Amme Servetinin Kaynaklarını Ferdileştirmek.
İslâm Dinî Ve Sosyalizmin Temelleri
Çalışmakla Tevekkülün Arasını Bulmak
Kardeşlik Sistemi Ve İktisadî Hikmetleri
Alış Verişler Ve Veresiye Satışlar
Mali İnsanların Zararlarına Kullanmak
Mal Biriktirmenin Ve Ribanın Haramlığı
Kumar Parasıyla Cami İnşa Etmek
Hırsızlık Mı Büyük Günah Kandırmak Mı?
Bir İşi Yapabilmek İçin Rüşvet Vermek
Bankalara Konulan Paraların Durumu
Kişinin Malını Kötü Yollarla Koruması
Bir Gayr-Î Müslîmin Bir Müslüman İçin Kurban Kesmesi
Sineklerin Yiyecek Ve İçeceklere Konması
Sarhoşluk Veren Şeyleri İçenler
Domuz Eti Ve Onunla Tedavi Olmak
Uyuşturucuyla İlgili Bazı Sorular
Uyuşturucuyu Yoketmenin Yolları
Murdar Hayvanı Yemek Ve Tasadduk Etmek
İçkî Bütün Zorlukların Kapısıdır
Kurbağa Veya Su Yılanını Yemek
Sonradan Müslüman Olana Akika Kurbanı Gerekir Mi?
Kesilecek Hayvanın Üzerine Basmak
Hicretle, Tehcir (Göç) Arasındaki Fark Nedir?
Hayat İnanç Ve Cihaddan İbarettir
Cîhad İçin Ana Ve Babanın İzni
Hayırla Şer Arasındaki Çatışma
İnançta Ve İman'da Sabit Durmak
SORU: Bir ferde veya bazı fertlere, petrol ve madenler gibi amme malı olan kaynaklan tahsis etmek caiz midir?
CEVAP: Allah (c.c) nimetlerini ve hayırlarım bütün kullarına hazırlamıştır. Ta ki herkes hayatını ve maişetini temin etsin. Eğer insan asgari ihtiyaçlannı temin edemezse hiçbir itibarı kalmaz. Halbuki Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Biz hakikaten insan oğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel güzel nzıklar verdik, yine onları, yarattıklarımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık. (İsra/70) Allah'ın lütuf ve ihsanlarını bütün kullarına ortak olarak verdiğine delil ise, Allah'ın şu sözleridir.
O, yerde ne varsa, hepsini siniz için yarattı... (Bakara/29)
Doğrusu biz sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada size geçim vasıtaları verdik... (A'raf/10)
Anlaşılıyor ki, İslâm'ın ruhu, kamuya ait olan ve onlarsız hayat geçirmek mümkün olmayan bir kaynağı bir ferde tahsis etmeyi uygun görmez. Zira bu büyük zararlara yol açar. Halbuki Rasûlullah "ne zarar görmek ne de zarar vermek vardır" diyor.
Bu bakımdan din, bir kişinin mümani arın umumî mallarını ele geçirmesini, onların temel rızık maddelerini tekeline almasını ve hayatları için zaruri olan eşyalara el koymasını asla caiz görmez. İmam İbnu'l-Kayyim Zâdu'l-Mead adlı kitabında şöyle söylüyor:
Allah suyu, insanlar ve hayvanlar arasında müşterek olarak yarattı. Onu onları suvarmak için yarattı. Birisi onun üzerine bina dahi yapsa, diğerinden daha müstahak değildir.
Yani su kaynaklan hiç kimseye tahsis edilemez.
Zaruri maddelerin ve madenlerin toplumun ortak malı olduğuna dair, -Hanefî mezhebinde müracaat kitabı sayılan Bedai'üs-Sanai isimli eserin sahibi İmam el-Kasani şöyle diyor:
Tuzlalar, zift, petrol ve benzerleri umumî ihtiyaçlardandır. Devlet başkanının bunları ferde tahsis etmesi caiz değildir. Bu bütün müslümanların hakkıdır. Onları birine tahsis etmek, müslümanla hakkını zayi etmek demektir. Bu da caiz değildir.
İmam İbn Kudame de el-Muğni adlı kitabında şöyle diyor:
İnsanların zahmetsiz kullandıkları kaynaklar, tuz, su, kibrit, zift, mumya, petrol, yakut ve bunlara benzer şeyleri müslümanlardan haczetmek caiz değildir. Çünkü bunda müslümanların zararı vardır. Bu onları sıkıntıya sokar.
Yine İbn Kudame yeraltındaki madenlerin de bir kişiye mal edilmesine karşıdır. Yer altı madenlerine de insanlar ancak zorlukla ulaşabilir. Bunlar ise altın, gümüş, demir, bakır, kalay, billur ve finiz gibi madenlerdir. Bunların da mülkiyeti caiz değildir.
Bundan da anlıyoruz ki umumî servetin kaynaklanm ve toplumun asıl ihtiyaçları olan şeyleri, birisinin inhisarına vermek caiz değildir.
SORU: İslâm'ın »fakirliği teşvik ettiği doğru mudur?
CEVAP: İslâm, faziletli ve kuvvetli bir toplum oluşturmaya çalışır. Hayır yollarına, güzelliklere, iyiliklere, barış ve emniyet içinde olmaya teşvik eder. Her şeye karşı hazır olmayı, mal biriktirmeyi, düşmanın silahıyla silahlanmayı da tavsiye eder. Kur'an'da şöyle deniliyor.
Ey Peygamber! Temiz olan şeylerden yeyin, güzel işler yapın... (Mü'minun/51)
Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet...hazırlayın. (Enfal/60)
Bundandır ki İslâm, fakirliği bir ayıp saymış, ondan kurtulmak gerektiğini beyan etmiştir. Hadis-i şerifte "Eğer fakirlik bir adam olsa idi onu öldürürdüm" buyrulmuştur.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle dua etmiştir:
Allahım! Küfürden ve fakirlikten sana sığınırım, kabir azabından da sana sığınırım. Senden başka ilah yoktur.
Bir sahabisine şöyle diyor:
Varislerini zengin bırakman, onları fakir ve halka muhtaç bırakmandan daha iyidir.
İslâm, şerefli bir zenginliği ve temiz bir geçimi güzelliklerden saymış, müslümanın onunla müzeyyen olmasını dilemiştir. Bundandır ki Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın fazlını aramak, yeryüzünde güzel kazanç elde etmek teşvik edilmiştir. Rasûlullah (s.a) "Güzel mal, güzel adama ne iyi yakışır" buyuruyor ve yine, "Şüphesiz ki Allah (c.c) takva sahibi, muttaki, zengin ve gösterişsiz kulunu sever" diyor.
Yine Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle dua ettiğini görüyoruz: Allahım! senden iffet ve zenginlik istiyorum.
Eğer zenginlik kötü bir şey olsa idi, Allah Rasûlü onu rabbinden istemezdi. Kur'an-ı Kerim'de fakirliğin kaldırılması Allah (c.c) tarafından büyük bir nimet sayılmış, Allah onunla, Peygamberi'ne minnette bulunarak şöyle demiştir:
O, seni yetim bulup barındırmadı mı? Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi? (Duha/6-8)
Rasûlullah insanın malını koruması hususunda şöyle diyor: Kim malının müdafaasını yaparken öldürülürse o şehittir.
İslâm'da fakirliği teşvik eden bazı naslar ve kaidelerin varlığından yine bu naslarla, faziletli zenginliği ve genişliği öven naslar arasında çelişki olduğndan bahsediyorlar. Bunu şöyle değerlendirebiliriz: Görüyoruz ki bazı insanlar işe girmek istiyorlar iş bulamıyorlar, veya işleri bozuluyor veya hasbel kader başlarına bela ve musibetler gelip malları ve servetleri yok olup gidiyor. İşte burada bu naslar imdada yetişir, o kişileri sabretmeye, imkanlar el verince bir an önce fakirlikten kurtulmaya teşvik eder.
İslâm, fakirliği teşvik etmiyor. Ancak mal biriktirip de paylaşmayı bilmeyen stokçulara karşı bir hudut tayin etmiştir. İşte İslâm bu tür insanlara toplamada letafeti ve az mal toplamayı, onun hakkını vermeyi, onun mesuliyetini yerine getirmeyi emrediyor. Bu İslâm'ın fakirliği şiar edindiği, müslümanlara tavsiye ettiği anlamına gelmez. Eğer öyle olsa idi müslümanlar zayıf ve zavallı olurlardı. İslâm, müslümanların kuvvetli ve faziletli olmasını ister:
Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsamz, üstün gelecek olan sizsiniz. (Âl-i İmran/139)
SORU: İslâm'ın sosyalizmin temellerini reddettiğini söylüyorlar, bu doğru mudur?
CEVAP: İslâm, ilahi ve evrensel insanlık dinidir. Sosyal adaleti gerçekleştirmek için gelmiştir. Sosyalizm de bu içtimai daveti gerçekleştirmeye çalışıyor. Çünkü sosyalizm, isminden de anlaşıldığı gibi, insanları Allah'ın geniş nimetlerinden, umumî lütuflarından yararlandırmak, kalkınmada yardımlaşmak, bela ve krizlerde tesanüt kurmak demektir.
Hanif olan İslâm dini adaletiyle ve naslanyla umumî mülkiyetle, hususî mülkiyet arasındaki dengeyi, faziletli, adaletli, ahlâklı ve insanî sosyal adaleti gerçekleştirmek istiyor. Ferdin hakkını da korur, toplumun hakkını da korur. İslâm'ın hakiki sosyal adaleti kabul ettiğine dair delil ise, kâinatta olan her hayırlı şeyin bütün insanlar için yaratılmasıdır. Bu nimetler falan filan şahıs için olmadığı gibi, falan filan cemaat için de değildir. Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
O, yerde ne varsa, hepsini sizin için yarattı. (Bakara/29)
Yeryüzünden de bahsederken şöyle diyor: ve orada size geçim vasıtaları verdik. (A'raf/10)
İslâm, müntesiplerini, yardımlaşan, birbirine kefil olan, birbirine zamin olan Allah'ın nimetlerinde ortak olan bir kitle olarak kabul eder. Rasûlullah (s.a) şöyle diyor:
Müslümanların kam eşittir, onlar kendilerinden başkalarına karşı tek bir el gibidirler. İçlerinden en düşük seviyede olanın verdiği emanı kabul ederler.
Ve yine şöyle buyuruyor:
Sizden biriniz kendisi için sevdiği şeyi din kardeşi için de sevmediği müddetçe iman etmiş sayılmaz.
Ve yine şöyle buyurmuştur:
İnsanlar üç şeyde ortaktırlar onlar da su, ot ve ateştir.
Bu son hadis açıkça gösteriyor ki İslâm'ın ruhu, faziletli, adil sosyalizmi kabul ediyor.
Hakiki sosyalizm, insanlar arasındaki yakınlaşmayı ve hayatta itidali, israfla savaşmayı ve refaha mukavim olmayı gerektirir. Zaten İslâm da bunu istiyor. Kur'an şöyle diyor:
Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke helake müstahak olur. Biz de orayı darmadağın ederiz. (İsra/16)
Mü'minlerden bahsederken de şöyle diyor:
(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler, ikisi arasında orta bir yol tutarlar. (Furan/67)
SORU: İslâm'da mülkiyeti tahdit etmek var mıdır? Varsa delili nedir?
CEVAP: Şüphesiz İslâm, çalışmaya, kazanmaya, üretmeye ve mülk edinmeye teşvik ediyor. Ancak bunların sağlam ve kuvvetli bir yolla olmasını istiyor. Şerefli ve temiz bir şekilde, iyi ve güzel bir gaye ile mal edinmelidir. Bu nedenle mülk edinmek için İslâm bazı şartlar ve kayıtlar koymuştur. Mülk edinme genellikle çalışmakla olur. Her ne kadar, vasiyet, hibe ve miras yoluyla da insanlara bir şeyler gelse de servetin esası çalışmaktır.
Servetin, mutlaka meşru yollardan edinilmesi gerekir. Bundandır ki islâm, kandırmayı, gasbı, çalmayı, ribayı, kumarı, karaborsayı, fahiş kân ve sömürüyü haram kılmıştır. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Helâli aramak her müslümana farzdır.
Ve yine bundandır ki İslâm, şarabı, uyuşturucuyu, domuzu, putları ve bunlara benzer şeyleri mülk edinmeyi haram kılmıştır.
Kişi, kazandığı malı kendi nefsine, çocuklarına ve nafakası kendisine vacib olanlara harcamahdır. Bu harcamayı yaparken cimrilikten ve israftan kaçınmak gerekir. Yine kazandığı maldan Allah'ın hakkını yani farz olan zekatı vermesi vacibtir. Zekatın dışında tasadduk ve teberruda bulunması da güzel görülmüştür. Ümmetin hakkını vermek gerekir. O da umumî maslahatın iktiza ettiği şeylerdir. Yine insanlann mallarını başkasının zararına kullanması da haram kılınmıştır. Eğer birisi böyle yaparsa, ^etkililer onu malını kötüye kullanmaktan alıkoy-malıdır.
İnsanlar mülk edinmede bu şartlan yerine getirirlerse, o zaman gayr-i meşru mal ve mülk edinmezler, bilakis hak yolla helâl mülk edinirler.
Araştırmacı âlimler, fiyatları artıran karaborsacıların kârlarına bir sınır konması gerektiğini söylüyorlar. Çünkü bunlar millete zarar veriyorlar. Kârlarına hudut koymak caiz olduğu gibi mallarına da sınır koymak gerekir. O caiz ise, bu da caizdir. Devlet başkanı veya ehl-i hal ve akd (yetkililer) fazla mülk edinmeyi uygun görmüyorlarsa, onlara itaat etmek vacibtir. Çünkü bu seri siyaset meselesidir.
Bu açıklamalardan anlıyoruz ki, toplumun maslahatı ve zaruretler gerektirirse, mülkiyeti tahdit etmek İslâm'a göre caizdir. Bu da zaruret miktarı kadar takdir edilir.
SORU: Bazı insanlar, İslâm'ın derebeyliği tanıdığını ve ona sıcak baktığını söylüyorlar. Bunun sıhhat derecesi nedir?
CEVAP: İslâm'ın derebeyliğe sıcak baktığı fikri sahih bir fikir değildir. İnsanların, orta çağdan kalma derebeyliğe karşı çok büyük bir nefreti vardır. Aslında işin en vahim tarafı iftiracıların müslümanların adına "ikta" (araziyi işletmek için birine tahsis etmek) dediği şey ile Batının derebeylik nizamı arasında bir benzerlik kurmalarıdır.
Orta çağda derebeylik şöyleydi: Derebey olan kişi toprağın büyük bir bölümünü mülkiyetine alır, onu işgal ederdi. O toprakta çalışan çiftçiler onun kölesi olurlardı. O insanlar ve hayvanlar üzerinde tasarrufatta bulunurdu. Bu konuda onu hiç bir kudret, kanun, adalet ve ahlâk bağlamazdı.
Ancak İslâm tarihinde olan ikta devlet başkanın bir ferde bir araziyi tahsis etmesidir, ancak bu kayıtsız şartsız bir tahsis değildir. O kişi üç yıl içinde araziyi ıslah ve imar etmek ve onu kullanmak zorundadır. Yoksa ondan geri alınır, başkasına verilir. Bu arazinin kimseye ait olmaması şartı da vardır. Umumun muhtaç olduğu bir arazi de olmayacak. İçinde umumun muhtaç olduğu bir maden de olmamalı. Şüphesiz bu faydalı bir iştir. Bu bir yönden muhtaç olana bir yardım, diğer taraftan da halkı çalışmaya teşvik etmektir. Burada devlet çalışsınlar diye bir kısım fakirlere arazi temlik etmiş demektir.
Rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a) Bilâl b. Haris'e imar etsin diye bir parça arazi verdi. O da bu arazinin bir kısmını imar, diğer kısmım ise, ihmal etti. Hz. Ömer halife seçildiği zaman Bilal'a "Rasûlul-lah, sen insanlardan haczedesin diye bu toprağı sana vermedi. Onu iş-leyesin diye sana verdi. Onu işleyebildiğin kadarını al diğerini geri ver!" dedi.
İhtikaren, zalim, stokçu derebeylik nerde, toprağı imar etmek için ıslahına çalışmak olan ikta nerede. İşte İslâm'ın ikta sistemi budur.
SORU: Çalışmayıp rızkı beklemek tevekkül müdür?
CEVAP: Rivayetlere göre bir adam devesini başıboş bıraktı ve 'Ben Allah'a tevekkül ettim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) ona dedi ki: "Bağla da öyle tevekkül et." Yani deveni sağlam bir iple bağla ki bir yerlere gidip kaybolmasın, ondan sonra da Allah'a tevekkül et.
Fakihler, âlimler, bu hadisi tevekkülün son hududunu çizen bir delil olarak görüyorlar. İslâm'da tevekkül bütün sebepleri terketmek demek değildir. Veya tevekkül, kişinin işi ve ihtiyatı ihmal edip, insanı hedefine götüren vesileleri terketmek demek değildir. Aksine tevekkül insanın bütün gayretini ve cehdini kullanması sonra işi Allah'a havale etmesidir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:
Eğer mü'minler iseniz ancak Allah'a güvenin. (Maide/23) bilmelisiniz ki Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın... (Ankebut/17)
Burada Kur'an-ı Kerim imana işaret etmiştir. İman ise bir akide, azim ve yakindir. Bir yol üzerinde sebat etmek demektir. Yine Kur'an rızık aramaktan bahseder. Onu aramak onu talep etmek demektir. Talep de çalışmayı gerektirir. Talepten sonra da Allah'ın inayet ve koruması gelir.
Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Siz gerçek manada tevekkül etmiş olsaydınız, Allah kuşların rızkını verdiği gibi sizin de rızkınızı verirdi. Onlar aç olarak yuvalarından çıkarlar, tok olarak yuvalarına dönerler.
Bu hadisten bir ders çıkarmak mü'mine vacibtir. Kuş yuvasında durmuyor; sabah çıkıyor, karnı bomboş, aç olarak, sonra geziyor, dolaşıyor, akşamleyin karnı dolu ve tok olarak dönüyor.
imam Gazâlî Ihya-ı Ulumu'd-Dîn isimli eserinde şöyle söylüyor:
Zannediliyor ki tevekkül çalışmamak demektir. Bu cahillerin anladığı manada bir tevekküldür. Şeriatta böyle bir tevekkül haramdır. Şeriat tevekkül edeni övmüştür. Öyle ise, dinin sakıncalı gördüğü bir şeyle, dinin yüce bir makamına çıkılır mı?
Ve yine şöyle diyor:
Eğer ekmek veya yemeğin dışında Allah'ın seni başka bir şeyle doyurmasını temenni edersen veya ekmeğin sana kendiliğinden gelmesini bekliyorsan, veya bir meleğin ekmeği sana çiğneterek midene vasıl olmasını bekliyorsan, Allah'ın koymuş olduğu sünnetini inkar etmiş olursun. Yine tarlayı sürmeden, tohum atmadan, ekin beklemek beyhudedir. Bunların hepsi birer deliliktir.
Hz. Ömer b. Hattab diyor ki:
Sizden hiç kimse rızık talebinde ihmalkarlık yapmasın. Yine herkes bilsin ki gökten ne altın ne de gümüş yağar.
Kur'an-ı Kerim çalışmak hakkında şöyle buyuruyor:
Deki: "(Yapacağınızı) yapın! Amelinizi Allah da Rasûl'ü de mü'minler de görecektir." (Tevbe/105)
Kim zerre miktarı şer işlemişse onu görür. (Zilzal/7-8)
Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir. (Necm/39-41)
SORU: Hz. Peygamber'in (s.a) kurmuş olduğu kardeşlik sistemi nedir? Bu nizamın hikmetleri nelerdir?
CEVAP: Rasûlullah (s.a) Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra, Muhacirlerle Ensar arasında kardeşlik kurdu. Onlan Allah yolunda ikişer ikişer kardeş yaptı. Bu kardeşlikte, kan ve nesep kardeşliğinde olan hükümler geçerli idi. Öyle ki biri ölse diğeri ona varis olurdu. İmam İbn Kayyım el-Cevzî bunun Enes b. Mâlik'in evinde yapıldığım söylüyor. Bu kardeşlik nedeniyle oluşan hukukî hükümler ve haklar Bedir savaşına kadar sürdü. Nihayet Allah şu ayeti indirdi:
Allah'ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (varis olmaya) daha uygundur. (Enfal/75)
Bu ayetle birlikte miras akrabalara döndü. Muhacirlerin geçim seviyesi de yükseldi. Bu din kardeşliğinin en büyük neticesinde Ensar, "Rabbimiz Allah'tır" demekten başka hiç bir suçlan olmayan yerlerinden ve yurtlarından haksız yere çıkarılan muhacirleri evlerine alıp öz-kardeşleri gibi kabul ettiler. Bir kısım Ensar, Muhacir kardeşlerini mallarına ortak etmeye teşebbüs ettiler. Ancak Muhacirler bu teklifi kabul etmediler. Onlar, ticaret, ziraat ve sair işlerde çalıştılar. Onlar, çalışmada, üretimde ve diğer işlerde Ensarla yarıştılar. Hatta onlardan bazılan hakkında "Onlar sahranın kumlarını altına çevirme kabiliyetindedir-ler" dediler, yani tuttukları altın oluyor.
İmam İbn Cerir et-Taberi tefsirinde şöyle bir hadis-i şerif rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
Ey Ensar! Kardeşleriniz mallarını ve evlatlarını bırakarak size geldiler. Onlar da, "Mallanınız onlarla müşterektir" dediler. "Rasûlullah bundan başka birşey düşünün" deyince, "Ya Rasûlullah! Başka ne olabilir?" dediler. O da, "Bunlar iş konusunda tecrübesizdirler, bir şey bilmezler, meyveleri onlarla bölüşün!" buyuranca, "Olur ya Rasûlallah!" dediler.
Burada bir takım müslümanlar çok muhtaç bir duruma düştüler. Allah Rasûlü (s.a) onlara "Suffayı" tahsis etti. O Mescid-i Nebevi'nin bitişiğinde bir hol idi. Allah'ın Muhacir ve Ensara verdiği rızıktan onlara harcandı. Onlar da böylelikle barındırıldılar.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Allah Rasûlü, bu kardeşliği icra etmekle, muhacirlerle, ensarın birliğini kurdu. Medineli olan Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki düşmanlığı da böylelikle kaldırmış oldu.
Yine şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bu kardeşlik sosyal adaleti gerçekleştirmek için atılan ilk adımdır. Yine bu kardeşlik inanan bir cemaatın fertleri arasındaki yakınlaşmayı, iktisadî işlerde adaletin gerçekleştirilmesini ve hakça paylaşmayı meydana getirmiştir.
Hz. Peygamber'in (s.a) da'vetle ilgili şeyleri hep vahy ile olurdu. Çünkü Allah Teâlâ Hz. Peygamberle ilgili olarak şöyle buyuruyor.
O, arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir. (Necm/4-5)
Vahyin Kur'ani bir nasla (metinle) gelmesi şart değildir. Allah'ın elçisi Cebrail sabah-akşam Allah'ın emir ve hükümlerini getirmek için gidip geliyordu. Bir çok konu vardır ki Rasûlullah bu nevi vahy ile tasarrufta bulunmuştur. Kardeşlik konusunda Ensardan ve Ensarın Muhacirlere olan yardımlarından Allah şöyle bahsediyor:
Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Bunların arkasından gelenler şöyle derler: "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiç bir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!" (Haşr/9-10)
Hz. Peygamber'in bu tasarrufu ister geçmiş bir vahye dayansın, ister gizli bir vahye dayansın, bizim iman ettiğimiz şey şudur ki Rasûlullah masumdur. Ümmetinin daveti hakkında hatadan halidir. Çünkü o rabbinin vahyinde emindir. O'nun risaletini tebliğ etmiştir. O'nun davetini bütün alemlere ulaştırmıştır.
SORU: İslâm'da tekkelerin yeri nedir?
CEVAP: Tekkeler makbul bazı arzular için meydana çıkmıştı. O da yoksulları barındırmak, muhtaçlara yardımcı olmak, yardımlaşmayı gerçekleştirmek için oraları birer merkez ittihaz etmek idi. Çarpıtma devirlerinde tekke bu mesajından ve imajından uzaklaştı. Bir çok insan tekkeleri tembellik evi haline getirdiler. Böylelikle hayat yolunda çalışmadan koptular. Böylelikle tekkeler, muhtelif yerlerde, tembel, atıl ve çalışmadan rızıklanmak için uygun mekanlar haline geldiler.
Şüphesiz İslâm, kişinin geçimini temin etmek için çalışmaya teşvik ediyor. Çalışabilenlerin başkalarına muhtaç olmaları caiz değildir. Bu hususta Hz. Peygamber'in şu sözü bizim için rehberdir:
Sizden birinizin ipini alıp, sırtında odun taşıması, insanlardan bir şey istemesinden daha hayırlıdır. O insanlar ona versinler veya vermesinler.
Bazıları güçleri yerinde olduğu halde eğer tekkeleri bir geçim kaynağı yapıyorlarsa, bu asla dinle bağdaşmaz. Tekkelerin bir çoğu öyle işlere sahne oldular ki onları burada anmak bize yakışmaz. Bunların bazılarından kokuşmuş günah rüzgârları esti, bazılarında da uyuşturucu dumanı çıktı. Allah herşeyi daha iyi bilendir.
Din, körü körüne tevekkül edeni sevmez, gücü yetene çalışmayı farz kılmıştır. Ancak devlet tekkeleri toplumsal payeler için ıslah ederse, rlaç ve yardımları dağıtmak ve diğer amme hizmetleri için kullanılırsa, o zaman din bundan hoşnut olur, onu tebrik eder.
SORU: Bir konfaransta, Hz. Peygamser'in "Kuvvetlisinden alınıp zayıfına verilmeyen bir ümmet kudsileşir mi?" buyurduğunu işittim. Bu sahih bir hadis midir? Buradaki kudsîlikten kasıt nedir?
CEVAP: Evet bu sahih bir hadistir. îbn Cüban ve İbn Mace rivayet etmişlerdir. Buradaki kudsî kelimesi temizlenme manasına geliyor. Yani kuvvetlilerin zayıflara zulüm yaptığı, zenginin fakiri ezdiği bir toplum nasıl günahlardan temizlenecektir. Rasûlullah'ın şu sözü de bunu takviye ediyor:
Kıyamet gününde adil olan kadı getirilir, şiddetli bir hesaba tabi tutulur. O ömründe iki kişi arasında hüküm vermemeyi temenni eder.
Yani "keşke insanlar arasında hüküm vermeseydim" diyecektir. Çünkü adaleti sağlamak çok zordur.
SORU: Erkeklere altın yüzük kullanmak haram mı, mubah mı?
CEVAP: Altın ve ipekle zinetlenmek erkeklere haramdır. Kadınlara ise helaldir. Buna delil ise, Peygamberimiz'in şu sözüdür:
Bu altın ve ipek ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helâldir.
Bu nedenle fakihler erkeklerin altın ve gümüşle zinetlenmelerinin caiz olmadığını söylemişlerdir.
ihtiyar adlı fıkıh kitabında şöyle deniliyor: Yüzük, kemer, kılıç süslemesi için, dişleri birbirine bağlamak için burun takmada altın ve gümüşü kullanmayı caiz görmüşlerdir. Fakihlerin bazıları da altın kaplamalı kapları kullanmayı caiz görmüşlerdir.
Onlardan bazıları altın-gümüş karışımı olan kapların kullanılmasında da bir sakınca görmüyorlar. Çünkü altın-gümüş onların (diğer madenlerin) içinde kaybolup giderler.
Yine fakihler, yüzüğün başını altın bir telle bağlamayı, caiz görüyorlar. Yine altın olmayan bir yüzüğün kaştaki deliğini de altınla doldurmayı sakıncalı görmüyorlar. Çünkü burada kullanılan altın az bir şeydir.
Bununla beraber fakihler altın yüzüğü mubah görmüyorlar. Altın uçlu kalem kullanmak da mubah değildir.
SORU: İslâm'da şirket nedir? Şirketleşmenin faydası şartlan nelerdir, ne zaman geçersiz olur? Bu sorularıma Hanefî mezhebine göre cevap verir misiniz?
CEVAP: Şirket lugatta karıştırmak demektir. Yani iki mülkü, iki malı veya iki hisseyi karıştırmak, dinde ise iki veya daha fazla kişinin bir yere müdahale etmeleridir. Şirketten gaye ise, kâr elde etmek veya beklenen bir faydayı gerçekleştirmektir.
İnsan bu dünyada her işi kendi başına yapamaz. Bütün emellerini
gerçekleştiremez. Bu konuda başka şahıslara ihtiyaç olur. Beşerî ihtiyaçlar, şirketin meşruluğuna bir sebeptir. Allah (c.c) kendi fazlından, kereminden şirke ti es/ney i insanlara meşru kıldı.
Şirketleşmenin dinen caiz olduğuna delil, Rasûllüllah'ın (s.a) şu sözleridir:
Ortaklar hainlik etmedikleri sürece, üçüncüleri Allah'tır. İki ortak birbirlerine hainlik yaptıkları zaman aralarında bereket yok olur gider.
Kays b. Sabit bez ve deri ticaretinde Hz. Peygamber'in (s.a) ortağı idi. Ve yine Rasûllulah (s.a) Üsame b. Serik'ten bahsederken; "O or-tağımdı, o ortakların en hayırlısı idi. O ısrar etmez, münakaşa yapmaz ve muhalefet etmezdi" buyurmuştur.
Başka bir rivayette de şöyle geçiyor: Üsame b. Şerik bir gün Hz. Peygamber'e gelerek 'Beni tanır mısın?' diye sordu. Hz Peygamber de 'Seni hiç tanımaz olur muyum? Sen benim ortağım idin. Ne güzel ortak idin. Münakaşa ve inat etmezdin' dedi.
İnsanlar geçmiş asırlarda ortaklaşa iş yapıyorlardı. Bunu da, iş ve ticaret kapılarını açmak, ticaret hayatını canlandırmak için yapıyorlardı. Müslümanlar da bunu yaptılar. RasûTullah şöyle buyuruyor:
Ümmetim dalalet (sapıklık) üzerinde toplanmaz.
Müslümanların güzel gördükleri şeyler güzeldir.
Şirketleşmenin çeşitleri vardır. Onlardan bazıları şunlardır: Akit şirketi; iki kişinin sermayede ortaklığıdır.
Akit şirketinin kısımlarından birisi de mufavada şirketidir. Bu mu-favada eşitlik manasına geliyor. Yani taraflardan her ikisi tam eşittirler.
Şirket-i mufavada iki veya daha fazla kişinin, mal, tasarruf ve kârda müşterek olmalarıdır. Burada her konuda eşitlik vardır. Ortakların her biri diğerine hem vekil hem de kefil oluyor. Onlardan her biri diğerine şirketin işini herhalukarda havale etmiş ve ona rıza göstermiştir.
Buna delil ise, Rasûlullah'm şu sözleridir:
İşi birbirinize havale edin. Çünkü bu büyük bir berekete sebebiyet verir.
Bu tür şirketleşmede şu şartlar bulunmalıdır: Bu ortaklık iki hür, baliğ, âkil, müslüman veya iki zımmi arasında olmalıdır. Bir hürle köle aracında, caiz değildir. Çünkü tasarrufta denklik yoktur. Bir müslü-manla bir zımmi arasında da caiz değildir. Çünkü burada da din eşitliği yoktur. Sermaye ve kârda eşitlik olmayınca da bu ortaklık caiz olmaz. Yani her konuda eşit olunacaktır. Taraflardan birinin tasarrufu diğerini bağlar. Taraflardan birisine tanınan hak diğerine de tanınır.
Bu tür şirketleşmede iki tarafın sermayesinin da para olma şartı vardır. Ta ki eşitlik tam tahakkuk etsin.
Bir de inan şirketi vardır. inan lügatte hapsetmek, tutmak, kayıt altına almak manasına geliyor. Bundandır ki, hayvanın boynuna takılan şeye inan (dizgin) denilir. Çünkü o dizgin onu bazı hareketlerinden alıkor. Biz de bu şirkete inan şirketi diyoruz. Çünkü o kayıtlı bir şirkettir, mutlak, serbest bir şirket değildir. Yani az önce bahsi geçen mufavada şirketi gibi değildir. Çünkü taraflardan her biri, diğerini tasarruftan menedebilir. Onlardan her biri diğerine vekil olabilir, ancak biri diğerine her konuda kefil olamaz.
İnan şirketinde, sermaye değişik olabilir, ticaretin muayyen bir nevinde ortaklık akü sahih olur, umumî ticarette de sahih olur. Taraflar istedikleri kadar sermaye koyabilirler. Tarafların şart koştukları kadar kâr payı olur. Ortakların hisseleri değişik olabilir. Buna delil ise, Hz. Peygamber'in şu sözleridir:
Kâr payı, iki tarafın şartlarına bağlıdır. Zarar ise sermayenin miktarına göredir.
Yani kâr, üzerinde ittifak ettikleri şartlara göre dağıtılır. Zarar ise, iki tarafın sermayesinin miktarına göre bölüşülür.
İnan şirketinde her iki tarafın da ticaretin kaidelerine uymaları gerekiyor. Çünkü şirketleşme bunu gerektiriyor.
Tarafların mallan yok olursa, veya bir tarafın malı alış verişten önce helak olursa, şirket bozulur.
Bir de sanayi şirketi denen bir nevi şirket vardır. Buna sanayi denmesinin sebebi, iş ve sanata ortak olunmasından kaynaklanmaktadır. Bu tür şirketlere hirfet yani sanat veya tebekkül yani kabullenme şirketi de deniliyor.
Bu şirketin de şekli şöyledir: İki veya daha fazla kişinin ziraat, terzilik ve benzeri bir sanat üzerinde birleşip iş ortaklığı yapmalarıdır.
İşin aralannda yarı yarıya, kârın ise değişik olması caizdir. Çünkü buradaki kâr işlerinin karşılığıdır. Çünkü onlardan birinin işi diğerinden daha iyi ve sanatı diğerinden daha güzel olabilir.
Ortaklardan birisinin üstlendiği iş diğerini de bağlar. Çünkü bu işi alan kişi bunu hem nefsine asaleten, hem de ortağına vekaleten almıştır. Her ikisi de çalışırlar, kârda da hakları vardır.
Bir de şirket'ül-vucuh denen bir nevi şirket vardır. Vucuh şahsiyet ve itibar demektir. Yani bazı insanlar vardır ki halkın yanında yüzleri ve itibarları olur. Bunlar peşin bir şey vermeden diğer insanlardan mal alabilir. Âlimler, bu tür şirketlerin parasız insanlar arasında cereyan ettiğini söylüyorlar, ki parasız iki kişi mala para vermeden alırlar, çünkü şahsi itibarları ve kredileri vardır. Sonra o malı peşin para ile satarlar. Mal sahibine parasını verdikten sonra kalan kân aralarında bölüşürler. Onlardan her biri diğerine vekil olur.
İşte yukarıda bahsi geçen yollarla ortaklık yapmak hiç kimsenin inkar etmediği bir şeydir ve caizdir.
Ortaklardan hiç biri, diğerinin izni olmadan onun hissesinin zekatını veremez. Çünkü bu zekat işi şirkete dahil değildir ve ticaretten sayılmaz.
Bu şirketleşme ortaklardan birisinin ölümüyle iptal olur veya ortaklardan birisinin dinden çıkıp mürted olarak düşman bir ülkeye iltihak etmesiyle bozulur.
Akit şirketinin şartlarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Taraflardan her birinin, tasarrufta, ticarette, işi kabul etmede ortağına vekil olmasıdır.
Bu şart tarafların her birinin vekalete ehil olmasını da kapsıyor.
2. Tarafların kâr nisbetinin belli olması gerekir ki bilgisizlik tarafları anlaşmazlığa götürmesin.
3. Tarafların kârları bütün kârdan şayi bir cüz olmalı, muayyen olmamalı, mal cinsinden kâr miktarını tayin etmek caiz değildir. Yani falanca tarafa yüz dinar veya bin dinar veya buna benzer bir miktar düşüyor demek caiz değildir.
4. Malla ilgili şirketlerde sermayenin nakit olması lazımdır.
Zira eşyanın fiyatları değişik olduğundan eşya/mal cinsinden olan şey insanı bilgisizliğe götürür. Burada ortakların kandırılması muhtemeldir.
5. Ticarete başlama anında şirketin ana sermayesi hazır olmalıdır.
Çünkü şirketten amaç kâr sağlamaktır. Bu da ancak mal hazır ve mevcut olunca mümkün olur.
Şirket aşağıdaki şeylerden birisiyle iptal olur.
1. Taraflardan birisinin şirketi feshetmesiyle şirket bozulur.
Çünkü şirket akü caizdir, lazım değildir. Bu nedenle ortaklardan her biri ortaklık aktini feshedebilir. Bunu yaparken ortağını haberdar etmelidir. Ortağı kayıp da olsa haberdar olmalıdır. Bu fesihle ortaklık bozulur.
2. Ortaklardan birinin ölümüyle şirket iptal olur.
Çünkü burada mülkiyet intikal eder, ölümle tasarruf ehliyeti kalkar, artık diğer ortak bu ölümü bilsin veya bilmesin durum değişmez. Ölüm anından itibaren ortaklık sona erer.
3. Ortaklardan birisinin mürted olup, dâru'l-harbe iltihak etmesi ile de ortaklık son bulur.
Kadı da buna hükmetmişse, mürtet, müslüman olarak dönse yine de ortaklık olmaz.
4. Ortaklardan birisinin delirmesiyle ortaklık sona erer. Çünkü o zaman tasarruf ehliyeti yok olur.
5. Ortaklık inkârla da bozulur. Zira inkâr da feshetmek gibidir.
SORU: İslâm'da alış verişin mubah olmasının hikmeti nedir? Alış verişin şartları nelerdir? Veresiye satışlarının hükmü nedir? Hanefî mezhebine göre açıklamanızı rica ediyorum.
CEVAP: Toplum, alış verişten müstağni olamaz, alış verişsiz bir toplum düşünülemez. Çünkü bir insan muhtaç olduğu herşeyi elinin altında bulunduramaz. Herşeyi elinin altında bulunduran birisini farzetsek bile bu defa bu kişinin bazı şeyleri diğerlerine vermesi gerekecektir.
Bu bakımdan insanlar geçmiş asırlardan beri alış veriş nizamını tanımışlardır. Allah'ın dini de bunu kabul etmiştir, nitekim beşeri kanunlar da bunu kabul etmiştir.
Bey, (yani alış-veriş) lügatte, bir malı bir mal mukabilinde mülk edinmektir. Yani istenilen, rağbet edilen bir malı, rağbet edilen bir malla mübadele etmektir. Şer'an bey ise, kazanç yoluyla, rıza göstererek bir malı bir malla değiştirmektir. Alış-veriş kelimeleri, biri diğerinin yerinde kullanılır. Alış verişin dinen caiz olduğuna delil Allah'ın şu sözüdür: Allah, alım, satımı helâl kıldı... (Bakara/275) Rasûlullah da şöyle buyuruyor:
Ey tüccarlar! Muhakkak ki sizin şu ticaretinize hile ve yalan karışıyor. Ona biraz da sadaka da karıştırın.
Bu hadis ticaretin aslının helâl olduğunu gösterdiği gibi, onu hile ve yalandan temiz tutmaya da teşvik ediyor.
Alış verişin rüknü icâb ve kabulden ibarettir. Satıcının sattım veya satıyorum, müşterinin de satın aldım veya alıyorum demesi gibi, veya satıcı alıcıya, "Bunu şu kadar mal mukabilinde alınız." Müşterinin de "Kabul ettim veya satın aldım" satıcının da "Tamam, verdim" demesi gibi. Fukaha ıstılahında bu kelimelere, icâb ve kabul sığası (kalıbı) denilir.
İşte bu siğa (ahş-veriş kalıpları) iki taraf arasındaki rızalaşmayı gösterir. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır.
Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması müstesna, mallarınızı, batıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda yemeyin. (Nisa/29)
Allah Rasûlü de şöyle buyuruyor:
Rızası olmadan, müslümanın malı helâl olmaz.
Alış verişte bulunan iki tarafın da akit ve temyizde bulunmaları şarttır. Yani satılan şeyin mütekayyim ve teslim alınması mümkün olan bir şeyden olması gerekir. Alışverişin geçerli olabilmesi için, satıcının, sattığı şeye malik olması ve onun üzerinde tasarruf ve velayet hakkına sahip olması da şarttır.
Elden ele alıp vermek de icâb ve kabulün yerine geçer. Yani taraflardan biri eşyayı eliyle diğerine verir, diğeri de ona parayı uzatarak eşyayı alır. Mesela günlük bir gazete almak için konuşmadan onun satıcısına parayı uzatıyorsunuz, o da size gazeteyi uzatıyor. İşte bu alış veriş konuşulmadan yapılır. Allah bu konuda şöyle diyor:
Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması müstesna
Rızalaşma tarafların iradeleriyle, alıp-vermekle hasıl olur. Bu konuda bir konuşmaya yani icab ve kabule gerek yoktur.
Rivayetlere göre Süfyan es-Sevri bir nar satıcısına gelerek bir miktar para verir, narlardan bir tane alıp gider. Rızalaşma olduktan sonra peşin alıp vermek değersiz şeylerde caiz olduğu gibi, pahalı şeylerde de caizdir. Çünkü İslâm alış-verişte iki hedefin gerçekleşmesini gözetir:
a. Satılan iki şeyin denk olması, b. Rızanın bulunması.
Bu nedenle mökrehin (zorlanan kişinin) alış verişi sahih değildir. Çünkü Rasûlullah (s.a) şöyle diyor:
Müslümanın rızası olmadan malı helâl olmaz.
Alış verişte bir takım şartlar vardır ki onları şöyle sıralayabiliriz:
1) Satıcının akıllı olması, ta ki tasarrufa ehil olsun,
2) Müşterinin, satışı arz edilen malı kabul etmesi,
3) İcab ve kabulün bir mecliste olması (yani aynı anda ve oturumda olması),
4) Satılan şeyin hazır bulunması,
Zira mevcut olmayan şeyler satılmaz. Devenin karnındaki cenin gibi ki bunu satmak caiz değildir.
5) Satılan şeyin, satılmaya ve mülk edinmeğe uygun olması gerekir.
Mesela, hür bir insanı içkiyi domuzu leşi, put ve bunlara benzer şeyleri satmak caiz değildir.
6) Satılan şeyin, satıcının mülkünde olması lazımdır.
7) Satılan şey de satılan şeyin değeri de bilinmelidir. Bunları bilmeden ahş-veriş yapılmaz.
Veresiye alış-veriş de dinen caizdir. Yani peşin alış veriş caiz olduğu gibi veresiye alış-veriş de caizdir. Ancak sürenin belli olması gerekir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim hurmayı selef olarak verirse, onu belli bir ölçü ile, belli bir tartı ile ve belli bir zamanla versin.
Yine rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a) bir gayr-i müslimden belli bir süreye kadar kalkanını rehin vererek mukabilinde veresiye yiyecek almıştı.
Süre belli olmazsa alış-veriş de sahih olmaz. Çünkü süreyi bilmemek, akdin gereğini yerine getirmeye engel olur. Çünkü mal sahibi kısa bir zaman içinde onun bedelini isteyecek, beri tarafta da borç alan kişi onu uzun bir müddet içinde vermeye kalkacak. Böylelikle anlaşmazlık olacak, zarar meydana gelecek. Bu sebeple veresiye alış verişte ahşverişin sahih olması için belirli bir sürenin tayin edilmesi şarttır.
iki taraf peşin bir alış-veriş üzerinde uyuşur, sonra veresiyeye intikal ederse, satıcı da buna rıza gösterirse, bu da caiz olur.
Alış-verişte bahsi geçen paranın bir çok çeşitleri varsa, hangi çeşit para olduğu belirlenmemişse, o zaman alış-veriş mahallinde en çok kullanılan dinar geçerlidir. Çünkü dinardan anlaşılan odur. Ancak eğer nakit nevinin bilinmemesinde anlaşmazlığa düşülürse o zaman alış veriş fasit olur. Böylelikle cehalet (nakdin nevini bilmemek) vasıfları tanımakla ve durumu açıklamakla giderilir.
Müslüman Allah'ın alış-verişi insanlara kolaylık olsun diye mubah kıldığını düşünmelidir. Çünkü bir fert tek başına hayatta kendine lazım olan şeyleri temin edemez. Bundandır ki din, alış-verişi ve mal mübadelesini helâl kılmıştır.
Ve yine şunu da hatırdan çıkarmamak gerekir ki, Rasûlullah şöyle buyurmuşlardır:
Allah, alışverişinde müsamaha gösteren kişiye merhamet etsin (ondan razı olsun).
Hz. Peygamber'e, hangi işin daha iyi olduğu sorulduğunda "İyi bir alış-veriş ve kişinin el emeğidir" dedi. İyi bir alış veriş içine hile ve yalan karışmamış alış veriş demektir.
SORU: Rehin ne demektir? Faydası nedir, meşru olmasının delili, şartlan nelerdir, rehin alan kişi rehine arazisinden faydalanabilir mi? Bu soruları Hanefî mezhebine göre cevaplandırmanızı rica ediyorum.
CEVAP: Lügatle Rehn hapsetmek manasına gelir. Kur'an-ı Ke-rim'de de bu kelime bu manada kullanılmıştır:
Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir. (Müddessir/38)
Yani herkes, karşılığını görünceye kadar, ameliyle kayıtlıdır, tutukludur.
Rehriin ıstılahı manası ise, borç karşılığında verilen maldır. İnsan, bazen veresiye birşey almak durumunda kalır. Ancak mal sahibi de alacağını emniyet altında bulundurmak için malının mukabilinde bir kanıt ister. Böylece borç alan borç verene değeri olan ziynetten, mücevherattan, alet ve edevattan, hayvanlardan, ev ve akardan bir şeyi rehin olarak bırakır. Bir taraf alacağını emniyet altında tutmuş, diğer taraf da hem ihtiyacını almış, hem de borcunu ödemede gevşeklik kapıların kapatmış olur.
Borç alan, borç vereni emin kılmak için onun mal bedelini verinceye kadar değerli bir şeyin onun yanında bırakır.
Bu nedenle, Allah Teâlâ fazlından ve kullarına olan kereminden toleranslı şeriatında kullarına rehin yolunu mubah kıldı. Birbirlerini sömürmeden ihtiyaçlarını temin etsinler diye bu yolu açık tuttu.
Âlimler rehnin helâl olmasının hikmetini şöyle izah ediyorlar: "Zayi olmasın diye kişinin borç verdiği malın mukabilinde bir vesikadan ibarettir."
Kur'an-ı Kerim rehnin meşruluğunu şöyle bildiriyor:
Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın... (Bakara/282)
Devamında da şöyle buyuruyor:
Yolculukta olur da yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir. (Bakara/283)
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber bir miktar mal karşılığında zırhını bir yahudiye rehin olarak bırakmıştır.
Rehin umumiyetle menkul mallarla olur. Emtia ve hayvanlar gibi, bazen gayr-i menkullerle de olur; akarat, ev ve araziler gibi. Bütün bunlar rehin olabilir.
Rehnin de rüknü icab ve kabuldür. Rehin veren; 'ben bu şeyi bana borç olarak verdiğin şeyin mukabilinde sana rehine olarak veriyorum' veya 'ben borcumu ödeyinceye kadar bu şey senin yanında rehinedir' der. Borç veren de (rehineyi alan da) 'kabul ettim' veya 'razı oldum' der.
Bir insan bir şey satın alsa, elbisesini bırakıp 'Bu şeyin bedelini getirinceye kadar bu elbise burada kalsın' dese, bu durumda bu elbise rehin olur. Müşteri bunun rehin olduğunu söylemese dahi bu böyle olur. Çünkü burada kelimelere değil, manaya itibar edilir.
Rehin verenin de, alanın da akıllı olmaları gerekir. Deli ve çocuğun rehin vermeleri caiz değildir. Rehine olarak verilen şeyin de alışverişe uygun bir şey olması gerekiyor. Rehin akti yapılırken bu malın mevcut olması lazımdır. Bu malın, mütekavvim, belli, teslim alınabilen bir maldan olması gerekiyor. Koyunların rahmindeki kuzu, mülk edinmesi helâl olmayan içki, domuz, leş gibi malları rehin olarak vermek caiz değildir.
Zımmüer için içki ve domuzu rehin olarak vermek caizdir. Çünkü onların yanında bu malların değeri vardır.
Rehinin sahih olabilmesi için rehnedilen malın belli olması ve kabzedilir olması gerekir.
Yine rehine verilen malın başkasına ait olmaması gerekir. Rehinin alınması, ancak rehin verenin izniyle sahih olur.
Başkasının malını da iznini almak kaydıyla rehin vermek caizdir.
Rehinin, nemalanan veya kâr getiren birşey olmasını şart koşmak caiz değildir. Ancak alacağa karşılık rehinin bir garanti olması talep edilir. Burada aslolan borç verenin rehineden istifade etmemesidir yoksa bu da menfaat celbeden bir borç olur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Her fayda getiren borç ribadır.
Ancak burada borçlu, borç verenin, rehineden faydalanmasına gönül hoşluğuyla izin verirse, o zaman faydalanması caizdir. Yoksa caiz değildir. Bu nedenle bir kısım âlimler "Rehin akünden gaye, borçlanmayı kanıtlandırmak ve zamin olmayı sağlamaktır" demişlerdir. Bu bir faydalanmak veya nemalandırmak aleti değildir. Rehine olarak bırakılan şey, kefil veya çek/senet yerine geçer.
Borçlu, alacaklısına rehinden faydalanması hususunda izin verirse, bu caizdir. Bu borç sebebiyle değil, izin sebebiyle helâl olur.
Ancak alacaklı bu izni borçluyu sıkıştırarak değil onu iradesiyle başbaşa bırakarak almalıdır. Çünkü borçlu bazen mecburî kalarak bu izni verir.
Allah (c.c) rehini mubah kılmakla -Allahu alem- bunun insanlar için kolaylık olmasını murad etmiştir.
Böylece, insanlar iktisadî muamelelerinde bazı zorluklarla karşılaşmayacak, mal sahibi güven içinde olacak, borç alan da yardım görmüş, ihtiyacını karşılamış olacaktır.
Allah'ın kullarının bu gayeyi zıddına çevirmemeleri gerekir. Bir kısım insanların yaptıkları gibi bunu bir sömürü aleti haline getirme-sinler.
SORU: Hacr nedir? Meşru olmasının hikmeti nedir? Hanefî mezhebine göre kişi ne zaman hacr altına alınır, ne zaman hacr kalkar?
CEVAP: Hacr lugatta menetmek demektir. "Falanca adam falancayı hacretti" denildiğinde, bu onu alıkoydu manasına gelir. Hacr'in ıstılahı manası ise, belli bir şahsı, belli bir işten, belli bir sebepten dolayı alıkoymak tasarruftan menetmek demektir.
Bu mutad tasarrufa aykırı davranan bir şahsın tasarrufunu bir kayıt altına almak manasında kullanılan bir tabirdir. Bazı insanların akılları karışık olur, temyiz kabiliyetleri olmaz. Bu da onlann yollarını sapıtmalarına sebep olur. Böylelikle onlar hem kendilerine hem de başkalarına zarar verirler. Allah (c.c) merhametinden dolayı hacr nizamını meşru kıldı ki bunların elinden tutulsun, şerlerinden emin olunsun, zararları giderilsin. Bu zaaf ve dengesizlik bertaraf edildiğinde onlann tasarruf hürriyetleri diğer insanlar gibi tekrar iade edilir.
Böylece, hacr'ın meşru kılınmasının Allah'ın kullarına büyük bir şefkati olduğunu anlıyoruz. Çünkü insanların tasarrufları ve akıllan çok değişiktir. Onlardan kimi delidir, kiminin aklı noksandır. Kimisi bunaktır, kimsi de çocuktur, bu nedenle iyi tasarrufta bulunamaz. Bunları hacr altına almak, hem onlara hem de başkalarına şeriatın bir rahmetidir. Çünkü bunlar hem kendilerine hem de başkalanna zarar veriyorlar.
Hacr altına alınanlar bir kaç sınıftır. Onlann başında çocuklar, çocuklardan sonra deliler ve köleler gelmektedir. Küçük çocuğun, velisinin izni olmadan tasarrufta bulunması caiz değildir. Akli dengesi yerinde olmayan kişinin de kendine gelinceye dek tasarrufta bulunması caiz değildir. Çünkü onun tasarruf ehliyeti yoktur. Yine başkasının mülkiyeti altında bulunan kölenin de tasarrufta bulunması caiz değildir. Ancak efendisi kendisine izin verirse tasarrufta bulunabilir.
Çocuğun, delinin akit ve ikrarları sahih değildir. Onların boşamaları, azat etmeleri de geçerli değildir. Hz. Peygamber (s.a) bu konuda şöyle buyurdular:
Her talak (boşama) geçerlidir. Ancak çocuğun ve bunağın talakı geçerli olmaz.
Çocuk ve deli bir şeyi telef ederlerse, ona zamin olurlar. Çocuk, deli ve köle bir şey satarlarsa, alışverişin gayesini bilmek şartıyla velileri muhayyerdir. Dilerse, onu geçerli kılar, dilerse onu fesheder.
Deli, deliliği devam ettiği sürece tasarruftan alıkonulur.
Âkil ve baliğ oluncaya kadar çocuğun eline de mal teslim edilmez. Çünkü malı âkil ve baliğ olmayanlara vermek telef etmek demektir. Çocuk rüşde erinceye kadar ona mal verilmez. Velisi ona malından harcamada bulunur.
Ancak velisi onu denemek için küçük bir sermaye vererek ticarete alıştırabilir. Allah (c.c) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Evlilik çağma gelinceye kadar yetimleri (gözetip) deneyin. Eğer onlarda bir olgunlaşma görürseniz hemen mallarını kendilerine verin... (Nisa/6)
Veli eğer çocukta, bir rüşd görürse, malını ona teslim eder. Rüşd malı koruma ve kollamada istikamet sahibi olmak demektir.
Rüşde ermediği müddetçe çocuğa mal verilmez. Reşid olunca malı ona teslim edilir.
Delinin de boşaması, köle azat etmesi, borcu ikrar etmesi muteber değildir. Onun alım-satımı geçerli değildir. Onun yaptığı hibe, vasiyet ve sadaka da muteber olmaz.
Küçük çocuğun durumu da aynen öyledir. Çünkü bu konuda ehliyet şarttır. Akü olmayınca ehliyet de olmaz.
Ancak akıllı çocuğun faydalı tasarrufları geçerlidir. Yine onun zarar verici sözlü tasarrufları da geçerlidir. Zararla fayda arasında bir tasarrufta bulunmuşsa, bu da alış-veriş, icare ve bunlara benzer bir hususta ise bu tasarruflar velisinin iznine bağlıdır. Kabul ederse, geçerli, kabul etmezse geçersiz olur.
Hacr altına alınanlardan biri de hafif akıllılardır. Bu tür hacre de fesada hacr denilir.
Sefeh (beyinsizlik) insana galebe çalar onu nevasına tabi olmaya sevkeder. Akıl ve şeriatın hilafına iş işlemeye götürür. Malı israf ve itlaf etmeyi adet haline getirir ki bu da dinin ve aklın hilafmadır.
Bu durumda sefih kişinin malı eline teslim edilmez. Ancak se-fih'in evlenmesi caizdir. Farz olan haccı yapmasına engel olunmaz. Onun velisi, malının zekatını verir. Ona, çocuklarına, karısına ve nafakası kendisine düşen akraba ve yakınlarına nafaka verilir.
Sefih hayır işlerine verilmek üzere, malının üçte birini vasiyet edebilir. Bu durumda velisi vasiyeti yerine getirir.
Hacrin meşruiyetine delil olarak fakihler şu ayetleri göstermişlerdir:
Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. (Bakara/282)
Allah'ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere (re-şid olmayanlara) vermeyin. (Nisa/5)
Buna binaen sefih olan çocuğa, rüşdünü isbat edinceye kadar malı teslim edilmez. Buluğ çağma da erse, sefihlikten kurtulamadığı sürece malı kendisine verilmez. Çünkü illet sefihliktir, sefihlik olduğu sürece hacr da devam eder.
Ortada iflas etmiş bir borçlu olursa, alacaklıları da kadıdan (hakimden) onun malına hacz koymasını isterlerse, kadının, alacaklıların isteklerine göre hareket etmesi lazımdır ki zulme engel olunsun ve borç verenlerin hakkı zayi olmasın.
Kadı boçlunun malına hacz korken bunu borçlu olduğu için yaptığını beyan etmelidir. Borçlunun diğer tasarruflarına engel olunmaz. Kadı ancak borç verenlere' zarar gelmesin diye borçluyu alış-verişten alıkor.
Borçlunun bir kazancı olursa, bu arada o kazanç borç verenlere dağıtılır. Bu onların borç hisselerine göre tevzi edilir.
Hacr (hacz) hakimin kararıyla konulur ve yine onun kararıyla kaldırılır,
SORU: Beyt'ul-mal hakkında bilgi verir misiniz?
CEVAP: Rasûllullah (s.a) döneminde ganimet ve sair şeylerden toplanan mallar evvela hak sahipleri ve muhtaçlar arasında taksim edilirdi. Hz. Ebubekir döneminde Ebu Ubeyde Amir b. Cerrah bu işi üstlendi, o taksim etmece başladı.
Ebu Ubeyde, bu beyt'ul malın nüvesini evinde oluşturdu. Malları müslümanlar arasında adaletle paylaştırdı. Devrinde Hz. Ömer, bütün müslümanların mallarının toplanacağı bir yer inşa etti ve buna divan denildi.
Hz. Ömer, beyt'ul maldan maaş alacak olanların ve mücahitlerin divana kaydedilmesini istedi. Onlar da buna göre gelip haklarını aldılar.
Aslında divan, toplanan malların sahifelerde kaydedilmesi demektir. Bu malların nereden geldiği de divana kaydediliyordu. Bütün bu mallar bir yerde toplanır ve sonra adilane bir şekilde dağıtılırdı.
Sahibi olmayan mallar veya varisi olmayan miraslar beyt'ul-mala verilirdi ve böylelikle o ümmetin malı olurdu.
Sonra İslâm ülkelerinin genişlemesiyle ve çeşitli iklimlere dağılmasıyla beraber bütün kent ve merkezlerde beyt'ul-mal kuruldu.
Beyt'ul-mal, genellikle ganimetten, haraçtan, öşürden, zekattan, sadakalardan ve bunlara benzer şeylerden oluşuyordu.
Emeviler zamanında, halifeye bir tahsisat ayrıldı. Bu tahsisat halifenin aile fertlerine ve onların giyim-kuşamlarma ayrılmıştı. Ömer b. Abdulaziz halife olunca bu tahsisatı reddetti ve hizmetçisi olan Müza-him'e şöyle söyledi:
Ey Müzahim! Bunları götür, müslümanların hazinesine koy.
Kendisine, halifeye ayrılan kokuları, ıtriyatları takdim ettiklerinde bunları da kabul etmedi ve yine hizmetçisi Müzahim'e "Ey Müzahim! Bunları götür beyt'ul mala (hazineye) koy!" dedi.
Günümüzde (Mısır'da) Maliye veya Hazine Bakanlıkları bu işleri üstlenmiştir.
SORU: Ebuzer'in iktisadi görüşü hakkında dinin reyi nedir?
CEVAP: Ebuzer (r.a) iktisadi görüşünde Allah'ın şu sözüne dayanıyordu:
Altın ve gümüşü yığıpta onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu; işte onları elem verici bir azabla müjdele!
(Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanlan ve sırtlan dağlanacağı gün (onlara denilir ki) "İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir, Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!" (Tevbe/34-35)
Ebuzer (r.a) bu ayetin malı biriktirmenin yasakladığını düşünüyordu. Çünkü yığmak, malı toplamak, sandıklara koymak veya toprakta saklamak bu mallan hayır ve salah işlerinde kullanmamak demektir. Bu nedenle Ebuzer (r.a) mal yığanların, cimrilerin yüzlerine şöyle haykırıyordu: "Borcunuzu Ödemek için veya Allah yolunda harcamak için olması başka para yanınızda gecelemesin, üzerinden bir gece dahi geçmesin."
Ebuzer'in (r.a) inancına göre, kişinin ihtiyacından fazla malı yanında tutması caiz değildir. Gayet açıktır ki bu zühdün ve başkasını kendine tercih etmenin bariz bir timsalidir. Cemiyetin bütün fertlerinden -şeriatin belilediği hakları yerine getiriyorlarsa- bu beklenilmez. Menar tefsirinde şöyle deniyor: "Kitap ve sünnetin nasları kişinin kazandığının bütününü harcamasına karşıdırlar. Kur'an ve sünnet insanları iktisat ve itidale (yani orta yola) çağırıyor. Mesela şu ayete bakılabilir:
(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler, ikisi arasında orta bir yol tutarlar. (Furkan/67)
Yine Allah'ın şu sözüne bakılabilir:
Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kıvranır (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun. (İsra/29)
Rivayet edildiğine göre Sa'd b. Ebi Vakkas bütün malını sadaka olarak vermek istedi. Peygamber Efendimiz ona mani oldu ve ancak üçte birini vermesine müsaade etti ve ardından da 'Gerçi üçte bir de çoktur' dedi.
Ebuzer (r.a) umumi malların bütün ümmetin malı olduğuna inanıyordu. Bu umumi mallar ne devletin, ne hükümetin ve ne de hakimin malıdır. Buna asrımızda kamu malı deniliyor. Bu nedenle Ebuzer (r.a) menkul ve gayr-i menkul devletin elinde bulunan bütün malların milletin malı olduğunu söylüyordu..Ebuzer (r.a) bir kısım hakimlerin kamunun mallarına Allah'ın malları dediklerini görünce, hakimlerin bu mallar üzerinde tek başlanna tasarruf etmelerinden endişeye düştü. Çünkü onlar kendilerini cemaattan daha imtiyazlı görüyorlardı. Ebuzer (r.a) Allah'ın malı yerine "müslümanların malı" ismini tercih etti. Böylece bu malın ümmetin malı olduğu, hakimin veya devletin malı olmadığı anlaşılacaktı.
Taberi ve İbn Esir'in rivayetlerine göre Ebuzer (r.a) Muaviye'ye giderek 'Sen müslümanlann malına niye Allah'ın malı diyorsun' dedi. Muaviye te'vil yoluna saparak 'Kul Allah'ın olduğuna göre mal da Allah'ındır' dedi. Ebuzer buna şiddetle karşı çıkınca, Muaviye 'Peki' dedi 'bundan böyle müslümanlann malı diyeceğim."
Hazinenin malları ilk önce toplumun maslahatına harcanır. Arta kalanı ise, fertlere dağıtılır. Ebuzer (r.a) zamanında toplumun maslahatına harcanan paradan arta kalanlar toplumun fertlerine dağıtılırdı.
Ebuzer (r.a) iktisadi fikrinde hiçbir tereddüt göstermemiş, onu sonuna kadar savunmuştur. Biri bu konuda bir şey ortaya attığı zaman 'Vallahi dediklerimi hiçbir zaman geri almam' diyor, mal yığanların, sırtlarının ve alınlarının bunlarla dağlanacağını ifade eden ayeti okuyordu. Ahmed b. Kays şöyle anlatıyor: Ben Kureyşlilerin ileri gelenleri arasında oturuyordum. Elbisesi, saçı insana heybet veren sert ve haşin biri geldi. Sonra onlara selam verdi ve şöyle dedi: "Mal yığanların cehennemde kızdırılmış bir taşla önce göğüsleri sonra sırtlan, sonra tekrar göğüsleri dağlanacaktır."
Sonra döndü gitti, ben onu takip ettim, yanına gittim ve oturdum. Onu tanımıyordum. 'Senin dediklerin toplumun hoşuna gitmedi' dedim. O da 'Bunlar birşey akletmezler, akılları ermiyor' dedi. Sonra onun Ebuzer olduğunu öğrendim.
Ebuzer (r.a) Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle dediğini rivayet ediyor:
Yanımda Uhud dağı kadar altın olup da üzerinden üç gün geçmesi beni sevdirmez. Ancak onu bir borç için alıkorum veya Allah'ın kullarına dağıtırım.
Sonra Ebuzer (r.a) sözüne şunu ilave etti: 'Bunların aklı ermez, onlar ancak dünyalık topluyorlar. Allah'a yemin ederim ki ben onlardan dünyalık istemem. Allah'a kavuşuncaya kadar da onlardan din hakkında bir şey sormam'.
Tefsir-i Menar'da Ebuzer'in neden şiddet gösterdiği şöyle izah ediliyor:
O tabiatının gereği olarak azimetlere yapışır, zorluklara katlanır, nimetleri küçümser ve dünyalık istemezdi. Muaviye Ebuzer'i denemek için ona bir çok mal gönderdi. O da malları hep sadaka olarak dağıttı. O, Şam valisi Zuheyb b. Seleme'yi ona gönderdi. Vali ona üçyüzbin dinar verdi. Ebuzer reddetti ve "Ona dön, o bizden başka Allah ile kandıracak kimse bulamadı mı? Bizi gölgeleyen bir bulut, bize süt veren üç koyun ve bize sadaka olarak hizmet veren bir hizmetçimiz var neyimiz eksik" dedi.
Sonra Ebuzer'in tavrından dolayı onu Medine'den Rebeze'ye sürdüler. Hz. Ali onu uğurlamak için geldi ona 'Ey Ebuzer!' dedi 'Sen Allah için kızdın, kim için kızdınsa, ondan ümit bekle. İnsanlar dünyaları için senden korktular. Sen de dinin için onlardan korktun. Korktukları şeyi onlara bırak, korktuğun şey için onlardan kork. Onları sakındırdığın şeye ne kadar muhtaçtırlar. Sakındırdığın şeyden sen ne kadar uzaksın. Yarın kimin daha kârlı çıkacağı bilinecektir. Yer ve gök birbirine yapışsa, bir kul arada sı-kışsa, eğer o kul takva sahibi ise Allah ona bir çıkış yolu gösterecektir. Ancak hakla dost ol, batıldan kaç, eğer dünyalarını sevsey-din onlar da seni seveceklerdi. Ona borçlansaydın seni emin bile-çeklerdi'.
Ebuzer Ölünceye kadar bu fikrine bağlı kaldı. Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun.
SORU: Fayda esasına dayanarak, bir kısım iktisadi muamelelerin (faizin) hususi bir suretle helâl olduğunu söyleyenler vardır. İslâm'ın riba hakkındaki görüşü nedir?
CEVAP İslâm iktisadi bir kaç esasa dayanıyor: iyi bir iş ve kazanç, ticaretin helâl olması, ribamn haramhğı, yardımlaşmanın emredümesi; sadaka ve nafaka verilmesi, zekatın farz olmasıdır. İşte bu iktisadi ni-zam'ın tatbikatı bazı vesilelere muhtaçtır. Bu vesilelere göre bunların şekilleri değişir.
Allah, tüm çeşitleriyle ribayı haram kılmıştır, ümmet de bunun üzerinde icma etmiştir. Ribamn haram olduğu zaruri olarak dince bilinen bir şeydir. Çünkü bu konudaki naslar, deliller hem çok hem de kesindirler.
Riba, nas ile haram kılındığından bu konuda ictihad ve görüş bildirmek olmaz, çünkü nas varken ictihad yapılamaz. Fayda esasına dayanarak veya umumi bir bela olduğu gerekçesiyle insanları aldatıp ri-banın bir nevine fetva verenler, büyük bir yanılgı içindedirler. Zira nas varken ictihad yapılmaz. Bazıları "Allah'ın dini maslahatın bulunduğu yerdedir" diyebilir. Biz buna cevap olarak deriz ki: şari'nin (kanun koyucunun) koyduğu hükümde çok fayda vardır. Artık bu konuda içtihat yapmanın gereği yoktur. Burada bir maslahat da söz konusu değildir, yoksa bu bilinen bir şeyi bildirmek gibi olur. Beri taraftan bunda Allah'ın koymuş olduğu nassı da tevil veya tahrif etmek sözkonu-sudur. Bu da Allah'a karşı büyük bir iftiradır, ki bundan büyük günah düşünülemez.
Küçüğüyle büyüğüyle haram olan ribanın bir kısmını helâl kılmak için Allah'ın şu ayetini delil olarak öne sürüyorlar:
Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin... (Al-i İmran/130)
Kat kat olunca faiz haram olurmuş. Riba ayeti indiğinde Arablar faizi böyle alıp veriyorlardı. Bu doğru bir şey değilmiş. Halbuki bu ayet inince kat kat riba almak, riba yemenin bir çeşidi idi. Müfessirler -ki Razi de onların arasındadır- diyorlar ki: Arablar borç veriyorlardı. Her ay belli bir fazlalık istiyorlardı. Süre dolunca alacaklarını tamamen alıyorlardı. Ve böylece riba kat kat katlanırdı. Sonra Allah'ın şu hükmü nazil oldu:
Allah, alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. (Bakara/275)
Ve yine diyorlar ki borç alan kişinin sömürülmesi söz konusu olunca riba haram olur. Bunlara şunu sormak lazım: Riba ocakları olan bankalar aramızda değil mi? Bu nizamı ayakta tutan direkler bu bankalar değil mi? Bunlar ihtiyaç sahiplerine vermiyorlar ki, muhtaçları sömürmüyor diyelim. Bankalara baş vuranların çoğu normal borçlanmak için yardım istiyorlar. Veya rehin yoluyla veya başka bir yolla borçlanmışlar. Her ne suretle olursa olsun bunlar muhtaç kişilerdir. Bununla beraber banka bunların muhtaçlığına bakmaz. Onlar için bir ölçü de koyamaz. Bankayı işletenler hiç bir zaman borç alan kişinin zenginliğine veya fakirliğine bakmazlar. Bu herkese aynı gözle bakan bir sistemdir. Ribanın, ancak fakir olan kişiye haram olduğunu iddia eden-
lerin, bu iddialarına sahip çıkmaları lazımdır. Riba düzenine hakim olanlar, muhtaç olanlarla muhtaç olmayanların arasına bir fark koymazlar. Onlar faizi iktisadi bir nizam olarak tatbik ediyorlar. İslâm ise, ribanın esasıyla harp halindedir. Ribanın bütün nevilerini reddeder. İslâm, nizamını riba üzerine değil insanlar arasındaki yardımlaşma ve şefkat temeli üzerine bina eder.
Rasulullah şöyle buyuruyor:
Riba yiyen, kıyamet gününde çarpılmış ve deli olarak haşrolunur.
Riba çok olsa da sonu azlıktır.
Bir zaman gelecek ki insanlar riba yiyecekler yemeyene de tozu bulaşacak.
Bu da elem verici vaziyetin toplum arasında ne denli yayılacağına dair ince bir tasvirdir.
İşin en acaip tarafı ribanın bir kısmını helâl kılmak isteyenlerin "Kat kat artırılmış ribayı yemeyin" ayetini öne sürerek, ribanın ancak kat kat olunca haram olduğunu iddia etmeleridir. Halbuki burada gaye faizin ana parayı bir kaç defa geçmesi değildir. Çünkü ayette borcun aslı zikredilmemiştir. Ancak ribadan bahsedilmiştir. O zaman kat kat demek ribaya ve ribanın taalluk ettiği şeye bakar. Çünkü Arablar cahi-liye döneminde aldıkları borcun süresi dolunca mal sahibine "Bana bir süre tanı ve alacağını ertele, ben de sana borcumu iki kat olarak öde-yeyim" derdi. Ve böylece riba kat kat katlanır faiz anapara kadar olurdu. İşte bu o gün yaptıkları bir nevi riba alışverişi idi.
Ancak Kur'an-ı Kerim ana sermayeden fazlasını almanın haram olduğunu açıkça beyan etti. Allah şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin.
Şayet (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından (faizcilere karşı) açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir, ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz. (Bakara/278-279)
Riba konusunda nihai hüküm bu ayete göre verilir.
Ayetin hükmü açıktır, hiçbir belirsizlik yoktur. Ayrıca ayette herhangi bir oran istisna edilmemiştir. Allah kesin olarak ribayı haram kıldı.
Yine günümüzde kat kat obanın şekillen vardır. Çünkü adam borçlanıyor. Onun yanında bu mal on, yirmi sene kalıyor. Her sene, her ay, hatta her gün onun üzerine belli oranda bir faiz biniyor. Böylelikle faizin faizi de hesaplanarak borçluya yüklenir, böylece devam eder. Müfessirler "kat kat faiz yemeyin" ayetini tefsir ederlerken şöyle dediler: Allah (c.c) mü'min kullarını kat kat riba yemekten menetti. Cahili-ye döneminde borç ödeme zamanı geldiğinde alacaklı borçlusuna 'Ya ödersin ya da artırırsın' derdi. Öderse ne ala, değilse artırırdı. Böylece kat kat olur, faiz ana parayı geçerdi.
Allah (c.c) faizden vazgeçirmek için kat kat demiştir, yoksa kat kat olmayınca riba haram olmaz dememiş.
Yine müfessirler şöyle demişlerdir: Bu ayetten riba kat kat olmayınca haram olmaz manası çıkmaz. Ancak bu söz, bu tür ribanın daha çirkin olduğunu ve faizcilerin içine düştükleri kötü durumu dile getirmek için zikredilmiştir. Bu da ribanın hepsinin haram olduğunu göstermektedir.
Görünen o ki, ribanın azı çoğuna götürür. Yolun başında ribanın azına mubah gözüyle bakanlar yolun ortasında veya sonunda kat kat riba alırlar. Fakihler; sarhoş etmese dahi içkinin bir damlasının da haram olduğunu söylemişlerdir. Çünkü o az içki ileride insanı çoğa götürür. Halvet esnasında kötülük olmasa dahi, yabancı bir kadınla kalmak haram kılınmıştır. Çünkü halvet (yabancı bir kadınla yalnız başına kalmak) kötülüklere yol açar. Bunların hepsi kötülüğe götüren yolları kapatmak için yapılır. Burada diyebiliriz ki, faizin azıyla çoğu arasında fark olsa da, İslâm ribanın küçüğünü de büyüğünü de yasaklamıştır.
Küçük bir günah büyük günaha götürür. O da kat kat ribaya götürür. İmam Kurtubi şöyle diyor: "Ribanın bütün koruları korunmalı, bütün yolları kapatılmalıdır. "
Allah'ın "kat kat riba yemeyin" sözü Allah'ın şu ayetine benzemektedir:
Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. (Nur /33)
Bu ayette teşvik etmenin her türü yasaklanmıştır. Ancak sadece zorlama zikredilmiştir.
Cahiliye Arablarının bir kısmı cariyelerini zina yapmaya gönderi-yorlardı. Onlardan belli bir vergi alıyorlardı. Abdullah b. Übey b. Se-lül de cariyelerini zina yapmaya zorluyordu. Bu bakımdan müfessirler şöyle diyor: Ayette namuslu kalmak isteyen cariyeleriniz" denilmesi, duruma göredir. Yoksa namuslu kalmak istemiyorlarsa zorlamak helâl olur anlamına gelmez. Kur'an'ın ifadesi, cariyenin namuslu olmakta ısrarlı bulunmasına göredir. Eğer cariye zina yapmakta ısrar ederse, zaten zinaya zorlama düşünülemez. O zaman neden zorlama olsun ki zaten onun o işe rağbeti vardır.
Öyleyse hangi surette olursa olsun, zinaya yönelmek yasaktır. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
Zinaya yaklaşmayın, zira o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur. (İsra/32)
'Namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın' ayetinin bir benzeri de şu ayettir:
Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda size bir günah .yoktur... (Nisa/101)
Burada namazı kısaltmak sadece endişe ve korku durumuna bağlı değildir. Ancak Allah burada korkuyu zikretmiştir. Çünkü bu hal daha galiptir.
Bir adam İmam Mâlik b. Enes'e gelerek "Ey Ebu Abdullah! Ben sarhoşluğundan kudurmuş bir adam gördüm ki aya çıkmak istiyordu. Ben de 'insanın midesine içkiden daha kötü bir şey girmemiştir' diye nikahıma yemin ettim. (Yani eğer içkiden daha kötü bir şey varsa karım boş olsun). Şimdi benim durumum ne olacak?" diye sordu. İmam Mâlik de 'Sen şimdilik git ben senin meselene bakacağım' dedi. Adam ertesi gün tekrar geldi. İmam yarın gelmesini söyledi. Adam ertesi gün tekrar geldi. İmam ona dedi ki: Senin karın boş olmuştur. Çünkü ben Allah'ın kitabını ve nebisinin sünnetini inceledim, ribadan (faizden) daha kötü bir şey bulamadım. Çünkü Allah onu yiyenlere harp ilan etmiş. Allah riba yiyenler hakkında şöyle buyuruyor:
Şayet (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından (faizcilere) karşı açılan savaştan haberiniz olsun. (Bakara/279)
Allah'tan hakkı hak olarak gösterip ona tabi olmayı, batılı da batıl olarak gösterip ondan sakınmayı diliyoruz. Çünkü insanları fitne ve dalaletten kurtaran yalnız O'dur.
SORU: Bir çok insanın yaptığı vakıftan vazgeçtiğini görüyoruz. Bunun sebebi nedir? Bu konuda ne gibi teklifleriniz vardır?
CEVAP: Vakıf caiz olan bir şeydir. Müslümanların ve fakihlerin çoğu bunun müstehab bir tasarruf olduğunu kabul ediyor, bunu da Peygamber efendimizle Hz. Ömer arasında cereyan eden bir olayla kanıtlıyorlar: Hz. Ömer (r.a) Peygamberimiz'e giderek 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben Hayber'de bir araziye sahip oldum. Ondan daha değerli bir şeyim yoktur. Onun hakkında bana ne buyurursun?' dedi. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
Onun aslını tutmak kaydı ile onu sadaka olarak bağışla. Ancak onun aslı ne satılır, ne alınır, ne hibe edilir, ne de miras olarak bırakılır.
Hz. Ömer onu, mü slü m anların fakirlerine, akrabalarına, kölelere, yolculara ve misafirlere sadaka olarak bağışladı. İslâm tarihine baktığımız zaman, genellikle vakıflar hayırsever, muktedir müslümanların nefislerinde hayırlı bir iş olarak yer tuttuğunu görürüz. Müslümanlar bir çok dallarda vakıflar yapmışlardır. Başta Allah'ın evleri olan camiler için, ilim, takva, ihsan gibi konularda vakıflar meydana getirmişlerdir. Bazıları yolunu kaybeden hayvanlar için, bazıları, garipleri, miskinleri, yolda kalmışları ve ilim talebelerini barındırmak için vakıflar yaptılar. Vakıa bir çok şeyler vardır ki eğer vakıflar olmasa idi bunların ayakta kalmaları mümkün olmayacaktı. Mesela dünyanın en büyük üniversitesi olan Ezher-i Şerif eğer vakfı olmasa idi ayakta duramazdı. Camilerin bitişiklerinde olan talebe yurtları, fakir barınakları vakıf sayesindedir. Bu asırlardan beri böyle devam ede geldi.
Son asırlarda vakıftan uzak durmakla Allah'a yaklaşmanın ve hayra ulaşmanın yolu tıkanmıştır. Benim inancıma göre bu da bir kaç sebebe dayanıyor. Başta insanların cimriliğe doğru gitmeleri... Halbuki, İslâm'ın toplumsal hayatı ruh ve maddeyi meczederek, dünya hayatı için çalışmayı, ahiret için de hazırlıkta bulunmayı gerektiriyor. Bir yandan meşru yoldan kendi nefsini tatmin etmekle beraber diğer yandan da, başka muhtaçlara yardımda bulunarak Allah'a yakınlaşmaya çalışmak gerekir. Halbuki cimrilik insanlara galebe çaldı. Onlar mallarını biriktiriyorlar, ellerindekine hırs gösteriyorlar. Oysa vakıf hayrın kaynağıdır. Çünkü vakfeden bunu bizzat kendi zürriyetine vakfediyor. Böylelikle vakıf yoluyla onlara yeni bir gelir kapısı açıyor.
İnsanlarının bir çoğunun kurdukları vakfı bozmalarının bir sebebi de, vakıfların kötüye kullanılmalarıdır, yöneticilerinin kötü idare etmeleridir.
Yöneticilerin vakfı kötüye kullanmaları, kurulan vakfı bozmaya sebep olmamalıdır. Bunun yolu su-i istimali ıslah etmektir. Umarım ki vakıfların durumunu düzeltmek için bazı çalışmalar yapılmaktadır.
Benim evvela yapacağım teklif şudur: Muktedir müslümanlara islâm tarihindeki vakıfların önemini ve bir çok hayra sebep olduklarını göstermemiz lazımdır. İkinci olarak, yine muktedir olanlara vakfın faydasının ilerde kendilerine döneceğini anlatmak ve göstermek lazımdır.
Böylelikle onlar dünyalarında bir kalp huzuru içinde, ahirette de çok sevaba nail olacaklarını bilmelidirler. Onlar buna yönelirlerse, bazı mallarını mü slü mani arın muhtaç oldukları yerlere aktarırlar. Üçüncü olarak da vakıf kuracak kimseleri, hangi sahada vakfa ihtiyaç varsa, oraya yönlendirmek lazımdır. Çünkü bir çok vakıf vardır ki, insan onların şartlarına, kayıtlarına ve sarf yerlerine baktığı zaman kendini aca-ip şeylerle karşı karşıya bulur. Bu gibi vakıfların da bir hayrı yoktur.
SORU: Sosyalizm hakkında İslâm'ın görüşü nedir?
CEVAP: Sosyalizm (sosyal adalet) kapitalizmin karşıtı olan bir kelimedir. Çünkü sosyal adalet, sınıflar arasındaki farkları ortadan kaldırmak için savaşır. Hayırda ve nimeti bölüşmede ortaklığa çağırır.
Şüphesiz İslâm'ın ruhu ve onun şeriatı, İslâm toplumunun tabakalarının arasındaki yakınlaşmaya çok önem verir. Kur'an-ı Kerim, geçmiş milletlerin helakinin sebebinin, onların bir kısmının refah ve nimetler içinde yaşaması, yanıbaşlarında bir kısmının da fakirlik ve sefalet içinde yuvarlanması olduğunu şöyle dile getiriyor:
Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyilikleri) emrederiz. Buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helake müstahak olur. Biz de orayı darmadağın ederiz. (îsra/16)
İslâm sosyalizmi, müslümanların kardeş olduklarını Kur'anî delil olarak öne sürüyorlar, Kur'an şöyle der:
Ey Allah'ın kulları kardeş olunuz.
Bu açık hükümlerden anlıyoruz ki, İslâm sosyalizmi bir kanun değildir veya hayatın bizi mecbur kıldığı bir maddi nizam da değildir. O ancak, kalbî, ruhî ve manevî esaslara dayanıyor ki İslâm toplumunun fertleri arasındaki kardeşlik onunla meydana gelir. Öz kardeşler birbirlerine yardımda bulundukları gibi bunlar da birbirlerine yardım ederler.
Nitekim İslâm'ın sosyal adaletinde bütün insanlar Allah'ın kullarıdırlar. Hiç bir kimsenin Allah'ın nimetlerinden mahrum edilmemesi lazımdır. Bu da zengine şunu hatırlatır: ellerinde bulunan mallar Allah'ın vermiş olduğu nimetlerdir. Zenginden o nimetlerden bir parça istendiği zaman onun nefsine ağır gelmemesi lazımdır. Çünkü o Allah'ın malıdır ki Allah onu emanet olarak ona vermiştir. Bu bir imtihandır; Allah o malı nasıl kullanacağına bakmak için ihsan etmiştir. Kur'an şöyle diyor:
Sizi, üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı did/7) peylerden harcayın Allah'ın »malıdır' demek İslâm'ın özel mülkiyete karşı olduğu anlamına gelmez. Veya onun nemalanmasına ye fazla olmasına rıza göstermez demek değildir. Bilakis o Özel mülkiyete saygı gösterir, onu korur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Müslümanın kanı, malı ve ırzı başka müslümana haramdır.
Malın haramlığı, ırzın haramlığına denk tutulmuştur. Mal kanla ırz arasında zikredilmiştir, Ancak İslâm özel mülkiyete bu önemi verirken bu malın kaynağının meşru ve temiz olmasını istemektedir. Hırsızlıktan, gasptan, şüpheli bir şeyden veya meşru olmayan bir yerden gelmesini kabul etmiyor. Bundandır ki içinde çalışma ve almteri olan bir kazanca İslâm iyi nazarla bakar. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
İnsanoğlu elinin kazancından daha iyi bir şey yememiştir. Hz. Dâ-vud da elinin kazancından yerdi.
Kur'an-ı Kerim bize bütün nebi ve peygamberlerin ellerinin kazancıyla geçindiklerini bildiriyor. Onlar insanlık- için iyi örnek idiler. Allah şöyle buyuruyor:
Ey Peygamber! Temiz olan şeylerden yeyin; güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim. (Müminun/51)
İslâm, bizatihi değil de başka yollarla serveti küçültme yoluna gitmiştir. Böyle takdir etmiştir ki, İslâm sosyalizmi gerçekleşsin. İslâm mirası meşru kılarak servetin dağılmasını sağlamıştır. Tek elde toplanan malı, ölünün akrabalarına dağıtmakla servet geniş bir kitleye yayılır. Nitekim zekat da bunun için farz kılınmıştır.
Bir çok insanın anladıkları gibi zekat, malın artığı olup, başkasını minnet altında bulundurmak için verilen bir ihsan değildir. Zekat İslâm kardeşliğinin, desteklenmesinin bir tahakkukudur. O İslâm'ın bir rüknüdür, onu eda etmeyen insan günahkar olur. Zekatı vermeyenlerle savaşılır. Bu konuda Hz. Ebubekir'in mürtetlerle, zekatla namaz arasına fark koyanlarla savaşması meşhurdur. O zamanki şartların ne kadar ağır olduğu da bellidir. Yani İslâm çok nazik bir dönemde idi. Kur'an şöyle diyor:
Namazı kılınız ve zekatı veriniz. (Bakara/43)
İslâm sosyalizminin mühim rükünlerinden olan zekattan başka İslâm bu ortaklığın gerçekleşebilmesi için başka kapılar da açmıştır. Sadaka vermek, sadaka vermeye teşvik etmek gibi. Mali kudrete sahip olan kişinin malını ve servetini -cihad ve kıtlık zamanlannda olduğu gibi zaruri hallerde dağıtmak.
Bunlardan sonra toplumsal tekafül gelir. Hz. Peygamber'in (s.a) insanları sosyal adalete çağırdığını görüyoruz:
Her kimin fazla bineği (veya elbisesi) varsa onu bineği olmayana ve her kimin fazla yiyeceği varsa onu olmayana versin.
Eşariler gazvelerde yiyecekleri azahnca veya çocukları acıkınca yanlarındaki yiyecekleri toplar, onu bir sergi üzerine yığarlar sonra onu eşit olarak dağıtırlar. Onlar benden ben de onlardanım.
İslâm'ın sosyal adaletine en çarpıcı bir şekilde delâlet eden aslî hükümlerden biri de Hz. Peygamber'in (s.a) ümmet yararına ve umumi işlerle ilgili koyduğu kaidelerdir ki onlar sadece bir kişiye has kılınmaz. Çünkü onlar devletin umumi serveti mesabesindedir. Allah Rasûlü şöyle buyuruyor:
İnsanlar üç şeyde ortaktırlar: Ateş, otlaklar ve su.
Rasûlullah bu hükmü verdiği zaman müslüman toplumunda temel kaynaklar bunlardı. Rasûlullah'ın (s.a) bu açık hükmünden anlıyoruz ki, bu temel kaynakların sadece bir ferdin elinde olması caiz değildir. Bunların bütün ümmetin malı olması lazımdır. Yeni sosyalist liderler bazı temeller ve kurallar koydular, ancak onu memleketlerinde tatbik etme imkânı bulamadılar. Sonra onları tadil ettiler.
Ama İslâm'ın sosyal adaleti ise bir nazariyattan ve kaideler ve kurallardan ibaret değil yaşanan bir hakikattir, ameli bir ortaklıktır, hukukta ve temel haklarda eşitliktir.
SORU: Yardımlaşmanın yeni bir olay olduğunu söylüyorlar, ancak ben, İslâm'ın temelinde yardımlaşma olduğuna inanıyorum. Bu konuda görüşünüz nedir? Yeni asrın koymuş olduğu yardımlaşmanın temel-leriyle, İslâm'ın koymuş olduğu temeller arasındaki farklar nelerdir?
CEVAP: Yardımlaşmanın yeni bir iktisadi sistem olup, ondokuzun-cu asrın başında meydana çıktığını söylüyorlar. Bunu nasıl söyleyebildiklerini anlamıyorum. Zira İslâm, bin üçyüz sene önce insanları gerçek anlamda yardımlaşmaya davet etmiştir. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
İyilik ve (Allah'ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmaym. (Maide/2)
Rasûlullah da şöyle buyuruyor:
Kul kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da onun yardımcısıdır.
Deniliyor ki yardımlaşmanın kurucusu 1858'de vefat eden Rober Evin'dir, uygulayıcısı da 1856'da ölen Velim Künc'tür. Halbuki gerçek şudur: İslâm yardımlaşmanın hem kurucusu ve hem de uygulayıcısıdır. Sosyal adaleti o tesis etmiştir. Toplumu birbirine hem zamin ve hem de kefil kılmıştır. Rober Evin yardımlaşma okullarını açarken onlara dini tedrisatı koymamış. Halbuki dini dersler yardımlaşmada diğerlerine nazaran daha fazla etkili olurlar. Bilhassa İslâm'ın öğretileri bu konuda daha da etkilidir. Bu nedenle din adamları Robert Evin'e eleştiri yöneltmişlerdir.
Yardımlaşma kanununda ferdin, topluma, toplumun da ferde ait olduğunu söylüyorlar. İslâm da buna çağırmış ve onu uzun zaman Önce gerçekleştirmiştir. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Mü'min, müm'in nazaran bir duvarın taşlan gibidir. Bir duvarın taşlan birbirlerine kenetlenirler öylece binayı meydana getirirler.
Herkesin hayırlı insan olması ve başkasına yardımda bulunması gerekiyor. Hz. Peygamber şöyle diyor:
İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olanıdır.
Çağdaş insanlar, yardımlaşmanın benlik ve aile nizamı ile uyuşmadığını, yardım etme yerine topluma yararlı olmak ve toplumu tercih etmek gerektiğini söylüyorlar. Kur'an'sa Ensan methederek şöyle diyor:
Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. (Haşr/9)
Ve yine yardımlaşma kanununun özel mülkiyete saygılı olduğunu, bazı umumi mülkiyete de iştirak ettiğini süylüyorlar. İslâm bunu çok daha önceleri yapmıştır. Hz. Peygamber, özel mülkiyete değer verdiğini göstermek üzere şöyle buyurmuştur:
Müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer müslümana haramdır.
Umumi mülkiyete de işaret ederek Rasûlullah bu konuda şöyle buyuruyor:
İnsanlar şu üç şey de ortaktırlar: su, otlaklar ve ateş.
Ve yine deniliyor ki "yardımlaşma kanununda küçük ve büyük sermayenin donuk kalmayıp çalışması öngörülür." İslâm da insanı çalışıp kazanmaya teşvik etmektedir. Bu iki şey insanın mallarının nema-lanmasına sebep olur. Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde onlarca kesin hükümler vardır ki insanları çalışıp kazanmaya teşvik ediyorlar. İslâm, kişinin eliyle kazandığı şeyin kazançların en iyisi olduğunu söylüyor. Nitekim mallarını donduranlara da en büyük hücumda bulunmuştur:
Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu işte onları elem verici bir azabla müjdele. (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanlan ve sırtlan dağlanacağı gün (onlara denilir ki): "İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!" (Tevbe/34-35)
Ve yine yardımjaşma kanununun ihtikarı yasakladığını söylüyorlar. Halbuki İslâm asırlar önce ihtikara savaş açmış ve Rasûlullah (s.a)
müstekbirlerle savaşmıştır.
Ve yine deniliyor ki yardımlaşma kanunu zayıfı korumuş ve onu takviye etmiştir. Halbuki İslâm bundan çok daha ilerisini yapmıştır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle diyor:
Zayıf kafilenin emiridir.
Siz ancak zayıflarınız sayesinde yardıma mazhar olursunuz.
Hz. Ebubekir de ilk hutbesinde şöyle diyor:
Zayıf hakkını alıncaya kadar yanımda kuvvetlidir. Kuvvetli de zayıfın hakkını kendisinden aldığım zamana kadar yanımda zayıftır.
Ve yene diyorlar ki, yardımlaşma kanununun bir amacı da ihtiyaç sahiplerini çökerten, zenginleri şımartan riba sistemini ortadan kaldırmaktır. Halbuki İslâm, asırlarca önce ribayı kesinlikle yasaklamış, ona harp açmıştır. Kur'an bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Halbuki Allah, ahm-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. (Bakara/275)
Allah faizi tüketir (faiz karışan malın bereketini giderir.) Sadakaları ise, bereketlendirir, (Bakara/276)
Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin. (Bakara/278)
Faiz yiyenler (kabirlerinden) şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. (Bakara/275)
Ve yine diyorlar ki çağdaş yardımlaşma kanunu nafakada iktisat ve itidali adet haline getiriyor. Kur'an şöyle buyuruyor:
Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma, sonra kınanır (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun. (İsra/29)
Yiyin için, fakat israf etmeyin çünkü Allah israf edenleri sevmez.
(A'raf/3)
(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler, ikisi arasında orta bir yol tutarlar. (Furkan/67)
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: İktisat eden fakir olmaz.
Yine yardımlaşmanın temel ilkelerinden biri de içki ve kumarla mücadele etmektir, Kur'an-ı Kerim'de bunlar hakkında şöyle söyleniyor:
Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans oklan birer şeytan işi pisliktir, bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. (Maide/90)
Yardımlaşma prensibine göre bir fert bir şeyi satın alınca bedelini hemen vermesi lazımdır.
Hadis-i şerifte şöyle deniliyor:
Yanında karşılığı olmayan bir malı satın alma!
Yine ilmi yaymak da bu yardımlaşmaya giriyor. Halbuki İslâm bundan daha da ileridedir. Hz. Peygamber, on kişiye okuma-yazma öğretmeleri şartıyla Bedir savaşı esirlerini serbest bırakmış ve şöyle buyurmuştur:
Ben ancak bir muallim olarak gönderildim.
İlim talep etmek her inanan kadın ve erkeğe farzdır.
İşçi ile işveren arasındaki nizaı kaldırmak da yardımlaşmanın ga-yelerindendir. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Haset etmeyiniz, birbirinize kızmayınız, ey Allah'ın kulları kardeş olunuz.
Yardımlaşma kanununun amaçlarından biri de insanları eşit hale
getirmektir. Rasûlullah (s.a) buyuruyorlar ki:
İnsanlar eşitlikte bir tarağın dişleri gibidirler.
İşte ondokuzuncu asırda meydana çıkan yardımlaşma kanunu ile İslâm arasındaki far^ budur. Bu kanunlar sadece bu kuralları koymakla yetinmiş, onu tatbikata geçirememiş. İslâm'da bunlar gibi kaideler ve nazariyeler çoktur. Bu yaklaşımdan da anlaşılıyor ki İslâm sadece nazariyatla yetinmeyip pratikte de bunun misallerini vermiştir. Şüphesiz bu Allah'ın bir fazlıdır.
SORU: İslâm malı nerede kullanmayı uygun görür açıklar mısınız?
CEVAP: İslâm iktisat nizamında, mal sahibi malını toplumun zararına kullanır veya istihdam ederse, devlet yetkililerinin bu tasarrufa el koymaları gerekir.
Bilhassa bu mal çok olup, siyasi, içtimai ve iktisadi nüfuzu haiz olacak bir şekilde ise, onu haksız yere kullanmamalıdır. Mal hususunda Allah (c.c) Haşir suresinde şöyle buyuruyor:
Allah'ın (fethedilen) ülkeler halkından Peygamberi'ne verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, Peygamberin yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. (Haşr/7)
Yani servet sadece zenginler arasında dolaşıp durmasın. Diğer insanlar da bu mallardan yararlansın. Servet ve hayır herkese yayılsın.
Yetkililerin vazifesi, fert ve cemiyete gelen ve gelecek olan zararlara müdahele etmeleridir. Peygamberimiz'in şu sözünü kendilerine şiar etmelidirler:
Zarar görmek de karşılıklı zarar vermek de yoktur.
Burada yetkililerin nasıl müdahele etmeleri gerektiği soruluyor. Bu konuda çağdaş fakihler şöyle diyorlar: Malı geliştirmede yetkililerin yönlendirmeleri gerekiyor ve yine onları, istenen dengeyi kurmak için ileri sürmelidirler. Bu da güzel yollarla üretim kaynakları mukabilinde onların mallarına müdahelede bulunmakla olur, güçleri nisbetin-de mallarının bir kısmını kendilerine bırakmak gerekir. Diğer mallarını da toplumun isteklerine göre sermayeye denk nakdî bir bedelle topluma dağıtmak gerekir.
İdareciler nemalanmış gücü topluma, muhtelif canlı üretim kaynaklarını harekete geçirmek için dağıtmalıdır. Kesinlikle biliyoruz ki, üretimin en canlısı, ziraat, sanayi ve ticarettir. Yetkililer bunların arasındaki dengeyi muhafaza etmelidir. Ta ki bunlardan biri diğerini ezmesin, toplum da bundan zarar görmesin, maslahatları zayi olmasın. Şüphesiz bu üç canlı meslek bir çok araştırmacının da dediği gibi doğru dürüst yaşamak isteyen her milletin hayatında milli birer direktiftirler. Bunların arasındaki ahengi korumak şarttır. Milletler ancak bununla istikballerini koruyabilirler.
İslâm toplumunun yetkilileri, bütün ümmetin milli gelirden pay almalan için tüm çabalarını sarf etmelidir. Bunu bir ahenkle yapmaları lazımdır. Ta ki malları sadece bir unsurun eline terketmesinler. Mesela zirai arazinin bir kısmını ileri gelen tüccarlara veya sanayi şirketlerine dağıtmaları uygun bir şey değildir. Münasib bir şekilde bu işlerin düzenlemesine gitmelidirler. Bir tarafı diğer taraf aleyhine destekleme-melidir.
Bu düzenleme ile ferdi mülkiyet hürriyetine bir sınırlandırma getiriliyor değildir Bu ancak toplumun maslahatı için bir yönlendirmedir. Fakihler, toplumun maslahatı ve faydasına olan böyle bir konuda idarecilerin veya müslümanlann gevşeklik göstermeleri halinde günahkâr olacaklarım ifade etmişlerdir.
Bundan da anlıyoruz ki, ferdi vıülkiyetin olması demek, sahibinin mutlak manada tasarrufta bulunması demek değildir. Eğer beyinsizce bir tasarruf olursa veya gayr-i meşru bir tasarruf olursa veya fasit ve toplumun zararına olan bir tasarruf olursa, müdahele edilebilir. Kişi o zaman malını istediği gibi kullanamaz.
SORU: Malı insanların zararına kullanmak caiz midir?
CEVAP: Malı insanların zararına kullanmak seran caiz değildir. Bu zarar ne şekilde olursa olsun yasaklanmıştır. Çünkü Rasûlullah (s.a) buyuruyor ki:
Zarar vermek yoktur. Zarara mukabil zarar vermek de yoktur.
Zararın izale edileceği, şer'î bir kaidedir. Zararın şekli ne olursa olsun onu ortadan kaldırmak idareci için vacibtir.
Malın, başkasının zararına kullanılmasına idarecilerin müsaade etmesi doğru değildir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyuruyor:
Müslüman müslümanın kardeşidir. O ona zulmetmez, onu aşağılamaz, onu başkasına teslim etmez.
Mü'minler birbirlerine sıkı sıkıya yapışıp kenetlenen bir duvarın taşlarına benzerler.
Durum böyle olunca mü'min kardeşine zulmetmeyi, aşağılamayı, başkasına teslim edip de onu ona parçalattırmayı hiç düşünür mü?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Mü'minler ancak kardeştirler. (Hucurat/10)
Bunun manası şudur: Onlar ülfet, muhabbet, hayır ve salah içeren kardeşlik ruhuyla yaşasınlar.
Kur'an-ı Kerim'de şöyle deniliyor:
İyilik ve (Allah'ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayım (Maide/2)
Farz~ı muhal malını şer ve eziyet yolunda kullanan mal sahibini toplum beyinsiz addeder. O zaman idareci onun bu tasarrufuna el kor. Bu sefihe bir vekil tayin eder. O vekil onun malında tasarruf eder. Bu sefih o kötü gidişatından, hakka dönünceye kadar bu devam eder. Böylelikle onun saldırganlığı insanlara zarar vermez.
Nitekim bir kısım ticaret erbabının mallarının fiyatlarını yükselterek diğer insanlara zarar verdiğini gören Hz. Ömer, onların mallarına el koyarak emsal teşkil eden fiyatla sattırdı. Böylece hem insanlar hem de mal sahipleri zarar görmedi. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Her kim ki müslümanların raicinin dışına çıkıp fiyatı yükseltmek isterse, o zaman Allah'ın da onu ateşten bir yere oturtması bir haktır.
İslâm hukukçuları komşu haklarını konu edinirlerken, şöyle diyorlar: Bir müslümanın komşusuna eziyet vermemesi lazımdır. Komşusunun evini gölgeleyip onları sıkıştırmam alı, hava ceryanına ve güneşin girmesine mani olmamalıdır, kendisi zengin, komşusu fakir ise bunu yapmak müslümana yakışmaz.
Hz. Peygamber (s.a) komşu hakkında şu tavsiyede bulunuyor:
Evini komşunun evinden daha yüksek tutma ki onunla onun rüzgarını kesersin, ancak onun izni olursa o başka. Onu tencerenin kokusuyla da rahatsız etme ancak ondan bir şey verirsen o başka, (yani yaptığın yemekten ona bir şey genderirsen onun bitişiğinde yemek yapmak caiz olur. Yoksa bu da günahtır).
İşte İslâm böylelikle malın insanlar elinde bir kuvvet olmasını ve o kuvvetin ancak temiz ve şerefli yollarla kazanılması lazım geldiğini, onu temiz yollarla geliştirmek gerektiğini, onda olan Allah'ın ve insanların hakkını vermenin vacib olduğunu irade etmiştir. İslâm'ın istediği işte budur. Hiç değilse, eğer bu malı hayırda kullanmıyorsa, bari insanlara zararlı olan yerlerde kullanmasın. Malıyla başkalarına zarar vermek hiç bir surette caiz değildir. Hz. Peygamber (s.a) -binlerce salat u selam olsun- ne güzel söylemiştir:
İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olanınızdır.
SORU: Mal biriktirmek haram mı helâl mi?
CEVAP: İslâm iktisat nizamına göre malı biriktirmek haramdır. Hem de şiddetli bir haramdır. Kenz (biriktirmek) malı biriktirmek, onları sandıklarda hapsetmek demektir, o malı Allah'ın meşru kıldığı hayır yollarında harcamamak demektir. Çünkü mal hayırlara vesile olur. Safetme-yip biriktirmek ise bir nevi hayra engel olmaktır. Bundandır ki malı biriktirip çalıştırmamak aklın hafifliğine bir alamettir. Ve aynı zamanda da şeriatın itidal ve istikamet yolunda harcanması emrine bir isyandır.
Nitekim mal biriktirmek cimriliktir. Bunda Allah ve kullarının haklarının verilmesinde bir ihmal söz konusudur, Bundandır ki Kur'an-ı Kerim mal biriktiren cimri insanlar hakkında bir şiddet göstererek şöyle buyuruyor:
Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onları elem verici bir azabla müjdele!
(Bu altın ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): "İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!" (Tevbe/34-35)
İslâm bir yandan mal biriktirmeyi ve hazine haline getirmeyi me-nederken, diğer yandan da malı büsbütün dağıtmayı da yasaklamıştır. Bütün malı infak etmeyi de kabul etmemiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim insanların kazandıklarının bir kısmını, infak etmeye bizi irşad ediyor. Mesela Allah şöyle buyuruyor:
Kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. (Bakara/3) Size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın! (Bakara/254) (O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar. (Furkan/67)
Kur'an'ın koymuş olduğu miras kanunu da bunu teyid etmektedir. Çünkü insan ancak mal sahibi olduğu zaman bir miras bırakır. Bu da malı biriktirmekle ve onu tasarruf etmekle mümkündür.
Ve yine İslâm iktisat nizamında faizli alış verişte bulunmak da haramdır. Riba (faiz) borçlanma mukabilinde bir miktar fazla mal almak demektir. İslâm ribayı, muhtaçların ihtiyaçlarına yardımcı olunmadığı için yasaklamıştır. Zira bu, emek harcamadan kazanılan bir maldır.
Kur'an-ı Kerim riba alanlara şiddetli hücumda bulunmuş, fakir ve zayıfların kanım emenleri şiddetle kınamıştır. Bakara suresinde şöyle buyuruluyor:
Faiz yiyenler (kabirlerinden) şeytan çarpmış kimselerin kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların "alım satım tıpkı faiz gibidir" demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helal faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah'a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir. Orada devamlı kalırlar.
Allah faizi tüketir (faiz karışan malın bereketini giderir) sadakaları ise bereketlendirir. (Bakara/275-276)
Allah (c.c) faydalar ve maslahatlar yayılsın diye alım-satımı meşru kılmıştır. Ancak sömürü ve cimrilik sözkonusu olduğu için ribayı (faizi) yasaklamıştır. Kur'an yene buyuruyor ki:
Ey iman edenler! Allah'tan korkun, eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin. (Bakara/278)
Şayet (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından harbolunacağını bilin! Eğer tevbe edip vazgeçerseniz sermayeniz sizindir. Ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz. (Bakara/279)
SORU: Taksitli alış-verişler haram mıdır? Taksitle satılan eşyanın fiyatında oluşan fazlalık için ne dersiniz?
CEVAP: Alışveriş ya peşin veya belli bir süreye kadar veresiye ile yapılır. İslâm hukukçuları bu iki tür alış verişin de helal olduğuna kesin hüküm vermişlerdir. Açıktır ki taksitli alış-verişler veresiye nevinden olan alış-veriştendir. Şer'an verilen hüküm ve fetva şudur ki: alışverişte süre belli olursa, şüphesiz o alış-veriş caizdir çünkü o murabaha nevinden olan bir alış veriştir. Bunda caiz olan şey ise, süre mukabilinde şart koşulan fiyattaki fazlalıktır.
Bundan da anlaşılıyor ki, bir malı -sürenin belli olması şartıyla-peşin fiyattan fazlaya veresiye vermek caizdir.
Ancak bu hususta başka bir fetva daha vardır: Alış-veriş peşin olarak zaten caizdir. Belli bir süre için veresiye alış-verişler de caizdir. Mesela bir insan bir çuval gübreyi ikiyüz elli kuruşa peşin fiyatla alsa, aynı gübreyi veresiye olarak alım süresinden dört ay sonra mukabilini almak üzere- dörtyüz kuruşa satabilir. Bu alış-veriş caizdir, bunda hiç bir şüphe yoktur. Çünkü bu tür alış-verişler murabaha (yani kârlı alış-veriş) nevine giriyor. Bu tür alış veriş şer'an caiz olan alış-veriş-lerdendir. Murabaha alış-verişi, süre mukabilinde fiyatta fazlalık (kâr) istenen alış-veriş türüdür. Çünkü süre her ne kadar mal değilse de, murabaha konusunda, hıyanet şüphesinden sakınmak için mal gibi kabul edilmiştir. Ancak bu fazlalık fahiş olursa, insanların mallarını batıl yollarla yemeye benzer ki, bunun İslâm'da yeri yoktur.
SORU: Faiz yemenin hükmü nedir?
CEVAP: İslâm'da en büyük günahlardan biri de şüphesiz ki faiz yemektir. Kur'an-ı Kerim açık ve şiddetli bir şekilde faizin yasak olduğuna dair hüküm indirmiştir:
Faiz yiyenler (kabirlerinden) şeytan çarpmış kimselerin kalktığı gibi kalkarlar, Bu hal onların alım-satım tıpkı faiz gibidir demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helal faizi haram kılmıştır. Bundan sora kime rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir. Ve artık onun işi Allah'a, kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir. Orada devamlı kalırlar.
Allah faizi tüketir (faiz karışan malın bereketini giderir) sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.
İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları rableri kalındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.
Ey iman edenler! Allah'tan korkun, eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin.
Şayet vazgeçmezseniz, Allah ve Rasûlü tarafından harbolunaca-ğmızı bilin! Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir. Ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz. (Bakara/275-279)
Müslim'in rivayetine göre Rasûlullah "Yedi büyük günahtan sakının..." buyurarak onların arasında faiz yemeyi de saydı.
Yine Rasûlullah faiz yiyeni ve yedireni, katibini ve şahidini lanetledi. Ebu Dâvud da İbn Mesut'tan şöyle rivayet ediyor: Ribayı yiyen, yediren, riba muamelesinin katibi ve şahidi melundurlar. Bunlar Hz. Muhammed'in diliyle lanetlenmişlerdir.
Allah Rasûlü (s.a) veda haccında şöyle buyurdular:
Haberiniz olsun! Bütün cahiliye dönemindeki faizler kaldırılmıştır. Ana paranız sizindir. Ne zulmedin ne de zulme uğrayın.
SORU: Birçok insan eşyalarını çok fahiş bir kârla satmaktadırlar. Dinen mubah olan kâr nisbeti ne kadardır, bunu açıklar mısınız?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim buyuruyor ki: Allah alım-satımı helal kıldı.
Alım ve satım ticaretin esasıdırlar. Bazı hadis-i şeriflerde rızkın onda dokuzunun ticarette olduğu bildirilmiştir.
Ticaretten kasıt da kâr sağlamaktır. İslâm, insanları ticaretle kâr sağlamaktan menetme^, alıkoymaz. Aksi takdirde kimse ticaret yapmazdı. Ticaret yapanlar kalmazsa, insanların işlerini yürütenler de kalmayacaktır. Ancak din fahiş kâr sağlamayı yasaklıyor. Çünkü o bir nevi sömürü ve zulümdür. Denilmiştir ki helal olan kâr payı sermayenin yani mal bedelinin altıda biridir. Bazı görüşlere göre ise sermayenin üçte biri kadardır. Bazı fakihlere göre ise, kati ve kesin bir kâr payı söz konusu değildir.
Ancak piyasa şartlannı bilmeyen birisini kandırmanın günah olduğu ve böylesi alım-s atımlardan dinin bizi nehyettiği açıktır. Peygamber efendimiz (s.a) buyuruyorlar ki:
Her hangi bir müslüman piyasa şartlarını bilmeyen bir müslünıa-nı alış-verişte kandırırsa şüphesiz ki günah kazanmış olur.
Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
Piyasa şartlarını bilmeyen birisini kandırmak, fahiş bir kârla ona mal satmak ribadır.
Yine bir malı almak zorunda olan birisine de fahiş bir kârla mal satmak dinen caiz değildir.
Böylesi durumlarda veliyyül enir (yetkililer) mu'tedil bir kâr nisbeti belirlemelidir. Bilhassa insanların devamlı muhtaç oldukları bazı zaruri maddelerin fiyatlarına bir sınır koymalıdırlar.
SORU: Bütün çetişleriyle piyangonun hükmü nedir?
CEVAP: Piyango bütün çeşitleriyle bir nevi kumardır; İslâm onu helal kılmaz. Ondan hoşnut olmaz. Çünkü onda cehalet ve kandırmaca, vehim ve kuruntu, boş hayallere dalmak, tembellik ve işi bırakmak, çekememezlik ve kin vardır. Ve yine onda insanlar arasındaki bağlann gevşeyip kopması sözkonusudur. Allah (c.c) kumarı içki ile beraber haram kılmıştır. Allah şöyle buyuruyor:
Sana şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: "Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür." (Bakara/219)
Bir şeyin zararı faydasından çok olursa, artık o şey şeriatin ve dinin nazarında haram olur. Çünkü o az menfaat mukabilinde insanlara çok zarar getirir.
Allah (c.c) Maide suresinde de şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans oklan birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. (Maide/90)
Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi? (Maide/91)
Bu ayetlerden de anlaşılıyor ki İslâm'da piyango ve bütün şans oyunlan haramdır.
SORU: Yılan ve kertenkele gibi hayvanların derisini satmanın hükmü nedir?
CEVAP: Hanbelî mezhebine göre ipek böceği ve kendisiyle av yapılan kurtçuklar haricinde, diğer haşereleri (akrep, yılan, kertenkele gibi) alıp satmak sahih değildir.
Hanefî mezhebine göre ise, haşere ve küçük hayvanlann alım zatımı sahihtir. Kendilerinden bir menfaat sağlanan akrep, yılan ve kertenkele gibi haşereler de alınıp-s atılabilir. Bu konuda genel kaide şudur: Menfaati (faydası) olan her şey dinen helâldir. Onun alım satımı caizdir. Bu görüşle insanlara bir kolaylık sağlamamız lazımdır.
Söz yılan derisinden açılmışken şuna da işaret etmeden geçmeyeceğiz. Mâliki mezhebinde meşhur olan görüşe göre, haşereleri yemeyi âdet haline getiren' kimselere -zarar vermiyorsa mideleri de bunu alıyorsa- bunlar haram olmaz.
Mesela eğer yılanı kesmek mümkün olursa, onun başından ve kuyruğundan bir miktar kesildiğinde, onda zehir kalmasa, kişinin midesi de bunu alıyorsa, yiyene bir zarar dokunmazsa, o zaman onu yemek helal olur. Diğer haşereler de bunun gibidir.
SORU: Bir yandan helal diğer yandan da haram kazanan bir şirkette müslümamn çalışması caiz midir? Helâl ve haram olan mallan bir yerde beraber tutmak caiz olur mu?
CEVAP. Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor: Helâl bellidir, haram bellidir. Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor: Haramdan beslenen bir vücuda, ateş iyi yaraşır.
Öyle ise, müslümana yaraşan şey, helâl bir kazanç yerini araştırmaktır. Şüpheden uzak temiz, meşru yollardan kazanç elde etmelidir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah güzeldir, paktır, ancak pak olan şeyleri kabul eder. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle hitap edilmektedir.
Ey Peygamber! Temiz olan şeylerden yeyin. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim. (Mü'minun/51)
Peygamber, insanlık için büyük bir numunedir. Tabi olunacak kişidir. İnsanlar onun yolunda gitmelidirler, onun gibi yaşamalıdırlar.
İşte bundan da anlaşılıyor ki, hem helâl hem de haram mal kazanan bir şirkette müslümanm çalışması caiz değildir.
Helâl kazanan bir şirkette iş bulma ihtimali olduğu sürece, böylesi şüpheli şirketlerde çalışmak uygun olmaz. Ve yine hırs için helâl mallarla, haram malları bir yerde toplamak da caiz değildir.
SORU: Cami binasında ve inşasında kumar paralarını kullanmak caiz olur mu?
CEVAP: Gami bina etmek, Allah'a yakınlaşmanın ve ibadetin en efdalidir. Allah'ın şu sözü bize yeter:
Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır. (Tevbe/18)
Caminin (mescid'in) iman demek, onun binası inşası, ona lazım olan bütün levazımatı, onun tefrişi, onun temizletilmesi, bakımı ve aydınlatılması demektir. Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
Camileri inşa edenler, ehluİlahtırlar. Ve yine Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Kim Allah'ın rızasını kazanmak için bir mescit bina ederse, Allah da ona cennette bir ev bina eder.
Kumar ise büyük günahlardandır. Yetmez mi ki Allah (c.c) onu içkiyle, putlarla ve fal oklarıyla denk tutarak şöyle buyurmuştur.
Ey iman edenler! Şarap kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. (Maide/90)
Kumardan gelen mallar pis ve haramdır. Allah (c.c) ondan ve onun sahibinden razı olmaz Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
Allah (c.c) paktır ancak pak olan şeyleri kabul eder.
Bundan dolayıdır ki, kumar malından camilere harcamak haramdır. Çünkü kumardan kazanılan mâllar pis mallardır.
SORU: Hükümet hayır işleri için bir sandık tanzim etmiştir. İkiyüz rupiden aşağı olmamak kaydıyla iştirak edenler teberruda bulunuyorlar. Kazananları belirlemek için kura çekiliyor. Kazananlara bir hediye veriliyor. Bu hediyeler hakkında dinin görüşü nedir?
CEVAP: Kur'a dince meşru ve helâldir. Bu kaideye binaen Ezher-i şerifin fetva komisyonu senelerden beri devletin iştirakçiler arasında tanzim ettiği kura'nın caiz olduğuna dair fetva vermiştir.
Soruda sözü edilen kurayı da buna dahil etmek mümkündür. Çünkü burada söz konusu sandığı devlet tanzim ediyor. Kazananlara da hediyeyi o veriyor.
Bundan dolayıdır ki hediye kazananın bu hediyeyi almasında her hangi bir sakınca yoktur.
SORU: Sahte bir parayı kör bir adama sadaka olarak vermek mi, uyuyan bir dilsizin malını çalmak mı daha büyük günah?
CEVAP: Allah'ın laneti bütün günahlara olsun. Çünkü günahlar insanı şer ve fesat yoluna sürükler. Ondan sonra da Allah'ın gazap ve nik-meti gelir. Bu iki şahıs da büyük günahlara girmişlerdir. Birincisi hileyi kendine mubah yapmış, kalp parayı piyasaya sürmüş, hem de gözden yoksun olan âma ile. Bu kişi kendini Allah yolunda sadaka vermiş gibi gösteriyor; keşke bu adam böyle bir sadakayı vermese idi ve yine keşke bu gözden mahrum olan kişi de bunun tuzağına düşmese idi. Belki de bu para bu adamı zindana kadar götürür veya en azından kötü anlaşılmaya sebep olur. Ne olursa olsun bu adam verdiği sadakadan hayır görmez.
Diğer günahkâr ise, çalmak gibi kötü bir günah işliyor. Öyle bir günah ki Kur'an-ı Kerim o günahı işleyeni tehdit ediyor ve şöyle buyuruyor:
Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin! Allah izzet ve hikmet sahibidir.
Kim bu haksız davranışından sonra tövbe eder ve durumunu düzeltirse, şüphesiz Allah onun tövbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. (Maide/38-39)
Bu kişi büyük bir günah işlemiştir. Günahı kendine mubah saymış. Konuşamayan birisinin malım hem de uyurken çalmış.
Bununla beraber, iki günah arasında kıyas yapmak bize hoş gelmiyor. Biz arzu ederiz ki insanoğlu bütün günahlardan uzak dursun. Ancak şunu söyleyebiliriz ki, ama ve dilsizden mal çalmanın günahı daha büyüktür. Allah herşeyi daha iyi bilendir.
SORU: İşe ihtiyacı olan fakat rüşvet vermeden işe alınmayan kişi ne yapmalıdır?
CEVAP: Ebu Hüreyre Hz. Peygamberin (s.a) şöyle bir rivayet ediyor:
Rüşvet veren de alan da lanetlenmiştir.
Ebu Dâvud, Ahmed ve Tirmizî bu hadisi sahih bir senetle rivayet
etmişlerdir. İmam Ahmed'in de rivayetinde şöyle deniyor:
Allah rüşvet alana da, verene de, aracılık edene de lanet etmiştir.
Lanet, haramlığı gerektirir. Rüşvet, aslında hakkı iptal etmek ve batılı da hak göstermektir. Bu itibarla veren için de alan için de haramdır. Yine hakimin de rüşvet alması haramdır. Allah bu konuda Bakara suresinde şöyle buyuruyor.
Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin, Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere vermeyin. (Bakara/188)
Ama kişinin hakkını almak veya kendisinden ve ailesinden zulmü defetmek için rüşvet vermesinde bir sakınca yoktur.
Tabiinden bazıları şöyle demiştir: İnsan zulümden korkarsa, malından ve canından endişe ederse, rüşvet vermesinde bir sakınca yoktur.
İmam Şevkani şöyle diyor: Rüşvet mutlak manada haramdır. Bunun bir şeye tahsisi mümkün değildir. Ancak zaruretler, haramları mubah kılar kaidesince onu reddedenler olmuştur.
Bu durumda diyebiliriz ki eğer kişi geçimini sağlamak için başka bir yol bulamıyorsa, rüşvet vermesinde bir sakınca yoktur. Allah daha iyi bilendir.
SORU: Bankalara para koymanın hükmü nedir?
CEVAP: Anlaşılıyor ki soru soran kişi bankaya konulan paranın faizini soruyor. Çünkü az olsun çok olsun eğer kişinin parasını faiz almadan bankaya yatırması helâldir. Ancak para yatırılan bankanın gayr-i müslimlerin elinde olmaması gerekir. Çünkü bununla onlar güçlenir, müslümanlar zarar görürler,
Az olsun, çok olsun Allah Teâlâ kesin bir şekilde ribayı haram kılmıştır. Allah şöyle buyuruyor:
Allah alım satımı helal, faizi haram kılmıştır.
Gayet açıktır ki, mal sahibi parasını bankaya koymasının karşılığında bir nevi fayda elde ediyor. İşte bu da faizdir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz. (Bakara/279)
Biz Allah Teâlâ'dan İslâm ülkelerinin yönetimi ve idarecilerini, şeriat-ı garranın mubah kıldığı esas üzerinde bulundurmasını niyaz ediyoruz. Böylece banka ve müesseselerde muameleler ona göre düzenlenir. Bunun neticesi olarak da dünyada yahudilerin hakim oldukları, yaydıkları ve ihdas ettikleri riba düzenini yıkılır.
SORU: Hayat sigortası hakkında dinin görüşü nedir?
CEVAP: Sigorta emniyet ve emana delalet eder. Bütün insanlar emin olmak, sigortalı olmak isterler. Kur'an-ı Kerim mü'minlerden bahsederken şöyle buyuruyor:
İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır. (En'am/82)
Ayette geçen emn kelimesi sigorta mukabilinde kullanılıyor. Ancak muamele ve iktisatta kullanılan sigorta ile Kur'an'da geçen güven (emn) arasında büyük farklar vardır. İlk fıkıh kaynaklarına bakarsak sigorta hakkında lehte veya aleyhte bir hükme rastlayamayız. Çünkü sigorta sistemi çok yenidir. Sigorta sistemi miladî ondördüncü asrın ortalarında meydana çıkmıştır. Yani sigorta müçtehit imamlardan sonra meydana çıkmıştır.
Buna şunu da ilave edebiliriz ki, sigorta sistemi muhtelif şekilleriyle İslâm dünyasına, sömürgeci ecnebi şirketler kanalıyla girmiştir. Onun girişi, İslâm milletlerinin ve İslâm memleketlerinin servetini yutmak için yabancı şirketlerin tam ağzını açtığı bir zamana rastlar. Sigorta sistemine şüphe ve kuşku ile baktıklarından onun dini hükmünde ihtilaf etmişlerdir. Onlardan kimi helal, kimi de haram olduğunu söylemiştir. Özellikle hayat sigortası için olumsuz görüş beyan etmişlerdir. Zira kader Allah'ın elindedir. Ömürleri tayin eden Allah'tır. Hayat sigortası ise, bilgisizlik ve kandırmaca üzerine kurulmuştur. Onda faiz ile muamele, kumar kuşkusu vardır. Onda kaza ve kadere inanmamak vardır. Bununla beraber bir kısım fakihler bunun helal olduğunu söylüyorlar. Onu kefalet ve müdarebeye benzetiyorlar.
Ezher'in büyük bir âlimi de sigortanın caiz olduğunu ileri sürüyor. Onun bu konuda hâlâ piyasaya çıkmamış bir çalışması vardır. Bizim arzumuz, âlimlerimizin bu konuyu bir an önce vuzuha kavuşturm al andır ki müslümanlar da rahata kavuşsunlar.
SORU: Ribanın tarifi nedir?
CEVAP: Ribanın lügatteki manası fazlalık demektir. Bir şeyin ribası, o şeyin artması ve ziyadesi demektir. Sermayeden fazlası ribadır. Allah (c.c) Bakara suresinde şöyle buyuruyor:
Faiz yiyenler (kabirlerinden) şeytan çarpmış kimselerin kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların alım satım tıpkı faiz gibidir demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir. Ve artık onun işi Allah'a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir. Orada devamlı kalırlar. (Bakara/275)
Allah (c.c) ticarette kârı helal kılmıştır. Ribayı da yasaklamıştır. Riba, kişinin, borçlusundan süre mukabilinde aldığı fazlalıktır. Allah ribayı yasaklamıştır. Çünkü ribanın mukabili yoktur. Bu da insanların mallarını haksız yere yemektir. Şeriat ise, helal yoldan mal kazanmayı ve hiç bir kimseye zarar vermemeyi öğütler.
Ribayı yasaklayan ayet, haramlıktın önce şüpheye düşenlerin şüphesini zail etmek için vakalara işarette bulunmuştur. Riba'dan kasıt cahiliye döneminde bilinen riba ve nesie ribasıdır. Allah faiz yiyeni tehdit ederek şöyle buyuruyor:
Eğer tövbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir. Ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
SORU: Brezilya'da benimle kalan Lübnanlı arkadaşıma Lübnan'a gittiğinde yüz dolar vererek iki oğluma birer altın bilezik ısmarladım. Lübnan'dan dönüşünde yanına uğradığımda üç tane altın zincir getirdiğini gördüm ve tabii ki zincirleri almadım. Şimdi ben ondan yüz dolarımı geri alabilir miyim?
CEVAP: Soru sahibi dostundan kendisine verdiği para ile altın bilezik almasını talep etmiş dostunun da onun istediğini alması lazım idi. Eğer almayacak idiyse bunu söylemeliydi. Burada soru soran kişi parasını isteyebilir. Çünkü o parayı bilezik almak üzere vermişti onun
şartı o idi.
SORU: Evinde kıymetli malı olan kişi dışarı çıktığı zaman evin etrafına elektrik akımı verse, eve girmek isteyen hırsız da elektriğe çarpılıp ölse durum ne olur?
CEVAP: Ev sahibinin suçlu olduğunu söylemek mümkündür. Ancak hırsız da büyük günah işlemiştir. Ev sahibi evini elektrik telleriyle çevirip elektrik akımıyla birisinin ölümüne sebep olmuştur. O eve kimlerin geleceğini, kimin oraya yaklaşacağını bilmiyordu. Ev sahibinin ziyaretine gelenjer de akıma kapılabilirlerdi. Veya hakkını almak isteyen biri de akıma kapılabilirdi. Veya bilmeyen biri oradan geçerken, tesadüfen tellere dokunup çarpılabilirdi. Veya bir çocuk oyun oynarken akıma kapılıp ölebilirdi. (Bunlar mal sahibinin aleyhinde olan şeylerdir).
Hırsıza gelince o hırsızlığa teşebbüs etmekle büyük, fahiş ve utandırıcı bir işe girişmiştir. Hırsızlık İslâm'ın yasakladığı büyük günahlardandır. Ancak kim bilir? Belki de bu adam aç, sefil ve muztar idi. Şiddetli açlığını ve helakim defetmek için bu işe girişti.
Bazı İslâm fakihleri şöyle demişlerdir: Mal sahibi, mülkünü kötüye kullanırsa, mülküne başkasına zarar verecek veya ölümüne sebep olacak bir şeyi korsa meydana gelen zaran telafi etmekle yükümlü olur.
Bu durumda şunu söyleyebiliriz ki ev sahibinin, durumdan habersiz olanların elektrik akımına kapümamaları için ikaz edici bazı işaretler ve levhalar koyması lazım idi. Çünkü herkes hırsızlık niyetiyle oraya gitmez. Yine ev sahibi evini alışıla gelmiş yöntemlerle korumalı idi ki bu zararlar meydana gelmesin.
Allah daha iyi bilendir.
SORU: Kurban kes imini-bayramdan sonrasına bırakmak caiz midir?
CEVAP: İslâm fıkhında kurban koyun, keçi, sığır ve deve nevinden hayvanları, kesim gününde yani kurban bayramımın akabinde, Allah'a yakınlık için kesilen hayvan demektir. Kurban hicretin ikinci senesinde meşru kılınmıştır. Allah Teâlâ kurbanla ilgili olarak şöyle buyuruyor:
Rasûlüm! Kuşkusuz biz sana kevseri verdik, şimdi sen rabbine kulluk et ve kurban kes, asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir. (Kevser/1-3)
Enes (r.a) rivayet ediyor ki, Rasûlullah (s.a) iki tane beyaz ve boynuzlu koçu, besmele ve tekbir getirerek, ayaklarını boyunlarına koyarak kesti.
Bütün müslümanlar kurbanın meşru olduğunda icma etmişlerdir. Onun meşru olduğu kitap ve sünnetle sabittir.
Kurban müekked sünnettir, onu kesen sevap kazanır, terkeden günahkâr olmaz, o gücü yetenlere sünnettir, yani kendisinin çoluk çocuğunun ve nafakası kendisine vacib olanların ihtiyacından fazla mala sahip olanlar kurban kesebilirler. Kurbanlığın bütün kusurlardan beri olması lazımdır.
Fukahaya göre kurban, bayram namazının akabinde kesilmelidir. Bayram namazının kılınmadığı yerlerde yaşayanlar ise zamanı takdir ederek kurbanlarını keserler. Bu vakitte kesmek en evla olanıdır. Ancak bayramın ilk üç gününde kesmek de caizdir. Bayramın dördüncü günü kesilebileceğini söyleyenler de vardır. Kurbanı gündüz kesmek daha evladır. Fakat bir meşguliyet veya maslahattan ötürü gece de ke-silebiUr. Zamanında kesilmeyen/kesilemeyen kurbanlık, canlı olarak tasadduk edilir. Hanefî mezhebinin görüşü böyledir.
Bazı fakihler kurbanı kesenin müslüman olmasını şart koştular. Bir gayr-i müslim onu keserse, kurban yerini bulmaz. Ancak onun eti yenilebilir. Kurban keserken besmele çekilmesi lazımdır. Kim bilerek besmeleyi terkederse, onun kestiği yenmez. Fakat unutarak besmeleyi terkedenin kestiği yenir. Besmeleden sonra RasûluUah'a salat u selam ve üç defa tekbir getirilir. Ve şöyle söylemek de sünnettir:
Allahım! Bu senden yine sanadır. Onu bizden kabul buyur.
SORU: Allah'a yakınlık için kurban kesen kişinin onun etinden yemesi caiz olur mu? Kurban eti fakirlere dağıtıldıktan sonra bu fakirlerden biri eti pişirip kurban sahibine ikram etse, onun yemesi caiz olur mu? Adak kurbanının etinden adak sahibi ve onun ailesi yiyebilir mi?
CEVAP: Bir müslaman başkasına bir et tasadduk ederse, bu et verilen kişinin mülkü olur. Ona mutlak tasarruf hakkı doğar, isterse onu satabilir, hibe veya hediye edebilir, isterse yemek yapar, onu tasadduk edene de yedirebilir. Allah için kurban kesen kişi de kurban ettiği hayvanın etinden yiyebilir. Fakihler delil olarak şu ayeti ileri sürdüler:
Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksullara fakire yedi-rin. (Hac/28)
Bazı fakihler şöyle demişlerdir: Kurban kesmenin kendisine va-cib olduğu hacının o kurbandan yemesi yasaktır. Yok eğer kurban ta-tavvu (sünnet) ise ondan yiyebilir. Onu hediye ve sadaka olarak da dağıtabilir.
Kurban sahibinin ne kadar pay alacağı konusunda fakihler ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, yarısını alıp, diğer yarısını tasadduk edebileceğini, bazıları da nasıl uygun görürse öyle yapabileceğini, diğer bazıları ise, üçte birini kendisi ve ailesi için, üçte birini dost, ahbab ve komşular için, diğer üçte birini ise fakirler için ayırabileceğini söylemişlerdir.
SORU: Gayr-i müslim ülkelerden gelen, meşru yol ile kesilip kesilmediğini bilmediğimiz konserve etlerden yiyebilir miyiz?
Ve yine duyuyoruz ki Batıda hayvanlar mekanik yollarla kesiliyor. Bu kesim şer'i midir?
CEVAP: Bir müslüman, bir ehl-i kitabın kestiğini yiyebilir. Onların doğulu veya batılı olması farketmez Çünkü Allah (c.c) Maide suresinde şöyle buyuruyor:
Bugün size temiz ve iyi şeyler helal kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahudi, hristiyan vb.nin) yiyeceği size helaldir. Sizin yiyeceğiniz de onlara helaldir. (Maide/5)
Ayet-i kerimede geçen taam'âan maksat, kesilen hayvanlar ve etleridir. Nitekim Abdullah b. Zeyd şöyle diyor: İstisnasız olarak ehl-i kitabın bütün yemekleri helal kılınmıştır.
Ebu Derda da şöyle diyor: Yeter ki ehl-i kitap olsun onların yemekleri bize, bizim yemeklerimiz de onlara helaldir.
Rasûlullah da yahudi kadının kendisine takdim ettiği etten yemişti. Ashap da Şam'da ehl-i kitabın yemeklerini yiyorlardı.
Fakihler ehl-i kitabın kestiğinin yenilebileceğini söylemişlerdir. Ehl-i kitabın kestiği hayvanın etinden yemek için onun kesilişine şahit olmak veya besmele çekip çekmediğini bilmek şart değildir. Çünkü Allah ehl-i kitabın kestiğini bize helal kılmıştır. Allah (c.c) biliyor ki biz bütün kesenlerin kestiklerine muttali olamıyoruz.
Ancak bir müslüman için puta tapanın kestiği helal olmaz, yine me-cusinin kestiği de yenilmez. Hiç bir dini din edinmeyen kişinin de kestiği yenilmez. Allah'tan başkasının adını anıp kesenin de kestiği haramdır. Artık bu isim bir insanın veya bir hayvanın veyahut bir cansız mahlukun ismi olsun farketmez. Allah Maide suresinde şöyle buyuruyor:
Allah'tan başkası adına boğazlanan (...) size haram kılındı. (Ma-ide/3)
Müslüman, bir gayr-i müslimin gayr-i meşru yoldan ve Allah'ın isminin dışında bir isim anarak kestiğini görürse, onun etinden yiyemez.
Kesmekten kasıt, hayvanın boynunda olan damarları kesmek demektir. Göğüsle boyun arasındaki damarların hepsini kesmek gerekir. Kesim, keskin ve kesici bir aletle olmalıdır. Bu damarlar boynun ön tarafındaki iki kalın damardır. Hava su ve yemek borularının hepsi kesilmelidir. Bazı mezheplere göre nefes borusuyla, yemek ve su borusu kesilse kifayet eder. Keskin bir bıçakla kesmek gerekir. Hayvan boğazından değil de boynundan kesilse, kesim yine meşrudur.
Bundan da anlıyoruz ki doğudan veya batıdan bize gelen ehl-i kitabın kestikleri hayvanların eti yenilebilir. Artık onun kesim yollarını araştırmak gerekmez. Çünkü Allah Teâlâ onların yemeklerini bize helal kılmıştır. Kesilenler de yemek kapsamına girer.
Bunlar mekanik olarak kesilmiş olsalar bile helaldir. Yeter ki sözü geçen damarlar kesilmiş olsun. Veya boynun hepsi kesilmiş olsun. Ancak, müslümanlar bu konuda eğitilmelidirler.
Bu konuda bazı kişiler görevlendirilerek et aldıkları ülkelere göndermelidirler. Böylece şüpheler giderilir ve nefislerde bir itminan ve yatışma meydana gelir.
SORU: Kurban bayramında kurban kesmek istiyorum, ancak kesim işini iyi yapamıyorum. Kurban kesiminde hristiyan olan komşumu kendime vekil yapabilir miyim?
CEVAP: Aslolan, müslümanın kurbanını kendisinin kesmesidir. Çünkü Câbir'den (r.a) rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah ile beraber Kurban bayramının namazını kıldık, hutbesini bitirince miberden indi. Ona bir koç getirildi. Ve sonra şu duayı okudu:
Allahım! Bu benden ve benim kurban kesemeyen ümmetimdendir. Kabul buyur!
Kurban kesecek kişi eğer iyi kesemiyorsa, o zaman başkasını kendi yerine vekil tayinFedebilir. Kesim esnasında hazır bulunur. Rivayetlere göre, Hz. Peygamber (s.a) kızı Fatıma'ya şöyle buyurdu:
Ey Fatıma! Kalk, kurbanına şahit ol çünkü ilk kan damlasıyla beraber bütün günahların bağışlanır. Ve şöyle söyle: benim ibadetlerim, namazım, hayatım ve ölümüm alemlerin rabbi olan Allah içindir. O'nun şeriki yoktur. Bununla emrolundum ve ben müslü-manlardanım.
İmran b. Husayn 'Ya Rasûlullah bu yalnız sana ve senin ehl-i beytine mi hastır, yoksa bütün müslümanlar için geçerli midir?' diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a) "Bu bütün müslümanlar için geçerlidir" buyurdu.
Aslolan bir müslümanın bir müslümanı kefil kılmasıdır. Ancak bir müslüman, bir gayr-i müslimi veya bir hristiyanı kesim işinde vekil tayin ederse bu da şer'an caizdir. Bu şahıs kesimi iyi yaptığı sürece bir beis yoktur.
imam Nevevi el-Mecmu adlı kitabında şöyle diyor: Alimler şunun üzerinde birleştiler: Kurban kesmek isteyen kişi bir müslüman vekil tayin edebilir. Şafii mezhebinde hilaf-ı evla da olsa bir müslüman bir gayr-i müslimi veya bir ehl-i kitabı kurban kesmek için vekil tayin edebilir.
Bunlardan da anlıyoruz ki, kurban kesmek isteyen bir müslüman eğer kesim işini iyi yapamıyorsa ve vekil kılacak bir müslümanı da o anda bulamıyorsa, o zaman bir hristıyana kurbanını kestirebilir. Yeter ki o hristiyan bu işi temiz yapsın. Bu durumda kurban helal ve meşru olur.
SORU: Ebu Hüreyre Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle dediğini rivayet ediyor:
Sizden birinizin yemeğine veya içeceğine bir sinek girerse, onu hatırsın sonra çıkarsın, çünkü onun bir kanadında zehir, diğerinde ise ilaç (panzehiri) vardır.
Bu hadis-i şerifi tıp teyid ediyor mu?
CEVAP Ebu Hüreyre yoluyla Buharî'nin, Ebu Said el-Hudrî yoluyla da Neseî, Beyhaki, Ahmed ve Ebu Davud'un rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Sizden birinizin kabına sinek batarsa onu tamamen kaba hatırsın. Çünkü onun bir kanadında hastalık, diğerinde ise şifa vardır.
Hadisçiler bu hadisin sahih olduğunu söylüyorlar.
Ancak çoktan beri bu hadis-i şerife itirazlar vardır. Alimler bu itirazları reddetmişlerdir. Mesela Hattabi şöyle söylüyor:
İlimden nasibi olmayanlar bu hadis hakkında ileri geri konuştular ve 'Bir sineğin kanatlarında hastalık ve şifa bir arada olur mu? Olsa bile hangi kanadının zehir, hangi kanadının şifa taşıdığı nasıl bilinecek?' dediler.
Bunlar cahilce sorulardır. Kendi nefsini ve hayvanları gören kişi anlar ki, bütün canlılarda, hararet ve soğukluk, yaşlık ve kuruluk vardır. Bunlar zıt şeylerdir. Bunlar birleştikleri zaman bozukluklar meydana gelir. Görüyoruz ki Allah (c.c) bunları uzlaştırmış ve bir arada toplamıştır. Hayvanın beka ve salahı için bunlarla hayvanı dengede tutmuştur.
Hastalık ve şifanın bir hayvan cinsinde toplanması yadırganacak bir şey değildir. Arıya bal yapmasını ilham eden, karıncaya çalışıp, biriktirip, ihtiyaç anında onu kullanmayı öğreten kudret, sineğe de hangi kanadını daha önce kullanacağını öğretir. Allah kullarını ibtila ve imtihana tabi tutar. Herşeyde ibret ve hikmet vardır. Ancak akıl sahibi bunu düşünür.
Bu hadisin tıbbi açıklaması yapılmıştır. İmam İbn Kayyım Zad'ül-Mead adlı kitabında şöyle diyor:
Biliniz ki sinekte bir zehir unsuru vardır. O ısırdığında kaşınma ve şişlik olur, bu bir silah gibidir. Kendisine zarar verecek bir şeye düştüğü zaman hemen silahını kullanır (zehirini akıtır).
Hz. Peygambe^ (s.a) bu zehire karşı panzehir görevi yapacak diğer kanadı şifa olarak kullanmayı; onun hepsini yemeğe veya suya batırmayı emrediyor. Zehirli madde, şifalı madde ile karşı karşıya gelir, zehirin zararı bertaraf olur. Büyük doktorlar dahi bunu bilmezler. Ancak o peygamberlik penceresinden çıkmıştır. Bununla beraber, âlim, arif ve başarılı doktorlar bu ilacı kabul ederler. Bunun bütün halkın en hayırlısından geldiğine ve onun beşer gücünün üstünde olan vahiyle teyid edildiğine inanır.
Bazı çağdaş tabipler, sineklerin kanadında zararlı mikropların olduğunu, diğer kanatlarında ise, o mikropların zıddı olan bazı mikroplar olduğunu söylüyorlar. Bunlann ikisi birleşince biri diğerini zararsız hale getirir. Ve ona galebe çalar.
Bunu da mülahaza etmekte fayda vardır. Sineği tam batırmak mecburî değil, ihtiyarîdir.
Bu bir farz değildir. Kabına sinek konan kişi, o yemeği yemek zorunda değildir. Sineğin tümünü kaba batırmak zorunda da değildir. Ancak batırıp çıkaranlar hadis-i şerife tabi olmuş olurlar.
SORU: İslâm içki ve kumarı haram mı kılmış yoksa sadece nehy mi etmiş?
CEVAP: Allah Teâlâ içki ve kuman, açık ve kati olarak müslümanlara haram kılmıştır. Bu Kur'an ve sünnetin kesin hükmüyle sabittir. Her sarhoş edici, aklı örtücü, aklı dumanlayıcı şey hamrdır (içkidir). İçki insanı rüştden ve aklı selimden uzaklaştırır. Kumar da bütün çeşitleriyle haramdır. İçki ve kumar Maide suresinde kesinlikle haram kılınmıştır:
Ey iman edenler! Şarap kumar, dikili taşlar (putlar), fal okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. (Maide/90)
Ayette geçen rics haram, kötü fiil, pislik, küfür ve lanet demektir. Allah putların da birer pislik olduğunu söyleyerek şöyle buyuruyor:
O halde pis putlardan ve yalan sözden sakının! (Hac/30) Allah münafıkların da pislik olduklarını söylüyor:
Kalplerinde hastalık (kâfirlik ve münafıklık) olanlara gelince onların da inkarlarını (pisliklerini) büsbütün artırır. Ve onlar kâfir olarak ölürler. (Tevbe/125)
"Uzak durun" emri ondan kaçmayı, onu kullanmamayı gerektirir. Bu da gösteriyor ki içki ve kumar kesin bir şekilde haram kılınmıştır.
Kur'an-ı Kerim içkiyi kesin olarak haram kılarken, onda çok büyük kötülükler olduğunu, yanısıra bazı faydaların da bulunduğunu dile getiriyor.
Kur'an içkiyi tedricen haram kılmıştır. Önce içkiliyken namaza yaklaşmamayı emretmiştir. Namaz vakitleri birbirine yakın olduklarından genellikle içki içen kişi onun tesirinden kurtulup namaza gitme fırsatını bulamaz.
Rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye vardığı zaman Medinelilerin içki içip kumar oynadıklarını gördü. Peygamber'e bunların hükümlerini sordular. Allah şu ayeti indirdi:
Sana şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: "Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür." (Bakara/219)
Bir kısım insanlar bu ayete rağmen, içkinin haram kılınmadığı düşüncesiyle içki içmeye devam ettiler. Birgün ensardan biri müslüman-lara akşam namazını kıldırdı, Kur'an-ı Kerimi hep galat (yanlış) okudu. Allah (c.c) şu ayeti indirdi.
Ey iman edenler! Siz sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar...namaza yaklaşmayın! (Nisa/43)
Hz. Ömer b. Hattab şöyle dua etti: Allah'ım! İçki hakkında kesin bir hüküm ver. Çün,kü o malı ve aklı gideriyor.
Sonra bunun üzerine içki ve kumarı kesin olarak yasaklayan ayet-i kerime nazil oldu:
Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal okları birer şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa ere-sınız.
Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi? (Maide/90-91)
Ayeti işiten Hz. Ömer 'Vazgeçtik ya rabbi vazgeçtik ya rabbi' dedi... 'Vazgeçtiniz değil mi?' demek tehdit ifade eden bir sorudur. Bu ayetlerden sonraki ayet de bunu teyid ediyor:
Allah'a itaat edin Rasûl'e de itaat edin ve (kötülüklerden) sakının! Eğer (itaattan) yüz çevirirseniz bilin ki Rasûlümüzün vazifesi apaçık duyurmak ve bildirmektir. (Maide/92)
Hz. Peygamber de içkiyi yasaklamış ve onu bütün kötülüklerin anası olarak vasıflandırmıştır. Onun dert olduğunu hiç bir zaman ilaç olmadığını söylemiştir.
Her sarhoş eden şey hamr'dır. Her hamr da haramdır.
Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.
Allah içkiyi, onu içeni, sunucusunu, alıcısını, onu üzümden sıkanı, onu taşıyanı lanetlemiştir.
İslâm, şarabı haram kılmıştır. Çünkü içki malın telef olmasına, sıhhatin gitmesine, aklın yok olmasına, ciğer ve böbreklerin hastalanmasına sebebiyet verir. Ayrıca içkiyi devamlı kullanan kişiler felç olmak, erken ihtiyarlamak, asap ve akli melekesinin zayıflaması gibi tehlikelerle karşı karşıyadır. Bir Alman tabip şöyle diyor:
Meyhanelerin yansını kapatın, ben de size hastanelerin ve zindanların sayısını yarıya indirmeyi garanti edeyim.
Kumar da içki gibidir. Kumar da malın zayi olmasına, insanların atalete sürüklemesine sebep olur. Kumarda olan tehlike içkide olan tehlikeden daha az değildir. İkisi de pislikte ve zararda eşittirler. İçki satışına müsaade eden bazı hükümetler, kumarın bazı kısımlarına müsaade vermezler. Onu oynayanı cezalandırırlar. Bu devletler şahsi hürriyetten yana olduklan halde böyle bir yola baş vuruyorlar. Kumarın faydası vehmî, zararı ise hakikidir. Kumar oynayan kişi kendi elinde olan hakiki malını, vehmî bir mala verir. Zarar ve ziyana mukabil onun elinde bir zerre ağırlığı kadar bir tercih yoktur. Elindeki malı zayi eden cahil, elde olmayan vehmî bir mala kafa takar, böylelikle aklını ve fikrini bozar. Bundandır ki bir çok kumarcı kendini öldürür, veya zillet ve meskenet içinde bir hayata razı olur.
Bazı müfessirler şöyle bir hâdise anlatırlar: Oğlu kumara alışan bir baba, bütün çabalarına rağmen onu kumar illetinden kurtaramaz. Birgün oğluna şöyle der: "Ey oğlum! İlla da kumar oynayacaksan, şehrin en büyük kumarcısını bul da bari onunla kumar oyna!" Çocuk babasının ölümünden sonra şehrin en büyük kumarcısını aradı. Onu yıpranmış, düşük bir ihtiyarın yanına götürdüler. Elbiseleri yırtılmış, sıhhati gitmiş, halinden şikayetçi bir ihtiyar. O zaman çocuk babasının vasiyetini anlar. O gözüyle kumarcıların vardıkları noktayı görür. Kumardan vazgeçer.
Yine bir kısım müfessirler şöyle demişlerdir: İçki ve kumara alışanlar onları kolay kolay terkedemezler. Onların belasından kurtulamazlar. Çünkü içki insanların damarlarında bir tesir bırakır; insan tekrar tekrar onu içmek ister. Çünkü o uyardıktan sonra bir gevşeklik meydana getirir. Bu da onu tekrar almaya sevkeder. Sarhoş kendine geldikten sonra, -içinde bulunduğu durumdan uzaklaşmak düşüncesiyle- tekrar sarhoş olmak ister. O böylelikle artık içkinin esiri olur. Kumarcı da böyledir. Kazandıkça daha çok kazanmak ister. Zarar ettikçe de zararını telafi etmek ister. Onun idrak ve aklı yavaş yavaş gider. Hatta vehmî olan bu isteğin karşısına çıkmak imkansız hale gelir.
İşte bu sebeplerden dolayı içki ve kumar, İslâm'da kesin bir şekilde haram kılınmışlardır. Hakka iftirada bulunup da bunların kesin olarak haram kıhnmackğını söyleyenler, münker bir şey söylüyorlar ve Allah'a iftirada bulunuyorlar. Eğer dileseydi bütün insanları hidayete erdirme kudretine sahip olan Allah ne yücedir.
SORU: Çevremizdeki insanların çoğu hurma yaprağından yapılan nebiz içiyor. Bazı âlimler ona helal, diğer bazıları ise haram diyorlar. Bu içecek helal mı, haram mı?
CEVAP: Allah (c.c) şarabı haram kılmıştır. Çünkü o sarhoş edici ve aklı gidericidir. O sahibini rüştden ve istikametden uzaklaştırır. İçki onu öyle fiil ve sözlere götürür ki onlar hiç bir zaman insana yakışmaz. Sıhhatin ve malın gitmesi de cabası. Kur'an-ı Kerim kesin bir hükümle içkiyi yasakladı:
Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. (Ma-ide/90)
Rasûlullah da (s.a) şöyle buyurdu:
İçki derttir. Asla derman olamaz.
Bir şeyin hamr olup olmadığının ölçüsü şu hadis-i şerifte belirtilmiştir:
Her sarhoş edici hamr'dır, her hamr da haramdır.
İnsanların ilim ya da tecrübeyle sarhoşluk verdiğini bildikleri her içecek haramdır.
Külli seri kaide şöyle diyor:
Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.
Soruda bahsi geçen nebiz eğer içilince insanın aklını ve rüştünü gideriyorsa haramdır. Eğer sarhoş etmiyorsa, sarhoş edici mayası yoksa o zaman haram sayılmaz.
Bununla beraber bu konuda ihtisas ehlinden, doktorlardan ve bunun tahlilini yapan tecrübe sahiplerinden sormak gerekir. Eğer onlar nebizin sarhoşluk veren maddelerden olduğunu söylerlerse onu içmek haram olur. Aksi takdirde haram değildir.
SORU: Tedavi olmak için domuz etini yemek caiz mi?
CEVAP: Allah (c.c) Bakara suresinde şöyle buyuruyor:
Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir. (Bakara/173)
Allah (c.c) Maide suresinde de şöyle buyuruyor:
Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup, öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp Ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların parçaladığı hayvanlar ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna, dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar yoldan çıkmaktır. (Maide/3)
Allah (c.c) En'am suresinde de şöyle buyuruyor:
De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa, bilsin ki rabbin bağışlayan ve esirgeyendir. (En'am/145)
Allah (c.c) Nahl suresinde de şöyle buyuruyor:
Allah size sadece ölü hayvanı, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilea hayvanı haram kıldı. Ancak kim mecbur kalırsa (başkasının haklarına) saldırmaksızın, sınırı da aşmadan (bunlardan yiyebilir) çünkü Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir. (Nahl/115)
Görüldüğü gibi Allah (c.c) bir çok yerde domuzu kesinlikle haram kılmıştır. Onu bizzat ve mutlak olarak haram kılmıştır; kesilsin kesilmesin farketmez. Bu haramlık onun etini, yağını, kemiklerini kapsamaktadır. Bütün İslâm ümmeti onun haramlığı üzerinde icma etmiştir. Kim bunu inkar ederse, dinin açık ve kesin bir hükmünü inkar etmiş demektir.
Domuz etiyle tedavi olmak caiz değildir. Çünkü onun yerine geçen başka ilaçlar vardır. Onun etinden daha hayırlı olan şeyler vardır. Rasûlullah söyle buyurdu:
Allah ümmetimin şifasını ona haram kılınan şeyde kılmadı.
Tarık b. Süveyd içkiden ilaç yaptığını söyleyince, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
O derttir asla ilaç olamaz.
Günümüz tıbbında da domuz etinin bir çok hastalıklara sebep olduğu, vücutta bir çok yorgunluk meydana getirdiği kabul edilmektedir. Güvenilir doktorlar diyorlar ki: İslâm'ın yasakladığı hiç bir haram yoktur ki onun yerine geçecek başka bir alternatif olmasın. Bu helal yollara baş vurmak lazımdır. Müslümanların haramdan kaçmaları gerekiyor. Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edenler kurtuluşa erenlerin ta kendileridirler.
SORU: Sigara helâl mı haram mı?
CEVAP: Bir çok insanın içtiği tütün Peygamberim iz1 in devrinde bilinmiyordu. Bundan dolayıdır ki tütün hakkında ayet ve hadislerde herhangi bir hüküm yoktur. Ancak fıkhın açık bir kaidesi vardır, buna göre eşya da asıl olan mübahlıktır. Yani yasak olduğuna dair nas bulunmayan şey mubahtır. Veya onun haramlığmı gerektiren açık bir zarar olmadıkça o helal sayılır. Sigara meydana çıkıp da insanlar onu kullanınca fakihler de onun hükmünü araştırdılar. Önce helal olduğunu söylediler. Çünkü onu haram kılacak bir hüküm bulunmuyordu. Ancak sigara içmekten dolayı insanlar zarar görürse sigaranin haram ya da mekruh olacağını söylediler. Mesela eğer sigara içen kişide hastalık ve iş görmesine mani bir durum meydana getirirse haram, zararı az ise, mekruhtur.
Ve yine sigara içen kişi, nafakası ve bakımı kendisine farz olan kişilerin nafakalarını sigaraya harcıyorsa, sigara içmekten vazgeçmelidir. Ta ki bu vacibleri yerine getirebilsin.
Sigaranın insanın sıhhatini ve mali durumunu bozduğu açıktır. Kişi zengin olsa bile en azından sigaraya verdiği para israftır. Fakir olan için zararı çok daha fazladır. Bu nedenle akıllı kişinin sigara içmemesi, malını temiz yerlere sarfetmesi lazımdır. Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun Hz. Peygamber ne güzel söylemiştir:
İyi mal, iyi adama ne güzel yaraşır.
SORU: Ben gayr-i müslim bir ülkede yaşıyorum. Yiyeceklerinde genellikle domuz eti ve domuz yağı bulunuyor. Bu yemeklerden benim yemem caiz olur mu?
CEVAP: Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de açıkça domuz etinin etini haram kılmıştır:
Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı.. .(Bakara/173)
Yani Allah'ın adının dışında bir isim anarak kesilen hayvan yenilmez. Yine daha önce de geçtiği gibi (Maide/3 ve Nahl/115) ayetlerinde de domuzun kesinlikle haram olduğunu görmüştük.
İslâm, ancak iaruret halinde domuz etinin yenilmesini mubah kılmıştır. Kişi hayatını devam ettiremeyecek durumda ise, nefsini yok olmaktan kurtarmak için, güzel görerek yememek şartıyla zaruret miktarım aşmayarak ondan az bir miktar yiyebilir. Çünkü Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
Ancak kim mecbur kalırsa, (başkasının haklarına) saldırmaksızın, sınırı da aşmadan (bunlardan yiyebilir) çünkü Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir. (Nahl/115)
Vakıa şudur ki bugün bütün devletlerde et çeşitleri, kuş etleri, balık etleri, zeytin, yağ, meyveler, konserveler ve benzeri helal şeyler mevcuttur.
Bundan dolayıdır ki bugün yabancı devletlerde ikamet eden hiç bir müslümana domuz eti yemesi helal olmaz. Çünkü ortada zaruret hali yoktur. Allah'ın helallan çoktur. Harama girmeye ihtiyaç yoktur.
SORU: Bir kısım insanlar toplumu, sıhhi ve ahlâki yönden ıslaha çalışıyorlar. Bu nedenle de kötülüğü yayılan uyuşturucu ile mücadele ediyorlar. Ancak bazı uyuşturucu bağımlısı cahiller İslâm'ın uyuşturucuyu yasaklamadığını söylüyorlar, bu doğru mudur?
CEVAP: İslâm sarhoş edici tüm içecekleri haram kılmıştır. Her çeşit uyuşturucuyu da haram kılmıştır. Bu konuda en esaslı kaide Allah Rasûlünün şu sözüdür:
Her sarhoş edici hamr'dır, her hamr da haramdır. Ben sizi sarhoşluk verici her şeyden sakındırırım. Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.
Câbir'in rivayet ettiğine göre bir adam Rasûlullah'a gelerek, kendi arazilerinde biten bir ottan boza yaptıklarım ve bunu içtiklerini söyledi. Rasûlullah buyurdular ki:
Her sarhoş edici şey haramdır. Allah söz verdi ki bütün içki içenleri tinetül habal ile sulayacaktır. Onlar 'Ya Rasûlullah! Tinetül habal ne demektir?' diye sordular. O da 'O ateş ehlinin teri veya sıkılmış sulandır' dedi.
İmam İbn Teymiye şöyle diyor:
Uyuşturucu haramdır. İçki içenin hadde (cezaya) tabi tutulduğu gibi o da cezalandırılır.
Bir başka defasında da ondan bahsederken şöyle diyor:
Melun olan uyuşturucuyu içenler, onu helal kılanlar, Allah'ın gazabına uğrarlar. Allah Rasûlu'nün ve mü'minlerin lanetine layıktırlar. Bu sahibini Allah'ın cezasına uğratır, kişinin dinine, aklına, yaratılışına, ahlâkına ve tabiatına zarar verir. Kişinin mizacını değiştirir. Hatta bir çok insanı deli eder. İçkinin bile yapamadığı bir çok kötü şeyleri yaptırır. İçkide olmayan kötülükler onda mevcuttur. O haram olmaya daha uygundur.
İmam İbn Hacer el-Askalani şöyle diyor:
Uyuşturucu ancak uyuşturur, sarhoş etmez diyenler gerçeği inkar etmiş olur. Çünkü uyuşturucu da içkinin verdiği neşeyi veriyor.
Bundan da anlaşılıyor ki, İslâm uyuşturucu kullanmayı yasaklamıştır. Hangi vaziyette olursa olsun o haramdır.
SORU l: İslam dinin'de afyon ve uyuşturucu kulanmak haram mıdır?
CEVAP: İslam'da uyuşturucu kesinlikle haramdır. Açık hükümle ve kıyas yoluyla ve bunların dışında daha nice delilerle haramlığı sabittir.
Kıyas yoluyla haramlığına gelince, afyon da içki gibi tesir ve ha-ramlık illetine sahiptir. Burada insanlar arasında içkinin manası yanlış anlaşılmıştır. Onlar zannediyorlar ki içki sadece içilen sıvı bir maddeden ibarettir. Halbuki Hamr aklı perdeleyen, karıştıran şey demektir. Bu sadece bir nevi maddeyi kapsamıyor. Bu bir çok şeyden yapılabilir, üzümden, buğdaydan, baldan, hurmadan ve afyondan veya herhangi bir ziraat mahsulünden olabilir. Hz. Ömer diyor ki "Hamr, aklı karıştıran şey demektir." Aklı karıştıran her şey sarhoş edici oluyor. Hz. Peygamber diyor ki:
Ben her sarhoş ediciden sakındırırım. Her sarhoş edici haramdır.
Haşhaşta da bu özellik bulunduğundan o da içki gibi haramdır. Haşhaşın katı bir madde olması buna engel olmaz. İslâm haram olması için bir maddenin sıvı veya katı olmasına, yenilen veya içilen veya şırınga olarak yapılan bir madde olmasına bakmaz. İslâm onun kafa karıştırdığına, aklı ve dengeyi bozduğuna aklın itidaline zarar verdiğine bakar. O zaman uyuşturucu da Hamr mefhumunun hududuna girer. İslâm sarhoş edici şeyin maddesine bakmaz. Ancak onun meydana getirdiği tesir ve akibete (sonuca) bakar. Eğer insanın aklını kanştınrsa o şey haramdır.
Haşhaş, kesin hükümle haram kılınmıştır. İmam Ahmed b. Hanbel (r.a) Müsned isimli eserinde Hz. Peygamber'in her çeşit sarhoş edici ve uyuşturucudan insanları nehyettiğini rivayet etmektedir.
Hadis-i şerifte müfettir kelimesi geçiyor, müfettir insanların organlarını uyuşturan şey demektir. Şüphesiz ki haşhaş ve diğer uyuşturucular bedeni uyuşturur. Farz edelim ki haşhaş, Havnr yani içki cinsine girmesin. Bu takdirde de müfettir teriminin mefhumuna girer. Hiç bir inatçı aksini iddia edemez ve bu hadise rağmen haşhaşın haram olmadığını söyleyemez.
İslâm hukukçuları uyuşturucunun haram olduğunda icma etmişlerdir. Onların başında da haşhaş gelir. İmam İbn Hacer diyor ki:
Uyuşturucu kullanmak büyük günahlardandır. Onun ticaretini yapmak da büyük günahlardandır.
Hanefî mezhebinin fıkıh kitaplarında da şöyle deniyor:
Banotu, haşhaş, afyon yemek haramdır. Çünkü bunlar kişinin aklını bozar. İnsanları Allah'ı anmaktan namazdan alıkor. Onu yiyene ceza vermek lazımdır.
Burada ameliyatın dışında banotu kullanmak kastedilmiştir. Ameliyat durumunda acıyı hissettirmemek için almak caizdir. Çünkü bunda bir zaruret vardır.
İbn Teymiye uyuşturucu hakkında şöyle söylüyor:
Uyuşturucudaki kötülük içkide yoktur. O haramlığa daha uygundur, Onun helal olduğunu söyleyenler tevbeye çağırılır. Eğer tev-be ederse ne ala, yoksa o öldürülür. Mürted sayılır. Onun cenaze namazı da kılınmaz. Müslümanların kabristanına gömülmez.
İmam İbn Kayyım da şöyle diyor:
Hamr tabirinin içine bütün sarhoş ediciler girer, bunların sıvı, katı, sıkılmış veya pişirilmiş (kaynatılmış) olması durumu değiştirmez. Uyuşturucu, günah lokmasıdır. Sakin kalbi kötü yerlere teşvik eder.
Uyuşturucunun sıhhi, aklî, ruhi, edebi, iktisadi ve içtimai zararları vardır. Hz. Peygamber (s.a) buyuruyor ki:
Zarar görmek yoktur. Zarara zararla karşılık vermek de yoktur. Bundandır ki haşhaş haram kılınmıştır. Seri defetmek fesat kapılarını kapatmak külli kaidelerdendir. Hiç bir hüküm olmasa bile bu yeterlidir.
Uyuşturucu insanın iş gücünü öldürür, tembellik verir, Çin halkının afyon kurbanı olmasından dolayı iş kaybının ne boyutta olduğunu görmüştük. Bu uyuşturucuyu bıraktıktan sonra herkesi geride bıraktık-' larını da görüyoruz. Uyuşturucu insanların kahramanlığını giderir. İnsanlardaki bütün faziletleri yok eder. O insanları öyle hallere düşürür ki, insan sözünü yerine getiremez, güvenilmez, doğru söylediğinden emin olunmaz. Mesul olduğu durumlarda mesuliyetini bilmez. O kuşkulu ve korkak olur. Kendine ve ilişkide olduğu kimselere hıyanet eder. Onu muhakkak tedavi etmek lazımdır.
SORU 2: Uyuşturucu kitap ve sünnetle haram kılınmış mıdır? Haram kılınmasının sebebi nedir?
CEVAP: Geçen sorunun cevabından da anlaşılıyor ki, İslâm haşhaşı haram kılmıştır. Haşhaşın haram olduğunu bildiren hadis-i şerifi nakletmiştik. Ancak Kur'an-ı Kerim'de haşhaşı açık nasla yasaklayan kesin bir hüküm yoktur. Haşhaş, afyon, kokain, eroin ve bunlara benzer uyuşturucular Peygamberimiz zamanında bilinmiyordu. Bu nedenle de onlan yasaklayan açık ve kesin bir hüküm yoktur. Eğer onlar o zaman bilinselerdi ismen nasla haram kılınacaklardı.
Bununla beraber, Kur'an-ı Kerim'de haşhaşın haram olduğuna dair bazı delillere rastlıyoruz. Malı heba eden ve sıhhati bozan herşey İslâm'da haramdır. Allah şöyle buyuruyor:
Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. (Bakara/195)
Şüphesiz ki uyuşturucuya devam etmekle insanın bedeni çürür. Böylece Allah'ın insana verdiği nimetler helak olur. Allah şöyle buyuruyor:
De ki: "Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı haram kılmıştır." (A'raf/33)
Ayette geçen fahişe yani kötülüklerin her nevisi, aklın kerih gördüğü herşey yasaklanmıştır. Akl-ı selimin nefret ettiği, kişiyi itidal yolundan çıkaran haşhaş ve benzeri uyuşturucular da bu mananın kapsamına girerler.
Yine uyuşturucunun haram olmasının illeti, sıhhate, akla ve mala zarar vermesidir. Bu üç şey Allah'ın insanlara olan en büyük hediyesidir. Bunları bozan her şey haramdır. Buna ilaveten uyuşturucunun bir de topluma verdiği zararlar vardır.
SORU 3: Uyuşturucunun yayılmasını önleyebilmek için ne gibi şeyler tavsiye edebilirsiniz?
CEVAP: Tehlikesi çok büyük olan bu afete karşı direnebilmek için aşağıdaki hususları yapmak lazımdır. Evvela: Haram olmadığının fikrini toplumda çürütmek lazımdır. O kesinlikle haramdır. Bu konuda ayet, hadis ve fukahanm sözleri vardır. Uyuşturucu konusunda dinin nasihatına kulak vermek gerekir. Böylece insanlar onun sadece kanun, maslahat ve akıl açısından yasak olduğunu sanmaz, aynı zamanda din tarafından da haram kıldığını bilirler.
İkinci olarak, bu işin ticaretini yapanları cezalandırmak, onların bundan ellerini çektirmek gerekir.
Üçüncü olarak, uyuşturucu satılan yerleri gözetim altında bulundurmak lazımdır ki, ticaret yapılmasın ve insanlar ona alışmasınlar.
Dördüncü olarak, onun üretildiği yeri ve çevreyi kontrol altında tutmak gerekir. Çünkü artık bilinen bir şeydir ki haşhaş yeryüzünün bazı kıtalarında^ yetişiyor. Oralardan da Arab ülkelerinin doğusuna id-hal ediliyor. Eğer yetkililer yetiştiği bölgeyi kontrol altında tutar da dışarı çıkmasına izin vermezlerse onun dünyaya yayılmasına engel olunur. Kimse onun ticaretini yapamaz ve kimse onun bağımlısı olmaz.
Beşinci olarak, bu konuda ciddi adımlar atabilmek için bütün milletler seferber olmalıdırlar. Bu hamlede âlimlerin, tabiplerin, siyasilerin, içtimaiyatçıların gayreti olmalıdır. Mescitler, medreseler, gazeteler, yayın organları tiyatrolar ve sinemalar da rol almalıdırlar. Halkı yönlendiren bütün neşir organları da bu konuda kendilerine düşeni yapmalıdırlar.
Altıncı olarak, haşhaş kurbanlarını çok acele bir şekilde sıhhatlerine kavuşturmaya gayret gösterilmelidir. Çünkü bunlar hasta olmuşlardır. Hastalık onları mahkum etmiştir. İyileştirici ilacı onlara yetiştirmek lazımdır. Uyuşturucuyu en fazla talep edenlerin uyuşturucu müptelaları olduğunu unutmamalıyız. Onlar uyuşturucu için servetlerini bile verirler. Bunlar tedavi edilirlerse, o zaman uyuşturucu ticaretinin en önemli yolu kesilmiş olur. Geriye yeni alışacak kurbanlar kalır. Bunların tehlikesi daha azdır. Bunlan bu bataklığa düşmekten alıkoymak daha kolaydır.
SORU: Bir yandan uyuşturucuya karşı ciddi bir mücadele vardır. Diğer yandan da onu satan, ona sığınan, ona bağımlı olanlar vardır. Bundan sakınmanın yollan nelerdir?
CEVAP: Herşeyden önce içki ve uyuşturucunun, insanların aklını karıştırdığını, İslâm'ın da bunları haram kıldığını anlatmalı, ahirette bunun cezasının çok şiddetli olacağını beyinlere kazımalıyız.
İkinci olarak, haşhaş ve her nevi uyuşturucunun üretildiği yerleri şiddetli bir gözetim altında bulundurmak lazımdır ki etrafa dağılması önlenebilsin.
Üçüncü olarak uyuşturucu ile mücadele edenlerin de samimi dindar olmaları lazımdır-. Mücadelede başarıya ulaşmak bu işle uğraşanların, sadece görevleri olduğu için değil, derin bir ihlasla bu işin çok mühim olduğunu idrak etmeleriyle mümkündür.
Dördüncü olarak, uyuşturucu ile mücadele edenleri yeni teçhizatlarla teçhiz etmek; uçaklar, kameralar, buharlı gemicikler ve aydınlatıcı projektörler vermek lazımdır. Çünkü bu gibi araçlara ihtiyaç vardır. Zira genelde onun kaçakçılığını yapanlar bunu deniz yoluyla yaparlar.
Beşinci olarak, uyuşturucu kaçaklarına, bu işin ticaretini yapanlara ve bu işi sanat haline getirenlere şiddetli cezalar vermek gerekir. Bir yandan ceza verilirken diğer yandan da bu ceza su-i istimal edilmemeli, aksi takdirde bu kötülüğün sonu gelmez.
Altıncı olarak, uyuşturucu müptelalarını tıbbi, içtimai ve ruhi olarak tedavi etmek lazımdır. Bunu irşadla, telkinle ve basiretle yapmak gerekir. Bağımlının yalnız bir suçlu olmadığını aynı zamanda hasta da olduğunu bilmek, ayrıca bunu ona da kabul ettirmek lazımdır, yoksa o inadında devam edecektir.
Yedinci olarak, haşhaş bağımlılarını tedavi edip yönlendirmek lazımdır. Hem hasta olanlar, hem de başkaları bu tedavinin gerekli olduğunu, bir ayıp olmadığını bilmelidirler. Tedavi olmayıp uyuşturucuya devam etmenin kötü olduğuna inandırılmahdırlar.
Sekizinci olarak, haşhaşın üretildiği yerleri mutlaka gözetim altında tutmak gerekir. Bu da halkın, uyuşturucunun da içki gibi haram olduğunu, sıhhate, edebe ve maddiyata çok zarar verdiğini öğrenmele-riyle mümkün olur.
Dokuzuncu olarak gazete, dergi, yayın organları, televizyon, sinema, tiyatro uyuşturucunun zararlarını halka anlatmalıdırlar.
Onuncu olarak, kahvehaneleri ve vakit öldürülen yerleri kontrol altında bulundurmak lazımdır ki, bu yerler bir uyuşturucu yatağı olmasın.
SORU: Saçma ile öldürülen (avlanan), kesilmeden ölen av hayvanının eti yenilir mi?
CEVAP: Bazı fakihler, kurşunla vurulan hayvanın etinin helal olmadığını söylerler. Ancak bir kurşun yarasıyla onu kesecek kadar bir zaman kalmadan ölürse yenebilir. Hanefî mezhebine göre, av hayvanının mutlaka kesici bir aletle vurulması lazımdır. Adetlere göre bu aletin bıçak, hançer, ok, mızrak ve bunlara benzer bir alet olması gerekir. Taş, sopa ve benzeri bir şeyle hayvan öldürülürse eti helal olmaz.
Bu esasa binaen fakihler, kurşunun -örfe göre- kesici aletlerden sayılmadığını belirtmişlerdir. Bu da Kur'an-ı Kerim'de mevkuza yani taş ve sopa ile öldürülen hayvanın hükmüne geçer ki bu haramdır. Ancak bazı Hanefî fakihleri kurşunun sadece basınçla öldürmediğini aynı zamanda onun yaralayıcı ve kesici olduğunu beyan etmişlerdir. Öyle ise kurşunla öldürülen hiç bir zaman mevkuza, yani taş ve sopa ile Öldürülenin hükmünde olmaz. Bilakis o (yani vurulan hayvan) keskin aletle vurulanın ve kanı akıtılanın hükmünde olur.
Bu görüşe göre, vurulan hayvan veya kuş helal olur. Ancak avcı daha o hayat emarelerini taşırken yanına varırsa, onu bıçakla kesmelidir.
SORU: Gayr-i müslimin kestiği yenir mi? Yenirse delili nedir?
CEVAP: Gayr-i müslim yahudi veya hristiyan ise onun kestiği yenir. Ancak kestiğinin de bizim şeriatimizin helal kıldığı hayvanlardan olması gerekir. Delili ise, Allah'ın (c.c) şu sözüdür:
Kendilerine kitap verilenlerin (yahudi ve hristiyanların) yiyeceği size helaldir. (Maide/5)
Buradaki yiyecekten kasıt, kesilen hayvanlardır. İbn Abbas ve müfessirlerin çoğu bu görüştedirler. Allah'ın isminden başka isimleri anıp anmadıkları meselesine gelince bu Allah'ın ilmindedir. Allah daha iyi bildiği halde bunu bize helal kılmıştır.
Bir kısım fakihler kitap ehli olanın da Allah'ın adını anmasını şart koşmuşlardır. Yoksa onun kestiği yenmez. Bir müslüman, gayr-i müslimin besmele çekip çekmediğini bilmese de onun kestiğini yiyebilir.
Zühri'den bir rivayete göre Sahih-i Buhartdz şöyle denilmektedir:
Arab hristiyanların kestiği yenir. Eğer Allah'tan başkasının ismini andığını görürseniz onun kestiğini yemeyin. Eğer ondan böyle bir şey duymazsanız o size helaldir. Çünkü Allah onların küfrünü biliyor.
Ama mecusiler gibi kitaplı olmayanların kestikleri hayvan müslüman için helal olmaz. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Mecusilere ehl-i kitap gibi muamelede bulunun. Ancak onların kadınlarıyla nikâh yapmayın, onların kestiklerini de yemeyin.
Bu da gösteriyor ki ehli kitabın kestikleri yenir. Ancak mecusi ve benzerlerinin kestikleri haramdır.
SORU: Sıhhati yerinde olduğu halde kuvvet için iğne yaptırmanın hükmü nedir?
CEVAP: Şüphesiz ki Allah (c.c) her derde bir derman yaratmıştır. Hadis-i şerifler tedaviyi caiz görmüş ve ona teşvikte bulunmuştur. İnsan tedaviye muhtaç olduğu zaman ona baş vurur. Bir hastalık söz konusu olursa insan tedaviye gitmelidir. Akıllı bir insanın hasta olmadan ilaca başvurması düşünülemez. Çünkü o zaman abesle iştigal etmiş olur. Abesle iştigal etmek, akıllı bir adamın işi değildir. Çünkü buna sarfedilen mal ve mesai boşuna gitmiş olur.
İğne yaptırmak aslında caiz olan bir şeydir. Çünkü bunu haram kılacak bir şey yoktur. Bir hastalık olursa iğne yapılır. Eğer insan hasta, zayıf, gıdaya, takviyeye, muhtaç bir durumda ise, iğne yaptırması caizdir. Ancak insanın vücudu kuvvetli ve sağlam ise, iğne yaptırmak abes bir şeydir. Akıllı bir insanın buna baş vurması uygun değildir.
SORU: Bir fakir, malı şüpheli olan kişinin yemeğini yeyip hediyesini kabul edebilir mi?
CEVAP: Şüphesiz ki kişinin gücü yettiği kadar şüpheli şeylerden kaçması lazımdır. Kişi ancak dinini böyle korur. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Seni şüphelendireni bırak, şüphe bulunmayana bak.
Kim şüpheli şeylerden kaçarsa, dinini ve ırzını korumuş olur.
Bununla beraber hukukçular, devlet adamlarının hediyesinin kabul edebileceğini söylüyorlar. Malı şüpheli olan kişinin yemeği de yenebilir. Yeter ki malın kaynağı bizzat haram olan bir şey olmasın. Hediye edilen mal da gasp, zulüm ve çalıntı mal olmadıktan sonra kabul edilebilir. Veren bazen haram kazansa dahi hediyesi alınabilir. Malı karışık (yani yan helal yarı haram) olanın da hediyesi kabul edilebilir. Rivayet edildiğine göre bir adam Abdullah b. Mesud'a gelerek, "Benim faiz yiyen, kazancına dikkat etmeyen bir komşum beni yemeğe çağırıyor, ona icabet edeyim mi?" diye sorduğunda şu cevabı aldı: "Sana onu afiyetle yemek, ona da günahını çekmek düşer. Sen bir şeyi ayniyle haram olduğunu görmediğin sürece o sana helaldir."
O Rasûlullah'ın şu sözünü delil olarak ileri sürdü:
Sen bir şeyi istemediğin halde o sana getirilirse onu kabul et.
Allah'ın sana rızık olarak verdiğini geri çevirme.
Ebu Hureyre de bu konuda şöyle diyor:
Bize verildiği zaman kabul ederiz, bizden menedildiği zaman istemeyiz.
Tarih kitaplarında görüyoruz ki, bu ümmetin büyükleri bazı devlet yetkililerinin hediyelerini kabul etmişlerdir. Bu devlet büyüklerinin zulüm ve haram işlediklerini bildiği halde Zeyd b. Sabit Muaviye ve onun oğlu Yezid'in hediyelerini kabul ediyordu. Ve yine Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Amr -ki bunlar zahit ve takva sahibi insanlar idi- Muhtar b. Ubeyd'in (bunun da zalim bir insan olduğu malum) yemeğini yer ve hediyelerini kabul ederlerdi. İmam İbn Abdilberr sultanların hediyelerini kabul ederdi. Ve şöyle derdi:
Beni bu konuda kınayanlara deyin ki, siz bu konuda beyinsizsiniz.
Süfyan Sevri de sultanların hediyelerini kabul ediyor ve şöyle diyordu:
Sultanların hediyesi kardeşlerimin hediyesinden daha iyidir. Çünkü kardeşlerim minnet ederler ancak sultan minnet etmez, başa kakmaz.
Tarihin nakline göre, Sabi, Nehai, Hasan Basri, Ebu Seleme b. Abdurrahman, Eban b. Osman ve Basra âlimleri, Küfe bilginleri, yedi büyük fakın, Endülüs fakihi İbn Halit, İbn Şihab, Ebu Zennad, Mâlik, Ebu Yusuf, Şafii, Hicaz fakihleri, Irak fakihleri sultan ve emirlerin hediyelerini kabul ediyorlardı.
Ayrıca bu konuda kendini sıkıntıya sokup emir ve sultanların hediyelerini kabul etmeyenler de vardır. Said b. Müseyyeb, Muhammed b. Şirin, Ahmed b. Hanbel gibi zatları misal olarak gösterebiliriz. Tarih bunları zühd ve takvada birer numune kabul etmiştir, ancak bütün insanların böyle olmaları mümkün değildir.
İmam Gazâlî Ihya-ı Ulûmi'd-Dîn adlı eserinde bu konuda uzunca bir bahis açmıştır. İşi biraz da şiddetli tutmuştur. Hediyeyi alanın, onun nereden geldiğini, onun helal olup olmadığını, ne kadar alması gerektiğini bilmesinin lazım olduğunu söylüyor. Böylelikle söz emir ve sultanlardan hediye almaya uzamış, Gazâlî'ye göre bir çok durumda bunlardan hediye kabul etmemek lazımdır, Gazâlî bu kapıyı açanları tenkit ediyor. Gazâlî şöyle diyor:
İnsanlar bu konuda ayrılığa düştüler, bazıları şöyle dediler: "Haram olmadığına yakin getirirsem o bana helaldir." Diğerleri de şöyle dediler: "Helal olduğu tahakkuk etmezse onu almak helal olmaz. Şüpheli şeyler asla helal olmaz." Bu iki söz de israftır. Orta yol bizim biraz önce zikrettiğimiz şeydir. Hüküm şöyledir: Malın çoğu haram ise, o mal haramdır, yenmez, çoğu helal ancak onda haram varsa, o zaman ihtiyatlı davranmak lazımdır.
Gazâlî ile diğerleri arasındaki fark şudur: Gazâlî malın çoğu haramsa almamak, çoğu helal ancak içinde haram varsa, orada durmak gerektiğini söylüyor. Onun dışındakiler ise, her iki durumda da almanın caiz olduğunu söylüyorlar. Ancak hepsi de alman şey haramsa onu almamak üzerinde icma etmişlerdir. Aynı şekilde hediye alan kimsenin de zillet göstermemesi lazımdır. Çünkü İslâm ile zillet bir arada olmaz.
SORU: Çay bardaklarını -içki içenlerin yaptıkları gibi- sağlığınıza diye tokuşturmak caiz midir?
CEVAP: Allah Teâlâ Hz. Muhammed'in ümmetinin lider ümmet olmasını dilemiş, hiç bir zaman uydu bir ümmet olmasını istememiştir. Ümmetler için çıkarılmış en hayırlı ümmet, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan, bütün işlerinde itidal ve ölçüyü esas alan bir ümmet olmasını dilemiştir. Allah bu ümmetin, kendi ahlakıyla ahlaklanmasını, her konuda kendisine itaat etmesini irade etmiştir. Bundan da Hz. Muhammed'in sünnetine tabi olmanın ne kadar mühim olduğu anlaşılmaktadır. Bir kısım gafil insanlar her ne kadar bunu küçümseseler de bu çok mühim bir şeydir. Eğer bu gafiller bunu bihakkın düşünseler şunu bilecekler ki, iyi bir müslüman ancak bu önemsenmeyen şeylerle şekillenir. Rasûlullah başka milletlere benzemeyi şiddetle yasaklamış ve kâfirlere ve İslâm'ı din edinmeyenlere tabi olmayı şiddetle yasaklamış, zahiri işlerde de bunlara muhalefet etmeyi emretmiştir. Şunu kolaylıkla söyleyebiliriz ki, bir topluma benzeyen o toplumdan olur.
Bir darb-ı meselde "her kuş emsaliyle uçar" denilmiştir. Bundan şu hükme varırız ki, helal şeyi haram şey gibi içmeye kalkışmak akıllı müslümana yaraşmaz.
Bu konuda İmam Gazâlî'nin çok hoşuma giden bir ibaresi vardır:
Eğer bir cemaat içki kadehlerine meyve suyu doldursa, onlara bir kişi de şakilik (sunuculuk) yapsa, birbirlerini içki içenlerin sözleriyle selamlarlarsa, bu helal olan meyve suyu onlara haram olur. Çünkü burada fesat ehline benzemek söz konusudur.
Hz. Muhammed'in ümmetinin müstakil olması ne güzeldir. Onun bir şahsiyeti bir kerameti vardır. Onun kendine has bir görünümü vardır. Onun saltanatı ve hükmü, başka ümmetlere tabi olmakla yıkılır.
Bununla beraber Allah onu başkasının eziyetinden kurtarmış, o doğru yolda olduğu sürece Allah onu aziz kılmıştır ve aziz kılacaktır.
SORU: Bir çok insan uyuşturucu (haşhaş) kullanıyorlar; kimsi bir cezvede kaynatarak, kimisi kağıda sararak, kimisi de yemek ve kahveye katarak, kimisi de onu direkt yiyerek veya emerek alıyorlar. İslâm bunu mubah görüyor mu?
CEVAP: Bu büyük bir faciadır ki her gayretli adamın bundan ürkmesi lazımdır. Haşhaş veba şeklinde çok yaygın bir hale gelmiştir. Onunla gereği gibi mücadele edilmiyor. Ancak bu konuda nefisleri tedip eden vaazlar veriliyor. Bu da yetmiyor. Dinden nasibi olmayan bir kısım insanlar da bildikleri halde iftira atıyorlar ve haşhaşın mubah olduğunu, İslâm'ın onu yasaklamadığını söylüyorlar. Halbuki İmam Ah-med b. Hanbel Müsned'inde şöyle rivayet ediyor:
Allah Rasûlü her sarhoş ediciyi ve her uyuşturucuyu yasakladı.
Tecrübe sahiplerince meşhurdur ki haşhaş insanın vücudunu uyuşturur. İmam İbn Hacer de uyuşturucu almanın (kullanmanın) büyük günahlardan olduğunu söylüyor. İbn Teymiye ve benzer imamlar da haşhaşın kesin olarak haram olduğunu söylüyorlar. Ona helal diyen adam dinden çıkar, uyuşturucunun maddî, sıhhî, içtimaî zararları saymakla bitmez. O malı telef eder, insanın kerametini giderir, doktorların tespitiyle göğse, kalbe, ciğerlere, nefes borusuna, -ki bunlar insan için Önemli organlardır- büyük zararlar verir. Haşhaş, içenin nefsinde korkaklık, kuşku meydana getirir. Onun bedeni kısa bir zamanda yıpranır, çöker. Uyuşturucu iyi uyutur diyenin de sözü batıldır. Uyuşturucu alan kişi devamlı polisin gözetimine, ihbarcıların tahakkümüne, insanların onu aşağı görmesine ve kanunun takibine namzettir. Uyuşturucu bağımlısı çoğu kez kendine, ailesine ve vatanına karşı olan yükümlülüklerini yerine getirmez.
SORU: Bazı doktorlar hasta olan teyzemin ilaçlarına içki karıştırmamı tavsiye ettiler. Bu dinen caiz midir?
CEVAP: İçki, bütün kötülüklerin anasıdır. O malı telef eden, aklı götüren, insanın mürüvvetini düşüren, vücudu hasta eden, hayatı yıkan, asabı bozan, insanın mukavemetini kıran bir şeydir. Bazı tabipler dinin emrini hafife alarak, içkiyi bir müsekkin gibi veya tedavi edici bir madde olarak gösteriyorlar. Bu onlann basiretsizliğini ve tıbbın bazı inceliklerini bilmediklerini göstermektedir. Bunlar dinle bilim arasını bulmak ruhundan yoksundurlar.
Tıbbın araştırmalarına göre, içkinin ilaç olarak kullanılabileceği hiçbir hastalık yoktur ki onun alternatifi olmasın. Böylece içkinin kötü neticelerinden insan kurtulur. Basiretli doktorlar böyle dedikten sonra, -ki bu insanlar, insanlara ve dine hizmet ediyorlar- artık insanlar içkiyi neden ilaç olarak kullansınlar?
Ümmi Peygamber (s.a) beliğ ve mucizeli bir şekilde şöyle buyuruyor:
Allah derdi de vermiş, dermanı da vermiş, mutlaka her hastalığın bir çaresi vardır. Tedavi olun. Haramla tedavi olmayın.
Tank b. Süveyd, Rasûlullah'a içkinin ilaç olarak kullanılıp kullanılamayacağını sorduğunda Hz. Peygamber (s.a) onu ondan sakındırdı. O da, onu yalnız ilaç olarak yaptığını söyledi. Rasûlullah 'O hastalıktır, ilaç olmaz' buyurdu. Bir rivayette de Allah Rasûlü şöyle buyurdu:
O ancak derttir derman olmaz.
Yine hayret edilecek bir şeydir ki Arablar cahiliye döneminde dahi içkinin kötülüğünü biliyorlardı. Onun ne kadar kötülüklere sebep olduğunu da biliyorlardı. Kimisi onu nefsine haram kılıyordu. İşte Kays b. Asım -Beni Temim kabilesiyle beraber müslüman olmuştu- hicretin dokuzuncu senesinde Rasûlullah'a geldiğinde Hz. Peygamber (s.a) "Bu çöl ehlinin efendisidir" demişti. Bu zat akıllı ve halim idi. O da kavmi gibi cahiliyede içki içiyordu. Birgün sarhoş oldu. Meyhaneciye çok para ödedi. Sonra evine geldi. Kızını dövdü ve ona küfür etti. Ve kötü şeyler söyledi. Kendine gelince yaptıklarını ona anlattılar. O zaman içkiyi kendine haram kıldı. Halbuki o hala cahiliyede idi. Bu konuda bazı şiirler söyledi, onunla içkiyi kötüledi:
İçkiyi fesat edici olarak gördüm, o halim insanı bile bozar, Hem sağ iken onu içmem, çünkü o insanı hasta eder, Ona asla para vermeyeceğim. Çünkü o içeni utandırır.
Artık kolaylıkla diyebiliriz ki, İslâm içkinin ilaç olarak kullanılmasını kabul etmez. Cumhur-u ulema bunda icma etmiştir. Bazılan içki ve necis şeylerle tedavi olmanın caiz olduğunu söylemişlerse de bu konuda müslüman ve ehil doktorun izni lazımdır. Burada da zaruret ve ihtiyaç miktarıyla iktifa etmek gerekir.
SORU: Murdar eti bilerek insanlara dağıtmak ve onun murdar olduğunu bilerek yemek caiz midir?
CEVAP: Murdar hayvanın etini yemek, Kur'an tarafından yasaklanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
De ki: "Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz etinden -ki pisliğin kendisidir- başka haram kılınmış bir şey yoktur." (Enam/l 45)
Yine Allah şöyle buyuruyor:
Allah size ancak ölüyü (leşi) kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. (Nahl/115)
Bundan da anlaşılıyor ki murdar hayvanın eti haramdır. Bir müs-lümanın bilerek bunu yemesi helal olmaz. Ancak murdar olduğunu bilmeden yiyene herhangi bir günah yoktur. Çünkü gerçeği bilmesi mümkün değildir.
Bu durumda günahın tümü, murdar eti sadaka olarak dağıtanadır. Böyle bir sadaka Allah katında makbul olmaz. Çünkü o güzel olmayan, pislik olan bir şeyi sadaka yapıyor.
Böyle yapan kişinin tez elden Allah'a dönüp tövbe etmesi gerekir. O kişi Allah'a itaat ederek, hatasından dönmelidir. Allah dilediğine doğru yolu nasip eder.
SORU: Ecnebi devletlerden ithal edilen tavuk, koyun, sığır ve diğer hayvan etlerini yemek -ki nasıl kesildiklerini bilmiyoruz- caiz midir?
CEVAP: Allah (c.c) Enam suresinde şöyle buyuruyor:
De ki: "Bana vahyolunan da, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak şartıyla kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa, bilsin ki rabbin bağışlayan ve esirgeyendir." (Enam/145)
Allah Maide suresinde de şöyle buyuruyor:
Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (Yahudi ve Hristiyanların) yiyeceği size helaldir... (Maide/5)
Ebubekir b. Arabî bu ayeti açıklarken şöyle söylemiştir:
Şu kesin bir hükümdür ki ehl-i kitabın kestiği ve avladığı av yenebilir. O mutlak olarak helaldir. Allah onu bize helal kılmıştır.
Sahih olarak rivayet edilen bir hadise göre Rasûlullah (s.a) yahu-di bir kadının kendisine takdim ettiği koyunun etinden yemiştir. Nitekim Buharı ve Nesaî'nin rivayet ettikleri bir hadiste, bir grup Peygamberimize gelerek 'Ya Rasûlullah bazı insanlar bize et getiriyorlar. Biz bilmiyoruz acaba bunlar keserlerken Allah'ın adını anıyorlar mı, anmıyorlar mı?' diye sorduklarında Rasûlullah buyurdu ki: "Siz besmele çekin ve yeyin."
İmam Kurtubi de şöyle diyor:
Bütün imamlar, hristiyanların ve yahudilerin kestiği hayvanların etinin yenebileceği hususunda icma etmişlerdir.
Başkaları ise şöyle diyorlar: Eğer yiyen müslüman, kesen gayr-i müslimin besmeleyi terketmediğini bilirse, o zaman yemek helal olur.
Hanefî fakihlerinden Muhammed b. Abidin diyor ki kitap ehlinin kestiği helaldir. Çünkü Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Kendilerine kitap verilenlerin (yahudi, hristiyan vb.nin) yiyeceği size helaldir.
Buradaki yiyecekten kasıt kesilen hayvanlardır. Feteva~i Hindiye de şöyle deniyor:
Kitaplıların kestiği yenir. Ancak bir müslüman, kesen ehl-i kitabın Allah'ın adından başka bir adı andığını bizzat duyarsa o zaman onun kestiği yenmez.
Hz. Ali (r.a) şöyle diyor:
Sen kitaplının Allah'tan başkasının adına kestiğini görürsen onu yeme, çünkü Allah diyor ki: "Üzerinde Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin!" (Enam/121)
Puta tapanların ve mutlak manada hiç bir dine sahip olmayanların kestikleri yenilmez.
Geçen açıklamalardan da anlaşılıyor ki, konserve olan ve kitap ehl i bir ülkeden gelen etler yenebilir. Ancak o etin de helal olan hayvanların etinden olması şarttır. Eğer kişi onları kesenin Allah'ın adından başka bir isim andığını bilir veya görürse, o etten yemesi helal olmaz.
SORU: İçki içmenin dindeki hükmü nedir?
CEVAP: Toplumda tehlikeli bir hastalık yayılıyor. O da içkinin yaygın bir hale gelmesidir. Ahlaken gevşek ve refah yanlısı bir çok insan onu ya gizli veya açıktan içiyorlar. Bir çok şenlikler ve düğünler, sevinç ve neşe günleri onunla kutlanıyor. Böylece birçok insan içkiye alışıyor. Maalesef bir kısım insanlar vardır ki haşhaş ve eroinle mücadele edilmesini istiyorlar. Bu konuda büyük çaba da sarfediyorlar. Ama içkiye gelince es geçiyorlar, onu tehlike olarak bile görmüyorlar. Hatta bazıları uyuşturucunun önüne geçmek için içkiyi yaygın bir hale getirmeyi bile bir çare sayıyorlar. Bilemiyorum bu garip teklife ne demeli? Halbuki biz uyuşturucu haramdır dediğimiz zaman onu içkiye benzeterek hüküm veriyoruz. Çünkü o da uyuşturucu gibi sarhoş eder ve uyuşturur.
İşin daha da garibi bunlardan bir kısmı bilerek Allah'a iftirada bulunuyorlar ve Kur'an'm içkiyi haram kılmadığını iddia ediyorlar. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir, bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.
Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister, artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?
Allah'a itaat edin, Rasûl'e de itaat edin ve (kötülüklerden) sakının, eğer (itaatten) yüz çevirirseniz bilin ki Rasûlümüzün vazifesi apaçık duyurmak ve bildirmektir. (Maide/90-92)
İçki bütün nevileriyle aklı giderici ve sarhoş edicidir. Dolayısıyla da haramdır, haramdır, haramdır.
İçki, Kur'an, sünnet ve icma ile haramdır. Eğer din onu haram kıl-masa idi dahi akıl onu haram kılacaktı. İslâm, onda çok zarar ve tehlike olduğu için haram kılmıştır. Onu haram kılmakla insanın (aklını, vücudunu ve) malını korumuş. Çünkü insanlar mallarını ona vermekle hafif akıllı olduklarını ortaya korlar. İslâm insanın bedenini de korumuş. Çünkü içki insana çeşitli hastalıklar getirir. Yüksek tansiyon, felç, asap bozukluğu gibi hastalıklara sebebiyet verir, vücudun tepkisini yo-keder, ciğerleri bitirir. İslâm onu yasaklamakla aklı korumuş, çünkü aklı giderir, içki içen sapıtır. İslâm onu yasaklamakla ırzı koruma altına almış, çünkü içki sarhoş olan bütün bağları koparır, o bir hayvan olur veya hayvana benzemiş olur. Rivayet edilir ki bir kocakarı içen bazı gençlerin yanma uğrar, ona da bir kadeh verirler, o da içip gülmeye başlar. Sonra ona ikinci kadehi verirler, onu da içer, yüzü iyice kızarır, gülmesi artar. Üçüncü kadehten sonra şöyle der: "Bana karılarınızdan haber verin. Onlar da bu şaraptan içiyorlar mı?" Onlar da evet dediler. O da, "Kabe'nin rabbine yemin olsun ki onlar bevillerini (sidiklerini) iyi tutarlar" dedi. (Bu örnek ihtiyar bir kadının dahi birkaç kadeh nebiz içtikten sonra nasıl akıl dairesinden çıktığını ve abuk sabuk konuştuğunu göstermektedir.)
Gizli ve açıktan içki içenlerin bahanelerinden biri de şudur. Onlar diyorlar ki "bizim içtiğimiz İslâm'ın yasakladığı içki cinsinden değildir." Ve şöyle ilavede bulunuyorlar: "İslâm viskiyi, konyağı, şampanyayı yasaklamamıştır." Bunlar İslâm'ın ilk yıllarında yoktu. Ancak Ra-sûlullah asırlar öncesi bu ihtimali da bize bildirmiş şöyle buyuruyor:
Ümetimden bazı insanlar içkiyi başka isimler altında içeceklerdir.
Sonra haramlığın kaidesini şöyle koymuştur:
Her sarhoş edici haramdır.
Her sarhoş edici hamr'dır, her hamr da haramdır.
Hz. Ömer Rasûlullah'ın minberinin üstünde şöyle diyor:
İçki aklı karıştıran şeydir.
Artık buna rengi, şekli, adı ne olursa olsun bütün içkiler dahildir. Yine onların şöyle bir bahaneleri daha vardır. Diyorlar ki 'Bazı fakihler buna helal demişlerdir. Dolayısıyla nebiz helaldir.' Bu da bir saptırmadır. Çünkü fakıhlerin sözkonusu ettiği nebiz, sarhoş etmeyen hurma ve üzüm suyudur, yani hoşaftır. Enes şöyle diyor: 'Ben bu kadehimle Rasûlullah'a, bal, nebiz (hoşaf) su ve süt sundum.
Hiç Rasûlullah sarhoş edici veya ona benzer bir şey içer mi?
Ömer b. Abdülaziz "tıla" diye bir nevi içki içenleri gördü. (Tıla katılaşıp katrana benzeyen bir şeydir). Buna karşı savaş açtı. Valilerine şöyle mektup yazdı: "Tıla denen içkide müslümanlar için bir hayır yoktur. O bir içkidir. Ona tıla ismini koymuşlardır. Onun mukabilinde Allah çok temiz ve mubah meşrubatlar yaratmıştır. Bazı insanların onu Hz. Ömer mubah kılmiştır, bizden önceki büyükler de bundan içmişlerdir, dediklerini işitiyorum. Halbuki Hz. Ömer'e kaynayan bir meyve suyu takdim edilmiş o da bu tıla mı diye sormuş, onu tadınca sakıncası yoktur demiş. İnsanlar ondan sonra onu içmeye başlamışlar. Hz. Ömer olsun ve Önceki büyükler olsun bunun sarhoşluk vermeyen çeşidinin mubah olduğunu söylemişlerdir. Bekletilince tıla da sarhoşluk verir, o zaman haram olur. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Her sarhoş edici, mü'mine haramdır.
Artık burada, sapıkların, mü'minleri kandırması mümkün değildir. Mü'minlerin bundan sakınmaları, içkiyi haram görmeleri gerekiyor. Çünkü o bütün hataların kapısıdır. Korkarım ki müslümanların çoğu bu musibete uğrasınlar.
Ömer b. Abdülaziz Mısır valisine şöyle bir mektup yazıyor:
Bu içki öyle kötü bir şeydir ki bakıyorum bir çok kişi buna müptela olmuş, Allah'ın haram kıldığı ve kendilerinin aklını giderici bir şeye kendilerim kaptırmışlar. Öyle ki bununla haram olan kan dökmeyi helal, haram malın yenilmesine ve haram olan ırzın mubah edilmesine kadar ileri gidiyorlar. Bu içki (tıla) müptelaları şöyle söylüyorlar. "Tıla içmede bir sakınca yoktur." Yeminim olsun ki yeme içme vs. şeylerde içkiden sakınılacaktır. Onların mubah görüp içtikleri şarap, hristiyanların ellerinin altından geçer. O hristiyanlar ki müslümanları dinlerinden etmek istiyorlar, onları kendilerine helal olmayan şeylere itiyorlar. Böylece onların eşyalarını, mallarını sattırmak istiyorlar. Onlar bununla genişliğe kavuşmak istiyorlar. Hiç bir müslüman için hayrı olmayan içki içmek hususunda meşru bir mazeret yoktur. Çünkü Allah Teâlâ bol bol tatlı sular yaratmıştır.
Sonra Ömer şöyle devam ediyor:
Bizim bu ilanımızdan sonra içki içenleri başkasına ibret olacak şekilde cezalandıracağız. Buna rağmen içkiye devam edenler bilsinler ki şüphesiz Allah'ın cezası daha şiddetlidir.
Sonra mektubuna şöyle son verir:
Allah'tan diliyorum ki Allah bizi harama sokmadan helallanyla yetindirsin. İyi yolda olanlara daha fazla hidayet, kötü yolda olanlara da tevbe nasip etsin. Allah'ın selamı üzerinize olsun.
Yine içkicilerin bir bahanesi de şudur; onlar diyorlar ki: 'İçki bazı hastalıklara ilaçtır.' Bu onların baş vurdukları bir hiledir. Çünkü onlar içkiyi sarhoş olmak, habis duygularını tatmin etmek için içiyorlar. Halbuki doktorlar içkinin yerine ona alternatif olacak ilaçları bulmuşlardır. Ayrıca Rasûlullah'a 'İçki ile tedavi olur mu?' diye sorduklarında "İçki derttir, onda asla şifa yoktur" cevabını veriyor.
İçkide bunca çirkin neticeler vardır. Bundandır ki Hz Peygamber (s.a) insanları son derece şiddetli bir şekilde ondan sakındırmış; ona nisbet edilen bir sözde şöyle buyurmuştur:
İçkiden sakının Allah'a yemin ederim ki onunla iman yanyana gelmezler, biri bir yere girince diğeri oradan çıkar.
Şüphesiz içki bütün kötülüklerin anasıdır. Serlerin anahtarıdır. Belaların kapısıdır. Bazı sünnet kitapları ibretle dolu bazı hikayeleri bize nakletmektedirler. Onların birisinde şöyle bir hikaye geçiyor: Bir kadın bir erkeği yakalıyor, kapıları üstüne kilitliyor. Onu üç şey arasında muhayyer bırakıyor: Bir şişe şarap içmek veya yanında bulunan bir çocuğu öldürmek, ya da kendisiyle zina etmek. Adam bunların en hafifi olduğunu düşündüğü içkiyi tercih etti. İçkiden içti, başı dönünce kadın
onun hoşuna gitti, onunla zina yaptı. Çocuğun söylemesinden korktu ve onu Öldürdü. İşte böylelikle içki büyük kötülüklere sebep oldu. Ve adam büyük belalara girdi.
İçkiyi ancak sapıtanlar ve durumu bozuk olanlar içerler. Sünnet bize haber veriyor ki içki içen kırk kırbaçla cezalandırılır. Çoğu kez de değnek yerine ayakkabılar (narinler) kullanılır. Evet nalinler! Çünkü insanlığını yitirenler, aklını kaybedenler ancak ayakkabı ile terbiyeye müstahaktırlar. Ta ki terbiye edilsinler ve kendilerine gelsinler. Aklını ve kerametini koruyan insan nerde, kendisini veya başkasını helaka sürükleyen herif nerde. .. .Şair ne iyi söylemiş:
Akrep birisine sokmaya yeltenince
O ayakkabı ile ezilir, zira o buna layıktır.
Bazılarına göre de bu devirde içki ile mücadelede bulunmak, gericiliğin ve donukluğun bir çeşidi sayılır. Onlara göre bu devirde içki bu kadar yayıldığına göre, artık onun üzerinde durmak abes sayılır. Bu çok garip bir mantıktır. Bu şu demektir: Yangın olunca ateşi kendi haline bırakalım ki yaşı ve kuruyu yaksın. Islah ediciler böyle düşünemezler. Ahlâklı ve faziletli insanlar böyle diyemezler. İşte Hz. Ömer içki içenlerin sayılarının çoğaldığını görünce onların cezalannı kırk kırbaçtan seksene çıkardı. Çünkü suçlardaki artış, cezanın şiddetlendi-rilmesine götürür.
Allah Teâlâ bize nice tatlı nimetler vermiş, temiz, helal içki çeşitleri (meşrubatları) ihsan etmiştir. Fışkı ile kan arasından çıkan temiz süt vermiş. Annın karnından çeşitli renklerde çıkan temiz balı vermiş, kandıran tatlı sulan vermiş, meyve sulannı vermiş, daha nice nice faydalı ve hususi nimetler vermiş. Rasûlullah (s.a) Ebu Talha'nın Mescid-i Nebi'ye yakın bir yerde bulunan Beyraka adlı bahçesine giderdi. Onda güzel su vardı. Hz Peygamber (s.a) ondan çok hoşlanırdı. "Buyut-tü-Sakya" adlı çeşmeden Peygamberimize su getirilirdi. O Medine'den iki günlük mesafede idi. Onun Mekke ile Medine arasında bir köy olduğunu söyleyenler de vardır. Rasûlullah'ın (s.a) bu güzel sünneti nerede insanların, iyiyi bozmak, doğruyu eğriltmek, kolay olanı zorlaştırmak işi nerde.
Yemek açlığı gidermek içindir. İnsanlar onu şimdi oburluk için yerler, yemeklerin adedi çoğalmış, o nisbette hastalıklar ve illetler de artmıştır. Su ve meşrubatlar susuzluğu gidermek için içilir. Bu günse insanlar onu aklı öldürmek ve şehveti yaymak için kullanıyorlar. Elbise setr-i avret için kullanılır idi. İnsanlar şimdi onu zinet ve yalancı gurur için kullanıyor. Kadın ise, zineti şeytanın bir tuzağı gibi kullanıyor. İnsanlar bu inhiraf (sapma) ve israf yüzünden nice belaları kendi üstüne çekmiştir.
Bize gereken şey, bütün kötülüklerin anası olan içkiye giden yolları kesmek, onu toplumumuzdan uzaklaştırmaktır. Çocuklarımızı ondan uzak tutmak ve İslâm'ın getirdiği yola girmek ve Allah'ın emir ve nehiylerine riayet etmektir. Hak yola eriştiren ve hakkı söyleyen yalnız Allah'tır.
SORU: Allah Teâlâ Maide suresinde şöyle buyuruyor: Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklanyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bunların haram olmasında ne gibi hikmetler vardır ki ayet-i kerime bunları dile getiriyor?
CEVAP: Sadedinde bulunduğumuz haram konusuna baktığımızda kendi kendimize sormamız gerekiyor: Bu haramdan ne kastedilmiştir? Bu haramlıkla kolaylık ye ıslah mı kastedilmiştir? Yoksa bununla sıkıntı ve tazyik mi kastedilmiştir? Kur'an-ı Kerim'e bir nazar attığımız zaman görürüz ki, bu haramlık açık bir kolaylık ve açık bir helallik getirmiştir. Bir yandan bir kaç şeyi haram kılarken öte yandan çok şeyi helal kılıyor. Allah şöyle buyuruyor:
Size rızk olarak verdiğimiz güzel şeylerden yeyiniz. Ve yine şöyle buyuruyor:
De ki: "Allah'ın kullan için yarattığı süsü ve temiz nzıkları kim haram kıldı?" (Araf/32)
Suda, havada, karada Kur'an'ın yasaklamadığı nice hayvanlar vardır. İnsanların bunları yemesi caizdir. İnsanlar israfsız bunlardan yararlanabilir. Bu haramlık bütün kapıları insanın yüzüne kapatmamıştır. Ancak bu külli bir umumilikten sonra az bir hususilik arzediyor. İnsan nefsinde ve hissiyatında hissettiği bütün ihtiyaçlarını helallarla giderebilir. Bu haram kılınan eşyaların mukabilinde mutlaka onların yerine geçecek alternatifler vardır. Üstelik insanlar bir zarara ve bir fesada uğramazlar.
Sonra bu haramlık ebedi bir haramlık da değildir. Zaruret pençesinden bakıldığı zaman, zaruret anında zaruret miktarı kadar bunlar kullanılabilir.
Bu haram kılınmada da kolaylık ruhu mevcuttur. Ayet-i kerime bunu bize böyle bildiriyor.
Sonra umum manada bu haramlığın manasını düşünelim:
a. Bu haramlara uzanmanın verdiği zararları defetmek açısından düşünmek lazımdır.
Önceki müfessirler, mütehassıs doktorlar ve âlimler bu konuda çok tafsilat vermişler ve tahliller yapmışlardır.
b. Burada müslüman kişi, pislik ve kirlilik mıntıkasından uzaklaştırılmıştır.
Çünkü müslüman kişinin namazında, orucunda, haccında temiz ve pak olması lazımdır. Bu temizlik hem maddi hem de manevi olmalıdır. Allah Teâlâ müslüman kullarını böyle kirli şeylerden uzaklaştırmakla bu temizliği tamamlamaktadır.
c. Temizlemek, ikram etmek burada müslim ve mü'min'in nefsi içindir.
Çünkü Allah Teâlâ Ademoğlunu mükerrem olarak yaratmıştır. Onları imanlarıyla beraber yükseltmek istiyor. Onlara layık olmayan şeylerle onları yükseltmez. Rasûlullah (s.a) ne güzel söylüyor:
Allah paktır, ancak pak olan şeyleri kabul buyurur.
d. İtaata layık olan Allah'ın emrine itaat göstermek için (bu haram kılınan şeyleri yememek lazımdır) bir emirdir.
Taabbüd zatına ibadet yapılana itaat etmek demektir. İbadet de hu-zu da O'na yapılır. Düşünüyorum ve haram kılınan şeylerde itaatin gerekliliğini anlıyorum. Haramlar arasında "Allah'tan başkası adına bo-ğazlanan"ın da bulunduğunu hatırladığım zaman ben de herkes gibi şunu düşünmeden edemiyorum: "Allah'tan başkası adına kesilen"in içine ehl-i kitabın kestiği de giriyor mu? Ben de diğer insanlar gibi eğer Hristiyan ülkelerden gelen etin mahiyetini bilmeseydim bu konuyu kmardım. Fakat yine de ben bu konunun yetkililerce araştırılmasını bir vecibe olarak telakki ediyorum. Oradan gelen etlerin, ne cinslerinin ne de kesimlerinin İslâm şeriatına ve İslâm adetlerine aykırı olmadığı kanıtlanmalıdır. Ben burada sadece onların sıhhi yönü üzerinde durmuyorum. Ben meselenin sıhhi yönüyle beraber İslâmi yönü üzerinde de durmak istiyorum. Müslümanlar dışarıdan gelen şeyleri -kendi dinlerine uyup uymadığını- tetkik etmelidirler.
Yetkililerin bunu yerine getirmeleri gerekir. Bazı yetkililerin, konsolosları ve sefirleri kesilen hayvanların başında bulunup, besmele çekip çekmediklerini kontrol etmek üzere görevlendirdiklerini işittik, inşallah doğrudur. Bu da bîze et aldığımız ülkelerden besmelesiz et almadığımız kanaatini veriyor.
Ayrıca taabbudi bir emir olmaktan başka bu şeylerin neden haram kılındığına dair insanın hatırına şöyle bir şey geliyor: Ayetteki haramlar şu hikmetlerden dolayı haram kılınmışlardır. Kesmekle eti mubah olan hayvanın çok yaşlı olmaması lazımdır. O ya körpe iken ya da genç iken kesilmelidir. Çünkü o genç iken insanın nefsine daha hoş gelir, insan onu daha fazla tercih eder. Hayvanlar ya bir hastalıktan ya da ihtiyarlıktan ölürler. Böyle etleri yememek lazımdır. Çünkü hastalıklı et mikrop taşır, bu da etten insanlara geçer. Sonra kan da haramdır, eğer akıtılmazsa etin ve derinin içinde donar, kemiklerin etrafında toplanır. Siyahlaşır ve zehirli olur.
Bundandır ki leş yemekle bir çok hastalıklar meydana gelir. Hayvan eğer ihtiyarlığından dolayı ölürse, insanın selim zevki ondan hoşlanmaz, onu yemek istemez. Biz kesilen ihtiyar hayvanın etini pek yemek istemeyiz. Onda mikrop olmasa dahi, insanın nefsi onu hoş görmez.
İslâm'ın yönlendirmesine bakılırsa, kesilen hayvanın hasta ve ihtiyar olmaması gerektiği anlaşılır. İslâm bilginlerine göre hayvanlarda felç, sıtma ve çeşitli mikrobik hastalıklar vardır. Bu hastalıklar bazen hayvanın ölümüne dahi yolaçar. Tabiatıyla hayvan öldükten sonra da o mikroplar onun etinde kalır ve o eti yiyenlere geçerler. O kişi de kendine zarar vermiş olur. Kendini kendi eliyle tehlikeye atmış olur. Oysa Allah "Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın" buyuruyor.
Kan, bütün mikropların yuvasıdır. Kim onu yerse, kendini mikroplara hedef etmiş olur. Kan aktığı an bozulmaya başlar ve rengi değişir. Ondaki mikroplardan başka mikroplar da türemeye başlar. Yeni sağlık bilgilerine göre al yuvarlarla ak yuvarlar arasındaki zehirler ortaya çıkar.
Tıp bize, helal ve temiz bir gıda olan sütü dahi iyice kaynatmamızı tavsiye ediyor. Hatta bazı tabipler onu iki kez kaynatmamızı söylüyorlar, bilhassa onu içmek isteyen zayıf bünyeli biri ise daha da dikkat etme.si lazımdır.' Sütün kaynatılması mümkün iken, kanın kaynatılması mümkün değildir. Mikropları yok edecek yüksek bir harareti bulsak bile çok meşakkatlere sebep olur. İnsanların vaktini öldürür. Ve güzel etin tadını kaçırır. (Yani leşi ve kanı kaynatmakla, mikropları öldürmekle de bu iş olmaz.)
Ayrıca kan içmek insanı insanlıktan çıkarır, vahşiliğe götürür. Müslüman kişi cihad dışında kanlı manzaralara fazla ülfet etmez. İslâm kan içmeyi yasaklamakla insanı kanlı yerlerden uzaklaştırmak istemiştir. Çünkü kanın olduğu yerde vahşet ve paralama vardır. Bundandır ki İslâm bize öldürdüğümüz zaman güzel öldürmemizi, kestiğimiz zaman güzel kesmemizi tavsiye etmiştir. Bıçağı bilememizi, kısa bir zamanda hayvanı kesmemizi, kanın aktığı yerde fazla kalmamamızı ve o manzaraya ülfet peyda etmememizi tavsiye ediyor.
Domuz etine gelince, onda tenya kurdu vardır. Ayrıca trişin mikrobu vardır ki o da terikina hastalığı yapıyor. Bir çok tabip ve bilgine göre domuzun etinde ve yağında öyle şeyler vardır ki mideler onu kolay kolay hazmedemezler. Onda bir çok hastalık ve mikrop mevcuttur. O çok pis bir hayvandır. Asırlardan beri onun pisliği, habisliği, gayretsizliği, darb-ı mesel olmuştur. İnsan onun etini yediğinde bunları hatırlamadan edemez. Kişi onun etini yediğinde kendini bu pis şeylere hedef olarak görür. Kişinin bundan uzaklaşıp, onun yerine kuş etlerini, sığırları, camışları, tavukları, kazları ve daha nice temiz olan hayvanları tercih etmesi gerekir.
Burada pis şeyler yiyen cellale hayvanının yenilmesinin bazı fa-kihlerce yasaklandığına da değinelim. O aslında helal ise de onu yemenin nehyedildiğine dair sözler vardır. Bu nehyin harama mı yoksa ke-rahate mi delalet ettiği taştışmalıdır. Kimi âlimlere göre o haramdır. Hatta bazı şahıslar bu kabil pislik yiyen tavukları kesmek istedikleri zaman bir kaç gün onları hapsederler. Onlara özel temiz yem yedirir-ler, ta ki onların içi o pis yiyeceklerden temizlensin. Bu çok güzel bir adettir. Bazıları da bir kazı veya ördeği kesmek istediğinde ona bir miktar sirke içirirler, ta ki hayvanın içindeki pislikleri temizlesin. Bu da güzel bir adettir.
Bazı tabipler şöyle diyor: Domuz eti hazmı en zor olan etlerdendir. Çünkü onun lifleri çeşitli yağlarla çevrelenmiş adalelerden ibarettir ki bu diğer helal kılınan hayvanlarda böyle değildir. Bu yağlı doku midedeki salya suyunun zıddmadır. Mide bunu hazmedemiyor. İnsan karnında bir ağırlık hisseder, kalp çarpıntısı olur. Rahatlamak için kusması gerekir. Bağırsaklar guruldar ve ishal olur. Onu devamlı yiyen çok yorgun olur. Ondan midesi yorgun düşenler başka gıdalara baş vurmalıdır. Eğer yeterince midesi bozulmamışsa.
Sonra domuz, İslâm'ın çıktığı çevrede yani Arab Yarımadasında çok yaygın değildi. İslâm'ın açık mucizelerindendir ki bir yandan domuzu haram kılmış, diğer yandan da müslümanları en iyi etlere teşvik etaiştir. Daha sonra bu habis (pis) domuz eti müslümanlara arz olununca onlar ondan yüz çevirdiler. Onlardan başkası onun etine hücum ettiler. Ancak Museviler de domuzu haram sayıyorlar. Bu da gösteriyor ki domuz asırlardan beri haramdır.
Leş, kan ve domuzdan başka, boğulan, yuvarlanan, boynuzlanan hayvanlar da leş sınıfına girer. Kur'an kesin olarak onların haram olduğunu söylüyor. Çünkü gayr-i müslimler böyle hayvanların etlerini yiyorlar. Kur'an-ı Kerim Bakara suresinde umumi manada 'Size mey-te (yani leş) haram kılındı' buyuruyor. Kur'an Maide suresinde bu umumiliği -birinin çıkıp bunların leş olmadığını iddia etmesin diye-hususileştirdi.
Burada el-mevkuze denen bir sınıf vardır. (Yani taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülen hayvanlar, ki bunların haram olmasının sebebi onun işkence ile vurulmuş olmasıdır, halbuki insana yakışan işkence etmemektir. Çünkü din hayvanlara şefkat göstermeyi emrediyor. Bu nedenle din onun etini yemeyi yasaklamıştır. Çünkü eğer din bunun yenmesini helal görseydi, müslümanlar hayvana işkence çektirmeyi reva görürdü. Allah gerçeği söyler, doğru yola ileten de O'dur.
SORU: Kesenin hristiyan mı müslüman mı olduğu belli olmayan etleri, kasaptan almanın hükmü nedir?
CEVAP: Müslüman olsun, hristiyan olsun kasabın kestiği et yenir. Bundan dolayı kasaptaki eti almak da, yemek de caizdir.
Bu da Allah Teâlâ'nın Maide süresindeki kavline dayanmaktadır:
Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helaldir. Sizin de yiyeceğiniz onlara helaldir. (Maide/5)
Kurtubi tefsirinde özetle şöyle diyor: Taam (yiyecek) yenilecek her şeye şamildir. Kesilenler de taama dahildir. Ayette geçen taamdan kasıt, ehl-i kitabın (yani yahudi ve hristiyanların) kestikleridir. O bize helal kılınmıştır. Bu İbn Abbas'tan mervidir. Ata da şöyle söyledi: Hris-tiyanların bütün kestikleri yenilir. Isa Mesih'in adıyla deyip kesseler dahi helaldir. Çünkü Allah Teâlâ onların Öyle dediklerini bildiği halde, kestiklerini mubah kılmıştır.
Bir grup fıkihçı şöyle demiştir: Kitap ehlinin Allah'ın adından başkasını andığını duyduğunuz zaman onun kestiğini yemeyiniz.
Bir kilise için kesilip Ebu Derda'ya hediye edilen etin durumu kendisine sorulduğunda şöyle cevap verdi: Allah hepimizi affetsin. Bunlar ehl-i kitaptırlar. Onların yiyeceği bize helaldir. Bizim de yiyeceklerimiz onlara helaldir.
Bu gibi durumlarda bir müslümanın 'Nasıl kesildi? Şartlar yerine getirildi mi?' gibi sualler sormasının hiç bir gereği yoktur.
Kesen fasık da olsa müslümansa veya ehl-i kitaptansa, onların kestiği yenilir.
Sahih rivayete göre, bazıları Rasûlullah'a gelerek 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bazı insanlar bizim bilmediğimiz bazı etleri getiriyorlar. Bu etlerin besmele ile mi, besmelesiz mi kesildiğini bilmiyoruz. Ne yapmalıyız?' dediler. Rasûlullah "Siz besmele çekerek o eti yiyin" dedi.
SORU: Köpeğin avladığını yemenin hükmü nedir?
CEVAP:Dinen köpeğin yakaladığını yemenin -bazı şartlarla birlikte- caiz olduğunu İslâm âlimleri söylemişlerdir. Fakihler bu cevazı Allah Teâlâ'nın Maide süresindeki kavline dayandırıyorlar:
Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar. De ki: Bütün iyi ve temiz şeyler size helal kılınmıştır. Allah'ın size öğrettiğinden öğretip avcı hale getirdiğiniz hayvanların sizin için yakaladıklarından da yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın (besmele çekin), Allah'tan korkun, Allah'ın hesabı pek çabuktur. (Maide/4)
Müfessirlere göre bu ayet Adiy b. Hatem'le Zeyd b. Mühelhil hakkında nazil olmuştur. Onlar Rasûlullah'a gelerek, 'Ya Rasûlullah!' dediler, "Biz köpeklerle, tazılarla av avlayan bir toplumuz; köpekler, vahşi sığırları, zebraları ve geyikleri yakalıyorlar. Kimisinin kesilmesine yetişiyoruz. Kimisinin de kesilmesine yetişmiyoruz. Köpekler onları öldürüyor. Allah da leşi (meyteyi) haram kılmıştır. Bu bize nasıl helal olur?" dediler. Bundan dolayı bu ayet indi.
Köpeklerin avladığının mubah olması için köpeğin eğitilmiş olma şartı vardır. Yani sahibinin yönlendirmesini bilecek, onun verdiği emri dinleyecek. Bu da Allah'ın biraz önce geçen kavlinden anlaşılıyor.
Yine av avlayan köpeğin avı kendisi için değil de sahibi için tutması şartı vardır. Köpek yakaladığını yese o zaman onu yemek caiz olmaz. Rasûlullah bu konuda şöyle buyuruyor:
Sen köpeği ava kışkırttığın zaman o, avı yakalayıp yerse, sen ondan yeme. Çünkü o onu kendisi için yakalamıştır. Sen onu avın üzerine yolladığında o avı Öldürüp yemezse, onu ye. Çünkü o onu sahibi için yakalamıştır.
Köpeği ava kışkırtanın besmele çekmesi de gerekiyor. Çünkü geçen ayette şu hüküm vardı:
Ve üzerine Allah'ın adını anın.
SORU: Bira diye isimlendirilen içkiyi içmenin dinde yeri nedir?
CEVAP: Hamr sarhoş edici ve insanı tabii olan aklından ve rüştünden eden her şey demektir. Şarap İslâm'ca yasaklanan şeyler arasındadır. Çünkü o aklı giderici, vücudu bozucu, malı zayi edici bir şeydir. İçkinin haram olduğuna dair delil ise, Allah'ın Maide süresindeki sözüdür:
Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz, (Ma-ide/90)
Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor: Her sarhoş edici hamr'dır, her hamr da haramdır. Sarhoş edenin bir avuç dolusu da haramdır. Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.
Yine Hz. Peygamber (s.a) haber veriyor ki, içkiden yapılan ilaç hastalık getirir, onda şifa yoktur.
Bilinen bir gerçek vardır ki, memleketimizde içilen biralarda alkol vardır. Bu bazen yüzde on, bazen de yüzde onbeş nisbetinde oluyor. Bu yüzdeler olduğu sürece bira alkol veya şarap kategorisine girer. O zaman tabiatıyla onu içmek haramdır. Bildiğim kadarıyla doktorlar da bu birayı alkollü içkiler sınıfına dahil ediyorlar.
Alkolsüz olup Suudi Arabistan'da satıldığını zaman zaman işitiyoruz. Eğer gerçekten onda alkol yoksa onu içmek caizdir. Keşke bu bütün ülkelerde satılsa da insanlar onu içip içkiden, alkollü biradan kur-tulsalar. Bazıları içkiyi yasaklayan açık hükümlerin, birayı yasaklamadığını iddia ediyorlar. Bu bir saptırmadır ve kafaları karıştırmaktır. Çünkü Peygamberimiz buyuruyor ki:
Bir zaman gelecek insanlar içkiye başka isimler takacaklar, onu o isim altında içecekler.
Sarhoşluk veren ne olursa olsun, rengi, şekli ve ismi ne olursa olsun o haramdır, çünkü şer'î kural şudur: "Her sarhoş edici, hamr'dır, her hamr da haramdır."
Mühim bir konuya değinmek istiyorum. Bazen din âlimlerinden, bir kısım meşrubatların hükmünü soruyorlar. O din âlimi de onun mahiyetini bilmiyor. Onun muhteviyatından haberdar değildir. Böylesi durumlarda fetvadan ziyade tecrübe ehlinin bu konudaki görüşleri önemlidir. Müslüman ehil bir tabibin bu konuda görüşü daha Önemlidir. Bundandır ki bir fakihten, din âliminden böyle bir fetva sorulduğu zaman, ihtiyatlı davranıp şöyle fetva vermesi lazımdır: Eğer bu meşrubatta alkol varsa haramdır. Bundan az veya çok içmek farketmez. Çünkü dini kural şudur: "Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır."
SORU: Peygamberimizin şöyle dediği rivayet ediliyor:
Sizden birinizin kabına bir sinek girerse, onu tam daldırsın. Çün kü onun bir kanadında zehir, diğerinde ise şifa vardır.
Bu hadis sahih midir? Sahih ise ne manaya gelir?
CEVAP: Evet bu hadis sahihtir. İmam Buharı onun Sahihinde rivayet etmiştir. Ebu Hüreyre (r.a) Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle dediğini rivayet etmiştir.
Sizden birinizin kabına bir sinek batarsa, onun tamamını daldırın. Sonra onu atın, çünkü onun bir kanadında zehir, diğerinde ise, şifa vardır.
Ayrıca, Ebu Dâvud, Neseî, İbn Mace, Darimi, Ahmed b. Hanbel de bu hadisi rivayet etmişlerdir. Bu el-Mu'cemu'l-Müfehres li-eUFaııl Hadis isimli eserde de belirtiliyor.
Onu batırırı emri bir farzı veya bir vacibliği gerektirmiyor. O ancak irşat ve yönlendirmek için verilen bir emirdir. Çünkü burada derde karşı, ilacı devreye sokmak söz konusudur. Bu rivayeti bazı doktorlar da takviye etmişlerdir. Çünkü sinek bir kanadında zararlı mikrop, diğer kanadında ise faydalı veya mukavemet gösteren mikrop taşıyor, yani onun bir kanadında zehir, diğerinde ise, panzehir vardır.
İmam Hattabî diyor ki:
Nasipsiz bir kısım insanlar bu hadis üzerinde ileri geri konuşuyorlar. Ve 'Dertle derman nasıl oluyor da bir sineğin kanatlarında bir araya geliyor!? Geldiğini farzetsek bile zehirli veya şifalı kanadının hangisi olduğunu nasıl bileceğiz?' diyorlar.
Bu çok cahilce bir sorudur. Çünkü bir çok hayvan, zıtları kendi vücudunda barındırıyor. Allah onları o hayvanda yanyana getirmiş. Hayvanın kuvvetini de onda kılmıştır. Arıya ev kurup bal yapma ilhamını veren kudret, karıncaya ihtiyacı kadar yiyeceğini depolamayı ilham eden, taneyi -yeşerip bozulmaması için- ikiye bölmeyi ilham eden kudret sineğe de önce bir kanadını daha sonra diğer kanadını kullanmayı ilham edebilir.
İbn Cevzi de şöyle diyor:
Bu fikri ileri sürenin görüşü çok garip değildir. Cevap verilemeyecek kadar zor değildir. Çünkü bal ansının yukarısında bal, aşağısında ise zehir vardır. Zehiri öldürücü olan yılanın eti, zehirli hastalıklarda tiryak olarak kullanılır. Sinek, ismid otu ile karıştırılarak göze sürme ve kuvvetlendirici olarak kullanılır.
Bazı doktorlara göre de sinekte zehir vardır. Bu da bir yeri ısırdığında kendini gösterir. Çünkü ışınlan yer şişer ve kaşınır. Bu onun silahıdır. Sinek istemediği bir yere düşerse, ilk defa o silahını kullanır.
Allah'ın Rasûlü bu silaha mukabil, diğer kanatta olan şifayı kullanmayı emrediyor. Böylelikle iki madde birbirlerini karşılarlar, birbirlerini nötrleştirirler. Ve Allah'ın izniyle zarar da bertaraf olmuş olur.
SORU: Peygamberimizin kurbağayı yemeyi veya onun öldürmesini yasakladığı doğru mudur?
CEVAP: Kamus'ul'Muhit'ie kurbağanın bir deniz hayvanı olduğu belirtilmiştir. "İnsanlar onu yağla kavurup tuzlasa o haşerelere karşı bir ilaç olur" deniliyor. İki çeşit kurbağa vardır, karada yaşayan kurbağa,
denizde yaşayan kurbağa. Kara kurbağası zehirlidir, yiyeni zehirler, kimisine göre deniz kurbağası da zehirlidir.
Sahih-i Buhartde Şâbî'nin şöyle dediği rivayet ediliyor:
Eğer benim ailem kurbağa yemek isterlerse, onları alıkorum, yedirmem.
İmam İbn Hacer ise Fethü'l Ban, Şerh u Sahih el-Buharîkitabında kurbağadan bahsederken, kurbağanın Mâlikî mezhebine göre kesilmeden yenebileceğini söylüyor.
Ancak İmam Ahmed b. Hanbel Müsned'maz diyor ki: Rasûlullah (s.a)'göçeğen kuşu ve kurbağa öldürmekten nehyetti.
Ancak îbn Hacer, Fethu'l-Bâri isimli kitabında kurbağanın etinin yasaklandığını yazıyor.
İbn'ul Esir de, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor:
Allah Rasûlü (s.a) dört çeşit hayvanı öldürmekten alıkoydu: Karınca, arı (bal ansı) ve hüthüd kuşu. (Burada dördüncüsü zikredil-memiştir. Herhalde o da biraz önce yazdığımız göçeğen kuşudur).
İbn'ul Esir el-Bidaye ve'n-Nihaye isimli kitabında şöyle diyor:
Öldürülmesi yasaklanın karıncalar uzun bacaklı, zaran az olan ka-nncalardır. Anları öldürmekten nehyetmesine gelince, çünkü onlar çok faydalı hayvanlardır. İnsanlar onların balından ve balmu-mundan yararlanırlar.
Hüdhüd ve göçeğen kuşlarına gelince, onları öldürmenin yasaklanması etlerinin haram kılınmasındandır. Bir hayvanın öldürülmesi yasaklanırsa bu onun ihtiramından kaynaklanıyor. Onda bir zarar varsa, onun eti haram olur. Hüdhüd genellikle çok pis kokar. Arablar göçeğen kuşuyla uğur veya uğursuzluk beklerler. İbn Hacer ise, kurbağanın vıraklamasmın tespih olduğunu söylüyor. (Bundan dolayı öldürülmesi yasaklanmıştır).
SORU: Kurbağa ve su yılanlarının eti yenir mi? Bu konuda Mâlİkî mezhebinin görüşü nedir?
CEVAP: Eş-Şerhü's-Sağir ala Akreb'il Mesalik ila Mezhebi İmam Mâlik adlı kitapta şöyle deniyor:
Deniz hayvanlarının tümü mubahtır hepsi de yenebilir. Ölü dahi olsalar yenir. Çünkü deniz hakkında Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Onun suyu temiz, Ölüsü de helaldir.
İmam bahsi geçen kitabında şunu da ilave ediyor:
Denizde ölen hayvanlar, zarar vermedikleri anlaşılırsa bir nebze bozulsalar dahi helaldırlar. Ancak zarar verecek bir duruma gelir-lerse o zaman haram olurlar. Bu onların pisliğinden, necasetinden değil zararlı olmasından ötürüdür. Onun sabit veya seyyar veya balığın karnında olması durumu değiştirmez.
Yine aynı kitapta şöyle deniyor:
Yılanların zehirinden emin olunursa, onlan da yemek caizdir.
Yılanların zehirinden emin olabilmek için onları kesmek lazımdır. Kesilmekle onlar temiz hale gelirler. Aynı kaynağın başka bir yerinde de şöyle deniyor:
Vücuda zararlı olan zehirli kısmını yemek haramdır.
SORU: Bir hayvanın şer'an (dinen) yenilebilmesi için nasıl kesilmesi gerekir?
CEVAP: Bir hayvanın yenilmeye müsait olabilmesi için Allah (c.c) onun kesilmesini meşru kılmıştır. Çünkü kesilmekle eti bozucu ve sıhhate zararlı olan kan dışarı çıkar.
Fakihler temizlemek manasına gelen kesmeye zekat derler. Seri kesim hayvanın boyun damarlarını, nefes borusunu, yemek ve su borularını kesmekten ibarettir. Bunlar dört tane damardır. Eğer kesen kişi bu dört damarı tam keserse, kesimi kamil manada yapmış demektir. Bunlardan üçünü kesse yine yeterli olur. Bazı mezheplere göre eğer boyunla yemek ve su borusu kesilirse bu kesim de sahihtir. Yani iki boyun damarını beraber kesmek şart değildir. Bir tane de kesilse kifayet eder.
Kesimi keskin bir aletle yapmak caizdir. Bıçakla ve sair keskin aletlerle kesmek caizdir. Bu kesim mekanik ve mekanik olmayan bir tarzla da olabilir. Ancak dişlerle ve tırnaklarla kesim olmaz. Eğer kesim aletiyle bütün boyun kesilip, vücuttan aynlırsa, ense tarafından kesilse bile helaldir. Hayvanların teker teker veya toplu halde kesilmeleri durumu değiştirmez.
Yeri gelmişken şunu da söylemeden geçmeyeceğim: iki çeşit hayvan kesimi vardır. Biri normal kesim, diğeri ise, ıztırarı (mecburi) kesimdir. Normal kesimi anlattık. Mecburi kesim ise, tutulması ve ele geçirilmesi mümkün olmayan hayvanın kesilmesidir. Bu da sözü geçen damarları kesmek mümkün olmadığında o hayvanın bir yerinden kanını akıtmak ve canını almak için onu bir yerinden yaralamaktan
ibarettir.
Böylesi bir kesim evcil olmayan veya kaçan hayvanlar için bahis mevzudur. Şayet bir koyun, bir sığır veya bir deve huysuzlanıp kaçarsa, onun kesimi zorlaşırsa, bir insan ok atıp onu yaralasa, böylelikle onun kanını akıtıp öldürürse, o hayvan yenir. Yine eğer bir deve kaçarsa, onu yaralamak için oklamak, onun kanını akıtmak ve onu öldürmek caiz olur. O yaralanır, kanı akar, bu yaralama ile ölürse onu yemek helaldir. Ve yine eğer bir hayvan bir insana hücum ederse, o insan da kendini müdafaa etmek için o hayvanı öldürürse, onun eti yenir.
Ve yine eğer bir hayvan bir su kuyusuna düşerse, onu normal bir kesimle kesmek mümkün değilse, sahibi onu keskin bir aletle yaralayıp, kanını akıtsa, o da bu yaradan ölse helal olur. Bu da şer'i bir kesim sayılır.
Kim iyi kesim yapabiliyorsa büyük olsun küçük olsun erkek olsun, kadın olsun onun kestiği yenilir. Yeter ki istenen damarları kesmiş, Allah'ın adını anmış olsun. Allah'ın diğer isimleri de anılabilir. Ancak Bismillah Allahu Ekber demek en güzelidir.
SORU: Bir kâfir müslüman olunca, daha önce kesmediği akika kurbanını kesmesi gerekiyor mu? Yani akikanın kazası olur mu?
CEVAP: Kimin bir çocuğu olursa, ona bir akika kurbanı kesmek sünnettir. Bu da çocuğun doğumunun yedinci gününde olur. Aynı zamanda o çocuğun saçının ağırlığı kadar da gümüş tasadduk edilir. O çocuğun ismi konulur, ona bir davar kesilir, onun etinden yenilir ve bir kısmı da fukaraya dağıtılır. Peygamberimizin bu sünnetine müslüman-lar muhataptırlar. İslâm'ın erkan, vacibat ve sünnetlerini yerine getiren bir müslüman bunu adet edinmelidir. Kâfir ise, kâfir olduğu sürece böyle bir şeyi yerine getirmekle mükellef değildir. Kâfir müslüman olunca İslâm'dan öncesini kesip atıyor. (Yani yeni müslüman olan kişi İslâm'dan önceki halinden sorumlu tutulmaz). Öyle ise buna dayanarak diyebiliriz ki kâfir iken müslüman olan kişiye akika kurbanı kesmek gerekmez.
SORU: Kesilir kesilmez yüzülen sığırın etini yemek caiz olur mu?
CEVAP: Pak olan İslâm, hayvanın yenebilmesi için kesimi bir sebep kılmıştır. Kesim ise, keskin bir aletle hayvanın nefes borusunu, boynun iki yanındaki iki büyük kalın damarları kesmek, ayrıca yemek ve su borularını kesmekten ibarettir. Kimisi yemek ve su borularının kesilmesini gerekli bulmamışlardır. İnsan bir hayvanı kestikten sonra onu soğumaya bırakmalıdır ki, ondaki kan tamamen çıksın. Ancak ondan sonra derisi yüzülür ve böylelikle yenmeye hazır hale gelir. Allame Dirdiri'nin eş-Şerhu's-Sağır ala Akrebi Mesalik ila Mezhebi İmam Mâlik kitabında şöyle deniyor:
Kesilen hayvandan ruh tamamen çıkmadan onun derisini soymak veya onun vücudundan bir parça koparmak mekruhtur. Çünkü onu bu durumda yüzmek, hayvana bir nevi işkence olur. Bu nedenle kesilen hayvanı soğuyuncaya kadar bekletmek lazımdır.
SORU: Hareket etmemesi için kesime hazırlanan bir hayvanın boynunu basmak caiz midir?
CEVAP: İslâm, müntesiplerine hep yumuşaklığı öğretmiştir. İnsan lara ve hayvanlara merhamet göstermeyi adet haline getirmelerini em retmiştir emretmiştir.
Allah Rasûlü (s.a) hayvanlara ve kuşlara işkence etmeyi yasaklamıştır. Hayvanlara taşıyamayacağı yükü yükletmeyi de yasaklamıştır. Nitekim İslâm tabilerine ihsan sahibi ve duygulu olmalarını emretmiş, asabi ve israfçı olmamalarını istemiştir. Hz. Peygamber (s.a) buyuruyor ki:
Allah Teâlâ her şeye ihsanı farz kılmıştır. Öyle ise sizden biriniz öldürürseniz güzel öldürün, sizden biriniz bir hayvan kesince onu güzel kessin.
Öyle ise, hayvan kesen kişi güzel bir şekilde kesmelidir. Yine kesen kişi hayvanı kesim yerine yumuşaklıkla, itip kakmadan götürmelidir. Bıçağını onun gözü önünde bilememelidir. Onu yakasından ve paçasından yakalayıp götürmemelidir. Kişi onun boğazına ayağıyla basmadan kesebiliyorsa, öyle yapmalıdır. İslâm adabına göre de durum böyledir. Hayvanı keserken ona mümkün olduğu kadar bir kabalık ve katılık göstermemek lazımdır.
SORU: Üzerinde Allahu Ekber yazılı bir bıçağı, hayvanımı kesmek üzere hristiyan arkadaşıma vermem caiz olur mu?
CEVAP: Şüphesiz ehl-i kitap olan yahudi ve hristiyanların kestiği Allah Teâlâ tarafından bize mubah kılınmıştır. Kur'an-ı Kerim'de bu açık bir hüküm şeklinde bize bildirilmiştir. Allah Teâlâ Maide suresinde bize şöyle buyurmuştur:
Kitap ehli olanların yemeği size helaldir...
İslâm fakihleri şöyle demişlerdir: İhtiyaç anında bir müslüman bir hayvanı kesmek için bir yahudiyi veya bir hristiyanı vekil yapabilir. Bu şahıs iyi kestiği sürece onun kesmesinde herhangi bir kerahiyet yoktur.
Soruda ifade edildiği üzere bıçak üzerinde Allahu Ekber yazılı ise hristiyan kişi bununla alay etmez, günah işlemez ise, onu kesmek için kullanmasında bir sakınca yoktur. Onun kestiği de helaldir. Bu duruma göre ona bu bıçağı vermede herhangi bir sakınca yoktur.
SORU: Bir adam hizmetinde bulundurduğu bir şahsa içki alıp onu misafirlerine sunmasını istese, sunan kişi günahkâr olur mu? Bu konuda günah kime aittir, çalışana mı çalıştırana mı?
CEVAP: İçki, İslâm'ın kesinlikle haram kıldığı bir şeydir. Onu içmek, onun ticaretini yapmak, onu misafirlere sunmak, onu hizmetçi kanalıyla başkalarına sunmak caiz değildir. Çünkü bu durumda efendi hakkını kötüye kullanmış demektir. Bundan da anlıyoruz ki, hizmetçinin efendisi bu durumda günah kazanmış olur. Çünkü o hizmetçisine bir emirde bulunmuştur. Bu işe Allah kızar (buğzeder), din onu reddeder, (İslâm) bundan hoşnut olmaz.
Bu hizmetçiyi çalıştırana göre böyledir. Çalışan açısından olaya baktığımız zaman şöyle söyleyebiliriz: Çalışanın kendine göre bir iş bulması lazımdır. Bu konuda çalıştırmak isteyen kişinin de bu işin onun dinine uygun bir şey olmadığını hatırlatması lazımdır. Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
Allah'a isyan olduğu yerde kula itaat olmaz.
Bu işçinin böylesi durumda işi bırakması lazımdır. Ancak bu işçi başka bir iş bulamazsa, bu durumda bir kısım fakihler bu işçinin -Allah kendisine bir genişlik ve bir çıkış kapısı açıncaya kadar- o işte kalmasının caiz olduğunu söylüyorlar. Bu konuda günah işverene aittir. Çünkü işveren burada işçinin çaresizliğini ve zaruret halini istismar etmiştir. Onu günah olan bir hususta çalıştırmıştır.
SORU: İslâm neden keyf verici ve sarhoş edici içkileri yasaklamıştır?
CEVAP: Allah'ın dininden anlaşılıyor ki, o sarhoşluk verici herşeyi açık ve kati olarak yasaklamıştır. Bu Kur'an'ın ve sünnetin açık hükmüyle sabittir. Aklı örten, onu perdeleyen her şey hamr'dır. O insanı doğru yoldan ve insanlığından çıkarır. Artık buna şarap denilsin veya başka bir isim verilsin değişen bir şey olmaz.
Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
Bir zaman gelecek insanlar içkiye başka bir isim takacaklardır.
Allah Rasûlü (s.a) bu konuda kesin ve seri bir kaide koymuştur ki onda hiç bir şüphe ve kapalılık yoktur:
Her sarhoş edici hamr'dır, her hamr da haramdır.
Allah Rasûlü (s.a) içki hakkında şöyle buyuruyor:
İçki bütün kötülüklerin anasıdır. İçki derttir onda derman yoktur.
Yes'eluneke fi'd-Dîni ve'l-Hayatı isimli birinci kitabımızda şöyle geçmişti: Allah Tealâ içkiyi yasaklamıştır, çünkü malın zayi olmasına, sıhhatin gitmesine, aklın telef olmasına, ciğer ve böbreklerin hastalanmasına, felç hastalığına, erken yaşlılığa, aklî ve asabı hastalıklara sebep olur, daha nice şeylere meydan verir. Bir Alman tabip şöyle diyor: "İçki satan yerlerin yarısını kapatınız, ben de size hastanelerin, sığmak evlerinin ve hapishanelerin yansının kapatılmasını taahhüt (garanti) ederim."
İçkide öyle bir şey vardır ki içeni bir daha içmeye ve devamlı içmeye sevkeder. Çünkü ayılan bir daha kendinden geçmek ister. Böylelikle sarhoş kendine geldikten sonra tekrar kendinden geçmek ister. Bu böylelikle devam eder, gider: Devamlı içmek ve devamlı sarhoş olmak.
SORU: Kur'an-ı Kerim'de malla cihad, canla cihaddan önce zikre-diliyor, islâm nazarında malla cihad etmek, canla cihad etmekten önce mi gelir?
CEVAP: Cihad umumi manasıyla, kişinin gayesine varabilmesi için elindeki bütün imkanları sarfetmesidir. Bu cihad bazan dille, bazan malla ve bazen de can ile olur. Kur'an-ı Kerim canla, malla cihadı bir çok yerde zikretmiştir. Malla cihad etmek, canla cihad etmekten önce gelir. Mesela Allah (c.c) Hucurat suresinde şöyle buyuruyor:
Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır. (Hucurat/15)
Tevbe suresinde de şöyle buyrulmaktadır:
Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar mallarıyla, canlarıyla cihat ettiler... (Tevbe/88)
Yine Tevbe suresinde şöyle buyuruluyor:
Ey Mü'minler! Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin... (Tev-be/41)
Saf suresinde de şöyle geçiyor.
Allah'a ve Rasûlü'ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. (Saf/11) Nisa suresinde de şöyle buyuruluyor:
Allah, mallan ve canlan ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı... (Nisa/95)
Peki malla cihad neden nefisle (canla) cihaddan daha önce zikredilmiştir? Önce burada vav harfiyle atıf yapılmıştır. Nahiv âlimlerince vavla yapılan atıflarda herhangi bir tertib ve takip söz konusu değildir. Yani mallarımızla "ve" canlarınızla derken bunda bir tertip sözkonusu değildir.
Ancak yine de malın candan önce zikredilmesinin, bir sırrı olduğunu düşünmeden edemiyoruz.
Allah daha iyi bilir ama, malın candan önce zikredilmesi, insanın mala ne kadar düşkün olduğunu ve ne kadar cimri olduğunu dile getiriyor. Bu nedenle Kur'an önce malı zikrediyor.
Kur'an önce malla cihad etmeyi önce zikretmekle insanları malı feda etmeye çağırıyor. Burada bir sıralama vardır. Önce mal zikrediliyor, malla silah alınır. Sonra canla cihad etmek gelir. Bu bize zamanın da tertibini göstermektedir. Çünkü mallarla (vasıtalarla) cihad etmek, canlarla cihad etmekten önce gelir.
Ancak, canla cihad etmek eğer ihlasla ve doğrulukla olursa, malla cihaddan daha faziletlidir. Bu sebeple "Canla cömertlikte bulunmak, cömertliğin en yücesidir" denilmiştir. Çünkü canla dihad etmek şehitliğe götürür. Şehitlik de rütbelerin en yücesidir. Bu nedenle Allah şehitliği ve şehitleri aziz kılmıştır:
Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler. Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.
Onlar, Allah'tan gelen nimet ve keremin, Allah'ın mü'minlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler. (Al-i İm-ran/169-171)
Bununla beraber samimi bir şekilde canıyla cihad eden kişi geçmişte malıyla da cihad etmiştir. Allah bütün cihad edenlerin velisidir.
SORU: Müslümanlar İslâm'ın ilk yıllarında muzaffer olduklan gibi bu devirde niye muzaffer olamıyorlar. Müslümanların noksanlıkları nelerdir?
CEVAP: Zafer kazanmak, bir çok sebep ve vesilelere bağlıdır. Onlardan biri de iyi hasırlanmaktır. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. (Enfal/60)
Ayette geçen kuvvet, maddî, ilmî, ruhî, ahlakî kuvveti kapsıyor. Mü'minler bu kuvvetleri toplamalıdırlar ki, düşmanlarını caydırabil-sinler.
O vesilelerden biri de ümmetin birlik ve beraberliğidir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti. Ve O'nun nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulaşınız. (Al-i İmran/103)
Zafere götüren araçlardan biri de cihadın her inanan kişiye vacib olduğunun şuuruna erilmesidir. Allah onu mukaddesleri müdafaa etmek için her gücü yetene farz kılmıştır. Yine kişi akidesini, hudutlarını ve vatanını korumak için cihadla mükellef kılınmıştır. Allah Rasûlü şöyle buyuruyor:
Kim malı için öldürülürse o şehittir, kim ırzı için öldürülürse o şehittir. Kim milleti için Öldürülürse o şehittir. Kim dini için Öldürülürse o şehittir.
Kur'an-ı Kerim'de cihad ruhuyla bilinçlenmeye dair çok ayet-i kerimeler vardır:
Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir. (Ankebut/69)
İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah, gafur ve rahimdir. (Bakara/218)
Ey mü'minler! Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. (Tevbe/41)
Allah, mallan ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı... (Nisa/95)
Yine zafere götüren yollardan biri de şehit olma arzusunun toplumda yerleşmesidir. Çünkü şehitlik cihadın zirvesidir. Zira mücahitler hayatlarını ellerine koymuşlar, onu rablerinin yolunda vermeye hazırlanmışlardır. Onlar öyle kuvvetlenmişlerdir ki düşmanlarının gücü onlara yetmez. Allah da onlara büyük vaatde bulunuyor ve şöyle buyuruyor:
Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın bilakis onlar diridirler. Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. (Al-iîmran/169-170)
Zafere götüren sebeplerden biri de savaş meydanında sebat ve sabra sahip olmaktır. Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Sabredin, sebat gösterin (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki başarıya erişebilesiniz. (Al-i İmran 200)
De ki: "Siz bizim için ancak iki iyilikten birini bekletmektesiniz. Biz de Allah'ın, ya kendi katından veya bizim elimizle size bir azap vermesini bekliyoruz. Haydi bekleyin; şüphesiz biz de sizinle beraber beklemekteyiz." (Tevbe/52)
Yine zafere götüren sebeplerden biri de Allah'a (c.c) itaattir, bu da O'nun emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçmakla olur. O aziz kitabında şöyle buyuruyor:
Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder ayaklarınızı kaydırmaz (Muhammed/7)
Ve yine şöyle buyuruyor:
Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak yardım eder, hiç şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir. (Hac/40)
Hz. Ömer el-Faruk (r.a) askerlerinin komutanı olan Sa'd b. Ebi Vakkas'a şöyle yazar:
Seni ve yanındaki askerleri Allah'tan sakınmaya davet ederim. Çünkü takva ve sakınmak düşmana karşı en büyük hazırlık ve kuvvettir. Ve harpte en büyük hiledir. Sana ve yanındakilere, düşmanlarınızdan fazla günahlarınızdan çekinmenizi tavsiye ederim. Çünkü askerin günahı düşmanından daha korkunçtur. Mü'minler, düşmanlarının isyanlarından dolayı zafer kazanırlar. Eğer böyle olmasa idi biz onlara galip gelemezdik.
Sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:
Şunu kesinlikle bilin ki sizi daima hafaza melekleri takib ediyor. Siz Allah yolunda iken günah işlemeyin. Düşmanlarımız bizden daha kötüdür demeyin. Çünkü bir çok kez daha kötü olan kişiler üstün gelirler. İsrail oğullan Allah'a karşı geldikleri zaman Allah onlara kâfirleri musallat kıldı. Takdir edilen söz yerine geldi ve onlar, onların memleketlerini harap ettiler. Nefsinize galip gelmenizi Allah'tan dilerim, sizin düşmanınıza galip gelmenizi istediğiniz gibi. Bunu Allah'tan kendim için ve sizin için dilerim.
Zaferin mühim sebeplerinden biri de imandır. İman yalnız sözden ibaret değildir. İman inanç, iş, işi yüklenmek, emel ve güvenden ibarettir. Allah şöyle buyuruyor:
Allah iman edenleri korur, şu da muhakkak ki, Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder. (Hac/38)
Ve yine şöyle buyuruyor:
Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz. (Gafir/51)
Bu sebeplerle ecdadlarımız İslâm'ın başlangıcında muzaffer olmuşlardır. Yine bu sebeplerle onların torunları zaferi elde edebileceklerdir. Allah sabreden mücahitlerin dostudur.
SORU: Arabların İsrail ile savaştığında kutsal savaşın kaidelerine riayet etmeleri şart mıdır? Düşmanın kullandığı taktikleri bizim de kullanmamız gerekiyor mu? Şunu da biliyoruz ki Allah Teâlâ kâfirlerle sa-vaşılırken mü'minlerin biraz katı davranmalarını söylüyor, buna ne dersiniz?
CEVAP: Allah Teâlâ Bakara suresinde şöyle buyuruyor:
Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırıları sevmez. (Bakara/190)
Bundan anlıyoruz ki, bize tecavüz edenlerin tecavüzlerine karşılık vermemiz gerekiyor. Bize düşmanlık edene düşmanlık, bizimle harp edene harp etmemiz lazımdır. Ancak ilk hücum eden ve saldıran biz olmamalıyız. Yine harbe iştirak etmeyen kadın, çocuk, ihtiyar ve hastalara da dokunmamak lazımdır. Gerekmiyorsa, tahribatta da yapmamak gerekir. Bunlara gerek duyulmazsa bunları yapmak dinen yasaktır. Allah şöyle buyuruyor:
Eğer onlar savaştan vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah gafur
ve rahimdir. (Bakara/192)
Yani onlar düşmanlıklarını bırakırlarsa, hakkı sahibine teslim ederlerse, onlarla savaşmayın.
Yine Allah (c.c) Bakara suresinde buyuruyor ki:
Kim size saldırırsa siz de ona size saldırdığı kadar saldırın. (Bakara/194)
Bu ayet de gösteriyor ki düşmanı düşmanın silah, alet ve edevatlarıyla karşılamak gerekir. Yoksa ona gücümüz yetmeyecektir.
Bu nedenle, bazı müfessirler diyorlar ki, düşman eğer ateşli bombaları, zehirli gazlan kullanırsa ve bunda ısrar ederse, bizim de bu silahlan kullanmanız vacib olur. Yoksa seri hikmet tahakkuk etmez. O hikmet de zulmü durdurmak, düşmanlığı yok etmektir. Saldırgana haddini bildirmek lazımdır.
İslâm ve Arab Kahramanlığı isimli kitabın ikinci cildinde şöyle deniyor:
Allah Tevbe suresinde şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki Allah sakınanlarda beraberdir. (Tevbe/123)
Bu ayetin manası şudur: Onlar da bilsinler ki müslümanlarda bir güç ve kudret vardır. Ta ki bu güç zalimleri durdursun. Tecavüz edenleri frenlesin. Ve onlardan başka niyetleri bozuk olanlara da bir ders olsun.
Kur'an-ı Kerim Enfal suresinde Rasûlullah'a hitaben şöyle buyuruyor:
Eğer savaşta onları yakalarsan, ibret almaları için onlar ile (onlara vereceğin ceza ile) arkalarında bulunan kimseleri de dağıt! (En-fal/57)
Yani onlara öyle bir ceza ver ki onlardan sonra gelenlere veya onların yoldaşlarına bir ibret ve caydırma sebebi olsun ve dağılsmlar. Bu konuda Allah onlara zulmetmez, bilakis onlar kendi nefislerine zulmetmiş olurlar.
Bazı müfessirler şöyle diyorlar: Zalim, saldırgan, israfçı düşmana karşı misillemede bulunmak ve şiddet kullanmak, bütün komutan ve askerlere göre de üzerinde ittifak edilen bir konudur. Çünkü saldırgan düşmanı kendi haline bırakmak onu daha fazla zarar ve ziyan vermeye götürür.
Bundan anlıyoruz ki düşmanımıza aynıyla muamelede bulunmak, onunla muharebe etmek gerekiyor. Zira onlar saldırgandırlar. Düşmanlık da ancak zalimleredir.
SORU: Düşmana saldıran ve yakalanan bir intihar komandosu, sır vermemek için intihar edebilir mi?
CEVAP: Bu kutsi yolda nefsini fedaya hazırlayan mücahide gereken şey, vatanı hakkında ve arkadaşları hakkındaki sırları gizlemesidir. Düşmanın faydasına, dostlarının zararına, harp ve arkadaşlarıyla ilgili olan şeyleri ifşa etmesi katiyen caiz değildir. Ona düşen şey sabretmesi, itiraf etmemesidir. Nitekim böyle işleri yüklenenlerin çok kuvvetli iradeye sahip olmaları gerekiyor.
Böylesi kişilerin sır vermemek için intihar etmeleri de caiz değildir. Çünkü İslâm kesinlikle kişinin kendisini öldürmesini yasaklamıştır. Hatta âlimlerin birçoğu insanın kendini öldürmesinin başkasını öldürmekten daha aşağı bir günah olmadığını söylerler.
İmam Buharî'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
Sizden önceki toplumlardan birisinde bir adam yaralandı ve çok acı çekmeye başladı, bir bıçak aldı ve elini kesti. Kanı durmadı ve adam Öldü. Allah onun hakkında şöyle buyurdu: "Kulum bana gelmeye acele etti. Ben ona cenneti haram kıldım."
Yine Buharı ve Müslim Ebu Hureyre'den şöyle rivayet ediyorlar:
Biz Rasûlullah ile bazı gazvelerde bulunduk. İslâm davasında bulunan bir adam vardı. Rasûlullah onun için 'bu cehennemliktir' buyurdu. Savaş kızışınca bu adam müslümanlardan yana çok şiddetli çarpıştı, ona bir yara isabet etti. Peygamber'e 'Ya Rasûlullah! Senin cehennemliktir dediğin kişi şiddetli bir şekilde çarpıştı ve öldürüldü' denildi.
Rasûlullah (s.a) 'O ateşe gitti' buyurdu. Bunun üzerine nerede ise bazı müslümanlar şüpheye düştüler. 'Bu nasıl ateşe gider' demeye başladılar. Onlar bu durumda iken o kişinin durumunu bilen birisi şöyle anlattı: O, şiddetli bir şekilde yaralandı. Gece olunca o acıya dayanamadı. Kendini kılıcının üstüne attı ve intihar etti.
Rasûlullah (s.a) bu haberi alınca 'Allahu Ekber, Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuma ehadet ederim' buyurdu. Sonra Hz. Bilal'e şöyle ilanda bulunmasını istedi:
Cennete ancak müslüman olan kişi girecektir. Şüphesiz ki Allah bu dini günahkar bir adamla da kuvvetlendirir.
Bundan anlaşılıyor ki bu mücahidin kendi kendini öldürmesi caiz değildir. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.
SORU: Harpten (askerlikten) kaçmak, neden büyük ve helak edici günahlardan sayılmıştır?
CEVAP: Allah (c.c) Enfal suresinde şöyle buyurmuştur:
Ey iman edenler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin (korkup kaçmayın).
Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o Allah'ın gazabını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir! (En-fal/15-16)
Yani ey iman edenler! Eğer size doğru gelmekte olan düşman ordularını görürseniz onlardan kaçmayın, savaş esnasında sırtınızı çevirmeyin. Sizden kim bunu yaparsa, günahkar olur. Ancak iki şekilde geri çekilebilirsiniz: ya tekrar savaşmak üzere mevzi değiştirmek için, ya da başka bir bölüğe ulaşıp mevzi tutma ve mü'minleri takviye etmek için. Aksi takdirde Allah kaçanın üzerine gazabını gönderir, onun sonu ateş olur, o da ne kötü bir varış yeridir.
Şüphesiz Allah Rasûlü (s.a) bize bildiriyor ki savaştan kaçmak günahların büyüklerindendir. O şöyle buyuruyor:
Yedi büyük helak edici günahtan sakının! Ashab, "Onlar nelerdir ya Rasûlullah!" diye sorunca şöyle buyurdu: "Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere cana kıymak, riba yemek, yetim malını yemek, savaştan kaçmak, inanan habersiz evli bir kadına zina isnadında bulunmaktır."
Allah Teâlâ Unut savaşında geri kalanları ve kaçanları Kur'an-ı Kerim'de yermiştir. Al-i İmran suresinde şöyle buyuruyor:
(Uhut'ta) iki ordu karşılaştığı gün, sizi bırakıp gidenleri, sırf işledikleri bazı hatalar yüzünden şeytan (yerlerinden) kaydırmıştı. Yine de Allah onları affetti, çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, halimdir. (Al-i İmran/155)
Huneyn gazvesinde de geride duranları şöyle kınamıştır:
Andolsun ki Allah, bir çok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz sîzi güvendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtar amamı ştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.
Sonra Allah, Rasûlü ile mü'minler üzerine sekinetini (sükunet ve huzur duygusu) indirdi. Sizin görmediğiniz ordular (melekler) indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır.
Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tövbesini kabul eder. Zira Allah bağışlayan, esirgeyendir. (Tevbe/25-27)
Savaştan kaçmak ümmetin zillet ve zayıflık içine düşmesine sebebiyet verir. Savaştan kaçmak batılın, hakka galibiyetine götürür. Bu nedenle savaştan kaçmak, en büyük günahlardan biri kabul edilmiştir. Halbuki Allah, mü'min kullarına şöyle buyuruyor:
Gevşeklik göstermeyin üzüntüye kapılmayın, eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz. (Al-i İmran/139)
Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın Peygamberinin ve mü'min-lerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler. (Munafıkun/8)
SORU: Bir müslümamn gayr-i müslim ordusunda paralı askerlik yapması ve hapse atılma korkusuyla müslümanlarla savaşması caiz midir?
Savaş esnasında bu müslüman paralı asker müslümanlar tarafından muhasara edilirse, o da nefsini müdafaa ederken onlardan birini öldürürse, bu nefs-i müdafaa sayılır mı? Bu müslüman askerin bundan sonra bu orduda kalması uygun mu?
CEVAP: Allah (c.c) Nisa suresinde şöyle buyuruyor:
Yanlışlıkla olması dışında bir mü'mini öldüren kimsenin, mü'min bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğer ki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış olsun. Eğer öldürülen mü'min olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mü'min bir köle azat etmek lazımdır. Eğer kendileriyle aranızda anlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mü'min köleyi azat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peşpeşe oruç tutması lazımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
Kini bir mü'mini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. (Nisa/92-93)
Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Kim silahla bizim üstümüze gelirse o bizden değildir.
Ve yine şöyle buyuruyor:
Sizden biriniz kardeşine silah doğrultmasın, o bilmez ki belki şeytan onu kullandırmaya sevkeder. O da cehennemi hakeder.
Müslüman, müslüman kardeşini savunmalıdır. Onun düşmanının safında yer almamalıdır. Onunla harp etmemeli, ona saldırmamalıdır. Allah şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstermeyin! (Mumtehine/1)
Ve yine Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Mü'minler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiç bir değeri yoktur. (Al-i İmran/28)
Rasûlullah da (s.a) şöyle buyuruyor:
Müslümanların kanı birbirine denktir. Onlar birbirlerinin zimme-tindedirler. Diğerlerine karşı üstünlüğe sahiptirler.
Bu Kur'anî ve nebevi açık hükümlerden anlıyoruz ki yabancıların safına iltihak eden asker din ve vatan kardeşleriyle savaşırsa, büyük bir günah kazanmış olur ki bu hiç bir müslüman ve vatanperver insana yakışmaz.
Bir İslâm hukukçusu şöyle diyor: Müslümanın müslümanla savaşması kadar kötü bir şey yoktur. Ondan daha kötü olan da şudur ki, bir müslümanın İslâm düşmanlarının safında yer alması ve müslümanlar-la savaşmasıdır. Çünkü o İslâm düşmanları, müslümanların hürriyetlerini almak, vatanlarını istila etmek, evlerini yıkmak ve ülkelerini sömürge ve kendilerini köle etmek için çabalıyorlar. İslâm'a ve onun tabilerine çeşitli şerli tuzaklar kuruyorlar. Bu konuda onlara dost olmak ve onlara destek olmak hangi suretle olursa olsun, büyük bir haram ve günahların en büyüğüdür. Bir müslümanın bunun helal olduğuna inanması apaçık bir küfürdür. Çünkü müslümanların boynunu vurmak ve mü'minlerin başını ezmek için onlara (kâfirlere) kuvvet vermek ve desteklemek küfrün en açığı ve en büyüğüdür.
Yukarıdaki şartlar dahilinde bir müslüman kardeşini öldüren asker bir çok suçu birden işlemiştir. Kardeşlerine karşı silah kullanması, bir müslüman kardeşini öldürmesi gibi.
Bundan pişmanlık duyması, tevbe etmesi, Allah'tan af dilemesi, gücü yetiyorsa öldürülenin kan parasını vermesi gerekmektedir. Böylece Allah'ın (c.c) onun yaptıklarını bağışlaması umulur.
SORU: İslâm'ın sertlik yanlısı olduğunu ve barışa karşı olduğunu söylüyorlar. Bu sözün doğruluk payı var mıdır? Bunun gerçeğini izah eder misiniz?
CEVAP: Bu söz açık bir yalan ve iftiradır. İslâm kendisine yöneltilen bu iftiralardan beridir. "İslâm sertlik yanlısıdır ve barışa karşıdır" sözleri tamamen iftiradan ibarettir. İslâm bütün dinlerden daha fazla barış yanlısıdır. Ve insanları banşa teşvik eder. Banşı insanlara sevdirir. Allah'ın bir isminin Selam olması da bunun delilidir. Bu da gösteriyor ki İslâm barışın kaynağıdır, barışa çağırır ve barışı insanlara sevdirir.
İslâm müntesiplerine "es-selamu aleyküm ve rahmetullahı ve be-rekatühü" diye selamlaşmalarını tavsiye etmiştir. Ve yine günde beş kez kıldığı namazın sonunda sağma ve soluna dönerek aynı kelimeyi tekrarlamalarını emrediyor. Kur'an-ı Kerime bir göz attığımız zaman bir çok yerde barışı tavsiye ettiğini görürüz. Kur'an-ı Kerim barışa davet ederek şöyle diyor:
Allah kullarını esenlik yurduna çağırıyor. Ve O dilediğini doğru yola iletir. (Yunus/25)
Takva sahibi kullarının yerlerinden bahsederken şöyle der: Rableri katında onlara esenlik yurdu (cennet) vardır. (En'am/127)
Yine Kur'an, mü'minlerin diğer dünyada da selamla merhabalaşa-caklarını bize bildirerek şöyle diyor:
Kendisine kavuştukları gün, Allah'ın onlara iltifatı selamdır. (Ah-zab/44)
Melekler de mü'minlere cennette selam diyeceklerdir:
(Melekler) "Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir!" derler. (Ra'd/24)
İslâm, harbi ancak bir nefis müdafaası olarak meşru görmüştür. Düşmanların hücumunu durdurmak, yerleri, yurtları ve insanları istilacılardan, sömürgecilerden korumak için savaşı meşru kılmıştır. Kur'an şöyle buyuruyor:
Kendileriyle savaşılanlara (müminlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. (Hac/39)
Kim size saldırırsa, siz de ona size saldırdığı kadar saldırın. (Bakara/194)
Zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur. (Bakara/193)
Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırıları sevmez. (Bakara/190)
İslâm, düşman harbetmekten vazgeçtiği zaman mü'minlerin barışa sarılmalarını istiyor. İslâm hakkı sahibine vermeyi, insaf, hak ve adalet üzerine bina edilecek bir barışı kabul ediyor. Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle diyor:
Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et. Çünkü o işitendir, bilendir. (Enfal/6)
Ve yine İslâm harbin ancak mazlumların ve ezilenlerin hakkını savunmak için yapıldığını söylemektedir. Allah, Nisa suresinde şöyle buyuruyor:
Size ne oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!" diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!
İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnanmayanlar ise, tağut (batıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın, şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır. (Nisa/75-76) '
İslâm'da daha nice açık hükümler vardır ki, bunlar onun (İslâm'ın) barış, muhabbet, kardeşlik ve insanlık dini olduğunu gösteriyor. Kur'an şöyle diyor:
Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan rabbi-
nizden sakının. (Nisa/l)
Ve yine şöyle buyuruyor:
Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız-için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık... (Hucurat/13)
Rasûlullah da şöyle buyuruyor:
Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden selamette olduğu kişidir. Mü'min ise, insanların şerrinden emin oldukları kişidir.
Allah Rasûlü (s.a) fiillerin en sevaplısı "herkese selam vermektir" buyuruyor.
Biz böylelikle anlıyoruz ki, İslâm barış ve güven dinidir. İslâm sertlik ve düşmanlık dini değildir.
SORU: Geçmişteki müslümanların hicretiyle, bugünkü göçler arasında benzer yönler var mıdır? Yani bugünkü göçler hicret sayılır mı?
CEVAP: Hicret, İslâm davasında en büyük tarihi hadisedir. Çünkü o insanların elinden tutup doğru yola ileten en büyük ve en bariz bir değişim olayıdır. Öyle doğru bir yola ki yer ve göğün kendisine ait olduğu yüce Allah'ın yolu. Her şey nihayetinde Allah'a varacaktır. Hicretin asıl manası bir yerden bir yere intikal etmektir. Bu intikal bazen isteyerek, bazen de mecburi olur. Bu da katı ve şiddetli çevrenin etkisiyle olur. Böylelikle insan bir tehlikeyi defetmek, bir işi yerine getirmek veyahut yapılması gereken bir şeyi yapmak için hicret etmeye mecbur olur. İslâm tarihinde hicret bu son kısma girer. Çünkü Mekke'nin şartları, İslâm daveti için uygun bir hale gelmedi. Şirk ve küfür müslümanların üstüne çullandı. İns şeytanları ehl-i iman ve yakîne hücum ettiler. Sağda ve solda onlar için tuzak hazırladılar. O zaman belli bir süreye kadar hicret etmek gerekli oldu. Daha sonra muhacirler zaferi ve fethi gerçekleştirmek için geri döneceklerdi.
Allah'ın yardımı ve zafer gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit rabbine hamdederek Onu teşbih et. Ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O tevbeleri çok kabul edendir. (Nasr suresi/1-3)
Bu geçmişteki hicret, günümüzdeki tehciri (göçü) hatırlatıyor. Bu göç eden müslümanlar bizim öz kardeşlerimizdirler, onlar bizim için azizdirler. Onlar hayatlarını kendi evlerinde ve şehirlerinde geçiriyor-lardı. Ancak saldırgan düşmanların zulmünden dolayı aziz vatanlarını terketmeye mecbur oldular. Meşakkat ve yorgunluk içinde kaldılar. Onlar inanıyorlar ki bu yorgunluk boşa gitmeyecek. Bir gün gelecek onların yurdu hürriyetirie kavuşacaktır. Onlar da o vatanda hür olarak yaşayacaklar. Birgün düşmanın izi silinecek. Gâsıplar da biliyorlar ki beldeleri koruyanlar, zillet içinde uyumazlar. İntikam almayı ihmal etmezler. Onların yanında vatanları çok sevgilidir.
Bir gün zafer gelecek mü'minler Allah'ın verdiği zaferle sevineceklerdir. Allah dilediğine zafer verir, O çok aziz ve çok merhametlidir.
Bugün tehcir (göç) savunma, zafer ve cihad için oluyorsa, şüphesiz ki Rasûlullah'ın hicreti de savunma ve cihad için olmuştu. O sadece bir şehirden bir şehire intikal etmek değildi. O büyük bir düşmanlıktan sonra vuku buldu. Diğer yönden de hicret Rasûlullah ve mü'minlerin kazandıkları zaferin başlangıcı oldu. Rasûlullah mü'min-lerle beraber sabır ve tahammül etti. Sonunda Allah'ın apaçık fethi geldi. Allah şöyle buyuruyor:
Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir. Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder. (Fetih/1-3)
Kur'an-ı Kerim hicretin sırrını, seferberliğe, savunmaya, malı Allah yolunda harcamaya ve hak yolunda gerekirse can vermeye bağlıyor. Allah tevbe suresinde şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz. Dünya hayatını ahire-te tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.
Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır. Ve yerinize sizden başka bir kavim getirir. Siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiç bir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.
Eğer siz ona (Rasûlullah1 a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir. Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebubekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı. Hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına, "Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir" diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükunet sağlayan) emniyetini indirdi. Onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi. Ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir. (Ey mü'minler!) Gerek hafif gerek ağırlıklı olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır." (Tevbe/38-41)
İlk muhacirler Medine'ye iner inmez, kendilerini evlerinde hissettiler, kolaylıkla, ikram ve izzetle karşılaştılar. Ensar onlara ikramda bulundular. Onlan, yeme, içme, elbise ve eşyada ortak kıldılar. Ensar muhacirlere yaptıkları yardımla tarihi numune oldular. Bugün göçe mecbur bırakılan din kardeşlerimizi de böyle karşılamamız gerekiyor. Onlar tehcir (göç) yükünü taşıyorlardır. Allah'a hamd olsun ki bizler yur-dumuzdayız. Bizim ihlasla onların yüklerini yüklenmemiz onlara kefil olmamız gerekir.
SORU l: Hayatın inanç ve cihaddan ibaret olduğunu söyleyen meşhur bir öz vardır. Bu sözün manası nedir?
CEVAP: Bu söz, izzetle yaşamak isteyen, inanan bir ümmetin şiarlarından bir şiardır. Bir inanan şair, bir şiirinde öyle diyor:
Hayatta fikrinle beraber mücadele et,
Çünkü hayat yaşamak ve cihaddır.
Bu bir gerçektir ki bunu basireti olan anlar.
İnsan bu hayatta bir inanca sahip olur,
Sonra hayat yolunda bu inançla yürür,
İyi insanın yanında bunlarsız bir hayatın tadı olmaz.
Kur'an-ı Kerim'e bir göz attığımız zaman onun adil bir cihaddan ve imana dayalı bir mücadeleden bahsettiğini görürüz:
Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır. (Hucurat/15)
Ve yine Allah şöyle buyuruyor:
Ey mü'minler! Gerek hafif gerek ağırlıklı olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. (Tevbe/41)
SORU 2: Cihadın ne ile olduğunu öğrenmek istiyoruz. Cihad yalnız görülen savaş aletleriyle mi yapılır?
CEVAP: Bugün cihad, aziz ve inanan ümmetin katında görülen ve görülmeyen bir çok şeylerle yapılabilir. Bugün savunmanın bel kemiği olarak görülen silahlardır. Maddi silahların yanısıra savunma için bir çok araç ve gereçler de vardır. İnanan bir fert aklıyla fikriyle de cihad eder. O kendi toplumu için bazı şeyleri icat eder. Diliyle de hakkı müdafaa eder. Veya Hakka yardımcı olur. Veya toplumunun yolunu tıkayanları uyarır veya güçlüleri cihada teşvik eder. Malını da vatanın savunması için harcar ve canıyla da vatanın savunmasını yapar. Canını ortaya kor, silahı omuzunda, korkusuz ilerler, ya izzetli, hürriyet içinde bir vatan ya da daimi bir hayat olan şehitlik.
Rasûlullah şöyle buyuruyor: Mü'min lisanıyla ve kılıcıyla cihad eder. Kur'an da mal ve canla yapılan cihaddan bahsediyor: Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. (Tevbe/88)
Mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. (Sad/11)
Allah, mallan ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vaadetmiştir. Ama mücahitleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. (Nisa/95)
SORU 3: Ayet-i kerimede önce mal sonra can zikrediliyor; malla cihad etmek canla cihad etmekten daha mı hayırlıdır? Veya bunda başka bir sır mı vardır?
CEVAP: Şüphesiz ki nefsi (canı) kurban etmek, kurbanların en büyüğüdür. Bir Arab şairi şöyle diyor:
Cimri nefsini esirgiyor,
Ancak bizim cömerdimiz nefsini kurban ediyor.
Canı feda etmek cömertliğin zirvesidir.
Ayet-i kerimede mal, candan önce zikredilmiştir ki bununla insanlarda mala karşı ne kadar büyük bir meyil olduğuna işarette bulunulmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
Zaten nefisler kıskançlığa (cimriliğe) hazırdır. (Nisa/128) Malı aşırı derecede seviyorsunuz. (Fecr/20)
Bu nedenle Allah Teâlâ insanları malla cihad etmeye çağırmıştır ki canla cihad etmeye de hazır bir hale gelsinler. Çünkü ruhlar önceden cihada hazır bir hale gelmelidirler. Cihadın alet ve edevatlan önceden hazırlanmalıdır. Kur'an ilk önce hak yolunda mal vermeyi öğretir. Kişinin gücü yettiği zaman elinin açık olması, nefsinin cimriliği ile savaşması lazımdır. Ta ki şairin dediğine hedef olmasın; şair şöyle diyor:
Cimrinin malına karşı uydurduğu çok şeyler vardır.
Öyle ki gök gözlünün gözü simsiyah olur.
İnsanlar mallarıyla cihad yaptıktan sonra sıra canlarla cihad etmeye gelir. Şüphesiz ki nefisle (canla) cihad etmek mertebelerin en yükseğidir. Artık burada mücahit ya şehitlik şerbetini içer ya da gazi olur. Allah şöyle buyuruyor:
Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir. Kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiç bir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir. (Ahzab/23)
SORU: Allah şöyle buyuruyor: O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? (Yunus/99)
Bununla beraber biz biliyoruz ki İslâm tarihinde ülkeler dinin yayılması için fethedilmişlerdir. Burada zorlama yok emriyle kılıçla İslâm'ın neşri arasında bir çelişki yok mu? Fethedilen ülkelerin ahalisi; İslâm, savaş veya haraç verme arasında tercih yapmaya mecbur bırakı-lıyorken, dinde zorlama yok hükmü nasıl izah edilebilir?
CEVAP: Allah Teâlâ Yunus suresinde şöyle buyuruyor:
De ki: "Ey insanlar! Size rabbinizden Hak (Kur'an) gelmiştir. Artık kim doğru^ yola gelirse, ancak kendisi için gelir. Kim de saparsa, o da ancak kendisi aleyhine sapar. Ben sizin üzerinize vekil değilim." (YunW108)
Yani ben Allah tarafından sizin işlerinize vekil değilim, sizin üzerinizde bir zorba da değilim. Sizi iman etmeye zorlayacak ve küfürden zorla menedecek de değilim. Sizin zarar ve kâr etmenize de yetkili değilim. Ben ancak bir müjdeleyici ve bir korkutucuyum. Dileyen inanır, dileyen inanmaz.
Yine Allah (c.c) Yunus suresinde şöyle buyuruyor:
Rasûlüm! Eğer rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? (Yunus/99)
Yani eğer rabbin dileseydi, herkesi mü'min olarak yaratabilirdi. Ancak O'nun hikmeti böyle istedi. Kimisini salih, kimisini de günahkar yarattı. Allah şöyle buyuruyor:
Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olur, ister nankör. (İnsan/3)
Yani ey Peygamber! Senin insanları zorla dine girdirme yetkin yoktur. Bu senin üzerine vazife değildir. Bu bize Allah'ın şu sözünü de hatırlatıyor:
Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tağutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir. (Bakara/256)
Bu ayetin nüzul sebebi şudur: Ensar'dan Beni Salim b. Avf dan, Husayn isimli sahabinin iki tane hristiyan oğlu vardı. O onlara İslâm'a girmeleri için baskı yaptı. Bunun üzerine çocuklar Hz. Peygamber'e gelerek babalarından şikâyet ettiler. Rasûlullah (s.a) onu bundan alıkoydu. Ancak babalan, çocuklarını müslüman olmaları için zorlayacağını söyledi. Ardından da 'Göz göre göre benden olan bir parçanın ateşe girmesine nasıl göz yumarım?!' dedi. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
Reşit Rıza bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:
Din kılıç zoruyla yayıldı diyen İslâm düşmanlarının veya sözde İslâm'ın bazı cahil dostlarının iddialarının aksine, dinin hükmü budur. (Yani dinde zorlama yoktur). Onlara (din düşmanlanyla, dinin cahil yanlılarına) göre dinin sağ elinde kılıç vardır, onu kabul eden kurtulur, ona karşı çıkan kılıçla baş başa kalır. Yani boynu vurulur!
Hz. Peygamber (s.a) Mekke'de namazını bile gizli kılarken insanlar İslâm dinine kılıç zoruyla mı girdiriliyordu? O günler öyle günler idi ki, müşrikler müslümanlara çeşitli işkenceler yapıyorlardı, bununla beraber hiç bir çare bulamadılar. Ta ki Rasûlullah (s.a) ve müslümanlar hicret etmeye mecbur kaldılar. Yoksa onlar İslâm Medine'de aziz ve galip olduktan sonra mı kılıç hükmetti diyorlar?
Şeyh M. Âbduh şöyle diyor:
İman dinin aslıdır. Onun cevheri ise, nefsin izanından ibarettir. İzanın da zorla olması muhaldir. İzan ancak delil ve beyanla olur. Allah (c.c) şöyle diyor:
Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır.
Yani bu din doğruluk, hidayet ve kurtuluştan ibarettir. Nurlu yolda yürümekten ibarettir.
Reşit Rıza da şöyle diyor:
Allah'ın "Dinde zorlama yoktur" sözü İslâm dini'nin büyük kaidelerinden biridir. İslâm'ın siyasal rüknünden bir rükündür. O hiç kimseyi zorla dine sokmayı caiz görmez. Ve yine birisini ondan çıkarmaya da izin vermez.
Biz kuvvet sahibi olduğumuz sürece bu kaideyi korumaya, bu rüknü yerinde tutmaya çalışmalıyız. Dinimizi bozmak isteyenlere karşı, nefsimizi ve dinimizi bu kaide ile korumamız lazımdır. Bize saldırana karşı kendimizi korumamız ve rabbimizin yoluna hikmetle güzel meviza ile davet etmemiz, muhaliflerle en güzel şekilde mücadele etmemiz gerekir. Doğruluğun, eğrilikten ayrıldığını burhanla (delille) bilmeliyiz.
Bu itibarla dinde cihad bizzat istenen bir şey değildir. Yani cihad dinin aslı, cevheri değildir. O ancak dinin bir kalkanıdır. Cihad din için zaruri bir koruyucudur, avamın (cahillerin) zannettikleri gibi değil. Çünkü onlar din kılıçla kaimdir diye iddiada bulunmuşlardır. Onlar cihad bizzat istenilen bir şeydir sanıyorlar. Halbuki Kur'an onların aleyhinde şahitlikte bulunmaktadır:
Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlere gelince, onların dostları tağuttur. (Bakara/257)
Bu ve buna benzer ayetler gösteriyor ki, hidayet ancak Allah'ın dilemesiyle olur. Şüphelerden kurtulmak da zorlamakla değil ancak nurlu delillerle olur.
İslâm'da cihad, düşmanlığı bertaraf etmek ve düşmanın hücumunu durdurmak ve hakkı geri almak, mazluma yardımda bulunmak, gasbedilen şeyi hür bir hale getirmek, dava yolundaki engelleri kaldırmak, veyahut halkın dinine engel olan bir fitneyi yoketmek için yapılır. Eğer burada bazıları din adına, zorlama ve tedhişte bulunursa, bu dinin bir ayıbı değildir. Bu ayıp dini kötü kullanana aittir.
Allah Rasûlü hakkında şiir söyleyen şairlerin büyüğü olan Ahmed Şevki ne güzel söylemiştir. (Allah ondan razı olsun). Dediler ki sen gaza yaptın
Halbuki Allah'ın peygamberleri hiç bir kimseyi öldürmek
veya kan dökmek için gönderilmediler.
Kalemden sonra kılıçla feth yapılmış demek bir cehalet, bir saptırma ve bir safsatadır.
Şerre iyilikle karşılık versen neşv u nema bulur. Şerre şerle mukabelede bulunsan kesilir yok olur. İslâm davetinde zorlama yoktur. Ancak zulmün karşısında durulur ki zulüm yok olsun.
SORU: Güreş ve boks nedeniyle insanlar zarar görüyor, hatta ölenler oluyor. Bunlar hakkında İslâm'ın görüşü nedir?
CEVAP: Güreş veya boks eğer saldırgan bir hücum ve düşmanca bir saldırı haline gelirse haram olur. İslâm böyle bir şeyi kabul etmez. Çünkü İslâm "Zarar izale olunur" ve "Kötülükleri defetmek, maslahatları celbetmekten daha evladır" kaidelerini koymuştur.
Yok eğer güreş ve boks riyazi-sportif birer alıştırmadan ibaret iseler, nefsi müdafaa için öğreniliyor ise, bu da sağlıklı spor hedefinin hudutları içinde ise, bu işi ehli yaptmyorsa, mazbut kanunlar dahilinde ise, o zaman bunun bir sakıncası yoktur. Hatta Rasûlullah'ın (s.a) fiillerinde bunu caiz görecek ve gösterecek bazı örnekler vardır:
Ben onu sekara sokacağım sen bilmiyor musun sekar nedir? (Geride hiç bir şey) bırakmaz. (Herşeyi yakıp yokeder). Durmadan derileri kavurur. Üzerinde ondokuz (muhafız melek) vardır. (Müddesir/27-30) Bu ayetler nazil olduğunda adı Kelde b. Esid b. Halef el-Cumahî olan ve kendisine Ebu'1-Eşed denilen bir kâfir Kur'an'la alay etmeye başladı, kavmine şöyle diyordu: "Muhammed sizi Allah'ının on dokuz askeriyle korkutuyor halbuki siz bir sürü insanlarsınız."
Sonra kendi gücüne ve kuvvetine gururlanarak şöyle dedi: "Size iki tane bırakıyorum. Ben on yedisinin hakkından gelirim." O Öyle güçlü idi ki bir sığır derisinin üzerinde durduğunda o deriyi onun ayağının altından çekmek için, on kişi olanca güçleriyle deriye asılıyorlardı, fakat deri yırtılıyordu, o yerinden kıpırdamıyordu. O Rasûlullah'a güreş tutmak için meydan okudu ve 'Eğer sen beni yenersen sana iman ederim' dedi.
Allah Rasûlü de onun meydan okumasını kabul etti. Güreştiler Allah Rasûlü ona galip geldi, hem de defalarca. Ancak o kâfir inadından ve kibrinden imana gelmedi. Ve verdiği sözü yerine getirmedi.
Yine Rukane b. Abd Yezid b. Haşim de Kureyşlilerin en şiddetlisi ve en kuvvetlilerinden idi. Bir gün Mekke'nin tenha sokaklarında Rasûlullah ile karşılaştı. Allah Rasûlü ona "Ey Rükane! Allah'tan korkmuyor musun? Davet ettiğime gelmez misin?" dedi. O da 'Senin dediğinin hak olduğunu bilsem iman ederdim' diye cevap verdi. Rasûlullah ona 'seni yenersem benim hak olduğuma inanacak mısın?' dedi. O da 'evet' dedi. Rasûlullah "Öyle ise, kalk seninle güreşelim" dedi. Rukane kalktı onunla güreşti. Allah Rasûlü onu yere vurdu ve yendi. O kendini müdafaa bile edemiyordu.
Sonra Rukane ona "Bir daha güreşelim" dedi. Tekrar güreştiler yine Hz. Peygamber (s.a) galip geldi. Rükane hayret içinde kalarak "Ey Muhammed! Allah'a yemin ederim ki bu çok garip bir şey. Sen misin beni yenen!?" dedi. Rasûlullah 'evet' dedi. Rukane inadında devam etti. İslâm'ı hemen kabul etmedi. O uzun boylu düşünmeye başladı. Allah onun göğsünü İslâm'a açtı. O Mekke'nin fethi gününde müslüman oldu. Hz. Peygamber1 den bazı hadisler rivayet etti. Şu hadisin ravisi odur:
Her dinin bir ahlakı vardır. Bu dinin en belirgin ahlakı ise, hayadır.
Bundan da anlıyoruz ki İslâm güreş ve boks sporlarını kabul etmiştir.
SORU: Güreş müsabakalarında vücudun bazı azaları zarar görmektedir. İslâm'ın güreş hakkındaki fikri nedir?
CEVAP: Güreş veya boks saldırgan bir hücum ve düşmanca bir saldırı şeklinde olursa haram olur. İslâm böyle bir şeyi kabul etmez. "Zarar izale olunur," ve "kötülükleri defetmek menfaatlan celbetmekten daha evladır" kaideleri gereğince bu tür şeyler yasak kapsamına girer. Ancak eğer güreş bir riyazi alıştırma ve nefsi savunmak için öğrenilirse caiz olur.
Böyle olması halinde İslâm'da göre bunun bir sakıncası yoktur. Hatta Hz. Peygamber'in (s.a) fiillerinde bunun caiz olduğunu gösteren bazı örnekler vardır:
Sen biliyor musun sakar nedir? Hem bırakmaz hem vazgeçmez, o insanın derisini kavurur. Üzerinde ondokuz (muhafız) melek vardır. (Müddessir/27-30)
Rivayet edildiğine göre bu ayetler nazil olunduğunda adı Kelde b. Esid b. Halef el-Cumahî olan ve Ebu'1-Eşed denilen bir müşrik 'Mu-hammed sizi Allah'ının on dokuz askeriyle korkutuyor, halbuki siz bir sürü insanlarsınız' diyerek Kur'an'la alay etmeye başladı.
Sonra kendi gücüne ve kuvvetine gururlanarak şöyle dedi: 'Siz iki ^esını halledin on yedisini bana bırakın, ben onların hakkından gelişi derisinin üzerinde durduğunda on ki-yerinnyt°nUn aya§ının altından çekmeye çalışır; deri yırtılırdı da, o
derdi Rasûlullah ile §üreSmek için ona haber gön-ger sen beni yenersen sana iman ederim' dedi.
iahteulü onun davetini kabul etti. Allah Rasûlü ile güreştiler.
Hz. Peygamber onu defalarca yendi. Fakat o inadından dolayı müslü-man olmadı.
Yine Rukane b. Abd Yezid b. Haşim de Kureyşlilerin en kuvvetlilerinden idi. Bir gün Mekke'nin tenha sokaklarında Rasûlullah ile karşılaştı. Allah Rasûlü ona 'Ey Rukane! Allah'tan korkmuyor musun; davetime neden icabet etmiyorsun?' dedi. O da 'Senin dediğinin hak olduğunu bilsem gelirim' diye cevap verdi. Rasûlullah 'Seni yenersem benim hak peygamber olduğuma inanacak mısın?' dedi. O da 'evet' dedi. Rasûlullah (s.a) 'Öyle ise kalk seninle güreşelim' dedi. Bunun üzerine güreştiler. Hz. Peygamber onu yendi. Rukane bir kere daha güreşmeyi teklif etti. Rasûlullah ikinci kez yendi Ancak Rukane iman etmedi. Kavmine dönüp onlara "Ey Beni Abd-i Menaf! Bütün dünyadaki sihibazlan getirseniz onun hakkından gelemez. Ondan daha büyük sihirbaz görmedim" dedi ve başından geçeni anlattı. Sonra Allah onun göğsünü İslâm'a açtı, onun kibrini giderdi. O Mekke'nin fethinde müslüman oldu. Peygamberden bazı hadisler rivayet etti. O hadislerden birisi de şudur:
Her dinin bir huyu vardır. İslâm'ın da huyu (ahlakı) hayadır.
Bu rivayetler de gösteriyor ki, güreş aslında caizdir. Din ve şeriat onu haram kılmaz. Çünkü haram olsa idi Hz. Peygamber güreşmezdi. Ancak eğer güreş insana zarar verirse, caiz değildir. Allah daha iyi bilendir.
SORU: İzciliği dünyada ilk keşfeden kimdir?
CEVAP: Bir çok insana göre Lord Baden ilk defa izciliği keşfetmiş ve kurallar koymuştur. Lord Baden'in, Afrikalılarla yapılan Boyer savaşında Afrikalı çocukları alıp onlara izcilik öğrettiğini, bu harpte İtalyan'ların lehine bir şey yapmak için böyle bir şeye baş vurduğunu söylüyorlar. Sonra bu sistemi İngiltere'ye götürmüş, sonra 'İzci izcinin kardeşidir, dini, vatanı ve cinsiyeti ne olursa olsun herkesin kardeş olduğu' perdesi altında bu nizamı yaymaya çalışmıştır. 1936 senesinde kaleme aldığım İzcilik Hareketi adlı kitabımda şöyle demiştim: Yaygın olan bu yanlışın tashihe ihtiyacı vardır. Çünkü ilk önce izcilik hareketinin kural ve kanunlarını koyan müslüman Arablardır. Onlar bu kuralları kendi hayatlarında yaşamışlardır. Bunun dayanağı da her şeyi müsamaha ile kabul eden dinleridir. Öyle ise izcilik müslüman Arablara nisbet edilmelidir.
1964'te yazdığım izcilik Hareketi Usul ve Kaynak itibarıyla Arablara Aittir adlı kitabım da şöyle söylemiştim: Bizim ecdadımız, bütün seciyeleriyle Arab yarımadasında tabii ve açık bir çevrede yaşamışlardır. Gece gündüz bu çevre ile karşı karşıya idiler. Bütün hayatları burada geçiyordu, hep tabiatla iç içe idiler. Çünkü tabiat onların hayatlarının özü ve yaşayışlarının direği idi. İzciliğin, başkalarından ziyade Arablara mal edilmesi daha uygundur. Çünkü onlar geçmişlerinde bu hayatı yaşamışlardır. İzcilik hareketi ise yeni keşfedilmiştir. Onları izci kabul etmek çok garip değildir.
Asıl bu hareketin temeli Arab ülkelerinde neşet etmiştir. Şerefli tarihimiz boyunca yarımadamızda izcilik hayatı hep yasana gelmiştir. Bu hareket dağlarla vahalar arasında, sahradaki kumlarda, su kaynaklarıyla otlaklarda oluşmuştur. Orada yıldızlarla, saman yolu düşünülür, ay ve güneş, hareketleriyle seyredilir. Yağmur ve rüzgar hareketiyle her şey hissedilir, etrafta bulunan bitki, haşere, kuş ve hayvanlarıyla tabiat incelenir.
Arab kendi çadırını kendisi kurar. Eliyle yer ve azığını bizzat hazırlar. O sertliğin ve erkekliğin ön planda olduğu sade ve basit bir hayat yaşardı. Taşınması gerektiğinde hemen çadırını ve metalannı toplar, devesine yükler tepeleri tırmanır, vadilere iner, gezi değneğini yere bırakmcaya, su kabını yere koyuncaya kadar gezer. Zaten izcilik hareketi de bu gibi şeyler üzerine kurulmuştur.
SORU: Ana ve babasının cihada gitmek isteyen gence mani olmalarının hükmü nedir?
CEVAP: Şüphesiz cihad bir farzdır. İslâm'ın temel meselelerinden biridir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:
(Ey mü'minler!) Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. (Tevbe/4)
Mü'minlerden özür sahibi olanlar dışında oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. (Nisa/95)
Allah yolunda hicret edenler ve cihad edenler Allah'ın rahmetini umarlar. (Bakara/218)
Allah için hakkıyla cihad edin! (Hac/78)
Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
Allah için bir sabah ve bir akşam cihadda bulunmak, dünya ve dünya içindeki her şeyden daha hayırlıdır.
Kimin ayaklan Allah yolunda tozlanırsa, Allah ona ateşi haram kılar.
Cennet kılıçların gölgesi altındadır.
Allah yolunda bir gün nöbet beklemek, dünya ve dünyadaki her-şeyden daha hayırlıdır.
Sizin için cennette bir kamçı yeri dünyada ve dünyadakilerden daha hayırlıdır. Yine orda bir sabah ve bir akşam kalmak dünyadan ve dünyadakilerden daha hayırlıdır.
Anne-babaya itaat etmek de farzdır. Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle buyuruyor:
Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. (İsra/23)
Onlarla dünyada iyi geçin... (Lokman/15)
Anne-babaya asi olmak veya onlara muhalefette bulunmak günahların en büyüğüdür. Böyle bir harekette bulunanlar Allah'ın laneti ve gazabını hakederler. Bu bakımdan evlat baba ve annesine güzel muamele yapmalıdır. Hatta kâfir bile olsalar, Allah'ın itaatma engel olmadıkları sürece onlara iyi muamele etmek gerekir. Çünkü Allah'a itaat etmek her şeyden önce gelir. Allah'ın salat ve selamı üzerinde olsun Rasûlullah ne güzel buyurmuş:
Allah'a isyan olduğu yerde kula itaat olmaz.
Bir çok hadis-i şerif cihada çıkmadan önce, evladın ana ve babasından izin almasının gerekli olduğunu ifade ediyor. Bu hadis-i şeriflerden birisi şudur. Abdullah b. Ömer'den rivayete göre, bir adam Hz. Peygamber'in (s.a) yanına geldi. Cihada çıkmak için izin istedi. Rasûlullah 'Babanla annen sağ mıdır?' diye sorup evet cevabını alınca 'Git onlardan izin al!' buyurdu. Başka bir rivayette de: Bir adam gelerek 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben seninle beraber cihad etmeye geldim. Ben gelirken babamla annem ağlıyorlardı' deyince, Rasûlullah 'Git, onları ağlattığın gibi şimdi de güldür' buyurdu.
Ebu Said'ten rivayete göre bir adam Yemen'den hicret edip Rasû-lûllah'ın yanına geldi. Hz. Peygamber (s.a) "Yemen'de kimsen var mıdır?" dedi. O da 'annemle babam var' dedi. 'Onlar sana izin verdiler mi?' diye sorunca, hayır cevabını aldı. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: "Onlara dön ve izin al, sana izin verirlerse, cihad et, yoksa onların dileklerini yap!"
Muaviye b. Cahime es-Selmi'den rivayete göre Cahime Peygamberimizi gelerek şöyle dedi: 'Ya Rasûlullah! Ben gaza yapmak istiyorum bu hususta, seninle istişare yapmak istiyorum.' O da 'Senin annen var mıdır?' diye sordu. 'Evet' deyince, Hz. Peygamber 'Sen git ona hizmet et. Çünkü cennet onun ayakları altındadır' buyurdu.
Bu açık naslardan anlaşıldığı kadarıyla kişi cihada çıkmadan önce anne ve babasından izin alması gerekiyor. Çünkü ebeveyne itaat farzdır. Cihad da genellikle farz-ı kifayedir. Ebeveyni onu alıkorlarsa cihad etmek ona haramdır. Tabii ki bu farz-ı kifaye olan cihad içindir. Ancak cihad zaruri ve farz-ı ayın olursa, seferberlik hali olursa o zaman izne gerek yoktur; herkesin cihada çıkması gerekir. veyninden izin almalıdır. Eğer onlar izin verirlerse ne âlâ. Bu Allah'ın bir vergisi olur. Eğer onlar istemezlerse, onları dinlemek lazımdır. Onun yerine inşaallah bu ümmetin bazı gençleri cihat vazifesini ifa ederler. Ancak memleketimiz daimi bir tehlike ile karşı karşıya gelirse, bir umumi seferberlik ilan edilirse, o zaman o genç ebeveyninden izin almadan cihada çıkabilir. Çünkü bu herkese vacibtir.
Babalar da bu konuda Allah'tan sakınsınlar, çocuklarını cesur ve kahraman yetiştirsinler. Onları cihada hazır hale getirsinler. Şunu iyi bilsinler ki zilletle geçen bir hayat bin defa şehit olarak ölmekten daha
ağırdır. Allah ne kadar doğru söylüyor:
De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğumuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasû-lü'nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez." (Tevbe/24)
Bu ruhi uzlaşma evlatlarla babalar arasında vücuda geldiği gün, cihad ve savunmanın ruhunu kavradıklarında babalar evlatlarla ittifak edecekler. O zaman nifak ve şikak ortadan kalkacak.
Bundan şu çıkıyor ki cihada gitmek isteyen kişi muhakkak ebe-
SORU: Savaşta kumandan -askeri harbe teşvik etmek için- Önde mi bulunmalı, yoksa -ordunun arkasını sağlama almak için- geride mi bulunmalı?
CEVAP: Savaşta kumandanın nerde durması gerektiğini tayin etmek bizce mümkün değildir. Çünkü bu yerine göre değişir Bazen komutan askerlerinin önünde olmalıdır. Böylelikle o askerini tahrik eder, coşturur ve onlara yol açar. Bazen de onun geride durması uygun olur ki, onların arkalarını sağlama alsın. O böylelikle harbi yönlendirir, onlara komuta eder. Fakat her halükarda komutanın korkak olmaması lazımdır. O kendini fazla düşünmemeli ve pısırık olmamalıdır. Kumandanın askerlerini tehlikeye sürüklerken kendini düşünmemesi lazımdır. Çünkü bu büyük bir hıyanet olur. Onun yapacağı bu hata küçük bir askerin yapacağı hataya benzemez. Herkesin kendine göre bir sorumluluğu vardır. Büyüklerin hatası da büyüktür. Nitekim şöyle denmiştir: İyilerin iyilikleri, mu-karreblerin (Allah'a daha yakın olanların) kötülüğüdür.
Bir komutanın, askerlerini tehlikeye atarken kendini geride tutması veya askerlerini tehlikeli ve zorlu işlere koşturup bunu kendine reva görmemesi, açık bir korkaklık ve utanç verici bir şeydir.
Biz yüce Peygamber'in hayatına baktığımızda onun komutanların en hayırlısı, liderlerin en büyüğü olduğunu görürüz. Büyük Bedir savaşında ashabıyla istişare etti. Onlar ona ordunun gerisinde savaş meydanına bakan bir karargah kurmuşlardı. O harp meydanına bakıyordu. Ta ki o savaşı Allah'ın vahyi ile idare etsin. O sadece arkadaşlannı razı etmek için bunu kabul etti. Fakat biz onu diğer muharebelerde safların Önünde görüyoruz. O orduya iştirak etmiş. Hatta hiç kimsenin gösteremeyeceği cesareti göstermiştir. Müslümanlar bir ara paniğe kapıldılar, kaçtılar, o en büyük cesaret sembolü olan Hz. Peygamber asla geri çekilmedi, hiç bir zaman kimseden geri kalmadı. Kendisinin uzak durduğu bir şeye başkasını çağırmadı. O her zaman dimdik ayakta ve sabit idi.
Bir adam Bera b. Azib'e 'Siz Hüneyn gününde Rasûlullah'ı bırakıp kaçtınız mı?' diye sorduğunda, 'Evet kaçtık. Ancak Rasûlullah (s.a) kaçmadı. Onu katırının üstünde gördüm, Ebu Süfyan onun dizginini tutuyordu. Hz. Peygamber (s.a) şöyle diyordu: 'Bunda bir yalan yoktur. Ben Peygamberim. Ben Abdu'l-Muttalib'in oğluyum.'
İnsanlar kaçarlarken Rasûlullah (s.a) sağma ve soluna bakarak şöyle diyordu: Ey Allah'ın dininin yardımcıları! Ey Allah Rasûlü'nün yardımcıları! Ben şüphesiz Allah'ın kulu ve Rasûlüyüm.
Ali b. Ebî Talib şöyle diyor: 'Savaş kızışınca biz Allah Rasûlü'ne sığınırdık. Düşmana ondan daha yakın kimse olmazdı. Biz Bedir gününde de Allah Rasûlü'ne sığındık. O düşmanın tam ortasında idi. O insanların en şiddetlisi idi o gün. İbn Ömer de şöyle diyor: "Ben Rasûlullah'tan daha kahraman, daha cesur, daha işe rıza gösteren kimse bulamadım."
İmran b. Husayn da şöyle söylüyor: Allah Rasûlü (s.a) hangi askeri birliğe karşı çıktıysa ilk vuran oldu."
Hz. Osman askerlerini Afrika'nın fethi için gönderdi. Abdullah b. Şerh onların kumandanı idi. İslâm askeri kendinden çok fazla olan Cir-cir denen Rum meliki komutanının askerleriyle karşılaştılar. İslâm ku-mandanıyla Rum kumandanı, harp meydanına indiler. Onlar askerlerinin önünde idiler. Onlardan her birisi kendi cesaretini göstermek istiyordu. Circis askerlerini harbe teşvik etmek için şöyle ilan ettirdi: "Kim Abdullah b. erh'ı öldürürse ona yüz bin dinar vereceğim ve ayrıca onu kızımla evlendireceğim." Bazı müslüman askerler kendisine bir zarar gelmesin diye Abdullah b. Serh'in geriye çekilmesinin lazım geldiğini söylediler. O da bunları dinledi ve geriye çekildi. Bu da askerlerin nefsinde bir zayıflık meydana getirdi. Onların manevi kuvveti gitti. Böylelikle günler geçti müslümanlarm zafer haberi Hz. Osman'a ulaşmadı. Hz. Osman onlara bir takviye kuvveti gönderdi. Onların başında da Abdullah b. Zübeyr vardı. İbn Zübeyr harp meydanına varınca komutanlarını sordu. Onun durumunu öğrendi ve çok kızdı. Onun yanma vardı ve 'Mel'un düşman Circis'in sözünden dolayı mı böyle askerlerinden uzaktasın. Halbuki sen komutansın' dedi. Abdullah 'Savaş meclisi bu kararı verdi' dedi. İbn Zübeyr ise şöyle söyledi: Bu gibi yerde bu isabetli bir karar değildir. Komutanın harp meydanında askerlerinin içinde olması askerlere cesaret ve kuvvet verir. Onlara cennet ve şehitlik aşkı verir. Circir'in yaptığını siz de yapın. Sen de kim Circir'i bu gece öldürse ona yüz bin dinar ve onun kızı verilecek diye ilan ettir.
Böylelikle askerler cesaretlendi. Zafer için yanıp tutuşmaya başladılar. Bir kaç gün içinde Abdullah b. Zübeyr düşman saflarını yarmayı başardı. Circir'in başını kesti, onu kılıcının ucuna takarak ilerledi. Bu onların en büyük zaferi oldu. Böylelikle Afrika kıtası müslümanlar tarafından fethedildi.
Bundan da anlıyoruz ki, komutanın askerleri için örnek olması lazımdır. Safların ön kısmında olması lazım ki, iyi bir misal olsun. Eğer cihadın maslahatı geride durmaksa onun da bir zararı yoktur. Burada esas olan şey, ihlaslı olmak ve şehit olmayı arzulamaktır.
SORU: Bizi düşmanlarımıza galip getirecek sebepler nelerdir?
CEVAP: Bizimle zafer arasında çok mesafe vardır.
Onlar onu uzak görürler, biz ise onu yakın görürüz.
Onlar zafer ne zaman derler, sen de ki: "Umulur ki o pek yakındır."
Çünkü Allah Teâlâ, bize savaştan kaçmayı haram kılmıştır. Bu savaşla bizler memleketlerimizi düşmandan geri alır, onlardan intikamımızı alırız, vazife bize ağır gelse, bunun bedeli çok pahalı olsa da buna katlanmak zorundayız. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir siz bilmezsiniz. (Al-i İmran/216)
Biz musibetimizden sonra bir kaç seneyi zayıf olarak geçirdik. Bu senelerden sonra harbe hazırlanmak için bütün gayretimizi sarfettik, feth ve zaferin sebeplerini gözden geçirdik. Çünkü bu işin içinde ırzımızı korumak ve vatanımızı düşmandan temizlemek söz konusu idi. O zaman biz bu kutsal görevi yerine getirmek için iyi bir hazırlıkta bulunduk. Çünkü bizim şerefimiz buna bağlı idi.
Yolun doğrusu Allah'ındır. Yolun eğrisi de vardır. (Nahl/9) Allah dilediğini doğru yola iletir.
Şüphesiz zaferin birinci sebebi, nefisleri yaratan, milletleri dirilten ve himmetleri kamçılayan Allah'a iman etmektir. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
Allah iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder. (Hac/38)
Mü'minlere yardım etmek de bize düşer. (Rum/47)
Şüphesiz peygamberlerim iz'e ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz. (Gafir/51)
Allah'a iman etmek sadece kelime-i tevhidi söylemekten ibaret olmadığı gibi, bazı lafız ve ibareleri söylemek de değildir. İman, Allah'ın yere ve göğe hakim olduğuna kuvvetli bir şekilde inanmaktır. Ve O'nun emirlerine kulak vşrip çağrısına uymaktır. Efendilik ve izzet sebeplerine olan teşviklerine bağlanmak, O'nun yoluna ve çağrısına koşmak, metin ve kuvvetli ipine sarılmaktır. Allah'ın dinine sımsıkı sarılan şüphesiz doğru yolu bulmuştur.
Zafer sebeplerinden biri de, her an hazırlıklı bulunmaktır. Hiç bir zaman düşmanı küçük görmemek, hile ve tuzaklarını hafife almamak, hayal ve evhama aldanmamak lazımdır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:
Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği düşman kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir. Siz asla haksızlığa uğratılmazsınız. (Enfal/66)
Geçen ayetlerde sözkonusu edilen harcama dolaylı veya dolaysız herkesi ilgilendirmektedir. Gücü yeten silahını alır savaşa çıkar, gücü yetmeyen onu takviye eder, ona destek olur. Kişinin toplumdaki yeri ne ise ona göre zafer için çaba sarfedecektir. Herkes için bu konuda bir sevap yazılır. Salat ve selam üzerine olsun Peygamber Efendimiz ne güzel söylemiş:
Bir gaziyi teçhiz eden gaza yapmış sayılır. Bir gazinin ehline bakan da gaza yapmış sayılır.
Rasûlullah (s.a) ümmetin maslahatı için sağa sola adam gönderirdi. Bunlar bizzat savaşa iştirak etmiyorlardı. Bununla beraber Allah Rasûlü bunları mücahitlerden sayıyor ve onlara harbe katılanlar kadar pay veriyordu. Çünkü bunların hepsi ümmetin hizmetinde idiler. Bunlar da dolaylı yollardan savaşırlardı. Allah hepsinden razı olsun.
Zafer sebeplerinden bir de sakınmak ve devamlı uyanık bulunmaktır. Harp hileden ibarettir. İnsanlığın efendisi şöyle buyuruyor:
Düşman her zaman hileci, kandırıcı ve kınayandır. O sakınmaz ve vazgeçmez, o ancak gadr ve aldatma karanlığından faydalanır.
Kur'an bu konuda şöyle der:
Allah'a itaat edin, RasûTe de itaat ve sakının! (Nisa/71)
O kâfirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olsanız da üstünüze birden baskın yapsalar. (Nisa/102)
Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
İnsanların en hayırlısı bir ses duyup da fırlamak için devamlı atının yularını elinde tutan kişidir.
Zaferin sebeplerinden biri de cihad ve savunma çağrısına seri bir şekilde icabet etmektir. Bu konuda hiç gecikmemek ve tereddüt göstermemek lazımdır. Allah Teâlâ'nın bu konuda gevşeklik göstereni şiddetli bir şekilde kınadığını hiçbir zaman unutmamalıyız. Allah şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahire-te tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. (Tevbe/38)
Zafere götüren sebeplerden biri de birlik ve beraberliktir. Birlikle beraber itaat ve intizam, sebat ve ilerlemektir. Allah şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Her hangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok anın ki, başarıya erişesiniz. Allah ve Rasûlü'ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal/45-46)
Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever. (Saf/4)
Yine zaferin sebeplerinden biri de Allah için halis bir niyetle Allah yolunda cihad etmek, mukaddesleri, ırzı, vatanı korumak, hürriyeti, izzet ve kerameti kazanmak için cihad yapmaktır. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, kim bugün düşmanla karşılaştığında sabrederde, ecrini Allah'tan isteyerek geri dönmeden savaşır ve Öldürülürse o cennete girer.
Kim malı icjn öldürülürse şehit olur. Kim ırzı için, kim toplumu için ve kim dini için öldürülürse o şehittir.
Zaferin sebeplerinden biri de ya zafer ya şehitlik ruhunun bilincine varılmasıdır. İhlasla, Allah'a tevekkülle bütün maddi tedbirlerden sonra zaferi Allah'tan beklemektir. Allah şöyle buyuruyor:
De ki: "Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez, O bizim mevlamızdır. Onun için mü'minler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler."
De ki: "Siz bizim için ancak iki iyilikten birini beklemektesiniz. Biz de Allah'ın ya kendi katından veya bizim elimizle size bir azap vermesini bekliyoruz. Haydi bekleyin, şüphesiz biz de sizinle beraber beklemekteyiz." (Tevbe/51-52)
İşte başarı ve zafer yolu budur. Bu Allah'a zor gelmez, Allah kendi katından mücahitlere apaçık bir zafer verir. O gün mü'minler sevinir. Allah dilediğine zaferi kazandırır. Çünkü O hükmünde galip ve kullarına merhametlidir.
SORU: Cihad ve zaferde imanın tesiri nedir?
CEVAP: Hayat cihadın cihat da hayatın kendisidir. Çünkü İslâm müntesiplerine devamlı bir şekilde cihad etmelerini ve cihat üzerinde olmalarını emretmiştir. Yine İslâm müntesiplerine, düşmanlarıyla karşı karşıya gelmeden önce cihada hazır olmalarını emretmiştir. Aziz ve celil olan Allah şöyle buyuruyor:
Düşmana karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın Tedbirinizi alın
Ve yine düşmanla karşılaşıldığında sebat etmeyi emretmiştir:
Allah kendi yolunda kuvvetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.
Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak savaşa çıkın mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin! (Tevbe/41)
Müslümanlar savaştan sonra da cihad ile emrolunmuşlardır. Peygamberimiz bir savaştan dönünce şöyle söylemiştir:
"Biz küçük cihad'dan büyük cihad'a dönüyoruz." "Büyük cihad nedir ya Rasûlullah!" dediklerinde 'Nefisle cihad etmektir' cevabım vermiştir.
Bundan da anlaşılıyor ki cihad sadece silahı alıp harp meydanına gitmek değildir. Çünkü savaş meydanına girmeden önce ona hazır olmak, sonra da tedbirli olmak gerekiyor. Bilhassa hak ve adalet üzerinde kaim olan müslümanlar buna çok muhtaçtırlar. Cihad kavramı o kadar geniştir ki insan nefsinin bütün duygularını, şiarlarını ve maneviyatını kapsar. Malı da içine alır. Çünkü silah ancak malla alınabilir. Cihad dili de kapsar, çünkü güzel kelimeler ve konuşma onunla yapılır. Bu da bir cihaddır.
Rasûlullah'tan (s.a) rivayet edildiğine göre, mü'minlerin kâfirlerle, nefisleriyle. mallarıyla ve dilleriyle cihad etmeleri gerekmektedir. Bu hadisin birçok versiyonu mevcuttur. Bunların en meşhuru şöyledir:
Kâfirlerle canlarınızla, mallarınızla ve dillerinizle cihad ediniz.
Bana öyle geliyor ki hadiste sözkonusu edilen canla cihad, sadece canını Allah yolunda vermek değildir. Buradaki canla cihattan maksat, nefsi temizleyip ıslah etmek, onu hayır, fazilet, iman ve yakin ile silahlandırmaktır.
Nitekim malla, dille ve kılıçla cihad etmek Allah'ın vaadine iman eden ve hak üzerinde sabit olan insanlara birer destektir. Kur'an cihattan bahsederken başında, ortasında ya da sonunda mutlaka imanı da zikreder. Allah şöyle buyuruyor:
Allah iman edenleri korur, şu da muhakkak ki, Allah hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder. (Hac/38)
Allah burada korumasını kişinin imanına bağlı kılmış. Yani ancak inananlar, ilahi korumaya müstahaktırlar. Kur'an'da Allah'ın büyük vaadinden bahsederken şöyle Duyuruluyor:
Allah mü'minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. (Tevbe/111)
Burada iman sıfatı belli bir kalıba konulmuştur. Kur'an imanın tezahürlerini diğer bir ayette şöyle bildiriyor:
(Bu alış verişi yapanlar) tevbe edenler, ibadet edenler, hamdeden-ler, oruç tutanlar, rüku edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır. O mü'minleri müjdele. (Tevbe/112)
Burada cihad hadisesi imanla başlamış ve imanla bitmiştir.
İmanın cevheri tek bir inançtır. Biz o inancı kalbimize ve kafamıza mücahitlerin ve savunmacıların ve harbe iştirak edenlerin kalplerine yerleştirebilirsek, kesinlikle zaferi kazanırız. Düşman ne kadar güç ve silah sahibi olursa olsun zafer bizim olacaktır. İnsan hayatın iki merhaleden ibaret olduğunu, birinci merhalenin (dünya hayatının) gecici olduğunu, bu nedenle de ona acil hayat denildiğini, ikinci merhale olan ahiret hayatının ise, daimi ve baki olduğunu asla unutmamalıdır. Mü'min bu hayatı verirse mukabilinde emniyet ve nimetler içinde bir hayat kazanacaktır. Bu devamlı olan hayat için bir bedel lazımdır. Mücahid, eğer kazanırsam ve zaferle dönersem Allah yolunda gazi; harp meydanında ölürsem devamlı olan cennet nimetlerine mazhar olacağım inancıyla savaş meydanına çıkarsa o zaman muzaffer olur.
Bu inancın kalbimizde yerleşmesi için bize bir terbiye lazımdır. Devamlı bir şekilde Allah'la, Allah'ın kitabıyla, Rasûlullah'ın sünnetiy-le ve bizden önce geçen salih seleflerimizle irtibat halinde olmamız gerekir. Harpten önce nefisle olan cihadımız bu inancın tahakkukuna yardımcı olduğundan mücahit böyle yaşar. Savaş meydanında da bu sadakatini tescil eder ve ebediliği kazanır. Allah gerçeği söyler ve doğru yola iletir.
SORU: Rasûlullah (s.a) devrindeki cihadın şeklini ve taşıdıkları ağır yükü kısaca anlatır mısınız? Umulur ki düşmanla yaptığımız savaşta bu bize bir ders, ve ölçü olur, ışık tutar.
CEVAP: Allah (c.c) şöyle buyuruyor: O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz. (Zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz). (Al-i İmran/140)
Arabça'da meşhur bir söz vardır: "Gün bazen senin lehinde bazen . de aleyhinde olur." Yeni olsun eski olsun, hiç bir komutan -kahramanlığı, cesareti ne olursa olsun- devamlı savaş kazanmamıştır. Yorulmadan, kan ve ter akıtmadan savaş kazanılmaz. Hiç bir millet harbin bedelini ödemeden zafer kazanmamıştır.
İslâm tarihine baktığımız zaman onda büyük bir örnek görürüz. Bununla birlikte, tüm kahramanlıklara, gayret ve çabalara rağmen sün-netullah'ın değişmediğini görüyoruz. İslâm kendisi için kötülük düşünen düşmanları bertaraf etmek, şarka ve garba uzanmak istediğinde, hak, adalet ve hayrı her tarafa neşretmek için harekete geçtiğinde şüphesiz ki yolu güllük gülistanlık değildi. Büyük ve zorlu bir cihada ihtiyaç duyuldu. Müslümanlar hezimetin acısını tattılar. Yamsıra büyük zaferler de kazandılar. Onların yolunu zorluklar ve yorgunluklar kuşatmıştı, çeşitli zorluklarla boğuşuyorlardı. Onlar bazen fikirle, bazen askerle, bazen silahla, bazen kelimelerle bazen de kale ile boğuşuyorlardı.
Bu boğuşmayı kısaca anlatmak güzel olur. Çünkü onda müslüman-ların, sabrın ve umudun acı meyvesini nasıl yüklendiklerini ve umutsuzluğu nasıl yendiklerini görürüz. Rableri onlara şöyle buyuruyor:
Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez. (Yusuf/87)
Allah (c.c) nebisi Hz. Muhammed'i peygamberlikle görevlendirince insanları hak yola davet etmek için emir verdi. Bu dava bir çok insanın yanında çok garip görüldü. Çünkü bu insanlar mezalime ve günaha alışmışlardı. Onlar ahlâki çözülmeye ve nefsani donukluğa duçar olmuşlardı. Yine onların kuvvetlileri zayıfları eziyor, zenginleri fakirleri sömürüyordu. İslâm bütün bunları yıkmak, mezalimi ve günahı ortadan kaldırmak için gelmişti. Tabiatıyla Hz. Muhammed'e işin başında ancak bir kaç zayıf insan tabi oldu. Onlar da o çözülmüş, zalim toplumdan zulüm görenler idi. Başlangıçtan itibaren İslâm'a inananla, ona inanmayanlar arasında zorlu bir çatışma başladı. Böylelikle onlar İslâm'ın yolunu kesmek istediler.
Müşrik ve kâfir çoğunluk (Mekkeliler) hidayet bulmuş, Allah'ın nuruna kavuşmuş olan mü'min azınlığı sindirmek üzere harekete geçtiler. Çeşitli zulümlerle mü'minlere eziyet ettiler. Müşrikler davanın başı olan Allah Rasûlü'nün işini bitirmekle her şeyin hallolunacağını zannediyorlardı. Böylece bu davadan bütünüyle kurtulacaklarını düşünüyorlardı.
Bu müşrikler Rasûlullah (s.a) ile pazarlığa girişerek mal ve liderlik teklif ettiler. Cinlenmiş ise tedavi ettireceklerini söylediler. Ancak bütün bunlar Allah Rasûlü tarafından kesin bir ifade ile reddedildi. Hz. Peygamber müşriklere şöyle karşılık verdi:
Allah'a yemin ederim ki güneşi sağ elime koysalar, ayı da sol elime koysalar, yine de davamdan vazgeçmem. Ya Allah beni muvaffak eder ya da bu uğurda helak olurum.
İslâm ve İktisat adlı kitabımda şöyle demiştim: Bütün müşrikleri temsilen Utbe b. Rabia Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek gayet yumuşaklıkla ve duygusalca şöyle dedi: Ey kardeşimin oğlu! Bildiğin gibi sen bizim en iyilerimizin soyundansm, senin soyunun yeri bellidir. Sen şimdi kavmine büyük bir iş çıkardın. Sen onların topluluklarını bozdun. Onların uykularını kaçırdın. Sen onların dinlerini ve ilahlarını ve atalarını kötüledin. Şimdi sen beni dinle sana birkaç şey teklif edeceğim, belki bazılarını kabul edersin.
Rasûlullah (s.a) 'Ey Ebul Velid söyle bakalım' deyince Utbe şöyle söyledi: Ey kardeşimin oğlu! Eğer sen bu işle (yani bu din ile) mal istiyorsan sana bolca mal toplayalım. Ta ki hepimizden daha zengin olasın. Yok eğer baş olmak için bir şeref istiyorsan, sensiz bir şey yapmamak kaydıyla seni başımıza reis seçelim. Yok eğer sen mülk istiyorsan sana mülk verelim. Yok eğer cin çarpmışsa seni tedavi ettirelim, bu konuda bütün malımızı harcayalım.
Allah Rasûlü (s.a) Utbe'yi dinledi. Utbe sözünü bitirince Allah Rasûlü (s.a) "Ey Utbe! Sözün bitti mi?" dedi. Utbe evet deyince, Rasûlullah 'Şimdi de sen beni dinle!' diyerek konuşmasını şöyle sürdürdü:
Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla. Ha, mim. Kur'an rahman ve rahim olan Allah katından indirilmiştir. (Bu) bilen bir kavim
için, ayetleri Arabça okunarak açıklanmış bir kitaptır. Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. (Fussilet/1-4)
Allah Rasûlü rabbinin açık ayetlerini Fussilet suresinden okudu bu ayetler zulmedenleri uyarıyor, hidayet ve imana erişenleri de müjdeliyordu. Şu ayete kadar devam etti:
Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: "İşte sizi Ad ve Semud'un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgaya karşı uyarıyorum." (Fus-silet/13)
Utbe sanki kasırgaya tutulmuş gibi ürktü, korktu ve gerisin geriye dönerek, Kureyş'e Rasûlullah'ın azminden ve davasına bağlılığından bahsetti, böylelikle bu teklifleri de suya düştü.
Müşrikler Rasûlullah'ın ve mü'minlerin durumundan ümit kesince, bu defa boykot, muhasara ve işkenceye başladılar. Müşrikler bir kısım müslümanlan ve onların akrabalarını muhasara ettiler. Kureyş-liler rnüslümanların ve onlara yardım edenlerin kaldıkları mahalleyi tamamen ablukaya aldılar. Bu mahalleye yani Ebu Talip mahallesi deniliyordu.
Müşrikler bununla da yetinmediler zulüm ve saldırganlıklarını daha da artırdılar. İslâm tarihinde "es-Sahife" adıyla meşhur olan sayfayı yazdılar ve bir kudsiyet ve resmiyet kazanması için Kabe'nin duvarına astılar. Çünkü uzun zamandan beri Kabe onların gözünde kutsal sayılıyordu. Bu sahifede şu hususlar vardı: Müslümanlarla hiç bir alış veriş yapılmayacak, onlara herhangi bir yardımda bulunulmayacak. Onlar çarşılara inmeyecek. Bir yiyecek ve herhangi bir mal onlara ulaşılmadan satın alınacak ve yine onlara kız verip onlardan kız alınmayacak. Onlardan barış kabul edilmeyecek, onlara acınmayacak, bu durum onların öldürülmesi için Hz. Muhammed'i teslim etmelerine kadar devam edecek. Yani bütün ticari, toplumsal, maddi, edebi ve insani ilişkileri kestiler.