Esbat 2

İlyasin. 2

Cennetle Müjdelenenler 3

Muğire B.Şu'be. 3

Adem Ve Havva'nın Dünyaya İnişi 4

Hz. Süleyman'ın Vefatı 4

Mesih Adı 5

Hz. İsa'nın Vefatı 5

Ye'cüc Me'cüc. 6

Ezher Rektörü İle Müftü Arasındaki Fark. 7

Tantavi Cevheri 7

Peygamberlerin Sayısı 8

Hz. Musa'nın Levhaları 10

Hz. Yusuf'un Güzelliği Kabri Ve Atıldığı Kuyu. 10

Danyal Peygamber 11

Tubba'ın Kavmi 13

Hûd Peygamberin Kavmi 13

Eyke Halkı 15

Fahreddin Razi 16

Hürriyet Aşıkları 18

Zaferin Bedeli Vardır 23

Hollandalı Bir Oryantalist 27

Rüya Tabiri Ve İbn Sirin. 31

Medine'nin Yedi Fakihi 36

1. Harice B.Zeyd. 37

2. Urveb. Zübeyr 37

3. Kasım B. Muhammed. 38

4. Ubeydullah B. Abdullah. 38

5. Süleyman B. Yesar El-Hilali 38

6. Said B. Müseyyeb. 39

7. Salim B. Abdullah B. Ömer 40

Utbe Kızı Hind Hem Cahiliye Hem İslâm Döneminde Kahramanlığı Olan Kadın. 41

Hz. Ali'nin Üslubu. 44

Şans İle Andlaşması Olan Komutan Amr B. Âs. 51


Esbat

 

SORU: Kur'an'da geçen Eshâî lafzıyla kimler kasdediliyor?

CEVAP: Esbât kelimesi Kur'an'da aşağıdaki ayetlerde geçmektedir:

Deyin ki: "Biz Allah'a ve onun katından bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Esbat'a indirilene, Musa'ya ve İsa'ya veri­lenlere, rableri tarafından diğer peygamberlere gelenlere, onlar­dan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Al­lah'a teslim olduk." (Bakara/136)

Yoksa siz İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Esbat'ın yahudi yahut hristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından bildirilmiş bir şahitli­ği (insanlardan) gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah yap­tıklarınızdan gafil değildir." (Bakara/140)

De ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Esbât'a indirilenlere, Musa, İsa ve (diğer) peygamberlere veri­lenlere iman ettik. Onları birbirinden ayırt etmeyiz. Biz ancak ona teslim oluruz." (Âl-i İmran/84)

Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sa­na da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a Esbat'a, İsa'ya, Eyyüb'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyet­tik. Davud'a da Zebur'u verdik. (Nisa/163)

Esbât kelimesinin tekili olan sıbt sözlükte torun anlamındadır. Bu kelime aşağıda ifade edildiği üzere birçok anlama gelmektedir:

Esbât, erkeğin soyundan gelen her kabilenin bireyleridir.

Esbât, insanın evlatlarıdır. Esbât, çocukların çocuklarıdır. Esbât, kız çocuğun çocuklarıdır.

Sanki bu manalar ile kişinin soyunun devamı ifade edilmek isten­miştir.

Hadislerde de sıbt kelimesi geçmektedir. Bir hadiste: "Hz. Allah İsrail oğullarından bir sıbt'a (sülaleye) gazap ederek onların şekillerini hayvana çevirmiştir" buyurulmuştur.

Bir başka hadis de şöyledir: "Hasan ve Hüseyin (ondan bir parça olmak üzere) Peygamberin sıbtlarıdır (torunlarıdır)."

Esbât, ümmet gibi bir kalabalığı da ifade eder. Nitekim "Hüseyin Esbât'tan biridir" hadisinde ifade edilmek istenen mana: "Hüseyin, ha­yır hususunda ümmetlerden bir ümmettir" şeklindedir.

Kur'an'da geçen Esbât Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshak'm çocukla­rıdır. Onlar Hz. İsmail'in oğullarından gelen kabileler gibidir.

Esbât kelimesinin tekili sıbfta. Ümmet'e sıbt dendiği gibi, sıbt'a. da ümmet denir.

Tefsir âlimlerinin ifade ettiğine göre Esbât Hz. Yakub'un oğulları­dır. Onlar oniki kişi idiler. Bunlardan her birinin çocukları bir ümmet oldular. Böylece Esbât olarak isimlendirildiler.

Kur'an'da bu hususa şöyle işaret edilmiştir:

Biz İsrail oğullarını, (Yakub'un on iki oğlundan gelen) oymaklar halinde oniki kabileye ayırdık. Kavmi Musa'dan su isteyince 'Asam taşa vur!' diye vahyettik. (Musa asasını vurunca) derhal on iki pınar fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belledi... (A'raf/160)

Bir diğer ayet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadır:

Bir zamanlar Musa (Tih çölünde) kavmi için su istedi. Biz de ona 'Asan ile taşa vur!' dedik. (Musa asasını vurunca) derhal (taştan) oniki pınar aktı. Her bir topluluk içeceği pınarı bildi... (Bakara/60)

Bu ayetler gösteriyor ki Hz. Allah Esbât'tan her biri için bir pınar fışkırtmış, bunlardan her biri kendine ait olan pınarı tanımıştır.

 

İlyasin

 

SORU; Kur'an'da "İlyasin" adı geçmektedir. Bu ismin sahibi kimdir?

CEVAP: Cenab-ı Hak Kur'an'da şöyle buyuruyor:

(Bizden) îlyaş'a selam! Şüphesiz biz, iyi hareket edenleri işte böy­le mükafatlandırırız. Çünkü o, bizim mü'min kullanmızdandır. (Sâffât/130-132)

İmam-ı Nevevi'nin bildirdiğine göre Ilyasin rasûl olarak gönderi­len peygamberlerdendir.

İbn Kesir'in Tefsirfndc bildirdiğine göre İlyasin, Fenhas b. İyzân b. Harun b. İmran'dır. Hz. Allah onu Hazekıl aleyhisselâmdan sonra İs­rail oğullarına peygamber olarak göndermiştir. İsrail oğulları ba'l adı­nı verdikleri bir puta tapıyordu. İlyasîn onları Allah'a davet edip putla­ra tapmalarını yasakladı. Bunların kralı İlyasin'e inanmıştı. Daha son­ra dinden çıkıp eski inancına döndü ve onlar sapıklığına devam ettiler. Onlardan hiç bir kimse iman etmedi. İlyasin aleyhisselam onlara bed­dua etti. Üç yıl yağmurdan mahrum oldular. Daha sonra bu durumun düzelmesini isteyip eğer yağmur yağarsa iman edeceklerine söz verdi­ler. İlyasin hazretleri bunun üzerine onların dileklerinin yerine gelme­si için dua etti.

Yağmur yağmış olmasına rağmen, İsrailoğulları en kötü biçimiy­le küfür yaşantılarını sürdürdüler. Neticede İlyasin artık vefat ettirilme­sini Allah'tan istedi.

Elyesa b. Uhtub îlyasin peygamberin elinde yetişmişti. Hz. İlya­sin ile Elyesa bir yere geldiklerinde ateşten bir at geldi. îlyasin ona bin­diğinde Hz. Allah onun her tarafını nur ile kaplattı ve üzerinde (kuş tüyü gibi) tüyler oluştu. Artık o meleklerle uçan gök halkı arasına karış­mış yer halkından bir insan idi.

Vehb b. Münebbih'in kitap ehlinden naklettiği hikaye böyledir. Doğru olup olmadığını en iyi bilen Allah'tır.

Saffat suresi 123-132 ayetleri arasında Hz. İlyas'ın peygamber olarak gönderildiği ve kavmi ile olan mücadelesi anlatılmaktadır.

Saffat/130 ayetindeki İlyasin kelimesini bazı kıraat âlimleri İdrâ-sin olarak, bazıları da Al-i Yasin olarak okumuşlardır. İkinci okuyuşa göre mana, "Muhammed ailesine selam olsun" demektir.

Bazı âlimler bra âyetlerde sözü edilen İlyas peygamberden maksa­dın İdris (a.s) olduğunu söylemişlerdir.

Bazı tefsir âlimlerine göre bu ayetlerdeki İlyasin kelimesi ile an­latılan kişi İlyas peygamber'dir. Bu ayette İlyasin denmesinin sebebi söyleyiş biçiminde dikkat çekmek ve etkili olmak içindir.

FîZilâl'il Kur'an isimli tefsirde şu ibareyi görmekteyiz:

Hz. İlyas, kavminin yaratıcı, kendilerinin ve daha önceki babala­rının rabbi olan Allah'ı bırakıp Bal isimli puta tapmalarının kötü­lüğünü bildirerek onları tek olan Allah'a ibadet etmeye çağırdı. Nitekim Hz. İbrahim de putlara tapmalarının kötülüğünü kavmine bildirmişti. Her peygamber puta tapmanın kötülüğünü anlatmıştır. Sonuçta peygamberler kavimleri tarafından yal ani anmı şiardır.

Hz. Allah (bu ayetlerde) yemin ederek yalanlayanların cezalarını görmeleri için kıyamette zorla boyun eğdirilerek hazır bulunduru­lacaklarını bildirmektedir. Ancak bunlardan iman edenler böyle olmayacaktır. Yüce Allah onların içinden inanan kullarını çekip çıkarmıştır.

Hz. Ilyas'ın sonuna kısa bir bakış, bu peygamberin bu surede tek­rarlanan haliyle Hz. Allah'ın peygamberlerine kendi katından ve­rilen selam olduğunu, iyilik yapanların mükafatını ve iman eden­lerin imanının değerini göstermektedir.

Bu kısa bölümde Hz. İlyas'ın hayatı ilk defa anlatılmaktadır. Ayet­teki san'atkârâne yönü göstermek için burada azıcık duralım: "Se-lamun alâ İlyasin" ayetinin sonunda diğer ayetlerin ses uyumuna riayet edilmiş İlyas ismi İlyasin şeklinde söylenerek müzikal etki göz önünde bulundurulmuştur.

 

Cennetle Müjdelenenler

 

SORU: Hz. Peygamber'in arkadaşları arasında on kişinin cennetle müjdelendiği doğru mudur? Doğru ise bunlar kimlerdir?

CEVAP: Evet. Hz. Peygamber'in arkadaşları arasında Rasûlullah tarafından cennete girecekleri müjdesi verilen on kişi vardır.

Bir rivayete göre aşağıdaki ayette işaret edilen kimseler onlardır:

(İslâmiyet'e girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar var ya, işte Allah onlardan razı ol­muştur. Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah, onlara içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamış­tır. İşte bu büyük kurtuluştur. (Tevbe/100)

Hz. Peygamber cennetle müjdelenen kimseleri şu hadisinde ifade buyurmuştur:

Ebubekir cennetliktir. Ömer cennetliktir. Osman cennetliktir. Ali cennetliktir. Talha cennetliktir. Zübeyr cennetliktir. Abdurrahman b. Avf cennetliktir. Sa'd b. Ebi Vakkas cennetliktir. Said b. Zeyd cennetliktir. Ebu Ubeyde b. Cerrah cennetliktir,

Hz. Peygamber, bu on zât'ın sahip olduğu özelliklerin bir başka

yönüne bir diğer hadisinde şöyle işaret buyurmuştur:

Ümmetimin içinde ümmetim hakkında en merhametli olan Ebu-bekir'dir. Allah'ın dini hususunda en kuvvetlisi Ömer'dir. Onların en çok utangaç olanı Osman'dır. Onlar içinde en iyi hüküm veren Ali'dir. Her peygamberin bir havarisi vardır. Benim Havari(leri)m

Talha ve Zübeyr'dir. Sa'd b. Ebi Vakkas nerede ise hak oradadır. Said b. Zeyd, rahman olan Allah'ın sevgililerindendir. Abdurrah­man b. Avf, rahman olan Allah'ın tüccarlarındandır. Ebu Ubeyde Allah'ın ve O'nun Rasûl'ünün eminidir.

Geçmiş dönem bilginleri cennetle müjdelenen bu on zât'tan söz eden özel kitaplar yazmışlardır.

Muhyiddin Taberi'nin Riyaz'un-Nadara fi Menâkıb'ıl Asera adı­nı verdiği kitabı bu kabildendir. Câr'ullah Zemahşeri'nin de aynı ko­nuda Hassais'ul-Aşera'ı-il Kiram'il Berarah adını verdiği bir kitabı vardır.

 

Muğire B.Şu'be

 

SORU: Muğire b. Şu'be kimdir?

CEVAP: Muğire b. Şu'be sahabidir. Künyesi Ebu Abdillah, tam adı Muğire b. Şu'be b. Ebu Amir b. Mes'ûd es-Sekafi el-Kûiî'dir. Annesi Efkam b. Ebî Amir kızı Ümâme'dir.

Hz. Muğire yumuşak huyluluk ve dehâ özelliği ile bilinmektedir.

Şa'bi'den şöyle dediği nakledilmektedir: Arabların dört dâhisi var­dır: Muaviye b. Ebi Süfyan, Amr b. Âs, Muğire b. Şu'be ve Ziyad'dır.

Muaviye ağır ve yumuşak davranarak dehasını gösterir. Amr b. As, karmaşık olayları çözmekte dehâsını gösterir. Muğire'nin dehâsı, ani olarak ortaya çıkan meseleleri çözer. Ziyad'ın dehası ise küçük ve büyük (herkes) içindir.

Muğire için "Mugiret'ur-Re'y" (akılcı Muğire) denirdi.

Kubaysa b. Câbir şöyle diyor: "Muğire ile arkadaşlık ettim. Bir Şehrin ancak bir plan yaparak kurtulunabilecek sekiz kapısı olsa, Mu-gire bunların hepsinden çıkar."

Taberi de şöyle der: "Muğire içine düştüğü bir durumdan mutlaka bir çıkış yolu bulurdu. Karmaşık bir mesele ile karşılaşan Muğire mut­laka bir çıkış imkanı bulurdu."

Muğire Hendek savaşı sırasında müslüman olmuştur. Hudeybiye antlaşmasında Rasûlullah ile birlikte bulunmuş, bu barışla ilgili Muği-re'nin (dikkat çekici) sözleri vardır.

Siyer kaynaklarının rivayetine göre Kureyş ile Peygamber arasın­da Hudeybiye barışı öncesi anlaşmazlık olunca Kureyş kabilesi Urve b. Mes'ud Sekafi'yi sözcü olarak gönderdiler. Urve, Rasûlullah'ın hu­zurunda durduğunda bir taraftan konuşurken bir yandan da Peygam-ber'in sakalını tutmak için elini uzatıyordu. Muğire de Peygamber'in baş ucunda (elinde) mızrakla duruyor, Urve'nin elini itiyordu. Urve her elini uzattığında ona: "Elini Rasûlullah'ın yüzünden çek!" uyarısında bulunuyordu. Bu uyanlar sonunda Urve: "Ne katı ve kabasın?!" dedi. (Urve ile Muğire arasındaki bu hoş olmayan davranış karşısında) Hz. Peygamber tebessüm ediyordu.

Urve Hz. Peygamber'e: "Kim bu? Ya Muhammed!" diye sordu. Rasûlullah: "Bu, kardeşinin oğlu Muğire b. Şu'be'dir" buyurdu. Bunun üzerine Urve (kızarak) Muğire'ye sövüp saymaya başladı.

Taif teki Sakif kabilesinin putlarını yıkmak üzere Muğire ile Ebu Süfyan birlikte gitmişlerdi.

Hz. Muğire Rasûlullah'tan 130 hadis rivayet etmiştir. Sahabeden Ebu Ümame el-B.âhili, Misver b. Mahreme ve Kurre el-Mûzeni; Tabi­înden kendi oğulları Urve, Hamza ve Akar, ayrıca Kayser b. Ebi Hâ-zim, Mesrûk, Ebu Vâil, Ebû İdris Havlâni, Urve b. Zübeyr, Şa'bî Mu-ğire'nin kölesi Verrad'ın da içinde olduğu bir topluluk ve diğerleri on­dan hadis rivayet etmişlerdir.

Muğire b. Şu'be'yi Sa'd b. Ebi Vakkas Kisra'nın komutanı Rüs-tem'e elçi olarak göndermiştir.

Hz. Ömer Muğire'yi bir süre Basra'ya vali olarak tayin etmiş, bir müddet sonra oradan nakledip Küfe valisi yapmıştır. Hz. Ömer, öldü-rülünceye kadar Küfe valisi olarak kalmış, Hz. Osman da onu yerinde bırakmış sonra görevine son vermiştir.

Hz. Muğire Yemame savaşma katılmış ve Şam'ın fethinde bulun­muştur. Yermuk savaşında gözlerini kaybetmiş; Kadisiyye'nin, Niha­vent, Hemedan ve diğer yerlerin fethine katılmıştır. Basra valiliği sıra­sında asker ve maaşlı kimseleri ilk olarak divana kayd eden odur. Hz. Muaviye onu Küfe valisi yapmış, Hicretin 50. yılında vefat edene ka­dar bu görevde kalmıştır.

 

Adem Ve Havva'nın Dünyaya İnişi

 

SORU: Cennetten çıktıktan sonra Hz. Adem'in ve eşi Havva'nın in­diği yer neresidir? Hz. Âdem, eşi Havva ve (onları aldatan) İblis nere­ye inmiştir?

CEVAP: Hz. Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor:

Biz azîm'uş-şan "Ey Adem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cenne­te yerleşin, orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet ni­metlerinden yeyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz, her ikiniz de kendine kötülük eden zâlimlerden olursu­nuz" dedik. Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettir­di ve içinde bulundukları yerden (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine "Bir kısmınız diğerine düşman olarak (oradan) ininiz. Si­zin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak var­dır" dedik. (Bakara/35-36)

İbn Kesir'in tefsirinde bildirdiğine göre Hz. Âdem Hindistan'a in-mıştır. Rivayet edildiğine göre Ibn Abbas şöyle demiştir: Hz. Adem Hindistan'da Rada denilen bir yere inmiştir. Gene ondan gelen bir ri­vayete göre Hz. Âdem'in indiği yer Mekke ile Taif arasındadır. Aynı tefsirde Hz. Havva'nın da Cidde'ye indiği ifade edilmiştir.

Abdullah b. Ömer'den bir rivayete göre Hz. Âdem Safâ'ya, Hz. Havva da Merve'ye indirilmiştir. Fakat üzerine Allah'ın laneti yağası İb­lis, Basra'ya bir kaç mil uzaklıkta olan Destumisan denilen yere inmiştir.

 

Hz. Süleyman'ın Vefatı

 

SORU: Hz. Süleyman'ın nasıl vefat ettiğine dair bilgi edinmek is­tiyorum. Bilgi verir misiniz?

CEVAP: İbn Kesir'in Kısas-ı Enbiya isimli eserinde Hz. Süley­man'ın vefatından söz edilirken şu ayet zikredilmiştir:

(Süleyman'ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü an­cak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Bu suretle yere ka­panıp yıkılınca öldüğü anlaşıldı. Eğer cinler gaybı bilselerdi, o kü­çük düşürücü azap içinde kalmazlardı. (Sebe/14)

Bu ayetle işaret edilen durumu anlatan bir hadis rivayet edilmek­tedir: "Hz. Süleyman namaz kılarken önünde yeşermiş bir ağaç görür, ona "adın ne?" diye sorardı. Ağaç da; şudur, derdi. Hz. Süleyman ağa­ca: 'Niçin yaratıldın?' diye sorar, "Fidan olarak yaratıldım" cevabını alırsa diktirir, "bir hastalığa şifa olarak yaratıldım" cevabını alırsa, onu yetiştirirdi.

Bir keresinde namaz kılarken (gene) bir ağaç gördü. Hz. Süley­man ona "adın ne?" diye sordu. Ağaç: "Harrub" dedi. Hz. Süleyman: "Niçin yaratıldın?" diye sordu. Ağaçtan "Bu beytin (Beyt-i Makdis'in) harab olması için" cevabını alınca Hz. Süleyman şu sözleri söylemiş­tir: "Allahım! Benim ölümümü cinlerden gizle, onlara bildirme. Tâ ki insanlar, cinlerin gaybı bilmediklerini öğrensinler."

Hz. Süleyman Harrub ağacın(dan bir dal)ı yontarak baston yaptı. Bir yıl boyunca bu bastona dayandı. (Oysa bu sürede Hz. Süleyman vefat etmiş durumdaydı.) Cinler (Hz. Süleyman'ın gözetiminde) çalış­maya devam ediyordu. Bastonu bir ağaç kurdu yedi. (Böylece ona da­yanmakta olan Hz. Süleyman yere düştü.) Bu suretle ortaya çıktı ki eğer cinler gaybı (Hz. Süleyman'ın vefat ettiğini) bilmiş olsalardı bir yıl boyunca kendilerini horlayan bu azap içinde kalmazlardı.

Heyseme'den şöyle bir rivayet vardır: Hz. Davud'un oğlu Süley­man ölüm meleğine şöyle dedi: "Ruhumu almak istediğinde bana bildir." Azrail bu isteğe şöyle cevap verdi: "Onu ben senden daha iyi bil­miyorum. Ölüm yazılan bir yazıdır. Kitap halinde bana verilir. Orada vefat edecek kimselerin adı vardır."

Fi Zılâî'il Kur'an isimli tefsirde şu bilgileri görmekteyiz:

Rivayet olunduğuna göre Hz. Süleyman'ın eceli geldiğinde basto­na dayanıyordu. O sırada cinler onun emrinde ve gözetiminde (Mescid-i Aksa'yı inşâ etmek üzere) güç işlerde çalışıyor, gidip geliyorlardı. Bastona dayılı halde duran (fakat vefat etmiş bulu­nan) Hz. Süleyman'ın ölümünü, ağaç kurdu bastonu yiyinceye ka­dar anlayamadılar. Bu kurdun, evlerdeki tavan, kapı ve direk gibi ahşap kesimleri korkunç bir oburlukla yiyerek gıdalanan kurt olduğu söylenmektedir.

İşte bu kurt bastonu yeyip kertince, baston Süleyman'ın ağırlığına dayanamadı ve Süleyman yere düştü. Cinler ancak bu sırada onun öldüğünü anladılar. Böylece ortaya çıktı ki (onlar da gaybı bilmi­yorlar) eğer gaybı bilselerdi (Hz. Süleyman'ın ölmüş cesedinin önünde) kendilerini horlayan bu çalışmanın işkencesi içinde kalmazlardı.

İşte bir takım kimselerin taptığı cinler bunlardır! Onlar Allah'ın kullarından bir kula (Süleyman'a) müsahhar kılınmış (emrine ve­rilmiş) cinlerdir. Bu cinler ki kendilerine yakın olan gaybı bilemi­yor, oysa bir takım kimseler bunlardan uzak gaybların sırlarını öğ­renmek istemektedirler!

 

Mesih Adı

 

SORU: Hz. İsa'ya niçin Mesih adı verilmiştir?

CEVAP: Hz. Meryem'in oğlu İsa peygamber'e Mesih adı verilmiş­tir. Bu ismin niçin verildiği hakkında çeşitli fikirler ileri sürülmüştür:

Hz. İsa'yı Cebrail aleyhisselam bereketli bir şekilde meshettiği için Mesih denmiştir.

Hz. Allah onu günahlardan temizlediği için bu ad verilmiştir.

Hz. Allah ondan hırs, cahillik, oburluk gibi yahut diğer kötü huylan silip yok ettiği için Mesih denmiştir.

Dünyanın her tarafına seyahat edeceği için Mesih denilmiştir.

Mesih ile aynı kökten olan "misha" kelimesi "gümüş parçası" anlamına olduğu için bu isim verilmiştir.

Mesih kelimesinin bir anlamı da güzel yüzlü kimse demektir. Dolayısiyle güzel yüzlü olduğu için bu isim verilmiştir.

Doğru bir kimse olduğu için bu isim verilmiştir. Çünkü Mesih kelimesinin bir manası da doğruluktur.

 Hz. İsa mübarek zeytin yağı ile meshedildiği için Mesih denmiştir.

Bir başka kavle göre Hz. İsa, hasta, dilsiz, alaca hastalığı olan kimseleri meshederek Allah'ın izni ile iyileştirirdi. Bundan dolayı Me­sih adı verilmiştir.

 

Hz. İsa'nın Vefatı

 

SORU: Hz. İsa'nın vefat ettiği doğru mudur? CEVAP: Bu konuda Kur'an'da şöyle buyurulmuştur:

Allah buyurdu ki: "Ey İsa, seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyan­ları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında ben hükmedeceğim." (Âl-i İmran/55)

Menar Tefsirinde şöyle denmektedir: (Ayetteki) teveffî kelimesi­nin anlamı bir şeyi eksiksiz olarak almaktır. Bu nedenle öldürmek an­lamında kullanılmıştır.

Bir diğer ayette: "Allah, ölüm sırasında canları vefat ettirir" buy-rulmaktadır. (Zümer/42)

Aynı konuda diğer bir ayet de şöyledir:

De ki: "Size vekil kılman ölüm meleği sizi vefat ettirecektir..." (Secde/11)

Âl-i İmran süresindeki ayeti okuyunca bu ayetteki vefat kelimesinin akla ilk getirdiği mana: "Seni vefat ettireceğim. Vefattan sonra da katım­da yüksek bir makama alacağım" şeklindedir. Nitekim Hz. İdris hakkın­da: "Onu yüksek bir makama çıkardık" (Meryem/57) buyurulmuştur.

Demek oluyor ki Hz. İsa vefat etmiş, ölmüştür. Bu konudaki riva­yet ve kavilleri bilmeksizin bu ayeti okuyan kişinin anlayacağı budur. Zira ibareden akla ilk gelen budur. Başka ayetlerden getirilen deliller de bunu desteklemektedir.

Fakat bazı müfessirler Hz. İsa'nın bedeni ile birlikte gökyüzüne çekildiğine dair rivayetler zikretmişlerdir.

Muhammed Abduh bu konuda şöyle diyor:

Bazı müfessirler Hz. Allah'ın İsa peygamberi hem ruhu, hem be­deni ile aldığı (göğe çektiği) görüşündedirler. Fakat ayet yalın ma­nası ile normal ölümü, vefat etmeyi ifade etmektedir. Hz. İsa'nın bedeni ile birlikte göğe çekildiği konusunda mütevatir derecesin­de hadis yoktur. Bu konudaki hadisler ahad'dır. Oysa konu gaybı ilgilendiren bir husus olduğundan itikat konusudur. İtikat konula­rında ancak kesinlik ifade eden belgeler dikkate alınır. Çünkü iti­kat konularında istenilen kesinliktir.

 

Ye'cüc Me'cüc

 

SORU: Ye'cüc Me'cüc nedir?

CEVAP:  Kur'an-ı  Kerim Zülkameyn'den  söz  ederken  Ye'cüc, üc konusuna şöyle işaret etmektedir: Sonra yeni bir yol tuttu. Nihayet iki dağ arasına ulaştığında onla­rın önünde, hemen hiç bir söz anlamayan bir kavim buldu. Dedi­ler ki: "Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Ye'cüc ve Me'cüc boz­gunculuk yapmaktadırlar. Bizimle onlar arasında bir set yapman için sana bir vergi verelim mi?"

(Zülkarneyn) dedi ki: "Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet (sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır. Siz bana kuvvetinizle des­tek olun da, sizinle olar arasına aşılmaz bir engel yapayım. Bana demir kütleleri getirin!"

Nihayet dağın iki yanı arasında aynı seviyeye getir(ip vadiyi dol­durunca: "Üfleyin (körükleyin)!" dedi. Artık onu kor haline so­kunca: "Getirin bana, üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim" dedi. Bu sebeple onu ne aşmaya muktedir oldular, ne de onu delebildiler.

Zülkarneyn: "Bu rabbimden bir rahmettir. Fakat Rabbimin vaadi gelince O, bunu yerle bir eder. Rabbimin vaadi haktır" dedi. (Kehf/92-98)

Müfessirler bu ayetlerde işaret olunan konuyu şöyle anlatıyorlar:

Hz. Allah Zülkarneyn'in doğu tarafına doğru yola koyulduğunu bildiriyor. Orada arasında açıklık bulunan iki dağın olduğu yere varı­yor. İki dağın arasından Ye'cüc ve Me'cüc çıkarak Türk illerine saldı­rıp bozgunculuk yapmaktadır. Uğradıkları yerde ekili arazileri, mah­sulleri, çoluk çocuk ne bulurlarsa mahvetmektedirler.

Ye'cüc ve Me'cüc, Buharı ve Müslim'de bildirildiği üzere Hz. Adem'in sülalesindendir. Ayette geçen 'söz anlamayan kavim' insan toplumlarından uzak yaşayan bir kavimdir. Bunlar Zülkarneyn'e Ye'cüc ve Me'cüc'ün fesadından kurtulmak için iki dağın arasına bir set çekmesini, bunun için kendisine büyük bir ücret vereceklerini söy­lediler.

Bunların ücret teklifine Zülkarneyn kendine yakışır bir cevap ver­di: "Allah'ın bana verdiği imkan, mülk ve hayır, sizin bana vereceğiniz

Ücretten daha değerlidir" dedi. Onlardan kendisine yardımcı olmaları­nı isteyip demir kütlelerini hazırlamalarını emretti.

Demirleri enine ve uzunluğuna yerleştirip iki dağın tepesi hizası­na getirdiğinde insanlara körlükle üflemelerini söyleyip eritilen bakırı iki dağın arasına dökmek suretiyle sağlam bir set meydana getirdi. Ye'cüc ve Me'cüc ne bu şeddi aşmaya, ne de alt tarafından delmeye güç yetirdi.

Zülkarneyn şeddi tamamlayınca: "Bu rabbimin insanlara bir rah­metidir. Ye'cüc ve Me'cüc ile insanlar arasına bir şeddin yapılması ile onların insanlara verdiği zararı ortadan kaldırmıştır. Fakat hak olan va-ad (yani kıyamet) yaklaştığı zaman bu muazzam şeddi yerle bir edecek olan Allah'tır. O'nuri vaadettiği şey mutlaka gerçekleşecektir" dedi.

Eski müfessirlerin söyledikleri budur. Lâkin, son devir bilginleri şu soruyu sormaktadırlar:

Ye'cüc ve Me'cüc kimdir? Onlar şimdi nerededir? Zülkarneyn'in şeddi yapmasından sonra ne oldular? Sonraları ne olacaklar? Bunlar kesin bir şekilde cevaplandırılması zor sorulardır.

Ye'cüc ve Me'cüc hakkında Kur'an'ın ve hadislerin bildirdiğin­den başka bir şey bilmiyoruz. Kur'an bize bu olayı anlattıktan sonra en sonunda Zülkarneyn'in ağzından: "Rabbimin vaadi gelince O, bunu yerle bir edecektir. Rabbimin vaadi haktır" diyor.

Kur'an'ın bu ifadesi bir zaman belirlememiştir. Buradaki vaad, bu iki dağ arasına çekilen şeddin parçalanma, yerle bir edilme vaadidir, ihtimal ki bu Tatarların o bölgeye saldırısında gerçekleşmiştir.

Allah bir başka ayetinde de Ye'cüc ve Me'cüc hakkında şöyle bu­yurmaktadır:

Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc (setleri) açıldığı ve onlar her bir tepe­den akın ettiği zaman; ve gerçek vaad (ölüm veya kıyamet) yak­laşınca, birden inkâr edenlerin, gözleri donakalır! (Enbiya/96-97)

Bu ayette de Ye'cüc ve Me'cüc'ün çıkacağı zaman belirlenmemiş-Ir-  Hak  olan vaadin  yaklaşması,  yani  kıyametin  yaklaşması  ise Kur'an'ın inmeye başladığından beri söylediği bir husustur. Nitekim bir ayette: "Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı" (Kamer/l) buyrulmuştur

Zaman kavramı Allah katında, insanların bildiği zaman anlayışın­dan başkadır.

Kıyametin yaklaşması ile kopması arasında milyonlarca sene ge­çebilir. Bu insanlara göre uzun bir vakittir. Allah katında ise kısa bir za­mandır.

Zülkarneyn'in yaptığı set, Kur'an'daki "Kıyamet yaklaştı" ayeti­nin geldiği zamanla, şimdi yaşamakta olduğumuz zaman arasında açıl­mış olabilir. Tatarların (Moğolların) saldırısı, Ye'cüc ve Me'cüc'ün or­taya çıkışı olabilir.

Ahmed b. Hanbel Hz. Peygamber'in eşi Zeyneb'ten (r.a) şu riva­yeti kaydetmektedir:

Peygamber (s.a) (bir keresinde) yüzü kıpkırmızı bir halde uyku­sundan uyandı ve şöyle buyurdu: "Yaklaşmakta olan bir günün kötülüğünden (dolayı) Arab milletine yazıklar olsun! Ye'cüc ve Me'cüc'ün (settinin) yıkılıp açılması böylecedir" buyurarak işaret parmağı ile orta parmağını birbirine yaklaştırdı. Ben: "İçimizde iyiler varken helak olur muyuz?" diye sordum. Peygamber: "Evet! Kötülük çoğaldığı zaman iyiler olsa da helak olursunuz" buyurdu.

 

Ezher Rektörü İle Müftü Arasındaki Fark

 

SORU: Ezher Üniversitesi Rektörlüğü ile Mısır Cumhuriyeti Müf­tülüğü (Diyanet İşleri Başkanlığı) makamları arasındaki fark nedir? Bu makamlardan hangisi daha üstündür?

CEVAP: Ezher Üniversitesi Rektörü en büyük İslâm Üniversitesi­nin başkanı sayılır. Bu üniversitenin rektörü aynı zamanda dünya müslümanların en büyük imamı da sayılır. Aynı zamanda tüm dünya müslümanlarının temsilcilerini bünyesinde bulunduran İslâm Araştırma

Konseyinin de başkanıdır. Yakın bir zamana kadar bilinen alışılagelen şey, Ezher Rektörüne "Şeyh'ül İslâm" denmesidir. Bu noktadan hare­ketle Ezher Rektörlük makamı tüm sıfatların üzerinde ve din işlerinde başvurulacak en yüksek makamdır.

Mısır Cumhuriyet Müftülüğü makamına gelince, bu makam, res­mi fetva makamıdır. Burası hükümetin özellikle resmi ve hükümeti il­gilendiren fetva isteklerine cevap verir. Bu özelliği Mısır Müftüsünün kişiler tarafından yöneltilen dini sorulara fetva vermesine mani değil­dir. Mısır Müftüsüne şahsen sorular yöneltildiği gibi gazete, dergi ve­ya diğer tanıtım araçları aracılığı ile sorular yöneltilip fetvalar alın­maktadır.

Mısır Müftüsünün (Diyanet İşleri Başkanının) resmî ve halk açı­sından kendine has bir değeri ve yeri vardır.

Bu iki makamın karşılaştırılmasına gelince: Aklı başında kimseler bu iki makamdan birini diğerine üstün tutmaz. Bu her iki makamın da kendine has değeri ve saygınlığı vardır. Basiret erbabı kimseler bu iki makamın görevini bilip kavradıktan sonra her birinin önemini anlar, birini diğerinden üstün tutmaz.

 

Tantavi Cevheri

 

SORU: Şeyh Tantavi Cevheri'nin hayatı hakkında bilgi vermenizi rica ediyorum.

CEVAP: Şeyh Tantavi son asırdaki İslâm meşhurlarından birisi sa­yılmaktadır. Kaleme aldığı dini ve ilmi eser ve araştırmalarla şöhreti her tarafta yayılmıştır. Özellikle Kur'an ile müsbet bilimler arasındaki bağlantıyı ortaya koyan çalışmaları Tantavi'nin tanınmasında önemli rol oynamıştır. Tantavi Ezher'in kendisi ile gurur duyduğu, Ezher'in ye­tiştirdiği meşhur bir ilim adamıdır.

Tantavi Mısır Cumhuriyetinin doğu vilayetlerinden birinin köyün­de dünyaya gelmiş, müslüman ve fakir bir ailede yetişmiştir.

Tantavi ilk bilgilerini Zekazik şehrine yakın Gâr köyünde öğren­miş, 15 yaşına geldiği sıralarda Ezher'e girmiştir. O sıralarda miladi ta­rih 1877 yılını gösteriyordu.

Üstün vasıfları ile dikkati çeken bu delikanlı Ezher'de verilen sı­nırlı bilgilerle yetinmedi, 1879 yılında Bilimler Üniversitesine girme­ye göz dikti.

Mezuniyetinden sonra Demenhur şehrinde bir İlkokula öğretmen olarak atandı. Daha sonra Kahire'de Hidiv Okulunda öğretmenliğe nakledildi. Daha sonra da Bilimler okulunda Arabça grameri okutma görevine geçti.

1914 yılında İskenderiye'de Abbasi Lisesi öğretmenliğine atandı. Burada öğrencilerin yüreğinde vatan ateşini alevlendiren Tantavi bir dernek kurarak ona "Cevheriyye Cemiyeti" adını verdi. Bu kuruluş gençlerin kişiliğinde din ve vatan duygularını oluşturmakla meyveleri­ni verdi.

Tantavi 1922 yılında kanuni yaş sınırına ulaştığı için maaşa bağ­landı ve öğretmenliği bıraktı.

Tabiata olan şiddetli sevgisi ve çocukluğundan beri benliğindeki ilâhi güzelliklere olan bağlılığı ortaya çıktı. Tantavi tabiat bilimlerini ve astronomiyi aşırı derecede severdi. Vatanın özgürlüğü uğrunda oluşan hareketlere makaleleri ve destanları ile katıldı. Bu uğurda yapılan gös­terilere iştirak etti. Bu sebeple pek çok sıkıntı ve eziyetlere katlandı.

Bu büyük bilim adamı pek çok kitap yazmaya muvaffak olmuştur. Aşağıdaki eserler onun kitaplarından bazılarıdır:

1. insan Nerede?

2. Siyaset Rüyaları

3.  Genel Ban§ Nasıl Gerçekleşir?

4. Felsefeye Giriş

5. Dünyanın Aslı

6. Ahlakta Takva Cevherleri

7. Şiirler ve Arabça'ya Tercümeler

8. Milletlerin Kalkınması ve Hayatı

9. Dünya Nizamı vç Milletler.

Tantavi'nin en büyük eseri Tefsîr'ul Cevahir adını verdiği tefsiridir. Tantavi 12 Ocak 1940 yılında vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin.

Peygamberlerin Sayısı

 

SORU: Allah'ın gönderdiği peygamberlerin sayısı kaçtır?

CEVAP: Kur'an-ı Kerim'de bu konuda şöyle Duyurulmaktadır:

Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sa­na da vahyettik. (Nitekim) İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya'kub'a, Esbafa, İsa'ya, Eyyub'e, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyet­tik. Davud'a da Zebur'u verdik.

Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık. Bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu. (Yerine göre) müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir. (Nisa/163-165)

İbn Kesir bu ayetler hakkında (gerekenleri) söylemiş ve Kur'an'da adı geçen peygamberlerin isimlerini şöyle sıralamıştır: Adem, İdris, Nuh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Ya'kub, Yusuf, Eyyüb, Şuayb, Musa, Harun, Yunus, Dâvud, Süleyman, Elyesa, Zekeriyya, Yahya, İsa, -pek çok müfessire göre Zül'kifl- ve bunların efendisi Mu-hammed (s.a).

îbn Kesir daha sonra dereceleri çeşitli olan ve bu konudan bahse­den bir takım hadislere yer veriyor. Bu hadislerden birisi Ebu Zer ha­disidir. Ebu Zer ile Rasûlullah arasında şöyle bir konuşma geçiyor:

Ey Allah'ın Rasûlü! Peygamberlerin sayısı kaçtır?

Yüz yirmi dört bindir.

Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlardan rasûl olanlar kaç tanedir?

Üçyüz onüç.

Ey Allah'ın Rasûlü! Bunların ilki kimdir?

Âdem aleyhisselam.

Ey Allah'ın Rasûlü! Adem hem nebî, hem rasûl müdür?

Evet! Allah (c.c) onu eliyle yaratmış, ona ruhundan üflemiş ve onu mükemmel bir şekilde yaratmıştır.

Daha sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Ey Ebu Zer! Bu peygamberlerden dördü Süryanilerdendir: Âdem, Şit, Nuh ve İdris. Dördü de Arab'tır: Hud, Salih, Şuayb ve ben. Ey Ebu Zer! İsrail oğullarının ilk peygamber'i Musa, sonuncusu İsa'dır. Peygamberlerin ilki Hz. Âdem, sonuncusu da benim.

Bu konudaki bir diğer hadis şudur:

Kasım'ın Ebu Ümame'den rivayet ettiğine göre Ebu Ümanıe şöyle demiştir: Hz. Peygambere: "Peygamberlerin sayısı kaçtır?" dedim. "Yüzyirmi dört bindir" cevabını verdi. Bunların 315'i rasûldür.

Hz. Enes'in rivayetine göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur:

Geçmiş ümmetlerde peygamber kardeşlerimden sekiz bin peygam­ber vardır. Sonra Meryem oğlu İsa, ondan sonra da ben geldim.

İbn Kesir peygamberlerin sayısı konusunda Ebu Zerr'den uzun bir hadis rivayet ediyor:

Ebu Zerr diyor ki:

Mescid'e girmiştim. Orada Hz. Peygamber yalnız oturuyordu. Ya­nına gidip ben de oturdum. Dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sen bana namaz kılmamı emretmiştin." Rasûlullah bunun üzerine şöyle buyurdu: "Namaz emredilenlerin en hayırhsıdır. İstersen çok kıl, istersen az kıl." Sonra aramızda şu (uzun) konuşma geçti:

- Ey Allah'ın Rasûlü! Amellerin en faziletlisi hangisidir?

- Allah'a iman etmek ve O'nun yolunda cihat etmek.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Mü'minlerin en faziletlisi kimdir?

- Ahlâkı en güzel olandır.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Müslümanların barışçı olanı kimdir?

- Elinden ve dilinden insanların eziyet görmediği kimsedir.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Hangi hicret daha faziletlidir?

- Günahlardan yapılan hicret, hicretlerin en faziletli sidir.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Hangi namaz daha faziletlidir?

- Kıyamı uzun olandır.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Hangi oruç daha faziletlidir?

- Makbul olan farz oruç. (Böyle bir orucun) Allah katında değeri kat kattır.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Hangi cihat daha faziletlidir?

-  (Mücahidin) atının boğazlanıp, kendisinin kanının döküldüğü cihad.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Hangi köle daha faziletlidir?

- Bedeli yüksek olup bulunduğu ailede (diğerleri arasında) en de­ğerli olandır.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Hangi sadaka daha faziletlidir?

- Fakirliğe rağmen gizlice verilen sadakadır.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Sana nazil olan ayetlerin en büyüğü hangi­sidir?

- Ayet'el-Kürsi'dir.

Daha sonra Rasûlullah şöyle buyurdu: "Ey Ebu Zer! Allah'ın kür­süsünün yanında yedi kat gök çöle atılmış bir halka gibidir. Arş'ın kürsüye olan üstünlüğü, çölün o halkaya olan üstünlüğü gibidir."

- Ey Allah'ın Rasûlü! Peygamberlerin sayısı kaçtır?

- Yüz yirmi dört bindir.

- Bunların kaç tanesi rasûldür?

- Üçyüz onüç (kişiden oluşan) kalabalık ve temiz bir topluluk.

- Rasûllerin ilki hangisidir?

- Adem aleyhisselam.

- Hz. Adem hem nebi, hem rasûl müdür?

- Evet, Allah (c.c) onu eliyle yaratmış, ona ruhundan üflemiş, ön­ce onu mükemmel bir şekilde yaratmıştır.

Daha sonra Rasûlullah şöyle buyurdu:

Ya Eba Zer! (Bu peygamberlerin) dördü Süryanilerdendir: Âdem, Şit, Hanuh ki o İdris'tir ve ilk dikiş dikip kalemle yazandır- ve Nuh. Dördü de Arablardandır: Hud, Salih, Şuayb ve ben. Ey Eba Zer! İsrail oğullarının ilk peygamberi Musa, sonuncusu İsa'dır. Rasûllerin ilki Âdem, sonuncusu Muhammed'dir.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Hz. Allah kaç kitap indirmiştir?

- Hz. Allah 104 kitap indirmiştir. Cenab-ı Hak, Şife 50, Nuh'a 30, İbrahim'e 10 sahife indirmiştir. Hz. Musa'ya Tevrat'ı indirmiş, Tevrat'tan önce de 10 sahife indirmiştir. Allah İncil'i, Zebur'u ve Kur'an'ı da indirmiştir.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Hz. İbrahim'in sahifelerinde ne vardı? -Hz. İbrahim'in sahifelerinde şunlar vardı:

Ey güçlü, mağrur ve imtihan edilen kral! Ben seni dünya malı toplaman için göndermedim. Ben seni zulme uğrayan kimsenin bana duası ulaşmadan uğradığı zulmü ortadan kaldırman için gönder­dim. Çünkü ben kâfir bile olsa mazlumun duasını geri çevirmem.

İbrahim'in sahifesinde şu misal de vardı:

Akıllı kimseye gereken odur ki bir takım (belirlediği) zamanları olsun: Rabbine yalvaracağı zaman, nefsini hesaba çekeceği za­man, Allah'ın yarattıkları üzerinde düşüneceği zaman ve yeme iç­me gibi ihtiyaçlarına ayırdığı zaman. Akıllı kimse (şu) üç şeyden başka şeylere ilgi duymamalıdır:

Ahireti için azık hazırlamak, hayatını düzeltmek ve haram olma­yan tad alacağı bir şeyi elde etmek.

Akıllı kimse zamanı iyi değerlendirmeli, işine yönelmeli ve dilini tutmalıdır. Yaptığı işe göre konuşan kimsenin sözü az olur; kendi­ni ilgilendiren şeylerden başkasını konuşmaz.

- Hz. Musa'nın sahifesinde neler vardı? Ey Allah'ın Rasûlü!

- Hz. Musa'nın sahifelerinin hepsinde ibretli şeyler vardı. (Bun­lardan bir kısmı şöyle idi):

Ölümü hakkı ile bilip de sevinç içinde yaşayana, kaderi bilip de kendisini yorana, dünyayı ve içindekilerle birlikte dünyanın de­ğiştiğini görüp de dünyaya bel bağlayana, hesaba çekileceğini ke­sin bir şekilde bilip de amel işlemeyene şaşarım.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Hz. İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinden (bugün) elimizde bir şey var mıdır?

- Evet, Ey Eba Zer! İstersen Ala suresinin (14 ila 19.) ayetlerim oku.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Bana tavsiyede bulun!

- Sana takvayı (Allah'tan korkmayı) tavsiye ederim. Zira böyle hareket etmen senin (her) işinin başıdır.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Bana daha fazla tavsiyede bulun!

- Kur'an okumaya ve zikretmeye (sıkı) sarıl. Zira o, senin için gökte bir zikir, yeryüzünde de bir nur'dur.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Daha fazla tavsiye et!

- Çok gülmekten kaçın. Zira çok gülmek kalbi öldürür ve kalbin nurunu giderir.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Daha fazla tavsiye et!

- Cihad'a sarıl. Zira o benim ümmetimin ruhbanlığıdır.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Daha fazla tavsiye et!

- Hayır (söylemek) dışında susmaya sarıl. Çünkü böyle yapman, şeytanı kovar ve din işlerinde sana yardımcı olur.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Daha fazla tavsiyede bulun!

- Senden aşağı olana bak, senden yukarı olana bakma! Sana yara­şan Allah'ın sana verdiği nimetleri küçümsememendir.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Daha çok tavsiye et!

- Fakirleri sev ve onlarla birlikte ol. Sana yaraşan Allah'ın sana verdiği nimetleri küçümsememendir.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Daha artır!

- Seninle ilgiyi kesseler bile akraban ile bağlarını koparma!

- Ey Allah'ın Rasûlü! Daha artır! -Acı da olsa hakikati söyle!

- Ey Allah'ın Rasûlü! Daha artır!

-Allah konusunda ayıplayanların ayıplamasından korkma!

- Ey Allah'ın Rasûlü daha artır!

İnsanlara karşı davranışlarında kendin hakkında bildiklerinden hareket et; sevdiğin hususlarda onlara kızma. Kendin hakkında bilmediğin şeyleri, insanlar hakkında bilmen veya sevdiğin şeyler hususunda onlara kızman ayıp olarak sana yeter.

Ebu Zer şöyle devam ediyor: Sonra Hz. Peygamber eli ile göğsü­me vurarak: "Ey Eba Zer! Tedbir gibi akıl, insanın kendisini gü­nahlardan alıkoyması gibi takva, güzel huy gibi soy yoktur" bu­yurdu.

Ahmed b. Hanbel'in Muğire'den, Muaz b. Rıfâa'dan, Ali b. Ye-zid'den, Kâsım'dan, Ebû Ûmâme'den rivayet ettiğine göre Ebû Zer Hz. Peygamber'e namazı, orucu, sadakayı, Âyet'el Kürsi'nin faziletini, şe­hitlerin en faziletlisini, kölelerin iyisini, Hz. Âdem'in peygamberliğini, peygamberlerin sayısını yukarda geçtiği gibi sormuştur. (Tefsir-i Ibn Kesir)

 

Hz. Musa'nın Levhaları

 

SORU: Hz. Musa'nın levhaları ne idi? Bu levhalarda ne yazıyordu?

CEVAP: Hz. Musa'nın levhaları konusunda Kur'an'da şöyle buyu­ru lmaktadır:

Musa için, nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsi­ni levhalarda yazdık. (Ve dedik ki): "Bunları kuvvetle tut, kavmi­ne de onun en güzelini tutmalarını (gereği ile amel etmelerini) em­ret. Yakında size, yoldan çıkmışların yurdunu (nasıl harabeye çe­vireceğimi) göstereceğim." (A'raf/145)

Bir diğer ayette de şöyle buyurulmaktadır:

Musa'nın öfkesi dinince levhaları aldı. Onlardaki yazıda rablerin-den korkanlar için hidayet ve rahmet vardı. (A'raf/154)

İbn Kesir'in bildirdiğine göre bu levhalar cevherden idi. Hz. Allah bu levhalarda ayrıntıları ile bir takım hükümler, helâller, haramlar ve öğütler yazmış idi. Bu levhalar, Kur'an'da Hz. Musa'ya verildiği bildi­rilen Tevrat'ı da içine alıyordu. Tevrat'ın Hz. Musa'ya verildiği şu ayet­te bildirilmektedir:

Andolsun ki biz, ilk nesilleri yok ettikten sonra Musa'ya olur ki düşünür öğüt alırlar diye insanlar için apaçık deliller, hidayet reh­beri ve rahmet olarak o kitabı (Tevrat'ı) verdik. (Kasas/43)

Deniliyor ki bu levhalar Hz. Musa'ya Tevrat'tan önce verilmiştir.

A'raf 154 ayetindeki "Musa levhaları aldı" ifadesi hususunda Ka-tade şöyle demiştir: "Allahım! Bu levhalarda, insanlar için en hayırlı ümmet olarak yaratılan bir ümmet buldum. Bunlar, iyiliği emredip kö­tülüğü yasaklar, bunları benim ümmetim kıl!" diyen Musa'ya Hz. Al­lah: "Onlar Muhammed ümmetidir" buyurdu.

(Hz. Musa ile Allah arasındaki konuşma şöyle devam ediyor):

Yâ Rabbi! Bu levhalarda yaratılış bakımından son, fakat cenne­te girmek bakımından ilk olan bir ümmetten sözediliyor. Onları benim ümmetim eyle.

Onlar ümmet-i Muhammed'dir.

Ya rabbi! Bu levhalarda Allah'ın kendilerine verdiği kitabı ezbe­re bilen bir ümmetten söz ediliyor. Bunlardan önceki ümmetler ki­taplarını, ancak yüzünden okurlardı.

Katade burada der ki:

Ey Muhammed ümmeti! Hz. Allah kitabınızın korunması özelliği­ni sizden önce hiçbir ümmete vermemiştir. Hz. Musa Cenab-ı Hakka "Allahım! Bu kimseleri benim ümmetim eyle!" diye dua etmiştir.

Bunlar Muhammed ümmeti'dir.

Ya rabbi! Bu levhalarda şöyle bir ümmet gördüm ki kurbanları­nı kendileri yeyip sevap kazanıyorlar. Oysa bunlardan önceki ümmetler bir sadaka (veya kurban kesme) durumunda olunca, ka­bul edilmesi halinde gökten bir ateş inerek onu yakardı. Redde­dilmiş ise olduğu gibi bırakılırdı. Bu bırakılan hayır veya sadaka­yı yırtıcı hayvanlar yerlerdi. Oysa bu ümmet sadakasını zenginin­den alıp fakirine veriyor. Allahım! Bu ümmeti benim ümmetim eyle.

Bu, ümmet-i Muhammed'dir.

Ya rabbi! Bu levhalarda öyle bir ümmet var ki onlar bir iyilik yap­maya niyet edip de onu yapmazlarsa bir sevap kazanır. Niyetlendi­ği iyiiiği gerçekleştirirse o iyiliğe on mislinden başlayıp 700 katına kadar sevap veriliyor. Ya rabbi! Onları benim ümmetim eyle.

Bunlar ümmet-i Muhammed'dir.

Ya rabbi! Bu levhalarda öyle bir ümmet buldum ki bir kötülük yapmaya niyet eder de onu yapmazsa, onu gerçekleştirmedikçe bir günah yazılmaz. Yaptığı kötülüğe ise bir günah yazılıyor. Bun­ları benim ümmetim eyle!

Bunlar Muhammed ümmeti'dir.

Ya rabbi! Bu levhalarda duaları Allah tarafından kabul edilen bir ümmet buluyorum. Allahım! Bunları benim ümmetim eyle.

Bunlar Muhammed ümmeti'dir.

Ya rabbi! Bu levhalarda öyle bir ümmet buldum ki içerisinde şe­faat edenler de var, şefaate nail olanlar da var. Bunları benim üm­metim eyle.

Bunlar ümmet-i Muhammed'dir. Katade der ki:

Bize anlatıldığına göre Allah'ın peygamberi Musa, elindeki levha­ları (elinden) attı ve "Allahım! Beni ümmet-i Muhammed'den eyle" dedi.

 

Hz. Yusuf'un Güzelliği Kabri Ve Atıldığı Kuyu

 

SORU: Hz. Yusuf un şahane bir güzelliği olduğu ve "Yusuf Kuyu­su" denilen yerin onun atıldığı kuyu olduğu doğru mudur? Hz. Yu­suf un kabri nerededir?

CEVAP: Hz. Yusuf Yakub Peygamber'in oğludur. Yusuf un hikaye­si Kur'an'da uzunca anlatılmıştır. Kur'an'da verilen bilgilerden Hz. Yu­suf un erkek güzeli olduğunu anlıyoruz. Onun güzelliği ve fazileti hak­kında hadisler de vardır.

Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygambere: "İn­sanların en değerlisi kimdir?" diye sorulmuş, Rasûlullah da: "En çok takva ehli olanıdır" cevabını vermiştir. Sahabe-i kiramın "Biz onu sor­madık" demeleri üzerine şöyle buyurmuştur: "İnsanların en değerlisi Yusuf tur. O, peygamber oğlu, peygamber ve büyük babası da Halü'ur-Rahman'ın oğludur."

Hz. Enes miraç hadisini rivayet ederken Hz. Peygamber'in kendi­sine: "... Sonra üçüncü semaya çıkarıldım, kapı bize açıldı. Bir de ne göreyim, Yusufla beraberim. O, güzelliğin yarısı kendisine verilmiş bir kimse idi. Beni merhaba ile karşıladı ve bana dua etti" dediğini bil­dirmiştir.

Sa'lebi'nin Arâis isimli kitabında ifade edildiğine göre Hz. Yusuf beyaz tenli, güzel yüzlü, iri gözlü, kıvırcık saçlı bir kimse idi. Pazula-n ve bilekleri kalın, düzgün yapılı, karnı çekikçe, kıvrık ve kemerli bu­runlu idi. Sağ yanağında ve iki gözü arasında bulunan ben güzelliğine güzellik katıyordu.

Hz. Yakub ve çocukları Yusuf un yanma (Mısır'a) geldikten sonra 24 yıl imrenilecek bir tarzda yaşadılar.

Ölmek üzere iken vefatından sonra cesedinin Kudüs'e götürülerek babasının ve dedesinin yanına defnedilmesini vasiyet etti. Hz. Yusuf ve kardeşleri askerleriyle birlikte bu vasiyeti yerine getirdiler. Hz. Yakub vefat ettiğinde 147 yaşında idi.

Hz. Yusuf babasından sonra 23 yıl yaşadı. Hz. Yusuf vefat ettiğin­de 120 yaşında idi. Vefatında Mısır'da Nil nehri (kenarında) defnedil­di. Daha sonra Hz. Musa İsrail oğulları tarafından Mısır'dan çıkarıldı­ğında Hz. Yusufun cesedini beraberinde alarak Şam'a götürdü.

Mısır'da bulunan bir kalede Yusuf Kuyusu adı verilen bir kuyu var­dır. İnsanlar bu kuyunun Hz. Yusufun atıldığı kuyu olduğunu söylemektedirler. Ben bizzat bu kuyuya giderek dibine indim. Fakat bu ku­yunun Hz. Yusufun atıldığı kuyu olduğuna dair kesin bir delil yoktur.

 

Danyal Peygamber

 

SORU: Danyal peygamber kimdir? Hangi çağda yaşamıştır?

CEVAP: Neyevi'nin Tehzib'ul Esma isimli eserinde bildirildiğine göre Danyal peygamber'e L harfi olmaksızın Danya denilirmiş, ancak meşhur olan, onun adının Danyal olmasıdır.

Hz. Danyal, Cenab-ı Hakk'ın kendisine nübüvvet ve hikmet ver­diği kimselerdendir.

Danyal (a.s) Buht'un-Nasr döneminde yaşamıştır. Tarihçilerin bil­dirdiğine göre Buht'un-Nasr Danyal peygamberi, ailesini ve İsrailoğul-ları'ndan bir grubu esir alıp hapseder, sonra bir rüya görerek dehşete kapılır. Rüyayı yorumlamaktan insanlar aciz kalır. Esir olan Danyal peygamber, rüyayı tabir edip açıklar. Bundan hoşlanan Buht'un-Nasr kendisini serbest bırakarak ikramlarda bulunur.

Danyal Peygamberin kabri Sûs nehri yakınında bir yerdedir.

İsmail b. Kesir'in bildirdiğine göre Buht'un-Nasr iki aslan yetişti­rerek onları bir kuyuya koymuş, Danyal peygamberi de bu kuyuya at­mıştır. Aslanlar Hz. Danyal'a bir zarar vermemiştir. Orada Allah'ın di­lediği kadar kalan Hz. Danyal yiyip içme ihtiyacı duyduğunda Cenab-ı Hak, Şam'da bulunan Ermiya peygamber'e vahiy göndererek Hz. Danyal için yiyip içecek şeyler hazırlamasını emretti. Ermiya, "Alla-hım! Ben Şam'dayım, Danyal ise Irak'da Babil bölgesindedir. Hazırla­dığım şeyler ona nasıl ulaşacak?" dediğinde, Hz. Allah: "Sen emredi­leni hazırla, biz seni ve hazırladığını alıp oraya götürecek imkanı sana göndereceğiz" buyurdu.

Ermiya, gerekeni yaptı. Hz. Allah onları oradan alıp Hz. Danyal'a götürmek üzere (birini) gönderdi. Ermiya kendisini kuyunun başında buldu. Danyal peygamber. Kim ol diye kuyudan seslendi. Kendisine: Ben Ermiya'yım denilince Hz. Danyal: "Seni buraya kim gönderdi?" diye sordu. Ermiya: "Beni, sana rabbin gönderdi" dedi. (Aralarındaki konuşma şöyle devam etti:)

Rabbim beni andı mı?

Evet.

Beni unutmayıp, anan rabbim'e hamd olsun. Kendinden ümitvar olanların (ümidini boşa çıkarmayıp dileğini) kabul eden Allah'a ham-dolsun. Kendisine güvenenleri başkası(mn eli)ne bırakmayan Allah'a hamdolsun. İyiliğe iyilikle karşılık veren Allah'a hamd olsun. Sabırla davranmayı kurtuluşla mükafatlandıran Allah'a hamdolsun. İçine düş­tüğümüz sıkıntıdan sonra uğradığımız zararı ortadan kaldıran Allah'a hamdolsun. Yaptığımız işler hususunda kötü zanna düşmekten bizi ko­ruyan Allah'a hamd olsun. Her türlü çarenin bittiği noktada ümidimiz olan Allah'a hamd olsun.

Ebu'l Aliye'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: "İran böl­gesindeki Tüster şehrini fethettiğimiz zaman Hürmüzan'ın hazinesinde bir divan üzerinde ölmüş bir adam bulduk. Başucunda bir kitap vardı. Bu kitabı alarak Hz. Ömer'e götürdük. Hz. Ömer Ka'b'ı çağırarak onu Arabça'ya çevirtti. Arablardan onu ilk okuyan ben oldum. Kur'an'ı okuduğum gibi onu okuyordum."

Ebu'l Ali ye'ye: "O kitapta ne vardı?" diye sorulunca: "Onda sizin hayatınız, işleriniz, konuşmanızdaki ses durumunuz ve sonraları ola­cak şeyler vardı" cevabım verdi.

(Ebû'l Aliye ile ona soru soran kimse arasında şu konuşma geç­miştir):  (Bulduğunuz) adama ne yaptınız?

Gündüz vakti (adamı defnetmek için) ayrı ayrı yerlere onüç ta­ne kabir kazdık. Geceleyin birisine defnedip diğerlerini kapattık. İn­sanlar onun gerçekten nerede olduğunu bilip de onu kabrinden çıkar­masınlar diye böyle bir yola başvurduk.

İnsanların ondan ne beklentisi vardı?

Karanlık zamanlarda bir kanepe ile çıkıp (onu da yanlarına alıp, yağmur duasına çıkmak üzere) yollara dökül(üp git)mek isterlerdi.

Adamın kim olduğunu sanıyordunuz?

Danyal denilen bir adam imiş.

Bulduğunuzda öleli kaç yıl olmuştu? 300 sene.

Cesette bozulan yer var mıydı?

Bir miktar şaşı dışında cesette hiçbir bozukluk yoktu. Peygam­berlerin cesedini toprak çürütmez, yırtıcı hayvanlar yemez.

İbn Kesir bu rivayetin Ebu'l Aliye'ye isnadı sahihtir. Fakat vefat edeli üçyüz yıl olmuşsa o bir peygamber değil, salih bir adamdır.

Zira Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında Buharı'nin rivayet ettiği hadise göre başka peygamber yoktur. İkisinin arasında ise 400 -600-620'de denmiştir- yıl vardır. Buna göre Hz. Danyal vefat edeli 800 yıl olmuştur. Bu kadar bir süre Hz. Danyal'a yakın bir tarihtir.

Her şeye rağmen bu kimsenin başka bir peygamber veya salih bir adam olması mümkündür. Fakat bu kimsenin Danyal olması da kuv­vetle muhtemeldir. Çünkü Hz. Danyal İranlı bir kral tarafından yukar­da da geçtiği gibi hapsedilmiştir.

Âlim bir adam olan Anbese b. Sa'd'den rivayet edildiğine göre Ebu Musa Danyal'ın cesedi yanında bir kitap, içinde yağ bulunan bir testi, bir miktar para ve bir yüzük bulmuştu. Ebu Musa bunu Hz. Ömer'e yazarak bildirdi. Hz. Ömer ona şu talimatı yazdı: "Kitabı bize gönder. Yağdan bir parçasını bize yolla, geri kalanı müslümanların şi­fa için kullanmaları emrini ver. Paraları oradaki müslümanlar arasında paylaştır yüzüğü de sana verdik."

İbn Ebi'd-Dünya birden çok yol ile şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Musa bu cesedi bulduğu zaman onun Danyal peygamber olduğunu söylediler. Ebu Musa bu cesetle ilgilendi, onu kucakladı ve Öptü. Ayrıca Hz. Ömer'e de durumu bildiren bir mektup yazdı. Mektupta cesedin yanında on bin dirheme yakın para bulduğunu da yazdı. Cesedin yanında bulunan bir sandık içerisindeki bu pa­radan ihtiyacı olan Ödünç alırmış. Aldığı parayı iade edene bir şey olmaz, iade etmeyen ise hasta olurmuş.

Hz. Ömer Ebu Musa'ya yazdığı mektupta şu talimatı vermiş: "Onu su ve sidir ile yıkayıp, kefenleyip defnediniz. Başkalarının bilmemesi için kabrini gizli tutunuz. Orada bulduğunuz parayı devlet hazinesine kaydedip, sandığı bana gönderiniz. Yüzüğü de sana verdim"

Ebuz-Zinad'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ebu Musa'nın oğlu Ebu Bürde'nin elinde kaşında iki aslan arasında bir adam nakşedilmiş bir yüzük gördüm.

Ebu Bürde der ki: Bu yüzük halkının Danyal peygamber olduğu­nu sandığı ölü bulunan zatın yüzüğüdür. Bu yüzüğü onu defnettiği za­man (babam) Ebu Musa almıştır.

Babam o beldenin âlimlerine yüzükteki nakşedilmiş aslanların ve aralarındaki adamın ne olduğunu sormuş. Onlar şu cevabı vermişler:

Hz. Danyal'ın memleketinin kralına bilginler ve müneccimler ge­lerek: "şöyle şöyle bir çocuk doğarak senin krallığına son verecektir" demişler. Bunun üzerine kral: "Bu gece tüm erkek çocuklar öldürül­sün!" emrini vermiş. Fakat (yakınları) Danyal'ı alıp aslanların inine koymuşlar. Geceleyin aslanlar ona bir zarar vermeyip korumuşlar. Dan-yal'ın annesi gelince aslanların ona bir zarar vermediğini görmüş, böy­lece Allah onu korumuş ve ulaştığı noktaya (peygamberliğe) ulaşmış.

Ebu Bürde ve babası Ebu Musa der ki: Hz. Danyal Allah'ın bu ni­metini unutmamak için kendisini koruyan aslanların resmini yüzüğü­nün kaşına kazıtmıştır.

Ebul Eş'ag el-Ahmeri Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu riva­yet edior:

Danyal peygamber kendisini Muhammed ümmetinin defnetmesi için dua etmiştir.

Ebu Musa Tüster şehrini fethedince onu bir tabut içinde bulmuş­tur. Onu tabutta buldukları sırada damarları canlı gibiydi.

Hz. Peygamber'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Her kim Danyal'ın olduğu yeri gösterirse ona cennetlik olduğunu müjdeleyin. Danyal aleyhisselam'ın bulunduğu yeri Harküs adın­da bir zat haber vermişti. Ebu Musa durumu Hz. Ömer'e bildir­mişti. Hz. Ömer, ona yazdığı mektupta: "Danyal'ı defnediniz. Onun yerini bildiren Haküs'a da cennetlik olduğunu müjdeleyi­niz" buyurdu.

İbn Kesir bu haber hakkında şöyle diyor: "Bu haber bu cihetle mürsel'dir. Mahfuz bir haber olması şüphelidir. En iyisini Allah bilir."

İbn Kesir'in Hz. Danyal hakkında rivayet ettiği haberlerin hakika­tini en iyi Allah bilir.

Tüster Huzistan bölgesinde büyük bir şehir olup aslı Şuşter iken Tuster olarak Arabç al aşmıştır. Anlamı güzel ve hoş demektir.

Huzistan'daki en büyük şehir Tüster şehridir. Bu şehir yüksek bir yerdedir. Bera b. Mâlik el-Ensari hazretlerinin kabri Tüster'dedir.

Bazı kimseler Tüster'i Basra'dan sayarlar. Rivayet olunduğuna gö­re Hz. Ömer, Tüster'i oraya yakınlığı sebebiyle Basra'dan sayarmış.

Tasavvufçuların şeyhlerinden Sehl et-Tüsteri bu şehirdendir. Bu zatın Mu'cem'âz anlatıldığı üzere kerametleri vardır. Kendisi Zü'n-Nun'u Mısri'ye arkadaşlık etmiştir.

 

Tubba'ın Kavmi

 

SORU: Tubba'ın kavmi kimdir? Onlar nerede yaşamıştır?

CEVAP: Tubba hakkında İsfehani şöyle diyor: Onlar toplulukların başkanlarıdır. Başkanlık ve toplum yönetiminde birbirlerine tabi ol­duklarından Tubba adını almışlardır.

Bir başka rivayete göre Tubba bir kraldır. Kavmi ona tabi olmuş­tur. Bu kelimenin çoğulu Tebabi'dir.

Kur'an Tubba'ın kavmine şu ayetlerde işaret etmektedir:

Bunlar (Mekke müşrikleri) mi daha hayırlı (daha üstün), yoksa Tubba kavmi ile onlardan öncekiler mi? Onları yok ettik. Çünkü onlar suçlu idiler. (Duhan/37)

Eyke halkı ve Tubba kavmi de; bütün bunlar peygamberleri yalan­ladılar da tehdidim gerçekleşti. (Kâf/14)

Pek çok askeri olan Himyerli Yemen kralının Tubba olduğu söy­lenmiştir. Bu zat'ın kendisi mü'min, fakat halkı kafir idi.

Tubba Yemen'de ikinci Himyeri devletinin krallarına verilen la­kaptır. Nitekim A'lam isimli eserde böyle bildirilmiştir. Burada sözü edilen Tubba'ın adı Hassan b. Es'ad Ebu Kerb el-Himyeri'dir.

Rivayet olunduğuna göre bu zat Aramram askeri ile savaşarak Se-merkand'a kadar yürüdü. Tubba her girdiği beldenin akıllı ve bilge ki­şilerinden on kişiden az olmamak üzere seçip yanma alırdı.

Daha sonra Şam yörelerine yönelip orayı da aldı. Şam'ın yahudi bilginleri ve kahinlerden de yanma alarak Yemen'e dönmek üzere yola koyuldu. Dönüşte Mekke'ye uğradı ve Kabe'yi (baştan aşağı) bir örtü ile örttü. Deniliyor ki bunu ilk yapan Tubba'dır. Yemen'e vardığında halkına putlardan hoşlanmadığım açıktan açığa söyledi ve putperestle­re karşı oldu.

Tubba Ma'rib ve Zafâr şehirlerine yerleşti. Bu şehirlerin birinci­sinde kış mevsiminde, ikincisinde yaz mevsiminde oturdu.

Kendi halkından bir topluluk, onun üzerine saldırıp kendisini öl­dürdüler. Tubba'ın yaşadığı zamanın, hicretten önce 10. asır olduğu sa­nılmaktadır.

İbn Kesir Duhan suresi 37. ayetin tefsirinde Tubba'ın kavminden söz etmiş ve demiştir ki: Tubba'ın kavmi Sebe halkıdır. Hz. Allah on­ları helak edip ülkelerini harap, kendilerini darmadağın eylemiştir.

Himyerliler -ki onlar Sebe halkıdır- başına gelen her krala Tubba adım verirlerdi. Bunlardan biri Yemen'den çıkıp Semerkand'a kadar gitti. Bu Tubba'ın saltanatı muazzam, krallığı güçlü idi. Yönetiminde­ki beldeler genişledi ve halkı çoğaldı. Hiyre şehrini kuran odur. Cahi-liye döneminin hakim olduğu zamanlarda Tubba'ın yolu Medine'ye de uğradı.

Tubba Medine halkı ile savaşmak istedi. Fakat onlar karşı koydu­lar. Gündüzleri Tubba karşısında savaşıyor, geceleri Tubba'a ikramda bulunuyorlardı. Tubba onların bu davranışları karşısında utanarak on­larla savaşmaktan vazgeçti.

Tubba'ın yanında bulunan iki yahudi bilgesi ona nasihatler edip Medine'yi alamayacağını, zira bu şehrin âhir zamanda gelecek Pey­gamberin şehri olacağını bildirdiler. Bunun üzerine Medine'den hare­ket ederek Yemen'e döndü. Yahudi bilgeleri de beraberinde idi. Mek­ke'ye uğradığında Kabe'yi yıkmak istedi. Bilgeler buna engel oldular.

Bu Tubba Şam'ı da yönetimine aldı. Ordusundakı atlılar sıraya di-zilse idi, Şam'dan. Yemen'e kadar uzanırdı. İşte bu Tubba müslüman ol­muş halkını da müslüman.yapmıştı. (Müslüman olduktan sonra) Ka­be'ye saygı göstermiş ve onu baştan aşağı bir örtü ile Örtmüş idi.

Hz. Aişe (r.a): "Tübba'a sövmeyiniz. O, iyi bir adamdı" derdi.

Ata b. Ebi Rebah'ın: "Tubba'a sövmeyiniz. Çünkü Hz. Peygamber bunu yasaklamıştır" dediği rivayet edilmiştir.

 

Hûd Peygamberin Kavmi

 

SORU: Yüce Allah Hûd peygamberi hangi kavme gönderdi? Hz. Hûd'un daveti ne idi? Hûd peygamber nerede defnedilmiştir?

CEVAP: Cenab-ı Hak, Hûd peygamberi İlk Âd Kavmi denen kavme göndermiştir. Bunların bir takım putları vardı, onlara tapıyorlardı.

Görmedin mi rabbin ne yaptı Âd kavmine? Direkleri (yüksek bi­naları) olan İrem şehrine... (Fecr/6-7)

Yukarda zikrettiğimiz ayetlerde sözü edilen bu kavim, Âd b. İrem'in çocuklarıdır.

Hud kavmi Yemen'de dağlık bölgelerden oluşan Ahkaf da yerleş­mişlerdi.

Kısas-ı Enbiya kitabının sahibi şöyle diyor: Âd kavminin evleri Afkaf topraklarında idi. Burası Hadramut'un kuzeyinde bir yer idi. Bu bölgenin kuzeyinde de yüksekçe bir boş alan vardı. Doğusunda ise Amman bulunuyordu.

Günümüzde Ad kavminin yeri kumdan ibarettir. Yerleşim birimi değildir.

Eski bir yerleşim yeri olan bu bölgede, sürekli nimetin olduğu bu yerde hiç bir Avrupalı araştırmacı ve arkeoloji uzmanı kazı ve araştır­ma yapmamıştır. Belki kumlu bölgenin altında tarihî bir servet ve an­tik eserler ortaya çıkacaktır. Bu kum yığını altında gelişmiş büyük bir medeniyet gün yüzü görecektir.

Hadramut'un kuzeyinde bulunan şehirlerden biri, bir grup araştır­macı tarafından araştırmaya tabi tutulmuş ve üzerinde çivi yazısı bulu­nan mermerden yapılmış çanaklar bulunmuştur.

Ebû't Tufeyl Amir b. Vaile şöyle anlatıyor: Ebu Talib oğlu Ali'nin Hadramut'lu bir adama "Sen kırmızı topraklı tepeyi -burada Erâk ve Sidr otu biter- gördün mü?" diye sordu. Adam: 'Evet ey mü'minlerin emiri! Yemin ederim ki sen onu gören birisi gibi tanımladın" dedi.

Hz. Ali: "Hayır ben görmüş değilim, fakat onunla ilgili rivayeti söyledim" dedi. Hadramut'lu adam: "Orasının durumu nedir?" diye so­runca, Hz. Ali: "Orada Hûd aleyhi s selam'm kabri vardır" buyurdu.

İbn Cerir der ki: Bu rivayetin faydası onların vatanının Yemen'de olduğunu ve Hz. Hûd'un orada defnedildiğini bildirmesidir.

Hûd peygamber soy bakımından kavminin en şereflisi idi. Çünkü Hz. Allah peygamberleri halkın en şerefli ve faziletli olanlarından gön­dermiştir. Fakat Hûd peygamber'in halkı güçlü ve katı kalpli kimseler idi. Bu yüzden hakikati en şiddetli şekilde yalanladılar. Bu sebepledir ki Hz. Hûd onları ortağı olmayan ve tek olan Allah'a ibadete, O'ndan korkmaya ve O'na itaate davet etti.

İbn İshak'tan rivayet olduğuna göre Hûd kavmi putlara tapıyor­du. Bu putlardan birinin adı Sadâ diğerinin adı Sumûd bir diğeri de Heba idi.

İbn İshak'ın ifadesine göre Hûd kavmi Amman'dan Hadramut'a ka­dar Yemen'de yerleşmişlerdi. Bununla beraber yeryüzünün her tarafına yayılmışlardı. Onlar bulundukları yerin halkını üstün kuvvetleri ile pe­rişan ettiler . Bunlar Allah'tan başka bir takım putlara tapıyorlardı.

Hz. Allah onlara kendilerinden olup soy bakımından orta derece­de olan, durum bakımından en faziletlilerinden bulunan Hûd peygam-ber'i gönderdi. Peygamberleri onlara Allah'ın birliğine iman edip O'ırdan başkasına tapmaya son vermelerini ve zulüm yapmamalarını emretti.

Onlar Hûd peygamberi yalanlayarak ona karşı koydular. Hz. Hûd'a: "Bizden daha güçlü kim var?" diyorlardı.

Hz. Hûd'a bir kısım insanlar uydu. Bunlar imanlarını gizleyen az bir insan grubu idi. Âd kavmi Allah'a karşı koyup Peygamber'i yalan­layıp, yeryüzünde bozgunculuk ve baskılarını artırdılar. Yüksek yerle­re yararı olmayan eğlence maksadı ile binalar yaptılar.

Hz. Hûd bunlarla konuşarak onlara şöyle dedi:

Siz her yüksek tepeye bir alâmet (gibi yapı) bina ederek eğleniyor musunuz?" Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı yapı­yorsunuz? Yakaladığınız zaman, zorbalar gibi yakalıyorsunuz. (Şuarâ/128-130) Onlar Hz. Hûd'un söylediklerine şöyle karşılık verdiler:

Ey Hûd! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Biz de senin sözün­le tanrılarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de de­ğiliz. Biz "Tanrılarımızdan biri seni fena çarpmış" demekten baş­ka bir söz söyleyemeyiz. (Hud/53-54)

Hûd peygamber onlara şöyle dedi:

Ben Allah'ı şahit tutuyorum. Siz de şahit olun ki ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım. O'ndan başka (taptıklarınızı hepsinden uzağım). Haydi hepiniz bana tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin. Ben, benim de rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah'a dayandım. Çünkü kımıldayan hiç bir varlık yoktur ki O (Allah) onun perçeminden yakalamış olmasın. (Hud/55-56)

Kur'an A'raf suresinde kısa ve özlü bir biçimde Hûd peygam-ber'in hikayesine şöyle temas ediyor:

Ad kavmine de kardeşleri Hud'u (gönderdik). O dedi ki: "Ey kav­mim! Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Ha­lâ sakınmayacak mısınız?"

Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanı­yoruz."

(Hud): "Ey kavmim!" dedi "Ben beyinsiz değilim; fakat ben âlemlerin rabbinin bir elçisiyim. Size rabbimin vahyettiklerini du­yuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyar­mak için içinizden bir adam vasıtasıyla rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz." De­diler ki: "Sen bize tek Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tap­makta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azabı) bize getir!"

(Hud) dedi ki: "Üzerinize rabbinizden biz azap ve bir hışım inmiş­tir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor mu­sunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekle­yenlerdenim."

Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve ayet­lerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik. (Hud/65-72)

Kur'an-ı Kerim Hûd peygamber'in ve kavminin kıssasından Hud, Mü'minun, Şuarâ, Fussilet, Ahkâf, Zâriyât, Kamer ve Hakka surelerin­de de söz etmiştir.

Eyke Halkı

 

SORU: Eyke halkı kimdir, nerede yaşadılar? Peygamberleri kim idi?

CEVAP: Kur'an-ı Kerim dört yerde Eyke halkını zikretmektedir:

Eyke halkı da gerçekten zalim idiler. Fakat biz, onlardan da inti­kam aldık. (Hicr/98-99)

Eyke halkı da peygamberler'i yalanladılar. Hani Şuayb onlara şöy­le demişti: "(Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben size gönderilmiş, güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a karşı gel­mekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı verecek olan, ancak âlemlerin rabbi Allah'tır. Ölçeği tam ölçün, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzün­de bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Sizi ve önceki ne­silleri yaratan (Allah)'tan korkun." Onlar şöyle dediler: "Sen olsa olsa iyice büyülenmiş birisin. Sen de, bizim gibi bir beşerden baş­kası değilsin. Bil ki, biz seni ancak yalancılardan biri sayıyoruz. Şayet doğru sözlülerden isen, üstümüze gökten bir parça düşür."

Şuayb, "Rabbim, yaptıklarınızı en iyi bilendir" dedi.

Hulasa, onu yalancı sandılar da, kendilerini o gölge gününün azabı yalayıverdi. Gerçekten o, muazzam bir günün azabı idi! Doğru­su bundan (alınacak) ders vardır; ama çokları iman etmiş değiller­dir. (Şuarâ/176-190)

Onlardan önce Nuh kavmi, Ad kavmi, sarsılmaz bir saltanatın sa­hibi Fir'avn, Semud, Lût kavmi ve Eyke halkı da peygamberleri yalanladılar. İşte bunlar da peygamberlere karşı birleşen topluluk­lardır. Onların her biri gönderilen peygamberleri yalanladılar da bu yüzden (kendilerine) azabım hak oldu. (Sâd/12-14)

Onlardan önce Nuh kavmi, Ress halkı ve Semûd da yalanlamıştı. Ad, Fir'avn, Lût'un kardeşleri de (yalanladılar). Eyke halkı ve Tübba kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da üzerlerine tehdidin hak oldu. (Kâf/12-14)

İsfehani'nin Müfredafmda. şöyle denmektedir: Eyk eğri bir ağacın adıdır. "Eyke Halkı" denmesi ormanlık bir yerde yaş amalar ındandır. Bir başka görüşe göre Eyke bir şehrin adıdır.

Yakut Hamevi'nin Mu'cem'ul Büldân isimli eserinde şöyle den­mektedir:

Eyke halkı Şuayb peygamber'in gönderildiği bir topluluktur. On­lar Tebük'te yaşıyorlardı. Şuayb peygamber onlardan değildi. Hz. Şuayb Medyen halkındandır. Medyen Kızıl Deniz kenarmaki Tebük'e altı konaklama mesafesi uzaklıktadır.

Mu'cem'ul Büldân'da şu bilgilere de rastlamaktayız:

Kur'an'da adı geçen "Eyke Halkı" Hz. Peygamber'in son savaşla­rı arasında yer alan "Tebük Savaşı" nedeni ile Peygamber'in gitti­ği Tebük Halkı'dır. Tebük halkının söylediğine göre Şuayb pey­gamber buraya gönderilmiştir. Fakat ben bunu tefsir kitaplarında görmedim. Bil'akis Tebüklülerin söylediği şudur: Eyke eğri ağaç­ların bulunduğu ormanlık bir yerdir. Bu kelimenin çoğulu Eyk'div. Eyke halkından maksat Medyen halkıdır.

Yakut Hamevi'nin bu ifadesine karşılık ben derim ki: Tebük ve Medyen birbirine komşu iki şehirdir.

Nitekim gene Mu'cem'ul Büldan'm 5. cildinde, Medyen madde­sinde şu bilgileri görmekteyiz:

Ebu Zeyd der ki: Medyen Kızıldeniz üzerinde Tebük şehri parale­linde bir şehir olup Tebük'e altı konaklama mesafesi uzaklıktadır. Medyen, Tebük'ten büyüktür. Orada Musa peygamber'in Hz. Şu-ayb'm hayvanlarını suladığı su kuyusu vardır. Ebu Zeyd bu bilgi­lere ilaveten şunları söylemektedir: Bu kuyunun üzerine yapılan bir bina ile kapandığını gördüm. O binada oturanların suyu, ak­makta olan bir pınardır.

Medyen bir kabile adı olup, bunlar üçüncü bölgede 61. boylam, 29. enlem derecesinde bir şehrin halkıdır. Medyen Hz. Şuayb'ın kavminin şehridir. Hz. İbrahim'in medinesi (şehri) olarak isimlen­dirilmiştir.

Abd'ül Vehhab Neccâr'ın Kısas-ı Enbiya isimli eserinde şu bilgi­leri görmekteyiz:

Hz. Allah Medyen halkının işini bitirip Hz. Şuayb'ı ve ona inanla­rı kurtardıktan sonra, Şuayb'ı Eyke halkına gönderdi. Eyke yumu­şak ağaçların bittiği ormanlık bir yerdi.

Medyen yakınında olup, Allah'ın bir takım kullan orada yaşamak­ta idi.

Söylendiğine göre Eyke, Medyen'in step'i idi. Hz. Şuayb Eyke halkına yabancı idi. Onlar da Medyen halkına benzer bir yaşantı içinde idiler. Hz. Şuayb onları içinde bulundukları halden yasak­layınca: "Sen büyülenmiş birisin." "Sen, bizim gibi insandan baş­ka bir şey değilsin. Biz senin ancak yalancılardan olduğunu sanı­yoruz" dediler.

Bunlar Allah kendilerini hidayete yöneltmek için kendileri gibi bir insan göndermeyeceğini sanıyor, cahillik ederek "Allah'ın risalet görevini nereye koyacağını en iyi bilen olduğunu" bilmiyorlardı.

Kafasızlıklarının ne kadar ileri derecede olduğu şuradan belli ki Hz. Şuayb'dan, şayet doğru söylüyorsa gökyüzünden bir parçayı üzerlerine düşürmesini istediler. Aşırı derecede cahilliklerinden ötürü, kendilerinin Hakka hidayet edilmelerini istemediler. Neti­cede "Gölge gününün azabı" kendilerini yakalayıverdi. Şöyle ki: Hz. Allah yedi gün boyunca dayanılmaz bir sıcağı bunlara musal­lat kıldı. Sıcağın etkisi ile suları kaynayacak hâle geldi. Daha son­ra Yüce Allah bulundukları yere bir bulut gönderdi. Güneşin etki­sinden dolayı bulutun gölgesine toplandılar. Bu buluttan üzerleri­ne ateş yağdı. Böylece yanıp kavruldular. Bu olaya Şuarâ suresi 189. ayetinde işaret olunmuştur.

Eyke halkı da gerçekten zâlim idiler. Fakat biz onlardan intikam aldık. Bu yerlerin ikisi de (Eyke ve Hıcr) açık bir yol üzerindedir." (Hıcr/78-79)

İbn Kesir, bu ayetlerin tefsirinde şöyle diyor:

Bunlar Şuayb Peygamber'in kavmidir. Onların zulmü Allah'a or­tak koşup yol kesmeleri ve ölçü, tartı aletlerinde hile yapmaları idi. Hz. Allah onlardan gölge gününün azabında bir haykırış ve sarsıntı ile intikam almıştır.

Bunlar zaman bakımından Hz. Lût'un kavminden sonra gelmişler­di, fakat onlara yakın idiler. Her iki kavim de yeryüzünde nişan konmuş gibi belirli bir yerde idiler. Bunun içindir ki Kur'an'da: "Onların her ikisi de açık bir yol üzerindedir" (Hıcr/79) buyurul-muştur. (İşte bu açık yol onların yerinin belirtisi ve nişanesidir.)

Gene aynı tefsirde: "Eyke halkı peygamberleri yalanladılar" (Şu-arâ/76) ayetini tefsir ederken şunlar anlatılmaktadır:

Sahih olan odur ki Eyke halkı, Medyen halkıdır. Şuayb Peygam­ber, Medyenlilerden idi. Bu ayette onlara peygamber olarak gön­derilen Hz. Şuayb için "Onların kardeşi" denmemiştir. Çünkü on­lar bir ağaç veya birbirine sarılmış halde ormanlık anlamına gelen Eyke'ye tapıyorlardı. Bu sebepten dolayı Hz. Şuayb soy bakımın­dan kendilerinden olduğu bir kavme gönderildiği halde bu duru­mu bildiren ayette kardeşlikten söz edilmemiş "Eyke halkı Peygamber'i yalanladı" denmiştir.

Bu inceliği kavramayan bazı kimseler Eyke halkını Medyen hal­kından başka bir topluluk zannedip Hz. Şuayb'ın iki millete Pey­gamber olarak gönderildiğine inanmışlardır. Hatta Hz. Şuayb'ın üç ayrı millete gönderildiğini söyleyenler de vardır.

(Bu yolda) Hz. Peygamber'den şöyle bir rivayete de yer verilmiş­tir: "Medyen kavmi ve Eyke halkı ayrı ayrı birer millet idi. Hz. Al­lah Şuayb'ı onlara peygamber olarak gönderdi."

İbn Kesir bu hadis hakkında şu yoruma yer veriyor:

Bu hadis gariptir. Bunun Hz. Peygamber'e kadar ulaşan merfu bir hadis olması şüphelidir. Doğruya en yakın olanı bu sözün mevkuf (tabiin sözü) olmasıdır. Doğru olan odur ki Medyen ve Eyke halk­ları bir millet idi. Bunların durumu ayrı ayrı yerlerde aynı şeyler­le anlatılmıştır.

Hz. Şuayb, Eyke halkına ölçü ve tartıyı noksansız yapmaları öğü­dünde bulunmuş, Medyen halkı için de aynı şeyler söylenmiştir. Bu olay onların tek millet olduğunu gösterir.

Hz. Allah Eyke halkının yok edilişine Kur'an'da üç ayrı surede yer vermiştir:

A'raf suresinde onları bir yer sarsıntısının tuttuğunu ve onların yurtlarında diz üstü çöküp (donup) kaldıkları bildirilmiştir.

Onların uğradıkları bu ceza şu suçun sonucudur: Onlar Hz. Şu-ayb'a şöyle dediler:

(Ey Şuayb!) kesinlikle seni ve seninle beraber inananları memle­ketimizden çıkaracağız. Yahut dinimize döneceksiniz. (A'raf/88)

Hıcr suresinde: "İşrak (güneşin doğma) zamanına girerken, onla­rı korkunç bir sesin gürültüsü yakalayıverdi" (Hıcr/73) buyurulmuştur. Zira onlar Allah'ın Peygamber'i ile onu aşağılarcasına alay ettiler. Bu bakımdan bu insanlara, onları aşağılayıcı bir cezanın verilmesi uygun olmuştur.

Şuarâ suresinde onlar inat edercesine Hz. Şuayb'a: "Eğer sen doğrulardan isen gökten üzerimize bir parça düşür" (Şuarâ/187) dediler. Buna karşılık olarak "gölge gününün azabı" ile cezalandırıldılar.

İbn Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Hz. Allah onları üzerine hiç gölge düşmemek üzere yedi gün gü­neş altında bıraktı. Daha sonra Yüce Allah bir bulut meydana ge­tirdi. Eyke halkından biri gidip bulutun gölgesine sığındı. Orada bir serinlik ve rahat vardı. Bunu halkına bildirdi. Bunun üzerine hep birlikte bulutun gölgesine geldiler. Onlar bulut altında iken üzerlerine ateş yağmak suretiyle helak oldular.

İbn Eslem'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Hz. Allah onlara gölgeyi gönderdi ki hep bir araya toplansınlar. Onların toplanmasıyla gölge üzerlerinden kaldırılıverdi de güneş onları ocakta kavrulan çekirgeler gibi kavurup helak etti.

 

Fahreddin Razi

 

SORU: Tefsir âlimi Fahreddin Râzi'den başka Râzi lakabı ile bili­nen kimseler var mıdır?

CEVAP: Râzi lakabı Rey şehrine mensup olanlara verilen bir lakap­tır. Bu şehir pek çok şehir ve beldenin merkezi olup ana şehirlerden bi­ridir ve meşhurdur. Rey kentinin meyveleri ve iyilikleri boldur. Kazvin ile Rey arasında 27 fersah uzaklık vardır.

Arab ve İslâm dünyasının pek çok ileri gelen siması bu şehirden olmakla bilinir. Bu büyük şehirden olmakla da hepsi Râzi lakabı ile anılırlar.

Bunlardan birisi akla ve nakle dayanan ilim ve bilimlerde zama­nının bir tanesi, çağında dünyanın bilim önderi olan Ebû Abdillah Fahr'ud-Din Muhammed b. Amr b. Hasan b. Hüseyin et-Teymi el Bek­ri er Râzi'dir.

Fahruddin Râzi Kureyş'ten olup aslı Taberistan'dandır. Rey'de doğmuş, kendisine "Hatib-i Rey'in oğlu" denmiştir.

Râzi Havarizm, Mâveraünnehir ve Horasan'a yolculuk yapmıştır.

Râzi, mükemmel derecede Arabça ve Farsça bilirdi, ayrıca iyi bir şair ve vaiz idi. Aynı zamanda Şafii mezhebinin irili ufaklı 200 kadar yazdığı eseri ile meşhur âlimlerindendir. Sekiz büyük cilt halindeki Me-fâtih-i Gayb isimli muazzam tefsiri bunlardan biridir. Şerh-u Esmâ'il Husnâ, Esrar'ut Tevhid, Maarri'nin Sıkî-uz-Zend şerhi, Nihayet'ul İcaz fi Dirâyt'il İ'câz ve Menakıb'ul İmam-ı Şafii diğer eserlerinden bazılarıdır.

Aşağıdaki şiirler onundur:

Ey mahlukatın Allah'ı! Sana dönük yüzüm, sana kalbim açık Hep sanadır dualarım; gizli ve açık

Sensin her sıkıntımda imdadıma yetişen

Sensin dünyada sığınağım, sensin eyleyen kabrimi gülsen.

Elde etmek istiyorsan açılsın tam olarak saadet kapılan Zikrinden ayrılma tek Allah'ın; O'dur var eden tüm yapıları

Evreni baştan sona tedbir ile yönetir, Yaptıklarında doğruyu, normali ve adaleti gözetir.

Zâtında yarattıklarına benzemekten uzaktır ve beridir. Ya rabbi yardım et dinine şarktan garba desem yeridir.

Allah'ın fazl ı büyüktür, hem kendisi yüce

O'dur yol gösteren, said ve şaki eden; kim sahiptir böyle bir güce?

Fahreddin Râzi padişahlar katında saygınlığı olan bir âlim idi. Ay­nı zamanda servet sahibi bir kimse idi. Herat kentinde hicretin 606 yı­lında vefat etmiştir.

Aşağıdaki kimseler de Rey şehrine nisbet edilerek "Râzi" unvanı ile tanınanlardandır:

1. Ebubekir Muhammed b. Zekeriyya er-Râzi.

Feylesof olan bu zât kaleme alınmış birçok kitabın sahibidir. Tıp-la ilgili Mensuri isimli kitap bunlardan biridir. Bu eser Künnâşe adıy­la meşhurdur.

Bu zât, hicri 311 yılında Bağdat'tan döndükten sonra Rey'de vefat etmiştir.

2.  Zeynuddin Muhammed b. Ebi Bekr b. Abd'il Kadir b. Abd'il Muhsin er-Râzi el-Hanefî.

Bu zâtın aslı Rey'dendir. Güvenilir bir kimsedir. Tefsir, fıkıh, lü­gat ve va'z konusunda eserleri vardır:

a. Zeheb'ul İbriz fi Tefsir'il Kiîab'il Aziz (Tefsir)

b. Muhtâr'us-Sıhâh (Lügat)

c.  Şerhu Makamat'il Haririyye, Es'ile ve Ecvibe min Garâib-i Ay'it-Tenzil ve Hadâik'ul Hakaik (Vaaz)

Mısır ve Şam'ı ziyaret etmiş H. 660 yılında Konya'da vefat et­miştir.

3. Ebû Hatim Muhammed b. İdris b. Münzir b. Dâvud b. Mihran el-Hazali er-Râzi.

Buharı ve Müslim'in akranlarından olan bu zât hadiste hafız dere­cesindedir.

Rey'de doğmuş olduğu için oraya nisbetle Râzi denmiştir. Irak, Şâm, Mısır ve Rûm beldelerini dolaşmıştır.

Tabakât'uî'Tâbiin ve Zinet isimli kitaplar onundur. H. 227 yılında Bağdat'ta vefat etmiştir.

4. Ebû Ca'fer Muhammed b. İbrahim b. Muhammed b. Abd'il Aziz er-Râzi el-Hanefî.

Bu zât Musul'da Hanefîlerin şeyhi ve hocasıdır. Aslı Rey'den olup Erbil kentine gidip gelirdi.

Kitab'ul Feraîz, Kiîab'ul Fıkh, Kitab'ul-Nuri Fi Muhtasar'il Ken­tleri isimli eserlerin sahibi olan bu zât meşhurdur. Ayrıca İbn Ham-dun'un Tezkire isimli eseri tipinde bir eserin de sahibidir.

H. 615 yılında Musul'da vefat etmiştir.

5. Ebu Zür'a Ahmed b. Hüseyin b. Ali b. İbrahim b. Hakem b. Ab-dillah el-Hâfrz er-Râzi.

H. 347 yılında Şam'a gelmiş orada hadis öğrenmiş, kendisinden de pek çok kimse hadis rivayet etmiştir.

Bu zât, 375 yılında Mekke yolunda kaybolmuştur.

6.  Muhammed b. Abdillah b. Ca'fer b. Abdillah b. Cüneyd Ebü'l Hasen er-Râzi

Kendi memleketinde ve başka yerlerde hadis dinlemiş, Şam'da (bir süre) kalarak kitap yazmıştır. Güvenilir, hafızası güçlü ve çok ha­dis rivayet ederdi.

H. 347 yılında vefat etmiştir.

Bu zât, hadis hafızı Temmam b. Muhammed'in babasıdır.

Temmam Şam'da doğmuş, orada babasından ve pek çok kimseden hadis dinlemiştir. Kendisinden de başkaları hadis rivayet etmiştir. Ha­dis ve hadis ricali hususunda iyi bir bilgin olan Temmam, güvenilir bir kimse olup hafızası güçlü idi. H. 414 yılında vefat etmiştir.

7.  Ebû Said İsmail b. Ali b. Hasan b. Muhammed b. Zencüye er-Râzi.

"(Hadis) hafızı emman" olarak bilinirdi. Çok dolaşan ve çok ha­dis rivayet eden biri idi. Mutezile mezhebinden olan Ebû Said, dört bin hocadan hadis rivayet etmiş, pek çok kitap yazmıştır.

Dindar ve takva ehli olan Ebû Said, hiç evlenmemiştir. H. 445 yı- Şaban ayının 24. günü vefat etmiştir.

8.  Abdurrahman b. Muhammed b. İdris Ebû Muhammed b. Ebi Hâtem er-Râzi.

Bu zât hadis hafızlarından biridir. Rivayetçilerin tenkidi konusun­da Cerh ve Ta'dil isimi kitabın sahibidir. Bu eser, konusunda pek fay­dalıdır.

Abdurrahman ilim ve hadis uğrunda yolculuklar yapmış; Mısır'da, Irak'ta, Şam'da pek çok kimseden hadis dinlemiş, kendisinden de pek çok kimse hadis rivayet etmiştir.

Fıkıh, tarih konusunda, sahabenin ve ilim adamlarının ihtilafları hakkında meşhur kitaplar yazmıştır.

H. 240 yılında doğmuş ve 327 yılında vefat etmiştir.

9.  Muhammed b. Ömer b. Hişam Ebubekir er-Razi.

Kumâtri lakabı ile meşhur olan bu zât, hadis hafızıdır. Başkaların­dan hadis dinlemiş, kendisinden hadis rivayet edilmiş ve hadisleri top­lamıştır.

Merv şehrine yerleşmiş ve orada H. 290 yılında vefat etmiştir.

Burada bildirdiğimiz kimseler Rey şehrine nisbet edilir ve Râzi denilir. Râzi denilen daha pek çok kimse vardır.

Hürriyet Aşıkları

 

SORU: Hocam "Hürriyet aşıkları" ifadesini bize açıklama lütfunda bulunur musunuz?

CEVAP: Aşk: aşırı sevgidir.

Aşk: Sevenin sevdiğinden hoşlanmasıdır.

Aşk: Sevilen kimsenin kusurlarını görme hususunda duygunun kör olmasıdır. Bu ifade Aristo'ya aittir.

Aşk insanın nefsinin, kendi tabiatına uygun suretlere şiddetli şe­kilde meyletmesidir.

Zebidi  Arûs'unda İbn Sina'nın aşk konusunda bir risalesi olduğunu, bu eserinde aşk'ın manasını uzun uzadıya anlattığını zikre­diyor.

Aşk sadece insana mahsus bir olay değildir. O tüm varlıklarda gö­rülür. Uzaydaki varlıklar, tabiattaki maddeler, bitkiler, madenler ve hayvanlar arasında da aşk vardır.

Aşk'ın anlamı kavramlamaz. Onu anlattıkça anlaşılın azlığı artar.

İbn'ül Cevzi Zemm'ül Hevâ isimli kitabında -her ne kadar çoğun­lukla aşkın kötü tip ve örnekleri üzerinde durmuş ise de aşkın çeşitle­ri hususunda uzun uzadıya konuşmuştur.

Hürriyet ise insanın kendisi ile ilgili işlerde dilediğini yapma im­kânına sahip olmasıdır. Hürriyet, köleliğin zıddıdır.

Şairlerin başı olan Şevki merhumdan Allah hoşnut olsun, Esvâk'uz Zeheb isimli eserinde (adetâ) hürriyetin şarkısını söylerken şöyle di­yor:

Hürriyet nedir? Bir dilberdir ki

Kıymeti bilinmez nicedir? Geçmiş dönemlerin fitnesi,

Yüce kişilerin isteği, Benliklerin gıda maddesi,

Kanunların hammaddesi, Tüm araç ve engellerin anası,

Bilimin kızı olur genelleşince yasası. Yaratılışın dilberi olur olunca tam.

Sabrın kızı olur sabırla frenlenince hevesler Çalışmak onu yok edip mezarın kazar. Küçük de olsa hatalar onu bozar.

Bölücülük uzaklaştırır onu çöker bir hazan Varlığın tekbiri, doğanın kulağına okunan ezan

Ulaşınca ona, dünya kendisini selamlar Yerlere düşer salarsa, haykırılır nice kelamlar

Her doğan çocuğa gökten gelir sesler Ey Adem oğlu kâfidir sana der:

Adın Abdullah olsun, Allah'a kul ol dendi. Böylece dünyada olursun efendi!

Hürriyetin; vatan hürriyeti, inanç ve din hürriyeti, düşünce ve bi­lim hürriyeti, toplumda ve siyasette görüş sahibi olma hürriyeti gibi çe­şitleri vardır.

Hürriyet insan oğlunun rabbin'den aldığı ilk mirastır. Çünkü yara­tıcı insanı canı ve malı koruma altında ve hür olarak yaratmaktadır. Bu noktadan hareketle Hz. Ömer, insanların saygınlığına el ve dil uzatan bir valisine şöyle demiştir:

Anaların hür olarak doğurduğu insanları ne zaman köleleştirdiniz?! Hz. Ali de oğluna öğüdünde şöyle der:

Kendinden başkalarına köle olma! Allah seni hür olarak yaratmıştır. Hz. Allah insanın inanç hürriyetini şu fermanı ile bildirmiştir:

Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, eğrilikten ayrılmıştır... (Bakara/256)

Gerçeği arama hürriyeti Hz. Peygamber'in şu hadis-i şerifi ile bil­dirilmiştir:

Bir içtihatta bulunup doğru hüküm verene (biri çalışmasının, di­ğeri doğruyu bulmasının karşılığı olmak üzere) iki sevap vardır. İçtihat edip hatalı hüküm verene ise (hataya rağmen çalışmasının karşılığı olmak üzere) bir sevap vardır.

Kur'an bu uğurda yorulsa da, bir takım sıkıntılara düşse de insanı hürriyeti aramaya teşvik etmektedir. Eğer hürriyeti, insanı, dünyayı do­laşmak, ona yurdunu terketmek pahasına da olsa, insanın alçakça ya­şamaktan kaçıp hür ve onurlu yaşamasını şu ayetle Kur'an bize öner­mektedir:

Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: "Ne işte idiniz?" dediler. Bunlar: "Biz yeryüzünde çaresizdik" diye ce­vap verdiler. Melekler de: "Allah'ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" dediler. İşte onların barınağı cehen­nemdir. Orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir.

Erkeklerden, kadın ve çocuklardan (gerçekten) hiç bir yol bula­mayanlar müstesnadır. İşte bunları, umulur ki Allah affeder: Allah affedici, bağışlayıcıdır. (Nisa/97-99)

Cenab-ı Allah insanı aşağılama duruma düşüren uyuşukluktan kaçınmaya çağırarak şöyle buyuruyor:

Gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer inananlardan iseniz. (Al-i Im-ran/139)

Şair bizi uyararak hürriyetin bedelinin yüksek olduğunu bildiri­yor. Şair Şevki şöyle diyor:

Kırmızı hürriyetin öyle bir kapısı var ki:

Kan ile boyanmış herkes oradan geçemez Öylesine dar ki?

Yüksek şeref kolayca elde edilmez. Kan dokülmedikçe şeref yücelmez.

Hürriyet sınırsız serbestlik veya hiç bir kayıt tanımamak değildir.

Hiç bir kayıt tanımayan sınırsız hürriyet ancak bir vehimden ibarettir veya içine şeytanın karıştığı aldatıcı bir rüyadır!

Hür kimse kendi kendine gerekli olduğuna inandığı bir takım ka­yıt ve sınırlar koyan kimsedir. Böyle bir kimsenin hürriyeti akıllı ve fa­ziletli bir hürriyettir.

Bu konuda Dr. Abd'ul Vehhab Azzam'ın iki beyti hoşuma gider:

Adam özgür, fakat bağlamış kendini nefsine huyuned Başka hiçbir bağ bilmemiş hayatı boyunca

Bakarsın köle, bağlanmış çeşitli bağlarla Nefsine esir olmamış boğuşsa da dağlarla.

Şairlerin başı (Şevki Bey) vatandaşları için yaptığı duada sanki böyle bir duruma işaret etmektedir:

Allahım! Şu ülkemiz Mısır'ın olageldiği tarzda varlığını sürdür­mesini lutfeyle. İlk sıralarda olduğu gibi iyi kullarını özgür eyle. Allahım! Onlar yarı hür olmasın.

Ey rabbimiz! Onları akıl ve ahlâktan ayırma. Taşkın da olsa onla­rı duygudan mahrum eyleme. Allahım onları kendi arzularına bı­rakma. Zira bu takdirde heva ve heveslerine kapılmış olurlar.

Bu noktadan hareketle akılcı ve faziletli hürriyete aşık olmaya "Şehvetin köleliğine karşı faziletli hürriyet" adını vermemiz mümkün olduğu için, böyle bir hürriyeti, Kur'an'm bize sunduğu parlak bir gö­rünüm saymamız mümkündür. Bu hürriyet, güvenilir ve iffetli Yusuf peygamberin kişiliğinde tecelli etmiştir.

Nitekim Kur'an şöyle buyuruyor:

Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden (murat almak) istedi, kapıları iyice kapattı ve "haydi gel" dedi. O da, "(böyle bir işi yap­maktan) Allah'a sığınırım. Zira kocanız benim efendimdir, bana güzel davrandı. Durum şu ki: Zalimler iflah olmaz" dedi.

Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer rabbinin burhanını görme-

seydi o da kadına meyledecekti. İşte biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delillerimizi gösterdik). Çünkü o, ihlasa erdi­rilmiş kullarımızdan idi. (Yusuf/23-24)

Bu gerçekten hareketle Abdullah b. Abbas şöyle demiştir:

Bir kimse (birisini) sever ve namuslu davranırsa ve (sevgilisine ulaşamadığı takdirde aşkını) gizlerse, bu kimse öldüğünde şehid olarak ölür.

Pek çok kimse bu sözün hadis olduğunu sanır. Bu doğru değildir. Bu söz, -her ne kadar manası makbul bir söz ise de- (hadis değil), Ab­dullah b. Abbas'm sözüdür.

Kur'an-ı Kerim hürriyet aşıklarından bize örnekler sunmaktadır. Ben bu örneklerden İslâm'da Fedailik isimli eserimde geniş bir şekil­de söz ettim.

İnanç hürriyetinin aşıklarından bir grup da Firavun'un sihirbazla­rıdır. Bunların hür iradeleriyle hak dini seçmeleri, Firavun'un kendile­rini Hz. Musa'nın ilâhi mucizesine karşı koymaları için çağırdığında, Hz. Musa'nın asa'sım yere bırakıp asa'nın apaçık ejderha olması sıra­sında olmuştur.

Yaratılmış aciz bir varlık olan sihirbazlar ile güçlü yaratıcının kudreti arasında çatışma başladığında, sihirbazlar sopalarını ve ipleri­ni yere bıraktılar.

O sırada kendilerini Firavun'un desteklemesine ve onun gücüne aldanarak: "Firavun'un kudreti ile elbette biz galip geleceğiz" dediler. Fakat Hz. Musa Allah'tan aldığı vahy ile asa'sım yere bıraktığında bir de ne görsünler: Musa'nın asa'sı onların uydurukça yaptıklarını yutu­yor. Böylece hak geldi, onların yaptıkları batıl geçersiz oldu.

Bu yarışta Hz. Musa zafer kazandı, sihirbazlar ise bozguna uğra­dılar. Bu noktada hakikatin nuru parladı, batılın göstermelik olarak or­taya koydukları mahvoldu. Şimdi sihirbazlar için iman nuru açıkça ortaya çıkmış, dosdoğru yol açık seçik belirmişti. Fakat hala öte" yandan askerleri, saltanatı, gücü ve kâfirliği ile Firavun vardı.

Ne olursa olsun gerçeği kavrayan ve ona iman eden kimse ona sa­rılır ve onu titizlikle korur. İşte daha önce Firavun'un sihirbazı olan bu adamlar inanç hürriyetine ve sağlam imana aşık olmuşlar, bunun öte­sinde Firavun'dan gelecek iftira ve azgınlıklara aldırmamışlardır. Kur'an bu olayı şöyle anlatıyor:

Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar: "Harun'un ve Musa'nın rabbine imana ettik" dediler. (Fir'avun) şöyle dedi: "Ben size izin vermeden önce ona inandınız öyle mi? Hakikat şu ki o, size büyü öğreten ustanızdır. Şimdi ellerinizi ve ayaklarınızı tereddüt etme­den çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece, hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız." (Sihirbazlar) dediler ki: "Seni bize gelen açık mucizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapa­cağını yap! Sen ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilir­sin. Biz hatalarımızı ve senin bize yaptırdığın büyüyü bağışlama­sı için rabbimiz'e iman ettik. Allah, (mükafatı) en hayırlı ve (ceza­sı) en sürekli olandır." (Tâha/70-74)

İman ve inanç alanında hürriyet aşıklarından bir örnek de şudur:

Pırıl pırıl bir insan, değerli bir sahabi, Sümâme b. Esat el-Hanefî. Yemâme halkı içinde Beni Hanife kolundan olan bu zât, kavminin efendisi, çok güzel konuşan şair tabiatlı bir insandı.

İlk sıralarda müşriklerden olan Sümâme, Hz. Peygamber'e düş­man idi. Bir keresinde şeytanın vesvesesine uyarak Hz. Peygamber'e suikast düzenlemiştir.

Hz. Peygamber Allah'a dua ederek Sümâme'yi ele geçirmeyi istemişti.

Kader bu duanın kabul edildiğini gösterdi. Bir savaş sonrasında müslümanlar bazı kimseleri esir almışlardı. Aralarında Sümâme de vardı. O Allah Rasûlü'nün düşmanı ve kam dökülmeyi hak etmişti. Müslüman askerler onu tanımadılar. Hz. Peygamber onu görünce tanı­dı ve adamlarına şöyle buyurdu: "Kimi yakaladığınızı biliyor musu­nuz? Bu Sümame'dir, ona iyi muamele ediniz!"

Hz. Peygamber Sümame'yi mescitte bir direğe bağlattı. İhtimal ki Rasûlullah bu uygulama ile Sümame'nin mescidin ortamından, orada yapılan zikir, ibadet ve namazda gerçekleşen eşitlik, yakarış ve huşu-dan etkilenmesini ummuştu. Rasûlullah evine dönüp ailesine ne yiye­cek varsa toplayıp Sümame'ye gönderilmesi emrini verdi. Ayrıca sabah akşam devesinden sağılan sütün ona içirilmesini buyurdu.

Bir süre sonra Hz. Peygamber ona giderek şöyle buyurdu: "Ey Sü-mame sana ne oluyoı? Allah seni benim elime düşürdü (gördün) mü?"

Bu esnada imanın nuru Sümame'nin kalbine işlemiş bulunuyordu. Fakat bunu belirli bir zamana saklamaya karar vermişti.

Rasûlullah'ın sorusuna şöyle cevap verdi: "Ya Muhammed! Dedi­ğin oldu. Eğer (beni) öldürürsen, istenen bir kanı döküp beni öldürmüş olursun. Affedersen teşekkürle karşılaşırsın, (serbest bırakılmam karşı­lığında) dünyalık istersen, (istediğin) verilecektir."

Hz. Peygamber (karşılıksız olarak) Sümâme'yi bıraktı. İki gün gö­rüşmeler yapıldı. Her bir konuşmada Sümâme'nin cevabı ilk günkü gi­bi oldu.

Sanki Peygamber Sümâme'nin benliğinde tevbe girişimlerinin, dönüş müjdelerinin belirtilerini görmüştü. Arkadaşlarına: "Bırakın onu!" emrini verdi: Sümâme'yi serbest bıraktılar. Rasûlullah ona: "se­ni affettim" buyurdu.

Sümâme vakur adımlarla mescitten çıktı. Fazla uzağa gitmeden gusül abdesti alıp temizlendi, giysisini de temizledi. Hz. Peygamber'e süratli bir şekilde gelerek şunları söyledi: "Ya Muhammed! daha önce hiçbir yüze senin yüzün kadar buğzetmedim, hiç bir dine senin dinin kadar kızmadım, hiç bir şehre senin şehrin kadar öfkelenmedim. Sim­di senin yüzünden daha çok sevdiğim bir yüz, senin dininden daha çok sevdiğim bir din, senin şehrinden daha çok sevdiğim şehir yoktur. İşte ben kelime-i şehâdeti söylüyorum: Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhe-dü enne muhammeden Rasûlullah."

Görülüyor ki Sümame, serbest bırakılıp hür olduktan sonra İslâm dinine girdiğini açıklamıştır. Daha önce iman ettiğini beyan edecek ol­saydı, "Esir olduğu için İslâm'a girdi" denilebilirdi.

Hz. Peygamber'in müezzini, Bilâl-i Habeşi'yi de vahdaniyet ve kelime-i tevhid uğrunda hürriyet aşığı olarak görmekteyiz.

Hz. Bilâl ilk müslüman olanlardandır. Müslüman olduktan sonra, dini uğrunda çeşitli azap ve işkencelere tabi tutuldu. Bunları sabırla göğüsleyip tahammül etti.

Müşrikler Bilâl'e demirden zırh giydirip kendisini güneş altında bir yere bağlarlardı. Bazen yerde sürükledikleri olurdu. Bilâl onların elinde köle idi. Ona bu işkenceleri dininden çıkarmak veya hür bir şe-Jcilde (dilediği gibi) inanıp gönül verdiği dinine olan bağlılığını zayıf­latmak için yapıyorlardı.

Onlar işkence ettikçe o dini hissinde hürriyetine daha sıkı sarılı­yor, "Allah bir... bir... bir..." sözünü daha çok söylüyordu.

Hz. Ebubekir onu satın alıp azâd edinceye kadar işkence görmeye devam etti. Bilâl-i Habeşi rabbinin yolunda büyük cihad etti, Hz. Peygamber'le birlikte tüm savaşlara katılmış, parola edindiği "Allah bir..." inancı üzere ve inanç hürriyeti üzerinde titizlikle durarak vefat etmiştir.

Nevevi'nin Tehzib'ul Esma'smâa rivayet ettiğine göre Bilâl-i Ha­beşi Hz. Ebubekir'e şunları söylerken de bu özelliğini ortaya koyuyor: "Eğer sen beni kendin için satın aldınsa beni alıkoy. Ama beni Allah için satın aldın ise bırak beni de Allah için (dilediğimi) yapayım."

Hz. Ebubekir onu ancak Allah rızası için azat etmek üzere aldığı­nı söylemiştir.

Hürriyet aşkı yücedir. Bazen öylesine ulvileşir ki insan, kendisi için olduğu gibi, başkasının özgürlüğü uğruna da hürriyete aşık olur.

Başkalarının hürriyeti uğruna hürriyete aşık olmanın, Kur'an bize örneğini vermektedir. Şöyle ki:

Firavun'un kavminden imanlı bir kimse, Musa aleyhisselam'ın bir takım rabbani deliller ve ilahi mucizelerle gelip insanları Allah'ın dini­ne davet ettiğini görür. Fakat Firavun bu çağrıya olumlu cevap vermez ve inanmaz. Aksine etrafa tehdit ve korku salar, İsrailoğullarının er­keklerinin öldürülmesini, kadınlarının bırakılmasını emreder. Böylece onları alçak düşürüp aşağılamak ister. Daha sonra Firavun Musa'yı öl­dürmeye yeltenir.

İşte bu sırada ortaya imanlı bir adam çıkar, Kur'an'da "Fir'avun'un halkından inanmış'bir adam" olarak bildirilen bu zât kendisini feda edercesine kahramanca fırlayarak küfrün azgınlığına karşı durup par­layan bir imanı destekler. Bu iman eden topluluğun hürriyetine kavuş­ması için onları savunur. Bunu yaparken karşılaşacağı işkenceye belki canını bile verecek olmasına aldırmaz.

Bu imanlı adam Firavun'a ve adamlarına açıktan karşı durarak on­ları Allah'tan gelecek azap ile korkutur.

"Size söylediklerimi yakında anlayacaksınız. Ben işimi Allah'a ıs­marlıyorum. Şüphesiz Allah çok iyi görendir" (Mü'min/44) sözlerini tekrarlayarak hak ve iman taraftarlarını destekler.

Kur'an bu zatın durumunu aşağıdaki ayetlerde anlatmaktadır:

Andolsun ki biz Musa'yı mucizelerimiz ve apaçık hüccetle Fira­vun, Hâmân ve Karun'a gönderdik. Onlar: "Bu çok yalancı bir si­hirbazdır!" dediler.

İşte o (Musa), tarafımızdan kendilerine hakkı getirince "Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bıra­kın!" dediler. Ama kâfirlerin tuzağı elbette boşa çıkar.

Firavun, "Bırakın beni?" dedi "Musa'yı öldüreyim, varsın rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden, yahut yer­yüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum."

Musa da, "Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de rabbim, sizin de rabbiniz (olan Allah)'a sığınırım" dedi.

(Bu sırada) Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mü'min adam şöyle dedi: "Siz bir adamı, rabbim Allah'tır dediği için öldü­rür müsünüz? Halbuki O size rabbinizden apaçık mucizeler de ge­tirmiştir. Bununla beraber eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer doğru sözlü ise sizi tehdit ede geldiği (azabın) bir kısmı olsun sizin başınıza gelir. Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kim­seyi muvaffak etmez." (Mü'min/23-29)

Bu imanlı adamın uyarılarına rağmen Firavun kendisine yapılan nasihate karşılık kibirle ve inatla iman etmemekte direniyordu. Böyle­ce akıbet gelip çatıyor. Ne oluyor?

Nihayet Allah onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden bu zâtı korudu ve Firavun'un kavmini ise kötü bir azap kuşatıverdi. (Azaptan biri de) ateştir ki, onlar sabah akşam buna sokulurlar. Kıyametin kopacağı gün de "Firavun'un ailesini azabın en çetini­ne sokun!" (denilecek).

Zaman geçiyor, kader, bir kitabın yaprağını çevirir gibi yılları çe­viriyor. Ufukta şerefli bir hürriyet aşığının parlamakta olduğunu görü­yoruz. Bu hürriyet aşıkları hür bir idareyi, hür bir halkı, hakka lâyık hür bir milleti savunmak uğrunda aziz canlarını hiçe sayarak seve se­ve vermişlerdir.

Burada sözünü ettiğimiz Hz. Peygamber'in torunu, gönül çiçeği, kerbelâ şehidi ve şehitlerin babası Hz. Hüseyin'dir.

Bu aziz şehidi tanımak için yazar Akkad'ın Şehitlerin Babası isim­li eserindeki seslenişini dinlememiz yeterlidir.

Yazar Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'ya çıkışını anlatırken şöyle diyor:

Hz. Hüseyin'in giriştiği hareket, dini bir davet veya siyasi bir ha­reket olarak tarihin ender şahit olduğu hareketlerdendir. Bu hare­ket, her gün tekrarlanan bir hareket olmadığı gibi, onu her adam gerçekleştiremez.

Bu harekette isabetli olmak söz konusu ise tek söz ile, bir cihetten doğruluktan söz edilemeyeceği gibi, hata sözkonusu ise ihtilafsız tek sebebe dayalı bir hatadan da söz edilemez.

Bu harekette örf öyle bir noktadadır ki doğruların en doğrusu ile hataların en hatalısı arasında tesadüf ve tevafukun en küçük fak­törü rol oynamıştır.

Bu öyle bir harekettir ki onu ancak bu gibi hareketler için yaratı­lanlar gerçekleştirebilirler. Çünkü böyle bir hareket başkalarının gönlünden bile geçmez.

Bu öylesine nadir görülen bir harekettir ki onu nadir insanlar ger­çekleştirir. Onlaf bu meydanın adamı olmayanların yaptığı boş şey­lere değer vermezler ve onların yaşantı düzeninde yaşamazlar. Zira onların hissettiği, anladığı ve istediği şeyler birbirinden farklıdır.

Hz. Hüseyin'in hareketi siyasilerin planladığı bir darbe hareketi olmadığı gibi ticari pazarlıklar üzerine oturan bir hareket de değil­dir. Bu hareket dünya hükmü üzerine inecek bir araç da değildir. Bu hareket kendisinin ve dünya görüşünün inandığı şeye boyun eğdiği bir harekettir. Bu hareketin sahibi inanmaktadır ki o imana tüm insanlar inanmalı başka bir inanca gönül vermemelidir. Bu haliyle dünya onu kabul ederse, o da dünyayı kabul eder. Şayet dünya onu kabul etmezse yok olmakla yaşamak onun için aynı se­viyededir. Hatta bu durumda ölmek daha zevklidir;

Demek oluyor ki bu hareket bir takım dünyalık plan ve pazarlık­lar ile mukayese edilemez.

Akkâd daha sonra bazı tarihçilere işaretle şunları söylüyor:

Bunlara yaraşan şu idi ki Hz. Hüseyin'in nefsindeki inanç mesele­si bir mizaç ve pazarlık meselesi değildi. O İslâm'ın hükümlerine en güçlü bir iman ile inanan bir adamdı. O inanıyordu ki dinin koyduğu sınırların çiğnenip ihlâl edilmesi, inananları ve İslâm dünyasını kuşatan en büyük belâdır. Bu belâ hem şu anı hem ge­leceği kapsamaktadır. Çünkü o, bir müslümandır. Çünkü o Hz. Muhammed'in torunudur. (Sina'dan) bir kimsenin müslüman olması sadece onun hidayete ermesidir, Hz. Hüseyin'in müslüman-lığı ise hem nefsinin hidayete ermesi, hem de evinin şerefidir.

Akkad daha sonra şunları ilave ediyor:

Hz. Hüseyin'in hareketi aracı ne olursa olsun yapılan ve bedeli ödenerek Hüseyin'in menfaati için sebepleri yerine getirilmiş bir hareket değildir. Bunun gerekçesi açıktır; çünkü onun yaptığı şey kendi razı olduğu şartlarıyla hilafeti istemiş olmasıdır. Hz. Hüse­yin, bedeli neye mal olursa olsun hırsı ile ve bir ganimet gibi hi­lafeti istememiştir. (Belki) şehitlerin hatası buradadır, (denebilir. Fakat) sen de bil ki: şehitlerin doğruluğu buradadır.

Vurulacağını bile bile savaşa girip vurulan olmasa kim şehit ola­cak? (Şehit olacak kimse böyle davranmak zorundadır.) Çünkü re­alite onu arkasında desteksiz bırakır ve emeli olan şehitlik hedefi­ne varmasına engel olur.

Kendini tabiatının zıddı şeylerle yükümlü kılıp, insan tabiatında hayrı gerçekleştiren kişi de olmasa kim şehid olacak? Zira hayır pek değerli, dünya ise hayra karşı pek cimridir.

(Şehit böyle davrandığı için) ezelden beri şehitler (bu seçimleri ile) hata ederler. (Onlar bu hatayı işlemeyip) realiteye göre doğru davransalardı şehit olamazlardı. Dünya da şehitlik fazileti ile şereflenmezdi.

Hz. Hüseyin'in, gerçek hilafetin gereklerinin yerine getirilmediği bir zamanda ona talip oldu. Şöyle de diyebiliriz: Hz. Hüseyin, dünya devletinin hilafet konusunda hilafetin sahiplerine cimri davrandığı, türlü araçlarla hilafetin üzerine çullandığı bir zaman­da hilafete talip oldu.

Hz. Hüseyin'in (hakka) çağrı ve ikna etmeye verdiği Önem, (bir ta­kım) düzenlemelere ve hilafetin hakkı olduğu hususunda karşisın-dakileri ilzam etmeye (çeşitli yollarla susturmaya) verdiği önem­den daha çoktur.

Tarih sahnesinde yüksek değeri olan hürriyet dallarından birinde; dini düşünce hürriyeti alanında bir hürriyet aşkının daha parladığmı görmekteyiz.

Sözünü ettiğimiz kişi İbn Teymiye'dir. Merhum, İslâm dinini sa­vunma ve müslümanlara hizmet etme yolunda pek çok sıkıntılara gö­ğüs germek zorunda kalmıştır.

İbn Teymiye Tatar (Moğol) saldırısı karşısında İslâm toprağını ko­rumak için yapılan cihada katılmıştır. Çevresindeki insanlar kaçtığı sı­rada o bir sütun gibi yerinde kalmıştır. Tatar kralının karşısına çıkıp ona ağır sözler söylemiştir. Orada bulunanlardan biri durumu şöyle an­latıyor:                    i

Kral'm huzurunda İbn Teymiye ile birlikte ben de vardım. O, Ta­tar sultanına Allah'ın ve Peygamber'in adalet hakkındaki sözlerini nakletmeye başladı. Konuşurken sesini yükseltiyor, kendisine yaklaşıyordu. Bununla beraber Sultan ona ilgi gösteriyordu. Göz­leri faltaşı gibi açılmış vaziyette söylediklerini dinlemekte, ondan yüz çevirmemekte idi.

Sultanın kalbinde onun heybeti ve sevgisi peyda olmuştu. "Kim bu adam? Ben onun benzerini görmedim. Bunun gibi gönlü sağ­lam, söylediklerini karşısındakinin kalbine sokan ve bundan daha çok kendisine boyun eğdiğim adam görmedim" dedi.

İbn Teymiye'nin durumunu, bilgisini ve bildiklerini uygulayan bi­ri olduğunu kendisine anlattılar.

ibn Teymiye İslâm dinini yenileyen müceddidlerden biri idi. Dini düşünce alanında çok çalışırdı. Dinin (Hz. Peygamber'in sağlığındaki gibi) yenilenmesine son derecede aşık idi.

Hem ayak takımı, hem de zengin ve güçlü kimseler merhuma sal­dırdılar. Ona karşı (zamanın) sultanından yardım isteğinde bulundular. Fakat o fikrini değiştirmedi ve heybetli bir dağ gibi fikrinde sabit kaldı.

Zalimler, dini konuda hak olduğuna inandıklarından dönmesi için ibn Teymiyye'yi defalarca hapsettiler. Ama o hiç sarsılmadı ve onlara teslim olmadı. Aksine düşüncesi ve inancı uğrunda hapishaneyi mer­haba diyerek karşıladı.

İbn Teymiye hapishaneye atılıp odasının kapısı kapatıldığında şu ayeti okudu:

Nihayet onların arasına, iç tarafı rahmet, dışı azap bulunan kapılı bir sur çekilir. (Hadid/13)

Demek oluyor ki hapishane içi ona göre nimet, dışı azaptır. Hür­riyet yer ile değil insanın ruhu ile ölçülür.

O, hak ve hakikati baş tacı ederek şunları söylüyor:

Düşmanlarım bana ne yapabilir? Benim cennetim ve bağım bos­tanım gonlümdedir. Ben nereye gitsem cennetim benden ayrılmaksızm benimle birlikte gider. Benim hapsim halvet, öldürül­mem şehitlik, memleketimden sürgün edilmem seyahattir!

Görülüyor ki onun cenneti gönlündedir. Zira gönlünde yakın de­recesinde iman vardır. Gönlünde yaptığı işlerin ve basiretin nuru, rab-bine olan güveni vardır. Düşmanları ona ne yaparlarsa yapsınlar, kal­bindeki imanı çekip çıkaramazlar.

Onun hapsi halvettir. Mahpusluğu sırasında araştırma ve mütala­aya zaman bulmakta, ilim ve marifetini artırmakta şehvet ve lezzetler­den uzaklaşmaktadır.

Onun öldürülmesi şehitliktir. Çünkü o bir cihat eri ve savaşçısıdır. Hayatını cihad ile geçirmiştir.

Daha çocukluğunda ilim tahsili yolunda cihad etmiştir. Daha son­ra İslâm vatanı uğrunda cihad etmiştir. Din yolunda cihad etmiştir. Zi­ra o dinin emirlerini yayıp, davetini yaygınlaştırmıştır. Hak uğrunda da cihat etmiş, hak olduğuna inandığı şeyi hiç bir engel ve itiraza aldır-maksızm açıkça söylemiş, onun gerçekleşmesi için çalışmıştır.

Onun memleketinden sürülüp çıkarılması, Allah yolunda bir seya­hattir. Şunun anlaşılması yeterlidir ki, insanlar biliyor ki İbn Teymi-ye'yi günahkarlar sürgün etmişlerdir. Tâ ki insanlar onun dininin gerçeklerini ve prensiplerini savunduğu için sürgüne gönderildiğini hatır­lasınlar. O sürgün edilmekle sürgün edildiği yerlerde insanlann daha çok bilgilenmesini sağlamak ve davetini orada-burada yaymak suretiy­le hayır kazanmaktadır.

İbn Teymiye'nin büyüklüğünü ortaya koyan şu söz ne güzeldir?

Ben nereye gitsem, cennetim benden aynlmaksızın benimle bir­likte gider. Benim hapsim, halvetimdir. Benim öldürülmem şehit­lik, memleketimden sürgün edilmem seyahattir!

Aziz ve paha biçilmez değerde olan vatan denilen varlığın hürri­yet içinde olması için aşıklara mutlaka ihtiyaç vardır. Vatan aşıklarının sayısı ne çoktur ve onlarla ilgili ne çok haberler vardır.

Şair Şevki'nin dediği gibi vatan doğum yeridir, gönül tellerini tit­reten faktörlerin toplandığı, ecdat ve ataların içinde yattığı yerdir. Va­tan aynı zamanda aşkların yaşandığı, oyunların oynandığı, gençlerin gelin güvey olduğu ve gelin alaylarının geçtiği, rızık aranan ve bulu­nan bir yerdir.

İbn Rûmi çok eskiden memleket aşkının ve vatan sevgisinin şar­kısını şu şiirinde söylemiştir:

Benim bir vatanım var Onu satmamaya yemin ettim Benden başkaları Sahibi olamaz memleketimin Gençlik nimetlerimin hepsini Orada yaşadım, orada tatdım Vatanımın halkı hep ona aşıktır ki İnsan vatana öylesine alışır ki Kişinin ruhuna olur beden Vatan yok olursa yok olur ten Her vatan kendi halkına sevimli gelir Gençlerin ihtiyacı o vatan içindedir Vatanın adını duyan sarsılır derinden Hatıralar coşar çıkar da yerinden

Günümüzde vatan aşıkları, Allah'ın yeryüzündeki süsü olan Mı­sır'a öyle bir sevgi ile yöneliyorlar ki bize vatan sevgisi, hürriyet aşkı nasıl olurmuş göstermek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bunlardan biri olan Mustafa Kâmil şöyle der:

Hayatta ümitsizlik yoktur. Ümitsizliğin olduğu yerde hayat yoktur.

Bir diğer sözünde şöyle diyor:

Bana "vatanın yok!" diyorlar. Ben diyorum ki: "Vatanım var, ben içimde hissettiğim sevgi ile onun varlığını yakalamaktayım. Ben vatanımı öyle seviyorum ki onun sevgisi tüm sevgilerin üzerine çıkmaktadır. Ben tüm gücümü vatanım üzerinde sarfedip, onun uğrunda gençliğimi sarfedip hayatımı vatanıma vakfedeceğim."

Bir başka sözünde ise şöyle diyor:

Biz kendimiz için değil, vatanımız için çalışıyoruz. Zira biz yok olacağız ama vatan var olmaya devam edecektir?

Hürriyet aşkı ve aşıkları konusu, güzel ve uzun bir konudur. Bu­raya kadar söylediklerimiz, bir sembol ve işarettir.

Hürriyet aşıkları konusu ne kadar detaylı anlatılsa, ona ne kadar geniş yer ayrılsa, onunla ilgili ne kadar çok söz söylense yeridir.

 

Zaferin Bedeli Vardır

 

SORU: İslâm'ın ilk döneminde şehid olanların kahramanlıklarına dair bilgi verir misiniz?

CEVAP: İslâm güneşi doğup Hz. Peygamber'in daveti başladığında Allah'ın askerleri ile şeytanın adamları arasında mücadele başladı.

ilk müslümanların yolu gül ve fesleğenlerle süslenmiş değildi. Za­feri garanti eden, sürekli galip gelmeyi sağlayacak araç ve gereç yoktu.

İlk dönem müslümanları inançları ve yayılması için emek verdik­leri davetleri uğrunda sıkıntılara göğüs gererek çalıştılar, mücadele et­tiler. Bu yolda yaralandılar, ah u vah ederek sıkıntılar yaşadılar, sonra şehitler verdiler.

İşte inanç ve prensip sahibi insanlar böyledir. Zira inançlı ve sa­dık cihad adamı kendisini ve duygusunu dininin ve akidesinin isteğine teslim eder. O her zaman sıkıntıları yüklenmeye, güçlükleri göğüsle­meye hazırdır. O ruhunu savaşın içine atarken düşmanın baskısından, hilebazın tuzağından, alçakların hainliğinden korkmaz.

Onun dayanağı Allah'tır, hak açık seçik ve ortadadır. Allah'ın lütuf ve keremi ile sonuç garanti ve güven altındadır. Ya zafer ile üstünlük veya şehadet nimeti elde edilecektir. Allah sabredenlerin dostudur.

Hz. Peygamber'in ashabı ihanetin, tuzağın, aldatmacanın en şid­detlilerini gördüler, yine de zaafa düşüp gevşemediler. Bilakis karşılaş­tıkları tüm güçlükleri hiçe sayıp kendilerini ve araç gereçlerini hazırla­yarak güçleri yettiğince görevlerini yerine getirdiler. Bundan sonrası yaratıcıları olan Allah'ın elindedir. Zafer elde ederlerse büyüklenmez, şımarmaz, hezimete uğrarlarsa ümitsizliğe kapılmazlar.

Onların durumu şudur: Ya onurlu bir zafer veya şehitlik nimeti el­de etmek. Allah sabredenlerin dostudur.

İslâm'ın ilk dönemlerindeki müslümanların yaşadıkları en kritik günlerinden birisi "Raci günü"dür.

Raci gününün ne olduğunu nereden bileceksin? Bu kritik gün Hic­retin 36. ayında meydana gelmiştir. Yine bunun kadar kritik bir gün olan "Maune Kuyusu" günü vardır. Bu da Uhut savaşından dört ay sonra Safer ayında olmuştur.

Raci gününde Udal ve Kârra kabilelerinden bir grup insan ihanet ve kötülükte bir alçaklık örneği göstermişlerdir.

Bunlar Kur'an'ı ve İslâm dininin hükümlerini öğretmek üzere Ra-sûlullah'tan istekte bulunmaya geldiler. Böylece bir süre müslümanlar arasında kaldılar.

Hz. Peygamber bunların isteğini olumlu karşılayarak bunlarla bir­likte hicretin üçüncü yılı sonlarında sahabeden altı kişiyi gönderdi.

Yakut el Hamevi Mucem'ul Büldârimda gönderilenlerin yedi kişi olduğunu söylüyor ve şair Hassan'm bunlara ağıt olarak söylediği beş beyti zikrediyor. Hamevi, şairin bu olayda öldürülenlerin hepsinin adı­nı zikretmiş olduğunu ifade ediyorsa da, Hassan ancak beş kişinin adı­na şiirinde yer veriyor. Bunların sayısı hakkındaki farklı görüşler önemli bir konu değildir. Önemli olan olayın vuku bulma şeklidir. Bu olaya katılan sahabiler Raci denilen yere vardıklarında başlarına gelen acı şeylerdir.

Raci, Hicaz bölgesinde Hüzeyl kabilesine ait bir suyun bulundu­ğu yerin adıdır. Burası Asfahan'a 8 mil uzaklıktadır.

Âsim b. Sabit bu grubun başkanı idi. Bu sahabi grubu yolda iken Hüzeyl kabilesinden yüz kadar müşrikin haince saldırısına uğradılar. Kâfirler kılıç ve mızraklan ile onlara hücum etmişlerdi. Yüksekçe bir tepeye çıkmalarının bîr faydası olmadı. Zira hainler, onlara "yanımıza gelirseniz sizden hiçbir kimseyi öldürmeyeceğimize söz veriyoruz" demişlerdi. Sahabe grubunu oluşturanlarından bazılan bu verilen söze kandılar. Sonuçta bunlann çoğu Öldürülüp, geri kalanlar esir edildiler.

Bu aziz mücahitleri burada tanıtmamız iyi olacaktır.

Raci şehitlerinden birisi Âbid b. Mersed b. Ebi Mersed el-Gan-vî'dir. Hicretten sonra Hz. Peygamber Âbid'i Evs b. Samit el-Ensari ile kardeş yapmış idi.

Hz. Âbid değerli bir İslâm şairi idi. Kendisi savaşlarda esir edilen­lerin yöneticiliğini yapardı. İslâm'ın ilk yıllarında vefakar ve fedakar kahramanlardan idi.

Hz. Abid önemli fedailik görevleri üstlenmiştir. Güçlü bir bedene ve kuvvetli pazulara sahip idi.

Hicretten sonra gizlice Mekke'ye gider oradaki zayıf düşmüş esir müslümanlan (kurtararak) Medine'ye getirirdi.

Bir keresinde cahiliye döneminde dost olarak yaşadığı bir kadın kendisini görerek gecelemek üzere Abid'i yanında kalmaya davet etti ise de o bu teklifi kabul etmeyip: "Allah (c.c) fuhşu haram kıldı" dedi. Kadın (isteği reddedildiği için kızarak) halkına onun olduğu yeri gös­terdi. Fakat Hz. Allah onu kurtardı da din kardeşleri olan esirleri alıp Medine'ye götürmeye muvaffak oldu.

Raci gününde Hz. Abid müşriklerin vaad ve sözlerine inanmamış­tı. Sonunda dengesiz bir ortamda dövüş başladığında savaş alanında şehit düşünceye kadar vuruştu, vuruştu, vuruştu, vuruştu...

Onunla birlikte iki kişi daha şehit edildi. Bunlardan birisi Hâlid b. Kebir el-Leysi el-Kinâni'dir.

Hz. Halid Bedir savaşma katılanlardandır. Hz. Peygamber Halid'i Bedir savaşı öncesinde Abdullah b. Cahş ile birlikte bir grup muhacir ile beraber Kureyş kervanı üzerine göndermişti.

Bu grup Amr b. Hadrami'yi öldürmüştü. Cenab-ı Hak bunlarla il­gili olarak şu ayeti indirmişti:

Sana haram aydan ve o ayda savaşmanın doğru olup olmadığın­dan soruyorlar. De ki: "Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i Harâm'ın ziyaretine engel olmak ve halkı ondan çıkar­mak Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmek­ten daha büyük bir günahtır." (Bakara/217)

Hz. Hâlid Raci günü yapılan savaşta 34 yaşında iken şehitlik ni­metine nail oldu.

Raci günü kahramanlarından biri de asılarak şehid edilen Hubeyb b. Adiy'dir. Hz. Hubeyb gece ve gündüz çok ibadet edip oruç tutan bir kimse idi. Hz. Peygamber onu, gene kendisi gibi bir şehid olan Umeyr b. Ebi Vakkas ile kardeş yapmıştı.

Hubeyb, Bedir savaşma katılmış, bu savaşta Haris b. Âmir'i öldür­müştü. Raci günü esir edilen Hubeyb'i Hâris'in oğulları satın alıp, ba­balarının intikamını almak üzere öldürmek hususunda çok hırslı idiler.

Onu esir alanlar bir süre Mekke'de hapsettiler. Hubeyb kesinlikle ken­disinin öldürüleceğini anlamıştı. Hapsedilmekte olduğu Haris'in evin­de iken, Haris'in kızından bir bıçak istedi. Bunu Ölüme hazırlanmak üzere temizlenmek için istemişti. Kadın Hubeyb'in istediğini oğlu ara­cılığı ile gönderdi. Hubeyb çocuğu dizi üzerine oturtarak, onunla hoş bir şekilde oynamaya başladı. Bu durumu gören anne, Hubeyb'in inti­kam almak maksadıyla çocuğu öldüreceğini sanarak korku ve telaşa kapıldı. Durumu anlayan Hubeyb kadına şunları söyledi: "Onu öldüre­ceğimden mi korkuyorsun? Ben bunu yapacak değilim!"

Daha sonraları kadın şöyle demiştir: "Hubeyb'den daha iyi bir esir görmedim."

Rivayet olunduğuna göre daha sonra müslüman olmuş ve şöyle demiştir: Hubeyb benim evimde hapis bulunuyordu. Bir gün kendisini gözetledim: elinde insan başı büyüklüğünde bir üzüm salkımı vardı, bu salkımdan yemekte idi. Oysa ben yeryüzünde öyle üzüm salkımı olan bir yer bilmiyordum. Öldürüleceği zaman yaklaşınca bana "Bana öldü-rülmezden önce (traş olmak ve) temizlenmek üzere ustura gönder" de­di. Mahalleden bir oğlan çocuğuna usturayı verip çocuğa: "Bunu şu adama ver!" dedim. Yemin olsun ki çocuk usturayı götürdü. Ben ken­di kendime: "Ne yaptın? Vallahi adam çocuğu öldürüp intikam alacak, bir adama karşı bir adam" dedim. Çocuk bıçağı verince aldı ve çocu­ğa: "Ömrüne yemin ederim ki annen korkmadı da bu usturayı gönder­di" dedi ve çocuğu gönderdi.

Kâfirler öldürmek üzere Hubeyb'i Mekke dışına, Ten'im denilen yere çıkardılar. Orada büyük bir darağacı kurarak onu asmak için ge­rekli hazırlıkları yaptılar.

İmanlı ve sabırlı Hubeyb bu sırada onlara "Bırakın iki rekat na­maz kılayım!" dedi. Kendisine izin verdiler. İki rekat namaz kıldı ve şunları söyledi: "Yemin ederim ki korktuğumu sanmasaydınız daha çok namaz kılacaktım!"

İşte bugünden sonra idam edilecek kimsenin iki rekat namaz kıl­ması sünnet olmuştur. Zira bu eylem Hz. Peygamber zamanında yapılmış, Rasûllulah böyle bir uygulamanın yapılmasına itiraz etmemiştir. Hz. Hubeyb cesaret ve kahramanlıkla şöyle dua etmiştir:

Allahım! Onları tek tek say, her birini kesinlikle yok et, öldür. On­lardan hiç birini bırakma.

Hubeyb'i kocaman darağacına bağlayıp, gönüllerini serinletmek için ona yapılacakları seyretmek üzere gelmişler, ona yapılan işkence­yi seyretmekten zevk alıyorlardı.

Fakat o onlara hiç aldırmıyor, zaaf göstermiyor, aksine aşağıdaki şu şiiri söylüyordu.

Toplandı etrafıfrıda kabileler

Üşüşüp üzerime yanımda tepinmedeler

Aralarında çocuklar ve kadınlar

Benim ise yanımda sadece uzunca bir kötülük var

Hepsi bana karşı azılı bir düşman Bağladılar beni kımıldayamıyorum bir an

Başıma gelenlerden kime ne diyeyim?

Ancak dilerim ki onları Allah'a şikayet edeyim.

O arşın sahibi bana verdi sonsuz sabır Doğradılar etimi yerlere döküldü sapır sapır

Tüm bunlar inandığım rabbim için oluyor O dileyince her şeye rağmen bereket doluyor.

Kâfirler bana ya ölüm veya küfür dediler Gözümden akan sevinç yaşlarını görmediler.

Ben korkudan düşmana baş eğmeyecek bir erim Çünkü sonunda Allah'ın huzurudur gidecek yerim

Aldırmam nasıl düştüğüme yeter ki İslâm olarak öleyim Sayısız şükür rabbime, ben O'na kulum köleyim.

Kâfirler Hubeyb'in huzur içinde oluşuna ve yapılan işkencelere rağmen sebatına şaşıp kaldılar. Onlar, Peygamber'e kötü şeyler söyle­mesi veya İslâm davetinin fena bir şey olduğunu söylemesi karşılığın­da, serbest bırakmayı teklif ederlerse Hubeyb'in bunu kabul edeceğini sandılar. Çünkü insanda yaşama sevgisi güçlü ve derindir. Bazı kimse­ler ayakta duramayacak kadar yaşlanır, buna rağmen yaşama sıkı sıkı­ya bağlıdır.

 

Bu zavallılar Hubeyb'in inancı uğruna ölümü yaşamaya, Allah'ın katında olanı dünyaya tercih etmeye can attığım unuttular.

Hubeyb direğe bağlı iken kâfirlerden biri ona yönelerek: "Sen evinde rahat içerisinde iken Muhammed'in elimizde olup boynunun vurulmasından hoşlanır mısın?" dedi. Hubeyb'in içten ve azimli bir şe­kilde buna cevabı şöyle oldu: "Yemin ederim ki, ben sağlık içinde ai­lemle evimde otururken Rasûlullah'a bir dikenin eziyet vermesine kat­lanamam!"

Daha sonra Hubeyb başını göğe kaldırarak şunları söyledi: "Alla-hım! Biz Peygamberi'nin mesajını ulaştırdık. Allahım! Peygamberine düşmanlarımızın bize ne yaptığını ve benim selamımı bildir."

Hubeyb'in imanı sayesinde sergilediği kalp huzuru ve sebatı kâfir­lerin sabrını tüketti. Ondan aşın bir şekilde intikam almak isteyen be­yinsiz alçaklar, ellerinde kılıç, ok ve mızraklar olduğu halde Hubeyb'in etrafını sardılar. Hepsi birden kılıçları vurmaya, okları atmaya ve mız­rakları saplamaya başladılar. Hubeyb son nefesini verene kadar vurdu­lar vurdular vurdular.

Fakat bu nefesler Allah'a kavuşma günü olan ahirette cehennem alevi olup bu günahkarları kasıp kavuracaktır.

Raci gününün kahramanlarından biri de Abdullah b. Tank b. Amr el-Belvi'dir. Bu değerli sahabi Ensar'dan Beni Zafer'in dostlarından idi. Uhut ve Bedir savaşlarına katılanlardandır.

İşte bu zât da Hz. Peygamber'in Udal ve Karra kabilelerinden bir grupla birlikte gönderdiği ekipten ve Raci olayını yaşayan altı kişiden biriüir. Esir edildikten sonra şehid edilenlerdendir.

Esir edildiğinde yolda götürülürken düşmanın gafletinden yararla­narak bağını çözmüş, kılıcını çekerek korkusuzca kendisini götürenle­re saldırarak uzaklaşmaya çalışmıştır. Onu ellerinden kaçıranlar arka­sından taşlamak suretiyle onu öldürmüşlerdi. Kabri Zahrân'dadır.

Raci gününün kahramanlarından biri de Peygamber sevgisi ile do­lu şehid Zeyd b. Desns el-Ensari'dir. Bedir ve Uhut savaşlarına katılan Abdullah buralarda en iyi şekilde imtihan vermiş bir yiğittir. Raci gü­nü hain düşmanın hilesine kanıp onların yanına giden Abdullah'ı Mek­ke'ye götürerek azılı düşmanı olan Safvan'a sattılar. Safvan o sıralarda müşriklerden idi.

Abdullah'ı imanından döndürmek için gayret sarfeden düşmanla­rı, onun küfre dönmesinden ümitlerini kesince ölüm cezasını uyguladı­lar. O da Hubeyb gibi öldürülmezden önce iki rekat namaz kılmak is­tedi ve kıldı. Bu yaptığı sanki rabbine kavuşmanın ön hazırlığı idi. Ni­tekim daha sonra azgın müşrikler, bu savunmasız kahramanın boynu­nu vurdular. Onun ruhu ise şu ayette bildirilen mükafatını almak üzere rabbine doğru yükseldi...

Allah'ın muttaki kulları cennetlerde ve ırmakların başında, güçlü, Yüce Allah'ın huzurunda hak meclisindedirler. (Kamer/54-55)

Raci gününün kahramanlarından biri de değerli sahabi, Ebû Sü­leyman Âsim b. Sabit el-Ensâri'dir. Hz. Âsim Allah'ın ve Rasûlullah'ın davetine süratle cevap verenlerdendir.

Hz. Peygamber, Âsım'ı büyük kahraman şehid Abdullah b. Cahş ile kardeş yapmıştı. O Abdullah ki Allah yolunda şehit olmayı, Allah katında tanıklık etmek üzere vücudunun düşmanlar tarafından parça parça edilmesini isteyen bir yiğittir. Nitekim bu dileği yerine gelmiştir.

Bir şeye benzeyen benzediği şeyi kendine çeker. Kahramanın den­gi kahraman olur.

Âsim b. Sabit Büyük Bedir savaşına ve Uhut savaşma katılmış­tı. Bu savaşta kâfirlerin azgınları ve müşriklerin zebanileri ile boğuş­muştu.

Müşriklerden Sülafe adında bir kadının iki oğlunu Hz. Âsim bu savaşta öldürmüştü. Bunun üzerine kadın eğer Asım'ın başını ele geçi­rirse, kafatasında şarap içmeye yemin etmişti. Hz. Âsim Raci gününde yiğitçe dövüşüyordu. Öylesine ki bitinceye kadar okunu attı. Kırılınca-ya kadar mızrağını kullandı. Son silahı olan kılıcını sıyırıp (önüne ge­lene) vurmaya başladı. Bir ara kalbindeki Allah'ın nuru sayesinde şehit olmasının yaklaştığını anladı. Çok gayret sarfetti. Kendisi hiç bir kâfi­re dokunmamaya ahdetmiş, bedenine hiç bir kâfirin dokunmamasını Allah'tan istemişti. Bu dileğini şöyle ifade etmişti:

Allahım! Ben senin dinini gündüz boyu himaye ettim. Sen de be­nim bedenimi, etimi günün sonunda (kâfirlerin eline geçmekten) koru. etti.

Bunları söyledikten sonra şehit oluncaya kadar vuruşmaya devam

Alçak düşmanlar Âsım'ın öldükten sonra cesedini parça parça edip, kafatasını Sülâfe'ye götürüp satmak istiyorlardı. Fakat onlar iste­diklerini yapmak üzere Âsım'a yaklaştıklarında bir arı topluluğunun bedenini kapladığını gördüler. "Gece olsun arılar onu bırakır, bekleye­lim gece gelip istediğimizi yaparız" dediler.

Fakat Hz. Allah coşkun bir sel göndererek kahraman şehidin ce­sedini ancak gaybları bilen Allah'ın dilediği bir yere götürdü.

Hz. Peygamber Âsım'ın ve arkadaşlarının hatırasına saygı göste­rerek bir grup arkadaşı ile birlikte onların şehit düştüğü yere giderek kendilerine Allah Teâlâ'dan rahmet dileğinde bulundu. Onlara mağfiret ve nzâ-î Bari dualarında bulundu. islâm şairi Hassan Raci şehitlerine şu mersiyeyi söyledi:

Allah rahmet eylesin Raci'de ölenlere peş peşe Öyle bir ikrama erdiler ki kapladı onları neşe

Gönderilen müfrezenin Mersed idi başkanı

Onların imamı Bükeyr'in ve Hubbeyb'in de döküldü kanı

İbn Tarık ve İbn Desne de vurulanlardan Allah yolunda can verip yorulanlardan

Âsim da şehid edildi yolda dönerken Kazandı fazilet, şeref, yücelik ve görkem

Âsım'a sürmedi müşrikler pis elini Korudu Allah onu göndererek arısını ve selini.

Şair Hassan bir başka kasidesinde şunları söylemiştir: Keşke görseydim orada İbn Tarık'ı, Zeyd'i ve Mersed'i

Çok arzu ettim ama kısmetim el vermedi

Sevgili Hubeyb ve Âsım'ı savunarak gösterseydim vefa Yetişebilseydim Halid'e olurdu bana şifa.

Burada dikkati çeken bir husus var:

Raci olayında şehid edilen altı kişinin hepsi büyük Bedir savaşına katılmışlar, en ulvi nimete nail olmuşlardır. Onların hayatını anlatan kaynaklarda Bedir savaşma katıldıkları bildirilmektedir.

Bunda ince bir ilahi hikmet vardır. Bu inceliği bir ürperti ve hey­bet içerisinde gözledim. Zira Bedir savaşına katılanların Önem ve de­ğerlerini biliyoruz. Siyer kaynaklarının bildirdiğine göre Bedir'e katı­lanlar hakkında Hz. Peygamber şunları söylemiştir:

Allahım! Şu bir avuç insanı yok edersen, artık yeryüzünde sana ibadet eden kalmaz.

Hz. Allah Bedir savaşına katılanlara tecelli ederek şöyle buyur­muştur:

Dilediğinizi yapınız (ne yaparsanız yapın) ben sizi bağışladım.

İslâm'ın ilk yıllarındaki kritik günlerden biri de Maune Kuyusu günüdür. Bu günde ilk dönem müslümanlannm verdikleri mücadele de yolların gül ve fesleğen olmadığının bir tanığıdır. Onlann yollan sıkıntı ve güçlüklerle dolu idi. Üstelik sonsuza kadar hep zafer elde edeceklerine dair Allah'tan garanti de almamışlar, bir gayret ve çalış­ma olmaksızın üstünlüğün onlann olacağı teminatının olmadığını gör­müşlerdir.

Zira Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ... (Enfal/60)

Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de de düşmanınız olan) o kavim aynı acıya uğramıştır. İşte böylece biz, zafer günle­rini insanlann kâh bir kesimine, kâh diğer kesimine nasip ederiz. (Al-i İmran/140)

Maune Kuyusu,-Âmir oğulları ile Süleym oğullannın arazileri arasında bulunan bir kuyudur. Bu kuyu iki beldeye de yakın ise de Sü­leym oğullanna daha yakındır.

Bu kuyunun suyu Âmir b. Sasaa oğullarına aittir. Raci olayı da bu­rada meydana gelmiştir.

Maune kuyusu olayı hicretin dördüncü yılının safer ayında mey­dana gelmiştir. Bu olay da müşriklerin hainliğinin, müslümanların ni­ce sıkıntılanma göğüs gerdiklerinin bir göstergesidir.

Zekran, Asiyye ve Ra'l gibi bazı kabileler, Hz. Peygamber'den İs­lâmiyet'i öğrenmek üzere yardım istemişlerdi. RasûluUah, Ensâr'dan 70 kişiyi buralara gönderdi. Bunlara (okuyucular anlamında) Kurra de­nilirdi. Bunlar gündüzleri (geçimlerini sağlamak için) odun toplayıp, geceleri namaz kılan kimselerdi.

Bu yetmiş kişi "Maune kuyusu" denilen yerde kendilerini bekle­yenlere karşılaştılar. Onları karşılayanlar haince Rasûlullah'ın gönder­diği seçkin insanlara saldırdılar.

Hz. Peygamber'in gönderdiği bu grubun en seçkinlerinden birisi Münzir b. Amr es-Saidi isimli mücahid idi. Hz. Münzir, üçüncü Akabe biâtında bulunan 12 nakibden birisi idi. Hz. Peygamber Medine'ye hic­ret ettiğinde evinde misafir olması için Rasûlullah'ın devesinin yulan-nı tutmuş ve ricada bulunmuştu. Hz. Peygamber ise bu teklife şu ceva­bı vermişti: "Deveyi (serbest) bırakınız. O (nereye çökeceği hakkında) emir almıştır."

Münzir (r.a) Bedir savaşında Allah'a karşı olan ihlaslı davranışla­rı ile dikkati çekmiştir. Kendisine Allah yolunda ölüp şehid olma iste­ğinde süratli davrandığı için "ölümü kucaklayan adam" denilirdi.

Münzir (r.a) Bedir savaşı sırasında güçlü kuvvetli bir genç idi. Sa­vaş meydanındaki görevini yerine getirdikten sonra genç müslümanlarla bir yere toplanarak Kur'an okuyup dinlemeye koyulurlardı. Gece olunca güçleri yettiğince namaz kılarlar, sabah vaktinde toplayabildik­leri kadar odun toplarlar, sonra odunlan Peygamber'in evinin kapısına koyarlardı. Onlar cihad hususunda birer fedai, ibadetlerine düşkün ehl-i takva ve güzel işler yapan vefalı insanlar idiler.

Münzir b. Amr bu yetmiş kişilik müfrezenin komutanı idi. Onun komutasındaki bu grubun kahramanlarından birisi de defin işlemini meleklerin yaptığı Âmir b. Füheyre idi. Füheyre annesinin adıdır.

Amir b. Füheyre ilk başlarda köle idi. Hz. Ebubekir onu satın ala­rak hürriyetine kavuşturdu. Âmir (r.a) Bedir savaşına katılmış ve bura­da iyi bir imtihan vermiştir. Uhud savaşına da katılarak pek çok değer­li hizmetlerde bulunmuş ve sıkıntılara göğüs germiştir. En sonunda da Maune kuyusu olayında şehitlik şerbetini içmiştir.

Amir b. Füheyre'yi öldüren kimse Âmir'i vurduğunda Âmir: "Al-lâhu Ekber! Kabe'nin rabbine yemin ederim ki kurtuldum" dedi. Adı Cebbar Klâbi olan katil, Âmir'in niçin "Allahu Ekber!" dediğini, sözü-nu ettiği kurtuluşun nerede olduğunu, ölümü tadıp, sonunda toprak olup olmayacağını sordu. Kendisine şöyle cevap verildi: "Âmir, bu sö­züyle Allah'ın kendisine şehitlik mertebesi verdiğini anlatmak istiyor, âhiret gününde cennet nimetlerine nail olarak kurtuluşa ereceğini kas­tediyor."

Cebbar bu kadar kesin inanç karşısında dehşete kapıldı. Düşündü, düşündü, düşündü... Sanki Âmir ebediyet dünyasından nurlu parmak­ları ile işaret ederek ona semavi bir ürperti ve âhiret heybeti taşıyan bir sesle şöyle sesleniyordu:

Ey Cebbar! Küfründen ve inadından vazgeç! İslâm'ın kapısı önün­de açıktır. Allah'ın dinine girersen sen de kurtulanlardan olursun.

Cenab-ı Hak Cebbâr'ın kalbine genişlik verdi, o da hidayete ere­rek müslüman olduğunu açıkladı.

Müslüman oluşunun sebebini şöyle açıkladı:

Benim müslüman olmamın sebebi şudur: Ben müslümanlardan birini iki kürek kemiği arasından mızrakla vurdum. Mızrağımın ucunun göğsünden çıktığını gördüm. Öldürdüğüm kişi bir taraftan can verirken, bir yandan da "Allahu Ekber! Kabe'nin rabbine ye­min ederim ki kurtuldum!" diye bağırıyordu. Kendi kendime sor­dum: "Bu nasıl kurtuluş? Ben bu adamı öldürmedim mi?" dedim. Hatta daha sonra bunun sebebini (müslümanlara) sordum "O bu sözüyle şehitliği kastediyor" dediler. Hz. Allah benim gönlüme bir genişlik verdi ve İslâmiyet'i kabul ettim. Vallahi doğru söylemiş! Vallahi kurtulmuş!

Bu savaşı görenlerden birisi Amir b. Füheyre'nin cesedini göğe doğru uçarken gördüğünü söylemiştir.

İmam Zühri şöyle diyor: Bana ulaşan bilgilere göre kâfirler, Âmir b. Füheyre'nin cesedini aramışlar, fakat bulamamışlardır. Hz. Âmir'in cesedinin melekler tarafından defnedildiği rivayet edilmektedir.

Hz. Peygamber bu olaydan sonra bir ay boyunca kunut yaparak Maune'de müslümanları öldürenler hakkında beddua etmiştir.

Rivayet edildiğine göre Hz. Enes şöyle demiştir: Hz. Peygamberin Maune Kuyusu olayım gerçekleştirenlere kızdığı kadar hiçbir kim­seye kızdığını görmedim.

İslâm'ın ilk sıralarındaki müslümanlara Allah yolunda vuruşup hizmet etmek için ne fakirlikleri, ne de azlıkları engel olmuştur. Onlar bu gayretleri ile zafer elde etmişler ve lider olmuşlardır.

Onlar mazlum ve ezilmişler için birlik olup, Allah yolunda cihad etmek, ellerinden alman, verilmeyen haklarını elde etmek hususunda şahane Örnekler vermişlerdir. Onlar bunu inançları, gerekli hazırlığı ve gayreti göstermeleri sayesinde başarmışlardır.

Onlann Allah'a tevekkül etmeleri, Allah'a bağlılık, azim ve sabır ile gerçekleşmiştir. Onlar tevekkül edeceğim diyerek miskinlik ve uyu­şukluk içinde olmamışlardır.

Onların çalışma ve gayretlerinde prensipleri şu ayet olmuştur:

De ki: "(Yapacağınızı) yapın! Amelinizi Allah da, Rasûlü de, mü'minler de görecektir. Sonra gaybı ve şehâdeti bilen Allah'a döndürüleceksiniz." (Tevbe/105)

 

Hollandalı Bir Oryantalist

 

SORU: Hadis-i şeriflerin fihristini hazırlayan müsteşrik hakkında bilgi vermenizi rica ediyoruz.

CEVAP: Bu kişi Hollandalı bir oryantalisttir. Sözlerinden kabul edilenler olduğu gibi reddedilenleri de vardır. Genellikle oryantalistler arasında sözü kabul edilecek, ihlaslı ve içten olanı pek azdır. Sözleri reddedilen ve bozuk zihniyetli olanlar çoğunluktadır. Fakat Hollandalı bu oryantalistin bilimsel bir yönü vardır ki başka oryantalistlerden da­ha çok ilgimizi ve dikkatimizi çekmektedir. Bu zatın çalışması bize, başkalarının yaptığı çalışmadan çok daha yararlı olmaktadır.

Bu zatın işaret etmek istediğimiz çalışması Hz. Peygamberin ha­dis-i şerifleri ile ilgili fihristtir.

Bilindiği üzere İslâm düşüncesi ile meşgul olan herkes Kur'an ayetlerini ve hadisleri delil olarak göstermeye ihtiyaç hissetmektedir. Her araştırmacı Kur'an'ın tamamını ezbere bilmeyebilir. Hatta Kur'an'm tamamını ezbere bilse bile dilediği ayete kolayca ulaşamadı­ğı olur. Fakat detaylı bir fihrist aracılığı ile aradığı ayete kolayca ula­şabilir.

Teferruatla ilgili olanları şöyle dursun, temel hadis kaynaklan pek çok ve büyüktür. Öylesine ki bazen bir yazar veya araştırıcının aradığı hadisi bulması insanı bitkin düşürecek derecede zor olur. Araştırmacı­lar bu alanda birbirini izleyen güçlüklerle karşılaşmışlardır.

Hadis-i şeriflerle ilgili detaylı bir fihristin araştırıcının önünde ol­ması, zor gerçekleşen çalışmalarında çok faydalı sonuçlar vermiştir.

Sözünü ettiğimiz kişi Prof. Dr. Arend Jan Wensinck'tır. Kaynakla­rın çoğu, onun adını Fensincık olarak bildiriyor. Fakat o adını özellik­le Arabça imza atarken Vav harfi ile Wensinck olarak yazmaktadır.

Prof. Arend miladi 1881 tarihinde doğmuş 1939 tarihinde vefat et­miştir.

1908 yılında Peygamber'in Medine Yahudilerine Karşı Durumu isimli çalışması ile Leiden Üniversitesinde doktor olmuştur. 1930 yı­lında Mısır, Suriye ve (diğer) Arab ülkelerine seyahatlar yapmış, vefa­tından kısa bir süre önce tekrar Mısır'a seyahat etmiştir.

Leiden Üniversitesinde Sami dilleri profesörü idi.

Leiden Hollanda'nın güneyinde bir şehirdir. Hollanda'nın en eski üniversitelerinden birisi 1575 yılında bu şehirde kurulmuştur. Bu üni­versitenin kurucusu Kral Wilhem Simith'dir. Kral Wilhem Nasu krali­yet ailesinden gelen, Hollandalıların kurtuluş mücadelesinde en büyük liderlerinden biridir.

Kral Wilhem 1555 yılında Hollanda kralı tarafından tayin edildi­ği İspanya sarayında görev yapmıştır. Fakat Kral 2. Filip'in Hollanda halkının özgürlüğüne olan saldırısı üzerine Wilhem, Kral Filip'i devir­me hareketine girişmiştir.

Kral Wilhem daha sonraları İspanya aleyhine kılıç çekmiştir. 1584 yılında ülkesinin istiklaline kavuşması için yaptığı mücadelenin en kri­tik aşamasında tutucu bir katolik tarafından gerçekleştirilen suikastte öldürülmüştür.

Leiden Üniversitesi 17. ve 18. yüzyıllarda tıp bilimleri ve Protes­tan mezhebi ile ilgili dini ilimlerin merkezi idi. Bu üniversitede önce­leri dini ve felsefi konulara ilgi yoğun idi. Sonraları tıp, edebiyat ve hu­kuk belirgin bir şekilde ilgi alanı oldu.

Bu üniversitede İslâm araştırmaları önemli bir yer tutmuştur. Zira öncelikle Hollanda'nın Endonezya ile olan ticari ve sömürgeci ilişkile­rine bu araştırmalar yarar sağlamıştır. Leiden Üniversitesi gerçekten büyük bir kütüphaneye sahiptir.

Sami dillerini iyi derecede bilen Wensinck'in yıldızı böyle bir or­tamda parlamıştır.

1908'den 1927 yılına kadar Leiden Üniversitesinde İbranice Profe­sörü olarak çalışan Wensinck daha sonra 1927'den vefat ettiği 1939 yı­lına kadar Arabça kürsüsü profesörü olarak çalışmasını sürdürmüştür.

Prof. Wensinck bu kürsüde Christian Snouck'un yerine geçerek görev almıştır. Prof. Snouck, 1857'de doğmuş, 1936 yılında vefat et­miştir. Kendisinin Şark Gazileri isimli bir eseri ve 19. Asrın Son Yarı­sında Mekke konulu bir çalışması vardır. Bu çalışma en önemli proje­lerinden birisidir.

Prof. Snouck'da De Joye'nin yerine geçmek suretiyle görev yap­mıştır. De Joye -ki o, Michael Jan'dır- 1836 yılında doğup 1909'da ve­fat etmiştir.

Michael'de Fransız asıllı Hollandalı bir oryantalist olup Leiden Üniversitesinde profesör olan Reanhart Dozy'nin Öğrencisidir. Dozy'nin şöhreti Endülüs üzerine yaptığı araştırmaları ile meşhurdur. lekmilet'ul-Meâcim'il Arabiyye isimli bir eseri vardır.

Michaem Jan Oxford Üniversitesine gitmiş, oradan Leiden Üni­versitesine profesör olarak dönmüş ve Ei-Mektebeî'ul Coğrafiyye isimli eserini yayınlamıştır. Bu her bir oryantalistin kendine göre bir değe­ri vardır. Bununla beraber haklarında söylenecek şeyler ve eleştiriler de vardır.

Prof. Emin medeni oryantalisler hakkında şunları söylüyor:

Hristiyan dünyasının kiliseleri oryantalistlerden birer hristiyan misyoneri olarak faydalanmıştır.

Bunlardan pek çoğunu Hristiyanlığa olan körü körüne bağlılıkları İslâm'a karşı savaşa sürüklemiştir. Yaptıkları çalışmalarda İslâm dininin mesajına, öğretilerine ve tarihine çeşitli iftiralar atma gay­reti içindedirler.

Sömürgeci ülkeler de bu oryantalistleri siyasi, ekonomik ve kültü­rel etkinliklerinde kullanmıştır. Bunlardan elçi, konsolos veya ate­şe yaparak sömürge politikalarını uyguladıkları ülkelere tayin edip göndermişlerdir.

Zuhur ettiği günden beri İslâm dinine karşı olan düşmanlığı sebe­biyle bazı oryantalistlerin İslâm dinine öfke ve kin duyması ve saldırması ve bunlardan bazılarının sömürgecilerin planına uyarak onların propagandasını yapması doğaldır.

Bu sebeple oryantalistlerin genelde doğu tarihi hakkında söyle­dikleri ve özel olarak da Arab dünyası ve İslâmiyet hakkındaki gö­rüşleri şüphe ile karşılanmalıdır.

Görüşleri sağlıklı olmayan, araştırmaları derinlik ifade etmeyen bazı oryantalistlerin yaptığı çılgınlıkların ve hataların şüphe uyan­dırması gayet doğaldır.

Bir takım maksatların oyuncağı olan kindar bir kimsenin, gerçeği arayan asil kimseye saldırması, birilerine bağımlı ve taşkın davra­nışlar sergileyen bir kimsenin dengeli olana saldırması doğaldır. İşte bu özelliklerden dolayı oryantalistlerin doğu dünyası hakkın­daki, özellikle de Arab ve İslâm dünyası ile ilgili görüşleri çeliş­kilidir. Bunlardan adaletli olanlar olduğu gibi görüşlerinde zulme­denler de vardır.

Hollandalı oryantalist Wensinck diğerleri arasında günahtan ko­runmuş (masum) bir kimse değildir. Fakat onu diğerlerinden ayıran en önemli özelliği, yaptığı ilmî çalışmalardır. Bunlar Miftah-u Künüz'is-Sünneh ve Mucemu el-Fazı'l Hadis en-Nebevi kitaplarıdır. Bu eserler bir görüş ve düşünce bildiren kitaplar olmayıp, Fihrist çalışmalarına dayanan eserlerdir.

İslâmî ilimler arasında hadis dalında değerli çalışmaları olan Ah-med Muhammed Şâkir, Prof. Wensinck'le görüşmüş, konuşmuş ve onun hakkında şöyle demiştir: "Kendisinin hadis dalında benzeri ender bulunan bir kimse olduğunu gördüm."

Miftahu Kuruız'is-Sünneh isimli eseri hadis fihristidir.

Bu eser, 14 ayrı meşhur İslâm âlimi tarafından yazılmış kitaplar-daki hadisleri bulmak için hazırlamıştır.

Bu eserlerden Sahih-i Buharı, Sünen-i Ebi Dâvud, Sünen-i Tirmi-

zî, Sünen-i Nesâi, Şünen-i Ibn Mâce ve Sünen-i Dârimi'de bulunan ha­dislerin yerini bab'ın rakamını bildirerek göstermiştir.

Sahih-i Müslim, Muvatta-ı Mâlik, Müsned-i Zeyd b. Ali ve Müs-ned-i Dâvud et-Tay alisi'de bulunan hadislerin numarasını vererek ha­disin yerini göstermiştir.

Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i, İbn Hişam'ın Siyer'i İbn Sa'd'ın Ta-bakat'ı ve Vahıdi'nin Megazi'sinde, bulunan hadislerin ise sahife numa­ralarını bildirerek hadisin yerini göstermiştir.

Prof. Wensinck bu eserini İngilizce olarak düzenlemiştir. Eserin Arabça'ya aktarılmasını Sünnet-i Nebevi'nin hizmetkarı Muhammed Fuad Abd'ul Baki gerçekleştirmiş, İslâm Ansiklopedisi Kurumu Tercü­me Komisyonu tarafından da yayınlanmıştır. Eser'in ilk baskısı Kahi-re'de miladi 1953 tarihlerinde yapılmıştır.

Prof. Wensinck'in el yazısı ile yazıp Prof. Abd'ul Baki'ye gönder­diği mektubu Arabça nüshanın başında yer almaktadır. Yazar bu mek­tubunda kitabın Arabça'ya çevrilmesinden duyduğu memnuniyeti Prof. Bâki'ye söylediği şu sözlerle ifade etmektedir:

Kitabı sevinç ve kıvançla okudum. Bu ağır görevi yapmakta başa­rı veren Allah'a şükürler olsun.

Benim zayıf şahsıma gelince, yaptığınız bu tercüme çalışması ile beni büyük bir şükran hissi ile karşı karşıya bıraktınız. Çünkü bu değerli çalışmanızın en çok faydası banadır. Eserin Avrupa baskı­larında bulduğunuz hataları ortaya koymanız da benim yararıma olan bir sonuçtur.

Umarım ki en ince özellik ve güzellikleri taşıyacak şekilde kitabı basacak matbaayı seçmişsinizdir. Üç dört kitabı basıldıktan sonra göndermek lutfunda bulunuyorsanız memnun kalacağım..."

Yazarı bu eseri, hadis konusunun ana kaynağı durumunda olan on üç kitaba fihrist olarak hazırlamıştır. Bu kitaplar şunlardır:

1. Müsned-i Ahmed b. Hanbel,

2. Sahih-i Buharı,

3. Sahih-i Müslim,

4. Sünen-i Dârimi,

5. Sünen-i Ebi Dâvud,

6. Sünen-i Tirmizı, /. Sunen-ı Nesaı,

8. Sünen-i ibn Mâce.

Bu sekiz kitap hadis alanında güvenilir kaynaklardır. Sahih bir ha­disin bunlarda bulunmaması nadir görülen hallerdendir.

9. Muvaîta-i Mâlik,

10. Müsned-i Ebi Davûd et-Tayalisi.

Bu iki kitap hadisle ilgili olarak yazılan en eski kitaplardandır. Zi­ra Tayâlisi'nin vefatı hicri 204 ise de İmam Mâlik ve Tayalisi hicri ikin­ci yüzyıl âlimlerdendir.

11. Sıyer-ı Ibn Hışam. (v.218 h.)

Bu kitap, daha önce Meğazi konusunda eser verenlerin öncüsü durumunda olan Muhammed b. İshak'ın (v.151 h.) yazmış olduğu kitabın kısaltılmışıdır.

12. Vakidi'nin (v.207 h.) Meğâzi'si.

13. Tabakat-ı İbnSa'd.

Bu eser Hz. Muhammed'in ashabının ve onlardan sonra gelen ta­biinin hayatını anlatan en büyük eserdir. Hafız ve sika (güvenilir) olan Muhammed b. Sa'd (v. 230 h.) tarafından kaleme alınmıştır.

14. Hz. Hüseyin torunu Zeyd'e (v.122 h.) nisbet edilen Müsned.

Bu kitap Şia'dan olan Zeydiyye mezhebi fıkhının temelidir. Eğer bu eserin Hz. Zeydve nisbeti sahih ise geçmiş imamların kitapları ara­sında en eski kitaptır. Şu kadar ki Hz. Zeyd'den kitabı rivayet eden Ebû Hâlid Amr b. Hâlid el-Vâsıti hadis imamları nezdinde rivayetine güve­nilir bir kimse değildir. İlim adamlan onun yalan söyleyen birisi oldu­ğunu ifade etmiştirler.

Ahmed b. Hanbel onun hakkında: "Yalancıdır. Hz. Hüseyin'in to­runu Zeyd'den babaları ile ilgili olarak uydurma hadis rivayet ederdi" demiştir.

Prof. Wensinck bu kitabını ilmi meseleler, tarihi kişiliği olan kim­seler ve önemli konulan dikkate alarak düzenlemiştir. Her bir konuyu, kendisi ile ilgili detaylara ayırmış, konulan alfabetik sıraya göre dü­zenlemiştir. Kitapta hadislerle ilgili konuları toplamaya gayret etmiştir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz 14 kitabın Miftah'taki sembolleri şöyledir:

Demek oluyor ki Ebû'd-Derdâ'nın Kur'an'ı toplayan birisi olma­sıyla ilgili bilgiler Buharînin 66. Kitab'ının, 8. Babında; Tabakât-ı İbn Sa'd'm 2. cildinin 2. kısmının 112. ve 114. sahifelerindedir.

"Ebû'd-Derdâ"nm ilmi."

Buna göre Ebû'd Derdâ'nın ilmi konusu İbn Sa'd'ın Tabakât'ının 2. cild 2. kısım 111. sahifesindedir. Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinin 5. cild, 242. s ah i fes indendir.

Buna göre Ebû'd-Derdâ'nm Zühd'ü konusu Tirmizî'nin 34. Kitab, 64. babında; İbn Sa'd'ın Tabakât'ının 2. cild 1. kısım 61. sahifesindedir.

İkinci örnek: "Ücretle çalışan kimse" başlığı ile verilmiş. Konu: "Çalışanın ücretini vermeyenin cezası."

Buna göre, bu konuyu Buharî'nin Sahîh'infe 37. kitap 10. bâb'da, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel'in MM5/Winde 2. cild, 358. sahifede, 3. cild, 59. 68. ve 71. sahifelerde bulabiliriz.

Konu: "Bir kimseyi ücretle çalıştırdığın zaman ücretini bildir."

Buna göre, bu konu Nesâi'nin Surte/t'inde 35. kitap, 4. bâbda; Zeyd'in Müsnedinde 654 nolu hadistedir.

Sabrederek üçüncü bir örnek görelim: "Mısır" başlığı altında şu konuları; Hz. Peygamber'in Mısır'ı vasfetmesi"

Buna göre bu konuyu Müslim'in Sahih'inde 226. ve 227. hadislerde; Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inin 5. cild, 273. sahifesinde bula­cağız.

Konu: "Mısır'ı Amr b. Âs'ın fetheden müslümanlar arasında tak­sim etmemesi."

Buna göre, bu konu Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inin 1. cild, 166. sahifesindedir. Kitapta kullanılan semboller biraz zor görünebilir. Fa­kat pek çok şeyi kısaltmaktadır. Bir parça üzerinde durmak, onlan ko­layca anlaşılır hale getirecektir.

Bu kitapla bizler Prof. Wensck'in -kendi ifadesine göre- 10 yıl sarfettiği, eseri tercüme edenin de birkaç yıl çalıştığı ve ortaya koydu­ğu emeğin meyvelerini toplamaktayız.

Bu eserin değerini anlamak için Muhammed Abduh'un en büyük öğrencisi ve kendisinden sonra yerine geçen Muhammed Reşid Ri-za'nın söylediklerine kulak verelim:

İmdi: Arab okuyucular için en iyi bildiğim şey bu kitaptır. Onlara bu kitaba olan ihtiyaçlarını, kitaptan yararlanma yolunu açıkla­mak isterim. Hadis âlimleri arasında en üst düzeyde olan bile bu kitaba ihtiyacı olmadığını söyleyemez. Aksine onların, başkaları­na göre bu kitaba daha çok ihtiyacı vardır. Onları daha aşağı dere­cedeki âlimler izler. Daha sonra meşhur hadis kitaplarına sahip olan sıradan insanlar gelir. Bu sözlerim uzun yılların tecrübesi so­nunda söylenmiştir. Ben bunları bir görüş olsun diye veya gönül almak için söylüyor değilim.

Eğer hadis kitabı için olduğu gibi diğer kitaplar için de bir miftah olsaydı -yazar, Buharî ve Müslim için yapılan bir fihrist çalışma­sını kastetmektedir- çeşitli kitaplara başvurmakta harcadığım öm­rümün yarısını kazanmış olurdum. Bu önemine rağmen bu kitap, Prof. Wensck tarafından hazırlanan Mifîahu Kunuz'is-Sünneh isimli esere olan ihtiyacımı karşılamıyor. "Zira birincisi, baş tarafı bilinen sözlü sünnetin (hadislerin) yerini gösterir, diğeri ise sözlü hadislerin yerini gösterdiği gibi, davranış halindeki sünnetlerin, menkıbelerin, şemail'in, takriri sünnetin ve meğazi'nin yerini bil­dirmektedir.

Eğer hadisle ilgili çalışmalarımın başladığından beri elimde böy­le bir kitap olsaydı, bu uğurda harcadığım ömrümün dörtte üçünü kazanmış olurdum.

Böyle bir kitap elimde olsaydı benim için hadislerde güvenilir olanları bir eserde toplamak ve hadislerde anlaşılması güç olan meselelere inandırıcı cevaplar veren, bu çağın bilgisi ve felsefesi ışığında çözen bir kitap yazmak önerilerine "evet" demek müm­kün olabilirdi,

Wensck'in emek verdiği kitapların önemlilerinden ikincisi Mu'cem-u Elfâz'ü Hadis en-Nebevi'dir. Bu eser ana hadis kaynakları esas alınarak meydana getirilmiştir. Bu kaynaklarlar şunlardır: Sahih-i Buharı, Sahih-i Müslim, Sünen-i Ebi Dâvud, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i Nesâi, Sünen-i İbn Mâce, Sünen-i Dârimi, Muvatîa-i Mâlik, Müsned-i Ahmed b. Hanbel.

Bu eserin hazırlanmasına 1923 yılında başlanmış, Prof. Wensck ile birlikte şu oryantalistler de çalışmalara katılmıştır:

Prof. Wensck, Prof. Van Loon, Prof. De Haas, Prof. De Bruyn, Prof, Josef Shath.

Bu kitap sözlük esası ve alfabetik olarak hazırlanmış, en sonunda şahıs adları, yer isimleri ve delil olarak kullanılan Kur'an ayetleri baş­lığı altında üç ek dışında 7 büyük ciltten oluşmuştur.

Prof. Wensck'in kitapta kaynaklar için kullandığı semboller şöyledir:

Bir örnek verelim: Birinci cildde - vjl maddesinde şu hadisi gö­rüyoruz:

"Adam bakımını üstlendiği kimseleri terbiye ederse..." anlamın­da olan bu hadis Ebu Davud'un Sünen'indo Diyât bölümünde 15. bab-da; Müsneddt 1. cildin 41. s ahi fesindedir.

"Her kim üç kız çocuğu büyütür, onları terbiye eder ve evlendirir-se... hadisi Ebû Davud'un Sünen'ind& Edep bölümünde 131. babda, Buharî'nin Sahihimde İstikraz bölümünde, 18. bâbda, Nesâi'nin Sü-nen'indc Büyü bölümünde, Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde 3. cildin 97. sahifesindedir.    .

"Onu anası terbiye etmiş, seni de anan terbiye etmiş" hadisi Müs­lim'in Sahih'inde Mesacid bölümünde 67. hadisdir.

"İnsanın çocuğunu terbiyeli yetiştirmesi ölçek dolusu sadaka ver­mesinden daha hayırlıdır" hadisim Tirmizî'nin Sünen'inde Bir bölü­münde 33. bab'da Ahmed b. Hanbel'in Müsnea"in'm 5. cildinde 69. ve 102. sahifelerinde bulabiliriz.

Prof. Wensck'in çalışması sadece bu iki hadis fihristinden ibaret değildir. Onun başka çalışmaları da vardır ki bunları detaylarıyla ele almamız meseleyi uzatacaktır. Sadece bu çalışmaların isimlerini ver­mekle yetineceğiz. Onların lehinde veya aleyhinde hüküm verme işini bir başka münasebete bırakıyoruz.

Prof. Wensck üç dilde (İngilizce-Fransızca ve Almanca) İslâm An­siklopedisini yazma işini 1924'te üstlenmiş, bunların ilk üç fasikülünü tamamlamıştır. Vefatından kısa bir zaman önce Ansiklopedinin bir öze­tini yayma hazırlama çalışmalarına başlamıştır. 1953 yılında Alman-ca'sı çıkan Ansiklopedide sadece dini makaleler yer almaktadır.

Wensck'in kitaplarının basım yılma göre bir listesini veriyoruz:

1. Muhammed ve Yahudiler, 1911

2. İslâm'da İsrailiyyat, 1913

3. Hadis Zeyli'nin Fihristi, 1916

4. İslâm Araştırmalarında Hadisin Kıymeti, 1921

5. Muhammed ve Peygamberlik, 1924

6. Ibn Haldun'un Sosyal Felsefesi, 1925

7. Miftahu Kunuz'is Sünneh, 1927

8. Mu'cem'ul Müfehres el-Elfaz'il Hadis en-Nebevi, 1927

9. İslâm'da İçki, 1928

10._ Sami Âdetlerinde Güneş, 1928

11. Doğu Tasavvufu: islâm ve Hristiyanlık 1928

12. Doğululara Göre Meşiet-i Vahide İnancı 1928

13. Süryanilerde Doğu Tasavvufu, 1930

14. İslâm İnancı ve Tarihi Gelişimi, 1932

15. Gazâlî, 1932

16. Sami Araştırmaları, 1938

17. Gazâlî'nin Düşüncesi, 1940

18. İslâm İbadetlerinin Aslında Yahudiliğin Etkisi, 1954

Bir kez daha söylüyoruz ki Wensinck'in bu araştırmaları ve diğer yazdıkları üzerinde bir değerlendirme, lehinde yahut aleyhinde hüküm verme çalışması yapılması başlı başına bir konudur. Yazmakta olduğu­muz bölüm buna yetmez.

Rivayet olunduğuna göre bazı kimseler Wensck'e Mısır Arab Dil Kurumuna üye olması için teklif götürmüşler, fakat o zamanın Kurum yetkilileri bu teklife olumlu cevap vermemişlerdir. Deniliyor ki bu olumsuz cevabın sebebi Mısır'daki Ehram gazetesinin Wensinck'e hü­cum eden araştırmaları ve İslâm düşüncesi ile bağdaşmayan fikirlerini tenkit etmesidir. Bu makaleler onun Dil Kurumuna üye olarak atanma­sından vazgeçilmesine sebep olmuştur.

Hollandalı oryantalist Prof. Wensinck'in durumu ne olursa olsun, inanç ve görüşleri ve hakkında yapılan tenkitler nasıl olursa, olsun Mif-tah ve Mucem isimli iki eserle Hz. Peygamberin hadislerine önem ver­me alanındaki çalışması adım kabul ettirmiştir.

Geniş hadis kaynaklarına müracaat ederken hadislerin yerini bul­ma konusunda hadis araştırmacıları Vensinek'in adını takdirle anmaya devam edeceklerdir.

 

Rüya Tabiri Ve İbn Sirin

 

SORU: Rüya tabiri ve İbn Şirin ile ilgili olarak anlatılanlar nedir?

CEVAP: Pek çok kimse tarafından gayet iyi bilinir ki rüya tabiri ya­pan bir takım kimseler bu meşguliyetleri ile ilmi bir çalışma yapmak yerine geçim ve menfaat temin etmektedirler.

Bununla beraber tarih boyunca pek çok değerli fıkıh âlimi ve bi­lim adamı rüya tabiri ile meşgul olmuştur. İbn Şirin bunların başında gelmektedir.

Kur'an'da bildirildiğine göre Hz. Yusuf gibi bazı peygamberler de rüya tabiri yapmıştır. Nitekim aşağıdaki ayette buna işaret edil­mektedir:

Onunla (Yusuf la) birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlar­dan biri dedi ki: "Ben rüya(m)da şarap sıktığımı gördüm." Diğeri de şöyle dedi: "Ben de başımın üstünde kuşların yediği ekmeği gördüm." "Onun yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan^gorüyoruz" dediler. (Yusuf/36)

Peki bu rüya tabircisi İbn Şirin kimdir? Rüya tabiri nedir?

İbn Şirin tabiinden olup künyesi Ebu Bekir, adı Muhammed b. Şi­rin el-Ensari'dir. Hadiste, tefsirde, fıkıhta imamdır. Zühd ü takvada, tefsirde, fıkıhta, hadiste ve rüya tabirinde önde gelenlerdendir.

Zahid ve imam olan İbn Şirin, sahabi Enes b. Mâlik'in kölesidir.

Asıl memleketi Cercerâya denilen yerdir. Burası Vasıt ile Bağ­dat'ın doğusunda Nehrevan-ı Esfel'de bir yerleşim birimidir. Fakat (bu­gün) harap olmuştur. Şair burası hakkında şöyle diyor:

Gitsek de bir gün Cercerâya biz Devam etse orada neşemiz, eğlencemiz.

Söylendiğine göre babası Şirin bakır tencere yapmakla uğraşırdı. Annesi Safiyye Ebu Bekir'in cariyesi idi. Evleneceği sırada Hz. Pey-gamber'in eşlerinden üç tanesi onu süslemiş ve hayır dualar etmişler­dir. Aralarında Übey b. Ka'b'ın da bulunduğu onsekiz Bedir ashabı Sa-fiye'nin düğününde bulunmuştur. Bu düğünde Übey b. Ka'b dua edi­yor, diğerleri amin diyorlardı.

İbn Sirin'in annesi Hicazlı idi. Elbiseleri renk renk boyamayı se­verdi. Oğlu Muhammed ona elbise aldığında dayanıklı olup olmadığı­na bakmaz, bulduğu en yumuşak giysiyi alır, her gün annesinin giysisini boyardı. Hiç annesine karşı yüksek sesle konuştuğu görülmedi. Onunla konuşurken sanki, söylediklerini dinler gibiydi.

İbn Şirin, Hz. Osman'ın hilafetinin bitmesine iki yıl kala, hicretin 33. yılında doğdu.

İbn Sa'd ve Nevevi İbn Sirin'in doğru, güvenilir, fıkıh bilgini, imam, ehl-i takva ve çok bilgili olduğunu ifade etmişlerdir.

Mevrık el-Aceli, İbn Şirin hakkında şöyle diyor: "Ondan çok fı­kıh bilen, fıkıhta ondan daha çok takvaya göre davranan hiç kimseyi görmedim".

İbn Şirin hadis ravileri arasında ikinci tabakada yer alır. Ebu Hu-reyre, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Enes b. Mâlik, Cündüb b. Ab-dillah el-Beceli, Abdullah b. Zübeyr, İmran b. Husayn, Adiy b. Hatim, Süleyman b. Amir ve Ümmü Atiyye el-Ensariyye'nin bulunduğu bir sa­habe topluluğundan hadis rivayet etmiştir.

Tabiinden de pek çok kimseden hadis rivayet etmiştir. Ubey-det'us-Selmani, Kays b. Abbad, Salim b. Yesâr, Şüreyh, Alkame, Rabi b. Haysem, Ma'bed b. Haysem, Humeyd b. Abdirrahman el-Hımyeri, Abdur-Rahman b. Ebi Bekir ve Hafsa b. Ebi Bekir bunlardandır.

İbn Şirin'den pek çok kimse hadis rivayet etmiştir.

İbn Şirin: "Hadis ilmi din demektir. Dini kimden aldığınıza (dik­katli) bakınız" derdi.

İbn Şirin hadiste âlim olduğu gibi fıkıhta da âlimdi. Onun hakkın­da Osman el-Betti şöyle diyor: "Bu beldede Muhammed b. Sirin'den daha iyi fıkhı bilen kimse yoktur".

İbn Şirin mevcut bilgisine rüya tabiri ilmini de ilave etmiştir. Bu konuda insanlar arasında parmakla gösterilirdi. Kendisi bu konuda

imam ve hüccet derecesine yükselmiştir.

İbn Sirin'in bu durumu sebebiyle sonraki âlimler rüya tabiri konu­sunda risaleler yazarlar, bunların yaygınlaşması ve tutulması için İbn Sirin'e nisbet ederlerdi.

İbn Şirin Basra'da yetişip, oraya yerleşmiştir. Kumaş ticaretini pek çok seçkin âlim gibi o da kendisine meşguliyet olarak seçmiş, ilim meşguliyeti, çalışma ve meslekle uğraşmasına engel olmamıştır.

İbn Sirin'in hayatında sıkıntı ve zorluk eksik olmamıştır. Edindiği borçları Ödeyemediği için hapishane acısını tatmıştır. Hapishanede iken onun değerini anlayan hapishane sorumlusu kendisine gelerek: "Gece olunca evine git, sabah buraya gel" dedi. İbn Şirin buna rıza göstermeyip cezaevi sorumlusuna "Hayır! Yemin ederim ki yönetime karşı (böyle bir) ihanetinde sana yardımcı olmam" diye mukabelede bulundu.

îbn Sirin'in böyle davranmasında bir tuhaflık yoktur. Zira o zühd ve takvada bir örnek idi.

O dinini yaşamakta seçkin bir kimse idi. Şüpheli şeylere yaklaş-mazdı. Çok temiz, iffetli ve pırıl pırıl bir insandı.

Kimseye haset etmez, gıybet de etmezdi. Birisinin gıybetini eder­se bir dinar (altın lira) sadaka verirdi. Birisini methederse: "O kimse Allah'ın dilediği gibidir" derdi. Birisini kötüleyen bir şey söyleyecek olduğunda "O kimse Allah'ın bildiği gibidir" derdi.

İddialaşarak tartışmayı sevmez kendisi ile böyle tartışan kimseye: "Ben senin istediğini biliyorum. Seninle tartışmasını bilirim. Fakat ben tartışmak istemiyorum" derdi.

Şu söz de ona aittir: "Konuşan kimse konuştuğunun, hakkında bir delil olmak üzere yazıldığını bilseydi, az sözlü olurdu."

Allah iman edenleri günahlardan temize çıkarır, kafirleri de helak eder. (Al-i İmran/141)

Bu ayeti okuduğu zaman İbn Şirin "Allahım! Bizi günahlarımız­dan temizle, bizi kafirlerden eyleme" derdi.

Birisi ile vedalaştığında: "Allah'tan kork ve senin için takdir edi­leni helâl (yol)dan ara. Çünkü nasibini haramdan ararsan, (ne kadar ça-balasan) takdir edilenden fazlasını elde edemezsin!" der idi.

İbn Şirin uzun bir hayat yaşamış, ilim ve amel ile seksen yıla va­ran zühd ve takva içinde ömür geçirmiştir. Nihayet hicretin 110 yılın­da Şevval ayının 9. günü rabbine kavuşmuştur. Onun doğumunu gören Basra şehri ölümünü de gördü. Allah ondan razı olsun.

İbn Sirin'in tarihe mal olan hayatının özeti budur.

İbn Sirin'e nisbet edilen kitapla ilgili sözümüz ileride "Rüya Tabi­ri" bahsinde gelecektir.

Bazı kimseler bu kitabın adının Müntehab'ul Kelâm Fi Tefsiri'! Ahlâm olduğunu söylemişlerdir.

Bu kitabın İbn Sirin'e ait olduğunda şüphe olduğunu ileri sürenler vardır. Bu şüphenin gerekçelerini ve sebeplerini az ilerde ele alacağız.

İbn Nedim de Rüya Tabiri isimli bir kitabın İbn Sirin'e ait olduğu­nu söylüyor. Bunun da İbn Sirin'in olduğundan şüphe edenler vardır.

Tefsir'ul Ahlam adı ile bilinen kitabın başında şu ibare vardır:

Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla.....Hamd alemlerin rabbi

olan Allah'a mahsustur. Efendimiz ümmi peygamber Muham-med'e ve onun al ü ashabına salat ve selam olsun.

İmdi; bu Muhammed b. Sirin'e ait olan rüya tabiri hususunda de­ğerli bir kitaptır......

Kitabın başındaki bu ilk satırlardan itibaren, kitabın İbn Sirin'e ait olduğuna dair şüphe kokulan gelmektedir. Bu konuya ilerde tekrar dö­neceğiz.

İbn Şirin -eğer kitabın ona ait olduğu doğru ise- kitabının birinci bölümünde rüya tabirinin Kur'an ayetleri ve hadislerle ilişkisi olduğu üzerinde titizlikle durmaktadır.

İbn Şirin önce rüya tabircisinin sahip olması lazım gelen Özellik­leri anlatmakla işe başlıyor. Ki bunların çoğu ahlaki ve dini Özellik­lerdir.

Daha sonra rüya tabirinin Kur'an ile bağlantısını, onun ışığında ve manalarından yardım alarak tabirin yapılması gerektiğini söylüyor. Ay­rıca tabirin hadis ile ilgisini de açıklıyor ve diyor ki:

"Bil ki Allah seni de beni de taatinde muvaffak eylesin- rüya peygamberliğin kırkaltı cüzünden biri olduğuna göre[1] rüya tabircisinin Aj.ah'ın kitabını iyi bilmesi, hadis-i şerifleri ezberlemiş olması, Arab dilini ve kelime türeme kurallarını uzman gibi bilmesi, insanların tabi­atı hakkında bilgisi olması, ayırım gücüne sahip olması gerekir. Rüya tabircisi bu özelliklere sahip olmalı ki Hz. Allah onu doğruya yönelt­sin, akıl sahiplerinin bilgisine erdirsin.

Rüyalar vakte ve rüzgarın görüldüğü zamana göre değişik şekil­lerde tabir edilir.

Rüya bazen Kur'an ayetlerindeki manadan, bazen hadislerin ma­nasından, bazen ata sözlerinden hareketle tabir edilir. Görülen rüya ba­zen de gören üzerine değil (çevresinden) kendine denk birisi üzerine tabir edilir.

Rüya bazen görülen şeyin isminden, bazen zıddından, bazen o ke­limenin kökünü ifade eden kelimeden, bazen ilave ile, bazen de eksik­likle tabir edilir.

Kur'an'dan hareketle rüya tabirine örnekleri: Yumurta (sedef ve inci), kadm ile tabir edilir. Çünkü ayette şöyle buyurulmuştur:

Sanki onlar (cennetteki kadınlar) sedefler içine yerleştirilmiş inci­lerdir. (Saffat/49)

Taş, katılık ve kasavetle tabir olunur. Zira ayette şöyle buyuruluyor:

İşte onlar (yani kalpleriniz) katılıkla taş gibi, yahut daha ilendir. (Bakara/74) şöyle deniyor:

Taze et, gıybet ile tabir edilir. Çünkü ayette gıybet edenleri için:

Biriniz, ölmüş kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? (Hucu-rat/12)

Anahtar, hazine ile tabir olunur. Nitekim ayette şöyle buyurulu-yor:

Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı... (Kasas/76)

Anahtarlar rüyayı gören kişinin malının olacağına işarettir. Zira hazinenin olduğu yere anahtarsız ulaşılmaz.

Gemi, kurtulmak ile tabir olunur. Zira ayette şöyle deniyor: Biz onu (Nuh'u) ve gemidekileri kurtardık. (Ankebut/15)

Bir kralın (başkanın) girmeyi adet edindiği bir eve, mahalle veya şehre girdiğini görmek oradakilerin başına gelecek bir musibet ve sı­kıntı ile tabir olunur. Çünkü ayette şöyle buyurulmuştur:

Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını hakir hale getirirler. (Neml/34)

Elbise, kadın ile tabir edilir. Zira ayette şöyle deniyor:

Onlar (kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbi­se gibisiniz. (Bakara/187)

Hadislerden hareketle rüya tabirine gelince:

Karga görmek günahkar erkek ile tabir olunur. Zira Rasûlullah: "Fare fasıktır" buyurmuştur.

Eğe kemiği görmek de kadın ile tabir olunur. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kadm eğri bir kemikten yaratılmıştır.

Kapı eşiği görmek de kadın ile tabir olunur. Zira Hz. İbrahim oğ­lu İsmail'e "Kapının eşiğini (hanımını) değiştir" buyurmuştur.

Kitabda söylenilenlerden anlaşılıyor ki rüyanın tabir ve yorumun­da, rüyada görülen nesnenin durumuna göre tabir yapmak söz konusu­dur. Rüyada nergiz çiçeği veya gül görmek gibi. Rüyasında bunlan gö­ren kimsenin eceli kısalmış demektir. Zira bu çiçekler çabuk solarlar.

Bazen rüyanın tabiri rüyada görülen kişinin adıyla yapılabilir.

Rüyasında adı Fadl (Fazıl) olan bir kimseye faziletli bir şey yap­mak nasip olacak demektir. Rüyasında Raşid adında birini gören kim­senin durumu doğru (ve iyi) olacak demektir. Adı Salim olan birini rü­yada gören kimse için selâmet var demektir.

Rüya tabirinde acaip bir durum olur ki bazen rüyanın tabiri kendi içinde olur. Raşit ve Salim isimli birinin rüyada görülmesi durumunda yapılan tabir gibi.

Bazen rüyada görülen şeyin tersi ile tabir yapılır. Ağlamak gülmek ve sevinç ile gülmek üzüntü ile tabir olunur. Vuruşan veya güreşen iki kişiyi rüyada görme durumunda, rüyada galip gelen kimsenin, mağlup, mağlup olan kimsenin galip geleceği şeklinde rüya tabir olunur.

İnsanlara göre meşhur olan rüyanın gece görülmesidir. Fakat İbn Sirin'in bildirdiğine göre rüya gece görüldüğü gibi gündüz de görüle­bilir. Fakat bilesin ki en doğru rüyaların vakti, gece sonu ve gündüzle-yin öğleden önce uyunan uykudadır.

Rüya tabirinde tabiri yapan kimsenin tabir yaparken hoş olmayan yorumlarından kaçması, karamsarlık veren, karşısındakini üzecek ve sıkıntıya sokacak bir yorumda bulunmaması bu işin adabındandır.

Üzerinde konuşmakta olduğumuz kitapta deniyor ki: "Eğer rüya çirkin ve hoş olmayan bir şeyi gösteriyorsa, tabir yapan kimse bunu rü­ya sahibinden gizlemeli, rüyayı güzel bir şekilde tabir ederek rüyanın işaret ettiği şeyi açığa vurmamalıdır."

îbn Sirin'e ait olduğu söylenen kitapta, Ca'fer Sadık'tan rüya rine ait nakiller vardır.

Cafer Sadık'ın künyesi Ebu Abdillah olup Hz. Hüseyin'in torunla­rından, Haşimi soyundan ve Kureyş kabilesindendir. İmamiyye mez­hebindeki on iki imamın altıncısıdır. "Sadık" lakabı ile anılması hiç ya­lan söylediği bilinmediğindendir.

Çok cesaretli ve hakikati hiç çekinmeden söyleyen bir kimse idi. Tâbiin'in ileri gelenlerinden olan Cafer Sadık, ilimde yüksek mertebe sahibi idi. İmam-ı Azam, İmam Mâlik ve diğerleri kendisinden ilim öğ­renmişlerdir.

İbn Sirin'in kitabında Cafer Sadık'tan şunlar nakledilmektedir:

Bir adam Cafer Sadık'a gelerek şöyle sordu: "Ben rüyamda baba­mın bana demir ve içmek üzere sirke verdiğini gördüm. Bu nedir?"

Hz. İmam bu rüyayı şöyle tabir etti: Gördüğün demir şiddet ifade eder. Zira Kur'an'da buyuruluyor ki:

Biz demiri indirdik ki onda şiddet vardır. (Hadid/25)

Belki çocuklardan kimisi Hz. Davud'un sanatı olana demirciliği öğrenecektir. Sirke içmene gelince uzun sürecek bir hastalık sebe­biyle eline dünyalık mal geçecek. Allah'ın hoşnutluğunu kazana­rak vefat edeceksin. Hz. Allah geçmişteki ve gelecekteki günahla­rını affedecek.

Bir adam Cafer Sadık'a gelerek şöyle dedi: "Rüyamda güneş san­ki cesedim üzerine doğuyordu."

Hz. imam bu rüyayı şöyle tabir etti:

Büyük bir kazanç ve şeref elde edeceksin. Bu sana kraldan gele­cek. Şerefle birlikte çok dünyalık sahibi olacaksın.

Bir başkası Cafer Sadık'a gelerek: "Vücudumun sadece ayak kıs­mına güneşin doğduğunu rüyamda gördüm" der.

Cafer Sadık bu rüyayı şöyle tabir eder: Ayağını bastığın topraklardan bitki, meyve ve yaşantında faydalı olacak iyilikler elde ede­ceksin. Kralın yakınları arasına da gireceksin.

Bir diğer adam Cafer Sadık'a gelerek "Rüyamda ay'ı kucakladım. Bunu tabir eder misin?" dedi. İmam, adama Bekar mısın? diye sorun­ca, adam evet dedi. Bunun üzerine Cafer Sadık rüyayı şöyle tabir eder: Zamanının en güzel kadını ile evlenceksın. Aradan bir süre geçtikten sonra gelerek: "Efendim, ben öyle bir kadınla evlendim ki ondan gü­zeli yoktur. Dün gece de rüyamda ay'ı yüklenip taşıdığımı gördüm" de­miş. Cafer Sadık bu rüyayı da şöyle tabir etmiş:

"Evlendiğin bu kadın yakında gebe kalarak zamanının en güzel çocuğunu dünyaya getirecektir." Adam bu tabiri duyunca: "Efendim, eşim şimdi hamiledir  demiş.

Gerçekten tabir edildiği gibi de olmuştur.

Bir başkası Cafer Sadık'a "Ben rüyamda gece gündüz (devamlı) yağmur altında kalıyorum, bunun anlamı nedir?" diye sorduğunda, İmam: "Ne güzel rüya görmüşsün? Bir rahmete nail olacaksın ve bol rızık elde edeceksin" buyurmuş.

Bir başkası İrnam'a gelerek: "Bir adam rüyasında başına yağmur yağdığını görmüş. Bunun tabir'i nedir?" diye sormuş.

İmam şöyle buyurmuş: "Bu adam günahkar biridir. Günahı çoğa­lıp hataları etrafını sarmış. Şu ayeti işitmedin mi?"

Onların (Lut kavminin) üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Bu se­beple uyarılan (fakat aldırmayan)ların yağmuru ne kötü olmuştur? (Neml/58)

Cafer Sadık'a "rüyasında bulut yiyen adanV'ın rüyasının tabirini sordular. O şöyle cevap verdi: "Bu adam ne güzel rüya görmüş! Bu kimse ilim Öğrenen biri olacak, şanı yükselecek ve övgüler kazanacak ki böylesini hiç bir kimse görmemiştir. Bu zatın güzel bir makamı ve güzel övgüleri olacaktır."

Rüyasında kendisini bulutun gölgelediği bir adamın rüyası sorul­du. O şöyle cevap verdi: "Bu adam hasta ise iyi olacak, fakir ise zengin olacak, zulüm gören bir kimse ise kurtulacaktır. Zira bulut rahmet­tir. Savaşlarda Hz. Peygamber'i bulutlar gölgelerdi."

İbn Sirin'e ait olduğu söylenen Rüya Tabiri isimli kitapta rüya ta­birinde Kur'an'dan yardım alma fikri desteklenmektedir.

Örnek 1: Bir adam İbn Sirin'e gelerek rüyada ezan okuduğunu söyler. İbn Şirin adama: "Elin kesilecek" der. Adam henüz orada otur­makta iken bir başkası gelir, o da rüyasında ezan okuduğunu söyleye­rek rüyasının tabirini ister. İbn Şirin bu adama "Hacca gideceksin" der.

Orada bulunanların aynı rüyanın ayrı ayrı tabir edilmesi tuhafları­na gider. İbn Şirin şu sözleriyle durumu açıklar: Birinci adamın sima­sında kötülük işareti gördüm. Rüyasını şu ayetle yorumladım:

(Yusuf) onların yükünü hazırladığı zaman maşrabayı kardeşinin yüküne koydu! (Kafile hareket ettikten) sonra bir dellal: "Ey kafi­le! Siz hırsızsınız!" diye seslendi. (Yusuf/70)

İkinci adamın simasında hayır işareti gördüm. Buna göre rüyasını şu ayetle yorumladım:

İnsanlar arasında haccı ilan et. (Hac/27)

Örnek 2: İbn Şirin kitabında şöyle diyor: Rüyada rüzgarla birlik­te şimşek görmek zalim devlet adamı (sultan) ile tabir olunur. Yolcu iken şimşek görenin rüyası korku ile tabir edilir. Şimşeği gören kimse yolcu durumunda değilse ümid ile tabir edilir. Zira ayette şöyle buyuruhıyor:

Korku ve ümit içinde şimşeği size gösteren O'dur. (Rad/12)

Örnek 3: İbn Sirin'e nisbet edilen kitabın beşinci bölümünde şöy­le deniyor: Nehir veya denizde veya herhangi bir suda korku, eziklik duygusu veya tedavi için olmaksızın yıkanan kimsenin derdi varsa yok olur, sıkıntısı varsa gider, hasta ise şifa bulur, borçlu ile borcunu öder. Korkulu bir durum varsa yok olur, hapishanede ise kurtulur. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulmuştur:

(Eyyub'a) "Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek bir su!" (dedik). Bizden bir rahmet ve akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere ona hem ailesini, hem de onlarla beraber mislini bağışladık. (Sad/42-43)

Örnek 4: Rüyada rüzgar görmek; eğer rüzgar tatlı tatlı ve güzel esiyorsa, müjde ve rahmet ile yorumlanır. Çünkü Kur'an'da şöyle de­niyor:

Rüzgarları rahmetinin Önünde müjdeci olarak gönderen O'dur. (A'raf/57)

Eğer rüyada rüzgarın fırtına şeklinde estiği görülürse üzüntü ve sı­kıntı ile tabir olunur.

Nitekim Kur'an'da şöyle buyuruluyor:

Ad kavminde de (ibretler vardır). Onlara kasıp kavuran rüzgarı göndermiştik. (Zariyat/41)

Örnek 5: Rüyada haram olan şarap dışında alkollü bir içecekle sarhoş olmada hayır yoktur. Çünkü Kur'an'da şöyle ifade edilmiştir:

(Kıyametin koptuğu gün) insanları sarhoş bir halde görürsün. Oy­sa onlar sarhoş değildir. Fakat Allah'ın azabı dehşetlidir. (Hac/2)

Örnek 6: Rüyada susuz kalıp da bir nehirden su içmek isteyen, fa­kat içemeyen kimse üzüntüsünden kurtulur. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulmuştur:

Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim içerse benden değildir. Kim ondan içmezse bendendir. (Bakara/249)

İbn Şirin kitabına özel bir bölüm koyarak orada "Rüyada Kur'an Surelerini Görmenin Tabiri" başlığı altında Fatiha'dan başlayıp İhlas

suresine kadar hepsinin yorumunu yapmıştır.

Rüya tabirinde Kur'an'dan yararlanılması hususunda şunlan söy­leyebiliriz:

a. İbn Sirin'in "rüyada alevi olmayan bir ateş yiyen yetim malı yer" dediğini görmekteyiz. Bu tabiri yaparken şu ayete istinad edilebilirdi:

Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler, şüphesiz karınlarına an­cak ateş tıkınmış olurlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe girecekler­dir. (Nisa/10)

b. Kitabın 4. bölümünde: "Güneş'i rüyada görmek, kral ile tabir olunur. Bazen de ana babadan birisi ile yorumlanır" deniyor.

Oysa İbn Şirin bu yorumunu Yusuf süresindeki Hz. Yusuf un rü­yasını anlatan şu ayetle desteklese idi daha iyi olurdu:

Bir zamanlar Yusuf, babasına demişti ki: "Babacığım! Ben (rü­yamda) onbir yıldız ile güneşi ve ayı gördüm; onlar bana secde ediyorlardı." (Yusuf/4)

Tefsir âlimleri bu ayetteki güneş ve aydan maksadın, Yusuf un ba­bası ve annesi olduğunu bildirmişlerdir.

c.  Kitabın beşinci bölümünde "yağmurun rahmet olduğu" tabiri yapılmıştır. Burada Lokman suresinin şu ayeti delil gösterilmeli idi:

Yağmuru indiren O (AUah)dır. (Lokman/34) Veya Şura suresinin şu ayetine istinad etmeli idi:

O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra yağmuru indiren, rahme­tini her tarafa yayandır. (Şura/28)

d. Kitabın yedinci bölümünde: "Rüyada üzüm sıktığını gören sul­tana hizmet eder" denmiştir. Burada Yusuf suresinin şu ayetine yer ve­rilmeli idi:

Onunla beraber zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri de­di ki: "Ben (rüyada) şarap sıktığımı gördüm..." (Yusuf/36)

Ayette şarap sıktığını gören delikanlı, ayetin devamında ifade edildiği gibi krala hizmet ediyordu.

e.  Kitabın onyedinci bölümünde şöyle deniyor: "Rüyada siyah inek görmek bol bir yıl ile tabir olunur. Bir araya toplanmış siyah inekler ne kadar semiz ise o kadar bolluk olacak demektir. Bu bolluk bazen ineklerin görüldüğü yerlerdeki insanlara mahsus olabilir. Rüyada sığır eti görmek mala işarettir. İnek zayıf ise kıtlık yılı demektir. Semiz bir inek gören için ise o yıl bolluk yılı demektir."

Burada da Yusuf suresinde Hz. Yusuf un tabir ettiği rüya ile ilgili ayetlere (Yusuf suresi, 43'den 49'a kadar olan ayetler) yer verilmeli idi. Bu ayetlerde Hz. Yusufun Mısır Kralı için tabir ettiği rüya ve inekler (semizlik ve zayıflık durumuna göre) yıllar ile tabir edilmektedir.

f. Aynı bölümde "Rüyada koyun görmek değerli bir kadın ile ta­bir olunur" denilmektedir. Bir koyun elde eden veya sahip olan, bir ka­dına sahip olur." Burada da Sad suresinin şu ayetine yer verilebilirdi:

Bu benim kardeşindir. Onun doksandokuz koyunu var. Benim ise bir koyunum var. Böyle iken "Onu da bana ver" dedi ve tartışma­da bana üstün geldi. (Sad/23)

Bazı tefsir âlimleri bu ayetteki koyun'un kadm'a işaret olduğunu söylemişlerdir.

g. Kitapta onsekizinci bölümde şöyle deniliyor: "Rüyasında yeşil ve bilinmeyen bir bahçedeki içki nehirinden içen kimse cennete gi­rer." Burada da Muhammed suresinin şu ayeti ile bu yorum destekle­nebilirdi:

Muttakilere vaad olunan cennetin durumu şöyledir: İçinde bozul­mayan su'dan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır... (Muhammed/15)

Kitaplardaki hadislere dayanarak yapılan rüya tabirleri hususun­da da şunları söyleyebiliriz:

a. Kitapta dokuzuncu bölümde: "Rüyasında elinin uzun olduğunu görenin malı, mülkü, kıymeti artar" denilmektedir. Nitekim birinci bö­lümde de: "Ata sözün'den hareketle rüya tabirine gelince, mesela rüya­da elinin uzun olduğunu gören kimsenin iyi şeyler yapacağı yorumu söz konusudur. Çünkü bir ata sözünde: "Filan kimsenin eli senden daha uzundur" denir. Maksat senden daha çok iyilik yapan kimsedir, de­mektir."

İbn Şirin bu tabiri yaparken şu hadisten hareketle yorumunu yapa­bilirdi: " Hz. Peygamber'in eşlerine şöyle dediği rivayet olunmuştur:

Sizden bana en önce kavuşanınız, eli en uzun olanımzdır.

Rasûlullah'ın bundan maksadı eli ile insanlara çok hayır yapanın kendisine (vefatından sonra) ilk olarak kavuşacağını bildirmektir.

b. Kitabın dördüncü bölümünde "Rüyada süt görmek İslâm fıtratı ve Rasûlullah'ın sünneti ile tabir olunur" denilmektedir. Burada bu ta­bir yapılırken miraç hadisinde bildirilen şu olaylardan yararlanılabilir­di: "Hz. Peygamber'e (miraç gecesinde) Cebrail tarafından süt ve şarap sunuldu. Rasûlullah süt kabını aldı. Bunun üzerine Cebrail: "Fıtrata hi­dayet olundun" dedi.

Bu kitabın İbn Sirin'e ait olmadığını gösteren işaretler vardır. Bun­ları şöyle sıralayabiliriz:

a. Kitapta "Hikaye olunduğuna göre bir adam İbn Sirin'e geldi....."

diye başlayan ifadeler tekrar etmektedir.

b. Kitabın bir yerinde: "Bir kadın Muhammed b. Sirin'e gel­di......." denmektedir. Oysa yazarın kendisinden böyle bahsetmesi nor­mal değildir.

c. Kitabın bazı yerlerinde inceleme yapılmasına ihtiyaç gösteren hikayeler vardır. Buna bir örnek verelim: Kitabın dördüncü bölümünde şöyle denmektedir: Bir kadın Muhammed b. Sirin'e gelerek şöyle dedi: "Rüyamda ayın Süreyya yıldızına girip arkamdan bana şöyle seslendi­ğini duydum: 'Ey kadın! Muhammed b. Sirin'e gidip rüyanı anlat!' Bu­nun üzerine İbn Şirin kadının elini tutarak "Nasıl gördün?" diye sordu. Kadın rüyasını bir kere daha anlattı. Bu sırada yüzü sarardı ve karnını tutarak ayağa kalktı. İbn Sirin'in kızkardeşi: "Sana ne oluyor? Benzin sararmış!" dedi. İbn Şirin şöyle cevap verdi: "Nasıl olmasın ki sanıyo­rum bu kadın yedi gün sonra Öleceğimi bildirmiş bulunuyor." Gerçek­ten de İbn Şirin (bu olaydan sonra) yedinci gün kabrine konuldu.

Görülüyor ki İbn Şirin ölüp kabire konulduktan sonra kendisinden bahsetmektedir. Bu akla yatkın bir şey midir?

d. Kitabın yedinci bölümünde İbn Sirin'in incir anlamına gelen tiyn yerine Tibr dediği bildiriliyor. Hemen bundan sonra da şöyle den­mektedir: "Söylendiğine göre adamın birisi İmam Sirin'e bir deve he­diye etmiştir..."

Görülüyor ki kimi yerde İbn Şirin, kendisinden gaib (üçüncü şa­hıs) gibi, kimi yerde sadece adıyla, kimi yerde İmam lakabı ile söz et­mektedir. Bu akla yatkın bir şey midir?

e. Kitabın on birinci bölümünde İbn Şirin İmam Ebu Hanife'den bir hikaye nakletmektedir. Oysa İmam Ebu Hanife, İbn Sirin'den 40 se­ne sonra vefat etmiştir! Bilindiği üzere İbn Sirin'in vefatı hicri 110 yı­lı, İmam Azam'm vefatı hicri 150 yılıdır.

f. Kitabın onuncu bölümünde cinsel konu ve organlar hakkında İmam İbn Sirin'e yakışmayacak şeyler söylenmektedir.

Kesin değilse de büyük bir zan ile söylenebilir ki birisi İmam İbn Sirin'den rivayet edilen şeyleri bir araya getirmiş, sonra da bunun İbn Sirin'e ait olduğunu söylemiştir.

Gerçek durumu en iyi bilen Allah Teâlâ'dır.

 

Medine'nin Yedi Fakihi

 

SORU: Medine'nin yedi fakihi ifadesini (zaman zaman) duymakta­yız. Bunların hayatlarından kısaca bahsederek kim olduklarım anlatır mısınız?

CEVAP: Nurlu Medine hicret yurdudur. Zafer merkezi ve Rasûlul-lah'ın ebedî istirahatgâhıdır. Hz. Peygamber bu beldenin temizliğine, şerefine ve kadrinin yüceliğine şu sözü ile işaret buyurmuştur.

Hz. Allah Medine'ye (halkının güzelliğinden dolayı) güzel (yer) adını vermiştir.

Efendimiz bir diğer hadisinde de şöyle buyuruyor:

Medine körük gibidir. Kirleri giderir, iyi adamları içten bir hale getirir.

Yılan nasıl deliğine girerse iman da Medine'ye girer, orada toplanır.

İslâm'ın ilk döneminde önde gelen fakihler "Medine'nin Yedi Fa-kihi" adı ile ün yapmışlardır.

Bunlar, hakkında karar verilecek bir şey olursa toplanırlar, mese­le hakkında araştarma yaparlardı. Mahkemelerde görevli bulunan ka­dılar, (önemli meseleleri) bunlara arz edip onlardan bir karar çıkmadık­ça hüküm vermezlerdi.

Bunların adları şöyledir:

1. Hârice b. Zeyd

2. Urve b. Zübeyr

3. Kasım b. Muhammed

4. Ubeydillah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ud

5. Süleyman b. Yesar

6. Said b. Müseyyeb

7. Salim b. Abdullah b. Ömer

Yedinci sıradaki fakihin Ebubekir b. Abdurrahman b. Haris veya Ebu Seleme b. Abd'ur-Rahman olduğunu söyleyenler vardır.

Şairlerden birisi bu yedi zatın isimlerini şu beytinde saymıştır:

Her önüne gelene uyar sözüne bakarsın

O zaman hak olanın dışına çıkarsın

Uymaya değer olan Ubeydullah, Kasım ve Urve'dir

Diğerleri de Said, Süleyman, Harice ve Ebu Bekir.

"Medine'nin Yedi Fakihi" tabiri, bize on fıkıh âlimini hatırlat­maktadır.

Bunlar Raşid halifelerin beşincisi sayılan Ömer b. Abd'ul-Aziz'in Medine valisi olduğu zaman kendilerine baş vurduğu kadılar toplulu­ğudur.

İbn Cerir Taberi Tarihinde şöyle diyor: Abd'ul-Melik oğlu Velid, hicretin 87. senesinde Medine valiliğine Ömer b. Abd'ul-Aziz'i tayin etmiştir.

Vali, Medine'ye Rebi'ul-evvel ayında geldi. Henüz 25 yaşında idi. Öğle namazını kılınca Medine'nin şu on fıkıh âlimini çağırdı:

1. Urve b. Zübeyr

2. Ubeydullalı b. Abdullah b. Utbe

3. Ebubekir b. Abd'ur-Rahman,

4. Ebubekir b. Süleyman b. Hayseme

5.  Süleyman b. Yesar,

6. Kasım b. Muhammed

7.  Salim b. Abdullah b. Ömer

8. Abdullah b. Abdullah b. Amr

9. Abdullah b. Amir b. Rabia

10. Harice b. Zeyd

Bu on fıkıh âlimi valinin yanma gelip oturdular. Vali layık olduğu gibi Allah'a hamd ü sena ettikten sonra şöyle dedi:

Ben sizi sevap alacağınız bir şey için çağırmış bulunuyorum. Siz­ler hak hususunda (bana) yardımcı olacaksınız.

Sizin veya sizden yanımda hazır bulunan birinizin görüşünü alma­dan hiçbir konuda kesin emir (ve karar) vermeyeceğim.

Birisinin zulmettiğini görürseniz veya görevlilerden birinin hak­sızlık yaptığı haberi size gelirse, bunun üzerinde titizlikle durup mutlaka bana haber vermenizi istiyorum.

Fıkıh âlimleri valiye dua ederek ayrıldılar.

Burada sözünü ettiğimiz yedi fakih, bizim değerlendirmemize göre herşeyden önce, beşinci raşid Halife Ömer b. Abd'ul-Aziz'in kendi­lerine danıştığı on kadı arasından seçilmiştir.

Medine'nin on fıkıh âlimini Ömer b. Abd'ul-Aziz seçip bir araya topladığına göre "Medine'nin yedi fakihi" denilen kimseleri belki bir-kişi seçmiş değildir. Ancak insanlar arasında bunların Medine'nin fıkıh âlimleri olduğunun yaygın olarak kabul edilmesi onların fıkıh konu­sundaki yüksek makamlarından ileri gelmektedir.

Bu büyük âlimlerin her birinden kısaca söz edeceğiz. Bunlar hak­kında konuşurken birini diğerinden ayırma ve üstün tutma şeklinde bir girişimimiz olmayacaktır. Şimdi bu büyük fıkıh âlimlerini tanıyalım:

 

1. Harice B.Zeyd

 

Künyesi Ebu Zeyd, adı Harice b. Zeyd b. Sabit b. Dahhak'tır. Me-dineli bir tâbi olup Neccar soyundan ve Ensar'dandır. İlimde yüksek derece kazanmış imamlardan idi. İlim adamları güvenirliliği ve ileri derecede kıymetli bir zat olduğu hususunda görüş birliği içindedirler.

Sehavi Tuhfet'ul-Latife isimli kitabında onun hakkında şöyle di­yor: "Harice ve Urve onun ayarındakilerle birlikte Medine'de fetva ve­rirdi. Kendisini Medine'nin yedi fıkıh âlimi arasında saymışlardır.

Harice babası Zeyd, amcası Yezid ve Ensar'dan Ümm'ül-Ala'dan hadis rivayet etmiştir. Harice'den de Salim b. Abdullah, Zühri, Yezid b. Abdullah b. Kasıt, Ebu'z-Zinad ve diğerleri rivayette bulunmuştur."

Harice, 70 yaşında iken hicretin 100. yılında Medine'de vefat etmiştir.

 

2. Urveb. Zübeyr

 

Künyesi Ebu Abdillah olup adı, Urve b. Zübeyr el-Avâm'dır. Ta­biinden olup, Medineli ve Esed soyundandır.

Medine'nin yedi fıkıh âliminden birisi olan Urve, hadiste sağlam ve ezberi iyi olan ve siyeri bilen birisi idi.

Herkes onun değeri, mertebesinin yüceliği, ilminin genişliği husu­sunda görüş birliği etmiştir. Menkıbeleri çok ve meşhurdur.

İbn Şihab der ki: "Urve bulanık olmayan bir deniz gibidir".

Oğlu Hişam der ki: "Yemin ederim ki biz onun bildiği hadisin iki-yüzde birini öğrenemedik."

İbn Uyeyne Urve b. Zübeyr hakkında şöyle diyor: "Hz. Aişe'nin hadislerini en iyi bilen üç kişiden biridir. Diğer ikisi ise Kasım ve Am-ra'dır."                  

İbn Sa'd da şunları söylemektedir: "Urve çok hadis bilen, güveni­lir bir kimsedir. Fıkıh'ı iyi bilir güvenilir ve sağlam bir kimsedir."

Urve pek çok sahabe ve tabiin âliminden hadis almıştır. Babası, kardeşi Abdullah, annesi Ebubekir kızı Esma, teyzesi Hz. Aişe, Said b. Zeyd, Hakim b. Hizanı, Hakim'in oğlu Hişam, Ebu Eyyüb, Ebu Hu-meyd, Ebu Hureyre, Üsâme, Hz. Hasan, Misver, Muğire, Numan b. Beşir, Muaviye, Ümmü Seleme ve Ümmü Hâni bunlardandır. Ayrıca Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Amr b. As'dan oluşan dört Abdullah'tan da rivayette bulunmuştur. Ahmed b. Hanbel ve diğer hadis âlimleri bunları Abadile diye isimlen­dirmişlerdir.

Ahmed b. Hanbel'e "Abdullah b. Abbas da bu Abdullahlardan mı­dır?" diye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: "O, onlardan değil­dir." Beyhaki ise: Çünkü o daha önce vefat etmiştir" diyor.

Bu Abdullahlar uzun ömürlü olmuşlar, insanlar bunların ilmine ihtiyaç duymuşlardır. Bu Abdullahlar bir konuda görüş birliği ettikle­rinde "Bu Abdullahlann sözü veya işidir" denmiştir.

Urve'den Ata, İbn'Ebi Müleyke, Arrak b. Mâlik, Ebu Seleme b. Abd'ur-Rahman, Zühri, Ömer b. Abd'ul-Aziz; Yahya, Abdullah ve Os­man, Urve'nin (kendi) oğulları, tabiinden ve diğerlerinden pek çok kimse hadis rivayet etmişlerdir.

Urve çoğunluğun görüşüne göre hicretin 94. senesinde vefat et­miştir. Buharî'nin dediğine göre Urve, hicri 99 yılında vefat etmiştir.

 

3. Kasım B. Muhammed

 

Tabiinin en değerlilerinden olan Kasım'ın künyesi Ebu Abd'ir-Rahman veya Ebu Muhammed'dir. Adı ise Kasım b. Muhammed b. Ebi Bekir es-Sıddîk'dır. Kasım b. Muhammed'in de yüce değeri, güvenilir oluşu hakkında görüş birliği vardır.

Kasım b. Muhammed çok hadis bilen, takva sahibi, yüksek kişili­ği olan güvenilir bir fıkıh bilgini idi.

İbn Uyeyne onun hakkında şöyle der: "Kasım b. Muhammed za­manının en faziletlisi idi."

İbn Şevzeb de şöyle diyor: "Biz Medine'de Kasım b. Muham-med'den daha üstün birisine yetişmedik."

Ebu'z-Zinad ise şöyle diyor: "Kasım b. Muhammed'den daha âlim kimse görmedim".

Ahmed b. Abdullah da şöyle diyor: "Kasım, tabiinin fıkıh bilgin­lerinden ve hayırlılarından idi."

Kasım, İbn Ömer, îbn Abbas, Ebu Hureyre, Muaviye, Hz. Aişe, diğer sahabe ve tabiinden hadis rivayet etmiştir.

İçlerinde İbn Ömer'in kölesi Nafi, İbn Ebu Müleyke, Zühri, Yah­ya el-Ensari, Eyyüb, Rabia ve diğerlerinin bulunduğu bir topluluk Ka-sım'dan hadis rivayet etmiştir.

Kasım ilimden ve ilim tahsilindeki derecesinden söz ederek ken­disini şöyle anlatıyor: "Fetva ve Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman (r.a)'m hilafeti konularında ölünceye kadar Hz. Aişe'den bilgi aldım. (İlim hususunda) deniz gibi olan Abdullah b. Abbas'ın yanında bulun­dum, îbn Ömer ve Ebu Hüreyre'nin yanında çok bulundum. İbn Ömer de takva sahibi olup ilimde derya idi. (Bununla beraber) bilmediği şey-

ler hakkında bir şey söylemezdi."

Kasım b. Muhammed vefat edeceği sırada Allah Teâlâ'ya şöyle yalvanyordu: "Allahım! Sen benim rabbim ve efendimsin. Sen bana yetersin."

Kasım b. Muhammed, İbn Sa'd'ın dediğine göre hicretin 112. yı­lında vefat etmiştir. 108 veya 111 yılında vefat ettiği de söylenmiştir. Vefatında 72 yaşında idi. Ömrünün sonlarında gözleri görmez olmuş­tu. Allah'ın rahmeti üzerine olsun.

 

4. Ubeydullah B. Abdullah

 

Künyesi Ebu Abdillah'tır. Adı, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ut'tur. Medine'li ve Hüzeli kabilesinden olan Ubeydullah tâbiin-dendir.

Değerli bir ilim toplayıcısı ve doğru-güvenilir bir zat olup, Ömer b. Abd'ul-Aziz zamanındaki on fıkıh âliminden biridir. Daha sonra fet­va kaynağı durumunda olan yedi fakihten biri olmuştur. Fıkıhta ileri dereye ulaşmasının yanısıra, iyi bir şair idi.

Büyük ve değerli bir insan olduğu hakkında söz birliği edilmiştir.

İbn Sa'd onun hakkında şöyle diyor: "Güvenilir bir âlim ve fıkıh adamıdır. İlmi ve hadis bilgisi çoktur ve şairdir."

Zühri ise şöyle diyor: "İbn Abbas Ubeydullah'a değer verirdi. Her bir âlimin yanına vardığımda bakıyordum ki onun bildiklerini ben de biliyorum. Onun yanına her gelişimde kendisinde taze bilgi bulurdum."

Ubeydullah, hafızasının kuvveti hakkında şöyle der: "Duyduğum her hadisi istediğim takdirde ezberleyiverirdim."

Ubeydullah, beşinci raşit halife sayılan Ömer b. Abd'ul-Aziz'in hocası idi.

Ubeydullah İbn Abbas, İbn Ömer, Ebu Said el-Hudri, Ebu Vakıd el-Leysi, Zeyd b. Halid, Numan b. Beşir, Hz. Aişe, Fatma b. Kays'tan ve tabiinin büyüklerinden de hadis rivayet etmiştir. Ayrıca Arrâk b. Mâlik, Zühri, Ebu'z-Zinad, Salih b. Kisan ve diğerlerinden de rivayet­te bulunmuştur.

Ubeydullah ömrünün sonlarında gözlerini kaybetmiş görmez ol­muştur. Hicretin 94. veya 95. yılında veya 99. yılında vefat etmiştir.

 

5. Süleyman B. Yesar El-Hilali

 

Medine'deki Yedi Fıkıh Âliminin beşincisi olan Süleyman'ın kün­yesi Ebu Eyyüb'tur. Ebu Abd'ir-Rahman veya Ebu Abdillah diyenler de vardır. Medine'li ve tâbiindendir.

İbn Sa'd onun hakkında şöyle der: "Süleyman, güvenilir üstün bir âlim, çok bilgili bir fakih idi."

Ebu Zür'a Razi de şöyle diyor: Süleyman b. Yesar, Medine'li gü­venilir, sağlam, faziletli ve ibadetine düşkün biri idi.

Süleyman b. Yesar İbn Abbas, İbn Ömer, Cabir, Hassan b. Sabit Ebi Rafı', Zeyd b. Sabit, Mikdad b. Esved, Ebu Said, Ebu Vakıd, Ebu Hureyre, Hz. Aişe, Ümmü Seleme'den ve tabiinden pek çok kimseden hadis rivayet etimiştir.

Kendisinden de tabiinden birçok kişi hadis rivayetinde bulunmuş­lardır. Amr b. Dinar, Nafi, Amr b. Meymun, Salih b. Keysan, Zühri, Yahya el-Ensari, Katade ve diğerleri bunlardandır.

Süleyman b. Yesar hicri 103 yılında 73 yaşında iken vefat etmiş­tir. 109 yılında vefat ettiğini söyleyenler de olmuştur.

6. Said B. Müseyyeb

 

Künyesi Ebu Muhammed olan bu zat Medinelilerin fıkıh âlimi ve değerli bir imamdır. Adı Said b. Müseyyeb b. Huzn b. Vehb el-Mahzu-mi'dir. Hiç tartışmasız Medine'nin âlimi ve tabiinin önderlerindendir. Sahavi Tuhfe isimli kitabında böyle diyor.

İlim adamları onun değerli bir âlim olduğunda ve çağının âlimle-rinir en Önde geleni olduğunda, fazilet ve iyiliklerde üstünlüğünde söz birliği etmişlerdir. Eski ve yeni dönem ilim adamlarının, Said'in dinde ve ilimde büyük ve yüksek değerde bir âlim olduğuna dair pek çok sözleri vardır.

İbn Sa'd Tabakafmda. Said b. Müseyyeb için onyedi sayfadan faz­la biyografik geniş bilgi vermiştir. Orada Said'in çok hadis bildiği, sağ­lam ve güvenilir olduğu, ehli takva olup, değerinin yüksek olduğu, ilimleri kendisinde toplayan bir âlim olduğu ifade edilmiştir.

Muhammed b. Yahya b. Hayyan onun hakkında şöyle diyor: Ça­ğında Medine âlimlerinin başı ve fetvada Önde gelen bir âlim idi. Ona "Fıkıh âlimlerinin fakihi" denirdi.

Meymun b. Mehran şöyle diyor: "Medine'ye geldim ve fıkıhta en üstün âlimi sordum. Beni Said b. Müseyyeb'e ilettiler. Soracaklarımı ona sordum."

Mekhul onun hakkında: Said b. Müseyyeb âlimlerin âlimidir" diyor.

Ebu Hatim de şöyle diyor: "Tabiin içinde Said b. Müseyyeb'den daha soylu ve yüce bir kimse yoktur."

Katade onun hakkında: "Helâl ve haramları bilme konusunda Sa­id b. Müseyyeb'den daha âlim kimse görmedim" demiştir.

Süleyman b. Musa da: "Said b. Müseyyeb, tabiin arasında fıkhı en iyi bilen kimsedir" demiştir.

Ali b. Medini şöyle demiştir: "Tabiin arasında Said b. Müsey­yeb'den daha âlim birini görmedim. Said (bir konu hakkında) "sünnet böyledir" dedimi bu sana yeter. O tabiinin en değerlilerındendir.

Ahmed b. Hanbel (bir keresinde) "Tabiinin en faziletlisi Said b. Müseyyeb'dir" deyince kendisine: "Alkame ve Esved ne oluyor?" de­diler. O da (bu hususta onlar şöyle sıralanır): "Said, Alkame ve Esved" dedi.

Ahmed b. Hanbel'in bu sözü tâbiin'in dini ilimlerde en faziletlisi­nin Said b. Müseyyeb olduğu anlamına gelir. Zira Sahih-i Müslim'de Hz. Ömer'den rivayet edilen bir hadiste şöyle buyuruluyor:

Tâbiin'in en hayırlısı Veysel Karani denilen bir adamdır.

Veysel Karani'nin detaylı olarak biyografisi için islâm Tarihinde Fedailer isimli eserimize bakılabilir.

Said b. Müseyyeb sahabeden şu kimselerden hadis rivayet etmiştir:

Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, Sa'd b. Ebi Vakkas, İbn Abbas, İbn Ömer, Cübeyr b. Mut'im, Abdullah b. Zeyd b. Asım, Hakim b. Hizam, Ebu Hüreyre, Muaviye, Ebu Musa el-Eş'ari, Safvan b. Ümey-ye ve babası, Misver b. Mahreme, Cabir b. Abdullah, Ebu Said el Hudri, Zeyd b. Sabit, Osman b. Ebi'l-Âs, Hz. Aişe, Ümmü Seleme ve diğerleri.

Tâbiin'in en ileri gelenlerinden birçok kişi Said b. Müseyyeb'den hadis rivayet etmişlerdir. Ata b. Ebi Rabâh, Muhammed el-Bâkır, Amr b. Dinar, Yahya el-Ensari ve bunların dışında diğerleri bunlardan ba­zılarıdır.

Said b. Müseyyeb hadis ve ilim uğrunda sarfettiği gayretleri şöy­le anlatıyor: Bir tek hadis için günler ve geceler boyu yolculuk yapar­dım.

Said b. Müseyyeb çok zeki idi. Kulağının duyduğu her şeyi kalbi ezberine alırdı. Kendisi şöyle diyor: Hz. Peygamber'in Hz. Ebu Be­kir'in ve Hz. Ömer'in hüküm verdiği meseleleri benden daha iyi bilen kimse yoktur. Hz. Peygamber'in ashabından olan kimseler hayatta iken o fetva verirdi.

Ömer b. Abd'ul-Aziz Said b. Müseyyeb'e sormadan hiçbir konuda karar vermezdi. Said b. Müseyyeb iyi rüya tabir eden biri idi. Bu bilgiyi Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma'dan öğrenmiş, o da babasından öğrenmişti.

Said iyi bir insandı. Başkalarından dünyalık almazdı. Dörtyüz di­nar altın değerinde malı vardır. Bununla yağ ticareti yapardı.

Allah yolunda işkencelere katlanmıştı. Mervan oğlu Abd'ul-Me-lik'e biat etmekte tereddüt gösterdiği için Hişam b. İsmal ona 60 kırbaç vurdurmuştur.

Said'e: "Emevîlere beddua et!" denildiğinde o bu isteğe şöyle dua ederek cevap verdi: Allahım! Dinini güçlendir, veli kullarına destek ol Muhammed ümmetinin afiyeti uğrunda düşmanlarını perişan eyle.

Yahya b. Said'iri rivayet ettiğine göre dininde ihtiyatlı bir insandı. Kendisine bir şey sorulduğunda: "Allahım! Bana selamet ver, beni bir yanlış yapmaktan koru!" demeden neredeyse hiç fetva vermez ve bir şey söylemezdi. Bununla beraber geniş ufuklu ve ince düşünceli idi.

Abd'ur-Rahman b. Harmele kendisine "Sarhoş bir adam görüp bu adamı yetkililere şikayet etmesem bu caiz olur mu, ne dersin?" deyin­ce o şöyle cevap verdi: "Eğer o adamı elbisenle örtmeye gücün yeter­se onu ört. (Yani kusurunu başkalarına gösterip, duyurma)!"

Said b. Müseyyeb Ebu Hüreyre'nin damadı idi. Kırk defa haccet-mistir.

İbn Hibban onun hakkında şöyle diyor: "Din, fıkıh, takva, ilim, ibadet ve fazilet yönünden tâbiin'in ileri gelenlerinden olan Said, tabi­inin efendisi idi.

Said hicaz halkının en iyi fıkıh bileni, insanların en iyi rüya tabir edeni idi. Kırk yıl boyunca ezan okunmadan camide bulunup namazı bekleyen bir insandır."

Said b. Müseyyeb hicretin 94. senesinde vefat etmiştir. Bu yılda Çok fıkıh bilgini vefat ettiğinden bu yıla "Fıkıh bilginleri yılı" denmiş­tir. 72 yaşında öldüğünü söyleyen de vardır. Allah rahmet eylesin.

 

7. Salim B. Abdullah B. Ömer

 

Daha önce işaret ettiğimiz Medine fakihlerinin kimler olduğu hu­susundaki görüş ayrılığını dikkate almakla beraber burada Hz. Ömer'in torunu Salim'i tanıtacağız.

Salim'in künyesi Ebu Muhammed'dir. Ebu Abdullah diyen de vardır.

Adı Salim b. Abdullah b. Ömer b. Hattab'dır. Kureyş soyluların-dandır ve tâbiindendir. Fıkıh âlimi, takva sahibi ve ibadetine düşkün bir imamdır. Onun yüksek mertebesi, zühd ve takvası ve imamlığı üze­rinde görüş birliği varır.

Sahavi Tuhfe isimli kitabında onun hakkında şöyle diyor: "O, çok hadis rivayet edenlerin ileri gelenlerinden biridir. Aynı zamanda Medi­ne halkının hükmüne başvurduğu ve fetva aldığı fıkıh âlimlerindendir."

Said b. Müseyyeb, Salim hakkında şöyle diyor: "Salim'in babası Abdullah, Ömer'in çocukları içinde Ömer'e en çok benzeyendir. Ab­dullah'ın çocukları içerisinde de Abdullah'a en çok benzeyen Sa-lim'dir."

Mâlik b. Enes de Salim hakkında şöyle diyor: "Geçmiş devirdeki salih kimselere zühd ü takva ve aşırılığa kaçmadan yaşama hususunda Salim'den daha çok benzeyen kimse yoktur. .0 iki dirhem değerinde (sade ve basit) bir elbise giyerdi."

Ibn Sa'd da şöyle diyor: "Salim çok hadis bilir, insanların en de­ğerlisi ve takva sahibi idi."

Salim babasından, Ebu Eyyub El-Ensari, Râff b. Hadic, Ebu Hü-reyre, Hz. Aişe ve tabiinden bir gruptan hadis almıştır.

Salim'den tabiinden birçok kişi hadis rivayet etmiştir. Amr b. Di­nar, Nafi', Zühri, Musa b. Ukbe, Hamid et-Tavil, Ubeydullah el-Amri, Salih b. Keysan bunlardandır. Tebe-i tabiinden bir çok kimse de Sa­lim'den hadis rivayet etmiştir.

Salim'in zühd'ünü gösteren bir olay vardır: Abdülmelik'in oğlu Hişam. onu Kabe'yi tavaf ederken görünce: "Bir ihtiyacın varsa benden iste" demiş. Salim: "Ben Allah'ın evinde iken Allah'tan başkasından bir şey istemekten utanırım" cevabını vermiş. Salim, Kabe'den dışarı çı­kınca Hişam: "Şimdi dışarı çıktın, iste" demiş. Bunun üzerine Salim: "Yemin ederim ki ben dünyayı onun sahibi olan Allah'tan bile isteme­dim. Dünyaya sahip olmayandan ne isteyeyim?" cevabını vermiş.

Salim Medine'de 105 yılında veya 108 yılında vefat etmiştir. Al­lah rahmet eylesin.

Buraya kadar söylediklerimiz Medine'nin yedinci fakihi ile ilgilidir. İkinci bir kavle göre yedinci fakih Ebu Bekir b. Abdurrahman'dır.

Tabiinden olan bu zatın ismi, aynı zamanda künyesidir. İsminin tamamı şöyledir: Ebubekir b. Abd'ur-Rahman b. Hişam b. Muğire el-Mahzumi. Medine'lidir ve Hz. Ömer'in halifeliği döneminde dünyaya gelmiştir. Çok namaz kıldığı için Medine'nin rahibi denmiştir. Kendisi cömert, güvenilir, akıllı ve bilgili idi. Çok hadis bilirdi.

İbn Harraş Ebubekir hakkında şöyle diyor: "O müslümanların imamlarından biridir".

İbn Kesir el-Bidaye ve'n-Nihaye isimli kitabında şöyle diyor: "Sağlamdır, güvenilirdir. Fıkıhta ve sahih hadis rivayet etmede büyük bir yeri vardır."

Ebu Bekir'in Ömer, İkrime ve Abdullah adlarında kardeşleri var­dır. Bunların hepsi de güvenilir kimseler olup örnek gösterilecek kişi­lerdir.

Ebubekir babasından, Ebu Mes'ud el-Bedri, Ebu Hüreyre, Hz. Ai­şe, Ummü Seleme, Esma b. Amis, Ümmü Ma'kıl el-Esediyye, Mervan b. Hakem'den ve diğerlerinden rivayate etmiştir.

Kendisinden de Mücahid, İkrime b. Halid, Ömer b. Abd'ul-Aziz, Amr b. Dinar, Zühri, Abd-i Rabbih b. Said, Hakem b.Uteybe, Cami' b. Şeddad ve oğullan Abdullah ve Abd'ul-Melik, Ebu Bekir'in iki oğlu Abd'ul-Vahid b. Eymen, Abdullah b. Ka'b el-Hımyeri ve diğerleri ri­vayette bulunmuşlardır.

Ebu Bekir'in gözleri görmezdi. Hicretin 93. veya 94. yılında vefat etmiştir. Vakidi'ye göre 94 yılında vefat etmiştir. Bu yılda çok fıkıh âli-, mi vefat ettiğinden bu yıla "Fıkıh âlimleri yılı" denmiştir.

Yedinci fakih üçüncü bir kavle göre tâbiin'in büyüklerinden olan Ebu Seleme'dir. Medine'li olan Ebu Seleme'nin adı Abdullah b. Abdur-Rahman b. Avf ez-Zühri'dir.

Ebu Seleme imam derecesinde bir âlim idi. Bu zatın sahabeden pek çok kimseden rivayeti vardır. Çok geniş bilgisi olan Ebu Seleme'nin kadrinin yüceliği ve değerli bir kimse olduğunda görüş birliği vardır.

İbn Sa'd onun için şöyle diyor: "O güvenilir bir fıkıh âlimi ve çok ilmi olan bir kimsedir."

Ebu Zür'a: "Ebu Seleme imamdır ve güvenilir bir kimsedir" diyor.

Ebu Seleme sahabe ve tabiinden hadis rivayet etmiştir. Sahabeden olanlar: Abdullah b. Selam, İbn Ömer, İbn Abbas, Abdullah b. Amr b. Âs, Cabir b. Abdillah, Ebu Said el-Hudri, Ebu Seyyid, Muaviye b. Ha­kem, Rabia b. Ka'b, Hz. Aişe ve Ümmü Seleme'dir.

Tabiinden olanlar: Ata b. Ebi Rabah, Urve, Büşeyr b, Said ve Ömer b. Abd'ul-Aziz'dir.

Ebu Seleme'den ise tabiinden olan kimseler ve başkaları hadis ri­vayet etmişlerdir. Bunlar: Amir eş-Şa'bi, Abd'ur-Rahman el-Arac, Ar-rak b. Mâlik, Amr b. Dinar, Ebu Hazim, Seleme, Yahya b. Ebi Kesir ve diğerleridir.

Ebu Seleme 92 yaşında iken hicri 94 yılında Medine'de vefat et­miştir. Allah rahmet eylesin.

Buraya kadar kendilerinden söz ettiğimiz Medine'nin yedi fakihi ile ilgili olarak bazı noktaları belirtmek yerinde olacaktır. Şöyle ki:

Bu zatların bir takım ortak özellikleri vardır. Hepsi Medine hal-kındandır. Hepsi Medine'de vefat etmiştir. Hepsi tâbiindendir. Hepsi, yaklaşık olarak aynı neslin ve aynı yüz yılın insanıdırlar. Hepsi de hic­ri birinci yüzyılın sonları ile ikinci yüz yılın başlarında yaşamışlardır. Hepsi veya pekçoğu belirli kimselerden hadis ve ilim alma özelliğine sahiptir. Bir örnek olarak söylersek "Abdullahlar" denen; Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Amr b. Âs'tan ilim almışlardır. Gene bunlar Ebu Hüreyre, Hz. Aişe ve Ümmü Seleme'den de ilim ve hadis almışlardır.

Bunların hepGİ de bir takım üstün özelliklere sahiptirler. Bunların pek çoğu hicri 94 yılında vefat etmişlerdir.

el-Bidaye ve'n-Nihayedz söylendiğine göre bu yıla "Fıkıh Âlim­leri yılı" denmiştir. Zira bu yılın başlarında Ali b. Hüseyin b. Zeyn'el-Abidin, sonra Urve b. Zübeyr, sonra Said b. Müseyyeb, sonra Ebube-kir b. Abd'ur-Rahman b. Haris b. Hişam ve Said b. Cübeyr vefat et­miştir.

Gene bu zatların hepsinin ömrü yetmiş yaşını geçmiştir.

Dikkatimizi çeken bir nokta da bunların çoğunun, ömürlerinin so­nunda gözlerinin görmez olmasıdır. İhtimaldir ki bunun sebebi ilim ve fıkıh mselelerinde uzun süren inceleme ve tetkik yapmış olmalarıdır.

İslâm'ın ilk yıllarında ortaya çıkıp parlayan ilim adamlarının önde gelenlerinden olan bu Medine'nin yedi fıkıh âliminden Allah razı olsun. Onlar Allah yolundaki çalışmaları ile yüksek mertebelere ulaşmışlardır.

 

Utbe Kızı Hind Hem Cahiliye Hem İslâm Döneminde Kahramanlığı Olan Kadın

 

SORU: Siyer kitaplarında Utbe kızı Hind'den söz edilmektedir. Bu hanım kimdir? Kahramanlığı nedir?

CEVAP: Bu hanım İslâm'dan Önce de müslüman olduktan sonra da önemli ve iz bırakan bir Arab hanımıdır. Bu hanım cahiliye ve İslâm dönemlerinin örnek Arab kadınlarından sayılan bir hanımdır.

Çevresinden aldığı etkiler onu kuşatınca güç ve iktidar sahibi ol­muş, iman nuru ile aydınlanınca da örnek olacak ve kendisinden söz edilecek birisi olmuştur.

Cahiliye dönemindeki kahramanlığı içinde bulunduğu toplumun ve halkının ölçülerine göredir. Müslüman olduktan sonra kahraman sa­yılması ise hak ölçülere göredir.

Güçlü kişiliği cahiliye döneminde ona utanılacak şeyler yaptır­mıştır. Fakat aynı güçlü kişilik iman ve İslâm nuru ile aydınlanınca onu

süslemiştir.

Buraya kadar söz ettiğimiz kimse Kureyş kabilesinden, Emeviler-den Abdi Menaf oğlu Abd'üş-Şems oğlu Rabia oğlu Utbe'nin kızı Hind'dir.

Hind, toplumunun lideri durumunda olan Utbe b. Rabia'nm kızı, Kureyş lideri durumunda olan Ebu Süfyan'm karışıdır. Emeviler için­de lider durumunda olan Muaviye'nin de anasıdır.

Hind'in annesi, kavminin hanımefendilerinden birisi olan Safiyye b. Ümeyye b. Harise b. Evkas'm kızıdır.

Hind'in bir takım özellikleri vardır ki kendisinin soyluluğuna soy­luluk katmış, Arab kadınları arasında değerini yükseltmiştir.

Hind çok düzgün konuşan ve cesaretli bir kadındır. Gurur, büyük­lük, görüş sahibi ve azimli olmak gibi özellikleri vardır.

Şiir söyleyebilen bir şair, hikmetli söz üretebilen feylesof gibidir.

Kendisi ve soyu ile kıvanç duyarken gururunun zirvesindedir. Oğ­lu Muaviye annesini tanıtırken söylediği şu söz ile onu en iyi tanıyan bir kimse olduğunu göstermiştir. Muaviye annesi hakkında "O cahili-yet döneminde önemi büyük, müslüman olduktan sonra da haberi de­ğerli bir insandır" demiştir.

İbn Abd'il-Berr onun özelliğini kısa ve güzel bir şekilde şöyle ifa­de etmiştir: "O kişilik sahibi ve gururuna düşkün bir kadındır."

Arab Edebiyatında anlatılan hikaye ve haberler arasında yer alan, cahiliye döneminde Hind'e ait bir olay, herhalde düşünce ve dikkatle­rimizi yönlendiren bir olay olsa gerektir.

Bu hikayede derinliğine bir delil bulamamak diye bir şey söz ko­nusu değildir. Gerçekten yaşanmış tarihte yerini alan bir olay ise de, bir hayal ürünü ise de durum aynıdır. Zira bir haber olarak işiteni gerçek­ten ikna eden özelliğe sahiptir. Hayal ürünü bile olsa bir gerçeği can­landırmaktadır.

Edebiyat tarihimin anlattığına göre Hind, Mahzum kabilesinden Muğire oğlu Fakihe ile evlenmiştir.

Fakihe, Kureyş gençlerinden bir gençtir. Evinde bir ziyafet odası vardı. Buraya pek çok insan izinsiz girer çıkar, burada ziyafet tertip edilirdi.

Günlerden bir gün Fakihe evinde eşi ile dinlenmekte idi. Bir işin takibi için eşi Hind'i evde uyuyor vaziyette bırakarak dışarı çıktı. Bu sırada eve gelmeye alışık olanlardan birisi çıkageldi. Hind'in uyumak­ta olduğunu görünce geldiği gibi geri döndü.

Fakihe eve dönerken eve gelen kimsenin dönmekte olduğunu gö­rüyor. Körü körüne şüphecilik Fakihe'nin kalbinde volkan gibi patla­yıp onu kışkırtıyor. Bu halde gururlu bir Arab kadını olan eşinin üze­rine yürüyerek ve onu azarlayarak: "Bu yanından çıkan kimdir?'1 diye soruyor.

Hind şöyle cevap veriyor: "Allah'a yemin ederim ki sen beni uyandırıncaya kadar uyuyordum. Asla hiç kimseyi görmedim!"

Fakat kör kıskançlık adamı şöyle söylemeye sevk etti: "Ailenin yanına git!"

Fakihe ile Hind arasında cereyan eden bu olayın haberi insanlar arasında yayıldı. Babası Hind'e yönelip ona dedi ki: "Kızım! Yalan ol­sa dahi utanç verici bir duruma düşmekten çekin. Bana işin iç yüzünü anlat; adam doğru söylüyorsa üzerine birini salıp öldürteyim, utançtan kurtulursun. Şayet yalan söylüyorsa Yemen kahinlerinden birine dava açalım, hakkında karar versin." (O zamanlar bu gibi durumlarda böyle yapılıyordu.)

Hind cevap verdi: "Babacığım! Vallahi adam yalan söylüyor".

Utbe, bunun üzerine damadı Fakihe'ye giderek ona şöyle dedi: "Sen benim kızıma büyük bir leke sürüp iftira attın ya söyledğini şa­hitle isbat edersin veya birlikte Arab kahinleri önünde davalaşınz."

Aralarında Hind, kocası ve babası olduğu halde kadınlı erkekli bir grup Yemen'e yöneldiler. Kahin'in evine yaklaşınca Hind'in yüzünün rengi değişti. Çünkü namusu, şerefi ve şöhreti az sonra hesaba çekile­cekti. Bu öyle bir hesap idi ki hesabı yapacak kimse, hatadan korunma, yanlış hüküm vermeme garantisi yoktu.

Babası kızının yüzünün değiştiğini görünce sarsıldı. Kızına gizli­ce: "Ey kızcağızım! Bu halin insanlarla birlikte buraya çıkıp herkese teşhir edilmeden olsaydı ya?" dedi.

Özgür bir kadın olan Hind kendisini şöyle savundu: "Babacığım! Yemin ederim ki kötü bir şey yaptığımdan böyle olmuş değilim. Fakat siz davayı Öyle bir adama götürüyorsunuz ki korkarım sonsuza kadar Arablann dilinde dolaşacak bir damga ile beni damgalayacaktır."

Bu gerçek ve güçlü mantık karşısında kendisini tutamayan baba: "Doğru söylüyorsun!" dedi ve kahinin bir takım yollara baş vurup (doğruyu bulup bulamaycağını) deneyeceğini kızına bildirdi. Hikaye­de anlatıldığı üzere kahin başarılı bir şekilde doğruyu buldu ve Hind'e adeta bir zafer sevinci içerisinde herkesin duyacağı şekilde yönelerek; onun eteğinin temiz olduğunu, ilerde adı Muaviye olacak bir erkek ço­cuk doğuracağını ve bu çocuğun kral olacağını söyledi.

Bunu duyan Hind ipten kurtulmuşcasına kendini kuşatan belanın içnden yürüyerek çıkıp gitti.

Elini tutmak üzere kocası Fakih'e, Hind'e yöneldi. Fakat ırzına sü­rülmek istenen lekeden öfkelenen bu hür kadın, pislikten temizlenircesine kocasının elini silkeleyerek itti ve ona şöyle dedi: "Savul git ba­şımdan! Yemin ederim ki kahin'in haber verdiği bu çocuğun senden başka birinden olması için titizlik göstereceğim!"

Hikayenin mutlaka bir sonu olacağına göre hikayeyi anlatan kim­se onu şöyle bitiriyor: Sonuçta Hind ile Ebu Süfyan evlendi ve Muavi­ye dünyaya geldi.

Hatta hikayenin sonuna şöyle bir ilave yapılıyor: Hind babasına şunları söylüyor: "Babacığım! Sen, bana danışmadan beni bu adam­la evlendirdin. Sonunda başıma gelen geldi. Artık durumunu bana açıklamadan ve özelliklerini bana bildirmeden beni hiçbir kimse ile evlendirme!"

Görülüyor ki hikayede Hind'in cahiliye döneminde iken de kişilik sahibi ve gururuna düşkün, önemli, şerefli ve yüksek seviyeden hırslı bir kadın olduğunu gösteren işaretler bulunmaktadır.

Daha sonra İbn Sa'd, Tabakât'mda bize Hind'in Ebu Süfyan ile ev­lenişini anlatmaktadır.

Amiroğullarından yaşlı bir adamın anlattığına göre Hind'in davra­nışında bir uyanıklık göze çarpmaktadır. Şöyle ki: Hind bu olaydan sonra babasına şöyle diyor: "Bana hakkında bilgi vermeden beni hiç­bir kimse ile evlendirme!" Babası da kızına "Tamam, bu senin hakkm-dır" diyor.

Bir zaman sonra babası kızına gelerek şöyle dedi: "Senin kendi halkından iki adam seninle evlenmek istiyor. Özelliklerini söylemeden bunların adını söylemeyeceğim.

Bunlardan biricisi soy ve şeref bakımından çok üstün bir kimse­dir. Fakat gafletinden iki büklüm olmuş sanırsın. Yapı ve mizaç bakı­mından güvercin kuşu gibidir. İnsanla iyi arkadaşlık eder, istediklerini iyilikle yerine getirir. Sana uymasını istersen, uyar. Bir şeye meyleder­sen seninle beraber o da meyleder. Sahip olduğu malı mülkü hakkında dilediğini yapabilirsin. Zayıf zamanlarında sen kendi görüşünle yetine­rek işini görürsün.

Diğeri ise soylu bir adamdır. İsabetli görüşleri vardır. Kökü sağ­lamdır, parlaktır, kabilesi içinde değerlidir. Ailesine edep verir, fakat başkaları ona edep veremez. Kendisine uyanları kolayca sonuca götü­rür. Karşısında olanları zorlar, yola getirir. Eşini kıskanan bir adamdır. Çoluk çocuğunu kontrol altında tutar, kimseye boyun eğmez." Bu nok­tada Hind söz alarak şöyle dedi: "Birincisi efendi adamdır. Ama şere­fini yitirebilir." Hind birinci adamla ilgili olarak söylenilenlerden anla­mıştır ki adam kadının emrine girebilecek bir tiptir. Kadının kişiliğin­de kişiliği kaybolacakıtr. Hind bu adamı istemediğini söylerek, baba­sından adamın ismini bildirmesini istemiştir.

İkinci adamla ilgili olarak da şöyle demiştir: "Bu adam şerefli ve hür bir kadının erkeğidir." Hind bu özelliği beğendiğini de söyleyerek onunla evlenmek istediğini bildirip "Kim o?" diye babasına sormuştur.

Babası: "O, Ebu Süfyan b. Harb'dır" deyince babasından şerefli bir şekilde kendisini onunla evlendirmesini istemiştir.

Görülüyor ki Hind, gözünü zirveye dikmiş, zoru seçmiştir. Elinde oyuncak olmaya elverişli yumuşak bir kocadan hoşlanmamıştır. O güç­lü, şerefli ve kişilikli bir kocası olmasını istemiştir. Neredeyse bu iste­ği uğrunda huysuz ve sert olan bir kocayı seçmiştir.

Hind'in, Ebu Süfyan ile evliliğini sürdürürken evliliğin zevkinden çok övgüye değer güzel şeyler yapılmasına daha fazla titizlik gösterd-ğini görmekteyiz.

Ikd'ul Ferid isimli kitapta rivayet edildiğine göre Yemen hüküm­darı Mekke'de kurban edilmek üzere on kadar deve göndermiş, bunla­rı Kureyş kabilesinden değerli bir kimsenin kesmesini şart koşmuştu. Hind o sıralarda Ebu Süfyan ile yeni evlenmiş bulunuyordu. Hind ko­casına şunları söyledi: "Kadınlarla zevk yapmak seni bu şerefli işi ye­rine getirmekten alıkoymasın. Kadınlarla zevke dalmak belki seni yer, bitirir."

Hind'in yerinde sıradan bir kadın olsaydı, kocasının kendisinden başka bir şey ile ilgilenmemesini ister idi. Zira yeni evlenen kimseler birlikte vakit geçirmeye daha çok önem verirler.

Buna yakın bir ifade ile şöyle diyebiliriz: Hind'in gönlünde yatan geleceğe yönelik ve kendisini layık gördüğü bu geniş ümit onun şere­fi ilgilendiren şeylerde daha aşırı olmasını sağlamıştır. Bunu şu olayda da görmekteyiz. Bir takım insanlar onu oğlu Muaviye ile gördüklerin­de Muaviye'de büyük adam olma izleri sezdiklerini ifade edip şöyle dediler: "Yaşarsa kavminin efendisi olacak!" Bunu duyan Hind şöyle dedi: "O kavminin başına geçmezse benim öyle oğlum olmasın!"

Hind bunu, hatta daha fazlasını neden söylemesin? Çünkü söz ko­nusu olan kimse oğludur. Bir annenin oğlu ile iftihar ettiği kadar o ço­cukla kim iftihar edebilir.

İşte Hind oğluna bir iki övgü söylemekle kalmıyor, kendisine oğ­lu hakkında sorulduğunda şöyle diyor: "Vallahi dört bir yanda Kureyş kabilesi toplansa sonra oğlum bunların ortasında kalsa, kesinlikle dile­diği yerden çıkar, aralarından kurtulur."

Hind'in hayatında öyle bir kara dönem vardır ki bunu temizleyip silmeye, kafalardan ve gönüllerden çıkarıp atmaya denizin suyu kulla­nılsa yetmez.

Bu kara dönem, Hind'in şehidlerin başı olan Abdulmuttalib oğlu Hamza'ya -Allah ondan hoşnud olsun- yaptıklarıdır.

Evet, Hz. Hamza Hind'in kardeşi Şeybe'yi Bedirde öldürmüş, ba­bası Utbe'nin de öldürülmesine yardım etmişti. Fakat savaş meydanla­rında bu tür olaylar kaçınılmazdır. Savaş sırasında herkes düşmanını öldürme konusunda ihtiraslıdır.

Denebilir ki cahiliye dönemi insanlarında intikam duygusunun derin etkisi vardır. Gene denebilir ki Hind bir kadındır. Kadınlarda in­tikam hisleri daha güçlüdür.

Fakat Hind'in Hz. Hamza'ya yaptığı öldürmek değil, intikam al­mak değildir. Onun yaptığı daha çirkin ve bayağı bir şeydir.

Hind Uhud savaşı sırasında halkım intikam almaya, savaşmaya teşvik ediyordu. Böylesi bir davranış, savaş mantığında garip bir şey değildir.

Hind diğer kadınlarla birlikte bir taraftan def çalıyor, bir yandan da şunları söylüyordu:

Tarık'ın kızlarıyız biz, Sanki yastıklar üstünde gideriz. Kaçarsanız biz de sizden kaçarız Hiç acımayız sizinle aramızı açarız.

Arada bir şöyle de diyordu: Haydi Abdüddâr oğulları! Haydi arkadakilerin himayecileri! Vurun kökünü kazırcasma!

Bu davranış da pek akıldan uzak değildir. Hind Harb oğlu Vahşi adındaki kölesini kışkırtıyor, eğer Hamza'yı öldürürse kendisini azad edip hürriyetine kavuşturacağını söylüyordu. Hala gönlünde düşman­lık ateşi yanıp tutuşuyordu. Kölesini her görüşünde ona: "Haydi ey Eba Desime! Gönlümdeki ateşi söndür. Ben de sana gerekeni yapaca­ğım!" diyordu.

Fakat Hind'in yaptığı bir insanın tahammül edemeyeceği, takat getirmeyeceği bir şeydir. O, şehitlerin efendisi Hamza'ya karşı tüm kö­tü duyguları ortaya koymakla beraber, onu saldırgan ve obur bir cana­var gibi öldürdükten sonra hayatını alçak ve düşmanca bir saldırı ile kaybeden kahraman şehidin burnunu, kulaklarını kesiyor, karnını yanp ciğerini çıkararak çiğneyip yemeye kalkıyor. Fakat ondan hiç bir par­ça yutamayıp çıkarıyor. Hızını alamayıp kapkara kinini ve çirkin öfke­sini ortaya koyan şiirler söylüyor.

Hind'in hayatındaki bu kara sahife, kendisini ve ailesini uzun sü­re üzen bir lakap kazanmasına yol açıyor. Düşmanları artık ona "ciğer yiyen kadın" demeye başlıyorlar.

Babasının ve oğlunun düşmanları, müslüman olup istikamet üze­re yaşamaya başladıktan sonra bile onu bu lakab ile ayıplamışlar, bu la­kapla onu kötü lemislerdir.

Bu karanlık sahife nerde? Hind'in cahiliye döneminde ve müşrik olmasına rağmen Rasûlullah'm kızı Zeyneb'e karşı gösterdiği parlak insanlık örneği nerede?

Hz. Peygamber'in kızı Zeyneb hicret hazırlıkları yaparken onu gö­ren Hind, babasından sonra Mekke'den Medine'ye göçecek olan Zey­neb'e yönelip kendisine dilediği gibi maddi bakımdan veya başka ko­nularda yardım edebileceğini söylüyor. Taberi'nin de ifade ettiğine gö­re Hz. Zeyneb'e: Ey amcamın kızı!" diye sesleniyor. Hz. Zeyneb onun bu davranışına teşekkür ediyor.

Uhud'daki kapkara bir sayfa teşkil eden davranışı nerede? Hicret sırasında Hz. Zeyneb'e gösterilen insaniyet nerede?!

Fakat Allah'ın rahmeti cahil kimselerin tasavvur edemeyeceği ka­dar geniştir. Hz. Allah'ın takdiri Hind'in Allah'ın her şeyi kaplayan rah­metinin yoluna yönelmesini dilemiştir.

Hind senlerce kibir ve inadında devam etti. Cahileye devrindeki gururunu sürdürdü. Nihayet Allah'ın sözü yüce olup Mekke'nin fethi vakti gelince Hz. Peygamber Mekke'yi fethetmek üzere Mekke'ye doğ­ru yola koyulduğunda kocası müslüman oldu.

Hz. Peygamber teker teker adlarını vererek kimin kanının döküle­ceğini askerlerine bildirdi.

Hz. Hamza'ya yaptıklarıyla müslümanlara büyük acılar tattırarak onların öfkesini kazanan ciğer yeyici Hind'in adı da kam dökülecekler arasında idi.

Hind Mekke'nin fethedilişi ile Kabe'nin etrafında namaz kılan müslümanları gördü. Bu şahane manzara onun üzerinde derin izler bı­raktı ve kalbinin kapısı İslamiyet'e açıldı. Fakat Hz. Peygamber'in ağ­zından çıkacak bir kelime ile öldürülmekten korkuyordu. Ne yapacağı­nı bilmiyordu. Düşüncesi ve bulduğu çare onu aldatmadı. Çevresinde bulunanlara: "Ben Hz. Muhammed'e biat etmek istiyorum" dedi. Ken­disine: "Seni kafir olarak görüyorduk" dediklerinde şu cevabı verdi: "Yemin ederim ki bu gece Kabe'de ibadet edildiği gibi Allah'a ibadet

edildiğini görmedim. Vallahi onların hepsi kıyam, rüku ve secde ede­rek ibadet etmedikçe gecelemediler."

Hind'e: "Sen yapacağını yaptın. Peygamber kavminden bir adam­la git!" dediler.

Hind, yanma Hz. Ömer'i alarak gitti. Hz. Ömer, Hind'in huzura girmesi için izin istedi ve izin verildi. Hind içeriye yüzü örtülü halde girdi. Hz. Peygamber onu tanımadı. Hind kelıme-i şahadeti söyleyerek canını ve kanını kurtarıp, hayatını korudu.

İbn Abd'il-Berr el-İsti'ab adlı eserinde şöyle der: "Sonra Allah Hind'in (sonunu) İslâm ile mühürledi ve Mekke'nin fethi günü müslü­man oldu."

Nevevi Tehzib'ul Esma isimli kitabında şunları söylüyor: "Hind, Mekke'nin fethinde Ebu Süfyan'dan bir gece sonra müslüman oldu ve müslümanlağı da güzel oldu."

Hz. Peygamber Hind ile Ebu Süfyan'ın nikahlarının geçerli oldu­ğunu bildirdi.

Hind'in Hz. Peygamber'in önünde Rasûlullah'a nasıl biat ettiğine dair rivayet şöyledir:

Taberi'nin anlattığına göre Hind Hz. Peygamber'in huzuruna, Hz. Hamza'ya yaptıklarını düşünerek yüzü örtülü olarak geldi. Zira yaptı­ğının hesabının sorulmasından korkuyordu.

Hind'in de aralarında bulunduğu kadın topluluğuna Hz. Peygam­ber şöyle konuşmaya başladı: "Bana Allah'a hiçbir şeyi ortak koşma­yacağınız, hırsızlık yapmayacağınız hususunda biat edin!"

' Hind burada kendini tutamayıp kocasının cimriliği yüzünden ihti­yacı kadar malı (veya parayı) aldığını söyledi. Hz. Peygamber bu ifa­deyi duyunca onu tanıdı ve: "Sen Utbe kızı Hind'misin?" buyurdu. Hind: "Evet ben Hind'im, sen geçmişte olanları affet. Allah da seni af­feder" dedi.

Hz. Peygamber biat işlemini sürdürerek: "Zina da etmeyeceksiniz" buyurdu. Hind şöyle dedi: "Hür (ve şerefli) kadın zina eder mi?" Rasûlullah devamla: "Çocuklarınızı öldürmeyeceksiniz" buyurdu.

Bunun üzerine Hind şöyle dedi: "Onları biz büyüttük, sen Be-dir'de öldürdün. Onları en iyi bilen sensin?"

Hind'in bu sözü karşısnda Hz. Ömer kendisini tutamayıp aşırı şe­kilde güldü.

Hz. Peygamber devamla: "Elinizle ayağınız arasından' getirip (başkasından çocuk edinip de onu kocanızmmış gibi göstererek) iftira etmeyiniz" dedi.

Bunun üzerine^ Hind: "Vallahi böyle bir iftira çok çikindir" dedi.

Rasûlullah devamla: "İyi iş hususunda bana baş kaldırmayacaksı­nız" buyurdu.

Hind buna karşılık da şöyle dedi: "Biz burada sana başkaldırmak için toplanmış değiliz."

Görülüyor ki Hind iman'ın donattığı ve İslâm'ın oluşturduğu güç­lü şahsiyeti ile Rasûlullah'm karşısına çıkmış, onunla konuşarak soru­lar sormuş, izahat istemiş ve Peygambere başvurmuştur.

İslâm'a girişinden sonra Hind evine döndü. Bir de ne görsün evin bir köşesinde bir put var. Sanki Hind onu hiç görmemiş gibi ona öfke ile yöneldi. İntikam alırcasına putu ayaklarının altına alıp onu parça parça etti. Bir yandan da söyleniyordu: "Biz seninle aldandık! Biz se­ninle aldandık!"

Günler ve geceler birbirini kovaladı. Hind, İslâmiyet sayesinde hayata ve insanlara karşı tecrübe ve kültürünü arttırıyordu. Zaman za­man öğütler verir, öğütlerinde ileri görüşlülük bulunurdu.

Bu özelliğin örneğini şu olayda görüyoruz: Hind Hz. Ömer tarafın­dan oğluna vazife verildiğini görünce oğluna şöyle dedi: "Oğlum! Se­nin gibisini az ana dünyaya getirir. Seni bu zat görevlendiriyor. Hoşuna gitse de gitmese de Hz. Ömer ile uyum içinde görevini yerine getir!" Burada da Hind'in oğlu ile ve kendisi ile övündüğü gözden kaçmıyor.

Şu söz onun derin anlamı ve edebi ifadesi olan- bir sözüdür: "Kadın bir bukağıdır ki mutlaka bir boyuna takılır. Boynuna taktığın

bukağıya iyi bak!"

Onun ticaretle meşgul olmaktan kaçınmaması kişiliğinin güçlülü­ğünü gösterir.

Hz. Ömer'den aldığı 4000 dirhem sermeya ile ticaret yapan Hind, alım satımını yaptı ve sözünde durarak Hz. Ömer'den aldığı ödünç pa­rayı zamanında iade etti. Taberi Tarih'iride böyle anlatılıyor.

Utbe kızı Hind müşriklerle beraber savaşa katılıp müslümanlara kötülük yaptığı gibi, yaptıklarına keffaret olmak üzere müslümanların cihadına da katılmıştır.

Kocası Ebu Süfyan ile birlikte meşhur Yermuk savaşma katılan Hind orada güzel bir imtihan vermiştir.

Hicretin 14. yılında rabbine kavuşmuştur. O Hind ki hakkında oğ­lu şöyle demiştir: "O cahiliyede önemli bir kişi, İslâm'da da değerli ha­beri olan bir kimsedir." Allah rahmet eylesin.

 

Hz. Ali'nin Üslubu

 

SORU: Hz. Ali'nin çok yüksek derecede edebiyat üslûbu vardır. O bu dereceye nasıl gelmiştir?

CEVAP: Uslûb, edebiyatçılara göre kelimelerle anlamları arasında­ki bağlantıyı düzenli kılmaktır. Bu düzen belirli bir düşünceyi ifadeye yükleyip vermekle olur.

Abdülkadir Cürcani üslûbu sözleri dizmek olarak ifade etmiştir.

Çağdaş edebiyatçılar üslûb'a anlamlan ifade eden kelimelerin gö­rünümüdür demişlerdir. Zeyyat üslûbu şöyle ifade ediyor: Üslûb, söz ile düşünce veya şekil ile konu arasındaki bağlantıyı sağlayan güzel söz söyleme yeteneğinin ruhi bir geometrisidir. Çünkü söz canlı bir varlıktır. Ruhu mana, bedeni kelimedir. Eğer mana ile kelimeyi birbi­rinden ayırırsan ruh kendisini temsil edecek bir şey olmaksızın ortada kalır. Beden olan kelime de duygusu olmayan bir cansız varlık haline gelir.

Demek oluyor ki üslûp düşüncelerden, küçük suretlerden, söyle­nen sözden ve duygudan oluşuyor. Bu unsurlar edebi söyleyiş biçimi­ni ortaya koymaya yardım ediyor.

Hz. Ali İslâmi Arab edebiyatının piri, Hz. Peygamber'den sonra hitabet ve kanuşma alanının süvarilerinin önde gelenlerindendir. Zira o Hz. Peygamber'in kendisi hakkında "Allahım kalbini hidayete yönelt, dilini de sağlamlaştır" diye yaptığı duanın bereketine nail olmuştur.

Dırâr'us-Sadai Hz. Ali'yi şöyle tanıtıyor: "Yemin olsun ki Hz. Ali ileri görüşlü, güçlü kuvvetli idi. Konuşunca net olarak konuşur, hüküm verdiğinde adaletli hüküm verirdi. Her tarafından ilim fışkırır, hikmet dökülürdü."

Hz. Ali'nin üslûbunu incelemek kolay bir şey değildir. Bunun bir­den çok sebebi vardır. Her şeyden önce ondan rivayet edilip ona nisbet edilenler muazzam bir yekûn tutmaktadır.

Mes'udi'nin (v. 346 h.) ifadesine göre Hz. Ali uzunlu kısalı olmak üzere arkasında 500'e yakın hutbe bırakmıştır.

Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam (v. 224 h.), Abdullah b. Müslim b. Kuteybe ed-Dineveri (v. 276 h.) gibi eski âlimler Hz. Ali'nin olduğu ifade edilen sözleri toplamaya özen göstermişlerdir. Bunların en büyük gayret sarfedeni Şerif Radiy (v. 406 h.)dir. Bu zat Hz. Ali'ye ait oldu­ğu söylenen meşhur Nehc'ul Belâğâ isimli kitabı toplamıştır.

Ayrıca bu araştırmayı daha çok zorlaştıran Hz. Ali'ye ait olduğu söylenenlerin kesin olduğuna dair elimizde bir delilin bulunmaması­dır. Elif harfi olmaksızın söylenmiş Makamat, "Kelam ilmine ait te­rimler" gibi.

Hz. Ali'ye ait olduğu söylenilen şeylerin doğrusunu eğrisinden ayırma hususu eskiden beri tartışma gürültüleri koparan bir meseledir. Bununla beraber Hz. Ali bazı sözlerinde işaretli ve sembollü anla­tıma yönelmiştir. Nehc'ul Belâğâ'nm sarihinin de dediği gibi. Hz. Ali konuştuğu zaman sözünde bir maksat olur ona işaret eder, kapalı ifa­deler olur, onunla kinayeli şeyler söylerdi. Bazı gizli şeyleri de belli belirsiz ifade ederdi. Bazı önemsiz şeyleri göğsündeki balgamı atar gi­bi sözün arasında ustalıkla söyleyiverirdi.

Bunun içindir ki Hz. Ali'nin sözleri düşünmeye, incelemeye, didik didik edip araştırılmaya ve sırlarını anlayacak kimselere muhtaçtır. Onun konuşması incelenirken sadece bir yorum ile veya anlamlan ka­palı olan kelimeleri açıklamakla yetinmek yeterli olmaz.

Hz. Ali'nin üslûbunun güçlü ve şahane olmasını sağlayan pek çok faktör vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

Hz. Ali Kur'an'ı çok okur ve anlamı üzerinde çok düşünür idi. O Hz. Peygamber'in sağlığında Kur'an'ı ezberleyenlerden idi.

O, Hz. Peygamber'in terbiyesinde büyümüş, amcasının oğlu ve damadı olmakla peygamberlik ağacının bir dalı gibi idi.

O, Hz. Peygamber'e en yakın erkeklerden biri ve Rasûlullah'a ge­len vahyin katibi ve onun dava arkadaşı idi. Peygamber ise Kur'an'dan sonra en iyi söz söyleyendir.

Bu özelliklerinden dolayı Hz. Ali taraftan olan yazarlar şöyle der: Hz.Ali şeref ve güzel konuşma yönünden zamanının nadir insanların-dandır. Hatta bu soyun en temiz ırkından, en şerefli kolundan ve en yü­ce sülate'sindendir. Cahız'ın dediği gibi Haşim oğulları yeryüzünün ta­dı tuzu, dünyanın ziyneti ve evrenin süsüdür.

Hz. Ali'nin konuşma üslûbu bir takım ana temellere dayanmaktadır.

Bunlardan birisi derin dini bilgi sahibi olması, ayrıca fıkıh ve di­ni konularda geniş bilgisi bulunmasıdır.

Diğer bir temel ise farklı kültürlere sahip olmasıdır. Zira o Kur'an, dini ilimler ve Hz. Peygamber'in edebi özelliği yanında gra­mer ve matematik bilgilerine de sahiptir. Aynı zamanda çöl insanının

özelliği yanında medeniyet ortamının güzelliklerini en iyi şekilde bir araya getirmiştir.

Bu itibarla konuşması güzel konuşma tekniği özelliklerini taşır.

Konuştuğu, tartıştığı veya birine mektup yazdığı zaman sözü tam yerinde söyler, haklı noktadan çıkış yapardı. Hakkın gücü ile delilin, belgenin ve güzel konuşmanın sağlamlığını bir arada bulundururdu.

Hz. Ali'nin konuşma üslûbundan genel görünüş, sözde "edebi şe-kil"in göze çarpmasıdır. Hem akılcı bir anlam, hem duygu güzel bir şe­kilde içice bulunmaktadır. Böylece söz ile anlamı birbirine karışarak bir şekil görünümü almaktadır. Sanırsınız ki söz ile mana beden ile ruh gibidir.

Bunun örneklerinden birisi şu sözüdür:

Dikkat ediniz! Hatalar inatçı, söz dinlemez ata benzer. Sahibini üzerine alınca gemi azıya alarak sonunda sahibini cehenneme yu­varlar.

Takva ise uysal bir ata benzer sahibini üzerine alınca cennete ka­dar götürür.

Zeyyad bu ifadelere şu yorumu getirmektedir: Değerli okuyucu! Bu cümlelerde iki durum görmektesin. Birisinde vahşi ve inatçı bir at var. Gem vurulamayan bu at, azgın bir koşu ile sahibini cehenneme sokmadan durmak bilmiyor.

Diğerinde ise uysal atlar var. Bunların yürüyüşü rahvan türünden, gemi azıya almıyor. Sahibini seher yeli eser gibi cennete kadar götü­rüyor.

Burada iki eğilim ve duygu karşısındayız:

Birisi, hata yapan kimsenin hataları sebebiyle yerin dibine, cehen­neme yuvarlanmasmdaki acıklı durumun ifadesidir.

Diğer ise takva sahibinin, Allah korkusundan ayrılmayan kimse­nin davranışlarının onu yumuşak ve hoş bir yolculukla cennette ulaş­tırmasının ifadesidir.

Bu durum konu itibariyle böyledir. Şekle bakınca düşünceyi ifade etmek için uygun kelimelerin seçilmiş olduğunu görüyoruz. Her iki tip için ayrı binek çeşidini ifade eden kelime ve onların davranışlarını ifa­de eden kelimeler, aklı olan bir kimseye göre anlaşılması gizli kalacak şeylerden değildir. Sonra her iki durum arasında karşılaştırma yapmak ve dengeyi korumak zor değildir.

Hz. Ali konuşmalarında tek konuyu işleyen bir kimse değildir.

Onun hutbeleri, emirnameleri, mektupları, nasihatleri münakaşa­ları ve diyalogları vardır.

Hz. Ali'nin sözleri özlü, yani az kelimeyle çok şey anlatmaktadır. O bir hutbe irad edince kalpleri bir araya toplar. Emir verince emri din­lenir ve ikna eder. Maksadını yazı ile ifade ederse konuyu tüm açıklı­ğı ile insaflıca anlatır. Va'z ve nasihat edince veya Allah'a yalvardığı zaman sanırsın ki -Şerif Radiy'in dediği gibi- Allah'a yönelmekten başka hiç bir şeyle ilgisi kalmamış, ibadetten başka hiç bir şey düşün­müyor. Onun bu tür sözlerini duyan, az kalsın nerede savaş meydanla­rına dalan, nerede siyasî problemleri çözen, yönetimle ilgilenen Hz. Ali, nerede bu durumdaki Hz. Ali demekten kendisini alamaz.

Dini konudaki va'zlarından kısa bir örnek verelim:

Medhedenlerin sözünden O'nu övmeye ulaşamayacak derecede yüce Allah'a hamdolsun. O'nun nimetlerini saymaya güç yetmez. Tüm gayretler O'nun hakkını ödemeye yetmez. En ileri derecede­ki yücelik O'na ulaşamaz. En zeki düşünceler O'nu tam olarak kavrayamaz. Onun özelliklerinin bir sınırı yoktur. O'nu eksiksiz anlatacak bir benzeyiş de yoktur. O'nun (evveli ve sonu itibariyle) bir vakti de yoktur. Kudreti ile varlıkları yaratmış, rahmetiyle rüz­garları göndermiş ve dağlan yaratarak dünyayı sağlamlaştırmıştır.

Görüyorsun ki cümleler veciz sanki şiir kâfiyesi gibidir.[2] İfadeler­de bir ısrar ve saplantı görülmemektedir. Allah'a hamd ü sena etmekle O'nun nimetlerinin akıllar tarafından kavranamayacak şekilde durma­dan gelmekte olduğu bir arada güzelce anlatılmıştır.

Bir başka konumda Hz. Ali'yi kendisini kuşatmış Allah korkusu ile tepeden tırnağa dünyaya seslenirken görüyoruz. O dünyaya ki gücü yettiğince -az da olsa- Hz. Ali'nin ilgisini çekmeye güzellik ve fettan­lığı ile onun fikrini çelmeye uğraşıyor. Fakat buna geçit yoktur. Hz. Ali dünyaya şöyle seslenir:

Ey dünya! Uzaklaş benden. Git başkalarını kışkırt. Bana kendini gösteriyor ve sunuyor musun? Ben seni bir daha dönmemek üzere üç talakla boşadım. Senin ömrün kısa, değerin yok, işin basittir. Ah! Ahiretin ydlu uzun, yolculuk yalnız ve azığım çok değildir.

Hz. Ali'nin bu sözlerini bir de ben yazmak istedim. Fakat kelime­leri cümle veya cümlecikler halinde yazacağım. Böylece ortaya çıka­caktır ki her bir kelime veya cümlecik bir paragraf gibidir. Ve ortaya şahane bir düzenleme çıkacaktır. Şöyle ki:

Ey dünya!

Uzaklaş benden

Git başkalarını kışkırt!

Bana kendini gösteriyor ve sunuyor musun?

Seni üç talakla boşadım.

Bir daha dönüşü olmamak üzere...

Senin ömrün kısa,

Önemin değerin yok,

İşin basittir...

Ah! Ahiret yolu uzun,

Yolculuk yalnız.... ve azığım çok değildir.

Düzenlemeyi görüyor musun? Cümleler peş peşe paragraf gibi geliyor. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi her bir veya iki kelime pa­ragraf yerine geçiyor. Bazen de paragraflar birbirine bağlı değil, tek basmadır. Fakat tek başına bir paragraf öyle mana yüklüdür ki onunla yetinilir ve susulur.

Buna rağmen şekil ve fikir birliği, üslûb özelliği bakımından her bir paragrafın öncesi veya sonrası ile bağlantısı vardır.

Hz. Ali'nin, oğlu Muhammed b. Hanetîye'ye savaşların birisinde komutanlık bayrağı verirken yaptığı konuşmada, aynı tarzda bir üslûb kullandığını görüyoruz.

Çok uzun şeyler söylemeden kısaca diyor ki:

Oğlum! Dağlar yerinden oynasa da sen sarsılma. İşine sıkı sarıl. Allah başını dik tutsun. Ayağın toprağı ısıtsın. Topluluğun en so­nuna göz at. Sonra gözünü yum. Ve bil ki zafer ancak Allah katındandır.

Görülüyor ki bu konuşmadaki cümlecikler emirler listesinden iba­rettir. Her biri başlı başına birer emirdir. Aynı zamanda denizin dalga­larının birbirine geçtiği gibi cümleler birbiriyle içiçedir.

Daha önce olduğu gibi bunları da alt alta yazmamız mümkündür, hatta daha güzel olur. Şöyle ki:

Oğlum!

Dağlar yerinden oynasa da sen sarsılma.

İşine sıkı sarıl.

Allah başını dik tutsun.

Ayağın toprağı ısıtsın.

Topluluğun en sonuna göz at.

Sonra gözünü yum.

Ve bil ki zafer Ancak Allah katındandır.

Bu cümleler, söylenmesi yarım dakika tutmayacak kadar kısa tav­siyelerdir. Fakat anlamlarındaki incelik ve içerdiği tema itibarıyla as­kerlik uzmanı bir kişi için bir kitap yazacak kadar geniştir.

Zamanın yöneticileri değerli sahabi Ebu Zer el-Gıfari'yi Rebeze denilen yere sürgün ettiğinde Hz. Ali'nin kendisine söylediği sözlerde de aynı tarz görülmektedir:

Ey Ebu Zer! Senin öfken Allah içindir. Kendisi için öfkelendiğin­den ümitvar ol. İnsanlar dünyalıkları sebebiyle senden korktular. Sen ise onların dinlerinden dolayı korktun. Onların korktukları dünyalıklarını onlara bırak. Senin kendisi için korktuğun dinleri­ne bir zarar gelmesinden çekin. Onlar sana engel oldukları şeye ne çok muhtaçtır? Onların sana ihtiyacı yok. Kimin kazançlı, kimin hasetçi olduğunu yarın (gelecekte) bileceksin. Gökler ve yer Al­lah'tan korkan bir kulun üzerine kapansa, Hz. Allah mutlaka o ku­luna bir çıkış yolu verir. Sana ancak hak dost olur, batıl ise senden kaçar. Onlann dünyalığını kabul etseydin seni severlerdi. Onların parasını almış olsaydın sana güven duyarlardı.

Bu üslüb'a neredeyse hem bitişik, hem ayrı üslûb adını veresim geliyor. (Daha önceleri de gördüğümüz gibi) her bir cümle hem müs­takildir, hem de birbiri ile bağlantılıdır. Bu tarz konuşmayı ancak ko­nuşma sanatını iyi bilen güçlü konuşmacılar yapabilir.

Hz. Ali'nin bu tavsiyesinde kâfiye yok ise de hak ile batılı karşı­laştıran bir tarz vardır.

Hz. Ali'nin bazı kimselerin kötülüğünü anlatırken söylediği şu söz­lerde kâfiye bulunduğunu görmekteyiz[3] "Sözünüzde durmanız kavga gibidir. Ahlâkınız pek zayıftır. Dininizde nifak var, suyunuz acıdır."

Hz. Ali'nin konuşma üslûbu derinlik, incelik ve vecizlik Özelliği gösteren bir üsluptur. O konuşmalarında çeşitli din ve dünya meselele­rine değinmiş, maddi-manevi, sosyal ve kişisel ana fikirleri işlemişti.

Aşağıda vereceğimiz kısa cümleler hikmet, ibret ve öğüt doludur. Şerif Radiy Nehc'ül Belâğâ isimli eserini Hz. Ali'ye ait konuşma ve hutbeleri bir araya toplayarak meydana getirmiştir. Her ne kadar bu sözlerin bazılarının Hz. Ali'ye ait olduğunda şüphe varsa da kitabın so­nuna bu kısa cümlecikleri koymuştur. Hz. Ali'nin bu sözlerinde de hut­be ve nasihatlarındaki aynı tarzı görüyoruz. Bu derin hikmetli sözler­den belli sayıda örnekler alıyoruz:

1. İnsanlar dünyanın çocuğudur. Çocuk annesini sevmesinden do­layı ayıplanmaz.

2. Davalı hesaba çekilinceye kadar hürdür.

3. Her insanın malında iki ortak vardır: Birisi varis diğeri de olaylar.

4. Yalnız olduğunuz yerde Allah'a isyan etmekten sakının. Çünkü şahidi Allah'tır.

5. Zalim kimse için Allah'ın adalet günü, zalimin mazluma zul­mettiği günden şiddetlidir.

6. Kişiliğine düşkün olan kimse zevk ve eğlenceye önem vermez.

7. Kendisine mutluluk dileğinde bulunulan her kişiye zaman, mut­laka bir kötü gün hazırlar.

8. En büyük zenginlik başkasının elindekine göz dikmemektir.

Hz. Ali'nin söylemiş olduğu yüzlerce söz doğu ile batı arasında bir ata sözü gibi dolaşmaktadır.

O bazen sözlerini incinin bir ipe dizilmesi gibi yanyana dizmiş sı­ralamıştır. Bunun Örnekleri aşağıdadır:

Kendi ayıbını gören başkasının kusuru ile uğraşmaz.  Allah'ın verdiği rızka razı olan eline geçmeyene üzülmez.

Devlete başkaldırmak için kılıç çeken, sonunda o kılıçla öldü-

Olaylara karşı koyan yorulur. k Dalgalarla çarpışan boğulur.

Kötü durumlara bulaşan kimse suçlu pozisyonuna düşer.

Çok konuşanın hatası çok olur. Çok hata işleyenin utanma duy­gusu azalır.

Takvası azalanın kalbi ölür. Kalbi ölen cehenneme girer.

Başkasının kusurunu görüp onu ayıplayan (bir vakit sonra) ay­nı kusuru kendisi yapan ahmağın ta kendisidir.

Kanaat tükenmeyen bir hazinedir.

Ölümü çok hatırlayan kimse, dünyalığın azına razı olur.

Konuşmanın amelden olduğunu bilen kimse, kendisini ilgilen­diren şeylerden başkasını konuşmaz.

Hz. Ali Allah yolunda cihadı çokça teşvik etmiş, vefalı davranma­ya ve fedailiğe çağrıda bulunmuştur.

Onun cihada teşvik eden hutbesini müteala edince insan top ve si­lah sesini işittiğini sanır. Bunun içindir ki bazı yazarlar onun hakkında şöyle söylemişlerdir:

Hz. Ali'nin kahramanlık konusundaki hutbesi üzerine inceleme yapan, o hutbenin din ve hümanizm (insancıllık) dolu olduğunu ve hak adına tepkiler, iyilik ve takva duyguları taşıdığını görecektir. Hat­ta iyi inceleyen hutbedeki sözlerin düşmana doğrultulmuş bir silah ol­duğunu sanır.

Hutbenin bazı yerlerinde öyle yumuşak ifadeler vardır ki taze to­murcuklarla karşılaştım sanırsın. Bu kısımları okuyup dinlerken kendi­ni çiçek dolu bir havuzda görürsün. Bir ara sanki fırtınalar koparan, ka­sırgalar meydana getiren bir ortamda olduğunu zannedersin. Sonuç ola­rak çok yönlü sanatkârâne bir görünüm karşısında olduğunu anlarsın. Bazı yerlerinde ateşten bir kamçı gibi etkili olduğu izlenimine varırsın.

Aşağıdaki sözleri bir cihat hutbesinden alınmıştır: Hamd ü sena ve salat u selamdan sonra:

Cihad cennete açılan bir kapıdır. Bu kapıyı Hz. Allah özel dostla­rı için açmıştır. Cihad takva giysisi, Allah'ın koruyucu bir zırhı ve sağlam bir kalkanıdır. Her kim bunu giymekten yüz çevirirse Al­lah onu zelil eder ve kendisini bela kuşatır.

Bir parça da diğer bir hutbesinden dinleyelim:

Nerede İslâm'a çağırılıp da onu kabul edenler? Onlar Kur'an'ı okuyup onun hükümlerini uygulayarak imanlarını sağlamlaştırdı­lar. Onlar Allah yolunda vuruşmaya heyecanla atılıp bunun aşkını çılgınca yaşayarak çocuklarını da aşıladılar. Kılıçlarını kınından sıyırarak yeryüzünü İslâm topraklarına kattılar. Bunlardan bazısı kurtuldu, bazısı vuruşmalarda şehit düştü. Sağ kalanlar bir muştu beklemedi ölenler taziye istemedi.

Akkad, Hz. Ali'nin Dehası isimli kitabında ifade eder ki Hz. Ali şüphesiz İslâm toplumunda hitabet, öğüt ve mektup türü uygulamaları edebiyat türüne döken ilk kişidir. Ortaya koyduğu üslûb kendisine uyu­lacak, izinden gidilecek bir tarzdır. Zira kendisinden öncekiler sadece nakiller yaparlar, yeni şeyleri ortaya koymazlardı. Daha öncekilerin maksatları arzu ettiklerini anlatmaktan ibaret idi. Anlatımda sanatkârâ­ne söylemeyi amaçlamazlardı.

Fakat Hz. Ali yazmayı küçük yaşta öğrenmişti. Edebi konuşmayı hem yazılı malzemeden, hem de çeşitli konuşmacıların anlattıkların­dan öğreniyordu.

O edebiyatla uzun süre ilgilendi ve kendisinde edebiyatın ilk be­lirtileri olan sanatkârâne söz söyleme hali iyice gelişti. Arab edebiyatı­nın ilk aşaması olan sanatkârâne ifade tarzı onda Kur'an'ı incelemekle ortaya çıktı. Çöldeki tiplerden de yerleşik şehir ortamından da örnek­ler elde etti. İslâm kültürü ve dini bilgiler onda yeni düşünce tarzını ge­liştirdi. Onun Nehc'ul Belâğâ isimli kitabı bu isimle isimlendirilmeye diğer Arabça kitaplar arasında en çok layık olandır. Bu kitabın içerdiği konular onların Hz. Ali'nin üslûbu olduğunu ve bunları onun söyle­diğini göstermektedir.

Akkad'a göre Hz. Ali'nin söylediği sözün biçimi, o sözün söylen­me gücü ve kavramadaki Allah vergisi yetenekle Hz. Ali tarafından söylendiğine şahittir.

Hiç şüphe yok ki Hz. Ali kendisine Allah tarafından bilgi ve gü­zel konuşma kabiliyeti verilen Adem oğullarındandır.

Hz. Ali'nin üslûbu, çölün akıcı söyleyişine, medeniyetin parlak görünümüne ve güzelliğine ters düşmez. Onun zoraki söyleme şekli yoktur. Bu itibarla Prof. Muhammed Abduh'un şu sözü ne gariptir ne de acaiptir. O der ki:

Allah'ın kelamından ve Hz. Peygamber'in sözlerinden sonra en güzel anlamları kendisinde toplayan, en yüksek üslûba sahip olan, en doyurucu bilgiyi içeren söz Hz. Ali'nin sözüdür. Bunu Arabça-yı iyi bilen herkes böyle bilir ve söyler.

Arab dilinde en güzel parçaları arayan, bu dilde yüksek derecele­re gelmek isteyen kimsenin yapacağı en iyi şey Hz. Ali'ye ait söz­leri toplayan bu kitabı en önemli bir eser olarak edinmek ve ne üs­tün bir değer olduğunu bilmektir. Kitabı edinmekle beraber onun manasını anlamalı, amacını kavramak, kullanılan kelimelerin ni­çin söylendiğini düşünmelidir. Böylece en güzel ve en üstün ga­yeye erilecek, en güzel sona ulaşılacaktır.

Nech'uî Belâğâ'mn İslami hikmet ve dini edebiyat dalındaki eser­ler arasında yüksek bir değeri bulunmaktadır. Bunun göstergesi, bu eser üzerinde İslâm âlimlerinin ilgi duyarak yaptıkları çalışmalardır. Özellikle aşağıda adı geçen âlimler bu eser üzerinde uzun çalışmalar yapmış ve emek vermişlerdir. Bu âlimler şunlardır:

Said b. Hibet'ullah b. Hasan el-Râvendi. (v. 573 h.) Fahreddin Muhammed b. Ömer b. Hasan er-Razi (v. 606 h.) Abd'ul-Hamid b. Ebi'l-Hadid el-Medaini fv. 656 h.)

Prof. Muhammed Abduh (v. 1323 h.)

Bu çalışmalar arasında en çok meşhur olanı İbn Ebi'l-Hadid'inkidir.

Bu esere ilişkin bir nokta vardır ki o da Hz. Ali'nin üslûbu ile ki­tabın alakasıdır. Bu konu, yani kitapta söylenenlerin Hz. Ali'ye ait ol­duğu meselesi tartışmalıdır.

İbn Ebi'l-Hadid diyor ki:

Keyfine uyan pek çok kimse "Nech'ul Belâğâ'mn çoğu sonradan söylenmiş sözlerdir. Şia mezhebinde edebiyatı güçlü olanlar onu söylemiş, belkide bunların bir kısmı Radiy Eb'il-Hasen'e veya başkalarına aittir" demişlerdir. Bunların gözünü tarafgirlik kör et­miştir. Gözleri kör olunca da apaçık yoldan çıkıp sapılmışlardır. Söz söyleme üslûbundan az anladıkları için kendilerine göre bir yol tuttturmu şiardır.

İbn Ebi'l-Hadid daha sonra kitaptakilerin Hz. Ali'ye ait olduğunun doğruluğunu savunmak üzere, üslûb tetkiki yolu ile bunun anlaşılaca­ğını söyler ve "sanat anlayışı"ndan söz eder. Sanat anlayışının bir dü­şünce ürününün diğerinden, bir üslûbu başka bir üslûptan ayıran faktör olduğundan bahsedip der ki:

Konuşma ve hitabete alışık olup edebiyattan anlayan ve bundan zevk alan kimse mutlaka düzgün ifade ile bozuğu, edebi olanla olmayanı, orjinal olanla sonradan meydana geleni birbirinden ayırır.

Pek çok hatibin veya iki hatibin konuşmasını içeren bir kitapçığı eline alan kimse mutlaka bunları birbirinden ayırır ve ayrı üslûb-ları farkeder.

Görülmüyor mu ki şiir ve şiir tenkidi alanında az bilgimiz olma­sına rağmen Ebû Temmam'ın divanını ele alıp incelesek, araya ka­rışmış başkasına ait bir veya daha çok kasideyi hemen fark eder, şiir zevkinden hareketle bunların Ebu Temmam'ın şiirdeki tarzına uygun olmadığını, ona aykırı olduğunu anlarız.

Nitekim şiir dalında bilgin olanlar Ebu Temmam'ın şiirlerinin içine başkaları tarafından sokulan şiirleri çıkarıp ayırmışlardır. Aynı durum Ebu Nüvas'ın şiirleri için de, başkalarının şiirleri için de söz konusudur. Bilginler bunu yaparken ancak özel şiir zevkleri­ne dayanarak bu sonuca ulaşmışlardır.

İbn Ebi'l-Hadid koyduğu bu prensibten hareket ederek amacına ulaşır ve şöyle der:

Nehc'ul Belâğâ'yı incelediğinde hepsinin aynı kaynaktan çıktığı­nı anlarsın. Bir vücudun organları nasıl birbirine uygun olup aykı­rı değilse, bu kitapta da bir üslûb birliği bulunmaktadır.

Nitekim Kur'an'da böyle bir üslûp birliği göze çarpıyor. Onun ba­şı, ortası, sonu aynıdır. Ondaki her bir sure birbirine benzer, her bir ayet, kaynağı, söyleniş biçimi ve sanat özelliği bakımından di­ğer ayet ve surelerin aynısıdır.

Eğer Nehc'ul Belâğâ'nm bir kısmı doğru olup, bir kısmı uydurma olsaydı yukarda ifade ettiğimiz Özelliği taşımazdı.

Böylece bu kitabın tamamının veya bir kısmının Hz. Ali'ye ait ol­madığını ileri sürenlerin iddialarının asılsız olduğu açık bir şekil­de ortaya çıkmıştır.

Hz. Ali'nin Ekolünün Dil ve Edebiyata Etkisi isimli kitapta şu bil­gileri görmekteyiz: Nehc'ul Belâğâ isimli eserde söylenenlerin Hz. Ali'ye ait olduğunda şüphe bulunduğunu ilk söyleyen Ebu'l-Abbas Ah-med b. İbrahim b. Hallikan el-Erbili'dir. (v. 681 h.) Daha sonra Safdi ve diğerleri bu şüpheyi sürdürmüşlerdir.

Kitaptakilerin Hz. Ali'ye ait olduğuna dair şüphe duyanlar bir ta­kım gerekçeler ileri sürmektedirler. Şöyle ki:

1. Kitapta bazı ifadelerde İslâmiyet'in ilk yıllarında alışılmadık bi­çimde süslü kelimeler ve ifade tarzı vardır.

2. Hz. Ali döneminde henüz ortaya çıkmamış bilim ve sanat terim­leri ile ilgili kelimelerin kullanıldığı görülmektedir. Ayrıca bazı eşyala­rın anlatımında o zamanlarda görülmeyen ayrıntılara girilmiştir.

3. Bir takım meselelerin anlatımında, fazilet ve kötülükleri bildi­ren cümlelerde sayılar kullanılmıştır. Aşağıdaki örnekler bunu göste­riyor:

a. İstiğfar'ın altı anlamı vardır...

b. İman dört temel üzerine kurulmuştur......

c.  Sabr'ın dört şubesi vardır...örneklerinde olduğu gibi.

4. Kitabın bazı yerlerinde gaybı bilme iddiası kokusu vardır.

Bu iddiaları yerinde görmeyip redd edenler de vardır. Fakat bize göre önemli olan çağdaş yazarlardan biri olan Prof. Akkad'ın bu husus­taki görüşüdür. O şöyle diyor:

Bize göre gerçek şudur ki Nech'ul Belâğââ&ı gelecekten haber veren ifadeler Haccac b. Yusuf tarafından kitaba sokulmuş, Tatar­ların (Moğolların) hücumu ve zenci fitnesi gibi olaylardan sonra ilave edilmiştir. İhtimal ki bu olayların meydana gelmesinden kı­sa veya uzun bir zaman sonra kitabı çoğaltan katipler tarafından eklenmiştir.

Akkad, daha sonra kitabın konularını gözden geçirir ve şu yoru­mu yapar:

Belki araştırıcının bu kitaptaki bazı hususların Hz. Ali'ye ait oldu­ğunda şüpheye düşmesi bazı felsefî Özellik taşıyan konuların ağır­lıklı olmasından ileri gelmektedir. Ayrıca Afrika ve Acem bölge­sinden kitapların çevrilerek bunlardaki terimlerin ve görüşlerin Nehc'ul Belâğâ'âaki ifadelerle karışmış olması da şüpheye sebep olmaktadır. Özellikle zıt deyimler, bir takım konular, tarifler, özel­likler, tabiat bilimleri ile ilgili kısımlar böyledir.

Şu kadar ki bir araştırmacının benimseyip Hz. Ali'ye ait olduğun­da şüphe etmeyeceği veya Hz. Ali'ye ait olabileceğini düşündüğü kısım bir hayli fazladır.

Böylece Hz. Ali'nin kelam konusunda bir takım bilgileri önceden bildiği görüşünde olanların bu tezleri de gerçekleşmektedir. Nitekim pek çok görüş ve kavil sahibi Hz. Ali'nin üstad olduğunu ka­bullenmiştir. Sözün kısası Hz. Ali bir müminin rabbini en iyi şe­kilde ve bilmesi gerektiği gibi bilen, yaratıcıyı kemâl sıfatları ile eksiklikten en iyi tenzih eden insandır.

İnsanın gönlü bu alanda Akkad'ın görüşüne meylediyor ki bu gö­rüş, Reşid Rıza'nın dediği gibidir ki Nehc'ul Belâğâ'daki bilgilerin ba­zısı kitaba sonradan ilave edilmiş ve Hz. Ali adına yalan olarak ortaya atılmış şeylerdir.

Hz. Ali'ye ait olduğu söylenen bir de şiir divanı vardır. Bununla beraber Osman el-Mâzeni'nin Mu'cem'ul Übedâ'da. ifade ettiğine göre Hz. Ali şu iki beyitten başka hiç şiir söylememiştir.

İstersiniz beni öldürmek siz Kureyşliler Fakat Allah size vermedi fırsat, vermedi zafer

Zimmetim sizde rehin kalır Ölürsem şayet İzimi affetmezler bizi kaplar musibet

Bazı araştırmacılar işi daha geniş tutarak Hz. Ali'ye ait onlarca be­yit şiir olduğunu, fakat ona ait olduğu ileri sürülen divanda olduğu gi­bi onlarca kaside olmadığını söylemişlerdir.

Durum böyle olunca, yani ona nisbet edilen şiirlerin bazısı gerçek, bazısı uydurma olduğuna göre Hz. Ali'nin şiir yönünden söz etmemek insafsızlık olur.

Hz. Ali'ye ait şiir örneklerinden birisi, Hemedân kabilesini Sıffin olayında anlatan şiiridir.

Gördüm ki kırmızı göğüslü atlar üzerinde süvariler

Okları ve mızrakları atı atıverdiler.

Gökte belirdi muazzam bir perde

Yükseldi semaya bir siyahlık toz duman kalmadı yerde Hind'in oğlu çağırdı Kila' ve Cümeyr kabilesini Kinde'yi ve Cüzam'ı ünleyip topladı hepsini Baktım ki yammdadır kabile-i Hemedân Kalkanım ve okum kırılınca imdada geldiler hemen Hemendân'dan geldi bir grup atlı Ne güzel süvariler hepsi fırtına gibi süratli

Daldılar ateşine savaşm kötüleri biçtiler Savaşta mest oldular sanki cennet şarabı içtiler.

Eğer olsaydım bekçi kapısında cennetin Hemedânlıya derdim ki "gir selametle" çünkü hakettin.

Hz. Ali müslüman oluşundan duyduğu kıvancı ve Hz. Peygam-ber'e olan akrabalağını şu şiirinde anlamıştır.

Muhammed hem kan kardeşim hem de hısımım Şehitlerin efendisi Hamza amcamdır benim

Kardeşimin nam'ı meşhurdur Cafer-i Tayyar Gece gündüz cennette meleklerle birlikte uçar

Evime gelin oldu hem eşim kızı Muhammed'in Eti etime, kanı kanıma karıştı benim

Benim payıma düşen kadar pay kimde var Ahmed'in torunları bendendir temiz oğullar

Hepinizden önce kısmet oldu girmek İslâm'a Küçük iken iman nuru nasip oldu bana

Tek başıma kıldım nice nice namazlar Kim iddia edebilir ki benim gibi günü var?

Rivayet olunduğuna göre ashab-ı kiram Hz. Peygamber'in izin vermesi ile Hz. Ali'nin müşrikleri şiir söyleyerek hicvetmesini istedi­ler. Hz. Peygamber: "Bu ona göre değildir" buyurarak Hasan b. Sa-bit'in bu işi yapmasını işaret ettiler.

Akkad'ın ulaştığı sonuç gibi, biz de bu rivayetten Hz. Ali'nin ileri derecede şiir söyleme melekesi olmadığını anlıyoruz.

Hz. Ali'ye ait olduğu -doğru ve yanlış da olsa- iddia edilen bir şi­irden söz ediliyorsa da bunlar şairler arasında ileri düzeyde şiirler de­ğildir. Bununla beraber Hz. Ali'de şiiri ait olduğu ekole göre eleştirme­de bulunma kabiliyeti vardır. Buna örnek olarak şu rivayetten söz edil­mektedir:

Hz. Ali'ye "En iyi şair kimdir?" diye soruldu. O şöyle cevap ver­di: "Şairler maksada uygun şekilde halkayı kamışa geçiremiyorlar. Ama mutlaka en iyi şair olarak birisini söylemem gerekiyorsa bu, İm-ru'l Kays'tır."

Hz. Ali'nin yaptığı bu değerlendirme, Arablar arasında şiirdeki amaçlarına göre bu konuda ortaya atılan ilk ölçüdür. Nitekim karşılaş­tırma birbirine denk ve benzeyenler arasında olur. Hepsi için bir genel­leme yapılarak iyi oldukları söylenemez. Olsa olsa çoğunluk dikkate alınarak bir değerlendirme yapılır.

Bir olgu daha vardır ki Hz. Ali'nin edebi üslûbunu, değerini orta­ya koymakta ve onun şiir ve şairler üzerindeki etkisini göstermektedir.

Bu olgu pek çok edebiyatçı ve şairin Hz. Ali'nin sözlerinden ya­rarlanarak edebiyat yapmalarıdır.

Dünyanın doğusunda ve batısında binlerce kişi Nehc'ul Belâğâ ki­tabına aşırı ilgi göstererek onu ezberleyip anlamaya çalışıyorlar ve tek­rar tekrar ondan alıntı yapıyor veya aktarmalarda bulunuyorlar.

Hz. Ali'nin sözlerinden yararlanarak ortaya konan bu olgu sadece

bizim çağımıza has değildir. Bu eskiden beri bilinen ve meşhur olan bir şeydir.

Edebiyat tarihi bildiriyor ki yazarlığın kendisi ile başladığı Abd'ul-Hamid'in Hz. Ali'nin hutbesinden yetmiş hutbeyi ezbere bildi­ği ifade edilmektedir.

İbn Nebate şöyle diyor: "Hz. Ali'nin öğüt ve hutbelerinden yüz ka­dar bölüm ezberledim. Ondan ezberlediğim hutbeler bir hazine idi ki ondan harcadıkça çoğaldığını gördüm."

Haccac -ki hitabette kendine özgü bir yeri vardır- zaman zaman konuşurken Hz. Ali'nin üslûbunu taklid etmiştir.

Buna şu konuşma örnek olarak gösterilmektedir: Hz. Ali hilafeti­nin ilk günlerinde fitneyi durdurmak ve devlete başkaldıranlan uyar­mak üzere Medine'de şu konuşmayı yapmıştır:

Hz. Allah bu milleti iki şey ile tedavi etmiş (yola getirmiş)tir: kı­lıç ve kırbaç. Devlet başkanının bu hususta yumuşaklık gösterme­si söz konusu değildir. Evlerinize girin. Aranızdaki anlaşmazlıkla­rı giderin! Önünüzde tevbe (etmek gibi bir imkan) vardır. Gerçe­ğe karşı duran mahvolur.

Haccac'm bu konuşmadan etkilenip bir konuşmasında şunları söy­lediğini görmekteyiz:

Şeytan insana hayal gösterir, sultan da kılıcını gösterir. İçinden bozuk olanı cezalandırmak hak olur. Bir kimseyi günahı aşağılık durumlara düşürürse belini doğrultamaz. Afiyetinin kıymetini bil­meyen mahvolmaktan kendisini kurtaramaz.

Şairler de Hz. Ali'nin sözlerinden etkilenmişlerdir. Hz. Ali bir ve­fat münasebeti ile ölü ile ilgisi olan topluluğa taziye dileklerini ifade ederken şöyle diyor: "Bu ölüm olayı ilk defa sizde oluyor değil, son olarak sizde olan bir şey de değildir. Bu arkadaşınız hiç yolculuğa çık­maz mıydı?" Oradakiler "evet" deyince Hz. Ali devamla: "Onu yolcu­luklarından birine çıkmış sayınız. O sizden önce gitmeseydi, siz ondan önce gidecektiniz" buyurdu.

Daha sonralan İbrahim b. Mehdi Hz. Ali'nin bu sözlerinden yarar­lanarak şu medhiyeyi söylemiştir:

Her yok olan vatanına bir gün döner Ahmed'in dönmesine ait ümitler söner

Evi değişir, komşuları da bir başka olur Ölüm ona yeni bir komşu ve ev bulur

Yeni bir vatan bulmuştur Ölen; ama Oradaki kalış bitmek bilmez gelir adama

Sen gitmiş isen de benden önce hakkındır Gecikmem birşey değil buluşmam yakındır.

Sabah olmazsa akşam buluşuruz Umarım ileride bir sevgili gibi buluşuruz.

Hz. Ali'nin güzel sözlerinden birisi şöyledir: "Herkesin (malında) iki ortağı vardır: Varisi ve olaylar."

Daha sonra Şerif Radiy bu ulvi kelimelerden yararlanarak şu be­yitleri söylemiştir:

Harca servetinden gücün yettiği kadar Ortağın varisinle gelecek günlerdir

Malın hakkını ancak öşürcü verir Zaman bozulunca onlar da bozuluverir.

Hz. Ali'nin bir güzel sözü de şöyledir: "İnsanın yüz suyu donuk­tur. Başkasından bir dilekte bulunan, yüz suyunu dökmüş olur. Yüz su­yunu kimin yanında döktüğüne iyi bak!"

Bir şair bu sözleri ele alıp şu şiiri söylemiştir:

Kötü eller seni bırakırsa susuz Kanaat hem aşın olsun hem suyun

Bir adam ol ki ayağın göğe değsin Uzansın ellerin Süreyya yıldızına

Yüz suyu dökmek ne acıdır bilmezsin Onu dökmek sanki hayat suyunu dökmektir.

Hz. Ali bir diğer sözünde şöyle der: "En büyük zenginlik başkala­rının elindekine göz dikmemektir."

Rahata erdik sabah akşam huzur bulduk Vezir ve emir ile bir olur otururduk

İffetle kanaatla iyilikle yaşadık durduk

Huzuru başkasının eline göz dikmemede bulduk.

Hz. Ali bir sözünde şöyle der: "Lezzetlerin yok olup geriye ceza­nın kalacağını hatırlayınız."

Bu sözü ele alan şair de şu şiiri söylüyor: Haram maldan murada eren lezzet aramaz Böylesi günah ve utamadan gayn bir şey bulamaz.

Böyle suçun bir de cezası vardır Neyleyim haram lezzeti, arkası nardır.[4]

Hz. Ali diyor ki: İnsanlar dünyanın çocuklarıdır. Kişi annesini sevmekten dolayı ayıplanmaz."

Şair bu sözü şöyle şiirleştiriyor:

Biz dünyanın çocuğuyuz beslendik sütüyle İnsan kendisinden olduğu şeyi sever bütünüyle

Hz. Ali'nin sözünden yararlanarak şairlerin ve edebiyatçıların ürün vermeleri geniş bir meseledir. Diyebilirim ki bir araştırıcı düz ya­zı ve şiir kitaplarında bütün örnekleri aheste bir şekilde araştırsa önü­ne doktora rütbesini kazanacak derecede bir tez ortaya çıkacaktır.

Hz. Ali, başlı başına özelliği ve ayrıcalığı olan bir üslûba sahip ola­rak Arab edebiyatında yerini almıştır. Benim buraya kadar bu konuda söylediklerim uzun bir yolu gösteren işaretten başka bir şey değildir.

Allah ondan razı olsun.

 

Şans İle Andlaşması Olan Komutan Amr B. Âs

 

SORU: Mısır fatihi olan zatın hayatı hakkında aydınlatıcı bilgi ve­rir misiniz?

CEVAP; Amr b. As Mısır'ı ziyaret etmiş, onun büyüklüğünü, bollu­ğunu, iyiliğini görmüştü. Çok zaman geçmeden burasını Allah adına, İslâm adına fethetmenin rüyalarını görmeye başladı. Bu fetih hayatının en büyük arzusu idi. Amr b. As Mısır'ı böylesine sevmese ve bu arzu­ya kapılmasaydı Mısır'ın sonu ne olurdu? Onu ancak Allah bilir.

Amr b. As Mısır'dan öylesine etkilenmiştir ki Hz. Ömer'e burası­nı şöyle anlatmıştır: "Bu ülkenin ortasından mübarek ve bereketli nil nehri geçer. Nil'de gezinti bereketlidir. Eksiğiyle fazlasıyla sanki ora­dan akan ay ve güneştir. Nil'de sinek çoktur. Onu yeryüzünün pınar ve su kaynakları beslemektedir."

Amr, bir başka ifadesinde de şöyle diyor: "Mısır beyaz bir inci, yeşil bir zümrüt, kıskanılmaya değer bir varlıktır. Sanırsın ki ipekten şık bir kumaştır. Dilediğini yaratan Allah'ın şanı ne yücedir? O Allah ki bu güzel beldeyi daha da güzelleştirmiş, geliştirmiş, orada oturanla­rı buraya yerleştirmiştir.."

Çağlar içerisinde Mısır değişikliğe uğramıştır. Fakat zaman, bu ülkeye İslâm'ın getirdiği bolluk ve güzelliği Allah'ın inayeti ve onu fet­heden değerli sahabi Amr b. As'ın himmeti ile insanların zihninden çı­karamayacaktır.

Amr b. As öyle bir kişiliğe sahiptir ki geçmişte hakkında çok şey söylenmiştir. Şu anda da, yakın ve uzak gelecekte de onunla ilgili çok şeyler söylenecektir. Onun hakkında kendisini anlayamayanlar pek çok şeyler söylemişlerdir. Fakat insaf ehli olanlar onun büyük bir komutan, savaşta ve siyasette keskin görüş ve deha sahibi olduğunda görüş bir­liği etmişlerdir.

Amr b. As'ın kişiliği onun hakkında araştırma yapan kimseyi yo­racak derecede güçlü bir kişiliktir.

Ben Hz. Amr'ın genel özelliklerine öncelik vererek bir portresini ortaya koymaya gayret ettim. Ortaya çıkan görünüm şudur: O çok akıl­lı, derin düşünceli kahraman bir dahidir.

Problemlere çözüm bulmada eşsizdir. Uyanık, zeki ve siyasetten anlar bir kimsedir. İnsanların gönüllerini kendine çekme siyasetine sa­hiptir. Kendisine güvenen ve görevinin, işinin arkasını bırakmayan bir kimsedir. Bu uğurda ihmal yapmadığı gibi göstermelik bir hareket içi­ne de girmez. Bilakis işine sıkı sarılır ve titizlikle görevini yerine geti­rir. Atılgan ve girişkendir. Delicesine cesur ve riskten çekinmeyen bir kimsedir. Lider olma eğilimi ve başkanlık sevgisi vardır. İstediğini el­de etmek için temenni etmekle yetinmez, bilakis istediğini elde etmek için mücadelesini ve davasının kavgasını yapar. O derecede ki bu özel­likleriyle dostlarının yanısıra, düşmanlarının dahi takdirini kazanmış­tır. Bunu ortaya koymaya şu örnek yeterlidir:

Bizans kuvvetlerinin komutanı Hz. Amr hakkında: "O yaratılmış­ların en dahisidir" demiştir. Amr b. As'ın başında olduğu topluluk düş­manların şu sözünü tekrarlamış durmuştur: "Arab komutan Bizanslı komutanı yendi."

Hz. Amr girişimlerine sabırla devam ederdi. Tesbit ettiği meto­dundan dönmez, sahibi olduğu görüşünü çeşitli sıkıntılara yol açsa da terketmezdi. Tereddüt ve savsaklamadan hoşlanmazdı. Alışık olduğu şeyi terketmeyi iyi ahlak ile bağdaştıramazdı.

Ne kadar yaşlansa da devam etmekte olduğu şeyi üstlenebildiği sürece onu asla bıkmayacağını söyleyen odur. "Usanmak, ahlakla ilgi­li yalanlardandır" diyen de odur.

Amr'da az bulunur bir zeka vardır. Aşağıdaki olaydaki davranışı bunun göstergesidir:

Mısır'ı fethetmek üzere Hz. Ömer'den izin isteyen Amr, bir takım başvuru ve tereddütten sonra izin alınca, fırsatı değerlendirerek derhal askeriyle birlikte harekete geçti. Fakat Hz. Ömer iyi bir sonuç alınama­ması korkusuyla bir kurye göndererek, eğer henüz Mısır topraklarına ayak basmamış ise geri dönmesini Amr'a emretmişti. Raftı denilen yer­de Hz. Ömer'in elçisi orduya kavuştu, durumu Amr'a bildirdi. Amr üs­tün zekası ile mektupta muhtemelen verilecek emri tahmin etti. Bir ta­raftan asker hareketine devam ederken, diğer yandan Hz. Ömer'in kur­yesini çeşitli konularla meşgul etti. Asker kıyısından kenarından Mısır topraklarına ayak bastıktan sonra Hz. Ömer'in gönderdiği kimseden emirnameyi alıp açtı. Hz. Ömer şöyle emir veriyordu: "Gönderdiğim emirname sana Mısır'a girmezden önce ulaşırsa geriye, yerine dön. Eğer mektubum sen Mısır'a girdikten sonra eline geçerse yoluna de­vam et ve bil ki seni destekliyorum."

Amr emirnameyi okuyunca bulunduğu yeri bilmezlikten gelerek sordu: "Şimdi nerede bulunuyoruz?" Kendisine: "Biz şimdi Mısır top-raklarındayız" cevabı verilince Hz. Amr, güven duygusu içerisinde Hz. Ömer'in mektubunu askerlerine okudu ve yollarına devam etmelerini emretti. Böylece Amr, en büyük emeli olan Mısır'ı İslâm bayrağı altı­na alarak fetih işine devam etti.

Verdiğimiz örnekte de görüldüğü üzere olayı incelediğimizde bu dahi kumandanın kişiliği ile ilgili temel ip uçlarını elde etmiş oluruz.

Bu büyük şahsiyetin önünde araştırma niyetiyle düşündüğümüz­de, kendisinde pek çok faktörün tolandığı bir zatın huzurunda olduğu­muzu anlarız. Bu faktörler onu zafer kazanmış bir savaşçı ve başarılı bir kumandan kılmıştır.

Allah'ın kendisine iman nasib etmesinden sonra iman ve akidesi uğrunda savaşan bir kimse olmuştur. Onun iman etmesi de ikna olarak ve kesin bilgiye dayanarak olmuştur.

Amr kendine güvenen bir kimse idi. Emrindeki kimseleri sürekli takipte tutar, fakat onlara güzel muamele ederdi. Davranışlarıyla baş­kalarına Örnek olur, meseleleri derin düşünürdü. Bir iş yapmak istedi­ğinde tedbirini iyice alır, incelemesini yaptıktan sonra azim ve kararlı­lıkla onu gerçekleştirmeye yönelirdi/Problemleri çözerken şahane ve dahiyane buluşlar üretirdi.

Sanki Hz. Allah onun yapısında, kanında liderlik ve yöneticilik özelliğini yaratmış gibi idi. İbn Hacer'in habe isimli eserinde anlattı-gına göre Hz. Ömer Amr b. As'ı yürürken görmüş ve şöyle demiştir: "Amr'ın yeryüzünde ancak başkan olması yaraşır." Nitekim Şa'bi'ye göre Arab aleminde dört dahi vardır. Bunlardan birisi de Amr b. As'dır. Ve Şa'bi Amr hakkında: "Çözümü güç problemlerin üstesinden Amr gelir" demiştir.

Hz. Amr geç müslüman oluşu sebebiyle eleştirilmiştir. Çünkü o ancak hicretin 8. yılında müslüman olmuştur. Ancak o İslâm dinine ve müslümanlara hizmet uğrunda sarfettiği gayretler ve gerçekleştirdiği cihad ile bu gecikmenin bedelini Ödemiştir. Öylesine ki kendisinden daha önce müslüman olarak ibadet ve takvada ileri derecede olanlar­dan daha ziyade yıldızı parlamıştır.

Damla yağmuru, küçük işler büyük işleri gösterdiğine göre Hz. Amr'ın eliyle gerçekleşen başarı ve zaferler onun İslâm'a girdiği ilk yıllarda bile şahane ve makbul işler yaptığının göstergesidir.

Hz. Amr müslüman olduktan az sonra Mekke'nin fethini izleyen günlerde Hz. Peygamber Amr'ı Mekke'ye üç mil uzaklıktaki Hüzeyl kabilesinin putu Suva'ı yıkmaya gönderdi. Hüzeyl kabilesi bu puta kendisini helak edercesine tapıyordu. Hatta bu davranış konuşmalarda örnek gösterilirdi. Nitekim bir şair şöyle demiştir:

Hz. Amr beraberinde arkadaşlarından oluşan az bir topluluk ile birlikte yola koyuldu. Amr putun olduğu yere varınca putun hizmetçi­si ona "Ne yapmak istiyorsun?" dedi. Amr b. Âs "Peygamber bana onu devirip yerle bir etmemi emretti" cevabını verdi. Hizmetçi Amr'ı uya­rarak: "Put sana engel olur" dedi. Hz. Amr hizmetçiye alaylı bir şekil­de şunları söyledi: "Hala batıl yolda mısın? Yazık sana! Bu put ne işi­tir, ne görür. Bana nasıl engel olacak?"

Daha sonra puta yönelen Amr onu parçaladı. Bunu yaparken geç­mişte kalan batıl inanışlara ve dünün hurafalerine aldırmadı. Kendisi­ne yapılan uyarı ve tehditlere kulak asmadı. Arkadaşlarından da putun saklandığı depoyu yıkmalarını istedi. Onlar bu isteği yerine getirdiler ve orada bir şey bulamadılar.

Burada Hz. Amr hizmetçiyi azarlayarak: "Nasıl yıkılırmış gördün mü?" dedi. O güne kadar puta hizmet eden adamcağız gördüğü gerçek karşısında kendisini tutamayarak şaşkın bir şekilde: "Kendimi alemle­rin rabbine teslim ederek müslüman oluyorum!" dedi.

Daha sonra fetih ve zaferler Hz. Amr'ın eliyle birbirini takip ede­rek gerçekleşti.

Medine ile arasında on günlük mesafe olan Zât'us-Selâsil gazası için Hz. Peygamber hicretin 8. yılında bir müfreze gönderdi. Rasûlul-lah Hz. Amr'ı bu müfrezenin başına komutan olarak tayin etti. Müfre­ze Ensar ve Muhacir'in ileri gelenlerinden yaklaşık 300 kişiden oluşu­yordu. Hz. Peygamber komutanlık görevini verirken: "Ey Amr! Seni bir müfrezenin başında gönderiyorum. Allah sana selamet versin ve ganimetle dönesin" buyurdu. Amr Hz. Peygamber'e şu mukabelede bu­lundu: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben dünyalığa heves ederek müslüman ol­madım!" Bunun üzerine Hz. Peygamber Amr'ın bu sözüne: "İyi adama iyi mal ne güzel şey!" diyerek karşılık verdi. Hz. Peygamber Amr'ı ve askerlerini uğurlarken beyaz bir sancak ve siyah bir bayrak teslim etti.

Hz. Amr bir mücahid olarak yola koyuldu. Düşmanın çokluğunu görünce Hz. Peygamber'den yardım istedi. Bunu, arkadaşlarını tehlike­ye atmamak, riske sokmamak için yapmıştı. Hz. Rasûlullah aralarında

Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde -Allah hepsinden hoşnud ol­sun— gibi seçkin sahabilerin bulunduğu 200 kişi kadar bir takviye kuv­veti gönderdi.

Savaş başlayınca Amr dehasını gösterdi ve az sonra ona ve arka­daşlarına zaferi nasib eyledi. Hz. Peygamber Amr'ın başarısına işaret buyurarak: "Ey Amr! Yeni bir fethe hazırlan" buyurdu.

Hz. Amr Ebubekir (r.a) döneminin başlarında dinden dönenlere karşı açılan savaşlara katıldı. Bu savaşlarda Amr'ın dikkati çekecek de­recede payı vardır.

Hz. Amr dinden dönme (ridde) savaşlarında Kuzâa fitnesini orta­dan kaldırmış ve bu kabile arasında bir süre kalarak hakkın ve doğru­nun yerleşmesini sağlamıştır.

Hz. Ebubekir Muhammed ümmetinin Şam'ı fethetmeye yönelme­si görüşünde idi. Hz. Amr'ı bu iş için göndererek kendisine şöyle dedi: "Ey Ebu Abdillah! Senin öyle bir iş ile meşgul olmanı istiyorum ki bu iş senin dünyan için de, ahiretin için de hayırlıdır. Aynı zamanda bu iş senin çok sevdiğin bir iş olacaktır".

Hz. Amr Ebu Bekir'in teklifine şöyle cevap verdi: "Ben İslâm'ın oklarından biriyim. Allah Teâlâ'dan sonra onu atacak olan sensin. Attı­ğın yerden toplayacak olan da sensin. Bu oku en zor, en sıkıntılı ve en faziletli yere at. Bu oku (dünyanın) sana göre neresi uygun ise oraya at." Amr'ın cevabı savaş ve dövüş tabiatını içeren bir cevap oldu.

İslâm ordusu fetih için yola koyulduğunda onun kumandanı Hz. Amr idi. Bu ordu hazırlanıp sevkedilen ikinci ordu idi. Görevi hem da­ha önce gönderilene yardım etmek, hem de Filistin'i -Allah onu müs-lümanlara tekrar geri versin- fethetmek idi.

Hz. Ebubekir Amr'a ince ve derin anlamlı bir tavsiyede bulundu. Bu tavsiye zaman boyunca (hatırlarda) kalacak ve tarihçileri meşgul edecek bir tavsiyedir.

Hz. Ebubekir diyor ki:

Seni bu ordunun başına komutan olarak tayim ettim. Ordun ile Filistin'e yönel. Seninle ilgi kurmayı istediğinde Ebu Ubeyde ile yazışma yap. Onunla istişare etmeden hiçbir konuda kesin karar verme.

Gizli -açık (tüm) yaptıklarında Allah'tan kork. Yalnız olduğun yerde Allah'a karşı utanacak bir şey yapma. Çünkü O (yalnız da olsan) yaptığın işi görmektedir.

Senden daha kıdemli ve saygıya değer olanlardan önce seni tercih ettim. Yaptığın işleri Allah rızası ve ahiret için yap.

Filistin topraklarına varıncaya kadar İliya yolundan ayrılma. Sana verdiğim görevden uzaklaşmaktan ve kendini zayıf görmekten sa­kın. Asla: "Ebubekir beni gücüm yetmediği halde düşmanın orta­sına attı" deme!

Ey Amr! Bil ki seninle beraber Bedir savaşma katılan Ensar ve Muhacirlerden olan kimseler var. Onların değerini bil ve onlara ikramda bulun. Onlar üzerinde otoriteni aşırı kullanma. Şeytanın içine büyüklenme duygusu sokması ile sakın ola ki "Ben en iyile­ri olduğum için Ebubekir beni göreve getirdi" demeyesin. Nefsi­nin seni aldatmasından kaçın. Ordudaki askerlerinden biri gibi ol. Yapmak istediğin şeyler hususunda onlara danış. Namaza önem ver. Vakti girince ezanı okutup namazı kıl.

Düşmana karşı tetkikte oh Çevrendekilere korunmalarını emret. Daha sonra da onları kontrolden uzat tutma. Geceleri uzun uzun arkadaşlarında birlikte olarak, onlarla oturup sohbet et.

Düşmanla karşılaştığında Allah korkusundan ayrılma. Önceden keşif kolları gönder. Keşif kolları gideceğin yere senden önce git­sin. Askerlerine öğüt vereceğin zaman kısa ve özlü konuş. Kendi­ni düzelt ki emrinde olanlar düzgün olsunlar. Düşmanını gördü­ğün zaman sabırlı ol ve (gereğini yapmakta) gecikme. Böyle dav­ranman en mükemmel bir şey olur.

Çevrendekilerin Kur'an okumaktan ayrılmamalarını sağla. Arala­rında cahiliye dönemine ait şeyleri konuşmalarını yasakla. Zira böyle yapmaları düşmanlığın peyda olmasına sebep olur.

Dünya süsünden yüz çevir. Ta ki senden Öncekilere (güzel bir şe­kilde) kavuşalım. Kur'an'da (aşağıdaki ayette) medhedilen önder­lerle beraber ol. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Onları, emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık ve kendilerine hayırlar yapmayı, namaz kılmayı, zekat vermeyi vah-yettik. Onlar, daima bize ibadet eden kimselerdi. (Enbiya/73)

Yoluna devam et (gazanı) sana da onlara da Allah mübarek eylesin.

Amr korkusuzca Bizanslılarla savaşa girdi ve onların kalplerine korku saldı. Bizanslılar dağılan askerlerini toplayarak tekrar müslü-manlara saldırdılar. Neticede Hz. Amr süvariler ile hücuma geçerek düşmandan 15 bin atlıyı öldürdü. Müslümanlardan ise sadece 130 kişi şehid olmuştu.

Amr sürekli askerin toplu olmasında ve komutanın tek elde olma­sında titizlik gösterirdi. Zira bu uygulama ona göre zaferin anahtarı idi. Bunun içindir ki onun Yermuk savaşında arkadaşlarına şu Öğüdü verdiğini görüyoruz: "Doğru görüş toplu olmaktır. Bizim gibi bir top­luluk bir arada oldukça az da olsa yenilmez. Fakat gruplara ayrılırsak, düşmanımızın çokluğu sebebiyle her bir grup karşısına çıkan ile baş edemez."

Hz. Amr Yermuk savaşında başkomutan olmadığı halde görüşüne başvurulur, kendisine danışılırdı. Hz. Amr, Yermuk savaşında düşma­nın sancağını komutanlarının elinden alıp, düşman ordusunu perişan ederek müslümanların zaferini taçlandırdı.

Amr, Hz. Ömer'in hilafetinin ilk yıllarında gerçekleşen Şam'ın fet­hinde emeği geçen seçkin komutanlardan idi. Nitekim Fahl, Bisan ve Gazze'nin fethinde yıldızı parlayanlardandı.

Daha sonra Filistin topraklan içerisinde olan Ecnadeyn'in fethi gerçekleşiyor. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere Amr korkusuz bir kumandandır. Kendisi bizzat Bizans komutanının gizli tuttuğu şeyleri keşfetmek istedi. Bizans ordusu kumandanının adı Artapon idi. Amr cesaretle gizlice Artapon'un olduğu yere girdi. Kendisinin Amr b. As'm elçisi olduğunu söyledi. Bu girişimden Artapon anladı ki Amr'ın bütün

adamları aynı ruhtadır ve Allah yolunda canını hiçe sayarak feda etme­ye hazırdır. Artapon ile yapılan görüşmede Bizans kumandanı, karşı­sında konuşanın ya bizzat Amr b. As veya onun büyük kumandanların­dan biri olduğunu anladı. Bunun üzerine dönüş sırasında yolda öldü­rülmesi için, adamlarına gizlice emir verdi. Bir yandan da Amr'a hedi­ye verdi.

Amr planlanan tuzağı anlayıp daha güzel bir hile ile cevap verdi. Şöyle ki: Hemen geri dönüp hediyeyi geri vermek istediğini, çünkü her biri kumandan olmak üzere akrabasından on kişi daha olduğunu, onla­rın yanında tek başına hediye almak istemediğini söyledi. Böylece Ar­tapon onların hepsini ele geçirmenin daha hayırlı olacağını düşündü.

Bir kişi yerine on kişiyi ele geçirme fikri Artapon'u sevindirdi ve onları huzuruna getirmek üzere Hz. Amr ile anlaştı. Bunun üzerine as­kerlerinin ona saldırmasını yasakladı. Böyle Hz. Amr tehlikeli ortam­dan kurtulmuş oldu.

Hz. Amr'ın savaş meselelerindeki keskin görüşü bizzat kendi üze­rinde yaptığı uygulama ile ortaya çıkmıştır. Onun ifadesine göre ken­disi ayağını nereye basacağını bilen bir kimsedir. Girdiği her ortamdan sağlıklı çıkabilir. Onun hakkında Hz. Ömer'in sözü doğru çıkmıştır.

Hz. Ömer onu Bizans üzerine gönderirken: "Sırlı bir kazan içeri­sinde Bizans kumandanı ile Arab kumandanı, hangisi kurtulacak iyi bakınız" demiştir.

Bu karşılaşmada tecrübe kazanmış ve kurtuluşu elde etmiştir. So­nuçta Arab komutan Bizanslı komutana galip gelmiştir. Bizanslı komu­tan haklı olarak: "Adam beni aldattı. O tüm insanların en dahisidir" de­miştir. Hz. Ömer de şu sözü tekrarlayıp durmuştur: "Amr ona galip geldi. Bravo Amr'a!"

Hicretin 18. yılında Mısır'ın fethine sıra gelmiştir. Bu olayda en geniş haliyle Hz. Amr'ın yıldızı parlamıştır. O sıralarda Mısır Bizans'ın işgali ve baskısı altında idi. Mısır bu durumda iken bu baskı ve işken­ceden kendisini kurtaracak birini gözetlemekteydi. Kudreti yüce olan Allah, bu kurtarıcının Amr b. As olmasını takdir buyurdu.

Bu fatih komutan -daha önce de geçtiği üzere- Hz. Ömer'i Mı­sır'ın fethedilmesi gerektiğine ikna etmeye çalışıyordu. O Mısır ki Bi­zans komutanı Filistin ve Şam'da uğradığı yenilgilerden sonra oraya sı­ğınarak askeri ile birlikte bir kaleye çekilmişti.

Hz. Ömer Mısır'ın fethine izin vermekte tereddüt etmişti. Fakat dahi komutan ümidini kesmedi. Döndü döndü Hz. Ömer'le fetih konu­sunu konuştu ve bunun için sebeplen sıraladı. Sonuçta Hz. Ömer ikna oldu. Bu neticeyi elde eden komutan, süratle harekete geçti. Onun bu konudaki şiddetli arzusunu, Hz. Ömer'in geri dönme hususundaki mektubunu nasıl geç açtığını görmüş ve Amr'ın niyetini anlamıştık.

Mısır'ın fethinde Ferma, Belbis, Ümmü Denin, Feyyum ve Ayn-ı Şems bölgelerinde savaş cereyan etti. En son Bablun kalesinde çarpış­malar oldu. Burada da Hz. Amr'in dehası görülmektedir. Askeri kuv­vetleri birarada toplamış, komutanlık yetkisini tek elde birleştirmiş, bilgi toplama işlemlerini yaptırmış, ani sürprizleri değerlendirmiş, ha­fif hareketler düzenlemiş ve saldırıda acele etmiştir. Askerin manevi­yatının yüksek olmasına ve sağlıklarının yerinde olmasına gücü nisbe-tinde titizlik göstermiştir.

Komutan Amr zaferi kazanarak Mısır'ı fethetti. Mısır'da öylesine bir yol açtı ki artık Mısır İslâm dini ile gurur duydu ve tarih boyunca İslâm'ın savunucusu oldu.

Hz. Amr askerlik bakımından Mısır'ın fatihi olduğu kadar imar bakımından da Mısır'ın fatihi olmuştur. Hicretin 21. yılında Fustat şeh­rini inşa ettirdi. Bu şehir, Mısır'da İslâm toplumunun ayakta durması için merkez olmuştur,

Müslüman Mısır Kur'an ülkesi, Mısır'ın başkenti de bu şehir ol­muştur. Hz. Amr aynı zamanda meşhur camisini de yaptırmıştır. Bu ca­mi Mısır'da yapılan ilk camidir. "Emir'ul Mü'minin Körfezi" adıyla anılan körfezi de Hz. Amr açtırmıştır.

Hz. Amr merhamet ve insancıllık bakımından örnek gösterilecek bir insandır. Bu savaşçı komutan, yaralıları ziyaret eder, onların gönlü­nü alır, zayıf bir kumru ile dahi ilgilenir, ona merhamet gösterirdi.

Rivayet olunur ki fetih hareketini sürdürmek üzere Hz. Amr İs-kenderiyye'ye gitmek istedi ve çadırının toplanmasını emretti. Çadırın üzerine bir kumrunun yumurta yaptığı görüldü. Bunun üzerine Hz. Amr çadırın bırakılmasını emrederek şöyle dedi: "Kumru bizim çevre­mizi ve çadırımızı saygıdeğer kılmıştır. Kumrunun yavrusu uçuncaya kadar çadırı kaldırmayınız."

Hz. Amr zafer kazanılan yerleri de dolaştı, İskenderiyye'yi ve Burka'yı da fethetti. Burka'nm fethini kahraman kumandan Utbe b. Na-fi'i göndermek suretiyle gerçekleştirdi. Burka'ya yapılan hücumun ba­şarılı olmasından sonra şehir halkı ile sulh anlaşması yaptı.

Amr b. As bundan sonra Trablus'a yöneldi. Pek çok şehri fethetti­ği gibi orayı da fethetti. Hz. Amr'ın fetih hareketleri hicretin 23. yılına kadar devam etti.

Enteresandır ki Amr, zafer kazanacağına çok fazla güvenirdi. Bir gün Kurra b. Hübere ile konuşurken Kutra Amr'a şöyle sordu: "Ey Amr! Kazanacağından emin misin?"

Amr şu cevabı verdi: "Seni önümde nasıl görüyorsam zaferi de öylece görüyorum."

İhtimal ki bu güvenin sebebi zaferi etkileyen faktörleri iyi bilme­si ve titizlikle bunlara uymasıdır. Kendisinde güçlü bir kişilik, cesaret, deha, sır tutmak, dikkat, uyanıklık, süratli hareket, sürpriz çıkışlar yap­mak ve iman ruhunu korumak gibi özellikler bulunuyordu.

Nitekim savaş esaslarına ve prensiblerine Amr'ın riayet ettiği bi­linmektedir. Hazırlık, bilgi toplama, keşif, kuşatma uygulamalarını iyi yapar ve askerin maneviyatını güçlü tutardı.

Amr casusları ve elçileri aracılığı ile bilgi toplamak üzerinde titiz­likle durur. Casus göndereceği zaman birden fazla gönderirdi. Casus­ları aracılığı ile gelen bilgileri inceler değerlendirmeye tabi tutardı. Ba­zen kendisini tehlikeye atar, bizzat kendisi bilgi toplama işini yapardı. Nitekim Bizans komutanının yanına, baş komutan olduğunu sezdirme­den gittiğini daha önce görmüştük.

Hz. Amr mümkün oldukça askerini toplu halde bulundururdu. Onun için askeri güç sadece insandan ibaret değildir. Silah, zahire ve asker için gerekli malzeme de kuvvetten sayılırdı. Mümkün olduğu ka­dar çok askeri bir arada bulundurur, onları birbirine kaynaştırır, birlik

ve beraberliklerini sağlardı.

Çok sayıda düşmana az adamla saldırmazdı. İhtiyaç olduğu za­man yardım ister, askeri başarılarından gurur ve kibire kapılmazdı.

Asker ve malzeme temini için gerekli olduğu zaman savaşa gir­meyi geciktirmekten çekinmez, tereddüt etmezdi.

Hz. Amr düşmana ani ve sürpriz saldırılar düzenlemeyi iyi bilirdi. Hiç hesapta olmayan zamanda ve hazırlıksız iken saldırır, kısa zaman­da sonuca ulaşırdı. En önemli özelliklerinden biri düşmanın, ani bas­kınla planlarını alt üst etmesi, ikincisi daha seferin başında iken zaferi elde etme fırsatını yakalaması idi.

Hz. Amr savunmanın en iyi yolunun hücum olduğuna inanırdı. Erken hücumun gelecekte elde edilecek zaferlerin anahtarı olduğunu düşünürdü. Hatta diyebiliriz ki bu kahraman komutan hep düşmanına hücumlar düzenler, düşmanına saldırı fırsatı bırakmazdı.

Hz. Amr savaşlarda insan gücünün birinci derecede önemli oldu­ğunu bilen bir kimse idi. Bunun içindir ki bu gücün korunmasına önem verir, savaşı kazanıp zafere ulaşmak için insan gücüne verdiği önemi hiç eksiltmezdi. Gene bunun içindir ki bazen yenilen düşman askerini kovalamayı yasaklardı. Çünkü aniden bir güçle karşılaşırsa dağılan gü­cü için kötü sonuçlar söz konusu olabileceğini hesap ederdi.

Nitekim Zat-ı Selâsil gazvesinde Amr düşmanı yenmişti. Asker­ler düşmanı kovalamak arzusunda idi. Amr bunu yasakladı. Kendisi­ni Rasûlullah'a şikayet ettiler. Amr kendisini şöyle savundu: "Ey Al­lah'ın Rasûlü! Biz onlarla kendi memleketlerinde savaşıyoruz. Onla­rı takip etmek üzere askerlerim yerinden uzaklaşırsa, düşman yardım­cı bir kuvvetle müslümanlara baskın verebilir düşüncesi ile takibi ya­sakladım."

Hz. Amr askerin maneviyatının güçlü olmasının yerini hiç bir silanın tutamayacağını iyi bilen bir komutan idi. Bunun için askerlerini dini ve manevi yönden donatır, iman ile ilgilerini kesmemelerini ister ve onlara: "İlerleyin! Allah'ın lütfedeceği zafer sizinledir" derdi.

Hz. Amr askerlerine devamlı Kur'an dinletir, onlara Allah'ın aske­ri olduklarını, Allah'ın yardımı ile destekleneceklerini, Allah yolunda cihat etmekte olduklarını hatırlatırdı. Askerlerine iki güzellikten birine kavuşacaklarını söylerdi: Ya zafer veya şehitlik. Savaşın en şiddetli aşamasında kesin bir inanç ve güvenle askerlerine şöyle derdi: Kâfir­lerin ve dinsizlerin kalplerine bir kın'a sokulur gibi sokulacak kılıçları­mız var!

Buraya kadar Hz. Amr'ın askerlik yönünü aydınlatan bilgiler ver­dik. Onun savaşçı tarafını ve kahramanlıklarını anlattık. Bu söyledik­lerimiz onun hatasız bir insan olduğunu, eleştirilemeyeceğini göster­mez. Hz. Amr gibi kahramanlıkla dolu uzun bir ömür yaşayan insanın hayatında arayan kimsenin hata bulması doğaldır. Onun tenkid edilen ve etrafında tartışma ve görüş ayrılığı bulunan yönlerinin açıklanması kaynaklan uzun uzadıya araştırmayı gerektirir. Buraya kadar söyledik­lerimizde kısa da olsa aklını kullananlar içtin bilgi ve ders vardır.

Zaman zaman içinde olup zaman zaman savaş meydanlarından uzaklaşmasına rağmen yıllar boyu Hz. Amr'ın savaş ve zaferle ilgisi kesilmemiştir. 70 yaşım geçmişken hicretin 43. yılında Ramazan bay­ramı günü vefat etmiş Sefh'ul-Muktım denilen yerde toprağa veril­miştir.

Hz. Amr vefat etmek üzere iken Hz. Allah'a şöyle yalvarıyordu: "Allahım! Senin emirlerine hakkıyla uyamadım. Yasaklarına tam ola­rak riayet edemedim. Ben güçlü bir insan değilim, bana yardım eyle. Suçsuz bir kimse değilim, özrümü kabul eyle. Kibirlenen biri değilim, senden başka tanrı yoktur."

Bu sözleri ölünceye kadar tekrarladı durdu. Allah'ın rahmeti ve rızası üzerine olsun.



[1] Burada rüyanın, peygamberliğin kırk altıda biri olduğunu bildiren hadise işaret edili­yor. Hz. Peygamber, peygamberliğinin ilk altı ayında hep gerçek rüyalar görmüştü. Mekke ve Medine döneminde Rasûlullah toplam 23 yıl yaşadığına göre bu 46 adet al­lı ay demektir. Rüya ile ilgili hadisten kastedilen mana budur. Yoksa ne peygamberlik 46'ya bölünür, ne de gerçek rüya görende kırk altıda bir peygamberlik olur. (Çeviren)

[2] Bu uyak Arapça asıl da açıkça bellidir. Tabiidir ki dilimizdeki düzyazı şeklindeki an­latımda bunu göremiyoruz. (Çeviren)

[3] Bu sözlerdeki kâfiye Arabça aslına göredir. Tercümede kâfiyeyi göstermek maalesef mümkün olmamıştır. (Çeviren)

[4] Buradaki nar kelimesinin anlamı, cehennem ateşidir. (Çeviren)