SORULU-CEVAPLI İSLÂM FIKHI (5)
Kur'an'da Mekki Ve Medeni Sureler
Kur'an Okurken Şeytandan Allah'a Sığınmak
Kur'an, Parmak İzi Ve Kimlik Tesbîti
İnsan Derisine İşkence Edilmesi
Ayette Geçen Bizi İki Defa Öldürdün, İki Defa Dirilttin Sözünün Anlamı
Kün Feyekun (Ol Der Ve Oluverir)
Düşmanlara Karşı Kuvvet Hazırlamak
Müddesir Sûresinin İlk Ayetleri
Bitkilerin Rüzgarlar Yoluyla Aşılanması
Mü'tefike (Alt Üst Olan Şehirler)
Güneşin Battığı Yer Ve Kara Balçıklı Su Gözesî
Mağfiret İle Azabın Arasının Bağdaştırılması
Kur'an'da Kıyamet Gününün Vasıfları
Kur'an'daki Hâfira Kelimesinin Anlamı
Kur'an'da Münafıkların Tasviri
İki Doğunun Ve İki Batının Rabbi
Kur'an Dili Olan Arabçanın Önemi
Hz. Peygamberin, Helâl Olan Bazı Şeyleri Kendine Haram Kılması
Bir Ayetle Bir Vecize Arasındaki Mukayese
Şımarık Zenginlerin Yoldan Çıkmaları
Cansız Varlıkların Secdesi Ve Teşbihi
SORU. Kur'an-ı Kerim'de kaç tane sûre vardır?
Mekki sûrelerin ve Medeni sûrelerin sayısı ne kadardır?
Mukatta harfleri denen harflerle başlayan kaç sûre vardır?
Kur'an-ı Kerim'de ilk nazil olan âyet hangisidir?
Son nazil olan âyet hangisidir?
Kur'an-ı Kerim'de kaç adet cüz ve kaç adet rubu[1] vardır?
Kur'an-ı Kerim'deki en uzun ve en kısa sûre hangisidir?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim'deki sûrelerin sayısı 114'tür. Kur'an Fatiha sûresi ile başlar, Nâs sûresi ile sona erer. Kur'an'daki sûrelerin ve âyetlerin sıralanışı tevkifidir, yani Allah tarafından bildirilmiştir. Rasû-lullah da müslümanlara bildirmiştir. Cebrail (a.s) bir âyeti getirdiği zaman "Bu âyeti falan yere yerleştir" derdi.
İmamZerkeşi el-Burhanfi Ulumi'l-Kur'an isimli eserinde Kur'an sûrelerinin sayısı hakkında şöyle demektedir: "Bilki Kur'an-ı Azim'in sûrelerinin sayısı ilim adamlarının ittifakıyla 114'tür. Nitekim Hz. Osman'ın mushafında da böyledir".
Kur'an-ı Kerim'in 85 sûresi Mekke-i Mükerreme'de inmiştir. 29 sûresi de Medine-yi Münevvere'de inmiştir. İkisinin toplamı 114 sûredir.
Kur'an-ı Kerim'de hâ-mim ve elif-lâm-mim gibi harflerle başlayan sûrelerin sayısı 29 tanedir.
Kur'an-ı Kerim'in ilk nazil olan âyetleri Alak sûresinin aşağıda zikrettiğimiz ilk âyetleridir:
Yaratan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan rabbinin adıyla oku! Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren rabbin büyük kerem sahibidir.
Alak sûresinin bu âyetleri Rasûllulah'a (s.a) Hira mağarasında iken inmişti. Cebrail (a.s) rabbinden aldığı vahyi, insanlara tebliğ etmesi için Hz. Peygamber'e ilk defa gelmişti. Bu âyetlerden sonra Müd-dessir sûresi inmiştir. Müddessir sûresinin ilk âyetleri de şunlardır.
Ey örtüsüne bürünen! Kalk uyar. Rabbini yücelt. Elbiseni temiz tut. Kötü şeyleri terket. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. Rabbin için sabret.
Kur'an-ı Kerim'in son nazil olan âyetleri Tevbe sûresinin son
âyetleridir:
Ey inananlar! Andolsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, mü'minlere şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir. Ey Muhammedi Eğer yüz çevirirlerse de ki: "Allah bana yeter; O'ndan başka tanrı yoktur, yalnız O'na güveniyorum; O büyük arş'ın sahibidir."
Rivayet edildiğine göre, bir bütün olarak nazil olan ilk sûre Fatiha süresidir, yine bir bütün olarak nazil olan son sûre ise Tevbe süresidir.
Allah'tan ve peygamberinden, kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır: Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah'ı aciz bırakamayacağınızı, Allah'ın inkarcıları rezil edeceğini bilin.
Kur'an-ı Kerim'de 30 cüz vardır. Her bir cüzde sekiz adet rubu vardır. Buna göre Kur'an'daki rubu'ların sayısı 240 tanedir. Kur'an âyetlerinin sayısı 6.204'tür.[2] Kur'an'daki kelimelerin sayısı ise 77.437'dir.
Kur'an-ı Kerim'deki en uzun sûre Bakara süresidir. En kısa sûre ise aşağıda zikrettiğimiz Kevser süresidir.
Ey Muhammed! Doğrusu sana pek çok hayır vermişizdir. Öyleyse rabbin için namaz kıl, kurban kes. Doğrusu adı şanı ortadan kalkacak olan sana kin tutandır. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır.
Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını gözetenleri Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir. (Maide/15-16)
SORU: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Andolsun biz sana tekrarlanan yediyi (seb'ul-mesâni'yi) ve yüce
Kur'an'ı verdik. Ayette geçen seVul-mesâni Kur'an'dan başka bir şey midir?
CEVAP: Seb'ul-Mesâni'nin yani tekrarlanan yedinin Fatiha sûresi olduğu Hz. Peygamber'den (s.a) sağlam yollarla rivayet edilmiştir. Ha-dis-i şerifte şöyle denilmiştir:
Fatiha suresi Kur'an'm anasıdır, kitabın anasıdır ve seb'ul-mesâni'dir.
Aynı şeyi Hz. Ali, Ebû Hureyre ve daha başkaları da söylemiştir. Buharı, Ebû Said ibn el-Mualla'nın şöyle dediğini rivayet ediyor: Mes-cidde namaz kılıyordum. Rasûlullah (s.a) beni çağırdı. Ben cevap vermedim. Namazdan sonra dedim ki: "'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben namaz kılıyordum, onun için çağrına icabet edemedim." Rasûlullah "Allah Te-âlâ, Allah ve Peygamber sizi çağırdığı zaman icabet edin demedi mi?" buyurduktan sonra şöyle dedi: "Sen mescidden çıkmadan önce sana Öyle bir sûre öğreteceğim ki bu, Kur'an'daki sûrelerin en büyüğüdür."
Sonra elimi tuttu. Dışarı çıkmak istediği zaman ona dedim ki: "Kur'an'daki sûrelerin en büyüğünü sana Öğreteceğim dememiş miydin?" Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu;
O Elhamdülillah! rabbi'l-âlemin'dir. O, seb'ul-mesânidir ve bana verilen yüce Kur'an'dır.
Fatiha sûresi namazlarda her rekatta tekrarlandığı ve yedi âyet olduğu için "tekrarlanan yedi" anlamında "seb'ul mesâni" diye isimlendirilmiştir. Sadece bu ümmete böyle bir sûre verildiği için de bu ismi aldığı söylenilmiştir. Gerçekten de önceki ümmetlerden hiçbirisine böyle bir hazine indirilmemiştir.
Abdullah ibn Abbas ve daha başkaları seb'ul-mesâninin Bakara, Al-i Imran, Nisa, Mâide, En'am, A'raf ve Tevbe'yle birlikte Enfal -bu ikisinin arası besmeleyle ayrılmadığı için ikisi bir sûre hükmündedir-surelerinden oluşan yedi uzun sure olduğunu söylemişlerdir. Bu sûrelere mesâni denilmiştir. Çünkü ibretler, hükümler ve cezalar bu sûreler içinde tekrar tekrar anlatılmaktadır.
Bu âyet-i kerime Mekke'de nazil olduğu için bu son görüş reddedilmiştir. Çünkü bu âyet nazil olduğu esnada henüz söz konusu sûrelerden hiç bir şey inmemişti. Bunların hepsi hicretten sonra Medine'de inmiştir.
Seb'ul-mesâninin Kur'an-ı Kerim olduğunu söyleyen kimseler de var. Bunlar Zümer süresindeki şu âyete dayanırlar:
Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitab'ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların, bu kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır. İşte bu Kitap, Allah'ın doğruluk rehberidir, onunla istediğini doğru yola eriştirir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren bulunmaz.
Râğıb el-İsfahâni, Müfredatü'UKur'an isimli kitibında şöyle der:
Allah Teâla, "sana tekrarlanan yediyi verdik" diyerek Kur'an surelerini mesâni diye isimlendirmiştir. Çünkü bu sureler her zaman tekrarlanır, zaman geçtikçe bozulup geçersiz hale gelen diğer şeyler gibi bozulmaz ve kesintiye uğramaz.
Allah âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden kitab'ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.
Bu ayette geçen mesâni kelimesi de bu anlama gelir. Kur'an, devamlı tekrarlanan ve faydaları durmadan yenilenen bir kitap olduğu için kendisine mesâni denilmiş olması doğrudur, Nitekim onun özelliklerini anlatan bir rivayette şöyle denilir: Onda hiçbir tezat ve eğrilik bulunmaz. Bu sebeple onu düzeltmeye ve doğrultmaya ihtiyaç yoktur. O, kimseyi yolundan saptırmaz ve kimsenin ayıplanmasına sebep olmaz. Onun harikuladeliği tükenmez. Mesâni kelimesinin övmek anlamına gelen senadan gelmiş olması da mümkündür. Çünkü Kur'an'dan daima övgüye lâyık güzellikler ortaya çıkar ve onu okuyan, öğretenen ve onunla amel eden kimseler de övülmeye lâyık kimselerdir.
Şöyle de denildi: Seb'ul-Mesâni ile Kur'an'daki emir, nehiy, müjdeleme, uyarma, darb-ı meseller, nimetlerin tek tek sayılması ve geçmiş ümmetlerin haberleri gibi kısımlar kasdedilmiştir.
Fakat doğru ve sahih olan Fatiha'nın seb'ul-mesâni olmasıdır. Onun mesâni kelimesiyle isimlendirilmesinde, başka şeylerin bu kelimeyle isimlendirilmesine engel olan unsurlar bulunmamaktadır. Madem ki Fatiha'nın seb'ul-mesâni olduğuna dair Rasûlullah'tan (s.a) te'vile ihtimal vermeyecek kadar açık ve sahih bir haber vardır. O halde onu kabul etmek gerekir.
Âyetin sonundaki "ve yüce Kur'an'ı" sözüne gelince bunun da yorum ve açıklama kabilinden bir atıf olduğu söylenilmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: "Andolsun biz sana seb'ul-mesâniyi verdik, o yüce bir Kur'an'dır." Çünkü Fatiha sûresi özlü ve eşsiz üslubuyla Kur'an'ı Kerim hakkında genel ve toplu bir fikir verir.
Fakat buradaki atfın, genelin özele atfı olduğu daha kabule şayan bir görüştür. Buna göre yüce Kur'an'ın bütün sûreleri Fatiha sûresine atfedilir. Çünkü Fatiha sûresi evvela mushafın başlangıcıdır, ikinci olarak her namazda tekrarlanır, üçüncü olarak İslâm'ın bütün esaslarıyle ve Kur'an'ın gayeleriyle ilgili hususları kapsar. Hatta Fatiha suresinin yüce bir Kur'an olduğu, yani Kur'an'ın bütün maksatlarının onda özet halinde bulunduğu söylenilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
SORU: Kur'an'ı Kerim'deki bazı sûreler elif-lam-mim, elif~lâm~râ ve tâ'Sİn-mim gibi harflerle başlıyor. Bu harflerin manası nedir?
CEVAP: Bu harflerle neyin kasdedildiği konusunda pek çok görüş vardır. Bazıları bunların Allah'ın Kur'an'daki sırrı olduğunu ve Allah'ın inidirdiği tüm kitaplarda bir sırrının bulunduğunu söylemişlerdir. O halde bunlar, anlamlan sadece Allah tarafından bilinen müteşabih âyetlerdendir. Bu konuda Rebi ibn Hüseyin şöyle der:
Allah Teâlâ bu Kur'an'ı indirdi ve onun içinden dilediği şeylerin anlamını sadece kendisine sakladı, dilediklerini de size açıkladı, ilmini kendisine sakladığı şeyleri siz bilemezsiniz. O halde onlarla ilgili hiçbir sey sormayınız. Size açıkladığı şeylere gelince hakkında soru sorduğunuz, bilgi verdiğiniz şeyler bunlardır. Kur'an'daki her şeyi bilmiyorsunuz, bildiğiniz her şeyle de amel etmiyorsunuz.
Ebubekir el-Enbari bunun üzerine şöyle bir şerh düşmüştür:
Bu ifadeler, Kur'an'daki bu tür harflerin anlamlarının Allah'ın bir sınaması ve imtihanı olmak üzere herkesten gizlendiğini açıklamaktadır. O halde kim bunlara iman ederse sevap kazanır ve mutlu olur, kim inkar eder şüpheye düşerse günahkar olur ve mutluluktan uzaklaşır.
Bu harflerin sûre isimleri olduğu söylenmiştir. Bir başka görüşe göre bu harflerle Allah Teâlâ yemin etmiştir. Başka bir görüşe göre bu harfler bir takım isimlere delalet eder ve bu isimlerin diğer harfleri hazledilmiş sadece bunlar kalmıştır. Mesela elif Allah lafzından; lam Cebrail'den; mim Muhammed'den alınmıştır. Bu harflerin Allah'ın ism-i âzami olduğu da söylenilmiştir.
Bu harflerin sûre başlarında birer başlama ve tenbih edatı olarak geldiği de söylenmiştir. İyi kulak verilsin diye dikkat çekmek için bu harfler sûre başlarına getirilmiştir. Bu konuda geçmiş dönem âlimlerinden birisi şöyle der:
Müşrikler Kur'an'ı işittiklerinde ürküp kaçıyorlardı. Elif lam mim, elif lâm mim sâd gibi harfleri duyduklarında hayret içinde kalıp meraklanıyorlardı. Onları dinlemeye yöneldiklerinde de Hz. Peygamber onlara daha sonraki âyetleri okuyor, böylece inkara yeltendikleri şey zihinlerine ve kulaklarına yerleştiriliyor ve aleyhlerine delil oluyordu. Yine geçmiş dönem âlimlerinden birisi şöyle demiştir:
Rivayet edilir ki, müşrikler Mekke'de Kur'an'ı dinlemekten yüz çevirdikleri ve "Kur'an'ı dinlemeyin, onun hakkında gürültü yapın!" dedikleri zaman, onların merakını çekmek ve dinlemelerini temin etmek için bu harfler indirilmiş, onlar merak ve hayretle dinlemeye başlayınca da daha sonraki âyetleri duymuşlardır. Onların böylece Kur'an'ı dinlemeleri Kur'an'ın aleyhlerine delil olmasını gerektirmiştir. Mukatta harflerinin, sözü meydana getiren hece harflerine işaret eden harfler olduğu da söylenilmiştir. Buna göre sanki Allah Teâlâ müşriklere şöyle demek istemiştir:
Siz bir iftira ve bühtan olarak Kur'an'ın Allah'ın değil, Muhammed'in sözü olduğunu iddia ediyorsanız, haydi bakalım onun bir benzerini de siz getirin, siz de aranızda bu harflerden oluşan kelimelerle konuşuyorsunuz. Bu Kur'an, sizin konuştuğunuz harflerle ve sizin lisanınızla inmiştir. Üstelik siz bu lisanı kullanmakta ve konuşmakta çok maharetlisiniz iddianızda samimi iseniz bu Kur'an'ın bir benzerini de siz getirin. Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz Allah'tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırın. Yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- o takdirde, inkar edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının! (Bakara/23-24)
Bütün görüşler içerisinde en çok kabule layık olan görüş bu sonuncudur.
SORU: Niçin bazen sûreler "elif-lâm-mim" harfleriyle başlamaktadır?
CEVAP: Bir grup sûre elif-lâm-mim gibi harf gruplarıyla başlamaktadır. Sûre başlarında bu harflerin hangi maksatla zikredildiği konusunda pek çok görüş bulunmaktadır. Bazı müfessirler, bu harflerin Kur'an'ın isimleri olduğunu ve sûrelerin girişi, başlangıcı olduğunu ve sûrelerin bunlarla açıldığını söylemişlerdir. Bazıları bu harflerin Allah'ın isimleri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazılarına göre ise bunlar bir yemindir ve Allah sûre başlarında bu harflerle yemin etmiştir. Bazılarına göre de bunlar isim ve fiillerden parçalanıp ayrılmaş harflerdir. Mesela elif, ben anlamına gelen eneden; lâm, Allah lafzından; mim ise bilirim anlamına gelen a'lemudan alınmıştır ve hepsi birden Ben Allah'ım, bilirim demektir. Bazı müfessirler de bu harflerin Kur'an'ın sadece Allah tarafından bilinen sırlarından bir sır olduğunu söylemişlerdir. Bunun dışında daha başka şeyler de söylenilmiştir.
Bunların içinde kabule en fazla lâyık olan iki görüş vardır: Birincisi, bunların zihinleri ve dikkatleri çeken uyarı edatları olması için bazı sûrelerin başına getirildikleri görüşüdür. Çünkü bunlar terkip halinde değil, tek olarak söylenilmektedir. O halde bunların hem söylenirken hem de işitilirken özel bir vasıflan vardır. Bu sebeple bunları işiten kimse ardından gelecek sözleri özel bir ilgi ve dikkatle dinlemeye yönelir.
Bu konudaki diğer görüş ise bu harflerin Kur'an-ı Kerim'in i'câzm a/eş sizliğine işaret ettiği görüşüdür. Çünkü müşrikler Kur'an'ı işittikleri zaman ona iftira ediyorlar ve onun Allah kelamı değil Muhammed'in sözü olduğunu iddia ediyorlardı. Bu sebeple Allah Teâlâ onlara, Kur'an sizin konuşmalarınızda kullandığınız bu harfler gibi harflerden oluşmuştur ve yabancısı olduğunuz bir lisanla gelmemiştir; o halde -şayet iddia ettiğiniz gibi- bu Kur'an Muhammed'in sözü ise, Mu-hammed bir kişidir ve onun lisanı sizin lisanınız gibidir. Kur'an'ın kelimeleri de Arabça'dır ve sizin lisanmızdaki harflerden oluşmuştur ve siz bu lisanı kullanmada da çok maharetli ve iddialısınız, şayet iddianızda samimi ve doğru iseniz bu Kur'an'm bir benzerini de siz getiriniz, biz sizin bildiğiniz, maharetli olduğunuz ve insanlara karşı övündüğünüz bir sahada size meydan okuyoruz, demek istemiştir.
Fakat onlar bundan aciz kaldılar ve böylece Kur'an'ın bir beşer sözü olmadığı, sadece Allah kelâmı olduğu apaçık ortaya çıkmış oldu. Bu sebeple Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurur:
Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz, Allah'tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırın. Yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız o takdirde, inkar edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının! (Bakara/23-24) Hud sûresinde de şöyle buyurulur:
Senin için "onu uydurdu" diyorlar, öyle mi? De ki: "Öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre meydana getirin, iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın. Söylediğinizi yapamazlarsa, bilin ki o, ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. O'ndan başka tann yoktur, artık teslim oluyorsunuz değil mi?" (HÛd/13-14).
Sonra İsra sûresinde şöyle buyurulur:
De ki: "İnsanlar ve cinler birbirine yardımcı olarak bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, andolsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar." (İsra/88)
Bu iki görüş kabule en lâyık görüşler olduğu için el-Müntehab isimli tefsirde Bakara sûresinin başındaki "elif lâm-mim" âyetleri tefsir edilirken şu ifadeler geçer:
Elif lâm mim: Bu harfler Allah Teâlâ'nın, Arabların kendi konuşmalarında kullandıkları harfler gibi harflerden teşekkül eden Kur'an-ı Kerim'in i'câzma/eşsizliğine işaret etmek için kullandığı harflerdir. Buna rağmen onlar yine de Kur'an'm bir benzerini getirmekten âciz kalmışlardır. Ayrıca bu harfler, dinlenilmesi ve başka seslerden ayırdedilmesi için bir uyarıyı da ihtiva ederler.
Bu harflerle cümmel[3] hesabıyla bu ümmetin ömrüne veya buna benzer şeylere işaret olduğu veya bu harflerin içinde bazı gerçeklerin ve gün geçtikçe ortaya çıkacak tarihi hakikatlerin rumuzunun bulunduğu şeklindeki görüşün bu harfler konusundaki en zayıf ve saçma görüş olduğunu Beydâvi ve diğer âlimler söylemişlerdir.
Akıllı bir müslümanm yapması gereken, kabule en yakın görüşü alması ve bu konuda rivayet edilen tuhaf sözlerin çokluğuna aldanmamasıdır. Gerçeği söyleyen Allah'tır ve yola iletecek olan da O'dur.
SORU: Kur'an-ı Kerim'deki her sûrenin başında Bismillahirrah-manirrahim zikredilmiş, fakat Tevbe sûresinin başında besmele zikredilmemiştir. Bunun sebebi ve hikmeti nedir?
CEVAP: Müfessirler, sahabe-yi kiramın Tevbe sûresinin başına besmeleyi yazmadıklarını söylemişlerdir. Aynı şekilde tabiiler, tebe-i tabiiler ve onlardan sonra gelen nesiller de Tevbe sûresinin başına besmeleyi yazmamışlardır. Bunun sebepleri şunlardır:
Birincisi: Tevbe sûresi, Mushaf-ı Şerifin tertibi içinde kendisinden Önceki Enfal sûresinin doğrudan bir devamı ve uzantısı sayılır. Çünkü konulan birbirine yakındır. Her ikisi de cihattan, savaştan ve Allah yolundaki seferberlikten bahseder. Sanki ikisi bir sûre gibidir. Bu sebeple Enfal sûresinin başındaki besmele Tevbe sûresinin başındaki besmeleye ihtiyaç bırakmamıştır. Bazı müfessirler bu iki sûre arasındaki uyumu şöyle anlatırlar:
"Tevbe sûresi ile kendisinden önceki sûre arasındaki tenasüp/uyum, diğer sûrelerin birbiriyle olan uyumlarından daha açık ve belirgindir. Tevbe sûresi, içerisindeki dinin temel esasları ve bölümleriyle, ilahi sünnetler ve yasama konularıyla sanki Enfal sûresinin bir tamamlayıcısıdır. Konuların büyük bir kısmı savaş ve savaşa hazırlanmakla ilgili hükümler, savaşta zafer kazanabilmenin sebepleri ve diğer psikolojik ve maddi hususlar, riayet edilmesi ve gerektiğinde feshedilmesi yönünden anlaşma ve sözleşmelerin hükümleri, savaş ve diğer durumlarda mü'minlerin kendi aralarındaki ve kâfirlerin kendi aralarındaki dostluk hükümleri, aynı şekilde samimi mü'minlerle kâfirlerin ve iki yüzlü ve hasta ruhlu münafıkların durumları hakkındadır. Enfal sûresinde anlatılmaya başlanılan konular, Tevbe sûresinde tamamlanmıştır. Kur'an sûreleri ve onların miktarlanyla ilgili durum nassa dayanmamış olsaydı bütün bu anlattığımız hususlar bu iki sûrenin tek bir sûre olduğunu söyleyenleri mana yönünden desteklemiş olurdu."
İkincisi: Tevbe sûresi müşriklere bir ihtarla başlar:
Allah'tan ve Peygamberinden kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır: Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah'ı aciz bırakamayacağınızı, Allah'ın inkarcıları rezil edeceğini bilin! Allah ve Rasûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve eğer yüz çevirirseniz bilin ki Allah'ı aciz bırakamazsınız. Ey Muhammed! O kâfirlere elem verici bir azabı müjdele! (Tevbe/1-31)
Bu keskin bir uyarıdır ve bismillahirrahmanirrahim'deki rahmet merhamet ile birarada bulunması münasip olmaz. Ibn Abbas Hz. Ali'ye (r.a) sorar: "Enfal ile Tevbe sûreleri arasındaki besmele niçin yazılı değildir?" Hz. Ali şöyle der: "Çünkü besmele bir himaye ve teminattır. Tevbe sûresi ise kılıç kullanma ve anlaşmaların bozulmasıyla ilgilidir. Onda bir himaye ve teminat/barış garantisi verme durumu yoktur."
Üçüncüsü: Tevbe sûresi, düşmanlarla her türlü uzlaşma yollarının başarısızlığa uğramasından sonra onlarla savaşma kararının verildiği sûredir. Bu sebeple Tevbe sûresinde şu âyet gelmiştir:
Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde Öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı kılar, zekâtı verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah bağışlayan ve merhamet edendir. (Tevbe/5)
Şu âyeti kerime de Tevbe sûresinde bulunuyor:
Ey mü'minler! Verdikleri sözü bozan, Peygamberi yurdundan çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacakmısmız; yoksa onlardan korkuyormu-sunuz? Eğer gerçek mü'minler iseniz, bilin ki asıl korkmanız gereken Allah'tır. (Tevbe/13)
Şu âyet de Tevbe sûresindedir:
Ey iman edenler! Yakınınızda bulunan inkarcılarla savaşın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki Allah kendisine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir. (Tevbe/123)
Savaş kararının besmeledeki rahmet/merhamet ifadesiyle birlikte verilmesi münasip değildir.
Dördüncüsü: Tevbe sûresi, mü'minlerle müşrikler arasındaki dostluğun ortadan kaldırıldığım bildirmek için indirilmiştir. Bu konuda şöyle buyurulmaktadır:
Ey mü'minler! Babalarınızı, kardeşlerinizi küfrü, imana tercih ediyorlarsa dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse doğrusu kendisine yazık etmiş olur. (Tevbe/23)
Aralarındaki akrabalığa rağmen bu dostluğun kaldırılmasının, içerisinde merhamet kelimesi bulunan besmele ile birlikte zikredilmesi
uygun değildir.
SORU: Kur'an-ı Kerim'de kaç tane Mekki, kaç tane Medeni sûre vardır?
CEVAP: Kur'an sûreleri Mekki ve Medeni sûreler diye iki kışıma ayrılır. Rasûlullah (s.a) Mekke'de iken inen sûreler Mekki sûrelerdir. Bu, hicretten önceki dönemdir. Mekke'nin Mina, Arafat ve Hudeybiye gibi varoşları da Mekke'ye dahildir. Medeni sûreler ise Peygamber'in (s.a) Medine'ye hicretinden sonra Medine'de inen sûrelerdir. Bedir, Uhud ve Sel gibi varoşlar da Medine'ye dahildir.
Kur'an sûrelerinin tamamı 114 tanedir. Bunlardan 85 tanesi Mekke'de, kalan 29 tanesi de Medine'de nazil olmuştur. el-Burhan isimli kitapta ifade edildiğine göre Medine'de ilk nazil olan sûre Bakara süresidir. Sonra sırasıyla Enfal, Al-i İmran, Ahzâb, Mümtehine, Nisa, Zil-zal, Hadid, Muhammed, Ra'd, Rahman, İnsan, Talâk, Beyyine, Haşr, Nasr, Nûr, Hac, Münafikûn, Mücadele, Hucurat, Tahrim, Saf, Cuma, Teğabün, Fetih, Tevbe ve Mâide sûreleri inmiştir.
Mekki sûrelerde Kur'an'ın hitap şekli genellikle "Ey insanlar!" biçimindedir. Çünkü o zaman genellikle Mekkelilere hitap edilmektedir; onlar da kâfirdir. Medeni sûrelerde ise genellikle "Ey iman edenler!" tarzındaki hitap şekli kullanılır. Çünkü Medinelilerin çoğunluğu iman etmiş kimselerdir.
Aynı şekilde geçmiş dönemleri anlatan sûreler Mekkidir, cezaların ve farizaların (yükümlülüklerin) zikredildiği sûreler de Medeni'dir.
Bazı âyetler de vardır ki Mekke'de inmişlerdir fakat Medeni sûrelere izafe edilmişlerdir ve yine bazı âyetler de vardır ki Medine'de nazil olmuşlardır, fakat Mekki sûrelere izafe edilmişlerdir. Bütün bunlar Allah'ın vahyi ile belirlenmiştir ve Cebrail (a.s) vasıtasıyla bildirilmiştir.
SORU: Allah Teâlâ buyuruyor ki:
Kur'an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Namazda iken "eûzübillahimineşşeytanirracim" demeden veya besmeleyi okumadan Kur'an'ı okuyan kimse hakkında dinin hükmü nedir? Benim bu suali sormamın sebebi, bazı İslâm ülkelerindeki kimi cami imamlarının namazada eûzü besmeleyi zikretmediklerini görmüş olmamdır.
CEVAP: Nahl sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Kur'an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Doğrusu şeytanın, inananlar ve yalnız rablerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu (etkisi) sadece onu dost edinen ve Allah'a ortak koşanlar üzerindedir. (Nahl/98-100)
Ayet-i kerimedeki "Kur'an okuyacağın zaman" ifadesinin anlamı, Kur'an okumayı istediğin zaman eûzü çek, demektir. Cumhur-u fuka-haya göre (yani fıkıhçıların çoğunluğuna göre) Kur'an okumaya eûzü çekerek başlamak mendubtur. Müslümanların çoğu da bu hükümle
amel etmişlerdir. Namaz dışında Kur'an okunduğu zaman durum böyledir. Namazdaki kıraat esnasında eûzü çekmeye gelince bazı fıkıhçı-lar bunu vâcib görmüşlerdir. İbn Şirin, en-Nehai ve bir grup âlimin, namazın her rekatında eûzüyü çektikleri ve istiaze (eûzü çekmek) konusundaki Allah'ın emirlerine genel bir anlam vererek uydukları rivayet edilir. Ebu Hanife ve Şafii, namazın birinci rekatında eûzüyü çekerler ve bir namazdaki bütün kıraatleri tek bir kıraat olarak görürlerdi. Mâlik ise farz namazlarda değil, Ramazandaki teravih namazında eûzü çekileceği görüşündedir.
Bütün âlimler istiaze cümlesinin Kur'an'dan olmadığında icma etmişlerdir. Bu sebeple biz de namazda kıraate başlarken eûzü çekmenin farz değil, sünnet olduğu görüşünü tercih ediyoruz.
Besmeleye gelince bu, "bismillahirrahmanirrahim" cümlesidir. Fıkıhçılardan bir kısmı besmelenin Kur'an'dan bir âyet olduğu görüşündedirler bir kısmı sadece Fatiha sûresinden bir âyet olduğunu söylemişlerdir.
Mâliki mezhebine mensup olan kişi besmeleyi terkeder. Çünkü İmam Mâlik besmeleyi Kur'an'dan bir âyet olarak görmez, ona göre nafile namazlarda besmeleyi okumak caizdir. Hanefî mezhebine mensup bir kimse namaz kılarken besmeleyi açıkça değil, gizlice söyler.
Bundan anlıyoruz ki (namazda) besmele çekmek, üzerinde ihtilaf edilen ictihadi bir konudur. Birinci görüşle amel eden kimsenin yaptığı da, diğer görüşle amel edenin yaptığı da caizdir. Allah hepsini hidâyete şevke der.
SORU: Kur'an-ı Kerim'i tertil veya tecvid üzere okumak hakkında din bilginlerinin görüşü nedir? Hangisi sahih ve vacib kıraat şekline daha yakındır? İslâm'ın ilk dönemlerinde hâkim olan okuyuş şekli hangisi idi?
CEVAP: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur:
Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir.
Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurulur:
Kur'an, Allah'ın bir ziyafetidir. O halde O'nun ziyafet sofrasında nasıl bulunacağınızı (ziyafet adabını) gücünüz yettiğince öğreniniz.
Kur'an tilavetinin tertil ile olması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Kur'an'ı tertil ile (açık, açık, tane, tane) oku! (Müzemmil/4)
İmam Zerkeşi'nin eî-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an isimli kitabında açıkladığına göre tertilin tam ve mükemmel olabilmesi için kelimelerin vurgularının yapılması, harflerin belli edilmesi, tamamının açık ve net bir şekilde gösterilmesi, harflerden herhangi birisinin düşmesine sebep olacak şekilde sür'atli okunmaması veya kelâmın bir parçasının harcanmaması, uzatılarak ve sündürülerek okunmaması gerekir. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kur'an'ı Arab ağzıyle (nağmeleriyle) ve sesleriyle okuyun! Gü-nühkarların nağmelerinden uzak durun! Benden sonra öyle kimseler gelecek ki, onalar Kur'an okurken, şarkı söyler ve ağıt yakar gibi seslerini titreterek okuyacaklar. Okudukları gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek, hem onların ve hem de onları beğenenlerin kalpleri fitneye kapılacaktır.
Mea'l-Kur an'il-Kerim isimli kitapta şu bilgiler vardır: Alimler, Kur'an okumanın bir keyfiyetinin (kaide ve kurallarının) olduğunda ittifak etmişlerdir. Okuyucunun Kur'an tilavet ederken bunları gözönün-de bulundurması ve riâyet etmesi şer'an gereklidir. Bunları ihmal ederse veya uygulamada kusur ederse günahkâr olur. Bu tilavetin keyfiyeti (niteliği) kelimelerin tecvit üzere okunması, harflerin yerli yerince çıkartılması ve her harfin tecvid ve tertilden hakkının verilerek güzel bir eda ile okunmasıdır. Bu da ancak her bir harfin kendisine yakın olan harflerden ayırdedilecek şekilde kendisine ait asli mahrecinden doğru olarak çikartılmasıyle, yine her bir harfi bilinen ve benzerlerinden onu farklı 1 aş tiran özelliklerini göstererek aşırılığa ve zorlamaya kaçmaksızm kolaylıkla ve en güzel bir şekilde okumakla olur. Tertil ile okumada yapmacık tavırlara tevessül edilmez, ağız eğilip bükülmez; şeddeler gösterilir, ğunnelerin hakkı verilir, harekeler tam olarak söylenir, kalın okunması gerekenler kalın, ince okunması gerekenler ince, kısa okunması gerekenler kısa okunur; uzatılması gereken yerler uzatılır, durulması caiz ve yasak olan yerlere riâyet edilirse kıraat imamlarının koyduğu diğer kaide ve kurallar uygulanmış olur.
Tecvid kıraati güzelleştirmek ve tam yapmak demektir. Alimler tecvidi her harfin hakkını vererek kendi mahrecinden (çıkış yerinden) çıkarmaktır, diye tarif etmişlerdir. Bir harfin hakkını vermekten kasıt, cehr, şiddet, istilâ ve ğunne gibi sıfat-ı lâzımleri ve zâti yeleridir. Çünkü bu sıfatlar sadece o harflere mahsustur ve onlardan ayrılmazlar. Bir kısmı bile ayrılmış olsa bu bir hata olur. Harfin hakkını vermekten kasıt ise onun zâti sıfatlarından doğan arızi sıfatlandır. Mesela istilâ sıfatından doğan tefhim sıfatı gibi.
Tecvid Kur'an okuyan herkese farzdır. Tecvidi bilen ve onu öğrenen kimsenin onu terketmesi caiz değildir.
Daha pek çok tilavet şekli var ise de bunlar bazıları tarafından uydurulmuştur ve bunları okuyanlar tertil ve tecvitten uzaklaşmışlardır. Yukarıda tarif ve izah edilen okuyuş şekli İslâm'ın ilk dönemindeki uygulanan ve Hz. Peygamber'den (s.a) nakledilen okuyuş şeklidir. Zeyd ibn Sabit'in rivayet ettiği sahih bir hadiste Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Allah Teâlâ Kur'an'ın indirildiği gibi okunmasını ister.
SORU: "Kur'an'dan dilediğin maksatla istediğin şeyi al" sözünün anlamı nedir?
CEVAP: Okuduğum ve müracaat ettiğim hadis kitaplarında böyle bir ibareye rastlamadım. Kur'an'ın faziletleriyle ilgili hadislerin içinde de böyle bir söz mevcut değil. Her bilenin üstünde bir bilen vardır. Fakat bu ibare önceki dönemlerde yaşamış bazı kimselerin Kur'an'ın özellikleriyle ilgili olarak söyledikleri şeylere dayanabilir. Bunlar Kur'an'ın özellikleri konusunda çok aşırı gitmişlerdir. Allah'ın kitabının faziletine ve konumuna vurgu yapan hadisler bulunduğu gibi bu konuda mevzu hadisler de vardır.
Bu haberleri uyduranlardan birisi olan Nuh İbn Ebi Meryem'e "Sûre sûre Kur'an'ın faziletlerini bildiren ve İbn Abbas-İkrime tarikiyle gelen haberler sana nereden ulaştı?" diye sorulduğunda şöyle cevap verir:
Ben insanların Kur'an'dan yüz çevirip, Ebû Hanife'nin fıkhı ve Muhammed İbn İshak'm megâzisi ile meşgul olduklarını gördüm ve sevap ümit ederek bu hadisleri uydurdum.
Keşke böyle yapmasaydı.
Kur'an'ın bazı âyetlerine ait bazı özellikleri ifade eden sağlam rivayetlerle karşılaştığımız zaman, İmam Zerkeşi'nin el-Burhan fi Ulû-mi'l-Kur'an isimli eserinde yapmış olduğu uyarıyı hemen hatırlamamız gerekir. İmam Zerkeşi Kur'an'm bu özelliklerinden ancak kalbini ve niyetini ihlasla Allah'a yöneltenlerin, Kur'an'ı düşünüp tefekkür edenlerin, gönlünü onunla dolduranların, organlarıyla onu uygulayanların, gece gündüz onunla beraber olanların ve ona sımsıkı sarılanların yararlanabîteceğini ifade eder. Böyle bir durumda olan kimseye Kur'ani hakikatler her yönden tecelli eder.
Bu özelliklere sahip olmayan kimsenin davranışı söylediğini yalanlar. Nitekim rivayet ederler ki ariflerden birinin başına bir musibet gelir. Arkadaşı ona der ki: "Falan kişiden bu konuda yardım isteyelim." Allah dostu bunun karşılık der ki: "Senin söylediğini yaparsam önceki kıldığım namazımın boşa gideceğinden korkarım." Arkadaşı ona der ki: "Bununla ne alakası var?" Allah dostu kişi şöyle cevap verir: "Çünkü ben şimdiye kadar namaz kılarkan rabbime yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz dedim. Şimdi ben başkasından yardım istersem yalancı duruma düşmüş olurum. Namazda yalan söylemek namazı iptal eder."
"Kur'an'dan istediğin maksatla istediğin şeyi al" ibaresi bize Zer-keş'inin şu ibaresini hatırlatıyor:
Kur'an'dan herkesin anladığı, Allah'ın onun için nasip ettiği kadardır.
Bu anlayış, Kur'an'la amel ederek onun üzerinde düşünen kimsenin ihlası, ihsanı (kulluk şuuru) ve temizliği arttıkça genişler ve elde edeceği semerelerin artmasına yol açar.
Şu hadis-i şerifte de bu gerçek dile getirilmektedir:
Ehl-i Kur'an, ehlullah'tır ve Allah'ın has kullandır. Yüce Allah'ın Kur'an'ın hidâyetiyle bizi faydalandırmasını, onu gözlerimizin ziyası, şüphelerimizin devası, kalplerimizin nuru ve akıllarımızın rehberi kılmasını diliyoruz. O, ne güzel dost ne güzel yardımcıdır.
SORU: Bazı hastalıklardan şifa bulmak ya da korunmak maksadıyla içerisinde bazı Kur'an âyetlerinin yazılı olduğu muskalan taşıma konusunda din bilginlerinin görüşleri nedir? Özellikle bu görüşü savunanlar Kur'an'daki şu ayeti delil olarak gösteriyorlar:
Kur'an'dan mü'minlere rahmet ve şifa olan şeyler indiririz. O, zalimlerin ise sadece kaybını artırır. (İsra/182)
CEVAP: Kur'an-ı Kerim hak ve iyilik yoluna sevketmek, dünya ve ahirette saadet ve kurtuluşun kapılarını açmak için gelmiştir. Bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Gerçekten size Allah'tan bir nûr, apaçık bir kitap geldi. Rızasını gözetenleri Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları doğru yola iletir. (Maide/15-16)
Yüce Kur'an'ın indirilişindeki esas gaye, insanların onunla amel etmeyi bırakıp da onu tedavi için muska ve nazarlık olarak kullanmak değildir. Allah hastalığı da yaratmıştır, çaresini de yaratmıştır. Rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) bir hasta görür ve onu tedavi etmesi için bir doktora gönderir. Birisi der ki: "Sen de mi böyle yapıyorsun ey Allah'ın Rasülü!" Bunun üzerine Rasûllulah (s.a) şöyle buyuruyor:
Evet, Allah çaresini yaratmadığı hiçbir hastalık yaratmamıştır.
Bir takım kişilerin belirli bir kabın içindeki belirli bir mürekkeple Kur'an'dan âyetler yazıp sonra onları yıkamaları, sonra da onu ilaç olarak kullanmaları dinde yoktur. Çünkü bu, dini ve Kur'an'ı esas gayesinin dışına çıkarmak demektir. Dinin ve Kur'an'ın esas gayesi insanlara, uyguladıkları ve yerine getirdikleri zaman dünya ve ahirette saadete ulaşacakları doğru ve sağlıklı bir program çizmektir.
Bazı bilginler içerisinde Allah'ın isimlerinin veya Kur'an'dan âyetlerin bulunduğu şeyleri insanların boyunlarına teberrüken asmalarını caiz görürken, pek çokları da bunu caiz görmemişler ve "Kim bir şey takarsa o, ona havale edilir" (Tirmizî) hadisini delil getirmişlerdir. İbn Mes'ud, oğlunun annesinin (cariyesinin) üzerinde bir muskanın takılı olduğunu görünce onu çekti, kopardı ve şöyle dedi: "İbn Mes'ud'un ailesi şirkten uzaktır." Sonra şöyle dedi: "Muska, rukye ve muhabbet muskası şirktir." Ona "Tivele (muhabbet muskası) nedir?" diye sorulduğunda İbn Mes'ud şöyle cevap verdi: "Kocasına kendisini sevdirmek için kadının yaptığı şeydir."
Muskayı caiz görmeyenler şu hadisi rivayet ettiler:
Kim bir muska takarsa Allah onun işini tamam etmesin, kim bir nazar boncuğu takarsa Allah nazarı ondan çevirmesin.
Bu hadisin anlamı sağlığa kavuşmak için boynuna astığı muskaya güvenen kimseyi Allah sağlığına kavuşturmasın ve Allah onu afiyette kılmasın demektir. İmam Kurtubi şöyle diyor:
Bütün bunlar, cahiliye insanlarının taktıkları muska ve kolyelerden mü'minleri sakmdırmaktadır. Cahiliye dönemindeki insanlar bu kolye ve muskaların kendilerini koruduğuna ve başlarına gelecek belaları onlardan savdığına inanırlardı. Halbuki belayı savacak olan bunlar değil, sadece Allah Teâlâdır. Belâya mübtelâ kılan da beladan kurtaran da O'dur. O'nun ortağı yoktur. Rasûlullah (s.a) cahiliye döneminde yaptıkları bu tür şeyleri onlara yasaklamıştır.
Kur'an'dan mü'minlere rahmet ve şifa olan şeyleri indiririz.
Bu ayetten -Allah neyi kasdettiğini daha iyi bilir- Kur'an'ın kalplere şifa olduğunu anlıyoruz. Cehaletin kalplerden giderilmesiyle, şek ve şüphelerin izalesiyle kalpler Kur'ari'la şifaya kavuşmuş olurlar.
Bu mesele âlimler arasında uzun tartışmaların konusu olmuştur. Bunlardan bazıları, Buharı ve Müslim'deki Kur'an'la rukye yapmaya (Kur'an âyetlerini şifa maksadıyla okumaya) cevaz veren rivayetlere dayanarak buna cevaz vermişlerdir. Fakat rukye ile muskayı ayırdet-mek mümkündür. Rukye, Kur'an âyetlerini (şifa veya korunma maksadıyla) okumaktır. Muska ise yazılıp takılan şeylerdir. Her ne olursa olsun bir insanın şüpheden kurtulması için bu tür şeylerden sakınması daha sağlıklı bir yoldur. Akıllı bir insanın, hastalığın tedavisini Allah'ın yarattığı ve kendisine lütfettiği ilaçlarda araması gerekir.
İnsana bilmediği şeyleri öğrettiğini söyleyen Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir.
SORU: Kur'an'dan bazı âyetleri muska veya nazarlık olarak taşıyan kimselere bunun maddi veya manevi bir faydası varmıdır?
CEVAP: Buharı ve Müslim'in rivayet ettiği sahih bir hadiste, bir sa-habinin Fatiha sûresini okuyarak bir adamı tedavi ettiği, bunun üzerine Allah'ın ona şifa verdiği, şahabının bunun karşılığında bir ücret aldığı, Rasûlullah'a giderek durumu anlattığı, Rasûlullah'ın (s.a) bunu anlayışla karşıladığı, hatta sahabinin yaptığı bu davranışın caiz olduğunu pekiştirmek için aldığı ücretten kendisine de bir pay ayrılmasını istediği anlatılır.
İbnü'l-Kayyım Zadü'l-Meâd isimli kitabında şöyle der:
İbn Mâce Sünen'inde Hz. Ali'den Rasûlullah'ın (s.a) "En hayırlı ilaç Kur'an'dır" dediğini rivayet eder. Malumdur ki bazı sözlerin bazı Özellikleri ve tecrübe edilmiş faydalan vardır. Hal böyle olunca alemlerin rabbi olan Allah'ın kelamının kim bilir nice özellikleri ve faydalan vardır. O'nun kelâmının diğer kelâmlara olan üstünlüğü O'nun yaratıklarına olan üstünlüğü gibidir. O'nun kelamı tam bir şifadır, yararlı bir korunmadır, yol gösteren bir ışıktır, herkesi kuşatan bir rahmettir. Bu sözler bir dağa indirilmiş olsaydı onun azamet ve yüceliğinden dağ parça parça olurdu. Allah Te-âlâ buyurur ki:
Biz Kur'an'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyler indiririz.
Îbnu'l-Kayyim bu konuda sözü uzattıkça uzatmıştır. İbnu'1-Kay-yım şunu demek istemektedir: Kur'an âyetlerini üzerinde taşıyan veya onları okuyan ya da kendisine bu âyetler okunan kimse Allah'ın izni ve lûtfuyla bundan fayda görür. Allah dilediği şeyi yaratır ve dilediğini tercih eder.
Fakat bazı müteahhirin (son dönem) âlimleri verdikleri fetvalarda Kur'an'm insanları korumak, kalplerini temizlemek, ahlâklarını yönlendirmek için indirildiğini söylemişler, ve müslümanlann bizzat Kur'an'ı kullanarak Kur'an'm mesajından uzaklaştıklarını, onu fizikî hastalıklarının tedavisi için bir araç olarak kullandıklarım, ölülerin ruhuna okuduklarını ve dilencilik aracı yaptıklarını ifade etmişlerdir. Bu durum müslümanlann imanı üzerinde kötü bir damgadır. Bundan daha tuhaf olanı ise, insanların Kur'an âyetlerini yazmaları sonra onu su ile yıkayıp o suyu hastalığın tedavisinde kullanmaları veya âyet yazılı kağıtları yakarak tütsü yapmaları ya da bunu vücudundaki hasta organa takmalandır. Bu, Kur'an'dan bir sapmadır. Çünkü Allah Teâlâ beden hastalıkları için tıbbi ilaçlar yaratmıştır. Bu ilaçlarda şifa özelliği vardır. Allah insanları bu ilaçları araştırmaya ve onlarla tedavi olmaya yöneltmiştir. Kur'an-ı Kerim ise Allah tarafından beden hastalıklarına bu şekliyle ilaç olarak indirilmedi. O, ancak -ifade ettiği gibi- kalplerdeki hastalıklara deva, gönüllerdekine şifa olarak indirildi. Kur'an cehalet hastalığını ilimle, şüphe hastalığını delille, şehvet hastalığını da hikmetle tedavi eder.
Sünnette geçen dualarla rukye yapmaya gelince, bunlar duanın bir çeşidi olarak izah edilir. Fakat bu rukyenin hasta için maddi bir ilaç olduğu kabul edilemez. Hastalıkların tedavisi için Allah Teâlâ ilaçları sebep olarak yaratmıştır. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Hastalığı yaratan (Allah) ilacı da yaratmıştır. O halde tedavi olunuz.
Allah Teâlâ Kur'an'm risaletini (mesajını) tasvir ederken Maide sûresinde şöyle buyurmuştur:
Gerçekten size Allah'tan bir nûr, apaçık bir kitap geldi. Rızasını gözetenleri Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onlan iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır. (Maide/15-16)
SORU: Kur'an-ı Kerim'de neshedilmiş âyet var mıdır? Varsa bu konudaki deliller nedir?
CEVAP: İslâm şeriatında neshin manası bir hükmü ortadan kaldırmak veya değiştirmek demektir. Nesh konusu eski ve yeni pek çok âlimin üzerinde ihtilaf ettiği bir konu olmuştur. Bazı müfessirler o kadar çok âyette neshin varlığına kail olmuşlar ki mensuh (neshedilmiş) âyetlerin sayısı onlara göre üçyüze kadar ulaşmıştır. Şüphesiz bu aşın bir görüştür. Kur'an-ı Kerim'in bazı hükümlerinde yasamada tedricilik prensibine uygun olarak nesih vaki olmuşsa bile bü çok az sayıdaki âyette vâki olmuştur.
Neshin olduğunun delili Bakara süresindeki şu âyettir:
Herhangi bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturur-sak, onun yerine daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz. Allah'ın herşeye kadir olduğunu bilmez misiniz? (Bakara/106)
Bazı bilginler Nahl süresindeki şu âyeti de neshin delili olarak gösterirler:
Bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir- "Sen ancak uyduruyorsun" dediler. Hayır, öyle değildir, ama onların çoğu bilmezler. Ey Muhammedi De ki: "Kur'an'ı Ruhu'l-Kudüs (Cebrail) rabbinin katından, inananların inancını pekiştirmek, müslümanlara doğruluk rehberi ve müjde olmak üzere hak olarak indirmiştir." (Nahl/102-102)
Neshedilen âyetlerden birisi Enfal süresindeki şu âyettir:
Ey Peygamber! Mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa (onlardan) iki yüz kişiye galip gelir. Eğer sizden yüz kişi olursa onlardan bin kişiye galip gelir. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. (Enfal/65)
Bu âyet kendisinden sonraki şu âyetle neshedilmiştir:
Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, zira içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Sizden sabırlı yüz kişi bulunursa onlardan ikiyüz kişiye galip gelir ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal/66)
Fıkıhçıların mensuh olduğunu söyledikleri âyetlerden birisi de Müezzemmil sûresinin ilk âyetleridir.
Ey Muhammedi Şüphesiz rabbin, senin ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun gecenin üçte ikisinden biraz az, yansı ve üçte biri kadar vakit içinde kalkıp ibadet ettiğini bilir. Gece ve gündüzü Allah ölçer; sizin bu vakitleri takdir edemiyeceğinizi bildiğinden tevbenizi kabul eder. Artık Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun. Allah içinizden hasta olanları, Allah'ın lütfundan n-zık aramak üzere yeryüzünde dolaşacak olan kimseleri ve Allah yolunda savaşacak olanları şüphesiz bilir. Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun, namazı kılın; zekâtı verin. Allah'a gönül hoşlu-ğuyla ödünç verin. Kendiniz için önceden (dünyada iken) yaptığınız iyiliği daha iyi ve daha büyük ecir olarak Allah katında bulursunuz. Allah'tan bağışlanma dileyin. Allah elbette bağışlar ve merhamet eder.
Neshedildiğine dair kuvvetli delil olmadan neshin alanını genişletmemek daha hayırlı bir tavırdır.
SORU: Aşağıda zikrettiğim şu hadisin anlamı nedir? Kim Kur'an hakkında ilimsiz söz söylerse (tefsir yaparsa) cehennemdeki yerine hazırlansın?
CEVAP: Bu hadis iki şekilde rivayet edilmiştir: Bunlardan birincisi şöyledir:
Kim Kur'an hakkında ilimsiz söz söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.
İkincisi ise şöyledir:
Kim Kur'an'ı rey ile tefsir ederse cehennemdeki yerine hazırlansın.
Her ikisi de Abdullah ibn Abbas'tan (r.a) rivayet edilmiştir.
Bu hadisten neyin kastedildiğini anlamamız için Kussatü't-Tefsir isimli kitaptaki şu bilgileri iyi düşünmemiz gerekir: Kur'an'ın tefsiri son derece ciddi bir iştir. Çünkü âlemlerin rabbi olan Allah'ın kelamiy-la ilgilidir. Tefsirde sânı yüce olan Allah'tan haber vermek vardır. Şayet bir insandan haber vermek söz konusu olsaydı bu gayet kolay olurdu. Bunun içindir ki seleften pekçokları tefsir yapmaktan korkarlardı. Mesela Mesrûk şöyle derdi:
Tefsirden sakının, zira o, Allah'tan rivayet demektir.
Said ibn el-Müseyyeb'e bir âyetin tefsiri sorulduğu zaman şöyle derdi:
Biz Kur'an hakkında hiç bir şey söylemeyiz.
Şa'bi de şöyle derdi:
Allah'a yemin olsun ki senin sorduğun hiç bir âyet yoktur ki onunla ilgili söylenecek söz Allah'tan bir rivayet olmasın. (Yani Allah'tan rivayette bulunuyormuş durumuna düşmekten nasıl kor-karsam bir âyet hakkında konuşmaktan da o derece korkarım, demek istiyor).
Müsteşrik Goldziher, Mezahib'ut-Tefsiri'l-İslâmî isimli kitabında hicri ikinci asrın başlarında bile tefsirle meşguliyete ürkek ve çekingen bir nazarla bakıldığına dair örneklerin bulunduğunu zikreder. Ancak bu çekingenliğin sadece hakkında bilgi sahibi olmadıkları ve yeterli rivayet ve nakile ulaşamadıkları konularda olduğu da aşikardır. Yukarıdaki hadis de buna göre yorumlanır. O halde bir insanın yeterli bilgisi ve dirayeti olmadan, nüzul sebebine dayanmadan veya Arabça'yı bilmeden, kelâmın anlamlarına ve maksatlarına aşina olmadan tefsir yapmaya cüret etmesi caiz değildir.
Ancak İbn Kesir'in de dediği gibi bu konuda seri ve lügavi yönden bilgi sahibi olan kimsenin söz söylemesine gelince, bunda bir sakınca yoktur. Bu sebeple bazı zamanlar tefsir yapmaktan imtina eden kimselerin başka zamanlarda bu konuda konuştukları ve tefsir yaptıkları rivayet edilmiştir. Aynı kişilerde müşahade edilen bu farklı durumlar arasında bir çelişki yoktur. Çünkü onlar bildikleri konularda konuşmuşlar, bilmedikleri konularda da sûküt etmişlerdir. Her insanın yapması gereken de budur.
Bilmediği konularda sûküt etmesi gerektiği gibi, bildiği şeylerden bir şey sorulduğu zaman da cevap vermesi gerekir. Aşağıda zikredeceğimiz şu hadis de bu duruma işaret ediyor:
Kim kendisine bildiği bir şey sorulur da cevap vermez ve bunu gizlerse kıyamet günü kendisine ateşten bir gem vurulur.
Müfessirlerin piri İbn Cerir et-Taberi ilimsiz olarak Kur'an'ı tefsir etmekten meneden pek çok hadis nakletmiştir. Bu meyanda Abdullah ibn Abbas'ın ve Hz. Ebubekir'in sözünü de zikretmiştir. İbn Abbas şöyle demiştir:
Kim kendi görüşüyle Kur'an'ı tefsir ederse cehennemdeki yerine hazırlansın.
Ebû Bekir Sıddık (r.a) ise şöyle demiştir:
Allah'ın kitabı hakkında kendi görüşümle veya bilmediğim halde konuştuğum zaman hangi arz beni üzerinde taşır ve hangi gök beni gölgelendirir?!
İbn Cerir et-Taberi daha sonra şunları söyler:
Ancak Rasûlullah'ın (s.a) beyanıyla veya ibaresinin delaletiyle bilinebilecek âyetleri bir kişinin kendi görüşüyle tefsir etmesi caiz değildir. Hatta böyle âyetleri kendi kafasından yorumlayan kimse bu yorumunda isabet etse bile kendi görüşüne göre tefsir ettiğinden dolayı hata etmiş demektir. Çünü onun isabet etmesi, kendisinin gerçeği bulduğuna kesin olarak inanan kimsenin isabet etmesi gibi değildir. Sadece zan ve tahminde bulunan kimsenin isabet etmesi gibidir. Allah'ın dini konusunda zan ile konuşan kimse, Allah hakkında bilmeden konuşan kimse demektir. Allah Teâlâ Kitabında kullarına bunu yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:
De ki: "Rabbim ancak açık ve gizli fenalıkları, günahı ve haksız yere tecavüzü, hakkında hiç bir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." (A'raf/33)
O halde ancak Rasûlullah'ın (s.a) beyanıyla bilinebilecek hususlarda Allah'ın kitabını rey ile te'vil eden kimse, bu tevilinde Allah'ın kasdettiği manaya uygun bir te'vil yapsa bile bilmediği hususta konuşmuş demektir. Çünkü Kur'an hakkında bilmeden söz söyleyen kimse Allah hakkında bilmeden söz söyleyen kimse demektir.
Böylece görüyoruz ki hadis-i şerif bilmeyen ve anlamayan bir kimsenin Kur'an-ı Kerim'i tefsir etmeye cüret etmekten sakınması gerektiğini ifade etmektedir. İlim ve marifet sahibine gelince, onların bir nur ve basiret üzere Allah'ın kitabından anlayabildikleri manaları çıkarmalarında bir sakınca yoktur.
SORU: Ezher Üniversitesi Kur'an-ı Kerim'i yabancı bir dile tercüme etti mi? Kur'an'ı tercüme etmek haram mıdır? Haram değilse niçin tercüme edilmiyor? Haram ise niçin Ezher Üniversitesi yabancıların bu dini anlamaları için yabancı dilde kitaplar yayınlamıyor?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim'i tercüme etmekten maksat onun başka bir dile harfi ve lafzı tercümesi[4] ise bu sakıncalı ve haram bir iştir, üstelik kimsenin de buna gücü yetmez. Bu işe teşebbüs edenler pekçok hatalara düşerler ve sayısız kötülüğün kapısını açarlar. Çünkü Kur'an-ı Kerim, başkalarının bir benzerini getirmekten aciz oldukları eşsiz bir Allah kelâmıdır.
Alemlerin rabbi olan Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
De ki: "İnsanlar ve cinler, birbirlerine yardımcı olarak bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için biraraya gelseler an-dolsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar." (İsra/88)
Allah Teâlâ yüce kelamına öyle manalar, öyle işaretler, öyle rumuzlar ve öyle delâletler yerleştirmiştir ki, hiç bir şekilde ve hiç bir dilde onun yerine geçecek başka bir ifadeyi bulmak mümkün değildir. Hiç bir beşer ne kadar güç, kudret ve deha sahibi olursa olsun bu manaların hepsini başka bir lisana taşıyamaz. Ayrıca Kur'an'da öyle lafızlar vardır ki bunların karşılığını başka lisanlarda bulmak mümkün değildir. Mütercim onların yerine yakın manalı olduğunu zannettiği başka lafızları yerleştirdiği zaman, geçmişte ve gelecekte kendisini batıl kılacak hiç bir şeyin olmadığı ve hikmet sahibi, övülmeye layık olan Allah katından indirilen bu kitabı tahrif etmiş ve değiştirmiş olur.
Bu sebeple Reşit Rıza, Tefsir'inde şöyle der:
Kur'an'ın harfi tercümesi çok zordur ve pek çok kötülüğün ortaya çıkmasına yol açar. Böyle bir tercüme sakıncalıdır ve İslâm buna cevaz vermez. Çünkü bu, Kur'an'a ve Kur'an'a inananlara karşı işlenen bir cinayettir. Yapılacak tercümenin ne Kur'an, ne de Allah'ın kitabı diye isimlendirilmesi caiz değildir. Bu tercümeden herhangi bir şeyi Allah'a isnad edip de Allah şöyle buyurdu demek de caiz değildir. Çünkü Allah'ın kitabı Arabçadır. Bu, kesin nass-larla sabittir. Bu konuda her dönemdeki âlimlerin icmâı vardır. Bu icma, hakkında ihtilaf da olabilen usûli (metodik) bir icma da değildir. Harfi tercümede mesela icaz gibi Kur'an'ın lafzi ve manevi özelliklerinden hiçbir şey yoktur. Kur'an'ın harfi tercümesi Kur'an'a lafzında muhalif olduğu gibi manasında da muhaliftir. Onun Allah'a isnadı, yani Allah kelamı olduğunu söylemek Allah'a karşı bir iftiradır ve küfürdür. Hatta Kur'an'daki herhangi bir kelimeyi Arabçadaki müteradifi (eşanlamlısı) başka bir kelimeyle -mesela şüphe anlamına gelen reyb'i şek kelimesiyle değiştirmek gibi- değiştirmenin caiz olmadığında bütün müslümanlar icma etmişlerdir. Manevi tercümeye gelince bu, tefsirine ihtiyaç duyulan Kur'an âyetlerini başka bir lisan ile yorumlamaktan ibarettir ve bu haram değildir. Ve şeriatın da yararına olacak bir çalışmadır.
Tercümeden murat, Kur'an tefsirlerinden herhangi bir tefsirin tercümesi ise, böyle bir şeyi yapmak haram değildir. Ancak bu tercümenin bir Kur'an veya Allah kelamı olmadığının bilinmesi şarttır. Bu ancak, müfessirin Allah kelamından anlayabildiği şeylerden ibarettir. Allah kelamından anlaşılabilecek şeylerin tamamının bundan ibaret olduğunu söylemek de mümkün değildir.
Ezher-i şerif şimdiye kadar herhangi bir Kur'an tefsirinin tercümesini gerçekleştirmedi. Fakat Kahire'deki İslâmî İşler Yüksek Konseyi, bir grup Ezher ulemasının yardımıyla Kur'an'ın özlü bir tefsirini hazırladı ve bunu bastırdı. Âlimlerin ve fakihlerin okuyup istifade edebilmeleri için bu tefsirin İslâm alemine dağıtımını yaptı. Bu tefsir Kur'an'ın manalarım yabancı dillere tercümede Konsey'in elinde bir esastır. Konsey, gerekli düzeltme ve gözden geçirmeleri yaptıktan sonra bu tercümelerin ortaya çıkmasında bütün gücünü ve imkanlarını kullanacaktır.
Arab olmayanların İslâm prensiblerini öğrenmesi için Ezher yabancı lisanlarla bu kitaplardan bir bölümünü bastırdı. Sonra işi arzu edilen şekilde yürütemedi. Şu anda İslâmî İşler Yüksek Konseyi pek çok kitabın ve broşürün yabancı lisanlarla yayımım ve bütün İslâm âlemine dağıtımını yapmaktadır. Bu kitapları Ezher'in ve İslâm'ın meşhur bilginleri telif etmektedir.
Bütün müslümanlara düşen görev, yüce İslâm dininin esaslarını herkesin öğrenmesi için çalışmalara devam etmektir.
SORU: Kur'an-ı Kerim âyetleriyle tedavi konusunda dinin görüşü nedir? Bazı insanlann zararı engellemek veya ihtiyaçları gidermek için yazdıkları muska, tılsım ve nazarlıklar hakkında İslâm'ın görüşü nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'i insanları hak, iyilik ve adalet yoluna sevkeden, dünyada saadete, ahirette cennete ulaştıracak sebepleri gösteren bir ışık ve hidâyet rehberi olsun diye indirmiştir. Yüce Allah kitabım inanç, ibadet, muamelat, ahlâk, gidişat ve ibret yönünden istediği şeyleri insanlara açıklamak için inzal etmiştir. Müslümanların bütün işlerinde Kur'an'ı rehber edinmeleri gerekir. Çünkü bu Kur'an, geçmiş ve gelecekte kendisini hiçbir şeyin batıl kılmadığı ve kılamayacağı eşsiz bir Allah kelâmıdır. Allah Teâlâ Kur'an'm temel fonksiyonunu şöyle anlatıyor:
Gerçekten size Allah'tan bir nûr, apaçık bir kitap geldi. Rızasını gözetenleri Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir.
(Maide/15-16)
insanların Kur'an âyetlerini yazarak ve boyunlarına asarak kötülüğü savmak, iyiliği celbetmek veya bir takım gayelerini gerçekleştirmek için muska veya tılsım olarak kullanmaları Kur'an'ın şanına yakışan bir davranış değildir, onun büyüklüğüne ve yüceliğine uygun düşmez. Çünkü Allah Teâlâ varlık âlemi için bir takım kanunlar koymuştur. Çalışmanın da yolunu göstermiştir. Kullarından kendilerini arzu ettikleri hedeflere ulaştıracak meşru sebeplere sarılmalarını istemiştir.
İslâm, muska, tılsım ve nazarlık gibi şeylere sığınılmasına razı olmaz. Bunlara benzer şeyleri vücutlarına cahiller takarlar ve bunların ihtiyaçlarını giderdiğine ve hoşlanmadıkları şeyleri kendilerinden uzaklaştırdığına inanırlar. Halbuki herşeyi yapan ve idare eden Allah Teâlâ'dır. Hayatın ve canlıların dizginleri O'nun elindedir. Ahmed ve Hâkim'in Ukbe ibn Âmir'den rivayet ettiklerine göre Ukbe, Rasûlul-lah'ı (s.a) şöyle derken işitmiştir:
Kim bir muska takarsa Allah onun işini tamam etmesin, kim bir nazarlık takarsa Allah ondan tehlikeyi gidermesin.
Yani Allah onu emniyete kavuşturmasın demektir. Hadiste geçen vedea (nazar boncuğu) denizden çıkartılan ve çocukların boynuna takılan .beyaz bir şeydir. İbnu'l-Esir'in dediği gibi nazar değmesinden korktukları için taktıklarından dolayı bu yasaklanmıştır.
Ebû Dâvud ve Tirmizî şöyle rivayet etmiştir: İsa ibn Hamza, kızıl hastalığına yakalanan Abdullah b. Hakim'i ziyarete gider ve ona şöyle der: "Muska taksaydın ya!" Abdullah da ona şöyle karşılık verir: Bundan Allah'a sığınırım. Allah Rasûlü (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kim bir şey takarsa o, ona havale edilir.
İmam Ahmed ve başkaları şöyle rivayet etmişlerdir:
Rasûlullah (s.a) koluna -romatizma ağrılarını tedavi etmek için-bakır bir halka takan birisini görmüştü. (Romatizma omuzlarda ve bütün kolda hareket halindeki bir ağrıdır, acı ve elem verir. Eskiden bu hastalığa yakalandıkları zaman kola romatizma bileziği denilen bir bilezik takarlardı). Rasûlullah (s.a) adama
"Nedir bu halin?" diye sorduğunda, adam: "Ağrıdan dolayı taktım." Bunun üzerine Rasûlullah dedi ki: "Bu sadece ağrıyı artırır. Üzerinden onu çıkar at. Bu halka, üzerindeyken ölürsen ebediyen
iflah olamazsın."
Rasûlullah (s.a) adamı halkayı ağrıya şifa vereceğine inanarak taktığı için bundan menetti. Bakır bir halkayı bu gaye ile kullanmak onu dinin yasak kıldığı muska ve nazarlık konumuna getirir.
Hakim ve İbn Hibban, Abdullah ibn Mes'ud'dan (r.a) şöyle rivayet ederler: Abdullah ibn Mes'ud bir defasında hanımının yanma girer. Hanımının boynunda bir şey asılıdır. Onu çeker ve koparır. Sonra da şöyle der: "Artık Abdullah'ın ailesi, Allah'ın hakkında bir delil indirmediği herhangi bir şeyi O'na ortak koşmaktan kurtulmuştur." Sonra da şöyle devam eder: Ben Rasûlullah'ı (a.s) şöyle derken işittim:
Üfürükçülük, büyücülük-sihirbazlık ve muhabbet için muskacılık yapmak şirktir.
Muhabbet muskası kocalarının sevgisini celbedeceği inancı ve zannıyla kadınların yaptıkları sihir ve büyüye benzer bir şeydir. İbn Mes'ud'a denildi ki: "Ey Ebu Abdurrahman! Şu rukyeyi (okuyup üflemeyi) ve muskayı anladık, peki muhabbet muskası nedir?" O şöyle cevap verdi: "Kadınların kendilerini kocalarına sevdirmek için yaptıkları bir şeydir."
Hastanın yapması gereken şey, hastalığını münasip bir yolla tedavi ettirmektir. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Tedavi olunuz. Şüphesiz Allah derdi de yaratmıştır, dermanı da yaratmıştır.
Rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) bir hastayı ziyaret etmişti. Hasta için bir doktor isteyince birisi: "Sen de mi bunu söylüyorsun ey Allah'ın Rasûlü!" deyince Rasûlullah şöyle dedi: "Evet, şüphesiz ki Allah ilacını yaratmadığı hiçbir hastalık yaratmamıştır."
Müslümanlara düşen görev de, herşeyin Allah'ın gücü ve tasarrufunda olduğuna, faydayı ve zararı sadece O'nun verdiğine inanmaları, bu tür hurafeleri terketmeleri, hikmet ve ilim sahibi Allah'ın çizdiği doğru bir yola koyulmalarıdır.
SORU: Kur'an-ı Kerim'de peygamberlere ait kıssalar anlatılmakta mıdır? Kur'an-ı Kerim'de İsa'yla (a.s) kendisine iman eden havarilerden söz ediliyor mu? Ve Mesih'in yeryüzüne inerek şeytana benzer bozguncu zalim hükümdarı öldüreceğinden bahseden herhangi bir şey rivayet edilmiş midir?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim peygamber kıssalarının anlatılmasına çok büyük önem vermiştir. İlk peygamberden başlayarak, son peygam-ber'e kadar onlan anlatmıştır. İdris, Nuh, Hûd, Salih, İbrahim, İsmail, İshak, Yusuf, Eyüp, Zülkifl, Yunus, Musa, Dâvud, Süleyman, Zekeriy-ya, Yahya, İsa, ve diğer peygamberlerden söz etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de verilen bilgilere dayanarak müslüman âlimlerden pek çoğu peygamber kıssalan hakkında müstakil eserler telif etmişlerdir. Bu tür eserlerden çok eski dönemlerde yazılanlar olduğu gibi, çağımızda yazılanlar da vardır. Eskilerin içinde hicri 774'de vefat eden İbn Kesir'i görüyoruz. Bu büyük âlim el-Bidâyetü ve'n-Nihaye isimli muazzam tarih çalışmasının büyük bir bölümünü peygamber kıssalarına tahsis etmiştir. İbn Kesir peygamber kıssalarını anlatırken Kur'an-ı Kerim'i temel kaynak olarak almıştır. Her bir peygamberi anlatırken önce Kur'an-ı Kerim'deki onunla ilgili bütün bilgileri bir araya getirmiş, sonra da ayrıntıya girmiştir.
Kasasu'l-Enbiya isimli meşhur kitabında buna yakın bir metod izleyen Abdulvehhab en-Neccar ise çağdaş âlimlerdendir.
Kur'an-ı Kerim, Meryem oğlu İsa'yı (a.s) çok güzel bir üslup ile anlatır ve ona ait pek çok mucizeyi nakleder.
Meryem, çocuğu gösterdi. "Biz" dediler "beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?" Çocuk şöyle dedi: "Ben Allah'ın kuluyum. O, bana kitab verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de, dirileceğim gün de bana esenlik olsun." İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsa, gerçek söze göre budur. (Meryem/29-34)
Allah Teâlâ Hz. İsa'yı koruyacağını, göğe yükselteceğini ve onu barındıracağını vadetti. Bu konuda yüce Allah şöyle buyurdu:
(Yahudiler) tuzak kurdular; Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah tuzak kuranların cezasını en iyi verendir. Allah demişti ki: "Ey İsa! Ben seni vefat ettireceğim ve seni kendime yükselteceğim. Seni inkar edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar inkar edenlerin üstünde tutacağım. Sonra ihtilafa düştüğü-nüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim." (Al-i Im-ran/53-54)
Aynı şekilde Kur'an-ı Kerim Hz. İsa'ya iman edip uyanlar arasındaki havarilerden ve ona tabi olanlardan da söz eder ve şöyle der:
İsa onlardaki inkarcılığı sezince: "Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?" dedi. Havariler: "Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah'a inandık, şahit ol ki bizler müslümanız" cevabını verdiler. (Havariler): "Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve Pey-gamber'e uyduk. Şimdi bizi şehadet edenlerden yaz!" dediler (Âl-i İmran/52-53)
Yine Allah Teâlâ havariler konusunda şöyle buyuruyor:
Hani havarilere "Bana ve peygamberime iman edin" diye ilham etmiştim. Onlar da "İman ettik, bizim Allah'a teslim olmuş kimseler (müslümanlar) olduğumuza sen de şahit ol" demişlerdi. Hani havariler: "Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten, donatılmış bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi. O "İman etmiş kimseler iseniz Allah'tan korkun" cevabını vermişti. Meryem oğlu İsa şöyle dedi: "Ey rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, bizim için, geçmiş ve geleceklerimiz için bayram ve senden bir âyet (mucize) olsun. Bizi rızıklandır, zaten sen, nzık verenlerin en hayırlısısın." Allah da şöyle buyurdu: "Ben onu şüphesiz size indireceğim; ama bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, kâinatta hiç kimseye etmediğim azabı ona edeceğim!" (Maide/111-115)
Başka bir âyette de Yüce Allah şöyle buyurur:
Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa havarilere: "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?" demişti. Havariler de: "Allah yolunun yardımcıları biziz" demişlerdi. İsrailoğuHarından bir zümre inanmış, bir zümre de inkar etmişti. Nihayet biz inananları, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler. (Saf/114)
İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye isimli eserinde Hz. İsa'nın (a.s) tekrar gelişinden söz eder. İbn Kesir'in anlattığına göre Hz. İsa ahir zamanda kıyamet kopmadan önce yeryüzüne inecek, domuzu öldürecek, haçı kıracak, cizyeyi kaldıracak ve İslâm'dan başka hiç bir dini kabul etmeyecek. İbn Kesir el-Fiten ve'l-Melâhim isimli eserinde daha geniş bilgiler verir ve Mesih'in (yani Hz. İsa'nın) yeryüzüne inişinin Dec-cal'in ortaya çıkmasından sonra olacağını ve bir sapıklık davetçisi olan yalancı Mesih Deccal'i öldüreceğini söyler.
Ayrıca müslüman âlimlerden kasasu'l enbiya müverrihleri de kitaplarının pek çoğunda İsa'nın (a.s) yeryüzüne indiği esnada yalancı Mesih Deccal'in mevcudiyeti sebebiyle yeryüzünü bozgunluk ve kötülüklerle dolu bir halde bulacağını, Hz. İsa'nın Deccal'e karşı mukavemet edeceğini, İslâm şeriatini geri getireceğini ve bunun da dünyanın son zamanlarında olacağını söylerler. Belki de bu Mesih Deccal şeytana benzeyen sert ve acımasız bir hükümdardır. Çünkü bazı tarihçiler onu çirkin ve sevimsiz bir şekilde gösteren maddi ve ruhi özelliklerini anlatırlar.
Burada hatırlatmamız gerekir ki İslâm, bir müslümanm Meryem oğlu İsa'ya da iman etmesini emreder. Buharı ve Müslim'in rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kim Allah'tan başka tanrı olmadığna, sadece O'nun mevcudiyetine ve O'nun ortağının bulunmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna, İsa'nın da Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna ve Meryem'e bıraktığı kelime ve ruhu olduğuna, cennetin ve cehennemin hak olduğuna şehadet ederse, ameli de düzgünse Allah onu cennete sokar.
Yine Buharı ve Müslim'in rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Bir adam cariyesini güzelce terbiye eder, gerekli herşeyi öğretir, sonra onu özgürlüğüne kavuşturur ve evlendirirse ona iki kat sevap vardır. Bir kimse hem İsa'ya (a.s) hem de bana iman ederse ona da iki sevap vardır. Bir kul hem rabbinden korkar hem de idarecisine itaat ederse onun için de iki sevap vardır.
Hz. Peygamber (s.a) bir başka hadisinde şöyle buyuruyor:
Meryem oğlu İsa'ya insanların en yakını benim. Çünkü benimle onun arasında başka bir peygamber yoktur.
Kur'an-ı Kerim nazarında ve İslâmî eserlere göre Hz. İsa'nın konumu işte budur. Nitekim müslümanların kitapları hep hakkın savunucuları ile batılın savunucuları arasındaki mücadeleden söz eder. Hz. İsa'nın (a.s) dönüşü batılın çoğaldığı, hakkın azaldığı, kötülük ve rezaletin yayıldığı sırada olacaktır. Bu dünyanın sonunun ve kıyametin yaklaştığı bir zamandır. Fakat bu konu hakkında bilgi veren muhtelif dini kaynaklara müracaat ettiğimiz zaman etraflı bir araştırma yapmamız ve Kur'an'da veya sahih hadislerde zikredilenlerle çelişmeyen bilgileri tesbit etmemiz gerekir. Çünkü bu tür haberlere sahih olmayan zayıf haberler de karışmıştır. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.
SORU: Allah Teâlâ Rahman sûresinedeki "O halde rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?" âyetini niçin pek çok defa tekrarlamıştır? Çoğul kalıbıyla hitapta bulunmak daha edebi olduğu halde bu âyette niçin çoğul kalıbıyla değil de ikil kalıbıyla hitapta bulunmuştur? Bu âyetin anlamı nedir?
CEVAP: Bu âyet-i kerime Rahman sûresinde 31 defa tekrar edilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ bu sûrede kullan için yarattığı dini ve dünyevi çeşitli nimetleri kendilerindeki ve dış dünyadaki harikulade özellikleri tek tek sıralamıştır. Her bir nimeti zikrettikçe insanların ve cinlerin bu nimete karşı şükretmemelerini kınamıştır. Bu sebeple bazı âlimler demişlerdir ki:
Rahman süresindeki tekrar, çok sayıdaki muhtelif nimeti güzel bir üslupla açıklamaktan ibarettir. Allah Teâlâ verdiği her bir nimeti zikrettikçe onu yalanlayanı ve nankörlük edeni de kınamıştır. Nitekim bir kimse birisine: "Sana şunu vermedim mi? Sana şöyle iyilik yapmadım mı?" derken yaptığı iyilikleri tek tek sıralar, yapılan iyilikler farklı farklı olduğu için tekrarın yapılması da güzel olur.
Pekiştirmeye ve açıklamaya ihtiyaç duyulan önemli noktalarda tekrar yapılması Arab lisanında bilinen bir üsluptur. Bu üslubu Haris ibn Ubad'ın ve Mühelhel'in şiirlerinde görüyoruz.[5]
Rahman süresindeki bu âyetin anlamı şudur: yaratıcının bahşettiği nimetlerden hangi birisini yalanlayabilirsiniz? Halbuki bu nimetlerden her biri gerçeği haykırmakta ve doğruya şahitlik etmektedir. Bu âyet-i kerime okunduğu zaman bir mü'minin "Ya rabbi senin hiç bir nimetini biz inkar etmeyiz, her türlü hamd senin içindir" demesi edeptendir. İbn Ömer'den sahih bir senetle rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) Rahman sûresini ashabına okudu, ashabı sustu ve bir şey söylemedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle dedi:
Cinlerin rablerine sizden daha güzel cevap verdiklerini işitiyorum. Ben ne zaman "Rabbinizin hangi nimetini inkar edersiniz?" âyetini okuduysam onlar mutlaka "Biz senin hiç bir nimetini yalanlamayız ey rabbimiz. Her türlü hamd senin içindir" dediler.
Ayetteki hitap insanlara ve cinleredir. Bu sebeple ikil kalıbı kullanılmıştır. Ins ve cin kelimeleri cins isimdir ve kendi cinsinin bütün fertlerini kapsamına alır. O halde bu âyette bir ta'mim/genelleme vardır. Bu âyette Kur'an-ı Kerim'in belagatı da kendisini böylece hissetmektedir.
SORU: Peygamber hadisi ile kudsi hadis, kudsi hadis ile Kur'an-ı Kerim arasındaki fark nedir?
CEVAP: Bilginler, lafız ve mana yönünden Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (s.a) nisbet edilen hadisin Hz. Peygamber'e ait olduğunu söylemişlerdir. Bu hadislere hadis-i nebevi denilir, hadis-i kudsi denilmez. Mesela Rasûlullah'm şu sözü bir hadis-i nebevidir:
Nerede olursan ol, Allah'tan kork, her günahtan sonra onu silip süpüren (temizleyen) bir sevap işle ve insanlara karşı da iyi davran.
Kudsi hadise gelince bu, Allah Teâlâ'nm peygamberi Hz. Muhammed'e ilham ettiği veya rüya yoluyla bildirdiği manayı Rasûlullah'm kendi diliyle ifade etmesidir. Mesela Rasûlullah (s.a) bir hadis-i kudsi olarak şöyle buyurur:
Benim azametimden dolayı namazı mütevazi bir şekilde kılan, yarattıklarıma karşı böbürlenip kibirlenmeyen, bana karşı günahta ısrar ederek bir gece geçirmeyen, gün boyu beni hatırından çıkarmayan, yoksula, yolda kalmışa, dula ve felaketzedeye yardım eden kimsenin namazını kabul ederim. Güneşin nuru gibi bu da onun nurudur. Onu izzetimle himaye eder, meleklerimle korurum. Karanlıkta onun için bir nur, cehalette bir akıl ve anlayış yaratırım. Onun insanlar içindeki durumu cennetteki firdevsin durumu gibidir.
Kur'an-ı Kerim ise, yüce Allah'ın kelamıdır. Cebrail vasıtasıyla Rasûlullah'a (s.a) Allah katından indirilmiş bir lafızdır. Allah Teâlâ'nm insanlar ve cinlere kendisiyle meydan okuduğu ve benzeri bir sure getirmekten onların aciz kaldıkları bir kitaptır. Allah Teâlâ Kur'an'da şöyle buyurmaktadır:
Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz, Allah'tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırın. Yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- o takdirde, inkar edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının. De ki: "İnsanlar ve cinler birbirine yardımcı olarak bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için biraraya gelseler, andolsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar."
Allah Teâlâ aynı zamanda ibadeti Kur'an'la yapmamızı da bize emretti. Kur'an okumak bir ibadettir. Namaz ancak Kur'an'la sahih olur. Ne hadis-i nebevi ile ne de hadis-i kudsi ile namaz kılmak caiz değildir. Kur'an'a cünüp veya abdestsiz bir kimsenin dokunması ve cü-nüp olan kimesenin Kur'an okuması da caiz değildir. Rasûlullah'm (s.a) bildirdiğine göre Kur'an'ı okuyan kimseye her harfin karşılığı on sevap verilir. Hadis-i nebevinin veya hadis-i kudsinin aksine Kur'an-ı Kerim'in tamamını veya bir kısmını inkar eden kimse kâfir olur.
Hadis-i kudsi ve hadis-i nebevi ile Kur'an arasında bir fark daha vardır ki o da Kur'an'dan bir cümleye âyet, âyetlerin oluşturduğu bölümlere de sûre denilmesidir. Kur'an, asırlar ve zamanlar geçse de sonsuza dek hiçbir değişikliğe uğramadan kalacak İslâm mucizesidir. Bu, Allah'ın şu sözünün bir gereğidir:
Doğrusu Kur'an'ı biz indirdik ve onun koruyucusu elbette biziz. (Hicr/9)
Kur'an'la hadis-i kudsi arasındaki bir diğer fark da şudur: Allah Teâlâ ile Rasûlullah (s.a) arasında Kur'an'ın naklinde mutlaka Cebrail'in aracı olması gerekir. Hadis-i kudsi ise bazen Cebrail vasıtasıyla, bazen de vahiy, ilham ve rüya yoluyla Rasûlullah'a (s.a) verilir. Bir başka fark da Kur'an'ın mana olarak rivayetinin -bu Kur'an'dır diyerek- rivayetinin caiz olmamasıdır. Ancak insan mecbur kalırsa hadisi anlam olarak rivayet edebilir.[6]
SORU: Kur'an mahluk mudur veya münzel midir?
CEVAP: Arzu ederdim ki bunun gibi hassas ve derin konulara kendimi sokup da meşgul olmayayım. Çünkü ortada ibadet, muamelat, gidişat, ahlâk ve diğer konularda sorulması ve anlaşılması gerekli pek çok soru var.
Bununla beraber yine de soruyu soranın arzusuna kısaca cevap vermek istiyorum: Kur'an-ı Kerim aziz ve celil olan Allah'ın kelâmıdır. Geçmişte ve gelecekte onu geçersiz kılan ve kılacak olan hiçbir şey yoktur. Hikmet sahibi ve Övülmeye lâyık Allah'tan indirilmiştir. Allah Teâlâ onu peygamberi, güvenilir insan Hz. Muhammed'e (s.a) Cebrail (a.s) vasıtasıyla indirmiştir. Biz bu indirilişin mahiyetini bilemeyiz ve kavrayamayız. Fakat buna inanır ve bu konuda tartışmayı uzatmayız.
Mushaf-ı Şerifte okuduğumuz Kur'an kelimeleri Allah'ın ulvi kelimelerinin lafzi suretleridir. Bunlar Allah katındaki kelâma delalet ederler. Allah'ın kelâmı ise Allah'ın kadim oluşu gibi, kadim (ezeli) bir sıfattır. Onlar ne bizim lafızlarımız ne de bizim harflerimiz gibidir.
Onun benzeri hiç bir şey yoktur. O işitendir, görendir. (Şûra/11)
Allah'ın kelamı bu anlama geldiğine ve bu özelliğe (yani başlangıcı olmayan ezeli sıfatına) sahip olduğuna göre biz Kur'an'm -Mus-haftaki yazılı lafızların işaret ettiği gerçek anlamı üzere- mahluk olduğunu söylemeyiz. Çünkü o mahluk (yani yaratılmış) olsaydı hadis (yani sonradan olma) olurdu. Eğer hadis olsayadı, Allah'a ait kadim bir sıfat olmazdı. Kadim demek başlangıcı olmayan demektir. Mushafın içinde gördüğümüz yapraklara ve bu yapraklarda basılı ve yazılı kelimelere gelince bunların hepsi mahluktur (yaratılmıştır) ve hadistir (sonradan meydana gelmedir). Bunların kadim olduğunu söyleyemeyiz. Ancak Allah'ın ezeli ve kadim kelamının bir delili/işareti olduğunu söyleyebiliriz.
Tekrar söylüyorum, dinimizin meselelerinden muhtaç olduğumuz şeylerle kendimizi meşgul etmemiz bizim için daha hayırlıdır. Zira bu gibi meseller hayli çoktur. Yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir.
SORU: Niçin özellikle Amme cüzündeki sûrelerin büyük bir kısmı, ay, güneş, şafak, gece, burçlar ve kâinatın diğer görünen unsurlarından
söz eder?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim'de otuz cüzün bulunduğunu görüyoruz. Bu cüzlerin sonuncusu Amme cüzüdür. Amme cüzü Nebe süresiyle başlar ve Nâs süresiyle sona erer. Nebe sûresi "amme yetesâelûn" diye başlayan sûredir, Nâs sûresi de "kul eûzû birabbinnas" âyetiyle başlar. Bu cüzde 37 sûre olduğunu görüyoruz. Üç tanesi hariç, bunların hepsi Mekke'de nazil olmuştur. Mekki olmayan sûreler ise Beyyine, Asr ve Zilzal sûreleridir.
Mekki sûreler, Rasûlullah'a (s.a) Mekke'de inen sûrelerdir. Bu Hz. Peygamber'in hicretinden önceki dönemdir. O dönemde İslâm daveti henüz başlangıç aşamasındadır. Her bir sûrenin kısalıkları arasında farklılıklar olmakla beraber bu aşamada sûrelerin kısa ve Özlü olarak gelmesi, Allah Teâlâ'nın âyetlerini (mucizelerini) hatırlatması, bakışları ve düşünceleri şu uçsuz bucaksız varlık alemindeki yarattığı cisimlere, yıldızlara, insan ve hayvana, bitki ve cansızlara, su ve havaya yöneltmesi gayet normaldir. Çünkü insan bunlardan yola çıkarak bir yaratıcının mutlaka olması gerektiğini idrak eder. Bu yaratıkların veya varlıkların sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeye sözü geçen bir ilah olmadan var olması veya yaratılması mümkün değildir.
Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye ol demektir, hemen olur.
Böylece geceden ve gündüzden, ay, güneş ve yıldızlardan, nehir ve ağaçlardan, deniz ve dağlardan ve kâinatın görünen diğer unsurlarından söz edilmesi Allah'ın birliğine, kudretine ve büyüklüğüne bir delil ve şahit olmaktadır. Bu sebeple bir şair şöyle demiştir.
Herşey O'nun varlığına bir delildir. Her biri O'nun birliğini gösterir.
Allah Teâlâ bu kısa, özlü, eşsiz ve akıllarla fikirleri harekete geçiren Mekki sûrelerle insanları, bu varlık aleminin bütün noksanlıklarından berî bir yaratıcısının olduğuna, bu alemin O'nun ilim, hikmet ve kudretiyle var olduğuna, ahirette hesaba çekilmenin, ceza ve mükaafa-tın, cennet ve cehennemin olacağına kesin olarak inanmaları için göklerin ve yerin idaresi konusunda neleri düşünmeleri ve nelerden ibret ve öğüt almaları gerektiğine dikkat çekmek istemiştir. Bu sebeple Kur'an'ın bu cüzünde kainatta müşahade edilen şeylerin hatırlatılma-sıyla insanın dünyadaki davranışlarıyla ahiretteki akıbeti arasında pek çok defa bağ kurulmuştur. Mesela şu âyetlerin sıralanışında bu bağı görmekteyiz:
Güneşe ve onun ışığına, ardından gelmekte olan aya, güneşi ortaya çıkaran gündüze, onu bürüyen geceye, göğe ve onu yapana, yere ve onu yayana, nefse ve onu düzenleyene sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki, kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır. (Şems/M 0)
Ey insanoğlu! Seni yaratıp sonra şekil veren, düzenleyen, mütenasip kılan, istediği şekilde seni terkip eden, çok cömert olan rabbi-ne karşı seni aldatan nedir?
Bu âyetlerden biraz aşağıda da şöyle buyuruyor.
İyiler şüphesiz nimet içindedirler. Allah'ın buyruğundan çıkanlar cehennemdedirler. (İnfitar/6-8,13-14)
İşte bu mübarek cüzün büyük bir kısmı bizim, görünen tabiat kitabını mütalaa etmemiz için böyle sayfalarca devam eder gider. Bütün bunlardan da biz Allah'ın herşeye gücünün yettiğini öğrenmiş oluruz.
SORU: Kur'an'ın parmak izlerinden ve kimlik tesbitinden söz ettiğini duydum. Bu doğru mu?
CEVAP: Allah Teâlâ Kıyamet sûresinin başında buyuruyor ki:
Kıyamet gününe yemin ederim ve nedamet çeken nefse yemin ederim (ki, insanlar öldükten sonra diriltileceklerdir). İnsan, kemiklerini bir araya toplayamayız mı sanıyor? Evet, biz onu, parmak uçlarına varıncaya kadar bütün incelikleriyle yeniden yapmaya kadiriz. (Kıyamet/1-4)
Âyette geçen benân kelimesi, benâne kelimesinin çoğuludur. Bencin, parmaktaki boğum demektir. Burada benan ile kastedilen parmakların uçlarıdır. Bu uçlar çok ince ve küçüktür. Allah Teâlâ öldükten sonra insanı tekrar yaratmaya kadir olduğunun bir delili olarak niçin bunları tercih etti ve bunların yaratılması ve düzeltilmesinden söz etti? Bu konuda niçin vücut organlanndan daha büyük diğer bir organı tercih etmedi?
Bunun sırrı, parmak uçlarının yaratılıp düzeltilmesinde ilahi ve hayret edilecek bir inceliğin olmasıdır. Çünkü her bir insanın parmakları, çizgileri ve şekilleri yönünden diğer insandan farklıdır. Çizgileri veya şekilleri birbiriyle uyuşan iki kişiyi bulamazsın. Çünkü her bir parmak şahıstan şahsa değişen ince, bariz çeşitli şekillerde kavislerle ve çizgilerle kaplıdır. Son zamanlarda bilim adamları bu çizgilerin hiç bir zaman değişmediğini ve ölünceye kadar aynı kaldığını tesbit etmişlerdir. Hatta insanın gelişim aşamalarına bağlı olarak bu çizgiler geniş-lese büyüse bile esas itibariyle şekil yönünden hiçbir değişiklik olmaz ve öldükten sonra vücut çürüyüp dağılmaya kadar da bu şeklini muhafaza eder.
İnsanlar asırlar boyunca insanın yaratıhşındaki bu hayret verici özelliğin farkına varamamışlardır. Nihayet 1884 yılında İngiltere'de parmaklardaki ve parmak uçlarındaki bu çizgiler vasıtasıyla şahıslan tanıma yöntemine ulaşılmıştır. Parmak izleri ve kimlik tesbiti bilimi buradan doğmuştur ve günden güne gelişmeye başlamıştır. Daha sonraları polis, kanun kaçaklarının ve suçluların araştırılması ve takibinde bu parmak izlerine dayanmıştır.
Küçük ve ince olmalarına rağmen parmak uçlarının yaratılışını Kur'an-ı Kerim sanki ilâhi sanatın parmak uçlarına yerleştirdiği bu hassas özelliklere işaret için zikretmiştir. Dünyanın doğusunda ve batısındaki milyarlarca parmağa, hiç bir şahsın parmağının diğerlerine benzemeyecek şekilde her bir parmağa ayrı ayn çizgiler ve şekiller yerleştiren bu yüce yaratıcı, insanı yeniden yaratmaya ve ölümünden sonra onu tekrar diriltmeye de kadirdir. O'nun her şeye gücü yeter.
Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye ol demektir, hemen olur. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir.
SORU: Kıyamet günü kâfirlerin derilerine azap edileceğini ve Allah Teâlâ'mn bu derileri değiştireceğini okudum. Bunun hikmeti nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ Nisa sûresinde şöyle buyuruyor:
Şüphesiz ki âyetlerimizi inkar edenleri ateşe sokacağız; derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah güçlüdür, hakimdir. (Nisa/56)
Bu âyette Allah Teâlâ, nankörlük ve inkarlarının bir cezası olarak kâfirleri şiddetli bir ateşe sokacağına dair ağır bir şekilde tehdit etmektedir. Azabın devamlı ve kesintisiz olması için, derileri yandıkça Allah yeni derilerle onları değiştirir. Allah her şeye galiptir. O'nun her yaptığında bir hikmet vardır. Her insanı hakettiği şekilde cezalandırır.
Kur'an-ı Kerim, azab edilirken derilerin Allah tarafından değiştirileceğini bildirmiştir. Çünkü insan derisi acıyı hisseden bir hassasiyete sahiptir. Şayet yanık, meselâ insanın kemiğine ulaşmış olsa orada acının hissedilmesi, insanın yanan derisindeki acıyı hissetmesi ölçüsünde kuvvetli ve şiddetli olmazdı. Bu âyet-i kerimede çok ciddi bir bilimsel işaret vardır. Bu işaret Kur'an-ı Kerim'in son peygamber Hz. Muhammed'e (s.a) indiği sırada insanların bilmedikleri bilimsel gerçeklere akılların ve düşüncelerin dikkatini çektiğini gösterir.
Doktorlardan birisi bu âyet hakkında şöyle der:
Bu âyet diyor ki: Ateş onları başka derilerle değiştirir. Bunun sebebi acı sinirlerinin deri tabakasının içinde olmasıdır. Dokular, kaslar ve iç organlara gelince buralarda bir şeyin hissedilmesi çok zayıftır. Bu sebeple bir doktor, dokulara kadar geçen şiddetli yanıkların aksine deriyi aşmayan basit bir yanığın daha şiddetli bir acıya sebep olduğunu bilir. Çünkü derin yanıklar şiddetine ve tehlikesine rağmen fazla acı meydana getirmez. Allah Teâlâ bize (sanki) şöyle diyor:
İçerisinde sinirler olan deriyi ateş yeyip bitirdikçe acının kesintisiz devam etmesi ve elem verici azabı tatmaları için biz o deriyi yenileyebiliriz. Burada insan daha henüz bunu öğrenmeden önce Allah'ın hikmeti zuhur ediyor. Allah güçlüdür. Hikmet sahibidir.
Bazı doktorlar da şöyle der:
Âyetteki (azabı tatmaları için) ifadesinde tıbbi bir harikuladelik (icaz) vardır. Çünkü ateşle dağlamanın acısını hissetmeyi yüzeysel deride sınırlı tutmuştur. Şayet deri tamamen yanıp da dağlama ete kadar ulaşırsa orada acı hissedilmez. Çünkü acıyı hisseden sinirler başka yerlerde değil, deride bulunmaktadır. Eskiden insanlar bir şahsa daha fazla acı vermek istedikleri zaman derinlere kadar sokulduğu zaman daha fazla acı vereceğini zannederek kızartılmış çiviyi derinin ötesine ulaşıncaya kadar sokarlardı. Halbuki gerçek böyle değildir. Derinin yanmasıyla birlikte dağlamadaki acı hissi de artık kaybolur.
Böylece açıkça anlamış bulunuyoruz ki yüce rabbimizin ümmi Peygamber'e indirdiği şanlı Kur'an nüzulünden uzun bir zaman sonra bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu gerçeklere işaret ediyor. Bu onun herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olan Allah'ın kelamı olduğunun bir delidir. Allah Teâlâ Fussilet sûresinde şöyle buyuruyor:
Onun hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin herşeye şâhid olması yetmez mi? (Fussilet/53)
Allah'ın sözü sözlerin en doğrusudur.
SORU: Şu âyetin anlamını öğrenmek istiyorum;
Umutsuzluğa düşmelerinin ardından yağmuru indiren, rahmetini yayan O'dur. O, hamde lâyık olan velîdir. Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları yaratması delillerindendir. O dileyince, bunları bir araya toplamaya da kadirdir. (Şura/28-29)
Bu âyet göklerde canlı yaratıkların bulunduğuna delalet eder mi?
CEVAP: Allah Teâlâ Şûra süresindeki bu ayetlerde lütuf ve nimetinin şahitlerinden söz ediyor. Kuraklığı izale edecek faydalı yağmuru kendisinin indirdiğini haber veriyor. Bu yağmur bolluk ve bereket getirir, insanlar ondan içerler, ekinlerini sularlar ve çeşitli gayeleri için onu kullanırlar. Allah bu yağmuru insanlar uzun bir süre onu bekledikten sonra indirir. Sonra rahmetini yayar. Yani nimetlerini ve ihsanlarını her yere gönderir. Bu ifadeyle O, yağmurun faydalarına ve yararlı etkinliklerine işaret ediyor. Bu faydalar pek çoktur, insanları, hayvanları ve bitkileri kapsar, ovalan, dağlan, şehirleri ve köyleri kuşatır.
Allah kullarının velisidir (dostu, yardımcısı ve koruyucusudur). Yani kullannm ihtiyaçlarını gideren ve onlara iyiliği, nimet ve rahmeti taahhüt edendir. O hamiddir, yani övülmeye layık olan ve övülendir. Her ne kadar bazı gafiller veya inkarcılar bu hamdi ihmal etseler de bu böyledir.
Gökleri, yeri ve bu ikisinde bulunan hayranlık verici eşi ve benzeri bulunmayan şeyleri yaratmış olması da O'nun kudretinin delillerindendir. Bu yaratıklar Allah'ın varlığının birer kanıtıdır. Çünkü sanat, sanatçıya işaret eder. Yaratıklar da yaratıcıya delalet eder. Aynı şekilde Allah Teâlâ canlıları ve hayvanları kâinatın her tarafına, aşağısına ve yu-kansına yayıp dağıtmıştır. Allah Teâlâ bütün insanları ve canlıları toplamaya ve dilediği zaman hesaba çekmek için biraraya getirmeye kadirdir.
Şûra suresinin 28. ayetinin göklerde canlı yaratıkların bulunduğuna delalet etmesini engelleyen bir şey mevcut değildir. Çünkü âyet-i kerimede "göklerde ve yerde yaydığı canlılar" denilmektedir. Âyette geçen dâbbe (canlılar) kelimesi, debelenen yani hareket eden demektir. İmam Âlûsî, Tefsirinde şöyle demektedir:
Bütün göklerde bizim bilmediğimiz muhtelif şekillerde yaratıkların ve hayvanların mevcut olması imkansız değildir. Rivayetlerde bu konuda herhangi bir şey zikredilmemiştir. Fakat Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Allah sizin bilmediğiniz şeyleri yaratır.
Günümüz gökbilimcileri teleskopları vasıtasıyla ayda yaratıkların bulunduğunu anlayabiliyor, fakat yeterli aletleri olmadığı için iddialarını isbat edemiyorlar. Ayın dışında başka varlıklarda da bunların olması muhtemeldir. Bunu kabul etmemek dinde bilinmesi zorunlu olan birşeyi kabul etmemek anlamına gelmez. Öyle olsaydı bu konuda yanlış bir söz söylemek dine zarar verirdi.
Âlûsî'nin bunu onlarca sene önce söylediğini iyi düşünelim. Doğrusunu ve en iyisini Allah bilir.
SORU: Yıldızlarda hayat olduğunu ve oralarda canlılar yaşadığını söyleyen kimseleri işittim. Dinin bu konudaki görüşü nedir?
CEVAP: Pek çok bilim adamı feza araştırmalarıyla ve diğer yıldızlarla ilgili çalışmalarla ilgilendiler. Bunlardan bazıları Merih'te bitkilerin bulunduğuna ve bu yıldızda bitkisel bir hayatın varolduğuna kanaat getirmişlerdir. Buna delil olarak da Merih'teki meteorolojik şartlarla dünyadaki meteorolojik şartların birbirine benzediğini ve yeryüzünde tanıdığımız hayat unsurlarının Merih'te ve yeryüzüne yakın olan yıldızlarda da mevcut olduğunu gösteriyorlar. Bu konudaki araştırmalar henüz kesin bir sonuca ulaşmamakla beraber din, dünyanın dışındaki diğer yıldızlarda hayatın olmadığına veya canlıların bulunmadığına dair herhangi bir şey söylemiyor. Aksine göklerde canlıların varlığına belki de ilk defa işaret eden Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim böyle bir ihtimale ondört asırdan beri işaret etmektedir. Şûra sûresinin 29. âyetinde Kur'an şöyle demektedir:
Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları yaratması delilerinden-dir. O dileyince, bunları biraraya toplamaya da kadirdir. (Şu-ara/29)
Âyette geçen dâbbe (canlılar) kelimesi debelenen ve hareket eden canlı varlıklara delalet eder. Buna göre âyetin zahiri bütün göklerde ve yerde canlı varlıkların bulunduğuna delalet eder. Bu canlıların meleklerden, insanlardan veya başka cinslerden olması neticeyi değiştirmez. Bütün göklerde bizim bilmediğimiz çeşitli şekillerde ve muhtelif özelliklerde yaratıkların ve hayvanların olması ihtimal dışı değildir. Şani yüce Allah zatının kudsiyetinden söz ederken şöyle buyuruyor:
Sizin bilmediğiniz şeyleri yaratır.
Müfessir Şihabûddin Mahmud el-Âlûsî (v.h.1270) yüz küsur sene önce bundan söz ederek Ruhu'l-Meânî isimli eserinde şöyle demiştir:
Günümüz rasatçıları teleskopları vasıtasıyla aydaki yaratıkların varlığını farkedebiliyorlar. Fakat yeterli delilleri olmadığı için iddialarını isbat edemiyorlar. Bu yaratıkların ayın dışındaki yerlerde de olması muhtemeldir. Bunu kabul etmemek dinde bilinmesi zorunlu olan bir şeyi kabul etmemek anlamına gelmez. Öyle olsaydı bu konuda yanlış bir şey söylemek dine zarar verirdi. Denildi ki semavat (gökler) ile kastdedilen, meselâ her bölgenin hizasındaki üst bölgelerdir. Her bölgenin, her beldenin ve her kara parçasının içinde sayısını Allah'tan başka kimsenin bilmediği hayvanlar vardır. Bunlardan bazıları bir alet vasıtasıyla, bazıları da aletsiz olarak hissedilebilir. Semavatla kastdedilen şeyin bulutlar olduğu da söylenmiştir. Semâvat içinde bulunan hayvanlar bulutlarda da vardır.
Kur'an-ı Kerim'de göklerde hayatın ve canlıların varlığına işaret eden başka âyetler de vardır. Şu âyet-i kerimeler, bazı müfessirlerin yukarıdaki âyetten anladıkları bu manayı desteklemektedir: Göklerde ve yerde bulunanlar da, onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allah'a secde ederler. (Rad/15)
Göklerde ve yerde olan kimseleri rabbin daha iyi bilir. (İsra/55)
Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız kul olarak Rahman'a gelecektir. (İsra/93)
Göklerde ve yerlerde olan herkes, O'ndan ister, O, her an yaratma halindedir. (Rahman/29)
Bütün bu âyetler ve daha başka âyetler dinin, diğer yıldızlarda da hayat olduğu görüşüyle çelişmediğine işaret etmektedir.
SORU: Bazı bilimsel olguların ve yeni buluşların Kur'an âyetleriy-le bağlantısının kurulması konusunda İslâm'ın görüşü nedir? Kur'an-ı Kerim bilimsel olgulardan (fenomenlerden) da haberler veriyor mu?
CEVAP: Allah Teâlâ Kitabını, her akıl sahibinin kendisiyle hidâyeti bulacağı bir nur olarak indirmiştir. Dünyada saadetin yoluna, ahiret-te de devamlı nimetlere bu kitapla ulaşılır. Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim Kehf sûresinin başında şöyle der:
Hamd Allah'a mahsustur ki, kendi katından şiddetli bir azap ile ikaz etmek, iyi iş ve davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için, içinde temelli kalacakları (cennette) güzel bir ecir bulunduğunu müjdelemek ve Allah evlat edindi, diyenleri de uyarmak için kuluna (Mu-hammed'e) kendisinde hiç bir (tezat ve) eğrilik bulunmayan dostdoğru Kitab'ı indirdi.
Bu sebeble Kur'an-ı Kerim inanç, ibadet, muamelât, ahlâk, tarih, darb-ı mesel konularına önem vermiş, inkar edenlere karşı apaçık delillerle ve parlak burhanlarla mücadele etmiştir.
Bununla beraber Kur'an-ı Kerim, kâinatta müşahede edilen ve tabiatta cereyan eden olaylardan da sö^ etmiştir. Gece ve gündüzden, gökyüzünden, nehirlerden ve denizden, güneş, ay ve yıldızlardan, günlerden, aylardan ve yıllardan bahsetmiştir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim bilimsel gerçeklere işaret eden özlü ifadeleri de ihtiva etmektedir. Mesela: "Derilerinin her yanışında, azabı tatmak için onları başka derilerle de değiştireceğiz" (Nisa/56) âyetinde olduğu gibi. Çünkü azabın acısının hissedilmesi ancak deri yoluyla olur. Şayet kemiğin üzerinden deriyi yüzmüş olsak sonra da azabı bu deriye yöneltsek acıyı hissetmez.
Kur'an-ı Kerim yine bir başka bilimsel gerçeğe işaret etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
Evet biz onu parmak uçlarına varıncaya kadar bütün incelikleriyle yapmaya kadiriz. (Kayamet/4)
Ayette geçen benan (parmak uçları) kelimesi benane'nin çoğuludur. Bu âyet son asırlarda keşfedilen parmak izi olgusuna işaret etmektedir. Çünkü her insanın parmak uçları diğer insanların parmak uçlarından farklıdır. Bu ilahi kudretin en şahane görüntülerinden biridir. Bu sebeble Allah Teâlâ kendisinin sonsuz gücünü isbatlamak maksadıyla parmak uçlarının yaratılışını hatırlatmıştır.
Şu âyet-i kerimeyi de bu konuda bir Örnek olarak görebiliriz:
Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik. (Hicr/22)
Buradaki işaretin de, bitkilerin malum aşılanma ameliyesinin rüzgarlar vasıtasıyla gerçekleştirildiğini bize hatırlatıyor olması mümkündür.
Bununla birlikte biz, Kur'an-ı Kerim'in bilimsel meselelerin tamamından söz ettiğini söyleyemeyiz. Çünkü Kur'arı'm temel görevi bu değildir. Kur'an bunu yapmak isteseydi şu anki hacminden kat kat daha büyük olurdu. O halde Kur'an âyetlerini bir takım bilimsel nazariyelere göre yorumlamak yanlıştır. Çünkü bu yöntem bir takım zorlamalara ve Kur'an âyetlerine taşıyamayacakları anlamların yüklenmesine yol açabilir. Kur'an-ı Kerim'in bu meseleleri kendi bilim dallarına havale etmiş olması ve onun kesinleşmiş bilimsel gerçeklerle çelişen herhangi bir şeye yer vermeksizin sadece Allah yoluna daveti kendişine hedef seçmesi bir kusur değildir. Bu, Kur'an-ı Kerim'in i'cazı-nın alametlerinden biridir. Allah gerçeği söyler ve doğru yola eriştirir.
SORU: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Ey insanlar! Şüphesiz siz bir durumdan diğerine uğratılacaksınız.
Bu âyetin anlamı nedir? Ayette geçen tabakalar (durumlar) ne demektir?
CEVAP: Bu âyet İnşikak sûresinin 19. âyetidir. Tabaka aslında başkasını örten şey demektir. Altında bulanan şeyi örttüğü için örtüye de tabaka denilmiştir. Tabakada bir şeyin başka bir şeyin üstünde olmasını ifade eden bir durum vardır. Şu âyette bu anlamı görüyoruz:
O yedi göğü birbiri üzerine tabaka tabaka yaratmıştır. (Mülk/3)
Âyette geçen "tabakan an tabak" ifadesinin anlamı "bir duruma-dan diğerine" demektir. Her bir hal diğer hale uygundur, her bir hal diğerini takiben ve ondan sonra gelir. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Ey insanlar! Siz peşpeşe birbirini takipeden hallerden geçeceksiniz, bir menzilden diğer menzile yükseleceksiniz.
Burada insanın bu dünya hayatındaki -Kur'an'm şu ayetlerde de işaret ettiği gibi- çeşitli haller içindeki terakkisinden söz edilmektedir:
Andolsun biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi kan pıhtısına çevirdik, kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne uludur. (Mü'min/12-14)
İnsanlar ahirette de halden hale, yeniden dirilişte mahşerde toplanmaya, oradan da hesaba çekilmeye, oradan sırat geçidine, oradan da cennet veya cehennemde yerleşmeye peşpeşe intikal ederler.
Ayetin anlamının şöyle olması caizdir: Ey kâfirler halden hale geçeceksiniz. Geçtiğiniz her bir hal şiddet ve dehşetle birbirine uygundur. Bu hallerin içinde o korktuğunuz ölüm vardır, başınıza gelecek kabir azabı vardır, karşılaşacağınız elem verici azap vardır...
Sanıyorum soruyu soran kardeşimiz, âyet-i kerime'de geçen tabaka kelimesinin çağımızda sözü edilen uçan dairlere işaret ettiğini zannetmiş veya duymuştur. Bu, ayet-i kerimenin gayesinden tamamen uzaktır. Kur'an nasslannı (ibarelerini) çeşitli bilimsel nazariyelere uydurmak gayesiyle eğip bükmememiz gerekir. Çünkü Kur'an'ın gayesi bir coğrafya veya kimya kitabı olmak değildir. Bilakis onun davetinin esası hakka ve doğru bir yola hidayet etmektir.
SORU: Kur'an-ı Kerim'de kalp ne demektir? Kalbin bölümlerinden herhangi birinde iman bulunur mu?
CEVAP: Arab lisanında kalp, yürek diye bilinen organa verilen isimdir. Bu organ insanın göğüs bölgesinde bulunur. Sözlükte her şeyin aslına ve Özüne de kalp denildiği gibi akla da kalp denilir. Kur'an-ı Kerim kalp kelimesini pek çok âyette zikretmiştir. Kur'an'da bu kelime genellikle ruh, ilim, akıl ve daha başka anlamlarda kullanılmıştır.
Şu âyet-i kerimede kalp kelimesi ruh anlamında kullanılmıştır:
Yürekler ağızlara gelmişti; Allah hakkında çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. (Ahzap/10)
Buradaki yürekler (kalpler) kelimesi ruhlar anlamındadır. Şu ayet-i kerimedeki kalp kelimesi ilim ve anlayış anlamına gelir:
Doğrusu bunda kalbi olana (anlayış sahibine) veya hazır bulunup kulak verene ders vardır. (Kâf/37)
Şu ayetlerde de aynı anlama gelir:
Kalplerine -Kur'an'ı anlamalarına engel olacak- örtüler koyduk. (îsra/46)
Kalpleri kapanmıştır, bu yüzden anlamazlar. (Tevbe/82)
Kur'an-ı Kerim, kalp kelimesini şu ayeti kerimede de şecaat/cesaret anlamında kulanmıştır:
Allah bunu ancak bir müjde olması ve kalplerinizin yatışması için yapmıştı. (Enfal/10)
Yani sizi cesaretlendirmek ve korkunuzu gidermek için demektir. Şu ayet-i kerimede de bunun zıddı bir anlamda kullanılmıştır:
Allah onların kalplerine korku salmıştı. (Ahzap/26)
Aşırı korkak ve ödlek kimseler, kalpsiz olmakla nitelendirilirler. Bu nitelendirme hakikat anlamında değil mecaz anlamındadır.
Kur'an-ı Kerim'de kalp kelimesi bazen de iffet anlamında kullanılır. Meselâ Hz. Peygamber'in hanımlarından söz eden ayet-i kerimede şöyle buyurulur:
Peygamber'in eşlerinden bir şey isteyeceğinizde onu perde arkasından isteyin. Bu sayede sizin kalpleriniz de, onların kalpleri de daha temiz kalır. (Ahzap/53)
Yüce Kur'an bu kelimeyi kullanırken genellikle insanın göğüs bölgesindeki uzvu kasdetmiştir. Ancak bununla kalp sahibinin yani insanın muhtelif sıfatları kastedilmiştir. Belki de bu sıfatlar insanın bir organı olması hasebiyle kalbe nisbet edilmiştir.
Bu sebeple iman, kalbin muayyen bir bölgesinde mevcut hissedi-lebilir bir şeydir veya hakiki kalp organının her tarafını kaplayan maddi bir varlıktır, dememiz kolay değildir. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.
SORU: Allah Teâlâ buyuruyor ki:
Onlar: "Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa diriltin" derler.
Ölüm iki kere midir, yoksa bir kere midir? Dirilme iki defa mıdır, yoksa bir defa mıdır?
CEVAP: Bu ayet-i kerime Mü'min sûresi (diğer ismiyle Gafir sûresinin 11. ayetidir. Ayetin tamamı şöyledir:
Onlar "Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Artık biz de suçlarımızı itiraf ettik, bir daha çıkmaya yol var mıdır?" derler.
Bir önceki ayetten anladığımıza göre bunu söyleyenler kâfirlerdir. Önceki ayet şöyledir:
İnkar edenlere: Allah'ın gazabı, sizin birbirinize olan öfkenizden daha büyüktür; imana çağrıldığınızda inkar ederdiniz...
Hakkında soru sorulan bu ayetin anlamı şudur: Kâfirler dünyada sapık, bozuk ve bâtıl bir hayat geçirmiş olduklarını anladıkları zaman, daha önceki yaptıklarından farklı, yararlı işler yapmak için dünyaya tekrar dönmeyi arzu ederler ve Allah'a hitaben şöyle derler:
Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin.
Onlar birinci ölümle, dünyada iken ömürleri nihayete erip ecelleri geldiği zaman başlarına gelen ölümü, ikinci ölümle de birinci ölümün hemen akabinde kabir sorgusu için diriltmelerinden sonra kabirde karşılaştıkları ölümü kastederler.
Bir rivayete göre de birinci ölümle murat, yaratılmazdan önceki insanın yokluk halidir veya temiz ve mütekâmil bir hayatın olmadığı nutfe (sperm) veya alaka (zigot) zamanındaki halidir. İkinci Ölümle kastedilen de dünyadaki ömürlerinin nihayete ermesinden sonraki ölümdür. Şu ayet-i kerime de bu manadadır:
Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek, sonra tekrar diriltecek ve sonunda O'na döneceksiniz; öyleyken Allah'ı nasü inkar edersiniz? (Bakara/28)
Burada öldürmenin iki anlama geldiğini gözönünde bulundurmamız gerekir: Birisi herhangi bir şeyi ölü olarak yaratmak, ikincisi bir şey diri iken ölü hale getirmektedir.
"Bizi iki defa dirilttin" demelerine gelince birinci diriltmeyle kastedilen, onların dünyada yaratılıp yokluktan varlığa çıkarılmaları, ikinci diriltilmeyle ise kıyamet günü yeniden diriltilme kasdedilmiştir.
SORU: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Ey inananlar! Size açıklanınca hoşunaza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kur'an indirilirken onları sorarsanız size açıklanır (ama üzülürsünüz). (Maide/101)
Açıklanınca hoşumuza gitmeycek bu şeyler nelerdir?
Bu tür şeyleri bilmek bizi üzeceğine göre bunları öğrenmemiz niçin Kur'an indirilirken mümkün oluyor?
"Kur'an indirilirken" ifadesiyle kastedilen şey nedir?
Bu tür şeylerin üzerini örtmek ve bunlarla ilgili herhangi bir şeyin sorulmamasını istemekle, İslâm'ın müslümanlan bilgiye, öğrenmeye, ilmin ve marifetin ufuklarına açılmaya davet etmesi birbiriyle çelişmez mi?
CEVAP: Bu ayet-i kerime Mâide sûresinde geçmektedir. Bu ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle bir olay rivayet edilir: Âl-i İmran süresindeki "Mekke'ye gitmenin yolunu bulabilen insana Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir" (Âl-i İmran/97) ayeti nazil olduğu zaman dediler ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Her sene mi (haccetmesi gereklidir?)" Ra-sûlullah bu soru üzerine sükut etti. Tekrar "Ya Rasûlullah! Her sene mi?" diye sordular. Rasûlullah yine sustu. Sonra soruyu yine tekrarladılar. Nihayet Rasûlullah şöyle cevap verdi: "Hayır, eğer evet demiş olsaydım, her sene haccetmek vacib olurdu. Eğer her sene vacib olsaydı buna gücünüz yetmezdi. Ben bir şey teklif etmeyerek sizi kendi halinize bıraktıkça siz de bana soru sormayıp beni kendi halime bırakınız. Sizden evvelki milletler, gereksiz yere peygamberlerine çok soru sormaları ve ihtilafa düşmeleri sebebiyle helak olmuşlardır. Binaenaleyh ben size birşey emrettiğimde siz bunu gücünüz yettiğince yerine getirin. Bir şeyi yasakladığımda da onu terkediniz."
Abdullah ibn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilir:
Bazı insanlar alay etmek maksadıyla Rasülullah'a soru sorarlardı. Mesela birisi: "Benim babam kimdir?" diye sorar, bir başkası devesi kaybolduğu zaman: "Benim devem nerede?" diye soru sorardı. İşte bu ayet bunlar hakkında nazil oldu.
Bu ibareden şunu da anlıyoruz ki, bir takım şeyleri inatla istemekten sakmdırmaya yönelik bir yasaklama vardır. Şayet istedikleri şeyler onlara gelmiş olsa mutlaka üzülecekler veya bunlara muhalif bir davranışta bulunmuş olsalar, ahiretteki ceza ile birlikte dünyada da hemen cezalandırılmayı haketmiş olacaklar.
Buradaki soru sorma yasağının, bilinmesinde zorunluluk olmayan gaybi konularla ilgili olması da caizdir. O nedenle bu tür şeyleri sormanın hiç gereği ve faydası yoktur.
"Bu tür şeyleri bilmek bizi üzeceğine göre, bunları öğrenmemiz niçin Kur'an indirilirken mümkün oluyor?" sözüne gelince İbn Abbas buna şöyle cevap vermiştir: "Herşeyi sormayın; sizin sorduğunuz şey hakkında Kur'an ağır bir hüküm indirirse bu sizi üzer. Fakat bekleyin; Kur'an indiği zaman (gerekiyorsa) onun açıklamasını da (inen ayetlerin içinde) mutlaka bulursunuz."
"Kur'an indirilirken" ifadesinin anlamı, muhtelif hükümlerle ilgili Kur'an ayetlerinin nüzulü vakti demektir. Allah Teâlâ insanlara ihtiyaç duydukları bütün bilgileri -ayetleri peşpeşe indirerek-Kur'an'ında açıklar. Bağışlanamaz ve bazı insanların inadı ve yasamaya müdahalesi olarak görülen bu aceleciliğe hiç gerek yoktur. Bu acelecilik üzerine hesaba çekilmiş olsalar bu sebeple Allah'ın cezasıyla karşılaşabilirler.
Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
Allah Teâlâ bazı şeyleri farz kılmıştır, bunları ihmal etmeyiniz, bazı sınırlar çizmiştir, bunları tecavüz etmeyiniz; bazı şeyleri yasaklamıştır, bu yasaklan çiğnemeyiniz. Allah Teâlâ unuttuğu için değil, size merhametinden dolayı bazı şeyler hakkında sükut etmiştir, o halde bunlar hakkında soru sormayınız.
Gereksiz soru sormayla ilgili bu yasak, İslâm'ın ilim ve marifeti teşvik eden emirleriyle hiç bir zaman çelişmez. Kur'an-ı Kerim der ki:
"Rabbim, benim ilmimi artır!" de.
SORU: Kur'an-ı Kerim'deki "kün feyekûn" sözünün anlamı nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurur:
Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah'tır. O, bir işin olmasını dilerse, ona ancak ol der ve olur. (Bakara/117)
Âl-i İmran sûresinde şöyle buyurur:
Meryem "Rabbim! Bana bir insan eli dokunmamışken nasıl çocuğum olabilir?" demişti. Melekler şöyle dediler: "Allah dilediğini böylece yaratır. Bir işin olmasını dilerse ona ol der ve olur." (Al-i İmran/47)
Yine aynı sûrede şöyle buyurur:
Gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratan O'dur. Ol dediği gün hemen oluverir. O'nun sözü gerçektir. Sûra üfleneceği gün hükümranlık O'nundur. Görülmeyeni de görüleni de bilir. O hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. (En'am/73)
Nahl sûresinde şöyle buyurur:
Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona ol dememizdir; derhal oluverir. (Nahl/40)
Meryem sûresinde şöyle buyurur:
Allah çocuk edinmez. O münezzehtir. Bir işin olmasına hükmederse ona ancak ol der, o da olur. (Meryem/35)
Yasin sûresinde ise şöyle buyurur:
Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, ol demektir, hemen olur. (Yasin/82)
"Kün feyekûn" ibaresinin anlamı şudur; Allah Teâlâ iradesine taalluk eden bir şeyi yaratmak istediği zaman o şey hemen olur ve Allah'ın irade ettiği şekilde tahakkuk eder, yaratılır. Var olması emredilen her şey ancak Allah'ın emriyle var olur ve olmaya devam eder.
Allah Teâlâ, yarattığı şeylerde varolma emrini nasıl uyguladığını bu ibareyle haber vermektedir. Allah Teâlâ var olan herşeyi varolmadan önce de bilir. Henüz varlık âlemine gelmeyen şeyler, varlık haline geldiklerinde alacakları biçim neyse aynı şekilde Allah tarafından bilinirler, Allah'ın ilminde mevcutturlar. Allah Teâlâ onların yokluk halinden varlık haline çıkmalarını emreder.
Allah Teâlâ bütün yarattığı ve varettiği şeyler hakkında genel bir bilgi vermektedir. O, birşeyi yaratmak istediği zaman biz insanlar gibi herhangi bir söz söylemeden o şey hemen oluverir. Bu sadece O'nun iradesinin bir icrasıdır. İrade etmesiyle birlikte o şey hemen oluverir. İşte bu durum ayette söz (kavi) diye ifade edilmiştir. Bu sebeple Fah-ruddin er-Razi kün (ol) kelimesinin tevil edilmesi gerektiğini söyler ve çeşitli şekillerde tevil eder. Bu tevillerin en kuvvetlisini tercih eder ki o da şudur:
Kün kelimesiyle, eşyanın yaratılışında, Allah'ın irade ve kudretinin süratle uygulanması kastedilmiştir. Allah Teâlâ bu eşyayı ne herhangi bir fikirle, ne de herhangi bir çaba ve tecrübeyle yaratır. Bunun bir benzeri de Allah'ın gökleri ve yeri nasıl yarattığını anlattığı şu ayettir:
Allah Teâlâ göğe ve arza "isteyerek veya istemeyerek emrime gelin" dedi. İkisi de "isteyerek geldik" dediler. (Fussilet/11)
Bu ayette anlatılan gök ve yer herhangi bir söz söylemeden Allah'ın bu emrini yerine getirmişlerdir. Fakat ayette Allah Teâlâ'nın gök ve yerin yaratılışına yönelik irade ve kudretinin hiçbir savunma ve dirençle karşılaşmaksızın nasıl süratle uygulandığının bir ifadesi olarak böyle denilmiştir. Bunun bir benzeri de şu ayette geçmektedir:
Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu teşbih ederler. O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların
teşbihlerini anlamazsınız. (İsra/44)
Burada teşbih insanların teşbihi gibi sözlü bir teşbih değildir. Bu yaratıcının kudretini gösteren bir teşbihtir. Allah, en iyi bilendir.
SORU: Allah Teâlâ buyuruyor ki:
Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın.
Bu emre muhatap olanların durumunu da beyan ederek içinde bu kelimelerin geçtiği âyet-i kerimeyi tefsir eder misiniz?
CEVAP: Enfâl sûresinde geçen bu âyet-i kerime şudur:
(Ey mü'minler!) Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı, sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği başka kimseleri yıldırıp korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsınız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız. (Enfal/60)
Ayette geçen i'dad kelimesi Arabça'da gelecek için bir şey hazırlamak anlamına gelir. Ribatu'l-hayl tabiri ise savaş için at besleyip hazırlamaktır. Murabetatü'l-Ceyş, cephelerde, hudut boylarında ve tehlikeli bölgelerde silahlı kuvvetlerin konuşlandırılması demektir. Allah Teâlâ mü'min kullarına, düşmanlarına karşı kendilerini savunmak, vatanlarını ve imanlarını korumak için sürekli bir hazırlık içerisinde olmalarını emretmiştir. Bu konuda güçleri dahilindeki mümkün olan her türlü sebebi yerine getirmeleri, maddî, manevî, psikolojik veya ilmî hiçbir kuvvet çeşidini ihmal etmemeleri, bu konuda bütün güç ve gayretlerini sarfetmeleri gerekir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın" buyurmuştur. Kuvvet kelimesi ister daha önce bilinen, isterse daha sonra bilinecek cinsten olsun güç yetirilebilen her türlü kuvveti kapsar.
Âyet-i kerime müminlerin cephelerde ve hücum bölgelerinde at bulundurmalarını da emretmektedir. Âyette buna işaret eden söz riba-tu'l-hayl ifadesidir. Atlar, âyet-i kerimenin nazil olduğu dönemin savaşlarında en süratli nakil vasıtaları idi. Düşmanı kontrol altına alma ve engelleme gayesini gerçekleştirecek olan günümüzdeki her türlü binek aracı buna kıyas edilebilir. Biz, düşmanlarımızın bize karşı kullandıkları silahların aynısını veya daha kuvvetlisini hazırlamakla şer'an sorumluyuz.
Rasûlullah (s.a) bir hadis-i şerifte "kuvvet" kelimesini atmak anlamına gelen ramy sözcüğüyle tefsir ettiğine göre, kuvvet düşmana atılan eski ve yeni her türlü âleti kapsar. Savunma veya saldırı maksadıy-le kullanılan her türlü silahta bir atılma/fırlatılma özelliğinin bulunduğunu görüyoruz. Çünkü atmanın temelinde bir itme vardır. Bir silahtan beklenen şey, bir hareket, itme ve intikal ile gerçekleşir.
Allah Teâlâ düşmana karşı yapılacak bu hazırlığın çeşitlerinden şöyle söz ediyor:
Bununla Allah'ın düşmanlarını ve kendi düşmanlarınızı korkutursunuz.
Yani bu hazırlıkla Allah'ın düşmanlarını ve size saldıran, vatanınızı işgal eden, haklarınızı gasbeden veya yolunuzu kesen düşmanlarınızı korkutursunuz.
Ayet-i kerime görünen düşmanları zikrettikten sonra görünmeyen diğer düşmanlara da işaret edip şöyle diyor:
Sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği başka kimseleri de korkutursunuz.
Yani öyle düşmanlar da vardır ki siz onların kim olduklarını ve nasıl bir düşmanlık beslediklerini bilemezsiniz, fakat Allah onları bilir. Çünkü Allah her şeyi bilendir. O halde sizin her türlü ihtimale karşı hazırlıklı, uyanık ve dikkatli olmanız gerekir. Şüphesiz bu birlik ve beraberliği, yardımlaşmayı ve Allah yolunda infakı da gerektirir. Bunun içindir ki âyet-i kerimede daha sonra şöyle denilmektedir:
Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.
Âyetin bu bölümünde korunması gerekli kutsal değerlerin savunulması ve hazırlık yapılması için infak etmeye/bağışta bulunmaya kuvvetli bir teşvik vardır. Allah Teâlâ bu infakın kârlı bir ticaret olacağını va-adediyor. Allah bunun karşılığını sevap olarak fazlasıyla verecektir.
SORU: Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Onların ecelleri gelince ne bir saat gecikebilir, ne de öne geçebilir.
Bir hadis-i şerifte ise şöyle buyuruluyor:
Sadaka belayı engeller ve ömrü uzatır.
Zikredilen âyetle hadis arasında bir çelişki var mıdır?
CEVAP: el-Menâr Tefsiri'nde şu ifadeler yer almaktadır:
Müfessirler kişilerin ecellerini ve bununla ilgili şeyleri araştırdılar. Şüphesiz Allah'ın ilminde ve takdirinde her ferdin bir eceli vardır: "...sonra sizin ölüm zamanınızı takdir eden ancak O'dur. Bir de O'nun katında muayyen bir ecel (kıyamet günü) vardır. (En'am/2)
Allah'ın ilmindeki ecel değişmez. Allah'ın herkesin ecelini bilmesi sebeplerin ve sonuçların inkarını, insanların mecbur olmalarını, dünya ve âhiret işlerinde hiçbir iradelerinin olmamasını gerektirmez. Bunun her ikisi de, (yani insanların hür oldukları, iradelerinin olduğu ve sonuçların sebeplere bağlı olduğu) akıl, duyu ve nakil (vahiy) ile sabit bir gerçektir. Vukûbulan gerçek, Allah'ın ilmindekinin bir benzeri ve tasdikidir. Allah'ın ilmi, gerçeğin ortaya çıkmasının bir faili/etmeni değildir. Ancak ecelin vukuu ilahî ilmin kâşifidir.
Yaratılış nizamının bir gereği olarak takdir edilmiş ecele gelince bu, bilim adamlarının tabii ömür diye tabir ettikleri eceldir. Asrı-mızdaki doktorlar tabii ömrü yüz sene olarak tahmin ediyorlar. Doktorlar her bir şahsın vücut gücünü, temel organlarını ve bu organların fonksiyonlarını araştırdıktan sonra onun ömürünün ne kadar olacağına dair bir tahminin sağlıklı olabilmesi için insanın düzenli, dengeli ve muttaki (dindar) bir hayat yaşaması şarttır. Bunlar ihlal edilirse bu tahmin de gerçekleşmez ve Allah'ın ilmin-deki sabit hakikatten uzaklaşır. Kişi bunlara riayet ederse, Allah'ın koyduğu kanunlardan elde edilen bilgilere göre takdir ve tahmin edilen bu ortalama Ömre yaklaşır.
Meselâ bir kimse kendisi için tahmin edilen ömür bitmeden önce bir cinayete kurban gitse veya boğularak ölse "tabii ve takdiri/tahmini ömrü bitmeden öldü" denilir. Fakat o yine de Allah'ın indin-deki hakiki eceliyle ölmüştür. Sıla-yı rahim ve dua gibi amelî ve psikolojik sebeplerle insan ömürünün uzadığı veya kısaldığı konusundaki bütün rivayetler sadece takdiri/tahmini ve tabii ömüre nisbetledir ki bu ömür, sebepler ve sonuçlar konusundaki Allah'ın koyduğu kanunların bir görüntüsünden ibarettir. Sılayı rahim, hayatta neşelenme ve sevinmenin sebeplerinden birisidir. Üzüntüden uzak bir hayat, uzun ömrün en önemli sebeplerindendir. Duanın menşei ise Allah'a kuvvetli bir iman ve zayıf kaldığı veya sebepleri ifadan aciz kaldığı durumlarda Allah'ın mü'mini başarıya ulaştıracağını ve yardım edeceğini ümit etmektir.
Özellikle sıla-yı rahmi kesmek, çaresiz durumlarda herşeye gücü yeten Allah'ın rahmetinden ümit kesmek gibi insanın içine attığı üzüntü ve kederlerin bünyeyi zayıf düşürdüğü ve vücudunun zamanından önce İhtiyarlamasına sebep olduğu tecrübelerle sabittir.
Bundan anhyoruzki burada âyetle hadis arasında bir çelişki yoktur. Çünkü kişi sadaka verecekse bu zaten Allah tarafından önceden biliniyordu. Kimbilir belki de Allah Teâlâ belanın engellenmesini ve ömrün uzamasını bu sadakaya bağlamıştır. Sanki sadakanın verilmesi durumuna göre bir ecel belirlenmiş gibidir.
Ömrün artmasıyla, yararlı işler yaparak onun günlerinin bereket-lendirilmesi de kastedilmiş olabilir. Çeşitli güzel amellerle ömrün arttığına işaret eden pekçok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Sıla-yı rahim ömrü arttırır, gizlice verilen sadaka rabbin öfkesini söndürür.
Sıla-yı rahim, güzel ahlâk ve komşularla iyi geçinmek ülkeleri mamur hale getirir ve ömürleri uzatır.
Akrabalarla ilişki içerisinde bulunmak da malı çoğaltır, aile muhabbetine sebep olur ve eceli geciktirir.
Müslüman kişinin verdiği sadaka ömrü artırır, kötü bir ölümü engeller ve Allah Teâîâ onunla böbürlenme ve kibirlenme duygusunu giderir.
Allah en iyi bilendir.
SORU: Kur'an-ı Kerim İslâm ümmetini vasat bir ümmet ve bu ümmetin fertlerini de insanlara şahit olarak nitelendirir. Bunun anlamı nedir?
CEVAP; Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurur:
İşte böylece sizin insanlara şahitler olmanız, Rasûlü'nün de size şahit olması için sizi mutedil (vasat) bir ümmet kıldık. (Bakara/143)
Ümmet, tek bir yöne yönelen cemaat, topluluk demektir. Ümmet fertleri tek bir saf ve tek bir hedef olurlar. Vasat ise adalet ve iyilik demektir. Çünkü bir şeyin ortası onun en hayırlı olanıdır. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur:
İşlerin hayırlı olanı vasat (orta, mutedil, ılımlı) olanlarıdır.
Vasat insan ifrat ve tefritten aynı ölçüde uzak olan kimse demektir. Sanki vasat kelimesinin içinde sırat-ı müstakim üzerinde dosdoğru ve disiplinli olarak gitmek anlamı vardır.
Allah Teâlâ mü'min kullarına "İşte böylece sizi vasat bir ümmet kıldık" derken sanki onlara şöyle demektedir: Sizin hayırlı ve adaletli kişiler olmanızı istiyorum; ilim ve amel sizi temizlesin, kelime-i tev-hid sizi bir araya getirsin ve yüceltsin, övgüye layık hasletler sizi süsleyip güzelleştirsin; böyle hasletler sahibinin hareketlerini disiplin ve düzene sokar, onları sağlıklı ve yerinde bir itidalin içinde tutar; böyle kişiler yapması gereken her şeyi yapar ve her türlü kötülüklerden sakınır. Hepsinin de ötesinde Allah onlann rehberi ve yardımcısıdır.
Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: "İnsanlığa şahitler olmanız için.." Şahitlik tehlikeli ve tehlikeli olduğu kadar da şerefli bir rütbedir. Şahitlikte bir insanın bir başkasının dini ve ameli hakkında verdiği hüküm kabul edilir. Allah Rasûlü (s.a) şöyle buyurur:
Siz kimi iyilikle vasıftandırırsanız cennet onun için vâcib olur, siz kimi kötülükle vasıflandırılanız onun için de cehennem vâcib olur. Siz yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz.
Sonra Rasûlullah (s.a) şu âyeti okudu:
İşte böyle sizi insanlığa şahitler olmanız, Rasûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil (vasat) bir ümmet kıldık.
Bu şehadet, şahidin şahitliğe elverişli ve layık olmasını ve şahitlik yapabilecek durumda olmasını gerektirir. İşte o zaman adaletli ve faziletli bir kişi olur. Başkasına karşı bir ayrıcalığının olması için kendisine mahsus hususiyetlerinin ve üstün vasıflarının olması gerekir. İşte o zaman başkasına şahitlik yapmaya elverişli olur. İslâm ümmetinin diğer ümmetlere şahitliğinde, yönlendirme ve önderlik anlamı vardır. Bunun için de bir plan ve program gerekir, ümmetin bir takım değer-
lere ve ölçülere sahip olması gerekir. Bu ümmet öyle bir ümmettir ki rableri onlann amelleriyle, olgunluk ve faziletleriyle diğer ümmetlerden üstün olmalarını ve kendi eğriliklerini doğrultmalarını ister. Eskilerin dediği gibi eğri çubuğun doğru gölgesi olmaz, bir şeyi kaybeden onu başkasına veremez. Bu ümmetin önce kendisim düzeltmesi ve yaratıcısının istediği gibi bütün işlerinde vasat, yani mutedil (ılımlı) bir ümmet olması gerekir. İşte ancak o zaman Hz. Peygamber (s.a) onla lehine şahitlik edecektir. Bunun içindir ki âyet-i kerime şöyle devam eder:
Rasûlün de size şahit olması için...
Peygamber meseleyi ilettiğine ve emaneti yerine getirdiğine dair şahitlik eder. Ayrıca çağrısına icabet eden, hidâyete eren ve istikamet üzere olan kimselerin de imanına şahitlik eder. Peygamber takva sahiplerini rablerinin katında temize çıkarmak için bu şahitliği yapar. Bütün bunlardan sonra iş Allah'a kalmıştır. O dilediğini yapar ve tercih eder.
SORU: Kur'an-ı Kerim'de geçen sâihûn kelimesinin anlamı nedir?
CEVAP: Sâihûn kelimesi Tevbe sûresinde şu âyet-i kerimede geçmektedir:
Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. Bu Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah'ın verdiği hak bir sözdür. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu gerçekten büyük bir başarıdır. (Bu alışverişi yapanlar), tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, (sâihûn), rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır. O müminlere müjdele! (Tevbe/111-112)
Siyaha maddesi Kur'an'da üç yerde geçer. Birincisi yukardaki âyettir. İkincisi yine Tevbe sûresinin başındadır ve şöyledir:
(Ey müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezil perişan
edecektir. (Tevbe/2)
Üçüncüsü Tahrim sûresinde geçer ve şöyledir:
Eğer o sizi boşarsa rabbi ona, sizden daha iyi, kendini Allah'a veren, inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan dul ve bakire eşler verebilir. (Tahrim/5)
Lügat kitaplarına müracat ettiğimiz zaman seyahat kelimesinin yeryüzünde yürümek, az bir yiyecek ve içecekle bol bol gezmek, şehirlerden ve meskun yerlerden uzaklara gitmek anlamına geldiğini görürüz. Oruç tutan kimseye de sâih denilmiştir. Çünkü o yemeyi ve içmeyi terkettiği için seyahat eden kimseye benzer. Saha, geniş mekan demektir. Devamlı ve bol akan suya da sâih denilmiştir. Yerin suyu aktı anlamına sâhat'ül-ard denilir. Seyahat, yeryüzünde dolaşmak demektir.
Müfessirler sâihûn kelimesinin anlamı üzerinde pek çok görüş zikretmişlerdir. Onlardan pek çoğu da burada ona "oruç tutanlar" anlamını vermişlerdir. Çünkü hadis-i şerifte "Ümmetin seyahati oruç tutmaktır" buyrulmuştur. Belki bunun sebebi orucun iki kısımdan oluşmuş olmasıdır. Birinci bölüm orucun hakiki yönüdür ki yemeyi, içmeyi ve şehevi arzuları terketmektir. İkincisi hükmî oruçtur ki o da kulak, göz ve dil gibi organları günah ve masiyetlerden korumaktır. Sâih bu ikinci kısımdaki orucu tutandır.
Bazı müfessirler de sâihûn ile gaziler ve mücahitlerin kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü bir hadis-i şerifte "Ümmetimin seyahati cihattır" buyrulmuştur. Bazı müfessirler bu kelimeyle, ilimle meşgul olanların kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü onlar ilim öğrenmek için yeryüzünde seyahat ederler. Bazıları da bu kelimeyle muhacirlerin kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü onlar da bir yerden bir yere intikal ederler.
Bazıları da sâihûn'un şu âyetlerin anlamına icabet edenler olduğunu söylemişlerdir:
(Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaş-salardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. (Hac/46)
Onlar yeryüzünde hiç gezmedilermi ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler! (Yusuf/109)
De ki: "Yeryüzünde gezip, dolaşın ki dini yalanlayanların akıbetlerinin nasıl olduğunu görün." (En'am/11)
De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın; Allah'ın yaratmaya nasıl başladığını bir görün!" (Ankebut/20)
Şüphesiz seyahatin pek çok faydası vardır. Bu konuda el-Hatip eş-Şirbini, Tefsirinde* şöyle demektedir:
Nefsin olgunlaştınlmasında seyahatin önemi büyüktür. Çünkü insan, seyahatleri esnasında pek çok faziletli kişi ile karşılaşır. Her birinden ayrı bir istifade temin eder. Büyük adamlarla karşılaşabilir ve onların karşısında kendisinin küçüldüğünü görür. Pek çok medreseyi ziyaret eder ve onlardan faydalanır. Allah'ın herkesin durumuna göre yarattığı farklı sebebler yüzünden değişik yerlerdeki insanların değişik durumlarını müşahede edebilir, böylece de bilgisi ve kültürü artar. Özet olarak seyahatin din üzerinde kuvvetli bir etkisi vardır.
Sâihûn kelimesinin bir yerden bir yere intikal edenler ve seyahat edenler şeklindeki tefsirinin burada uygun düşeceği görüşüne ben de katılıyorum. Bir itirazcı kalkıp şöyle diyebilir: Hadis-i şerifte "İslâm'da seyahat yoktur" buyruluyor. Bu itiraza şu şekilde cevap verilir: İbnü'l-Esir'in de dediği gibi buradaki seyahatle şehirlerden ve insanlardan ayrılmak, cumayı ve cemaati (cemaatle namazları) terketmek kastedil-
Tefsirinin ismi şöyledir: es-Sirac'ül-Münir ala Marifeti Ba'zı Meâni Kelamı Rabbine'i-Hakim'ü-Habir. Yazarın ismi Muhammed eş-Şirbini el-Hatibü'ş-Şâfii. Tefsirini yazmaya h. 961 'lerde başlamistir. Bir görüşe göre de hadiste seyahatle kastedilen, şu âyette de anlatıldığı gibi kötülük, laf taşıma ve insanların arasını açma gayesiyle seyahat edenler ve bir yerden bir yere gidenlerdir:
O kişi dönüp gittimi (yahut iş başına geçtimi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip, nesilleri bozmak için çalışır.
Allah bozgunculuğu sevmez. (Bakara/205)
Hz. Ali'nin (r.a) bazı salih kişileri methederken söylediği şu sözler de bu görüşü destekliyor: "Onlar karanlıkların nurudur ve onlar sırları ifşa eden, laf taşıyıp bozgunculuk yapan kimseler değillerdir."
Yani onlar takva sahipleridir, velidirler. İnsanlar hayatta onların davranışlarıyla aydınlanır. Onlar gizli şeyleri açığa çıkartıp da yaymazlar. İnsanlar arasında bozgunculuk yapmak için koşmazlar.
Bir itirazcı da "Bu ümmetin seyahati oruç tutmaktır" hadisiyle buna itiraz edebilir. Bu itirazın da geçerli bir tarafı yoktur. Çünkü bu hadiste ya fikrî ve kalbî seyahat kastedilmiştir, ya da -en Nihaye'de de belirtildiği gibi- oruç tutan kimsenin seyahat eden kimseye benzemesi kastedilmiştir. Çünkü seyahat eden kimse yanma azık ve su almadığı halde yeryüzünde dolaşır. Nerede yiyecek bulursa onu yer. Bu sebeple oruçluya benzetilmiştir. Çünkü oruçlu da gündüzü hiç bir şey yemeden ve içmeden geçirir.
Şöyle dememiz de mümkündür: "Yeryüzünde dört ay daha dolaşın!" âyetinde bu kelimenin, yeryüzünde seyahat etmek, bir yerden bir yere intikal etmek anlamından başka bir anlamı yoktur. Yani bu dört ay içinde istediğiniz yere gidin demektir. Müminlerin sıfatlarının anlatıldığı âyetteki sâihûn kelimesiyle ise tercih edilen görüşe göre yeryüzünde gezip dolaşan seyyahlar kastedilmiştir. Ben de bu görüşe katılıyorum. Belki diğer bir anlamının olması da muhtemeldir.
Tahrim süresindeki sâihât kelimesiyle ise oruç tutan kadınların kastedilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Hakkı söyleyen ve yolu gösteren Allah'tır.
SORU: Şu âyet-i kerimenin tefsirini rica ediyorum:
Doğrusu âyetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayan-lara göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler. Suçluları böyle cezalandırırız. Onlar için cehennemden bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır. Zâlimleri böyle cezalandırırız.
CEVAP: Bu âyetler A'raf süresinin 40 ve 41. âyetleridir. Manası şöyledir: Allah'ın kelâmı olduğu halde Kur'an âyetlerini yalanlayan, onlardan yüz çeviren, büyüklenerek onlara inanmayan, gereğince amel etmeyen ve onun gösterdiği yolda gitmeyen kâfirlerin önlerindeki kapılar kapanır ve menfezler tıkanır. Onlara cennet kapılarından herhangi bir kapı açılmaz. Âyetteki göğün kapılarıyla, cennetin kapılan kastedilmiştir. Çünkü cennetin mevkii yüksektir. Bu kapılar kâfirlere açılmaz ve kocaman iri vücutlu bir deve, küçücük iğnenin deliğinden geçmedikçe onlar da bu kapılardan geçemezler. Devenin bu delikten geçmesi imkansızdır. Bu duruma göre âyetin anlamı kâfirler kesinlikle cennete giremeyeceklerdir, demektir.
Bir görüşe göre de âyetin anlamı şöyledir: Onlar kâfir oldukları müddetçe duaları Allah tarafından kabul edilmez. Çünkü gök, duanın kıblesidir. Bu iki anlam arasında bir çelişki yoktur. Çünkü duasını Allah'ın kabul etmediği bir kimse cennete giremez. Çünkü cennet, Allah'ın mü'min kullan içindir.
Sonra ikinci âyet, küfürlerinde ısrar eden kâfirler için cehennemden yataklar olacağını, onların bu yataklarda yatacaklarını söylemektedir. Bu ne kötü bir yataktır; üstlerinden kızgın alevler onları kuşata-caktır. Bu, onlann inkar ve zulümlerinin bir karşılığıdır.
Bu ilahi ve âdil hüküm bize Nisa sûresinde geçen şu âyetleri hatırlatıyor:
Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamber'den ayrılıp inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir. Allah elbette kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse derin bir sapıklığa sapmış olur. (Nisa/115-116)
Âlimler, kâfirlerin kıyamet günü ebediyyen azap içinde kalacaklarını söylerler. Çünkü küfürden öte bir günah yoktur.
Allah Teâlâ'dan bizi iman üzere diriltmesini ve onunla vefat ettirmesini niyaz ederiz. Başarıya ulaştıracak olan O'dur.
SORU: Şu âyet-i kerimede Allah'ın sözünü ettiği kullar kimlerdir?
Üzerinize pek güçlü olan kullarımızı gönderdik. Bunlar evlerin arasına girip sizi aradılar?
CEVAP: Allah Teâlâ, azgınlıklarının ve bozgunculuklarının cezası olarak eski dönemlerde yahudilere nasıl bir ceza indirdiğini şöyle anlatır:
Biz, Kitap'ta İsrailoğullarına: "Sizler yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve azgınlık yapacaksınız" diye bildirdik. Bunlardan ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Bunlar evlerin arasında dolaşarak sizi aradılar. Bu yerine getirilmiş bir vaad idi. (İsra/4-5)
Yeryüzünde çıkarmış oldukları ilk bozgunculuğun cezası olarak İsrailoğullarmın hakettikleri cezanın vakti geldiği zaman Allah Teâlâ üzerlerine güçlü kuvvetli kullarından bir topluluğu gönderdi. Bunlar savaşta sert ve acımasız idiler. İsrailoğullarmın evlerinin arasında dolaştılar. Yahudileri Öldürdüler, mallarını gasbettiler, evlerini tahrip ettiler, kadınlarını ve çocuklarım esir aldılar. Allah bunları israiloğulanna küstahlıklarının, sapıtmaları ve yeryüzünde bozgunculuk yapmalarının bir cezası olarak musallat etti. Bu ilahi ceza yerine getirilmiş bir vaad idi, engellenmesi ve geri çevrilmesi imkansız bir vaad idi. Yahudilerin bundan kaçıp kurtulmaları mümkün değildi.
Âyet-i kerimede sözü edilen kullar, Kur'an'm Bakara sûresinde işaret ettiği Calut ve askerleridir:
Talut ve iman edenler beraberce ırmağı geçince: "Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç bir gücümüz yoktur" dediler. (Bakara/249)
Abdullah ibn Abbas'tan bu âyetin tefsiri konusunda şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Birincisisinde yahudilere Allah Câlût'u gönderdi. Câlût yahudile-rin evlerinin arsında dolaşarak onları arayıp buldu. Onları esaret altına aldı ve haraca bağladı. Bunun üzerine Allah'tan Allah yolunda maiyetinde savaşmak üzere bir kral göndermesini istediler. Allah Tâlût'u gönderdi. Câlût ile savaştılar, Allah İsrailoğullarına yardım etti ve Câlût, Davud'un eliyle öldürüldü. İsrailoğulları mülklerine geri döndüler. Tekrar bozgunculuk yaptıklarında da Allah üzerlerine Bahtunnasr'ı gönderdi. Bahtunnasr mabetleri ve ele geçirdikleri her şeyi tahrip etti. Allah Teâlâ, birinci ve ikinci cezalandırmadan sonra şöye dedi:
Belki rabbiniz size merhamet eder; fakat eğer siz yine bozgunculuğa dönerseniz, biz de sizi yine cezalandırırız. (İsra/8)
Onlar bozgunculuğa tekrar döndüler, Allah da bu sefer onlara mü'minlen musallat etti..
Katade'nin şöyle dediği rivayet edilir:
Birincisinde Allah yahudilerin üzerine Câlût'u musallat etti.
Nihayet Tâlût'u ve onunla birlikte Davud'u gönderdi. Sonra İsrailoğullarına tekrar galibiyet ve zafer verdi. (Sayınızı daha fazla çoğalttık. (İsra/6)
Yani nüfusları arttı. Bu Davud'un zamanında olmuştur.
Diğer cezalandırma zamanı gelince. (İsra/7) Yani ikinci cezalandırma zamanı gelince, yüzünüzü kötüieştirsinler diye... (İsra/7) Yani üzüntüden suratlarınızın asılmasına sebeb olsunlar diye...
(Daha önce girdikleri gibi yine mescide[7] girsinler ve ele geçirdiklerini mahvetsinler diye. (îsra/7)
Allah onlara diğer cezalandırmada Bâbilli mecusi Buhtunnasr'ı -ki Allah'ın gazabına uğramış bir kişidir- gönderdi. Buhtunnasr onları esir aldı, öldürdü Beyt-i Makdis'i tahrip etti ve onları çok kötü işkencelere tâbi tuttu.
Benim bu kondu tercih ettiğim rivayet budur. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
SORU: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Ey bürünüp sarınan Muhammedi Kalk da uyar. Rabbini yücelt. Giysilerini temiz tut. Kötü şeyleri terke devam et.
Bu âyetlerin anlamı ve nüzul sebebi nedir?
CEVAP: Bu âyetler Mekki olan Müddessir sûresinin ilk bölümüdür. Bu sûre Rasûlullah'a (s.a) ilk nazil olan Kur'an sûrelerindendir. İmam Buharı Sahihinde bu âyetlerin nüzul sebebi hakkında Rasûlullah'ın (s.a) şöyle dediğini rivayet eder:
Hirada bir ay kaldım. Hıradaki günlerim sona erince aşağı inerken bana seslenildi. Önüme, arkama, sağıma soluma baktım hiç kimseyi göremedim. Sonra bana tekrar seslenildi. Etrafıma baktım, yine bir şey göremedim. Sonra bana tekrar seslenildi. Başımı kaldırınca havada arşın üzerinde onu -yani Cebrail'i- gördüm. Bunun üzerine beni şiddetli bir titreme tuttu. Hatice'ye geldim ve "beni örtün, beni örtün, üzerime soğuk su dökün" dedim. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyetleri inzal buyurdu:
Ey sarınıp bürünen Peygamber! Kalk, insanları uyar! Rabbini yücelt! (Müddesir/1-3)
Âyetlerin anlamı şöyledir:
Ey elbiselerine sarınıp bürünen ve uyuyan Peygamber! Uykundan kalk, üstünden örtünü at, insanlara rabbinin davetini ulaştır, onlara peygamber olduğunu bildir ve senden yüz çevirip sana icabet etmezlerse cnları Allah'ın azabı ile korkut.
"Rabbini yücelt" yani rabbinin, mâlikinin ve işlerini düzene koyan Allah'ın herşeyden büyük olduğuna iman et. İmanını göstermek için "Allahu ekber" kelimelerini tekrar et. Bazı imamların dediğine göre burada kastedilen takdis ve tenzih tekbiridir; yani O'ndan başkasını dost edinme, O'ndan başkasına kulluk etme, O'ndan başkasını üstün görme, nimeti sadece O'ndan bil. Rivayet olunur ki Ebû Süfyan Uhud savaşında şöyle dedi: Hubel'i yücelt. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
Allahu a'lâ ve ecel (Allah büyüktür ve yücedir) deyiniz. Giysilerini temiz tut.
Bu âyetin anlamının, davranışlarını düzelt veya ruhunu arındır veya vücudunu temizle şeklinde olduğu söylenilmiştir. Elbiseni pislik ve kirlerden temizle anlamına geldiği de söylenilmiştir. Elbiselerin temiz tutulmasının iki şekilde olacağı rivayet edilmiştir: Birincisi paçaların veya eteklerin kısaltılmasıdır. Çünkü bunlar uzun olursa elbiseye pislik bulaşır. Bu sebeple Hz. Ömer (r.a) eteğini uzattığını gördüğü bir kişiye şöyle dedi: "İzarını yukarı kaldır, çünkü bu takvaya ve temizliğe daha uygundur ve daha kalıcıdır." Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Mü'minin izan, şekil olarak inciklerinin yarısına kadar uzanır. Topukla bu bölge arasında olmasında da bir sakınca yoktur. Bundan daha aşağıya sarkarsa o, cehennemdedir.
Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kim böbürlenmek için izarını uzatırsa Allah Teâlâ kıyamet günü onun yüzüne bakmaz.
Elbise temizliğinin diğer şekli ise onları yıkayarak pislikten temizlemektir. Bunun içindir ki âlimler, elbiseleri temizlemenin vacib olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da şöyle demişlerdir: Sadece temiz bir elbise ile namaz kıl.
"Kötü şeyleri terk et" yani günahları terket ve masiyetlerden uzak dur. Çünkü günah ve masiyetler Allah'ın azabına götürür. Neyi kasdet-tiğini en iyi bilecek olan Allah Teâlâ'dır.
SORU: Kur'an-i Kerim'in zikrettiği maun kelimesinin anlamı nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ Maun sûresinde şöyle buyuruyor:
Dini yalan sayanı gördün mü? İşte o yetimi itip kakar; yoksulu doyurmaya teşvik etmez; yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır. En ufak bir yardımı esirgerler.
Sûrenin son âyetindeki maun (en ufak bir yardım) kelimesinden neyin kastedildiğinin belirlenmesi konusunda müfessirler pek çok görüş zikretmişlerdir. Maun, itaat ve bağlılıktır, denilmiştir, malın farz kılman zekatıdır, denilmiştir, yine maunun ödünç verilen şey olduğu ve hak anlamına geldiği de söylenilmiştir. Fakat bunların en meşhur olanı şudur: Maun ile, insanların birbiriyle yardımlaşmasını kolaylaştıran ve aralarındaki alış-verişle iyi ve cömert insanların tanınmasını sağlayan her türlü faydalı şey kastedilmiştir. Bu sebepledir ki müfessirlerden bir grup, evdeki tencere, balta, kova, bardak, ateş ve benzeri her türlü şeyin ödünç olarak verilmesinin genel isminin mâûn olduğunu söylemişlerdir. Onlar, mâûn kelimesinin kökünde bu anlamın bulunduğunu ifade etmişlerdir. Çünkü bu kelimenin kökünde azlık anlamı vardır, el-Ma'n, az bir şey demektir. Bu sebeple Kurtubi, su, tuz ve ateş gibi (istenildiği zaman) esirgenmesi caiz olmayan şeylerin mâûn olduğunu söylemiş ve Hz. Aişe'den (r.a) bununla ilgili şu hadisi rivayet etmiştir:
Ya Rasûlullah, istenildiğinde esirgenmesi helâl olmayan şey nedir?
Su, ateş ve tuz.
Ya Rasûlullah! Suyu anladım, peki tuzun ve ateşin durumu nedir?
Ey Âişe! Ateşi veren kimse sanki bu ateşle pişirilen şeylerin tamamını tasadduk etmiş gibidir. Tuzu veren kişi sanki bu tuzla lezzetlendiren şeylerin tamamını tasadduk etmiş gibidir. Su bulunduğu zaman bir yudum su ikram eden kimse sanki altmış kişiyi hürriyetine kavuşturmuş gibidir. Su bulunmadığı zaman bir yudum su ikram eden kimse bir kişiyi diriltmiş gibi olur. Bir kişiyi dirilten, sanki bütün insanlığı diriltmiş gibidir.
Kurtubi bu hadisi Sa'lebi'nin tefsirinde rivayet ettiğini söylemiştir. Bu hadisi İbn Mace de Sünen'înde rivayet etmiştir. Senedinde zayıflık vardır. Muhaddisler bu hadisin derecesi hakkında ne söylerlerse söylesinler bu hadis mâûn ile insanların birbirlerine yardım etmelerinin zor olmadığı faydalı şeylerin kastedildiğine işaret etmektedir. Bu tür şeyler az ve basit olmalarına rağmen -ihlasla ve Allah rızası için verildiği zaman- Allah'tan büyük bir sevap olarak sahibine geri döner.
SORU: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.
Bunun manası nedir?
CEVAP: Bu âyetlerin anlamı şöyledir: Mal ve evlatlarınızın çokluğuyla övünmek, kabile ve aşiretlerinizle gururlanmak, dünya arzularına ve lezzetlerine dalmak sizi o kadar meşgul etti ki bu sebeple Allah'a itaati unuttunuz, O'nun emirlerini ve çağrısını terkettiniz. Nihayet "kabirleri ziyaret ettiniz" yani ölünceye kadar öyle devam ettiniz, kabir ahalisinden oldunuz. Kabirlerde siz birer ziyaretçisiniz; kıyamet günü oradan çıkacaksınız ve bir ziyaretçinin kendi evine dönüşü gibi rabbinıze döneceksiniz ve oradan en son varacağınız yere varacak; ya cennete veya cehenneme gideceksiniz, bu dünyada yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz.
Abdullah ibn Abbas'tan (r.a) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a) elhakümü't-tekasür âyetini okudu sonra şöyle dedi: "Tekâsürü'l-emval, malın haksız yere toplanması, hakkının verilmemesi ve biriktirilip yığılmasıdır."
Kur'an-ı Kerim diyor ki:
Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele! Bunlar cehennem ateşinde kızdınldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, "Bu kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın" denilecek. (Tevbe/34-35)
Bu âyetin yahudiler hakkında nazil olduğu da rivayet edilmiştir. Yahudiler "Biz falanlardan ve filanlardan daha çoğuz" demişlerdi de sapıklık üzere ölünceye kadar bu iddialarla kendilerini avutmuşlardı. Yahudiler eskiden beri mal toplamak ve biriktirmekte hırslı bir millet olmakla meşhurdurlar. Bu âyetin çokluklarıyla Övünen iki kabile hakkında nazil olduğu da söylenir. Onlar şöyle derlerdi: "Bizim şöyle ileri gelenlerimiz vardır, biz sayıca daha çoğuz, bizim arkamız daha kuvvetlidir." Onlar böylece dünyada sahip oldukları şeylerle övünürler, biri diğerinden fazla olursa sıra ölüleriyle övünmeye gelir ve ölen adamlarını saymaya başlarlardı. Bundan dolayı bir şair şöyle demiştir:
Öldükleri zaman görüyorum ki şu saray sahipleri Kayalardan binalar yaparlar hep kabirlerin üstüne Sadece övünmektir onlann varsa işleri güçleri Kabirlerde bile çıkmak isterler fakirlerin üstüne.
Müslim'in Sahih'inâe Mutarrıf, babasından şöyle rivayet eder:
Rasûlullah'a (s.a) gelmiştim. Tekâsür sûresini okuyordu. Buyurdu ki: "Ademoğlu malım-mülküm der. Halbuki malından sana ancak sadaka verip de öbür dünyaya geçirdiğin, yiyip de tükettiğin ve giyip de eskittiğinden başka ne var? Bunun dışındakiler elinden gider ve Ölünce onu insanlara terkeder."
Rasûlullah (s.a) bir keresinde de şöyle buyurmuştur:
Ademoğlunun iki vadi dolu altını olsaydı üçüncü bir vadi daha isterdi. Ademoğlunun gözünü ancak toprak doldurur, sonra Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder.
SORU: "Lemem'in dışında büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince..." âyetinin anlamı nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ Necm sûresinde şöyle buyurur:
Göklerde ve yerde bulunanlar hep Allah'ındır. Bu, Allah'ın kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, güzel davrananları da daha güzeliyle mükafaatlandırması içindir. Ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki rabbin, affı bol olandır. O sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada (bile), sizi en iyi bilendir. Artık kendinizi temize çıkarmayın. O, sakınanı çok iyi bilir. (Necm/31-32)
Ayette geçen kebâir kelimesi kebire'nm. çoğuludur ve Allah katındaki cezası büyük olan günah demektir. İsm ise sahibini sevaptan uzaklaştıran kötü davranış demektir. Fevâhiş ise fahişe'mn çoğuludur ve çirkinliği çok büyük olan söz ve fiillere denir. Lemem (ufak tefek kusur) günaha yakın demektir. Küçük günahlar için bu tabir kullanılır. Arasıra yapılan şeyler için de lemem denilir. Neredeyse yapacaktım, yapmaya yaklaştım fakat yapmadım anlamında "elmetü bi keza" denilir. Kısa süren bir ziyereti ifade etmek için ilmam kelimesi kullanılır.
Ayetin anlamı şöyledir: Allah Teâlâ göklerdeki ve yerdeki herşe-yin sahibidir. Dilediğini bir hikmet gereği yoldan çıkarır, dilediğini de hidayete sevkeder. Kendisine isyan edenleri, masiyet irtikap ederek kötülük yapanları, günahlara dalanları azabıyla cezalandırır, iman edenleri ve güzel ameller işleyenleri daha güzel bir karşılıkla -ki cennettir bu karşılık- mükafaatlandırır.
İşte bu mü'minler, Allah'ın sakındırdığı büyük günahlardan ve ma-siyetlerden uzak duran kimselerdir. Allah Teâlâ bunları affeder, bunların müslünıan olmadan önce işledikleri günahları da affeder ve bunlardan dolayı hesaba çekip cezalandırmaz. Bundan dolayıdır ki İbn Cerir et-Taberi Tefsirinde onlaradan bahsederken şöyle der:
Onlar bu büyük günahları İslâm'a girdikleri zaman terkederler. Allah da onların küçük günahlarını ve İslâm'dan önceki işledikleri büyük günahları affeder.
İbn Cerir leniem hakkında da şunu söyler:
Lemem onların müslüman olmadan önce, cahiliye döneminde işledikleri büyük günahlar ve hayasızlıklar ki müslüman oldukları zaman Allah bunları bağışlar.
Bazı müfessirler de letnem'in, kişinin işleyip de sonra süratle tev-be ettiği ve bir daha işlemediği günah olduğunu söylerler. Bazı müfessirler ise İemem'in, büyük günahlar ve hayasızlıkların dışındaki kötü bakış ve dokunma gibi insanın ısrar etmeksizin işlediği yanlışlıklar olduğunu söylerler. Şair şöyle der:
Allahım, sen affedersen çok şeyi affedersin Hangi kulun vardır senin hiç günah işlemez?
Bunun için denilmiştir ki lemem, şeriatte işleyicisine dünyevi bir cezanın belirlenmediği günahtır. İbn Kesir, bu âyet hakkında şöyle demiştir:
Allah Teâlâ göklerin ve yerin mâliki olduğunu, başkalarına muhtaç olmadığını, yaratıkları üzerinde adaletle hükmettiğini, çünkü kötülük işleyenleri işledikleri kötülüklerle cezalandıracağını, güzel davranışlarda bulunanları da daha güzeliyle mükafaatlandıracağı-nı, yani herkese kendi ameliyle karşılık vereceğini; iyilik yaparsa iyilik, kötülük yaparsa da kötülük göreceğini haber vermiştir.
îbn Kesir sonra ayette sözü edilen güzel davranışta bulunanlar hakkında ise şöyle der:
Onlar büyük günahlardan ve hayasızlıklardan sakınırlar, yani bunları işlemezler. Bazı küçük günahları işlerlerse başka bir âyette de belirtildiği gibi- Allah onları affeder ve günahlarını örter: Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız. (Nisa/31)
SORU: Âyette geçen "Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik" ifadesi ne anlama gelir?
CEVAP: Allah Teâlâ Hicr sûresinde şöyle buyurur:
Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla sizi suladık. Yoksa siz o suyu toplayamazdınız. (Hicr/2)
Bir grup ilim adamı diyor ki: Bu âyet-i kerime, araştırmacıların ancak Kur'an'm nüzulünden asırlarca sonra öğrendikleri bilimsel bir olguya işaret etmektedir. Bu olgu, rüzgarlar vasıtasıyla bitkilerdeki döllenme olgusudur. Modern botanik bilimi, rüzgarların mısır, buğday, arpa vs. gibi bitkilerin pek çoğunda döllenme işine yardım ettiğini tes-bit etmiş bulunmaktadır. Çünkü bu rüzgarlar çiçeğin erkeklik organından döllenme tozlarını aynı çiçeğin veya başka bir çiçeğin dişilik organına nakletmektedir. Bu çiçek tozları gerçekten çok hafiftir ve havada bunların intikaline yardım eden çok sayıdaki tabii püskül bu çiçek toz-larıyla kaplıdır. Zariyat süresindeki şu âyet-i kerime bu anlamı tamamlamaktadır:
İbret alasınız diye herşeyi çift çift yaratmışızdır. (Zariyat/49)
Bazı bilim adamları rüzgarların bitkileri nasıl aşıladığını açıklamışlar ve şöyle demişlerdir: Bitki serpilip geliştiği zaman onda çiçekler ortaya çıkar. Bu çiçekler Özel gelişim aşamalarından geçerek mey-vaların ve tohumların oluşmasına kadar ulaşır. Muhtelif şekil, koku ve renklerdeki bu çiçekler bitkilerdeki özel üreme organlarıdır. Çiçeklerde kimisi erkeklik, kimisi dişilik organı olmak üzere temel organlar bulunur. Erkeklik organında aşılama tanelen diye isimlendirilen ince tanecikler vardır. Bunlar çeşitli renklerde, hacimlerde ve şekillerde olurlar. Çiçeklerin dişilik organında içinde küçük yumurtacıkların olduğu yumurtalık bulunur. Bunlar aşılama taneleriyle (çiçek tozlarıyla) karşılaştıkları zaman döllenme ve aşılanma ameliyesi meydana gelir ve sonuçta bu bitkinin çocuklarına benzer tohumlar oluşur.
Döllenme (bitkilerde) İki türlü olur: Birisi kendi kendini dölle-mektir ki, bunda çiçek bizzat kendi kendisini otomatik olarak döller. Diğeri karışık döllemedir ki, bunda aşılama taneleri bir çiçekten başka bir çiçeğe geçerler. Rüzgarlar bu intikalin vasıtalarıdır. Misal olarak mısır bitkisini ele alalım. Tepesinda bir çeşit çiçek vardır ki bunlar erkek çiçeklerdir. Yan taraflarında da dişi çiçekler bulunur ki aşılamadan sonra mısırın koçanı bu çiçeklerden meydana gelir. Rüzgarlar işte burada döllenmeye aracılık ederler. Yine aynı şekilde yüksek bir hurma ağacını ele alalım: Onda da erkek ve dişi organlar bulunur. Bunlar arasında sunî bir döllenme olmazsa bu ameliye rüzgarlar vasıtasıyla gerçekleşir. Şüphesiz bu büyük bir ilahi nimettir. Nitekim âyet-i kerime ilmi açıdan buna işaret etmektedir ve Kur'an-ı Kerim bu bilimsel olguyu bilimin tesbitinden çok önce ifade etmiştir. Geeçmişte ve gelecekte Kur'an'ı batıl kılacak hiçbir şey yoktur. Zira o hakim ve hamid olan Allah'ın katından indirilmedir.
Müfessirlerden bir grup "Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik" âyetiyle bulutların aşılanmasının kastedildiğini söylemişlerdir. Yani rüzgarlar bulutları taşırlar ve onları biribiriyle karıştırırlar. Sonra da yağmurun inmesine sebep olurlar. Bu tefsir de bir başka bilimsel gerçeğe işaret etmektedir. Çünkü bazı bilim adamlarının söylediğine göre bulutlar havadaki su buharının atmosferin üst tabakalarma yükseldiği zaman yoğunlaşmasından meydana gelir. Yeryüzüne yakın hava ısındığı esnada hararetin etkisiyle buharlar atmosfere yükselir. Buhar yükseldikçe sıcaklığın derecesi azalır. Nihayet rutubetle doyduktan sonra andan bulutlar oluşur.
Bilimsel olarak bulutun elektriğe benzediği veya başka bir ifadeyle onda eksi ve artı kutupların olduğu tesbit edilmiştir. Herhangi bir bulut diğeriyle çarpıştığı zaman birbiriyle sürtünmesinden şimşek çakması meydana gelir. Bulutların birbiriyle sürtünmesini rüzgarlar temin ederler. Rüzgarlar, bulutları ve su damlalarını bir yerden bir yere hareket ettirirler. Orada eksi ve artı bulutlar birbiriyle karıştığı gibi soğuk bulutlar daha soğuk bulutlarla da karışır. Rüzgarlar, yağmur işlemi tamamlanıncaya kadar bulutları hareket ettirirler ve parçalarını birbiriyle karıştırırlar. Nihayet yağmur suyu yeryüzüne iner. Bu, Hicr süresindeki âyette ifade edilen gerçeğe de uygundur:
Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik.
Bu tefsire göre de âyet-i kerime, bilim adamlarının ancak Kur'an'ın ifadesinden asırlarca sonra anlayacakları bilimsel bir gerçeğe işaret etmiş olmaktadır. Âyet-i kerimede geçen levakin kelimesi birinci tefsirin kapsamına da ikinci tefsirin kapsamına da uygundur. Bu
da yüce Kur'an'ın i'cazına (eşsizliğine) bir delildir.
SORU: Dini bakış açısından aşağıdakilerden hangisi daha uygundur: Yırtılmış ve eski bir Kur'an nüshası bulunduğu zaman onu olduğu gibi muhafaza mı edeyim, yoksa onu yakayım mı?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim Yüce Allah'ın kitabıdır. Geçmişte ve gelecekte onu hiçbir şey geçersiz (batıl) kılamaz. Hikmet sahibi ve övgüye layık Allah katından indirilmiştir. İzzet ve celal sahibi rabbimiz onun hakkında şöyle buyurmaktadır:
Şüphesiz size Allah'tan bir nûr ve apaçık bir kitap gelmiştir. Allah, rızasını gözetenleri onunla selamet yollarına eriştirir ve onlan izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir. (Mâide/15-16)
Biz bu Kur'an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun, Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu görürdün. Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz. (Haşr/21)
Müfessirler Vakıa süresindeki şu âyetlere dikkat çekmişlerdir:
Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki -bunun ne büyük yemin olduğunu bir bilseniz!- şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur'an'dır. Ona ancak temizlenenler dokunabilir. O, âlemlerin rabbin'den indirilmiştir.
Müfessirlerden bazıları bu âyette geçen korunmuş kitap'ian kastedilenin, Allah'ın kelamını ihtiva eden Mushaf-ı Şerif (Kur'an) olduğunu söylemişlerdir.
Madem ki Mushaf-ı Şerif Yüce Allah'ın kelâmını ihtiva etmektedir, o halde onun korunması, saklanması ve küçük düşürülmemesi gerekir. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim'in üstüne başka bir şeyi koymamak, tahkir edileceği veya horlanacağı yerlere bırakmamak bir müslümanın uyması gerekli İslâmî edeplerdendir. Seleften bazıları Mushafın korunması ve ona hürmet konusunda daha da ileri gitmişler ve onun için ayağa kalkmışlar ve onu öpmüşlerdir. Bu, saygıda ileri bir noktadır.
Fıkıhçılar Mushafı saygınlığına ve konumuna uygun olmayan şeylere maruz kalmasından korumak için, tuvalet gibi içerisinde pislik bulunan yerlere Mushaf la (Kur'an'Ia) birlikte girmenin haram olduğunu söylemişlerdir.
Bütün bunlardan şunu anlayabiliriz: Okunurken veya taşınırken fazla kullanılması sebebiyle parçalanmış bir mushaf bulunduğu zaman, sahibinin bu mushafın okunamayacak duruma gelmiş yapraklarını yakması daha uygundur. Bir kimse böyle bir mushaf nüshasını pisliğin bulaşamayacağı bir yerde muhafaza edebilirse bunda da bir sakınca yoktur. Başarının sahibi Allah'tır.
SORU: Mushafa ayağa kalkmak, onu öpmek, kabirde bulundurmak ve kabirde kandil yakmak mekruh mudur? Aynı şekilde mushafla fal açmak mekruh mudur?
CEVAP: Bazı imamlar mushaf için ayağa kalkmanın yasak veya müstehab olduğuna dair seleften herhangi bir bilginin gelmediğini söylemişlerdir. Sanki onların zamanında böyle bir konu bilinmiyordu veya belki de kimse böyle bir şey yapmıyordu. Belki de bunun sebebi onlarda birbirlerine bile ayağa kalkmak âdetinin olmayışıydı. Onlar sadece uzaktan gelen bir kimse için ayağa kalkarlardı. Bütün sahabilerin davranışlarından anladığımız şey budur. Çünkü kendilerine Peygam-ber'den daha sevgili başka hiç kimse olmadığı halde Peygamber (s.a) için bile ayağa kalkmıyorlardı. Çünkü onlar Hz. Peygamber'in bu işten hoşlanmadığım görüyorlardı.
Fakat insanlar birbirleri için ayağa kalkmayı alışkanlık haline getirdikten sonra, bir mushaf getirilip veya alınıp da ayağa kalkılmayınca şöyle diyenler oldu: Nasıl olur da Mushaf-ı Şerif (Kur'an-ı Kerim) için ayağa kalkmadıkları halde birbirleri için ayağa kalkıyorlar? Onlar böyle yapmakla iyi etmiş olmuyorlar bilakis kötülenecek bir iş yapıyorlar. Çünkü mushaf, Allah'ın (c.c) kitabıdır. Başkası için gerekmeyen hürmet ve tazimin ona gösterilmesi gerekir. Bundan dolayı bazı fıkıhçılar mushaf için ayağa kalkmayı caiz gördüler, bazıları da bu güzel bir şeydir, dediler.
Yukarıdaki görüşe şöyle bir itiraz yapılmıştır: Allah'ın emir ve yasaklarına saygı göstermek, O'nun kitabında indirdiği apaçık âyetlerin belirlediği inanç, ibadet ve muhtelif hükümlere iman ve bunların gereğiyle amel etmek suretiyle olur, yoksa mushafın yapraklarına ve mürekkebine saygı göstermek suretiyle olmaz.
Mushafın öpülmesine gelince bazı insanlar bunu İmam Ahmed'e sordular. İmam Ahmed bu soruya şöyle cevap verdi: "Bu konuda bir şey duymadım. Fakat İkrime'nin Mushafı açtığı, yüzüne götürdüğü ve "rabbimin kelamı, rabbimin kelamı dediği rivayet edilmiştir."
Okunması için kabrin yanına Mushaf bırakılmasına gelince pek çok fıkıhçının bunun yasak olup selefin yapmadığı bir bidat olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Mushaf okunması için değil de başka bir maksatla kabrin yanına konulursa bu yasak daha da şiddetlenir. Kabirlerde kandil ve mum gibi şeyleri yakmak da yasaklanmıştır. Bunun delili Rasûlullah'm (s.a) şu hadisidir:
Allah, kabirleri ziyaret eden kadınlara ve kabirlerde kandil yakanlara ve mescid yapanlara lanet etsin.
Mushafla fal açmaya gelince -yani açtığı sırada kendisini sevindirecek bir âyet göreceği beklentisiyle kişinin Kur'an'ı açmasına gelince- seleften bu konuda herhangi bir şey rivayet edilmemiştir. Bu, âlimler arasında ihtilaflı bir konudur. Evla ve ihtiyata muvafık olan, bunu alışkanlık haline getirmemektir. Bir müslümanın bunun yerine istihare namazına başvurması mümkündür.
SORU: Allah Teâlâ'nın yüce Kitabında: "Aşağılık maymunlar olun!" dediği kişiler kimlerdir? Onlar hangi cinstendirler? Günümüzde yaşıyorlar mı?
CEVAP: Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurur:
İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: "Aşağılık maymunlar olun!" dediklerimizi elbette bilmektesiniz. (Bakara/65)
A'raf sûresinde de şöyle buyuruyor:
Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: "Aşağılık maymunlar olun!" dedik. (A'raf/166)
Birinci âyette Yahudilere hitab edilmiştir. Allah Teâlâ bu âyette onlara atalarının işledikleri günahları ve inatçılıkları haber vermektedir. Allah Teâlâ cumartesi günü hariç haftanın her günü onların çalışmalarını mubah kılmıştı. Cumartesi günü dünyevi çalışmalarını terketmeye, mal ve dünya sevgisinin kendilerini azdırmaması için o gün kendilerini ibadete vermeye çağırdı. Fakat onlar rabblerinin emrine boyun eğmediler, taşkınlık ve iftira ederek cumartesi günü çalıştılar. Bunun üzerine rabbleri onların insanlık dairesinden çıkmalarına ve hayvanlığın meralarında otlamalarına hükmetti. Onlar da bayağılıkta ve maymun iştahlılıkta maymunlar gibi oldular. Allah'ın rahmetinden ve O'nun lütfedeceği saygınlıktan mahrum bırakıldılar. Üzerlerinde alçaklık ve basitliğin tezahürleri ortaya çıktı. Kötülük ve fenalıkları Övünerek yaptılar. Neticede insanlar tarafından tahkir edildiler ve kötülendiler. Müfessirlerin ekserisi onların maymuna dönüşmelerinin maddi ve gerçek bir dönüşüm olduğu görünüşünü benimsemişlerdir. Bu Allah'ın kudretine ağır gelen bir iş değildir. Mücahid ise şöyle demiştir:
Onların şekilleri değişip maymuna dönüşmedi, fakat kalpleri değişti ve maymun kalbine dönüştü. Tıpkı Cuma süresindeki şu âyette merkeplere benzetildikleri gibi, burada da maymunlara benzetildiler:
Kendilerine Tevrat öğretildiği halde onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür! Allah zalimleri doğru yola eriştirmez.
Mâide sûresinde de maymun ve domuzlara benzetildiler:
De ki: "Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah'ın lanetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tağuta tapanlar çıkardığı kimseler. İşte bunlar, durumu daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyade sapmış bulunanlardır." (Mâide/60)
Suyûti ed-Durrü'l-Mensûr isimli tefsirinde İbnü'l-Münzir ve İbn Ebi Hatim'in "Onlara aşağılık maymunlar olun, dedik" âyeti hakkında şunu rivayet ettiklerini söylemiştir:
Onların kalpleri değişmiştir, yoksa maymuna dönüşmemişlerdir. Bu sadece onlar için yapılan bir benzetmedir.
Bu konu hakkında Menar Tefsiri'nde özetle şu bilgiler verilmiştir:
Müfessirlerin çoğunluğu "maymunlar olun" ayetinin, onların şekillerinin maymuna dönüştüğü ve gerçek maymunlar oldukları anlamını ifade ettiği görüşündedirler. Âyet-i kerime bu görüşün bir delili olamaz. Bu hükme ancak nakil ile varılabilir. Eğer bu görüş sahih olmuş olsaydı âyette asiler için bir öğüt ve ibret Özelliği
bulunmazdı. Çünkü onlar, asilerin hiçbirisinin maymuna dönüşmediğini müşahedeyle bilirler, dolayısıyla Allah'ın kendilerini de insanlıktan çıkarmayacağını düşünürler. Çünkü bu, Allah'ın yaratıklarına uyguladığı bir sünnet değildir. Ancak en büyük ibret, daha önceki milletlerde Allah'ın uyguladığı sünnetin (yani devamlı yaptığı uygulamanın), rabbinin emrinden dışarı çıkan ve Allah'ın kendisi için çizdiği doğru yoldan sapan kimsenin insanlık mertebesinden çıkıp hayvanlık mertebesine girdiğini bilmesinde vardır. Sünnet-i ilahi her zaman aynıdır. Allah Teâlâ önceki milletlere nasıl muamele etmişse şimdiki milletleri de aynı muameleye tabi tutar. Bu sebeple müteakip âyette şöyle buyurulur:
Biz bunu, çağlaşlarma ve sonradan geleceklere bir ceza örneği ve muttakilere (Allah'tan sakınanlara) öğüt olsun diye yaptık. (Bakara/66)
Ayette geçen nekal (ceza örneği) kelimesi, başkasının ibret alması ve haddi aşmaması için bir şahsın başına gelen aşağılanma ve eziyet demektir. Çağdaşlarından kastedilen, cezai an dınldıklan esnada hayatta olanlardır.
Muttakilere bunun bir öğüt olmasına gelince, muttaki bununla öğüt alır ve haddi aşmaktan uzak durur: "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, bu sınırlara yaklaşmayın!" Muttakiler bunu başkalarına da öğüt olarak verir. Bu cezanın hadiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere ibret, muttakilere öğüt olarak verilmesi, ancak milletlerin terbiyesi, seciyelerin güzelleştirilmesinde devamlı yürürlükte olan sünnete (ilahi kanuna) göre cereyan etmesiyle mümkündür. Bu, basiret sahiplerince malumdur, Önceki ve sonraki âriflerce de meşhurdur. Onların maymunlara ve domuzlara dönüştürülmesinden söz edilmesiyle sadece korkutma kastedilmiştir, haddi aştıkları, tuhaf şeyler yaptıkları kastedilmiştir. Mücahid'in tefsiri bu konudaki ibret için en uygun ve düşünceyi harekete geçirmeye en elverişli olan tefsirdir.
Müfessirlerin çoğunun dediği gibi bu değişim ve dönüşüm ister maddi olsun, isterse bir grup müfessirin dediği gibi manevi olsun, değişime uğrayanlarla, -müfessirlerin dediğine göre- Davud'un (a.s) zamanındaki yahudilerden bir topluluk kastedilmiştir.
SORU: Kur'an-ı Kerim'de geçen mü'tefike kelimesi ne anlama geliyor? Bunlar Allah'a iman etmeyen bir halk mıdır, yoksa başka birşey midir?
CEVAP: Mü'tefike kelimesi Kur'an'da bir yerde tekil olarak, iki yerde çoğul olarak geçer. Necm sûresinde mü'tefike diye tekil geçer. Tevbe ve Hakka sûrelerinde ise çoğuldur. Tevbe süresindeki ilgili âyet şöyledir:
Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve alt üst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberleri onlara apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmektmekte idiler. (Tevbe/70)
Hakka süresindeki ilgili âyet ise şöyledir:
Firavun, ondan öncekiler ve altı üstüne getirilen beldeler halkı hep o günahı işlediler. (Hakka/9)
Tekil olarak zikredilen de çoğul olarak zikredilenler de aynı anlama gelir. Çünkü tekil ile de çoğul anlamı kastedilmiştir.
Mü'tefike kelimesi Arabça'da münkalihe anlamına gelir. Yani alt üst olan demektir. Burada kastedilen alt üst olan şehirler ve arazilerdir. Bir belde, halkıyla birlikte alt üst olduğu zaman "i'tefeket'il-beldetü bi ehliha" denilir. Yalan anlamına gelen ifk kelimesi de aynı kökten gelir. Çünkü ifk (iftira/yalan) gerçekleri ters yüz ederek onları gerçek şekillerinden başka bir şekilde göstermeye çalışmaktır.
Kur'an'da sözü geçen alt üst edilen yerlerden kasıt Lût kavminin yaşadığı kasabalardır. Allah Teâlâ onların kıssalarını ve haberlerini yüce kitabının pek çok yerinde zikretmiş ve onların peygamberleri yalanladıklarını, edepsizlik yaptıklarını ve bu yüzden onları yerle bir ettiğini bize haber vermiştir. Bunun için "ve'1-mü'tefikete fe enva" dedi. Yani onların şehirlerini alt üst etti ve yalanlamalarının ve sapıklıklarının bir cezası olarak onları cehenneme düşürdü. Rivayet olunduğuna göre Cebrail (a.s) onları kanatlarına alıp kaldırdı sonra ters çevirip bırakıverdi. Denildiğine göre onların evleri yüksek yerlere yapılmıştı. Bu bölgenin ahalisini işledikleri suç ve günahları sebebiyle zelzeleyle aşağılara yuvarladı ve kasabaların altını üstüne getirdi.
Bazı müfessirler Lût gölü veya Ölü deniz diye isimlendirilen bölgenin Lût kavminin ikamet ettiği şehir ve kasabalardan oluştuğunu ve buraların yerin dibine batırılan bölge olduğunu söylerler. Bunlar beş tanedir: Sodom, Gomore, Edmah, Zeboyim ve Zoar. Allah Teâlâ bu şehirleri helak etmek istediği zaman üzerlerine kömür ve kükürt yağdırdı. Onları yerin içinden fışkıran buharlarla kuşattı, sonra bu buharlar acı bir suya dönüştü ve bu havzada birikerek bugünkü Lût gölünü meydana getirdi: En iyi bilen Allah Teâlâdır.
SORU: Kur'an-ı Kerim, peygamberleri yalanlayan kavimlerin içerisinde Ashab-ı Ress'i de zikreder. Kimdir bunlar? Nerede yaşamışlardır? Ress kelimesinin anlamı nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ Furkan sûresinde şöyle buyurur:
Andolsun ki Musa'ya kitap verdik, kardeşi Harun'u da Kendisine vezir yaptık. "Âyetlerimizi yalanlayan kavime gidin" dedik. Sonunda o kavmi yerle bir ettik. Nuh kavmini de, peygamberi yalanladıkları zaman suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret kıldık. Zalimlere can yakıcı azap hazırlamışızdır. Âd, Semud kavimleri ile Resslileri ve bunların arasında bir çok nesilleri de yerle bir ettik. (Furkan/35-38)
Önce Ashab-ı Ress'in manası hakkında müfessirlerin görüşlerine bir göz atalım, daha sonra da bu konuda tercih edilen görüşe geçelim.
Ress'in Yemame'de bir kasaba olduğu ve halkını Semud'dan arta kalanların oluşturduğu, inkar edip inkarlarında direndikleri, peygamberlerini öldürdükleri bu yüzden de Allah tarafından cezalandırdıklan söylenir. Bir rivayete göre de Ashab-ı Ress Antakya beldesinin halkıdır. Bunlar kendilerini imana çağıran, Habibünneccar'ı öldürmüşlerdir. "Bir şeyi kuyuya gömdü" anlamında "Rassehü fi'1-bi'r" denilir. O halde Ress kelimesinin anlamı kuyu demektir. Bir rivayete göre Ashab-ı Ress, fıstık çamına tapan bir topluluk idi. Kendilerine gönderilen peygamberi öldürüp toprağa gömmüşlerdi.
Bir başka rivayete göre Ashab~ı Ress doğu bölgelerinde Ress denilen bir nehrin kıyısındaki kasabaların halkıdır. Allah Teâlâ peygamberlerinden birisini onlara gönderdiği zaman onu yalanladılar. Peygamber de bunu Allah'a şikayet etti. Bir kuyu kazarak peygamberi o kuyunun içine gömdüler. Bunun üzerine Allah Teâlâ onların üzerlerine şiddetli bir sıcak ve bir rüzgar gönderdi. Altlarındaki yer sanki yanan kükürt taşlan oldu. Üzerlerini siyah bulutlar gölgeledi. Vücutlan kurşun gibi eridi. Bu rivayete göre de Ress, kuyu demektir.
Diğer bir rivayete göre de Ashab-ı Ress, Allah'ın kendilerine peygamber gönderip de, siyah bir köleden başkasının inanmadığı bir kasaba halkıdır. Sonra bunlar bir kuyu kazdılar, peygamberlerini bu kuyunun içine attılar ve ağzını büyük bir kaya ile kapattılar. Bir rivayete göre de Ashab-ı Ress, Ashab-ı Uhdud&m. Yani yeryüzünde büyük ve uzun hendekler kazıp kendilerine inanmayan Necran hristiyanlarını bu hendeklere atarak yakan yahudi Zûnuvas ve adamlarıdır.
Mu'cemü'l-Buldan isimli kitabında Yâkut'ul-Hamevi Ress kelimesinin pek çok anlamı olduğunu ifade eder. Bunlaradan bazıları şöyledir: Kuyu, kuyuya gömmek, maden, topluluğun arasını düzeltmek, bir vadinin ismi, bir su ismi. Sonra uzun bir haberi zikreder. Bu haberin özeti şöyledir:
Ress, Azerbeycan vadisidir. Azerbaycan'ın sının bu vadinin de ötesindedir. Söylentiye göre Ress'de bin tane şehir vardı. Allah onlara Musa isminde bir Peygamber göndermişti. Bu, İmran'ın oğlu Musa değil, başka bir Musa'dır. Musa onları Allah'a imana çağırır, fakat onlar kendisini yalanlarlar ve onun emrine karşı gelirler. Peygamber bunun üzerine onlara beddua eder. Helak olup yerle bir olurlar.
Hatta iki dağın altında kalırlar. Anlatıldığına göre Ress, içerisinde garip şekilli çeşit çeşit balıkların bulunduğu tuhaf bir vadidir. Burada Ress nehri vardır. Bu nehrin kıyısında çok güzel narlar, incirler ve üzümler bulunur. Ress nehri Belascan çölüne kadar çıkar. Bu vadide beşbin tane kasaba vardı. Çoğu harap olmuştur. Bu kasabaların Allah Teâlâ'nın yüce Kur'an'da sözünü ettiği Ashab-ı Ress'e ait kasabalar olduğu söylenir.
Bütün bunlar Ashab-ı Ress'in anlamı konusunda ortaya atılan rivayetler ve görüşlerdir. Fakat bazı müfessirlerin bu rivayetlere şöyle bir kayıt düştüklerini görürüz: Bu rivayetlerin hiçbirisi ne Kur'an'a ne de senedi kuvvetli bir habere dayanır.
Fakat rivayetlerin çoğu Ress'in kuyu anlamına geldiğini söylüyor. O halde artık daha fazla tefsilata girmekten sakınarak Ashab-ı Ress'in kuyu etrafında toplanan topluluk olduğunu söyleyebiliriz. Bu topluluğa kendilerini Allah'a davet eden birisi gelmiştir, fakat onlar bu kişiyi yalanlamışlar ve azgınlıkta ısrar etmişlerdir. Allah da onları cezalandırıp helak etmiştir.
Müfessirlerin çoğunluğunun zikrettiği rivayeti tercih etmemiz mümkündür. O da şudur: Ashab-ı Ress putperest bir topluluktur. Kuyuları ve hayvan sürürleri vardır. Allah Teâlâ onlara Şuayb'ı (a.s) peygamber olarak göndermiştir. Şuayb (a.s) onları Allah'a imana ve O'nun emirlerine uymaya çağırmıştır. Onlar ise isyan edip inatçılık etmişlerdir. Allah da bunun üzerine onları kuyunun etrafında iken yere batırmıştır. Allah Teâlâ Kur'an'da bunlardan bir defasında Ashab-ı Ress, diğer bir defasındada Ashab-ı Eyke diye söz etmiştir. Eyke, içerisinde taze ağaçların çok olduğu yer demektir.
SORU: Allah Teâlâ şöyle buyurur:
İki denizi birbirine kavuşturmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip kavuşmazlar. O halde rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz. İkisinden de inci ve mercan çıkar. (Rahman/19-22)
Bu ayet hakkında bilgi verebilir misiniz?
CEVAP: Yani Allah Teâlâ birbirine bitişik, yüzeyleri birbiriyle temas ederi ve aralarında görünür hiçbir fasıla bulunmayan birisi acı, diğeri tatlı iki denizin sularını (birbirine karıştırmadan) akıtır. Bir görüşe göre bu âyetin anlamı şöyledir: Allah Teâlâ Fars ve Rûm denizlerini, aralarında Allah'ın kudretinden (sanki) bir perde olduğu halde veya bir kara parçası olduğu halde bırakıverir de bunlar okyanusta birleşir ve bunlardan biri diğerine karışmaz, biri diğerinin sınırını tecavüz etmez. Bir başka görüşe göre de iki denizin dalgalanıp taşmamasının anlamı, insanlara azgınlık yapmaması ve onların boğulmalarına sebep olmaması demektir. O halde ey insanlar ve cinler! Allah'ın nimetlerinden hangi nimeti yalanlarsınız. İşte şu önünüzde duran iki denizden de inci ve mercan çıkarırsınız.
İnsanlardan bazıları mücevherlerin sadece denizlerden ve tuzlu sudan çıktığını zannetmişlerdir. Fakat tefsirde uzman kişiler mücevherlerin tatlı sudan da çıktığını isbatlamışlardır. Mesela incinin muayyen nevileri denizlerden çıkartıldığı gibi, diğer bazı nevileri de nehir sedeflerinden elde edilir. İngiltere, îskoçya, Çekoslovakya, Japonya ve başka yerlerdeki tatlı sularda inci bulunmaktadır. Tatlı suların taşdığı elmas gibi kıymetli ve sert madenler de buna dahildir. Elmas, kumlu ve çakıllı olduğu bilinen kurumuş nehirlerin tortularından çıkartılır. Yakut da nehir tortularında, yukarı Burma'da Mandelas yakınlarındaki Moncuk'da bulunur. Yakut genellikle Siyam ve Seylan'daki nehir tortularında/y ataklarında bulunur. Çok değerli taşlardan birisi olan Tubaz taşı da Brezilyada, Rusya'da ve daha pek çok yerdeki nehir yataklarında bulunur...
Ayette zikredilen iki deniz tabiri Kur'an-ı Kerim'in başka sûrelerinde de geçer. Allah Teâlâ Nemi sûresinde şöyle buyurur:
(O'na koştukları ortaklar mı) yoksa... iki deniz arasına engel koyan Allah mı daha hayırlı? (Neml/61)
Kehf sûresinde şöyle buyurur:
Bir vakit Musa genç hizmetçisine demişti ki: "Durup dinlenmiye-ceğim; ta iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut senelerce yürüyeceğim." (Kehf/60)
Furkan sûresinde de şöyle buyurur:
Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O'dur. (Furkan/53)
İbn Kesir, Tefsirinde Furkan süresindeki bu âyetin tefsirinde şöyle der:
Yani Allah tatlı ve tuzlu suyu yaratmıştır. Tatlı sudan maksat, nehirler, pınarlar ve kuyulardır. Susuzluğu giderici, soğuk ve tatlı suyu olan denizden bu kastedilmiştir. Bunda şüphe yoktur. Çünkü sakin, susuzluğu giderici ve suyu tatlı bir denizin bulunması mümkün değildir. Suyu tatlı deniz işte insanlar arasında akan şu (malum) sıvıdır. Allah Teâlâ insanların ihtiyaçlarına, kendileri ve arazileri için yeterlilik durumlarına göre yarattıktan arasında suyu nehirlere ve pınarlara ayırmıştır.
Diğerininki tuzlu ve acı: Yani içilemeyecek derecede tuzlu ve acı demektir. Bununla kastedilen, yeryüzünün doğu ve batı bölgerin-deki bilinen denizlerdir: Okyanuslar ve boğazlardan okyanuslara ulaşan denizler, Kızıldeniz, Yemen denizi, Basra denizi, Fars denizi, Çin ve Hint denizleri, Rum denizi, Hazar denizi ve ona benzeyen akmtısız ve bağlantısız, fakat kış aylarında ve şiddetli rüzgarlarda dalgalanan, hareketlenen ve med-cezire uğrayan denizler...
Aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan.. Yani acı ve tuzlu suyun arasına engel koyan demektir. Bu engel arzın kuruluğudur. Bu engel birinin diğerine ulaşmasına ve taşmasına mani olur. Nitekim âyette şöyle buyurulmuştur:
İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar. (Rahman/19-22)
(Onlar mı hayırlı) yoksa yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından (yer altından ve üstünden) nehirler akıtan, arz için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Doğrusu onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar. (Neml/61)
İmam Fahrüddin er-Râzi iki deniz ile kastedilenin gök denizi ile yer denizi olabileceğini söylemiştir. Bunlarla iki denizin cinsi kastedi-lebilir ve böylece acı ve tatlı sulu denizleri kapsamına aldığı gibi gök ve yer denizlerini de kapsamına alır. Fakat kuvvetli olan görüş, müfes-sirlerin çoğunluğunun görüşüdür ki o da nerede ve hangisi olursa olsun suyu acı olan denizle suyu tatlı olan denizdir.
Hal böyle olunca burada iki denizle Hz. Fatma ile Hz. Ali'nin, berzah (engel) ile Hz. Peygamber'in; inci ve mercanla da Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in kastedildiğini söyleyen kimsenin bu sözünü dikkate almamıza hiç gerek yoktur. Bu konuda Âlûsi der ki:
Benim görüşüm bu yorum sahih olsa bile hiç bir tefsiri değeri yoktur. Bu, tasavvufçuların tevili gibi bir tevildir. Hz. Ali'nin ve Hz. Fatma'nın ilim ve fazilet yönünden bizim yanımızdaki değeri okyanustan daha büyüktür. Aynı şekilde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in her ikisi de inci ve mercandan daha değerli ve daha güzeldir.
Allah en iyi bilendir.
SORU: Şu âyet-i kerimenin anlamı nedir:
Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar gördü.
Bu âyet, coğrafi gerçeklerle uyuşur mu?
CEVAP: Allah Teâlâ Kehf sûresinde şöyle buyurur:
Rasûlüm! Sana Zülkarneyn hakkında soru sorarlar. De ki: "Size ondan bir hatıra okuyacağım. Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık ve ona herşeyin yolunu yordamını öğrettik. O da bir yol tuttu, gitti. Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara balçıklı bir suda batıyor gördü. Orada bir kavime rastladı. Bunun üzerine biz: 'Ey Zülkarneyn! Onlara ya azap edecek veya iyilik etme yolunu seçeceksin' dedik." (Kehf/83-86)
Zülkarneyen'in kimliği hakkında eski müfessirlerle yeni müfessir-ler arasında ihtilaflar vardır. Bir kısmı bunun Himyer'den olduğunu, isminin Ebû Bekir ibn Afrikaş olduğunu, askerleriyle beraber orta Akdeniz sahiline kadar geldiğini, Tunus ve Merakeş'e uğradığını, Afrikiyye şehrini kurduğunu ve bütün kıtaya Afrika ismini verdiğini söylerler. Müfessirlerden pek çoğu da bunun Makedonyalı Büyük İskender olduğunu, doğuda ve batıda geniş egemenliğe sahip olduğunu, çok akıllı ve hikmet sahibi bir kimse olduğunu söylerler. Bir görüşe göre de -kavminin adeti veçhile- saçının örgülerini salıverdiği için bu isimle isimlendirilmişti. Bir başka görüşe göre de hem doğuya, hem batıya birlikte sahip olduğu için bu lakabı almıştır. Görülüyor ki Zülkarneyn'in kimliğini kesin olarak belirlemek çok zordur.
"Nihayet güneşin battığı yere varınca onu kara bir balçıkta batar gördü" âyet-i kerimesi coğrafi gerçeklerle çelişmez. Çünkü burada maksat, arzın güneş etrafındaki hareketiyle ilgili bir vakıayı tasvir etmek değildir. Maksat coğrafi açıdan güneşin nasıl battığını tasvir etmek de değildir. Burada sadece Zülkarneyn'in bu uzak yere ulaştığı zaman gözüne çarpan bir manzara tasvir edilmek istenmiştir. Zülkarneyn orada güneşin batış anını gözetlemiş ve sanki onu siyaha çalar bir su gözesinin içinde batıyormuş gibi görmüştür. Büyük bir ihtimalle bu gözlem bir deniz kıyısında olmuş olabilir. Zülkarneyn de gözleriyle, güneşin, çamurla karışık ve bu yüzden siyah renkli gözüken bir suyun ortasında kaybolduğunu görmüş olabilir.
Bu konuda bazı müfessirler diyorlar ki: Zülkarneyn'in güneşin battığı noktaya varması demek, Kur'an'm nazil olduğu kimselere nis-betle en uzaktaki batı beldelerine ulaşması demektir. Kur'an'ın nazil olduğu kimseler Arab yarımadasının halkıdır. "Onu (güneşi) kara bir balçıkta batıyor gördü" cümlesinin anlamı ise, bu yerde güneşin batarken arzettiği manzara, bu manzarayı seyreden kimseye sanki onun balçıkla karışık bir su gözesinde batıyormuş gibi görünmesidir. Bu da bize Zülkarneyn'in batıda kendisinden başka bir beldenin olmadığı ve sadece denizin olduğu bir yere ulaştığını gösterir. Çünkü böyle bir yerde güneşin batışını seyreden bir kimse onu denizin içine batıyormuş gibi görür. Güneşin batışı esnasında ufkun en uzak noktasında hakim olan koyu bir renk suyun balçıkla karışık manzarasını tasvir eder. Balçık, siyah bir çamuru ifade eder. "Orada bir kavime rastladı." Yani meskûn araziden güneşin bu manzarasının seyredildiği bölgede bir topluluğun yaşadığını farketti.
Bazı müfessirler de Zülkarneyn'den şöyle söz ederler: O, batı yönüne doğru ilerledi. Nihayet bu yönde yeryüzünün en uzak noktasına vardı. Sonra buradaki denizin sahilinde durdu. Burada etrafı gözetledi. Güneş, -gerçekte değil de- gözüne sanki siyah bir çamurun içine batıyormuş gibi göründü. Çünkü mavi denizin rengi uzaktan sanki siyah-mış gibi görünür.
Bazı müfessirler "güneşin battığı yer'le kastedilenin, batarken seyreden kimseye onun ufkun arkasında batıyormuş gibi göründüğü yer olduğunu söylemişlerdir. Bu ufuk, gölgelere ve bakan kimsenin durumuna göre değişir. Bir insan güneşi, batarken bir dağın arkasında kayboluyor olarak görebilir. Boş ve her tarafı açık bir arazide veya çölde olduğu gibi onu arzın yüzeyinde batıyor olarak görebilir. Bir deniz veya büyük bir göl ya da okyanusun kenarında gördüğü gibi, onu suyun yüzünde batıyor olarak görebilir. Kim bilir, belki de Zülkarnyen bu yolculuğunda Atlas okyanusunun kıyısına kadar ulaşmış olabilir -ki eskiden bunun ismi karanlıklar denizi idi- ve insanlar yeryüzünün bu okyanusun kıyısında sona erdiğini/bittiğini düşünüyor olabilirler. Belki de güneşin battığı yer, yapışkan çamurla/balçıkla çayırların birbirine karıştığı bir yerdir, Zülkarneyn'e böyle bir yerde güneş sanki, rengi siyaha çalan bir su gözesinde batıyormuş gibi görünebilir. Bu yeri kesin olarak belirlemek kolay değildir.
Bunun ardından kıssa şöyle devam ediyor:
Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca güneşi, kendilerini elbise, bina gibi şeylerle örtmediğimiz bir millet üzerine doğuyor buldu. (Kehf/90)
Bazı müfessirler bu âyetin anlamını şöyle açıklar: Zülkarneyn daha sonra kendisini doğuya ulaştıracak bir yol tuttu. Bu yolu takibede-rek varacağı yere vardı. Nihayet güneşin doğuşunu seyreden kimsenin sanki dünyada onun ilk defa kendi üzerine doğduğunu zannedeceği kadar uzak bir yere ulaştı. Orada Allah'ın güneşe karşı kendilerini örtmediği bir topluluk buldu. Bu şekilde anlatımın manası şu olabilir: Bu topluluk bir çölde yaşıyorlardı, hiçbir ağaç onları gölgelemiyor ve hiç bir kaya, dağ ve bina onları güneşe karşı gizlemiyordu.
Bu âyetin anlamı şöyle de olabilir: Onlar elbiseyi bilmeyen ve vücutlarının üzerinde onları örtecek ve güneşten koruyacak bir şey bulunmayan bir topluluk idi.
Bu anlamların her ikisi de, Zülkarneyn'in doğuda vardığı en son noktada yaşayanların geri kalmış ve medeniyetin imkanlarına sahip olmamış bir topluluk olduğunu ifade eder.
Bu açıklamalardan sonra Kur'an-ı Kerim ile coğrafi gerçekler arasında hiç bir çelişkinin bulunmadığı anlaşılır. Allah en iyi bilendir.
SORU: Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarım alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda düşünen kimseler için ibretler vardır.
Bu âyetten ruhun uyku esnasında geçici olarak vücuttan ayrıldığını anlayabilir miyiz? Yoksa bu âyetin başka bir tefsiri var mıdır?
CEVAP: Bu âyet-i kerime Zümer sûresinde geçmektedir. Özet olarak anlamı şudur: Allah ölüm ve uyku esnasında ruhları alır. Ancak burada ölümle uyku arasında bir fark vardır. O da şudur: Allah Teâlâ bilfiil/gerçekten ölmelerine hükmettiği kimselerin ruhlarım yanmda tutar, hayatları henüz sona ermeyen uykudaki ruhları da geri iade eder. Bu iade belirli bir süreye kadardır, o süre ölümüne kadar verilmiş bir süredir. Yani Allah, ölürken aldığı ruhu tutar ve bedene iade etmez, uyurken aldığı ruhu ise uyanınca sahibine geri verir. Bu durum muayyen ve sınırlı bir vakte kadar böyle devam eder. Bu muayyen vakit ölüm vaktidir.
Uyku esnasında ruhun durumuyla ilgili hususa gelince bu konuda İmam er-Râzi'nin söylediği şeyleri zikredebiliriz. O şöyle demektedir:
İnsan ruhu, parlayan ruhani bir cevherden ibarettir. Bedene takıldığı zaman bütün organlarda onun ışığı hâsıl olur. İşte hayat denilen şey budur. Ölüm vaktinde bu cevherin, bedenin görünen kısmıyla da görünmeyen (batini) kısmıyla da ilişkisinin kesildiğini söyleyebiliriz. İşte ölüm denilen şey de budur. Ancak uyku esnasında bu cevherin ışığının bedenin görünen kısmı ile ilişkisi bazı yönlerden kesilir, bedenin batınından, yani görünmeyen kısmı ile olan ilişkisi kesilmez.
Ölüm ve uykunun aynı cinsten olduğu isbatlanmıştır. Ancak ölüm, bedenle ruhun ilişkisinin tam olarak kesilmesidir. Uyku ise bedenle ruhun ilişkisinin kısmen kesilmesidir. Bu durum sabit olduğuna göre, her şeye gücü yeten Allah bedenle ruh cevherinin birbiriyle ilişkisini şu üç şekil üzere olmasını planlamıştır. Birisi: Ruh cevherinin ışığının, bedenin zahiri ve batini bütün parçalan üzerinde vâki olmasıdır ki bu uyanıklık halidir. İkincisi: ruhun ışığının, bedenin batınında (görünmeyen kısmında) varlığını/nüfuzunu devam ettirirken, bazı yönlerden bedenin zahirinden etkisinin kalkmasıdır ki bu uyku halidir. Üçüncüsü: ruhun ışığının bedenden tamamen kaybolmasıdır ki bu da ölüm halidir.
Artık sabit olmuştur ki herbirinde de ruhun alınmış olması açısından ölüm ve uyku müşterektir. Sonra belirli özellikler ve belirli niteliklerle biri diğerinden ayrılır. Bu hayret verici düzenlemeyi ancak herşeye gücü yeten, herşeyi bilen ve hikmet sahibi Allah Te-âlâ yapabilir. Ayette: "Doğrusu bunda düşünen kimseler için ibretler vardır" denilirken de kastedilen işte budur.
İbn Cerir et-Taberi'nin tefsirinde ise şu ifadeler geçer:
Ölülerin ve dirilerin ruhları uyku esnasında birbiriyle karşılaşır. Allah'ın dilediği kadar birbirlerinden haberdar olurlar. Allah, uy-kudakilerin ruhunu bedenlerine geri göndermek istediği zaman bu esnada ölenlerin ruhlarını tutar, alıkoyar, dirilerin ruhlarını ise belli bir süreye kadar bedenlerine geri dönsünler diye salıverir. Yani hayatın müddeti sona erinceye kadar...
Bundan anlıyoruz ki ruh, uyku esnasında bedenden farklı bir biçimde ayrılır ve mahiyetini ancak Allah'ın bildiği bir nevi ilişkiyi sürdürmeye devam eder. Sonra uyanıklık esnasında hem zahirî hem de batınî olarak bedene tamamen geri döner.
SORU: Kur'an-ı Kerim'de geçen meysir kelimesiyle ne kastedilmiştir?
CEVAP: Kumar anlamına gelen meysir kelimesi Kur'an-ı Kerim'de iki yerde geçer: Birincisi Bakara sûresi 219. âyettir.
Sana içki ve kumarı (meysiri) sorarlar, de ki: "İkisinde de hem büyük günah, hem de insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür." Yine sana, iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. "İhtiyaç fazlasını" de. Allah düşünesiniz diye âyetlerini böyle açıklar.
Diğeri Mâide sûresi 90. âyettir:
Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan uzak durunki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza ancak kin ve düşmanlık sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?
Meysir ile mevcut olan ve ileride mevcut olacak olan bütün kumar çeşitleri kastedilmiştir. Meysir kelimesi yeser kelimesinden alınmadır. Yeser, sahibi için gerekli olan şey demektir. Yasir, oklarla oyananan demektir. Kudah (oklar), Arabların kumar oynarken kullandıkları tahtadan yapılmış kumar aletlerine denilir. Üzerine kumar oynadıkları deveye de meysir denilir. Çünkü bu deve parçalanır ve iştirakçilerden kazananlara dağıtılırdı.[8] Kumar devesini kesene, bu deveyi parçalara ayırdığı için yasir denirdi.
Meysir kelimesi, kolaylık anlamına gelen yüsr'âen türemiş de olabilir. Çünkü kumar meşakkatsiz ve kolayca elde edilen bir kazançtır. Meysir, cahiliye döneminde Arabların fal oklarıyla oynadıkları kumardır. Cahiliye döneminde bir adam diğer birisiyle karısı ve malı üzerine kumar oynayabilirdi. Hangisi kazanırsa diğerinin kansına ve malına sahip olurdu. İçerisinde kumar özelliği bulunan her şey meysirdir. İmam Mâlik kumarı iki kısma ayırır: Eğlenmek ve boşa vakit geçirmek için oynanan kumar. Tavla, santraç gibi boş vakit geçirmek için oynanan bütün oyunlar birinci kısma girer. Piyango ve diğer para karşılığında oynanan oyunlar da ikinci kısma girer.
İslâm kumarın her çeşidini haram kılmıştır. Çünkü kumar, kin ve düşmanlığa sebep olur, ayrıca da başkasının malını haksız yere yemektir. Kumar nefsi tenbelliğe alıştırarak terbiyeyi ve ahlâkı dejenere eder. Kuruntuya dayalı sebeplerden insanı rızık beklentisi içine sokar, tabii kazanç yollarında yararlı çalışmaları terketmeye sebep olduğu için aklı zayıflatır, medeniyetin temel direkleri olan ziraat, sanat ve ticaretin ihmaline sebep olur. Zenginlikten fakirliğe intikal ederek yuvaların aniden yıkılması da kumarın kötülüklerindendir. Zenginlik ve kudret sahibi olan nice büyük aile vardır ki, serveti bir kişinin elinde toplanır, o da bir gecede bu serveti kaybeder. Sabah zenginken akşam güçsüz bir fakir olur, alıştığı bolluk içerisindeki hayatı artık yaşayamaz.
SORU: Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.
Diğer bir âyette de şöyle buyurur:
Kim bir mü'mini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir.
Bu iki âyet arasında çelişki yok mudur?
CEVAP: Allah (c.c) Nisa sûresinin 48. âyetinde şöyle buyurur:
Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bunun dışın-dakileri dilediği kimse için bağışlar.
Aynı sûrenin 93. âyetinde de şöyle buyurur:
Kim bir mü'mini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.
Birinci âyet, Allah'ın (c.c) kendisine ortak koşan müşriği, bu inanç üzere öldüğü müddetçe asla affetmeyeceğini bize anlatır. el-Menâr tefsirinde bunun hikmeti şöyle anlatılır:
Şirkin affedilme meşinin hikmeti şudur: Şüphesizki din sadece insanların nefislerini tezkiye, ruhlarını temizleme ve akıllarını yüceltmek için gelmiştir. Şirk, beşer aklının, düşüncesinin ve ruhunun düştüğü en alçak seviyedir. Beşeriyetin fertlerini ve toplumları dejenere eden bütün kötülükler ve pislikler ondan kaynaklanır. Çünkü şirk insanların içlerinden bazı fertleri veya kendilerinden aşağı bazı yaratıkları ya da kendi seviyelerindeki kimseleri kutsallık mertebesine yükseltmeleri, onların tabiat kanunları üzerinde etkili ve yetkili olduklarına, onları razı etmenin Allah'a itaatin aynısı veya bir bölümü olduğuna inanmaları sebebiyle onlara boyun eğmeleri ve itaat etmelerinden ibarettir. Bu kötü haslet, din ve dünya liderlerinin milletleri ve toplumları istibdat içerisinde sorumsuzca idare etmelerinin ve onların nefislerinde, mallarında, işlerinde ve menfaatlerinde zâlim bir efendinin aciz bir köleye tasarruf etmesi gibi tasarruf etmelerinin sebebidir. Her türlü ahlâksızlığın, açıkça sergilenen kötülüklerin, alçaklığın, adilik ve dalkavukluğun, yalancılık ve iki yüzlülüğün ve diğer fenalıkların temelinde şirk ve putperestlik vardır.
Şirkin karşıtı olan tevhid, insanın, kim olursa olsun herhangi bir kişinin, göklerdeki ve yerdeki herhangi bir varlığın kölesi olmaktan kurtarılması ve onun şerefli, onurlu ve özgür bir birey haline getirilmesinden ibarettir. Özgürleşen insan artık Allah'tan başka hiç kimseye kayıtsız şartsız boyun eğmez. O Allah ki, bütün varlık alemi O'nun koyduğu kanunlara boyun eğmiştir. Bu kanunlarla Allah, kainatta sebep ve sonuç ilişkisine bağlı bir düzen kurmuştur. Tevhid inancına sahip özgür insan da Allah'ın kainatta koyduğu bu kanunlara boyun eğer ve O'nun indirdiği adaletli şeriata tabi olur.
"Kim kasıtlı olarak bir mümini öldürürse, onun cezası, içinde ebedi kalacağı cehennemdir" ayetine gelince: Müfessirlerin pek çoğuna göre ebedi olarak kalmaktan maksat, uzun bir süre kalmaktır. Çünkü dilciler hulud lafzını, bir şeyin sonsuza dek devam edeceği anlamında kullanmamışlardır. Rağıb el-İsfehâni Müfredaîü'l-Kur'an isimli eserinde hulud kelimesinin, bir şeyin herhangi bir değişiklik ve bozulmaya maruz kalmaksızın uzun bir müddet aynı şekilde kalması anlamına geldiğini söylemiştir. Adam öldürmenin helâl olduğuna inanarak cinayet işleyen kimse kâfir olur ve onu Allah affetmez. Ancak samimiyetle tevbe eder ve Allah da tevbesini kabul ederse o başka.
SORU: "İnsanlardan kimisi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder..." diye başlayan âyetin anlamı nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ Hac sûresinde geçen âyette şöyle buyurur:
İnsanlardan kimisi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder: kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa yüzüstü döner (dinden çıkar). O, dünyayı da ahireti de kaybetmiştir. İşte apaçık ziyan budur. (Hac/11)
Bu âyetin Arablardan bir cemaat hakkında nazil olduğu rivayet edilir. Onlar Peygamber'in (s.a) yanma; Medine'ye gelmişler ve oraya yerleşmişlerdi. Dünyevi durumları düzelip de bolluk ve refaha kavuştukları zaman, sakinleşirler ve hallerinden memnun olurlardı. Başlarına bir bela ve musibet geldiği zaman da şeytan onlara vesvese verir ve şöyle derdi: "Bütün bu başınıza gelen kötülükler başka bir şeyden değil, sadece bu dinden dolayı geldi." Bu vesvese neticesinde dinden dönerlerdi.
Bir görüşe göre de bu âyet, mûellefe-i kulûb'tan bir topluluk hakkında inmiştir. Onlar şöyle demişlerdi: "Biz bu dine gireriz; iyilikle karşılaşırsak bu dinin hak olduğunu anlarız, başka şeylerle karşılaşırsak batıl olduğunu anlarız."
Bu âyetin münafıkların karakterlerini tasvir ettiği gayet açıktır. Ayette geçen harf kelimesi taraf demektir. Yani bu münafık dinin ortasında, kalbinde ve özünde olmaz. Çünkü o huzurlu ve istikrarlı değildir, ızdırap ve sıkıntı içindedir. Din, hem kalb ile hem de dil ile imana dayanır. Bu ikisi (kalb ve dil) dinin iki tarafı, iki yönüdür. Bu ikisinden biri diğerine uygunsa insanın dini mükemmel olur ve inancı tam olur. Dini sadece dili ile açıklar da içinde inkarı gizlerse onun için, Allah'a bir yönden ibadet ediyor, denilebilir. Buradaki harf kelimesinin şek, şüphe anlamına geldiği de söylenilmiştir.
Âyet-i kerime diyor ki:
Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa hemen yüzüstü döner.
Bu kişi ordunun arkasında duran korkak bir kimse gibidir; ordu bir ganimete nail olursa o hemen ganimete çullanır, bir güçlüğe maruz kalırsa korkarak oradan kaçar. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Bir güçlükle karşılaştığı zaman daha önceki küfrüne dönüverir, işte münafık budur; dünyası düzelirse ibadet üzere kalır/ dindar yaşamaya devam eder, dünyası bozulursa ve değişirse o da dönüverir. Sadece kesesini doldururken ibadeti devam eder, bir sıkıntı ve darlığa düştüğü zaman dinini terkeder ve küfre döner.
Âyette geçen fitne kelimesi ile insan mizacına ağır gelen ve sıkıntı veren şeyler kastedilmiştir. Yine ayette geçen inkalebe ala vechih ibaresi ile de diliyle daha önce söylediği şeyin aksini söylemesi kastedilmiştir.
Dünyayı kaybetmesi şeref ve onurunu yitirmesi, ganimete nail olmaması ve kanının masum/korunur olmaktan çıkmasıdır. Ahireti kaybetmesi ise sevaptan mahrum bırakılması ve ceza ile karşılaşmasıdır. Bundan daha büyük kayıp olmaz. Bu apaçık bir ziyandır. Düşünen herkes bu kaybı ve ziyanı açıkça görür. Allah muhafaza buyursun.
SORU: Meâric suresinin ilk dört âyetinin anlamı nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ Meâric sûresinin başında şöyle buyurur:
Birisi, yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından inkarcılara gelecek olan ve hiç kimsenin savamıyacağı azabı istiyor. Melekler ve ruh (Cebrail), miktarı elli bin yıl süren bir günde O'na yükselir. (Meâric/1-4)
Ayette geçen seele kelimesi dua etti, çağırdı anlamına da gelir. Yani o kimse azabı kendisine çağırıyor. Nitekim bir kimsenin başına bir kötülüğün, bir felaketin gelmesini temenni etmek, beddua kelimesiyle ifade edilir. Sanki bu âyetin anlamı şöyledir: Adam, kâfirlere azabın gelmesini istiyor. Bu azap kıyamet gününde kâfirlerin başına mutlaka gelecektir. Bunda hiçbir şüphe yoktur.
Müfessirler burada azabı isteyen kimsenin kim olduğu konusunda pek çok görüş rivayet etmişlerdir. Onun Nadr ibn el-Haris olduğu söylenilmiştir. Çünkü o şöyle demişti:
Allahım! Eğer bu kitap, gerçekten senin katından ise bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azap ver!
O ve Ukbe ibn Ebi Muayt Bedir savaşında öldürüldü. Bir görüşe göre de o Haris ibn Numan el-Fihri'dir. Ona, Hz. Peygamber'in (s.a) "Ben kimin mevlası (dostu) isem, Ali de onun mevlasıdır (dostudur)" sözü ulaşınca bu onun tuhafına gitti ve beğenmedi. Devesine bindi ve düz bir vadiye geldiği zaman devesini çöktürdü. Orada Hz. Peygam-ber'e (s.a) şöyle dedi: "Ey Muhammed! Allah'tan başka ilah olmadığına ve senin, Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmemizi istedin, bunu kabul ettik; malımızın zekatını vermemizi emrettin, kabul ettik; her sene Ramazan ayında oruç tutmamızı emrettin, kabul ettik; haccetmemizi emrettin, onu da kabul ettik; bütün bunlarla yetinmedin, sonunda amcanın oğlunu bize tercih ettin, bu senin kendi sözün mü, yoksa Allah'tan mı?" Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin olsunki bu, Allah'tan başkasının sözü değildir.
Bunun üzerine Haris şöyle diyerek geri döndü: "Allahım! Mu-hammed'in söylediği gerçekten doğru ise, katından bize taş yağdır veya can yakıcı bir azap ver?" Haris bu sözü söyleyince tepesine bir taş düştü ve öldü, Bu konuda başka görüşler de vardır.
Ayette geçen minallahi zül meâricin ibaresinin anlamı şudur: Söz konusu azap, yükseklik, dereceler ve mertebelerin sahibi, her şeye gücü yeten, cezalandıran Allah'ın katından gelir. Zü'l-Meâric'in büyüklük ve yücelik sahibi anlamına geldiği de söylenir. "Melekler ve Cebrail ona yükselir" yani Allah'ın iyiliğine ve ikramına ulaşmak için melekler. Allah'ın kendileri için yarattığı yükselme derecelerinde yükselirler. Ruh ile kastedilen ise Cebrail'dir.
"Miktarı elli bin yıl süren bir günde" yani meleklerin yükseldiği bu mesafeyi başkaları yükselecek olsa çok uzun bir süre alır. "Elli bin sene" diye sayı belirtilmesinin sadece misal vermek için olduğu da söylenmiştir. Bu, bekleme yerindeki kıyamet sahnesinin uzunluğunu ve insanların orada karşılaşacakları sıkıntıları da ifade eder. Arablar sıkıntılı günleri uzunlukla, sevinçli günleri de kısalıkla nitelendirirler.
Ebû Said el-Hudri bu günden bahsederken şöyle demiştir: "Ne kadar da uzun bir gün?" Fakat Rasûlulah (s.a) şöyle buyurdu:
Nefsim kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki bu gün (yani kıyamet günü), bir mü'min için dünyada iken kıldığı bir farz namaz süresi kadar hafif ve kısa olacaktır.
SORU: Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şerifte geçen el-Hâfıra kelimesinin ne anlama geldiği hususunda bilgi verir misiniz?
CEVAP: Hâfıra kelimesi birinci yaratılış anlamında kullanılır. Bu kelime Nâziat sûresinde geçer:
"Biz eski halimize mi döndürüleceğiz" derler. (Nâziat/10)
Yani ilk halimize, hayata mı döndürüleceğiz? Öldükten sonra tekrar mı dirileceğiz? Hâfıra kelimesinin burada, onların kabirlerinin kazıldığı yeryüzü anlamına geldiği de söylenir. O takdirde mana şöyle olur: Biz hâfirada, yani kabirlerde olduğumuz halde (yeryüzüne) geri mı döndürüleceğiz? Arablar bir kimse geldiği yoldan geri döndüğü zaman "racea'ş-şeyhu ilâ hâfiratihi" derler.
Arablann sözlerinde geçen kelimelerden birisi de "en-nakdu fı'l-hafıra 'dır ki "bir alış-verişte alıcının ilk sözde parayı sayması anlamında" kullanılır. Bu kelime aslında at satışlarında kullanılır, yani "satılan at, bulunduğu yerden ayrılmadan parası ödenir" anlamında "la yezûlu hafiruhu" denilir.
Bunun aslı, atın Arablar nazarında en değerli mal olmasıdır. Onlar bu yüzden atı veresiye satmazlardı. Satıcı müşteriye şöyle derdi: "Bedeli tırnağının dibindedir." Yani pazarlık bitince parası derhal teslim olunmadıkça tırnağı durduğu yerden bir adım atmaz demektir. Veya bu sözü (en-nakdü fi'1-hâfira sözünü), at yarışlarında kullanırlardı ve şu manaya gelirdi: "Koşuda birinci gelen atın diğerlerinden önce tırnağının son kazdığı çukurda/tırnağının dibinde hemen bahşişini vermek gerekir." Sonra bu tabiri başka şeyler için de kullandılar.
en-Nihaye fi Ğaribi'l-Hadis isimli eserde şöyle kayıtlıdır: Bir adam, Peygamber'e (s.a) samimi bir tevbenin nasıl olması gerektiğini sorar. Hz. Peygamber (s.a) bu soruya şöyle cevap verir:
Günahı işler işlemez pişmanlık duymandır ve hemen o esnada da pişmanlığınla birlikte Allah'tan af dilemen, sonra da bir daha o günaha hiç dönmemendir.
Hadiste inde'i-hâfira (hemen o esnada) ibaresi kullanılmıştır.
Bir görüşe göre Arablar ata çok değer verdikleri için onu ancak peşin parayla satarlardı ve "toynaklının (tırnaklarının) bedeli satış anında ödenir" anlamında "en-nakdu inde'l-hâfir" derlerdi.
"en-Nakdu inde'l-hâfir" diyen kimse buradaki hafir kelimesini dabbe (hayvan) anlamında kullandığı için tali olarak söylemiştir. Hâ-fir atın tırnağı demektir. Zâtu'l-hâfira ise tırnaklı demektir. Bu kelime çoğunlukla başında zât olmaksızın kullanılır ve zât'ı ima etmesi için sonuna bir müennes ta'sı getirilir ve hâfıra olur. Veya hâfira kelimesi kazmak anlamına gelen hufr'dan ismi faildir ve kazıcı demektir. Çünkü at, adımını yere şiddetli bastığı için bastığı yeri kazar.
Kelimenin aslı budur. Sonra bu kelime genişletildi ve nihayet her türlü öncelik anlamını ifade etmek için kullanıldı. "Önceki haline döndü" demek için, "hemen yaptı, öncelikli olarak yaptı" demek için de bu kelime kullanıldı. Yukarıdaki hadis; pişmanlıkta acele edilmesi ve istiğfarın günah işlenir işlenmez, geciktirilmeden yapılması anlamını ilıtiva eder. Çünkü nedamet ve istiğfarın geciktirilmesi günahta ısrardan sayılır.
SORU: Şu âyet-i kerimenin tefsirini rica ediyorum:
Münafıklar sana geldiklerinde: "Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın peygamberisin" derler. Allah da bilir ki sen elbette O'nun peygamberisin. Allah münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir.
CEVAP: Bu âyet-i kerime el-Münafıkûn sûresinin başıdır. Medine'deki münafıkların başı Abdullah ibn Ubey ibn Selül hakkında nazil olduğu rivayet edilir. Kendisi gibi kimselerle başbaşa kaldığı zaman İbn Ubey, Hz. Peygamber (s.a) hakkında ileri geri konuşur ve onu kötülerdi. Hz. Peygamberin ve müslümanların yanında ise müslüman görünmeye çalışırdı. Münafıklığını örtbas etmek için yalan yere yeminler ederdi. Allah Teâlâ onun ve onun durumunda olanların iç yüzünü ortaya çıkardı ve rezil etti.
Münafık, içiyle dışı aynı olmayan ve inanmadığı şeyi inanıyormuş gibi konuşandır. Hz.'Peygamber (s.a) münafığın alametlerinden bir kısmını zikrederek şöyle buyurmuştur:
Münafığın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet eder.
Başka bir hadiste şöyle buyurur:
Şu dört şey, kimde bulunursa halis münafık olur: -Bunlardan birisi kimde bulunursa, onu terkedinceye kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet bulunur- Konuşurken yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder ve mahkemelik olduğu zaman haktan ayrılır.
Huzeyfe el-Yemani'ye münafık hakkında sual sorulduğunda şöyle der: "İslâm'ı anlatan, fakat onunla amel etmeyendir".
Âyet-i kerimenin anlamı şöyledir: Ey Allah'ın Rasûlü! Hilebaz münafıklar senin yanında bulunduklarında dilleriyle "sen Allah'ın Ra-sûlüsün" derler, yalancılıkla ve hileyle bu sözlerinin doğru olduğuna yemin ederler ve bu yeminleriyle kendilerinin münafık olmayıp mümin olduklarını göstermek isterler. Allah Teâlâ vakıaya mutabık gerçek bir ilimle senin peygamber olduğunu bilir ve buna şahitlik eder. O, şahitlerin en hayırlısıdır. Allah Teâlâ münafıkların, sözlerinin zahiren doğru da olsa iddialarında yalancı olduklarına, samimi olmadıklarına da şahitlik eder. Söyledikleri söz kendilerine nisbet edilmeden sadece içeriği yönünden değerlendirilmiş olsa gerçekten doğru bir sözdür, çünkü sen gerçekten Allah'ın Rasûlüsün. Fakat onlar bu gerçeğe iman ettiklerini iddia veya ima ederken yalan söylemekteler. Çünkü onlar bu gerçeği, gün ışığındaki güneşten daha açık bile olsa, iç dünyalarında kabul etmemekte ve yalanlamaktadırlar.
İbn Kesir'in âyeti tefsir ederken söylediği şudur:
Allah Teâlâ münafıklardan haber vererek, onların Peygamber'in yanına geldikleri zaman dilleriyle müslüman olduklarını ifade ettiklerini, fakat işin iç yüzünün böyle değil, aksine bunun zıddı olduğunu söylemektedir. Bunun için Allah Teâlâ şöyle buyumaktadır:
Münafıklar sana geldiklerinde "Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın peygaberisin" derler. Yani senin yanında hazır oldukları zaman, senin yüzüne karşı böyle söylerler ve senin için bunu izhar ederler. Halbuki göründükleri gibi değildirler. Bunun için Allah bir parantez cümlesiyle onun Allah elçisi olduğunu haber verir: Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir. Yani sözlerin içeriği gerçek de olsa onlar haberini verdikleri konuda yalancıdırlar. Çünkü onlar söyledikleri şeyin sıhhatine ve doğruluğuna inanmıyorlar. Bu sebeple Allah onlann inandıkları iddiasını yalanlamıştır.
SORU: Şu âyetin anlamı nedir?
(O yağmurla) Tûr-i Sina'da yetişen bir ağaç daha meydana getirdik ki, bu ağaç hem yağ, hem de yiyenlerin ekmeğine katık edecekleri (zeytin) verir.
CEVAP: Bu âyet, Mü'minûn sûresinin 20. ayetidir. Öncesinde de şu âyetler geçmektedir:
Andolsun ki üstünüzde yedi tabaka yarattık. Biz yarattığımızdan habersiz değiliz. Gökten suyu ölçülü indirdik de, onu yerde durdurduk. Şüphesiz onu gidirmeye de elbet gücümüz yeter. Böylece onun (yağmurun) sayesinde sizin yararınıza hurma bahçeleri ve üzüm bağlan meydana getirdik. Bunlarda sizin için yemişler vardır. Tûr-i Sina'da yetişen bir ağaç daha meydana getirdik ki, bu ağaç hem yağ, hem de yiyenlerin ekmeğine katık edecekleri (zeytin) verir. (Mü'minun/17-20)
Allah Teâlâ bu âyetlerinde kullarına bir lütuf olarak verdiği nimetlerini ve onlara yönelttiği iyiliklerini hatırlatmaktadır. Pek çok faydası olan zeytin ağacı da bu nimetlerden birisidir, "Tûr-i Sina'dan çıkan ağaç" ile kastedilen işte budur. Tûr-i Sina, diğer bir sûrede Tûr-i Sinin diye geçer: "Vettini vez-zeytûni ve Tûr-i Sinin..." tûr-i Sina Sina yarımadasındaki bilinen dağdır. Bazı müfessirler bu dağda ağaç bulunduğu zaman Tur diye isimlendirildiğini, ağaç bulunmadığı zaman sadece cebel (dağ) denildiğini söylerler.
"Bu ağaç yağ verir" denilirken, ağacın zeytin vermesi, verdiği zeytinden de zeytinyağı çıkarılması kastedilmiştir, Bu zeytin, onu yiyenlerin ekmek katığıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
Zeytini yiyin ve onunla yağlanın, çünkü o, bereketli bir ağaçtan elde edilir.
Zeytin yağı, rengi sarıya çalan saf ve hoş bir yağdır. Büyük ölçüde hazmı kolay yağlar ihtiva eder. Tereyağı ve kaymak yerine kullanılır.
Tıpta bir yumuşatıcı, yakıcı zehirlere karşı panzehir ve merhemlerin bir unsuru olarak kullanılır. Boyacılıkta, sabun yapımında, mensucat boyamasında kullanılan ticari çeşitleri de vardır. Doktorlar karaciğeri güçlendirmek ve tedavi etmek için tavsiye ederler. Pek çok faydası vardır.
SORU: Aşağıdaki âyet-i kerimenin tefsirini yapmanızı istiyorum:
Tevratla yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir...
CEVAP: Allah Teâlâ Cuma sûresinde şöyle buyurur:
Tevratla yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlamış olan kimselerin durumu ne kötüdür! Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez. (Cuma/5)
Bu yahudilerin Tevrat'la amel etmeyi terkettikleri zamanki durumlarına dair Allah'ın katından indirilmiştir ve Muhammad'in peygamberliğine inanmalarını emrettiği halde onlar buna inanmamaktadırlar. Çünkü Hz. Muuhammad'in peygamberliği, Allah katından indirilen Tevrat'ta müjdelenmiştir. Sanki âyet şöyle demektedir: Tevrat'ı yüklenenler, yani onunla amel etmekle yükümlü olanlar -ki "hamalet" kefalet anlamına gelir, yani Allah onlara Tevrat'ın içindekileri uygulamalarını emretmişti- "sonra da bu yükümlülüklerini yerine getirmeyenler" yani Allah'ın emrine icabet etmeyenler, Tevrat'ın kendilerine emrettiği şeyleri uygulamayanlar, onun hakkını eda etmeyenler, onu hakkıyla yüklenmeyenler ve içindekilerle amel etmeyenler, "ciltlerce kitap taşıyan merkep gibidirler." Ayette geçen esfar, sifr kelimesinin çoğuludur. Sifr büyük kitap demektir, kök anlamı açmaktır, kitap da manayı açtığı ve açığa çıkardığı için bu ismi almıştır.
Allah Teâlâ onların yanlarında Tevrat'ın hükümlerini uygulamamaları halini, sırtında kitap taşıyıp da bu kitabı taşırken yorulmaktan başka kârı olmayan merkebin haline benzetmiştir. Yahudilerin kendi kitaplarından, isyanları ve inatçılıkları sebebiyle azaba müstehak olsunlar diye aleyhlerinde bu kitabın şahitlik etmesinden başka bir nasipleri yoktur. Sonra Kur'an-ı Kerim bu benzeyişi kötülemiştir. Kur'an'ın inak şadı onların halini kötülemektir. Yani Allah'ın âyetlerini yalanlayan bu milletin durumu ne kötüdür. Allah, rablerinin emrine karşı gelen, O'nun peygamberlerini inkar eden zâlimler topluluğunu hidayete eriştirmez. Onlar hakkı gizlemeleri sebebiyle zalim oldular, isyan ve inkar etmeleri sebebiyle de (azabı hak edip) kendilerine zulmettiler.
Şöyle bir soru sorulabilir: Yüce Allah, inkarcı Yahudilerin durumunu niçin merkeplerin durumuna benzetmeyi tercih etti? Bu soruya er-Râzî şöyle cevap veriyor:
Bu benzetmede diğer hayvanların arasından merkeplerin seçilmesindeki hikmet nedir? Biz deriz ki bunun bir kaç türlü izahı vardır: Allah Teâlâ atı, katın ve merkebi binmek ve süs için yaratmıştır. Ziynet olma özelliği, binme ve yük taşıma özelliğine nisbetle atta daha çoktur ve daha açıktır. Bu durum katırda attan daha azdır, merkepte katırdan daha azdır. Katır bu konuda orta bir konumdadır. O halde yük taşıma özelliğinin atlar, katırlar ve diğer hayvanlara nisbetle merkeplerde daha açık ve daha galip olması gerekir.
Benzetmede merkebin seçilmesinin bir diğer sebebi cehalet ve ahmaklığı ortaya koymak içindir Bu da merkepte daha barizdir.
Bir diğer sebep de başkalarında olmayan zillet ve alçaklığın merkepte bulunmasıdır.
Bu makamda söylenen sözün maksadı onları kınamak ve küçümsemektir. Bu noktada merkeplerin tercih edilmesi uygundur ve isabetlidir. Benzetmede merkeplerin seçilmesinin bir diğer izahı da şudur: kitapların merkeplere yüklenmesi daha kolay, daha elverişli ve güvenlidir. Çünkü merkep uysal ve yumuşak başlı bir hayvandır. Ahmak bir çocuk bile kolayca ona hükmedebilir. Diğerlerine nisbetle merkebin zikredilmesini daha uygun kılan sebeplerden birisi de budur.
Lafızların ve lafızlar arasındaki münasebetin gözetilmesi kelâmın müştemilâtındandır. Esfar ve hımar lafızları arasında diğer haya-vanlarda olmayan lafzi bir münasebet vardır. Bu sebeple hımar (merkep) kelimesinin zikredilmesi daha uygundur.
Âyet-i kerimede Kur'an-ı Kerim'i ihmal etmemeleri, onun rehberliğini unutmamaları ve onu uygulamaksızın ve rehber edinmeksizin sadece ezberlemek, okumak veya dinlemekle yetinmemeleri için müslü-manlara da dolaylı bir uyarı vardır. Bazı müfessirler bu benzetmenin, Kur'an'ın anlamını bildikleri halde onunla amel etmeyen ve sanki ona ihtiyacı yokmuş gibi ondan yüz çeviren kimselere de işaret ettiğini söylemişlerdir. Bunun için Meymun ibn Mehran dedi ki: "Ey ehl-i Kur'an, Kur'an sizin peşinize düşmeden (yani sizin cezanızı kesmeden) siz Kur'an'ın peşine düşün (ona tâbi olun)." Sonra şu âyeti okudu:
Tevratla yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.
Allah en ıyı bilendir.
SORU: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Allah, iki doğunun ve iki batının rabbidir. Öyleyken rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
Dünyada iki tane doğu, iki tane batı mı vardır?
CEVAP: Allah Teâlâ Rahman sûresinde şöyle buyurur:
O, iki doğunun ve iki batının rabbidir. Öyleyse rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? (Rahman/17-18)
Müfessirler iki doğu ve iki batı konusunda pek çok görüş zikretmişlerdir. Bir görüşe göre güneş yazın ve kışın ayrı ayrı yerlerden doğduğu için iki doğu; yazın ve kışın ayrı ayrı yerlerden battığı için iki batı vardır. Mücahid, İkrime ve Katade'den rivayet edildiğine göre iki doğu, yaz ve kış mevsimlerinin doğulan, iki batı da yaz ve kış mevsimlerinin iki batışıdır.
İmam er-Râzi bu tefsiri şu sözlerle açıklar:
"Senenin altı ayında her gün güneşin ayrı bir doğuş ve ayrı bir batış noktası olmasına ve bunlar birbirinden farklı olmasına rağmen sadece yaz ve kış mevsimlerinin iki doğusuna ve iki batısına işaret edilmesinin hikmeti nedir?" denilecek olursa biz buna şöyle cevap veririz: Güneşin kışın indiği en son nokta ile yazın yükseldiği en son noktaya işaret edilmesi, bu ikisi arasındaki bütün noktaların anlaşılması için yeterlidir. Nitekim her şeyin mâliki ve sahibi olan Allah'ı tanıtırken: "Bütün doğu ve batı O'nundur" denildiği vakit, (bunlar arasındaki bütün yönler de kastedilmiş olmaktadır). En yüce sıfatlar Allah'a aittir. O, bütün meliklerden ve sultanlardan daha büyüktür ve uludur. Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyuruyor:
Doğu da batı da Allah'ın, nereye dönerseniz, Allah'ın yönü orasıdır. (Bakara/115)
Yine Bakara sûresinde şöyle buyurur:
De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır, O, dilediğini doğru yola iletir." (Bakara/142)
Her iki durumda da Allah doğru söylemiştir.
Bir görüşe göre de, iki doğu, güneşin doğusu ve ayın doğuşudur; iki batı, güneşin batısı ve ayın batışıdır. Bir başka görüşe göre iki doğu, fecrin doğuşu ve şafağın doğuşudur; iki batı, fecrin batışı ve şafağın batışıdır. Bir diğer görüşe göre de iki doğu fecrin doğduğu yer ve güneşin doğduğu yerdir; iki batı ise fecrin kaybolduğu ve güneşin battığı yerdir.
Alûsî, Tefsir'inde şöyle demektedir:
Müfessirlerin ekserisinin itimat ettikleri görüş şudur: İki doğu ve iki batı ile kastedilen, yaz mevsiminin doğusu ve kış mevsiminin doğusu; yaz mevsiminin batısı ve kış mevsiminin batışıdır. Bunun bir sonucu olarak da Allah'ın bu ikisi arasındaki bütün varlıkların rabbi olmasıdır.
Bu görüş el-Müntehab fi Tefsiri'l-Kur'ani'l-Kerim adlı eserde de tercih edilmiştir.
Uzmanlar buna şöyle bir şerh düşmüşlerdir: "Burada kastedilen güneşin ve ayın doğdukları yerle her ikisinin battıkları yer olabilir. Bu sebeple gece ve gündüz mucizesine de işaret edilmiş olabilir. Burada sadece güneşe işaret edilmiş olması da mümkündür ki güneş, şu yeryüzü gezegenindeki hayatın direğidir: bu duruma göre de kastedilen kışın doğusu ve kışın batısı ile yazın doğusu ve yazın batışıdır. Nitekim münfessirlerin çoğu bu görüştedir.
Güneşin bu şekilde her mevsim farklı farklı yerlerden doğmasının sebebi dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseniyle güneşin etrafındaki döndüğü yörünge arasındaki 23,5 derecelik açıdır. Bu sebeple meselâ kuzey yarım küre yaz mevsiminde güneşe doğru meyleder ve bu yüzden kuzey yarım kürede gündüzler uzar, geceler kısalır. Nihayet bu durum en son noktasına ulaşır ve güneş kuzey-doğunun en uzağından doğar ve kuzey-batınm en uzağından batar. Sonra durum, günden güne tersine döner, nihayet sonbaharda gece ve gündüzün eşit olduğ esnada güneş tam doğudan doğduğu ve tam batıdan battığı seviyeye ulaşır. Sonra kuzey yarım küre güneşten ayrılmaya başlar ve bu yüzden geceler uzar, gündüzler kısalır. Güneşin güneye doğru zahiri gerilemesi (günden güne) devam eder. Nihayet bu durum kışın doruğunda güneye doğru en uzak noktasına ulaşır (ve güneş güneydoğunun en uzağından doğar, güney batının da en uzağından batar).
"Sonra güneş günden güne kuzeye doğru geri çekilir, nihayet ilkbaharda gece ve gündüzün eşit olduğu esnada tam doğudan doğduğu ve tam batıdan battığı seviyeye ulaşır. Böylece devam eder gider.
"Bütün bunların aksi güney yarım kürede aynen gerçekleşir. Ayrıca bütün bu görüntüler, daha kuzeye ve daha güneye doğru yaklaştığımız zaman daha aşırı bir şekilde görünür.
"Şüphesiz bu mükemmel düzenlemede yeryüzündeki bütün canlıların menfaati vardır. Çünkü mevsimler ve iklimler bundan meydana gelir. Ekin ekme ve hasat dönemleri, insan, hayvan ve bitkilerin faaliyetlerindeki her türlü mevsimsel farklılıklar buna bağlıdır."
"İşte, yüzyıllar sonra bile bilimin Kur'an-ı Kerim'de verilen bilgilerle tam bir uyum içinde olduğu görülür. Bu da bize Hak Teâlâ'nın şu âyetini hatırlatır:
O'nun hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şâhid olması yetmez mi? (Fussilet/53)
Allah doğru söylemiştir.
SORU: Kur'an-ı Kerim'de, Allah Teâlâ'nın sıfatları içinde O'nun doğuların ve batıların rabbi olduğu da zikredilir. Doğular ve batılarla ne kastedilmiştir?
CEVAP: Allah Teâlâ Sâffât sûresinde şöyle buyuruyor:
Andolsun ki tanrınız birdir; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların rabbidir; doğuların ve batıların rabbidir. (Saffat/4-5)
Burdaki "doğuların rabbi" tabirinin anlamı, Allah doğusu olan her şeyin doğduğu yerlerin sahibidir, demektir. Kâdî Beydâvî, buradaki doğularla yıldızların doğduğu yerlerin veya güneşin sene içerisinde doğduğu yerlerin kasdedildiğini söyler. Onun söylediğine göre güneşin doğduğu yerlerin sayısı 360'tır. Güneş, her gün birinden doğar. Bu hesaba göre batılar da farklıdır, doğuların sayısı kadar da batılar vardır. Kısa kesmek için doğuları zikretmekle yetinmiştir. Çünkü doğuşlar Allah'ın kudretine daha çok delâlet eder ve daha çok nimete vesiledir.
Uzman bilim adamlarından bir grup bu âyet-i kerimede geçen meşârik (doğular) kelimesi üzerinde şu açıklamaları yapmışlardır:
"Allah Teâlâ yedi kat semayı, dünyayı ve bunların arasındaki muhtelif gök cisimlerini ve yıldızları yaratandır. O, güneşin doğduğu ve şâir yıldızların doğduğu yerler üzerinde egemen olan ve oralardaki her-şeyi görüp gözetendir. O, güneşi her gün doğu ufkunun bir önceki günden farklı bir noktasından ortaya çıkarandır. Bu, O'nun güneş sisteminde yerleştirdiği kanunlar sebebiyle böyledir. Bu sistemde dünya kendi ekseni etrafında günde bir defa batıdan doğuya doğru bir tur tamamlar. Aynı esnada dünya, güneşin etrafındaki elips bir yörüngede seyreder.
"Dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşüyle birlikte yeryüzü sakinleri güneş ve yıldızların her gün farklı bir yerden doğduğunu görürler. Gök kubbe üzerindeki yolculuğu esnasında dünyanın bulunduğu yer değiştikçe güneş de farklı farklı yerlerden doğar. Güneş, mart ayının sonlarından, yani gece ve gündüzün eşit olduğu andan itibaren kuzey yarım küreden düzenli olarak gözetlenmiş olsa onun (her gün) doğu ufkundaki (ayrı) bir noktadan doğduğu görülür. Günler geçtikçe gözlemci, güneşin doğduğu noktaların kuzeye doğru yaklaştığını görür.
"Nihayet haziran sonlarında güneş kuzeye yakın en son doğacağı noktadan doğmuş olur. Güneşin bundan sonra aynı değişikliği takibe-derek geri döndüğü görülür. Nihayet eylül sonlarında, yani sonbaharda gece ve gündüzün eşit olduğu esnada güneşin, ilkbaharda gece ve gündüzün eşit olduğu esnadaki doğduğu yerden doğduğu görülür. Sonra (doğuş noktaları) devamlı olarak güneye doğru hareket eder. Nihayet aralık ayı sonlarında güneş, güneye yakın en son doğacağı noktadan doğmuş olur. Sonra zahiri olarak kuzeye doğru tekrar geri dönüş başlar ve nihayet ilkbaharda gece ve gündüzün eşit olduğu esnada dünyanın güneş etrafındaki bir turu tamamlanmış olur.
"Bütün bunlar 365 gün 6 saatlik bir süreyi alır. Dünyanın gök kubbedeki seyri esnasında yıldızların da doğu ufkunun farklı yerlerinden doğdukları gözlenir. Bu durum, özellikle güneşin yıl içerisinde uğradığı oniki burcun yıldızlarından daha belirgindir."
Allah Teâlâ Meâric sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Doğuların ve batıların rabbine yemin ederim ki, onların yerine daha iyilerini getirmeye bizim gücümüz yeter ve kimse de önümüze geçemez. (Meâric/40-41)
Buradaki doğular ve batılarla neyin kastedildiği konusunda da müfessirlerin pek çok görüşü vardır: Bir görüşe göre güneşin doğduğu ve battığı yerlerdir. Bir görüşe göre senenin her gününün doğusu ve batışıdır. Bir başka görüşe göre her bir yıldızın doğduğu ve battığı yerdir. Bir görüşe göre de doğu ile kastedilen her bir peygamberin davetinin zuhur etmesi, batı ile kastedilen ise o peygamberin kuvvetidir. Bir diğer görüşe göre ise doğularla hidayet nevileri, batılarla da başarısızlık nevileri kastedilmiştir.
Uzman bilginler bu âyet hakkında açıklama yapmışlar ve özetle şöyle demişlerdir: "Doğular ve batılarla, Allah Teâlâ'mn sınırsız genişlikteki mülkünün (çeşitli) bölgeleri kastedilmiş olabilir. Yine güneşin, ayın ve bütün yıldızlar ve gezegenlerin doğulan ve batıları da kastedilmiş olabilir. Çünkü bunların hepsi yine Allah'ın mülküne delâlet ederler.
"Gök cisimlerinin doğuyor ve batıyor görünmeleri, dünyanın kendi ekseni etrafında batıdan doğuya doğru dönmesinden kaynaklanır. Bundan dolayı bu cisimler bize, gök kubbede bu yönelişin aksi istikamette hareket ediyorlar, doğu ufkunun üzerinden doğuyorlar ve batı ufkundan batıyorlar, ya da en azından mesela kuzey yarım kürede kutup yıldızının etrafında doğudan batıya doğru dönüyorlar gibi görünürler.
"Bir yıldızın kutba olan uzaklığı, gözlemcinin bulunduğu enleme olan uzaklığından daha az olduğu zaman o yıldız doğmaz ve batmaz, aksine kuzey kutbu etrafında küçük bir daire çiziyor görünür. Bununla ayet, aynı şekilde gece saatlerine de işaret eder. Öyleyse doğuş ve batışın görünmesi yerkürenin dönüşüne de işarettir ki bu dönüş, Allah'ın dünya üzerindeki canlılara bahşettiği en büyük nimetlerdendir. Çünkü dünya kendi ekseni etrafında dönmemiş olsaydı, senenin yarısında dünyanın yarısı güneş ışığını görür, diğer yarısı ise bu ışıktan tamamen mahrum kalırdı. Böyle bir durumda ise hayat, bildiğimiz ve alışık olduğumuz düzen içerisinde devam edemezdi.
"Doğuların ve batıların, diğer yıldızlar ve gezegenler değil de sadece güneşin idaresi ile ilgili olarak zikredildiğini söylesek bile, bu dahi yeryüzündeki doğuların ve batıların her gün; hatta her lahza sonsuz bir şekilde değiştiğine işaret eder, çünkü güneş her an bir noktada batmaktadır, buna mukabil diğer bir nokta da doğmaktadır. Bu Yüce Allah'ın mükemmel idaresinin ve eşsiz kudretinin nümûnesidir."
Dikkat edin!
Allah'ın kudreti ne büyüktür, egemenliği ne yücedir! Gerçekten O, her şeye kadirdir.
SORU: Kur'an-ı Kerim'de "ilk sahifeler" tabiri geçer. Bu sahifeler nedir ve bunların içinde ne vardır?
CEVAP: Allah Teâlâ Tâhâ sûresinde şöyle buyurur:
Onlara önceki sahifelerde bulunanların belgesi gelmedi mi? (Tâ-hâ/133)
A'lâ sûresinde ise şöyle buyurur:
Doğrusu bu hükümler ilk sahifelerde, İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde de vardır. (A'la/18-19)
Necm sûresinde de şöyle buyurulur: Yoksa Musa'nın ve sözünü yerine getiren İbrahim'in sahifelerinde olanlar kendisine bildirilmedi mi (Necm/36-37) Tâha süresindeki âyetin tamamı şöyledir:
"Rabbinden bize bir mucize getirseydi ya" derler. Onlara Önceki sahifelerde bulunanların belgesi gelmedi mi?
Bu âyetin tefsirinde İbn Cerir et-Taberî şöyle der:
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Bundan önceki âyetlerde nitelikleri anlatılan bu müşrikler: "Tıpkı Salih'in kavmine dişi deveyi getirdiği,
İsa'nın ölüleri dirilttiği, körleri ve alacaları iyileştirdiği gibi Mu-hammed de rabbinden bize bir mucize getirmeli değil miydi?" dediler. Allah Teâlâ der ki: Bu kitaptan önceki kitaplardaki -mucizeler isteyip de mucizeler geldiği zaman bunları inkar eden ve bu yüzden helak ettiğimiz geçmiş milletlerin haberlerine dair- belgeler onlara da gelmedi mi? Onları nasıl derhal cezalandırdık, inkarları sebebiyle azabımızı nasıl indirdik?! Onlara da mucize gelip, kendi durumlarının onların durumu gibi olmasından kendilerini güvenceye alacak şey nedir?
İbn Kesir buradaki sahifeler^ Tevrat ve İncil'in kastedildiğini ifade eden bir rivayetle, bu sahifelerin kendi ülkelerinde yaşayan geçmiş milletlerin kitapları olduğunu söyleyen bir diğer rivayet nakletmiştir.
A'lâ sûresinde sözü edilen ilk sahifelere gelince bunlar yine Kur'an'm ifadesiyle Hz. İbrahim ve Hz. Musa'nın sahifeleridir. Çünkü Kur'an diyor ki: "Şüphesiz bu hükümler ilk sahifelerde, Musa'nın ve İbrahim'in sahifelerinde vardır." Yani bu sûrede veya Kur'an'da zikredilen şeylerin özü ve manası, Allah'ın İbrahim'e ve Musa'ya indirdiği hakikatler değişikliğe uğramadan önceki kitaplarda da mevcuttur. Kur'an'daki lafızların aynen ilk sahifelerde de bulunduğu kastedilmiş değildir. Kurtubî'nin de dediği gibi sadece mana olarak mevcuttur. Yani bu sözün manası o sahifelerde geçmiştir.
el-Acurrî, Ebû Zerr'in (r.a) Rasûlullah'a (s.a) gelerek: "Ey Allah'ın Resulü! İbrahim'in sahifelerinde ne var idi?" diye sorduğunu ve Rasû-lullah'ın şöyle cevap verdiğini rivayet etti:
Bunların hepsi emsal idi. Mesela şöyle deniliyordu: "Ey zorba, mübtelâ ve mağrur melik! Ben seni dünyayı birbirine yığasın diye göndermedim. Fakat mazlumun bedduasına meydan vermeye-sin diye gönderdim. Çünkü ben, mazlumun duasını kâfir de olsa geri çevirmem."
O sahifelerde şu darb-ı meseller de vardı. Akıllı bir kimsenin şu üç şey için vakit ayırması gerekir: Rabbine dua ve münacaatta bulunduğu vakit, nefsini hesaba çektiği vakit -ki bu esnada Allah'ın kendisine yaptığı iyilikleri de düşünür- ve rızkını temin etmek için ayıracağı vakit. Akıllı bir kimse sadece şu üç şeyle meşgul olmalıdır: Ahiret hazırlığı, yaşayışını sürdüreceği mal ve meta temini ve meşru zevkler. Yine akıllı bir kimsenin zamanını gözetmesi, işine gücüne yönelmesi ve diline sahip olması gerekir. Çünkü kelamını amelinden sayan kimse az konuşur. Sadece gerekli ve faydalı olduğunda konuşur.
Ebû Zerr daha sonra Rasûlullah'a (s.a) şöyle dedi: "Yâ Rasûlullah! Musa'nın sahifelerinde ne var idi?" Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verdi:
Hepsi ibret idi: Şaşarım, öleceğini yakinen bildiği halde sevinene, kadere yakinen inandığı halde kendisini yorup tüketene, dünyayı ve dünya sakinlerinin devamlı değiştiğini görüp de dünyaya gönül bağlayana ve yarınki hesaba inanıp da amel etmeyene.
Ebû Zerr Hz. Peygamber'e (s.a) tekrar sordu: "Ey Allah'ın Rasû-lü! İbrahim ve Musa'nın sahifelerindekilerden sana bir şey indirildi mi?" Rasûlulları (s.a) şöyle cevap verdi:
Evet Ebû Zer! Şunları oku:
Doğrusu felaha ermiştir: Temizlenen, rabbinin adını anıp namaz kılan. Fakat siz dünyayı tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Kuşkusuz bu ilk sahifelerde vardır; İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde. (A'la/14-19)
İmam er-Râzi şöyle kaydediyor: Ebû Zer, Rasûlullah'a (s.a): "Allah kaç tane kitap indirdi" diye sordu. Peygamber şöyle cevap verdi: "Yüzdört kitap: Âdem'e on sahife, Şife elli sahife, İdris'e otuz sahife, İbrahim'e on sahife ve Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan (Kur'ân)."
Allah Teâlâ en iyi bilendir.
SORU: "Şüphesiz ki biz sana kevser'i verdik" âyetindeki kevser ile ne kastedilmiştir?
CEVAP: Allah Teâlâ, elçisi Muhammed'e (s.a) hitaben şöyle buyurur:
Şüphesiz ki biz sana kevser'i verdik. Öyleyse rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Muhakkak ki sonu kesik olan, sana buğzeden-dir. (Kevser/1-3)
Kevser kelimesi kök itibariyle çokluğa delalet eder. Ayrıca bol hayra/iyiliğe de kevser denilir. Bazı hadis-i şeriflerde kevser'in cennette bir ırmak olduğu ifade edilmiştir. Nitekim İmam Buharî Rasûlul-lah'ın (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Göklere yükseltildiğim zaman bir ırmağa götürüldüm ki iki tarafında içi boş inciden kubbeler vardı. Cebrail'e "bu nedir?" diye sordum. O da: "İşte bu kevser'dir" dedi.
Rivayet edildiğine göre onun toprağı misk'ten daha güzel, suyu baldan tatlı ve kardan beyazdır.
Âlimler bu nehrin kevser diye isimlendirilmesinin sebebini şöyle açıklamışlardır: Bu nehir kevser diye isimlendirilmiştir, çünkü cennet nehirlerinin suyu ve meziyetleri çoktur. Veya cennet nehirleri kevser ırmağından çıktığı için bu ismi almıştır. Rivayet olunduğuna göre cennette hiç bir bahçe yoktur ki içinde kevser'den akan bir ırmak bulunmuş olmasın. Veya bu ırmaktan çok sayıda kişi içtiği için ya da onda pek çok fayda olduğu için bu isimle isimlendirilmiştir.
Kevser kelimesi kök manası itibariyle pek çok hayra delalet ettiği ve hayrın da pek çok çeşidi olduğu kevserle neyin kastedildiği konusunda çok sayıda görüş ortaya çıkmış olabilir.
Bir görüşe göre kevser kıyamet günü cennette etrafına toplanılan bir havuzdur.
Bir başka görüşe göre kevserle, büyük ve genel hayırları ihtiva eden Kur'an kastedilmiştir.
Bir diğer görüşe göre kevser dünya ve ahirette saadete ulaştıran İslâm dinidir.
Bir görüşe göre peygamberliktir, çünkü peygamberlik Allah'tan peygamberine büyük bir lütuftur ve insanlar için de büyük bir nimettir.
Bir başka görüşe göre ümmetin bilginleridir. Çünkü onlar ümmeti hayra/iyiliğe ve itaate sevkederler.
Bir diğer görüşe göre kevserle Hz. Peygamber'e uyanların çokluğu kasdedilmiştir, çünkü Peygamber (s.a) kendisine uyan ve itaat eden kimselerin çokluğuyla iftihar edecektir.
Bir görüşe göre Kur'an'ın "Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin" diye buyurduğu güzel ahlâktır.
Bir diğer görüşe göre kevser, Peygamberin temiz neslidir. Bir başka görüşe göre Peygamberin şefaatidir. Bunların dışında başka görüşler de vardır.
Burada kevser kelimesinin genel anlamı içinde bu görüşlerin hepsini anlamamıza engel hiçbir şey yoktur. Çünkü kevser kelimesinin kök manası pek çok hayır demektir. Madem ki hayrın da pek çok çeşidi ve bölümü vardır, o halde yukarıdaki görüşlerden her birinin bu haynn çeşitlerinden birisi olarak zikredilmesine mâni hiç bir şey yoktur.
SORU: Zakkum ağacı nasıl bir şeydir? Bazı insanların onun meyvesini ilaç olarak kullandıkları doğru mudur?
CEVAP: Zakkum ağacı, Kur'an'da lanetlenmiş bir ağaçtır. -Allah onun kötülüğünden bizi korusun ve onun yurdundan (cehennemden) bizi uzak kılsın- Onun hakkında Peygamber'e (s.a) hitaben Kur'an-ı Kerim şöyle demektedir:
Sana gösterdiğimiz rüya ile, Kur'an'da lanetlenmiş ağaçla sadece insanları denedik. (İsra/60)
Yani Zakkum ağacını Allah, mü'minle kâfiri ayırtetmek için imtihan maksadıyla yaratmıştır.
Kur'an'daki ifadenin zahiri, bunun tadı bozuk ve kokusu fena ve çok sert bir ağaç olduğuna işaret eder. Onun cehennemin dibinde bittiği, dallarının cehennemin tabakalarına kadar yükseldiği, meyvelerinin sanki şeytan başı gibi korkunç olduğu rivayet edilmiştir. Bunun için Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
O cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytanbaşı gibidir. (Sâffat/64-65)
Kâfirlerin (cehennemdeki) yiyecekleri bu ağaçtandır. Çünkü Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
Şüphesiz Zakkum ağacı günahkarların yemeğidir. O, karınlarda erimiş maden gibi, suyun kaynaması gibi kaynar. (Duhan/43-46)
Kur'an-ı Kerim şu yalancı sapıkların karınlarını bu ağaçtan doyuracaklarına işaret ediyor. Çünkü onlar başka bir yiyecek bulamayacaklar, açlık onları iyice sıkıntıya düşürecek veya cehennem zebanileri onları bu ağaçtan yemeye zorlayacaklar. Karınlarım bununla doldurduklarında açlıkları ve susuzlukları şiddetlenecek, ne olursa olsun bir içeceğin özlemini çekecekler, fakat sıcak sudan başka bir şey bulamayacaklar. Hem de fokur fokur kaynayan bir su... Susuzluktan kavrulmuş develer gibi o kaynar sudan içecekler. İstiska hastalığına yakalanmış develer gibi... Bu hastalığa yakalanmış develer içtikçe içerler, sonunda ya ölürler, ya da şiddetli hastalanırlar. Bu ağaç, lanetlenmiş ağaç olarak tanıtılır. Çünkü lanetlenmiş ve Allah'ın rahmetinden kovulmuş bir topluluk içindir.
Allah Teâlâ, Vakıa sûresinde şöyle buyurur:
Sonra, siz ey sapıklar, yalanlayıcılar! Elbette bir ağaçtan, Zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız. Onun üzerine kaynar su içeceksiniz. Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur! (Vâkıa/51-56)
Bu ağaçla insanların denenmesine gelince onun izahı da şudur: Kur'an-ı Kerim, cehennemde Zakkum isimli bir ağacın olduğunu haber verdiği zaman müşrikler bunu alaya aldılar ve dediler ki: "Ateş ağaçlan yaktığı halde cehennemde ağaç yetişmesi nasıl düşünülebilir?" Bu sapıklar, ateşi yaratan ve ona yakma özelliğini veren Allah'ın, dilediği zaman ondaki bu kuvveti alabileceğini, yeşil bir ağaçtan ateşi çıkartan Allah'ın cehennemde de ağaç çıkartabileceğini ve O'nun her şeye gücünün yettiğini herhalde unuttular. Koca kâfir Ebu Cehil bundan sonra Hz. Peygamber (s.a) hakkında nasıl şöyle söyler: Sizin arkadaşınız ateşin içinde ağaç olduğunu iddia ediyor, halbuki ateş ağacı yer, bitirir. Lât ve Uzza'ya yemin ederiz ki bu Zakkum dediği şey hurma ve üzümden başka bir şey değildir! (Böyle mi söylüyorsunuz), öyleyse zıkkımlanın ondan, karnınız doluncaya kadar yeyin bakalım?! Dikkat edin bu sefil istihzaya verilen cevabın bir kısmını şu âyette buluyoruz:
O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytan başı gibidir.
Bazı insanların Zakkum ağacını ilaç olarak kullandıkları sözüne gelince bunun cehennemdeki Zakkum ağacı olduğu düşünülemez. Belki dünyada da aynı ismi taşıyan bir ağaç vardır. Fakat bu, Allah'ın bizi sakındırdığı cehennemdeki ağaç değildir. Beydâvi Tefsirinde, Tiha-me'de, küçük yapraklı, acı ve pis kokulu, Kur'an'daki gibi Zakkum isimli bir ağacın bulunduğu haber verilmektedir. Ancak bu, her ikisinin de aynı cins olduğunu göstermez.
SORU: Allah'ın yüce Kitabında "Hiçbir memlekette benzeri bulunmayan sütunlara sahip İrem şehri" diye sözünü ettiği şehir nerededir? Arkeologlar vasıtasıyla onun kalıntılarını ortaya çıkarmak mümkün-müdür?
CEVAP: Allah Teâlâ Fecr sûresinde şöyle buyurur:
Ey Muhammedi Rabbinin hiçbir memlekette benzeri bulunmayan sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad kavmine ne ettiğini görmedin mi? (Fecr/6-8)
Ayette geçen zâtul-ımad kelimesi uzunluk sahibi demektir. Çünkü ' u beldenin halkı uzun boylu idi. Bir görüşe göre de yüksek binalara sahiptiler. Bir görüşe göre bu kelime sütunlar sahibi manasına gelir. Otlak aramaya giderler, sonra evlerine dönerlerdi. Çadırlarda yaşayanlara da ehl-i ımâd denilir.
İbn Cerir et-Taberi dedi ki: "İrem, Ad kavminin yaşadığı beldenin veya Ad kavmine ait bir kabilenin adıdır. Rivayet olunduğuna göre Âd, Ad ibn Avs ibn Sam ibn Nuh'tur. Hûd peygamberin kavmi olan Ad kavmi şehirlerini, Hadramevt ile Yemen beldelerinden San'a arasında Arab yarımadasında Ahkaf denilen yerde inşa ettiler. Sütunlu şehrin tarihten silinip yok olduğu ve artık bugün bilinmediği söylenir. Halbuki çok büyük ve muazzam bir şehir idi. Bu şehri inşa edenin çok zorba bir hükümdar olan Şeddad ibn Ad olduğunu söyleyenler vardır." Belki de şu âyette buna da işaret vardır:
Hiçbir beldede benzeri yaratılmamış...
Yani şiddet, kuvvet ve zulüm yönünden onun benzeri yoktur demektir.
Yakut el-Hamevi Mu'cemû'l-Büîdân isimli eserinde bu şehrin kuruluşu hakkında ilginç bir hikaye anlatır. Özeti şudur: "Zalim Şeddad cenneti ve Allah'ın kendisine dost olanlar için cennette hazırladığı altın ve gümüş sarayları, altından ırmaklar akan evleri ve kat kat odaları işittiği zaman ileri gelen adamlarına dedi ki: "Yeryüzünde öyle bir şehir kuracağım ki cennet gibi olacak." Binlerce yardımcıyı ve valileri topladı, onlara Yemen topraklarında çok geniş ve boş bir arazi araştırıp bulmalarını emretti. Bu yerin toprağı çok güzel olmalıydı. Kurmak istediği şehrin yaklaşık olarak resmini çizdi. Ğanem ibn Ulvan, Dah-hak ibn Ulvan ve Velid ibn Rayyan isimli üç valisine ülkedeki bütün altınları, gümüşleri ve mücevherleri toplamalarını emretti. Bu mücevherlerden dağlar gibi topladılar. Sonra şehri inşa etmeye başladı.
"Duvarlarını yakutlar ve incilerle süsledi. Orada oda üstüne ola-dar yaptı (kat kat binalar dikti). Sonra şehrin altında bir vadi hazırlattı. Yerin altından kırk fersah uzunluğunda büyük bir kanal geçirdi. Sonra bu kanaldan sokaklara ve caddelere insanların içmesi için tali kanallar açtırdı. Şehrin uzunluğunu on iki fersah yaptı. Genişliği de bir o kadardı. Etrafına yüksek bir sur çevirdi. Şehrin içinde üçyüz bin tane köşk bina ettirdi. Bunların ortasında kendisi için muazzam ve görkemli bir köşk inşa ettirdi. Onun köşkü diğer bütün köşklere tepeden bakıyordu. Şehrin etrafına askerlerini yerleştirdiği ordugahlar kurdu.
"Allah Teâlâ onu imihan etmek istedi. Ona elçisi Hûd'u (a.s) gönderdi. Hûd (a.s) onu Allah'ın yoluna çağırdı. Hûd (a.s), Şeddad'm kav-mindendi ve kavminin eşrafındandı. Fakat Şeddad Allah'ı inkar etti. Zorbalık ve taşkınlıkta ısrar etti. Hûd onu azap ile uyardı, tehdit etti ve mülkünün helakine dair onu ikaz etti. Fakat Şeddad küfür ve isyanından vazgeçmedi, Hûd'un (a.s) çağrısına kulak vermedi. Bu esnada şehrin inşası ile görevli olanlar geldiler ve şehrin tamamlandığını, açılış için kendisini beklediklerini haber verdiler. Şeddad, üçyüz bir yanda-şıyla birlikte şehre doğru yürüdü. Nihayet onlarla birlikte şehre yaklaştığı sırada Allah Teâlâ onların üzerine korkunç bir çığlık gönderdi ve bu çığlık onların hepsini helak etti. Şehir yerin dibine battı ve bundan sonra oraya hiç kimse girmedi."
İşin tuhafı, kıssayla ilgili benim de hatırlamadığım ayrıntıyı uzun uzun anlattıktan sonra bu bilgilerin Ahbaru'l-Kassas el-Münemmika ve Evdâuhe'l-Müzevveka isimli eserden olduğunun zannedildiğine işaret etmiştir.
Rivayet olunduğuna göre bundan sonra bü şehre hiç kimse girmedi. Sadece Muaviye zamanında Abdullah ibn Kılabe isimli bir şahıs girdi. Yine rivayet olunduğuna göre bir araştırmacı Şeddat ibn Ad'ın Hadramevt'te defnedildiği çukurda tökezleyince dağda kazılmış sürpriz bir beyitle karşılaştı. Levhada şunlar yazılı idi:[9]
İbret al ey uzun ömrüne aldanan kişi! Ben Abd ibn Şeddat, nerde var onun bir eşi? Güçlü kuvvetliydi oldu topluma egemen Herkes ona boyun eğdi korkudan tehditten Nihayet geldi Hûd, bizler dalalette iken Gelin, dedi, varsa nasibiniz hidayetten İsyan ettik, dedi: Niçin sakınmazsınız hiç? Bir çığlık geldi uzaktan, yaptı bizi birer hiç.
Bilim adamları ve arkeologların, bu şehrin inşa edildiği rivayet olunann bölgede şehrin kalıntılarını araştırmaları ve kazı çalışmalan yapmaları için herhangi bir engel yoktur. Şayet bu kalıntılardan bir şey bulunacak olursa, Kur'an kıssalarının işaret ettiği eski çağlara ait tarihin bir kesitini tanımada yardımcı bir bulgu elde edilmiş olacaktır. Allah, hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.
SORU: Allah Teâlâ Tevbe sûresinde şöyle buyurur:
En büyük hac gününde Allah ve Rasûlünden insanlara bir bildiridir: Allah ve Rasûlü müşriklerden uzaktır. (Tevbe/3)
Benim sormak istediğim şey ayetteki ikinci rasûlüh kelimesinin irabıdır. Bu kelime Kur'an'da dammeli (ötre) olarak yazılmış, fakat ben bu kelimenin lafzatullah'a matuf olduğu için mansub (üstünlü) olması gerektiğine inanıyorum. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
CEVAP: Ayette geçen Rasûlüh kelimesi yedi kıraatte de merfu'dur (ötrelidir). Bu kelime mübteda olmak üzere merfu kılınmıştır. Haberi mahfuzdur. Takdiri şöyledir: Rasûlü de aynı şekilde müşriklerden uzaktır (Ve Resûluhu beriun mine'l-müşrikine kezâlik). Beriun kelimesi ona işaret ettiği için ikinci defa söylenmemiş hazfedilmiş tir.
Rasûlüh kelimesini, beriun kelimesindeki müstetir (gizli) zamire atfederek merfu kılmak da caizdir. Bu zamir beriun kelimesinin zamiri olmak üzere mahallen merfu'dur. Çünkü fiilin kuvvetinde bir vasıftır. Bunun takdiri de şöyledir: "Şüphesiz Allah müşriklerden uzaktır, Rasûlüde..."
Bazı nahivciler, Rasûluh kelimesinin, enne'nin isminin mahalline atfederek merfu olduğunu söylemişlerdir. Zira enne'nin ismi aslen mübtedadır ve merfudur.
Burada bir de Rasûluh diye okuyan şaz bir kıraat vardır. Bunlar Rasûleh kelimesini lafzatuUah'a atfederek veya mef'ulü meah yaparak mansup okurlar. Bu kelimenin mecrur okunması ise kabul edilemez. Rivayet olunduğuna göre bir bedevi, Rasûluh kelimesini Rasûlih diye esreli telaffuz eden bir okuyucuyu dinler. Bunun üzerine bedevi: "Eğer Allah, Peygamberinden beri (uzak) ise Peygamber'den ben de beriyim" der. Okuyucu onun bu tefsirine öfkelenir. Bedeviyi tuttuğu gibi Hz. Ömer'in yanına götürür. Hz. Ömer hadiseyi işitince Kur'an'ın kıraatinin tahrifinden korkar ve bunun için nahiv kurallarının tesbit edilmesini emreder.
SORU: Allah Teâlâ Nebe sûresinde şöyle buyurur: Üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik.
Buradaki bina, anladığımız maddî manada bir bina mıdır? Eğer durum böyle ise Sovyet ve Amerikan uzay gemileri nasıl oluyor da ayın yüzeyine defalarca iniş yapabiliyorlar. Halbuki söylenildiğine göre ay yedinci kat gökte imiş?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim'de göklerin bina edilmesi konusu bir kaç yerde tekrarlanmıştır. Bakara sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
O, yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir bina kıldı. (Bakara/22)
Gafir sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Sizin için yeri durak, göğü bina eden Allah'tır, (öafir/64)
Kaf sûresinde şöyle buyurur:
Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz, bakmazlar mı? (Kâf/6)
Zâriyat sûresinde şöyle buyurur:
Göğü, gücümüzle biz kurduk: Şüphesiz biz geniş kudret sahibiyiz. (Zâriyat/47)
Nâziât sûresinde şöyle buyurur:
Ey inkarcılar! Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu Allah bina etmiştir. (Nâziat/27)
Şems sûresinde şöyle buyurur:
Göğe ve onu bina edene... andolsun... (Şems/5)
O halde sema, yani gök nedir? Göğün bina edilmesinden ne kastedilmiştir? Arab dilcileri diyorlar ki yüksek olan ve yükselen her şey sema diye ifade edilir. Bundan da anlaşılıyor ki gök, yeryüzünün üzerinde yükseldiği için semâ diye isimlendirilmiştir. Bir şeyin üstünde olan herşey altındakinin semasıdır ve senin üstündeki her şey semâ'dır. Bizim üstümüzdeki âlemin tamamına semâ/gök diyebiliriz. Menar Tef s/n'nde ifade edildiğine göre bina etmek, bir şeyi özel bir biçim oluşturacak şekilde başka bir şeyin üzerine koymaktır. Allah Teâlâ göğü, bir binanın düzeni gibi bir düzenle yaratmış ve inşa etmiş, ondaki cisimlere (yıldızlara ve gezegenlere) şu gördüğümüz nitelikte bir biçim vermiş ve onları çekim kanunuyla yerlerinde tutmuştur. Bu sebeple arz üzerine düşmezler ve birbirleriyle çarpışmazlar. Ancak kıyamet günü geldiği zaman çarpışırlar ve yeni bir yaratılışın oluşması için âlemin düzeni bozulur.
Buna göre göğün bina edilmesi, içindeki cisimlerin ve yıldızların sağlam bir bina gibi yerleştirilmesi demektir. Sözü edilen âyetteki seb'an şidaden tabirinin izahı Muhammed Abduh'a göre şöyledir:
Bu sehya tarâik yani yedi yol demektir. Bunlar, içinde yedi tane meşhur gezegenin bulunduğu göklerdir. En çok bunlar göründüğü ve herkes tarafından bilindiği için özellikle bunlar zikredilmiştir. Ancak Allah Teâlâ bunlardan daha büyük olanları da bina etmiştir. Onlar gökler âleminin ötesindedir. Şidad diyerek şiddetle vasıflandırmasının sebebi bina ettiği gökler aleminin çok sağlam olması ve zamanın geçmesinden etkilenmemesidir.
Muhammed Abduh Tefsiru Cüz'ü Amme'de "Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu Allah bina etmiştir" âyetine de temas etmiş ve şöyle demiştir:
Bu, göğün yaratılış keyfiyetini beyandır. Bina etmek, dağınık parçaları birbirini tutacak şekilde bağlayarak sağlam bir yapı oluşturuncaya kadar birbirine ilave etmektir. Allah Teâlâ yıldızları da böyle yapmıştır: Bu yıldızlardan her birini nisbeten diğerinin üzerine koymuş, bununla beraber herbirini de kendi yörüngesinde tutmuştur. Nihayet onlardan görünüşte tek bir âlem meydana gelmiştir ve tek bir isimle isimlendirilmiştir, o da bizim üzerimizdeki sema (gök) dır.
Allah onun tavanını yükseltti ve onu bir düzene koydu. (Nâzi-ât/28)
Zikrettiğimiz Nâziât/28 ayetinin anlamı da budur.
Tabiat bilgisi ve astronomide uzman olanlar şöyle diyor: "Bilimsel anlamıyla gök (sema), hangi yönden ve nereye kadar ve hangi şekilde olursa olsun yeryüzünü kuşatan her şeydir. Bu, arzı kuşatan atmosferi ve onun ötesindeki ilânihaye bütün yükseklikleri içine alır. Kâinatın, boşluğu orada başlar. O boşluğun içinde ve derinliklerinde muhtelif şekilleri, hacimleri ve mahiyetleriyle eşsiz bir düzen içerisinde hareket eden, yayılmış diğer gökcisimleri vardır. Bu gök cisimleri yeryüzü sakinlerine ışık vererek ve sönerek peşpeşe görünürler ve gizlenirler. Bunların hepsi yüksekliklerinde, çekim kuvvetiyle birbirlerine bağlılıklarında, birbirleriyle uyum içinde oluşlarında ve kat kat derece-lenişlerinde tıpkı binalar gibidirler."
"Yedi kat gök ile, güneşin etrafında dönen yedî gezegenin yörüngelerinin kastedilmiş olması da mümkündür. Bununla arzı kuşatan muhtelif tabakalar da kastedilmiş olabilir. Allah Teâlâ arzın yaratılışını tamamladıktan ve onun üzerindeki hayat başladıktan sonra, arzın etrafını kuşatan atmosfere bu hayata uygun ve onu fezanın tehlikelerinden koruyacak bir nitelik kazandırmıştır. Ortaya muhtelif atmosfer tabakaları ve kainatın boşluğundaki güvenlik kuşaklan çıkmıştır ki bilim bunların bazısından sözetmektedir."
Modern bilimin verdiği bu bilgiler Kur'an-ı Hakim'in ibareleriyle çelişmez, bilakis onu teyid eder, destekler. Bu sebeple bu bilginler göğün bina edilmesine dair âyetlere şöyle bir yorum getirirler: "Okuma yazma bilmeyen ve kültürsüz bir toplumda yetişen ümmî bir Peygamberin insanlara göklerin yedikat olduğunu öğretmesi mümkün değildir. Bu gök tabakalarının varlığı ancak bilimle öğrenilebilir. Okuması yazması olmayan ümmî Muhammed bunları, kendisini gönderen ve ona Kur'an-ı Hakim'i indiren Allah ona bildirmemiş olsaydı nereden bilebilecekti?"
Bu bilgilerden de anlıyoruz ki gökle ilgili sözkonusu âyetlerle uzay gemilerinin ayın üzerine inişi arasında hiç bir çelişki yoktur. Çünkü bu araçlar üzeri kapalı bir binayı delip geçmiyorlar, fakat gök cisimleri arasındaki mevcut fezayı (boşluğu) delip geçiyorlar. Sonra da bu cisimlerden hangisine ineceklerse ona doğru yöneliyorlar. Bu cisimleri ve yıldızları sonsuz güç ve kudret sahibi Allah Teâlâ bu geniş fezada asılı tutmaktadır. Aralarında doğru bir münasebet ve sağlam bir çekim kuvveti vardır. Bunlardan her biri kendi yörüngesinde ve kendi ka-rargahındadır. Bu ilahi muhkemlik, hiçbir bozukluğu olmayan sağlam bir binaya benzer.
SORU: "Allah, takdir edip hidayet edendir" âyetinin anlamı nedir? Bu ifade sadece insanın hidayetini mi kapsar?
CEVAP: Allah Teâlâ A'lâ sûresinin başında şöyle buyurur:
Ey insan! Rabbinin yüce adını teşbih et. O yaratıp şekil veren, takdir edip hidayet edendir. (Aİa/1-3)
Ayette geçen "kaddera" kelimesinin burada "Allah her şeyin kendi şeklini hazırladı" anlamına geldiği söylenilmiştir. Her şeyin kendisine münasip bir durumu vardır. Hidayet ise doğru yolu gösterme (irşat) ve yönlendirme demektir. Bir görüşe göre âyetin anlamı, Allah mutluluğu ve bedbahtlığı takdir etti, hidayetin ve dalaletin (sapıklığın) yolunu gösterdi demektir. Artık kim hidayeti tercih ederse kendisi için seçmiş olur, kim de sapıtırsa kendi aleyhine sapıtmış olur.
Bir görüşe göre âyetin anlamı Allah Teâlâ bütün canlıların azıklarını ve azıklarını takdir etti ve onlara maişetlerini nasıl temin edeceklerini öğretti, demektir. Bir başka görüşe göre de, Allah Teâlâ bütün eşyadaki menfaatleri yarattı ve bu menfaatlerin bu şeylerden (eşyadan) nasıl elde edileceğinin yolunu yordamını insanlara ilham etti, öğretti, gösterdi; hayvanların yararlı olan hususlarını da takdir edip bunlardan yararlanma yollarını da onlara öğretti ve yönlendirdi. Bu sebeple Tâhâ sûresinde şöyle buyurulur:
Musa: "Rabbimiz, her şeye kendi özelliğini veren, sonra yolunu gösterendir" dedi. (Tahâ/50)
Furkan sûresinde şöyle buyurulur:
Allah, her şeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenleyendir. (Furkan/2)
Kamer sûresinde de şöyle buyurulur:
Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık. (Kamer/49)
Bütün bunlardan şunu anlıyoruz ki irşad, yönlendirme ve ilâhî ilham manasıyla hidayet sadece insanlarla sınırlı değildir. Bilakis hayvanları da kapsar. Hatta hayvanlar alemindeki ilâhî ilham bize, bu âlemi gerçek manada yöneten ve yönlendirenin Allah Teâlâ olduğuna apaçık şahitlerle işaret eden harika örnekler verir.
Doğuda ve batıdaki bilim adamları kitaplarında bu ilhamın görüntülerinden söz etmişlerdir. Burada, kendilerinde vatana dönüş içgüdüsünün tecelli ettiği kuşları örnek olarak verebiliriz. Meselâ bülbül yuvasından çok uzaklara göçeder. Sonra oraya tekrar döner. Kuşlar denizin üzerinde uçarken binlerce mil katederler, sonra hiç şaşırmadan vatanlarına ve yerlerine geri dönerler. Bir posta güvercini hiç şaşırmadan ve karıştırmadan çok uzak mesafelere mektupları götürür ve getirir. Salamon balığı yaşadığı nehirden denize açılır ve uzun müddet denizde kaldıktan sonra hiç sapmadan tekrar kendi nehrine geri döner.
İş:e örümcek; büyük bir maharetle ve sağlamlıkla yuvasını incecik ipliklerden balon şeklinde yapar. Köpek, koku almakta maharetlidir, şaşırtıcı ve hayret edilecek bir şekilde iz tâkibeder. İstakoz diye isimlendirilen deniz hayvanı vücudundan bir parçayı kaybettiğinde hücrelerini ve irsî etmenlerini canlandırarak onu süratle telâfi etmeye çalışır. Bir kurtçuğun başı insan tarafından kopanldığı zaman kurtçuk, vücudundan yeni bir baş yapmaya çalışır. Karınca, buğday tanelerini veya başka şeyleri topladığı ve yuvasında biriktirdiği zaman, bütün taneleri, ıslanacakları ve sürgün verip de kullanılmaz hale gelecekleri korkusuyla ikiye ayınr. Muhtelif hayvan türlerindeki ilâhî ilhamın görüntülerine dair daha pek çok örnek göstermek mümkündür. Bunların hepsi bize Allah Teâlâ'mn "O takdir edip, hidayet edendir" âyetinin açık ve şümullü anlamını beyan etmektedir.
SORU: Şu âyet-i kerimenin tefsirini rica ediyorum:
Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok câhildir.
Buradaki emanetle ne kastedilmiştir?
CEVAP; Bu âyet-i kerime Ahzab sûresinin 72. âyetidir. Allah daha iyi bilir ya, bu âyet Allah'ın insana yüklediği sorumlulukların tehlikesini tasvir etmektedir. Bu sorumlulukların yerine getirilebilmesi için selim bir kalbe, sağlıklı bir akla ve düzgün ve doğru bir harekât tarzına ihtiyaç vardır. Eğer bu sorumluluklar, güneşiyle, ayıyla ve yıldızla-nyla göklere; içindekilerle ve bütün görkemiyle yeryüzüne ve bütün yükseklikleriyle dağlara teklif edilmiş olsaydı bunları yüklenmekten kaçınırlardı. İnatçılık ve isyandan dolayı değil, korku ve endişeden dolayı kaçınırlardı. Fakat kendisine akıl ve fikir verilen insan bu emanetin yükünü üzerine aldı ve üstlendi. O bunu yapmakla nefsine zulmetmiş oldu. Bu emanetin getireceği sorumlulukların pek çoğunu bilmiyordu. Bu sebeple kendisini, azap ve cezaya maruz kalmaması için devamlı çalışma gerektiren sorumlulukların içine attı.
Burada emanetin teklifi, bu emaneti kabul edip onu koruyan ve hakkım yerine getiren kimsenin kurtuluş, sevap ve nimetlere nail olacağı, onu zayi edip hakkını ihmal eden kimsenin de hüsran içinde kalıp cehenneme yuvarlanacağı esası üzerine yapılmıştır. Bu sebeple Allah Teâlâ bu âyetin hemen arkasından şöyle buyurmuştur:
Bunun sonucu olarak Allah münafık erkek ve kadınlara, Allah'a ortak koşan erkek ve kadınlara azap verecektir. Allah inanan erkek ve kadınların tevbelerini kabul buyuracaktır. Allah bağışlar ve merhamet eder. (Ahzab/73)
Müfessirler emanetle neyin kastedildiği konusunda pek çok görüş zikretmişlerdir.
Bir görüşe göre emanet, namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak ve gücü yetiyorsa haccetmektir.
Bir başka görüşe göre emanet, insanların birbirlerine verdikleri emanetlerdir.
Bir diğer görüşe göre bu, hadis naklindeki emanettir ve hadise ilave yapmamaktır.
Bir görüşe göre ise kadının ırz ve namusunu korumasıdır.
Bir görüşe göre cünüplükten yıkanmaktır.
Bir görüşe göre de bir insanın diğer bir insanın kanını koruması ve ona tecavüz etmemesidir.
Bütün bunlar ve benzen görüşler, pek çok çeşidi ve şekli olan emanetin bu çeşit ve şekillerinden birer örnek olmaktan öteye geçmez.
Emanetle neyin kastedildiği konusunda akla yatkın olan izah tarzı şudur: Emanet, Allah'ın kullarına yapmalarını emrettiği farzlar, sorumluluklar ve itaatlerdir. Bunlar içerisinde hadlerin (cezaların) ve vâcible-rin de bulunduğu bütün dini işlerdir. Bu sebeple İmam Taberî, buradaki emanetle, dindeki mevcut bütün emanetlerin ve insanlar arasındaki bütün emanetlerin birlikte kastedilmiş olmasının daha uygun olacağım söylemiştir. Çünkü âyet-i kerime emanet çeşitlerinden herhangi birisini tahsis etmemiştir. O halde emaneti genel manada anlamak ve almak daha evladır, daha güzeldir.
SORU: Tefsir kitaplarında birçok isrâiliyat bulunduğunu işitiyoruz. Bunları bu kitaplara kimler sokmuştur? Bunların îsrâiliyattan olduklarını nasıl anlarız?
CEVAP: İsrâiliyat, İsrail'e nisbet edilen bir kelimedir. İsrail, Allah'ın bir peygamberi olan Yâkub'un (a.s) ismidir. Fakat İsrâiliyat kelimesi zamanla güvenilmeyen ve itimat edilmeyen bütün kıssalara ve haberlere verilen özel bir isim olmuştur. Çünkü bu kıssalar ve haberler sözleri tahrif edip değiştiren ve bile bile Allah'a iftira eden yahudiler yoluyle gelmiştir. Bu haberlerin doğru ve yalan olma ihtimalleri vardır. Yalan olduklarına dair kesin bir delil yoktur. Bu sebeple bu tür olanların önünde, Rasûlullah'ın (s.a) şu sözüyle amel ederek dururuz:
Ehl-i kitab size bir şey naklederse onları ne tasdik edin, ne de yalanlayın.
İsrâiliyat, Tefsir kitaplarının içine çoğunluğu yahudi olan ehl-i kitap yoluyla girmiştir. Bunların bir kısmı Ka'bu'l-Ahbar ve Vehb ibn Münebbih gibi müslümanlığı kabul etmiş ve inceleyip araştırmadan bol miktarda hikaye, kıssa ve haber nakleden bazı kişiler vasıtasıyla girmiştir. Bazı sahabiler ehl-i kitaptan iyi niyetlerle rivayetlerde bulunmuşlardır. Fakat bu iş o kadar genişlemiş ki rivayetlerin içine çok sayıda yalan, iftira ve tahrifat da dahil edilmiştir.
Muhammed Abduh Tefsirinde şöyle der:
İsrailoğullarının ve diğer peygamberlerin kıssaları konusunda dikkatli olmak ve tarihçilerle müfessirlerin Kur'an üzerine söyledikleri şeylere güvenmemek gerekir. İlmi ve tarihi araştırmalarla meşgul olanlar bizimle beraber şöyle diyorlar: Karanlık dönemler diye isimlendirilen bu dönemlerin tarihinden hiçbir şeye güvenilmez, ancak araştırıldıktan ve bir takım belgeler çıkarıldıktan sonra bunlara güvenilebilir. Biz, iyi niyetleri sebebiyle tefsir kitaplarını güvenilmez kıssalarla dolduran müfessirleri mazur görürüz. Fakat biz onlara güvenmeyiz, hatta bu rivayetlerden uzak dururuz ve Kur'an'ın nasslarından (apaçık ibarelerinden) öteye gitmeyiz. Sadece rivayeti sahih ise uygun olanlarıyla bu nassları açıklarız.
İsrailiyatı pek çok şeyle tanımamız mümkündür: Kur'an'ın nass-larma aykırı olması veya İslâm'ın temel prensiblerinden birisine aykırı olması veya Rasûlullah'tan (s.a) rivayet edildiği sabit olan sahih bir hadise muhalif olması, ya da selef imamlarının (ilk dönem ilim otoritelerinin) o rivayetin İsrailiyattan olduğunu söylemeleri gibi..
Son çağdaki müslüman ilim adamları bu İsrailiyatı dikkat ve titizlikle incelemeye başlamışlar ve bunların içindeki bozukluklara, hurafelere dikkat çekmişlerdir. Neticede bu İsrailiyattan ve özellikle yalan yanlış şeylerden uzak pek çok tefsir ortaya çıkmıştır. Allah hakkı söyler ve O, yolu gösterendir.
SORU: Mekke ve Medineliler Hz. Peygamber'e (s.a) indirildiği esnada Kur'an'ı herhangi bir öğretime tabi olmaksızın anlayabiliyorlar mıydı, yoksa Hz. Peygamber onlara bunu şerh mi ediyordu?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim apaçık bir Arabça ile inmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Biz onu anlayasınız diye Arabça bir kur'an olarak indirdik. (Yusuf/2)
Bu ilahi Kitap Arab lisanının ve belagatının ustaları ve üstadları olan Kureyş'e inmiştir. Bu sebeple onun ibaresini anlıyorlar ve neyi kasdettiğini -her ne kadar bazı âyetleri tefsir edilmeye ve tahdit edilmeye muhtaç da olsa- biliyorlardı. Rasûlullah (s.a) Kur'an'ın hükümlerini tatbik ederken ve âyetlerini öğretirken bu âyetlerle neyin kastedildiğini de açıklıyordu. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de tahsis edilmeye ve beyan edilmeye ihtiyaç duyulan âmm/genel âyetler vardır. Arab lisanını bilmeyenlere gelince, onlar da bu lisanı öğrenmeye çalışırlar, ya da onların da anlamaları için âyetler kendisine tercüme edilir. Hadis-i şeriflerde Kur'an-ı Kerim'in bazı âyetlerinin ve lafızlarının tefsirine dair örnekler vardır. İbn Cerir et-Taberi'nin Tefsirinin pek çok yerinde buna işaret edilmektedir.
Allah Teâlâ en iyi bilendir.
SORU: Sizin yayınlanmış hutbelerinizde Arabça'ya önem verilmesi gerektiğini ve bunun dinin bir emri olduğunu söylediğinizi pek çok defa dinledim ve okudum. Bu nasıl olur? Halbuki lisan ve dil milli bir konudur, din ise akide ve inançla ilgilenir?
CEVAP: Evet, Arabça'ya itina göstermek İslâm'ın çağırdığı ve teşvik ettiği bir konudur. Çünkü Arabça'yla ilgilenmek ve ona önem vermek İslâm'ın birinci düsturuyla, Kur'an'la ilgilenmek, Kur'an'a ihtimam göstermek demektir. Çünkü Allah Teâlâ bu Kur'an'ı apaçık bir Arabça'yla indirmiştir. Kur'an-ı Kerim Arab belâgatinin eşsiz ve rakipsiz bir örneğidir. Kur'an'ın anlaşılması için Arabça'nın anlaşılmasına ihtiyaç vardır. Arabça'yı bilmezsek Kur'an'ı anlayamayız. Bu sebeple müslümanların Arabça'yla ilgilenmeleri vacibtir.
Ebu Mansur es-Seâlibi en-Neysâbûri'nin Fıkhu'l-Luğa isimli kitabının başında zikrettiği şu ibareyi nakletmek yeterlidir. Orada müellif Arabça'nın konumundan söz ediyor ve şöyle diyor:
Kim Allah'ı seviyorsa Peygamberi Hz. Muhammed'i (s.a) de sever, kim Arab olan Muhammed'i severse Arabları da sever, kim Arab-lan severse Arabçayı da sever. Kitapların en üstünü Kur'an-ı Kerim, Arab ve Arab olmayanların en üstünü Hz. Muhammed'e (s.a) bu lisanla inmiştir. Kim Arabça'yı severse ona ihtimam gösterir, azim ve sabırla onunla meşgul olur, gayretini ona yoğunlaştırır.
Allah kimi İslâm'a hidayet eder, kalbini imana açar ve iç huzuru verirse Hz. Muhammed'in (s.a) en hayırlı peygamber, İslâm'ın en hayırlı din, Arabların en hayırlı millet, [10]Arabçanın en hayırlı lisan ve Arabça'yı anlamaya çalışmanın da dini bir sorumluluk olduğuna inanır. Çünkü Arabça ilmin aracıdır, dinde anlayış sahibi olmanın anahtarıdır, dünya ve ahirette iyi bir konumda olmanın sebebidir. Sonra Arabça öğrenmekten maksat faziletli bir kişiliğe sahip olmak ve bu faziletleri ve fazilete götüren diğer vasıtaları muhafaza etmektir. Suya ulaşmak için kuyu ve kaynak, ateşi yakmak için kibrit ve çakmak ne ise dini öğrenmek için de Arabça odur. Arabçanın özelliklerini kavramak, akıcılığa ve çekiciliğe vakıf olmak, üstünlüklerini ve inceliklerini tanımak, sadece Kur'an'ın i'cazını/eşsizliğini göstermesi, nübüvvetin isbatında pek çok bilgiye vesile olması bile -ki bu imanın esasıdır- yeterli olurdu. Üstelik bu, i'câz ve nübüvvete inanmada güzel bir etki meydana getirir, dünya ve ahiretteki semeresi de güzel olur. Nasıl olmasın ki, Allah Teâlâ, kâtiplerin saya saya bitiremiyeceği pek çok övgüye değer özelliği sadece Kur'an'a bahsetmiştir.
Ne dersin? Arabçaya yani Kur'an diline karşı görevimizi keşke bilmiş olsaydık da gerektiği gibi bunu yerine getirseydik, işte o zaman hem akide alanında, hem de ulusal düzeyde kazanan biz olurduk. Keşke benim milletim bunu bilseydi.
Sonra sayın Muhammed Reşid Rıza, el-Vahyü'l-Muhammedi isimli kitabında Kur'an dili olan Arabçadan şöyle söz eder:
İnsanlığın genel maslahatlarını araştıran bilim adamları bütün insanların ortaklaşa konuştukları müşterek tek bir dilin olmasını hep temenni etmişlerdir; insanlığın müşterek bir dili olsaydı, onunla yardımlaşırlar, onunla kaynaşırlar, eğitim ve öğretim programlarında onunla işbirliğine giderler, ilimde fende ve dünyevi ilişkilerde ortak çalışmalar yaparlardı. İslâm, din, yasama ve hüküm (yargı) konusunda Arabça'yı bütün müminlerin ve O'nun şeriatına boyun eğenlerin dili haline getirmekle bu ideali gerçekleştirmiştir. Çünkü müminler inançlarıyîe, vicdanlarıyle Allah'ın Kitabını ve Peygamberlerinin sünnetini tanımaya, onlarla kulluk etmeye ve kardeşleriyle Kur'an ve sünnet dahilinde birlik oluşturmaya yönlendirilmişlerdir. Kur'an ve sünnet müminlerin dünya ve ahirette mutlu ve egemen olmalarının dayanağıdır. Bu sebeple Kur'an kendisinin Arabça bir kitap olduğunu defalarca ifade etmiştir, insanların kendisini düşünmelerini, anlamalarını, öğüt almalarını ve kendilerini Kur'an'la terbiye etmelerini tekrar tekrar emretmiştir. Mü'min olmayanlar ise, hükmüne boyun eğdikleri şeriatın ve devletin dilini, dünyevi ihtiyaçlarını karşılamak için öğreneceklerdir. Nitekim bütün dünyada bu böyledir ve müslüman Arabların fethettikleri bölgelerde de böyle olmuştur.
Ben (Muhammed Reşit Rıza) el-Menar dergisinde ve tefsirinde Arabça öğrenmenin İslâm dinindeki gerekliliğini ve bu konuda bütün müslümünların fikir birliği içinde olduklarını açıkladım. Nitekim İmam Şafii de Risale'sinde buna dikkat çekmiştir. Rasû-lullah (s.a) ve Raşit halifeler zamanında uygulama da bu yönde idi, ta ki Arabça bilmeyenlerin sayısı çoğaldı, ilim azaldı, cehalet galip geldi, işte o zamandan itibaren insanlar sadece farz ibadetleri ve zikirlerini dinin lisanıyle, yani Arabça'yla yapmakla iktifa ettiler.[11]
Allah Teâlâ en iyisini bilendir.
SORU: Ücretle Kur'an okumak caiz midir? Şeriatta buna dair bir delil var mıdır?
CEVAP: Esas olan Kur'an-ı Kerim'in ibadet maksadıyle okunması-dır. İnsan, Kur'an okuyarak rabbine yaklaşır. Çünkü Kur'an okumak Allah'ın koyduğu hükümleri tanımanın bir anahtarıdır. İnsan, ibadet ettiği için bir ücret almaz. Onun ecri ve sevabı Allah'a aittir. Abdurrah-man ibn Şibl'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur:
Kur'an'ı okuyun ve onunla amel edin. Ondan uzaklaşıp yüz çevirmeyin, onda aşırı gitmeyin, onu geçim vasıtası yapmayın ve kazancınızı onunla çoğaltmaya çalışmayın.
Taberani, Bezzar ve Beyhaki'nin rivayet ettiği bu hadis, ücretle Kur'an okumanın yasaklığına delâlet eder.
Bu sebeple Hanefî mezhebinin ileri gelen âlimleri Kur'an okumaktan dolayı ücret alınmasını caiz görmemişler ve şöyle demişlerdir:
Bir kimse ücretle Kur'an okur da bunun sevabını ölüye bağışlarsa, bu sevap ölüye ulaşmaz, bu maksatla alan da veren de günahkar olur.
Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
Karşılığında ücret aldığınız şeylerin en haklı olanı, Allah'ın Kitabı mukabilinde alman ücrettir.
Fakat Hanefîler, bu hadisin bir hastayı tedavi etmede dua maksadıyla Kur'an okumak hakkında olduğunu söylemişlerdir.
Ancak bir kimse Kur'an öğretmeni olup da, çocuklara Kur'an
âyetlerini öğrettiği, ezberlemeleri için bu âyetleri tekrarladığı ve onların okuyuşlarını düzeltmeye çalıştığı zaman, kendisini sadece bu işe verdiği ve bunu rızkını temin edeceği bir meslek olarak icra ettiği müddetçe bunun karşılığında bir ücret alması caizdir. Aldığı ücret mücerret bir okumanın değil, öğretmenin karşılığıdır.
SORU: İsrâ'nın Kur'an'da zikredildiğini biliyoruz. Acaba Kur'an'da miraç da zikredilmiş midir?
CEVAP: İsra olayı İsra sûresinin başında zikredilmiştir. Allah Teâlâ orada şöyle buyurmaktadır:
Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulu Muhammed'i Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.
Miraç olayı Necm sûresinin başında zikredilmiştir. Orada Allah Teâlâ Hz. Peygamber ve Cebrail'i şöyle anlatır:
Muhammed'e bu Kur'an'ı güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı Cebrail öğretti. Sonra en yüksek ufukta iken (asıl şekliyle) doğruldu. Sonra ona yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine Allah kuluna vahyini bildirdi. Muhammed'in gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı: Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız? Andolsun onu, Sidretü'l-Münteha'nın yanında önceden bir defa daha görmüştü, Me'va Cenneti de onun yanındadır. Sidre'yi kaplayan kaplamıştı. Muhammed'in gözü ne kaydı ne de sınırı aştı. Andolsun o, rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü. (Necm/5-18)
Bu âyetlerin tefsiri konusunda İbn Cerir et-Taberi'ye müracaat ettiğimiz zaman özet olarak şunu görürüz: "Muhammed'e (s.a) Allah'ın vahyini ve emrini öğreten Cebrail'dir. Cebrail, üstün kuvvetlerin sahibidir. Her türlü hastalıktan ve kusurdan beridir. Cebrail, beraberinde
Hz. Muhammed olduğu halde en yüksek ufka yükseldi. Bu olay, Hz. Peygamber'in bir gece yürüyüşüne çıkarıldığı sırada olmuştur. O sırada Cebrail ile birlikte miracda güneşin doğduğu yere kadar yükselmişlerdir. En yüksek ufuk sözüyle kastedilen budur.
Sonra Cebrail Hz. Muhammed'e (s.a) iyice yaklaştı. Enes'ten rivayet edildiğine göre Cebrail İsra gecesi Hz. Peygamber'i (s.a) yedinci kat semaya kadar çıkarttı. Sonra Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği şekilde onu Sidretü'l-Münteha'ya kadar yükseltti. Allah Teâlâ'ya o kadar yaklaştı ki iki yay arası kadar, hatta daha yakın oldu. Bu esnada Allah, kuluna vahyedeceğini etti. Vahyettiği şeylerin içinde ümmetine günlük elli rekat namaz da vardı. Ayette geçen kâbe kavseyn ibaresinin iki zira (iki kol mesafesi) kadar manasına geldiği de söylenilmiştir. "Onun gördükleri hakkında şimdi kendisiyle tartışacak mısınız?" şeklindeki âyet kâfirlere hitab etmektedir. Yani, ey kâfirler, Peygamberin gördüğü şeyler hakkında onunla tarştışmaya girmeniz size hiç yakışmaz. O gerçekten bunları görmüştür. Cebrail'i bir başka defasında da Sidretü'l-Münteha'nm yanında görmüştü Sidretü'l-Münteha'nın yanında görmüştü Sidretü'l-Münteha öyle bir ağaçtır ki yaratıkların ilmi orada sona erer. Onun yanında da Me'vâ cenneti vardır, bu cennet şehitlerin bulunduğu cennettir.
Miraç esnasında Peygamber'in gözü sağa sola koymadı. Bilakis Allah neyi murat ettiyse sadece onları gördü. Gördüğü şeyler gerçekten pek çok ve pek büyüktü. Bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Andolsun ki o, rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü. Hülasa bu âyetler miraca işaret etmektedirler. En doğrusunu Allah bilir.
SORU: Kur'an-ı Kerim mi, yoksa Rasûlullah (s.a) mı daha büyüktür?
CEVAP: Kur'anla Peygamber'i mukayese etmek doğru değildir. Çünkü mukayese, aynı cinsten iki şey arasında yapılır. Kur'an-ı Kerim, Allah'ın hakikate ve sırat-ı müstakime götüren kelâmıdır. Peygamber bir beşerdir, rabbi onu korumuştur ve insanlara bir uyarıcı, müjde-leyici. onları Allah'a davet edici bir nur ve kandil olarak göndermiştir.
Durum budur. Suyûti el-İtkan fi Ulûm'il-Kur'an isimli eserinde Dârimi'nin Abdullah ibn Ömer'den merfû olarak Rasûlullah'm şu sözünü rivayet ettiğini zikreder:
Kur'an-ı Kerim Allah Teâlâ'ya göklerden, yerden ve bunların için-dekilerden daha sevimlidir.
Şüphesiz bu, Kur'an'ı bir yüceltmedir. Sahih bir hadiste yine şöyle denilmektedir:
Allah kelâmının diğer kelamlara üstünlüğü, Allah'ın diğer yaratıklara üstünlüğü gibidir.
Çünkü Kur'an güçlü ve yüce olan Allah'ın kelâmıdır.
Rasûlullah'm (s.a) konumu ve mertebesi hakkında da Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.
Bir hadis-i şerifte de Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Allah Teâlâ bütün mahlukatı yarattı ve beni onların en hayırlısı kıldı.
Yine şöyle buyurdu:
Ben kıyamet gününde Ademoğlunun efendisiyim.
Bir müslümanın hiçbir faydası olmayan bu tür karşılaştırmalardan Kendisini alıkoyması ve dinine, dünyasına yararlı şeylerle meşgul olması gerekir. Başarının sahibi Allah'tır.
Allah Teâlâ en iyi bilendir.
SORU: Şu anda müşahede etmekte olduğumuz keşif ve icatların Kur'an-ı Kerim'den çıkartıldığını söyleyebilir miyiz?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim, aziz ve celil olan Allah'ın kitabıdır. Allah Teâlâ onu insanların hidayeti için bir sebep, saadetleri için bir anahtar, eğitimleri ve düzeltilmeleri için bir kapı kılmıştır. Bu sebeple Allah Teâlâ yüce Kur'an hakkında şöyle buyurur:
Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren Kitap'tır. (Bakara/2)
Başka bir âyette şöyle buyurur:
Doğrusu size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir. Allah, rızasını gözetenleri onunla, selâmet yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir. (Maide/15-16)
Kur'an'ın temel maksadı insanlara akidelerini ve şeriatlerini beyan etmektir. Ayrıca onlara takip etmeleri gereken ahlakı, Allah'ın rahmetini uman ve azabından korkan kullarının fert ve cemaat olarak uymaları gereken edepleri açıklamaktır. O halde Kur'an bir hidayet ve ir-şaddır, fertler ve toplumlar için bir ıslahtır, fert ve toplum işlerinin Allah'ın istediği şekilde tanzimidir.
Hal böyle olunca Kur'an-ı Kerim'in büyük ve küçük, maddi ve bilimsel meseleleri, yeni keşifleri ve benzeri şeyleri açıkça ihtiva etmesi gerekmez. Bu, Kur'an-ı Kerim'de bir takım hakikatlerin veya bilimsel hakikatlere dair işaretlerin bulunmasını engelleyecek bir durum değildir. Kur'an-ı Kerim, insanların dünyadaki hakikatleri ve potansiyelleri keşfedip bulmaları için onları araştırmalar yapmaya sevketme maksadıyla akılları ve düşünceleri harekete geçirmek ister. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Onun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini hem dış dünyada hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? (Fussilet/53)
SORU: Tahrim sûresinin -aşağıda zikredeceğimiz- şu ayetlerinin indiriliş sebebi nedir?
Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine yasak ediyorsun? Allah bağışlayandır, acıyandır.
CEVAP: Sahih-i Müslim'de geçen bir rivayette şöyle anlatılır:
Rasûlullah (s.a) hanımlarından Zeyneb bint Cahş'ın yanında kaldığı sırada bal şerbeti içerdi. Hz. Peygamber'in (s.a) diğer eşlerinden Hz. Âişe ve Hz. Hafsa bunu kıskandılar. İkisi arkadaştılar ve kendi aralarında anlaşarak Zeyneb'in yanından çıkmasının akabinde Hz. Peygamber'e "Burnumuza senden megâfir (kötü kokulu bir bitki) kokusu geliyor, diyelim" dediler. Anlaştıkları şekilde bunu aynen uyguladılar.
Rasûlullah (s.a) güzel kokuyu severdi ve ona düşkündü. Bir başkasının kendisinden güzel kokudan başka bir şey hissetmesinden de nefret ederdi. Hafsa kendisine böyle deyince şöyle buyurdu:
Hayır, Zeyneb bint Cahş'ın yanında bal şerbeti içtmiştim. Onu bir daha içmem.
Rasûlullah (s.a) Hz. Hafsa'ya bunu gizlemesini ve kimseye söylememesini emretti. Bunun anlamı, helâl olduğu halde bal şerbetini Rasûlullah'ın kendisine haram kılmış olmasıdır. Bu sebepledir ki Tahrim sûresinin başında şu âyet nazil oldu:
Ey Peygamber! Eşlerini hoşnut etmek için Allah'ın helâl kıldığı Şeyi niçin kendine haram kılıyorsun? Allah bağışlayandır, acıyandır.
Allah Teâlâ daha sonraki âyet-i kerimelerde yeminlerin keffaretle geri alınabileceğini meşru kılmış ve müminlerin dostu olduğunu, herşeyi bildiğini ve hikmet sahibi olduğunu ifade buyurmuştur. Daha sonra şöyle demiştir:
Hani eşlerinden birisine -Hafsa'ya- bir söz söylemiştin ve: "Bunu sakın kimseye söyleme!" demiştin. Fakat o gitmiş bunu Âişe'ye anlatarak ifşa etmişti. Bundan bir şey çıkmayacağını zannetmişti. Halbuki Allah Teâlâ olanları Peygamberi'ne bildirmişti. Peygamber de Hafsa'ya Allah'ın kendisine bildirdiği şeylerin bir kısmını anlatmış, bir kısmını da nezaketen anlatmamıştı. Hz. Peygamber bunu haber verince Hafsa şaşırmış ve belki de bunu Hz. Peygamber'e (s.a) Âi-şe haber vermiştir, zannına kapılmıştı. Bu yüzden: "Bunu sana kim haber verdi?" diye sormuştu, Hz. Peygamber ona: "Her şeyi bilen ve herşeyden haberi olan Allah Teâlâ haber verdi" demişti.
Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurmuştu:
Eğer tevbe ederseniz ey Hafsa ve ey Âişe (bu sizin için iyi olur) çünkü kalpleriniz sapmıştı. Eğer Peygamber'e karşı birbirinize arka verir, onun hoşlanmadığı şeylerde birbirinizle yardımalaşırsanız, (bilesiniz ki) Allah onun yardımcı sı dır, Cebrail ve hayırlı mü'minler de onu yardımcısıdır. Allah, Cebrail ve mü'minlerden sonra melekler de size karşı onun yardımcısıdır.
Sonra Allah Teâlâ onların akıllarını başlarına getirmek için Pey-gamber'in eşlerine dedi ki:
Davranışlarınız yüzünden Peygamber sizi boşayacak olsa Allah Teâlâ ona sizden daha iyi, kendini Allah'a veren, İnanan, sebatla itaat eden, ihlaslı, tevbe eden, ibadet eden ve oruç tutan dul ve bakire eşler vermeye kadirdir.
İşte İmam Müslim'in Sahihi'nde zikrettiği rivayetin özeti budur. Biz, bu kıssayla ilgili Tahrim süresindeki ilk âyetlerin tefsirini de buna ilave ettik. İmam Kurtubi el-Cami li-Ahkâmı l-Kur'an isimli tefsirinde yukarıdaki rivayeti bu konudaki nakledilen görüşlerin en sahihi olarak zikretmiştir.
Bu kıssa hakkında ikinci bir rivayet daha vardır. Bu rivayette söz konusu olay Zeyneb ile değil, Mâriye ile ilgilidir. Mâriye, Mısır hükümdarı Mukavkıs'ın veya İskenderiye melikinin RasûluUah'a hediye ettiği bir cariye idi. Hz. Peygamber (s.a) kendisini İslâm'a davet etmek için bir elçi gönderdiği zaman Mâriye'yi hediye olarak göndermişti. Mâriye, yukarı Mısır'da Nil'in doğusunda Ansana denilen şehre bağlı bir beldeye mensuptu.
Rasûlullah (s.a), müslüman olduktan ve İbrahim ismini verdiği oklunu dünyaya getirdikten sonra Mâriye'yle evlendi. İbrahim, Rasû-lullah'm (s.a) biricik oğlu idi ve ona peygamberlerin atası Hz. İbrahim'in (a.s) ismini vermişti. Fakat İbrahim fazla yaşamadı. İbrahim vefat ettiği esnada hala süt emme çağında idi. Rasûlullah (s.a) biricik oğlunun vefatına ziyadesiyle üzüldü. Fakat metanetini kaybetmedi ve Allah'tan hayırlısını diledi. Bu olayla ilgili şöyle buyurmuştu:
Göz yaşarır, kalp hüzünlenir, Rab Teâlâ'nın razı olmayacağı hiç bir şeyi söylemeyiz. Biz senden dolayı çok üzgünüz ey İbrahim!
Rivayetler İbrahim'in vefat ettiği gün güneşin tutulduğunda ittifak ederler. Bunun üzerine bazı insanlar güneşin Peygamber'in oğlu İbrahim'in vefatı sebebiyle tutulduğunu söylemişlerdi. Fakat Rasûlullah (s.a) insanlara şöyle dedi:
Güneş ve ay Allah'ın âyetlerinden iki âyettir, bir insanın ölümünden dolayı tutulmazlar. Böyle bir şey gördüğünüz zaman ortalık açılıp aydınlanmcaya kadar namaz kılın.
Mâriye kıssasıyla ilgili olarak Zemahşeri ve Râzi tefsirlerinde özet olarak şu bilgiler verilir:
Hz. Peygamber (s.a) Hafsa'nın evinde iken Mâriye ile başbaşa kalmıştı. Bu, Hz. Peygamber'in Âişe'ye ayırdığı bir günde olmuştu. Hz. Peygamber (s.a) Hafsa'nın bu durumu öğrendiğini anlayınca ona dedi ki:
Kimseye söyleme, sana bir sır söyleyeceğim ve ben Mâriye'yi kendime haram kıldım. (Halbuki cariyesi ve oğlunun annesi olduğu için Mâriye kendisine helâl idi). Sana müjdeliyorum, benden sonra ümmetimin başına Ebubekir ve Ömer geçecekler (yani benden sonra halife olacaklar).
Hafsa gitti, bunu Âişe'ye söyledi. İkisi birbiriyle sıkı fıkı arkadaştı. Hz. Peygamber (s.a) bunu öğrendi. Hafsa'yı boşadı veya boşamayı düşündü. Hanımlarından uzaklaştı ve Mâriye'nin evine çekildi. Ondo-kuz gün bekledi. Nihayet Cebrail, Allah Teâlâ'nın Hafsa'yı affettiği haberini getirdi ve Hz. Peygamber'e şöyle dedi:
Hafsa'ya geri dön. Çünkü o, gündüzleri oruçla geceleri ibadetle geçiriyor. O, cennette senin hanımlarından birisi olacak.
Allah Teâlâ, Peygamberine Hafsa ile Âişe arasında geçen konuşmayı bütün ayrıntılarıyla bildirmişti. Peygamber (s.a) bunların bir kısmını Hafsa'nın davranışım ima ederek zikretmiş, diğer bir kısmını da söylememişti. Babalarının kendisinden sonra halife olacağını da haber verince Hafsa şaşırmış ve: "Bunu sana kim haber verdi?" diye sormuştu. O da "Herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olan Allah bana haber verdi" demişti.
Bu kıssayı sahih bir senetle Nesei ve Taberâni rivayet etmiştir. Ayrıca Hattabi de rivayet etmiş, İbn Hacer de bunu tercih etmiştir. Kurtu-bi, Tefsirinde şöyle demektedir:
Müfessirlerin çoğunluğu bu âyetin, Hz. Peygamber'in (s.a) kendi evinde Mâriye ile başbaşa kaldığı olayla ilgili olarak Hafsa hakkında indiği görüşündedirler.
İbn Cerir et-Taberi bu kıssayı Camiu'l-Beyan isimli tefsirinde aşağıdaki ibarelerle rivayet eder:
Hafsa ve Aişe birbirlerini çok severlerdi, ikisi de Rasûlullah'ın (s.a) eşi idi. Hafsa babasıın evine gitmişti. Orada lafa daldı (gecikti). Rasûlullah (s.a) cariyesine haber gönderdi, (yanma çağırdı) ve Hafsa'nın evinde onunla birlikte kaldı. Aslında nöbet Hz. Âişe'de idi. Hafsa evine dönünce ikisini orada gördü. Mâriye'nin dışarı çıkmasını bekledi. Aşırı bir kıskançlığa kapılmıştı. Hz. Peygamber (s.a) cariyesini dışarı çıkardı. Bunun üzerine Hafsa içeri girdi ve şöyle dedi: "Yamndakini gördüm. Vallahi beni üzdün." Peygamber (s.a) şöyle dedi: "Vallahi seni razı edeceğim. Şimdi iyi dinle sana bir sır vereceğim, onu kimseye söyleme!" Hafsa nedir o? diye sordu. Rasûlullah (s.a) ona şöyle dedi: "Sana yemin ederim ki senin rızan için cariyem bana haram olsun." Hafsa ve Âişe, Peygamber'in diğer hanımlarına karşı birbirlerine destek verirlerdi. Hafsa, Âişe'nin yanma gitti, ona bu sırrı açıkladı: "Sana müjdeliyorum; Peygamber (s.a) cariyesini kendisine haram kıldı." Rasûlullah'ın ona verdiği sırrı Âişe'ye anlatınca Allah da bunu Peygamberine bildirdi ve hanımlarının birbirlerine sırt vermelerinden dolayı şu âyetleri indirdi:
Ey Peygamber! Eşlerini memnun edeceğim diye, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram kılıyorsun? (Tahrim/1-2)
îbn Cerir et-Taberi bu konudaki geçen rivayetlerin pek çoğunu sıralamış ve sonunda da şöyle demiştir:
Bunların içerisinde söylenilmesi gereken en doğru söz şudur: Rasûlullah'ın (s.a) kendisine haram kıldığı şey, Allah'ın kendisine helâl kıldığı bir şeydi; bu onun câreyesi olabilir, bir içecek olabilir, başka bir şey olabilir. Ancak hangisi olursa olsun söz konusu olan şey, Allah'ın kendisi için helâl kıldığı bir şeydi. Bu yüzden Allah Teâlâ onu ayıpladı ve kefaretle yeminim bozabileceğini ona açıkladı.
Belki de bu, en doğru olan ve ihtilaf ve ayrıntılardan en uzak olan izahtır. Bu sebeple ona dönmek daha güzel olur.
SORU: Kur'an-ı Kerim'deki şu âyetin anlamı nedir:
Sen ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartırsın. (ÂH İmran/27)
CEVAP: Bunun tefsiri hakkında şöyle denildi: Hayvanın nutfeden, nutfenin de hayvandan meydana getirilmesidir. Çünkü nutfe (sperma) da hassas ve canlı hayvanlardandır.
Bir görüşe göre de bununla Âdem'in topraktan yaratılması kastedilmiştir. Âdem bir canlıdır, toprak ise ölüdür. Fakat bu tefsir, iyet-i kerimeye pek uygun değildir. Çünkü âyet-i kerime yaratmanın sürekli tekrarına işaret etmektedir. Özellikle âyetin başlangıcı da bunu ifade etmektedir:
Geceyi gündüze, gündüzü geceye geçirirsin.
Hergün gözümüzün önünde cereyan ettiği gibi ölüden diri çıkartılması hususunda ilk akla gelen mana şudur: Canlı olan bir şey, çeşit çeşit gıdalar şeklindeki cansız şeyleri yiyerek gelişir ve canlılığı artarak devam eder. Bu cansız gıdalar insan vücudunda çeşitli maddelere ve unsurlara dönüşür. Onun vücudunu geliştirir ve büyütür.
Diriden de ölü çıkar.
Diriden çıkanlar süt gibi salgılardır. Çünkü süt, hiç bir canlılığı olmayan bir sıvıdır.
Yine de en doğrusunu Allah bilir.
SORU: Allah Teâlâ buyuruyor ki: Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur. Buradaki "hak ile" sözünün anlamı nedir?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim'de göklerin ve yerin hak ile yaratıldığına işaret eden çok sayıda âyet geçmektedir. Ankebut sûresinde şöyle denilir:
Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Doğrusu bunda inananlara ders vardır. (Ankebut/44)
En'am sûresinde de şöyle buyurulur:
O gökleri ve yeri hak ile yaratandır. (En'am/73)
İbrahim sûresinde ise şöyle buyurulur:
Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmedin mi? (İbrahim/19)
Hicr sûresinde şöyle buyurulur:
Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık. (Hicr/85)
Rum sûresinde ise şöyle buyurulur:
Allah'ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve belli bir süre için yarattığım düşünemezler mi? (Rum/8)
Casiye sûresinde de şöyle buyurulur:
Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. (Casiye/22)
Zümer sûresinde şöyle buyurulur:
Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur. (Zümer/5)
Ahkaf sûresinde de şöyle buyurulur:
Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık. (Ahkaf/3)
Teğabûn sûresinde de şöyle buyurulur: Gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır.
Rağıb el-İsfehâni'nin Müfredâîü'l-Kur'an isimli kitabında hakk'm aslında mutabakat ve muvafakat demek olduğunu ve hak kelimesinin pek çok anlamının bulunduğunu ifade etmiştir. Bir şeyin mûcidine/ya-ratıcısına, hikmet öyle gerektirdiği için hak denilir ki, o Allah Teâlâdır. Hikmete uygun olarak Allah'ın yarattığı şeye de hak denilir. Allah'ın yarattığı şey hikmete uygun olduğu için hak'iu. Bundan dolayı Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve hikmete) binaen yaratmıştır. (Yunus/5)
Birşeyin kendisi aslında ne ise ona aynen inanmaya da hak denilebilir. Mesela "öldükten sonra dirilmek hak'tır" dememiz" böyledir.
Hak ile, gerektiği şekilde, gerektiği miktarda ve gerektiği vakit yapılan iş de kastedilebüir. Mesela "şunu yapmak haktır/doğrudur, şunu söylemek haktır/gereklidir" dememiz gibi.
Kurtubi Tefsirinde "O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır" âyetinin tefsiri yapılırken şöyle deniyor:
Hak ile ifadesinin künlol sözü ile yarattığı ifade edilir. Bu, "Birşe-yi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye ol demektir, hemen olur" âyetine bir işarettir.
Menar tefsirinde bu âyetin tefsiri hakkında şöyle denilir:
Yani Allah, gökleri ve yeri mutlak ve kesin bir emirle yarattı. Bu emir Allah'ın kesintisiz/sürekli hükmünü icra eden bir kanunla varlığını devam ettiren âyetleridir. O'nun üstün sıfatlara sahip olduğuna delalet eden sonsuz hikmetini ihtiva eder. Allah gökleri ve yeri boş yere ve saçmalık olsun diye yaratmamıştır. O halde insanlar da başıboş bırakılacak değildir. Bilakis herkes yaptığı şeylerin karşılığını görecektir.
Taberi tefsirinde müfessirlerin hak kelimesinin anlamı konusunda çeşitli görüşlerinin olduğu ifade edilmiştir.
Bazılarına göre bunun anlamı: Allah gökleri ve yeri hak ve doğru olarak yaratmış, boş yere ve yanlışlıkla yaratmış değildir.
Bazıları da bunun, Allah Teâlâ'nm gökleri ve yeri hak kelamıyla yarattığı anlamına geldiğini söylemişlerdir ve delil olarak da şu ayeti göstermişlerdir:
O'nun, ol dediği gün hemen olur, hak O'nun dediği! (En'am/73)
SORU: Nûr sûresinin ilk üç âyetini açıklamak lütfunda bulunmanızı en içten selamlarımla ve teşekkürlerimle rica ediyorum.
CEVAP: Allah Teâlâ Nûr sûresinin başında şöyle buyuruyor:
Bu bizim inzal ettiğimiz ve (hükümlerini üzerinize) farz kıldığımız bir sûredir. Belki düşünüp Öğüt alırsınız diye onda açık seçik âyetler indirdik. Zina eden kadın ve erkeğin herbirine yüzer değnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız Allah'ın dininde (hükümlerini uygularken) merhametiniz tutmasın. Mü'minler-den bir grup da onlara uygulanan cezaya şahitlik etsin. Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan kadından başkası ile evlenmez zina eden kadın da ancak zina eden veya müşrik olan erkekle evlenir. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır. (Nûr/1-3)
Allah Teâlâ'nın "Bu bizim inzal ettiğimiz ve farz kıldığımız bir sûredir" demesi, bu sûre içindeki hükümlere ve prensiblere çok önem verdiğinin bir delilidir. "Size ve sizden sonrakilere bunları farz kıldık" dediğine göre ondaki emirlere itaat edilip yasaklardan da kaçınılması gerekir. İşte böylece bu sûrenin içinde helâli haramı ve hadleri/cezaları açıkladık. Öğüt almanız için apaçık ve tefsir edici âyetleri de indirdik.
Bir şahsın bir kadınla zina ettiği sabit olduğu zaman her ikisine de yüzer değnek vurulması vacibtir. Zina edenler evlenmemiş kişiler oldukları zaman İslâm'ın hükmü budur. Evlenmiş, hür ve akıl baliğ kişilere gelince bunların cezası ise taşlanarak öldürülmektir (recm). Ebû Hanife'ye göre, devlet başkanı (onun adına hakim) uygun ve gerekli görürse zina eden bekarlara değnek cezasını uyguladıktan zonra sürgün cezası da verebilir.
İmam Mâlik, bir seferinde Hz. Ömer'in ayağa kalkıp Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle dediğini rivayet eder:
Ey insanlar! Allah Teâlâ Muhammed'i (s.a) hak ile gönderdi. Ona kitap indirdi. İndirdiği âyetlerin içinde recm âyeti de vardı. Bize onu okudu biz de onu ezberledik. Rasûlullah recm cezasını uyguladı, ondan sonra biz de uyguladık. Uzun bir zaman geçtikten sonra korkarım ki insanlardan birisi kalkıp, "Allah'ın kitabında recm âyetini görmüyoruz" diyecek ve Allah'ın indirdiği bir farizayı ter-kederek dalalete düşecekler. Erkeklerden ve kadınlardan evli olanlar zina edip de, (suçları) şahitlerle ya da gebelik veya itirafla sabit olduğu zaman, onlara recmi uygulamak Allah'ın kitabında haktır. (Buharı ve Müslim)
Sonra Allah Teâlâ zina edenlere değnek cezası hükmünü uygularken acımamalarını ve za'fa düşmemelerini veya bu merhametin zina cezasını uygulamayı terketmelerine sebep olmamasını müslümanlara emretmiştir. Bu sebeple hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
Yer yüzünde, Allah'ın koyduğu bir cezanın (haddin) suçlulara uygulanması, kırk sabah üzerlerine yağmur yağmasından daha hayırlıdır.
Sizin onlara merhametiniz tutmasın çünkü bu Allah'ın hükmüdür ve Allah'ın dinidir. Rabbiniz Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız O'na itaat etmeniz ve emrini uygulamanız gerekir. Kıyamet gününde rabbinize kavuşacaksınız ve itaatinizden dolayı sizi mükafatlandıracak, isyanınızdan dolayı da sizi cezalandıracak. Halk arasında azarlanıp kmanmalan ve daha caydırıcı olması için hükmün infazı esnasında üç veya daha fazla kişiden oluşan müslüman bir topluluğun da orada hazır bulunması gerekir. Bu, insanların onu görüp de ibret almaları ve günah işlemekten vazgeçmeleri için hükmün alenen infazını gerektirir.
Sonra Allah Teâlâ zina eden bir erkeğin ancak zina eden veya müşrik bir kadınla cinsel ilişkiye girebileceğini, yani onun zina etme arzusuna ancak zinacı isyankar bir kadının veya zinayı haram görmeyen müşrik bir kadının boyun eğeceğini, zinakâr bir kadının da ancak zinakâr bir erkekle veya zinanın haramlığına inanmayan bir müşrikle cinsel ilişki kurabileceğini, bu yüzden bunlarla evlenmenin mü'minle-re haram olduğunu söylemiştir. Rivayet edildiğine göre bir adam Om-mü Mehzûl isimli bir kadınla evlenmek için Rasûlullah'tan izin istemişti. Kadın zâniye idi ve adamın geçimini de üstlenmeyi şart koşmuştu. Rasûlullah (s.a) bunu reddetti ve ona şu âyeti okudu:
Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan kadından başkası ile evlenmez, zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.
SORU: Kur'an-ı Kerim: "Hamd, âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur" diyor. Kaç tane âlem vardır. Bunlar nedir?
CEVAP: İmam Kurtubi el-Câmi li Ahkâm'il-Kur'an isimli eserinde "Hamd, âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur" âyetini tefsir ederken el-âlemîn kelimesinin anlamı üzerindeki görüşleri şöyle zikrediyor:
Âlem kelimesinin çoğulu olan âlemin, Allah Teâlâ'nm dışındaki var olan her şeydir. Bir görüşe göre bütün zamanlarda yaşayanlar âlem diye isimlendirilmişlerdir. Bir görüşe göre cinler, insanlar, melekler ve şeytanlardır. Bir görüşe göre yeryüzünde hareket eden bütün canlılardır.
Kurtubi bu meyanda Ebû Said el-Hudri'nin şu sözünü nakleder: "Allah Teâlâ'nın kırk bin âlemi vardır. Doğusundan batısına kadar dünya bir âlemdir."
Kurtubi diğer görüşleri de zikrettikten sonra şöyle demiştir:
Bu görüşlerin içinde birinci görüş en doğru görüştür, yani alemler, Allah Teâlâ'nm dışındaki var olan herşeydir. Bunların herbirine âlem ismi verilmiştir. Çünkü âlem, alamet gibidir, kainatın bir yaratıcısının ve idarecisinin bulunduğuna delalet eder.
İmam er-Râzi, bu âyeti tefsir ederken Allah'ın dışındaki her şeyin âlemin (âlemler) diye isimlendirildiğini ifade eder. Bunlardan herbir bölümün âlem diye isimlendirilmesinin sebebi, Allah'tan başka her şeyin Allah'ın varlığına delalet etmesidir. Bu âlemlerden bazıları şunlardır: Yıldızlar ve gezegenler gibi gök cisimleri âlemi, toprak su, hava, ateş, bitkiler, madenler ve canlılar gibi yeryüzü cisimleri âlemi, feleki ruhlar, mukaddes ve temiz ruhlar (melekler) gibi ulvî ruhlar alemi, süf-lî ruhlar alemi. Süflî ruhlar da ya salih cinler gibi hayırlı cinsten olur, ya da şeytanlar gibi kötü ve habis olur.
İmam er-Râzi diyor ki:
Allah Teâlâ onları yokluktan varlığa çıkardığı için alemlerin ilahıdır, onların varlıklarını devam ettirdiği için de alemlerin rabbidir.
Alemin kelimesinden neyin kastedildiğini ve âlem kelimesinin ne anlama geldiği herhalde anlaşılmıştır.
SORU: "Sizin için kısasta hayat vardır" âyeti ile "öldürme, öldürmeyi yok eder" Arab darb-ı meselini birbiriyle mukayese ederken aramızda şiddetli bir tartışma çıktı. Bu konuda doyurucu bir açıklama yapmanızı rica ediyoruz. Böyle bir lütufta bulunursanız size teşekkür edeceğiz.
CEVAP: "el-Katlu enfa li'1-katli" yani "öldürmeyi, en çok ortadan kaldıran şey, yine öldürmedir" vecizesinde âlimler ve araştırmacılar ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bu sözün cahiliye döneminde söylendiğini iddia etmişler, bazıları da buna karşı çıkmışlar ve bu darb-ı meselin Kur'an'ın nüzulünden sonra ortaya çıktığını ve bununla da Kur'an'da-ki "Kısasta sizin için hayat vardır" âyetinin taklit edilmek istendiğini söylemişlerdir. Bazıları da bunun Farsça bir ibareden tercüme edildiği görüşündedirler. es-Seâlibi el-İcaz ve'l-İ'caz isimli eserinde bu darb-ı meseli Ezduşir'e nisbet eder. Dördüncü bir görüş vardır ki buna göre bu söz eski Mısırlılara ait bir hikmettir. Beşinci görüşe göre böyle bir söz hicri üçüncü asrın sonlarına kadar Arab lisanında kesin olarak bilinmemektedir.
Bu ibarenin aslı ne olusra olsun eski âlimler ve muhaddisler bu âyet-i kerimeyle Arab darb-ı meselinin mukayesesi hususunda çok şeyler söylemişler, âyet-i kerimenin bu vecizeye üstünlüğünü muhtelif üsluplarla açıklamışlar ve aralarında büyük fark olduğunu tesbit etmişlerdir.
Yerimiz müsait olmadığı için ikisi arasındaki mukayeseyi çok özet bir şekilde yapmakla yetineceğiz. Biz diyoruz ki âyet-i kerime, pek çok yönden bu vecizeden üstündür. Bunlardan bazıları şöyledir:
1. Maksat, âyet-i kerimede sadece iki kelime ile ifade edilirken bu vecizede üç kelimeyle dile getirilmiştir. Aynı mana ve maksadın az sayıda kelimeyle ifade edilmesi çok sayıda kelimeyle ifadesinden daha güzeldir.
2. Enfâ kelimesi ism-i tafdil kalıbıdır, yani mukayeseli üstünlük ifade eder. Mananın tamam olabilmesi için bir mukayese edilenin takdir edilmesine ihtiyaç vardır. Bir takdiri yaptığımız zaman şöyle dememiz gerekir: Öldürmek, öldürmeyi öldürmekten daha çok yok eder, yani Öldürme suçuna ölüm cezasını uygulamak bu cezayı uygulamamaktan daha çok cinayetleri engelleyicidir. Görüldüğü gibi bu, sözü uzatır, te'vile ve takdire muhtaç eder. Takdire ihtiyaç bırakmayan şey, takdire ihtiyaç bırakan şeyden daha güzeldir. Bu bir kuraldır.
3. Vecizede öldürmenin yokluğu hayatın varlığını gerektirmiyor. Çünkü vecizedeki ibare bunu ifade etmiyor. Âyet-i kerimenin ibaresi ise bunu ifade ediyor. Bu yönüyle âyet-i kerime, maksadı, vecizeden daha güzel ve yeterli bir şekilde ifade ediyor.
4. Ayet-i kerimede hayat kelimesi nekre (belirsizlik olarak geçiyor). Bu belirsizlik (nekrelik) Arabça'nın kurallarına göre büyültme ve çeşitlendirmeyi ifade eder. Böylece hayatın bütün çeşitlerini (yani kamu hayatını, ahiret hayatını, kişilerin hayatını ve hayat hakkının büyüklüğünü) kapsar. el-Katl (öldürme) kelimesi ise marifedir (belirlidir) ve böyle değildir.
5. Ayet genel bir hükmü ifade eder. Çünkü bütün kısaslar meşrudur ve bütün kısaslar suçu engeller, hayata yol açar. Halbuki öldürme böyle değildir. Haksız yere yapılan öldürmeler vardır ki bunlar öldürmeyi ortadan kaldırmaz, aksine fitneyi şiddetlendirerek kin ve intikama yol açar.
6. Ayet-i kerimede lafızlardan herhangi birisinin tekrarı yoktur. Vecizede ise el-Katl kelimesi tekrar edilmiştir.
Bazı araştırmacılar bu konuyu o kadar incelemişlerdir ki işi kelime, harf ve ses farklılıklarına kadar götürmüşlerdir. Biz kendimize öz ve az ifade metodunu seçtiğimiz için bunları bir bir saymaya gerek görmüyoruz.[12]
7. Ayet-i kerimenin vecizeye üstün yönlerinden birisi de âyet-i kerimede edebi sanatlardan tıbak sanatı vardır. [13] Çünkü kısasın, kendi zıddı ve tersi olan hayata yol açması muazzam bir şeydir. Hatta Kur'an-ı Kerim bunu "kısasta hayat vardır" diye ifade ederken// harfini kullanmıştır.// harfi kısasın kendi zıddı olan hayatın kaynağı olduğuna ve onu kapsadığına işaret eder. Bunun için kısasta hayat vardır.
8. Bu vecizeyi ancak âyet-i kerimeyi duyduktan ve anladıktan sonra anlayabiliriz. Çünkü biz "öldürme öldürmeyi yok eder" sözünü işittiğimiz zaman, biz hangi tür öldürmenin öldürmeyi yok ettiğini (engellediğini) düşünmeye başlayacağız ve bundan kısas yoluyla öldürmenin kastedildiğini anlayıncaya kadar düşünmeye devam edeceğiz. Neticede âyet-i kerimeye döneceğiz. O halde âyet asıldır, vecize onun bir zeyli, bir ilavesi ve dipnotu mahiyetindedir, ona bağlıdır, Bazılarının, bu vecize Kur'an'm nüzulünden uzun zaman sonra ortaya çıkmıştır, dediklerini gözönünde bulundurduğumuzda bu son izahın önemi daha çok belli olur.
9. Pek çok kişi bu vecizeyi kapalı ve müphem olduğu için maksadının dışında anlayabilir. Mesela: "Başkası seni öldürmeden sen onu öldür" diye anlayabilir. "İnsanlar sana akşam yemeği yedirmeden önce sen onlarca sabah kahvaltısı yedir" demek gibi. Cahiliye dönemindeki bilinen azgınlık ve zulümler, kin ve intikam yarışları da bu yanlış anlamaya yardım eder.
10. Âyet-i kerime hem canın hem de organların korunmasını teşvik ediyor. Çünkü kısas hem cana can, hem de organlara organ kısasıdır: Can can ile, göz göz ile, burun burun ile, kulak kulak ile, diş diş ile ve yaralara yara ile kısas cezası verilir. Hayat hem nefsin (kişinin kendi) hayatını, hem de organların hayatını kapsar. Çünkü bir organın hayatı, kişinin kendi hayatı demektir. Bir organın yok olması (veya işlevsiz hale gelmesi) kişinin kısmen ölümüne benzer...Vecizede ise hayat hallerinden sadece tek bir hale, o da genel olarak kişinin kendi hayatına işaret vardır. Şüphesizki bir ibare ne kadar genel ve kapsamlı olursa o kadar sağlam ve üstün olur.
Bu konuyla ilgili daha geniş bilgi sahibi olmak isteyen kimse büyük tefsir kitaplarına ve aynca sadece Kur'an ilimleriyle ilgili konulara temas eden kitaplara müracaat edebilir. Okuyucu oralarda söz konusu âyet ile vecize konusunda bizim bu satırlarda özetlemeye çalıştığımızdan çok daha fazla malumat bulacaktır.[14]
SORU: Şu âyet-i kerimenin tefsirini lütfetmemizi rica ediyorum:
Bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman varlıklılarına emrederiz, onlar da yoldan çıkarlar. Artık o ülke yok olmayı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz. (İsra/16)
CEVAP: Yukarıdaki âyette emrederiz kelimesi, başka bir kıraatte mim'in şeddesiyle emerna diye de okunur. O zaman âyetin anlamı şöyle olur: Bir ülke veya toplum azabı hak ettikleri zaman Allah Teâlâ onları bu azaba hazırlamak için nimetler içerisinde yüzen, şehvetlerde aşın giden şımarık zenginlerinden ileri gelenlerinin ve büyüklerinin ortaya çıkmasını emreder. Onlar da rablerinin emrinden ve yaratıcılarının yolundan dışarı çıkarlar, kendi dünyalarında bozuk bir hayat yaşarlar, bu yüzden de Allah'ın kahredici ve karşı konulmaz cezasını hak ederler. Allah o beldeleri ve halklarını yıkıcı ve aşın lüks yaşantılarının, hayasızca işledikleri günahların bir karşılığı olarak darmadağın eder. Allah'ın yarattıkları için koyduğu kanun bunu gerektirir. Allah'ın sünnetinde (toplumlara tatbik ettiği sosyal yasasında) bir değişiklik bulamazsınız.
Âyetin manasının şu şekilde olması da caizdir: Herhangi bir ülke azabı ve cezayı hak ettiği zaman o beldenin şımarık zenginlerine bir takım emirler verir, tekliflerimizle mükellef kılar ve yolumuza çağırırız. Onlar da yüz çevirirler, yoldan çıkarlar, kötülükler yaparlar. Bu yüzden cezayı hak ederler, Allah da onların ülkelerini yerle bir eder. Ayette edebi bir üslup olarak kısaltma ve hazf yapılmıştır. "Şımarık varlıklılarına emrederiz, ama onlar yoldan çıkarlar" şeklindedir. Bu tıpkı şöyle demen gibidir: "Sana emrettim sen isyan ettin ve helak oldun." Bunun anlamı şudur: Sana doğruluğu emrettim, ama sen isyan ettin, gidişatın bozuldu ve helak oldun. Bu cümleye şöyle bir mana vermek doğru olmaz: "Bana isyan etmeni emrettim, sen de bana isyan ettin ve helak oldun."
İnsanın içine sinen, tevil ve takdir yapmamıza ihtiyaç bırakmayan bir tefsir de şudur: Emerna mütrafiha ibaresinin manası, onların ülkeleri rablerinin cezasını hak ettiği zaman şımarık zenginlerini çoğaltırız, sayılarını artırırız, demektir. "Sürüsü çoğaldı1' anlamında "emira'r-raculü" denilir. "Allah onun neslini ve sürüsünü artırsın" anlamında "emerahullahü" denilir. Allah çoğalmalarını emretti, onlar da çoğaldılar anlamında "emerahümullahü fe emirü" denilir. "Malın hayırlısı çok doğuran kısrak ve verimli tarladır" anlamındaki sözün içerisinde "çok doğuran" anlamını ifade eden memura kelimesi de bu kökten gelir. Ebû Süfyan Hz. Peygamber'den (s.a) söz edip onu överken onun şanı yüce oldu, şöhreti arttı anlamında emira kelimesini kullanmıştır. İbn Mes'ud diyor ki: "Biz cahiliye döneminde filan oğulları çoğaldı, derdik." İbn Mes'ud'un sözünde çoğaldı anlamında emim kelimesi geçer.
Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Allah Teâlâ hikmetinin gereği bir ülkenin helak olmasını uygun gördüğü zaman, orada şehevi arzulardan başka bir şeyi düşünmeyen, heva ve hevesinin peşinde koşan elebaşlarının ve ileri gelen büyüklerinin sayısını çoğaltır, onlar da kötüîük yaparlar, huzursuzluk çıkarırlar, içki içerler, kumar oyanarlar ve bu yüzden azabı hak ederler. Allah da onları helak ve darmadağın eder.
SORU: Dini bir törende bulunuyordum. Konuşmacılardan birisi "Hakikaten bu (bütün peygamberler ve onlara iman edenler) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin rabbinizim. Öyleyse bana kulluk edin!" âyetini okuyunca hazır bulunanlardan birisi buna itiraz etti ve âyetin sonunun fa'budun değil, fettekûn (yani "o halde benden sakının") şeklinde olduğunu söyledi. Birincisi görüşünde ısrar etti ve aralarında tartışma çıktı. Hangisi doğrudur? Âyetin doğrusu nedir? Teşekkür ederim.
CEVAP: Kur'an-ı Kerim'de birbirine benzeyen pek çok âyet vardır. Bunu ancak kendini bütün gücüyle Kur'an ezberlemeye, tecvide ve tilavete vermiş bir kimse farkedebilir. Bu gibi durumlarda acele etmemek ve araştırmak gerekir. Burada yapılan bir hata ayıp değildir. Fakat hatada ısrar etmek ve hatasını düzeltmemek ayıptır. Bu gibi durumlarda ya bir mushafa, ya da güvenilir bir hafıza müracaat edilmesi gerekir. Her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.
Söz konusu tartışmada da, birbirine benzer iki âyet bulunmaktadır. Aralarındaki benzerlikler soruda sözü edilen tartışmanın sebebidir. Birinci âyet yukarıda zikredilen âyettir ve Enbiya sûresinin 92. âyetidir. Onun başında vav yoktur ve sorm fa'budun (bana ibadet edin) diye biter. İkinci âyet ise Mü'minûn sûresinin 52. âyetidir, başında vav vardır, sonu fettekûn (benden sakının) diye biter. Diğer kelimeleri birbirinin aynısıdır.
SORU: Gazeteler, dünya çapındaki bir keşfin haberini verdiler. Bu habere göre bir araştırmacı Kur'an-ı Kerim'deki bazı sûrelerin başlannda geçen ve hakikati bilinmeyen rumuzları çözmeyi başarmıştı. Kur'an tefsiri tarihinde bu olay neredeyse bir devrim sayılırdı. Araştırmacı, sûre başlarında geçen ve Kur'an'ın nüzulünden günümüze kadar kapalı kalan bu harflerin bir takım rakamlara işaret ettiğine ve bazı rakamların bir alfabetik alternatifinin olduğuna inanmaktadır. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?
CEVAP: Hemen söyleyelim: Bu keşif yeni bir şey değildir, öncekilerin kitaplarından nakledilen çok eski bir görüştür, er-Râzi Mefatihu'l-Ğayb isimli eserinde bu konuda şu bilgileri verir:
Bazıları bu tür başlangıçların bazı rakamların rumuzu olduğunu söyleyerek Peygamber'e karşı gelmiştir.
Alusi Tefsirinde Ali'nin "Ha-mim-ayn-sinkaf' ayetinden rakam hesabıyla Muaviye olayını çıkardığı bildirilir.
Ebul-Hakem, kendi tefsirinde "elif lâm-mim-ğulibetir-Rûm" ayetinden 583 hicri yılında Beyt'ül-Makdis'in fethini çıkartmıştır.
Bu tesbiti yaptıktan sonra şunları söyleriz: Kur'an-ı Kerim, bir hidayet, ahlâkı güzelleştirme, nefisleri temizleme ve toplumu ıslah etme düsturu olsun diye sonsuz hikmet sahibi ve herşeyden haberdar olan Allah katından indirilen bir kitaptır. Bilim ve fen konularında ayrıntıya girmemesi Kur'an'ın yüceliğine ve eşsizliğine bir zarar vermez. Bunlar onun esas hedeflerinden değildir. Bu sebeple Kur'an âyetlerini bilimsel veya matematiksel, ya da fenni olarak tefsir etmede ve onlara taşıyacağı ve taşıyamayacağı bu tür manaları yüklemede aşırı gidenler yanılgı içerisindedirler. Çünkü bilimsel nazariyeler, hataya ve değişime, düzeltilmeye, ilave yapılmaya ve eksiltilmeye açıktırlar. Allah'ın kelamı bütün bunlardan yücedir ve uzaktır.
Evet, Kur'an-ı Kerim'de yeryüzünden ve gökyüzünden, yıldızlardan ve gezegenlerden, aydan ve güneşten, bitkilerden ve aşılayıcı rüzgarlardan, dağlardan, denizlerden ve nehirlerden, ceninin oluşumundan, yeryüzünün yayılıp açılmasından ve gecenin gündüzü bürümesin-den söz edilir. Fakat bütün bunlar ayrıntıya girmeyen toplu bir bakıştan ve genel işaretlerden ibarettir. Sanki melekût âleminin araştırılması ve incelenmesi için bir teşviktir. Bununla beraber Kur'an-ı Kerim kesin ve değişmeyen bilimsel hakikatlere de ters düşmez. Kur'an'daki bilimsel, ruhi, tıbbi, felsefi veya tasavvufi özellikleri araştırıp bulmaya aşırı düşkün kimselerin bu alandaki aşırılıklarını törpülemelerini ne kadar da çok isterdik!
Şimdi gelelim konumuza, "elif-lam-mim, eliflamra, hâ-mim, yasin, tâ-ha, nûn, kâf..." gibi harflerle başlayan sûre başlan konusunda pek çok görüş vardır. Bazı âlimler bu konunun ilmini Allah'a havale etmişler ve bu tür başlangıçların bilgisini Allah'ın sadece kendisine sakladığını, insanlara bunları bilme hakkını vermediğini söylemişlerdir. Bu görüş, "Kur'an-ı Kerim apaçık Arabça bir kitaptır, belagat ve fesahatin eşsiz bir örneği olarak gelmiştir, dolayısıyle içinde anlaşılmayan şeylerin olması onun belagatı ve fesahatiyle çelişir" denilerek reddedilmiştir. Bazıları da bu başlangıç harflerinin sûre isimleri olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu sûrelerin bunlardan başka isimleri olduğu için bu görüş de reddedilmiştir, Özel isimler niye tekerrür etsin?
Ayrıca bu harflerden bazıları, meselâ "elif-lam-mim, elif-lam-râ, hamim" pek çok surede tekrar etmiştir. Sûre isimleri niçin tekrar edilsin?
Bazıları da bu harflerin yemin edatları olduğunu ve Hak Teâlâ'nın bu harflerden sonrasına bunlarla yemin ettiğini söylemişlerdir. İbn Ab-bas'ın bu konuda şöyle dediği rivayet edilir:
Allah bu harflerle yemin etmiştir.
Bu tuhaf görüş de şu şekilde çürütülmüştür: Arablar bu harfleri yemin olarak kullanmamışlardır. O halde onların bilmedikleri bir üslupla onlara nasıl hitab edilir. Kaldı ki pek çok sure başında yemin de uygun düşmemektedir.
Bir görüşe göre bu harfler Allah'ın isimleridir. Mesela e/z/Ehad'e, lâm Latife, mim Mecid'e vs. işarettir, demişlerdir. Bu görüş de çürütü-lebilir, çünkü bu isimlere bu harflerin işaret ettiği kesin ve belli değildir. Bunu biz içtihat veya tercihle belirleyebiliriz. Bu da geniş bir ihtilaf kapısı açar.
Bir görüşe göre bu harflerle idrakler harekete geçirilmek, kalpler ve kulakların dikkati çekilmek istenilmiştir. Çünkü bu anlaşılmayan bir üsluptur ve dinleyenler bunların künhüne vâkıf olmak için dikkat kesilirler. Fakat bu görüş de "Tekrar edildiğinde, dikkat çekme özelliği ortadan kalkar" denilerek reddedilmiştir. Çünkü bu harflerin ilk kullanımında orijinal gibi görünen şey tekrarlanınca ve tekrar tekrar işitilince artık bilinmiş olur ve alışılır, böylece de zihni ve idraki harekete geçirme özelliği ortadan kalkar.
Bir görüşe göre de bu harflerin kullanılmasıyla orijinal bir söylemin geliştirilmesi ve fikrin harekete geçirilmesi amaçlanmıştır. Bu harfler okuma yazma bilmeyen ümmi bir peygamberin ağzından çıktığı için bir anlam ifade eder, çünkü ümmi Arablar her ne kadar bu harfleri konuşurken kullanıyorlarsa da onların isimlerini söylemeyi bilmiyorlardı. Şu ayet-i kerimede buna işaret edilmektedir:
Sen daha önce bir kitap okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı bâtıla uyanlar şüpheye düşerlerdi. (Ankebût/48)
Bu görüşe de Kur'an'ın muhtevasıyla ortaya koyduğu eşsizlik ve meydan okuma özelliği, onu ümmi bir peygamberin getirmesinden daha önemli ve daha büyüktür, diye cevap verilmiştir.
Akla yatkın ve insaflı bir araştırmacıyı ikna eden en meşhur görüş şudur: Bu harfler, belagat ve beyanın ustası ve Arabça'yı çok iyi kullanan Arablara şöyle demek için zikredilmişlerdir: Doğrusu bu Kur'an şu şu harflerden meydana gelmiştir. Bu harfler sizin konuştuğunuz harflerdir. Eğer siz Kur'an'ın Allah kelamı olduğundan şüphe ediyorsanız, siz de onun bir benzerini getirin. Bunun için elinizde imkanlarınız var. Size bu teklif ve meydan okuma hep tekrarlandı... Bu sebeple genelde bu harflerden sonra Kur'an'dan, onun konumundan ve mertebesinden ve apaçık bir hidayeti kapsadığından söz edilmiştir.
Fakat ne olursa olsun, bu konuda kesin bir görüş ileri sürmek mümkün değildir. Çünkü bu, yaratıcının kelâmıdır. Ondan bazı şeyleri delillere ve istidlale dayanarak anlayabiliriz. Neyi kastettiğini en iyi yine Allah bilir. Her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır.
SORU: Şu âyet ne anlama gelir:
Bitkiler ve ağaçlar secde ederler.
Cansız varlıkların Allah'ı teşbih etmeleri ne anlama gelir?
CEVAP: Rahman sûresinin 6. ayeti olan bu âyette geçen neon kelimesi yıldız anlamına da gelir. Ağaç ise sapı olan bitki demektir. Bunların Allah'a secde etmeleri, hangi gaye için yaratılmaşlarsa onun için Allah'a boyun eğmeleri ve o gayeyi gerçekleştirmek için Allah tarafından kendilerine verilen emri yerine getirmeleri demektir. Bitkiler ve ağaçlar Allah'ın kudretine boyun eğdikleri için Kur'an onları Allah'a secde eden varlıklara benzetmiştir. Çünkü secde en ileri seviyede bir boyun eğiştir.
Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ buna benzer başka örnekler de verir:
Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu teşbih eder. O'nu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onun teşbihini anlamazsınız. O halimdir, bağışlayandır. (İsra/44)
Selef, buradaki teşbihin lisan ile olduğunu söylemiştir; konuşan varlıklarda bu açıkça belli olur, cansız varlıklarda ise bu teşbih gizlidir. Diğerleri ise bu teşbihin, özellikle konuşamayan varlıklarda lisan-ı hal ile olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu yaratıklarda düşünen ve tefekkür eden bir kimseyi rabbini teşbihe ve yüceltmeye sevkeden deliller ve burhanlar vardır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. Çünkü onlar düşünmüyorlar ve bakmıyorlar. Bunlar teşbihe sebep olduğu için mecaz yoluyle teşbih onlara nisbet edilmiştir. Şu beytin şairine bravo doğrusu:
Her şeyde O'nun için vardır bir âyet Eder O'nun birliğine hep delâlet.
[1] Kur'an-ı Kerim, okunması, ezberlenmesi ve anlaşılması kolay olsun diye bölümlere ayrılmıştır. 20 sayfaya bir cüz, dörtte birine bir hizb, hizbin yansna da rubu' denilmiştir. Fakat hizibler ve rubu'lar her yerde aynı uzunlukta değildir. (Çeviren)
[2] Kur'an âyetlerinin sayısında farklı görüşler vardır. Bu farklılığı ve sebebini ez-Zerke-şi, eİ-Bıtrhanfî (Jlûmi't-Kur'an isimli eserinde şöyle izah eder: "Kur'an âyetleri Hz. Ali'ye göre toplam 6.228, Humeyd'e göre 6.217, Ata'ya göre 6.278'dir. Bu farklılığın sebebi şudur: Hz. Peygamber her âyetin sonunda durarak okurdu. Sonraları ise mananın tam anlaşılması için bazı âyetleri birleştirerek okudu. Bu sebeple bazı kimseler bu âyetleri tek bir âyet zannettiler. Bütün rivayetler âyetlerin toplamının 6.200 küsur oİ-duğunda birleşiyor, fakat bu küsurun miktarında ihtilaf ediliyor. (Çeviren)
[3] Her bir harfe ayn bir rakam vermek suretiyle yapılan hesap. (Çeviren)
[4] Harfî ve lafzî tercüme, lafzında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen, müradifi mü-radifin yerine koyarak yapmaya çalışılan tercümedir. Mütercimin her bir kelimeyi ele alıp, her yönden onun yerine geçebilecek diğer dildeki kelimeyi bulması gerekir. Bu neredeyse imkansız denecek kadar zor bir iştir. (Çeviren)
[5] Birkaç mısralık bu şiirlerin lercümesi şiir özelliğini kaybedeceği için buraya gerekli görmedik. (Çeviren)
[6] Edebü'l Hadisi'l-Kudsi isimli kitaba bakılabilir, s. 7-12
[7] Yani Kudüs'e, Süleyman mabedine. (Çeviren)
[8] Arabların kumar şekillerinden birisi şöyle idi: Mesela piyango çekilişi için bir deve kesilir ve bu deve 28 hisseye ayrılırdı. Zar yerine ezlam ve aklam denilen oklar vardı. Bu iş için on adet ok hazırlanırdı. Her bir okun özel bir adı vardı. Bu oklardan üç tanesi boş, diğerleri bir, iki, üç, dört, beş, altı ve yedi hisseyi temsil ederdi. Bu oklar bir torbaya konur, iyice karıştırılır sonra adaletli bir kişi devenin parasını birlikte ödeyen on kişi adına bu on tane oku birer birer çekerdi. Herkese hangi ok çıkmışsa o kadar hisse alır, boş çıkanlar da hava alırdı. (Çeviren)
[9] Beyitlerin aslı Arabça olduğu için ancak manayı muhafaza ederek bazı ilave ve tasarruflarla manzum hale getirebildik. (Çeviren)
[10] Arab milletini yücelten bu iddialar, her türlü ırkçılığı reddeden, Arabın Arab olmayana hiç bir üstünlüğünün olmadığım ilan eden Yüce Peygamberin hadislerine ve her türlü üstünlük sadece takva iledir, diyen Kur'an'a aykırıdır. Gerçek olan şu ki, bir millet ancak Allah'ın dinini temsil etme ve ona hizmet etme liyakatini ve niteliğini taşıdığı sürece, bu temsil ve hizmet liyakatini onun kadar taşımayan milletlere nisbetle üstündür. Bunun dışındaki her türlü üstünlük iddiası bâtıldır. (Çeviren)
[11] Bk: Vesailü Tekaddümi'l-Müslimin, s. 128-130; Darul-îlmel-Arabi, 1959.
[12] Bu farkların tamamından el-Kisasu fi'l-İslam isimli kitabımda söz edilmiştir. Bk. s. 198-206.
[13] Tıbak: Birbirine zıt iki kelimeyi birlikte kullanma sanatıdır. (Çeviren)
[14] Benim, el-Kısasu fi'î-İslâm isimli kitabımda âyetle vecize arasında geniş ve ayrıntılı bir mukayese vardır. Bk. s.155-210, Mısır, Daru'l-Kitabi'l-Arabiy, 1954.