SORULU-CEVAPLI İSLÂM FIKHI (5) 3

Kur'an-I Kerim Hakkında. 3

Seb'ul-Mesâni 3

Sûre Başları 4

Sûre Başları 5

Besmele Ve Tevbe Suresi 6

Kur'an'da Mekki Ve Medeni Sureler 7

Kur'an Okurken Şeytandan Allah'a Sığınmak. 7

Kur'an-I Kerîmin Kıraati 8

Kur'an'ın Özellikleri 8

Kur'an'dan Muska Yapmak. 9

Kur'an'dan Muska Yapmak. 10

Kur'an'danesh. 10

İlimsiz Tefsir 11

Kur'an-I Kerimin Tercümesi 12

Muska Ve Nazarlıklar 13

Kur'an Ve Peygamber Kıssaları 14

Kur'an-I Kerim'de Tekrarlar 15

Kudsi Hadis Ve Kur'an. 16

Kur'an Mahluk Mudur?. 16

Kur'an'ın Üslubu Hakkında. 17

Kur'an, Parmak İzi Ve Kimlik Tesbîti 17

İnsan Derisine İşkence Edilmesi 18

Göklerde Canlılar Var Mıdır?. 18

Yıldızlardaki Canlılar 19

Kur'an Ve Bilimsel Olgular 20

Bir Âyetin Manası 20

Kur'an'da Kalbin Manası 21

Ayette Geçen Bizi İki Defa Öldürdün, İki Defa Dirilttin Sözünün Anlamı 21

Soru Sormayın. 22

Kün Feyekun (Ol Der Ve Oluverir) 22

Düşmanlara Karşı Kuvvet Hazırlamak. 23

Kur'an Ve Ecelin Tahdidi 24

Kur'an Ve Mutedil Ümmet 25

Kur'an'da Sâihler 25

Kâfirlerin Bağışlanmaması 27

Yahudileri Cezalandıranlar 27

Müddesir Sûresinin İlk Ayetleri 28

Maun. 28

El-Hakumut-Tekasür 29

Kur'an'da Geçen Lemem Nedir?. 30

Bitkilerin Rüzgarlar Yoluyla Aşılanması 30

Mushafın Korunması 31

Mushaf İçin Ayağa Kalkmak. 32

Aşağılık Maymunlar 32

Mü'tefike (Alt Üst Olan Şehirler) 33

Ressliler 34

Merace'l-Bahreyn. 34

Güneşin Battığı Yer Ve Kara Balçıklı Su Gözesî 35

Uyuyan Kimsenin Ruhu. 37

Kur'an'da Meysir Kelimesi 37

Mağfiret İle Azabın Arasının Bağdaştırılması 38

Münafığın İzlediği Yol 38

Kur'an'da Kıyamet Gününün Vasıfları 39

Kur'an'daki Hâfira Kelimesinin Anlamı 40

Kur'an'da Münafıkların Tasviri 40

Kur'an'da Zeytin Ağacı 41

Tevrat'ı Yüklenenler 41

İki Doğunun Ve İki Batının Rabbi 42

Doğuların Ve Batıların Rabbi 43

İlk Sahifeler 44

Kur'an'da Kevser 45

Zakkum Ağacı 46

İrem Zâti'l-Imad. 46

Bir Ayetin İ'rabı 47

Kur'an'da Göklerin İnşası 48

Takdir Edip Yol Göstermek. 49

Kur'an'da Emanet 50

Tefsirde İsraîliyat 50

Arabların Kur'an'ı Anlamaları 51

Kur'an Dili Olan Arabçanın Önemi 51

Ücretle Kur'an Okumak. 52

Kur'an'damırac. 52

Kur'an-I Kerim Ve Peygamber 53

Kur'an Ve İcatlar 53

Hz. Peygamberin, Helâl Olan Bazı Şeyleri Kendine Haram Kılması 54

Ölüden Dirinin Çıkartılması 55

Allah'ın Hak İle Yaratması 56

Nûr Sûresinin İlk Ayetleri 56

Âlemin Kelimesinin Anlamı 57

Bir Ayetle Bir Vecize Arasındaki Mukayese. 58

Şımarık Zenginlerin Yoldan Çıkmaları 59

Birbirinin Benzeri İki Ayet 59

Sûre Başları 60

Cansız Varlıkların Secdesi Ve Teşbihi 61


SORULU-CEVAPLI İSLÂM FIKHI
(5)

 

Kur'an-I Kerim Hakkında

 

SORU. Kur'an-ı Kerim'de kaç tane sûre vardır?

Mekki sûrelerin ve Medeni sûrelerin sayısı ne kadardır?

Mukatta harfleri denen harflerle başlayan kaç sûre vardır?

Kur'an-ı Kerim'de ilk nazil olan âyet hangisidir?

Son nazil olan âyet hangisidir?

Kur'an-ı Kerim'de kaç adet cüz ve kaç adet rubu[1] vardır?

Kur'an-ı Kerim'deki en uzun ve en kısa sûre hangisidir?

CEVAP: Kur'an-ı Kerim'deki sûrelerin sayısı 114'tür. Kur'an Fati­ha sûresi ile başlar, Nâs sûresi ile sona erer. Kur'an'daki sûrelerin ve âyetlerin sıralanışı tevkifidir, yani Allah tarafından bildirilmiştir. Rasû-lullah da müslümanlara bildirmiştir. Cebrail (a.s) bir âyeti getirdiği za­man "Bu âyeti falan yere yerleştir" derdi.

İmamZerkeşi el-Burhanfi Ulumi'l-Kur'an isimli eserinde Kur'an sûrelerinin sayısı hakkında şöyle demektedir: "Bilki Kur'an-ı Azim'in sûrelerinin sayısı ilim adamlarının ittifakıyla 114'tür. Nitekim Hz. Os­man'ın mushafında da böyledir".

Kur'an-ı Kerim'in 85 sûresi Mekke-i Mükerreme'de inmiştir. 29 sûresi de Medine-yi Münevvere'de inmiştir. İkisinin toplamı 114 sû­redir.

Kur'an-ı Kerim'de hâ-mim ve elif-lâm-mim gibi harflerle başlayan sûrelerin sayısı 29 tanedir.

Kur'an-ı Kerim'in ilk nazil olan âyetleri Alak sûresinin aşağıda zikrettiğimiz ilk âyetleridir:

Yaratan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan rabbinin adıyla oku! Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren rabbin büyük kerem sahibidir.

Alak sûresinin bu âyetleri Rasûllulah'a (s.a) Hira mağarasında iken inmişti. Cebrail (a.s) rabbinden aldığı vahyi, insanlara tebliğ et­mesi için Hz. Peygamber'e ilk defa gelmişti. Bu âyetlerden sonra Müd-dessir sûresi inmiştir. Müddessir sûresinin ilk âyetleri de şunlardır.

Ey örtüsüne bürünen! Kalk uyar. Rabbini yücelt. Elbiseni temiz tut. Kötü şeyleri terket. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. Rabbin için sabret.

Kur'an-ı Kerim'in son nazil olan âyetleri Tevbe sûresinin son

âyetleridir:

Ey inananlar! Andolsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, mü'minlere şefkatli ve merha­metli bir peygamber gelmiştir. Ey Muhammedi Eğer yüz çevirir­lerse de ki: "Allah bana yeter; O'ndan başka tanrı yoktur, yalnız O'na güveniyorum; O büyük arş'ın sahibidir."

Rivayet edildiğine göre, bir bütün olarak nazil olan ilk sûre Fatiha süresidir, yine bir bütün olarak nazil olan son sûre ise Tevbe süresidir.

Allah'tan ve peygamberinden, kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır: Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Al­lah'ı aciz bırakamayacağınızı, Allah'ın inkarcıları rezil edeceğini bilin.

Kur'an-ı Kerim'de 30 cüz vardır. Her bir cüzde sekiz adet rubu vardır. Buna göre Kur'an'daki rubu'ların sayısı 240 tanedir. Kur'an âyetlerinin sayısı 6.204'tür.[2] Kur'an'daki kelimelerin sayısı ise 77.437'dir.

Kur'an-ı Kerim'deki en uzun sûre Bakara süresidir. En kısa sûre ise aşağıda zikrettiğimiz Kevser süresidir.

Ey Muhammed! Doğrusu sana pek çok hayır vermişizdir. Öyley­se rabbin için namaz kıl, kurban kes. Doğrusu adı şanı ortadan kalkacak olan sana kin tutandır. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır.

Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını gözetenleri Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları ira­desiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir. (Maide/15-16)

 

Seb'ul-Mesâni

 

SORU: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Andolsun biz sana tekrarlanan yediyi (seb'ul-mesâni'yi) ve yüce

Kur'an'ı verdik. Ayette geçen seVul-mesâni Kur'an'dan başka bir şey midir?

CEVAP: Seb'ul-Mesâni'nin yani tekrarlanan yedinin Fatiha sûresi olduğu Hz. Peygamber'den (s.a) sağlam yollarla rivayet edilmiştir. Ha-dis-i şerifte şöyle denilmiştir:

 

 

 

Fatiha suresi Kur'an'm anasıdır, kitabın anasıdır ve seb'ul-mesâni'dir.

Aynı şeyi Hz. Ali, Ebû Hureyre ve daha başkaları da söylemiştir. Buharı, Ebû Said ibn el-Mualla'nın şöyle dediğini rivayet ediyor: Mes-cidde namaz kılıyordum. Rasûlullah (s.a) beni çağırdı. Ben cevap ver­medim. Namazdan sonra dedim ki: "'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben namaz kı­lıyordum, onun için çağrına icabet edemedim." Rasûlullah "Allah Te-âlâ, Allah ve Peygamber sizi çağırdığı zaman icabet edin demedi mi?" buyurduktan sonra şöyle dedi: "Sen mescidden çıkmadan önce sana Öy­le bir sûre öğreteceğim ki bu, Kur'an'daki sûrelerin en büyüğüdür."

Sonra elimi tuttu. Dışarı çıkmak istediği zaman ona dedim ki: "Kur'an'daki sûrelerin en büyüğünü sana Öğreteceğim dememiş miy­din?" Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu;

O Elhamdülillah! rabbi'l-âlemin'dir. O, seb'ul-mesânidir ve bana verilen yüce Kur'an'dır.

Fatiha sûresi namazlarda her rekatta tekrarlandığı ve yedi âyet ol­duğu için "tekrarlanan yedi" anlamında "seb'ul mesâni" diye isimlen­dirilmiştir. Sadece bu ümmete böyle bir sûre verildiği için de bu ismi aldığı söylenilmiştir. Gerçekten de önceki ümmetlerden hiçbirisine böyle bir hazine indirilmemiştir.

Abdullah ibn Abbas ve daha başkaları seb'ul-mesâninin Bakara, Al-i Imran, Nisa, Mâide, En'am, A'raf ve Tevbe'yle birlikte Enfal -bu ikisinin arası besmeleyle ayrılmadığı için ikisi bir sûre hükmündedir-surelerinden oluşan yedi uzun sure olduğunu söylemişlerdir. Bu sûre­lere mesâni denilmiştir. Çünkü ibretler, hükümler ve cezalar bu sûreler içinde tekrar tekrar anlatılmaktadır.

Bu âyet-i kerime Mekke'de nazil olduğu için bu son görüş redde­dilmiştir. Çünkü bu âyet nazil olduğu esnada henüz söz konusu sûre­lerden hiç bir şey inmemişti. Bunların hepsi hicretten sonra Medine'de inmiştir.

Seb'ul-mesâninin Kur'an-ı Kerim olduğunu söyleyen kimseler de var. Bunlar Zümer süresindeki şu âyete dayanırlar:

Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitab'ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların, bu kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri Al­lah'ın zikrine yumuşar ve yatışır. İşte bu Kitap, Allah'ın doğruluk rehberidir, onunla istediğini doğru yola eriştirir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren bulunmaz.

Râğıb el-İsfahâni, Müfredatü'UKur'an isimli kitibında şöyle der:

Allah Teâla, "sana tekrarlanan yediyi verdik" diyerek Kur'an su­relerini mesâni diye isimlendirmiştir. Çünkü bu sureler her zaman tekrarlanır, zaman geçtikçe bozulup geçersiz hale gelen diğer şey­ler gibi bozulmaz ve kesintiye uğramaz.

Allah âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden kitab'ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.

Bu ayette geçen mesâni kelimesi de bu anlama gelir. Kur'an, de­vamlı tekrarlanan ve faydaları durmadan yenilenen bir kitap oldu­ğu için kendisine mesâni denilmiş olması doğrudur, Nitekim onun özelliklerini anlatan bir rivayette şöyle denilir: Onda hiçbir tezat ve eğrilik bulunmaz. Bu sebeple onu düzeltmeye ve doğrultmaya ihtiyaç yoktur. O, kimseyi yolundan saptırmaz ve kimsenin ayıp­lanmasına sebep olmaz. Onun harikuladeliği tükenmez. Mesâni kelimesinin övmek anlamına gelen senadan gelmiş olması da mümkündür. Çünkü Kur'an'dan daima övgüye lâyık güzellikler ortaya çıkar ve onu okuyan, öğretenen ve onunla amel eden kim­seler de övülmeye lâyık kimselerdir.

Şöyle de denildi: Seb'ul-Mesâni ile Kur'an'daki emir, nehiy, müj­deleme, uyarma, darb-ı meseller, nimetlerin tek tek sayılması ve geç­miş ümmetlerin haberleri gibi kısımlar kasdedilmiştir.

Fakat doğru ve sahih olan Fatiha'nın seb'ul-mesâni olmasıdır. Onun mesâni kelimesiyle isimlendirilmesinde, başka şeylerin bu keli­meyle isimlendirilmesine engel olan unsurlar bulunmamaktadır. Ma­dem ki Fatiha'nın seb'ul-mesâni olduğuna dair Rasûlullah'tan (s.a) te'vile ihtimal vermeyecek kadar açık ve sahih bir haber vardır. O hal­de onu kabul etmek gerekir.

Âyetin sonundaki "ve yüce Kur'an'ı" sözüne gelince bunun da yo­rum ve açıklama kabilinden bir atıf olduğu söylenilmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: "Andolsun biz sana seb'ul-mesâniyi verdik, o yüce bir Kur'an'dır." Çünkü Fatiha sûresi özlü ve eşsiz üslubuyla Kur'an'ı Kerim hakkında genel ve toplu bir fikir verir.

Fakat buradaki atfın, genelin özele atfı olduğu daha kabule şayan bir görüştür. Buna göre yüce Kur'an'ın bütün sûreleri Fatiha sûresine atfedilir. Çünkü Fatiha sûresi evvela mushafın başlangıcıdır, ikinci ola­rak her namazda tekrarlanır, üçüncü olarak İslâm'ın bütün esaslarıyle ve Kur'an'ın gayeleriyle ilgili hususları kapsar. Hatta Fatiha suresinin yüce bir Kur'an olduğu, yani Kur'an'ın bütün maksatlarının onda özet halinde bulunduğu söylenilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

 

Sûre Başları

 

SORU: Kur'an'ı Kerim'deki bazı sûreler elif-lam-mim, elif~lâm~râ ve tâ'Sİn-mim gibi harflerle başlıyor. Bu harflerin manası nedir?

CEVAP: Bu harflerle neyin kasdedildiği konusunda pek çok görüş vardır. Bazıları bunların Allah'ın Kur'an'daki sırrı olduğunu ve Allah'ın inidirdiği tüm kitaplarda bir sırrının bulunduğunu söylemişlerdir. O halde bunlar, anlamlan sadece Allah tarafından bilinen müteşabih âyet­lerdendir. Bu konuda Rebi ibn Hüseyin şöyle der:

Allah Teâlâ bu Kur'an'ı indirdi ve onun içinden dilediği şeylerin anlamını sadece kendisine sakladı, dilediklerini de size açıkladı, ilmini kendisine sakladığı şeyleri siz bilemezsiniz. O halde onlar­la ilgili hiçbir sey sormayınız. Size açıkladığı şeylere gelince hak­kında soru sorduğunuz, bilgi verdiğiniz şeyler bunlardır. Kur'an'daki her şeyi bilmiyorsunuz, bildiğiniz her şeyle de amel etmiyorsunuz.

Ebubekir el-Enbari bunun üzerine şöyle bir şerh düşmüştür:

Bu ifadeler, Kur'an'daki bu tür harflerin anlamlarının Allah'ın bir sınaması ve imtihanı olmak üzere herkesten gizlendiğini açıklamaktadır. O halde kim bunlara iman ederse sevap kazanır ve mut­lu olur, kim inkar eder şüpheye düşerse günahkar olur ve mutlu­luktan uzaklaşır.

Bu harflerin sûre isimleri olduğu söylenmiştir. Bir başka görüşe göre bu harflerle Allah Teâlâ yemin etmiştir. Başka bir görüşe göre bu harfler bir takım isimlere delalet eder ve bu isimlerin diğer harfleri hazledilmiş sadece bunlar kalmıştır. Mesela elif Allah lafzından; lam Cebrail'den; mim Muhammed'den alınmıştır. Bu harflerin Allah'ın ism-i âzami olduğu da söylenilmiştir.

Bu harflerin sûre başlarında birer başlama ve tenbih edatı olarak geldiği de söylenmiştir. İyi kulak verilsin diye dikkat çekmek için bu harfler sûre başlarına getirilmiştir. Bu konuda geçmiş dönem âlimlerin­den birisi şöyle der:

Müşrikler Kur'an'ı işittiklerinde ürküp kaçıyorlardı. Elif lam mim, elif lâm mim sâd gibi harfleri duyduklarında hayret içinde kalıp meraklanıyorlardı. Onları dinlemeye yöneldiklerinde de Hz. Pey­gamber onlara daha sonraki âyetleri okuyor, böylece inkara yel­tendikleri şey zihinlerine ve kulaklarına yerleştiriliyor ve aleyhle­rine delil oluyordu. Yine geçmiş dönem âlimlerinden birisi şöyle demiştir:

Rivayet edilir ki, müşrikler Mekke'de Kur'an'ı dinlemekten yüz çevirdikleri ve "Kur'an'ı dinlemeyin, onun hakkında gürültü ya­pın!" dedikleri zaman, onların merakını çekmek ve dinlemelerini temin etmek için bu harfler indirilmiş, onlar merak ve hayretle dinlemeye başlayınca da daha sonraki âyetleri duymuşlardır. On­ların böylece Kur'an'ı dinlemeleri Kur'an'ın aleyhlerine delil ol­masını gerektirmiştir. Mukatta harflerinin, sözü meydana getiren hece harflerine işaret eden harfler olduğu da söylenilmiştir. Buna göre sanki Allah Teâlâ müşriklere şöyle demek istemiştir:

Siz bir iftira ve bühtan olarak Kur'an'ın Allah'ın değil, Muhammed'in sözü olduğunu iddia ediyorsanız, haydi bakalım onun bir benzerini de siz getirin, siz de aranızda bu harflerden oluşan kelimelerle konu­şuyorsunuz. Bu Kur'an, sizin konuştuğunuz harflerle ve sizin lisanınızla inmiştir. Üstelik siz bu lisanı kullanmakta ve konuşmakta çok maharetli­siniz iddianızda samimi iseniz bu Kur'an'ın bir benzerini de siz getirin. Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsa­nız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru söz­lü iseniz Allah'tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırın. Ya­pamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- o takdirde, inkar edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının! (Bakara/23-24)

Bütün görüşler içerisinde en çok kabule layık olan görüş bu so­nuncudur.

 

Sûre Başları

 

SORU: Niçin bazen sûreler "elif-lâm-mim" harfleriyle başlamak­tadır?

CEVAP: Bir grup sûre elif-lâm-mim gibi harf gruplarıyla başlamak­tadır. Sûre başlarında bu harflerin hangi maksatla zikredildiği konu­sunda pek çok görüş bulunmaktadır. Bazı müfessirler, bu harflerin Kur'an'ın isimleri olduğunu ve sûrelerin girişi, başlangıcı olduğunu ve sûrelerin bunlarla açıldığını söylemişlerdir. Bazıları bu harflerin Al­lah'ın isimleri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazılarına göre ise bunlar bir yemindir ve Allah sûre başlarında bu harflerle yemin etmiştir. Ba­zılarına göre de bunlar isim ve fiillerden parçalanıp ayrılmaş harflerdir. Mesela elif, ben anlamına gelen eneden; lâm, Allah lafzından; mim ise bilirim anlamına gelen a'lemudan alınmıştır ve hepsi birden Ben Al­lah'ım, bilirim demektir. Bazı müfessirler de bu harflerin Kur'an'ın sa­dece Allah tarafından bilinen sırlarından bir sır olduğunu söylemişler­dir. Bunun dışında daha başka şeyler de söylenilmiştir.

Bunların içinde kabule en fazla lâyık olan iki görüş vardır: Birin­cisi, bunların zihinleri ve dikkatleri çeken uyarı edatları olması için bazı sûrelerin başına getirildikleri görüşüdür. Çünkü bunlar terkip halin­de değil, tek olarak söylenilmektedir. O halde bunların hem söylenir­ken hem de işitilirken özel bir vasıflan vardır. Bu sebeple bunları işi­ten kimse ardından gelecek sözleri özel bir ilgi ve dikkatle dinlemeye yönelir.

Bu konudaki diğer görüş ise bu harflerin Kur'an-ı Kerim'in i'câzm a/eş sizliğine işaret ettiği görüşüdür. Çünkü müşrikler Kur'an'ı işit­tikleri zaman ona iftira ediyorlar ve onun Allah kelamı değil Muhammed'in sözü olduğunu iddia ediyorlardı. Bu sebeple Allah Teâlâ onla­ra, Kur'an sizin konuşmalarınızda kullandığınız bu harfler gibi harfler­den oluşmuştur ve yabancısı olduğunuz bir lisanla gelmemiştir; o hal­de -şayet iddia ettiğiniz gibi- bu Kur'an Muhammed'in sözü ise, Mu-hammed bir kişidir ve onun lisanı sizin lisanınız gibidir. Kur'an'ın ke­limeleri de Arabça'dır ve sizin lisanmızdaki harflerden oluşmuştur ve siz bu lisanı kullanmada da çok maharetli ve iddialısınız, şayet iddi­anızda samimi ve doğru iseniz bu Kur'an'm bir benzerini de siz getiri­niz, biz sizin bildiğiniz, maharetli olduğunuz ve insanlara karşı övün­düğünüz bir sahada size meydan okuyoruz, demek istemiştir.

Fakat onlar bundan aciz kaldılar ve böylece Kur'an'ın bir beşer sözü olmadığı, sadece Allah kelâmı olduğu apaçık ortaya çıkmış oldu. Bu sebeple Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurur:

Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsa­nız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru söz­lü iseniz, Allah'tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırın. Ya­pamazsanız -ki asla yapamayacaksınız o takdirde, inkar edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının! (Bakara/23-24) Hud sûresinde de şöyle buyurulur:

Senin için "onu uydurdu" diyorlar, öyle mi? De ki: "Öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre meydana getirin, iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın. Söylediğinizi yapamazlarsa, bilin ki o, ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. O'ndan başka tann yoktur, artık teslim oluyorsunuz de­ğil mi?" (HÛd/13-14).

Sonra İsra sûresinde şöyle buyurulur:

De ki: "İnsanlar ve cinler birbirine yardımcı olarak bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, andolsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar." (İsra/88)

Bu iki görüş kabule en lâyık görüşler olduğu için el-Müntehab isimli tefsirde Bakara sûresinin başındaki "elif lâm-mim" âyetleri tef­sir edilirken şu ifadeler geçer:

Elif lâm mim: Bu harfler Allah Teâlâ'nın, Arabların kendi konuş­malarında kullandıkları harfler gibi harflerden teşekkül eden Kur'an-ı Kerim'in i'câzma/eşsizliğine işaret etmek için kullandığı harflerdir. Buna rağmen onlar yine de Kur'an'm bir benzerini ge­tirmekten âciz kalmışlardır. Ayrıca bu harfler, dinlenilmesi ve baş­ka seslerden ayırdedilmesi için bir uyarıyı da ihtiva ederler.

Bu harflerle cümmel[3] hesabıyla bu ümmetin ömrüne veya buna benzer şeylere işaret olduğu veya bu harflerin içinde bazı gerçeklerin ve gün geçtikçe ortaya çıkacak tarihi hakikatlerin rumuzunun bulundu­ğu şeklindeki görüşün bu harfler konusundaki en zayıf ve saçma görüş olduğunu Beydâvi ve diğer âlimler söylemişlerdir.

Akıllı bir müslümanm yapması gereken, kabule en yakın görüşü alması ve bu konuda rivayet edilen tuhaf sözlerin çokluğuna aldanmamasıdır. Gerçeği söyleyen Allah'tır ve yola iletecek olan da O'dur.

 

Besmele Ve Tevbe Suresi

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'deki her sûrenin başında Bismillahirrah-manirrahim zikredilmiş, fakat Tevbe sûresinin başında besmele zikredilmemiştir. Bunun sebebi ve hikmeti nedir?

CEVAP: Müfessirler, sahabe-yi kiramın Tevbe sûresinin başına besmeleyi yazmadıklarını söylemişlerdir. Aynı şekilde tabiiler, tebe-i tabiiler ve onlardan sonra gelen nesiller de Tevbe sûresinin başına bes­meleyi yazmamışlardır. Bunun sebepleri şunlardır:

Birincisi: Tevbe sûresi, Mushaf-ı Şerifin tertibi içinde kendisinden Önceki Enfal sûresinin doğrudan bir devamı ve uzantısı sayılır. Çünkü konulan birbirine yakındır. Her ikisi de cihattan, savaştan ve Allah yo­lundaki seferberlikten bahseder. Sanki ikisi bir sûre gibidir. Bu sebep­le Enfal sûresinin başındaki besmele Tevbe sûresinin başındaki besme­leye ihtiyaç bırakmamıştır. Bazı müfessirler bu iki sûre arasındaki uyu­mu şöyle anlatırlar:

"Tevbe sûresi ile kendisinden önceki sûre arasındaki tena­süp/uyum, diğer sûrelerin birbiriyle olan uyumlarından daha açık ve belirgindir. Tevbe sûresi, içerisindeki dinin temel esasları ve bölümle­riyle, ilahi sünnetler ve yasama konularıyla sanki Enfal sûresinin bir tamamlayıcısıdır. Konuların büyük bir kısmı savaş ve savaşa hazırlan­makla ilgili hükümler, savaşta zafer kazanabilmenin sebepleri ve di­ğer psikolojik ve maddi hususlar, riayet edilmesi ve gerektiğinde fes­hedilmesi yönünden anlaşma ve sözleşmelerin hükümleri, savaş ve di­ğer durumlarda mü'minlerin kendi aralarındaki ve kâfirlerin kendi ara­larındaki dostluk hükümleri, aynı şekilde samimi mü'minlerle kâfirle­rin ve iki yüzlü ve hasta ruhlu münafıkların durumları hakkındadır. Enfal sûresinde anlatılmaya başlanılan konular, Tevbe sûresinde ta­mamlanmıştır. Kur'an sûreleri ve onların miktarlanyla ilgili durum nassa dayanmamış olsaydı bütün bu anlattığımız hususlar bu iki sûre­nin tek bir sûre olduğunu söyleyenleri mana yönünden desteklemiş olurdu."

İkincisi: Tevbe sûresi müşriklere bir ihtarla başlar:

Allah'tan ve Peygamberinden kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır: Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Al­lah'ı aciz bırakamayacağınızı, Allah'ın inkarcıları rezil edeceğini bilin! Allah ve Rasûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve eğer yüz çevirirseniz bilin ki Allah'ı aciz bırakamazsınız. Ey Muhammed! O kâfirlere elem verici bir azabı müjdele! (Tevbe/1-31)

Bu keskin bir uyarıdır ve bismillahirrahmanirrahim'deki rah­met merhamet ile birarada bulunması münasip olmaz. Ibn Abbas Hz. Ali'ye (r.a) sorar: "Enfal ile Tevbe sûreleri arasındaki besmele niçin ya­zılı değildir?" Hz. Ali şöyle der: "Çünkü besmele bir himaye ve teminat­tır. Tevbe sûresi ise kılıç kullanma ve anlaşmaların bozulmasıyla ilgili­dir. Onda bir himaye ve teminat/barış garantisi verme durumu yoktur."

Üçüncüsü: Tevbe sûresi, düşmanlarla her türlü uzlaşma yollarının başarısızlığa uğramasından sonra onlarla savaşma kararının verildiği sûredir. Bu sebeple Tevbe sûresinde şu âyet gelmiştir:

Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde Öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı kılar, zekâtı verirlerse artık yol­larını serbest bırakın. Şüphesiz Allah bağışlayan ve merhamet edendir. (Tevbe/5)

Şu âyeti kerime de Tevbe sûresinde bulunuyor:

Ey mü'minler! Verdikleri sözü bozan, Peygamberi yurdundan çı­karmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacakmısmız; yoksa onlardan korkuyormu-sunuz? Eğer gerçek mü'minler iseniz, bilin ki asıl korkmanız ge­reken Allah'tır. (Tevbe/13)

Şu âyet de Tevbe sûresindedir:

Ey iman edenler! Yakınınızda bulunan inkarcılarla savaşın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki Allah kendisine karşı gel­mekten sakınanlarla beraberdir. (Tevbe/123)

Savaş kararının besmeledeki rahmet/merhamet ifadesiyle birlikte verilmesi münasip değildir.

Dördüncüsü: Tevbe sûresi, mü'minlerle müşrikler arasındaki dost­luğun ortadan kaldırıldığım bildirmek için indirilmiştir. Bu konuda şöyle buyurulmaktadır:

Ey mü'minler! Babalarınızı, kardeşlerinizi küfrü, imana tercih ediyorlarsa dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse doğ­rusu kendisine yazık etmiş olur. (Tevbe/23)

Aralarındaki akrabalığa rağmen bu dostluğun kaldırılmasının, içe­risinde merhamet kelimesi bulunan besmele ile birlikte zikredilmesi

uygun değildir.

 

Kur'an'da Mekki Ve Medeni Sureler

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'de kaç tane Mekki, kaç tane Medeni sûre vardır?

CEVAP: Kur'an sûreleri Mekki ve Medeni sûreler diye iki kışıma ayrılır. Rasûlullah (s.a) Mekke'de iken inen sûreler Mekki sûrelerdir. Bu, hicretten önceki dönemdir. Mekke'nin Mina, Arafat ve Hudeybiye gibi varoşları da Mekke'ye dahildir. Medeni sûreler ise Peygamber'in (s.a) Medine'ye hicretinden sonra Medine'de inen sûrelerdir. Bedir, Uhud ve Sel gibi varoşlar da Medine'ye dahildir.

Kur'an sûrelerinin tamamı 114 tanedir. Bunlardan 85 tanesi Mek­ke'de, kalan 29 tanesi de Medine'de nazil olmuştur. el-Burhan isimli ki­tapta ifade edildiğine göre Medine'de ilk nazil olan sûre Bakara süre­sidir. Sonra sırasıyla Enfal, Al-i İmran, Ahzâb, Mümtehine, Nisa, Zil-zal, Hadid, Muhammed, Ra'd, Rahman, İnsan, Talâk, Beyyine, Haşr, Nasr, Nûr, Hac, Münafikûn, Mücadele, Hucurat, Tahrim, Saf, Cuma, Teğabün, Fetih, Tevbe ve Mâide sûreleri inmiştir.

Mekki sûrelerde Kur'an'ın hitap şekli genellikle "Ey insanlar!" bi­çimindedir. Çünkü o zaman genellikle Mekkelilere hitap edilmektedir; onlar da kâfirdir. Medeni sûrelerde ise genellikle "Ey iman edenler!" tarzındaki hitap şekli kullanılır. Çünkü Medinelilerin çoğunluğu iman etmiş kimselerdir.

Aynı şekilde geçmiş dönemleri anlatan sûreler Mekkidir, cezala­rın ve farizaların (yükümlülüklerin) zikredildiği sûreler de Medeni'dir.

Bazı âyetler de vardır ki Mekke'de inmişlerdir fakat Medeni sû­relere izafe edilmişlerdir ve yine bazı âyetler de vardır ki Medine'de nazil olmuşlardır, fakat Mekki sûrelere izafe edilmişlerdir. Bütün bunlar Allah'ın vahyi ile belirlenmiştir ve Cebrail (a.s) vasıtasıyla bil­dirilmiştir.

 

Kur'an Okurken Şeytandan Allah'a Sığınmak

 

SORU: Allah Teâlâ buyuruyor ki:

Kur'an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Na­mazda iken "eûzübillahimineşşeytanirracim" demeden veya besmele­yi okumadan Kur'an'ı okuyan kimse hakkında dinin hükmü nedir? Be­nim bu suali sormamın sebebi, bazı İslâm ülkelerindeki kimi cami imamlarının namazada eûzü besmeleyi zikretmediklerini görmüş ol­mamdır.

CEVAP: Nahl sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Kur'an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Doğrusu şeytanın, inananlar ve yalnız rablerine güvenenler üze­rinde bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu (etkisi) sadece onu dost edi­nen ve Allah'a ortak koşanlar üzerindedir. (Nahl/98-100)

Ayet-i kerimedeki "Kur'an okuyacağın zaman" ifadesinin anlamı, Kur'an okumayı istediğin zaman eûzü çek, demektir. Cumhur-u fuka-haya göre (yani fıkıhçıların çoğunluğuna göre) Kur'an okumaya eûzü çekerek başlamak mendubtur. Müslümanların çoğu da bu hükümle

amel etmişlerdir. Namaz dışında Kur'an okunduğu zaman durum böy­ledir. Namazdaki kıraat esnasında eûzü çekmeye gelince bazı fıkıhçı-lar bunu vâcib görmüşlerdir. İbn Şirin, en-Nehai ve bir grup âlimin, na­mazın her rekatında eûzüyü çektikleri ve istiaze (eûzü çekmek) konu­sundaki Allah'ın emirlerine genel bir anlam vererek uydukları rivayet edilir. Ebu Hanife ve Şafii, namazın birinci rekatında eûzüyü çekerler ve bir namazdaki bütün kıraatleri tek bir kıraat olarak görürlerdi. Mâ­lik ise farz namazlarda değil, Ramazandaki teravih namazında eûzü çe­kileceği görüşündedir.

Bütün âlimler istiaze cümlesinin Kur'an'dan olmadığında icma et­mişlerdir. Bu sebeple biz de namazda kıraate başlarken eûzü çekmenin farz değil, sünnet olduğu görüşünü tercih ediyoruz.

Besmeleye gelince bu, "bismillahirrahmanirrahim" cümlesidir. Fıkıhçılardan bir kısmı besmelenin Kur'an'dan bir âyet olduğu görü­şündedirler bir kısmı sadece Fatiha sûresinden bir âyet olduğunu söy­lemişlerdir.

Mâliki mezhebine mensup olan kişi besmeleyi terkeder. Çünkü İmam Mâlik besmeleyi Kur'an'dan bir âyet olarak görmez, ona göre nafile namazlarda besmeleyi okumak caizdir. Hanefî mezhebine men­sup bir kimse namaz kılarken besmeleyi açıkça değil, gizlice söyler.

Bundan anlıyoruz ki (namazda) besmele çekmek, üzerinde ihtilaf edilen ictihadi bir konudur. Birinci görüşle amel eden kimsenin yaptı­ğı da, diğer görüşle amel edenin yaptığı da caizdir. Allah hepsini hidâ­yete şevke der.

 

Kur'an-I Kerîmin Kıraati

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'i tertil veya tecvid üzere okumak hakkında din bilginlerinin görüşü nedir? Hangisi sahih ve vacib kıraat şekline daha yakındır? İslâm'ın ilk dönemlerinde hâkim olan okuyuş şekli han­gisi idi?

CEVAP: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur:

Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir.

Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurulur:

Kur'an, Allah'ın bir ziyafetidir. O halde O'nun ziyafet sofrasında nasıl bulunacağınızı (ziyafet adabını) gücünüz yettiğince öğreni­niz.

Kur'an tilavetinin tertil ile olması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ şöy­le buyurmaktadır:

Kur'an'ı tertil ile (açık, açık, tane, tane) oku! (Müzemmil/4)

İmam Zerkeşi'nin eî-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an isimli kitabında açıkladığına göre tertilin tam ve mükemmel olabilmesi için kelimele­rin vurgularının yapılması, harflerin belli edilmesi, tamamının açık ve net bir şekilde gösterilmesi, harflerden herhangi birisinin düşmesine sebep olacak şekilde sür'atli okunmaması veya kelâmın bir parçasının harcanmaması, uzatılarak ve sündürülerek okunmaması gerekir. Rasû­lullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kur'an'ı Arab ağzıyle (nağmeleriyle) ve sesleriyle okuyun! Gü-nühkarların nağmelerinden uzak durun! Benden sonra öyle kimse­ler gelecek ki, onalar Kur'an okurken, şarkı söyler ve ağıt yakar gibi seslerini titreterek okuyacaklar. Okudukları gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek, hem onların ve hem de onları beğenenlerin kalpleri fitneye kapılacaktır.

Mea'l-Kur an'il-Kerim isimli kitapta şu bilgiler vardır: Alimler, Kur'an okumanın bir keyfiyetinin (kaide ve kurallarının) olduğunda it­tifak etmişlerdir. Okuyucunun Kur'an tilavet ederken bunları gözönün-de bulundurması ve riâyet etmesi şer'an gereklidir. Bunları ihmal eder­se veya uygulamada kusur ederse günahkâr olur. Bu tilavetin keyfiye­ti (niteliği) kelimelerin tecvit üzere okunması, harflerin yerli yerince çıkartılması ve her harfin tecvid ve tertilden hakkının verilerek güzel bir eda ile okunmasıdır. Bu da ancak her bir harfin kendisine yakın olan harflerden ayırdedilecek şekilde kendisine ait asli mahrecinden doğru olarak çikartılmasıyle, yine her bir harfi bilinen ve benzerlerin­den onu farklı 1 aş tiran özelliklerini göstererek aşırılığa ve zorlamaya kaçmaksızm kolaylıkla ve en güzel bir şekilde okumakla olur. Tertil ile okumada yapmacık tavırlara tevessül edilmez, ağız eğilip bükülmez; şeddeler gösterilir, ğunnelerin hakkı verilir, harekeler tam olarak söy­lenir, kalın okunması gerekenler kalın, ince okunması gerekenler ince, kısa okunması gerekenler kısa okunur; uzatılması gereken yerler uza­tılır, durulması caiz ve yasak olan yerlere riâyet edilirse kıraat imam­larının koyduğu diğer kaide ve kurallar uygulanmış olur.

Tecvid kıraati güzelleştirmek ve tam yapmak demektir. Alimler tecvidi her harfin hakkını vererek kendi mahrecinden (çıkış yerinden) çıkarmaktır, diye tarif etmişlerdir. Bir harfin hakkını vermekten kasıt, cehr, şiddet, istilâ ve ğunne gibi sıfat-ı lâzımleri ve zâti yeleridir. Çün­kü bu sıfatlar sadece o harflere mahsustur ve onlardan ayrılmazlar. Bir kısmı bile ayrılmış olsa bu bir hata olur. Harfin hakkını vermekten ka­sıt ise onun zâti sıfatlarından doğan arızi sıfatlandır. Mesela istilâ sıfa­tından doğan tefhim sıfatı gibi.

Tecvid Kur'an okuyan herkese farzdır. Tecvidi bilen ve onu öğre­nen kimsenin onu terketmesi caiz değildir.

Daha pek çok tilavet şekli var ise de bunlar bazıları tarafından uy­durulmuştur ve bunları okuyanlar tertil ve tecvitten uzaklaşmışlardır. Yukarıda tarif ve izah edilen okuyuş şekli İslâm'ın ilk dönemindeki uy­gulanan ve Hz. Peygamber'den (s.a) nakledilen okuyuş şeklidir. Zeyd ibn Sabit'in rivayet ettiği sahih bir hadiste Rasûlullah (s.a) şöyle buyur­maktadır:

Allah Teâlâ Kur'an'ın indirildiği gibi okunmasını ister.

 

Kur'an'ın Özellikleri

 

SORU: "Kur'an'dan dilediğin maksatla istediğin şeyi al" sözünün anlamı nedir?

CEVAP: Okuduğum ve müracaat ettiğim hadis kitaplarında böyle bir ibareye rastlamadım. Kur'an'ın faziletleriyle ilgili hadislerin içinde de böyle bir söz mevcut değil. Her bilenin üstünde bir bilen vardır. Fa­kat bu ibare önceki dönemlerde yaşamış bazı kimselerin Kur'an'ın özellikleriyle ilgili olarak söyledikleri şeylere dayanabilir. Bunlar Kur'an'ın özellikleri konusunda çok aşırı gitmişlerdir. Allah'ın kitabı­nın faziletine ve konumuna vurgu yapan hadisler bulunduğu gibi bu konuda mevzu hadisler de vardır.

Bu haberleri uyduranlardan birisi olan Nuh İbn Ebi Meryem'e "Sûre sûre Kur'an'ın faziletlerini bildiren ve İbn Abbas-İkrime tarikiy­le gelen haberler sana nereden ulaştı?" diye sorulduğunda şöyle cevap verir:

Ben insanların Kur'an'dan yüz çevirip, Ebû Hanife'nin fıkhı ve Muhammed İbn İshak'm megâzisi ile meşgul olduklarını gördüm ve sevap ümit ederek bu hadisleri uydurdum.

Keşke böyle yapmasaydı.

Kur'an'ın bazı âyetlerine ait bazı özellikleri ifade eden sağlam ri­vayetlerle karşılaştığımız zaman, İmam Zerkeşi'nin el-Burhan fi Ulû-mi'l-Kur'an isimli eserinde yapmış olduğu uyarıyı hemen hatırlama­mız gerekir. İmam Zerkeşi Kur'an'm bu özelliklerinden ancak kalbini ve niyetini ihlasla Allah'a yöneltenlerin, Kur'an'ı düşünüp tefekkür edenlerin, gönlünü onunla dolduranların, organlarıyla onu uygulayan­ların, gece gündüz onunla beraber olanların ve ona sımsıkı sarılanların yararlanabîteceğini ifade eder. Böyle bir durumda olan kimseye Kur'ani hakikatler her yönden tecelli eder.

Bu özelliklere sahip olmayan kimsenin davranışı söylediğini ya­lanlar. Nitekim rivayet ederler ki ariflerden birinin başına bir musibet gelir. Arkadaşı ona der ki: "Falan kişiden bu konuda yardım isteyelim." Allah dostu bunun karşılık der ki: "Senin söylediğini yaparsam önceki kıldığım namazımın boşa gideceğinden korkarım." Arkadaşı ona der ki: "Bununla ne alakası var?" Allah dostu kişi şöyle cevap verir: "Çün­kü ben şimdiye kadar namaz kılarkan rabbime yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz dedim. Şimdi ben başkasından yardım istersem yalancı duruma düşmüş olurum. Namazda yalan söylemek namazı iptal eder."

"Kur'an'dan istediğin maksatla istediğin şeyi al" ibaresi bize Zer-keş'inin şu ibaresini hatırlatıyor:

Kur'an'dan herkesin anladığı, Allah'ın onun için nasip ettiği ka­dardır.

Bu anlayış, Kur'an'la amel ederek onun üzerinde düşünen kimse­nin ihlası, ihsanı (kulluk şuuru) ve temizliği arttıkça genişler ve elde edeceği semerelerin artmasına yol açar.

Şu hadis-i şerifte de bu gerçek dile getirilmektedir:

Ehl-i Kur'an, ehlullah'tır ve Allah'ın has kullandır. Yüce Allah'ın Kur'an'ın hidâyetiyle bizi faydalandırmasını, onu gözlerimizin ziyası, şüphelerimizin devası, kalplerimizin nuru ve akıllarımı­zın rehberi kılmasını diliyoruz. O, ne güzel dost ne güzel yar­dımcıdır.

 

Kur'an'dan Muska Yapmak

 

SORU: Bazı hastalıklardan şifa bulmak ya da korunmak maksadıy­la içerisinde bazı Kur'an âyetlerinin yazılı olduğu muskalan taşıma konusunda din bilginlerinin görüşleri nedir? Özellikle bu görüşü savu­nanlar Kur'an'daki şu ayeti delil olarak gösteriyorlar:

Kur'an'dan mü'minlere rahmet ve şifa olan şeyler indiririz. O, za­limlerin ise sadece kaybını artırır. (İsra/182)

CEVAP: Kur'an-ı Kerim hak ve iyilik yoluna sevketmek, dünya ve ahirette saadet ve kurtuluşun kapılarını açmak için gelmiştir. Bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Gerçekten size Allah'tan bir nûr, apaçık bir kitap geldi. Rızasını gözetenleri Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları doğ­ru yola iletir. (Maide/15-16)

Yüce Kur'an'ın indirilişindeki esas gaye, insanların onunla amel etmeyi bırakıp da onu tedavi için muska ve nazarlık olarak kullanmak değildir. Allah hastalığı da yaratmıştır, çaresini de yaratmıştır. Rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) bir hasta görür ve onu tedavi etmesi için bir doktora gönderir. Birisi der ki: "Sen de mi böyle yapıyorsun ey Allah'ın Rasülü!" Bunun üzerine Rasûllulah (s.a) şöyle buyuruyor:

Evet, Allah çaresini yaratmadığı hiçbir hastalık yaratmamıştır.

Bir takım kişilerin belirli bir kabın içindeki belirli bir mürekkeple Kur'an'dan âyetler yazıp sonra onları yıkamaları, sonra da onu ilaç ola­rak kullanmaları dinde yoktur. Çünkü bu, dini ve Kur'an'ı esas gayesi­nin dışına çıkarmak demektir. Dinin ve Kur'an'ın esas gayesi insanla­ra, uyguladıkları ve yerine getirdikleri zaman dünya ve ahirette saade­te ulaşacakları doğru ve sağlıklı bir program çizmektir.

Bazı bilginler içerisinde Allah'ın isimlerinin veya Kur'an'dan âyetlerin bulunduğu şeyleri insanların boyunlarına teberrüken asmala­rını caiz görürken, pek çokları da bunu caiz görmemişler ve "Kim bir şey takarsa o, ona havale edilir" (Tirmizî) hadisini delil getirmişlerdir. İbn Mes'ud, oğlunun annesinin (cariyesinin) üzerinde bir muskanın ta­kılı olduğunu görünce onu çekti, kopardı ve şöyle dedi: "İbn Mes'ud'un ailesi şirkten uzaktır." Sonra şöyle dedi: "Muska, rukye ve muhabbet muskası şirktir." Ona "Tivele (muhabbet muskası) nedir?" diye sorulduğunda İbn Mes'ud şöyle cevap verdi: "Kocasına kendisini sevdirmek için kadının yaptığı şeydir."

Muskayı caiz görmeyenler şu hadisi rivayet ettiler:

Kim bir muska takarsa Allah onun işini tamam etmesin, kim bir nazar boncuğu takarsa Allah nazarı ondan çevirmesin.

Bu hadisin anlamı sağlığa kavuşmak için boynuna astığı muskaya güvenen kimseyi Allah sağlığına kavuşturmasın ve Allah onu afiyette kılmasın demektir. İmam Kurtubi şöyle diyor:

Bütün bunlar, cahiliye insanlarının taktıkları muska ve kolyeler­den mü'minleri sakmdırmaktadır. Cahiliye dönemindeki insanlar bu kolye ve muskaların kendilerini koruduğuna ve başlarına gelecek belaları onlardan savdığına inanırlardı. Halbuki belayı sava­cak olan bunlar değil, sadece Allah Teâlâdır. Belâya mübtelâ kılan da beladan kurtaran da O'dur. O'nun ortağı yoktur. Rasûlullah (s.a) cahiliye döneminde yaptıkları bu tür şeyleri onlara yasaklamıştır.

Kur'an'dan mü'minlere rahmet ve şifa olan şeyleri indiririz.

Bu ayetten -Allah neyi kasdettiğini daha iyi bilir- Kur'an'ın kalp­lere şifa olduğunu anlıyoruz. Cehaletin kalplerden giderilmesiyle, şek ve şüphelerin izalesiyle kalpler Kur'ari'la şifaya kavuşmuş olurlar.

Bu mesele âlimler arasında uzun tartışmaların konusu olmuştur. Bunlardan bazıları, Buharı ve Müslim'deki Kur'an'la rukye yapmaya (Kur'an âyetlerini şifa maksadıyla okumaya) cevaz veren rivayetlere dayanarak buna cevaz vermişlerdir. Fakat rukye ile muskayı ayırdet-mek mümkündür. Rukye, Kur'an âyetlerini (şifa veya korunma mak­sadıyla) okumaktır. Muska ise yazılıp takılan şeylerdir. Her ne olursa olsun bir insanın şüpheden kurtulması için bu tür şeylerden sakınması daha sağlıklı bir yoldur. Akıllı bir insanın, hastalığın tedavisini Allah'ın yarattığı ve kendisine lütfettiği ilaçlarda araması gerekir.

İnsana bilmediği şeyleri öğrettiğini söyleyen Allah, her türlü nok­sanlıklardan münezzehtir.

 

Kur'an'dan Muska Yapmak

 

SORU: Kur'an'dan bazı âyetleri muska veya nazarlık olarak taşı­yan kimselere bunun maddi veya manevi bir faydası varmıdır?

CEVAP: Buharı ve Müslim'in rivayet ettiği sahih bir hadiste, bir sa-habinin Fatiha sûresini okuyarak bir adamı tedavi ettiği, bunun üzeri­ne Allah'ın ona şifa verdiği, şahabının bunun karşılığında bir ücret al­dığı, Rasûlullah'a giderek durumu anlattığı, Rasûlullah'ın (s.a) bunu anlayışla karşıladığı, hatta sahabinin yaptığı bu davranışın caiz olduğu­nu pekiştirmek için aldığı ücretten kendisine de bir pay ayrılmasını is­tediği anlatılır.

İbnü'l-Kayyım Zadü'l-Meâd isimli kitabında şöyle der:

İbn Mâce Sünen'inde Hz. Ali'den Rasûlullah'ın (s.a) "En hayırlı ilaç Kur'an'dır" dediğini rivayet eder. Malumdur ki bazı sözlerin bazı Özellikleri ve tecrübe edilmiş faydalan vardır. Hal böyle olunca alemlerin rabbi olan Allah'ın kelamının kim bilir nice özel­likleri ve faydalan vardır. O'nun kelâmının diğer kelâmlara olan üstünlüğü O'nun yaratıklarına olan üstünlüğü gibidir. O'nun kela­mı tam bir şifadır, yararlı bir korunmadır, yol gösteren bir ışıktır, herkesi kuşatan bir rahmettir. Bu sözler bir dağa indirilmiş olsay­dı onun azamet ve yüceliğinden dağ parça parça olurdu. Allah Te-âlâ buyurur ki:

Biz Kur'an'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyler indiririz.

Îbnu'l-Kayyim bu konuda sözü uzattıkça uzatmıştır. İbnu'1-Kay-yım şunu demek istemektedir: Kur'an âyetlerini üzerinde taşıyan veya onları okuyan ya da kendisine bu âyetler okunan kimse Allah'ın izni ve lûtfuyla bundan fayda görür. Allah dilediği şeyi yaratır ve dilediğini tercih eder.

Fakat bazı müteahhirin (son dönem) âlimleri verdikleri fetvalarda Kur'an'm insanları korumak, kalplerini temizlemek, ahlâklarını yön­lendirmek için indirildiğini söylemişler, ve müslümanlann bizzat Kur'an'ı kullanarak Kur'an'm mesajından uzaklaştıklarını, onu fizikî hastalıklarının tedavisi için bir araç olarak kullandıklarım, ölülerin ru­huna okuduklarını ve dilencilik aracı yaptıklarını ifade etmişlerdir. Bu durum müslümanlann imanı üzerinde kötü bir damgadır. Bundan daha tuhaf olanı ise, insanların Kur'an âyetlerini yazmaları sonra onu su ile yıkayıp o suyu hastalığın tedavisinde kullanmaları veya âyet yazılı ka­ğıtları yakarak tütsü yapmaları ya da bunu vücudundaki hasta organa takmalandır. Bu, Kur'an'dan bir sapmadır. Çünkü Allah Teâlâ beden hastalıkları için tıbbi ilaçlar yaratmıştır. Bu ilaçlarda şifa özelliği var­dır. Allah insanları bu ilaçları araştırmaya ve onlarla tedavi olmaya yö­neltmiştir. Kur'an-ı Kerim ise Allah tarafından beden hastalıklarına bu şekliyle ilaç olarak indirilmedi. O, ancak -ifade ettiği gibi- kalplerde­ki hastalıklara deva, gönüllerdekine şifa olarak indirildi. Kur'an cehalet hastalığını ilimle, şüphe hastalığını delille, şehvet hastalığını da hikmetle tedavi eder.

Sünnette geçen dualarla rukye yapmaya gelince, bunlar duanın bir çeşidi olarak izah edilir. Fakat bu rukyenin hasta için maddi bir ilaç ol­duğu kabul edilemez. Hastalıkların tedavisi için Allah Teâlâ ilaçları se­bep olarak yaratmıştır. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

Hastalığı yaratan (Allah) ilacı da yaratmıştır. O halde tedavi olu­nuz.

Allah Teâlâ Kur'an'm risaletini (mesajını) tasvir ederken Maide sûresinde şöyle buyurmuştur:

Gerçekten size Allah'tan bir nûr, apaçık bir kitap geldi. Rızasını gözetenleri Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onlan ira­desiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır. (Maide/15-16)

 

Kur'an'danesh

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'de neshedilmiş âyet var mıdır? Varsa bu konudaki deliller nedir?

CEVAP: İslâm şeriatında neshin manası bir hükmü ortadan kaldır­mak veya değiştirmek demektir. Nesh konusu eski ve yeni pek çok âli­min üzerinde ihtilaf ettiği bir konu olmuştur. Bazı müfessirler o kadar çok âyette neshin varlığına kail olmuşlar ki mensuh (neshedilmiş) âyetlerin sayısı onlara göre üçyüze kadar ulaşmıştır. Şüphesiz bu aşın bir görüştür. Kur'an-ı Kerim'in bazı hükümlerinde yasamada tedricilik prensibine uygun olarak nesih vaki olmuşsa bile bü çok az sayıdaki âyette vâki olmuştur.

Neshin olduğunun delili Bakara süresindeki şu âyettir:

Herhangi bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturur-sak, onun yerine daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz. Al­lah'ın herşeye kadir olduğunu bilmez misiniz? (Bakara/106)

Bazı bilginler Nahl süresindeki şu âyeti de neshin delili olarak gösterirler:

Bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman ki Allah ne­yi indireceğini çok iyi bilir- "Sen ancak uyduruyorsun" dediler. Hayır, öyle değildir, ama onların çoğu bilmezler. Ey Muhammedi De ki: "Kur'an'ı Ruhu'l-Kudüs (Cebrail) rabbinin katından, ina­nanların inancını pekiştirmek, müslümanlara doğruluk rehberi ve müjde olmak üzere hak olarak indirmiştir." (Nahl/102-102)

Neshedilen âyetlerden birisi Enfal süresindeki şu âyettir:

Ey Peygamber! Mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa (onlardan) iki yüz kişiye galip gelir. Eğer siz­den yüz kişi olursa onlardan bin kişiye galip gelir. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. (Enfal/65)

Bu âyet kendisinden sonraki şu âyetle neshedilmiştir:

Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, zira içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Sizden sabırlı yüz kişi bulunursa onlardan ikiyüz kişiye galip gelir ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlar­dan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal/66)

Fıkıhçıların mensuh olduğunu söyledikleri âyetlerden birisi de Müezzemmil sûresinin ilk âyetleridir.

Ey Muhammedi Şüphesiz rabbin, senin ve beraberinde bulunan­lardan bir topluluğun gecenin üçte ikisinden biraz az, yansı ve üçte biri kadar vakit içinde kalkıp ibadet ettiğini bilir. Gece ve gündüzü Allah ölçer; sizin bu vakitleri takdir edemiyeceğinizi bildiğinden tevbenizi kabul eder. Artık Kur'an'dan kolayınıza ge­leni okuyun. Allah içinizden hasta olanları, Allah'ın lütfundan n-zık aramak üzere yeryüzünde dolaşacak olan kimseleri ve Allah yolunda savaşacak olanları şüphesiz bilir. Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun, namazı kılın; zekâtı verin. Allah'a gönül hoşlu-ğuyla ödünç verin. Kendiniz için önceden (dünyada iken) yaptı­ğınız iyiliği daha iyi ve daha büyük ecir olarak Allah katında bulursunuz. Allah'tan bağışlanma dileyin. Allah elbette bağışlar ve merhamet eder.

Neshedildiğine dair kuvvetli delil olmadan neshin alanını geniş­letmemek daha hayırlı bir tavırdır.

 

İlimsiz Tefsir

 

SORU: Aşağıda zikrettiğim şu hadisin anlamı nedir? Kim Kur'an hakkında ilimsiz söz söylerse (tefsir yaparsa) cehen­nemdeki yerine hazırlansın?

CEVAP: Bu hadis iki şekilde rivayet edilmiştir: Bunlardan birinci­si şöyledir:

Kim Kur'an hakkında ilimsiz söz söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.

İkincisi ise şöyledir:

Kim Kur'an'ı rey ile tefsir ederse cehennemdeki yerine hazırlansın.

Her ikisi de Abdullah ibn Abbas'tan (r.a) rivayet edilmiştir.

Bu hadisten neyin kastedildiğini anlamamız için Kussatü't-Tefsir isimli kitaptaki şu bilgileri iyi düşünmemiz gerekir: Kur'an'ın tefsiri son derece ciddi bir iştir. Çünkü âlemlerin rabbi olan Allah'ın kelamiy-la ilgilidir. Tefsirde sânı yüce olan Allah'tan haber vermek vardır. Şa­yet bir insandan haber vermek söz konusu olsaydı bu gayet kolay olur­du. Bunun içindir ki seleften pekçokları tefsir yapmaktan korkarlardı. Mesela Mesrûk şöyle derdi:

Tefsirden sakının, zira o, Allah'tan rivayet demektir.

Said ibn el-Müseyyeb'e bir âyetin tefsiri sorulduğu zaman şöyle derdi:

Biz Kur'an hakkında hiç bir şey söylemeyiz.

Şa'bi de şöyle derdi:

Allah'a yemin olsun ki senin sorduğun hiç bir âyet yoktur ki onun­la ilgili söylenecek söz Allah'tan bir rivayet olmasın. (Yani Al­lah'tan rivayette bulunuyormuş durumuna düşmekten nasıl kor-karsam bir âyet hakkında konuşmaktan da o derece korkarım, de­mek istiyor).

Müsteşrik Goldziher, Mezahib'ut-Tefsiri'l-İslâmî isimli kitabında hicri ikinci asrın başlarında bile tefsirle meşguliyete ürkek ve çekingen bir nazarla bakıldığına dair örneklerin bulunduğunu zikreder. Ancak bu çekingenliğin sadece hakkında bilgi sahibi olmadıkları ve yeterli riva­yet ve nakile ulaşamadıkları konularda olduğu da aşikardır. Yukarıda­ki hadis de buna göre yorumlanır. O halde bir insanın yeterli bilgisi ve dirayeti olmadan, nüzul sebebine dayanmadan veya Arabça'yı bilme­den, kelâmın anlamlarına ve maksatlarına aşina olmadan tefsir yapma­ya cüret etmesi caiz değildir.

Ancak İbn Kesir'in de dediği gibi bu konuda seri ve lügavi yön­den bilgi sahibi olan kimsenin söz söylemesine gelince, bunda bir sa­kınca yoktur. Bu sebeple bazı zamanlar tefsir yapmaktan imtina eden kimselerin başka zamanlarda bu konuda konuştukları ve tefsir yaptık­ları rivayet edilmiştir. Aynı kişilerde müşahade edilen bu farklı durum­lar arasında bir çelişki yoktur. Çünkü onlar bildikleri konularda konuş­muşlar, bilmedikleri konularda da sûküt etmişlerdir. Her insanın yap­ması gereken de budur.

Bilmediği konularda sûküt etmesi gerektiği gibi, bildiği şeylerden bir şey sorulduğu zaman da cevap vermesi gerekir. Aşağıda zikredece­ğimiz şu hadis de bu duruma işaret ediyor:

Kim kendisine bildiği bir şey sorulur da cevap vermez ve bunu gizlerse kıyamet günü kendisine ateşten bir gem vurulur.

Müfessirlerin piri İbn Cerir et-Taberi ilimsiz olarak Kur'an'ı tefsir etmekten meneden pek çok hadis nakletmiştir. Bu meyanda Abdullah ibn Abbas'ın ve Hz. Ebubekir'in sözünü de zikretmiştir. İbn Abbas şöy­le demiştir:

Kim kendi görüşüyle Kur'an'ı tefsir ederse cehennemdeki yerine hazırlansın.

Ebû Bekir Sıddık (r.a) ise şöyle demiştir:

Allah'ın kitabı hakkında kendi görüşümle veya bilmediğim halde konuştuğum zaman hangi arz beni üzerinde taşır ve hangi gök be­ni gölgelendirir?!

İbn Cerir et-Taberi daha sonra şunları söyler:

Ancak Rasûlullah'ın (s.a) beyanıyla veya ibaresinin delaletiyle bi­linebilecek âyetleri bir kişinin kendi görüşüyle tefsir etmesi caiz değil­dir. Hatta böyle âyetleri kendi kafasından yorumlayan kimse bu yoru­munda isabet etse bile kendi görüşüne göre tefsir ettiğinden dolayı ha­ta etmiş demektir. Çünü onun isabet etmesi, kendisinin gerçeği buldu­ğuna kesin olarak inanan kimsenin isabet etmesi gibi değildir. Sadece zan ve tahminde bulunan kimsenin isabet etmesi gibidir. Allah'ın dini konusunda zan ile konuşan kimse, Allah hakkında bilmeden konuşan kimse demektir. Allah Teâlâ Kitabında kullarına bunu yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:

De ki: "Rabbim ancak açık ve gizli fenalıkları, günahı ve haksız yere tecavüzü, hakkında hiç bir delil indirmediği şeyi Allah'a or­tak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeni­zi haram kılmıştır." (A'raf/33)

O halde ancak Rasûlullah'ın (s.a) beyanıyla bilinebilecek husus­larda Allah'ın kitabını rey ile te'vil eden kimse, bu tevilinde Allah'ın kasdettiği manaya uygun bir te'vil yapsa bile bilmediği hususta konuş­muş demektir. Çünkü Kur'an hakkında bilmeden söz söyleyen kimse Allah hakkında bilmeden söz söyleyen kimse demektir.

Böylece görüyoruz ki hadis-i şerif bilmeyen ve anlamayan bir kimsenin Kur'an-ı Kerim'i tefsir etmeye cüret etmekten sakınması ge­rektiğini ifade etmektedir. İlim ve marifet sahibine gelince, onların bir nur ve basiret üzere Allah'ın kitabından anlayabildikleri manaları çı­karmalarında bir sakınca yoktur.

 

Kur'an-I Kerimin Tercümesi

 

SORU: Ezher Üniversitesi Kur'an-ı Kerim'i yabancı bir dile tercü­me etti mi? Kur'an'ı tercüme etmek haram mıdır? Haram değilse niçin tercüme edilmiyor? Haram ise niçin Ezher Üniversitesi yabancıların bu dini anlamaları için yabancı dilde kitaplar yayınlamıyor?

CEVAP: Kur'an-ı Kerim'i tercüme etmekten maksat onun başka bir dile harfi ve lafzı tercümesi[4] ise bu sakıncalı ve haram bir iştir, üstelik kimsenin de buna gücü yetmez. Bu işe teşebbüs edenler pekçok hata­lara düşerler ve sayısız kötülüğün kapısını açarlar. Çünkü Kur'an-ı Ke­rim, başkalarının bir benzerini getirmekten aciz oldukları eşsiz bir Al­lah kelâmıdır.

Alemlerin rabbi olan Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

De ki: "İnsanlar ve cinler, birbirlerine yardımcı olarak bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için biraraya gelseler an-dolsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar." (İsra/88)

Allah Teâlâ yüce kelamına öyle manalar, öyle işaretler, öyle ru­muzlar ve öyle delâletler yerleştirmiştir ki, hiç bir şekilde ve hiç bir dil­de onun yerine geçecek başka bir ifadeyi bulmak mümkün değildir. Hiç bir beşer ne kadar güç, kudret ve deha sahibi olursa olsun bu ma­naların hepsini başka bir lisana taşıyamaz. Ayrıca Kur'an'da öyle lafız­lar vardır ki bunların karşılığını başka lisanlarda bulmak mümkün de­ğildir. Mütercim onların yerine yakın manalı olduğunu zannettiği baş­ka lafızları yerleştirdiği zaman, geçmişte ve gelecekte kendisini batıl kılacak hiç bir şeyin olmadığı ve hikmet sahibi, övülmeye layık olan Allah katından indirilen bu kitabı tahrif etmiş ve değiştirmiş olur.

Bu sebeple Reşit Rıza, Tefsir'inde şöyle der:

Kur'an'ın harfi tercümesi çok zordur ve pek çok kötülüğün ortaya çıkmasına yol açar. Böyle bir tercüme sakıncalıdır ve İslâm buna cevaz vermez. Çünkü bu, Kur'an'a ve Kur'an'a inananlara karşı işlenen bir cinayettir. Yapılacak tercümenin ne Kur'an, ne de Al­lah'ın kitabı diye isimlendirilmesi caiz değildir. Bu tercümeden herhangi bir şeyi Allah'a isnad edip de Allah şöyle buyurdu demek de caiz değildir. Çünkü Allah'ın kitabı Arabçadır. Bu, kesin nass-larla sabittir. Bu konuda her dönemdeki âlimlerin icmâı vardır. Bu icma, hakkında ihtilaf da olabilen usûli (metodik) bir icma da de­ğildir. Harfi tercümede mesela icaz gibi Kur'an'ın lafzi ve mane­vi özelliklerinden hiçbir şey yoktur. Kur'an'ın harfi tercümesi Kur'an'a lafzında muhalif olduğu gibi manasında da muhaliftir. Onun Allah'a isnadı, yani Allah kelamı olduğunu söylemek Al­lah'a karşı bir iftiradır ve küfürdür. Hatta Kur'an'daki herhangi bir kelimeyi Arabçadaki müteradifi (eşanlamlısı) başka bir kelimeyle -mesela şüphe anlamına gelen reyb'i şek kelimesiyle değiştirmek gibi- değiştirmenin caiz olmadığında bütün müslümanlar icma et­mişlerdir. Manevi tercümeye gelince bu, tefsirine ihtiyaç duyulan Kur'an âyetlerini başka bir lisan ile yorumlamaktan ibarettir ve bu haram değildir. Ve şeriatın da yararına olacak bir çalışmadır.

Tercümeden murat, Kur'an tefsirlerinden herhangi bir tefsirin ter­cümesi ise, böyle bir şeyi yapmak haram değildir. Ancak bu tercüme­nin bir Kur'an veya Allah kelamı olmadığının bilinmesi şarttır. Bu an­cak, müfessirin Allah kelamından anlayabildiği şeylerden ibarettir. Al­lah kelamından anlaşılabilecek şeylerin tamamının bundan ibaret oldu­ğunu söylemek de mümkün değildir.

Ezher-i şerif şimdiye kadar herhangi bir Kur'an tefsirinin tercüme­sini gerçekleştirmedi. Fakat Kahire'deki İslâmî İşler Yüksek Konseyi, bir grup Ezher ulemasının yardımıyla Kur'an'ın özlü bir tefsirini hazır­ladı ve bunu bastırdı. Âlimlerin ve fakihlerin okuyup istifade edebilme­leri için bu tefsirin İslâm alemine dağıtımını yaptı. Bu tefsir Kur'an'ın manalarım yabancı dillere tercümede Konsey'in elinde bir esastır. Kon­sey, gerekli düzeltme ve gözden geçirmeleri yaptıktan sonra bu tercü­melerin ortaya çıkmasında bütün gücünü ve imkanlarını kullanacaktır.

Arab olmayanların İslâm prensiblerini öğrenmesi için Ezher ya­bancı lisanlarla bu kitaplardan bir bölümünü bastırdı. Sonra işi arzu edilen şekilde yürütemedi. Şu anda İslâmî İşler Yüksek Konseyi pek çok kitabın ve broşürün yabancı lisanlarla yayımım ve bütün İslâm âle­mine dağıtımını yapmaktadır. Bu kitapları Ezher'in ve İslâm'ın meşhur bilginleri telif etmektedir.

Bütün müslümanlara düşen görev, yüce İslâm dininin esaslarını herkesin öğrenmesi için çalışmalara devam etmektir.

 

Muska Ve Nazarlıklar

 

SORU: Kur'an-ı Kerim âyetleriyle tedavi konusunda dinin görüşü nedir? Bazı insanlann zararı engellemek veya ihtiyaçları gidermek için yazdıkları muska, tılsım ve nazarlıklar hakkında İslâm'ın görüşü nedir?

CEVAP: Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'i insanları hak, iyilik ve ada­let yoluna sevkeden, dünyada saadete, ahirette cennete ulaştıracak se­bepleri gösteren bir ışık ve hidâyet rehberi olsun diye indirmiştir. Yü­ce Allah kitabım inanç, ibadet, muamelat, ahlâk, gidişat ve ibret yö­nünden istediği şeyleri insanlara açıklamak için inzal etmiştir. Müslü­manların bütün işlerinde Kur'an'ı rehber edinmeleri gerekir. Çünkü bu Kur'an, geçmiş ve gelecekte kendisini hiçbir şeyin batıl kılmadığı ve kılamayacağı eşsiz bir Allah kelâmıdır. Allah Teâlâ Kur'an'm temel fonksiyonunu şöyle anlatıyor:

Gerçekten size Allah'tan bir nûr, apaçık bir kitap geldi. Rızasını gözetenleri Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları ira­desiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir.

(Maide/15-16)

insanların Kur'an âyetlerini yazarak ve boyunlarına asarak kötü­lüğü savmak, iyiliği celbetmek veya bir takım gayelerini gerçekleştir­mek için muska veya tılsım olarak kullanmaları Kur'an'ın şanına ya­kışan bir davranış değildir, onun büyüklüğüne ve yüceliğine uygun düşmez. Çünkü Allah Teâlâ varlık âlemi için bir takım kanunlar koymuştur. Çalışmanın da yolunu göstermiştir. Kullarından kendilerini arzu ettikleri hedeflere ulaştıracak meşru sebeplere sarılmalarını iste­miştir.

İslâm, muska, tılsım ve nazarlık gibi şeylere sığınılmasına razı ol­maz. Bunlara benzer şeyleri vücutlarına cahiller takarlar ve bunların ihtiyaçlarını giderdiğine ve hoşlanmadıkları şeyleri kendilerinden uzaklaştırdığına inanırlar. Halbuki herşeyi yapan ve idare eden Allah Teâlâ'dır. Hayatın ve canlıların dizginleri O'nun elindedir. Ahmed ve Hâkim'in Ukbe ibn Âmir'den rivayet ettiklerine göre Ukbe, Rasûlul-lah'ı (s.a) şöyle derken işitmiştir:

Kim bir muska takarsa Allah onun işini tamam etmesin, kim bir nazarlık takarsa Allah ondan tehlikeyi gidermesin.

Yani Allah onu emniyete kavuşturmasın demektir. Hadiste geçen vedea (nazar boncuğu) denizden çıkartılan ve çocukların boynuna ta­kılan .beyaz bir şeydir. İbnu'l-Esir'in dediği gibi nazar değmesinden korktukları için taktıklarından dolayı bu yasaklanmıştır.

Ebû Dâvud ve Tirmizî şöyle rivayet etmiştir: İsa ibn Hamza, kızıl hastalığına yakalanan Abdullah b. Hakim'i ziyarete gider ve ona şöyle der: "Muska taksaydın ya!" Abdullah da ona şöyle karşılık verir: Bun­dan Allah'a sığınırım. Allah Rasûlü (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kim bir şey takarsa o, ona havale edilir.

İmam Ahmed ve başkaları şöyle rivayet etmişlerdir:

Rasûlullah (s.a) koluna -romatizma ağrılarını tedavi etmek için-bakır bir halka takan birisini görmüştü. (Romatizma omuzlarda ve bütün kolda hareket halindeki bir ağrıdır, acı ve elem verir. Eski­den bu hastalığa yakalandıkları zaman kola romatizma bileziği denilen bir bilezik takarlardı). Rasûlullah (s.a) adama

"Nedir bu halin?" diye sorduğunda, adam: "Ağrıdan dolayı tak­tım." Bunun üzerine Rasûlullah dedi ki: "Bu sadece ağrıyı artırır. Üzerinden onu çıkar at. Bu halka, üzerindeyken ölürsen ebediyen

iflah olamazsın."

Rasûlullah (s.a) adamı halkayı ağrıya şifa vereceğine inanarak taktığı için bundan menetti. Bakır bir halkayı bu gaye ile kullanmak onu dinin yasak kıldığı muska ve nazarlık konumuna getirir.

Hakim ve İbn Hibban, Abdullah ibn Mes'ud'dan (r.a) şöyle riva­yet ederler: Abdullah ibn Mes'ud bir defasında hanımının yanma girer. Hanımının boynunda bir şey asılıdır. Onu çeker ve koparır. Sonra da şöyle der: "Artık Abdullah'ın ailesi, Allah'ın hakkında bir delil indir­mediği herhangi bir şeyi O'na ortak koşmaktan kurtulmuştur." Sonra da şöyle devam eder: Ben Rasûlullah'ı (a.s) şöyle derken işittim:

Üfürükçülük, büyücülük-sihirbazlık ve muhabbet için muskacılık yapmak şirktir.

Muhabbet muskası kocalarının sevgisini celbedeceği inancı ve zannıyla kadınların yaptıkları sihir ve büyüye benzer bir şeydir. İbn Mes'ud'a denildi ki: "Ey Ebu Abdurrahman! Şu rukyeyi (okuyup üfle­meyi) ve muskayı anladık, peki muhabbet muskası nedir?" O şöyle ce­vap verdi: "Kadınların kendilerini kocalarına sevdirmek için yaptıkla­rı bir şeydir."

Hastanın yapması gereken şey, hastalığını münasip bir yolla teda­vi ettirmektir. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

Tedavi olunuz. Şüphesiz Allah derdi de yaratmıştır, dermanı da yaratmıştır.

Rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) bir hastayı ziyaret etmiş­ti. Hasta için bir doktor isteyince birisi: "Sen de mi bunu söylüyorsun ey Allah'ın Rasûlü!" deyince Rasûlullah şöyle dedi: "Evet, şüphesiz ki Allah ilacını yaratmadığı hiçbir hastalık yaratmamıştır."

Müslümanlara düşen görev de, herşeyin Allah'ın gücü ve tasarru­funda olduğuna, faydayı ve zararı sadece O'nun verdiğine inanmaları, bu tür hurafeleri terketmeleri, hikmet ve ilim sahibi Allah'ın çizdiği doğru bir yola koyulmalarıdır.

 

Kur'an Ve Peygamber Kıssaları

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'de peygamberlere ait kıssalar anlatılmakta mıdır? Kur'an-ı Kerim'de İsa'yla (a.s) kendisine iman eden havariler­den söz ediliyor mu? Ve Mesih'in yeryüzüne inerek şeytana benzer bozguncu zalim hükümdarı öldüreceğinden bahseden herhangi bir şey rivayet edilmiş midir?

CEVAP: Kur'an-ı Kerim peygamber kıssalarının anlatılmasına çok büyük önem vermiştir. İlk peygamberden başlayarak, son peygam-ber'e kadar onlan anlatmıştır. İdris, Nuh, Hûd, Salih, İbrahim, İsmail, İshak, Yusuf, Eyüp, Zülkifl, Yunus, Musa, Dâvud, Süleyman, Zekeriy-ya, Yahya, İsa, ve diğer peygamberlerden söz etmiştir. Kur'an-ı Ke­rim'de verilen bilgilere dayanarak müslüman âlimlerden pek çoğu peygamber kıssalan hakkında müstakil eserler telif etmişlerdir. Bu tür eserlerden çok eski dönemlerde yazılanlar olduğu gibi, çağımızda ya­zılanlar da vardır. Eskilerin içinde hicri 774'de vefat eden İbn Kesir'i görüyoruz. Bu büyük âlim el-Bidâyetü ve'n-Nihaye isimli muazzam tarih çalışmasının büyük bir bölümünü peygamber kıssalarına tahsis etmiştir. İbn Kesir peygamber kıssalarını anlatırken Kur'an-ı Kerim'i temel kaynak olarak almıştır. Her bir peygamberi anlatırken önce Kur'an-ı Kerim'deki onunla ilgili bütün bilgileri bir araya getirmiş, sonra da ayrıntıya girmiştir.

Kasasu'l-Enbiya isimli meşhur kitabında buna yakın bir metod iz­leyen Abdulvehhab en-Neccar ise çağdaş âlimlerdendir.

Kur'an-ı Kerim, Meryem oğlu İsa'yı (a.s) çok güzel bir üslup ile anlatır ve ona ait pek çok mucizeyi nakleder.

Meryem, çocuğu gösterdi. "Biz" dediler "beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?" Çocuk şöyle dedi: "Ben Allah'ın kuluyum. O, bana kitab verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, be­ni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece namaz kılmamı, zekât verme­mi ve anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kıl­madı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de, dirileceğim gün de bana esenlik olsun." İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsa, gerçek söze göre budur. (Meryem/29-34)

Allah Teâlâ Hz. İsa'yı koruyacağını, göğe yükselteceğini ve onu barındıracağını vadetti. Bu konuda yüce Allah şöyle buyurdu:

(Yahudiler) tuzak kurdular; Allah da onların tuzaklarını bozdu. Al­lah tuzak kuranların cezasını en iyi verendir. Allah demişti ki: "Ey İsa! Ben seni vefat ettireceğim ve seni kendime yükselteceğim. Seni inkar edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar inkar edenlerin üstünde tutacağım. Sonra ihtilafa düştüğü-nüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim." (Al-i Im-ran/53-54)

Aynı şekilde Kur'an-ı Kerim Hz. İsa'ya iman edip uyanlar arasın­daki havarilerden ve ona tabi olanlardan da söz eder ve şöyle der:

İsa onlardaki inkarcılığı sezince: "Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?" dedi. Havariler: "Biz, Allah yolunun yar­dımcılarıyız; Allah'a inandık, şahit ol ki bizler müslümanız" ceva­bını verdiler. (Havariler): "Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve Pey-gamber'e uyduk. Şimdi bizi şehadet edenlerden yaz!" dediler (Âl-i İmran/52-53)

Yine Allah Teâlâ havariler konusunda şöyle buyuruyor:

Hani havarilere "Bana ve peygamberime iman edin" diye ilham etmiştim. Onlar da "İman ettik, bizim Allah'a teslim olmuş kimse­ler (müslümanlar) olduğumuza sen de şahit ol" demişlerdi. Hani havariler: "Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten, donatılmış bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi. O "İman etmiş kimseler ise­niz Allah'tan korkun" cevabını vermişti. Meryem oğlu İsa şöyle dedi: "Ey rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, bizim için, geç­miş ve geleceklerimiz için bayram ve senden bir âyet (mucize) ol­sun. Bizi rızıklandır, zaten sen, nzık verenlerin en hayırlısısın." Allah da şöyle buyurdu: "Ben onu şüphesiz size indireceğim; ama bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, kâinatta hiç kimseye et­mediğim azabı ona edeceğim!" (Maide/111-115)

Başka bir âyette de Yüce Allah şöyle buyurur:

Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğ­lu İsa havarilere: "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kim­dir?" demişti. Havariler de: "Allah yolunun yardımcıları biziz" demişlerdi. İsrailoğuHarından bir zümre inanmış, bir zümre de in­kar etmişti. Nihayet biz inananları, düşmanlarına karşı destekle­dik. Böylece üstün geldiler. (Saf/114)

İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye isimli eserinde Hz. İsa'nın (a.s) tekrar gelişinden söz eder. İbn Kesir'in anlattığına göre Hz. İsa ahir za­manda kıyamet kopmadan önce yeryüzüne inecek, domuzu öldürecek, haçı kıracak, cizyeyi kaldıracak ve İslâm'dan başka hiç bir dini kabul etmeyecek. İbn Kesir el-Fiten ve'l-Melâhim isimli eserinde daha geniş bilgiler verir ve Mesih'in (yani Hz. İsa'nın) yeryüzüne inişinin Dec-cal'in ortaya çıkmasından sonra olacağını ve bir sapıklık davetçisi olan yalancı Mesih Deccal'i öldüreceğini söyler.

Ayrıca müslüman âlimlerden kasasu'l enbiya müverrihleri de ki­taplarının pek çoğunda İsa'nın (a.s) yeryüzüne indiği esnada yalancı Mesih Deccal'in mevcudiyeti sebebiyle yeryüzünü bozgunluk ve kötü­lüklerle dolu bir halde bulacağını, Hz. İsa'nın Deccal'e karşı mukave­met edeceğini, İslâm şeriatini geri getireceğini ve bunun da dünyanın son zamanlarında olacağını söylerler. Belki de bu Mesih Deccal şeyta­na benzeyen sert ve acımasız bir hükümdardır. Çünkü bazı tarihçiler onu çirkin ve sevimsiz bir şekilde gösteren maddi ve ruhi özelliklerini anlatırlar.

Burada hatırlatmamız gerekir ki İslâm, bir müslümanm Meryem oğlu İsa'ya da iman etmesini emreder. Buharı ve Müslim'in rivayet et­tiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kim Allah'tan başka tanrı olmadığna, sadece O'nun mevcudiyeti­ne ve O'nun ortağının bulunmadığına, Muhammed'in Allah'ın ku­lu ve elçisi olduğuna, İsa'nın da Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna ve Meryem'e bıraktığı kelime ve ruhu olduğuna, cennetin ve ce­hennemin hak olduğuna şehadet ederse, ameli de düzgünse Allah onu cennete sokar.

Yine Buharı ve Müslim'in rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

Bir adam cariyesini güzelce terbiye eder, gerekli herşeyi öğretir, sonra onu özgürlüğüne kavuşturur ve evlendirirse ona iki kat se­vap vardır. Bir kimse hem İsa'ya (a.s) hem de bana iman ederse ona da iki sevap vardır. Bir kul hem rabbinden korkar hem de ida­recisine itaat ederse onun için de iki sevap vardır.

Hz. Peygamber (s.a) bir başka hadisinde şöyle buyuruyor:

Meryem oğlu İsa'ya insanların en yakını benim. Çünkü benimle onun arasında başka bir peygamber yoktur.

Kur'an-ı Kerim nazarında ve İslâmî eserlere göre Hz. İsa'nın ko­numu işte budur. Nitekim müslümanların kitapları hep hakkın savunu­cuları ile batılın savunucuları arasındaki mücadeleden söz eder. Hz. İsa'nın (a.s) dönüşü batılın çoğaldığı, hakkın azaldığı, kötülük ve reza­letin yayıldığı sırada olacaktır. Bu dünyanın sonunun ve kıyametin yaklaştığı bir zamandır. Fakat bu konu hakkında bilgi veren muhtelif dini kaynaklara müracaat ettiğimiz zaman etraflı bir araştırma yapma­mız ve Kur'an'da veya sahih hadislerde zikredilenlerle çelişmeyen bil­gileri tesbit etmemiz gerekir. Çünkü bu tür haberlere sahih olmayan za­yıf haberler de karışmıştır. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bi­len vardır.

 

Kur'an-I Kerim'de Tekrarlar

 

SORU: Allah Teâlâ Rahman sûresinedeki "O halde rabbinizin ni­metlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?" âyetini niçin pek çok defa tekrarlamıştır? Çoğul kalıbıyla hitapta bulunmak daha edebi olduğu halde bu âyette niçin çoğul kalıbıyla değil de ikil kalıbıyla hitapta bu­lunmuştur? Bu âyetin anlamı nedir?

CEVAP: Bu âyet-i kerime Rahman sûresinde 31 defa tekrar edil­miştir. Çünkü Allah Teâlâ bu sûrede kullan için yarattığı dini ve dünyevi çeşitli nimetleri kendilerindeki ve dış dünyadaki harikulade özel­likleri tek tek sıralamıştır. Her bir nimeti zikrettikçe insanların ve cin­lerin bu nimete karşı şükretmemelerini kınamıştır. Bu sebeple bazı âlimler demişlerdir ki:

Rahman süresindeki tekrar, çok sayıdaki muhtelif nimeti güzel bir üslupla açıklamaktan ibarettir. Allah Teâlâ verdiği her bir nimeti zik­rettikçe onu yalanlayanı ve nankörlük edeni de kınamıştır. Nitekim bir kimse birisine: "Sana şunu vermedim mi? Sana şöyle iyilik yapmadım mı?" derken yaptığı iyilikleri tek tek sıralar, yapılan iyilikler farklı farklı olduğu için tekrarın yapılması da güzel olur.

Pekiştirmeye ve açıklamaya ihtiyaç duyulan önemli noktalarda tekrar yapılması Arab lisanında bilinen bir üsluptur. Bu üslubu Haris ibn Ubad'ın ve Mühelhel'in şiirlerinde görüyoruz.[5]

Rahman süresindeki bu âyetin anlamı şudur: yaratıcının bahşetti­ği nimetlerden hangi birisini yalanlayabilirsiniz? Halbuki bu nimetler­den her biri gerçeği haykırmakta ve doğruya şahitlik etmektedir. Bu âyet-i kerime okunduğu zaman bir mü'minin "Ya rabbi senin hiç bir ni­metini biz inkar etmeyiz, her türlü hamd senin içindir" demesi edep­tendir. İbn Ömer'den sahih bir senetle rivayet edildiğine göre Rasûlul­lah (s.a) Rahman sûresini ashabına okudu, ashabı sustu ve bir şey söy­lemedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle dedi:

Cinlerin rablerine sizden daha güzel cevap verdiklerini işitiyorum. Ben ne zaman "Rabbinizin hangi nimetini inkar edersiniz?" âye­tini okuduysam onlar mutlaka "Biz senin hiç bir nimetini yalanla­mayız ey rabbimiz. Her türlü hamd senin içindir" dediler.

Ayetteki hitap insanlara ve cinleredir. Bu sebeple ikil kalıbı kulla­nılmıştır. Ins ve cin kelimeleri cins isimdir ve kendi cinsinin bütün fert­lerini kapsamına alır. O halde bu âyette bir ta'mim/genelleme vardır. Bu âyette Kur'an-ı Kerim'in belagatı da kendisini böylece hissetmektedir.

 

Kudsi Hadis Ve Kur'an

 

SORU: Peygamber hadisi ile kudsi hadis, kudsi hadis ile Kur'an-ı Kerim arasındaki fark nedir?

CEVAP: Bilginler, lafız ve mana yönünden Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (s.a) nisbet edilen hadisin Hz. Peygamber'e ait olduğunu söylemişlerdir. Bu hadislere hadis-i nebevi denilir, hadis-i kudsi denil­mez. Mesela Rasûlullah'm şu sözü bir hadis-i nebevidir:

Nerede olursan ol, Allah'tan kork, her günahtan sonra onu silip sü­püren (temizleyen) bir sevap işle ve insanlara karşı da iyi davran.

Kudsi hadise gelince bu, Allah Teâlâ'nm peygamberi Hz. Muham­med'e ilham ettiği veya rüya yoluyla bildirdiği manayı Rasûlullah'm kendi diliyle ifade etmesidir. Mesela Rasûlullah (s.a) bir hadis-i kudsi olarak şöyle buyurur:

Benim azametimden dolayı namazı mütevazi bir şekilde kılan, ya­rattıklarıma karşı böbürlenip kibirlenmeyen, bana karşı günahta ıs­rar ederek bir gece geçirmeyen, gün boyu beni hatırından çıkarma­yan, yoksula, yolda kalmışa, dula ve felaketzedeye yardım eden kimsenin namazını kabul ederim. Güneşin nuru gibi bu da onun nu­rudur. Onu izzetimle himaye eder, meleklerimle korurum. Karan­lıkta onun için bir nur, cehalette bir akıl ve anlayış yaratırım. Onun insanlar içindeki durumu cennetteki firdevsin durumu gibidir.

Kur'an-ı Kerim ise, yüce Allah'ın kelamıdır. Cebrail vasıtasıyla Rasûlullah'a (s.a) Allah katından indirilmiş bir lafızdır. Allah Teâlâ'nm insanlar ve cinlere kendisiyle meydan okuduğu ve benzeri bir sure ge­tirmekten onların aciz kaldıkları bir kitaptır. Allah Teâlâ Kur'an'da şöyle buyurmaktadır:

Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsa­nız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru söz­lü iseniz, Allah'tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırın. Ya­pamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- o takdirde, inkar edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının. De ki: "İnsanlar ve cinler birbirine yardımcı olarak bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için biraraya gelseler, andolsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar."

Allah Teâlâ aynı zamanda ibadeti Kur'an'la yapmamızı da bize emretti. Kur'an okumak bir ibadettir. Namaz ancak Kur'an'la sahih olur. Ne hadis-i nebevi ile ne de hadis-i kudsi ile namaz kılmak caiz de­ğildir. Kur'an'a cünüp veya abdestsiz bir kimsenin dokunması ve cü-nüp olan kimesenin Kur'an okuması da caiz değildir. Rasûlullah'm (s.a) bildirdiğine göre Kur'an'ı okuyan kimseye her harfin karşılığı on sevap verilir. Hadis-i nebevinin veya hadis-i kudsinin aksine Kur'an-ı Kerim'in tamamını veya bir kısmını inkar eden kimse kâfir olur.

Hadis-i kudsi ve hadis-i nebevi ile Kur'an arasında bir fark daha vardır ki o da Kur'an'dan bir cümleye âyet, âyetlerin oluşturduğu bö­lümlere de sûre denilmesidir. Kur'an, asırlar ve zamanlar geçse de son­suza dek hiçbir değişikliğe uğramadan kalacak İslâm mucizesidir. Bu, Allah'ın şu sözünün bir gereğidir:

Doğrusu Kur'an'ı biz indirdik ve onun koruyucusu elbette biziz. (Hicr/9)

Kur'an'la hadis-i kudsi arasındaki bir diğer fark da şudur: Allah Teâlâ ile Rasûlullah (s.a) arasında Kur'an'ın naklinde mutlaka Cebra­il'in aracı olması gerekir. Hadis-i kudsi ise bazen Cebrail vasıtasıyla, bazen de vahiy, ilham ve rüya yoluyla Rasûlullah'a (s.a) verilir. Bir başka fark da Kur'an'ın mana olarak rivayetinin -bu Kur'an'dır diye­rek- rivayetinin caiz olmamasıdır. Ancak insan mecbur kalırsa hadisi anlam olarak rivayet edebilir.[6]

 

Kur'an Mahluk Mudur?

 

SORU: Kur'an mahluk mudur veya münzel midir?

CEVAP: Arzu ederdim ki bunun gibi hassas ve derin konulara ken­dimi sokup da meşgul olmayayım. Çünkü ortada ibadet, muamelat, gi­dişat, ahlâk ve diğer konularda sorulması ve anlaşılması gerekli pek çok soru var.

Bununla beraber yine de soruyu soranın arzusuna kısaca cevap vermek istiyorum: Kur'an-ı Kerim aziz ve celil olan Allah'ın kelâmı­dır. Geçmişte ve gelecekte onu geçersiz kılan ve kılacak olan hiçbir şey yoktur. Hikmet sahibi ve Övülmeye lâyık Allah'tan indirilmiştir. Allah Teâlâ onu peygamberi, güvenilir insan Hz. Muhammed'e (s.a) Cebrail (a.s) vasıtasıyla indirmiştir. Biz bu indirilişin mahiyetini bile­meyiz ve kavrayamayız. Fakat buna inanır ve bu konuda tartışmayı uzatmayız.

Mushaf-ı Şerifte okuduğumuz Kur'an kelimeleri Allah'ın ulvi ke­limelerinin lafzi suretleridir. Bunlar Allah katındaki kelâma delalet ederler. Allah'ın kelâmı ise Allah'ın kadim oluşu gibi, kadim (ezeli) bir sıfattır. Onlar ne bizim lafızlarımız ne de bizim harflerimiz gibidir.

Onun benzeri hiç bir şey yoktur. O işitendir, görendir. (Şûra/11)

Allah'ın kelamı bu anlama geldiğine ve bu özelliğe (yani başlan­gıcı olmayan ezeli sıfatına) sahip olduğuna göre biz Kur'an'm -Mus-haftaki yazılı lafızların işaret ettiği gerçek anlamı üzere- mahluk oldu­ğunu söylemeyiz. Çünkü o mahluk (yani yaratılmış) olsaydı hadis (ya­ni sonradan olma) olurdu. Eğer hadis olsayadı, Allah'a ait kadim bir sı­fat olmazdı. Kadim demek başlangıcı olmayan demektir. Mushafın içinde gördüğümüz yapraklara ve bu yapraklarda basılı ve yazılı keli­melere gelince bunların hepsi mahluktur (yaratılmıştır) ve hadistir (sonradan meydana gelmedir). Bunların kadim olduğunu söyleyeme­yiz. Ancak Allah'ın ezeli ve kadim kelamının bir delili/işareti olduğu­nu söyleyebiliriz.

Tekrar söylüyorum, dinimizin meselelerinden muhtaç olduğumuz şeylerle kendimizi meşgul etmemiz bizim için daha hayırlıdır. Zira bu gibi meseller hayli çoktur. Yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir.

 

Kur'an'ın Üslubu Hakkında

 

SORU: Niçin özellikle Amme cüzündeki sûrelerin büyük bir kısmı, ay, güneş, şafak, gece, burçlar ve kâinatın diğer görünen unsurlarından

söz eder?

CEVAP: Kur'an-ı Kerim'de otuz cüzün bulunduğunu görüyoruz. Bu cüzlerin sonuncusu Amme cüzüdür. Amme cüzü Nebe süresiyle başlar ve Nâs süresiyle sona erer. Nebe sûresi "amme yetesâelûn" di­ye başlayan sûredir, Nâs sûresi de "kul eûzû birabbinnas" âyetiyle baş­lar. Bu cüzde 37 sûre olduğunu görüyoruz. Üç tanesi hariç, bunların hepsi Mekke'de nazil olmuştur. Mekki olmayan sûreler ise Beyyine, Asr ve Zilzal sûreleridir.

Mekki sûreler, Rasûlullah'a (s.a) Mekke'de inen sûrelerdir. Bu Hz. Peygamber'in hicretinden önceki dönemdir. O dönemde İslâm daveti henüz başlangıç aşamasındadır. Her bir sûrenin kısalıkları arasında farklılıklar olmakla beraber bu aşamada sûrelerin kısa ve Özlü olarak gelmesi, Allah Teâlâ'nın âyetlerini (mucizelerini) hatırlatması, bakışla­rı ve düşünceleri şu uçsuz bucaksız varlık alemindeki yarattığı cisim­lere, yıldızlara, insan ve hayvana, bitki ve cansızlara, su ve havaya yö­neltmesi gayet normaldir. Çünkü insan bunlardan yola çıkarak bir ya­ratıcının mutlaka olması gerektiğini idrak eder. Bu yaratıkların veya varlıkların sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeye sözü geçen bir ilah olmadan var olması veya yaratılması mümkün değildir.

Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye ol demek­tir, hemen olur.

Böylece geceden ve gündüzden, ay, güneş ve yıldızlardan, nehir ve ağaçlardan, deniz ve dağlardan ve kâinatın görünen diğer unsurla­rından söz edilmesi Allah'ın birliğine, kudretine ve büyüklüğüne bir delil ve şahit olmaktadır. Bu sebeple bir şair şöyle demiştir.

Herşey O'nun varlığına bir delildir. Her biri O'nun birliğini gösterir.

Allah Teâlâ bu kısa, özlü, eşsiz ve akıllarla fikirleri harekete geçi­ren Mekki sûrelerle insanları, bu varlık aleminin bütün noksanlıkların­dan berî bir yaratıcısının olduğuna, bu alemin O'nun ilim, hikmet ve kudretiyle var olduğuna, ahirette hesaba çekilmenin, ceza ve mükaafa-tın, cennet ve cehennemin olacağına kesin olarak inanmaları için gök­lerin ve yerin idaresi konusunda neleri düşünmeleri ve nelerden ibret ve öğüt almaları gerektiğine dikkat çekmek istemiştir. Bu sebeple Kur'an'ın bu cüzünde kainatta müşahade edilen şeylerin hatırlatılma-sıyla insanın dünyadaki davranışlarıyla ahiretteki akıbeti arasında pek çok defa bağ kurulmuştur. Mesela şu âyetlerin sıralanışında bu bağı görmekteyiz:

Güneşe ve onun ışığına, ardından gelmekte olan aya, güneşi orta­ya çıkaran gündüze, onu bürüyen geceye, göğe ve onu yapana, ye­re ve onu yayana, nefse ve onu düzenleyene sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki, kendini arıtan saadete er­miştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır. (Şems/M 0)

Ey insanoğlu! Seni yaratıp sonra şekil veren, düzenleyen, mütena­sip kılan, istediği şekilde seni terkip eden, çok cömert olan rabbi-ne karşı seni aldatan nedir?

Bu âyetlerden biraz aşağıda da şöyle buyuruyor.

İyiler şüphesiz nimet içindedirler. Allah'ın buyruğundan çıkanlar cehennemdedirler. (İnfitar/6-8,13-14)

İşte bu mübarek cüzün büyük bir kısmı bizim, görünen tabiat ki­tabını mütalaa etmemiz için böyle sayfalarca devam eder gider. Bütün bunlardan da biz Allah'ın herşeye gücünün yettiğini öğrenmiş oluruz.

 

Kur'an, Parmak İzi Ve Kimlik Tesbîti

 

SORU: Kur'an'ın parmak izlerinden ve kimlik tesbitinden söz etti­ğini duydum. Bu doğru mu?

CEVAP: Allah Teâlâ Kıyamet sûresinin başında buyuruyor ki:

Kıyamet gününe yemin ederim ve nedamet çeken nefse yemin ederim (ki, insanlar öldükten sonra diriltileceklerdir). İnsan, ke­miklerini bir araya toplayamayız mı sanıyor? Evet, biz onu, par­mak uçlarına varıncaya kadar bütün incelikleriyle yeniden yapma­ya kadiriz. (Kıyamet/1-4)

Âyette geçen benân kelimesi, benâne kelimesinin çoğuludur. Be­ncin, parmaktaki boğum demektir. Burada benan ile kastedilen par­makların uçlarıdır. Bu uçlar çok ince ve küçüktür. Allah Teâlâ öldük­ten sonra insanı tekrar yaratmaya kadir olduğunun bir delili olarak ni­çin bunları tercih etti ve bunların yaratılması ve düzeltilmesinden söz etti? Bu konuda niçin vücut organlanndan daha büyük diğer bir orga­nı tercih etmedi?

Bunun sırrı, parmak uçlarının yaratılıp düzeltilmesinde ilahi ve hayret edilecek bir inceliğin olmasıdır. Çünkü her bir insanın parmak­ları, çizgileri ve şekilleri yönünden diğer insandan farklıdır. Çizgileri veya şekilleri birbiriyle uyuşan iki kişiyi bulamazsın. Çünkü her bir parmak şahıstan şahsa değişen ince, bariz çeşitli şekillerde kavislerle ve çizgilerle kaplıdır. Son zamanlarda bilim adamları bu çizgilerin hiç bir zaman değişmediğini ve ölünceye kadar aynı kaldığını tesbit etmiş­lerdir. Hatta insanın gelişim aşamalarına bağlı olarak bu çizgiler geniş-lese büyüse bile esas itibariyle şekil yönünden hiçbir değişiklik olmaz ve öldükten sonra vücut çürüyüp dağılmaya kadar da bu şeklini mu­hafaza eder.

İnsanlar asırlar boyunca insanın yaratıhşındaki bu hayret verici özelliğin farkına varamamışlardır. Nihayet 1884 yılında İngiltere'de parmaklardaki ve parmak uçlarındaki bu çizgiler vasıtasıyla şahıslan tanıma yöntemine ulaşılmıştır. Parmak izleri ve kimlik tesbiti bilimi buradan doğmuştur ve günden güne gelişmeye başlamıştır. Daha son­raları polis, kanun kaçaklarının ve suçluların araştırılması ve takibinde bu parmak izlerine dayanmıştır.

Küçük ve ince olmalarına rağmen parmak uçlarının yaratılışını Kur'an-ı Kerim sanki ilâhi sanatın parmak uçlarına yerleştirdiği bu hassas özelliklere işaret için zikretmiştir. Dünyanın doğusunda ve ba­tısındaki milyarlarca parmağa, hiç bir şahsın parmağının diğerlerine benzemeyecek şekilde her bir parmağa ayrı ayn çizgiler ve şekiller yerleştiren bu yüce yaratıcı, insanı yeniden yaratmaya ve ölümünden sonra onu tekrar diriltmeye de kadirdir. O'nun her şeye gücü yeter.

Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye ol demek­tir, hemen olur. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir.

 

İnsan Derisine İşkence Edilmesi

 

SORU: Kıyamet günü kâfirlerin derilerine azap edileceğini ve Al­lah Teâlâ'mn bu derileri değiştireceğini okudum. Bunun hikmeti nedir?

CEVAP: Allah Teâlâ Nisa sûresinde şöyle buyuruyor:

Şüphesiz ki âyetlerimizi inkar edenleri ateşe sokacağız; derileri­nin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiş­tireceğiz. Allah güçlüdür, hakimdir. (Nisa/56)

Bu âyette Allah Teâlâ, nankörlük ve inkarlarının bir cezası olarak kâfirleri şiddetli bir ateşe sokacağına dair ağır bir şekilde tehdit etmek­tedir. Azabın devamlı ve kesintisiz olması için, derileri yandıkça Allah yeni derilerle onları değiştirir. Allah her şeye galiptir. O'nun her yaptı­ğında bir hikmet vardır. Her insanı hakettiği şekilde cezalandırır.

Kur'an-ı Kerim, azab edilirken derilerin Allah tarafından değişti­rileceğini bildirmiştir. Çünkü insan derisi acıyı hisseden bir hassasiye­te sahiptir. Şayet yanık, meselâ insanın kemiğine ulaşmış olsa orada acının hissedilmesi, insanın yanan derisindeki acıyı hissetmesi ölçü­sünde kuvvetli ve şiddetli olmazdı. Bu âyet-i kerimede çok ciddi bir bi­limsel işaret vardır. Bu işaret Kur'an-ı Kerim'in son peygamber Hz. Muhammed'e (s.a) indiği sırada insanların bilmedikleri bilimsel ger­çeklere akılların ve düşüncelerin dikkatini çektiğini gösterir.

Doktorlardan birisi bu âyet hakkında şöyle der:

Bu âyet diyor ki: Ateş onları başka derilerle değiştirir. Bunun sebebi acı sinirlerinin deri tabakasının içinde olmasıdır. Dokular, kaslar ve iç organlara gelince buralarda bir şeyin hissedilmesi çok zayıftır. Bu sebeple bir doktor, dokulara kadar geçen şiddetli ya­nıkların aksine deriyi aşmayan basit bir yanığın daha şiddetli bir acıya sebep olduğunu bilir. Çünkü derin yanıklar şiddetine ve teh­likesine rağmen fazla acı meydana getirmez. Allah Teâlâ bize (sanki) şöyle diyor:

İçerisinde sinirler olan deriyi ateş yeyip bitirdikçe acının kesinti­siz devam etmesi ve elem verici azabı tatmaları için biz o deriyi yenileyebiliriz. Burada insan daha henüz bunu öğrenmeden önce Allah'ın hikmeti zuhur ediyor. Allah güçlüdür. Hikmet sahibidir.

Bazı doktorlar da şöyle der:

Âyetteki (azabı tatmaları için) ifadesinde tıbbi bir harikuladelik (icaz) vardır. Çünkü ateşle dağlamanın acısını hissetmeyi yüzey­sel deride sınırlı tutmuştur. Şayet deri tamamen yanıp da dağlama ete kadar ulaşırsa orada acı hissedilmez. Çünkü acıyı hisseden si­nirler başka yerlerde değil, deride bulunmaktadır. Eskiden insan­lar bir şahsa daha fazla acı vermek istedikleri zaman derinlere ka­dar sokulduğu zaman daha fazla acı vereceğini zannederek kızar­tılmış çiviyi derinin ötesine ulaşıncaya kadar sokarlardı. Halbuki gerçek böyle değildir. Derinin yanmasıyla birlikte dağlamadaki acı hissi de artık kaybolur.

Böylece açıkça anlamış bulunuyoruz ki yüce rabbimizin ümmi Peygamber'e indirdiği şanlı Kur'an nüzulünden uzun bir zaman sonra bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu gerçeklere işaret ediyor. Bu onun herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olan Allah'ın kelamı olduğu­nun bir delidir. Allah Teâlâ Fussilet sûresinde şöyle buyuruyor:

Onun hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin herşeye şâhid olması yetmez mi? (Fussilet/53)

Allah'ın sözü sözlerin en doğrusudur.

 

Göklerde Canlılar Var Mıdır?

 

SORU: Şu âyetin anlamını öğrenmek istiyorum;

Umutsuzluğa düşmelerinin ardından yağmuru indiren, rahmetini yayan O'dur. O, hamde lâyık olan velîdir. Gökleri, yeri ve ikisin­de yaydığı canlıları yaratması delillerindendir. O dileyince, bunla­rı bir araya toplamaya da kadirdir. (Şura/28-29)

Bu âyet göklerde canlı yaratıkların bulunduğuna delalet eder mi?

CEVAP: Allah Teâlâ Şûra süresindeki bu ayetlerde lütuf ve nimeti­nin şahitlerinden söz ediyor. Kuraklığı izale edecek faydalı yağmuru kendisinin indirdiğini haber veriyor. Bu yağmur bolluk ve bereket ge­tirir, insanlar ondan içerler, ekinlerini sularlar ve çeşitli gayeleri için onu kullanırlar. Allah bu yağmuru insanlar uzun bir süre onu bekledik­ten sonra indirir. Sonra rahmetini yayar. Yani nimetlerini ve ihsanları­nı her yere gönderir. Bu ifadeyle O, yağmurun faydalarına ve yararlı etkinliklerine işaret ediyor. Bu faydalar pek çoktur, insanları, hayvan­ları ve bitkileri kapsar, ovalan, dağlan, şehirleri ve köyleri kuşatır.

Allah kullarının velisidir (dostu, yardımcısı ve koruyucusudur). Yani kullannm ihtiyaçlarını gideren ve onlara iyiliği, nimet ve rahme­ti taahhüt edendir. O hamiddir, yani övülmeye layık olan ve övülendir. Her ne kadar bazı gafiller veya inkarcılar bu hamdi ihmal etseler de bu böyledir.

Gökleri, yeri ve bu ikisinde bulunan hayranlık verici eşi ve benze­ri bulunmayan şeyleri yaratmış olması da O'nun kudretinin delillerin­dendir. Bu yaratıklar Allah'ın varlığının birer kanıtıdır. Çünkü sanat, sa­natçıya işaret eder. Yaratıklar da yaratıcıya delalet eder. Aynı şekilde Al­lah Teâlâ canlıları ve hayvanları kâinatın her tarafına, aşağısına ve yu-kansına yayıp dağıtmıştır. Allah Teâlâ bütün insanları ve canlıları topla­maya ve dilediği zaman hesaba çekmek için biraraya getirmeye kadirdir.

Şûra suresinin 28. ayetinin göklerde canlı yaratıkların bulunduğu­na delalet etmesini engelleyen bir şey mevcut değildir. Çünkü âyet-i kerimede "göklerde ve yerde yaydığı canlılar" denilmektedir. Âyette geçen dâbbe (canlılar) kelimesi, debelenen yani hareket eden demek­tir. İmam Âlûsî, Tefsirinde şöyle demektedir:

Bütün göklerde bizim bilmediğimiz muhtelif şekillerde yaratıkla­rın ve hayvanların mevcut olması imkansız değildir. Rivayetlerde bu konuda herhangi bir şey zikredilmemiştir. Fakat Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Allah sizin bilmediğiniz şeyleri yaratır.

Günümüz gökbilimcileri teleskopları vasıtasıyla ayda yaratıkların bulunduğunu anlayabiliyor, fakat yeterli aletleri olmadığı için id­dialarını isbat edemiyorlar. Ayın dışında başka varlıklarda da bun­ların olması muhtemeldir. Bunu kabul etmemek dinde bilinmesi zorunlu olan birşeyi kabul etmemek anlamına gelmez. Öyle olsay­dı bu konuda yanlış bir söz söylemek dine zarar verirdi.

Âlûsî'nin bunu onlarca sene önce söylediğini iyi düşünelim. Doğ­rusunu ve en iyisini Allah bilir.

 

Yıldızlardaki Canlılar

 

SORU: Yıldızlarda hayat olduğunu ve oralarda canlılar yaşadığını söyleyen kimseleri işittim. Dinin bu konudaki görüşü nedir?

CEVAP: Pek çok bilim adamı feza araştırmalarıyla ve diğer yıldız­larla ilgili çalışmalarla ilgilendiler. Bunlardan bazıları Merih'te bitkile­rin bulunduğuna ve bu yıldızda bitkisel bir hayatın varolduğuna kana­at getirmişlerdir. Buna delil olarak da Merih'teki meteorolojik şartlarla dünyadaki meteorolojik şartların birbirine benzediğini ve yeryüzünde tanıdığımız hayat unsurlarının Merih'te ve yeryüzüne yakın olan yıl­dızlarda da mevcut olduğunu gösteriyorlar. Bu konudaki araştırmalar henüz kesin bir sonuca ulaşmamakla beraber din, dünyanın dışındaki diğer yıldızlarda hayatın olmadığına veya canlıların bulunmadığına dair herhangi bir şey söylemiyor. Aksine göklerde canlıların varlığına belki de ilk defa işaret eden Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim böyle bir ihtimale ondört asırdan beri işaret etmektedir. Şûra sûresinin 29. âyetinde Kur'an şöyle demektedir:

Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları yaratması delilerinden-dir. O dileyince, bunları biraraya toplamaya da kadirdir. (Şu-ara/29)

Âyette geçen dâbbe (canlılar) kelimesi debelenen ve hareket eden canlı varlıklara delalet eder. Buna göre âyetin zahiri bütün göklerde ve yerde canlı varlıkların bulunduğuna delalet eder. Bu canlıların melek­lerden, insanlardan veya başka cinslerden olması neticeyi değiştirmez. Bütün göklerde bizim bilmediğimiz çeşitli şekillerde ve muhtelif özel­liklerde yaratıkların ve hayvanların olması ihtimal dışı değildir. Şani yüce Allah zatının kudsiyetinden söz ederken şöyle buyuruyor:

Sizin bilmediğiniz şeyleri yaratır.

Müfessir Şihabûddin Mahmud el-Âlûsî (v.h.1270) yüz küsur sene önce bundan söz ederek Ruhu'l-Meânî isimli eserinde şöyle demiştir:

Günümüz rasatçıları teleskopları vasıtasıyla aydaki yaratıkların varlığını farkedebiliyorlar. Fakat yeterli delilleri olmadığı için id­dialarını isbat edemiyorlar. Bu yaratıkların ayın dışındaki yerler­de de olması muhtemeldir. Bunu kabul etmemek dinde bilinmesi zorunlu olan bir şeyi kabul etmemek anlamına gelmez. Öyle ol­saydı bu konuda yanlış bir şey söylemek dine zarar verirdi. Denil­di ki semavat (gökler) ile kastdedilen, meselâ her bölgenin hiza­sındaki üst bölgelerdir. Her bölgenin, her beldenin ve her kara par­çasının içinde sayısını Allah'tan başka kimsenin bilmediği hay­vanlar vardır. Bunlardan bazıları bir alet vasıtasıyla, bazıları da aletsiz olarak hissedilebilir. Semavatla kastdedilen şeyin bulutlar olduğu da söylenmiştir. Semâvat içinde bulunan hayvanlar bulut­larda da vardır.

Kur'an-ı Kerim'de göklerde hayatın ve canlıların varlığına işaret eden başka âyetler de vardır. Şu âyet-i kerimeler, bazı müfessirlerin yukarıdaki âyetten anladıkları bu manayı desteklemektedir: Göklerde ve yerde bulunanlar da, onların gölgeleri de sabah ak­şam ister istemez sadece Allah'a secde ederler. (Rad/15)

Göklerde ve yerde olan kimseleri rabbin daha iyi bilir. (İsra/55)

Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız kul olarak Rahman'a ge­lecektir. (İsra/93)

Göklerde ve yerlerde olan herkes, O'ndan ister, O, her an yaratma halindedir. (Rahman/29)

Bütün bu âyetler ve daha başka âyetler dinin, diğer yıldızlarda da hayat olduğu görüşüyle çelişmediğine işaret etmektedir.

 

Kur'an Ve Bilimsel Olgular

 

SORU: Bazı bilimsel olguların ve yeni buluşların Kur'an âyetleriy-le bağlantısının kurulması konusunda İslâm'ın görüşü nedir? Kur'an-ı Kerim bilimsel olgulardan (fenomenlerden) da haberler veriyor mu?

CEVAP: Allah Teâlâ Kitabını, her akıl sahibinin kendisiyle hidâye­ti bulacağı bir nur olarak indirmiştir. Dünyada saadetin yoluna, ahiret-te de devamlı nimetlere bu kitapla ulaşılır. Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim Kehf sûresinin başında şöyle der:

Hamd Allah'a mahsustur ki, kendi katından şiddetli bir azap ile ikaz etmek, iyi iş ve davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için, içinde temelli kalacakları (cennette) güzel bir ecir bulunduğunu müj­delemek ve Allah evlat edindi, diyenleri de uyarmak için kuluna (Mu-hammed'e) kendisinde hiç bir (tezat ve) eğrilik bulunmayan dostdoğru Kitab'ı indirdi.

Bu sebeble Kur'an-ı Kerim inanç, ibadet, muamelât, ahlâk, tarih, darb-ı mesel konularına önem vermiş, inkar edenlere karşı apaçık de­lillerle ve parlak burhanlarla mücadele etmiştir.

Bununla beraber Kur'an-ı Kerim, kâinatta müşahede edilen ve tabiatta cereyan eden olaylardan da sö^ etmiştir. Gece ve gündüzden, gökyüzünden, nehirlerden ve denizden, güneş, ay ve yıldızlardan, günlerden, aylardan ve yıllardan bahsetmiştir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim bilimsel gerçeklere işaret eden özlü ifadeleri de ihtiva etmektedir. Mesela: "Derilerinin her yanışında, azabı tatmak için onları başka de­rilerle de değiştireceğiz" (Nisa/56) âyetinde olduğu gibi. Çünkü aza­bın acısının hissedilmesi ancak deri yoluyla olur. Şayet kemiğin üze­rinden deriyi yüzmüş olsak sonra da azabı bu deriye yöneltsek acıyı hissetmez.

Kur'an-ı Kerim yine bir başka bilimsel gerçeğe işaret etmek üze­re şöyle buyurmaktadır:

Evet biz onu parmak uçlarına varıncaya kadar bütün incelikleriy­le yapmaya kadiriz. (Kayamet/4)

Ayette geçen benan (parmak uçları) kelimesi benane'nin çoğulu­dur. Bu âyet son asırlarda keşfedilen parmak izi olgusuna işaret etmek­tedir. Çünkü her insanın parmak uçları diğer insanların parmak uçların­dan farklıdır. Bu ilahi kudretin en şahane görüntülerinden biridir. Bu sebeble Allah Teâlâ kendisinin sonsuz gücünü isbatlamak maksadıyla parmak uçlarının yaratılışını hatırlatmıştır.

Şu âyet-i kerimeyi de bu konuda bir Örnek olarak görebiliriz:

Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik. (Hicr/22)

Buradaki işaretin de, bitkilerin malum aşılanma ameliyesinin rüz­garlar vasıtasıyla gerçekleştirildiğini bize hatırlatıyor olması müm­kündür.

Bununla birlikte biz, Kur'an-ı Kerim'in bilimsel meselelerin ta­mamından söz ettiğini söyleyemeyiz. Çünkü Kur'arı'm temel görevi bu değildir. Kur'an bunu yapmak isteseydi şu anki hacminden kat kat da­ha büyük olurdu. O halde Kur'an âyetlerini bir takım bilimsel nazari­yelere göre yorumlamak yanlıştır. Çünkü bu yöntem bir takım zorla­malara ve Kur'an âyetlerine taşıyamayacakları anlamların yüklenme­sine yol açabilir. Kur'an-ı Kerim'in bu meseleleri kendi bilim dalları­na havale etmiş olması ve onun kesinleşmiş bilimsel gerçeklerle çeli­şen herhangi bir şeye yer vermeksizin sadece Allah yoluna daveti kendişine hedef seçmesi bir kusur değildir. Bu, Kur'an-ı Kerim'in i'cazı-nın alametlerinden biridir. Allah gerçeği söyler ve doğru yola eriştirir.

 

Bir Âyetin Manası

 

SORU: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Ey insanlar! Şüphesiz siz bir durumdan diğerine uğratılacaksınız.

Bu âyetin anlamı nedir? Ayette geçen tabakalar (durumlar) ne de­mektir?

CEVAP: Bu âyet İnşikak sûresinin 19. âyetidir. Tabaka aslında baş­kasını örten şey demektir. Altında bulanan şeyi örttüğü için örtüye de tabaka denilmiştir. Tabakada bir şeyin başka bir şeyin üstünde olma­sını ifade eden bir durum vardır. Şu âyette bu anlamı görüyoruz:

O yedi göğü birbiri üzerine tabaka tabaka yaratmıştır. (Mülk/3)

Âyette geçen "tabakan an tabak" ifadesinin anlamı "bir duruma-dan diğerine" demektir. Her bir hal diğer hale uygundur, her bir hal di­ğerini takiben ve ondan sonra gelir. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Ey insanlar! Siz peşpeşe birbirini takipeden hallerden geçeceksiniz, bir menzilden diğer menzile yükseleceksiniz.

Burada insanın bu dünya hayatındaki -Kur'an'm şu ayetlerde de işaret ettiği gibi- çeşitli haller içindeki terakkisinden söz edilmektedir:

Andolsun biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi kan pıhtısına çevirdik, kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne uludur. (Mü'min/12-14)

İnsanlar ahirette de halden hale, yeniden dirilişte mahşerde top­lanmaya, oradan da hesaba çekilmeye, oradan sırat geçidine, oradan da cennet veya cehennemde yerleşmeye peşpeşe intikal ederler.

Ayetin anlamının şöyle olması caizdir: Ey kâfirler halden hale ge­çeceksiniz. Geçtiğiniz her bir hal şiddet ve dehşetle birbirine uygundur. Bu hallerin içinde o korktuğunuz ölüm vardır, başınıza gelecek kabir azabı vardır, karşılaşacağınız elem verici azap vardır...

Sanıyorum soruyu soran kardeşimiz, âyet-i kerime'de geçen taba­ka kelimesinin çağımızda sözü edilen uçan dairlere işaret ettiğini zan­netmiş veya duymuştur. Bu, ayet-i kerimenin gayesinden tamamen uzaktır. Kur'an nasslannı (ibarelerini) çeşitli bilimsel nazariyelere uy­durmak gayesiyle eğip bükmememiz gerekir. Çünkü Kur'an'ın gayesi bir coğrafya veya kimya kitabı olmak değildir. Bilakis onun davetinin esası hakka ve doğru bir yola hidayet etmektir.

 

Kur'an'da Kalbin Manası

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'de kalp ne demektir? Kalbin bölümlerin­den herhangi birinde iman bulunur mu?

CEVAP: Arab lisanında kalp, yürek diye bilinen organa verilen isimdir. Bu organ insanın göğüs bölgesinde bulunur. Sözlükte her şe­yin aslına ve Özüne de kalp denildiği gibi akla da kalp denilir. Kur'an-ı Kerim kalp kelimesini pek çok âyette zikretmiştir. Kur'an'da bu keli­me genellikle ruh, ilim, akıl ve daha başka anlamlarda kullanılmıştır.

Şu âyet-i kerimede kalp kelimesi ruh anlamında kullanılmıştır:

Yürekler ağızlara gelmişti; Allah hakkında çeşitli zanlarda bulu­nuyordunuz. (Ahzap/10)

Buradaki yürekler (kalpler) kelimesi ruhlar anlamındadır. Şu ayet-i kerimedeki kalp kelimesi ilim ve anlayış anlamına gelir:

Doğrusu bunda kalbi olana (anlayış sahibine) veya hazır bulunup kulak verene ders vardır. (Kâf/37)

Şu ayetlerde de aynı anlama gelir:

Kalplerine -Kur'an'ı anlamalarına engel olacak- örtüler koyduk. (îsra/46)

Kalpleri kapanmıştır, bu yüzden anlamazlar. (Tevbe/82)

Kur'an-ı Kerim, kalp kelimesini şu ayeti kerimede de şecaat/cesa­ret anlamında kulanmıştır:

Allah bunu ancak bir müjde olması ve kalplerinizin yatışması için yapmıştı. (Enfal/10)

Yani sizi cesaretlendirmek ve korkunuzu gidermek için demektir. Şu ayet-i kerimede de bunun zıddı bir anlamda kullanılmıştır:

Allah onların kalplerine korku salmıştı. (Ahzap/26)

Aşırı korkak ve ödlek kimseler, kalpsiz olmakla nitelendirilirler. Bu nitelendirme hakikat anlamında değil mecaz anlamındadır.

Kur'an-ı Kerim'de kalp kelimesi bazen de iffet anlamında kullanı­lır. Meselâ Hz. Peygamber'in hanımlarından söz eden ayet-i kerimede şöyle buyurulur:

Peygamber'in eşlerinden bir şey isteyeceğinizde onu perde arka­sından isteyin. Bu sayede sizin kalpleriniz de, onların kalpleri de daha temiz kalır. (Ahzap/53)

Yüce Kur'an bu kelimeyi kullanırken genellikle insanın göğüs bölgesindeki uzvu kasdetmiştir. Ancak bununla kalp sahibinin yani in­sanın muhtelif sıfatları kastedilmiştir. Belki de bu sıfatlar insanın bir organı olması hasebiyle kalbe nisbet edilmiştir.

Bu sebeple iman, kalbin muayyen bir bölgesinde mevcut hissedi-lebilir bir şeydir veya hakiki kalp organının her tarafını kaplayan mad­di bir varlıktır, dememiz kolay değildir. Her ilim sahibinin üstünde da­ha iyi bilen birisi vardır.

 

Ayette Geçen Bizi İki Defa Öldürdün, İki Defa Dirilttin Sözünün Anlamı

 

SORU: Allah Teâlâ buyuruyor ki:

Onlar: "Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa diriltin" derler.

Ölüm iki kere midir, yoksa bir kere midir? Dirilme iki defa mıdır, yoksa bir defa mıdır?

CEVAP: Bu ayet-i kerime Mü'min sûresi (diğer ismiyle Gafir sûre­sinin 11. ayetidir. Ayetin tamamı şöyledir:

Onlar "Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Artık biz de suçlarımızı itiraf ettik, bir daha çıkmaya yol var mıdır?" derler.

Bir önceki ayetten anladığımıza göre bunu söyleyenler kâfirlerdir. Önceki ayet şöyledir:

İnkar edenlere: Allah'ın gazabı, sizin birbirinize olan öfkenizden daha büyüktür; imana çağrıldığınızda inkar ederdiniz...

Hakkında soru sorulan bu ayetin anlamı şudur: Kâfirler dünyada sapık, bozuk ve bâtıl bir hayat geçirmiş olduklarını anladıkları zaman, daha önceki yaptıklarından farklı, yararlı işler yapmak için dünyaya tekrar dönmeyi arzu ederler ve Allah'a hitaben şöyle derler:

Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin.

Onlar birinci ölümle, dünyada iken ömürleri nihayete erip ecelle­ri geldiği zaman başlarına gelen ölümü, ikinci ölümle de birinci ölü­mün hemen akabinde kabir sorgusu için diriltmelerinden sonra kabir­de karşılaştıkları ölümü kastederler.

Bir rivayete göre de birinci ölümle murat, yaratılmazdan önceki insanın yokluk halidir veya temiz ve mütekâmil bir hayatın olmadığı nutfe (sperm) veya alaka (zigot) zamanındaki halidir. İkinci Ölümle kastedilen de dünyadaki ömürlerinin nihayete ermesinden sonraki ölümdür. Şu ayet-i kerime de bu manadadır:

Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek, sonra tekrar diriltecek ve sonunda O'na döneceksiniz; öyleyken Allah'ı nasü inkar eder­siniz? (Bakara/28)

Burada öldürmenin iki anlama geldiğini gözönünde bulundurma­mız gerekir: Birisi herhangi bir şeyi ölü olarak yaratmak, ikincisi bir şey diri iken ölü hale getirmektedir.

"Bizi iki defa dirilttin" demelerine gelince birinci diriltmeyle kas­tedilen, onların dünyada yaratılıp yokluktan varlığa çıkarılmaları, ikin­ci diriltilmeyle ise kıyamet günü yeniden diriltilme kasdedilmiştir.

 

Soru Sormayın

 

SORU: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Ey inananlar! Size açıklanınca hoşunaza gitmeyecek şeyleri sor­mayın. Kur'an indirilirken onları sorarsanız size açıklanır (ama üzülürsünüz). (Maide/101)

Açıklanınca hoşumuza gitmeycek bu şeyler nelerdir?

Bu tür şeyleri bilmek bizi üzeceğine göre bunları öğrenmemiz ni­çin Kur'an indirilirken mümkün oluyor?

"Kur'an indirilirken" ifadesiyle kastedilen şey nedir?

Bu tür şeylerin üzerini örtmek ve bunlarla ilgili herhangi bir şe­yin sorulmamasını istemekle, İslâm'ın müslümanlan bilgiye, öğren­meye, ilmin ve marifetin ufuklarına açılmaya davet etmesi birbiriyle çelişmez mi?

CEVAP: Bu ayet-i kerime Mâide sûresinde geçmektedir. Bu ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle bir olay rivayet edilir: Âl-i İmran süresin­deki "Mekke'ye gitmenin yolunu bulabilen insana Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir" (Âl-i İmran/97) ayeti nazil olduğu zaman dedi­ler ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Her sene mi (haccetmesi gereklidir?)" Ra-sûlullah bu soru üzerine sükut etti. Tekrar "Ya Rasûlullah! Her sene mi?" diye sordular. Rasûlullah yine sustu. Sonra soruyu yine tekrarla­dılar. Nihayet Rasûlullah şöyle cevap verdi: "Hayır, eğer evet demiş olsaydım, her sene haccetmek vacib olurdu. Eğer her sene vacib olsay­dı buna gücünüz yetmezdi. Ben bir şey teklif etmeyerek sizi kendi ha­linize bıraktıkça siz de bana soru sormayıp beni kendi halime bırakı­nız. Sizden evvelki milletler, gereksiz yere peygamberlerine çok soru sormaları ve ihtilafa düşmeleri sebebiyle helak olmuşlardır. Binaenaleyh ben size birşey emrettiğimde siz bunu gücünüz yettiğince yerine getirin. Bir şeyi yasakladığımda da onu terkediniz."

Abdullah ibn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilir:

Bazı insanlar alay etmek maksadıyla Rasülullah'a soru sorarlardı. Mesela birisi: "Benim babam kimdir?" diye sorar, bir başkası de­vesi kaybolduğu zaman: "Benim devem nerede?" diye soru sorar­dı. İşte bu ayet bunlar hakkında nazil oldu.

Bu ibareden şunu da anlıyoruz ki, bir takım şeyleri inatla istemek­ten sakmdırmaya yönelik bir yasaklama vardır. Şayet istedikleri şeyler onlara gelmiş olsa mutlaka üzülecekler veya bunlara muhalif bir dav­ranışta bulunmuş olsalar, ahiretteki ceza ile birlikte dünyada da hemen cezalandırılmayı haketmiş olacaklar.

Buradaki soru sorma yasağının, bilinmesinde zorunluluk olmayan gaybi konularla ilgili olması da caizdir. O nedenle bu tür şeyleri sor­manın hiç gereği ve faydası yoktur.

"Bu tür şeyleri bilmek bizi üzeceğine göre, bunları öğrenmemiz niçin Kur'an indirilirken mümkün oluyor?" sözüne gelince İbn Abbas buna şöyle cevap vermiştir: "Herşeyi sormayın; sizin sorduğunuz şey hakkında Kur'an ağır bir hüküm indirirse bu sizi üzer. Fakat bekleyin; Kur'an indiği zaman (gerekiyorsa) onun açıklamasını da (inen ayetle­rin içinde) mutlaka bulursunuz."

"Kur'an indirilirken" ifadesinin anlamı, muhtelif hükümlerle il­gili Kur'an ayetlerinin nüzulü vakti demektir. Allah Teâlâ insanlara ih­tiyaç duydukları bütün bilgileri -ayetleri peşpeşe indirerek-Kur'an'ında açıklar. Bağışlanamaz ve bazı insanların inadı ve yasama­ya müdahalesi olarak görülen bu aceleciliğe hiç gerek yoktur. Bu ace­lecilik üzerine hesaba çekilmiş olsalar bu sebeple Allah'ın cezasıyla karşılaşabilirler.

Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

Allah Teâlâ bazı şeyleri farz kılmıştır, bunları ihmal etmeyiniz, bazı sınırlar çizmiştir, bunları tecavüz etmeyiniz; bazı şeyleri yasaklamıştır, bu yasaklan çiğnemeyiniz. Allah Teâlâ unuttuğu için değil, size merhametinden dolayı bazı şeyler hakkında sükut et­miştir, o halde bunlar hakkında soru sormayınız.

Gereksiz soru sormayla ilgili bu yasak, İslâm'ın ilim ve marifeti teşvik eden emirleriyle hiç bir zaman çelişmez. Kur'an-ı Kerim der ki:

"Rabbim, benim ilmimi artır!" de.

 

Kün Feyekun (Ol Der Ve Oluverir)

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'deki "kün feyekûn" sözünün anlamı nedir?

CEVAP: Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurur:

Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah'tır. O, bir işin olmasını di­lerse, ona ancak ol der ve olur. (Bakara/117)

Âl-i İmran sûresinde şöyle buyurur:

Meryem "Rabbim! Bana bir insan eli dokunmamışken nasıl çocu­ğum olabilir?" demişti. Melekler şöyle dediler: "Allah dilediğini böylece yaratır. Bir işin olmasını dilerse ona ol der ve olur." (Al-i İmran/47)

Yine aynı sûrede şöyle buyurur:

Gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratan O'dur. Ol dediği gün hemen oluverir. O'nun sözü gerçektir. Sûra üfleneceği gün hü­kümranlık O'nundur. Görülmeyeni de görüleni de bilir. O hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. (En'am/73)

Nahl sûresinde şöyle buyurur:

Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sa­dece ona ol dememizdir; derhal oluverir. (Nahl/40)

Meryem sûresinde şöyle buyurur:

Allah çocuk edinmez. O münezzehtir. Bir işin olmasına hükme­derse ona ancak ol der, o da olur. (Meryem/35)

Yasin sûresinde ise şöyle buyurur:

Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, ol demektir, he­men olur. (Yasin/82)

"Kün feyekûn" ibaresinin anlamı şudur; Allah Teâlâ iradesine ta­alluk eden bir şeyi yaratmak istediği zaman o şey hemen olur ve Al­lah'ın irade ettiği şekilde tahakkuk eder, yaratılır. Var olması emredilen her şey ancak Allah'ın emriyle var olur ve olmaya devam eder.

Allah Teâlâ, yarattığı şeylerde varolma emrini nasıl uyguladığını bu ibareyle haber vermektedir. Allah Teâlâ var olan herşeyi varolma­dan önce de bilir. Henüz varlık âlemine gelmeyen şeyler, varlık haline geldiklerinde alacakları biçim neyse aynı şekilde Allah tarafından bili­nirler, Allah'ın ilminde mevcutturlar. Allah Teâlâ onların yokluk halin­den varlık haline çıkmalarını emreder.

Allah Teâlâ bütün yarattığı ve varettiği şeyler hakkında genel bir bilgi vermektedir. O, birşeyi yaratmak istediği zaman biz insanlar gibi herhangi bir söz söylemeden o şey hemen oluverir. Bu sadece O'nun iradesinin bir icrasıdır. İrade etmesiyle birlikte o şey hemen oluverir. İşte bu durum ayette söz (kavi) diye ifade edilmiştir. Bu sebeple Fah-ruddin er-Razi kün (ol) kelimesinin tevil edilmesi gerektiğini söyler ve çeşitli şekillerde tevil eder. Bu tevillerin en kuvvetlisini tercih eder ki o da şudur:

Kün kelimesiyle, eşyanın yaratılışında, Allah'ın irade ve kudreti­nin süratle uygulanması kastedilmiştir. Allah Teâlâ bu eşyayı ne herhangi bir fikirle, ne de herhangi bir çaba ve tecrübeyle yaratır. Bunun bir benzeri de Allah'ın gökleri ve yeri nasıl yarattığını an­lattığı şu ayettir:

Allah Teâlâ göğe ve arza "isteyerek veya istemeyerek emrime ge­lin" dedi. İkisi de "isteyerek geldik" dediler. (Fussilet/11)

Bu ayette anlatılan gök ve yer herhangi bir söz söylemeden Al­lah'ın bu emrini yerine getirmişlerdir. Fakat ayette Allah Teâlâ'nın gök ve yerin yaratılışına yönelik irade ve kudretinin hiçbir savun­ma ve dirençle karşılaşmaksızın nasıl süratle uygulandığının bir ifadesi olarak böyle denilmiştir. Bunun bir benzeri de şu ayette geçmektedir:

Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu teşbih ederler. O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların

teşbihlerini anlamazsınız. (İsra/44)

Burada teşbih insanların teşbihi gibi sözlü bir teşbih değildir. Bu yaratıcının kudretini gösteren bir teşbihtir. Allah, en iyi bilendir.

 

Düşmanlara Karşı Kuvvet Hazırlamak

 

SORU: Allah Teâlâ buyuruyor ki:

Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın.

Bu emre muhatap olanların durumunu da beyan ederek içinde bu kelimelerin geçtiği âyet-i kerimeyi tefsir eder misiniz?

CEVAP: Enfâl sûresinde geçen bu âyet-i kerime şudur:

(Ey mü'minler!) Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve sa­vaş atları hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanlarını, kendi düş­manlarınızı, sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği başka kimseleri yıl­dırıp korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsınız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız. (Enfal/60)

Ayette geçen i'dad kelimesi Arabça'da gelecek için bir şey hazır­lamak anlamına gelir. Ribatu'l-hayl tabiri ise savaş için at besleyip ha­zırlamaktır. Murabetatü'l-Ceyş, cephelerde, hudut boylarında ve tehli­keli bölgelerde silahlı kuvvetlerin konuşlandırılması demektir. Allah Teâlâ mü'min kullarına, düşmanlarına karşı kendilerini savunmak, va­tanlarını ve imanlarını korumak için sürekli bir hazırlık içerisinde ol­malarını emretmiştir. Bu konuda güçleri dahilindeki mümkün olan her türlü sebebi yerine getirmeleri, maddî, manevî, psikolojik veya ilmî hiçbir kuvvet çeşidini ihmal etmemeleri, bu konuda bütün güç ve gay­retlerini sarfetmeleri gerekir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın" buyurmuştur. Kuvvet ke­limesi ister daha önce bilinen, isterse daha sonra bilinecek cinsten ol­sun güç yetirilebilen her türlü kuvveti kapsar.

Âyet-i kerime müminlerin cephelerde ve hücum bölgelerinde at bulundurmalarını da emretmektedir. Âyette buna işaret eden söz riba-tu'l-hayl ifadesidir. Atlar, âyet-i kerimenin nazil olduğu dönemin sa­vaşlarında en süratli nakil vasıtaları idi. Düşmanı kontrol altına alma ve engelleme gayesini gerçekleştirecek olan günümüzdeki her türlü bi­nek aracı buna kıyas edilebilir. Biz, düşmanlarımızın bize karşı kullan­dıkları silahların aynısını veya daha kuvvetlisini hazırlamakla şer'an sorumluyuz.

Rasûlullah (s.a) bir hadis-i şerifte "kuvvet" kelimesini atmak an­lamına gelen ramy sözcüğüyle tefsir ettiğine göre, kuvvet düşmana atı­lan eski ve yeni her türlü âleti kapsar. Savunma veya saldırı maksadıy-le kullanılan her türlü silahta bir atılma/fırlatılma özelliğinin bulundu­ğunu görüyoruz. Çünkü atmanın temelinde bir itme vardır. Bir silahtan beklenen şey, bir hareket, itme ve intikal ile gerçekleşir.

Allah Teâlâ düşmana karşı yapılacak bu hazırlığın çeşitlerinden şöyle söz ediyor:

Bununla Allah'ın düşmanlarını ve kendi düşmanlarınızı korkutur­sunuz.

Yani bu hazırlıkla Allah'ın düşmanlarını ve size saldıran, vatanını­zı işgal eden, haklarınızı gasbeden veya yolunuzu kesen düşmanlarını­zı korkutursunuz.

Ayet-i kerime görünen düşmanları zikrettikten sonra görünmeyen diğer düşmanlara da işaret edip şöyle diyor:

Sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği başka kimseleri de korkutursu­nuz.

Yani öyle düşmanlar da vardır ki siz onların kim olduklarını ve na­sıl bir düşmanlık beslediklerini bilemezsiniz, fakat Allah onları bilir. Çünkü Allah her şeyi bilendir. O halde sizin her türlü ihtimale karşı hazırlıklı, uyanık ve dikkatli olmanız gerekir. Şüphesiz bu birlik ve bera­berliği, yardımlaşmayı ve Allah yolunda infakı da gerektirir. Bunun içindir ki âyet-i kerimede daha sonra şöyle denilmektedir:

Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksız­lığa uğratılmazsınız.

Âyetin bu bölümünde korunması gerekli kutsal değerlerin savunul­ması ve hazırlık yapılması için infak etmeye/bağışta bulunmaya kuvvet­li bir teşvik vardır. Allah Teâlâ bu infakın kârlı bir ticaret olacağını va-adediyor. Allah bunun karşılığını sevap olarak fazlasıyla verecektir.

 

Kur'an Ve Ecelin Tahdidi

 

SORU: Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Onların ecelleri gelince ne bir saat gecikebilir, ne de öne geçebilir.

Bir hadis-i şerifte ise şöyle buyuruluyor:

Sadaka belayı engeller ve ömrü uzatır.

Zikredilen âyetle hadis arasında bir çelişki var mıdır?

CEVAP: el-Menâr Tefsiri'nde şu ifadeler yer almaktadır:

Müfessirler kişilerin ecellerini ve bununla ilgili şeyleri araştırdı­lar. Şüphesiz Allah'ın ilminde ve takdirinde her ferdin bir eceli vardır: "...sonra sizin ölüm zamanınızı takdir eden ancak O'dur. Bir de O'nun katında muayyen bir ecel (kıyamet günü) vardır. (En'am/2)

Allah'ın ilmindeki ecel değişmez. Allah'ın herkesin ecelini bilme­si sebeplerin ve sonuçların inkarını, insanların mecbur olmalarını, dünya ve âhiret işlerinde hiçbir iradelerinin olmamasını gerektir­mez. Bunun her ikisi de, (yani insanların hür oldukları, iradeleri­nin olduğu ve sonuçların sebeplere bağlı olduğu) akıl, duyu ve na­kil (vahiy) ile sabit bir gerçektir. Vukûbulan gerçek, Allah'ın ilmindekinin bir benzeri ve tasdikidir. Allah'ın ilmi, gerçeğin orta­ya çıkmasının bir faili/etmeni değildir. Ancak ecelin vukuu ilahî ilmin kâşifidir.

Yaratılış nizamının bir gereği olarak takdir edilmiş ecele gelince bu, bilim adamlarının tabii ömür diye tabir ettikleri eceldir. Asrı-mızdaki doktorlar tabii ömrü yüz sene olarak tahmin ediyorlar. Doktorlar her bir şahsın vücut gücünü, temel organlarını ve bu or­ganların fonksiyonlarını araştırdıktan sonra onun ömürünün ne kadar olacağına dair bir tahminin sağlıklı olabilmesi için insanın düzenli, dengeli ve muttaki (dindar) bir hayat yaşaması şarttır. Bunlar ihlal edilirse bu tahmin de gerçekleşmez ve Allah'ın ilmin-deki sabit hakikatten uzaklaşır. Kişi bunlara riayet ederse, Allah'ın koyduğu kanunlardan elde edilen bilgilere göre takdir ve tahmin edilen bu ortalama Ömre yaklaşır.

Meselâ bir kimse kendisi için tahmin edilen ömür bitmeden önce bir cinayete kurban gitse veya boğularak ölse "tabii ve takdiri/tah­mini ömrü bitmeden öldü" denilir. Fakat o yine de Allah'ın indin-deki hakiki eceliyle ölmüştür. Sıla-yı rahim ve dua gibi amelî ve psikolojik sebeplerle insan ömürünün uzadığı veya kısaldığı ko­nusundaki bütün rivayetler sadece takdiri/tahmini ve tabii ömüre nisbetledir ki bu ömür, sebepler ve sonuçlar konusundaki Allah'ın koyduğu kanunların bir görüntüsünden ibarettir. Sılayı rahim, ha­yatta neşelenme ve sevinmenin sebeplerinden birisidir. Üzüntü­den uzak bir hayat, uzun ömrün en önemli sebeplerindendir. Du­anın menşei ise Allah'a kuvvetli bir iman ve zayıf kaldığı veya se­bepleri ifadan aciz kaldığı durumlarda Allah'ın mü'mini başarıya ulaştıracağını ve yardım edeceğini ümit etmektir.

Özellikle sıla-yı rahmi kesmek, çaresiz durumlarda herşeye gücü yeten Allah'ın rahmetinden ümit kesmek gibi insanın içine attığı üzüntü ve kederlerin bünyeyi zayıf düşürdüğü ve vücudunun za­manından önce İhtiyarlamasına sebep olduğu tecrübelerle sabittir.

Bundan anhyoruzki burada âyetle hadis arasında bir çelişki yok­tur. Çünkü kişi sadaka verecekse bu zaten Allah tarafından önceden biliniyordu. Kimbilir belki de Allah Teâlâ belanın engellenmesini ve öm­rün uzamasını bu sadakaya bağlamıştır. Sanki sadakanın verilmesi du­rumuna göre bir ecel belirlenmiş gibidir.

Ömrün artmasıyla, yararlı işler yaparak onun günlerinin bereket-lendirilmesi de kastedilmiş olabilir. Çeşitli güzel amellerle ömrün art­tığına işaret eden pekçok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:

Sıla-yı rahim ömrü arttırır, gizlice verilen sadaka rabbin öfkesini söndürür.

Sıla-yı rahim, güzel ahlâk ve komşularla iyi geçinmek ülkeleri mamur hale getirir ve ömürleri uzatır.

Akrabalarla ilişki içerisinde bulunmak da malı çoğaltır, aile mu­habbetine sebep olur ve eceli geciktirir.

Müslüman kişinin verdiği sadaka ömrü artırır, kötü bir ölümü en­geller ve Allah Teâîâ onunla böbürlenme ve kibirlenme duygusu­nu giderir.

Allah en iyi bilendir.

 

Kur'an Ve Mutedil Ümmet

 

SORU: Kur'an-ı Kerim İslâm ümmetini vasat bir ümmet ve bu ümmetin fertlerini de insanlara şahit olarak nitelendirir. Bunun anlamı nedir?

CEVAP; Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurur:

İşte böylece sizin insanlara şahitler olmanız, Rasûlü'nün de size şahit olması için sizi mutedil (vasat) bir ümmet kıldık. (Baka­ra/143)

Ümmet, tek bir yöne yönelen cemaat, topluluk demektir. Ümmet fertleri tek bir saf ve tek bir hedef olurlar. Vasat ise adalet ve iyilik demektir. Çünkü bir şeyin ortası onun en hayırlı olanıdır. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur:

İşlerin hayırlı olanı vasat (orta, mutedil, ılımlı) olanlarıdır.

Vasat insan ifrat ve tefritten aynı ölçüde uzak olan kimse demek­tir. Sanki vasat kelimesinin içinde sırat-ı müstakim üzerinde dosdoğru ve disiplinli olarak gitmek anlamı vardır.

Allah Teâlâ mü'min kullarına "İşte böylece sizi vasat bir ümmet kıldık" derken sanki onlara şöyle demektedir: Sizin hayırlı ve adaletli kişiler olmanızı istiyorum; ilim ve amel sizi temizlesin, kelime-i tev-hid sizi bir araya getirsin ve yüceltsin, övgüye layık hasletler sizi süs­leyip güzelleştirsin; böyle hasletler sahibinin hareketlerini disiplin ve düzene sokar, onları sağlıklı ve yerinde bir itidalin içinde tutar; böyle kişiler yapması gereken her şeyi yapar ve her türlü kötülüklerden sakı­nır. Hepsinin de ötesinde Allah onlann rehberi ve yardımcısıdır.

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: "İnsanlığa şahitler olmanız için.." Şahitlik tehlikeli ve tehlikeli olduğu kadar da şerefli bir rütbe­dir. Şahitlikte bir insanın bir başkasının dini ve ameli hakkında verdi­ği hüküm kabul edilir. Allah Rasûlü (s.a) şöyle buyurur:

Siz kimi iyilikle vasıftandırırsanız cennet onun için vâcib olur, siz kimi kötülükle vasıflandırılanız onun için de cehennem vâcib olur. Siz yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz.

Sonra Rasûlullah (s.a) şu âyeti okudu:

İşte böyle sizi insanlığa şahitler olmanız, Rasûl'ün de size şahit ol­ması için sizi mutedil (vasat) bir ümmet kıldık.

Bu şehadet, şahidin şahitliğe elverişli ve layık olmasını ve şahit­lik yapabilecek durumda olmasını gerektirir. İşte o zaman adaletli ve faziletli bir kişi olur. Başkasına karşı bir ayrıcalığının olması için ken­disine mahsus hususiyetlerinin ve üstün vasıflarının olması gerekir. İş­te o zaman başkasına şahitlik yapmaya elverişli olur. İslâm ümmetinin diğer ümmetlere şahitliğinde, yönlendirme ve önderlik anlamı vardır. Bunun için de bir plan ve program gerekir, ümmetin bir takım değer-

lere ve ölçülere sahip olması gerekir. Bu ümmet öyle bir ümmettir ki rableri onlann amelleriyle, olgunluk ve faziletleriyle diğer ümmetler­den üstün olmalarını ve kendi eğriliklerini doğrultmalarını ister. Eski­lerin dediği gibi eğri çubuğun doğru gölgesi olmaz, bir şeyi kaybeden onu başkasına veremez. Bu ümmetin önce kendisim düzeltmesi ve ya­ratıcısının istediği gibi bütün işlerinde vasat, yani mutedil (ılımlı) bir ümmet olması gerekir. İşte ancak o zaman Hz. Peygamber (s.a) onla­ lehine şahitlik edecektir. Bunun içindir ki âyet-i kerime şöyle de­vam eder:

Rasûlün de size şahit olması için...

Peygamber meseleyi ilettiğine ve emaneti yerine getirdiğine dair şahitlik eder. Ayrıca çağrısına icabet eden, hidâyete eren ve istikamet üzere olan kimselerin de imanına şahitlik eder. Peygamber takva sahip­lerini rablerinin katında temize çıkarmak için bu şahitliği yapar. Bütün bunlardan sonra iş Allah'a kalmıştır. O dilediğini yapar ve tercih eder.

 

Kur'an'da Sâihler

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'de geçen sâihûn kelimesinin anlamı nedir?

CEVAP: Sâihûn kelimesi Tevbe sûresinde şu âyet-i kerimede geç­mektedir:

Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda sa­vaşırlar, öldürürler, ölürler. Bu Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Al­lah'ın verdiği hak bir sözdür. Allah'tan daha çok sözünü yerine ge­tiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alışveri­şinizden dolayı sevinin. İşte bu gerçekten büyük bir başarıdır. (Bu alışverişi yapanlar), tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, (sâihûn), rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır. O müminlere müjdele! (Tevbe/111-112)

Siyaha maddesi Kur'an'da üç yerde geçer. Birincisi yukardaki âyettir. İkincisi yine Tevbe sûresinin başındadır ve şöyledir:

(Ey müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezil perişan

edecektir. (Tevbe/2)

Üçüncüsü Tahrim sûresinde geçer ve şöyledir:

Eğer o sizi boşarsa rabbi ona, sizden daha iyi, kendini Allah'a ve­ren, inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan dul ve bakire eşler verebilir. (Tahrim/5)

Lügat kitaplarına müracat ettiğimiz zaman seyahat kelimesinin yeryüzünde yürümek, az bir yiyecek ve içecekle bol bol gezmek, şe­hirlerden ve meskun yerlerden uzaklara gitmek anlamına geldiğini görürüz. Oruç tutan kimseye de sâih denilmiştir. Çünkü o yemeyi ve içmeyi terkettiği için seyahat eden kimseye benzer. Saha, geniş me­kan demektir. Devamlı ve bol akan suya da sâih denilmiştir. Yerin su­yu aktı anlamına sâhat'ül-ard denilir. Seyahat, yeryüzünde dolaşmak demektir.

Müfessirler sâihûn kelimesinin anlamı üzerinde pek çok görüş zikretmişlerdir. Onlardan pek çoğu da burada ona "oruç tutanlar" anla­mını vermişlerdir. Çünkü hadis-i şerifte "Ümmetin seyahati oruç tut­maktır" buyrulmuştur. Belki bunun sebebi orucun iki kısımdan oluş­muş olmasıdır. Birinci bölüm orucun hakiki yönüdür ki yemeyi, içme­yi ve şehevi arzuları terketmektir. İkincisi hükmî oruçtur ki o da kulak, göz ve dil gibi organları günah ve masiyetlerden korumaktır. Sâih bu ikinci kısımdaki orucu tutandır.

Bazı müfessirler de sâihûn ile gaziler ve mücahitlerin kastedildi­ğini söylemişlerdir. Çünkü bir hadis-i şerifte "Ümmetimin seyahati ci­hattır" buyrulmuştur. Bazı müfessirler bu kelimeyle, ilimle meşgul olanların kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü onlar ilim öğrenmek için yeryüzünde seyahat ederler. Bazıları da bu kelimeyle muhacirlerin kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü onlar da bir yerden bir yere inti­kal ederler.

Bazıları da sâihûn'un şu âyetlerin anlamına icabet edenler olduğu­nu söylemişlerdir:

(Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaş-salardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. (Hac/46)

Onlar yeryüzünde hiç gezmedilermi ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler! (Yusuf/109)

De ki: "Yeryüzünde gezip, dolaşın ki dini yalanlayanların akıbet­lerinin nasıl olduğunu görün." (En'am/11)

De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın; Allah'ın yaratmaya nasıl başla­dığını bir görün!" (Ankebut/20)

Şüphesiz seyahatin pek çok faydası vardır. Bu konuda el-Hatip eş-Şirbini, Tefsirinde* şöyle demektedir:

Nefsin olgunlaştınlmasında seyahatin önemi büyüktür. Çünkü in­san, seyahatleri esnasında pek çok faziletli kişi ile karşılaşır. Her birinden ayrı bir istifade temin eder. Büyük adamlarla karşılaşabi­lir ve onların karşısında kendisinin küçüldüğünü görür. Pek çok medreseyi ziyaret eder ve onlardan faydalanır. Allah'ın herkesin durumuna göre yarattığı farklı sebebler yüzünden değişik yerler­deki insanların değişik durumlarını müşahede edebilir, böylece de bilgisi ve kültürü artar. Özet olarak seyahatin din üzerinde kuvvet­li bir etkisi vardır.

Sâihûn kelimesinin bir yerden bir yere intikal edenler ve seyahat edenler şeklindeki tefsirinin burada uygun düşeceği görüşüne ben de katılıyorum. Bir itirazcı kalkıp şöyle diyebilir: Hadis-i şerifte "İslâm'da seyahat yoktur" buyruluyor. Bu itiraza şu şekilde cevap verilir: İbnü'l-Esir'in de dediği gibi buradaki seyahatle şehirlerden ve insanlardan ay­rılmak, cumayı ve cemaati (cemaatle namazları) terketmek kastedil-

Tefsirinin ismi şöyledir: es-Sirac'ül-Münir ala Marifeti Ba'zı Meâni Kelamı Rabbine'i-Hakim'ü-Habir. Yazarın ismi Muhammed eş-Şirbini el-Hatibü'ş-Şâfii. Tefsirini yazma­ya h. 961 'lerde başlamistir. Bir görüşe göre de hadiste seyahatle kastedilen, şu âyette de an­latıldığı gibi kötülük, laf taşıma ve insanların arasını açma gayesiyle seyahat edenler ve bir yerden bir yere gidenlerdir:

O kişi dönüp gittimi (yahut iş başına geçtimi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip, nesilleri bozmak için çalışır.

Allah bozgunculuğu sevmez. (Bakara/205)

Hz. Ali'nin (r.a) bazı salih kişileri methederken söylediği şu sözler de bu görüşü destekliyor: "Onlar karanlıkların nurudur ve onlar sırları ifşa eden, laf taşıyıp bozgunculuk yapan kimseler değillerdir."

Yani onlar takva sahipleridir, velidirler. İnsanlar hayatta onların davranışlarıyla aydınlanır. Onlar gizli şeyleri açığa çıkartıp da yaymaz­lar. İnsanlar arasında bozgunculuk yapmak için koşmazlar.

Bir itirazcı da "Bu ümmetin seyahati oruç tutmaktır" hadisiyle bu­na itiraz edebilir. Bu itirazın da geçerli bir tarafı yoktur. Çünkü bu ha­diste ya fikrî ve kalbî seyahat kastedilmiştir, ya da -en Nihaye'de de belirtildiği gibi- oruç tutan kimsenin seyahat eden kimseye benzeme­si kastedilmiştir. Çünkü seyahat eden kimse yanma azık ve su almadı­ğı halde yeryüzünde dolaşır. Nerede yiyecek bulursa onu yer. Bu se­beple oruçluya benzetilmiştir. Çünkü oruçlu da gündüzü hiç bir şey ye­meden ve içmeden geçirir.

Şöyle dememiz de mümkündür: "Yeryüzünde dört ay daha dola­şın!" âyetinde bu kelimenin, yeryüzünde seyahat etmek, bir yerden bir yere intikal etmek anlamından başka bir anlamı yoktur. Yani bu dört ay içinde istediğiniz yere gidin demektir. Müminlerin sıfatlarının anlatıl­dığı âyetteki sâihûn kelimesiyle ise tercih edilen görüşe göre yeryü­zünde gezip dolaşan seyyahlar kastedilmiştir. Ben de bu görüşe katılı­yorum. Belki diğer bir anlamının olması da muhtemeldir.

Tahrim süresindeki sâihât kelimesiyle ise oruç tutan kadınların kastedilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Hakkı söyleyen ve yolu gös­teren Allah'tır.

 

Kâfirlerin Bağışlanmaması

 

SORU: Şu âyet-i kerimenin tefsirini rica ediyorum:

Doğrusu âyetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayan-lara göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler. Suçluları böyle cezalandırırız. Onlar için cehennemden bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır. Zâlimleri böyle cezalandırırız.

CEVAP: Bu âyetler A'raf süresinin 40 ve 41. âyetleridir. Manası şöyledir: Allah'ın kelâmı olduğu halde Kur'an âyetlerini yalanlayan, onlardan yüz çeviren, büyüklenerek onlara inanmayan, gereğince amel etmeyen ve onun gösterdiği yolda gitmeyen kâfirlerin önlerindeki ka­pılar kapanır ve menfezler tıkanır. Onlara cennet kapılarından herhan­gi bir kapı açılmaz. Âyetteki göğün kapılarıyla, cennetin kapılan kas­tedilmiştir. Çünkü cennetin mevkii yüksektir. Bu kapılar kâfirlere açıl­maz ve kocaman iri vücutlu bir deve, küçücük iğnenin deliğinden geç­medikçe onlar da bu kapılardan geçemezler. Devenin bu delikten geç­mesi imkansızdır. Bu duruma göre âyetin anlamı kâfirler kesinlikle cennete giremeyeceklerdir, demektir.

Bir görüşe göre de âyetin anlamı şöyledir: Onlar kâfir oldukları müddetçe duaları Allah tarafından kabul edilmez. Çünkü gök, duanın kıblesidir. Bu iki anlam arasında bir çelişki yoktur. Çünkü duasını Al­lah'ın kabul etmediği bir kimse cennete giremez. Çünkü cennet, Al­lah'ın mü'min kullan içindir.

Sonra ikinci âyet, küfürlerinde ısrar eden kâfirler için cehennem­den yataklar olacağını, onların bu yataklarda yatacaklarını söylemek­tedir. Bu ne kötü bir yataktır; üstlerinden kızgın alevler onları kuşata-caktır. Bu, onlann inkar ve zulümlerinin bir karşılığıdır.

Bu ilahi ve âdil hüküm bize Nisa sûresinde geçen şu âyetleri ha­tırlatıyor:

Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamber'den ayrılıp inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dö­nüş yeridir. Allah elbette kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse derin bir sapıklığa sapmış olur. (Nisa/115-116)

Âlimler, kâfirlerin kıyamet günü ebediyyen azap içinde kalacak­larını söylerler. Çünkü küfürden öte bir günah yoktur.

Allah Teâlâ'dan bizi iman üzere diriltmesini ve onunla vefat ettir­mesini niyaz ederiz. Başarıya ulaştıracak olan O'dur.

 

Yahudileri Cezalandıranlar

 

SORU: Şu âyet-i kerimede Allah'ın sözünü ettiği kullar kimlerdir?

Üzerinize pek güçlü olan kullarımızı gönderdik. Bunlar evlerin arasına girip sizi aradılar?

CEVAP: Allah Teâlâ, azgınlıklarının ve bozgunculuklarının cezası olarak eski dönemlerde yahudilere nasıl bir ceza indirdiğini şöyle anlatır:

Biz, Kitap'ta İsrailoğullarına: "Sizler yeryüzünde iki defa fesat çı­karacaksınız ve azgınlık yapacaksınız" diye bildirdik. Bunlardan ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gön­derdik. Bunlar evlerin arasında dolaşarak sizi aradılar. Bu yerine getirilmiş bir vaad idi. (İsra/4-5)

Yeryüzünde çıkarmış oldukları ilk bozgunculuğun cezası olarak İsrailoğullarmın hakettikleri cezanın vakti geldiği zaman Allah Teâlâ üzerlerine güçlü kuvvetli kullarından bir topluluğu gönderdi. Bunlar savaşta sert ve acımasız idiler. İsrailoğullarmın evlerinin arasında do­laştılar. Yahudileri Öldürdüler, mallarını gasbettiler, evlerini tahrip etti­ler, kadınlarını ve çocuklarım esir aldılar. Allah bunları israiloğulanna küstahlıklarının, sapıtmaları ve yeryüzünde bozgunculuk yapmalarının bir cezası olarak musallat etti. Bu ilahi ceza yerine getirilmiş bir vaad idi, engellenmesi ve geri çevrilmesi imkansız bir vaad idi. Yahudilerin bundan kaçıp kurtulmaları mümkün değildi.

Âyet-i kerimede sözü edilen kullar, Kur'an'm Bakara sûresinde işaret ettiği Calut ve askerleridir:

Talut ve iman edenler beraberce ırmağı geçince: "Bugün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç bir gücümüz yoktur" de­diler. (Bakara/249)

Abdullah ibn Abbas'tan bu âyetin tefsiri konusunda şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Birincisisinde yahudilere Allah Câlût'u gönderdi. Câlût yahudile-rin evlerinin arsında dolaşarak onları arayıp buldu. Onları esaret altına aldı ve haraca bağladı. Bunun üzerine Allah'tan Allah yo­lunda maiyetinde savaşmak üzere bir kral göndermesini istediler. Allah Tâlût'u gönderdi. Câlût ile savaştılar, Allah İsrailoğullarına yardım etti ve Câlût, Davud'un eliyle öldürüldü. İsrailoğulları mülklerine geri döndüler. Tekrar bozgunculuk yaptıklarında da Allah üzerlerine Bahtunnasr'ı gönderdi. Bahtunnasr mabetleri ve ele geçirdikleri her şeyi tahrip etti. Allah Teâlâ, birinci ve ikinci cezalandırmadan sonra şöye dedi:

Belki rabbiniz size merhamet eder; fakat eğer siz yine bozguncu­luğa dönerseniz, biz de sizi yine cezalandırırız. (İsra/8)

Onlar bozgunculuğa tekrar döndüler, Allah da bu sefer onlara mü'minlen musallat etti..

Katade'nin şöyle dediği rivayet edilir:

Birincisinde Allah yahudilerin üzerine Câlût'u musallat etti.

Nihayet Tâlût'u ve onunla birlikte Davud'u gönderdi. Sonra İsra­iloğullarına tekrar galibiyet ve zafer verdi. (Sayınızı daha fazla çoğalttık. (İsra/6)

Yani nüfusları arttı. Bu Davud'un zamanında olmuştur.

Diğer cezalandırma zamanı gelince. (İsra/7) Yani ikinci cezalan­dırma zamanı gelince, yüzünüzü kötüieştirsinler diye... (İsra/7) Yani üzüntüden suratlarınızın asılmasına sebeb olsunlar diye...

(Daha önce girdikleri gibi yine mescide[7] girsinler ve ele geçirdik­lerini mahvetsinler diye. (îsra/7)

Allah onlara diğer cezalandırmada Bâbilli mecusi Buhtunnasr'ı -ki Allah'ın gazabına uğramış bir kişidir- gönderdi. Buhtunnasr onları esir aldı, öldürdü Beyt-i Makdis'i tahrip etti ve onları çok kötü işkencelere tâbi tuttu.

Benim bu kondu tercih ettiğim rivayet budur. Doğruyu en iyi bi­len Allah'tır.

 

Müddesir Sûresinin İlk Ayetleri

 

SORU: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Ey bürünüp sarınan Muhammedi Kalk da uyar. Rabbini yücelt. Giysilerini temiz tut. Kötü şeyleri terke devam et.

Bu âyetlerin anlamı ve nüzul sebebi nedir?

CEVAP: Bu âyetler Mekki olan Müddessir sûresinin ilk bölümüdür. Bu sûre Rasûlullah'a (s.a) ilk nazil olan Kur'an sûrelerindendir. İmam Buharı Sahihinde bu âyetlerin nüzul sebebi hakkında Rasûlullah'ın (s.a) şöyle dediğini rivayet eder:

Hirada bir ay kaldım. Hıradaki günlerim sona erince aşağı inerken bana seslenildi. Önüme, arkama, sağıma soluma baktım hiç kim­seyi göremedim. Sonra bana tekrar seslenildi. Etrafıma baktım, yine bir şey göremedim. Sonra bana tekrar seslenildi. Başımı kal­dırınca havada arşın üzerinde onu -yani Cebrail'i- gördüm. Bu­nun üzerine beni şiddetli bir titreme tuttu. Hatice'ye geldim ve "beni örtün, beni örtün, üzerime soğuk su dökün" dedim. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyetleri inzal buyurdu:

Ey sarınıp bürünen Peygamber! Kalk, insanları uyar! Rabbini yü­celt! (Müddesir/1-3)

Âyetlerin anlamı şöyledir:

Ey elbiselerine sarınıp bürünen ve uyuyan Peygamber! Uykundan kalk, üstünden örtünü at, insanlara rabbinin davetini ulaştır, onlara peygamber olduğunu bildir ve senden yüz çevirip sana icabet etmez­lerse cnları Allah'ın azabı ile korkut.

"Rabbini yücelt" yani rabbinin, mâlikinin ve işlerini düzene ko­yan Allah'ın herşeyden büyük olduğuna iman et. İmanını göstermek için "Allahu ekber" kelimelerini tekrar et. Bazı imamların dediğine gö­re burada kastedilen takdis ve tenzih tekbiridir; yani O'ndan başkasını dost edinme, O'ndan başkasına kulluk etme, O'ndan başkasını üstün görme, nimeti sadece O'ndan bil. Rivayet olunur ki Ebû Süfyan Uhud savaşında şöyle dedi: Hubel'i yücelt. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:

Allahu a'lâ ve ecel (Allah büyüktür ve yücedir) deyiniz. Giysilerini temiz tut.

Bu âyetin anlamının, davranışlarını düzelt veya ruhunu arındır ve­ya vücudunu temizle şeklinde olduğu söylenilmiştir. Elbiseni pislik ve kirlerden temizle anlamına geldiği de söylenilmiştir. Elbiselerin temiz tutulmasının iki şekilde olacağı rivayet edilmiştir: Birincisi paçaların veya eteklerin kısaltılmasıdır. Çünkü bunlar uzun olursa elbiseye pis­lik bulaşır. Bu sebeple Hz. Ömer (r.a) eteğini uzattığını gördüğü bir ki­şiye şöyle dedi: "İzarını yukarı kaldır, çünkü bu takvaya ve temizliğe daha uygundur ve daha kalıcıdır." Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Mü'minin izan, şekil olarak inciklerinin yarısına kadar uzanır. To­pukla bu bölge arasında olmasında da bir sakınca yoktur. Bundan daha aşağıya sarkarsa o, cehennemdedir.

Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kim böbürlenmek için izarını uzatırsa Allah Teâlâ kıyamet günü onun yüzüne bakmaz.

Elbise temizliğinin diğer şekli ise onları yıkayarak pislikten te­mizlemektir. Bunun içindir ki âlimler, elbiseleri temizlemenin vacib olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da şöyle demişlerdir: Sadece temiz bir elbise ile namaz kıl.

"Kötü şeyleri terk et" yani günahları terket ve masiyetlerden uzak dur. Çünkü günah ve masiyetler Allah'ın azabına götürür. Neyi kasdet-tiğini en iyi bilecek olan Allah Teâlâ'dır.

 

Maun

 

SORU: Kur'an-i Kerim'in zikrettiği maun kelimesinin anlamı nedir?

CEVAP: Allah Teâlâ Maun sûresinde şöyle buyuruyor:

Dini yalan sayanı gördün mü? İşte o yetimi itip kakar; yoksulu do­yurmaya teşvik etmez; yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır. En ufak bir yardımı esirgerler.

Sûrenin son âyetindeki maun (en ufak bir yardım) kelimesinden neyin kastedildiğinin belirlenmesi konusunda müfessirler pek çok gö­rüş zikretmişlerdir. Maun, itaat ve bağlılıktır, denilmiştir, malın farz kı­lman zekatıdır, denilmiştir, yine maunun ödünç verilen şey olduğu ve hak anlamına geldiği de söylenilmiştir. Fakat bunların en meşhur olanı şudur: Maun ile, insanların birbiriyle yardımlaşmasını kolaylaştıran ve aralarındaki alış-verişle iyi ve cömert insanların tanınmasını sağlayan her türlü faydalı şey kastedilmiştir. Bu sebepledir ki müfessirlerden bir grup, evdeki tencere, balta, kova, bardak, ateş ve benzeri her türlü şe­yin ödünç olarak verilmesinin genel isminin mâûn olduğunu söylemiş­lerdir. Onlar, mâûn kelimesinin kökünde bu anlamın bulunduğunu ifa­de etmişlerdir. Çünkü bu kelimenin kökünde azlık anlamı vardır, el-Ma'n, az bir şey demektir. Bu sebeple Kurtubi, su, tuz ve ateş gibi (is­tenildiği zaman) esirgenmesi caiz olmayan şeylerin mâûn olduğunu söylemiş ve Hz. Aişe'den (r.a) bununla ilgili şu hadisi rivayet etmiştir:

Ya Rasûlullah, istenildiğinde esirgenmesi helâl olmayan şey nedir?

Su, ateş ve tuz.

Ya Rasûlullah! Suyu anladım, peki tuzun ve ateşin durumu nedir?

Ey Âişe! Ateşi veren kimse sanki bu ateşle pişirilen şeylerin ta­mamını tasadduk etmiş gibidir. Tuzu veren kişi sanki bu tuzla lez­zetlendiren şeylerin tamamını tasadduk etmiş gibidir. Su bulundu­ğu zaman bir yudum su ikram eden kimse sanki altmış kişiyi hür­riyetine kavuşturmuş gibidir. Su bulunmadığı zaman bir yudum su ikram eden kimse bir kişiyi diriltmiş gibi olur. Bir kişiyi dirilten, sanki bütün insanlığı diriltmiş gibidir.

Kurtubi bu hadisi Sa'lebi'nin tefsirinde rivayet ettiğini söylemiş­tir. Bu hadisi İbn Mace de Sünen'înde rivayet etmiştir. Senedinde za­yıflık vardır. Muhaddisler bu hadisin derecesi hakkında ne söylerlerse söylesinler bu hadis mâûn ile insanların birbirlerine yardım etmeleri­nin zor olmadığı faydalı şeylerin kastedildiğine işaret etmektedir. Bu tür şeyler az ve basit olmalarına rağmen -ihlasla ve Allah rızası için verildiği zaman- Allah'tan büyük bir sevap olarak sahibine geri döner.

 

El-Hakumut-Tekasür

 

SORU: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki nihayet kabirleri ziya­ret ettiniz.

Bunun manası nedir?

CEVAP: Bu âyetlerin anlamı şöyledir: Mal ve evlatlarınızın çoklu­ğuyla övünmek, kabile ve aşiretlerinizle gururlanmak, dünya arzuları­na ve lezzetlerine dalmak sizi o kadar meşgul etti ki bu sebeple Allah'a itaati unuttunuz, O'nun emirlerini ve çağrısını terkettiniz. Nihayet "ka­birleri ziyaret ettiniz" yani ölünceye kadar öyle devam ettiniz, kabir ahalisinden oldunuz. Kabirlerde siz birer ziyaretçisiniz; kıyamet günü oradan çıkacaksınız ve bir ziyaretçinin kendi evine dönüşü gibi rabbinıze döneceksiniz ve oradan en son varacağınız yere varacak; ya cennete veya cehenneme gideceksiniz, bu dünyada yaptıklarınızdan hesa­ba çekileceksiniz.

Abdullah ibn Abbas'tan (r.a) şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Rasûlullah (s.a) elhakümü't-tekasür âyetini okudu sonra şöyle de­di: "Tekâsürü'l-emval, malın haksız yere toplanması, hakkının ve­rilmemesi ve biriktirilip yığılmasıdır."

Kur'an-ı Kerim diyor ki:

Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can ya­kıcı bir azabı müjdele! Bunlar cehennem ateşinde kızdınldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, "Bu kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın" denilecek. (Tevbe/34-35)

Bu âyetin yahudiler hakkında nazil olduğu da rivayet edilmiştir. Yahudiler "Biz falanlardan ve filanlardan daha çoğuz" demişlerdi de sapıklık üzere ölünceye kadar bu iddialarla kendilerini avutmuşlardı. Yahudiler eskiden beri mal toplamak ve biriktirmekte hırslı bir millet olmakla meşhurdurlar. Bu âyetin çokluklarıyla Övünen iki kabile hak­kında nazil olduğu da söylenir. Onlar şöyle derlerdi: "Bizim şöyle ile­ri gelenlerimiz vardır, biz sayıca daha çoğuz, bizim arkamız daha kuv­vetlidir." Onlar böylece dünyada sahip oldukları şeylerle övünürler, bi­ri diğerinden fazla olursa sıra ölüleriyle övünmeye gelir ve ölen adam­larını saymaya başlarlardı. Bundan dolayı bir şair şöyle demiştir:

Öldükleri zaman görüyorum ki şu saray sahipleri Kayalardan binalar yaparlar hep kabirlerin üstüne Sadece övünmektir onlann varsa işleri güçleri Kabirlerde bile çıkmak isterler fakirlerin üstüne.

Müslim'in Sahih'inâe Mutarrıf, babasından şöyle rivayet eder:

Rasûlullah'a (s.a) gelmiştim. Tekâsür sûresini okuyordu. Buyurdu ki: "Ademoğlu malım-mülküm der. Halbuki malından sana ancak sadaka verip de öbür dünyaya geçirdiğin, yiyip de tükettiğin ve gi­yip de eskittiğinden başka ne var? Bunun dışındakiler elinden gi­der ve Ölünce onu insanlara terkeder."

Rasûlullah (s.a) bir keresinde de şöyle buyurmuştur:

Ademoğlunun iki vadi dolu altını olsaydı üçüncü bir vadi daha is­terdi. Ademoğlunun gözünü ancak toprak doldurur, sonra Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder.

 

Kur'an'da Geçen Lemem Nedir?

 

SORU: "Lemem'in dışında büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince..." âyetinin anlamı nedir?

CEVAP: Allah Teâlâ Necm sûresinde şöyle buyurur:

Göklerde ve yerde bulunanlar hep Allah'ındır. Bu, Allah'ın kötü­lük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, güzel davrananları da daha güzeliyle mükafaatlandırması içindir. Ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara ge­lince, bil ki rabbin, affı bol olandır. O sizi daha topraktan yarattı­ğı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada (bile), sizi en iyi bilendir. Artık kendinizi temize çıkarmayın. O, sakınanı çok iyi bilir. (Necm/31-32)

Ayette geçen kebâir kelimesi kebire'nm. çoğuludur ve Allah katın­daki cezası büyük olan günah demektir. İsm ise sahibini sevaptan uzak­laştıran kötü davranış demektir. Fevâhiş ise fahişe'mn çoğuludur ve çirkinliği çok büyük olan söz ve fiillere denir. Lemem (ufak tefek ku­sur) günaha yakın demektir. Küçük günahlar için bu tabir kullanılır. Arasıra yapılan şeyler için de lemem denilir. Neredeyse yapacaktım, yapmaya yaklaştım fakat yapmadım anlamında "elmetü bi keza" deni­lir. Kısa süren bir ziyereti ifade etmek için ilmam kelimesi kullanılır.

Ayetin anlamı şöyledir: Allah Teâlâ göklerdeki ve yerdeki herşe-yin sahibidir. Dilediğini bir hikmet gereği yoldan çıkarır, dilediğini de hidayete sevkeder. Kendisine isyan edenleri, masiyet irtikap ederek kötülük yapanları, günahlara dalanları azabıyla cezalandırır, iman edenleri ve güzel ameller işleyenleri daha güzel bir karşılıkla -ki cen­nettir bu karşılık- mükafaatlandırır.

İşte bu mü'minler, Allah'ın sakındırdığı büyük günahlardan ve ma-siyetlerden uzak duran kimselerdir. Allah Teâlâ bunları affeder, bunla­rın müslünıan olmadan önce işledikleri günahları da affeder ve bunlar­dan dolayı hesaba çekip cezalandırmaz. Bundan dolayıdır ki İbn Cerir et-Taberi Tefsirinde onlaradan bahsederken şöyle der:

Onlar bu büyük günahları İslâm'a girdikleri zaman terkederler. Al­lah da onların küçük günahlarını ve İslâm'dan önceki işledikleri büyük günahları affeder.

İbn Cerir leniem hakkında da şunu söyler:

Lemem onların müslüman olmadan önce, cahiliye döneminde iş­ledikleri büyük günahlar ve hayasızlıklar ki müslüman oldukları zaman Allah bunları bağışlar.

Bazı müfessirler de letnem'in, kişinin işleyip de sonra süratle tev-be ettiği ve bir daha işlemediği günah olduğunu söylerler. Bazı müfes­sirler ise İemem'in, büyük günahlar ve hayasızlıkların dışındaki kötü bakış ve dokunma gibi insanın ısrar etmeksizin işlediği yanlışlıklar ol­duğunu söylerler. Şair şöyle der:

Allahım, sen affedersen çok şeyi affedersin Hangi kulun vardır senin hiç günah işlemez?

Bunun için denilmiştir ki lemem, şeriatte işleyicisine dünyevi bir cezanın belirlenmediği günahtır. İbn Kesir, bu âyet hakkında şöyle de­miştir:

Allah Teâlâ göklerin ve yerin mâliki olduğunu, başkalarına muhtaç olmadığını, yaratıkları üzerinde adaletle hükmettiğini, çünkü kötü­lük işleyenleri işledikleri kötülüklerle cezalandıracağını, güzel davranışlarda bulunanları da daha güzeliyle mükafaatlandıracağı-nı, yani herkese kendi ameliyle karşılık vereceğini; iyilik yaparsa iyilik, kötülük yaparsa da kötülük göreceğini haber vermiştir.

îbn Kesir sonra ayette sözü edilen güzel davranışta bulunanlar hakkında ise şöyle der:

Onlar büyük günahlardan ve hayasızlıklardan sakınırlar, yani bun­ları işlemezler. Bazı küçük günahları işlerlerse başka bir âyette de belirtildiği gibi- Allah onları affeder ve günahlarını örter: Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük gü­nahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız. (Nisa/31)

 

Bitkilerin Rüzgarlar Yoluyla Aşılanması

 

SORU: Âyette geçen "Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik" ifadesi ne anlama gelir?

CEVAP: Allah Teâlâ Hicr sûresinde şöyle buyurur:

Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla sizi suladık. Yoksa siz o suyu toplayamazdınız. (Hicr/2)

Bir grup ilim adamı diyor ki: Bu âyet-i kerime, araştırmacıların ancak Kur'an'm nüzulünden asırlarca sonra öğrendikleri bilimsel bir olguya işaret etmektedir. Bu olgu, rüzgarlar vasıtasıyla bitkilerdeki döllenme olgusudur. Modern botanik bilimi, rüzgarların mısır, buğday, arpa vs. gibi bitkilerin pek çoğunda döllenme işine yardım ettiğini tes-bit etmiş bulunmaktadır. Çünkü bu rüzgarlar çiçeğin erkeklik organın­dan döllenme tozlarını aynı çiçeğin veya başka bir çiçeğin dişilik orga­nına nakletmektedir. Bu çiçek tozları gerçekten çok hafiftir ve havada bunların intikaline yardım eden çok sayıdaki tabii püskül bu çiçek toz-larıyla kaplıdır. Zariyat süresindeki şu âyet-i kerime bu anlamı tamam­lamaktadır:

İbret alasınız diye herşeyi çift çift yaratmışızdır. (Zariyat/49)

Bazı bilim adamları rüzgarların bitkileri nasıl aşıladığını açıkla­mışlar ve şöyle demişlerdir: Bitki serpilip geliştiği zaman onda çiçek­ler ortaya çıkar. Bu çiçekler Özel gelişim aşamalarından geçerek mey-vaların ve tohumların oluşmasına kadar ulaşır. Muhtelif şekil, koku ve renklerdeki bu çiçekler bitkilerdeki özel üreme organlarıdır. Çiçekler­de kimisi erkeklik, kimisi dişilik organı olmak üzere temel organlar bulunur. Erkeklik organında aşılama tanelen diye isimlendirilen ince ta­necikler vardır. Bunlar çeşitli renklerde, hacimlerde ve şekillerde olur­lar. Çiçeklerin dişilik organında içinde küçük yumurtacıkların olduğu yumurtalık bulunur. Bunlar aşılama taneleriyle (çiçek tozlarıyla) karşı­laştıkları zaman döllenme ve aşılanma ameliyesi meydana gelir ve so­nuçta bu bitkinin çocuklarına benzer tohumlar oluşur.

Döllenme (bitkilerde) İki türlü olur: Birisi kendi kendini dölle-mektir ki, bunda çiçek bizzat kendi kendisini otomatik olarak döller. Diğeri karışık döllemedir ki, bunda aşılama taneleri bir çiçekten başka bir çiçeğe geçerler. Rüzgarlar bu intikalin vasıtalarıdır. Misal olarak mısır bitkisini ele alalım. Tepesinda bir çeşit çiçek vardır ki bunlar er­kek çiçeklerdir. Yan taraflarında da dişi çiçekler bulunur ki aşılamadan sonra mısırın koçanı bu çiçeklerden meydana gelir. Rüzgarlar işte bu­rada döllenmeye aracılık ederler. Yine aynı şekilde yüksek bir hurma ağacını ele alalım: Onda da erkek ve dişi organlar bulunur. Bunlar ara­sında sunî bir döllenme olmazsa bu ameliye rüzgarlar vasıtasıyla ger­çekleşir. Şüphesiz bu büyük bir ilahi nimettir. Nitekim âyet-i kerime il­mi açıdan buna işaret etmektedir ve Kur'an-ı Kerim bu bilimsel olgu­yu bilimin tesbitinden çok önce ifade etmiştir. Geeçmişte ve gelecekte Kur'an'ı batıl kılacak hiçbir şey yoktur. Zira o hakim ve hamid olan Al­lah'ın katından indirilmedir.

Müfessirlerden bir grup "Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönder­dik" âyetiyle bulutların aşılanmasının kastedildiğini söylemişlerdir. Yani rüzgarlar bulutları taşırlar ve onları biribiriyle karıştırırlar. Sonra da yağmurun inmesine sebep olurlar. Bu tefsir de bir başka bilimsel gerçeğe işaret etmektedir. Çünkü bazı bilim adamlarının söylediğine göre bulutlar havadaki su buharının atmosferin üst tabakalarma yük­seldiği zaman yoğunlaşmasından meydana gelir. Yeryüzüne yakın ha­va ısındığı esnada hararetin etkisiyle buharlar atmosfere yükselir. Bu­har yükseldikçe sıcaklığın derecesi azalır. Nihayet rutubetle doyduktan sonra andan bulutlar oluşur.

Bilimsel olarak bulutun elektriğe benzediği veya başka bir ifadey­le onda eksi ve artı kutupların olduğu tesbit edilmiştir. Herhangi bir bu­lut diğeriyle çarpıştığı zaman birbiriyle sürtünmesinden şimşek çakması meydana gelir. Bulutların birbiriyle sürtünmesini rüzgarlar temin ederler. Rüzgarlar, bulutları ve su damlalarını bir yerden bir yere hare­ket ettirirler. Orada eksi ve artı bulutlar birbiriyle karıştığı gibi soğuk bulutlar daha soğuk bulutlarla da karışır. Rüzgarlar, yağmur işlemi ta­mamlanıncaya kadar bulutları hareket ettirirler ve parçalarını birbiriy­le karıştırırlar. Nihayet yağmur suyu yeryüzüne iner. Bu, Hicr süresin­deki âyette ifade edilen gerçeğe de uygundur:

Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik.

Bu tefsire göre de âyet-i kerime, bilim adamlarının ancak Kur'an'ın ifadesinden asırlarca sonra anlayacakları bilimsel bir gerçe­ğe işaret etmiş olmaktadır. Âyet-i kerimede geçen levakin kelimesi bi­rinci tefsirin kapsamına da ikinci tefsirin kapsamına da uygundur. Bu

da yüce Kur'an'ın i'cazına (eşsizliğine) bir delildir.

 

Mushafın Korunması

 

SORU: Dini bakış açısından aşağıdakilerden hangisi daha uygun­dur: Yırtılmış ve eski bir Kur'an nüshası bulunduğu zaman onu oldu­ğu gibi muhafaza mı edeyim, yoksa onu yakayım mı?

CEVAP: Kur'an-ı Kerim Yüce Allah'ın kitabıdır. Geçmişte ve gele­cekte onu hiçbir şey geçersiz (batıl) kılamaz. Hikmet sahibi ve övgüye layık Allah katından indirilmiştir. İzzet ve celal sahibi rabbimiz onun hakkında şöyle buyurmaktadır:

Şüphesiz size Allah'tan bir nûr ve apaçık bir kitap gelmiştir. Allah, rızasını gözetenleri onunla selamet yollarına eriştirir ve onlan iz­ni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir. (Mâide/15-16)

Biz bu Kur'an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun, Allah kor­kusuyla baş eğerek parça parça olduğunu görürdün. Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz. (Haşr/21)

Müfessirler Vakıa süresindeki şu âyetlere dikkat çekmişlerdir:

Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki -bunun ne büyük ye­min olduğunu bir bilseniz!- şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bu­lunan değerli bir Kur'an'dır. Ona ancak temizlenenler dokunabilir. O, âlemlerin rabbin'den indirilmiştir.

Müfessirlerden bazıları bu âyette geçen korunmuş kitap'ian kaste­dilenin, Allah'ın kelamını ihtiva eden Mushaf-ı Şerif (Kur'an) olduğu­nu söylemişlerdir.

Madem ki Mushaf-ı Şerif Yüce Allah'ın kelâmını ihtiva etmekte­dir, o halde onun korunması, saklanması ve küçük düşürülmemesi ge­rekir. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim'in üstüne başka bir şeyi koymamak, tahkir edileceği veya horlanacağı yerlere bırakmamak bir müslümanın uyması gerekli İslâmî edeplerdendir. Seleften bazıları Mushafın korun­ması ve ona hürmet konusunda daha da ileri gitmişler ve onun için aya­ğa kalkmışlar ve onu öpmüşlerdir. Bu, saygıda ileri bir noktadır.

Fıkıhçılar Mushafı saygınlığına ve konumuna uygun olmayan şeylere maruz kalmasından korumak için, tuvalet gibi içerisinde pislik bulunan yerlere Mushaf la (Kur'an'Ia) birlikte girmenin haram olduğu­nu söylemişlerdir.

Bütün bunlardan şunu anlayabiliriz: Okunurken veya taşınırken fazla kullanılması sebebiyle parçalanmış bir mushaf bulunduğu zaman, sahibinin bu mushafın okunamayacak duruma gelmiş yapraklarını yakması daha uygundur. Bir kimse böyle bir mushaf nüshasını pisliğin bulaşamayacağı bir yerde muhafaza edebilirse bunda da bir sakınca yoktur. Başarının sahibi Allah'tır.

 

Mushaf İçin Ayağa Kalkmak

 

SORU: Mushafa ayağa kalkmak, onu öpmek, kabirde bulundurmak ve kabirde kandil yakmak mekruh mudur? Aynı şekilde mushafla fal açmak mekruh mudur?

CEVAP: Bazı imamlar mushaf için ayağa kalkmanın yasak veya müstehab olduğuna dair seleften herhangi bir bilginin gelmediğini söy­lemişlerdir. Sanki onların zamanında böyle bir konu bilinmiyordu ve­ya belki de kimse böyle bir şey yapmıyordu. Belki de bunun sebebi on­larda birbirlerine bile ayağa kalkmak âdetinin olmayışıydı. Onlar sade­ce uzaktan gelen bir kimse için ayağa kalkarlardı. Bütün sahabilerin davranışlarından anladığımız şey budur. Çünkü kendilerine Peygam-ber'den daha sevgili başka hiç kimse olmadığı halde Peygamber (s.a) için bile ayağa kalkmıyorlardı. Çünkü onlar Hz. Peygamber'in bu işten hoşlanmadığım görüyorlardı.

Fakat insanlar birbirleri için ayağa kalkmayı alışkanlık haline ge­tirdikten sonra, bir mushaf getirilip veya alınıp da ayağa kalkılmayın­ca şöyle diyenler oldu: Nasıl olur da Mushaf-ı Şerif (Kur'an-ı Kerim) için ayağa kalkmadıkları halde birbirleri için ayağa kalkıyorlar? Onlar böyle yapmakla iyi etmiş olmuyorlar bilakis kötülenecek bir iş yapı­yorlar. Çünkü mushaf, Allah'ın (c.c) kitabıdır. Başkası için gerekmeyen hürmet ve tazimin ona gösterilmesi gerekir. Bundan dolayı bazı fıkıh­çılar mushaf için ayağa kalkmayı caiz gördüler, bazıları da bu güzel bir şeydir, dediler.

Yukarıdaki görüşe şöyle bir itiraz yapılmıştır: Allah'ın emir ve ya­saklarına saygı göstermek, O'nun kitabında indirdiği apaçık âyetlerin belirlediği inanç, ibadet ve muhtelif hükümlere iman ve bunların gere­ğiyle amel etmek suretiyle olur, yoksa mushafın yapraklarına ve mü­rekkebine saygı göstermek suretiyle olmaz.

Mushafın öpülmesine gelince bazı insanlar bunu İmam Ahmed'e sordular. İmam Ahmed bu soruya şöyle cevap verdi: "Bu konuda bir şey duymadım. Fakat İkrime'nin Mushafı açtığı, yüzüne götürdüğü ve "rabbimin kelamı, rabbimin kelamı dediği rivayet edilmiştir."

Okunması için kabrin yanına Mushaf bırakılmasına gelince pek çok fıkıhçının bunun yasak olup selefin yapmadığı bir bidat olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Mushaf okunması için değil de başka bir maksatla kabrin yanına konulursa bu yasak daha da şiddetlenir. Kabir­lerde kandil ve mum gibi şeyleri yakmak da yasaklanmıştır. Bunun de­lili Rasûlullah'm (s.a) şu hadisidir:

Allah, kabirleri ziyaret eden kadınlara ve kabirlerde kandil yakan­lara ve mescid yapanlara lanet etsin.

Mushafla fal açmaya gelince -yani açtığı sırada kendisini sevin­direcek bir âyet göreceği beklentisiyle kişinin Kur'an'ı açmasına gelin­ce- seleften bu konuda herhangi bir şey rivayet edilmemiştir. Bu, âlim­ler arasında ihtilaflı bir konudur. Evla ve ihtiyata muvafık olan, bunu alışkanlık haline getirmemektir. Bir müslümanın bunun yerine istihare namazına başvurması mümkündür.

 

Aşağılık Maymunlar

 

SORU: Allah Teâlâ'nın yüce Kitabında: "Aşağılık maymunlar olun!" dediği kişiler kimlerdir? Onlar hangi cinstendirler? Günümüzde yaşıyorlar mı?

CEVAP: Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurur:

İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: "Aşağılık maymunlar olun!" dediklerimizi elbette bilmektesiniz. (Bakara/65)

A'raf sûresinde de şöyle buyuruyor:

Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: "Aşağılık maymunlar olun!" dedik. (A'raf/166)

Birinci âyette Yahudilere hitab edilmiştir. Allah Teâlâ bu âyette onlara atalarının işledikleri günahları ve inatçılıkları haber vermekte­dir. Allah Teâlâ cumartesi günü hariç haftanın her günü onların çalış­malarını mubah kılmıştı. Cumartesi günü dünyevi çalışmalarını terketmeye, mal ve dünya sevgisinin kendilerini azdırmaması için o gün kendilerini ibadete vermeye çağırdı. Fakat onlar rabblerinin emrine bo­yun eğmediler, taşkınlık ve iftira ederek cumartesi günü çalıştılar. Bu­nun üzerine rabbleri onların insanlık dairesinden çıkmalarına ve hay­vanlığın meralarında otlamalarına hükmetti. Onlar da bayağılıkta ve maymun iştahlılıkta maymunlar gibi oldular. Allah'ın rahmetinden ve O'nun lütfedeceği saygınlıktan mahrum bırakıldılar. Üzerlerinde alçak­lık ve basitliğin tezahürleri ortaya çıktı. Kötülük ve fenalıkları Övüne­rek yaptılar. Neticede insanlar tarafından tahkir edildiler ve kötülendiler. Müfessirlerin ekserisi onların maymuna dönüşmelerinin maddi ve gerçek bir dönüşüm olduğu görünüşünü benimsemişlerdir. Bu Allah'ın kudretine ağır gelen bir iş değildir. Mücahid ise şöyle demiştir:

Onların şekilleri değişip maymuna dönüşmedi, fakat kalpleri de­ğişti ve maymun kalbine dönüştü. Tıpkı Cuma süresindeki şu âyette merkeplere benzetildikleri gibi, burada da maymunlara benzetildiler:

Kendilerine Tevrat öğretildiği halde onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu gibidir. Al­lah'ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür! Allah zalim­leri doğru yola eriştirmez.

Mâide sûresinde de maymun ve domuzlara benzetildiler:

De ki: "Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber ve­reyim mi? Allah'ın lanetlediği ve gazap ettiği, aralarından may­munlar, domuzlar ve tağuta tapanlar çıkardığı kimseler. İşte bun­lar, durumu daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyade sapmış bulunanlardır." (Mâide/60)

Suyûti ed-Durrü'l-Mensûr isimli tefsirinde İbnü'l-Münzir ve İbn Ebi Hatim'in "Onlara aşağılık maymunlar olun, dedik" âyeti hakkında şunu rivayet ettiklerini söylemiştir:

Onların kalpleri değişmiştir, yoksa maymuna dönüşmemişlerdir. Bu sadece onlar için yapılan bir benzetmedir.

Bu konu hakkında Menar Tefsiri'nde özetle şu bilgiler verilmiştir:

Müfessirlerin çoğunluğu "maymunlar olun" ayetinin, onların şe­killerinin maymuna dönüştüğü ve gerçek maymunlar oldukları anlamını ifade ettiği görüşündedirler. Âyet-i kerime bu görüşün bir delili olamaz. Bu hükme ancak nakil ile varılabilir. Eğer bu gö­rüş sahih olmuş olsaydı âyette asiler için bir öğüt ve ibret Özelliği

bulunmazdı. Çünkü onlar, asilerin hiçbirisinin maymuna dönüş­mediğini müşahedeyle bilirler, dolayısıyla Allah'ın kendilerini de insanlıktan çıkarmayacağını düşünürler. Çünkü bu, Allah'ın yara­tıklarına uyguladığı bir sünnet değildir. Ancak en büyük ibret, da­ha önceki milletlerde Allah'ın uyguladığı sünnetin (yani devamlı yaptığı uygulamanın), rabbinin emrinden dışarı çıkan ve Allah'ın kendisi için çizdiği doğru yoldan sapan kimsenin insanlık merte­besinden çıkıp hayvanlık mertebesine girdiğini bilmesinde vardır. Sünnet-i ilahi her zaman aynıdır. Allah Teâlâ önceki milletlere na­sıl muamele etmişse şimdiki milletleri de aynı muameleye tabi tu­tar. Bu sebeple müteakip âyette şöyle buyurulur:

Biz bunu, çağlaşlarma ve sonradan geleceklere bir ceza örneği ve muttakilere (Allah'tan sakınanlara) öğüt olsun diye yaptık. (Bakara/66)

Ayette geçen nekal (ceza örneği) kelimesi, başkasının ibret alma­sı ve haddi aşmaması için bir şahsın başına gelen aşağılanma ve eziyet demektir. Çağdaşlarından kastedilen, cezai an dınldıklan es­nada hayatta olanlardır.

Muttakilere bunun bir öğüt olmasına gelince, muttaki bununla öğüt alır ve haddi aşmaktan uzak durur: "Bunlar Allah'ın koydu­ğu sınırlardır, bu sınırlara yaklaşmayın!" Muttakiler bunu başka­larına da öğüt olarak verir. Bu cezanın hadiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere ibret, muttakilere öğüt olarak verilmesi, an­cak milletlerin terbiyesi, seciyelerin güzelleştirilmesinde devamlı yürürlükte olan sünnete (ilahi kanuna) göre cereyan etmesiyle mümkündür. Bu, basiret sahiplerince malumdur, Önceki ve sonra­ki âriflerce de meşhurdur. Onların maymunlara ve domuzlara dö­nüştürülmesinden söz edilmesiyle sadece korkutma kastedilmiştir, haddi aştıkları, tuhaf şeyler yaptıkları kastedilmiştir. Mücahid'in tefsiri bu konudaki ibret için en uygun ve düşünceyi harekete ge­çirmeye en elverişli olan tefsirdir.

Müfessirlerin çoğunun dediği gibi bu değişim ve dönüşüm ister maddi olsun, isterse bir grup müfessirin dediği gibi manevi olsun, değişime uğrayanlarla, -müfessirlerin dediğine göre- Davud'un (a.s) za­manındaki yahudilerden bir topluluk kastedilmiştir.

 

Mü'tefike (Alt Üst Olan Şehirler)

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'de geçen mü'tefike kelimesi ne anlama ge­liyor? Bunlar Allah'a iman etmeyen bir halk mıdır, yoksa başka birşey midir?

CEVAP: Mü'tefike kelimesi Kur'an'da bir yerde tekil olarak, iki yerde çoğul olarak geçer. Necm sûresinde mü'tefike diye tekil geçer. Tevbe ve Hakka sûrelerinde ise çoğuldur. Tevbe süresindeki ilgili âyet şöyledir:

Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimleri­nin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve alt üst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberleri onlara apaçık mucizeler getir­mişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmektmekte idiler. (Tevbe/70)

Hakka süresindeki ilgili âyet ise şöyledir:

Firavun, ondan öncekiler ve altı üstüne getirilen beldeler halkı hep o günahı işlediler. (Hakka/9)

Tekil olarak zikredilen de çoğul olarak zikredilenler de aynı anla­ma gelir. Çünkü tekil ile de çoğul anlamı kastedilmiştir.

Mü'tefike kelimesi Arabça'da münkalihe anlamına gelir. Yani alt üst olan demektir. Burada kastedilen alt üst olan şehirler ve arazilerdir. Bir belde, halkıyla birlikte alt üst olduğu zaman "i'tefeket'il-beldetü bi ehliha" denilir. Yalan anlamına gelen ifk kelimesi de aynı kökten gelir. Çünkü ifk (iftira/yalan) gerçekleri ters yüz ederek onları gerçek şekil­lerinden başka bir şekilde göstermeye çalışmaktır.

Kur'an'da sözü geçen alt üst edilen yerlerden kasıt Lût kavminin yaşadığı kasabalardır. Allah Teâlâ onların kıssalarını ve haberlerini yüce kitabının pek çok yerinde zikretmiş ve onların peygamberleri yalan­ladıklarını, edepsizlik yaptıklarını ve bu yüzden onları yerle bir ettiği­ni bize haber vermiştir. Bunun için "ve'1-mü'tefikete fe enva" dedi. Ya­ni onların şehirlerini alt üst etti ve yalanlamalarının ve sapıklıklarının bir cezası olarak onları cehenneme düşürdü. Rivayet olunduğuna göre Cebrail (a.s) onları kanatlarına alıp kaldırdı sonra ters çevirip bırakı­verdi. Denildiğine göre onların evleri yüksek yerlere yapılmıştı. Bu bölgenin ahalisini işledikleri suç ve günahları sebebiyle zelzeleyle aşa­ğılara yuvarladı ve kasabaların altını üstüne getirdi.

Bazı müfessirler Lût gölü veya Ölü deniz diye isimlendirilen böl­genin Lût kavminin ikamet ettiği şehir ve kasabalardan oluştuğunu ve buraların yerin dibine batırılan bölge olduğunu söylerler. Bunlar beş tanedir: Sodom, Gomore, Edmah, Zeboyim ve Zoar. Allah Teâlâ bu şe­hirleri helak etmek istediği zaman üzerlerine kömür ve kükürt yağdır­dı. Onları yerin içinden fışkıran buharlarla kuşattı, sonra bu buharlar acı bir suya dönüştü ve bu havzada birikerek bugünkü Lût gölünü mey­dana getirdi: En iyi bilen Allah Teâlâdır.

 

Ressliler

 

SORU: Kur'an-ı Kerim, peygamberleri yalanlayan kavimlerin içe­risinde Ashab-ı Ress'i de zikreder. Kimdir bunlar? Nerede yaşamışlar­dır? Ress kelimesinin anlamı nedir?

CEVAP: Allah Teâlâ Furkan sûresinde şöyle buyurur:

Andolsun ki Musa'ya kitap verdik, kardeşi Harun'u da Kendisine vezir yaptık. "Âyetlerimizi yalanlayan kavime gidin" dedik. So­nunda o kavmi yerle bir ettik. Nuh kavmini de, peygamberi yalan­ladıkları zaman suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret kıldık. Zalimlere can yakıcı azap hazırlamışızdır. Âd, Semud ka­vimleri ile Resslileri ve bunların arasında bir çok nesilleri de yer­le bir ettik. (Furkan/35-38)

Önce Ashab-ı Ress'in manası hakkında müfessirlerin görüşlerine bir göz atalım, daha sonra da bu konuda tercih edilen görüşe geçelim.

Ress'in Yemame'de bir kasaba olduğu ve halkını Semud'dan arta kalanların oluşturduğu, inkar edip inkarlarında direndikleri, peygam­berlerini öldürdükleri bu yüzden de Allah tarafından cezalandırdıklan söylenir. Bir rivayete göre de Ashab-ı Ress Antakya beldesinin halkı­dır. Bunlar kendilerini imana çağıran, Habibünneccar'ı öldürmüşlerdir. "Bir şeyi kuyuya gömdü" anlamında "Rassehü fi'1-bi'r" denilir. O hal­de Ress kelimesinin anlamı kuyu demektir. Bir rivayete göre Ashab-ı Ress, fıstık çamına tapan bir topluluk idi. Kendilerine gönderilen pey­gamberi öldürüp toprağa gömmüşlerdi.

Bir başka rivayete göre Ashab~ı Ress doğu bölgelerinde Ress de­nilen bir nehrin kıyısındaki kasabaların halkıdır. Allah Teâlâ peygam­berlerinden birisini onlara gönderdiği zaman onu yalanladılar. Pey­gamber de bunu Allah'a şikayet etti. Bir kuyu kazarak peygamberi o kuyunun içine gömdüler. Bunun üzerine Allah Teâlâ onların üzerlerine şiddetli bir sıcak ve bir rüzgar gönderdi. Altlarındaki yer sanki yanan kükürt taşlan oldu. Üzerlerini siyah bulutlar gölgeledi. Vücutlan kur­şun gibi eridi. Bu rivayete göre de Ress, kuyu demektir.

Diğer bir rivayete göre de Ashab-ı Ress, Allah'ın kendilerine pey­gamber gönderip de, siyah bir köleden başkasının inanmadığı bir kasa­ba halkıdır. Sonra bunlar bir kuyu kazdılar, peygamberlerini bu kuyu­nun içine attılar ve ağzını büyük bir kaya ile kapattılar. Bir rivayete gö­re de Ashab-ı Ress, Ashab-ı Uhdud&m. Yani yeryüzünde büyük ve uzun hendekler kazıp kendilerine inanmayan Necran hristiyanlarını bu hendeklere atarak yakan yahudi Zûnuvas ve adamlarıdır.

Mu'cemü'l-Buldan isimli kitabında Yâkut'ul-Hamevi Ress keli­mesinin pek çok anlamı olduğunu ifade eder. Bunlaradan bazıları şöy­ledir: Kuyu, kuyuya gömmek, maden, topluluğun arasını düzeltmek, bir vadinin ismi, bir su ismi. Sonra uzun bir haberi zikreder. Bu habe­rin özeti şöyledir:

Ress, Azerbeycan vadisidir. Azerbaycan'ın sının bu vadinin de ötesindedir. Söylentiye göre Ress'de bin tane şehir vardı. Allah onlara Musa isminde bir Peygamber göndermişti. Bu, İmran'ın oğlu Musa değil, başka bir Musa'dır. Musa onları Allah'a imana çağırır, fakat onlar kendisini yalanlarlar ve onun emrine karşı ge­lirler. Peygamber bunun üzerine onlara beddua eder. Helak olup yerle bir olurlar.

Hatta iki dağın altında kalırlar. Anlatıldığına göre Ress, içerisinde garip şekilli çeşit çeşit balıkların bulunduğu tuhaf bir vadidir. Bu­rada Ress nehri vardır. Bu nehrin kıyısında çok güzel narlar, incir­ler ve üzümler bulunur. Ress nehri Belascan çölüne kadar çıkar. Bu vadide beşbin tane kasaba vardı. Çoğu harap olmuştur. Bu ka­sabaların Allah Teâlâ'nın yüce Kur'an'da sözünü ettiği Ashab-ı Ress'e ait kasabalar olduğu söylenir.

Bütün bunlar Ashab-ı Ress'in anlamı konusunda ortaya atılan ri­vayetler ve görüşlerdir. Fakat bazı müfessirlerin bu rivayetlere şöyle bir kayıt düştüklerini görürüz: Bu rivayetlerin hiçbirisi ne Kur'an'a ne de senedi kuvvetli bir habere dayanır.

Fakat rivayetlerin çoğu Ress'in kuyu anlamına geldiğini söylüyor. O halde artık daha fazla tefsilata girmekten sakınarak Ashab-ı Ress'in kuyu etrafında toplanan topluluk olduğunu söyleyebiliriz. Bu toplulu­ğa kendilerini Allah'a davet eden birisi gelmiştir, fakat onlar bu kişiyi yalanlamışlar ve azgınlıkta ısrar etmişlerdir. Allah da onları cezalandı­rıp helak etmiştir.

Müfessirlerin çoğunluğunun zikrettiği rivayeti tercih etmemiz mümkündür. O da şudur: Ashab-ı Ress putperest bir topluluktur. Kuyu­ları ve hayvan sürürleri vardır. Allah Teâlâ onlara Şuayb'ı (a.s) pey­gamber olarak göndermiştir. Şuayb (a.s) onları Allah'a imana ve O'nun emirlerine uymaya çağırmıştır. Onlar ise isyan edip inatçılık etmişler­dir. Allah da bunun üzerine onları kuyunun etrafında iken yere batır­mıştır. Allah Teâlâ Kur'an'da bunlardan bir defasında Ashab-ı Ress, di­ğer bir defasındada Ashab-ı Eyke diye söz etmiştir. Eyke, içerisinde ta­ze ağaçların çok olduğu yer demektir.

 

Merace'l-Bahreyn

 

SORU: Allah Teâlâ şöyle buyurur:

İki denizi birbirine kavuşturmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip kavuşmazlar. O halde rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz. İkisinden de inci ve mercan çıkar. (Rahman/19-22)

Bu ayet hakkında bilgi verebilir misiniz?

CEVAP: Yani Allah Teâlâ birbirine bitişik, yüzeyleri birbiriyle te­mas ederi ve aralarında görünür hiçbir fasıla bulunmayan birisi acı, di­ğeri tatlı iki denizin sularını (birbirine karıştırmadan) akıtır. Bir görü­şe göre bu âyetin anlamı şöyledir: Allah Teâlâ Fars ve Rûm denizleri­ni, aralarında Allah'ın kudretinden (sanki) bir perde olduğu halde veya bir kara parçası olduğu halde bırakıverir de bunlar okyanusta birleşir ve bunlardan biri diğerine karışmaz, biri diğerinin sınırını tecavüz et­mez. Bir başka görüşe göre de iki denizin dalgalanıp taşmamasının an­lamı, insanlara azgınlık yapmaması ve onların boğulmalarına sebep ol­maması demektir. O halde ey insanlar ve cinler! Allah'ın nimetlerinden hangi nimeti yalanlarsınız. İşte şu önünüzde duran iki denizden de in­ci ve mercan çıkarırsınız.

İnsanlardan bazıları mücevherlerin sadece denizlerden ve tuzlu su­dan çıktığını zannetmişlerdir. Fakat tefsirde uzman kişiler mücevherle­rin tatlı sudan da çıktığını isbatlamışlardır. Mesela incinin muayyen ne­vileri denizlerden çıkartıldığı gibi, diğer bazı nevileri de nehir sedefle­rinden elde edilir. İngiltere, îskoçya, Çekoslovakya, Japonya ve başka yerlerdeki tatlı sularda inci bulunmaktadır. Tatlı suların taşdığı elmas gi­bi kıymetli ve sert madenler de buna dahildir. Elmas, kumlu ve çakıllı olduğu bilinen kurumuş nehirlerin tortularından çıkartılır. Yakut da ne­hir tortularında, yukarı Burma'da Mandelas yakınlarındaki Moncuk'da bulunur. Yakut genellikle Siyam ve Seylan'daki nehir tortularında/y atak­larında bulunur. Çok değerli taşlardan birisi olan Tubaz taşı da Brezil­yada, Rusya'da ve daha pek çok yerdeki nehir yataklarında bulunur...

Ayette zikredilen iki deniz tabiri Kur'an-ı Kerim'in başka sûrele­rinde de geçer. Allah Teâlâ Nemi sûresinde şöyle buyurur:

(O'na koştukları ortaklar mı) yoksa... iki deniz arasına engel ko­yan Allah mı daha hayırlı? (Neml/61)

Kehf sûresinde şöyle buyurur:

Bir vakit Musa genç hizmetçisine demişti ki: "Durup dinlenmiye-ceğim; ta iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut sene­lerce yürüyeceğim." (Kehf/60)

Furkan sûresinde de şöyle buyurur:

Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O'dur. (Furkan/53)

İbn Kesir, Tefsirinde Furkan süresindeki bu âyetin tefsirinde şöy­le der:

Yani Allah tatlı ve tuzlu suyu yaratmıştır. Tatlı sudan maksat, ne­hirler, pınarlar ve kuyulardır. Susuzluğu giderici, soğuk ve tatlı su­yu olan denizden bu kastedilmiştir. Bunda şüphe yoktur. Çünkü sakin, susuzluğu giderici ve suyu tatlı bir denizin bulunması mümkün değildir. Suyu tatlı deniz işte insanlar arasında akan şu (malum) sıvıdır. Allah Teâlâ insanların ihtiyaçlarına, kendileri ve arazileri için yeterlilik durumlarına göre yarattıktan arasında suyu nehirlere ve pınarlara ayırmıştır.

Diğerininki tuzlu ve acı: Yani içilemeyecek derecede tuzlu ve acı demektir. Bununla kastedilen, yeryüzünün doğu ve batı bölgerin-deki bilinen denizlerdir: Okyanuslar ve boğazlardan okyanuslara ulaşan denizler, Kızıldeniz, Yemen denizi, Basra denizi, Fars deni­zi, Çin ve Hint denizleri, Rum denizi, Hazar denizi ve ona benze­yen akmtısız ve bağlantısız, fakat kış aylarında ve şiddetli rüzgar­larda dalgalanan, hareketlenen ve med-cezire uğrayan denizler...

Aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan.. Yani acı ve tuzlu su­yun arasına engel koyan demektir. Bu engel arzın kuruluğudur. Bu engel birinin diğerine ulaşmasına ve taşmasına mani olur. Nitekim âyette şöyle buyurulmuştur:

İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar. (Rahman/19-22)

(Onlar mı hayırlı) yoksa yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, ara­larından (yer altından ve üstünden) nehirler akıtan, arz için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Doğrusu onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar. (Neml/61)

İmam Fahrüddin er-Râzi iki deniz ile kastedilenin gök denizi ile yer denizi olabileceğini söylemiştir. Bunlarla iki denizin cinsi kastedi-lebilir ve böylece acı ve tatlı sulu denizleri kapsamına aldığı gibi gök ve yer denizlerini de kapsamına alır. Fakat kuvvetli olan görüş, müfes-sirlerin çoğunluğunun görüşüdür ki o da nerede ve hangisi olursa olsun suyu acı olan denizle suyu tatlı olan denizdir.

Hal böyle olunca burada iki denizle Hz. Fatma ile Hz. Ali'nin, ber­zah (engel) ile Hz. Peygamber'in; inci ve mercanla da Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in kastedildiğini söyleyen kimsenin bu sözünü dikkate al­mamıza hiç gerek yoktur. Bu konuda Âlûsi der ki:

Benim görüşüm bu yorum sahih olsa bile hiç bir tefsiri değeri yok­tur. Bu, tasavvufçuların tevili gibi bir tevildir. Hz. Ali'nin ve Hz. Fatma'nın ilim ve fazilet yönünden bizim yanımızdaki değeri ok­yanustan daha büyüktür. Aynı şekilde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in her ikisi de inci ve mercandan daha değerli ve daha güzeldir.

Allah en iyi bilendir.

 

Güneşin Battığı Yer Ve Kara Balçıklı Su Gözesî

 

SORU: Şu âyet-i kerimenin anlamı nedir:

Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar gördü.

Bu âyet, coğrafi gerçeklerle uyuşur mu?

CEVAP: Allah Teâlâ Kehf sûresinde şöyle buyurur:

Rasûlüm! Sana Zülkarneyn hakkında soru sorarlar. De ki: "Size ondan bir hatıra okuyacağım. Gerçekten biz onu yeryüzünde ikti­dar ve kudret sahibi kıldık ve ona herşeyin yolunu yordamını öğ­rettik. O da bir yol tuttu, gitti. Nihayet güneşin battığı yere varın­ca, onu kara balçıklı bir suda batıyor gördü. Orada bir kavime rastladı. Bunun üzerine biz: 'Ey Zülkarneyn! Onlara ya azap ede­cek veya iyilik etme yolunu seçeceksin' dedik." (Kehf/83-86)

Zülkarneyen'in kimliği hakkında eski müfessirlerle yeni müfessir-ler arasında ihtilaflar vardır. Bir kısmı bunun Himyer'den olduğunu, is­minin Ebû Bekir ibn Afrikaş olduğunu, askerleriyle beraber orta Akde­niz sahiline kadar geldiğini, Tunus ve Merakeş'e uğradığını, Afrikiyye şehrini kurduğunu ve bütün kıtaya Afrika ismini verdiğini söylerler. Müfessirlerden pek çoğu da bunun Makedonyalı Büyük İskender oldu­ğunu, doğuda ve batıda geniş egemenliğe sahip olduğunu, çok akıllı ve hikmet sahibi bir kimse olduğunu söylerler. Bir görüşe göre de -kav­minin adeti veçhile- saçının örgülerini salıverdiği için bu isimle isim­lendirilmişti. Bir başka görüşe göre de hem doğuya, hem batıya birlik­te sahip olduğu için bu lakabı almıştır. Görülüyor ki Zülkarneyn'in kimliğini kesin olarak belirlemek çok zordur.

"Nihayet güneşin battığı yere varınca onu kara bir balçıkta batar gördü" âyet-i kerimesi coğrafi gerçeklerle çelişmez. Çünkü burada maksat, arzın güneş etrafındaki hareketiyle ilgili bir vakıayı tasvir et­mek değildir. Maksat coğrafi açıdan güneşin nasıl battığını tasvir et­mek de değildir. Burada sadece Zülkarneyn'in bu uzak yere ulaştığı za­man gözüne çarpan bir manzara tasvir edilmek istenmiştir. Zülkarneyn orada güneşin batış anını gözetlemiş ve sanki onu siyaha çalar bir su gözesinin içinde batıyormuş gibi görmüştür. Büyük bir ihtimalle bu gözlem bir deniz kıyısında olmuş olabilir. Zülkarneyn de gözleriyle, güneşin, çamurla karışık ve bu yüzden siyah renkli gözüken bir suyun ortasında kaybolduğunu görmüş olabilir.

Bu konuda bazı müfessirler diyorlar ki: Zülkarneyn'in güneşin battığı noktaya varması demek, Kur'an'm nazil olduğu kimselere nis-betle en uzaktaki batı beldelerine ulaşması demektir. Kur'an'ın nazil olduğu kimseler Arab yarımadasının halkıdır. "Onu (güneşi) kara bir balçıkta batıyor gördü" cümlesinin anlamı ise, bu yerde güneşin batar­ken arzettiği manzara, bu manzarayı seyreden kimseye sanki onun bal­çıkla karışık bir su gözesinde batıyormuş gibi görünmesidir. Bu da bi­ze Zülkarneyn'in batıda kendisinden başka bir beldenin olmadığı ve sa­dece denizin olduğu bir yere ulaştığını gösterir. Çünkü böyle bir yerde güneşin batışını seyreden bir kimse onu denizin içine batıyormuş gibi görür. Güneşin batışı esnasında ufkun en uzak noktasında hakim olan koyu bir renk suyun balçıkla karışık manzarasını tasvir eder. Balçık, si­yah bir çamuru ifade eder. "Orada bir kavime rastladı." Yani meskûn araziden güneşin bu manzarasının seyredildiği bölgede bir topluluğun yaşadığını farketti.

Bazı müfessirler de Zülkarneyn'den şöyle söz ederler: O, batı yö­nüne doğru ilerledi. Nihayet bu yönde yeryüzünün en uzak noktasına vardı. Sonra buradaki denizin sahilinde durdu. Burada etrafı gözetledi. Güneş, -gerçekte değil de- gözüne sanki siyah bir çamurun içine batı­yormuş gibi göründü. Çünkü mavi denizin rengi uzaktan sanki siyah-mış gibi görünür.

Bazı müfessirler "güneşin battığı yer'le kastedilenin, batarken seyreden kimseye onun ufkun arkasında batıyormuş gibi göründüğü yer olduğunu söylemişlerdir. Bu ufuk, gölgelere ve bakan kimsenin durumuna göre değişir. Bir insan güneşi, batarken bir dağın arkasında kayboluyor olarak görebilir. Boş ve her tarafı açık bir arazide veya çöl­de olduğu gibi onu arzın yüzeyinde batıyor olarak görebilir. Bir deniz veya büyük bir göl ya da okyanusun kenarında gördüğü gibi, onu su­yun yüzünde batıyor olarak görebilir. Kim bilir, belki de Zülkarnyen bu yolculuğunda Atlas okyanusunun kıyısına kadar ulaşmış olabilir -ki eskiden bunun ismi karanlıklar denizi idi- ve insanlar yeryüzünün bu okyanusun kıyısında sona erdiğini/bittiğini düşünüyor olabilirler. Bel­ki de güneşin battığı yer, yapışkan çamurla/balçıkla çayırların birbiri­ne karıştığı bir yerdir, Zülkarneyn'e böyle bir yerde güneş sanki, rengi siyaha çalan bir su gözesinde batıyormuş gibi görünebilir. Bu yeri ke­sin olarak belirlemek kolay değildir.

Bunun ardından kıssa şöyle devam ediyor:

Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca güneşi, kendilerini elbise, bina gibi şeylerle örtmediğimiz bir millet üzerine doğuyor buldu. (Kehf/90)

Bazı müfessirler bu âyetin anlamını şöyle açıklar: Zülkarneyn da­ha sonra kendisini doğuya ulaştıracak bir yol tuttu. Bu yolu takibede-rek varacağı yere vardı. Nihayet güneşin doğuşunu seyreden kimsenin sanki dünyada onun ilk defa kendi üzerine doğduğunu zannedeceği ka­dar uzak bir yere ulaştı. Orada Allah'ın güneşe karşı kendilerini örtme­diği bir topluluk buldu. Bu şekilde anlatımın manası şu olabilir: Bu topluluk bir çölde yaşıyorlardı, hiçbir ağaç onları gölgelemiyor ve hiç bir kaya, dağ ve bina onları güneşe karşı gizlemiyordu.

Bu âyetin anlamı şöyle de olabilir: Onlar elbiseyi bilmeyen ve vü­cutlarının üzerinde onları örtecek ve güneşten koruyacak bir şey bulun­mayan bir topluluk idi.

Bu anlamların her ikisi de, Zülkarneyn'in doğuda vardığı en son noktada yaşayanların geri kalmış ve medeniyetin imkanlarına sahip ol­mamış bir topluluk olduğunu ifade eder.

Bu açıklamalardan sonra Kur'an-ı Kerim ile coğrafi gerçekler ara­sında hiç bir çelişkinin bulunmadığı anlaşılır. Allah en iyi bilendir.

 

Uyuyan Kimsenin Ruhu

 

SORU: Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarım alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tu­tar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda düşünen kimseler için ibretler vardır.

Bu âyetten ruhun uyku esnasında geçici olarak vücuttan ayrıldığı­nı anlayabilir miyiz? Yoksa bu âyetin başka bir tefsiri var mıdır?

CEVAP: Bu âyet-i kerime Zümer sûresinde geçmektedir. Özet ola­rak anlamı şudur: Allah ölüm ve uyku esnasında ruhları alır. Ancak burada ölümle uyku arasında bir fark vardır. O da şudur: Allah Teâlâ bilfiil/gerçekten ölmelerine hükmettiği kimselerin ruhlarım yanmda tutar, hayatları henüz sona ermeyen uykudaki ruhları da geri iade eder. Bu iade belirli bir süreye kadardır, o süre ölümüne kadar verilmiş bir süredir. Yani Allah, ölürken aldığı ruhu tutar ve bedene iade etmez, uyurken aldığı ruhu ise uyanınca sahibine geri verir. Bu durum muay­yen ve sınırlı bir vakte kadar böyle devam eder. Bu muayyen vakit ölüm vaktidir.

Uyku esnasında ruhun durumuyla ilgili hususa gelince bu konuda İmam er-Râzi'nin söylediği şeyleri zikredebiliriz. O şöyle demektedir:

İnsan ruhu, parlayan ruhani bir cevherden ibarettir. Bedene takıl­dığı zaman bütün organlarda onun ışığı hâsıl olur. İşte hayat deni­len şey budur. Ölüm vaktinde bu cevherin, bedenin görünen kıs­mıyla da görünmeyen (batini) kısmıyla da ilişkisinin kesildiğini söyleyebiliriz. İşte ölüm denilen şey de budur. Ancak uyku esna­sında bu cevherin ışığının bedenin görünen kısmı ile ilişkisi bazı yönlerden kesilir, bedenin batınından, yani görünmeyen kısmı ile olan ilişkisi kesilmez.

Ölüm ve uykunun aynı cinsten olduğu isbatlanmıştır. Ancak ölüm, bedenle ruhun ilişkisinin tam olarak kesilmesidir. Uyku ise beden­le ruhun ilişkisinin kısmen kesilmesidir. Bu durum sabit olduğuna göre, her şeye gücü yeten Allah bedenle ruh cevherinin birbiriyle ilişkisini şu üç şekil üzere olmasını planlamıştır. Birisi: Ruh cev­herinin ışığının, bedenin zahiri ve batini bütün parçalan üzerinde vâki olmasıdır ki bu uyanıklık halidir. İkincisi: ruhun ışığının, be­denin batınında (görünmeyen kısmında) varlığını/nüfuzunu de­vam ettirirken, bazı yönlerden bedenin zahirinden etkisinin kalk­masıdır ki bu uyku halidir. Üçüncüsü: ruhun ışığının bedenden ta­mamen kaybolmasıdır ki bu da ölüm halidir.

Artık sabit olmuştur ki herbirinde de ruhun alınmış olması açısın­dan ölüm ve uyku müşterektir. Sonra belirli özellikler ve belirli ni­teliklerle biri diğerinden ayrılır. Bu hayret verici düzenlemeyi an­cak herşeye gücü yeten, herşeyi bilen ve hikmet sahibi Allah Te-âlâ yapabilir. Ayette: "Doğrusu bunda düşünen kimseler için ib­retler vardır" denilirken de kastedilen işte budur.

İbn Cerir et-Taberi'nin tefsirinde ise şu ifadeler geçer:

Ölülerin ve dirilerin ruhları uyku esnasında birbiriyle karşılaşır. Allah'ın dilediği kadar birbirlerinden haberdar olurlar. Allah, uy-kudakilerin ruhunu bedenlerine geri göndermek istediği zaman bu esnada ölenlerin ruhlarını tutar, alıkoyar, dirilerin ruhlarını ise bel­li bir süreye kadar bedenlerine geri dönsünler diye salıverir. Yani hayatın müddeti sona erinceye kadar...

Bundan anlıyoruz ki ruh, uyku esnasında bedenden farklı bir bi­çimde ayrılır ve mahiyetini ancak Allah'ın bildiği bir nevi ilişkiyi sürdürmeye devam eder. Sonra uyanıklık esnasında hem zahirî hem de batınî olarak bedene tamamen geri döner.

 

Kur'an'da Meysir Kelimesi

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'de geçen meysir kelimesiyle ne kastedil­miştir?

CEVAP: Kumar anlamına gelen meysir kelimesi Kur'an-ı Kerim'de iki yerde geçer: Birincisi Bakara sûresi 219. âyettir.

Sana içki ve kumarı (meysiri) sorarlar, de ki: "İkisinde de hem bü­yük günah, hem de insanlara bazı faydalar vardır. Günahları fay­dasından daha büyüktür." Yine sana, iyilik yolunda ne harcaya­caklarını sorarlar. "İhtiyaç fazlasını" de. Allah düşünesiniz diye âyetlerini böyle açıklar.

Diğeri Mâide sûresi 90. âyettir:

Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan uzak durunki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza ancak kin ve düşmanlık sokmak, si­zi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?

Meysir ile mevcut olan ve ileride mevcut olacak olan bütün kumar çeşitleri kastedilmiştir. Meysir kelimesi yeser kelimesinden alınmadır. Yeser, sahibi için gerekli olan şey demektir. Yasir, oklarla oyananan de­mektir. Kudah (oklar), Arabların kumar oynarken kullandıkları tahta­dan yapılmış kumar aletlerine denilir. Üzerine kumar oynadıkları de­veye de meysir denilir. Çünkü bu deve parçalanır ve iştirakçilerden ka­zananlara dağıtılırdı.[8] Kumar devesini kesene, bu deveyi parçalara ayırdığı için yasir denirdi.

Meysir kelimesi, kolaylık anlamına gelen yüsr'âen türemiş de ola­bilir. Çünkü kumar meşakkatsiz ve kolayca elde edilen bir kazançtır. Meysir, cahiliye döneminde Arabların fal oklarıyla oynadıkları kumar­dır. Cahiliye döneminde bir adam diğer birisiyle karısı ve malı üzerine kumar oynayabilirdi. Hangisi kazanırsa diğerinin kansına ve malına sahip olurdu. İçerisinde kumar özelliği bulunan her şey meysirdir. İmam Mâlik kumarı iki kısma ayırır: Eğlenmek ve boşa vakit geçirmek için oynanan kumar. Tavla, santraç gibi boş vakit geçirmek için oyna­nan bütün oyunlar birinci kısma girer. Piyango ve diğer para karşılığın­da oynanan oyunlar da ikinci kısma girer.

İslâm kumarın her çeşidini haram kılmıştır. Çünkü kumar, kin ve düşmanlığa sebep olur, ayrıca da başkasının malını haksız yere yemek­tir. Kumar nefsi tenbelliğe alıştırarak terbiyeyi ve ahlâkı dejenere eder. Kuruntuya dayalı sebeplerden insanı rızık beklentisi içine sokar, tabii kazanç yollarında yararlı çalışmaları terketmeye sebep olduğu için ak­lı zayıflatır, medeniyetin temel direkleri olan ziraat, sanat ve ticaretin ihmaline sebep olur. Zenginlikten fakirliğe intikal ederek yuvaların aniden yıkılması da kumarın kötülüklerindendir. Zenginlik ve kudret sahibi olan nice büyük aile vardır ki, serveti bir kişinin elinde toplanır, o da bir gecede bu serveti kaybeder. Sabah zenginken akşam güçsüz bir fakir olur, alıştığı bolluk içerisindeki hayatı artık yaşayamaz.

 

Mağfiret İle Azabın Arasının Bağdaştırılması

 

SORU: Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan baş­kasını dilediği kimse için bağışlar.

Diğer bir âyette de şöyle buyurur:

Kim bir mü'mini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalaca­ğı cehennemdir.

Bu iki âyet arasında çelişki yok mudur?

CEVAP: Allah (c.c) Nisa sûresinin 48. âyetinde şöyle buyurur:

Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bunun dışın-dakileri dilediği kimse için bağışlar.

Aynı sûrenin 93. âyetinde de şöyle buyurur:

Kim bir mü'mini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalaca­ğı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.

Birinci âyet, Allah'ın (c.c) kendisine ortak koşan müşriği, bu inanç üzere öldüğü müddetçe asla affetmeyeceğini bize anlatır. el-Menâr tef­sirinde bunun hikmeti şöyle anlatılır:

Şirkin affedilme meşinin hikmeti şudur: Şüphesizki din sadece in­sanların nefislerini tezkiye, ruhlarını temizleme ve akıllarını yüceltmek için gelmiştir. Şirk, beşer aklının, düşüncesinin ve ruhu­nun düştüğü en alçak seviyedir. Beşeriyetin fertlerini ve toplum­ları dejenere eden bütün kötülükler ve pislikler ondan kaynaklanır. Çünkü şirk insanların içlerinden bazı fertleri veya kendilerinden aşağı bazı yaratıkları ya da kendi seviyelerindeki kimseleri kutsal­lık mertebesine yükseltmeleri, onların tabiat kanunları üzerinde etkili ve yetkili olduklarına, onları razı etmenin Allah'a itaatin ay­nısı veya bir bölümü olduğuna inanmaları sebebiyle onlara boyun eğmeleri ve itaat etmelerinden ibarettir. Bu kötü haslet, din ve dünya liderlerinin milletleri ve toplumları istibdat içerisinde so­rumsuzca idare etmelerinin ve onların nefislerinde, mallarında, iş­lerinde ve menfaatlerinde zâlim bir efendinin aciz bir köleye ta­sarruf etmesi gibi tasarruf etmelerinin sebebidir. Her türlü ahlâk­sızlığın, açıkça sergilenen kötülüklerin, alçaklığın, adilik ve dal­kavukluğun, yalancılık ve iki yüzlülüğün ve diğer fenalıkların te­melinde şirk ve putperestlik vardır.

Şirkin karşıtı olan tevhid, insanın, kim olursa olsun herhangi bir kişinin, göklerdeki ve yerdeki herhangi bir varlığın kölesi olmak­tan kurtarılması ve onun şerefli, onurlu ve özgür bir birey haline getirilmesinden ibarettir. Özgürleşen insan artık Allah'tan başka hiç kimseye kayıtsız şartsız boyun eğmez. O Allah ki, bütün var­lık alemi O'nun koyduğu kanunlara boyun eğmiştir. Bu kanunlar­la Allah, kainatta sebep ve sonuç ilişkisine bağlı bir düzen kur­muştur. Tevhid inancına sahip özgür insan da Allah'ın kainatta koyduğu bu kanunlara boyun eğer ve O'nun indirdiği adaletli şe­riata tabi olur.

"Kim kasıtlı olarak bir mümini öldürürse, onun cezası, içinde ebe­di kalacağı cehennemdir" ayetine gelince: Müfessirlerin pek çoğuna göre ebedi olarak kalmaktan maksat, uzun bir süre kalmaktır. Çünkü dilciler hulud lafzını, bir şeyin sonsuza dek devam edeceği anlamında kullanmamışlardır. Rağıb el-İsfehâni Müfredaîü'l-Kur'an isimli ese­rinde hulud kelimesinin, bir şeyin herhangi bir değişiklik ve bozulma­ya maruz kalmaksızın uzun bir müddet aynı şekilde kalması anlamına geldiğini söylemiştir. Adam öldürmenin helâl olduğuna inanarak cinayet işleyen kimse kâfir olur ve onu Allah affetmez. Ancak samimiyet­le tevbe eder ve Allah da tevbesini kabul ederse o başka.

 

Münafığın İzlediği Yol

 

SORU: "İnsanlardan kimisi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder..." diye başlayan âyetin anlamı nedir?

CEVAP: Allah Teâlâ Hac sûresinde geçen âyette şöyle buyurur:

İnsanlardan kimisi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder: kendisi­ne bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa yüzüstü döner (dinden çıkar). O, dünyayı da ahireti de kaybetmiştir. İşte apaçık ziyan budur. (Hac/11)

Bu âyetin Arablardan bir cemaat hakkında nazil olduğu rivayet edilir. Onlar Peygamber'in (s.a) yanma; Medine'ye gelmişler ve oraya yerleşmişlerdi. Dünyevi durumları düzelip de bolluk ve refaha kavuş­tukları zaman, sakinleşirler ve hallerinden memnun olurlardı. Başları­na bir bela ve musibet geldiği zaman da şeytan onlara vesvese verir ve şöyle derdi: "Bütün bu başınıza gelen kötülükler başka bir şeyden de­ğil, sadece bu dinden dolayı geldi." Bu vesvese neticesinde dinden dö­nerlerdi.

Bir görüşe göre de bu âyet, mûellefe-i kulûb'tan bir topluluk hak­kında inmiştir. Onlar şöyle demişlerdi: "Biz bu dine gireriz; iyilikle karşılaşırsak bu dinin hak olduğunu anlarız, başka şeylerle karşılaşır­sak batıl olduğunu anlarız."

Bu âyetin münafıkların karakterlerini tasvir ettiği gayet açıktır. Ayette geçen harf kelimesi taraf demektir. Yani bu münafık dinin or­tasında, kalbinde ve özünde olmaz. Çünkü o huzurlu ve istikrarlı değil­dir, ızdırap ve sıkıntı içindedir. Din, hem kalb ile hem de dil ile imana dayanır. Bu ikisi (kalb ve dil) dinin iki tarafı, iki yönüdür. Bu ikisinden biri diğerine uygunsa insanın dini mükemmel olur ve inancı tam olur. Dini sadece dili ile açıklar da içinde inkarı gizlerse onun için, Allah'a bir yönden ibadet ediyor, denilebilir. Buradaki harf kelimesinin şek, şüphe anlamına geldiği de söylenilmiştir.

Âyet-i kerime diyor ki:

Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de mu­sibete uğrarsa hemen yüzüstü döner.

Bu kişi ordunun arkasında duran korkak bir kimse gibidir; ordu bir ganimete nail olursa o hemen ganimete çullanır, bir güçlüğe maruz kalırsa korkarak oradan kaçar. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Bir güçlükle karşılaştığı zaman daha önceki küfrüne dönüverir, işte müna­fık budur; dünyası düzelirse ibadet üzere kalır/ dindar yaşamaya de­vam eder, dünyası bozulursa ve değişirse o da dönüverir. Sadece kese­sini doldururken ibadeti devam eder, bir sıkıntı ve darlığa düştüğü za­man dinini terkeder ve küfre döner.

Âyette geçen fitne kelimesi ile insan mizacına ağır gelen ve sıkın­tı veren şeyler kastedilmiştir. Yine ayette geçen inkalebe ala vechih ibaresi ile de diliyle daha önce söylediği şeyin aksini söylemesi kaste­dilmiştir.

Dünyayı kaybetmesi şeref ve onurunu yitirmesi, ganimete nail ol­maması ve kanının masum/korunur olmaktan çıkmasıdır. Ahireti kay­betmesi ise sevaptan mahrum bırakılması ve ceza ile karşılaşmasıdır. Bundan daha büyük kayıp olmaz. Bu apaçık bir ziyandır. Düşünen her­kes bu kaybı ve ziyanı açıkça görür. Allah muhafaza buyursun.

 

Kur'an'da Kıyamet Gününün Vasıfları

 

SORU: Meâric suresinin ilk dört âyetinin anlamı nedir?

CEVAP: Allah Teâlâ Meâric sûresinin başında şöyle buyurur:

Birisi, yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından inkarcı­lara gelecek olan ve hiç kimsenin savamıyacağı azabı istiyor. Me­lekler ve ruh (Cebrail), miktarı elli bin yıl süren bir günde O'na yükselir. (Meâric/1-4)

Ayette geçen seele kelimesi dua etti, çağırdı anlamına da gelir. Ya­ni o kimse azabı kendisine çağırıyor. Nitekim bir kimsenin başına bir kötülüğün, bir felaketin gelmesini temenni etmek, beddua kelimesiyle ifade edilir. Sanki bu âyetin anlamı şöyledir: Adam, kâfirlere azabın gelmesini istiyor. Bu azap kıyamet gününde kâfirlerin başına mutlaka gelecektir. Bunda hiçbir şüphe yoktur.

Müfessirler burada azabı isteyen kimsenin kim olduğu konusunda pek çok görüş rivayet etmişlerdir. Onun Nadr ibn el-Haris olduğu söy­lenilmiştir. Çünkü o şöyle demişti:

Allahım! Eğer bu kitap, gerçekten senin katından ise bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azap ver!

O ve Ukbe ibn Ebi Muayt Bedir savaşında öldürüldü. Bir görüşe göre de o Haris ibn Numan el-Fihri'dir. Ona, Hz. Peygamber'in (s.a) "Ben kimin mevlası (dostu) isem, Ali de onun mevlasıdır (dostudur)" sözü ulaşınca bu onun tuhafına gitti ve beğenmedi. Devesine bindi ve düz bir vadiye geldiği zaman devesini çöktürdü. Orada Hz. Peygam-ber'e (s.a) şöyle dedi: "Ey Muhammed! Allah'tan başka ilah olmadığı­na ve senin, Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmemizi istedin, bunu kabul ettik; malımızın zekatını vermemizi emrettin, kabul ettik; her se­ne Ramazan ayında oruç tutmamızı emrettin, kabul ettik; haccetmemi­zi emrettin, onu da kabul ettik; bütün bunlarla yetinmedin, sonunda amcanın oğlunu bize tercih ettin, bu senin kendi sözün mü, yoksa Al­lah'tan mı?" Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:

Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin olsunki bu, Al­lah'tan başkasının sözü değildir.

Bunun üzerine Haris şöyle diyerek geri döndü: "Allahım! Mu-hammed'in söylediği gerçekten doğru ise, katından bize taş yağdır ve­ya can yakıcı bir azap ver?" Haris bu sözü söyleyince tepesine bir taş düştü ve öldü, Bu konuda başka görüşler de vardır.

Ayette geçen minallahi zül meâricin ibaresinin anlamı şudur: Söz konusu azap, yükseklik, dereceler ve mertebelerin sahibi, her şeye gü­cü yeten, cezalandıran Allah'ın katından gelir. Zü'l-Meâric'in büyüklük ve yücelik sahibi anlamına geldiği de söylenir. "Melekler ve Cebrail ona yükselir" yani Allah'ın iyiliğine ve ikramına ulaşmak için melek­ler. Allah'ın kendileri için yarattığı yükselme derecelerinde yükselirler. Ruh ile kastedilen ise Cebrail'dir.

"Miktarı elli bin yıl süren bir günde" yani meleklerin yükseldiği bu mesafeyi başkaları yükselecek olsa çok uzun bir süre alır. "Elli bin sene" diye sayı belirtilmesinin sadece misal vermek için olduğu da söylenmiştir. Bu, bekleme yerindeki kıyamet sahnesinin uzunluğunu ve insanların orada karşılaşacakları sıkıntıları da ifade eder. Arablar sı­kıntılı günleri uzunlukla, sevinçli günleri de kısalıkla nitelendirirler.

Ebû Said el-Hudri bu günden bahsederken şöyle demiştir: "Ne ka­dar da uzun bir gün?" Fakat Rasûlulah (s.a) şöyle buyurdu:

Nefsim kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki bu gün (yani kıya­met günü), bir mü'min için dünyada iken kıldığı bir farz namaz sü­resi kadar hafif ve kısa olacaktır.

 

Kur'an'daki Hâfira Kelimesinin Anlamı

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şerifte geçen el-Hâfıra keli­mesinin ne anlama geldiği hususunda bilgi verir misiniz?

CEVAP: Hâfıra kelimesi birinci yaratılış anlamında kullanılır. Bu kelime Nâziat sûresinde geçer:

"Biz eski halimize mi döndürüleceğiz" derler. (Nâziat/10)

Yani ilk halimize, hayata mı döndürüleceğiz? Öldükten sonra tek­rar mı dirileceğiz? Hâfıra kelimesinin burada, onların kabirlerinin ka­zıldığı yeryüzü anlamına geldiği de söylenir. O takdirde mana şöyle olur: Biz hâfirada, yani kabirlerde olduğumuz halde (yeryüzüne) geri mı döndürüleceğiz? Arablar bir kimse geldiği yoldan geri döndüğü za­man "racea'ş-şeyhu ilâ hâfiratihi" derler.

Arablann sözlerinde geçen kelimelerden birisi de "en-nakdu fı'l-hafıra 'dır ki "bir alış-verişte alıcının ilk sözde parayı sayması anlamında" kullanılır. Bu kelime aslında at satışlarında kullanılır, yani "satılan at, bulunduğu yerden ayrılmadan parası ödenir" anlamında "la yezûlu hafiruhu" denilir.

Bunun aslı, atın Arablar nazarında en değerli mal olmasıdır. Onlar bu yüzden atı veresiye satmazlardı. Satıcı müşteriye şöyle derdi: "Be­deli tırnağının dibindedir." Yani pazarlık bitince parası derhal teslim olunmadıkça tırnağı durduğu yerden bir adım atmaz demektir. Veya bu sözü (en-nakdü fi'1-hâfira sözünü), at yarışlarında kullanırlardı ve şu manaya gelirdi: "Koşuda birinci gelen atın diğerlerinden önce tırnağı­nın son kazdığı çukurda/tırnağının dibinde hemen bahşişini vermek gerekir." Sonra bu tabiri başka şeyler için de kullandılar.

en-Nihaye fi Ğaribi'l-Hadis isimli eserde şöyle kayıtlıdır: Bir adam, Peygamber'e (s.a) samimi bir tevbenin nasıl olması gerektiğini sorar. Hz. Peygamber (s.a) bu soruya şöyle cevap verir:

Günahı işler işlemez pişmanlık duymandır ve hemen o esnada da pişmanlığınla birlikte Allah'tan af dilemen, sonra da bir daha o gü­naha hiç dönmemendir.

Hadiste inde'i-hâfira (hemen o esnada) ibaresi kullanılmıştır.

Bir görüşe göre Arablar ata çok değer verdikleri için onu ancak peşin parayla satarlardı ve "toynaklının (tırnaklarının) bedeli satış anında ödenir" anlamında "en-nakdu inde'l-hâfir" derlerdi.

"en-Nakdu inde'l-hâfir" diyen kimse buradaki hafir kelimesini dabbe (hayvan) anlamında kullandığı için tali olarak söylemiştir. Hâ-fir atın tırnağı demektir. Zâtu'l-hâfira ise tırnaklı demektir. Bu kelime çoğunlukla başında zât olmaksızın kullanılır ve zât'ı ima etmesi için sonuna bir müennes ta'sı getirilir ve hâfıra olur. Veya hâfira kelimesi kazmak anlamına gelen hufr'dan ismi faildir ve kazıcı demektir. Çünkü at, adımını yere şiddetli bastığı için bastığı yeri kazar.

Kelimenin aslı budur. Sonra bu kelime genişletildi ve nihayet her türlü öncelik anlamını ifade etmek için kullanıldı. "Önceki haline dön­dü" demek için, "hemen yaptı, öncelikli olarak yaptı" demek için de bu kelime kullanıldı. Yukarıdaki hadis; pişmanlıkta acele edilmesi ve istiğfarın günah işlenir işlenmez, geciktirilmeden yapılması anlamını ilıtiva eder. Çünkü nedamet ve istiğfarın geciktirilmesi günahta ısrar­dan sayılır.

 

Kur'an'da Münafıkların Tasviri

 

SORU: Şu âyet-i kerimenin tefsirini rica ediyorum:

Münafıklar sana geldiklerinde: "Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın peygamberisin" derler. Allah da bilir ki sen elbette O'nun pey­gamberisin. Allah münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir.

CEVAP: Bu âyet-i kerime el-Münafıkûn sûresinin başıdır. Medi­ne'deki münafıkların başı Abdullah ibn Ubey ibn Selül hakkında nazil olduğu rivayet edilir. Kendisi gibi kimselerle başbaşa kaldığı zaman İbn Ubey, Hz. Peygamber (s.a) hakkında ileri geri konuşur ve onu kö­tülerdi. Hz. Peygamberin ve müslümanların yanında ise müslüman gö­rünmeye çalışırdı. Münafıklığını örtbas etmek için yalan yere yemin­ler ederdi. Allah Teâlâ onun ve onun durumunda olanların iç yüzünü ortaya çıkardı ve rezil etti.

Münafık, içiyle dışı aynı olmayan ve inanmadığı şeyi inanıyormuş gibi konuşandır. Hz.'Peygamber (s.a) münafığın alametlerinden bir kısmını zikrederek şöyle buyurmuştur:

Münafığın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdi­ğinde yerine getirmez, kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet eder.

Başka bir hadiste şöyle buyurur:

Şu dört şey, kimde bulunursa halis münafık olur: -Bunlardan bi­risi kimde bulunursa, onu terkedinceye kadar kendisinde münafık­lıktan bir haslet bulunur- Konuşurken yalan söyler, söz verdiğin­de yerine getirmez, bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder ve mahkemelik olduğu zaman haktan ayrılır.

Huzeyfe el-Yemani'ye münafık hakkında sual sorulduğunda şöyle der: "İslâm'ı anlatan, fakat onunla amel etmeyendir".

Âyet-i kerimenin anlamı şöyledir: Ey Allah'ın Rasûlü! Hilebaz münafıklar senin yanında bulunduklarında dilleriyle "sen Allah'ın Ra-sûlüsün" derler, yalancılıkla ve hileyle bu sözlerinin doğru olduğuna yemin ederler ve bu yeminleriyle kendilerinin münafık olmayıp mü­min olduklarını göstermek isterler. Allah Teâlâ vakıaya mutabık gerçek bir ilimle senin peygamber olduğunu bilir ve buna şahitlik eder. O, şa­hitlerin en hayırlısıdır. Allah Teâlâ münafıkların, sözlerinin zahiren doğru da olsa iddialarında yalancı olduklarına, samimi olmadıklarına da şahitlik eder. Söyledikleri söz kendilerine nisbet edilmeden sadece içeriği yönünden değerlendirilmiş olsa gerçekten doğru bir sözdür, çünkü sen gerçekten Allah'ın Rasûlüsün. Fakat onlar bu gerçeğe iman ettiklerini iddia veya ima ederken yalan söylemekteler. Çünkü onlar bu gerçeği, gün ışığındaki güneşten daha açık bile olsa, iç dünyalarında kabul etmemekte ve yalanlamaktadırlar.

İbn Kesir'in âyeti tefsir ederken söylediği şudur:

Allah Teâlâ münafıklardan haber vererek, onların Peygamber'in ya­nına geldikleri zaman dilleriyle müslüman olduklarını ifade ettikle­rini, fakat işin iç yüzünün böyle değil, aksine bunun zıddı olduğu­nu söylemektedir. Bunun için Allah Teâlâ şöyle buyumaktadır:

Münafıklar sana geldiklerinde "Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın peygaberisin" derler. Yani senin yanında hazır oldukları zaman, senin yüzüne karşı böyle söylerler ve senin için bunu izhar eder­ler. Halbuki göründükleri gibi değildirler. Bunun için Allah bir parantez cümlesiyle onun Allah elçisi olduğunu haber verir: Al­lah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir. Yani sözlerin içeriği gerçek de olsa onlar haberini verdikleri konuda yalancıdırlar. Çünkü onlar söyledikleri şeyin sıhhatine ve doğru­luğuna inanmıyorlar. Bu sebeple Allah onlann inandıkları iddi­asını yalanlamıştır.

 

Kur'an'da Zeytin Ağacı

 

SORU: Şu âyetin anlamı nedir?

(O yağmurla) Tûr-i Sina'da yetişen bir ağaç daha meydana getir­dik ki, bu ağaç hem yağ, hem de yiyenlerin ekmeğine katık ede­cekleri (zeytin) verir.

CEVAP: Bu âyet, Mü'minûn sûresinin 20. ayetidir. Öncesinde de şu âyetler geçmektedir:

Andolsun ki üstünüzde yedi tabaka yarattık. Biz yarattığımızdan habersiz değiliz. Gökten suyu ölçülü indirdik de, onu yerde dur­durduk. Şüphesiz onu gidirmeye de elbet gücümüz yeter. Böylece onun (yağmurun) sayesinde sizin yararınıza hurma bahçeleri ve üzüm bağlan meydana getirdik. Bunlarda sizin için yemişler var­dır. Tûr-i Sina'da yetişen bir ağaç daha meydana getirdik ki, bu ağaç hem yağ, hem de yiyenlerin ekmeğine katık edecekleri (zey­tin) verir. (Mü'minun/17-20)

Allah Teâlâ bu âyetlerinde kullarına bir lütuf olarak verdiği nimet­lerini ve onlara yönelttiği iyiliklerini hatırlatmaktadır. Pek çok faydası olan zeytin ağacı da bu nimetlerden birisidir, "Tûr-i Sina'dan çıkan ağaç" ile kastedilen işte budur. Tûr-i Sina, diğer bir sûrede Tûr-i Sinin diye geçer: "Vettini vez-zeytûni ve Tûr-i Sinin..." tûr-i Sina Sina yarı­madasındaki bilinen dağdır. Bazı müfessirler bu dağda ağaç bulundu­ğu zaman Tur diye isimlendirildiğini, ağaç bulunmadığı zaman sadece cebel (dağ) denildiğini söylerler.

"Bu ağaç yağ verir" denilirken, ağacın zeytin vermesi, verdiği zeytinden de zeytinyağı çıkarılması kastedilmiştir, Bu zeytin, onu yi­yenlerin ekmek katığıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

Zeytini yiyin ve onunla yağlanın, çünkü o, bereketli bir ağaçtan elde edilir.

Zeytin yağı, rengi sarıya çalan saf ve hoş bir yağdır. Büyük ölçüde hazmı kolay yağlar ihtiva eder. Tereyağı ve kaymak yerine kullanılır.

Tıpta bir yumuşatıcı, yakıcı zehirlere karşı panzehir ve merhemlerin bir unsuru olarak kullanılır. Boyacılıkta, sabun yapımında, mensucat boya­masında kullanılan ticari çeşitleri de vardır. Doktorlar karaciğeri güç­lendirmek ve tedavi etmek için tavsiye ederler. Pek çok faydası vardır.

 

Tevrat'ı Yüklenenler

 

SORU: Aşağıdaki âyet-i kerimenin tefsirini yapmanızı istiyorum:

Tevratla yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir...

CEVAP: Allah Teâlâ Cuma sûresinde şöyle buyurur:

Tevratla yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetleri­ni yalanlamış olan kimselerin durumu ne kötüdür! Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez. (Cuma/5)

Bu yahudilerin Tevrat'la amel etmeyi terkettikleri zamanki du­rumlarına dair Allah'ın katından indirilmiştir ve Muhammad'in pey­gamberliğine inanmalarını emrettiği halde onlar buna inanmamakta­dırlar. Çünkü Hz. Muuhammad'in peygamberliği, Allah katından indi­rilen Tevrat'ta müjdelenmiştir. Sanki âyet şöyle demektedir: Tevrat'ı yüklenenler, yani onunla amel etmekle yükümlü olanlar -ki "hamalet" kefalet anlamına gelir, yani Allah onlara Tevrat'ın içindekileri uygula­malarını emretmişti- "sonra da bu yükümlülüklerini yerine getirme­yenler" yani Allah'ın emrine icabet etmeyenler, Tevrat'ın kendilerine emrettiği şeyleri uygulamayanlar, onun hakkını eda etmeyenler, onu hakkıyla yüklenmeyenler ve içindekilerle amel etmeyenler, "ciltlerce kitap taşıyan merkep gibidirler." Ayette geçen esfar, sifr kelimesinin çoğuludur. Sifr büyük kitap demektir, kök anlamı açmaktır, kitap da manayı açtığı ve açığa çıkardığı için bu ismi almıştır.

Allah Teâlâ onların yanlarında Tevrat'ın hükümlerini uygulama­maları halini, sırtında kitap taşıyıp da bu kitabı taşırken yorulmaktan başka kârı olmayan merkebin haline benzetmiştir. Yahudilerin kendi kitaplarından, isyanları ve inatçılıkları sebebiyle azaba müstehak ol­sunlar diye aleyhlerinde bu kitabın şahitlik etmesinden başka bir nasip­leri yoktur. Sonra Kur'an-ı Kerim bu benzeyişi kötülemiştir. Kur'an'ın inak şadı onların halini kötülemektir. Yani Allah'ın âyetlerini yalanla­yan bu milletin durumu ne kötüdür. Allah, rablerinin emrine karşı ge­len, O'nun peygamberlerini inkar eden zâlimler topluluğunu hidayete eriştirmez. Onlar hakkı gizlemeleri sebebiyle zalim oldular, isyan ve inkar etmeleri sebebiyle de (azabı hak edip) kendilerine zulmettiler.

Şöyle bir soru sorulabilir: Yüce Allah, inkarcı Yahudilerin duru­munu niçin merkeplerin durumuna benzetmeyi tercih etti? Bu soruya er-Râzî şöyle cevap veriyor:

Bu benzetmede diğer hayvanların arasından merkeplerin seçilme­sindeki hikmet nedir? Biz deriz ki bunun bir kaç türlü izahı vardır: Allah Teâlâ atı, katın ve merkebi binmek ve süs için yaratmıştır. Ziynet olma özelliği, binme ve yük taşıma özelliğine nisbetle atta daha çoktur ve daha açıktır. Bu durum katırda attan daha azdır, merkepte katırdan daha azdır. Katır bu konuda orta bir konumda­dır. O halde yük taşıma özelliğinin atlar, katırlar ve diğer hayvan­lara nisbetle merkeplerde daha açık ve daha galip olması gerekir.

Benzetmede merkebin seçilmesinin bir diğer sebebi cehalet ve ah­maklığı ortaya koymak içindir Bu da merkepte daha barizdir.

Bir diğer sebep de başkalarında olmayan zillet ve alçaklığın mer­kepte bulunmasıdır.

Bu makamda söylenen sözün maksadı onları kınamak ve küçüm­semektir. Bu noktada merkeplerin tercih edilmesi uygundur ve isabetlidir. Benzetmede merkeplerin seçilmesinin bir diğer izahı da şudur: kitapların merkeplere yüklenmesi daha kolay, daha el­verişli ve güvenlidir. Çünkü merkep uysal ve yumuşak başlı bir hayvandır. Ahmak bir çocuk bile kolayca ona hükmedebilir. Di­ğerlerine nisbetle merkebin zikredilmesini daha uygun kılan se­beplerden birisi de budur.

Lafızların ve lafızlar arasındaki münasebetin gözetilmesi kelâmın müştemilâtındandır. Esfar ve hımar lafızları arasında diğer haya-vanlarda olmayan lafzi bir münasebet vardır. Bu sebeple hımar (merkep) kelimesinin zikredilmesi daha uygundur.

Âyet-i kerimede Kur'an-ı Kerim'i ihmal etmemeleri, onun rehber­liğini unutmamaları ve onu uygulamaksızın ve rehber edinmeksizin sa­dece ezberlemek, okumak veya dinlemekle yetinmemeleri için müslü-manlara da dolaylı bir uyarı vardır. Bazı müfessirler bu benzetmenin, Kur'an'ın anlamını bildikleri halde onunla amel etmeyen ve sanki ona ihtiyacı yokmuş gibi ondan yüz çeviren kimselere de işaret ettiğini söy­lemişlerdir. Bunun için Meymun ibn Mehran dedi ki: "Ey ehl-i Kur'an, Kur'an sizin peşinize düşmeden (yani sizin cezanızı kesmeden) siz Kur'an'ın peşine düşün (ona tâbi olun)." Sonra şu âyeti okudu:

Tevratla yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetleri­ni yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.

Allah en ıyı bilendir.

 

İki Doğunun Ve İki Batının Rabbi

 

SORU: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Allah, iki doğunun ve iki batının rabbidir. Öyleyken rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

Dünyada iki tane doğu, iki tane batı mı vardır?

CEVAP: Allah Teâlâ Rahman sûresinde şöyle buyurur:

O, iki doğunun ve iki batının rabbidir. Öyleyse rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? (Rahman/17-18)

Müfessirler iki doğu ve iki batı konusunda pek çok görüş zikret­mişlerdir. Bir görüşe göre güneş yazın ve kışın ayrı ayrı yerlerden doğduğu için iki doğu; yazın ve kışın ayrı ayrı yerlerden battığı için iki ba­tı vardır. Mücahid, İkrime ve Katade'den rivayet edildiğine göre iki do­ğu, yaz ve kış mevsimlerinin doğulan, iki batı da yaz ve kış mevsim­lerinin iki batışıdır.

İmam er-Râzi bu tefsiri şu sözlerle açıklar:

"Senenin altı ayında her gün güneşin ayrı bir doğuş ve ayrı bir ba­tış noktası olmasına ve bunlar birbirinden farklı olmasına rağmen sadece yaz ve kış mevsimlerinin iki doğusuna ve iki batısına işa­ret edilmesinin hikmeti nedir?" denilecek olursa biz buna şöyle cevap veririz: Güneşin kışın indiği en son nokta ile yazın yüksel­diği en son noktaya işaret edilmesi, bu ikisi arasındaki bütün nok­taların anlaşılması için yeterlidir. Nitekim her şeyin mâliki ve sa­hibi olan Allah'ı tanıtırken: "Bütün doğu ve batı O'nundur" denil­diği vakit, (bunlar arasındaki bütün yönler de kastedilmiş olmak­tadır). En yüce sıfatlar Allah'a aittir. O, bütün meliklerden ve sul­tanlardan daha büyüktür ve uludur. Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyuruyor:

Doğu da batı da Allah'ın, nereye dönerseniz, Allah'ın yönü orası­dır. (Bakara/115)

Yine Bakara sûresinde şöyle buyurur:

De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır, O, dilediğini doğru yola ile­tir." (Bakara/142)

Her iki durumda da Allah doğru söylemiştir.

Bir görüşe göre de, iki doğu, güneşin doğusu ve ayın doğuşudur; iki batı, güneşin batısı ve ayın batışıdır. Bir başka görüşe göre iki do­ğu, fecrin doğuşu ve şafağın doğuşudur; iki batı, fecrin batışı ve şafa­ğın batışıdır. Bir diğer görüşe göre de iki doğu fecrin doğduğu yer ve güneşin doğduğu yerdir; iki batı ise fecrin kaybolduğu ve güneşin bat­tığı yerdir.

Alûsî, Tefsir'inde şöyle demektedir:

Müfessirlerin ekserisinin itimat ettikleri görüş şudur: İki doğu ve iki batı ile kastedilen, yaz mevsiminin doğusu ve kış mevsiminin doğusu; yaz mevsiminin batısı ve kış mevsiminin batışıdır. Bunun bir sonucu olarak da Allah'ın bu ikisi arasındaki bütün varlıkların rabbi olmasıdır.

Bu görüş el-Müntehab fi Tefsiri'l-Kur'ani'l-Kerim adlı eserde de tercih edilmiştir.

Uzmanlar buna şöyle bir şerh düşmüşlerdir: "Burada kastedilen güneşin ve ayın doğdukları yerle her ikisinin battıkları yer olabilir. Bu sebeple gece ve gündüz mucizesine de işaret edilmiş olabilir. Burada sadece güneşe işaret edilmiş olması da mümkündür ki güneş, şu yeryü­zü gezegenindeki hayatın direğidir: bu duruma göre de kastedilen kı­şın doğusu ve kışın batısı ile yazın doğusu ve yazın batışıdır. Nitekim münfessirlerin çoğu bu görüştedir.

Güneşin bu şekilde her mevsim farklı farklı yerlerden doğması­nın sebebi dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseniyle güneşin etrafın­daki döndüğü yörünge arasındaki 23,5 derecelik açıdır. Bu sebeple me­selâ kuzey yarım küre yaz mevsiminde güneşe doğru meyleder ve bu yüzden kuzey yarım kürede gündüzler uzar, geceler kısalır. Nihayet bu durum en son noktasına ulaşır ve güneş kuzey-doğunun en uzağından doğar ve kuzey-batınm en uzağından batar. Sonra durum, günden gü­ne tersine döner, nihayet sonbaharda gece ve gündüzün eşit olduğ es­nada güneş tam doğudan doğduğu ve tam batıdan battığı seviyeye ula­şır. Sonra kuzey yarım küre güneşten ayrılmaya başlar ve bu yüzden geceler uzar, gündüzler kısalır. Güneşin güneye doğru zahiri gerileme­si (günden güne) devam eder. Nihayet bu durum kışın doruğunda gü­neye doğru en uzak noktasına ulaşır (ve güneş güneydoğunun en uza­ğından doğar, güney batının da en uzağından batar).

"Sonra güneş günden güne kuzeye doğru geri çekilir, nihayet ilk­baharda gece ve gündüzün eşit olduğu esnada tam doğudan doğduğu ve tam batıdan battığı seviyeye ulaşır. Böylece devam eder gider.

"Bütün bunların aksi güney yarım kürede aynen gerçekleşir. Ayrı­ca bütün bu görüntüler, daha kuzeye ve daha güneye doğru yaklaştığı­mız zaman daha aşırı bir şekilde görünür.

"Şüphesiz bu mükemmel düzenlemede yeryüzündeki bütün canlı­ların menfaati vardır. Çünkü mevsimler ve iklimler bundan meydana gelir. Ekin ekme ve hasat dönemleri, insan, hayvan ve bitkilerin faali­yetlerindeki her türlü mevsimsel farklılıklar buna bağlıdır."

"İşte, yüzyıllar sonra bile bilimin Kur'an-ı Kerim'de verilen bilgi­lerle tam bir uyum içinde olduğu görülür. Bu da bize Hak Teâlâ'nın şu âyetini hatırlatır:

O'nun hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şâhid olması yetmez mi? (Fussilet/53)

Allah doğru söylemiştir.

 

Doğuların Ve Batıların Rabbi

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'de, Allah Teâlâ'nın sıfatları içinde O'nun doğuların ve batıların rabbi olduğu da zikredilir. Doğular ve batılarla ne kastedilmiştir?

CEVAP: Allah Teâlâ Sâffât sûresinde şöyle buyuruyor:

Andolsun ki tanrınız birdir; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulu­nanların rabbidir; doğuların ve batıların rabbidir. (Saffat/4-5)

Burdaki "doğuların rabbi" tabirinin anlamı, Allah doğusu olan her şeyin doğduğu yerlerin sahibidir, demektir. Kâdî Beydâvî, buradaki doğularla yıldızların doğduğu yerlerin veya güneşin sene içerisinde doğduğu yerlerin kasdedildiğini söyler. Onun söylediğine göre güneşin doğduğu yerlerin sayısı 360'tır. Güneş, her gün birinden doğar. Bu he­saba göre batılar da farklıdır, doğuların sayısı kadar da batılar vardır. Kısa kesmek için doğuları zikretmekle yetinmiştir. Çünkü doğuşlar Al­lah'ın kudretine daha çok delâlet eder ve daha çok nimete vesiledir.

Uzman bilim adamlarından bir grup bu âyet-i kerimede geçen meşârik (doğular) kelimesi üzerinde şu açıklamaları yapmışlardır:

"Allah Teâlâ yedi kat semayı, dünyayı ve bunların arasındaki muhte­lif gök cisimlerini ve yıldızları yaratandır. O, güneşin doğduğu ve şâ­ir yıldızların doğduğu yerler üzerinde egemen olan ve oralardaki her-şeyi görüp gözetendir. O, güneşi her gün doğu ufkunun bir önceki günden farklı bir noktasından ortaya çıkarandır. Bu, O'nun güneş sis­teminde yerleştirdiği kanunlar sebebiyle böyledir. Bu sistemde dünya kendi ekseni etrafında günde bir defa batıdan doğuya doğru bir tur ta­mamlar. Aynı esnada dünya, güneşin etrafındaki elips bir yörüngede seyreder.

"Dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşüyle birlikte yeryüzü sa­kinleri güneş ve yıldızların her gün farklı bir yerden doğduğunu gö­rürler. Gök kubbe üzerindeki yolculuğu esnasında dünyanın bulundu­ğu yer değiştikçe güneş de farklı farklı yerlerden doğar. Güneş, mart ayının sonlarından, yani gece ve gündüzün eşit olduğu andan itibaren kuzey yarım küreden düzenli olarak gözetlenmiş olsa onun (her gün) doğu ufkundaki (ayrı) bir noktadan doğduğu görülür. Günler geçtik­çe gözlemci, güneşin doğduğu noktaların kuzeye doğru yaklaştığını görür.

"Nihayet haziran sonlarında güneş kuzeye yakın en son doğacağı noktadan doğmuş olur. Güneşin bundan sonra aynı değişikliği takibe-derek geri döndüğü görülür. Nihayet eylül sonlarında, yani sonbaharda gece ve gündüzün eşit olduğu esnada güneşin, ilkbaharda gece ve gün­düzün eşit olduğu esnadaki doğduğu yerden doğduğu görülür. Sonra (doğuş noktaları) devamlı olarak güneye doğru hareket eder. Nihayet aralık ayı sonlarında güneş, güneye yakın en son doğacağı noktadan doğmuş olur. Sonra zahiri olarak kuzeye doğru tekrar geri dönüş baş­lar ve nihayet ilkbaharda gece ve gündüzün eşit olduğu esnada dünya­nın güneş etrafındaki bir turu tamamlanmış olur.

"Bütün bunlar 365 gün 6 saatlik bir süreyi alır. Dünyanın gök kub­bedeki seyri esnasında yıldızların da doğu ufkunun farklı yerlerinden doğdukları gözlenir. Bu durum, özellikle güneşin yıl içerisinde uğradı­ğı oniki burcun yıldızlarından daha belirgindir."

Allah Teâlâ Meâric sûresinde şöyle buyurmaktadır:

Doğuların ve batıların rabbine yemin ederim ki, onların yerine da­ha iyilerini getirmeye bizim gücümüz yeter ve kimse de önümüze geçemez. (Meâric/40-41)

Buradaki doğular ve batılarla neyin kastedildiği konusunda da müfessirlerin pek çok görüşü vardır: Bir görüşe göre güneşin doğduğu ve battığı yerlerdir. Bir görüşe göre senenin her gününün doğusu ve ba­tışıdır. Bir başka görüşe göre her bir yıldızın doğduğu ve battığı yerdir. Bir görüşe göre de doğu ile kastedilen her bir peygamberin davetinin zuhur etmesi, batı ile kastedilen ise o peygamberin kuvvetidir. Bir di­ğer görüşe göre ise doğularla hidayet nevileri, batılarla da başarısızlık nevileri kastedilmiştir.

Uzman bilginler bu âyet hakkında açıklama yapmışlar ve özetle şöyle demişlerdir: "Doğular ve batılarla, Allah Teâlâ'mn sınırsız ge­nişlikteki mülkünün (çeşitli) bölgeleri kastedilmiş olabilir. Yine güne­şin, ayın ve bütün yıldızlar ve gezegenlerin doğulan ve batıları da kas­tedilmiş olabilir. Çünkü bunların hepsi yine Allah'ın mülküne delâlet ederler.

"Gök cisimlerinin doğuyor ve batıyor görünmeleri, dünyanın ken­di ekseni etrafında batıdan doğuya doğru dönmesinden kaynaklanır. Bundan dolayı bu cisimler bize, gök kubbede bu yönelişin aksi istika­mette hareket ediyorlar, doğu ufkunun üzerinden doğuyorlar ve batı uf­kundan batıyorlar, ya da en azından mesela kuzey yarım kürede kutup yıldızının etrafında doğudan batıya doğru dönüyorlar gibi görünürler.

"Bir yıldızın kutba olan uzaklığı, gözlemcinin bulunduğu enleme olan uzaklığından daha az olduğu zaman o yıldız doğmaz ve batmaz, aksine kuzey kutbu etrafında küçük bir daire çiziyor görünür. Bununla ayet, aynı şekilde gece saatlerine de işaret eder. Öyleyse doğuş ve ba­tışın görünmesi yerkürenin dönüşüne de işarettir ki bu dönüş, Allah'ın dünya üzerindeki canlılara bahşettiği en büyük nimetlerdendir. Çünkü dünya kendi ekseni etrafında dönmemiş olsaydı, senenin yarısında dünyanın yarısı güneş ışığını görür, diğer yarısı ise bu ışıktan tamamen mahrum kalırdı. Böyle bir durumda ise hayat, bildiğimiz ve alışık ol­duğumuz düzen içerisinde devam edemezdi.

"Doğuların ve batıların, diğer yıldızlar ve gezegenler değil de sa­dece güneşin idaresi ile ilgili olarak zikredildiğini söylesek bile, bu da­hi yeryüzündeki doğuların ve batıların her gün; hatta her lahza sonsuz bir şekilde değiştiğine işaret eder, çünkü güneş her an bir noktada bat­maktadır, buna mukabil diğer bir nokta da doğmaktadır. Bu Yüce Al­lah'ın mükemmel idaresinin ve eşsiz kudretinin nümûnesidir."

Dikkat edin!

Allah'ın kudreti ne büyüktür, egemenliği ne yücedir! Gerçekten O, her şeye kadirdir.

 

İlk Sahifeler

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'de "ilk sahifeler" tabiri geçer. Bu sahifeler nedir ve bunların içinde ne vardır?

CEVAP: Allah Teâlâ Tâhâ sûresinde şöyle buyurur:

Onlara önceki sahifelerde bulunanların belgesi gelmedi mi? (Tâ-hâ/133)

A'lâ sûresinde ise şöyle buyurur:

Doğrusu bu hükümler ilk sahifelerde, İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde de vardır. (A'la/18-19)

Necm sûresinde de şöyle buyurulur: Yoksa Musa'nın ve sözünü yerine getiren İbrahim'in sahifelerinde olanlar kendisine bildirilmedi mi (Necm/36-37) Tâha süresindeki âyetin tamamı şöyledir:

"Rabbinden bize bir mucize getirseydi ya" derler. Onlara Önceki sahifelerde bulunanların belgesi gelmedi mi?

Bu âyetin tefsirinde İbn Cerir et-Taberî şöyle der:

Allah Teâlâ buyuruyor ki: Bundan önceki âyetlerde nitelikleri an­latılan bu müşrikler: "Tıpkı Salih'in kavmine dişi deveyi getirdiği,

İsa'nın ölüleri dirilttiği, körleri ve alacaları iyileştirdiği gibi Mu-hammed de rabbinden bize bir mucize getirmeli değil miydi?" de­diler. Allah Teâlâ der ki: Bu kitaptan önceki kitaplardaki -mucize­ler isteyip de mucizeler geldiği zaman bunları inkar eden ve bu yüzden helak ettiğimiz geçmiş milletlerin haberlerine dair- belge­ler onlara da gelmedi mi? Onları nasıl derhal cezalandırdık, inkar­ları sebebiyle azabımızı nasıl indirdik?! Onlara da mucize gelip, kendi durumlarının onların durumu gibi olmasından kendilerini güvenceye alacak şey nedir?

İbn Kesir buradaki sahifeler^ Tevrat ve İncil'in kastedildiğini ifa­de eden bir rivayetle, bu sahifelerin kendi ülkelerinde yaşayan geçmiş milletlerin kitapları olduğunu söyleyen bir diğer rivayet nakletmiştir.

A'lâ sûresinde sözü edilen ilk sahifelere gelince bunlar yine Kur'an'm ifadesiyle Hz. İbrahim ve Hz. Musa'nın sahifeleridir. Çünkü Kur'an diyor ki: "Şüphesiz bu hükümler ilk sahifelerde, Musa'nın ve İbrahim'in sahifelerinde vardır." Yani bu sûrede veya Kur'an'da zikre­dilen şeylerin özü ve manası, Allah'ın İbrahim'e ve Musa'ya indirdiği hakikatler değişikliğe uğramadan önceki kitaplarda da mevcuttur. Kur'an'daki lafızların aynen ilk sahifelerde de bulunduğu kastedilmiş değildir. Kurtubî'nin de dediği gibi sadece mana olarak mevcuttur. Ya­ni bu sözün manası o sahifelerde geçmiştir.

el-Acurrî, Ebû Zerr'in (r.a) Rasûlullah'a (s.a) gelerek: "Ey Allah'ın Resulü! İbrahim'in sahifelerinde ne var idi?" diye sorduğunu ve Rasû-lullah'ın şöyle cevap verdiğini rivayet etti:

Bunların hepsi emsal idi. Mesela şöyle deniliyordu: "Ey zorba, mübtelâ ve mağrur melik! Ben seni dünyayı birbirine yığasın di­ye göndermedim. Fakat mazlumun bedduasına meydan vermeye-sin diye gönderdim. Çünkü ben, mazlumun duasını kâfir de olsa geri çevirmem."

O sahifelerde şu darb-ı meseller de vardı. Akıllı bir kimsenin şu üç şey için vakit ayırması gerekir: Rabbine dua ve münacaatta bu­lunduğu vakit, nefsini hesaba çektiği vakit -ki bu esnada Allah'ın kendisine yaptığı iyilikleri de düşünür- ve rızkını temin etmek için ayıracağı vakit. Akıllı bir kimse sadece şu üç şeyle meşgul ol­malıdır: Ahiret hazırlığı, yaşayışını sürdüreceği mal ve meta temi­ni ve meşru zevkler. Yine akıllı bir kimsenin zamanını gözetmesi, işine gücüne yönelmesi ve diline sahip olması gerekir. Çünkü ke­lamını amelinden sayan kimse az konuşur. Sadece gerekli ve fay­dalı olduğunda konuşur.

Ebû Zerr daha sonra Rasûlullah'a (s.a) şöyle dedi: "Yâ Rasûlullah! Musa'nın sahifelerinde ne var idi?" Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verdi:

Hepsi ibret idi: Şaşarım, öleceğini yakinen bildiği halde sevinene, kadere yakinen inandığı halde kendisini yorup tüketene, dünyayı ve dünya sakinlerinin devamlı değiştiğini görüp de dünyaya gönül bağlayana ve yarınki hesaba inanıp da amel etmeyene.

Ebû Zerr Hz. Peygamber'e (s.a) tekrar sordu: "Ey Allah'ın Rasû-lü! İbrahim ve Musa'nın sahifelerindekilerden sana bir şey indirildi mi?" Rasûlulları (s.a) şöyle cevap verdi:

Evet Ebû Zer! Şunları oku:

Doğrusu felaha ermiştir: Temizlenen, rabbinin adını anıp namaz kılan. Fakat siz dünyayı tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha ha­yırlı ve daha kalıcıdır. Kuşkusuz bu ilk sahifelerde vardır; İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde. (A'la/14-19)

İmam er-Râzi şöyle kaydediyor: Ebû Zer, Rasûlullah'a (s.a): "Al­lah kaç tane kitap indirdi" diye sordu. Peygamber şöyle cevap verdi: "Yüzdört kitap: Âdem'e on sahife, Şife elli sahife, İdris'e otuz sahife, İbrahim'e on sahife ve Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan (Kur'ân)."

Allah Teâlâ en iyi bilendir.

 

Kur'an'da Kevser

 

SORU: "Şüphesiz ki biz sana kevser'i verdik" âyetindeki kevser ile ne kastedilmiştir?

CEVAP: Allah Teâlâ, elçisi Muhammed'e (s.a) hitaben şöyle bu­yurur:

Şüphesiz ki biz sana kevser'i verdik. Öyleyse rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Muhakkak ki sonu kesik olan, sana buğzeden-dir. (Kevser/1-3)

Kevser kelimesi kök itibariyle çokluğa delalet eder. Ayrıca bol hayra/iyiliğe de kevser denilir. Bazı hadis-i şeriflerde kevser'in cennet­te bir ırmak olduğu ifade edilmiştir. Nitekim İmam Buharî Rasûlul-lah'ın (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Göklere yükseltildiğim zaman bir ırmağa götürüldüm ki iki tara­fında içi boş inciden kubbeler vardı. Cebrail'e "bu nedir?" diye sordum. O da: "İşte bu kevser'dir" dedi.

Rivayet edildiğine göre onun toprağı misk'ten daha güzel, suyu baldan tatlı ve kardan beyazdır.

Âlimler bu nehrin kevser diye isimlendirilmesinin sebebini şöyle açıklamışlardır: Bu nehir kevser diye isimlendirilmiştir, çünkü cennet nehirlerinin suyu ve meziyetleri çoktur. Veya cennet nehirleri kevser ırmağından çıktığı için bu ismi almıştır. Rivayet olunduğuna göre cen­nette hiç bir bahçe yoktur ki içinde kevser'den akan bir ırmak bulun­muş olmasın. Veya bu ırmaktan çok sayıda kişi içtiği için ya da onda pek çok fayda olduğu için bu isimle isimlendirilmiştir.

Kevser kelimesi kök manası itibariyle pek çok hayra delalet ettiği ve hayrın da pek çok çeşidi olduğu kevserle neyin kastedildiği konu­sunda çok sayıda görüş ortaya çıkmış olabilir.

Bir görüşe göre kevser kıyamet günü cennette etrafına toplanılan bir havuzdur.

Bir başka görüşe göre kevserle, büyük ve genel hayırları ihtiva eden Kur'an kastedilmiştir.

Bir diğer görüşe göre kevser dünya ve ahirette saadete ulaştıran İs­lâm dinidir.

Bir görüşe göre peygamberliktir, çünkü peygamberlik Allah'tan peygamberine büyük bir lütuftur ve insanlar için de büyük bir nimettir.

Bir başka görüşe göre ümmetin bilginleridir. Çünkü onlar ümme­ti hayra/iyiliğe ve itaate sevkederler.

Bir diğer görüşe göre kevserle Hz. Peygamber'e uyanların çoklu­ğu kasdedilmiştir, çünkü Peygamber (s.a) kendisine uyan ve itaat eden kimselerin çokluğuyla iftihar edecektir.

Bir görüşe göre Kur'an'ın "Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzere­sin" diye buyurduğu güzel ahlâktır.

Bir diğer görüşe göre kevser, Peygamberin temiz neslidir. Bir başka görüşe göre Peygamberin şefaatidir. Bunların dışında başka görüşler de vardır.

Burada kevser kelimesinin genel anlamı içinde bu görüşlerin hepsini anlamamıza engel hiçbir şey yoktur. Çünkü kevser kelimesi­nin kök manası pek çok hayır demektir. Madem ki hayrın da pek çok çeşidi ve bölümü vardır, o halde yukarıdaki görüşlerden her birinin bu haynn çeşitlerinden birisi olarak zikredilmesine mâni hiç bir şey yoktur.

 

Zakkum Ağacı

 

SORU: Zakkum ağacı nasıl bir şeydir? Bazı insanların onun mey­vesini ilaç olarak kullandıkları doğru mudur?

CEVAP: Zakkum ağacı, Kur'an'da lanetlenmiş bir ağaçtır. -Allah onun kötülüğünden bizi korusun ve onun yurdundan (cehennemden) bizi uzak kılsın- Onun hakkında Peygamber'e (s.a) hitaben Kur'an-ı Kerim şöyle demektedir:

Sana gösterdiğimiz rüya ile, Kur'an'da lanetlenmiş ağaçla sadece insanları denedik. (İsra/60)

Yani Zakkum ağacını Allah, mü'minle kâfiri ayırtetmek için imti­han maksadıyla yaratmıştır.

Kur'an'daki ifadenin zahiri, bunun tadı bozuk ve kokusu fena ve çok sert bir ağaç olduğuna işaret eder. Onun cehennemin dibinde bitti­ği, dallarının cehennemin tabakalarına kadar yükseldiği, meyvelerinin sanki şeytan başı gibi korkunç olduğu rivayet edilmiştir. Bunun için Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

O cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytanbaşı gibidir. (Sâffat/64-65)

Kâfirlerin (cehennemdeki) yiyecekleri bu ağaçtandır. Çünkü Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

Şüphesiz Zakkum ağacı günahkarların yemeğidir. O, karınlarda erimiş maden gibi, suyun kaynaması gibi kaynar. (Duhan/43-46)

Kur'an-ı Kerim şu yalancı sapıkların karınlarını bu ağaçtan doyu­racaklarına işaret ediyor. Çünkü onlar başka bir yiyecek bulamayacak­lar, açlık onları iyice sıkıntıya düşürecek veya cehennem zebanileri on­ları bu ağaçtan yemeye zorlayacaklar. Karınlarım bununla doldurduk­larında açlıkları ve susuzlukları şiddetlenecek, ne olursa olsun bir içe­ceğin özlemini çekecekler, fakat sıcak sudan başka bir şey bulamaya­caklar. Hem de fokur fokur kaynayan bir su... Susuzluktan kavrulmuş develer gibi o kaynar sudan içecekler. İstiska hastalığına yakalanmış develer gibi... Bu hastalığa yakalanmış develer içtikçe içerler, sonun­da ya ölürler, ya da şiddetli hastalanırlar. Bu ağaç, lanetlenmiş ağaç olarak tanıtılır. Çünkü lanetlenmiş ve Allah'ın rahmetinden kovulmuş bir topluluk içindir.

Allah Teâlâ, Vakıa sûresinde şöyle buyurur:

Sonra, siz ey sapıklar, yalanlayıcılar! Elbette bir ağaçtan, Zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız. Onun üzerine kaynar su içeceksiniz. Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur! (Vâkıa/51-56)

Bu ağaçla insanların denenmesine gelince onun izahı da şudur: Kur'an-ı Kerim, cehennemde Zakkum isimli bir ağacın olduğunu ha­ber verdiği zaman müşrikler bunu alaya aldılar ve dediler ki: "Ateş ağaçlan yaktığı halde cehennemde ağaç yetişmesi nasıl düşünülebi­lir?" Bu sapıklar, ateşi yaratan ve ona yakma özelliğini veren Allah'ın, dilediği zaman ondaki bu kuvveti alabileceğini, yeşil bir ağaçtan ate­şi çıkartan Allah'ın cehennemde de ağaç çıkartabileceğini ve O'nun her şeye gücünün yettiğini herhalde unuttular. Koca kâfir Ebu Cehil bundan sonra Hz. Peygamber (s.a) hakkında nasıl şöyle söyler: Sizin arkadaşınız ateşin içinde ağaç olduğunu iddia ediyor, halbuki ateş ağacı yer, bitirir. Lât ve Uzza'ya yemin ederiz ki bu Zakkum dediği şey hurma ve üzümden başka bir şey değildir! (Böyle mi söylüyorsu­nuz), öyleyse zıkkımlanın ondan, karnınız doluncaya kadar yeyin ba­kalım?! Dikkat edin bu sefil istihzaya verilen cevabın bir kısmını şu âyette buluyoruz:

O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytan ba­şı gibidir.

Bazı insanların Zakkum ağacını ilaç olarak kullandıkları sözüne gelince bunun cehennemdeki Zakkum ağacı olduğu düşünülemez. Bel­ki dünyada da aynı ismi taşıyan bir ağaç vardır. Fakat bu, Allah'ın bizi sakındırdığı cehennemdeki ağaç değildir. Beydâvi Tefsirinde, Tiha-me'de, küçük yapraklı, acı ve pis kokulu, Kur'an'daki gibi Zakkum isimli bir ağacın bulunduğu haber verilmektedir. Ancak bu, her ikisinin de aynı cins olduğunu göstermez.

 

İrem Zâti'l-Imad

 

SORU: Allah'ın yüce Kitabında "Hiçbir memlekette benzeri bulun­mayan sütunlara sahip İrem şehri" diye sözünü ettiği şehir nerededir? Arkeologlar vasıtasıyla onun kalıntılarını ortaya çıkarmak mümkün-müdür?

CEVAP: Allah Teâlâ Fecr sûresinde şöyle buyurur:

Ey Muhammedi Rabbinin hiçbir memlekette benzeri bulunmayan sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad kavmine ne ettiğini gör­medin mi? (Fecr/6-8)

Ayette geçen zâtul-ımad kelimesi uzunluk sahibi demektir. Çün­kü ' u beldenin halkı uzun boylu idi. Bir görüşe göre de yüksek bina­lara sahiptiler. Bir görüşe göre bu kelime sütunlar sahibi manasına ge­lir. Otlak aramaya giderler, sonra evlerine dönerlerdi. Çadırlarda yaşa­yanlara da ehl-i ımâd denilir.

İbn Cerir et-Taberi dedi ki: "İrem, Ad kavminin yaşadığı beldenin veya Ad kavmine ait bir kabilenin adıdır. Rivayet olunduğuna göre Âd, Ad ibn Avs ibn Sam ibn Nuh'tur. Hûd peygamberin kavmi olan Ad kav­mi şehirlerini, Hadramevt ile Yemen beldelerinden San'a arasında Arab yarımadasında Ahkaf denilen yerde inşa ettiler. Sütunlu şehrin ta­rihten silinip yok olduğu ve artık bugün bilinmediği söylenir. Halbuki çok büyük ve muazzam bir şehir idi. Bu şehri inşa edenin çok zorba bir hükümdar olan Şeddad ibn Ad olduğunu söyleyenler vardır." Belki de şu âyette buna da işaret vardır:

Hiçbir beldede benzeri yaratılmamış...

Yani şiddet, kuvvet ve zulüm yönünden onun benzeri yoktur de­mektir.

Yakut el-Hamevi Mu'cemû'l-Büîdân isimli eserinde bu şehrin ku­ruluşu hakkında ilginç bir hikaye anlatır. Özeti şudur: "Zalim Şeddad cenneti ve Allah'ın kendisine dost olanlar için cennette hazırladığı al­tın ve gümüş sarayları, altından ırmaklar akan evleri ve kat kat odaları işittiği zaman ileri gelen adamlarına dedi ki: "Yeryüzünde öyle bir şe­hir kuracağım ki cennet gibi olacak." Binlerce yardımcıyı ve valileri topladı, onlara Yemen topraklarında çok geniş ve boş bir arazi araştı­rıp bulmalarını emretti. Bu yerin toprağı çok güzel olmalıydı. Kurmak istediği şehrin yaklaşık olarak resmini çizdi. Ğanem ibn Ulvan, Dah-hak ibn Ulvan ve Velid ibn Rayyan isimli üç valisine ülkedeki bütün altınları, gümüşleri ve mücevherleri toplamalarını emretti. Bu mücev­herlerden dağlar gibi topladılar. Sonra şehri inşa etmeye başladı.

"Duvarlarını yakutlar ve incilerle süsledi. Orada oda üstüne ola-dar yaptı (kat kat binalar dikti). Sonra şehrin altında bir vadi hazırlattı. Yerin altından kırk fersah uzunluğunda büyük bir kanal geçirdi. Sonra bu kanaldan sokaklara ve caddelere insanların içmesi için tali kanallar açtırdı. Şehrin uzunluğunu on iki fersah yaptı. Genişliği de bir o kadar­dı. Etrafına yüksek bir sur çevirdi. Şehrin içinde üçyüz bin tane köşk bina ettirdi. Bunların ortasında kendisi için muazzam ve görkemli bir köşk inşa ettirdi. Onun köşkü diğer bütün köşklere tepeden bakıyordu. Şehrin etrafına askerlerini yerleştirdiği ordugahlar kurdu.

"Allah Teâlâ onu imihan etmek istedi. Ona elçisi Hûd'u (a.s) gön­derdi. Hûd (a.s) onu Allah'ın yoluna çağırdı. Hûd (a.s), Şeddad'm kav-mindendi ve kavminin eşrafındandı. Fakat Şeddad Allah'ı inkar etti. Zorbalık ve taşkınlıkta ısrar etti. Hûd onu azap ile uyardı, tehdit etti ve mülkünün helakine dair onu ikaz etti. Fakat Şeddad küfür ve isyanın­dan vazgeçmedi, Hûd'un (a.s) çağrısına kulak vermedi. Bu esnada şeh­rin inşası ile görevli olanlar geldiler ve şehrin tamamlandığını, açılış için kendisini beklediklerini haber verdiler. Şeddad, üçyüz bir yanda-şıyla birlikte şehre doğru yürüdü. Nihayet onlarla birlikte şehre yaklaş­tığı sırada Allah Teâlâ onların üzerine korkunç bir çığlık gönderdi ve bu çığlık onların hepsini helak etti. Şehir yerin dibine battı ve bundan sonra oraya hiç kimse girmedi."

İşin tuhafı, kıssayla ilgili benim de hatırlamadığım ayrıntıyı uzun uzun anlattıktan sonra bu bilgilerin Ahbaru'l-Kassas el-Münemmika ve Evdâuhe'l-Müzevveka isimli eserden olduğunun zannedildiğine işa­ret etmiştir.

Rivayet olunduğuna göre bundan sonra bü şehre hiç kimse girme­di. Sadece Muaviye zamanında Abdullah ibn Kılabe isimli bir şahıs girdi. Yine rivayet olunduğuna göre bir araştırmacı Şeddat ibn Ad'ın Hadramevt'te defnedildiği çukurda tökezleyince dağda kazılmış sürp­riz bir beyitle karşılaştı. Levhada şunlar yazılı idi:[9]

İbret al ey uzun ömrüne aldanan kişi! Ben Abd ibn Şeddat, nerde var onun bir eşi? Güçlü kuvvetliydi oldu topluma egemen Herkes ona boyun eğdi korkudan tehditten Nihayet geldi Hûd, bizler dalalette iken Gelin, dedi, varsa nasibiniz hidayetten İsyan ettik, dedi: Niçin sakınmazsınız hiç? Bir çığlık geldi uzaktan, yaptı bizi birer hiç.

Bilim adamları ve arkeologların, bu şehrin inşa edildiği rivayet olunann bölgede şehrin kalıntılarını araştırmaları ve kazı çalışmalan yapmaları için herhangi bir engel yoktur. Şayet bu kalıntılardan bir şey bulunacak olursa, Kur'an kıssalarının işaret ettiği eski çağlara ait tari­hin bir kesitini tanımada yardımcı bir bulgu elde edilmiş olacaktır. Al­lah, hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.

 

Bir Ayetin İ'rabı

 

SORU: Allah Teâlâ Tevbe sûresinde şöyle buyurur:

En büyük hac gününde Allah ve Rasûlünden insanlara bir bildiri­dir: Allah ve Rasûlü müşriklerden uzaktır. (Tevbe/3)

Benim sormak istediğim şey ayetteki ikinci rasûlüh kelimesinin irabıdır. Bu kelime Kur'an'da dammeli (ötre) olarak yazılmış, fakat ben bu kelimenin lafzatullah'a matuf olduğu için mansub (üstünlü) ol­ması gerektiğine inanıyorum. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

CEVAP: Ayette geçen Rasûlüh kelimesi yedi kıraatte de merfu'dur (ötrelidir). Bu kelime mübteda olmak üzere merfu kılınmıştır. Haberi mahfuzdur. Takdiri şöyledir: Rasûlü de aynı şekilde müşriklerden uzaktır (Ve Resûluhu beriun mine'l-müşrikine kezâlik). Beriun kelime­si ona işaret ettiği için ikinci defa söylenmemiş hazfedilmiş tir.

Rasûlüh kelimesini, beriun kelimesindeki müstetir (gizli) zamire atfederek merfu kılmak da caizdir. Bu zamir beriun kelimesinin zamiri olmak üzere mahallen merfu'dur. Çünkü fiilin kuvvetinde bir vasıf­tır. Bunun takdiri de şöyledir: "Şüphesiz Allah müşriklerden uzaktır, Rasûlüde..."

Bazı nahivciler, Rasûluh kelimesinin, enne'nin isminin mahalline atfederek merfu olduğunu söylemişlerdir. Zira enne'nin ismi aslen mübtedadır ve merfudur.

Burada bir de Rasûluh diye okuyan şaz bir kıraat vardır. Bunlar Rasûleh kelimesini lafzatuUah'a atfederek veya mef'ulü meah yaparak mansup okurlar. Bu kelimenin mecrur okunması ise kabul edilemez. Rivayet olunduğuna göre bir bedevi, Rasûluh kelimesini Rasûlih diye esreli telaffuz eden bir okuyucuyu dinler. Bunun üzerine bedevi: "Eğer Allah, Peygamberinden beri (uzak) ise Peygamber'den ben de beriyim" der. Okuyucu onun bu tefsirine öfkelenir. Bedeviyi tuttuğu gibi Hz. Ömer'in yanına götürür. Hz. Ömer hadiseyi işitince Kur'an'ın kıraati­nin tahrifinden korkar ve bunun için nahiv kurallarının tesbit edilmesi­ni emreder.

 

Kur'an'da Göklerin İnşası

 

SORU: Allah Teâlâ Nebe sûresinde şöyle buyurur: Üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik.

Buradaki bina, anladığımız maddî manada bir bina mıdır? Eğer durum böyle ise Sovyet ve Amerikan uzay gemileri nasıl oluyor da ayın yüzeyine defalarca iniş yapabiliyorlar. Halbuki söylenildiğine gö­re ay yedinci kat gökte imiş?

CEVAP: Kur'an-ı Kerim'de göklerin bina edilmesi konusu bir kaç yerde tekrarlanmıştır. Bakara sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

O, yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir bina kıldı. (Bakara/22)

Gafir sûresinde şöyle buyurmaktadır:

Sizin için yeri durak, göğü bina eden Allah'tır, (öafir/64)

Kaf sûresinde şöyle buyurur:

Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz, bakmazlar mı? (Kâf/6)

Zâriyat sûresinde şöyle buyurur:

Göğü, gücümüzle biz kurduk: Şüphesiz biz geniş kudret sahibiyiz. (Zâriyat/47)

Nâziât sûresinde şöyle buyurur:

Ey inkarcılar! Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu Allah bina etmiştir. (Nâziat/27)

Şems sûresinde şöyle buyurur:

Göğe ve onu bina edene... andolsun... (Şems/5)

O halde sema, yani gök nedir? Göğün bina edilmesinden ne kas­tedilmiştir? Arab dilcileri diyorlar ki yüksek olan ve yükselen her şey sema diye ifade edilir. Bundan da anlaşılıyor ki gök, yeryüzünün üze­rinde yükseldiği için semâ diye isimlendirilmiştir. Bir şeyin üstünde olan herşey altındakinin semasıdır ve senin üstündeki her şey semâ'dır. Bizim üstümüzdeki âlemin tamamına semâ/gök diyebiliriz. Menar Tef s/n'nde ifade edildiğine göre bina etmek, bir şeyi özel bir biçim oluş­turacak şekilde başka bir şeyin üzerine koymaktır. Allah Teâlâ göğü, bir binanın düzeni gibi bir düzenle yaratmış ve inşa etmiş, ondaki ci­simlere (yıldızlara ve gezegenlere) şu gördüğümüz nitelikte bir biçim vermiş ve onları çekim kanunuyla yerlerinde tutmuştur. Bu sebeple arz üzerine düşmezler ve birbirleriyle çarpışmazlar. Ancak kıyamet günü geldiği zaman çarpışırlar ve yeni bir yaratılışın oluşması için âlemin düzeni bozulur.

Buna göre göğün bina edilmesi, içindeki cisimlerin ve yıldızların sağlam bir bina gibi yerleştirilmesi demektir. Sözü edilen âyetteki seb'an şidaden tabirinin izahı Muhammed Abduh'a göre şöyledir:

Bu sehya tarâik yani yedi yol demektir. Bunlar, içinde yedi tane meşhur gezegenin bulunduğu göklerdir. En çok bunlar göründüğü ve herkes tarafından bilindiği için özellikle bunlar zikredilmiştir. Ancak Allah Teâlâ bunlardan daha büyük olanları da bina etmiş­tir. Onlar gökler âleminin ötesindedir. Şidad diyerek şiddetle va­sıflandırmasının sebebi bina ettiği gökler aleminin çok sağlam ol­ması ve zamanın geçmesinden etkilenmemesidir.

Muhammed Abduh Tefsiru Cüz'ü Amme'de "Sizi yaratmak mı da­ha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu Allah bina etmiştir" âye­tine de temas etmiş ve şöyle demiştir:

Bu, göğün yaratılış keyfiyetini beyandır. Bina etmek, dağınık par­çaları birbirini tutacak şekilde bağlayarak sağlam bir yapı oluştu­runcaya kadar birbirine ilave etmektir. Allah Teâlâ yıldızları da böyle yapmıştır: Bu yıldızlardan her birini nisbeten diğerinin üze­rine koymuş, bununla beraber herbirini de kendi yörüngesinde tut­muştur. Nihayet onlardan görünüşte tek bir âlem meydana gelmiş­tir ve tek bir isimle isimlendirilmiştir, o da bizim üzerimizdeki se­ma (gök) dır.

Allah onun tavanını yükseltti ve onu bir düzene koydu. (Nâzi-ât/28)

Zikrettiğimiz Nâziât/28 ayetinin anlamı da budur.

Tabiat bilgisi ve astronomide uzman olanlar şöyle diyor: "Bilim­sel anlamıyla gök (sema), hangi yönden ve nereye kadar ve hangi şe­kilde olursa olsun yeryüzünü kuşatan her şeydir. Bu, arzı kuşatan at­mosferi ve onun ötesindeki ilânihaye bütün yükseklikleri içine alır. Kâ­inatın, boşluğu orada başlar. O boşluğun içinde ve derinliklerinde muhtelif şekilleri, hacimleri ve mahiyetleriyle eşsiz bir düzen içerisin­de hareket eden, yayılmış diğer gökcisimleri vardır. Bu gök cisimleri yeryüzü sakinlerine ışık vererek ve sönerek peşpeşe görünürler ve giz­lenirler. Bunların hepsi yüksekliklerinde, çekim kuvvetiyle birbirlerine bağlılıklarında, birbirleriyle uyum içinde oluşlarında ve kat kat derece-lenişlerinde tıpkı binalar gibidirler."

"Yedi kat gök ile, güneşin etrafında dönen yedî gezegenin yörün­gelerinin kastedilmiş olması da mümkündür. Bununla arzı kuşatan muhtelif tabakalar da kastedilmiş olabilir. Allah Teâlâ arzın yaratılışı­nı tamamladıktan ve onun üzerindeki hayat başladıktan sonra, arzın et­rafını kuşatan atmosfere bu hayata uygun ve onu fezanın tehlikelerin­den koruyacak bir nitelik kazandırmıştır. Ortaya muhtelif atmosfer ta­bakaları ve kainatın boşluğundaki güvenlik kuşaklan çıkmıştır ki bilim bunların bazısından sözetmektedir."

Modern bilimin verdiği bu bilgiler Kur'an-ı Hakim'in ibareleriyle çelişmez, bilakis onu teyid eder, destekler. Bu sebeple bu bilginler gö­ğün bina edilmesine dair âyetlere şöyle bir yorum getirirler: "Okuma yazma bilmeyen ve kültürsüz bir toplumda yetişen ümmî bir Peygambe­rin insanlara göklerin yedikat olduğunu öğretmesi mümkün değildir. Bu gök tabakalarının varlığı ancak bilimle öğrenilebilir. Okuması yazması olmayan ümmî Muhammed bunları, kendisini gönderen ve ona Kur'an-ı Hakim'i indiren Allah ona bildirmemiş olsaydı nereden bilebilecekti?"

Bu bilgilerden de anlıyoruz ki gökle ilgili sözkonusu âyetlerle uzay gemilerinin ayın üzerine inişi arasında hiç bir çelişki yoktur. Çün­kü bu araçlar üzeri kapalı bir binayı delip geçmiyorlar, fakat gök cisim­leri arasındaki mevcut fezayı (boşluğu) delip geçiyorlar. Sonra da bu cisimlerden hangisine ineceklerse ona doğru yöneliyorlar. Bu cisimle­ri ve yıldızları sonsuz güç ve kudret sahibi Allah Teâlâ bu geniş feza­da asılı tutmaktadır. Aralarında doğru bir münasebet ve sağlam bir çe­kim kuvveti vardır. Bunlardan her biri kendi yörüngesinde ve kendi ka-rargahındadır. Bu ilahi muhkemlik, hiçbir bozukluğu olmayan sağlam bir binaya benzer.

 

Takdir Edip Yol Göstermek

 

SORU: "Allah, takdir edip hidayet edendir" âyetinin anlamı nedir? Bu ifade sadece insanın hidayetini mi kapsar?

CEVAP: Allah Teâlâ A'lâ sûresinin başında şöyle buyurur:

Ey insan! Rabbinin yüce adını teşbih et. O yaratıp şekil veren, tak­dir edip hidayet edendir. (Aİa/1-3)

Ayette geçen "kaddera" kelimesinin burada "Allah her şeyin ken­di şeklini hazırladı" anlamına geldiği söylenilmiştir. Her şeyin kendi­sine münasip bir durumu vardır. Hidayet ise doğru yolu gösterme (ir­şat) ve yönlendirme demektir. Bir görüşe göre âyetin anlamı, Allah mutluluğu ve bedbahtlığı takdir etti, hidayetin ve dalaletin (sapıklığın) yolunu gösterdi demektir. Artık kim hidayeti tercih ederse kendisi için seçmiş olur, kim de sapıtırsa kendi aleyhine sapıtmış olur.

Bir görüşe göre âyetin anlamı Allah Teâlâ bütün canlıların azıkla­rını ve azıklarını takdir etti ve onlara maişetlerini nasıl temin edecek­lerini öğretti, demektir. Bir başka görüşe göre de, Allah Teâlâ bütün eş­yadaki menfaatleri yarattı ve bu menfaatlerin bu şeylerden (eşyadan) nasıl elde edileceğinin yolunu yordamını insanlara ilham etti, öğretti, gösterdi; hayvanların yararlı olan hususlarını da takdir edip bunlardan yararlanma yollarını da onlara öğretti ve yönlendirdi. Bu sebeple Tâhâ sûresinde şöyle buyurulur:

Musa: "Rabbimiz, her şeye kendi özelliğini veren, sonra yolunu gösterendir" dedi. (Tahâ/50)

Furkan sûresinde şöyle buyurulur:

Allah, her şeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenleyendir. (Furkan/2)

Kamer sûresinde de şöyle buyurulur:

Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık. (Kamer/49)

Bütün bunlardan şunu anlıyoruz ki irşad, yönlendirme ve ilâhî il­ham manasıyla hidayet sadece insanlarla sınırlı değildir. Bilakis hay­vanları da kapsar. Hatta hayvanlar alemindeki ilâhî ilham bize, bu âle­mi gerçek manada yöneten ve yönlendirenin Allah Teâlâ olduğuna apa­çık şahitlerle işaret eden harika örnekler verir.

Doğuda ve batıdaki bilim adamları kitaplarında bu ilhamın görün­tülerinden söz etmişlerdir. Burada, kendilerinde vatana dönüş içgüdü­sünün tecelli ettiği kuşları örnek olarak verebiliriz. Meselâ bülbül yu­vasından çok uzaklara göçeder. Sonra oraya tekrar döner. Kuşlar deni­zin üzerinde uçarken binlerce mil katederler, sonra hiç şaşırmadan vatanlarına ve yerlerine geri dönerler. Bir posta güvercini hiç şaşırmadan ve karıştırmadan çok uzak mesafelere mektupları götürür ve getirir. Salamon balığı yaşadığı nehirden denize açılır ve uzun müddet deniz­de kaldıktan sonra hiç sapmadan tekrar kendi nehrine geri döner.

İş:e örümcek; büyük bir maharetle ve sağlamlıkla yuvasını ince­cik ipliklerden balon şeklinde yapar. Köpek, koku almakta maharetli­dir, şaşırtıcı ve hayret edilecek bir şekilde iz tâkibeder. İstakoz diye isimlendirilen deniz hayvanı vücudundan bir parçayı kaybettiğinde hücrelerini ve irsî etmenlerini canlandırarak onu süratle telâfi etmeye çalışır. Bir kurtçuğun başı insan tarafından kopanldığı zaman kurtçuk, vücudundan yeni bir baş yapmaya çalışır. Karınca, buğday tanelerini veya başka şeyleri topladığı ve yuvasında biriktirdiği zaman, bütün ta­neleri, ıslanacakları ve sürgün verip de kullanılmaz hale gelecekleri korkusuyla ikiye ayınr. Muhtelif hayvan türlerindeki ilâhî ilhamın gö­rüntülerine dair daha pek çok örnek göstermek mümkündür. Bunların hepsi bize Allah Teâlâ'mn "O takdir edip, hidayet edendir" âyetinin açık ve şümullü anlamını beyan etmektedir.

 

Kur'an'da Emanet

 

SORU: Şu âyet-i kerimenin tefsirini rica ediyorum:

Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok câhildir.

Buradaki emanetle ne kastedilmiştir?

CEVAP; Bu âyet-i kerime Ahzab sûresinin 72. âyetidir. Allah daha iyi bilir ya, bu âyet Allah'ın insana yüklediği sorumlulukların tehlike­sini tasvir etmektedir. Bu sorumlulukların yerine getirilebilmesi için selim bir kalbe, sağlıklı bir akla ve düzgün ve doğru bir harekât tarzı­na ihtiyaç vardır. Eğer bu sorumluluklar, güneşiyle, ayıyla ve yıldızla-nyla göklere; içindekilerle ve bütün görkemiyle yeryüzüne ve bütün yükseklikleriyle dağlara teklif edilmiş olsaydı bunları yüklenmekten kaçınırlardı. İnatçılık ve isyandan dolayı değil, korku ve endişeden do­layı kaçınırlardı. Fakat kendisine akıl ve fikir verilen insan bu emane­tin yükünü üzerine aldı ve üstlendi. O bunu yapmakla nefsine zulmet­miş oldu. Bu emanetin getireceği sorumlulukların pek çoğunu bilmi­yordu. Bu sebeple kendisini, azap ve cezaya maruz kalmaması için de­vamlı çalışma gerektiren sorumlulukların içine attı.

Burada emanetin teklifi, bu emaneti kabul edip onu koruyan ve hakkım yerine getiren kimsenin kurtuluş, sevap ve nimetlere nail ola­cağı, onu zayi edip hakkını ihmal eden kimsenin de hüsran içinde ka­lıp cehenneme yuvarlanacağı esası üzerine yapılmıştır. Bu sebeple Al­lah Teâlâ bu âyetin hemen arkasından şöyle buyurmuştur:

Bunun sonucu olarak Allah münafık erkek ve kadınlara, Allah'a ortak koşan erkek ve kadınlara azap verecektir. Allah inanan erkek ve kadınların tevbelerini kabul buyuracaktır. Allah bağışlar ve merhamet eder. (Ahzab/73)

Müfessirler emanetle neyin kastedildiği konusunda pek çok görüş zikretmişlerdir.

Bir görüşe göre emanet, namaz kılmak, zekat vermek, oruç tut­mak ve gücü yetiyorsa haccetmektir.

Bir başka görüşe göre emanet, insanların birbirlerine verdikleri emanetlerdir.

Bir diğer görüşe göre bu, hadis naklindeki emanettir ve hadise ila­ve yapmamaktır.

Bir görüşe göre ise kadının ırz ve namusunu korumasıdır.

Bir görüşe göre cünüplükten yıkanmaktır.

Bir görüşe göre de bir insanın diğer bir insanın kanını koruması ve ona tecavüz etmemesidir.

Bütün bunlar ve benzen görüşler, pek çok çeşidi ve şekli olan emanetin bu çeşit ve şekillerinden birer örnek olmaktan öteye geçmez.

Emanetle neyin kastedildiği konusunda akla yatkın olan izah tarzı şu­dur: Emanet, Allah'ın kullarına yapmalarını emrettiği farzlar, sorumlu­luklar ve itaatlerdir. Bunlar içerisinde hadlerin (cezaların) ve vâcible-rin de bulunduğu bütün dini işlerdir. Bu sebeple İmam Taberî, burada­ki emanetle, dindeki mevcut bütün emanetlerin ve insanlar arasındaki bütün emanetlerin birlikte kastedilmiş olmasının daha uygun olacağım söylemiştir. Çünkü âyet-i kerime emanet çeşitlerinden herhangi birisi­ni tahsis etmemiştir. O halde emaneti genel manada anlamak ve almak daha evladır, daha güzeldir.

 

Tefsirde İsraîliyat

 

SORU: Tefsir kitaplarında birçok isrâiliyat bulunduğunu işitiyoruz. Bunları bu kitaplara kimler sokmuştur? Bunların îsrâiliyattan oldukla­rını nasıl anlarız?

CEVAP: İsrâiliyat, İsrail'e nisbet edilen bir kelimedir. İsrail, Al­lah'ın bir peygamberi olan Yâkub'un (a.s) ismidir. Fakat İsrâiliyat keli­mesi zamanla güvenilmeyen ve itimat edilmeyen bütün kıssalara ve haberlere verilen özel bir isim olmuştur. Çünkü bu kıssalar ve haberler sözleri tahrif edip değiştiren ve bile bile Allah'a iftira eden yahudiler yoluyle gelmiştir. Bu haberlerin doğru ve yalan olma ihtimalleri vardır. Yalan olduklarına dair kesin bir delil yoktur. Bu sebeple bu tür olanla­rın önünde, Rasûlullah'ın (s.a) şu sözüyle amel ederek dururuz:

Ehl-i kitab size bir şey naklederse onları ne tasdik edin, ne de ya­lanlayın.

İsrâiliyat, Tefsir kitaplarının içine çoğunluğu yahudi olan ehl-i ki­tap yoluyla girmiştir. Bunların bir kısmı Ka'bu'l-Ahbar ve Vehb ibn Münebbih gibi müslümanlığı kabul etmiş ve inceleyip araştırmadan bol miktarda hikaye, kıssa ve haber nakleden bazı kişiler vasıtasıyla girmiştir. Bazı sahabiler ehl-i kitaptan iyi niyetlerle rivayetlerde bulun­muşlardır. Fakat bu iş o kadar genişlemiş ki rivayetlerin içine çok sa­yıda yalan, iftira ve tahrifat da dahil edilmiştir.

Muhammed Abduh Tefsirinde şöyle der:

İsrailoğullarının ve diğer peygamberlerin kıssaları konusunda dik­katli olmak ve tarihçilerle müfessirlerin Kur'an üzerine söyledik­leri şeylere güvenmemek gerekir. İlmi ve tarihi araştırmalarla meşgul olanlar bizimle beraber şöyle diyorlar: Karanlık dönemler diye isimlendirilen bu dönemlerin tarihinden hiçbir şeye güvenil­mez, ancak araştırıldıktan ve bir takım belgeler çıkarıldıktan son­ra bunlara güvenilebilir. Biz, iyi niyetleri sebebiyle tefsir kitapla­rını güvenilmez kıssalarla dolduran müfessirleri mazur görürüz. Fakat biz onlara güvenmeyiz, hatta bu rivayetlerden uzak dururuz ve Kur'an'ın nasslarından (apaçık ibarelerinden) öteye gitmeyiz. Sadece rivayeti sahih ise uygun olanlarıyla bu nassları açıklarız.

İsrailiyatı pek çok şeyle tanımamız mümkündür: Kur'an'ın nass-larma aykırı olması veya İslâm'ın temel prensiblerinden birisine aykırı olması veya Rasûlullah'tan (s.a) rivayet edildiği sabit olan sahih bir ha­dise muhalif olması, ya da selef imamlarının (ilk dönem ilim otoritele­rinin) o rivayetin İsrailiyattan olduğunu söylemeleri gibi..

Son çağdaki müslüman ilim adamları bu İsrailiyatı dikkat ve titiz­likle incelemeye başlamışlar ve bunların içindeki bozukluklara, hura­felere dikkat çekmişlerdir. Neticede bu İsrailiyattan ve özellikle yalan yanlış şeylerden uzak pek çok tefsir ortaya çıkmıştır. Allah hakkı söy­ler ve O, yolu gösterendir.

 

Arabların Kur'an'ı Anlamaları

 

SORU: Mekke ve Medineliler Hz. Peygamber'e (s.a) indirildiği es­nada Kur'an'ı herhangi bir öğretime tabi olmaksızın anlayabiliyorlar mıydı, yoksa Hz. Peygamber onlara bunu şerh mi ediyordu?

CEVAP: Kur'an-ı Kerim apaçık bir Arabça ile inmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Biz onu anlayasınız diye Arabça bir kur'an olarak indirdik. (Yu­suf/2)

Bu ilahi Kitap Arab lisanının ve belagatının ustaları ve üstadları olan Kureyş'e inmiştir. Bu sebeple onun ibaresini anlıyorlar ve neyi kasdettiğini -her ne kadar bazı âyetleri tefsir edilmeye ve tahdit edil­meye muhtaç da olsa- biliyorlardı. Rasûlullah (s.a) Kur'an'ın hüküm­lerini tatbik ederken ve âyetlerini öğretirken bu âyetlerle neyin kaste­dildiğini de açıklıyordu. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de tahsis edilmeye ve beyan edilmeye ihtiyaç duyulan âmm/genel âyetler vardır. Arab lisanı­nı bilmeyenlere gelince, onlar da bu lisanı öğrenmeye çalışırlar, ya da onların da anlamaları için âyetler kendisine tercüme edilir. Hadis-i şe­riflerde Kur'an-ı Kerim'in bazı âyetlerinin ve lafızlarının tefsirine dair örnekler vardır. İbn Cerir et-Taberi'nin Tefsirinin pek çok yerinde bu­na işaret edilmektedir.

Allah Teâlâ en iyi bilendir.

 

Kur'an Dili Olan Arabçanın Önemi

 

SORU: Sizin yayınlanmış hutbelerinizde Arabça'ya önem verilme­si gerektiğini ve bunun dinin bir emri olduğunu söylediğinizi pek çok defa dinledim ve okudum. Bu nasıl olur? Halbuki lisan ve dil milli bir konudur, din ise akide ve inançla ilgilenir?

CEVAP: Evet, Arabça'ya itina göstermek İslâm'ın çağırdığı ve teş­vik ettiği bir konudur. Çünkü Arabça'yla ilgilenmek ve ona önem ver­mek İslâm'ın birinci düsturuyla, Kur'an'la ilgilenmek, Kur'an'a ihti­mam göstermek demektir. Çünkü Allah Teâlâ bu Kur'an'ı apaçık bir Arabça'yla indirmiştir. Kur'an-ı Kerim Arab belâgatinin eşsiz ve rakip­siz bir örneğidir. Kur'an'ın anlaşılması için Arabça'nın anlaşılmasına ihtiyaç vardır. Arabça'yı bilmezsek Kur'an'ı anlayamayız. Bu sebeple müslümanların Arabça'yla ilgilenmeleri vacibtir.

Ebu Mansur es-Seâlibi en-Neysâbûri'nin Fıkhu'l-Luğa isimli kita­bının başında zikrettiği şu ibareyi nakletmek yeterlidir. Orada müellif Arabça'nın konumundan söz ediyor ve şöyle diyor:

Kim Allah'ı seviyorsa Peygamberi Hz. Muhammed'i (s.a) de sever, kim Arab olan Muhammed'i severse Arabları da sever, kim Arab-lan severse Arabçayı da sever. Kitapların en üstünü Kur'an-ı Ke­rim, Arab ve Arab olmayanların en üstünü Hz. Muhammed'e (s.a) bu lisanla inmiştir. Kim Arabça'yı severse ona ihtimam gösterir, azim ve sabırla onunla meşgul olur, gayretini ona yoğunlaştırır.

Allah kimi İslâm'a hidayet eder, kalbini imana açar ve iç huzuru verirse Hz. Muhammed'in (s.a) en hayırlı peygamber, İslâm'ın en hayırlı din, Arabların en hayırlı millet, [10]Arabçanın en hayırlı lisan ve Arabça'yı anlamaya çalışmanın da dini bir sorumluluk olduğu­na inanır. Çünkü Arabça ilmin aracıdır, dinde anlayış sahibi olma­nın anahtarıdır, dünya ve ahirette iyi bir konumda olmanın sebe­bidir. Sonra Arabça öğrenmekten maksat faziletli bir kişiliğe sahip olmak ve bu faziletleri ve fazilete götüren diğer vasıtaları muha­faza etmektir. Suya ulaşmak için kuyu ve kaynak, ateşi yakmak için kibrit ve çakmak ne ise dini öğrenmek için de Arabça odur. Arabçanın özelliklerini kavramak, akıcılığa ve çekiciliğe vakıf ol­mak, üstünlüklerini ve inceliklerini tanımak, sadece Kur'an'ın i'cazını/eşsizliğini göstermesi, nübüvvetin isbatında pek çok bil­giye vesile olması bile -ki bu imanın esasıdır- yeterli olurdu. Üs­telik bu, i'câz ve nübüvvete inanmada güzel bir etki meydana ge­tirir, dünya ve ahiretteki semeresi de güzel olur. Nasıl olmasın ki, Allah Teâlâ, kâtiplerin saya saya bitiremiyeceği pek çok övgüye değer özelliği sadece Kur'an'a bahsetmiştir.

Ne dersin? Arabçaya yani Kur'an diline karşı görevimizi keşke bilmiş olsaydık da gerektiği gibi bunu yerine getirseydik, işte o zaman hem akide alanında, hem de ulusal düzeyde kazanan biz olurduk. Keş­ke benim milletim bunu bilseydi.

Sonra sayın Muhammed Reşid Rıza, el-Vahyü'l-Muhammedi isim­li kitabında Kur'an dili olan Arabçadan şöyle söz eder:

İnsanlığın genel maslahatlarını araştıran bilim adamları bütün in­sanların ortaklaşa konuştukları müşterek tek bir dilin olmasını hep temenni etmişlerdir; insanlığın müşterek bir dili olsaydı, onunla yardımlaşırlar, onunla kaynaşırlar, eğitim ve öğretim programla­rında onunla işbirliğine giderler, ilimde fende ve dünyevi ilişkiler­de ortak çalışmalar yaparlardı. İslâm, din, yasama ve hüküm (yar­gı) konusunda Arabça'yı bütün müminlerin ve O'nun şeriatına bo­yun eğenlerin dili haline getirmekle bu ideali gerçekleştirmiştir. Çünkü müminler inançlarıyîe, vicdanlarıyle Allah'ın Kitabını ve Peygamberlerinin sünnetini tanımaya, onlarla kulluk etmeye ve kardeşleriyle Kur'an ve sünnet dahilinde birlik oluşturmaya yön­lendirilmişlerdir. Kur'an ve sünnet müminlerin dünya ve ahirette mutlu ve egemen olmalarının dayanağıdır. Bu sebeple Kur'an kendisinin Arabça bir kitap olduğunu defalarca ifade etmiştir, in­sanların kendisini düşünmelerini, anlamalarını, öğüt almalarını ve kendilerini Kur'an'la terbiye etmelerini tekrar tekrar emretmiştir. Mü'min olmayanlar ise, hükmüne boyun eğdikleri şeriatın ve dev­letin dilini, dünyevi ihtiyaçlarını karşılamak için öğreneceklerdir. Nitekim bütün dünyada bu böyledir ve müslüman Arabların fet­hettikleri bölgelerde de böyle olmuştur.

Ben (Muhammed Reşit Rıza) el-Menar dergisinde ve tefsirinde Arabça öğrenmenin İslâm dinindeki gerekliliğini ve bu konuda bütün müslümünların fikir birliği içinde olduklarını açıkladım. Nitekim İmam Şafii de Risale'sinde buna dikkat çekmiştir. Rasû-lullah (s.a) ve Raşit halifeler zamanında uygulama da bu yönde idi, ta ki Arabça bilmeyenlerin sayısı çoğaldı, ilim azaldı, ceha­let galip geldi, işte o zamandan itibaren insanlar sadece farz iba­detleri ve zikirlerini dinin lisanıyle, yani Arabça'yla yapmakla iktifa ettiler.[11]

Allah Teâlâ en iyisini bilendir.

 

Ücretle Kur'an Okumak

 

SORU: Ücretle Kur'an okumak caiz midir? Şeriatta buna dair bir delil var mıdır?

CEVAP: Esas olan Kur'an-ı Kerim'in ibadet maksadıyle okunması-dır. İnsan, Kur'an okuyarak rabbine yaklaşır. Çünkü Kur'an okumak Allah'ın koyduğu hükümleri tanımanın bir anahtarıdır. İnsan, ibadet et­tiği için bir ücret almaz. Onun ecri ve sevabı Allah'a aittir. Abdurrah-man ibn Şibl'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur:

Kur'an'ı okuyun ve onunla amel edin. Ondan uzaklaşıp yüz çevir­meyin, onda aşırı gitmeyin, onu geçim vasıtası yapmayın ve ka­zancınızı onunla çoğaltmaya çalışmayın.

Taberani, Bezzar ve Beyhaki'nin rivayet ettiği bu hadis, ücretle Kur'an okumanın yasaklığına delâlet eder.

Bu sebeple Hanefî mezhebinin ileri gelen âlimleri Kur'an oku­maktan dolayı ücret alınmasını caiz görmemişler ve şöyle demişlerdir:

Bir kimse ücretle Kur'an okur da bunun sevabını ölüye bağışlar­sa, bu sevap ölüye ulaşmaz, bu maksatla alan da veren de günah­kar olur.

Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

Karşılığında ücret aldığınız şeylerin en haklı olanı, Allah'ın Kita­bı mukabilinde alman ücrettir.

Fakat Hanefîler, bu hadisin bir hastayı tedavi etmede dua maksa­dıyla Kur'an okumak hakkında olduğunu söylemişlerdir.

Ancak bir kimse Kur'an öğretmeni olup da, çocuklara Kur'an

âyetlerini öğrettiği, ezberlemeleri için bu âyetleri tekrarladığı ve onla­rın okuyuşlarını düzeltmeye çalıştığı zaman, kendisini sadece bu işe verdiği ve bunu rızkını temin edeceği bir meslek olarak icra ettiği müd­detçe bunun karşılığında bir ücret alması caizdir. Aldığı ücret mücerret bir okumanın değil, öğretmenin karşılığıdır.

 

Kur'an'damırac

 

SORU: İsrâ'nın Kur'an'da zikredildiğini biliyoruz. Acaba Kur'an'da miraç da zikredilmiş midir?

CEVAP: İsra olayı İsra sûresinin başında zikredilmiştir. Allah Teâlâ orada şöyle buyurmaktadır:

Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye ku­lu Muhammed'i Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığı­mız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münez­zehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.

Miraç olayı Necm sûresinin başında zikredilmiştir. Orada Allah Teâlâ Hz. Peygamber ve Cebrail'i şöyle anlatır:

Muhammed'e bu Kur'an'ı güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı Ceb­rail öğretti. Sonra en yüksek ufukta iken (asıl şekliyle) doğruldu. Sonra ona yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleşti­rilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzeri­ne Allah kuluna vahyini bildirdi. Muhammed'in gözünün gördü­ğünü kalbi yalanlamadı: Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız? Andolsun onu, Sidretü'l-Münteha'nın ya­nında önceden bir defa daha görmüştü, Me'va Cenneti de onun yanındadır. Sidre'yi kaplayan kaplamıştı. Muhammed'in gözü ne kaydı ne de sınırı aştı. Andolsun o, rabbinin en büyük âyetlerin­den bir kısmını gördü. (Necm/5-18)

Bu âyetlerin tefsiri konusunda İbn Cerir et-Taberi'ye müracaat et­tiğimiz zaman özet olarak şunu görürüz: "Muhammed'e (s.a) Allah'ın vahyini ve emrini öğreten Cebrail'dir. Cebrail, üstün kuvvetlerin sahi­bidir. Her türlü hastalıktan ve kusurdan beridir. Cebrail, beraberinde

Hz. Muhammed olduğu halde en yüksek ufka yükseldi. Bu olay, Hz. Peygamber'in bir gece yürüyüşüne çıkarıldığı sırada olmuştur. O sıra­da Cebrail ile birlikte miracda güneşin doğduğu yere kadar yükselmiş­lerdir. En yüksek ufuk sözüyle kastedilen budur.

Sonra Cebrail Hz. Muhammed'e (s.a) iyice yaklaştı. Enes'ten riva­yet edildiğine göre Cebrail İsra gecesi Hz. Peygamber'i (s.a) yedinci kat semaya kadar çıkarttı. Sonra Allah'tan başka hiç kimsenin bilmedi­ği şekilde onu Sidretü'l-Münteha'ya kadar yükseltti. Allah Teâlâ'ya o kadar yaklaştı ki iki yay arası kadar, hatta daha yakın oldu. Bu esnada Allah, kuluna vahyedeceğini etti. Vahyettiği şeylerin içinde ümmetine günlük elli rekat namaz da vardı. Ayette geçen kâbe kavseyn ibaresinin iki zira (iki kol mesafesi) kadar manasına geldiği de söylenilmiştir. "Onun gördükleri hakkında şimdi kendisiyle tartışacak mısınız?" şek­lindeki âyet kâfirlere hitab etmektedir. Yani, ey kâfirler, Peygamberin gördüğü şeyler hakkında onunla tarştışmaya girmeniz size hiç yakış­maz. O gerçekten bunları görmüştür. Cebrail'i bir başka defasında da Sidretü'l-Münteha'nm yanında görmüştü Sidretü'l-Münteha'nın yanın­da görmüştü Sidretü'l-Münteha öyle bir ağaçtır ki yaratıkların ilmi ora­da sona erer. Onun yanında da Me'vâ cenneti vardır, bu cennet şehitle­rin bulunduğu cennettir.

Miraç esnasında Peygamber'in gözü sağa sola koymadı. Bilakis Allah neyi murat ettiyse sadece onları gördü. Gördüğü şeyler gerçekten pek çok ve pek büyüktü. Bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Andolsun ki o, rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü. Hülasa bu âyetler miraca işaret etmektedirler. En doğrusunu Allah bilir.

 

Kur'an-I Kerim Ve Peygamber

 

SORU: Kur'an-ı Kerim mi, yoksa Rasûlullah (s.a) mı daha bü­yüktür?

CEVAP: Kur'anla Peygamber'i mukayese etmek doğru değildir. Çünkü mukayese, aynı cinsten iki şey arasında yapılır. Kur'an-ı Ke­rim, Allah'ın hakikate ve sırat-ı müstakime götüren kelâmıdır. Peygam­ber bir beşerdir, rabbi onu korumuştur ve insanlara bir uyarıcı, müjde-leyici. onları Allah'a davet edici bir nur ve kandil olarak göndermiştir.

Durum budur. Suyûti el-İtkan fi Ulûm'il-Kur'an isimli eserinde Dârimi'nin Abdullah ibn Ömer'den merfû olarak Rasûlullah'm şu sözü­nü rivayet ettiğini zikreder:

Kur'an-ı Kerim Allah Teâlâ'ya göklerden, yerden ve bunların için-dekilerden daha sevimlidir.

Şüphesiz bu, Kur'an'ı bir yüceltmedir. Sahih bir hadiste yine şöy­le denilmektedir:

Allah kelâmının diğer kelamlara üstünlüğü, Allah'ın diğer yaratık­lara üstünlüğü gibidir.

Çünkü Kur'an güçlü ve yüce olan Allah'ın kelâmıdır.

Rasûlullah'm (s.a) konumu ve mertebesi hakkında da Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.

Bir hadis-i şerifte de Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:

Allah Teâlâ bütün mahlukatı yarattı ve beni onların en hayırlısı kıldı.

Yine şöyle buyurdu:

Ben kıyamet gününde Ademoğlunun efendisiyim.

Bir müslümanın hiçbir faydası olmayan bu tür karşılaştırmalardan Kendisini alıkoyması ve dinine, dünyasına yararlı şeylerle meşgul ol­ması gerekir. Başarının sahibi Allah'tır.

Allah Teâlâ en iyi bilendir.

 

Kur'an Ve İcatlar

 

SORU: Şu anda müşahede etmekte olduğumuz keşif ve icatların Kur'an-ı Kerim'den çıkartıldığını söyleyebilir miyiz?

CEVAP: Kur'an-ı Kerim, aziz ve celil olan Allah'ın kitabıdır. Allah Teâlâ onu insanların hidayeti için bir sebep, saadetleri için bir anahtar, eğitimleri ve düzeltilmeleri için bir kapı kılmıştır. Bu sebeple Allah Te­âlâ yüce Kur'an hakkında şöyle buyurur:

Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakı­nanlara yol gösteren Kitap'tır. (Bakara/2)

Başka bir âyette şöyle buyurur:

Doğrusu size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir. Allah, rızasını gözetenleri onunla, selâmet yollarına eriştirir ve onları iz­ni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir. (Maide/15-16)

Kur'an'ın temel maksadı insanlara akidelerini ve şeriatlerini be­yan etmektir. Ayrıca onlara takip etmeleri gereken ahlakı, Allah'ın rah­metini uman ve azabından korkan kullarının fert ve cemaat olarak uy­maları gereken edepleri açıklamaktır. O halde Kur'an bir hidayet ve ir-şaddır, fertler ve toplumlar için bir ıslahtır, fert ve toplum işlerinin Al­lah'ın istediği şekilde tanzimidir.

Hal böyle olunca Kur'an-ı Kerim'in büyük ve küçük, maddi ve bi­limsel meseleleri, yeni keşifleri ve benzeri şeyleri açıkça ihtiva etmesi gerekmez. Bu, Kur'an-ı Kerim'de bir takım hakikatlerin veya bilimsel hakikatlere dair işaretlerin bulunmasını engelleyecek bir durum değil­dir. Kur'an-ı Kerim, insanların dünyadaki hakikatleri ve potansiyelleri keşfedip bulmaları için onları araştırmalar yapmaya sevketme maksa­dıyla akılları ve düşünceleri harekete geçirmek ister. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Onun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgele­rini hem dış dünyada hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? (Fussilet/53)

 

Hz. Peygamberin, Helâl Olan Bazı Şeyleri Kendine Haram Kılması

 

SORU: Tahrim sûresinin -aşağıda zikredeceğimiz- şu ayetlerinin indiriliş sebebi nedir?

Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine yasak ediyorsun? Allah bağışlayandır, acıyandır.

CEVAP: Sahih-i Müslim'de geçen bir rivayette şöyle anlatılır:

Rasûlullah (s.a) hanımlarından Zeyneb bint Cahş'ın yanında kal­dığı sırada bal şerbeti içerdi. Hz. Peygamber'in (s.a) diğer eşlerin­den Hz. Âişe ve Hz. Hafsa bunu kıskandılar. İkisi arkadaştılar ve kendi aralarında anlaşarak Zeyneb'in yanından çıkmasının akabin­de Hz. Peygamber'e "Burnumuza senden megâfir (kötü kokulu bir bitki) kokusu geliyor, diyelim" dediler. Anlaştıkları şekilde bunu aynen uyguladılar.

Rasûlullah (s.a) güzel kokuyu severdi ve ona düşkündü. Bir baş­kasının kendisinden güzel kokudan başka bir şey hissetmesinden de nefret ederdi. Hafsa kendisine böyle deyince şöyle buyurdu:

Hayır, Zeyneb bint Cahş'ın yanında bal şerbeti içtmiştim. Onu bir daha içmem.

Rasûlullah (s.a) Hz. Hafsa'ya bunu gizlemesini ve kimseye söyle­memesini emretti. Bunun anlamı, helâl olduğu halde bal şerbetini Rasûlullah'ın kendisine haram kılmış olmasıdır. Bu sebepledir ki Tahrim sûresinin başında şu âyet nazil oldu:

Ey Peygamber! Eşlerini hoşnut etmek için Allah'ın helâl kıldığı Şeyi niçin kendine haram kılıyorsun? Allah bağışlayandır, acı­yandır.

Allah Teâlâ daha sonraki âyet-i kerimelerde yeminlerin keffaretle geri alınabileceğini meşru kılmış ve müminlerin dostu olduğunu, herşeyi bildiğini ve hikmet sahibi olduğunu ifade buyurmuştur. Daha sonra şöyle demiştir:

Hani eşlerinden birisine -Hafsa'ya- bir söz söylemiştin ve: "Bunu sakın kimseye söyleme!" demiştin. Fakat o gitmiş bunu Âişe'ye an­latarak ifşa etmişti. Bundan bir şey çıkmayacağını zannetmişti. Hal­buki Allah Teâlâ olanları Peygamberi'ne bildirmişti. Peygamber de Hafsa'ya Allah'ın kendisine bildirdiği şeylerin bir kısmını anlatmış, bir kısmını da nezaketen anlatmamıştı. Hz. Peygamber bunu haber verince Hafsa şaşırmış ve belki de bunu Hz. Peygamber'e (s.a) Âi-şe haber vermiştir, zannına kapılmıştı. Bu yüzden: "Bunu sana kim haber verdi?" diye sormuştu, Hz. Peygamber ona: "Her şeyi bilen ve herşeyden haberi olan Allah Teâlâ haber verdi" demişti.

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurmuştu:

Eğer tevbe ederseniz ey Hafsa ve ey Âişe (bu sizin için iyi olur) çünkü kalpleriniz sapmıştı. Eğer Peygamber'e karşı birbirinize ar­ka verir, onun hoşlanmadığı şeylerde birbirinizle yardımalaşırsa­nız, (bilesiniz ki) Allah onun yardımcı sı dır, Cebrail ve hayırlı mü'minler de onu yardımcısıdır. Allah, Cebrail ve mü'minlerden sonra melekler de size karşı onun yardımcısıdır.

Sonra Allah Teâlâ onların akıllarını başlarına getirmek için Pey-gamber'in eşlerine dedi ki:

Davranışlarınız yüzünden Peygamber sizi boşayacak olsa Allah Teâlâ ona sizden daha iyi, kendini Allah'a veren, İnanan, sebatla itaat eden, ihlaslı, tevbe eden, ibadet eden ve oruç tutan dul ve ba­kire eşler vermeye kadirdir.

İşte İmam Müslim'in Sahihi'nde zikrettiği rivayetin özeti budur. Biz, bu kıssayla ilgili Tahrim süresindeki ilk âyetlerin tefsirini de buna ilave ettik. İmam Kurtubi el-Cami li-Ahkâmı l-Kur'an isimli tefsirinde yukarıdaki rivayeti bu konudaki nakledilen görüşlerin en sahihi olarak zikretmiştir.

Bu kıssa hakkında ikinci bir rivayet daha vardır. Bu rivayette söz konusu olay Zeyneb ile değil, Mâriye ile ilgilidir. Mâriye, Mısır hü­kümdarı Mukavkıs'ın veya İskenderiye melikinin RasûluUah'a hediye ettiği bir cariye idi. Hz. Peygamber (s.a) kendisini İslâm'a davet etmek için bir elçi gönderdiği zaman Mâriye'yi hediye olarak göndermişti. Mâriye, yukarı Mısır'da Nil'in doğusunda Ansana denilen şehre bağlı bir beldeye mensuptu.

Rasûlullah (s.a), müslüman olduktan ve İbrahim ismini verdiği oklunu dünyaya getirdikten sonra Mâriye'yle evlendi. İbrahim, Rasû-lullah'm (s.a) biricik oğlu idi ve ona peygamberlerin atası Hz. İbra­him'in (a.s) ismini vermişti. Fakat İbrahim fazla yaşamadı. İbrahim ve­fat ettiği esnada hala süt emme çağında idi. Rasûlullah (s.a) biricik oğ­lunun vefatına ziyadesiyle üzüldü. Fakat metanetini kaybetmedi ve Al­lah'tan hayırlısını diledi. Bu olayla ilgili şöyle buyurmuştu:

Göz yaşarır, kalp hüzünlenir, Rab Teâlâ'nın razı olmayacağı hiç bir şeyi söylemeyiz. Biz senden dolayı çok üzgünüz ey İbrahim!

Rivayetler İbrahim'in vefat ettiği gün güneşin tutulduğunda ittifak ederler. Bunun üzerine bazı insanlar güneşin Peygamber'in oğlu İbra­him'in vefatı sebebiyle tutulduğunu söylemişlerdi. Fakat Rasûlullah (s.a) insanlara şöyle dedi:

Güneş ve ay Allah'ın âyetlerinden iki âyettir, bir insanın ölümün­den dolayı tutulmazlar. Böyle bir şey gördüğünüz zaman ortalık açılıp aydınlanmcaya kadar namaz kılın.

Mâriye kıssasıyla ilgili olarak Zemahşeri ve Râzi tefsirlerinde özet olarak şu bilgiler verilir:

Hz. Peygamber (s.a) Hafsa'nın evinde iken Mâriye ile başbaşa kalmıştı. Bu, Hz. Peygamber'in Âişe'ye ayırdığı bir günde olmuş­tu. Hz. Peygamber (s.a) Hafsa'nın bu durumu öğrendiğini anlayın­ca ona dedi ki:

Kimseye söyleme, sana bir sır söyleyeceğim ve ben Mâriye'yi kendime haram kıldım. (Halbuki cariyesi ve oğlunun annesi oldu­ğu için Mâriye kendisine helâl idi). Sana müjdeliyorum, benden sonra ümmetimin başına Ebubekir ve Ömer geçecekler (yani ben­den sonra halife olacaklar).

Hafsa gitti, bunu Âişe'ye söyledi. İkisi birbiriyle sıkı fıkı arkadaş­tı. Hz. Peygamber (s.a) bunu öğrendi. Hafsa'yı boşadı veya boşamayı düşündü. Hanımlarından uzaklaştı ve Mâriye'nin evine çekildi. Ondo-kuz gün bekledi. Nihayet Cebrail, Allah Teâlâ'nın Hafsa'yı affettiği ha­berini getirdi ve Hz. Peygamber'e şöyle dedi:

Hafsa'ya geri dön. Çünkü o, gündüzleri oruçla geceleri ibadetle geçiriyor. O, cennette senin hanımlarından birisi olacak.

Allah Teâlâ, Peygamberine Hafsa ile Âişe arasında geçen konuş­mayı bütün ayrıntılarıyla bildirmişti. Peygamber (s.a) bunların bir kısmını Hafsa'nın davranışım ima ederek zikretmiş, diğer bir kıs­mını da söylememişti. Babalarının kendisinden sonra halife olaca­ğını da haber verince Hafsa şaşırmış ve: "Bunu sana kim haber verdi?" diye sormuştu. O da "Herşeyi bilen ve herşeyden haber­dar olan Allah bana haber verdi" demişti.

Bu kıssayı sahih bir senetle Nesei ve Taberâni rivayet etmiştir. Ay­rıca Hattabi de rivayet etmiş, İbn Hacer de bunu tercih etmiştir. Kurtu-bi, Tefsirinde şöyle demektedir:

Müfessirlerin çoğunluğu bu âyetin, Hz. Peygamber'in (s.a) kendi evinde Mâriye ile başbaşa kaldığı olayla ilgili olarak Hafsa hak­kında indiği görüşündedirler.

İbn Cerir et-Taberi bu kıssayı Camiu'l-Beyan isimli tefsirinde aşa­ğıdaki ibarelerle rivayet eder:

Hafsa ve Aişe birbirlerini çok severlerdi, ikisi de Rasûlullah'ın (s.a) eşi idi. Hafsa babasıın evine gitmişti. Orada lafa daldı (gecik­ti). Rasûlullah (s.a) cariyesine haber gönderdi, (yanma çağırdı) ve Hafsa'nın evinde onunla birlikte kaldı. Aslında nöbet Hz. Âişe'de idi. Hafsa evine dönünce ikisini orada gördü. Mâriye'nin dışarı çıkmasını bekledi. Aşırı bir kıskançlığa kapılmıştı. Hz. Peygam­ber (s.a) cariyesini dışarı çıkardı. Bunun üzerine Hafsa içeri girdi ve şöyle dedi: "Yamndakini gördüm. Vallahi beni üzdün." Peygamber (s.a) şöyle dedi: "Vallahi seni razı edeceğim. Şimdi iyi dinle sana bir sır vereceğim, onu kimseye söyleme!" Hafsa nedir o? diye sordu. Rasûlullah (s.a) ona şöyle dedi: "Sana yemin ede­rim ki senin rızan için cariyem bana haram olsun." Hafsa ve Âişe, Peygamber'in diğer hanımlarına karşı birbirlerine destek verirler­di. Hafsa, Âişe'nin yanma gitti, ona bu sırrı açıkladı: "Sana müj­deliyorum; Peygamber (s.a) cariyesini kendisine haram kıldı." Rasûlullah'ın ona verdiği sırrı Âişe'ye anlatınca Allah da bunu Peygamberine bildirdi ve hanımlarının birbirlerine sırt vermele­rinden dolayı şu âyetleri indirdi:

Ey Peygamber! Eşlerini memnun edeceğim diye, Allah'ın sana he­lâl kıldığı şeyi niçin kendine haram kılıyorsun? (Tahrim/1-2)

îbn Cerir et-Taberi bu konudaki geçen rivayetlerin pek çoğunu sı­ralamış ve sonunda da şöyle demiştir:

Bunların içerisinde söylenilmesi gereken en doğru söz şudur: Ra­sûlullah'ın (s.a) kendisine haram kıldığı şey, Allah'ın kendisine helâl kıldığı bir şeydi; bu onun câreyesi olabilir, bir içecek olabi­lir, başka bir şey olabilir. Ancak hangisi olursa olsun söz konusu olan şey, Allah'ın kendisi için helâl kıldığı bir şeydi. Bu yüzden Allah Teâlâ onu ayıpladı ve kefaretle yeminim bozabileceğini ona açıkladı.

Belki de bu, en doğru olan ve ihtilaf ve ayrıntılardan en uzak olan izahtır. Bu sebeple ona dönmek daha güzel olur.

 

Ölüden Dirinin Çıkartılması

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'deki şu âyetin anlamı nedir:

Sen ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartırsın. (ÂH İmran/27)

CEVAP: Bunun tefsiri hakkında şöyle denildi: Hayvanın nutfeden, nutfenin de hayvandan meydana getirilmesidir. Çünkü nutfe (sperma) da hassas ve canlı hayvanlardandır.

Bir görüşe göre de bununla Âdem'in topraktan yaratılması kaste­dilmiştir. Âdem bir canlıdır, toprak ise ölüdür. Fakat bu tefsir, iyet-i kerimeye pek uygun değildir. Çünkü âyet-i kerime yaratmanın sürekli tekrarına işaret etmektedir. Özellikle âyetin başlangıcı da bunu ifade etmektedir:

Geceyi gündüze, gündüzü geceye geçirirsin.

Hergün gözümüzün önünde cereyan ettiği gibi ölüden diri çıkar­tılması hususunda ilk akla gelen mana şudur: Canlı olan bir şey, çeşit çeşit gıdalar şeklindeki cansız şeyleri yiyerek gelişir ve canlılığı arta­rak devam eder. Bu cansız gıdalar insan vücudunda çeşitli maddelere ve unsurlara dönüşür. Onun vücudunu geliştirir ve büyütür.

Diriden de ölü çıkar.

Diriden çıkanlar süt gibi salgılardır. Çünkü süt, hiç bir canlılığı ol­mayan bir sıvıdır.

Yine de en doğrusunu Allah bilir.

 

Allah'ın Hak İle Yaratması

 

SORU: Allah Teâlâ buyuruyor ki: Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur. Buradaki "hak ile" sözünün anlamı nedir?

CEVAP: Kur'an-ı Kerim'de göklerin ve yerin hak ile yaratıldığı­na işaret eden çok sayıda âyet geçmektedir. Ankebut sûresinde şöyle denilir:

Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Doğrusu bunda inananla­ra ders vardır. (Ankebut/44)

En'am sûresinde de şöyle buyurulur:

O gökleri ve yeri hak ile yaratandır. (En'am/73)

İbrahim sûresinde ise şöyle buyurulur:

Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmedin mi? (İbra­him/19)

Hicr sûresinde şöyle buyurulur:

Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık. (Hicr/85)

Rum sûresinde ise şöyle buyurulur:

Allah'ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve belli bir süre için yarattığım düşünemezler mi? (Rum/8)

Casiye sûresinde de şöyle buyurulur:

Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. (Casiye/22)

Zümer sûresinde şöyle buyurulur:

Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur. (Zümer/5)

Ahkaf sûresinde de şöyle buyurulur:

Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık. (Ahkaf/3)

Teğabûn sûresinde de şöyle buyurulur: Gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır.

Rağıb el-İsfehâni'nin Müfredâîü'l-Kur'an isimli kitabında hakk'm aslında mutabakat ve muvafakat demek olduğunu ve hak kelimesinin pek çok anlamının bulunduğunu ifade etmiştir. Bir şeyin mûcidine/ya-ratıcısına, hikmet öyle gerektirdiği için hak denilir ki, o Allah Teâlâdır. Hikmete uygun olarak Allah'ın yarattığı şeye de hak denilir. Allah'ın yarattığı şey hikmete uygun olduğu için hak'iu. Bundan dolayı Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve hikmete) binaen yaratmıştır. (Yunus/5)

Birşeyin kendisi aslında ne ise ona aynen inanmaya da hak deni­lebilir. Mesela "öldükten sonra dirilmek hak'tır" dememiz" böyledir.

Hak ile, gerektiği şekilde, gerektiği miktarda ve gerektiği vakit yapılan iş de kastedilebüir. Mesela "şunu yapmak haktır/doğrudur, şunu söyle­mek haktır/gereklidir" dememiz gibi.

Kurtubi Tefsirinde "O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır" âyetinin tefsiri yapılırken şöyle deniyor:

Hak ile ifadesinin künlol sözü ile yarattığı ifade edilir. Bu, "Birşe-yi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye ol demektir, he­men olur" âyetine bir işarettir.

Menar tefsirinde bu âyetin tefsiri hakkında şöyle denilir:

Yani Allah, gökleri ve yeri mutlak ve kesin bir emirle yarattı. Bu emir Allah'ın kesintisiz/sürekli hükmünü icra eden bir kanunla varlığını devam ettiren âyetleridir. O'nun üstün sıfatlara sahip ol­duğuna delalet eden sonsuz hikmetini ihtiva eder. Allah gökleri ve yeri boş yere ve saçmalık olsun diye yaratmamıştır. O halde insan­lar da başıboş bırakılacak değildir. Bilakis herkes yaptığı şeylerin karşılığını görecektir.

Taberi tefsirinde müfessirlerin hak kelimesinin anlamı konusunda çeşitli görüşlerinin olduğu ifade edilmiştir.

Bazılarına göre bunun anlamı: Allah gökleri ve yeri hak ve doğru olarak yaratmış, boş yere ve yanlışlıkla yaratmış değildir.

Bazıları da bunun, Allah Teâlâ'nm gökleri ve yeri hak kelamıyla yarattığı anlamına geldiğini söylemişlerdir ve delil olarak da şu ayeti göstermişlerdir:

O'nun, ol dediği gün hemen olur, hak O'nun dediği! (En'am/73)

 

Nûr Sûresinin İlk Ayetleri

 

SORU: Nûr sûresinin ilk üç âyetini açıklamak lütfunda bulunmanı­zı en içten selamlarımla ve teşekkürlerimle rica ediyorum.

CEVAP: Allah Teâlâ Nûr sûresinin başında şöyle buyuruyor:

Bu bizim inzal ettiğimiz ve (hükümlerini üzerinize) farz kıldığı­mız bir sûredir. Belki düşünüp Öğüt alırsınız diye onda açık seçik âyetler indirdik. Zina eden kadın ve erkeğin herbirine yüzer değ­nek vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız Allah'ın dinin­de (hükümlerini uygularken) merhametiniz tutmasın. Mü'minler-den bir grup da onlara uygulanan cezaya şahitlik etsin. Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan kadından başkası ile evlenmez zina eden kadın da ancak zina eden veya müşrik olan erkekle ev­lenir. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır. (Nûr/1-3)

Allah Teâlâ'nın "Bu bizim inzal ettiğimiz ve farz kıldığımız bir sûredir" demesi, bu sûre içindeki hükümlere ve prensiblere çok önem verdiğinin bir delilidir. "Size ve sizden sonrakilere bunları farz kıl­dık" dediğine göre ondaki emirlere itaat edilip yasaklardan da kaçı­nılması gerekir. İşte böylece bu sûrenin içinde helâli haramı ve had­leri/cezaları açıkladık. Öğüt almanız için apaçık ve tefsir edici âyet­leri de indirdik.

Bir şahsın bir kadınla zina ettiği sabit olduğu zaman her ikisine de yüzer değnek vurulması vacibtir. Zina edenler evlenmemiş kişiler ol­dukları zaman İslâm'ın hükmü budur. Evlenmiş, hür ve akıl baliğ kişi­lere gelince bunların cezası ise taşlanarak öldürülmektir (recm). Ebû Hanife'ye göre, devlet başkanı (onun adına hakim) uygun ve gerekli görürse zina eden bekarlara değnek cezasını uyguladıktan zonra sür­gün cezası da verebilir.

İmam Mâlik, bir seferinde Hz. Ömer'in ayağa kalkıp Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle dediğini rivayet eder:

Ey insanlar! Allah Teâlâ Muhammed'i (s.a) hak ile gönderdi. Ona kitap indirdi. İndirdiği âyetlerin içinde recm âyeti de vardı. Bize onu okudu biz de onu ezberledik. Rasûlullah recm cezasını uygu­ladı, ondan sonra biz de uyguladık. Uzun bir zaman geçtikten son­ra korkarım ki insanlardan birisi kalkıp, "Allah'ın kitabında recm âyetini görmüyoruz" diyecek ve Allah'ın indirdiği bir farizayı ter-kederek dalalete düşecekler. Erkeklerden ve kadınlardan evli olanlar zina edip de, (suçları) şahitlerle ya da gebelik veya itirafla sabit olduğu zaman, onlara recmi uygulamak Allah'ın kitabında haktır. (Buharı ve Müslim)

Sonra Allah Teâlâ zina edenlere değnek cezası hükmünü uygular­ken acımamalarını ve za'fa düşmemelerini veya bu merhametin zina cezasını uygulamayı terketmelerine sebep olmamasını müslümanlara emretmiştir. Bu sebeple hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

Yer yüzünde, Allah'ın koyduğu bir cezanın (haddin) suçlulara uygulanması, kırk sabah üzerlerine yağmur yağmasından daha hayırlıdır.

Sizin onlara merhametiniz tutmasın çünkü bu Allah'ın hükmüdür ve Allah'ın dinidir. Rabbiniz Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız O'na itaat etmeniz ve emrini uygulamanız gerekir. Kıyamet gününde rabbinize kavuşacaksınız ve itaatinizden dolayı sizi mükafatlandıra­cak, isyanınızdan dolayı da sizi cezalandıracak. Halk arasında azarla­nıp kmanmalan ve daha caydırıcı olması için hükmün infazı esnasında üç veya daha fazla kişiden oluşan müslüman bir topluluğun da orada hazır bulunması gerekir. Bu, insanların onu görüp de ibret almaları ve günah işlemekten vazgeçmeleri için hükmün alenen infazını gerektirir.

Sonra Allah Teâlâ zina eden bir erkeğin ancak zina eden veya müşrik bir kadınla cinsel ilişkiye girebileceğini, yani onun zina etme arzusuna ancak zinacı isyankar bir kadının veya zinayı haram görme­yen müşrik bir kadının boyun eğeceğini, zinakâr bir kadının da ancak zinakâr bir erkekle veya zinanın haramlığına inanmayan bir müşrikle cinsel ilişki kurabileceğini, bu yüzden bunlarla evlenmenin mü'minle-re haram olduğunu söylemiştir. Rivayet edildiğine göre bir adam Om-mü Mehzûl isimli bir kadınla evlenmek için Rasûlullah'tan izin iste­mişti. Kadın zâniye idi ve adamın geçimini de üstlenmeyi şart koşmuş­tu. Rasûlullah (s.a) bunu reddetti ve ona şu âyeti okudu:

Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan kadından başkası ile evlenmez, zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.

 

Âlemin Kelimesinin Anlamı

 

SORU: Kur'an-ı Kerim: "Hamd, âlemlerin rabbi Allah'a mahsus­tur" diyor. Kaç tane âlem vardır. Bunlar nedir?

CEVAP: İmam Kurtubi el-Câmi li Ahkâm'il-Kur'an isimli eserinde "Hamd, âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur" âyetini tefsir ederken el-âlemîn kelimesinin anlamı üzerindeki görüşleri şöyle zikrediyor:

Âlem kelimesinin çoğulu olan âlemin, Allah Teâlâ'nm dışındaki var olan her şeydir. Bir görüşe göre bütün zamanlarda yaşayanlar âlem diye isimlendirilmişlerdir. Bir görüşe göre cinler, insanlar, melekler ve şeytanlardır. Bir görüşe göre yeryüzünde hareket eden bütün canlılardır.

Kurtubi bu meyanda Ebû Said el-Hudri'nin şu sözünü nakleder: "Allah Teâlâ'nın kırk bin âlemi vardır. Doğusundan batısına kadar dün­ya bir âlemdir."

Kurtubi diğer görüşleri de zikrettikten sonra şöyle demiştir:

Bu görüşlerin içinde birinci görüş en doğru görüştür, yani alemler, Allah Teâlâ'nm dışındaki var olan herşeydir. Bunların herbirine âlem ismi verilmiştir. Çünkü âlem, alamet gibidir, kainatın bir ya­ratıcısının ve idarecisinin bulunduğuna delalet eder.

İmam er-Râzi, bu âyeti tefsir ederken Allah'ın dışındaki her şeyin âlemin (âlemler) diye isimlendirildiğini ifade eder. Bunlardan herbir bölümün âlem diye isimlendirilmesinin sebebi, Allah'tan başka her şe­yin Allah'ın varlığına delalet etmesidir. Bu âlemlerden bazıları şunlar­dır: Yıldızlar ve gezegenler gibi gök cisimleri âlemi, toprak su, hava, ateş, bitkiler, madenler ve canlılar gibi yeryüzü cisimleri âlemi, feleki ruhlar, mukaddes ve temiz ruhlar (melekler) gibi ulvî ruhlar alemi, süf-lî ruhlar alemi. Süflî ruhlar da ya salih cinler gibi hayırlı cinsten olur, ya da şeytanlar gibi kötü ve habis olur.

İmam er-Râzi diyor ki:

Allah Teâlâ onları yokluktan varlığa çıkardığı için alemlerin ila­hıdır, onların varlıklarını devam ettirdiği için de alemlerin rabbidir.

Alemin kelimesinden neyin kastedildiğini ve âlem kelimesinin ne anlama geldiği herhalde anlaşılmıştır.

 

Bir Ayetle Bir Vecize Arasındaki Mukayese

 

SORU: "Sizin için kısasta hayat vardır" âyeti ile "öldürme, öldür­meyi yok eder" Arab darb-ı meselini birbiriyle mukayese ederken ara­mızda şiddetli bir tartışma çıktı. Bu konuda doyurucu bir açıklama yapmanızı rica ediyoruz. Böyle bir lütufta bulunursanız size teşekkür edeceğiz.

CEVAP: "el-Katlu enfa li'1-katli" yani "öldürmeyi, en çok ortadan kaldıran şey, yine öldürmedir" vecizesinde âlimler ve araştırmacılar ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bu sözün cahiliye döneminde söylendiğini iddia etmişler, bazıları da buna karşı çıkmışlar ve bu darb-ı meselin Kur'an'ın nüzulünden sonra ortaya çıktığını ve bununla da Kur'an'da-ki "Kısasta sizin için hayat vardır" âyetinin taklit edilmek istendiğini söylemişlerdir. Bazıları da bunun Farsça bir ibareden tercüme edildi­ği görüşündedirler. es-Seâlibi el-İcaz ve'l-İ'caz isimli eserinde bu darb-ı meseli Ezduşir'e nisbet eder. Dördüncü bir görüş vardır ki buna göre bu söz eski Mısırlılara ait bir hikmettir. Beşinci görüşe göre böy­le bir söz hicri üçüncü asrın sonlarına kadar Arab lisanında kesin ola­rak bilinmemektedir.

Bu ibarenin aslı ne olusra olsun eski âlimler ve muhaddisler bu âyet-i kerimeyle Arab darb-ı meselinin mukayesesi hususunda çok şeyler söylemişler, âyet-i kerimenin bu vecizeye üstünlüğünü muhte­lif üsluplarla açıklamışlar ve aralarında büyük fark olduğunu tesbit etmişlerdir.

Yerimiz müsait olmadığı için ikisi arasındaki mukayeseyi çok özet bir şekilde yapmakla yetineceğiz. Biz diyoruz ki âyet-i kerime, pek çok yönden bu vecizeden üstündür. Bunlardan bazıları şöyledir:

1. Maksat, âyet-i kerimede sadece iki kelime ile ifade edilirken bu vecizede üç kelimeyle dile getirilmiştir. Aynı mana ve maksadın az sa­yıda kelimeyle ifade edilmesi çok sayıda kelimeyle ifadesinden daha güzeldir.

2. Enfâ kelimesi ism-i tafdil kalıbıdır, yani mukayeseli üstünlük ifade eder. Mananın tamam olabilmesi için bir mukayese edilenin tak­dir edilmesine ihtiyaç vardır. Bir takdiri yaptığımız zaman şöyle deme­miz gerekir: Öldürmek, öldürmeyi öldürmekten daha çok yok eder, ya­ni Öldürme suçuna ölüm cezasını uygulamak bu cezayı uygulamamak­tan daha çok cinayetleri engelleyicidir. Görüldüğü gibi bu, sözü uzatır, te'vile ve takdire muhtaç eder. Takdire ihtiyaç bırakmayan şey, takdire ihtiyaç bırakan şeyden daha güzeldir. Bu bir kuraldır.

3. Vecizede öldürmenin yokluğu hayatın varlığını gerektirmiyor. Çünkü vecizedeki ibare bunu ifade etmiyor. Âyet-i kerimenin ibaresi ise bunu ifade ediyor. Bu yönüyle âyet-i kerime, maksadı, vecizeden daha güzel ve yeterli bir şekilde ifade ediyor.

4. Ayet-i kerimede hayat kelimesi nekre (belirsizlik olarak geçi­yor). Bu belirsizlik (nekrelik) Arabça'nın kurallarına göre büyültme ve çeşitlendirmeyi ifade eder. Böylece hayatın bütün çeşitlerini (yani ka­mu hayatını, ahiret hayatını, kişilerin hayatını ve hayat hakkının bü­yüklüğünü) kapsar. el-Katl (öldürme) kelimesi ise marifedir (belirlidir) ve böyle değildir.

5. Ayet genel bir hükmü ifade eder. Çünkü bütün kısaslar meşru­dur ve bütün kısaslar suçu engeller, hayata yol açar. Halbuki öldürme böyle değildir. Haksız yere yapılan öldürmeler vardır ki bunlar öldür­meyi ortadan kaldırmaz, aksine fitneyi şiddetlendirerek kin ve intika­ma yol açar.

6.  Ayet-i kerimede lafızlardan herhangi birisinin tekrarı yoktur. Vecizede ise el-Katl kelimesi tekrar edilmiştir.

Bazı araştırmacılar bu konuyu o kadar incelemişlerdir ki işi keli­me, harf ve ses farklılıklarına kadar götürmüşlerdir. Biz kendimize öz ve az ifade metodunu seçtiğimiz için bunları bir bir saymaya gerek görmüyoruz.[12]

7. Ayet-i kerimenin vecizeye üstün yönlerinden birisi de âyet-i ke­rimede edebi sanatlardan tıbak sanatı vardır. [13] Çünkü kısasın, kendi zıddı ve tersi olan hayata yol açması muazzam bir şeydir. Hatta Kur'an-ı Kerim bunu "kısasta hayat vardır" diye ifade ederken// har­fini kullanmıştır.// harfi kısasın kendi zıddı olan hayatın kaynağı oldu­ğuna ve onu kapsadığına işaret eder. Bunun için kısasta hayat vardır.

8. Bu vecizeyi ancak âyet-i kerimeyi duyduktan ve anladıktan sonra anlayabiliriz. Çünkü biz "öldürme öldürmeyi yok eder" sözünü işittiğimiz zaman, biz hangi tür öldürmenin öldürmeyi yok ettiğini (en­gellediğini) düşünmeye başlayacağız ve bundan kısas yoluyla öldür­menin kastedildiğini anlayıncaya kadar düşünmeye devam edeceğiz. Neticede âyet-i kerimeye döneceğiz. O halde âyet asıldır, vecize onun bir zeyli, bir ilavesi ve dipnotu mahiyetindedir, ona bağlıdır, Bazıları­nın, bu vecize Kur'an'm nüzulünden uzun zaman sonra ortaya çıkmış­tır, dediklerini gözönünde bulundurduğumuzda bu son izahın önemi daha çok belli olur.

9. Pek çok kişi bu vecizeyi kapalı ve müphem olduğu için maksa­dının dışında anlayabilir. Mesela: "Başkası seni öldürmeden sen onu öldür" diye anlayabilir. "İnsanlar sana akşam yemeği yedirmeden ön­ce sen onlarca sabah kahvaltısı yedir" demek gibi. Cahiliye dönemin­deki bilinen azgınlık ve zulümler, kin ve intikam yarışları da bu yanlış anlamaya yardım eder.

10.  Âyet-i kerime hem canın hem de organların korunmasını teş­vik ediyor. Çünkü kısas hem cana can, hem de organlara organ kısası­dır: Can can ile, göz göz ile, burun burun ile, kulak kulak ile, diş diş ile ve yaralara yara ile kısas cezası verilir. Hayat hem nefsin (kişinin kendi) hayatını, hem de organların hayatını kapsar. Çünkü bir organın hayatı, kişinin kendi hayatı demektir. Bir organın yok olması (veya iş­levsiz hale gelmesi) kişinin kısmen ölümüne benzer...Vecizede ise ha­yat hallerinden sadece tek bir hale, o da genel olarak kişinin kendi ha­yatına işaret vardır. Şüphesizki bir ibare ne kadar genel ve kapsamlı olursa o kadar sağlam ve üstün olur.

Bu konuyla ilgili daha geniş bilgi sahibi olmak isteyen kimse bü­yük tefsir kitaplarına ve aynca sadece Kur'an ilimleriyle ilgili konula­ra temas eden kitaplara müracaat edebilir. Okuyucu oralarda söz konu­su âyet ile vecize konusunda bizim bu satırlarda özetlemeye çalıştığı­mızdan çok daha fazla malumat bulacaktır.[14]

 

Şımarık Zenginlerin Yoldan Çıkmaları

 

SORU: Şu âyet-i kerimenin tefsirini lütfetmemizi rica ediyorum:

Bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman varlıklılarına emrederiz, onlar da yoldan çıkarlar. Artık o ülke yok olmayı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz. (İsra/16)

CEVAP: Yukarıdaki âyette emrederiz kelimesi, başka bir kıraatte mim'in şeddesiyle emerna diye de okunur. O zaman âyetin anlamı şöyle olur: Bir ülke veya toplum azabı hak ettikleri zaman Allah Teâlâ onları bu azaba hazırlamak için nimetler içerisinde yüzen, şehvetlerde aşın giden şımarık zenginlerinden ileri gelenlerinin ve büyüklerinin ortaya çıkmasını emreder. Onlar da rablerinin emrinden ve yaratıcıla­rının yolundan dışarı çıkarlar, kendi dünyalarında bozuk bir hayat ya­şarlar, bu yüzden de Allah'ın kahredici ve karşı konulmaz cezasını hak ederler. Allah o beldeleri ve halklarını yıkıcı ve aşın lüks yaşantıları­nın, hayasızca işledikleri günahların bir karşılığı olarak darmadağın eder. Allah'ın yarattıkları için koyduğu kanun bunu gerektirir. Allah'ın sünnetinde (toplumlara tatbik ettiği sosyal yasasında) bir değişiklik bulamazsınız.

Âyetin manasının şu şekilde olması da caizdir: Herhangi bir ülke azabı ve cezayı hak ettiği zaman o beldenin şımarık zenginlerine bir takım emirler verir, tekliflerimizle mükellef kılar ve yolumuza çağırı­rız. Onlar da yüz çevirirler, yoldan çıkarlar, kötülükler yaparlar. Bu yüzden cezayı hak ederler, Allah da onların ülkelerini yerle bir eder. Ayette edebi bir üslup olarak kısaltma ve hazf yapılmıştır. "Şımarık varlıklılarına emrederiz, ama onlar yoldan çıkarlar" şeklindedir. Bu tıpkı şöyle demen gibidir: "Sana emrettim sen isyan ettin ve helak ol­dun." Bunun anlamı şudur: Sana doğruluğu emrettim, ama sen isyan ettin, gidişatın bozuldu ve helak oldun. Bu cümleye şöyle bir mana vermek doğru olmaz: "Bana isyan etmeni emrettim, sen de bana isyan ettin ve helak oldun."

İnsanın içine sinen, tevil ve takdir yapmamıza ihtiyaç bırakma­yan bir tefsir de şudur: Emerna mütrafiha ibaresinin manası, onların ülkeleri rablerinin cezasını hak ettiği zaman şımarık zenginlerini ço­ğaltırız, sayılarını artırırız, demektir. "Sürüsü çoğaldı1' anlamında "emira'r-raculü" denilir. "Allah onun neslini ve sürüsünü artırsın" an­lamında "emerahullahü" denilir. Allah çoğalmalarını emretti, onlar da çoğaldılar anlamında "emerahümullahü fe emirü" denilir. "Malın ha­yırlısı çok doğuran kısrak ve verimli tarladır" anlamındaki sözün içe­risinde "çok doğuran" anlamını ifade eden memura kelimesi de bu kökten gelir. Ebû Süfyan Hz. Peygamber'den (s.a) söz edip onu över­ken onun şanı yüce oldu, şöhreti arttı anlamında emira kelimesini kul­lanmıştır. İbn Mes'ud diyor ki: "Biz cahiliye döneminde filan oğulla­rı çoğaldı, derdik." İbn Mes'ud'un sözünde çoğaldı anlamında emim kelimesi geçer.

Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Allah Teâlâ hikmetinin gere­ği bir ülkenin helak olmasını uygun gördüğü zaman, orada şehevi ar­zulardan başka bir şeyi düşünmeyen, heva ve hevesinin peşinde koşan elebaşlarının ve ileri gelen büyüklerinin sayısını çoğaltır, onlar da kötüîük yaparlar, huzursuzluk çıkarırlar, içki içerler, kumar oyanarlar ve bu yüzden azabı hak ederler. Allah da onları helak ve darmadağın eder.

 

Birbirinin Benzeri İki Ayet

 

SORU: Dini bir törende bulunuyordum. Konuşmacılardan birisi "Hakikaten bu (bütün peygamberler ve onlara iman edenler) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin rabbinizim. Öyleyse bana kulluk edin!" âyetini okuyunca hazır bulunanlardan birisi buna itiraz etti ve âyetin sonunun fa'budun değil, fettekûn (yani "o halde benden sakının") şeklinde olduğunu söyledi. Birincisi görüşünde ısrar etti ve aralarında tartışma çıktı. Hangisi doğrudur? Âyetin doğrusu ne­dir? Teşekkür ederim.

CEVAP: Kur'an-ı Kerim'de birbirine benzeyen pek çok âyet vardır. Bunu ancak kendini bütün gücüyle Kur'an ezberlemeye, tecvide ve ti­lavete vermiş bir kimse farkedebilir. Bu gibi durumlarda acele etme­mek ve araştırmak gerekir. Burada yapılan bir hata ayıp değildir. Fakat hatada ısrar etmek ve hatasını düzeltmemek ayıptır. Bu gibi durumlar­da ya bir mushafa, ya da güvenilir bir hafıza müracaat edilmesi gere­kir. Her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.

Söz konusu tartışmada da, birbirine benzer iki âyet bulunmakta­dır. Aralarındaki benzerlikler soruda sözü edilen tartışmanın sebebidir. Birinci âyet yukarıda zikredilen âyettir ve Enbiya sûresinin 92. âyeti­dir. Onun başında vav yoktur ve sorm fa'budun (bana ibadet edin) di­ye biter. İkinci âyet ise Mü'minûn sûresinin 52. âyetidir, başında vav vardır, sonu fettekûn (benden sakının) diye biter. Diğer kelimeleri bir­birinin aynısıdır.

 

Sûre Başları

 

SORU: Gazeteler, dünya çapındaki bir keşfin haberini verdiler. Bu habere göre bir araştırmacı Kur'an-ı Kerim'deki bazı sûrelerin başlannda geçen ve hakikati bilinmeyen rumuzları çözmeyi başarmıştı. Kur'an tefsiri tarihinde bu olay neredeyse bir devrim sayılırdı. Araştır­macı, sûre başlarında geçen ve Kur'an'ın nüzulünden günümüze kadar kapalı kalan bu harflerin bir takım rakamlara işaret ettiğine ve bazı ra­kamların bir alfabetik alternatifinin olduğuna inanmaktadır. Bu konu­da sizin görüşünüz nedir?

CEVAP: Hemen söyleyelim: Bu keşif yeni bir şey değildir, önceki­lerin kitaplarından nakledilen çok eski bir görüştür, er-Râzi Mefatihu'l-Ğayb isimli eserinde bu konuda şu bilgileri verir:

Bazıları bu tür başlangıçların bazı rakamların rumuzu olduğunu söyleyerek Peygamber'e karşı gelmiştir.

Alusi Tefsirinde Ali'nin "Ha-mim-ayn-sinkaf' ayetinden rakam hesabıyla Muaviye olayını çıkardığı bildirilir.

Ebul-Hakem, kendi tefsirinde "elif lâm-mim-ğulibetir-Rûm" aye­tinden 583 hicri yılında Beyt'ül-Makdis'in fethini çıkartmıştır.

Bu tesbiti yaptıktan sonra şunları söyleriz: Kur'an-ı Kerim, bir hi­dayet, ahlâkı güzelleştirme, nefisleri temizleme ve toplumu ıslah etme düsturu olsun diye sonsuz hikmet sahibi ve herşeyden haberdar olan Allah katından indirilen bir kitaptır. Bilim ve fen konularında ayrıntı­ya girmemesi Kur'an'ın yüceliğine ve eşsizliğine bir zarar vermez. Bunlar onun esas hedeflerinden değildir. Bu sebeple Kur'an âyetlerini bilimsel veya matematiksel, ya da fenni olarak tefsir etmede ve onlara taşıyacağı ve taşıyamayacağı bu tür manaları yüklemede aşırı gidenler yanılgı içerisindedirler. Çünkü bilimsel nazariyeler, hataya ve değişi­me, düzeltilmeye, ilave yapılmaya ve eksiltilmeye açıktırlar. Allah'ın kelamı bütün bunlardan yücedir ve uzaktır.

Evet, Kur'an-ı Kerim'de yeryüzünden ve gökyüzünden, yıldızlar­dan ve gezegenlerden, aydan ve güneşten, bitkilerden ve aşılayıcı rüz­garlardan, dağlardan, denizlerden ve nehirlerden, ceninin oluşumun­dan, yeryüzünün yayılıp açılmasından ve gecenin gündüzü bürümesin-den söz edilir. Fakat bütün bunlar ayrıntıya girmeyen toplu bir bakış­tan ve genel işaretlerden ibarettir. Sanki melekût âleminin araştırılması ve incelenmesi için bir teşviktir. Bununla beraber Kur'an-ı Kerim kesin ve değişmeyen bilimsel hakikatlere de ters düşmez. Kur'an'daki bilimsel, ruhi, tıbbi, felsefi veya tasavvufi özellikleri araştırıp bulmaya aşırı düşkün kimselerin bu alandaki aşırılıklarını törpülemelerini ne kadar da çok isterdik!

Şimdi gelelim konumuza, "elif-lam-mim, eliflamra, hâ-mim, ya­sin, tâ-ha, nûn, kâf..." gibi harflerle başlayan sûre başlan konusunda pek çok görüş vardır. Bazı âlimler bu konunun ilmini Allah'a havale et­mişler ve bu tür başlangıçların bilgisini Allah'ın sadece kendisine sak­ladığını, insanlara bunları bilme hakkını vermediğini söylemişlerdir. Bu görüş, "Kur'an-ı Kerim apaçık Arabça bir kitaptır, belagat ve fesa­hatin eşsiz bir örneği olarak gelmiştir, dolayısıyle içinde anlaşılmayan şeylerin olması onun belagatı ve fesahatiyle çelişir" denilerek redde­dilmiştir. Bazıları da bu başlangıç harflerinin sûre isimleri olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu sûrelerin bunlardan başka isimleri olduğu için bu görüş de reddedilmiştir, Özel isimler niye tekerrür etsin?

Ayrıca bu harflerden bazıları, meselâ "elif-lam-mim, elif-lam-râ, hamim" pek çok surede tekrar etmiştir. Sûre isimleri niçin tekrar edilsin?

Bazıları da bu harflerin yemin edatları olduğunu ve Hak Teâlâ'nın bu harflerden sonrasına bunlarla yemin ettiğini söylemişlerdir. İbn Ab-bas'ın bu konuda şöyle dediği rivayet edilir:

Allah bu harflerle yemin etmiştir.

Bu tuhaf görüş de şu şekilde çürütülmüştür: Arablar bu harfleri yemin olarak kullanmamışlardır. O halde onların bilmedikleri bir üs­lupla onlara nasıl hitab edilir. Kaldı ki pek çok sure başında yemin de uygun düşmemektedir.

Bir görüşe göre bu harfler Allah'ın isimleridir. Mesela e/z/Ehad'e, lâm Latife, mim Mecid'e vs. işarettir, demişlerdir. Bu görüş de çürütü-lebilir, çünkü bu isimlere bu harflerin işaret ettiği kesin ve belli değil­dir. Bunu biz içtihat veya tercihle belirleyebiliriz. Bu da geniş bir ihti­laf kapısı açar.

Bir görüşe göre bu harflerle idrakler harekete geçirilmek, kalpler ve kulakların dikkati çekilmek istenilmiştir. Çünkü bu anlaşılmayan bir üsluptur ve dinleyenler bunların künhüne vâkıf olmak için dikkat kesi­lirler. Fakat bu görüş de "Tekrar edildiğinde, dikkat çekme özelliği or­tadan kalkar" denilerek reddedilmiştir. Çünkü bu harflerin ilk kullanı­mında orijinal gibi görünen şey tekrarlanınca ve tekrar tekrar işitilince artık bilinmiş olur ve alışılır, böylece de zihni ve idraki harekete geçir­me özelliği ortadan kalkar.

Bir görüşe göre de bu harflerin kullanılmasıyla orijinal bir söyle­min geliştirilmesi ve fikrin harekete geçirilmesi amaçlanmıştır. Bu harfler okuma yazma bilmeyen ümmi bir peygamberin ağzından çıktı­ğı için bir anlam ifade eder, çünkü ümmi Arablar her ne kadar bu harf­leri konuşurken kullanıyorlarsa da onların isimlerini söylemeyi bilmi­yorlardı. Şu ayet-i kerimede buna işaret edilmektedir:

Sen daha önce bir kitap okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı bâtıla uyanlar şüpheye düşerlerdi. (Ankebût/48)

Bu görüşe de Kur'an'ın muhtevasıyla ortaya koyduğu eşsizlik ve meydan okuma özelliği, onu ümmi bir peygamberin getirmesinden da­ha önemli ve daha büyüktür, diye cevap verilmiştir.

Akla yatkın ve insaflı bir araştırmacıyı ikna eden en meşhur görüş şudur: Bu harfler, belagat ve beyanın ustası ve Arabça'yı çok iyi kulla­nan Arablara şöyle demek için zikredilmişlerdir: Doğrusu bu Kur'an şu şu harflerden meydana gelmiştir. Bu harfler sizin konuştuğunuz harflerdir. Eğer siz Kur'an'ın Allah kelamı olduğundan şüphe ediyor­sanız, siz de onun bir benzerini getirin. Bunun için elinizde imkanları­nız var. Size bu teklif ve meydan okuma hep tekrarlandı... Bu sebeple genelde bu harflerden sonra Kur'an'dan, onun konumundan ve merte­besinden ve apaçık bir hidayeti kapsadığından söz edilmiştir.

Fakat ne olursa olsun, bu konuda kesin bir görüş ileri sürmek mümkün değildir. Çünkü bu, yaratıcının kelâmıdır. Ondan bazı şeyleri delillere ve istidlale dayanarak anlayabiliriz. Neyi kastettiğini en iyi yi­ne Allah bilir. Her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır.

 

Cansız Varlıkların Secdesi Ve Teşbihi

 

SORU: Şu âyet ne anlama gelir:

Bitkiler ve ağaçlar secde ederler.

Cansız varlıkların Allah'ı teşbih etmeleri ne anlama gelir?

CEVAP: Rahman sûresinin 6. ayeti olan bu âyette geçen neon ke­limesi yıldız anlamına da gelir. Ağaç ise sapı olan bitki demektir. Bun­ların Allah'a secde etmeleri, hangi gaye için yaratılmaşlarsa onun için Allah'a boyun eğmeleri ve o gayeyi gerçekleştirmek için Allah tarafın­dan kendilerine verilen emri yerine getirmeleri demektir. Bitkiler ve ağaçlar Allah'ın kudretine boyun eğdikleri için Kur'an onları Allah'a secde eden varlıklara benzetmiştir. Çünkü secde en ileri seviyede bir boyun eğiştir.

Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ buna benzer başka örnekler de verir:

Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu teşbih eder. O'nu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onun teş­bihini anlamazsınız. O halimdir, bağışlayandır. (İsra/44)

Selef, buradaki teşbihin lisan ile olduğunu söylemiştir; konuşan varlıklarda bu açıkça belli olur, cansız varlıklarda ise bu teşbih gizlidir. Diğerleri ise bu teşbihin, özellikle konuşamayan varlıklarda lisan-ı hal ile olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu yaratıklarda düşünen ve tefek­kür eden bir kimseyi rabbini teşbihe ve yüceltmeye sevkeden deliller ve burhanlar vardır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. Çünkü on­lar düşünmüyorlar ve bakmıyorlar. Bunlar teşbihe sebep olduğu için mecaz yoluyle teşbih onlara nisbet edilmiştir. Şu beytin şairine bravo doğrusu:

Her şeyde O'nun için vardır bir âyet Eder O'nun birliğine hep delâlet.



[1] Kur'an-ı Kerim, okunması, ezberlenmesi ve anlaşılması kolay olsun diye bölümlere ayrılmıştır. 20 sayfaya bir cüz, dörtte birine bir hizb, hizbin yansna da rubu' denilmiş­tir. Fakat hizibler ve rubu'lar her yerde aynı uzunlukta değildir. (Çeviren)

[2] Kur'an âyetlerinin sayısında farklı görüşler vardır. Bu farklılığı ve sebebini ez-Zerke-şi, eİ-Bıtrhanfî (Jlûmi't-Kur'an isimli eserinde şöyle izah eder: "Kur'an âyetleri Hz. Ali'ye göre toplam 6.228, Humeyd'e göre 6.217, Ata'ya göre 6.278'dir. Bu farklılığın sebebi şudur: Hz. Peygamber her âyetin sonunda durarak okurdu. Sonraları ise mana­nın tam anlaşılması için bazı âyetleri birleştirerek okudu. Bu sebeple bazı kimseler bu âyetleri tek bir âyet zannettiler. Bütün rivayetler âyetlerin toplamının 6.200 küsur oİ-duğunda birleşiyor, fakat bu küsurun miktarında ihtilaf ediliyor. (Çeviren)

[3] Her bir harfe ayn bir rakam vermek suretiyle yapılan hesap. (Çeviren)

[4] Harfî ve lafzî tercüme, lafzında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen, müradifi mü-radifin yerine koyarak yapmaya çalışılan tercümedir. Mütercimin her bir kelimeyi ele alıp, her yönden onun yerine geçebilecek diğer dildeki kelimeyi bulması gerekir. Bu neredeyse imkansız denecek kadar zor bir iştir. (Çeviren)

[5] Birkaç mısralık bu şiirlerin lercümesi şiir özelliğini kaybedeceği için buraya gerekli görmedik. (Çeviren)

[6] Edebü'l Hadisi'l-Kudsi isimli kitaba bakılabilir, s. 7-12

[7] Yani Kudüs'e, Süleyman mabedine. (Çeviren)

[8] Arabların kumar şekillerinden birisi şöyle idi: Mesela piyango çekilişi için bir deve ke­silir ve bu deve 28 hisseye ayrılırdı. Zar yerine ezlam ve aklam denilen oklar vardı. Bu iş için on adet ok hazırlanırdı. Her bir okun özel bir adı vardı. Bu oklardan üç tanesi boş, diğerleri bir, iki, üç, dört, beş, altı ve yedi hisseyi temsil ederdi. Bu oklar bir tor­baya konur, iyice karıştırılır sonra adaletli bir kişi devenin parasını birlikte ödeyen on kişi adına bu on tane oku birer birer çekerdi. Herkese hangi ok çıkmışsa o kadar hisse alır, boş çıkanlar da hava alırdı. (Çeviren)

[9] Beyitlerin aslı Arabça olduğu için ancak manayı muhafaza ederek bazı ilave ve tasar­ruflarla manzum hale getirebildik. (Çeviren)

[10] Arab milletini yücelten bu iddialar, her türlü ırkçılığı reddeden, Arabın Arab olmaya­na hiç bir üstünlüğünün olmadığım ilan eden Yüce Peygamberin hadislerine ve her tür­lü üstünlük sadece takva iledir, diyen Kur'an'a aykırıdır. Gerçek olan şu ki, bir millet ancak Allah'ın dinini temsil etme ve ona hizmet etme liyakatini ve niteliğini taşıdığı sürece, bu temsil ve hizmet liyakatini onun kadar taşımayan milletlere nisbetle üstün­dür. Bunun dışındaki her türlü üstünlük iddiası bâtıldır. (Çeviren)

[11] Bk: Vesailü Tekaddümi'l-Müslimin, s. 128-130; Darul-îlmel-Arabi, 1959.

[12] Bu farkların tamamından el-Kisasu fi'l-İslam isimli kitabımda söz edilmiştir. Bk. s. 198-206.

[13] Tıbak: Birbirine zıt iki kelimeyi birlikte kullanma sanatıdır. (Çeviren)

[14] Benim, el-Kısasu fi'î-İslâm isimli kitabımda âyetle vecize arasında geniş ve ayrıntılı bir mukayese vardır. Bk. s.155-210, Mısır, Daru'l-Kitabi'l-Arabiy, 1954.