli sidir. Asıl olan da budur. Niyeti unutmaktan korkan kimse ramazanın ilk gecesinde "Allah'ın izni ile bu yılın ramazan orucunun tamamını tutacağım" diyerek niyet eder ve sonra her günün orucunu tutarak ramazanı tamamlar,
SORU: İftar sırasında oruçlunun ezanın bitmesini beklemesi gerekir mi? Ezanı bekleyip, ezan bittikten sonra mı iftar etmelidir?
CEVAP: İftarda acele etmek sünnettir. Bu da güneşin batması ile beraber, akşam namazından önce iftar etmekle olur.
Oruçlunun orucunu açarken Hz. Peygamber'den rivayet edilen şu duayı yapması iyi olur:
Allahım! Senin rızan için oruç tutum. Senin rızkınla orucumu açtım. Sana inandım, sana dayandım. Susuzluk gitti, damarlar suya kandı. Mükafat da inşaallah kazanıldı. Ey bağışlaması bol olan Allahım! Beni bağışla. Allah'a hamd ü sena olsun ki bana yardım etti, orucumu tuttum. O bana rızık verdide iftar ettim.
Müzzin ezanım bitirinceye kadar oruçlunun beklemesi gerekmez. ıra orucun zamanı tanyerinin ağarması ile güneşin batması arasında-kı vakittir. Güneş batınca orucu açmak oruçlunun hakkıdır. Ezanı kulakları ile işitmesi şart değildir. Saate göre iftar edebilir.
Hz. Peygamber akşam namazından önce iftar ederdi. Zira o şöyle buyurmuştur. Gece şuradan (batıdan) yöneldiği ve gündüz buradan (batıdan) gittiği vakit oruçlu mutlaka iftar etmiş olmalıdır.
Ezanın bitmesini beklemek düşüncesinde olanlar için en güzeli, müezzinin söylediklerini tekrarlamaktır.
Bilindiği üzere müezzinin söylediklerini tekrararlayarak müslü-manlar müezzinin ezan davetine cevap verirler. Sadece "Hayye ales-salâh" ve "Hayye alel-felâh" ibarelerinin aynısını söylemeyip "Lâ havlç velâ kuvvete illâ billâh" demek gerekir. Buna ezana icabet etmek denir.
Ezana icabet etmek Hanbelî mezhebine göre, insanın namaza çağrılması durumundadır. Oruçlu ise bu ezan ile iftara çağınlmaktadır. Zira Hz. Peygamber iftarda acele etmeyi teşvik etmiştir. Hz. Peygam-ber'in namazdan önce hurma ile iftar ettiğini bildiren hadis de buna delildir. Bazı mezheplerdeki "Ezana, meşru bir işle meşgul olan kimse icabet etmez" sözü de bu hususta delildir. Nitekim bazı mezheplerde: "Yemek yemekte olan kimse ezana icabet etmez" denmiştir.
Bunlardan anlıyoruz ki iftar edecek kimsenin ezanın sonuna kadar beklemesi gerekmez.
Bu hususta müslümanlarca uygulanan âdet şudur: Oruçlu ezan okununca iftarım açar. Arkasından akşam namazını kılar. Namazdan sonra yemeğini tamamlar.
SORU: Doktorun, orucunu yemesini emrettiği şeker hastası, kimlere ve ne kadar fidye vermelidir?
CEVAP: Bazı Özürlerin bulunması halinde orucun tutulmaması hükmü Allah'ın rahmetindendir. Bir kimse hasta olsa, oruç tuttuğu takdirde hastalığının artmasından veya iyileşmesinin gecikmesinden kor-karsa veya oruç tuttuğu takdirde bir takım güçlüklerle karşılaş acaks bu kimse hastalığı geçinceye kadar orucunu yer. Daha sonra hastalığı sırasında tutamadığı günleri kaza eder.
Kur'an bu konuda şöyle buyuruyor:
Sizden her kim o aya yetişirse, o ayda oruç tutsun. Kim o ayda hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere fidye gerekir. (Bakara/184-185)
Oruç tutmaya gücü yetmeyenler demek oruç tutarken aşırı derecede zorlukla karşılaşanlar, demektir. Nitekim aşırı derecede yaşlı olan kadın ve erkekler bu durumdadır. Veya insan uzun süre hasta olup iyileşme ümidi olmadığında veya tedavi uzun sürüp hastalık kronik hale geldiğinde ramazan orucunu tutmaz. Bundan dolayı kaza da gerekmez. Ancak her gün için bir fakiri doyuracak yemek verir.
Abdullah b. Abbas "Oruç tutmaya gücü yetmeyenler..." ayeti hakkında şöyle dimiştir: "Bu, yaşı ilerlemiş kimselere bir ruhsattır. Onlar zorlukla karşılaşmaksızın oruç tutamazlar. Bunlar oruçlarını ye-yip, her gün için bir yoksulu doyururlar. Gebe ve emzikli kadınlar (oruç tuttuğu takdirde bir zarardan) korkarlarsa orucu yeyip yoksul doyururlar.[5]
Fidye, özrü sebebiyle orucunu yiyen kimsenin her gün için yoksul bir kimseye iftar ve sahura bedel olacak şekilde iki öğün yemek yedir-mesidir. Bunun zahire cinsinden değerlendirilmesinde Mısır ölçeği ile 1/8 ölçek zahire (buğday, arpa v.s) takdir edilmiştir. Bu demektir ki bir Mısır ölçeği zahire sekiz günlük oruç için fidye olarak yetecektir. Fidye zahire olarak verildiği takdirde, veren kişinin çoğunlukla yediği cinsten verilir.
Fidye, yoksul veya fakir kimseye verilir.
Fidye veren kimse, bakmakla yükümlü olduğu kimselere fidye veremez. Ana-baba, evlat ve torun gibi yakınlara da veremez. Koca karısına da fidye veremez. Zira bunlar fidye verecek kimsenin dinî yönden bakmak zorunda olduğu kimselerdir.
Fidyeyi bakmak zorunda olmadığı yakınlara vermek caizdir.
Fıkıh âlimlerinden bazıları fidye olarak verilecek şeyin fakire, mülkü olacak şekilde vermek gerektiği görüşündedir. Bununla beraber bazı fıkıh âlimlerine göre yemek yedirmek suretiyle veya parasını vererek fidye görevini yerine getirmek caizdir. İhtimal ki bu daha kolay ve pratiktir.
SORU: Ramazanda bir özür sebebiyle oruç yiyen kimse bunu insanlardan gizli olarak mı yemelidir? Yoksa özürden dolayı oruç tutmadığı için açıktan yeme hakkı var mıdır?
CEVAP: Ramazan ayı çok değerli, büyük bir aydır. Onun İslâm'da yüksek bir yeri ve değeri vardır. Bu ayın bir heybeti ve kerameti vardır.
Çünkü ramazan ayında milyonlarca müslüman oruç ibadetini eda etmeye katılıyorlar ve kendilerini bambaşka güzellikte bir ruhî ortamda hissediyorlar. Ramazan ayının durumu, öteki aylara göre değişiktir. Zira bu ayda oruç Allah tarafından farz kılınmış, teravih Hz. Peygamber tarafından sünnet kılınmıştır. Bu ay ibadet ve Kur'an, iman ve ihsan ayıdır. Bu sebeple müslümanlara yaraşan, bu ayın saygınlığını korumaktır. Bundan dolayıdır ki ramazan gelince bu ayda açık olması hoş olmayan yerlerin çoğunun kapanmış olduğunu görüyoruz. Bir İslâm toplumunda ramazan gününde açıktan açığa oruç yemekten daha çirkin bir şey yoktur. Oruç tutanların gözünün içine bakabaka yemek yemek onlara eziyet verir, duygularım incitir, hislerini yaralar ve onların şüplenmesine yol açar. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
Bir kimse bir özür ve gerekçeye dayalı olarak dahi orucunu yemiş olsa, diğer oruç tutanların duygularını dikkate alıp açıktan oruç yememelidir. Hem, açıktan yediği takdirde hakkında kötü düşünülmesine sebep olur. Onun bir özürden dolayı oruç yediğini kim bilecek?
Kendisini yemek yerken gören herkese bir mazeret yüzünden oruç yediğini anlatıp izah edemez.
Bir sebep yüzünden oruç yemek durumunda olan kimse evinde, gözlerden ırak, kendisi ile ilgili kötü düşüncelere sebep olmayacak şekilde yemeğini yemelidir. Sürekli birlikte olduğu kimselere, ne sebeple oruç tutmadığım anlatması mümkündür.
Bu noktada şuhu hatırlatalım: Fıkıh bilginleri diyor ki: Bir kimsenin iradesi dışında bir sebeple orucu bozulursa, günün geri kalan kısmını, ramazan gününe saygının gereği olarak bir şey yemeden tamamlamalıdır.
Bu konuda insanların en kötüsü, müslümanım deyip, kendisini müslümanlardan saydığı, oruç tutmaya gücü yettiği ve oruç yemeyi gerektirecek bir mazereti de olmadığı halde açıktan oruç yiyen kimsedir. Bunlar mazereti yok iken açıktan oruç yiyen kimselerdir. Bunlar mazeret sahibi olmadıkları halde bir Özür sebebiyle oruç yediklerini söylemekten çekinmezler.
Açıktan oruç yiyenler hem farz olan oruç emrini çiğniyor hem de mübarek ramazan ayının saygınlığını hiçe sayıyorlar. Açıktan oruç yiyerek kullandıkları sigara, yeyip içiktikleri meşrubat ve keyif verici maddelerle özellikle insanların toplu bulundukları yerlerde oruç tutanları sıkıntıya düşürmektedirler.
SORU: Hz. Peygamber'in ramazan ayında yaptığı uygulamalarla ilgili bilgi verirmisiniz?
CEVAP: Hz. Peygamber'in ramazan ayında ibadetlerini artırdığı rivayet edilmiştir. Bu cümleden olarak o, ramazanda Kur'an okumayı, sadaka vermeyi, namaz kılmayı çoğaltır ve itikafa girerdi. Hz. Peygamber cömert bir insan idi. Ramazanda ise alabildiğine cömert olurdu.
Başka aylarda ayırdığından daha ziyade ibadet için vakit ayırır, başka aylarda yapamadığı ibadetleri ramazanda yapardı. Hatta bazen iftar etmeden oruca devam eder iki günde bir iftar ederdi. Kendisi rab-bine çok yakın olduğu için bundan güç alır, iki günde bir iftar eder, fakat çevresindekileri böyle yapmaktan menederdi. Onlara olan merhametinden dolayı bunu yapmalarına müsaade etmezdi. Kendisine 'Fakat siz böyle yapıyorsunuz?' dendiğinde: "Benim durumum sizinkine benzemez. Ben rabbimin katında geceliyorum. O beni yedirip içiriyor" buyururdu.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber akşam namazını kılmadan taze hurma ile iftarını açardı. Taze hurma bulamazsa kuru hurma ile iftarım açar, onu da bulamazsa avucuna aldığı su ile orucunu açardı.
Orucunu açtığında: "Susuzluk gitti, damarlar suya kandı. İnşallah mükâfat kazanıldı" derdi. Bazen orucunu açarken: "Allahım! Senin rızan için oruç tutum. Senin rızkınla orucum açtım" derdi.
İftar ettiği zaman: "Allahım! Her şeyi kaplayan rahmetinle senden beni bağışlamını istiyorum" diye dua ederdi.
İftarda acele etmek Hz. Peygamber'in uygulamalanndandı. Bu konuda şöyle buyururdu:
Ümmetim iftarda acele etmeye devam ettiği sürece fıtrat ve hayır üzeredir. İnsanlar iftarda acele ettiği müddetçe din ayakta kalır.
Bazen şöyle derdi:
Allah buyuruyor ki: Kullarımın bana en sevimli olanı iftar için en çok acele edenidir.
Sahuru geciktirme hususunda ise Zeyd b. Sabit'in şöyle dediğini görmekteyiz: "Biz Hz. Peygamber'le birlikte sahur yemeği yedik. Sonra sabah namazını kıldık." Zeyd b. Sabit'e 'Sahur yemeği ile sabah namazı arasında ne kadar vakit vardı dendiğinde: "Elli âyet okuyacak kadar zaman vardı" demiştir.
Hz. Peygamber'in iki müezzini vardı. Hz. Bilâl ve Abdullah b. Ümmü Mektum. Hz. Bilâl tan yeri ağarmazdan az önce ezan okur, Abdullah b. Ümmü Mektum ise tam şafak attığında ezan okurdu. Bu itibarla Hz. Peygamber "Bilâl vakit gece iken ezan okur. Siz yeyip içiniz. Tâ ki Abdullah ezan okuyana kadar" derdi.
Hz. Peygamber ramazanda sefere (yoculuğa) çıktığı zaman bazen oruç tutar, bazen yerdi. Ashabını bu durumda oruç tutup tutmamakta serbest bırakırdı. Ramazan ayında düşmanla karşılaşıp savaş durumu olursa çevresindekilere oruç tutmamalarını emrederdi.
İbn'ul Kayyım'ın Zâd'ül Meâd isimli eserinde şu ifadeleri görüyoruz:
Düşman karşısında cihad için oruç tutmamak, sadece seferilikten dolayı oruç tutmamaktan daha faziltelidir. Bunda şüphe yoktur. Hatta yolcuya oruç yeme hususundaki müsadenin yolculuk haline mahsus olduğuna dair bir uyan vardır. Düşman karşısında cihad halinde oruç tutmamak daha iyidir. Çünkü yolculukta oruç tuma-makla elde edilen güç, sâdece yolcuya ait olur. Düşman karşısında cihad halinde oruç tutmamakla elde edilecek güç hem mücahide hem mü slü manlaradır.
Üstelik düşman karşısında vuruşmak, yolculuk yapmaktan daha zordur. Cihadın zorluğu, yolculuğun zorluğundan daha çoktur. Cihad yapanın oruç yemesiyle elde edilecek yarar, yolcunun oruç yemekle elde edeceği yarardan daha büyüktür. Hz. Allah Kur'an-ı Kerim'de: "Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın" buyuruyor.
Düşmanla karşılaşma sırasında oruçlu olmamak, kuvvetli olmanın en önemli sebeplerindendir. Hz. Peygamber ayette geçen kuvvet'i atmak ile tefsir etmiştir. Atmak, gıda almak ve yemek ile hasıl olur. Çünkü bunlar kuvvetli olmaya yardımcı olur. Hz. Peygamber, sahabenin düşmana yaklaştığı sırada: "Siz düşmana yaklaşıyorsunuz. Oruç tutmayınız. (Bu) sizin için daha kuvvet vericidir" buyurmuştur. Rasûlullah'm bu buyruğu asker sahabiler için bir ruhsat idi. Daha sonra bir başka konaklama yerine indiklerinde: "Siz yarın düşmana hücum edeceksiniz. Oruç tutmamak sizin için daha kuvvetli (olmak demek)dir. (Yarın) oruç tutmayınız!" buyurmuştur. Hz. Peygamber'in bu ikinci emri oruç konusunda bir serbestlik olmayıp kesin emir idi.
Hz. Peygamber'in ramazandaki uygulamalarından biri de ağız temizliği için misvak kullanması idi. Denebilir ki oruçlu iken insan ağız temizliğine daha çok ihtiyaç duyar. Zira uzun süre yemeye ara verince ağız kokusu değişebilir. Hele insanlarla fazlaca içli dışlı olanlar ağız kokusundan başkalarının eziyet görmemesi için oruçlu iken ağız temizliğine daha fazla ihtiyaç duyarlar.
Hz. Peygamber ramazanın şanını yüceltir, üstün bir yeri olduğunu söylerdi. Onun ramazan konusunda pek çok hadisi vardır. Bunlardan bazılarını aşağıya alıyoruz:
Cennetin Reyhan denilen bir kapısı vardır. Kıyamet günü: 'Nerede oruç tutanlar? diye sorulur. Oruç tutanların en sonunucusu bu kapıdan girince kapı kapanır.
Oruç ve Kur'an kula şefaat edecektir. Oruç (kıyamette) der ki: Ey rabbim ben onu (oruç tutan kulunu) gündüzleri yemeden içmeden alıkoydum. Beni onun hakkında şefaatçi kıl.
Kur'an da derki: Allahım! Ben onun geceleri uyumasına engel olmuştum. Beni onun hakkında şefaatçi kıl!
Hz. Peygamber sonra şöyle buyurdu: "Oruç ve Kur'an kul hakkında şefaatçi olurlar."
İşte bunlar Hz. Peygamber'den nakledilen ve onun uygulamasını yansıtan rivayetlerdir.
Şüphe yok ki bunda ibâdet edenler için yeterli bir öğüt vardır (Enbiya/106)
SORU: Sekiz yıldan beri süren hastalığım yüzünden oruç tutmaya gücüm yetmiyor. Bu hususta dinin hükmü nedir?
CEVAP: Allah'ın dinî kolaylık üzerine kurulmuştur. Kur'an'da bu hususları ifade eden ayetler vardır:
Hastaya güçlük ) oktur. (Nur/61)
Herkim (ramazanda) yolcu veya hasta olursa (oruç) tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185)
Hz. Allah orucu sağlıklı ve gücü yeten kimselere farz kılmıştır. Hastaya, ramazanda hastalığı sürdüğü müddetçe oruç tutmama müsaadesi verilmiştir. Daha sonra hastalık geçince yıl içerisinde, hasta iken tutamadığı oruçları kaza eder. Böyle bir kimse ikinci bir ramazana ka-lar oruç borçlarını kaza etmemiş ise, önce yeni ramazanın orucunu tutar, ondan sonra kaza oruçlarını öder. Bu durumda ayrıca fidye vermesi gerekmez. Her ne kadar bazı âlimler bu gecikmeden dolayı fidye gerekir demişlerse de doğrusu, bundan ötürü fidye gerekmemesidir.
Şu kadar varki hastalık kronik hal alıp uzun süre devam ederse veya hastalığın iyileşmesi umulmuyor ise bu durumdaki hasta oruç tutmaya gücü yetmediği için oruç tutmaz, fidye verir. Fidye ramazan ayının her günü için bir yoksula yemek yedirmektir. Yemek yedirmek yerine parasını vermek de olur.
SORU: Ramazan ayında sahur yemeğinden sonra ağzını çalkalayıp temizlemeden uyuyan, sabah uyanınca bunun farkına varan kişinin orucu sahih midir?
CEVAP: Bilindiği üzere oruç, şafak vaktinden güneşin batmasına kadar oruç bozucu şeylerden kaçınmaktır. Güneş battıktan sonra oruçlu kimse şafak vaktine kadar dilediği gibi yeyip içebilir.
Hatta fıkıh âlimleri şöyle demiştir: Tam şafak vaktinde müezzin ezan okumaya başlasa bu sırada oruç tutacak kimsenin ağzında çiğnemekte olduğu bir lokma olsa; lokmayı ağzından attığında oruç sahih olur. Ezam işittikten sonra lokmayı yutarsa batıl (geçersiz) olur.
Yemekten sonra ağız çalkalamak, oruca başlamak için farz da değildir, şart da değildir. Özellikle ağızda yemek artıkları, diş aralarında kırıntılar, ağızın iç kısımlarında yemek kalıntıları yok ise ağızı çalkalayıp temizlemek şart değildir.
Aslında müslüman yemeğini yedikten sonra ağzını ve dişlerini temizler. Tâ ki diş aralarında kalıp, sonra karın boşluğuna giden yemek artıkları orucunu bozmasın.
Soruda sözü edilen kimse sahur yemeğini şafak atmadan önce yeyip bitirmiş, ağzında yemek artığı kalmamış, ama ağzını çalkalamadan uyumuş. Bu durumda oruç bozulmaz. Zira ağız çalkalamak ağızda yemek artığı kalmadıkça şart ve mutlaka yapılması emredilmiş bir-şey değildir.
Fakir ve kültür düzeyi düşük müslüman topluluklarında pek çok kimse ağız ve diş temizliğine özen göstermez. Ne yazık ki bu çok yaygın bir haldir.
Oysa İslâm terbiyesi müslümanlan her fırsatta ağız ve diş temizliğine teşvik ediyor.
İslâm dini temizliğe özen göstermeyi teşvik eden bir dindir. Ağız ve diş temizliği özen gösterilecek temizliğin en önde gelenidir. Bakın Hz. Peygamber ne buyuruyor:
Ümmetime zorluk çıkarmış olmasam, her namazda (dişlerin) misvakla temizlenmesini) emrederdim.
Hz. Peygamber'in yaşantısı ile ilgili olarak sahih bir rivayette "Gece namazına kalktığı zaman ağızını misvakla ovalayarak temizlediği" bildirilmektedir.
İshâk, Gazali ve Mâverdî her namaz (öncesin)de misvak ile dişleri temizlemenin vacib olduğu görüşündedirler. Dâvud-u Zahirî bunun şart olduğunu söyler.
İslâmiyet misvak -veya onun yerine geçecek bir şey- ile ağız temizliğini, sağlık yönünden vücuda olan faydaları sabebiyle istemektedir. Ayrıca bu Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya da sebeptir.
Hz.Peygamber: "Misvak (kullanmak) ağızı temizler, Allah'ın rızasını kazandırır" buyurmuştur.
Demek oluyor ki misvak dişlerde, dilde ve damakta bulanan pislikleri temizlemektedir. Allah'ın (ve Rasûlü'nün) emrettiği bir temizlik ibadetini yapmak suretiyle Allah'ın rızasını kazanmaya da sebep olmaktadır.
SORU: Ramazanda gündüz vakti bir müslümanm lokantasını açık tutmasının hükmü nedir?
CEVAP: Oruç Kur'an'ın ve hadisin açıkça bildirdiği farzlardan biridir. İlk farz olduğundan beri müslümanlar bunda görüş birliği (icma) etmişlerdir. Yeryüzünde hiç kimse kalmaymcaya kadar böyle devam edecektir.
Bu hususta şu âyet kâfidir:
Ey imân edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı. (Bakara/183)
Kur'an ayrıca sayılı oruç günlerinin çok değerli muazzam bir ayda, ramazan ayında olduğuna da işaret etmiştir. (Bakara/185) Hz. Peygamber ramazanda oruç yiyenler hakkında şiddetli bir ifade kullanarak onların çok kötü bir iş yaptıklarını bildirmiştir. Efendimiz buyururlar ki:
Her kim ramazanda Allah'ın verdiği bir müsade olmaksızın oruç yerse, bunun yerine ömür boyu oruç tutsa o yenilen oruç kaza edilmiş olmaz. (Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce)
Müslümanlar asırlardan beri ramazan ayına layık olduğu şekilde saygı göstermek gayreti içerisindedirler. Zira bu ay mübarek ve değerli bir aydır. Oruç ayıdır. İhsan ve iman ayıdır. Kur'an ve ibadet ayıdır. Ramazanın müslümanlarca böyle karşılanması onların şeref duyduğu ve Hz. Peygamber'in yolundan giden herkesin titizlik gösterdiği güzel bir uygulamadır.
Ramazanda lokantasını açık tutan müslüman bu davranışı ile açıkça oruç yiyenlere yardımcı olmaktadır. Hayra aracı olup onun yapılmasına yol gösteren hayrı yapan gibidir. Allah'a itaat edilmesine yardımcı olan Allah'tan sevap kazanır. Kötülüğe aracı olup onun yapılamasına yol gösteren de kötülüğü yapan gibidir. Günah ve isyan yapılmasına yardımcı olan Allah'ın gazabına uğrar. Özellikle bu lokantayı ramazan gününde açık tutan bir müslüman ise!
Bu kimseye yaraşan ramazan ayında gündüzleri lokantasını açık tutmamaktır.
iftar ve sahur yemekleri için hazırlık yapacak malzemeleri satmak, iftar ve sahurda lokantayı açık tutmakta sakınca yoktur. Nitekim fırın ve diğer iftar ve sahur malzemeleri satan ticaret yerlerinde durum böyledir.
Lokanta ve benzeri yerler, eğer oruç tutacak yaşa gelmemiş çocuklara satış yaparlarsa bunda bir sakınca yoktur. Müslüman olmayıp oruç tutmakla yükümlü olmayanların gittiği lokantalar da açık tutulabilir. Şu kadar ki oruç tutanların gözü önünde açıkça yemek yenmeme-lidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ümetimin -açıkça günah işleyenler dışında- hepsi affolunacaktır.
İslâm dünyasında yetkililer, ramazan ayının saygınlığını sağlayacak, onu hafife almayı engelleyecek çalışmalar yapmalıdırlar.
SORU: Ramazan günlerinde öğleden sonra, uyuşukluğu, tembelliği gidermek için banyo yapmanın hükmü nedir?
CEVAP: İslâmiyet temizlik dinidir. Temizlik imandan gelir. Allah temiz kimseleri sever. Banyo yapmak yasaklanmış bir davranış değil, aksine meşru bir şeydir. Uzun süre vücut temizlenmemişse banyo yapmak mendub ve güzel birşeydir. Temizlenilmediği takdirde hasta olmak sözkonusu ise banyo yapmak farz olur. Cinsel ilişki gibi bir sebeple cünüp olma halinde Allah gusletmeyi farz kılmıştır.
Banyo yapmanın oruca bir zararı yoktur. Şimdiye kadar İslâm âlimleri arasında banyo yapmanın orucu bozduğunu söyleyen olmamıştır. Oruçlu iken birden çok, tekrar tekrar banyo alınabilir.
Ahmed b. Hanbel, Mâlik ve Ebu Dâvud Hz. Peygamber'in oruçlu iken susuzluk veya şiddetli sıcak sebebiyle başından aşağı su döktüğünü rivayet etmişlerdir.
Buharî ve Müslim Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet ediyorlar:
Hz. Peygamber'in oruçlu iken cünüp olarak sabahladığı olur, sonra guslederdi.
Bundan anlıyoruz ki oruçlunun öğleden sonra banyo yapması orucu bozmadığı gibi, mekruh da değildir. Tembelliği gidermek için banyo yapmakla, temizlenmek için banyo yapmak arasında fark yoktur. İslâmiyet en büyük ibadet olan namazı -ki namaz günde beş kere tekrarlanmaktadır- bedenin, giysinin ve namaz kılınan yerin temiz olması Şartına bağlamıştır.
SORU: Orucunu tutup zekâtını veren, fakat namaz kılmayan kişi hakkında dinin hükmü nedir?
CEVAP: İslâmiyet bir bütündür, parçalanmaz. Akıllı bir müslüman kendisi için dinin bazı emirlerini kabul edip diğer emirleri karşısında serbest olduğunu kabul edemez. Çünkü bu durumda Allah'a karşı gelmiş olur.
Hz. Peygamber İslâmiyet'in üzerine bina edildiği temelleri şu sözü ile beyan etmiştir:
İslâmiyet beş şey üzerine kurulmuştur:
a. Allah'ın birliğine, Hz. Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna şahitlik etmek,
b. Namaz kılmak,
c. Zekât vermek,
d. Ramazan orucu tutmak,
e. Yoluna gücü yettiğinde haccetmek.
Aslında namaz en Önemli farzlardan ve ibadetlerdendir. Bunun içindir ki namazdan söz ederken Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Namaz dinin direğidir. Onu kılan dinini ayakta tutar. Onu yıkan (kılmayan) dinini yıkmış olur.
Fıkıh âlimleri, insan oruç tutup zekat verince, -namazını kılmasa da- oruç ve zekat farzlarının borcu ve yapmama cezası ondan düşer, demişlerdir. Fakat şöyle bir soru akla geliyor: Allah, şiddetle emrettiği namazı ihmal eden kimsenin oruç ve zekatını kabul edecek midir? Allah böyle bir kimseden hoşnut olacak mıdır?
Ayrıca yarın Allah'a kavuştuğunda namaz kılmamanın acı cezası ile karşılaşmak kaçınılmazdır.
SORU: Oruçlu kimsenin kulağını temizlemesi caiz midir?
CEVAP: Pek çok fıkıh âliminin bildirdiğine göre kulaktaki pisliği temizlemek orucu bozmaz.
Çünkü kulak temizliği, kann boşluğuna bîr şeyin gitmesine yol açmaz. Karın boşluğuna birşeyin gittiğini varsaysak bile, bu doğal giriş yerinden değildir.
Ancak Mâlikî mezehibine göre bir sıvı ağız, kulak, göz veya burundan boğaza ulaşırsa oruç bozulur. Bu sıvı su olabileceği gibi başka bir şey de olabilir. Bu sıvı kasıtlı alınsa da unutarak alınsa da -ağız çalkalarken veya diş fırçalarken- yutulsa da hüküm aynıdır. Hata ile boğaza birşeyin ulaşması da böyledir. Vaktin gece olduğunu veya güneşin battığını zannederek veya bundan şüphelenerek bir şeyler yeyip de kesin durumu belli olmazsa oruç bozulur. Ama yediği sırada vaktin gece olduğu veya güneşin batmış olduğu kesinlik kazanırsa oruç bozulmaz.
Buharlaşan sıvı ve (kaynamakta olan) tencerenin buharı buma çekilir de boğaza ulaşırsa oruç bozulur. Sigara dumanı da böyledir. Dumanın boğaza varması -mideye kadar ulaşmasa da- orucu bozar.
Gündüz vakti gözüne sürme çeken kimse (göz pınarları kanalı ile) sürmenin tadını boğazında hissederse oruç bozulur. Saçını yağlayan kimse veya kaşına kına yakan kadın, yağın veya kınanın tadını kıl delikleri, yahut gözenekler vasıtası ile boğazında hissederse oruç bozulur.
Burada söylediklerimiz Mâlikî mezhebine göredir.
SORU: Doktorun izniyle göz damlası kullanan kişinin orucu bozulur mu? Göze sürme çekmek veya kan aldırmak orucu bozar mı?
CEVAP: Orucu bozmayan birtakım şeyler vardır. Göze sürme çekmek bunlardandır. Sürme çeken kimse sürmenin tadını boğazında his-setse de hissedilen tat, doğal giriş yerinden girmediği için, oruç bozulmaz. Rivayet olunduğuna göre Hz. Enes oruçlu iken gözlerine sürme çekermiş. Anlaşılan odur ki bu sürme (süs için değil), göze kuvvet vermesi için sürülen bir çeşit ilaçtır.
Çeşitli türleriyle göze damlatılan damla da orucu bozmaz. Merhem de böyledir. Zira göz, mideye ulaşan yiyecek ve içeceklerin doğal giriş yeri değildir.
İbn Teymiye sürme, damla ve mak'attan ilaç alma gibi şeylerin orucu bozmadığını söyledikten sonra şöyle der:
Doğrusu bunlarla orucun bozulmamasıdır. Zira oruç İslâm dininde özel-genel, herkesin bilmeye muhtaç olduğu bir ibadettir. Eğer bunlar oruçta Allah'ın ve Peygamber'in yasakladığı şeyler olsaydı, şayet bunlar orucu bozan şeyler olsaydı, Peygamber'in bunu açıklaması gerekirdi. Peygamber böyle bir açıklamada bulunsaydı sahabenin bunu bilmesi ve ümmet-i Muhammede -diğer hükümleri bildirdikleri gibi- bildirmeleri gerekirdi.
İlim ehlinden hiç bir kimse Hz. Peygamber'den bu konuda ne sahih, ne zayıf, ne müsned, ne de mürsel birşey nakletmemiştir. Öyle ise Rasûlullah'ın bu kabil şeyleri oruçlu için sakıncalı saymamış olduğu anlaşılır.
İbn Teymiye daha sonra şöyle demektedir:
Herkesi ilgilendiren hükümleri Hz. Peygamber mutlaka açıklamıştır. Hz. Peygamber'in açıkladıklarını da onun ümmeti mutlaka (diğerlerine) aktarmıştır.
Bedeni yağlamak, yıkanmak, güzel koku sürmek, tüm insanların yaptığı şeylerdendir. Eğer sürme çekmek orucu bozsa idi, diğer oruç bozucu şeyleri bildirip açıkladığı gibi, Hz. Peygamber bunu da açıklardı. Böyle bir açıklama olmadığına göre sürme çekmek de güzel koku sürmek, yağlanmak buharlaşan bir şey cinsinden-dir. Aslında buharlaşan (uçucu) şeyler burundan dimağa ulaşır. Yağlama ile beden gözeneklerden bunu içeri alarak insana güç verir. Güzel koku sürmek de böyledir. Hz. Peygamber bunları oruçluya yasaklamadığına göre güzel kokular sürmenin, uçucu şeyler sürmenin, yağlanmanın caiz olduğu anlaşılır, sürme çekme de böyledir.
Hacamat -ki tedavi için baştan kan aldırmaktır- orucu bozmaz.
Buharî'nin kaydettiği rivayete göre Hz. Peygamber oruçlu iken hacamat yaptırmıştır.
Fıkıh âlimlerinin bildirdiğine göre hacamat denilen bu işlem oruçlu k imse için mubah ve caizdir. Şu kadar ki zayıf düşmeye sebep olursa, oruç mekruh olur. Çünkü oruçlu kimse bu durumda orucun verdiği zayıflık ve kan aldırmanın verdiği zayıflık olmak üzere iki zayıflık ile karşı karşıya kalır.
Sabit el-Benâni Enes'e: "Hz. Peygamber zamanında kan aldırmayı mekruh görür müydünüz?" diye sormuş, o da: Zayıf düşürücü olmadıkça mekruh görmezdik" cevabını vermiştir.
Kafa'dan olmayan -ki buna fad denir vücudun herhangi bir yerinden kan aldırmak dahi orucu bozmaz. Bu da hacamat gibi zayıf düşürürse sadece mekruh olur.
SORU: Oruçlu iken unutarak birşey yeyip içen kişi hakkında hüküm nedir?
CEVAP: Bilindiği üzere oruç tanyerinin ağarmasından başlayıp, güneş batana kadar Allah rızası için oruç tutmak niyetiyle oruç bozucu şeylerden kaçınmaktır.
Bir kimse unutarak, kasıtlı olmaksızın birşey yeyip içerse, orucu bozulmaz. Şu kadar ki böyle bir kimse oruçlu olduğunu hatırlar hatırlamaz yeyip içmeyi bırakmalı, ağzında bulunan şeyi çıkarıp atmalıdır.
Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Her kim oruçlu olduğunu unutarak yeyip içmiş ise, orucunu tamamlasın. (Unutarak yeyip içmesi) ancak Allah'ın ona bir yemek ve su ikramıdır.
Nitekim bir başka hadiste: "Her kim ramazanda unutarak orucunu açarsa ona kaza da, keffaret de gerekmez" buyurulmuştur.
Bu konuda asıl olan tolerans dinî olan İslâm'ın kolaylık kaidesidir. Yani yükümlülük güç ve takat oranında olur. Unutma konusunda insanın yapabileceği birşey yoktur.
Nitekim Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
Allah her şahsa ancak gücünün yettiği kadar sorumluluk yükler.
Bir diğer ayet de şöyledir:
Allah size kolaylık ister zorluk istemez.
Hz. Peygamber de şöyle buyurur:
Allah (c.c) ümmetimden hata, unutma ve tehdit yoluyla yaptıklarının sorumluluğunu kaldırmıştır.
SORU: Pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak vacib midir?
CEVAP: İslâmiyet'te farz olan oruç ramazan orucudur. Ramazan orucu yükümlülük çağında olanlara ve gücü yetenlere farzdır. Bununla beraber ramazan orucundan başka sünnet veya müstehab oruçlar vardır. İnsan bu oruçları nafile bir ibadet olarak tutarsa kendisine Allah'tan sevap vardır. Tutmazsa bir ceza sözkonusu değildir. Allah (c.c) çok şefkatli ve çok merhametlidir.
Ebu Hüreyre'nin rivayetine göre Hz. Peygamber ramazan ayından sonra en çok pazartesi ve perşembe günleri oruç tutardı. Sahabeden bazısı bunun sırrını sorunca Hz. Peygamber şöyle cevap verdi:
Yapılan işler her pazartesi ve perşembe günü Allah'a sunulur. Allah Teâlâ her mü'min ve müslüman'ı bağışlar. Ancak "birbirine
düşman olanların bağışlanmasını erteleyin!" buyurur.
Müslim'in rivayet ettiği sahih bir hadiste, pazartesi orucu sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
Bu(gün) benim doğduğum ve bana vahiy gelen gündür. Bazı rivayetlerde şu izahat vardır:
Hz. Peygamber bir ayda cumartesi, pazar ve pazartesi günleri oruç tutar, bir sonraki ayda ise salı, çarşamba ve perşembe günleri oruç tutardı.
Bir başka rivayette: "Perşembe günü orucunu (hicri) ayın ilk perşembesinde, pazartesi orucunu da ikinci ayda tutardı" denilmektedir.
Burada bir hususu göz önünde bulundurmalıyız: Earz oruç, ramazan orucudur. Bir kimse bu orucu tutmadığı takdirde -mazereti olsa da olmasa da kaza etmelidir.
Sünnet veya mendub olan orucun kazası yoktur. Hadis kaynaklarında bildirildiğine göre Ebu Said el-Hudri Hz. Peygamber için yemek hazırlamış ve bazı arkadaşları ile birlikte Rasûlullah'ı davet etmişti. Yemek getirildiğinde orda bulunanlardan birisi: "Ben oruçluyum" dedi. Hz. Peygamber "Kardeşiniz sizi davet edip, sizin için (yemek hazırlama) zahmetine girmiş... Orucunu aç! Dilersen yerine bir gün oruç tutarsın" buyurdu.
İlim adamları bu hadisten şu hükmü çıkarmışlardır: "Bir kimse nafile oruç tuttuğu zaman dilerse bu orucu yiyebilir. Bunun yerine oruç tutması güzel görülmüştür. Fakat bu farz değildir."
SORU: Kuzey ve güney kutbunda yaşayan kimseler nasıl oruç tutarlar? Bu insanlar imsak ve iftar vakitlerini nasıl bilecekler?
CEVAP Herkesçe bilindiği üzere oruç insanlar için kolay bir ibadettir. Bu özellik gecesi ve gündüzü normal olan veya gündüz ve gecesi uzunluk-kısalık bakımından birbirine yakın olan veya biraz farklı olan yerlere göredir.
Fakat gündüzü yahut gecesi günlerce, haftalarca, hatta aylarca süren yerlerde yaşayanların önünde iki seçenek var:
a. İftar ve sahur vaktini belirlemek için oruç ve yemek yeme zamanının süresini, vahyin indiği, Kur'an'ın geldiği yerdekiler gibi belirlemek.
Böylece kutup halkı veya durumu kutuplara benzeyen yerlerin halkı Mekke ve Medine'deki iftar vakitlerini bildiren bir imsakiye düzenleyerek oruçlarını tutarlar.
b. Veya kutup halkı, kendilerine en yakın gece gündüzün oluştuğu yerdeki imsak ve iftar vakitlerine uyarak oruç tutarlar.
SORU: Hristiyanlar orucun başladığını ilan etmiyorlar. Müslümanlar orucun başlangıcım niçin ilan ediyorlar?
CEVAP: Böyle bir karşılaştırmaya gerek yoktur. İslâm dini müslü-mana orucunun başladığım ilan etmek gibi bir görev yüklemiyor. Aksine İslâmiyet insanlara ibadetlerinin kendisi ile Allah arasında olmasın salık veriyor. Zira gönüllerdekini bilen, gizlilerden haberdar olan, fısıltı ve niyetleri işiten ve bilen Allah'tır.
İslâm dini insana ihlas yolunu ve rabbinin kontrolü altında olduğu bilincini aşılıyor. Hz. Peygamber, aziz ve celil olan yüce Allah'ın her şeyi inata etIIUŞ olduğuna işaret ederek şöyle buyuruyor:
İhsan Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan O seni görüyor!
Fakat İslâm dininde orucun bir başlangıcı, bir de sonu vardır. Bu başlama ve bitme, kameri ay ile bağlantılıdır. Bu ise ramazan ayıdır.
î Müslümanlar oruca başlayabilmek için ramazan ayının hilâlini,
bayram yapabilmek için şevval ayının hilâlini görmek ve bunu isbat etmek ihtiyacındadırlar. Yukarda işaret ettiğimiz gibi oruç ve bayram hilâlin görülmesine bağlıdır. Tüm müslümanlarm oruca başlayabilmesi bunun ilan edilmesi ile mümkündür.
Bakara suresi 183, 184 ve 185. ayetlerinde bu hususa işaret vardır. Bu ayetlerde orucun vaktinden söz edilmektedir ki bu, ramazan ayıdır. Aynı zamanda ayın görülmesine ve başlangıcına da işaret ediliyor ki tüm bunlar araştırmaya ve isbata ihtiyaç gösterir.
Ote yandan Hz. Peygamber de oruçtan söz ederken ramazan ayının hilâlinin görülmesi gerektiğini söylemiştir. O şöyle buyurur:
Onun (ramazan hilâlinin) görülmesi ile oruç tutunuz ve onun (şevval hilâlinin) görülmesi ile de bayram yapınız. Eğer hava bulutlu olur (veya herhangi bir sebeple hilâl görünmez)se şaban ay'ını otuz güne tamamlayınız.
Ayın başladığını ilan ettikten sonra İslâm dininde oruç Allah ile
SORU: Fıtır sadakası ne zaman ve niçin meşru kılınmıştır?
CEVAP: Hz. Allah fıtır sadakasını hicretin ikinci yılında ramazan ayında meşru kılmıştır. Fıtır sadakasının emredilmesi ramazan bayramından iki gün öncedir. Fıtır sadakası denmesi, her yılın ramazan ayı sonunda iftar edilip orucun açıldığı bayramda verilmesi emredildiğin-dendir. Baş sadakası da denir. Çünkü hanede yaşayan tüm müslüman bireylerin başı sayısınca verilmesi vacibtir. Oruç sadakası da denir. Zira oruç ayı olan ramazan ile bağlantılıdır.
A'lâ/14-15 ayetlerinde fıtır sadakasına işaret edildiği söylenmiştir.
Hz. Peygamber de fıtır sadakasının emredilmiş olduğunu kesin ifade ile bildirmiştir. Buharı ve Müslim'in Abdullah b. Ömer'den rivayet ettikleri hadiste şöyle buyurulmuştur:
Peygamber ramazanda hür-köle, kadın-erkek, küçük-büyük müslümanlara hurmadan ve arpadan bir sa' olmak üzere fıtır sadakasını emretti.
Fıtır sadakasının birden çok hikmeti vardır. Fıtır sadakası oruçlunun temizlenmesini tamamlar. Bazen oruçlu oruç tutarken kusur işleyebilir. Fıtır sadakası bu kusuru telâfi eder, eksiklikleri giderir.
Fıtır sadakası, gücü yeten müslümanının, ihtiyaç içinde olan fakir müslüman kardeşine küçük de olsa hemen yaptığı bir yardımdır. Bu yardım tüm müslümanların katıldığı sevinç ortamının yaşandığı bayramda yapılmaktadır. İhtimal ki bu sırrı Hz. Peygamberin şu hadisi ifade etmektedir:
Onları (fakirleri) bu (bayram) gün(ün)de istemekten kurtarınız.
Fıtır sadakası konusunda Abdullah b. Abbas şu hadisi rivayet etmektedir:
Rasûlullah oruçluyu (oruç tuttuğu sırada söylemiş olabileceği) lüzumsuz ve hoş olmayan sözlerden temizlemek ve yoksullara bir gıda olmak üzere fıtır sadakasını emretti. Her kim onu (bayram) namaz(ın)dan önce veririse (Allah katında) makbul bir zekâttır. Her kim de onu namazdan sonra verirse sadakalardan bir sadaka olur.
Fıtır sadakasını ramazan günlerinden her hangi bir günde vermek caizdir. Fakat fıtır sadakasından gözetilen maksadın gerçekleşmesi için ramazan ayının sonuna ertelemek daha faziletlidir.
Âlimlerden bazıları, fakirin bayram dolayısıyle gerekli ihtiyacını karşılayabilmesi için ramazanın son iki gününde fıtır sadakasını vermeyi güzel görmüşlerdir.
SORU: Yirmidokuz gün ramazan orucu tutmuştuk. Devlet başkanı (ertesi gün) bayram namazı kılınmasını emretti. Orucu bırakıp bayram namazını kılmalı mıyız? Yoksa orucu otuz güne tamamlamalı mıyız?
CEVAP: İslâm'da farz olan oruç ramazan orucudur. Bu Kur'an ile sabit olmuş bir husustur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı umulur ki muttakilerden olursunuz. Sayılı günlerde... (Bakara/183-184)
Kur'an'da bildirilen bu sayılı günlerin zamanı şöyle açıklanıyor:
Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın inidirildiği aydır. ise sizden ramazan ayını görenler onda oruç tutsun. (Bakara/185)
Hilâl hakkında Hz. Peygamber: "Onu (ramazan hilâlini) görüp oruç tutunuz. Onu (şevval hilâlini) görüp bayram ediniz. Eğer hava bulutlu olur (veya başka bir sebeple hilâl görünmez) ise şaban ayını otuz güne tamamlayınız" buyurmuştur.
İlim adamları (bunlara dayanarak) şöyle demişlerdir: İlim ehlinin çoğunluğunca (hilâl konusunda) uygulama şöyledir: Oruca başlamayı gerekli kılan hilâlin görülmesinde bir şahidin şahitliği kabul edilir.
Orucu sona erdiren şevval hilâline gelince; mesele (bir ihtimale göre) otuz güne tamamlama ihtiyacı gösterebilir. Bu itibarla bunda fıkıh âlimlerinin çoğunluğunca adaletli tek şahidin şahitliği kabul edilmez. Bu hususta adaletli iki şahit şart koşulmuştur. Alimlerin bazılarına göre şevval hilâlinde de tek şahidin şahitliği kabul edilir.
Soruda ifade edilen meseleye gelince; sorudan anlaşıldığına göre insanlar 29 gün oruç tutmuşlar, hilâli de bir gören olmamış. Onlara gereken ramazanı otuz güne tamamlamaktır. Ondan sonra oruçlar açılacak ve bayram yapılacaktır.
Hiç bir idarecinin, hilâl görülmedikçe veya ramazan ayı 30'a tamamlanmadıkça insanlara bayram yapmayı emretmesi caiz olmaz.
SORU: Farz olan ramazan orucundan başka oruç çeşidi var mıdır?
CEVAP: Bilindiği üzere Allah (c.c) müslümanlara her yılın ramazan ayında oruç tutmalarını farz kılmıştır. Bu husus Bakara suresi 183, 184 ve 185 ayetlerinde açıkça ifade edilmiştir.
Ayrıca çeşitli şekilleri ile keffaret oruçları da Allah'ın farz kıldığı oruçlardır.
insanın adak yapmak sureti ile kendisini yükümlü tuttuğu oruç vacibtir.
Bunlardan başka nafile oruçlar vardır. Hz. Peygamber şu oruçla-rın tutulmasını teşvik etmiştir:
- Şevval ayından altı gün oruç tutmak,
- Zilhicce ayının başından 10. gününe kadar tutulan oruç,
- Hacda olmayanlara göre kurban bayramının arefesinde tutulan oruç
- Bir gün öncesi ve bir gün sonrası ile birlikte muharrem'in onunda tutulan oruç,
- Şaban ayının çoğunda tutulan oruç,
- Pazartesi ve perşembe günleri tutalan oruç. Aşağıdaki hadis nafile oruçlar için bir fikir vermektedir:
Ebu Seleme b. Abdurrahman'ın rivayetine göre Abdullah b. Amr şöyle demiştir:
Peygamber (s.a) bana şöyle dedi: "Bana gelen habere göre sen geceleri namaz kılar (her) gün oruç tutarmışsın?" Ben: 'Evet' deyince Hz. Peygamber: "Oruç tut. (Fakat aradabir) orucunu ye! Bedeninin, hanımının, misafirinin senin üzerinde hakkı vardır. Her aydan üç gün (nafile) oruç tutman sana yeter" buyurdu. Ben ısrarla sürekli oruç tutmaya dayanabileceğimi söyledim. Peygamber de bana söylediğinde ısrar etti. Sonunda "Ey Allah'ın Rasûlü! Söylediklerimi yapmaya gücüm yetiyor" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber "haftada üçgün oruç tut" buyurdu. Sonunda: "Ey Allah'ın Rasûlü! Söylediğimi yapmaya gücüm yetiyor" dedim. Bunun üzerine Rasûlullah: "Allah'ın Peygamber'i Davud'un tuttuğu gibi oruç tut bundan fazlasını tutma! buyurdu. Ben Davud'un orucu nedir?" deyince: "O birgün yer birgün oruç tutardı" buyurdu.
SORU: Oruçlu iken gündüz uçan pilotun orucunu açması caiz midir? Çünkü pilot yükseklere çıkınca oksijen teneffüs etmek zorunda kalıyor.
CEVAP: Benim bu konuda İslâm'ın ruhundan anladığım şudur: Oruç tutmakta olan pilotun sunî oksijen kullanması orucu bozmaz. Çünkü yapay oksijen karın boşluğuna giden yiyecek veya içecek bir madde değildir. Bir gıda olmadığı gibi vücudu güçlendiren bir madde de değildir.
Oysa orucu bozan şeyin az önce söylediğimiz özellikleri bulunan bir madde olması gerekiyor. Oksijen ise teneffüs işlemini yaptıran hava özelliği olan bir maddedir. Bu bakımdan insanın (doğal) oksijenin olmadığı veya azaldığı yerlerde yapay oksijeni teneffüs etmek zorunda kalması orucu bozmaz. Zorluğun ötesinde Allah'ın kullarına acıması ve rahmeti vardır.
Bununla beraber pilot sefer esnasında oruç tutmakta zorlanırsa, bu seferi mutlaka yapmak zorunda ise oruç yemesi caiz olan bir mazeret sahibi durumundadır. Daha sonra uçtuğu sırada tutamadığı orucu kaza eder.
Cenab-ı Hak: "Allah size kolaylık ister, zorluk istemez" (Bakara/185) ve "Allah hiç bir şahsa gücünün üstünde sorumluluk yükle-mez" (Bakara/286) buyurmuştur.
SORU: Orucun sağlıkla ilişkisi hakkında bilgi verimlisiniz?
CEVAP: Oruç İslâm'ın farzlarından bir farz, kurallarından bir kural, ibadetlerinden bir ibadettir. Hz. Allah, sadece dinî bir ayin olsun diye, sadece İslâmiyet'in bir belirtisi olsun diye orucu farz kırmamıştır.
Oruç ibadet edenin anlamaksızın, farkında olmaksızın yerine getirdiği, taat olarak boyun eğip teslim olduğu bir ibadet değildir. Bilakis oruç ahlâkî güzellikleri olan, insan bedenini temizleyen ve onaran bir 'hadettir. İnsan dinî ibadetlerini yerine getirirken Allah'ın lütuf ve ihsakrar eder ve Allah'ın verdiği nimetlere şürkederse, bu ibadetlerde , ndisi için maddî ve manevî, kişisel ve sosyal, sağlık ve ahlâk yönünden birçok yararlar görür. İhtimal ki bu özellik, Allah'ın yılda bir ay çullarına farz kıldığı oruçta daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Hz. Allah oruçtan söz ederken: "Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı. Umulur ki muttakilerden olursunuz" buyurumuştur.
Ayetteki "...muttakilerden olursunuz" ifadesinde orucun hikmetine veciz ve belâğatlı bir işaret vardır. Bu, takva kelimesidir.
Takva geniş ve genel manası ile insan için yararlı olan iki sonucu gerçekleştirir. Bunlardan biri korunmaktır.
Dosdoğru ve sağlıklı tutulan orucun insanı pek çok hastalık ve zarardan koruduğunda şüphe yoktur.
Takvanın insana sağladığı ikinci sonuç (kelimenin sözlük anlamında bulunan) kuvvettir.
Her ne kadar oruç dış görünüşü itibariyle yemeyi azaltmak ve gıdadan mahrum olmak gibi görünse de, gerçekte -doğru dürüst tutulduğu takdirde- vücuda sağlık, korucuyu özellik ve kuvvet kazandırır. Bu açılardan bakıldığında sanki takva, kuvvet ve koruma demektir.
Bir insanda kuvvet ve korunma faktörleri bir araya gelince o kimse mükemmel bir sıhhat ve afiyete sahip demektir.
Oruç cahillerin sandığı gibi insanın takatini aşan ve onu bitkin düşüren birşey değildir. Çünkü Cenab-ı Hak orucu yükümlülük ve ergen-"K çağında bulunup sağlık yönünden gücü yeten ve ikamet halinde olan kimselere farz kılmıştır.
Oruç tutmaya gücü yetmeyen çocuğa oruç farz değildir.
Hasta iyi oluncaya kadar oruç tutmaz. Şifa bulduktan sonra tuta macığı orucu kaza eder. Yolcu da yolcu iken oruç tutmakla yükümlü değildir. Yolculuk hali sona erdikten sonra tutamadığı günleri kaza eder. Öyle ise oruç tutmakta bir zorluk ve insanı perişan eden bir durum yoktur.
Orucun felsefesi, ihtiyaç fazlası yiyecekle mideyi yorgun düşürmek ile bağlantılıdır. Zira mideyi bu hale getirmek genellikle vücudu kötü duruma düşürür ve çeşitli hastalıklara yol açar. Bunun içindir ki Cenab-ı Hak: "Yeyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez" (A'raf/31) buyurmuştur. Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyuruyor:
İnsanın canının her çektiğini yemesi israftır.
Vücudun ihtiyacı oranında orta derecede yemek yemek en sağlıklı olandır. Bu konuda hadisler vardır. Bunlardan bazıları aşağıya alınmıştır:
(Aşırı derecede yemeyip bazen) aç durun ki sıhhatli olasınız. Mide hastalık yuvasıdır. Pehriz ilacın başıdır.
İnsanoğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. İnsana belini dik tutabileceği kadar yiyecek yeterlidir. Şayet bir kimse mutlaka bir şeyler yiyecekse, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefes almaya ayırsın.
Bilindiği üzere mide, durup dinlenmeksizin çalışır durur. Midenin bir süre dinlenmeye ihtiyacı vardır. Eğer kişi midesine bu istirahatı sağlamaz ise mide sahibine rağmen hastalık yoluyla bu istirahatı gerçekleştirir. Sonuçta normale dönebilmek için tedavi masrafı olarak bir hayli ağır külfetler yükler. Bunun içindir ki din, oruç tutmak suretiyle her yılda bir kere, bir ay boyunca mideye istediği sakinliği ve istiraha-ti bahsetmiştir.
Nitekim doktorlar şişmanlık, karaciğer yorgunluğu, damar sertliği, yüksek tansiyon gibi hastalıklara tutulan kimselere oruç tutmayı öğütlemektedir.
Hastalık hallerinden pek çoğunda doktor hastaya çok çeşitli ve fazmemeyi salık verir. Mideyi ve bedeni hafifliğe kavuşturmak için a ereklidir. İşte doğru dürüst tutulduğunda oruç bunları gerçekleşti-' Demek oluyor ki oruç insanlar için bir tedavi ve şifa kaynağıdır.
Allah Teâlâ -Kur'an'da da belirtildiği üzere- kullarına orucu se-v. helirli günlerinde farz kılmıştır. Bunun hikmeti şudur: İnsan derecede aç bırakırsa bedenini zayıf düşürür ve gücünü kaymeler Böylece çalışması ve hareket etmesi için ihtiyaç duyduğu yakı-vok olur. Özellikle zor işlerde çalışan kimseler, kas gücü harcarken daha güçsüz hale düşerler.
Bunun içindir ki İslâmiyet orucu oniki aylık sürede bir ay olarak belirlemiş, oruç tutarken sahur ve iftar yemeklerinin yenmesini teşvik etmiştir. Sahuru teşvik etmesi gündüz vakti oruca karşı güç kazanması içindir. İftara teşvik etmesi de vücuda tekrar canlılığım ve aktivite-sini kazandırmak içindir. Ayrıca İslâm dini bir sahurla arada sahur ve iftar etmeksizin oruç tutmayı (visal orucunu) yasaklamıştır. Zira bu insanın bedenini bitkin hale getirir. Oysa Allah insanlar için zorluğu değil, kolaylığı ister. Hz. Peygamber de devamlı oruç tutacağını söyleyen bir sahabîye "Oruç tut, fakat iftarını da et. (Geceleri) namaz kıl, fakat uyumayı da ihmal etme. Vücudunun senin üzerinde hakkı vardır" buyurmuştur.
Çağdaş insanın yaşaması kompleks bir hal almıştır. Yiyecek ve içecek çeşitleri öylesine çoğalmıştır ki neredeyse çekiciliği sebebiyle insan onların kölesi haline gelmiştir. İnsanlar sürekli yeyip içmelerini artırmakta aşın tüketime yönelmektedir. Bu savurganlığın sonucunda vücudu ve mideyi perişan eden kötü sonuçlar meydana gelmektedir. u bitabımda bir münasebetle şöyle demiştim: "Dünya pek çok insa-n başında bulunan maddecilik alevinin yangınlarının meydana getirdi kasırgadan şikayet etmektedir. Bu maddeciliğe olan düşkünlük, inan ^eP isteyen, fakat vermeyen, hep arzu eden, fakat sabretmeyen le getirmiştir. Artık insanlar hep toplayıp biriktirmeye şartlanmış, ^ a§ma nedir unutmuşlar, pek çoğunda şehvet ve arzulara karşı dur-hu Ölmüştür. İşte böyle bir ortamda ramazan ayı 30 gün, geceli gündüzlü devam eden bir okul gibi senede bir kere insanların ayağına gelen güzel bir fırsattır. Samimi duygu ve inançla oruç tutan kimse bu okuldan uygulamalı dersler almakta, kendisini arzuların üstesinden gelecek, onlara direnecek güce ulaştıran bir ruh elde etmektedir.
Hayat, sonu garanti altına alınmamış bir yaşantıdır. Bir gün kazanan, öteki gün kaybedebilir. Lüks ve nimetler içinde yaşamaya alışan insan bir düşme sürprizi karşısında boynu bükük, perişan vaziyette kalır. Zira böyle bir insan hayatın katı yüzünü görmeye alışmamış, basit eşya ve edavatla yaşamamıştır. Bunu içindir ki Hz. Ömer'in şu sözü çok önemlidir: "Katı şartlar içerisinde yaşamaya kendinizi alıştırınız. Çünkü nimet sürekli olmayabilir." İşte oruç süpriz ve zorunlu bir şekilde yokluğun içerisine düşmeden insanı yokluk ve katı şartlar içerisinde yaşamaya kendi isteği ile alıştırmaktadır.
Ne acı ve tuhaftır ki pek azı dışında insanlar orucun felsefesini unutmuş ve onu amacından saptırmışlar veya orucun sahip olduğu güzellikleri tersine çevirmişlerdir.
Bunlar güzelim ramazan ayını çeşit çeşit yiyecek, içecek ve tatlı türlerinin tüketimiyle israf ayma çevirmektedirler. Temini zor da olsa ilgililerden bu tür maddeleri ramazan dolayısıyle çarşıda bol bol bulundurmalarını istemekte, haftalar öncesinden ramazan için yiyecekler hazırlamaktadırlar. Çok önemli ve kıymetli amaçlan ise göz ardı etmektedirler.
Aslında ramazan ayında yiyecek yönünden az tüketim, hafif gıda, basit yaşamak müslümanların görevi olması gerekirken, yukarda söylediklerimiz -ne yazık ki- olmaktadır. Ramazan bolluk ve bereket ayıdır fakat israf ayı değildir. Ramazan az ile yetinme ayıdır, savurganlık ayı değildir. Ramazan iktisat ayıdır, fesat ayı değildir.
Bizi en çok üzen şey oruçlunun gündüz boyunca tuttuğu oruçla kazandığını iftar sofrasında kaybettiğini görmektir. Çünkü o güneş batınca iftar sofrasına oturur oturmaz ağzını açabildiğince açar, midesine öylesine yiyecek ve içecek gönderir ki adeta şişer kalır. Bu durumu ile kaldıramayacağı yükün altına giren kimse gibi olur. Böylece ya kımıldayamaz veya sağında-solunda, organlarında ağrılara sebep olur.
Doktorlar derler ki: "İnsanın midesi belirli bir genişliğe ve çalışma gücüne sahiptir. Normalin üzerinde yemek yenirse midenin çalışma gücü ° oranda zorlanır ve o oranda mideye acı verir. Neticede bu aşırılık mideyi yorar ve hasta eder. O kadar ki içine aldığı besinleri hazmedemez duruma gelir. Sonuçta içerisindeki yemek, sıvı ve gaz birikintileri ile mide uzayıp sarkar. Bunun sonucunda kalp baskı altında kalır. Kalp midenin üzerinde olup mide ile arası diyafram gibi bir perde ile ayrılmıştır. Midenin kalbe baskı yapması nefes alma güçlüğüne ve kalp çarpıntısına sebep olur. Bu rahatsızlık daha sonra bağırsaklara uzanır. Özümlenmemiş ve hazmedilmemiş besinlerin bağırsaklara inmesi, onlara öyle bir yük yükler ki insan ya kusar veya ishal olur. Yahut kabızlık, baş ağrısı veya halsizlik meydan gelir."
Hiç tartışmasız günümüzde gördüğümüz gerçek odur ki -pek çoğumuz- oruçlarımızı berbat ediyoruz. Nasıl mı: kimimiz sahurda, kimimiz iftarda tıkabasa oburcasına yemek yiyor, kimimiz çay-kahve ve diğer keyif verici şeylerle gece yarılarına kadar sohbet ve eğlence ile uyanık kalıyor, sonra da bunun neticesinde gündüzün pek çok kısmını uyuyarak geçiriyoruz!
Böylece oruç dolayısiyle yapmamız gereken görevlerimizi yapamıyoruz, bünyemizde bozukluk baş gösteriyor. Sonra da (bir şeyle karşılaşırsak) "oruç başıma vurdu" diyerek orucu kötülüyoruz. Oysa oruç, bizim işlediğimiz suçtan uzaktır!
islâm dini bize dosdoğru olmayı, her işin normalini yapmayı, ne •inte, ne de ifrata sapmayıp mutedil davranmayı emretmiştir.
Kur'an şu âyetleriyle buna ne güzel işaret ediyor:
Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma! Sonra kınanır (kaybettiklerinin hasretini çeker) kalırsın. (İsra/29)
onlar (mü'minler) ki harcadıklarında ne savurganlık, ne de cımrilik ederler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar. (Furkan/67)
Yeyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Allah israf (savurganlık) edenleri sevmez. (A'raf/31)
Allah savurganlık edenleri sevmez. Çünkü onlar savurganlıkla iki günah birden işliyorlar. Öncelikle kendi nefislerine karşı aşırı davranıyor, bedenlerine ihtiyacından fazla, kaldıracağının üstünde yiyecek veriyorlar. Bununla kendi bünyelerinde bozukluğa sebep oluyorlar. Şayet orta yolu izleyip dosdoğru olsalar hiç bir problem olmayacak ve selâmette olacaklar.
İkinci günahları, yaptıkları savurganlıktır, bu da fakir insanlara zarar vermektedir. Savuranlar bunu yapmasalar fakirler de orta düzeyde bir hayata kavuşacaklar. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki beslenme bozukluğu ve açlık yüzünden hasta olanlar da var; aşırı beslenme ve oburluktan hasta olanlar da var!
İnsanlar insafı elden bırakmasa, normal ve orta düzeyde ihtiyaçlarını karşılamakla yetinse, hem kendisi selâmet bulacak, hem de fakirler orta düzeyde bir hayat sürecek. Böylece herkesin üzerinde mutluluk bayrağı dalgalanacaktır.
İslâm dininin fıtır sadakasını ramazanın sonunda verilmesini emretmesi bir hususa işaret ediyor: Oruç tutan kimse (çok zengin olmasa bile) ramazan sade, basit ve hafif geçirilmesi gereken bir ay olduğu için tutumlu davranacaktır. Ramazan boyu bu davranışından meydan gelen bolluktan hem kendisi, hem bakmakla yükümlü olduğu aile bireyleri adına fitresini vererek başkalarının da ramazanın bolluk ve bereketinden faydalanmasını sağlayacaktır.
Oruç sağlığa giden bir yoldur. Onu kötü davranışımızla hastalığa giden yol yapan biziz.
Ramazan ayı temizlik, ibadet ve irade gücü kazanma ayıdır. Onu yanlış davranışlarımızla tembellik ve uyuşukluk ayına dönüştüren biziz.
İslâm dini bizim için orucu emretmekle, bedenî yönden sağlıklı olmamızı, uyanık bir imana ulaşmamızı, canlı bir dinî hayata ermemian sahibi olmamızı ve Adem oğulları arasında Hımlaşmanın hakim olmasını istemektedir. Bizim görevimiz orucun bulamaçlarını gerçekleştirmek olmalıdır.
Niyetin gerisinde ne olduğunu ancak Allah bilir.
SORU: Tıbbî yönden orucun faydası nedir?
CEVAP: Orucurı sıhhat ve tıp yönünden faydalarından söz edenler sadece din adamları değildir. Doktorlar ve tıp uzmanları orucun sağlık ve tıp yönünden yararlarını geniş bir şekilde anlatmaktadırlar. Doktorlar pek çok hastalık için tedavi yolu olarak oruç tavsiye etmektedir. Onların bu tavsiyedeki çıkış noktası şu hikmetli sözdür: "Mide hastalık yuvası, pehriz ise ilaçların başıdır."
Mideyi aç bırakmanın faydası ile ilgili pek çok hadisten söz edilmektedir. Bunlardan bazılarının gerçekten hadis olduğu sabit değilse de şurası kesindir ki mide ve bağırsakları hafif tutmak çok önemlidir. O derecede ki pek çok rahatsızlıkta koruyucu olarak bu husus neredeyse bir zorunluluk olmaktadır.
Orucun sağlık yönünden yararlarını bundan önceki sorunun cevabını verirken geniş bir şekilde anlattık.
SORU: Yirmi yaşında olan bir delikanlı oruç tutmalı mıdır?
EVAP: Oruç, kadm-erkek sağlıklı olan ve yükümlülük çağında an her müslümana farz olan bir ibadettir. Bakara/183 ayetinden bunu anlıyoruz.
Uca gücün yetmesi kuvvetli ve zayıf bünyelere, oruç tutulan günün uzunluğuna kısalığına göre değişir. Bu sebeple oruç tutmaya başlamakta yaş olarak bir sınır belirlemek zordur. Fakat kız olsun, erkek olsun baliğ olma (ergenlik) yaşı, genellikle oruca başlama yaşıdır.
Sahabe-i kiram hazretleri çocuklarını oruç tutmaya teşvik ederlerdi. Teşvik için oruç tutan çocuklara hediyeler verir, onları sevindirirlerdi.
Gücü yetmeyen çocuklara ana-babanın zor kullanarak oruç tutturması uygun değildir. Böyle bir uygulama, hastalığa ve zayıflamaya sebep olur. (Hem de çocukta dine karşı antipati doğar). Çocuk yaşta orucun tutulup tutulmaması hususunda dindar ve uzman bir doktorun fikrini almak iyi olur. Belki gücü yeten bir çocuk, başkasından daha iyi oruç tutabilir.
SORU: Sigara içmek orucu bozar mı?
CEVAP: Oruç tutmaktan maksat nefsi yiyecek içecek ve cinsel arzulardan mahrum etmektir. Bu sebeple, doğal yoldan karın boşluğuna ulaşan her şey orucu bozar. Sigara (orucu bozmakla ilgisi bir yana dursun) aslında bir felâkettir. Hiç bir faydası olmayan, bilakis zararlı olan birşeye para harcamaktır. Doktorlar sigara tiryakilerinin tutulduğu pek çok hastalıktan, özellikle -Allah korusun- kanserden söz etmektedirler. Bu sebeple ilim adamları sigaranın orucu bozduğunu söylemişlerdir. Her şeyden önce içilen sigaranın dumanı karın boşluğuna ulaşmaktadır. Eğer bir tiryakinin ciğerlerinin içine bakma imkanımız olsa, orada tabakalar halinde duman oluştuğunu görürüz.
Bundan öte (oruçlu bir kimsenin) sigara içmesi, şeytanın vesvesi-ne kapılmaktan, zayıf iradeli ve Allah'a ve O'nun emri olan oruca saygısı olmayan biri gibi pis bir arzuya kapılmak istemesinden ibarettir.
SORU: Bir kimse ramazanın 29 gününü oruçlu geçirse, fakat bir gününü tutmasa, oruç tuttuğu diğer günlerden sevap kazanabilir mi?
CEVAP: Ramazan ayında oruç tutmak Kur'an, hadis ve icma (görüş birliği) ile farzdır.
Kur'an'da Bakara 183, 184 ve 185 ayetlerinde bu husus açık bir şekilde bildirilmiştir.
Rivayet edildiğine göre bir adam Hz. Peygamber'e gelip şöyle dedi:
"Ey Allah'ın peygamberi! Oruç olarak Allah'ın bana neyi farz kıldığını haber ver." Peygamberimiz: "Allah'ın farz kıldığı, ramazan ayı orucudur" buyurdu. Adam: "Bundan başka var mı?" diye tekrar sordu. Hz. Peygamber "Hayır, farz olarak yok! Nafile olarak tutarsan tut" buyurdu.
Muhammed ümmeti (asırlardan beri) görüş birliği etmiştir ki ramazan ayında oruç tutmak farzdır ve oruç İslâm dininin esaslarından biridir.
Ramazan ayında oruç yemenin tehlikesini bildiren hadisler vardır. Bunlardan ikisini aşağıya alıyoruz: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İslâm dininin üzerine kurulduğu üç esas ve bağ vardır. Bunlardan birini terk edip koparan kâfir olur. Onun kanını dökmek helâldir. Bunlar:
a. Allah'ın birliğine inanmak,
b. Farz olan namazı kılmak,
c. Ramazan orucunu tutmak.
Her kim ramazandan bir günün orucunu Allah'ın verdiği bir ruhsat olmaksızın yerse, ömür boyu oruç da tutsa onu ödemiş olmaz. İlim adamları şöyle der: "Bir hastalık veya mazeret olmaksızın ramazan gününden birinde oruç tutmayan kimsenin müslümanlığı şüphelidir. O kişinin inkarcı ve sapık olması söz konusudur.
Ramazan orucundan 29 gün tutan kimseden bu günlerin sorumluluğu düşer. Geriye kalan bir günü mazeret sebebiyle yemiş ise bu onun borcu olur. Daha sonra mazereti kalkar, oruç tutmaya gücü yeterse bu günü kaza eder. Fakat, bu bir günlük ramazan orucunu bilerek, kasıtlı ve bir mazeret olmaksızın yemiş ise büyük bir suç ve iğrenç bir günah işlemiştir. Yukarda verdiğimiz hadislerde böyle yapan kimsenin durumu anlatılmıştır.
SORU: Oruçlunun ramazan gününde hanımıyla cinsel ilişkide bulunmasının hükmü nedir?
CEVAP: Ramazan gününde oruçlu kimse hanımı ile cinsel ilişkide bulunursa orucu bozulur. Kendisine hem kaza hem de keffaret gerekir.
Rivayet olunduğuna göre bir adam Hz. Peygamber'e gelerek: "Helak oldum ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Hz. Peygamber: "Seni helak eden şey nedir?" diye sordu. Adam: "Ramazan gününde hanımım ile cinsel ilişkide bulundum" cevabını verdi. Adam ile Hz. Peygamber arasında şöyle bir konuşma geçti:
- Azâd edecek bir köle bulabilirmisin?
- Hayır.
- Ara vermeden, peşpeşe iki ay oruç tutmaya gücün yeter mi?
- Hayır.
- Atmış yoksula yemek yedirecek gücün var mı?
- Hayır
Adam orada oturdu. Bu arada Hz. Peygamber'e bir ölçek hurma Hz Peygamber adama: "Bunu al, sadaka olarak dağıt" burdu Adam: "Medine'nin iki ucunda (yani bu şehir içerisinde) benden A ha fakir, bu hurmaya benden daha çok ihtiyacı olan biri var mı?" de-ince Rasûlullah güldü ve adama: "Bunu al git çoluk çocuğuna yedir?"
Fıkıh âlimlerinden pek çoğu (kadın istemeden ilişki olmuş ise) keffaret cezasının yalnız erkeğe gerektiği görüşündedirler. Keffaretin gerekmesi için ilişkinin unutarak yapılmaması şarttır.
Keffaret, yukarda geçen hadisteki sıraya göre olur. Yani keffaret gereken kişi gücü varsa bir köleyi hürriyetine kavuşturur. Bunu yapamazsa, iki ay aralıksız oruç tutar. Buna da gücü yetmezse çoluk çocuğuna yedirdiği orta derecede gıdadan altmış yoksula yemek yedirir.
SORU: Fabrikada çalışmakta olan kimsenin iş yerinde ağzına-bur-nuna giren duman orucu bozar mı?
CEVAP: Kendisinden kaçınmak mümkün olmayan şeylerden orucun bozulmayacağını fıkıh âlimleri bildirmişlerdir.
Ağızda biriken tükrüğü yutmak, ocaktaki dumanın, yolda uçuşan tozun, (evde veya değirmende uçuşan) un tozunun yutulması, güzel koku koklamak ve kadının (yutmamak şartı ile) yemeğin tadına bakması âlimlerin bildirdiğine göre orucu bozmaz. Eğer bunlar oruçlu için Allah'ın haram kıldığı şeyler olsaydı, Peygamber (s.a) mutlaka ümmetine bunları bildirirdi.
Peygamber'den hiç bir yol ile böyle birşey aktarılmadığına göre unların oruçlu için zararlı olmadığını anlamış oluyoruz. Dumandan, ardan ve güzel kokusu olan şeyin kokusundan kaçınılması mümkün değildir.
SORU: İnsan oruca nasıl başlar? Oruca ne zaman nihayet verir? Mutlaka devlet yönetisicinin orucun başladığını ilan etmesini beklemek gerekir mi?
CEVAP: Hz. Allah Kur'an'da: "...Sizden her kim o (ramazan) ayı(nı) görürse o ayda oruç tutsun" (Bakara/185) buyuruyor. Ramazan ayının girdiğinden bilgisi olup yolcu olmayan ve gücü yeten her mükellefe mazereti bulunmadıkça oruç tutması farz olur. Ramazan ayının girmesi hilâlin görülmesi ile olur. Hilâl ramazan ayı girince (batı ufkunda) çıkar. Onu görene ve her gücü yetene oruç farz olur.
Ramazanın sona erdiğini şahitlerin tanıklığı ile veya şaban ayının 30'a tamamlanması ile bilen kimseye de oruç tutmak farz olur.
Ramazan ayının sona ermesi ile oruç tutma da sona erer. Bu da şevval ayının hilâlinin görüldüğünün belirlenmesi ile olur.
Anlattığımız bu uygulama Hz. Peygamber'in: "Ramazan hilâlini görüp oruç tutunuz, şevval hilâlini görüp bayram yapınız" hadisine dayanmaktadır.
SORU: Ramazanda sahura kalkmak vacib midir? Yoksa sünnet midir?
CEVAP: Sahur orucun sünnetlerindendir. Sahuru geciktirerek (yani son ânına kadar yeyip içerek) yapmak da ayrıca sünnettir.
Sahurla ilgili hadisleri aşağıya alıyoruz:
Ümmetim sahuru geciktirip, iftarda acele ettiği müddetçe hayır üzeredir.
Sahur yemeği ile gündüz tutacağınız oruca yardım ediniz.
Hurma mü'minin ne güzel sahurudur?
İsterse bir yudum su içerek olsun, sahura kalkınız.
Sahur yemeği yeyiniz. Zira sahurda bereket vardır.
İbn'ul Münzir sahurun mendub olduğuna dair icma (görüş birliği) olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber'in ve ashabının (bazen) sahur yapmaksızın iki gün üstüste oruç tutmaları gösteriyor ki sahur vacib değildir. Sahur, çok az bir şey yeyip içmekle bir yudum su da olsa gerçekleşir.
SORU: Hz. Allah niçin ramazanı oruç ayı olarak seçmiştir?
CEVAP: İnsan gönül rahatlığı ile kolayca bu soruya "Bu Allah'ın iradesidir. O her şeyi bilir. Biz ise bilmeyiz. Her şeyden haberdar olan hikmet sahibi mevlânın böyle hükmetmiş olması yeterlidir." "Allah yaptığından sorumlu tutulmaz. Onlar (insanlar) ise sorguya çekileceklerdir" (Enbiya/23) şeklinde cevap verilebilir.
Bu soruya uzunca bir cevap da verilebilir:
Hz. Allah bazı günleri ve bazı mekânları diğer gün ve mekânlardan üstün kıldığı gibi bazı ayları da üstün kılmıştır.
Ramazan ayının diğer aylara göre bir takım ayrıcalıkları vardır:
1. Her şeyden önce Allah ilmi ve hikmeti ile bu ayı yüce kitabı Kur'an'ı kendisinde indirmek üzere seçmiştir. (Bkz. Bakara/185)
2. İman ile küfür ve Allah'ın kullan ile şeytan taraftarları arasın-akı ilk savaş olan Bedir savaşı bu ayda olmuştur. Kur'an buna ayırım
günü anlamına gelen Yevm'ul Furkân adına vermiştir. (Bkz. Enfal/41)
3. Ramazan ayı ki zafer ve fetih ayıdır. Cenab-ı Hak Mekke'nin ' ıni bu ayda lütfetmiştir. Kur'an'da bu zaferin geleceği özel bir sure ile müjdelenmiş ve insanların alay alay islâm dinine girecekleri bildirilmiştir. (Bkz. Nasr suresi)
4. Ramazan ayı içerisinde bulunan kadir gecesi ile bu ayın tüm gecelerini süsleyip güzelleştirmiştir. Kadir gecesi ki Allah onun şanını yüceltmiş, dindeki ulu mertebesini özel bir sure ile anlatmıştır. (Bkz. Kadr suresi)
5. Ramazan ayı günler ve yıllar boyunca büyük olaylara, muazzam barış ve savaşlara sahne olmuş, nice topluluk ve halkların hayatında önemli rol oynayan olaylara tanık olmuştur.
Bu özellik, Ramazandaki Büyük Olaylar adında bir çalışma yapmama ve yayınlamama sebep olmuştur. Bu çalışmamda İslâm tarihinde ramazan ayında meydana gelen büyük olayları anlattım. Bunu bu kitabımızda da bulacaksınız. İnşallah bu çalışmanın ilaveleriyle gerisi gelecektir.
Ramazan ayında meydana gelen olayların feyiz ve bereketi bol ve çoktur.
Bu kadar sebep akıl ve gönül için ramazan ayının Allah ve kul katında farklı bir yeri olmasına yetmez mi?
İnsanların sormaktan bıkmadığı bir soru daha var: Allah'ın bize farz kıldığı orucun faydası nedir?
Orucun akla ilk gelen faydası sağlık yönünden olan yararıdır.
Orucun sıhhat ve tıp yönünden faydalarından söz edenler sadece din adamaları değildir. Doktorlar ve tıp uzmanları orucun tıp ve sağlık yönünden yararlarını geniş bir şekilde anlatmaktadırlar. Doktorlar pek çok hastalık için tedavi yolu olarak orucu tavsiye etmektedirler. Onların bu tavsiyedeki çıkış noktaları şu hikmetli sözdür:
Mide hastalık yuvası, pehriz ise ilaçların başıdır.
Mideyi aç bırakmanın faydası ile ilgili pek çok hadisten söz edil-
mektedir. Bunlardan bazısının gerçekten hadis olduğu sabit değilse de şurası kesindir ki mide ve bağırsakları hafif tutmak çok önemlidir. O derecede ki pek çok rahatsızlıktan koruması açısından bu husus nerede ise bir zorunluluk olmaktadır.
Orucun dile getirebileceğimiz başka faydaları da vardır. Şöyle ki:
a. Oruç insanın azim ve iradesini güçlendirir.
İnsan oruç tutmakla âdet ve geleneklerin insanı köleleştirmesine karşı koyar. İnsan nerdeyse âdet ve alışkanlıklarının esiri olmuştur. Onlardan aynlmaya gücü yetmeyecek derecededir. Oruç mü'mine bir güç ve kuvvet verir ve oruç sayesinde müslüman esiri olduğu alışkanlıklarına karşı koyar.,
b. Dosdoğru ve hakkiyle tutulan oruç, insana başkalannın elemini hissettirir, zorunlu olarak açlık içerisinde yaşayan fakirlerin durumunu öğretir.
Göklerin ve yerin hâkimi olan yüce Allah itaatkâr kuluna, şafak vaktinden gün batana kadar yemeden içmeden uzak durmasını emretmiştir. Oruçlu iken zaman ilerledikçe açlığın acısını tadar. Böylece din ve insanlık kardeşi olan pek çok kimsenin açlık içerisinde yaşadığını hatırlar ve vicdanında onlara katkıda bulunma duyguları kabarır. Allah Teâlâ'mn kendisine nice nimetler verdiğini, kendisini böyle durumlara düşmekten koruduğunu düşünür. Rabbi Teâlâ kendisini kardeşlerine yardım elini uzatmaya, onlara şefkatli davranmaya davet etmektedir, ihtimal ki ramazanın sonunda fıtır sadakası verme emrinin sırrı burda-dır. Çünkü bu ramazan boyunca açların hâline vakıf olan müslümana en süratli şekilde onlara yardım imkânı vermektedir. Yoksullara yardım eli uzatmada orucun ve ramazanın faydası böylece ortaya çıkmaktadır.
c- Orucun bir faydası da şudur: Otuz gün boyunca müslüman gün-ı yemeyi içmeyi keserek, belli saatlerde yemek yemektedir. Otuz Jn süren bu uygulama fazlasıyle düzenli ve tertipli olma eğitimi ve-öır kurs faaliyetine bezemektedir. Kur'an-ı Kerim oruç emrinin ayetin sonunda (Bkz. Bakara/183) "Umulur ki muttakilerden unuz" buyurarak orucun faydasını kısa fakat ne güzel anlatmıştır!
Menâr tefsirinde orucun insanı takvaya hazırlaması hususunda şunlar anlatılmıştır:
Orucun insanları Allah'ın istedeği takvaya hazırlaması pek çok yönden ortadadır.
Bunların durum itibariyle en büyüğü, delil olarak en inandırıcısı, etki olarak en açığı ve şeref yönünden en yükseği oruç ibadetinin Allah'tan başka bir gözetleyicisı olmayıp insanın kendisine bırakılmasıdır. Oruç kişi ile Allah arasında bir sırdır. İnsanın oruçlu olup olmadığını Allah'tan başka kimse bilmez.
İnsan bir ay boyunca sırf Allah'ın emrine riayet edip O'nun buyruğuna boyun eğmek için yılda bir ay süreyle zevk ve arzulara yö-nelmiyor. Yanı başındaki en nefis yiyeceklere, en tatlı içeceklere el sürmüyor. Hayat arkadaşı ve gönülyoldaşı sevgili eşi ile bir arada, karşı karşıya duruyor, bir engel bulunmadığı halde ona el sürmüyor. Kendisini Allah'ın gördüğünü bilmese, Allah'ın kontrolü altında olduğuna inanmasa bu zevk ve arzulara karşı asla sabret mczdi. En şiddetli arzu halinde bile bu inanç ve duygu oruçluyu alıkoy ar.
Şüphe yok ki bir ay boyunca her gün yaşanan bu durum oruçluda "Allah'ın kontrolü altında" olduğu inancını geliştirir, pekiştirir. Bu duygu imanın kemâline işarettir.
İşte Allah'ın kontrolü altında olduğu duygusunun insanı kaplaması, nefisleri en büyük hazırlayıcı, dünyaya bağlanmaya karşı insanı en güzel zabt-u rabt eden özelliktir.
Bu özelliğe sahip olan kişi dünyada mutlu yaşadığı gibi âhirette de mutlu olur.
Sürekli Allah'ın kontrolü altında olduğunu gönlüne yerleştiren kimse insanları aldatıp kandırabilir mi? Allah kendisini görüp dururken haksız yere insanların malını yiyebilir mi? Zekâtı vermeyerek Allah'ı aldatmaya, dinin önemli bir rüknünü yıkmaya kalkışabilir mi? Hileli yollara başvurarak faiz yiyebilir mi? Allah ile arasına bir perde koyarak günah işlemeye, açıktan kötülük etmeye kalkışabilir mi?
Asla! Böyle bir insan kendisini günah içerisine salıveremez! Zira Allah'tan uzun süre gaflet içerisinde olamaz. Unutup bu yasaklıdan birine yönelse, süratle Allah'ın kontrolünü hatırlar, tevbeye Allah'a dönmeye can atar. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
Takvaya erenler varya; onlar şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarım) hatırlayıp, hemen gerçeği görürler. (A'raf/201)
Demek oluyor ki oruç en büyük irade terbiyecisi ve arzuların direncini kırıcı bir faktördür. Oruçluya yaraşan, inancı gereği yaptıklarının hayırlı olduğuna inanarak özgür olması, arzuların kölesi olmamasıdır. İşte orucun ruhu ve sırrı yukardan beri anlattığımız ilâhi kontroldedir. İşte kudsi hadiste söylenen "Oruç Allah içindir" ifadesinin analamı budur.
Ramazan oruç ayıdır, onun diğer aylara göre ayrıcalıkları vardır.
Ramazan orucu her şeyden evvel insanı Allah'ın emrine uyduğu bilincine vardınr. Zira oruç tutan kimse Allah'ın emrine uyduğu için aslında haram olmayan yiyecek ve içeceklerden vazgeçmektedir.
Gündüz sona erip güneş batınca o günün orucunu edâ etmenin sevinci başlar. İftar sırasında aile veya tanıdık ve dost grubu bir arada oruçlarını açarlar. Allah'a hamd edip, verdiği başanya şükrederek, nimetlerin devamı ve ibadetlerinin kabul edilmesi için birlikte dua ederler.
a Gecenin ilk yansında, akşamla yatsı arasında veya yatsıdan sonra dmî dersler-konuşmalar yapılır.
Kamazanın bir ayrıcalığı da teravih namazıdır. Teravih namazı kı-arken vücuttaki organların bir çoğu hareket eder. Bu bedenî hareket, am daki beş vakit namazda vardır. Bu özellik hususi bir araştırma yaPmaya müstehaktır.
Ramazan ayının ayrıcalıklarından birisi de bazı gönül gözü açık Allah kullarının ramazan gecelerinde Kur'an okuma ve okutma faaliyetinde bulunmasıdır.
Ramazan Kur'an gecelerinin tertip edildiği tek aydır. Hâli vakti yerinde olan müslümanlar evinde güzel sesli ve Kur'an'ın hakkını vererek okuyan bir okuyucu bulundurur. Aynı zamanda evini Kur'an dinlemek isteyen herkese açar. Bu Kur'an ziyafeti gece yarılarına kadar sürer. Bu adet özellikle aşağı Mısır'da olmak üzere müslümanlar arasında yaygın idi. Fakat zamanla bu güzel âdetin bir parça kaybolduğunu görmekteyiz. Allah'tan bu güzel âdetlerin tekrar yaşanmasını lütfetmesini ümid ediyoruz.
Ramazanın bir diğer özelliği de hayır ve ihsan ayı olmasıdır. İna-sanın eli bazen sıkı olur. Veya el hep almaya, tutmaya alışmıştır. Ramazan gelince, gücü yettiğince hayır yapmaya, imkânı varsa oraya buraya yardımlar yapmaya başlar. Çok kere "Ramazan ihsan ayıdır" dendiğini duymuşuzdur. Bu cümledeki ihsan kelimesinden maksat, cömertlik ve çok hayır yapmaktır.
Ramazanın bir diğer özelliği de muttakilerin ve gönül gözü ile görenlerin kötü söz ve çirkin hareketle karşılaştıklarında örnek davranışlarda bulunmalarıdır. Bunların hareket noktalan eşsiz örnek ve lider Hz. Muhammed'in şu sözüdür:
Sizden biriniz oruçlu iken çirkin bir şey yapmasın ve söylemesin, günaha girmesin. Eğer kendisine bir çatan kötü söz söyleyen olursa ben oruçluyum, ben oruçluyum desin.
Ahmet Şevki oruçtan söz ederken ne güzel söylemiştir: Oruç meşru bir mahrumiyet, açlık ile terbiye ve Allah'a boyun eğmedir. Allah'ın emrettiği her farzın bir hikmeti vardır. Orucun dıştan bakışta eziyet gibi olduğu görülse de içinde rahmet vardır. Oruç şefkat duygusunu geliştirir, hayır yapmaya teşvik eder, kibri kırar, sabrı öğretir ve iyiliğe alıştırır.
Sürekli tok olan ve lüks içinde yaşayan kimse oruç tutunca acıkıp mahrumiyet içinde kaldığı vakit, yokluğun ve açlığın acısının nasıl olduğunu tam anlamı ile bilir.
Bütün bu anlattıklarımız kudsi hadisteki "Orucun Allah ile kul sında bir sır" olduğunu bildiren ifadenin ne kadar yerinde olduğunu rtava koymaktadır. Yaratıcısı ile arasındaki bu sırra riayet eden oruç-sevabını bol bol vermeyi Cenab-ı Hak üstlenmektedir.
SORU: Ramazanda kılanan teravih namazının hükmü nedir?
CEVAP: Teravih namazı ramazan gecelerini ihya etmek için kılman bir namazdır. Bu namafc farz olmayan, nafile ve sünnet bir namaz olup yatsı namazından sonra kılınır.
Teravih namazı kadın ve erkek için sünnet-i müekkededir.
Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber emir söz konusu olmaksızın ramazan gecesinde kılınan bu namaza teşvik ederdi. Hz. Peygamber: "Her kim inanarak ve mükâfatını Allah'tan bekleyerek ramazan gecelerinde namaz kılarsa, geçmiş günahları affolunur" buyurmuştur.
Hz. Peygamber döneminde uygulama böyle idi. (Yani bu teşvike uyarak ramazan gecelerinde teravih namazını kendileri kılarlardı.) Hz. Ebubekir'in halifeliği döneminin ilk yıllarında da böyle idi. Daha sonraları Hz. Ömer teravih namazının cemaatle kılınmasını emretti.
Hz. Aişe Rasûlullah zamanında teravih namazının durumunu şöyle anlatıyor:
Ramazan gecelerinden birinde Hz. Peygamber mescide gelip namaz kıldı. Orada bulanlar da ona uyup namaz kıldılar. Sabahleyin insanlar bunu aralarında konuştular. Bu sebeple ikinci gece daha Çok insan toplanarak onunla birlikte namaz kıldılar. Üçüncü gece »undan haberi olanların gelmesiyle daha kalabalık bir şekilde na-naz kıldılar. Dördüncü gece mescid gelen cemaate yetmedi. Tera-namazı için çok insan toplanmıştı. Fakat Hz. Peygamber onların yanına çıkmadı. Sabah namazını kıldıktan sonra onlara şöyle buyurdu: "Sizin dün gece teravih için toplanmanızdan haberim var. Fakat ben farz olurda kılmaya güç yetiremezsiniz korkusuyla sizin yanınıza çıkmadım." Hz. Peygamber'in vefatına kadar durum böyle devam etti.
SORU: Hangi günlerde nafile oruç tutmak daha faziletlidir?
CEVAP: Nafile oruç, sünnet veya mendub olduğu söylenen ve tutana sevap verilip, tutmayana bir ceza gerekmeyen oruçtur.
Bunlardan birisi şevval ayında tutulan altı gün orucudur. Hz. Peygamber bu oruç hakkında şöyle buyurmuştur:
Ramazan orucunu tuttup, buna bayramdan sonra altı gün daha ilave eden yılın tamamını oruç tutmuş gibi olur. Bir iyilik yapana on misli sevap vardır.
Nafile oruçlardan biri de zilhicce ayının ilk on günü tutulan oruçtur. Hz. Hafsa diyor ki: "Şu dört şeyi Rasûlullah hiç terk etmemiştir: Aşura orucu, zilhicenin ilk on günü orucu, her aydan üç gün oruç tutmak ve sabah namazından (farzından) önce iki rekat namaz kılmak."
Aşura orucu muharrem ayının onuncu günü tutulan oruçtur. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Yapılan işler (Allah'a) pazartesi ve perşembe günleri sunulur. Yaptığım iş sunulurken oruçlu olmayı severim.
Hz. Peygamber pazartesi ve perşembe günlerini oruçlu geçirirdi.
SORU: Ramazanda oruç tutup iftar ettikten sonra zina eden kimse nedir? Bu kimsenin tuttuğu oruç (olay iftardan sonra oldu-"una göre) bozulur mu?
CEVAP Soruda ifade edilen olay gerçekten olmuş ise bu, bir çeşit ile alay etmek ve onun hükümlerini hiçe saymak demektir. Bir başdeyişle bu hareket dinin hükümlerini ve genel ruhunu hiç bilmemek demektir. Çünkü din parçalanmaz bir bütündür. Dinin emir ve yasaklatüm hükümleri içice olup birbirine yardımcıdır. Bunlardan biri çiğnenirse din çiğnenir, onda bir eksiklik meydana gelir.
Zina eden kimse çirkin günahlardan en büyüğünü işlemiştir. Bu suçu r^nazanda işlemek onun çirkinliğini ve rezaletini, bir kat daha artırır. Çünkü ramazan oguç, ibadet, iman ve ihsan ayıdır. Bu şahsa yaraşan şey (madem oruç tutan bir insandır) zinadan kaçınmak ve Allah'tan korkmak olmalı idi.
Zina suçu iftardan sonra olduğu için oruç zahiren sahih ise de orucunun bir kıymeti ve faydası kalmamıştır. Zira ramazan ayına ve bu aydaki orucun saygınlığına aldırış etmeden zina yapan kimse değer verilmeye, yaptığı iş kıymetlendirilmeye müstehak değildir. En iyisini gene Allah bilir ya, ramazan ayında iftardan sonra bu çirkinliği gerçekleştiren kimsenin orucunu Allah kabul etmez.
SORU: Aşure gününde oruç tutmanın hükmü nedir?
CEVAP: Aşure, muharrem ayının onuncu günüdür. Muharremin okuzuncu gününe de aşure denilmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: gelecek seneye çıkarsam muharremin dokuzunda aşure orucu tutmaya kesin karar verdim. Pev§anıber'in bundan maksadı müslümanların yahudilere mu-davranmasını temin etmektir. Çünkü yahudiler muharremin onun-gunü oruç tutuyorlardı.
İlim adamalarının çoğunluğuna göre aşure muharremin onuncu günüdür. Bu günde oruç tutmak müekked sünnettir
Buharı ve Müslim'in rivayet ettiği hadiste aşure orucu şöyle anlatılıyor:
Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde yahudilerin aşure günü oruç tuttuklarını gördü. (Onlar buna gerekçe olarak şöyle diyorlardı.): Çünkü Allah Hz. Musa'yı bu gün kurtarmıştır. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Musa peygamberin kurtuluşuna sevinmekte ben insanlardan daha çok hak sahibiyim" buyurarak bu günde oruç tuttu ve bu günde oruç tutulmasını teşvik etti.
Hz. Peygamber, ramazan orucu farz kılınmadan önce aşure orucu üzerinde sıkı bir şekilde dururdu. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra aşure orucu sünnet olarak kaldı.
Rivayet olunduğuna göre Arablar cahiliyye döneminde aşure gününde Kabe'nin örtüsünü yeniler ve bu gün oruç tutarlardı.
Şafiî âlimlerinden Nevevî'nin el-Mecmu isimli kitabında bu konuda şu açıklama vardır: Mezhebimizin âlimleri aşure orucunun İslâm'ın ilk yıllarında farz olup, sonra kaldırıldığı veya hiç bir vakit farz olmadığı konularında ihtilaf etmişlerdir.
Şafiî'nin bu meseledeki sözü açıktır:
Aşure orucu hiç bir zaman farz olmamıştır. Aşure orucunun farz olduğu görüşü Hanefîye göredir. (Daha sonraki durum itibariyle) onun farz olmayıp sünnet olduğunda müslümanlann görüş birliği vardır.
İslâm'ın ilk yıllarında farz olduğu görüşü şu hadise dayanır: "Hz. Peygamber bir adamı halkına göndererek onlara aşure günü oruç tutmalarını emretmesini, (aşure olduğunu bilmeden) o gün bir şeyler yiyen olursa, günün geri kalan kısmım oruçlu gibi geçirmesini emretti."
Hz. Aişe de şu olayı naklediyor:
Hz. Peygamber, ramazan orucu farz kılınmazdan önce aşure orucunun tutulmasını emretmişti. Ramazan orucu farz olunca dileyen aşure orucunu tuttu, dileyen tutmadı.
İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber ve müslü-manlar ramazan orucu farz olmazdan önce aşure orucunu tutarlardı. Ramazan orucu farz olunca Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Dileyen (aşure orucunu) tutsun, dileyen tutmasın.
İbn Mes'ud aşure orucu hakkında şöyle diyor: Aşure orucu Hz. Peygamber'in ramazan orucu farz olmazdan önce tuttuğu bir oruç idi. Ramazan orucu farz olunca onu bıraktı.
Obir b. Semure şöyle diyor:
Hz. Peygamber aşure orucunu tutmaya bizi teşvik eder ve bu konuda bizden söz alırdı. Ramazan orucu farz olunca aşure orucu hakkında emir vermediği gibi yasaklamadı da. Bizden onu tutacağımıza dair söz de almadı.
Ebu Musa da: "Peygamber bize aşure orucunu tutmayı emretmiş idi" demiştir.
Hanefî mezhebi âlimleri: Bu konuda verilen emrin, aşure orucunun farz olduğunu gösterdiğini ileri sürüyorlar. Buna delil olarak da şöyle diyorlar: "Dileyen tutsun, dileyen tutmasın ifadesi bu gün için sünnet olmakla beraber bir,serbestliği ifade etmektedir. Daha önce farz olmasaydı serbestlikten söz edilmesi doğru olmazdı."
Şâfiîlerin buna cevabı şöyledir: Daha önceleri de aşure orucu hiç farz olmamıştır. O sahih hadislerle sünnettir.
Muaviye b. Ebu Süfyan minberde iken şöyle demiştir: Rasûlul-lah'ın şöyle dediğini işittim:
gun aşure günüdür. Bu günün orucu size farz kılınmamıştır. Dileyen onu tutsun, dileyen tutmasın.
Dişteki nadis aşure orucunun farz olmadığını göstermektedir. Zira ha-sıze farz kılınmadı ifadesinin Arabça'sındaki Lem edatı geçmiş zamanda hiç farz olmadığını ifade ediyor.
Abdullah b. Ömer de şöyle diyor:
Aşure günü cahiliye (zamanı) insanlarının oruç tuttuğu bir gündür. Ondan hoşlanan oruç tutsun, hoşlanmayan tutmasın.
Hz. Aişe de şöyle diyor:
Aşure günü cahiliye döneminde Kureyş'in oruç tuttuğu bir gün idi. İslâmiyet gelince Rasûlullah: Dileyen onu tutsun, dileyen bıraksın buyurdu.
Aşure orucunun emredildiğini bildiren hadislerin, müstehablığı te'kid ettiği şeklinde yorumlanması gerekir. Hadislerin hepsini birbiri ile uyumlu olarak açıklayabilmek için böyle anlamaya ihtiyaç vardır.
Abdullah b. Mesud'un hadisindeki: "Ramazan orucu farz olunca onu bıraktı" ifadesi de aşure orucunun müstehab olduğunu te'kid etmektedir. Nitekim: "Dileyen tutsun, dileyen bıraksın" ifadesi de böyledir.
SORU: Kadın ve erimek nerede ihrama girmelidir? Cidde'ye gidip orada ihrama girip, Mekke'ye gidilebilir mi?
CEVAP: Hac, İslâm'ın rükünlerinden biridir. İslâm'ın üzerine kurulduğu beş esasın sonuncusudur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İslâm beş temel üzerine kurulmuştur:
1. Allah'ın birliğine ve Hz. Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmek,
2. Namaz kılmak,
3. Zekât vermek,
4. Ramazan orucunu tutmak,
5. Hacca gitmek.
Hac erkeğe farz olduğu gibi kadına da farzdır. Çünkü Cenab-ı Hak: "Yoluna gücü yetenlerin o evi (Kabe'yi) haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır" (Âl-i İmran/97) buyuruyor.
Ayetteki İnsanlar ifadesi erkeği de kadını da içine almaktadır. Hac'ta ihrama girmek erkeğe farz olduğu gibi kadına da farzdır.
İhram: Haccın üzerine kurulduğu hacca yapılan niyettir. Zira Hz. eygamber'in de buyurduğu gibi ameller niyetlere bağlıdır.
Kadın ihrama girmek istediği zaman banyo alarak hatta âdet görüyor bile olsa en azından abdest alarak temizlenmesi gerekir.
Hz. Aişe'den şöyle rivayet ediliyor:
Esma b. Amis (Hz. Ebubekir'in hanımı) Zülhuleyfe denilen yerde bir ağacın yanında Ebubekir'in oğlu Muhammed'i dünyaya getirerek lohusa dönemine girdi. Hz. Peygamber (hacca giderken) bu ağacın olduğu yerde ihrama giriyordu. Rasûlullah Hz. Ebubekir'e eşine gusledip telbiye getirmesini emretmesini buyurdu.
Bilindiği üzere telbiye şu cümleleri söylemektir: "Lebbeyk Allâ-hümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk. İnnel hamde ven-ni'mete leke vel mülk. Lâ şerike lek.[6]
Telbiyede kadın ile erkek arasında şu fark vardır. Erkek telbiyeyi yüksek sesle söyler. Kadın ise kendisi duyacak kadar söyler.
Erkeğin göbekten aşağısını bir, göbekten yukarısını da bir başka parça ile örtmesi sünnetir. Kadın normal zamanlardaki giysisini giyer. Ancak ihramdaki kadının yüzü ve elleri açık olur.
İhrama girmezden önce kadın ve erkeğin güzel koku sürünmesi de sünnettir. Sürülen kokunun renginin kalması ihramdan sonrası için zarar vermez.
Hz. Aişe şöyle der:
Biz Hz. Peygamber'le birlikte (hac için) Mekke'ye giderken süd denilen güzel kokudan sürerdik. Bizden birisi terlediğinde sürülen koku yüzünden akardı. Peygamber bunu yasaklamazdı.
ihrama giren kadın ve erkeğin ihramın sünneti olarak iki rekat namaz kılması sünnettir. Bu namazın ilk rekatında Fatiha'dan sonra Kâ-firıtn suresi, ikinci rekatında İhlas suresi okunur.
İhrama giren kadının (eline kına yakmak gibi) boya sürünmesi müstehabtıf.
İhramın mîkât denilen yerlerden başlaması gerekir. Mîkât, ihrama girilen yer demektir.
Çünkü Hz. Peygamber "Mîkât yerlerini ihramsız geçmeyiniz!" buyurmuştur.
İhrama girilen yerler beş tane olup şunlardır:
1. Zülhuleyfe denilen yer.
Burası Hz. Peygamber'in mescidine 18 km. uzaklıkta, Medine'nin güney batısında olup Medineliler ve yolu Medine'den geçenler için mî-kât yendir.
2. Zât-u Irk denilen yer.
Burası Mekke'nin kuzey doğu istikametinde, Mekke'ye 94 km. uzaklıktadır. Irak'tan gelip buradan geçenlerin mîkât yeridir.
3. Cuhfe denilen yer.
Burası Mekke'nin kuzey doğusunda Mekke'ye 87 km. uzaklıkta bir köydür. Günümüzde köy kaybolmuştur. Burası Kızıl denizin doğusunda olup Mısır ve Şam'dan gelenlerin mîkât yeridir. Zamanımızda ihtiyat olarak bu köyün kuzeyinde bulanan Medinet'ür-Râbiğ denilen yerden ihrama girilmektedir.
4. Karn'ul Menazil denilen yer.
Burası Mekke'nin doğusunda bir dağ olup, Mekke'ye 94 km. uzaklıktadır. Necid ve oradan geçenlerin mîkât yeridir.
5. Yelemlem denilen yer.
Burası Mekke'ye 94 km. uzaklıkta, Mekke'nin güneyinde bulunan olup, Yemenlilerin ve oradan geçenlerin mîkât yeridir.
Mîkât yerlerini bizzat Hz. Peygamber belirlemiştir, buraların ihramsız geçilmemesi gerekir.
Kadın olsun, erkek olsun mîkât yerinden önce ihrama girmek caiz olup, böylesi daha ihtyatlıdır.
Bu açıklamalardan anlıyoruz ki; meselâ mîkâtı Râbiğ olan bir kimsenin orayı ihramsız olarak geçip Cidde'ye inmesi haramdır. Zira Hz. Peygamber'e uymak farzdır. Kur'an'ın dili ile: "Kim Rasûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa/80)
SORU: Asyadan deniz yoluyla gidenlerin pek çoğu (mîkât yerleri olan) Yelemleni'm nerede olduğunu bilmiyorlar. Hatta bazısı deniz yolculuğunun etkisi ile hasta veya kendini kaybetmiş durumdadır. Önlerinde ihrama girebilecekleri yer olarak sadece Cidde var. Bu sebeple tam Cidde'de ihrama giriyorlar. Bunların haccı sahih midir?
Cidde'nin tüm ülkelere göre mîkât yeri sayılması caiz midir?
CEVAP: İhram, hac ibadetinin rükünlerinden (farzlarından) birisidir. Mîkât yerleri Hz. Peygamber tarafından belirlenip açıklanmıştır. Buralara "Mekân cihetiyle mîkât yeri" denir. Hac ve umre yapmak isteyen kimse mîkât yerinde ihrama girer.
Mîkât yerleri şunlardır:
1. Medineliler ve bu taraftan gelenler için Zülhuleyfe,
2. Şamlılar ve bu taraftan gelenler için Cuhfe
Ancak Cuhfe'nin yeri kaybolduğundan kendileri için ihram yeri Cuhfe olanlar Rabiğden ihrama girerler.
3. Necidliler ve bu taraftan gelenler için Kam'ut Menâzil,
4. Iraklılar ve bu taraftan gelenler için Zat'u Irk,
5. Yemenliler ve bu taraftan gelenler için Yelemlem ihram yeridir. Hac veya umre niyetiyle bulunduğu yerden çıkıp Mekke'ye gitmek üzere hareket eden bir kimseye mîkât yerini ihramsız olarak geçmesi asla caiz değildir.
Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu "Mîkât yerini ihramsız geçen kimsenin günahkâr olacağını, Mekke'ye varınca kendisine, Allah rızası için bir koyun kurban etmenin vacib olacağını" söylemişlerdir. İbn Ab-bas'tan bunu ifade eden rivayetler nakledilmiştir.
İbn Hazm şöyle demiştir: Bir kimsenin (hacca giderken) yolu mî-kât'a uğramıyorsa, o kimse dilediği yerde ihrama girer.
Bu anlatılanlardan şu mana çıkıyor: Soruda sözü edilen hacılar mîkât yerine uğrayıp orasını ihramsız geçtiklerinde yasak bir iş işlemiş olmaktadırlar. Şayet bufgeçiş sırasında uzun süren uyku veya deniz do-kunmasındana dolayı baş dönmesi, mide bulantısı veya unutma sebebiyle ihrama girilmemiş ise bir günah yoktur. Zira Kur'an'da: "Allah her şahsa ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler" (Bakara/286) buyuruluyor. Bir diğer ayette de: "O (Allah) din hususunda üzerinize hiç bir zorluk yüklemedi" (Hac/78) Duyurulmuştur.
Hacca gitmek isteyen kimsenin, dinin ihrama girmek için belirlediği yerlerden önce ihrama girmesi mümkündür. Hatta ihramın getirdiği yasaklara riayet etmek suretiyle insanın evinden itibaren ihrama girmesi caizdir. Bazı âlimler bunun daha faziletli olduğunu söylemişlerdir.
Zira Ümmü Seleme Hz. Peygamber'den şu hadisi rivayet etmiştir:
Mescid-i Aksa'dan ihrama girerek, Mescid-i Haram'a (Kabe'ye) hacca gelen kimseye cennet vacib olur.
Demek oluyor ki Filistin'in başkenti Kudüs'ten -Allah onu tekrar Arablara/müslümanlara iade etsin- ihrama girip hacca gitmek haccın kabulü için büyük bir sebeptir.
Soruda sözü edilen hacılar (veya benzeri durumda olanlar) ihtiyatlı hareket ederek mîkât yerinden önce ihrama girebilirler. Böylece mî-atı ihramsız geçmek gibi bir duruma düşmezler.
Bu kimseler ihrama girilmesi gereken yerde unutmak, baş dönmesi, bayılma gibi bir sebeple ihrama girememişlerse haclarından birşey eksilmez. Güçleri yeter yetmez ihrama girerek haclarına devam ederler. Yerinde ihrama girmemekten dolayı da -gücü var ise bir kurban keser. Allah büyük lütuf ve ikram sahibidir.
SORU: Parasal gücü olmadığından hacca gitmek için borç alan kimse hakkında dinin hükmü nedir?
CEVAP: Hac, azık, yolculuk imkânı, yol güvenliği ve diğer ihtiyaçları karşılayanlara farz olan bir ibadettir.
Hac konusunda Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Yoluna gücü yetenlerin o evi (Kabe'yi) haccetmesi Allah'ın insan-lar üzerinde bir hakkıdır. (Al-i Imran/97)
Bu ayete göre parasal gücü olmayan kimsenin, bu ibadeti yapmak için borçlanmasını gerekli kılan bir durum yoktur.
Öte yandan Tevbe suresinde Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
Allah ve Rasûlü'ne karşı sadakat gösterdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve harcayacak bir şey bulamayanlara bir günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine (kınanmasına) bir yol yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir. Kendilerini bindirip sevk etmen için sana geldiklerinde "Sizi bindirecek binek bulamıyorum" deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından ötürü gözleri yaş dökerek dönenlere de (bir sorumluluk yoktur.) (Tev-bç/91-92)
Bu iki ayet Allah yolunda cihad ve savaş hakkındadır. Bu ayetlerden anlıyoruz ki gerekli masrafı bulamayana cihad farz değildir. Fıkıh âlimlerinin dediği gibi hac da böyledir. Bu itbarla sarf edecek malı-pa-rası olmayana hac farz değildir. Beyhakt Abdullah b. Ebi Evfâ'dan şu rivayeti kayd ediyor:
Rasûlullah'a hiç haccetmemiş kimsenin borç para alarak haccedip etmeyeceğini sordum. Hz. Peygamber: "Hayır! Borç almaz" buyurdu.
fyıühezzeb isimli kitapta bu konuda şu bilgiler vardır: Haccedecek kadar parası olmakla birlikte, borcu olan kişiye hac farz olmaz. Borcun hemen Ödenecek durumda olması ile ilerde ödenecek olması arasında fark yoktur.
Çünkü borç peşin ödenecek olsa, eldeki parayı hemen oraya sar-fetmek gerekir. Hac ise parasal imkân olunca hemen değil ömürde geniş bir zamanda edâ edilmek üzere farzdır. Bu itibarla borç hacdan öne alınır. Borcun belli bir zamana ertelendiğini varsayasak, eldeki parayı hac için sarfedince süresi geldiğinde borca verecek para kalmaz. (Bu itibarla da borç Ödemek hacdan önce gelir.)
Bir kimsenin elinde parası olup bununla ticaret yapıp para kazanmak düşüncesi olsa veya parasını ev için harcayacak olsa veya hizmetini gördürecek insanlara sarf edecek olsa veya evlenmek için harcayacak olsa bu kişiye hac farz olmaz.
Hatta Şafiî mezhebinde şöyle bir varsayımdan söz ediliyor: Bir kimseye ikinci bir şahıs hacca gidebilmesi için karşılıksız bir yardımda bulunsa, kendisine yardım yapılan şahsa, bu yardımı kabul etmesi lazım gelmez. Çünkü böyle bir yardımı kabul etmekte minnnet altında kalmak vardır. Minnet altında kalmak güç bir şeydir. Şu kadar ki yardım yapan, hacca gidecek kimsenin çocuğu ise yardım kabul edilerek haca gitmekte bir sakınca yoktur. Zira ana-baba ile evlat arasında minnet altında kalmak sözkonusu değildir.
SORU: Mekke'ye girdiğinde hayız gören kadının Kabe'yi tavaf et-mesı caiz midir?
CEVAP: Önce şunu bilmemiz gerekiyor: Mekke'ye varır varmaz yapılan tavafa Tahiyye tavafı veya Lika tavafı denir. Bu tavaf, hacı Mekke'ye varır varmaz, ihramlı iken yapılır. Bu tavaf Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel ve Şafii tarafından sünnet olarak kabul edilmiştir. Zira Kabe'ye tahiyye (selam verme) gibidir. Kabe dışında kalan camilerde tahiyyet'ul mescid iki rekat namaz kılarak gerçekleşir. Nitekim bu da sünnettir.
Hz. Aişe'nin rivayetine göre Hz. Peygamber'in Mekke'ye girdiğinde ilk yaptığı şey, abdest alıp tavaf etmek olmuştur.
Hz. Aişe'nin rivayet ettiği bu hadis Mescid-i Haram'm (Kabe'nin) tahiyyesinin (selamlanmasının) tavaf olduğunu gösteriyor.
Bu itibarla eğer bir kimse bu tavafı -bir mazeret sebebiyle- yapmamış olsa günahkar olmaz ve bir cezası da yoktur. Hac sahih olur.
İmam Mâlik'e göre Harem dışından Mekke'ye haccetmek için gelen kimseye kudüm tavafını yapmak vacibtir. Mekke'de oturan biri olup dışarı gidip tekrar Mekke'ye gelse de gene bu tavaf vacibtir. Fakat umre ihramı ile dışardan gelene ve Mekke'nin içinden hac ihramına girenlere kudüm tavafı yoktur. Unutan, bayılan, deliren, hayız ve lo-husa halinde olanlar için de kudüm tavafı yoktur. Şu kadar ki bu mazeretleri bu tavafı yerine getirmeye imkân vermeyecek derecede devamlı olmalıdır. Kudüm tavafını yapayım derken haccın farz olan görevlerini kaçıracağından korkacak derecede vakti daralan kimseye de tavaf gerekmez.
Bu itibarla soruda durumu anlatılan hanım için korkacak bir durum yoktur. Çünkü o Mekke'ye girdiğinde tavaf yapmaz. Hayız halinin bitmesini bekler, bu durum sona erince yıkanır ve bu tavafı yapmak ona mubah olur.
Ahmed b. Hanbel, Tirmizî ve Ebu Davud'un Abdullah b. Ab-bas'tan rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
(Hacda) lohusa olan ve âdet kanaması gören kadınlar yıkanıp ihrama girerler. Bunlar tüm hacla ilgili görevleri yaparlar. Ancak kanama sona erip gusledinceye kadar tavaf yapmazlar.
Bu hadis-i şerife dayanarak fıkıh âlimleri görüş birliği ile Kabe'yi af eden kimsenin hadesten ve necasetten temizlenmiş olması gerekli bildirmişlerdir.
Buna göre abdestsiz veya cünüp ve hayız yahut lohusa halinde Kabe'yi tavaf etmek haramdır. Nitekim kadının hacdaki durumunu bildiren hadiste temizleninceye kadar" ifadesi vardır. Buradaki temizlikten maksat hayız halinin bitmesinden sonra gusledilmesidir.
Hz. Aişe bu konuda şunları anlatıyor:
(Hz. Peygamberle birlikte hacda iken) Rasûlullah benim yanıma geldi. Ben ağlıyorudum. Hz. Peygamber bana: "Âdet kanaması mı oldu?" diye sordu. Ben: "Evet" dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Bu hâl, Allah'ın her Âdem kızına yazdığı bir şeydir. Tavaf dışında hacılar ne tür hac görevi yapıyorsa sende aynısını yap. Hayız bitip guslettiğinde tavafını da yap.
Hz. Aişe'nin rivayet ettiği bu hadis âdet kanaması veya lohusa olan kadının, kanı kesilip gusletmedikçe Kabe'yi tavaf etmesinin caiz olmadığı hususunda gayet açıktır.
Bu hâl haccın ilk günlerinde olmuş ise tavaf dışında tüm hac görevlerini yapar. Zira önünde geniş bir vakit vardır. Temizlendikten sonra tavafını da yapar. Özellikle haccın farzlarından olan ifada tavafı -ki buna Ziyaret tavafı da denmektedir- çok önemlidir. Bunun zamanı Arafat vakfesinden sonra olup zilhiccenin onuncu günü (Kurban bayramının birinci günü) şafağın atması ile başlar.
Kadın haccın sonunda hayız görürse, kanamanın bitmesini bekler. marnlamak için temizlendikten sonra ifada tavafını yapar.
Hac görevlerinde bir problem olmaması için kadının âdet kanama ilaç alması caizdir. İbn Ömer'den böyle bir kadının durusorulmuş o da bunun için erak suyu kullanılmasını tavsiye etmiştir.
Doğruya muvaffak eden Allah'tır.
SORU; Arafata çıkıldığında hayız gören veya lohusalık döneminde bulunan kadm arafat vakfesini nasıl yapar? Bu durumda dua okuyabilir mi?
CEVAP: Arafat vakfesi zilhiccenin dokuzuncu günü olur. Bu vakfe haccın rükünlerinden birisi olup çok önemlidir. Hz. Peygamber "Hac Arefe (vakfesin)den ibarettir" buyurmuşlardır.
Arafat, Mekke'den uzak olup Müzdelife ile Taif arasında bir vadide bulunan dağın adıdır.
Arafat vakfesi bu vadinin neresinde olursa olsun- bir parçasında ihramlı olarak bulunmakla gerçekleşir. Vakfe ayakta, oturarak, binekte veya bir yere yaslanmış olarak da gerçekleşir.
Hacı zamanında arafatta bulunamamış ise haccı gerçekleşmez ve gelecek hac mevsiminde yeniden haccetmesi farz olur.
Arafat vakfesinden önce gusletmek sünnettir. Fakat hayız halindeki kadın gusletmeden de vakfesini yapabilir. Zira hadesten taharet Arafat vakfesinin şartı değildir. Çünkü Hz. Peygamber, hayız halindeki kadının, Kabe'yi tavaf dışında tüm hac görevlerini yapabileceğini bildirmiştir. Hayız hali sona erip guslettikten sonra tavafını da yapar. Hayız halinde iken Arafat vakfesinde bulunan kadın Hz. Peygamber'den rivayet edilen duaları okur. Bu duaları aşağıya alıyoruz:
Allah'tan başka tanrı yoktur. O'nun ortağı da yoktur. Mülk O'nun-dur, hamd O'nadır. O'nun herşeye gücü yeter.
Allahım! Kalbime, gönlüme, gözüme ve kulağıma nur ver. Alla-hım! Gönlümü genişlet, işimi kolaylaştır. Kalbimde vesvese olmasından ve işlerimin dağınık olmasından ve kabrin fitnesinden sana sığınırım.
Allahım! Gece ve gündüz ile gelen, rüzgar ile esen serden ve hayatın insanı bitirip helak eden kötülüklerinden sana sığınırım.
Allahım! Ben nefsime zulmettim. Günahları senden başka affedecek yoktur. Beni, katından gelecek mağfiretle bağışla. Bana Öyle bir rahmet ver ki onunla iki cihanda mes'ud olayım. Benim samimi tevbemi öylesine kabul eyle ki bir daha ebediyyen günahlara dönmeyeyim. Beni dosdoğru yolunun müdavimi kıl da ondan hiç apmayayım. Allahım! Beni günah zilletinden kurtarıp sana itaatin izzet ve şerefine kavuştur. Helâlinden nasib edeceğin rızıkla harama muhtaç olmaktan kurtar. Lütuf ve ikramınla senden başkasına muhtaç etme. Kalbimi ve kabrimi nurlandır. Bütün kötülüklerimi bağışla ve benim için tüm iyiliklerin toplanmasını lutfeyle.
Allahım! Senden hidayet ve takva, iffet ve kimseye muhtaç olmama dilerim. Alîahım! Kolaylıkları bana kolayca yakın et, zorluğu benden uzakaştır. Yaşadığım müddetçe sana itaati bana lutfeyle. Kendimin ve dostum olan müslümanların; dinini, emanetlerini, işlerimizin ve sözlerimizin hayırla sonuçlanmasını, bedenlerimizi ve bize verdiğin tüm nimetleri sana emanet ediyorum.
Fıkıh âlimleri hayızlı, lohusa veya cünüp kimsenin Arafat vakfesinde bulunmasının caiz olduğunda görüş birliği etmişlerdir.
Bunla beraber bir takım şeylerin Arafat vakfesinde sünnet olduğunu bildirmişlerdir:
a. Cebel-i Rahmenin alt kısmındaki büyük kayaların bulunduğu; Hz. Peygameber'in vakfe yaptığı yerde vakfe yapmak,
b. Kıbleye yönelik olarak durmak,
c Allah'tan başka bir şey düşünmeyip, Allah'a çokça dua, tevbe ve yakarışta bulunmak,
d. Abdestli ve (mümkün ise) gusletmiş olarak vakfe yapmak.
Kadın aylık kanama dönemlerinde buna riayet etmeden vakfesini yapar. Bundan dolayı bir günahı ve sorumluluğu olmaz.
e- Kadının erkeklerle karışmaksızın vakfe yapması.
SORU: Hacda bazı hallerde davar türü dışında deve ve sığır kurban edilmesi gerektiği söylenmektedir. Bu haller nelerdir?
CEVAP: Hacda kesilen kurbanda esas olan deve, sığır ve davar cinsinden olmasıdır. Fazilet bu sıraya göredir.
Hacda bir takım kusurların işlenmesi durumunda en aşağı derecede ceza olarak koyun veya keçi kurban etmek gerekir. Fakat bazı hallerde bu kurbanın deve olması gerekir.
Fıkıh âlimleri bu durumları inceleyerek şöyle demişlerdir: "Hacda -aşağıdaki dört hâl dışında- her çeşit kusurda koyun veya keçi kurban etmek yeterlidir. Deve kurban edilmesini gerektiren haller şunlardır:
1. Ziyaret tavafını cünüp olarak yapmak.
2. Kadının ziyaret tavafını hayız veya lohusa halinde iken yapması.
3. Kocanın eşi ile arafat vakfesinden sonra fakat traş olmazdan önce cinsel ilişkide bulunması.
4. Hacda deve kesmeyi adamış olmak.
Hacda deve kurban etmesi gerekli olup, satın alacak deve bulamayan kişinin yedi adet koyun satın alarak deve yerine bunları kurban etmesi gerekir.
Bunun delili Abdullah b. Abbas'tan gelen şu rivayettir:
Hz. Peygamber'e bir adam gelerek: "Benim üzerimde bir deve kurban etme görevi var. Gücüm bu görevi yerine getirmeye yeter. Fakat satın alacak deve bulamıyorum. (Ne yapayım?)" dedi. Hz. Peygamber ona yedi adet koyun satın alıp kurban etmesini emretti. (Ahmed b. Hanbel ve İbn Mâce)
Burada bir hususu zikretmeliyiz: Fıkıh âlimleri yapılan kusurlar sonucunda hacda kesilecek kurbandan Hedy başlığı altında sözetmiş-
Hedy'de asıl olan Allah'a ibadet etmiş olmak için Harem'e (Kâhediye etmek (fakir ve muhtaç olanlara dağıtılmak) üzere deve, veva koyunu hedy olarak Mekke'ye sevketmektir.
Fıkıh âlimlerinden bazıları hedy'in hikmetinde şunları söylemişlerdir
1 Hedy de Allah'ın emrine uymak ve O'na itaat etmek ve O'nun erdiği nimeti ortaya koymak vardır. Zira hedy olarak kurban edilen bu hayvanlar bayramda kurban kesenlere ve muhtaç olan müslümanlara bir bolluk getirmektedir.
2. Hedy insanlann nefsindeki cimrilik kirini temizlemektedir.
3.Hedy insanlara Kur'an'da anlatıldığı üzere Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'i kurban etmek üzere iken Allah tarafından gönderilen kurbanlık koç olayını hatırlatmaktadır.
Nitekim Kur'an'da Hz. İbrahim'in gördüğü rüyayı oğlu İsmail'e anlattığında oğlu İsmail'in Allah'ın emrine uyarak nasıl cevap verdiği şöyle anlatılmaktadır:
Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın. Her ikisi de teslim olup onu alnı üzere yatmnca: "Ey İbrahim! Rüyayı doğruladm. Biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü bu, gerçekten çok açık bir imtihanıdır" dedik. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurbanlık verdik. (Saffat/102-107)
Hac'da kurban edilmesi söz konusu olan hedy iki kısımdır:
1. Farz olmayıp müstehab olan hedy.
Bu hacının Allah rızası için nafile olarak kestiği kurbandır.
2. Vacib olan hedy. şu kimselere gerekli olur: a- Kıran haccına niyet edenler. lran haccı, ihrama girerken hac ve umreye birlikte niyet edilen Çeşididir.
b. Temettü haccına niyet edenler.
Temettü haccı, önce umre yapmak üzere ihrama girip umreyi tamamladıktan sonra ihramdan çıkararak hac için yeniden ihrama girilen hac çeşididir.
c. Haccın vaciblerinden birini yerine getirmeyenler.
- Şeytan taşlamamak,
- Mîkât'ı ihramsız geçmek,
- Arafatta arefe gününün gündüzünde ve gecesinde bulunmamak,
- Veda tavafını yapmamak gibi.
d. İhramda iken koku sürünme, traş olma gibi bir yasak işleyenler.
e. İhramda iken harem bölgesinde avlanma suçu işleyenler.
Bunlar tüm detayları ile fıkıh kitaplarında anlatılmıştır. Vacib olan hedy'e örfte "Hacda feda kurbanı" demek âdet olmuştur.
SORU: Haccetmeden ölen kişinin yerine, hac görevini yerine getirmiş olan kardeşinin bekar oğlu hac yapabilir mi?
CEVAP: Hz. Allah şöyle buyuruyor:
Yoluna gücü yetenlerin o evi (Kabe'yi) haccetmesi Allah'ın insan-lar üzerinde bir hakkıdır. (Al-i Imran/97)
Bu ayetten anladığımıza göre gücü yeten her müslümana hac farzdır. Şartları yerine geldiği halde hac görevini yapmadan ölen kimsenin yerine başkasının haccetmesi caizdir. Bu kimse, vefat edenin akrabası olabileceği gibi, akraba olmayan biri de olabilir.
Buna göre soruda sözü edilen kişinin yerine, yeğeni hacca gidebilir. Haccın şartlarını tam yerine getirdikten sonra bekâr olmasının bir zaran olmaz.
Rivayet olunduğuna göre bir kadın Hz. Peygamber'e gelerek: 'Ey Allah'ın Peygamber'i! Annem haccetmek üzere adak yapmıştı. Bu görevini yapmadan vefat etti. Onun yerine ben haccedebilir miyim?1 dedi. Hz. Peygamber: 'Evet, onun yerine hacca git. Annen, birisine borçlu olarak ölseydi, annenin borcunu öder miydin?' di-e sordu. 'Evet' deyince Rasûlullah: "Allah'ın borcunu da ödeyin. Allah'ın borcu, ödemeye daha çok layıktır" buyurdu.
Hz. Peygamber aynı şeyleri bir başka adama da söylemiştir.
Yukarda başkasının yerine hacca gidecek kimsenin kendisinin farz haccı yapmış olması gerektiğini söymeliştik. Çünkü bu konuda Hz. Peygamber'den §öy\& bir rivayet vardır:
Hz. Peygamber bir adamın ihrama girip, haccetmek üzere: "Alla-hım! Şübrüme namına Lebbeyk" dediğini işitmiş. Adama: "Şüb-rüme kim"? diye sormuş. Adam: "Bir akrabam" cevabını vermiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Sen kendin haccetin mi?" diye sormuş. Adamdan "Hayır" cevabını alınca: "Sen (önce) kendi haccını yap, sonra Şübrüme'nin yerine haccedersin" demiş.
Başkasının yerine hacceden kimse hacca niyet ederken, haccettiği kişinin adına niyet etmesi gerekir.
SORU: Bir kimse belli miktarda para bırakıp yerine hacca gidilmesini vasiyet ederek Ölmüş. Fakat yerine kimin gideceğini belirlememiş, eiat ettiğini Öğrenen kayın biraderi "ben onun yerine, hiç bir karşılık beklemeden haccedeceğim" diyerek haccetmiş. Bununla vefat eden kilen hac görevi düşmüş olur mu? Vasiyet edip hac için bıraktığı para, bu durumda kime verilmelidir?
CEVAP: Fıkıh âlimlerinden bir grup, bu konuda şöyle görüş bildir-§ ir. Bir kimseye sağlığında hac farz olur da haccetmeden vefat sebıraktığı mal ve mülkü idare etmeyi üstüne alan kişiye, vefat edenin malından harcamak suretiyle ölen kişi adına hac yaptırması va-cib olur. Hac yapmayı adayıp adağını yerine getirmeden ölen kime için de aynı durum söz konusudur. Çünkü bu durumda borçlu olmuştur. Ölen kimsenin borcu nasıl ödenirse, haccın da yaptırılması gerekli olur. Allah'ın borcu ödenmeye daha çok layıktır.
Rivayet olunduğuna göre bir kadın Hz. Peygamber'e gelerek: 'Annem haccetmeyi adamış idi. Adağını yerine getiremeden vefat etti. Onun yerine ben haccedebilir miyim?' diye sordu Hz. Peygamber kadına: "Evet, onun yerine sen haccet. Annen borçlu olarak ölseydi onun borcunu öder miydin?" buyurdu.
Bir başka rivayette aynı sözler bir başka adama da söylenmiştir.
Fıkıh âlimlerinin bildirdiğine göre hac borçulusu olarak vefat eden kimse için yaptırılacak haccın masrafları, ölen kişi vasiyet etse de etmese de kendi malından yapılır. Haccedilmesin! vasiyet etmiş ise masraf, bıraktığı malın üçte birinden yapılır.
Başkasının yerine haccedecek kimsenin, kendisine farz olan hac-cı yapmış olması şarttır.
Rivayet olunduğuna göre bir adam, Şübrüme adında birinin yerine haccetmek istemişti. Hz. Peygamber adama sordu: "Sen kendin haccettin mi?" Adam: 'Hayır' cevabını verince Hz. Peygamber: "Sen (önce) kendi haccını yap. Sonra Şübrüme'nin yerine haccedersin" buyurdu.
Buraya kadar anlatılanlardan şu sonucu çıkarıyoruz: Vekil olarak hac yapan kimsenin masrafları vasiyet edenin malından verilir. Bununla beraber -ölene varis olsun veya olmasın- bir yakını onun yerine (kendiliğinden masraf ederek) haccederse vasiyet edenin hac borcu yerine gelmiş olur. Bundan anlaşılıyor ki bu durumda ölen kişi için ayrıca bir daha haccettirmek zorunluluğu yoktur. Soruda sözü edilen hac için ayrılmış parayı varisler isterlerse alabilecekleri gibi sadaka olarak da verilebilir.
SORU: Hacca gidemiyecek durumda olan babam, benim kendi yerine haccetmemi istedi. Babamın yerine hacca gitmem caiz midir?
CEVAP: İslâmiyet, haccın farz olması için insanın haccetmeye gü-cünün yetmesini şart koşmuştur. Al-i Imran/97 ayeti bunun delilidir. Bu ayetteki gücü yetmekten maksat, beden ve sağlık yönünden sağlam olması, parasal imkânı bulunması ve yol güvenliğinin olmasıdır. Bunlara gücü yetene hac farz olur. İnsanın hac vazifesini kendisi yerine getirmesi gerekir. Güç yetme söz konusu oldukça hac için vekil göndermek caiz olmaz.
Fakat bir kimse hastalık, acizlik veya çaresi bulunamayan bir engelden dolayı farz olan haccını yapamıyorsa, hac görevini yapmak üzere birini vekil etmesi caiz olur. Bir kimsenin oğlu babasına vekâleten farz haccı yerine getirebilir. Vekâlet yoluyla hac yapılınca vekil gönderenden hac görevi düşer.
Fıkıh âlimleri bu meselede delil olarak şu hadisi göstermektedir:
Bir kadın Hz. Peygamber'e gelip şöyle dedi: "Allah'ın farz kıldığı haccı eda etmek isteyen babam ihtiyarlamış bulunuyor. Bindiği hayvanın üzerinde duracak hâli yok. Ben onun yerine hac edebilir miyim?"
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Babanın borcu olsaydı ödermiydin?" Kadın: 'Evet' deyince Rasûlullah: "O halde Allah'ın borcu ödenmeye daha çok layıktır" buyurdu.
Gene rivayet olunuyor ki Has'am kabilesinden bir kadın veda hac-cında Rasûlullah'a şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Babam farz °lan haccı yapmak istiyor. Fakat kendisi o kadar ihtiyar ki bindiği hayvanın üzerinde durmaya gücü yetmiyor. Ben onun yerine hac etsem, onun hac borcu ödenir mi?" Hz. Peygamber bu soruya Evet' cevabını verdi.
Fıkıh âlimleri yerine vekil gönderen kimsenin ömrünün sonuna kadar hac yapamayacak durumda olmasını şart koşmuşlardır.
Yerine vekil gönderen kimse kısa veya uzun bir zaman sonra iyi-leşse kendisinin haccetmesi lazım gelir. Ayrıca vekil olarak hacca gidenin, müvekkil adına haccetmeye niyet etmesini ve masrafların vekil gönderenin malından karşılanmasını da şart koşmuşlardır.
SORU: Farz olan haccı yerine getirme düşüncesinde olan bir Öğrenci okulunu bırakarak hacca mı gitmeli, yoksa okuluna mı devam etmeli?
CEVAP: Hac, İslâm'ın kurallarından biridir. Hac Allah'ın emrettiği farzlarından bir farzdır. Bunun içindir ki Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Yoluna gücü yetenlerin o evi (Kabe'yi) haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. (Âl-i İmran/97)
Zaman itibariyle hac, dini farzların en son emredilip farz kılınanıdır. Rivayete göre hac, hicretin altıncı yılında farz kılınmıştır. Bir başka rivayette hicretin 9. veya 10. senesinde farz kılındığı ifade edilmiştir. İbn'ul Kayyımrın tercihi de bu rivayettir.
Fıkıh âlimlerinden bir grup farz olan haccın hemen yerine getirilmesinin farz olmayıp, erteleyerek yerine getirilebileceği görüşündedirler. Bu itibarla hac farz olduktan sonra bir veya bir kaç sene haccı ertelemekle haram bir iş yapılmış olmaz. Haccı ömürde herhangi bir senede yerine getirmek mümkündür. Vefat etmezden önce hac görevini yerine getiren kimse hacca geç gitmekle günaha girmez.
Bu görüşü savunanlar hacc hicretin altıncı yılında farz kılındığı halde Hz. Peygamber'in hicretin onuncu yılında haccetmesini delil gösteriyorlar.
İmam Şafiî şöyle der: "Hac ömürde bir kere farzdır. Farz olması ilk vakti (şartlan bulunuyorsa) ergenlik yaşıdır. Farz olmasının son vakti ise ölmezden öncesidir."
Fıkıh âlimlerinden bir diğer grup, haccın (şartlan bulunduğu zaman) derhal farz olduğu görüşündedir. Kendisine hac farz olan kimse bir engel söz konusu değilse haccı ertelemesi haram olur.
Bu görüşün delili şu hadistir:
Haccetmek isteyen kimse acele etsin. Çünkü hastalık olur, binit elden çıkar ve bir takım ihtiyaçlar ortaya çıkar.
Bir başka hadis de şöyledir:
Hac (görevini yerine getirmek)de acele ediniz. Çünkü sizden (hiç)biriniz başına ne geleceğini bilemez.
Birinci grup fıkıh bilginleri ikinci grubun görüşünü reddederek, delil olarak ileri sürdükleri hadislerin mendubluk ve teşvik için söylendiğini ifade etmişlerdir. Şüphe yok ki insanın hacca gitmeyi uygun bir vakte ertelemesi haram değilse de, hacca gitmek için acele etmesi müstehabtır.
İnsanın gönlü bu görüşe meyletmektedir. Özellikle sorudaki durumu dikkate aldığımızda buna gönül daha fazla meylediyor. Nitekim soru sahibi öğrenci olduğunu söylüyor. Ayrıca her ne kadar hacca gitmek için arzulu ve istekli olduğunu söylüyorsa da yeteri kadar parası olduğunu bildirmiyor. Soru sahibi için en faziletlisi -şimdi yeteri kadar parası olsa da- önce okuyup eğitimini tamamlamasıdır. Zira hac sezonu eğitim süresinin ortasında geliyor. Bir öğrencinin bu esnada hacca gitmesi eğitimine zarar verir ve düzenini bozar. Arkadaşlanndan geride kalır. İlim öğrenmek de dinin istediği ve teşvik ettiği bir husustur. İnşallah soru sahibi, öğrenimini tamamladıktan sonra hac farizasını da yerine getirir.
SORU: Ömürde bir defa haccetmenin farz olmasının hikmeti nedir?
CEVAP: Hac, İslâm'ın emrettiği farzlardan biridir. Hz. Allah Kur'an'daki şu ayetle haccı farz kılmıştır:
Yoluna gücü yetenlerin o evi (Kabe'yi) haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. (Al-i Imran/97)
Hac ibadeti, hicretin dokuzuncu (bir başka rivayete göre altıncı) yılında farz kılınmıştır. Müslümanın ömründe bir kere haccetmesi farzdır.
Farz olan hac görevi bir kere yerine getirildikten sonra yapılan haclar nafile ibadet olur. Hz. Allah kullarına zorluk olmaması için haccı bir defaya mahsus olmak üzere farz kılmıştır. Hac'da yolculuk olduğundan uzun zaman, azık ve bir takım eşya gerekir. Hac her yıl farz olsaydı bunların her yıl yerine getirilmesi kolay olmazdı. Hz. Allah rah-metiyle lütfedip, gücü yetenler için ömürde bir defa haccetmeyi farz kılmıştır. Tekrar tekrar hacca gitmenin kendileri için kolay olduğu kimseler nafile bir ibadet olarak birden ziyade hacca gidebilirler.
Müslim'in rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
"Ey insanlar! Size hac farz kılındı. Haccediniz!" Bunun üzerine sahabeden biri: "Her yıl mı?" diye sordu. Hz. Peygamber cevap vermedi. Adam aynı soruyu iki kere daha tekrarladı. Hz. Peygamber (bir süre sonra): "Evet, deseydim hersene haccetmek farz olurdu. Siz buna güç yetiremezdiniz" buyurdu.
Bu hadisten haccın ömürde bir defa farz olmasındaki hikmetin Allah'ın kullarına zorluk değil, kolaylık murad etmesi olduğunu anlıyoruz.
Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir. (Hac/65)
SORU: Haram para ile yapılan haccın bir kıymeti var mıdır? Bu şekilde yapılan hac kabul edilir mi?
CEVAP. Hac, islâm dininin önemli farzlarından birisidir. Müslü-bu farzı ihlaslı ve samimi bir şekilde yerine getirince geçmişi için £!r"temizlik, günahları için tevbe olur.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Her kim Allah için haccedip kötü işler yapmaz, çirkin sözler söylemezse, hacdan anasından doğduğu günki gibi (günahsız) döner.
Bir diğer hadisin anlamı da şöyledir:
Allah katında kabul edilmiş bir haccın mükâfatı ancak cennettir.
Şu kadar ki İslâm dinî haccı, ancak gücü yetene farz kılmıştır. Hac, kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere yetecek kadar mali gücü olanlara farz kılınmıştır.
Bunun içindir ki Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
Yoluna gücü yetenlerin o evi (Kabe'yi) haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. (Al-i İmran/97)
Burada "yoluna gücü yetmek" şu anlamdadır: Müslüman hac görevini yerine getireceği paraya sahip olmalıdır ve bu para helâl olmalıdır. Çünkü Allah (c.c) temizdir, ancak temiz olanı sever. Hadiste şöyle buyurulmuştur:
Haramdan beslenen vücut parçası cehennemde olmaya çok lâyıktır.
Bu bakımdan haram mal ile yapılan hac Allah katında kabul olunmaz. Zira kaynağı haram olan, haram yoldan elde edilen bir mal ile : ederek Allah'a yakın olmaya çalışmak, ne din yönünden, ne de 11 yönünden doğru bir davranış olamaz. böyle bir kimsenin cezası, terkedip yapmayan kimsenin cezası gibi değildir" demektir.
Nitekim gösteriş ve aldatma niyetiyle namaz kılan kimsenin yaptığı şey hiç de hoş birşey değildir. Bu kimsenin namazla ilgili davranışı cezayı gerektirir. Ancak bu kişinin cezası, namaz kılmayan kişinin cezası gibi değildir, (Şurası unutmamalı ki) Allah gösteriş için namaz kılana da, haram para ile haccedene de sevap vermez.
[1] Hanefi mezhebinde, Ramazan orucu için geceden niyet edilebileceği gibi, kuşluk vaktine kadar da niyet edilebilir. (Çeviren)
[2] Hanefî mezhebinde, doğumdan sonraki lohusalık halinin (nifas'ın) en uzun müddeti kırk gündür. (Çeviren)
[3] îbn'ul Kayyım bunları ifade ettikten sonra itikafuı amacına tam olarak oruçla ulaşacağını söyler. Bunun içindir ki itikaf oruç günlerinin en faziletlilerinde yapılır. Bu günler, ramazanın son üçde biridir. İbn'ul Kayyım ayrıca itikafta dünya ve ahirete yaran olan konulmanın meşru kılındığını, böylece fazla sözün sakıncalarından kurtardığını İfade etmiştir. Nitekim fazla uyku problemi gece ibadeti i!e çözümlenmiştir. Gece ibdeti (sabaha kadar uykusuz kalmak olmayıp) orta derecede uyanık .kalarak gerçekleştirilir. Böyle bir uygulama kalbe ve bedene faydalı olup, insanın yararlarım engel olmaz. ibn'ul Kayyım daha sonra şöyle diyor: "Riyazet erbabahın uyguladıkları riyazet şu dört esasa dayanır: İtikaf, oruç, konuşmamak ve ibadet. Bunların en bahtiyarı, Hz. Peygamber'in yoluna uyandır. Riyazet yapanların ne aşırı davrananı, ne de kusurlu davrananı amacına ulaşamaz." Bakınız: Zâd'ul Mead, İbn Kayyım, 1/170-171, Hale-b'baskısı, 1374
[4] Mekke'ye 42 mil uzaklıkta olan bir yerin ismidir.
[5] Gebe ve emzikli kadın, Hanefî mezhebine göre fidye veremez; mazereti sona erdiğinde tutamadığı günlerin orucunu kaza eder. (Çeviren)
[6] Telbiyede söylenen cümlelerin anlamı: Buyur Allahım buyur! Buyur Allahim senin ortağın yoktur. Şüphesiz nimet ve mülk senindir, hamd sanadır. Senin ortağın yoktur. (Çeviren)