Yine Mushafların Yazılması Konusu
Kur'an'da "Yedi" Lafzının Tekrarı
Burnunu Damgalayacağız (Veya Sürteceğiz)
Kafirlerin Kalplerinin Mühürlenmesi
İhdina's-Sırata'l-Müstakim'in Okunuşu
"Ekramen" Ve "Ehanen" Kelimelerinin Okunuşu
"Mâlik-İ Yevm'îd-Din"İn Okunuşu
Feryat Ve Figan Günü (Tenad Günü)
İbn Teymîyye Ve Kur'an Tefsiri
Allah'ın Mağfiretinin Genişliği
İnsanlar Ve Cinlere Meydan Okumak
Zâriyat Sûresinin İlk Âyetleri
Kur'an'ın Muska Olarak Taşınması
Hay1zlı Kadının Kur'an Okumasının Hükmü
Gaşiye Süresindeki Âyetlerin Birbiriyle Uyumu
Müzminlerin Ve Kâfirlerin Zaferi
SORU: Def-i hacet yaparken Kur'an okumak helâl midir?
CEVAP: Def-i hacet (abdest bozmak), içerde kaldığı zaman vücuda zarar verecek pisliklerden kurtulmak demektir. Def-i hacet esnasında vücut açılır, avret yerleri görünür, pis bir koku yayılır ve gaflet basar. İnsanla zikir ve tilavet arasındaki ilişki kopar. Def-i hacet kişinin mecbur kaldığı bir iştir. Ne onun süresini uzatma, ne ondan zevk alma arzusunu taşır. Çünkü o, insanın tiksinti duyduğu bir iştir. Bu sebeple o işi bitiren kimse şöyle der: Pisliği benden gideren ve bana afiyet veren Allah'a hamd olsun.
İslâm fıkhında def-i hacet edenin riayet edeceği pek çok edebin sıralandığını görürüz. Bunlardan bazıları şunlardır: (Açıkta ise) uzak bir yere gitmek, örtünmek, kıble gibi saygı gösterilen bir yöne dönmemek, zorunluluk olmadıkça konuşmayıp susmak. Ebu Said'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah'ı şöyle derken duydum: Tuvalete giden ayaklar avret yerleri açık olarak ve konuşarak dışarı çıkmasın. Çünkü bu Allah'ın hoşuna gitmez.
İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah onun selamını almadı. Peygamber, sonra teyemmüm etti ve selamına karşılık verdi.
Başka bir rivayette ise şu ifadeler geçer:
Abdest alıncaya kadar adamın selamına cevap vermedi, Sonra özür diledi ve şöyle dedi: "Temiz olmadıkça Allah'ı zikretmeyi sevmem."
Bütün bunlardan, def-i hacet yaparken Kur'an okumanın, ibadet veya zikir yapmanın uygun olmadığını anlayabiliriz. Bu sebeple din, tuvalette Kur'an okumayı yasaklamıştır. Hatta fıkıhçılar şöyle demişlerdir:
Tuvalette olan bir kişi dışarda hapşıran kişiye "yerhamükallah" demez veya kendisi hapşırdığı zaman telaffuz etmeksizin içinden hamdeder, müezzinin söylediklerini tekrar etmez.
Buradaki yasaklık, haramlığı değil, mekruhluğu ifade eder. Kuyuya /eya bir çukura düşecek âmâ bir adamı ikaz etmek ve bir insana doğru yönelen bir akrep görmek gibi hallerde def-i hacet yapan kimsenin konuşması caizdir, hatta vâcibtir. Belki def-i hacet esnasında bir kişinin şiddetli bir şekilde korktuğu zaman ondan kurtulmak için çabuk çabuk bir âyet okuması da bu kabildendir.
İbrahim en-Nehâi ve İbn Sirin'den def-i hacet halinde zikir yapmakta bir beis olmadığı görüşü rivayet edilmiştir. Belki de onlar Hz. Aişe'nin şu sözüne dayanarak böyle demişlerdir:
Rasûlullah (s.a) her zaman Allah'ı zikrederdi.
Bununla beraber âlimler diğer naslarla çelişkiye düşmemek için def-i hacet zamanını bundan istisna etmişlerdir.
SORU: Bazı insanlar caddelerde ve taşıtlarda Kur'an okuyorlar ve bununla insanlardan sadaka isteyip dilencilik yapıyorlar. İslâm bunu tasvip eder mi?
CEVAP: Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'i, ilahi ve ebedi bir belge, bir hidayet, yasama ve muamelât kitabı olsun diye indirmiştir.
Kur'an, ferdin hem kendisi için, hem başkasıyla birlikteliği, hem vatandaşlarıyle birlikteliği, hem de bütün insanlık alemiyle ilişkileri için bir rehberdir, hatta hayatın tamamıyle ilgili bir rehber ve hidayettir.
Allah Teâlâ Kur'an'da, insanın hangi sebeplere sarıldığı takdirde maddi ve manevi şifaya kavuşacağını, aklın ve kalbin yararına olacak bir neticeye ulaşacağım açıklamıştır. Bir kimse doğruluk ve ihlasla Kur'an üzerinde düşünürse Kur'an mutlaka onu olumlu şekilde etkiler. Bunun içindir ki Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Doğrusu bu Kur'an en doğru yola iletir. (İsra/9)
Gerçekten size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir. Allah, rızasını gözetenleri, onunla selamet yollarına eriştirir, onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları doğru yola iletir. (Maide/15-16)
Allah Teâlâ Kur'an'ın nefislerdeki, akıllardaki ve gönüllerdeki büyük etkisine işaret ederek şöyle buyurur:
Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun Allah korkusuyle baş eğerek parça parça olduğunu görürdün. Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz. (Haşr/21)
Eğer okunan bir kitap ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı Kur'an bunu yapardı. (Rad/31)
İşte Kur'an'ın temel mesajı budur. Fakat daha sonraları Kur'an'ı bir geçim aracı haline getiren pek çok kişi yüzünden bu yoldan sapılmış ve Kur'an'ın mesajından uzaklaşılmıştır. Onlar Kur'an'ı okuyup düşünerek bir rehber edinmek yerine onu muska ve tılsım yazmanın, üfürükçülük yapmanın aracı haline getirdiler. Hayatın çeşitli alanlarında ve çeşitli konularda Kur'an'ın mesajına muhtaç durumdaki dinlere okumaları gerekirken, matemlerde ve kabirlerde ölülere okumakla ve bununla iftihar etmekle iktifa ettiler. Kur'an okumayı bir dilencilik aracı haline getirdiler, musikinin ve coşup kendinden geçmenin kapısı yaptılar. Bu konuda yarıştıkça yarıştılar. Kur'an'la dünyalık elde etme arzuları, onunla ahiret saadetine ulaşma arzularının önüne geçti.
Biz bununla insanların Kur'an okumalarını engellemek istemiyoruz. Bilakis biz Kur'an'ın gece ve gündüz okunmasını istiyoruz. Ve biz güzel seslilerin veya hançeresi sağlam ve düzgün olanların Kur'an okumalarını da engellemek istemiyoruz, biz Kur'an'ı kullanarak onun mesajından dışarı çıkılmaması için mücadele ediyoruz, dinleyen kimseye etkili olabilmesi için önce okuyan kimsenin okuduğundan etkilenmesini istiyoruz. Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
İnsanların Kur'an okurken en güzel seslisi onların Allah'tan en çok korkanıdır.
Yine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur:
Kur'an'ı ahiret hesabı için değil de dünya menfaati ve kazanç ternini için okuyan bir topluluk gelmeden önce siz onunla Allah'ın rızasını gözetin.
Görünen o ki Rasûlullah'm asırlar öncesinden haber verdiği bu topluluk gelmiştir ve epeyce de çoğalmıştır.
El-Menar Tefsiri, c. IX, s. 553'de ifade edildiğine göre, dinlemeyen kimselere Kur'an okunması caiz değildir.
İslâm fıkıhçılan, çalışan bir değirmende Kur'an okunmasını yasaklamışlar ve bunu da şöyle izah etmişlerdir: Bu yasak, değirmen sesinin Kur'an sesini bastırmaması içindir. Çünkü hak daima üstündür, ona hiçbir şey galip gelemez. Hal böyle olunca tranvayda, arabada, trende veya araba, klakson ve satıcı seslerinin birbirine karıştığı caddelerde Kur'an okunduğu zaman durum nice olur?!
Kur' an-ı Kerim yüce Allah'ın kitabıdır. O yüce ve şerefli bir kitapdır. O, şöyle diyen bir kitaptır:
Üstünlük, Allah'ın, peygamberlerinin ve müminlerindir. (Münafı-kün/8)
Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz. (Âl-i İmran/139)
Rasûlullah (s.a) insanların çalışmalarını istemiş, dilencilik yapmalarını yasaklamıştır. O şöyle buyurmuştur:
Sizden birinizin ipini alıp sırtında odun taşıması, insanlardan bir şeyler istemesinden daha hayırlıdır.
Başkaları ona ya verirler, ya da vermezler. Her ne olursa olsun meşru bir yoldan çalışıp kazanmaya gücü yettiği müddetçe bir kimsenin dilencilik yapması aslında İslâm'ın razı olmadığı bir iştir. Bir de dilenciliğine Kur'an-ı Kerim'i âlet ettiği zaman ne kadar da çirkin bir iş yapmış olur?! Bu, Allah'ın Kitabını küçük düşürmektir. Kur'an'ın yüceliğini ve heybetini korumak için bundan sakınmak ve bunu yapanları da engellemek gerekir.
Bu konuda Rasûlullah'ın (s.a) şu sözü üzerinde düşünmüş olsaydık ne güzel olurdu:
Kur'an'ı üç türlü insan okur: "Mü'min, münafık ve fâcir/günahkar.
Beşir el-Havlânî5 el-Velid ibn Kays'a bunların kim olduğun sorduğunda, o, şöyle cevap verdi: "Münafık okuyucu, Kur'an'ı inkâr edendir. Fâcir okuyucu Kur'an'ın sırtından para kazanandır. Mü'min okuyucu da ona inanandır."
Biz bütün insanları Kur'an'a yönelmeye, onu düşünmeye ve onun tertemiz kaynağından su almaya davet ediyor ve onlara Rasûlullah'ın şu sözünü hatırlatıyoruz:
Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir.
Fakat biz, bir takım câhillerin veya ücretle tutulmuş kişilerin bu ilahî kitabı, yolun en hayırlısına sevkeden bu yüce ve şerefli kitabı, dilenciliğin ve dünya hayatında iğrenç bir kazancın aracı haline getirmelerine de razı olmayız. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Sana bu mübarek Kitabı âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik. (Sâd/29)
İşte böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen, doğru bir yola kılavuzluk etmektesin. O yol, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner. (Şûra/52-53)
SORU: Kur'an-ı Kerim'i bir sehpanın üzerine koyan kişiye arkadasının: "Mushaf-ı şerifi belden yukarı olacak bir yere koymak gerekir" dediğini duydum. Bu konuda İslâm fıkhının görüşü nedir?
CEVAP: Şüphesiz ki Kur'an-ı Kerim, Allah'ın kelamıdır. O, her türlü kelamın üstündedir. Allah'ın kelamını ihtiva eden mushafa da hürmet ve saygı gösterilmesi ve onun küçük düşürülmeye maruz bırakılmaması gerekir. Bu sebeple 5. Râşit Halife Ömer ibn Abdilaziz şöyle demiştir:
Ayak basılacak yerlere, Kur'an'ı yazmayınız. (Celâlüddin es-Sü-yûtî el-İtkanfi Ulumi'l-Kur'ari)
Bunun içindir ki fıkıhçılar çatı gibi yüksekçe yerler bile olsa ayak basılması muhtemel olan yerlere Kur'an'ın yazılmasını mekruh görmüşlerdir. Nitekim bazı âlimler, mushafın, oturulacak yerden daha yükseğe konulmasının müstehab olduğunu, uyurken başın altına konulmasının ve ona doğru ayakların uzatılmasının haram olduğunu söylemişlerdir. Bunu İmam Zerkeşî zikretmiştir. Fakat biz mushafın belden yukarı gelecek şekilde konulmasını gerektirecek her hangi bir şey bulamadık. Onun yüksekçe bir yere konulması ve üzerine bir şeyin konulmaması yeterlidir.
SORU: Mısır'da Evkaf Bakanlığı zaman zaman Kur'an'ı ezberleyenler için imtihan açıyor ve hafızlara çeşitli mali mükafaatlar veriyor. Tarihte buna benzer uygulamalar olmuş mudur?
CEVAP: Bu, Evkaf Bakanlığının takdire ve övgüye şâyân bir uygulamasıdır. Çünkü bunda Allah'ın kitabını ezberlemeye ve ona önem vermeye teşvik vardır. Bu tür teşviklere fazlasıyla ihtiyacımız vardır. S-ürıkü Kur'an'ı ezberleme âdeti giderek kaybolmaktadır. İşin ilginç yanı Kur'an-ı Kerim'i ezberlemenin ödüllendirilmesinin bu müslüman milletin tarihinde mevcut olmasıdır. Hicrî 182 yılında vefat eden Abdullah ibn el-Mübarek'in hayatını anlatan tarihî belgelerde şöyle anla-Uır: Abdullah İbn el-Mübarek, zamanının büyük bir âlimi ve zahidi idi. Rakka şehrinde bulunurken, Halife Harun er-Reşid bu şehre geldiği zaman Abdullah ibn el-Mübarek'i evinde ziyaret eder.
Harun er-Reşid ziyareti bitirip ayrılmayı düşündüğü zaman Abdullah ibn el-Mübarek kendisine şöyle der: "Ey mü'minlerin emiri! Bizim yanımızda ilim yok olduğu gibi senin yanında da ilmin yok olmasından korkuyorum." Harun er-Reşid ona şöyle cevap verir: "Evet, durum senin dediğin gibidir."
Harun er-Reşid'in Irak'a döner dönmez ilk yaptığı iş, vilayetlere ve ordu komutanlarına mektup yazmak oldu. Mektubunda şöyle diyordu:
Sizin oralarda iyi ezan okuyan kimseyi araştırın ve ona bin dinar Ödül verin. Kur'an'ı ezberleyen, ilme yönelen, ilim ve edebiyat meclislerinde bulunanları araştırın, onlara ikibin dinar ödül verin. Kur'an'ı ezberleyen, hadis rivayet eden ve ilimde derinleşen kimseleri araştırın onlara dört bin dinar verin. Bunu, âlimlerin ve faziletli kişilerin yapacağı imtihanla tesbit edin. Onların sözlerine kulak verin ve emirlerine itaat edin. Çünkü Allah Teâlâ: "Allah'a itaat edin, Peygamber ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin" buyuruyor. Bu âyetteki emir sahipleri ilim adamlarıdır.
Bundan sonra Abdullah ibn el-Mübarek şöyle der: "Rasûlullah'm, dört halifenin ve sahabilerin döneminden sonra Harun er-Reşid'in dönemindekinden daha çok âlimin, Kur'an okuyucusunun, hayır işlerinde yarışanların ve haramlara saygı gösterenin bulunduğu başka bir dönem bilmiyorum."
Bu tarihi belgeden de anlıyoruz ki Kur'an hafızlarının ödüllendirilmesi müslümanların tarihinde bilinen bir şeydir. Bizim de bunu teşvik etmemiz ve bu teşviki yapanlara teşekkür etmemiz gerekir. Allah çalışanların çalışmalarının karşılığını verir.
SORU: Özellikle yeni öğrenenler ve hafız olmayanlar için musha-fın resm-i Osmani ile yazılması halinde onun okunuşunda bir takım güçlüklere ve zorluklara yol açacağını düşünüyorum. Acaba herkesin kolayca okuyabilmesi için mushafın (Kur'an'ın) bugünkü imla kurallarına uygun olarak basılması caiz olur mu?
CEVAP: Allah Teâlâ yüce Kur'an'ı âlemlere düstur olsun, büyük ve küçük herkes kolayca okusun ve anlasın diye indirmiştir. Fakat mushafın nakledilegelen yazı şekli ve bu şekilde yazılmış bir mushafın okunması çok zor ve güçtür. Bunun binlerce mahzuru vardır. Onda okunmayan zait harfler vardır. Bilinen imla kurallarına aykırı durumlar vardır. Eski yazı şeklinden dolayı çok büyük güçlüklerle karşılaşan talebeler için yapıldığı gibi, Kur'an'ı öğreneceklere ve ezberlemek isteyenlere kolaylık sağlamak için mushafın bilinen imla kurallarıyla basılmasında hiçbir sakınca yoktur. Mushafın çağdaş imla kurallarıyla yazılmasına karşı çıkanlar, mushafta bir takım değişikliklerin olacağı korkusunu taşıyorlar. Fakat müslüman kamuoyu çok güçlüdür. Hafızlar ve uzmanlar için klasik yazıyı muhafaza etmek mümkündür. Öğrenciler için de çağdaş imla kurallarına göre yazılmış yeni bir Mushaf basılabilir.
SORU: Bir fetvanızda hafızlar ve kıraat uzmanları için ve (ihtiyaç halinde) müracaat edilebilmesi için resm-i Osmanî'ye[1] uygun mushaf-ların muhafaza edilmeleri şartıyle, Öğrencilerin Kur'an'ı (kolayca) ez-berleyebilmeleri için mushaflann bilinen çağdaş imla kaidelerine uygun olarak yazılmasında bir sakıncanın olmadığını söylediniz. Bu fet-vanızdaki dayanağınız nedir?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim, Allah Teâlâ'nın gönderdiği, öğüt alınması için kolaylaştırdığı, üzerinde düşünülmesini, anlaşılıp ezberlenmesini istediği, bağlanılmasını ve müracaat edilmesini teşvik ettiği bir kitaptır. Bütün bunlar ancak Kur'an'ın, meyvelerinden arzu eden herkesin faydalanacağı ve kapıları herkese açılmış bir bahçe haline getirilmesiyle mümkün olur. Onu nakledilegelen ilk yazılış şekliyle muhafaza etmiş olsaydık, özellikle Kur'an'ı yeni öğrenmeye başlayanların okumaları çok zor olurdu. Hatta Kur'an okuyan pek çok kimsede de müşahede edildiği gibi okumayı bilen çoğu kimseler için dahi bunun bir takım zorluklan vardır. Çünkü onlar dahi resm-i Osmani'den okurken hatalar yapabilirler ve kekeleyebilirler. Bunun sebebi genellikle bu hattın (yazının) zorluğuna dayanır. Zira resm-i Osmani'de bir takım karışık ilaveler, harflerin yazılışında farklılıklar, yazının metodunda belirsizlikler vardır. Kur'an'ın metninde herhangi bir noksanlık ve fazlalık olmadığı, resm-i Osmani ile yazılmış çok sayıdaki mushaf uzmanlar tarafından muhafaza edildiği müddetçe, sadece öğrenciler için onların alışık oldukları yazı ile mushaflann yazılmasının mubah olduğunu söylememizin aklî dayanağı budur.
Bu konuda nakli delilimiz de vardır. Eşheb'in rivayetine göre birisi İmam Mâlik'e: "Ne dersin, bugün bir kimse bir mushaf yazmak istese ve bunu da insanların yeni icat ettikleri imla kurallarıyla yazsa bunu uygun görürmüsün?" diye sorduğunda, İmam Mâlik Kur'an'a bir şeylerin ilave edilip noksanlaştırılacağından korktu ve şöyle dedi: "Bunu uygun görmüyorum, ancak ilk yazıldığı şekilde yazılır." Soruyu soran kimse: "Kur'an'a nokta konulabilir mi?" diye sorduğunda, İmam Mâlik bu soruya şöyle cevap verdi: "İmam olan nüshaların[2] noktalanmalarını doğru bulmuyorum. Bu imam mushaflara önceden bulunmayan hiç bir şey ilave edilmez. Ancak çocukların Kur'an öğrendikleri mushaflara gelince bunlara nokta konulmasında bir sakınca görmüyorum..."
Sen de görüyorsun ki İmam Mâlik, öğrenmelerinde kolaylık olsun diye çocukların okuyacakları Kur'an nüshalarının noktalanmalarına icazet vermektedir. Sonradan icat edilen bir yazı şekliyle mushaflann yazılmasını doğru bulmaması ise aşırı ihtiyatından dolayıdır. Kur'an'a ilk yazılış biçiminden farklı olarak sonradan noktalar, şekiller, âyet aralarına işaretler ve âyet numaraları, rubu, hizib, a'şar ve secde yerlerini belirten işaretler, sûre başlarına süslü şekiller, vasıl ve vakıf işaretler. ve tecvid alametleri dahil edilmiştir. Biz bunları yaptığımıza ve kabul ettiğimize göre, lafızların ve ibarelerin herhangi bir şekilde tahrifine meydan vermeksizin sadece ziyade harfleri düşürmek ve gerekli harfleri ziyade etmekle yetinerek Kur'an'ın bildiğimiz imla şekliyle yazılmasını niçin kabul etmeyelim? İmam el-Izz ibn Abdisselam mus-hafların eski nakledile gelen imla ile yazılmaması gerektiği görüşündedir. Çünkü bu Kur'an öğrenenleri sıkıntıya sokar ve okunuşundaki zorluklar ve birden fazla telaffuza müsait oluşu sebebiyle cahillerin değiştirmelerine maruz bırakabilir. Hülasa Kur'an dünyaya gelen herkesin kitabıdır ve herkesin okuyabileceği kolaylıkta olması gerekir, bir bilmece ve muamma değil.
SORU: Şu ayetin anlamı hakkında bilgi verir misiniz?
Mescitler şüphesiz Allah'ındır, Öyleyse oralarda Allah'ın beraberinde başka birine yalvarmayın! (Cin/18)
CEVAP: Âyet-i kerimedeki mesâcid (mescidler) kelimesiyle neyin kastedildiği konusunda farklı görüşler ortaya konmuştur. Bir görüşe göre bunlar namaz ve ibadet için tahsis edilmiş mescitlerdir. Bir görüşe göre Mescid-i Haram yani Kâbe-i Muazzama'dır. Çünkü Kabe bütün mescitlerin kıblesi ve buluştuğu nokta olduğu için adeta onların tamamını temsil eder. Bir görüşe göre de bütün yeryüzüdür, çünkü yeryüzünün tamamı Hz. Peygamber'e ve onun ümmetine mescit kılınmıştır. Bir görüşe göre de insanın secde azalarıdır (eller, ayaklar, dizler ve alınla burun). Doğru olanı birinci görüştür.
Ayetin anlamı, şüphesiz ki mescitler Allah'a ibadet için tahsis edilmişler ve o halde sadece Allah için kullanılmaları, ilahi maksada aykırı herhangi başka bir maksat için kullanılmamalan ve sadece Allah'ın meşru kıldığı şeyler için istihdam edilmeleri gerekir. Salih sultanlar, devlet başkanları ve valiler de mescitlerin saygınlığı hususunda doğru hareket etmişler ve onları Allah'ın zikrine ve hamdine aykırı her şeyden uzak tutmuşlar ve ne kadar büyük ve yüce olursa olsun oralarda Allah'tan başkasını takdis etmemişlerdir.
SORU: Al-i Imran süresindeki şu âyetin anlamı nedir?
Onlar tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarına karşılık verdi. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır. (Âl-i İmran/54)
Tuzak kurmanın Allah Teâlâ'ya nisbet edilmesi doğru olur mu?
CEVAP: Allah Teâlâ peygamberi İsa'yı (a.s) apaçık delillerle ve hidayet ile İsrailoğullarına yani yahûdilere gönderdi. Onu, körler ve alacalıları iyileştirmek, ölüleri diriltmek, çamurdan kuş yaratmak gibi parlak mucizelerle destekledi, Bunların hepsi Allah'ın emri ve izni ile oluyordu. Sonra Hz. İsa (a.s) onları Allah'tan korkmaya, peygamberine itaate ve dosdoğru yola uymaya çağırdı. Fakat onlar yüz çevirdiler ve onu dinlemediler. İsa (a.s) onlardaki inkarcılığı sezip görünce onları terketti, havariler, yardımcıları ve yakınlarıyla birlikte rabbine ibadet etmeye başladı. Fakat serseri yahudiler İsa'ya (a.s) tuzak kurmak ve hile yapmak istediler. Onu öldürmek için alçakça bir suikast tasarladılar, bu konuda bütün güçlerini ortaya koydular. Fakat Allah Teâlâ onların bütün gayretlerini boşa çıkardı. Onların tuzaklarına aynısıyla karşılık verdi. Çünkü İsa'yı öldürecek kimsenin önüne İsa'nın benzerini bırakıverdi. O da bu mücrimi yakaladı ve öldürdü. Onlar hala öldürülenin İsa olduğunu zannediyorladı. Bu, ihanet eden kimseye Allah tarafından verilen suçuna uygun bir cezadır. Bu açıklamalardan sonra ayetin manası açıklığa kavuşmaktadır. Allahu a'lem, âyetin anlamı şudur:
İsrailoğulları komplo kurdular, yani İsa'ya (a.s) hile yaptılar ve onu suikast yoluyla öldürmek için alçakça bir plan kurdular. (Allah da onlara komplo kurdu), yani İsa'yı (a.s) göğe yükselterek ve ona suikast düzenleyinin önüne İsa'ya benzeyen birisini çıkartarak onların komplolarını kendi tedbiriyle en iyi şekilde boşa çıkardı. (Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır) yani tasarruf vönünden onların en kuvvetlisidir ve
onlara vermek istediği cezayı bilemeyecekleri yerden en iyi şekilde uygulayandır. Burada Allah Teâlâ bilinen manasıyla bir mekr ile (tuzak, komplo) ile vasıflandırılmak istenmemiştir. "Allah tuzak kurdu" sözüyle Allah'ın takdiri ve tasarrufu kastedilmiştir. Çünkü kendisinden Önce "onlar tuzak kurdular" tabiri geçmektedir. Buna müşakele denir. (Müşakele, lafzı aynı, manası zıt kelime getirmek anlamına gelir). Bu, şairin şu sözüne benzer:
Bir şey teklif et, senin için onu pişirelim dediler. Bana bir cübbe ve bir gömlek pişirin dedim.
Burada "bana dikin" anlamı kastedilerek "pişirin" denmiştir. Allah'a nisbet edilen mekr (tuzak) burada sözlük anlamındaki asıl mekr değildir. Bilakis bununla Allah'ın iradesi, kudreti ve gizli tuzakları aynı şekilde cezalandırması kastedilmiştir.
SORU: Kur'an-ı Kerim'de yedi (seb'a) lafzının niçin tekrarladığını, bu lafzın geçtiği yerlere de işaret ederek açıklamanızı rica ediyorum. Böylece yedi sayısının Kur'an'da çokça geçmesinin hikmetini anlamış olacağız.
CEVAP: Bütün insanların kendi dillerinde, konuşmalarında ve ifade tarzlarında devamlı kullandıkları ve alışkın oldukları bir takım deyimler ve kavramlar vardır. Bu kavramların nerelerde ve hangi konularda kullanılmaları meşhur olmuşsa ona göre kendi aralarında ortaya çıkan özel bir anlamı oluşur. Arabların arasında da çok eskiden beri yedi rakamı ve onun katlan, çokluğa delalet etmesi için fazlasıyla kullanılmıştır. Rakamlar dikkat çekici bir noktaya ulaştığı zaman düşünceyi harakete geçirir. Arablar, tabiatla ve çevreyle ya da hayatın muhtelif şartlarıyle ilgili sebeblerden dolayı genellikle bu rakamı tercih ediyorlardı. Kur'an-ı Kerim apaçık Arabça bir kitaptır. Arabların en saf olanlarına inmiştir. Bu sebeble onların üsluplarına uygun olması ve anlayabilmeleri, icabet edebilmeleri veya uyarıldıktan sonra da inanmadıklan zaman mazeret yollarının kesilmesi için onların akıllarının kavrayacağı seviyede hitap etmesi hikmetin ve haklarında verilecek kesin hükmün bir gereğidir.
Kur'an-ı Kerim'in yedi rakamını kullanırken Arabların kullanımını gözetmesi, çeşitli durumlara göre farklılıklar olmasıyla beraber çokluğa delalet etmesi sebebiyle bu rakamı çokça zikretmesi bu uyumun bir parçasıdır. Aşağıdaki ayetlerde bunun örnekleri bulunmaktadır: Meselâ Kur'an bize göklerin yedi kat olduğunu bildirmektedir:
Sonra O, semaya yöneldi, onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi. (Bakara/29)
Andolsun biz, sizin üstünüzde yedi tabaka yarattık. Biz yaratmaktan habersiz değiliz. (Mü'minun/17)
Allah Teâlâ yerin (arzın) da yedi kat olduğunu zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:
Allah yedi kat göğü, yerden de bir o kadarını yaratandır. (Talak/12) Korkunç cehennemin "yedi kapısı"nm olduğunu bize bildirmektedir:
Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için birer grup ayrılmıştır. (Hicr/44)
Fatiha sûresi az ayetle çok manaya delaletin bir Örneği olduğu, hatta bu yüzden kendisine "Ümmü'l-Kitab" (kitabın anası) denildiği halde, yedi âyet olarak gönderilmiştir.
Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur'an'ı verdik. (Hicr/87)
Kur'an-ı Kerim bir şeyin çokluğunu ifade ederken de yedi lafzını kullanmıştır. Meselâ ilahi nimetlerden ve bitmez tükenmez rabbani âyetlerden söz ederken şöyle demektedir:
Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsaydı, arkasından yedi deniz daha ilave edilseydi, yine de Allah'ın sözleri bitmezdi. Şüphe yok ki Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir. (Lokman/27)
Bu sayının katlan Allah yolunda hayır yapmanın ve onun büyük karşılığının bir örneği olarak verilir:
Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır (yani yediyüz dane). Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfü geniştir, O herşeyi bilir. (Bakara/261)
Azabın en şiddetli çeşidi de bu sayının katlarıyla tasvir edilir:
Onu yakalayın da, (ellerini boynuna) bağlayın; sonra alevli ateşe atın onu! Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincir içinde oraya sokun! (Hakka/30-32)
Musa (a.s), rabbiyle sözleştiği yere birlikte gitmeleri için kavminden bir heyet seçtiği zaman yetmiş kişi seçmişti:
Musa tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. (A'raf/155)
Kur'an-ı Kerim bu sayının katlarını mutlak bir çokluğu ifade etmek için de kullanmıştır. Mesela Allah Teâlâ Peygamberine şöyle demektedir:
Ey Muhammedi Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. (Tev-be/80)
Bu kadar sınırlı bir yerde bu konuda söyleyebileceklerimiz bu kadardır.
SORU: Kalem süresindeki şu ayetin anlamı nedir? Biz yakında onun burnuna damga vuracağız.
CEVAP: Âyet-i kerimenin anlamı şöyledir: Biz onu belirleyeceğiz, bildireceğiz ve burnunu ateşle dağlayacağız.
Azabın başka çeşitlerinin değil de bu şeklinin tercih edilmiş olmasının sırrım açıklayabilmek için, Kur'an-ı Kerim'in apaçık Arabça bir kitap olduğunu, dili en iyi kullanan Arablara hitab ederek indiğini ve Arabların da organlarının saygınlığıyla övünen bir millet olduğunu bilmemiz gerekir. Ayrıca onlar kendi saygınlıklanyla da övünürler ve vücutlarının aşağılanmasını bir nevi zül addederlerdi ve bunu sıradan bir Arab bile kabul etmezdi. Sıradan bir Arabın bile kabul etmediği bir aşağılanmayı toplumun önde geleni ve lideri durumundaki bir kimse nasıl kabul ederdi? Bu âyet kendisinden önceki âyetlerle birlikte el-Velid ibn el-Muğıre el-Mahzûmi hakkında nazil olmuştur. Bu adam çok zengin, azgın ve çok zalim birisiydi. Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede kıyamet gününde onu damgalayacağım, eritici demirden yapılmış dağlayıcılarla ve alevli ateşle dağlayacağını söyleyerek tehdit etmiştir. Öyle ki bu damga onda ebedi bir işaret ve iz olarak kalacaktır. Bu büyük bir aşağılanmadır. Çünkü bir Arabın nazarında vücudun saygınlığı vardır ve korunmalıdır. Yüz ise vücudun en saygın yeridir. Burun ise yüzün en saygın organıdır. Çünkü yüzün en yüksek ve önde olan kısmıdır. Bir Arab nazarında burun, izzet (onur), hamiyet ve saygınlığın mekanıdır. Bu sebeple gurur anlamına gelen enfe kelimesini burun anlamına gelen enf kelimesinden türetmişlerdir. Saygıdeğer bir liderden söz ederken mağrur ve onurlu anlamına gelmek üzere "murtefiu'1-enf şâmihu'l-ırnin" derler. Onuruna düşkün bir Arabın burnuna bu şekilde bir damga vurulmasının, ne kadar onur kırıcı olduğunu düşünün. Kur'an burunu hortum kelimesiyle ifade etmiştir. Bununla sahibindeki şekil bozukluğunu ve çirkinliği kastetmiş ve file benzetmiştir. Fil, aşağılık ve adilik damgası vurulan kaba bir hayvandır.
SORU; Şu ayet-i kerimenin anlamı nedir?
Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, yine de "Gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır" derler?
CEVAP: Bu âyet-i kerimenin manasını anlayabilmemiz için onunla bitişik diğer âyetleri de hatırlamamız gerekir. Çünkü onunla kastedilen manayla bu âyetlerin de ilişkisi vardır. Allah Teâlâ bir sûresinde Peygamber'i Muhammed'e (s.a) hitabederek şöyle buyuruyor:
Ey Muhammedi Andolsun, senden önceki milletler arasında da elçiler gönderdik. Onlara bir peygamber gelmeye dursun hemen onunla alay ederlerdi. İşte böylece biz onu (inkarcılığı) suçluların kalplerine sokarız. Öncekilerin başına gelenlerden ders almaları gerekirken onlar hala buna (Kur'an'a) inanmıyorlar. Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar yine de "Gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır" derler. (Hicr/10-15)
Genel anlamı zikretmeden önce, bu âyetlerde tefsirine ihtiyaç duyulan kelime ve terimler vardır:
Şiyeu'l-Evvelin: Siye, şia kelimesinin çoğuludur. O da millet ve insan grubu demektir.
Yestehziûn: Selk, ipliğin iğneye sokulması gibi bir şeyin başka bir şeyin içine dahil edilmesi demektir.
Halet sünnet'ül-evvelin: Yani öncekilerin başına gelmişti. Öncekilerin de hayatı böyle olmuştu.
Fezallû: Yani devam ederler, aynı şeyi yaparlar.
Ya'rucûn: Göğe doğru yükseliyorlar.
Sükkirat ebsâruna: Büyü ile gözleri kapatılır, onlar göremezler.
Bu âyetlerin genel anlamı şudur: Ya Muhammedi Senden önceki ümmetlere de çok sayıda peygamber gönderdik. Bu milletlere ne zaman bir peygamber gelmişse inatçı kâfirler onu hemen yalanladılar ve alaya aldılar. Önceki milletlerdeki inatçı kâfirlerin kalplerine sapıklığı nasıl sokmuşsak, senin kavmindeki müşrik mücrimlerin kalplerine de böyle sokarız ve sen onları ne kadar uyarmış olsan da yine inanmazlar. Bu onlardan öncekilerin yaptığının aynısıdır.
Şöyle bir mana vermemiz de caizdir: Biz onlara Kur'an'ı ve iman davetini işitecekleri ve kalplerine ulaşacak şekilde ulaştırırız. Fakat onlar inanmazlar ve icabet etmezler. Nitekim ondan önceki günahkarlar da öyle yaparlardı. Biz onların tekliflerini kabul edip gözlerinin önüne gökten bir kapı açsak ve o kapıdan Allah Teâlâ'nın izniyle, istedikleri şekilde çıkıp melekleri görmüş olsalar yine de inatçılıklarına devam ederler, inanmazlar ve şöyle derler: Bizim gözümüz aldandı (boyandı) ve gözlerimiz alındı, ya da gözlerimizin üstüne bir örtü ve perde çekildi de görmemiz engellendi...
SORU: "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir" âyetinin anlamı nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Gerçek şu ki, kâfir olanları (azap ile) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için büyük bir azap vardır. (Bakara/6-7)
Ayette geçen hatm kelimesi bir şeyi Örtmek ve içine bir şey girmesin, başka bir şey ona karışmasın diye onu sıkıca kontrol etmek demektir. Bu, kapının, zarfın, kutunun veya benzeri bir şeyin örtülmesi gibidir. Maddi şeylerde söz konusu olan, maddi bir örtmedir, manevi şeylerde ise manevi bir örtmedir. Buradaki âyet-i kerimede kastedilen, manevi bir örtüdür: Çünkü burada, Allah'ın kendilerini davet ettiği şeyi kabul etmemeleri, insaf ve anlayışla hakka kulak vermemeleri kastedilmiştir.
Bu âyet-i kerime, batılda kalmakta ısrar eden inatçı kâfirler hakkında inmiştir. Rasûlullah (s.a) onları defalarca davet ettiği halde sonuç alamamıştır. Peyamber onları hakka çağırdıkça onlara yüz çevirmişler, küfürde ısrar etmişler, kibirlendikçe kibirlenmişler. Adeta boşuna vaktini harcamış veya onlarla boşuna uğraşmıştır.
Bundan dolayıdır ki âlimler "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir" âyetinin şöyle bir duruma işaret ettiğini söylemişlerdir: İnsan, küfürle övündüğü, inatçılıkta aşırı gittiği, batılda ısrar ettiği, hiç bir engel tanımaksızın günah işlemeyi alışkanlık haline getirdiği, hiç bir şekilde hakka icabet etmediği zaman, onun bu sürekli inatçı tutumu kendisinde öyle bir karakter meydana getirir ki artık günahları güzel görmek onun için bir alışkanlık olur, sanki o, imanı kabul etme ehliyetini ya da kabiliyetini, hissetme ve kavrama yeteneğini kaybetmiştir, kalbine ve kulağına mühür vurulmuş gibidir. Çünkü göz ve kulak hidayete ulaşmasında ona hiç bir fayda sağlamaz. Bu kâfirlerin alışkanlık haline getirdikleri ve ısrar ettikleri aşırı inatçılıklarının bir tasviridir. .
Bazı müfessirler de özet olarak şöyle derler: Bu Kur'ani söylem, küfrün kalplerine tamamen yerleştiği, hatta Allah'ın âyetlerini ve iman delillerini düşünmeye sevkeden sebebleri ve melekelerini kaybetmiş kimselerin durumunu açıklamaktadır. Sanki Allah onların kalplerini kapatmıştır, mühürlemiştir. Bu sebeble orada kökleşmiş şeylerin dışında kalplerine hiç bir şey giremez. Onun üzerinde ısrar ederler. Allah onların kulaklarını da mühürlemiştir, bu yüzden Allah'ın âyetlerini düşünen kimselerin dinlediği gibi dinlemezler.
Kur'an-ı Kerim kalplerin ve kulakların mühürlenmesini Allah'a nisbet etmiştir. Çünkü bu, benzeri durumlardaki Allah'ın kanununu beyan etmektedir. Bu onların küfre zorlandıkları ve Allah'ın onları zorla imandan alıkoyduğu anlamına gelmez. Bu sadece onların küfürdeki ısrarlarını, yaratıcılarına karşı inatçılıklarını ve Allah'ın davetinden devamlı yüzçevirişlerini tasvir etmekten ibarettir.
Bu nedenle Kur'an-ı Kerim, Allah'ın kâfirlerin kalplerini ve kulaklarını mühürlediğini ifade etmiştir. Çünkü onlar, hakikatin anlaşılmasında kalplerinden ve Allah'ın kelamını anlayarak ve düşünerek dinlemek hususunda kulaklarından yararlanmamaktadırlar. Allah Teâlâ müminlerin, söze kulak veren ve sözün en güzeline uyan kimseler olduklarını bildirmektedir. O mü'minler, Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerdir ve onlar akıl sahibidirler.
SORU: Fatiha süresindeki "İhdina's-sırata'l-müstakim" âyetinin başındaki İhdina kelimesinin bazı mushaflarda elifsiz olarak yazıldığını, bazı mushaflarda elifin üzerine bir fetha (üstün) konularak yazıldığını, bazı mushaflarda ise elifin altına esre konularak yazıldığını gördüm. Bunun sırrı nedir? Müslümanların rablerinden hidayet talep etmeleri ne anlama gelir?
CEVAP: Mushaftan bu âyet-i kerimeyi okurken bazı mushaflarda, sözü edilen elifin üstünde küçük bir sad harfi görürüz. Bu bir işarettir, soruyu soran kimsenin de zannettiği gibi bir hareke değildir. Bu işaret, İhdina kelimesinin başındaki elifin kat hemzesi değil vasıl hemzesi olduğunu gösterir.[3] Bu hemze (elif) mesela "ehazna" kelimesindeki hemze gibi değildir.
Bazı mushaflarda ihdina kelimesindeki elifin altında, onunla başlandığında esreli okunması gerektiğine işaret eden bir esre bulunur. Çünkü vasi elifi, kendisiyle başlanınca ortaya çıkar ve okunur.
Bazı musaflarda ihdina kelimesinin başmaki elif, vasi yapılacağı gözetilerek yazıda gösterilmez. Çünkü okuma esnasında bu kelime kendisinden önceki nestein kelimesine bitiştirildiği zaman elifin varlığı hissedilmez ve şöyle okunur: .nesteinühdina's-sırata'l-müstakim..."
"Bizi sırat-ı müstakime hidayet et" anlamına gelen bu âyette kulların yüce rablerinden kendilerine hidayeti lütfetmesi için bir dua, istek ve niyaz vardır. Yani: Bizi hayır ve saadete ulaştıracak olan mutedil ve doğru bir yola eriştir, ey rabbimiz! Bizi o yola doğru yönelt, senin rızana ve yakınlığına ulaştıracak olan hidayetin yolunu bize göster, demektir.
Sırât-ı müstakim, Allah'ın dinidir ve Allah kendi dininden başkasını kullarından kabul etmez ve bu dini öğreten de Allah'ın elçisi Hz. Muhammed (s.a)'dir.
Hidayetin dört çeşidi vardır:
Birincisi vicdan-ı tabii ve ilham-ı fıtri denilen hidayettir. Meselâ çocuğun beslenme ihtiyacını hissetmesi ve ihtiyacını gidermek için kendisine herhangi bir şekilde öğretilmeden, yaratılıştan ağlaması ve annesinin memesini görür görmez onu ağzına alıp emmesi bu tür hidayettendir.
İkincisi, duyu organlarının hidayetidir. Mesela seslerin ve kokuların algılanması, bu tür bir hidayettir.
Üçüncüsü duyu organlarının hatalarını düzeltecek olan akim hidayetidir.
Dördüncüsü de âlemlerin rabbi olan Allah'tan gelen dinin hidayetidir. Bu sonuncusu, bütün hidayetlerin zirvesidir.
Müslümanlar hidayette oldukları halde rablerinden niye hidayet istedikleri sorulacak olursa buna üç türlü cevap verilir:
Birincisi, bizi sırat-ı müstakimden ayırma demektir.
İkincisi bizi sırat-ı müstakim üzere sabit kıl demektir. Çünkü Arab-lar ayakta duran birine "ben sana gelinceye kadar ayakta kal" derler.
Üçüncüsü, hidayetimizi artır, demektir.
SORU: Fecr sûresinde geçen ekramen ve ehanen kelimelerinin zaman zaman sonlarına ya harfi getirilerek okunduğunu görüyorum. Halbuki mushafta bu kelimelerin sonunda ya harfi bulunmamaktadır. Bu kelimelerin sonunda mushafta kesra olduğu halde bazı okuyucuların sükûn üzere durduğunu görüyorum. Bu tür okuyuş şekli doğru mudur? Bu ayette geçen insan ile ne kastedilmiştir?
CEVAP: Allah Teâlâ Fecr sûresinde şöyle buyuruyor:
Fakat insan, rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde "Rabbim bana ikram etti" der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise "Rabbim beni önemsemedi" der. (Fecr/15-16)
Ayetlerin sonunda geçen ekrameni ve ehaneni kelimeleri kıraat imamları tarafından çeşitli şekillerde okunmuşlardır. Bazıları âyet sonlarında dururken de geçerken de hazfetmişler, bazıları da geçerken hazfetmişler, dururken hazfetmemişlerdir.
Hicazlılar ve Ebû Amr: ekramaniye ve ehâneniye diye ya'yı fetha-h olarak okumuşlardır. El-Bezzi, İbn Mehis ve Ya'kub her iki kelimedeki ya'yı okumuşlardır. Çünkü bu ya isimdir, hafzedilemez.
Medineliler mushahtaki yazılışlarına uyarak vakıf halinde değil de vasıl halinde (yani dururken değil de geçerken) bu kelimelerdeki yaları okumuşlardır. Ebû Amr, vasıl halinde okuyup okumamakta serbest davranmıştır. Çünkü buralar âyet başlarıdır. Ebû Amr vakıf halinde, mushafta olduğu için okumuştur. Diğerleri, her iki yerde de ya'sız vâki olduğu için okuyuşlannda da hazf etmişlerdir.
Cârullah ez-Zemahşeri'nin el-Keşşaf isimli tefsirinde, bu kelimelerin sonunun sadece kesre ile yetinilerek yazılan bir mushaftan okuyan kimsenin vakıf halinde ekremen ve ehanen diye nûn'\xn sükûnuyle okuyacağı bildirilmiştir.
Buna göre ekramen ve ehanen kelimelerini okurken sonunun yâ ile okunmasının da caiz olduğunu anlayabiliriz. Bu iki kelimenin okunuşunda kıraat imamları arasında farklılıklar olduğunu biliyoruz.
Her iki âyette geçen insan kelimesiyle kimin kastedildiğine gelince, bir görüşe göre bu Utbe ibn Rabia ve Ebû Huzeyfe ibn el-Muği-re'dir. Bu görüş Abdullah ibn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Bir görüşe göre de Ubey ibn Haleftir. Bu görüş es-Saib'ten rivayet edlimiştir. Bir görüşe göre Ümeyye ibn Haleftir. Bu görüş Mukatil'den rivayet edilmiştir. Bir diğer görüşe göre de öldükten sonra dirilmeye inanmayan kâfirdir. Bu sonuncusu doğuruya en yakın olan görüştür. Çünkü Kurtu'oi'nin de dediği gibi burada sözü edilen özellik, Öldükten sonraki dirilişe inanmayan bir kâfirin özelliğidir. Onun nazarında saygınlığın ve horlanmışlığın ölçüsü, dünyadaki nasibinin çokluğu veya azlığıdır. Mü'minin nazarında ise saygınlık, Allah Teâlâ'nm ona ahiret nasibine yol açacak itaat ve başarıyı nasib etmesidir. Allah, mü'min kulunun dünyadaki nasibini de bol bol verirse ona da hamd edip şükreder.
SORU: Allah Teâlâ Fatiha sûresinde "mâlik-i yevm'id-din (O, din günün mâlikidir)" buyuruyor. Mushafta mâlik kelimesindeki mim harfinin üzerinde med işaretinin konulu olduğunu ve bu harften sonra bir elifin bulunmadığını gördüm. Bazı okuyucuların da bu kelimeyi elif-siz olarak meliki diye okuduklarını işittim. Bu okuyuş doğru mudur?
CEVAP: "Mâlik-i yevmi'd-din" âyetindeki mâlik kelimesinin okunuşunda pek çok kıraat şekli vardır. Asım, Kisâi, Halef ve Ya'kub "mâliki yevmiddin" şeklinde elifli ve sonundaki kâfin kesri ile okumuşlardır.
İbn Sumeyka ve İbn Ebi Ayle de elifli okumuşlar, ancak onlar kelimenin sonunu nasbederek "mâlike yevmiddin" demişlerdir.
Ebû Hureyre ve Asım el-Cuhderi, elifsiz olarak ve kâfin kesri ile "melike yevm'id-din" okumuşlardır.
Ebû Osman ve eş-Şa'bi, elifsiz olarak lâm'm kesri kâfin nasbi ile "melik-i yevm'id-din" diye okumuşlardır.
Sa'd ibn Ebi Vakkas, Âişe ve Muverrak el-Acli, elifsiz ve kâfin rafı ile "melikü yevmid-din" okumuşlardır.
Ubeyy ibn Ka'b ve Ebû Racâ'l-Utâridi elifsiz olarak ve lam'dan sonra bir yâ ile kâfin da kesri ile "melik-i yevm'id-din" diye okumuşlardır.
Amr ibn el-Âs, aynı şekilde ve kâfin rafı ile "melikü yevm'id-" diye okumuştur.
Ebû Hanife ve Ebû Hayve ise "meleke yevm'ed-din" diye okumuşlardır. Onların okuyuşunda meleke, mâlik oldu anlamında mazi fiilidir. Yevm kelimesi de mef *uldiir.
İbnü'l-Cevzi şöyle demiştir:
Kıraatte meşhur olan, Ebu Amr'ın ve kıraat imamlarının cumhurunun "melik-i yevm'id-din" şeklindeki mim'in fethi ve lam'ın kes-riyle okuyuşlarıdır. Bu şekildeki okuyuş övgüye daha uygundur. Çünkü her melik aynı zamanda bir mâliktir, fakat her mâlik melik değildir.
Kurtubi de şöyle diyor:
Bilginlerin hangisinin daha beliğ (edebi) olduğu hususunda farklı görüşleri vardır. Yani meliki mi mâliki mi daha beliğdir? Tirmi-zî'nin haber verdiğine göre her ikisi de Hz. Peygamber'den rivayet edilmiştir. Birisi Ebû Bekir'den diğeri Ömer'den gelmiştir. Bir görüşe göre melik mâlikten daha genel ve daha beliğdir. Çünkü her melik mâliktir, fakat her mâlik melik değildir. Melik hükmünü mâlik üzerinde de yürütür. O kadar ki mâlik ancak melikin tedbirinden dolayı tasarruf edebilir. Bunu Ebû Ubeyde ve el-Müberred söylemiştir. Bir görüşe göre de mâlik daha beliğdir. Çünkü o, insanların da, başka şeylerin de mâliki olur. Mâlik, daha geniş ve daha büyük tasarrufu olandır. Çünkü şer'i kanunların icrası ona havale edilmiştir. Sonra ondaki sahiplik daha ziyadedir.
Kurtubi, Allah'tan başka hiç kimsenin bu isimle isimlendirileme-yeceğini ve bu isimle çağrılamayacağını söylemiştir. Buharî ve Müslim'in rivayetlerine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ kıyamet gününde arzı elinde tutar ve gökleri kendi gücüyle dürüp büker, sonrada şöyle der: Melik benim. Arzın melikleri şimdi nerede?
Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor:
Allah indinde en fazla buğzedilen isim, bir adamın melikler meliki (sultanlar sultanı, şehin şah) diye isimlendirilmesidir. Allah'tan başka mâlik yoktur.
SORU: Şu âyet-i kerimenin manası nedir?
Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular.
CEVAP: Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı, lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Ba-bil'de Hârût ile Mârût isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: "Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız" demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı koca arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Oysa büyücüler Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satıp alanların (ona inanıp para verenlerin) âhiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı! (Bakara/102)
Bu âyetin kısa ve Öz anlamı şudur: Allah'ın Kitabı Tevrat'ı arkalarına atanlar -ki bunlar yahudilerdir- hidayetten ve doğru yoldan yüz çevirmişler, sapıklık ve bozgunculuğu seçmişlerdir. Bu sebeble onlar Süleyman (a.s) -onun peygamberliği ve doğruluğu- hakkında şeytanların uydurduğu şeylere tâbi olmuşlardır. Şöyle ki onlar, Süleyman'ın (a.s) denizin üzerinde gitmesinin, rüzgârları, kuşları ve cinleri emrine almasının bir sihir olduğunu iddia ediyorlardı ve Süleyman'ın bildiği şeyler bir sihirden ibarettir diyorlardı. Âyet-i kerimede geçen şeytanlarla kastedilen ya cin şeytanlarıdır, ya da sapıklık ve bozgunculukta ısrar eden insan şeytanlarıdır.
Halbuki Süleyman (a.s) rabbini inkâr etmemişti ve yaptığı şeyler sihir değildi. O, Allah'ın yardımı ve lutfuyle desteklenmiş masum bir peygamberdi. Fakat bu şeytanlar, uydurdukları şeylerle insanları yoldan çıkarmakla, onlara sihir yapmakla ve aldatmakla, onlara sihirbazlığı öğretmekle kâfir olmuşlardı.
Birinin ismi Hârût, diğerinin ismi Mârût olan iki tane melek gönderilmişti. Bu iki melek Bâbil'de bulunuyordu. Babil, Irak'ta Kûfe'nin banliyolarından birisiydi. Hârût ve Mârût'a bir takım bilgiler indirilmişti. Bu iki melek, Allah'ın insanları imtihan etmesi ve sihirle mucizeyi ayırdetmeleri için insanlara bunları öğretiyorlardı. Sihirden bir şeyler öğrettikleri insanlara şöyle diyorlardı: "Biz ancak imtihan için gönderildik. Sakın yanlış inanıp da rabbinizi inkâr etmeyin, sihire uymayın!"
Müfessir Beydâvi der ki: O iki melek hiç kimseye şu nasihati yapmadan hiç bir şeyi öğretmezlerdi: "Biz ancak Allah'tan bir imtihan için gönderildik. Kim bizden bu sihri öğrenir de bunu yaparsa kâfir olur. Kim de bunu öğrenir de yapmaktan sakınırsa iman üzere sabit kalır. O halde sakın sihrin caiz olduğuna inanarak ve onu yaparak küfre girmeyin!" Bunda, sihre tâbi olmayı caiz görmeksizin sihri öğrenmenin mahzurlu olmadığına delil vardır. Yasaklanan şey, sihre tâbi olmak ve onu yapmaktır.
İnsanlar, Hârût ve Mâruftan sihri karı-kocanm arasını açmak maksadıyle öğreniyorlardı. Fakat Allah'ın izni, iradesi ve hükmü olmadan, sihirle meşgul olanlar hiç kimseye zarar veremezler. O halde onlar sihir ile dünyada az bir menfaat temin etmiş olsalar bile âhiretleri-ne zarar verecek şeyler öğrenmiş oluyorlardı. Onlar, sihirle meşgul olup Allah'ın hidayetini terkeden ve emrine karşı gelen kimsenin âhi-rette bir nasibinin olmadığını çok iyi bilirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür. Keşke düşünerek bilmiş olsalardı.
SORU: Mushafta bazı kelimelerin üzerinde bir takım işaretler bulanmaktadır. Mesela mim, cim harfi gibi sili gıli kelimeleri gibi. Bunlar ne anlama gelmaktedir?
CEVAP: Müslümanlar Allah'ın Kitabına çok büyük özen göstermişlerdir. Onu nesilden nesile nakletmişler, yazmışlar, neşretmişler, ezberlemişler, anlamışlar ve âyetleri üzerinde düşünmüşlerdir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü Kur'an rablerinin kitabıdır, dinlerinin düsturudur ve yollarının rehberidir. Onun hakkında yüce rabbimiz Haşr sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz. (Haşr/21)
Kur'an'a gösterilen bu İslâmî hassasiyetin görüntülerinden birisi de müslümanlann mushaf-ı şerifteki âyetlerin kolay okunmalarını temin edecek ve harflerin izhar, ıhfa, idğam, imale, med, işmam, ğunne veya teshil gibi durumlarını, tecvid ve tilavetle ilgili diğer hükümleri gösterecek bir takım işaret ve şekillerle birlikte yazmış olmalarıdır.
Hakkında soru sorulan harfler, tilavet esnasındaki vakıf ve vasıl hükümleriyle ilgilidir, Mushaf-ı şerifteki mim harfi vakf-ı lâzım'm işaretidir; sonunda mim harfi konulmuş olan kelimenin üzerinde durmak lazımdır, anlamına gelir. Bir örnek verelim:
Ancak (samimiyetle) dinleyen daveti kabul eder. Ölülere, gelince, Allah onları diriltecek, sonra da O'na döndürülecekler. (En'am/36)
Bu ayetteki birinci cümlenin sonundaki Yesmeûn kelimesinin son harfinin üzerinde bir mim işareti bulunmaktadır. O halde bu kelimenin üzerinde durmak gerekir.
Cim harfi vakf-ı câiz'in işaretidir, durmak da geçmek de caizdir, demektir. Nitekim Kehf sûresi 13. ayette bunun bir örneği vardır:
Biz sana onların başlarından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar inanmış gençlerdi. (Kehf/13)
Bu ayette de birinci cümlenin sonunda cim işareti vardır. Cümlenin sonunda hak kelimesinin üzerinde bu işaret olduğu için burada durmak da caizdir, bundan sonrasına vasletmek (geçmek) de caizdir. Bu misalde her ikisi de eşittir.
"Lamelif' işareti yasaklanmış vakfın işaretidir, manası durma demektir. Nahl sûresinde bunun bir örneği vardır:
(Onlar) meleklerin, "Size selam olsun, yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin!" diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir. (Nahl/32)
Bu ayette geçen tayyibin kelimesinin sonunda "Lamelif işareti vardır ve burada durmak yasaktır, kendisinden sonrakine vasletmek gerekir.
Sili işareti, vasletmek evlâ olmakla beraber durmanın da caiz olduğunun işaretidir. Mesela Kasas sûresinin şu ayetinde içinde bu işaretten iki defa geçmektedir. Ayet şöyledir:
Size verilen şeyler dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hala buna aklınız ermeyecek mi? (Kasas/60)
Bu ayetteki ebka ve ziyneteha kelimeleri üzerinde bu işaret olduğu için buralarda durmak caizdir, fakat geçmek daha evladır.
Kili işareti vakfetmek evlâ olmakla beraber geçmenin de caiz olduğunun işaretidir. Mesela Ankebut sûresi 20. ayette bu işaretten vardır:
De ki: "Yeryüzünde bir gezinin de bakın; yaratışı ilkin nasıl yapmış? Sonra da son hayatı inşa edecektir." Gerçekten Allah her şeye kadirdir. (Ankebut/20)
Ayetteki âhiret kelimesinin sonunda bu işaret vardır. Vakıf evla olmakla beraber vasıl da caizdir.
SORU: "Onlardan kimisi kendisine zulmeder" âyetinin anlamı nedir? Bir insan kendi kendine nasıl zulmeder?
CEVAP: Allah Teâlâ söz konusu âyette şöyle buyurmaktadır:
Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere miras bıraktık. Onlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de hayırlarda Öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur. (Fâtır/32)
İnsanın kendisine zulmetmesi, günah işlemesi veya taatleri terket-mesi sebebiyle kendisini hayırdan sevaptan ve başarıdan yoksun bırakması demektir. İmam en-Neysâbûri Gavâibul-Kur'an isimli eserinde söz konusu âyette geçen "nefsine zulmeden", "ortada olan" ve "hayırlarda yarışan'ların kimler olduğu konusundaki görüşleri sıralamıştır. Bu görüşler şunlardır:
Birincisi: Zalim (nefsine zulmeden), dışı içinden hayırlı olandır. Muktesit (ortada olan), dışı ile içi müsavi olan kimselerdir. Hayırda yarışan ise içi dışından hayırlı olandır.
İkincisi: Zâlim, büyük günah işleyendir. Muktesit, küçük günah işleyendir. Hayırda yarışan ise ikisini de işlemeyendir.
Üçüncüsü: Zâlim, kötülükleri ağır basandır. Muktesit, iyiliği ve kötülüğü müsavi olandır. Hayırda yarışan ise iyilikleri ağır basandır, (yani iyiliği daha fazla olandır).
Dördüncüsü: Zâlim, günahıyla zulmedendir. Muktesit, tövbe edendir. Hayırda yarışan ise rabbini sevendir.
Beşincisi: Zâlim, ilimsiz ve amelsiz olarak Kur'an okuyandır. Muktesit, Kur'an'ı okuyan, manasını bilen, fakat onunla amel etmeyendir. Hayırda yarışan ise Kur'an'ı hem okuyan hem manasını bilen, hem de onunla amel edendir.
Altıncısı: Zâlim, hesaba çekilip cehenneme girendir ki bu, amel defteri solundan verilendir. Muktesit hesaba çekilip cennete girendir ki bu, amel defteri sağından verilen kimsedir. Hayırda yarışan ise hesaba çekilmeden cennete girendir.
Yedincisi: Zâlim, Allah'ın emirlerine muhalefet edip yasaklarını çiğneyendir. Muktesit, eksiklikleri olsa da sorumluluklarını yerine getirmeye çalışandır, çünkü o hakkı kastetmiş ve çalışmıştır. Hayırda yarışan ise, Allah'ın da yardımıyle Allah'ın tekliflerine aykırı davranmayandır. Belki "kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için çalışır" sözünün sırrı budur.
Hayırda yarışan kimse hayrı tanıdığı ve öğrendiği zaman nefsi ona vesvese vermeden önce hemen hayırlara doğru koşar. Muktesit tereddüt eder. Zalim ise vesveselerin peşinden gider. Başka bir ifadeyle, nefs-i emmaresi galip geldiği için kötülük işleyen, nefsine uyan ve ona itaat eden kimse, nefsine zulmeden kimsedir. Öyle ki nefsine hâkim olamaz ve kötülükten vazgeçemez. Nefsiyle mücadele edip bazen onu yenen bazen de yenilen kimse muktesittir. Nefsini tamamen mağlup edip ona hâkim olan kimse ise hayırda yarışan kimsedir.
SORU: Kur'an-ı Kerim'in, Kur'an'dan başka isimleri var mıdır? Varsa bunlar nelerdir?
CEVAP: Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'i pek çok isimle isimlendirmiştir. Bu isimleri bizzat Kur'an'ın kendisi haber vermektedir. Ayrıca O, Kur'an'ı pek çok vasıfla da vasıflandırmaktadır. Bazı bilginler, Kur'an'ın bu vasıflarını da onun isimlerinin içine dahil etmişlerdir. Geçmiş âlimlerin bazılan Kur'an'ın isimlerine dair müstakil eserler yazmışlar ve onun yüze yakın ismini bir araya getirmişlerdir.
Kur'an-ı Kerim'e müracaat ettiğimiz zaman karşımıza çıkacak isimlerinden birisi Furkandır. Şu âyet-i kerime'de Furkan isminden söz edilmektedir.
Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren Allah, yüceler yücesidir. (Furkan/1)
Kur'an'ın bir ismi de el-Kitaptır:
Hamd olsun Allah'a ki, kendi katından şiddetli bir azab ile ikaz etmek için kulu Muhammed'e, kendisinde hiç bir tezat ve eğrilik bulunmayan dosdoğru Kitab'i indirmiştir. (Kehf/1-2)
Bir diğer ismi Kelamullah (Allah'ın kelamı)dır:
Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse (sana sığınırsa), Allah'ın Kelâmı'nı işitip dinleyinceye kadar ona eman ver (sığınma isteğini kabul et). (Tevbe/6)
Diğer bir ismi Nurdur.
Size apaçık bir Nûr indirdik. (Nisa/174)
Kur'an'ın bir ismi de Zikirdir.
İşte bu (Kur'an), bizim indirdiğimiz mübarek bir zikirdir. Şimdi onu inkar mı ediyorsunuz? (Enbiya/50)
Allah Teâlâ Kur'an'ı Tenzil diye de isimlendirmiştir:
Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin rabbinin tenzili'dir (yani indirmesidir). (Şuara/192)
Allah Teâlâ onu Fasıl diye de isimlendirmiştir:
Kur'an, hak ile bâtılı ayıran bir sözdür (fasıl'dır). O, asla bir şaka değildir. (Târık/13-14)
Bir diğer ismi Ahsenü'l-Hadis (sözün en güzeli)dir:
Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, ondan tüyleri ürperir, derken hem derileri ve hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah'ın dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptınrsa artık ona yol gösteren olmaz. (Zümer/23)
Kur'an'ın bir ismi de rûh'tur.
İşte böylece sana da emrimizden bir rûh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nûr kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yola kılavuzlamaktasm. O yol, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner. (Şûara/52-53)
Allah Teâlâ'nın Kur'an'a verdiği diğer isim vahydir:
De ki: "Ben, sadece, vahy ile sizi ikaz ediyorum." (Enbiya/45)
Bir ismi de besâirdiv:
Bu (Kur'an), insanlar için basiret nurları, kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve rahmettir. (Câsiye/20)
Kur'an'ın bir diğer ismi beyandır.
Bu (Kur'an) bütün insanlığa bir beyan'dır (açıklamadır). (Âl-i İm-ran/138)
Diğer bir ismi tezkiradır:
Şüphesiz bu (Kur'an), bir tezkira'dır (öğüttür). (İnsan/29)
Diğer bir ismi belağdır:
İşte bu (Kur'an) insanlar için bir bildiridir (belağdır). (îbrahim/52)
Allah Teâlâ bir yerde de ona dört tane ismi birarada vermiştir:
O Kur'an mükerrem sahifeleridedir. Tertemiz kılınmış yüceltilmiş makamlardadır. (Abese/13-14)
Yüce Allah şöyle buyururken bir gerçeği ifade etmektedir:
Eğer biz Kur'an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz. (Haşr/21)
Gerçekten size Allah'tan bir nûr, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, doğru bir yola iletir. (Ma-ide/15-16)
Rasûlullah (s.a) Hz. Ali'nin (r.a) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurur:
Allah'ın kitabında sizden öncekilerin haberleri ile sizden sonrakilerin haberleri, aranızdaki (sorunların) hükümleri vardır, o hak ile bâtılı birbirinden ayırandır, bir eğlence değildir (boşuna söylenmiş bir söz değildir). Onu terkeden zalimleri Allah helak eder. Onun dışında doğru yol arayanları Allah saptırır. O Allah'ın kopmaz ipidir. O, hikmetli bir öğüt ve doğru bir yoldur. O, kendisiyle arzuların sapmadığı, dillerin yalan söylemediği, âlimlerin usanıp doymadığı, çok okumakla eskimeyen, harikuladeliği tükenmeyen bir kitaptır. Kim onunla konuşursa doğru söyler, kim onunla amel ederse sevap kazanır, kim onunla hükmederse âdil olur, kim insanları ona davet ederse, doğru yola iletmiş olur. (Tirmizî)
SORU: Kur'an'ın devamlı hadislerle ve eserle tefsiri şartmıdır? Tefsirde aklı, reyi ve tevili kullanmayı engelleyen bir şey varmıdır?
CEVAP: Sünneti araştıran bir kimse kesin olarak bilir ki Rasûlullah (s.a) Kur'an âyetlerinin tamamını tefsir etmemiştir. Ancak o, Kur'an'ı beyan etme görevini ifa etmiştir. Beyan, sadece sözlü beyandan ibaret değildir. Beyan hem sözlü olur, hem de ameli (uygulamalı) olur. Kur'an'ın ameli yönden beyanının Rasûlullah (s.a) zamanında daha çok ve daha gerekli olacağı gayet açıktır. Çünkü o devirdeki insanlar dili çok iyi biliyorlardı, zeki ve anlayışlı idiler, Rasûlullah'ın onların arasında bulunmuş olması dini hakikatleri, seri hükümleri ve akideleri anlamada en büyük yardımcı idi.
İmam es-Sûyûti'nin Tercümani'l Kur'an ismini verdiği bir kitabında on bin hadis topladığı, sonra bu kitabı yazmaktan vazgeçtiği ve onu ed'Dürrul-Mensûr fi'î-Tefsiri bi'l-Me'sur isimli bir eserinde özetlediği söylenmektedir. Bu söz, araştırılması gereken bir sözdür. Çünkü burada sözü edilen on bin hadis, hem Rasûlullah'ın (s.a), hem de sahabile-rin sözlerinden oluşmuştur. Sahabilerin sözlerinin Peygamberin Kur'an ile ilgili tefsiri olduğunu söyleyemeyiz, ancak bir kimse belki şunu söyleyebilir: Rey ile, yani akıl ile tefsir edilemeyecek konulardaki sahabe sözleri merfu hükmündedir, çünkü akıl ile tefsir edilemeyecek bir konuda bir şahabının kendiliğinden bir şey söylemesi düşünülemez (yani o bu söylediği şeyi Hz. Peygamber'den duymamış olsaydı söylemezdi).
Kur'an'ın sünnete uygun bir şekilde rey/akıl ile de tefsir edilebileceğini göreceğiz.
Bir de şöyle bir söz söylenmiştir: Bu ümmetin bilgini Abdullah ibn Abbas'tan gelen tefsir, bir rivayet tefgiridir.
Bu sözün de iyice araştırılması ve tahlil edilmesi gerekir. Bu konuda en iyi hakemlik yapacak olan da yine Rasûlullah'tır. Rasûlullah sahih bir hadiste İbn Abbas hakkında "Allahım! Onu dinde fakih kıl ve ona te'vili öğret" buyurmuştur. Bu hadis-i şerif, İbn Abbas'tan nakledilen tefsirin -şayet bunların İbn Abbas'a aidiyeti doğru ise- bütünüyle sadece sünnete dayalı bir tefsir olmadığına işaret eder. Bununla beraber Rasûlullah'ın duası gerçekleşmiş ve İbn Abbas Hz. Peygamber'in sünnetinin rehberliğinde te'vili, yani tefsiri öğrenmiş ve Kur'an'ı anlamıştır. İbn Abbas'ın yaptığı tefsir, -gerçekten bu tefsir kendisine ait ise- bize bazı şartlarla Kur'an'ın akıl yoluyla da tefsir edebileceğinin delillerini ve örneklerini verir. Bununla beraber bazı araştırmacılar, Tenviru'l-Mikyas bi Tefsir-i İbn Abbas isimli kitabın Abdullah ibn Abbas'a ait olmadığını, bunun Kamusu'l-Muhifm. yazan Mecdûddin el-Firuzâbadi'nin bir çalışması olduğunu belirtmişlerdir.
Gelelim müfessirlerin piri ve üstadı İbn Cerir et-Taberi'ye... Onun nakle bağlı veya sadece hadis-i şeriflere bağlı kalarak tefsir yaptığı söylenir. Halbuki bu sözün de incelenmesi ve gözden geçirilmesi gerekir. Çünkü İbn Cerir'in Câmi'ul-Beyan isimli tefsirinde rivayet edilen haberlerin tamamı Hz. Peygamber'in hadislerinden ibaret değildir. Bunlann içinde büyük miktarda sahabe ve tabiin sözleri de vardır. Bu tefsirin bizzat kendisi dahi rey ile tefsirin câizliğine şahittir. Çünkü İbn Cerir'in bizzat kendisi rivayetler nakletmiş ve bu rivayetlerde farklı senetlerle çoğu kere aynı ibareyi tekrarlamış, sonra da çoğu zaman şöyle demiştir: "Bana göre bu görüşlerin en uygunu şu görüştür.." Böylece görüşlerden birini diğerlerine tercih etmiştir. Pek çok zaman da şöyle demiştir: Benim görüşüm bu konuda şöyle, şöyle, şöyledir." Sonra geri dönüp Kur'an'ın bir ibaresini tefsir etmiş, yaptığı tefsir zik-
rettjği bazı kavillerle uyuşmuş, bazen de yaptığı tefsirle bu kavillerden bir kısmının arasını bulmuştur. Bazen de zikrettiği bir görüş ortaya atmıştır. Zaman zaman da bazı rivayetleri ve Kur'an'ın bir ibaresinin tefsiri hakkındaki ortaya atılan görüşleri tenkide tabi tutup çürüttüğünü görüyoruz.
İbn Cerir et-Taberi'nin hicri 4. asrın başlarında vefat ettiğini hatırlamamız gerekir. O en eski ve en büyük müfessirlerimizden birisidir.
Hatırladığıma göre İmam Mâlik'ten de şöyle bir söz rivayet edilir: "Bana, Arabçayı bilmediği halde Kur'an'ı tefsir eden kim gelirse gelsin onu ibret için mutlaka cezalandırırım.." Bu ibarenin bir mantû-ku, bir de mefhumu vardır. İmam Mâlik'in bu sözü Arabçayı bilmeyen kimsenin Kur'an'ı tefsire burnunu sokmaya hakkının olmadığını ifade eder. Çünkü bu eşsiz ilahi kitap mükemmel bir Arabça ile inmiştir ve kendisini tefsir edecek kimsede de pek çok özelliğin bulunması gerekir. Kur'an'ı tefsir edecek bir kimsede bulunması gereken asgari özellik, Arabça'yı bilmesi ve Arab lisanının inceliklerini tanımasıdır. İmam Mâlik'in söylediği sözün mefhumundan da Arabçayı bilen bir kimsenin Kur'an'ı tefsir etmesinin caiz olduğu anlaşılır. Ancak Kur'an'ı tefsir edecek kişide aranacak şart, sadece Arabça'yı bilmekten mi ibarettir?
Hiç unutmamamız gerekir ki Kur'ani nasslar, yeni yeni İslâmî ve seri manaların ve pek çok fikhi nüktelerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Biz Kur'an lafızlarının sadece sözlüklerdeki zahirî anlamlarına bağh kalırsak bu lafızlardan kastedilen anlamları fazlasıyla sınırlandırmış ve daraltmış olabiliriz veya seran kastedilen anlamın dışına çıkmış olabiliriz. Bu sebeple Kur'ani kelimelerin şer'i, istilahî anlamlarını da bilmemiz gerekir. Bu dini ve Kur'ani kelimelere mecazen Kur'an Lisanı (Lugatü'l-Kur'an) da diyebiliriz.
Büyük bir gerçeği daha hatırlamamız gerekir ki o da şudur: Me-deniyetiyle, uygarlığıyla ve zaman zaman İslâmî ilimler, zaman zaman Arab ilimleri diye isimlendirdiğimiz ilimleriyle muazzam bir İslâm kültürü Kur'an'dan kaynaklanmış, Kur'an sebebiyle ortaya çıkmış, Kur'an'a dayanmış ve Kur'an'dan beslenmiştir.
Rasûlullah (s.a) Arabları İslâm'a çağırdığı sıralarda onların ellerinde ne dini, ne de fikri kendilerini etkileyecek herhangi bir kitap mevcuttu. Ellerinde sadece hikayeler, şiirler, geçmiş dönemlere ait haberler ve aralarında geçen savaşlara ait bilgiler mevcuttu.
O halde ortaya çıkan bu muazzam uygarlık hangi temel üzerine bina edildi? İslâm kültürü ya da İslâmî ilimler diye isimlendirdiğimiz pek çok ilim dalı acaba hangi kaynaktan çıktı? Doğuda ve batıda Arab-ların ve müslümanlann kütüphanelerini dolduran İslâm ve Arab ilimleriyle ilgili bütün eserlerin kaynağı sadece Kur'an-ı Kerim ve sünnet-i nebevidir. Bu ilimlerin hepsinin fışkırdığı bir kaynak olan bu ilahi ve yüce Kitab'ın tefsirinin sadece rivayetler ve nakledilen hadislerden ibaret donuk bir tefsir olduğunu söylememiz asla mümkün değildir. Aksi takdirde bu muazzam ve parlak İslâm kültürünü ve İslâm medeniyetini görmemiş oluruz.
Bu şu anlama gelir: Aklı kullanmaya ve onu harekete geçirmeye çağıran ve müminin değerini aklının değeriyle ölçen bir kitap, düşüncenin önündeki kapılan da açmış demektir. Kur'an'ın bizzat kendisi Nisa sûresinde bunu açık bir şekilde ifade ediyor:
Hala Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi: Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda bir çok tutarsızlık bulurlardı. (Nisa/82)
Allah Teâlâ'nın Muhammed sûresinde de şöyle buyurduğunu görüyoruz:
Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli midir? (Muhammed/24)
Biz biliyoruz ki Arabçada kalp kelimesi akıl kelimesinin yerine de kullanılır. O halde Kur'an-ı Kerim "yoksa kalpleri kilitli midir?" dediği zaman bunu: "Yoksa akılları kilitli de ondan mı anlamıyorlar ve kavramıyorlar?" diye kolayca tefsir edebiliriz...
Reyi/aklı İslâm nazarında böyle yüce bir konuma yerleştirdikten ve Kur'an'ın anlaşılmasında reyin/aklın da gerekli olduğuna ve kullanıldığına dair delilleri ve örnekleri Kur'an'da, sünnette, İbn Abbas'ın sözlerinde, eski ve yeni müfessirlerin eserlerinde böylece gördükten sonra artık "Rey ile ne kastedilmiştir?" diye sormamız gerekir.
Eser, [4]sünnet, hadis ve sahabe sözü gibi kısımlara ayrılır. Eser'in ister mütevatir, isterse ahad olsun sahih nebevi sünnet olduğu, yani Peygamber sünneti olduğu sabit olduğu zaman can u gönülden kabul edilir. Herhangi bir âyetin tefsiri hakkında sahih bir hadiste yapılan açıklamaların yanında biz de kendi aklımızla bir yoruma ulaşmışsak, bizim yaptığımız yorumun söz konusu sahih hadisle çelişmemesi gerekir. Nebevi beyanla ya da Nebevi tefsirle kendi tefsirimizi birleştirip bir sentez yapabilirsek bu çok güzeldir. Eğer bu ikisi birbiriyle çelişirse sahih sünneti tercih etmemiz gerekir. Allah'tan, Rasûlullah (s.a) bizim için tefsir edilmedik çok sayıda âyet-i kerime bırakmıştır. Bu âyetlerde bilimsel, kevni ve astronomik meseleler, gece ve gündüzün, güneş, ay ve yıldızların durumları gibi konularda akli çalışmalar ve bilimsel araştırmalar yapmak için geniş bir alan vardır. Bütün bunları Rasûlullah (s.a) ne tefsir etmiştir, ne de bir kısıtlama getirmiştir. Hz. Peygamber (s.a) Allah'ın vahyi ve ilhamı sonucu bilir ki Kur'an-ı Kerim, gökler ve yer durdukça ebedi bir mucize olsun diye indirilmiştir ve zamanla tabiattaki keşiflerle birlikte akli ve beşeri gelişmeler, hayatın gerçekleri ve gerekleriyle âyetlerin lafızlarının uyum içinde olacağı anlayışlara ve yorumlara yol açacaktır. Bu sebeple kavrayabileceğimiz konular yorumsuz bırakılmıştır.
SORU: Teberrük (bereket veya hayır ummak) veya korunmak maksadıyla otomobillerde, bürolarda ya da uyurken yastık altlarında Kur'an-ı Kerim bulundurmanın İslâm'daki hükmü nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ yüce kitabını, insanları doğru yola ileten apaçık bir nur olsun diye indirmiştir. İsra sûresi 9. âyette şöyle buyurmaktadır:
Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir, iyi davranışlarda bulunan mü'minlere, kendileri için büyük bir mükafaat olduğunu müjdeler. (İsra/9)
Kehf sûresinin başında da şöyle buyurmaktadır:
Hamd olsun Allah'a ki, (insanları) kendi tarafından çetin bir azap ile ikaz etmek, iyi iş ve davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için, içinde ebedi kalacakları (cennette) güzel bir ecir bulunduğunu müjdelemek... için kuluna (Muhammed'e) kendisinde hiçbir (tezat ve) eğrilik bulunmayan dosdoğru Kitab'ı indirdi. (Kehf/1-3)
Kur'an'ın indirilişindeki maksat, insanların ondaki şeylerle amel etmeksizin, emirlerine uymaksızın ve yasaklarından sakınmaksızm onu sadece muska ve nazarlık olarak kullanmaları değildir. Kur'an'ın temel mesajı, onu sadece evlerine ve bürolarına asacakları levhalar, boyunlarına ve göğüslerine takacakları, şeytanı kovmak ve gönül huzuru bulmak için yastıkların altına koyacakları ya da kazadan ve beladan korunmak için arabalarında bulunduracakları muska ve nazarlıklar haline getirilmeleri değildir.
Fakat Kur'an'ın temel mesajı, onun bir akide ve şeriat olmasıdır, hayatı yönlendirmesi ve dirilere rehberlik etmesidir ve bütün müminleri hayatın çeşitli alanlarında doğru bir yöne ve yola iletecek prensib-leri içermesidir. Allah Teâlâ'nın şu âyetinde Kur'an'ın bu temel mesajının bir kısmını görebiliyoruz:
Biz Kur'an'dan öyle şeyler indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir. (İsra/82)
Bu söylediklerimiz, sahih hadis kitaplarındaki "Kur'an okunarak rukye yapmanın (üflemenin)" meşru olduğuna dair rivayetlerle çelişmez. Bazı bilginler bunu bir nevi dua olarak tefsir etmişlerdir. Allah Teâlâ, içerisinde Kur'an tilaveti bulunan ihlaslı bir duayı lütuf ve ihsa-nıyla kabul eder.
Maksat, bir insanın Kur'an âyetlerini hatırlayıp ibret almak ve okumak olduğu zaman Kur'an'ı veya Kur'an'dan bir parçayı yanında taşımasında veya önünde asılı tutmasında ya da Arabasında ve bürosunda bulundurmasında bir mahzur olmadığı gibi bu aynı zamanda Allah'ın rızasını kazanmanın da bir yoludur.
Bu konuda zikretmemiz gereken şeylerden birisi de Kur'an'ın pis ve kötü yerlerden korunmasının lüzumudur. Onun, şeref ve saygınlığına uygun olmayan yerlerde bulundurulması caiz değildir.
SORU: Cuma günleri devlete bağlı camilerde ve mescitlerde Kur'an-ı Kerim okunuyor. Fakat bazı cemaatlerin ve cemiyetlerin kontrolünde bulunan camilerde, o esnada namaz kılanların zihinlerini karıştıracağı gerekçesiyle bu yapılmıyor. Onların bu konuda Kur'an'dan ve sünnetten bir delilleri var mıdır?
CEVAP: Bu soru, bizim memleketimizdeki bir geleneğe işaret ediyor; Cuma günleri camide hutbeden önce insanların işiteceği bir sesle Kehf sûresinin okunması âdet haline gelmiştir. Cuma gecesi veya Cuma günü, kişinin kendi evinde ya da mescitte kendi kendine, yüksek sesli olmaksızın Kehf sûresini okumasının faziletli olduğuna işaret eden hadisler vardır. Bu hadislerden bazıları şunlardır:
Kim, cuma gecesi Kehf sûresini okursa kendisiyle Kabe arasında onun için bir nûr meydana gelir ve onu aydınlatır.
Kim cuma günü Kehf sûresini okursa göklerle yer arasında onun için bir nûr meydana gelir.
Fıkıhçılar, Kehf sûresinin veya başka bir sûrenin başkalarına zarar verecek veya zihnini karıştıracak şekilde okunmasını yasaklamışlardır. Büyük âlim Zeynüddin eş-Şâfii şöyle demektedir:
Namaz kılanı veya uyuyan bir kimseyi rahatsız edecekse Kehf sûresinin veya başka bir sûrenin okunması mekruhtur.
insanlar ibadetle veya bir işle meşguliyetleri sebebiyle ya da okuyucunun sesinden hoşlanmadıklarından dolayı dinlemeyeceklerse Kehf sûresinin okunmasını fıkıhçılar yine yasaklamışlardır.
El-Ibda'fi Mezarr'il-lbtida isimli kitapta şöyle denilmektedir:
Okuyucunun nağmelerinden etkilenerek, Kur'an'ın ve camiin saygınlığına aldırş etmeksizin avamın yüksek bir sesle bağırıp çağırması bir tarafa, insanların namaz kılarken, kimisi zikirle, fikirle ve kıraatle meşgulken cuma günleri Kehf sûresinin yüksek sesle ve teğanni ile okunması bir bidattir.[5]
Müellif bunun şu sebeblerden dolayı çirkin bir âdet olduğunu ifade etmektedir: İbadet edenlerin zihinlerini karıştırması, seri bir ihtiyaç olmaksızın mescitte sesini yükseltmiş olması ve Rasûlullah (s.a) zamanındaki uygulamaya aykırı olması.
İsmi Yes'elüneke fid-Dini ve'UHayal olan elinizdeki kitapta daha önce anlatılmıştı: "Bazı İslâm ülkelerinde âdet olduğu veçhile, cuma namazından önce Kur'an okunmasına gelince bu ne şarttır, ne vacibtir, ne de sünnettir. Bu sadece bir âdettir. Mescitte namaz kılanların zihnini karıştıracağı için buna şiddetle karşı çıkanlar bunu bir bidat olarak görenler olduğu gibi, mescidde uygunsuz-gereksiz laflar konuşmak yerine hazır bulunanlara Kur'an dinletmeye sebeb olduğu için bunda bir beis görmeyenler de olmuştur.
Bütün hadisler cuma günü ve gecesi çok Kur'an okunmasının özellikle Kehf ve Duhan sûresini okumanın müstehab olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan bazıları şöyledir:
Kim cuma gecesi veya cuma günü Duhan sûresini okursa günahları affedilir.
Kim cuma günü Kehf sûresini okursa iki cuma arası kendisini aydınlatacak bir nûr yaratılır.
Kim cuma günü Kehf sûresini okursa ayağının altından gökyüzüne kadar onun için bir nûr yaratılır ve kıyamet gününde bu nûr onun için bir ışık olur.
Bu konuda daha başka hadisler de vardır.
Fakat bu hadislerin -hepsi değilse bile- çoğu hadis bilginlerince tenkit edilmiş, zayıf oldukları söylenmiş ya da sıhhatlerinden şüphe edilmiştir. Bununla beraber Kur'an okumak, dinin çağırdığı ve her zaman teşvik ettiği bir iştir.
Keşke müslümanlar edep ve huşu içerisinde namaz kılanları ve ibadet edenleri rahatsız etmeksizin güzelce Kur'an okuyup dinleyebil-miş olsalar...
SORU: Şu âyet-i kerimenin anlamı nedir:
Ne kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helak edecek veya şiddetli bir şekilde azaba uğratacağız. Bu, Kitap'ta (levh-i mahfuzda) yazılıdır.
CEVAP: İsra sûresinin 58. âyet-i kerimesinin anlamı -Allahu alem- şöyledir: Allah Teâlâ ne kadar ülke varsa bunların hepsinin halkım günahları, suçlan ve taşkınlıkları sebebiyle mutlaka ya helak edip yok etmeyi, ya da ölmelerinden önce katlederek veya dilediği şekilde belâ ve musibetlere maruz bırakarak cezalandırmayı kesin olarak kararlaştırmıştır. Ezeli ilmiyle bunları tesbit edip hükmetmiş, levh-i mahfuzda da yazmıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle denmektedir:
Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlar. (Nahl/33)
Yani hiçbir belde yoktur ki kıyamet kopmadan önce biz onun yok edileceğine hükmetmiş olmayalım. Onların içinde büyük günahlar ve kötülükler ortaya çıktığı ve yaygınlaştığı zaman halkın iyilerini Ölümle, kötülerini de azap ile yok ederiz. Bir görüşe göre bu tehdit, Kasas süresindeki "Biz ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir" (Kasas/59) âyetinin gereği oiarak halkı zalim olan beldelere yöneliktir. Bunun da ötesinde asıl maksat, -Allah daha iyi bilir- rablerinin azabı kendilerine gelmeden müşriklerin davranışlarından vazgeçmeleri ve insanların takva üzere devam etmeleri için bir uyarı ve korkutmadır. Çünkü hiçbir kâfir ülke yoktur ki Allah'ın azabı onların üzerine inecek olmasın. Allah Teâlâ böyle hükmetmiştir ve levh-i mahfuz, olacak olan herşeyin yazıldığı kitaptır.
İbn Cerir et-Taberi'nin rivayetine göre Katade, bu âyet-i kerime hakkında şöyle demiştir:
Allah'ın hükmü, mutlaka gerçekleşir. Bu, ya ölüm ile onların helak edilmeleri ya da Allah'ın emrini terkettikleri ve peygamberlerini yalanladıkları zaman köklerini kazıyıcı bir azap ile helak edilmeleri şeklinde olur.
Ayet-i kerime, bu dünyadaki bütün insanların varacakları, en son noktayı bize anlatıyor. Bu, herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olan sonsuz hikmet sahibi Allah'ın takdir ettiği bir sonuçtur. Buna göre büyük, küçük, yakın uzak, eski ve yeni bütün mesken ve mamur beldeler kıyamet gününden önce helak olup yok olacaklar. Bu yokoluş ya ecellerinin gelmesi ve ömürlerinin bitmesiyle normal bîr ölüm şeklinde gerçekleşecek ya da azabı ve cezayı hak edecek şeyleri işlemeleri sebebiyle azap ve intikam yoluyla gerçekleşecek. Yeryüzünde bu iki şekildeki yokoluşla, yani ya normal bir ölümle veya azaba uğrayıp helak olmakla karşı karşıya gelmemiş, hiçbir canlı kalmayacak. Nitekim bu gerçeği yüce Kur'an şöyle ifade ediyor;
Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi rabbinin zatı baki kalacak. (Rahman/26-27)
Hak Teâlâ kıyametin, yeryüzünde hiç bir canlı ve canlılık kalmadığı zaman kopmasını takdir etmiştir. O halde bütün canlılar, hesaba çekilecekleri gün gelmezden önce bu helaki bekleyeceklerdir. Sonra da ceza veya mükafaatla karşılaşacaklardır. Artık gafil insan ibret alsın da bu gafletinden vazgeçsin ve en büyük felâketle ansızın karşı karşıya gelmeden durumunu iyi bir düşünsün. Allah Teâlâ, ülkelerden bazıları için bu azabı, işleyecekleri günahlar ve mâsiyetler sebebiyle takdir etmiştir. Bu, O'nun tarafından önceden bilinmektedir. Allah Teâlâ olmuşu, olmakta olanı ve olacak olanı bilendir. Geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki bütün olaylar Allah'ın ilminde mevcuttur.
Kur'an-ı Kerim pek çok âyet-i kerimede bunu ifade ediyor. Mesela A'raf sûresinde şöyle buyuruyor:
Nice memleketler var ki biz onları helak ettik. Azabımız onlara geceleyin, yahut gündüz istirahat ederken geldi. (A'raf/4)
Enbiya sûresinde de şöyle buyuruyor:
Zalim olan nice beldeyi kırıp geçirdik, arkasından da nice başka toplulukları vücuda getirdik. (Enbiya/l 1)
A'raf sûresi 96-99. âyetlerinde ise şöyle buyuruyor:
O ülkelerin halkı inansalar ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapılaları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik, yoksa o ülkeler halkı geceleyin uyurlarken azabın kendilerine gelmeyeceğinden emin mi oldular? Ya da o ülkelerin halkı kuşluk vakti eğlenirken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular? Allah'ın mekrinden emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası Allah'ın (böyle) mühlet vermesinden emin olmaz. (A'raf/96-99)
Ne büyük bir ikaz ve ne büyük bir hatırlatma... Dönüş Allah'adır.
SORU: Şu ayetlerin kasdı nedir?
Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir' ve 'O'nun yüzünden başka her şey yok olacaktır.
CEVAP: Allah Teâlâ Fetih sûresi 10. âyetinde Hz. Peygamber'e (s.a) hitaben şöyle buyuruyor:
Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim verdiği bu sözden dönerse, ancak kendi aleyhine dönmüş olur. Allah'a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük ecir verecektir. (Fetih/10)
Ayette geçen yed kelimesinin sözlükteki asıl anlamı insanın eşyayı tutuğu organ demektir. Nimet ve iyilik anlamına da gelir. "Filanın benim üzerimde iyiliği vardır" anlamında "Fulanun Iehü alyye yedun" denilir. Sahip olmak, mâlik olmak anlamında da kullanılır. "Şu gayr-i menkul filanın mülkiyetindedir" anlamında "Hâze'l-akâru fi yedi fulanun" denilir. Yed (el) kelimesi kuvvet ve kudret anlamında da kullanılır. Yukardaki âyette de bu anlama gelir. Çünkü Allah Te-âlâ yaratıklarına benzemekten münezzehtir. Bu sebeble Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
O'nun benzeri hiç bir şey yoktur. O işitendir, görendir. (Şûra/11)
O halde Allah Teâlâ'nın bizim gibi elleri, bizim gibi organları yoktur. El ile burada kastedilen, Allah'ın kudreti, kuvveti ve egemenliğidir. Nitekim yüce Allah Yasin sûresinin son âyetinde şöyle buyurmaktadır:
Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir! Siz de O'na döneceksiniz. (Yâsin/83)
Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten senin her şeye gücü yeter. (Âl-i İmran/26)
De ki: "Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah'ın rahmeti geniştir ve O her şeyi hakkıyle bilir." (Âl-i İm-ran/73)
Yüz anlamına gelen vech kelimesinin Allah'a nisbeti Kasas sûresinin son âyetinde geçmektedir:
Allah ile birlikte başka bir tanrı yapıp yalvarma! O'ndan başka tanrı yoktur. O'nun zâtından (vechinden) başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz. (Kasas/88)
Bu âyette geçen vech kelimesiyle Allah'ın zâtı kastedilmiştir.
Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi rabbinin zâtı baki kalacak. (Rahman/26-27)
Bu sebeble Râgıb el-İsfehâni Müfredat'ül-Kuf an isimli eserinde şöyle demektedir:
Yüz, senin ilk karşına çıkan ve bedenin dış kısmındaki fazla kısım olduğu için, her şeyin önü, başlangıcı ve en fazla göze çarpan kısmı için yüz tabiri kullanılmıştır. Mesela falan şeyin yüzü denilir. Bazen de yüz ile zât ifade edilir. Nitekim "Ancak azamet ve ikram sahibi rabbinin vechi baki kalacak" âyetinde vech kelimesiyle Rab Teâlâ'nın zâtı kastedilmiştir.
Bir görüşe göre de burada kastedilen "sâlih amellerle Allah'a yöneliştir." Yani bu tür sâlih amellerin baki kalacağı söylenmek istenmiştir.
Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurmaktadır.
Doğu da Allah'ındır, batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah'ın rahmeti ve nimeti geniştir, O her şeyi bilendir. (Bakara/115)
Müfessirler bu ve benzeri âyetlerdeki vech (yüz) kelimesiyle Allah'ın zâtının kastedildiğini söylemişlerdir. Yani nereye dönerseniz dönün Allah'ın zâtı oradadır, demektir. Çünkü O, her ne kadar bir mekanla sınırlandırılmasa da, her mekanda mevcuttur. Ancak vech (yüz) burada mecaz olarak kullanılmış olup onunla Allah'ın zâtı kastedilmiştir. Çünkü yüz, görünen organların en belirgin olanıdır ve en değerli olanıdır. Bu sebeble buradaki vech'in Allah'ın zâtı olduğu söylenmiştir. Bir görüşe göre de vech ile kastedilen, Allah'ın namazda iken yönelmemizi istediği yöndür, ki o da kıbledir.
Ayrıca vech kelimesi -Allah'a nisbet edildiği zaman- O'nun kabulü ve rızası anlamına da gelir. Bu anlamı, aşağıdaki âyet-i kerimelerde gayet açık bir şekilde görmekteyiz:
Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne karşılık, ne de teşekkür bekliyoruz. (İnsan/9)
Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allah'ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız. (Bakara/272)
O halde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah'ın rızasını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını gözeterek verdiğiniz zekâta gelince, işte o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır. (Rûm/38-39)
(Bütün bu âyetlerde vechullah lafzının geçtiğini görmekteyiz). Başka bir âyette vechullah ile Allah rızasının kastedildiğine açıkça işaret edilmiştir ki o da şu âyettir:
Allah'ın rızasını kazanmak ve içlerindeki cömertlik duygularını kuvvtlendirmek için mallarım sarfedenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisinti düşer (de yine ürün verir). Allah yaptıklarınızı görmektedir. (Bakara/265)
Hz. Peygamber'in (s.a) şu sözünde de vechullah bu manaya delalet etmektedir:
Kim Allah rızasını gözeterek bir mescit bina ederse, Allah da cennette onun için bir benzerini bina eder.
Şu hadis-i şerifte de vechullah kelimesi "Allah'ın rızası" anlamındadır:
Kıyamet gününde mühürlenmiş bir takım sahifeler getirilir. Bunlar Allah'ın huzurunda sıralanırlar. Melekler bunları Allah'a arze-derken Allah Teâlâ onlara şöyle buyurur: "Onu bırakın Şuna bakın!" Melekler şöyle derler: "Şerefin hakkı için ey rabbimiz, bu sahifede biz hayır ve iyilikten başka bir şey görmedik!" Halbuki Allah işin iç yüzünü bilmektedir ve şöyle buyurur: "Bunlar benim rızam için yapılan şeyler değildir. Ben, benim rızama uygun olmayan hiç bir ameli kabul etmem."
SORU: Burûc sûresinin ilk âyetlerinin tefsirini yapmanızı rica ediyoram.
CEVAP: Burûc sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
İçinde burçlar bulunan göğe andolsun. Vaadedilen kıyamet gününe andolsun. O gün şahitlik edene ve şahitlik edilene andolsun. Ki ateşle dolu hendekler hazırlayanlar kahrolsun. O zâlimler hendeklerin başında oturmuşlar, müminlere yapmakta oldukları işkenceyi seyrediyorlardı.
Mü'minlerden, sırf, aziz, övgüye layık, göklerin ve yerin hükümranlığına sahip Allah'a iman ettikleri için intikam aldılar. Oysa ki Allah her şeyi görür. (Bürûc/1-9)
Allah Teâlâ içerisinde burçlar bulunan geniş ve muazzam gökyüzüne yemin ediyor. Burçlar, içerisinde yıldızların ve gezegenlerin bulunduğu ve döndükleri konaklar demektir. Bu yıldızların başında da güneş ve ay gelir. Allah Teâlâ, geleceğini ve gerçekleşeceğim vaadet-tiği kıyamet gürüne de yemin ediyor. Allah vaadini yerine getirendir. Allah Teâlâ kullarını ceza ve mükafaat vermek üzere hesaba çekilmek için o gün mutlaka biraraya toplayacaktır.
Allah Teâlâ şahitlik edene ve şahitlik edilene de yemin ediyor. Bir görüşe göre şahitlik edenle burada kullar kastedilmiştir. Çünkü onlar Allah'ın rab olduğuna ve birliğine şahitlik ederler. Şahitlik edilenle de Allah Teâlâ kastedilmiştir. Çünkü O da mü'minlerin kendisini birlediğine ve kendisine ibadet ettiğine şahitlik eder. Bir görüşe göre de şahitlik eden Allah Teâlâdır. Çünkü O, yaratıkların her şeyini görmektedir ve bilmektedir. Şahitlik edilen de insandır. Çünkü rabbi onu gözetlemekte ve bütün hallerini görmektedir.[6]
Sonra bu yeminlerin cevabı gelir ve Kur'an şöyle buyurur: Ateşle dolu hendekleri hazırlayanlar kahrolsun.
Yani yeryüzünde hendek gibi büyük ve uzun yarıklar hazırlayanlara Allah lanet etsin. Onlar bu hendekleri Allah'ın mü'min kullarına işkence yapmak için kazmışlardı ve içinde odunlarla birlikte alev alev ateş yakmışlardı. Allah onlara lanet etsin, dünya ve âhirette cezalarını versin.
O zâlimler hendeklerin başında oturmuşlar. Bu zâlimler mü'min-leri, ateş dolu çukurlara atıp onların yanışını seyrediyorlardı.
Sanki bir eğlenceyi seyreder gibi onları seyrediyorlardı, Mü'min-lere yapmakta oldukları işkenceyi seyrediyorlardı. Yani onlar mü'minleri yakarak ve azap ederek yapacaklarını yapıyorlar ve işledikleri bu cinayetin etkilerini görmek için de utanmadan orada hazır bulunuyorlardı.
Mü'minlerden, sırf aziz ve övgüye layık Allah'a iman ettikleri için intikam alıyorlardı.
Yani bu kâfirler, mü'minleri işledikleri bir suçtan veya günahtan dolayı değil, sadece her türlü övgü ve senaya lâyık olan ve her şeye gücü yeten Allah'a inandıkları için beğenmiyorlar ve cezalandırıyorlardı.
O Allah ki göklerin ve yerin hükümranlığına sahiptir ve O, her şeyi görür.
Yani Allah Teâlâ her şeyin sahibidir. Her şeye egemendir ve her şeyi görür. Dolayısıyla her bir insanı işlediği günah sebebiyle cezalandırmaya kadirdir. O, gözetir ve kuşatır. Hiç bir şey O'na gizli kalmaz,
Muhammed Abduh bu âyetler hakkında şöyle demektedir.[7]
Sanki Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Bu büyük kâinatta ve her şeyin helak olup da insanların, âlemlerin rabbinin emriyle tekrar dirilip kalktıkları o güne yemin ederim ki, sizden önce de Allah'ın
birliğine inanan mü'minler düşmanlarının zulmü ve şiddetli işkenceleriyle imtihan edildiler. Hatta düşmanları onlar için hendekler kazdılar, o hendekleri ateşlerle doldurdular ve içine bu mü'minleri attılar. Hiç acımadılar. Hatta mü'minleri diri diri yakmalarım seyrederek bundan sadistçe bir zevk aldılar.
Ve yemin ederim ki: Onlar sabrettiler ve kendilere saldıranlardan Allah onların intikamını aldı, güç ve kudretine lâyık bir şekilde onları cezalandırdı. Siz de sabrederseniz Allah sabrınızın karşılığını verir, düşmanlarınızı cezalandırır ve önceki zâlimlerin üzerine indirdiği musibetleri onların da başına indirir.
Bütün bunlar yeminin cevabı olarak âyetlerden anlaşılan şeylerdir. Allah Teâlâ yeminin cevabı bölümünde mü'minlerin kalbini yatıştırmak, onları sabra ve Allah yolunda uğraş vermeye sevketmek için geçmiş ümmetlerden bir misal verir ve kâfirleri nasıl tehdit ettiğini, mü'minlere nasıl vaatte bulunduğunu ve bundan sonrasını anlatır...
Ashab-ı uhdud (hendek ashabı), güçlü kuvvetli kâfir bir millettir. İmanlarından dolayı mü'minlere kızdılar ve onları inkâra geri dönmeleri için zorladılar. Fakat mü'minler tekrar kâfir olmayı reddettiler. Bunun üzerine arzın üzerinde hendekler kazdılar ve bu hendeklerin içini ateşle doldurdular. Mü'minleri birer birer getirip bu ateş dolu hendeklerin içine attılar. Bu katı yürekli acımasız zâlimler hendeklerin kenarında ateşin etrafında oturdular ve diri diri yanan insanları seyrettiler.
Ayette geçen en-nâr kelimesi kendisinden önceki uhdud (hendekler) kelimesinden bedeldir. Yani ashab-ı uhdud, ashab-ı nar da demektir. Ashab-ı uhdud, hendek sahipleri, ashab-ı nâr ise ateş sahipleri anlamına gelir. Yani bu adamların şiddetli alevler saçan çok miktarda odunları vardı.
Ayette geçen kuûd kelimesi kâid kelimesinin çoğuludur. Yani onlar, ateşin etrafında oturmuşlar, bu ateşin içinde mü'minlerin yanışını gözlerini kapatmadan ve bakışlarını ayırmadan seyrediyorlardı. Sanki ileride şahitlik yapacakmış gibi olayı ve işkence safahatını zihinlerine yerleştirmek istiyorlardı. İşte bu, acımasızlığın ve katı kalpliliğin son noktasıdır.
O zâlimler mü'minlere, Allah'a inanmaktan başka bir suçları olmadığı halde kızıyorlar ve onları cezalandırıyorlardı. el-Aziz gücüne karşı konulmayan demektir. Allah azizdir, hiç kimse O'nun gücünden kendisini kurtaramaz. el-Hamid her durumda övülen ve her yaptığı güzel olan demektin Allah hamiddir, övgüye lâyıktır, hatta -sen O'na inanan bir kimse olduğun halde- sana zahiren kötü bir şey isabet etse bu ya seni sabırla terbiye edip ahlâkını güzelleştirmek içindir, ya da senin kalbini deneyerek ecir ve sabrını çoğaltmak içindir.
Ashab-ı uhdud (hendek ashabı)na gelince, acaba bunlar nerede yaşamışlardır? Onların zulmettiği mü'minler kimlerdir? Bunların yeryüzünde bulundukları bölge neresidir? Bu konuda pek çok rivayet vardır. En meşhur olan görüşe göre mü'minler, Necran Hristi-yanlarıdır. Olay anında tevhid dinine mensuptular, bidat ve sapıklığa düşmemişlerdi. Kâfirler ise Yemen'i idareleri altında bulunduran kimseler ya da putpereslikte onlardan pek de geri kalmayan Yahudilerdir. Fakat bir mü'min İbret ve öğüt almak için bunların kim olduklarını ve gerek zâlimlerin gerekse mazlumların özellikle hangi dine mensup olduklarını öğrenmek ihtiyacını hissetmez, bunun için mübalağalarla ve hurafelerle dolu hikayelerin, masalların peşine düşmez. Mü'minin öğrenmesi gereken şey kendisi için hangi mesaj verilmek isteniyorsa onu öğrenmektir. Allah daha fazla bilginin hayırlı olacağını bilseydi bize onu da lütfederdi.
SORU: Şu âyet-i kerimede sözü edilen beddua kimlere yöneliktir:
Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov!
CEVAP: Allah Teâlâ Azhab sûresinde şöyle buyuruyor:
Şu muhakkak ki, Allah kâfirleri rahmetinden kovmuş ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada ebedi olarak kalacaklar, (kendilerini koruyacak) ne bir dost, ne de bir yardımcı bulacaklardır. Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: "Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik! Ey rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize uvduk da onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lanetle rahmetinden kov. (Azhab/63-68)
Bu âyetlerin anlamı şöyledir: Allah Teâlâ kâfirleri huzurundan kovmuş ve onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlara ahiret yurdunda içinde ebedi olarak kalacakları korkunç bir ateş hazırlamıştır. Bu ateşin içinden dışarı çıkamazlar ve ondan kurtulamazlar. O esnada kendilerine yardım edecek ve içinde bulundukları durumdan kendilerini kurtaracak hiç kimse yoktur.
Cehennemin zebanileri bu suçlu kâfirleri yüzüstü ve boyunları bükük bir halde sürükleyecekler. Bu kâfirler, keşke dünyada iman edip Allah ve Rasûlüne itaat etseydik de bu şiddetli azap başımıza gelmeseydi diye hayıflanacaklar ve büyük bir üzüntü içerisinde şöyle diyecekler: Keşke Allah'a ve Resulüne itaat etmiş olsaydık.
Yine üzüntü ve pişmanlıkla şöyle diyecekler:
Ey rabbimiz! Bizim başımıza gelenler, efendilerimize, reislerimize ve büyüklerimize itaat etmemiz, Peygamber'e isyan etmemiz ve bu liderler ve büyüklerin bize bir fayda verebileceklerini zan-netmemizdendir. Şimdi öğrendik ki onlar bize çok kötü şeyler yaptırmışlar, kötü bir akıbete sürüklemişler ve bizi hak ve doğru yoldan uzaklaştırmışlardır.
Sonra bunlar rablerinden liderleri, büyükleri ve efendilerine iki misli azap vermesini isterler. Çünkü onlar hem kendi inkarları ve sapıklıkları sebebiyle azabı hak etmişlerdir, hem de başkalarını saptırdıkları ve kandırdıkları için azabı haketmişlerdir.
Rablerinden onları her türlü rahmetten ve her türlü iyilik ve lutuf-tan uzak tutmasını isterler. Çünkü bu kâfir liderler ve büyükler sadece elem verici bir azabı haketmişlerdir.
Kur'an'ın bu ibaresinde sözü edilen beddua, Allah yolundan sapan, güçlerini ve makamlarını insanları saptırmada ve Allah'ın hak dininden uzaklaştırmada kullanan kâfirlere yöneliktir.
SORU: Şu âyet-i kerimenin açık bir tefsirini rica ediyorum:
Sayılı günlerde Allah'ı anın. Kim iki gün içinde acele edip Mi-na'dan Mekke'ye dönmek isterse, ona günah yoktur. Bunlar günahtan sakınanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız. (Bakara/203)
CEVAP: Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede Hac ile ilgili amellerden söz etmektedir.
Âlimlerin çoğunluğu söz konusu âyetteki sayılı günlerle, Mina günlerinin kastedildiğinde ittifak etmişlerdir. Bu günlere Teşrik günleri ve Taş atma günleri de denilmiştir. Bu günler, Zilhicce'nin 10. gününden itibaren başlayan Kurban bayramının ilk üç günüdür. Rivayet edildiğine göre bu "sayılı günler", başka bir âyette sözü edilen "belli günler" değildir. Çünkü "belli günler" Zilhicce ayının ilk on günüdür ve sonuncusu Kurban bayramının ilk günüdür. Allah Teâlâ Hac sûresinde bu "belli günler"den şöyle söz eder:
İnsanları hacca çağır; yürüyerek veya binekler üstünde uzak yollardan sana gelsinler. Tâ ki kendi menfaatlerine şahit olsunlar; Allah'ın onlara rızk olarak verdiği hayvanları "belli günler"de kurban ederken O'nun adını ansınlar. (Hac/27-28)
Allah Teâlâ bu üç gün boyunca kullarının tekbir getirerek Allah'ı anmalarını istemektedir. Dârekutni ve Tirmizî'nin rivayetine göre Ne-cid bölgesinden bir takım insanlar Arafat'ta bulunduğu esnada RasûTul-lah'a gelerek hac faaliyetlerinin neler olduğunu sorarlar. Rasûlullah (s.a) de bir kişiyi görevlendirerek şöyle bir ilan yaptırır:
Hac Arafat'tır. Kim şafak sökmeden önce Müzdelife'ye ulaşırsa o gece Müzdelife'ye ulaşmış demektir. Mina günleri üç gündür. Kim iki gün içinde acele edip Mina'dan Mekke'ye dönmek isterse, ona günah yoktur. Kim geri kalırsa ona da günah yoktur.
Kurtubi'nin el-Câmi'li Ahkami'l-Kur'an isimli tefsirinde şöyle denilir:
Yani hacılardan kim Mina günlerinden ilk iki günde acele edip Mekke'ye dönmek isterse, onun Mina'daki kaldığı günler Kurban günüyle birlikte üç güne ulaşmış demektir. Toplam kırk dokuz taş atmış olur ve üçüncü gün taş atma sorumluluğu kendinden düşer. Kim üçüncü günün sonunda Mina'dan aynlırsa Kurban günüyle birlikte Mina'da dört gün kalmış olur ve elindeki taşların da tamamını atar, (yani toplam 70 taş).
İslâm bilginleri bu günlerde hem hacıların hem de hacı olmayanların Allah'ı zikretmeleri ve mükellef olan herkesin tekbir getirmesi gerektiğini söylerler. Bu tekbirler özellikle namaz vakitlerinde tekrarlanır, ister tek başına kılsın isterse cemaatla kılsın, her namaz kılan kişi farz namazların bitiminde tekbir getirir. Bu tekbirler, selefin yolundan gidilerek aşikara getirilir ve Kurban bayramının dördüncü günü ikindi namazına kadar devam eder.
Bu üç gün içerisinde hacılar her gün birinci cemreden başlamak üzere yirmi bir taş atarlar. Her bir taşla birlikte tekbir getirilir. Birinci cemreye yedi taş attıktan sonra dua edilir ve ikinci cemreye yedi taş atılır ve dua edilir. En son olarak üçüncü cemreye yedi taş atılır ve sonunda dua edilir. (Böylece bir günde toplam 21 taş atmış olur). Taşlan atarken tekbir getimek sünnettir.
Ayet-i kerime, bayram gününden sonra bu işlemi sadece iki gün yapan kimsenin günahkar olmayacağına ve sorumlu tutulmayacağına işaret etmektedir. Bunu üç gün boyunca yapan kimse ise sayıyı tamamlamış olur. Önemli olan Allah korkusuyla birlikte yapılan işlerde ihlas-lı olmaktır.
SORU: Kur'an-ı Kerim'de geçen duaları ve bu duaların hangi sûrelerde geçtiğim lütfetmenizi rica ediyorum.
CEVAP: Mekke'de çıkan Hac dergisinin 1953 Kasım sayısında yayınlamış olduğum bir makaleyi burada nakletmem sanırım bu sorunun cevabı için yeterli olacaktır. Söz konusu makalenin metni aşağıdadır:
İslâm'da dua, bağışı bol Allah'a münacaatın ve O'na yönelmenin kapılarından bir kapıdır, umut ve beklentilere kavuşmanın bir anahtarıdır. Biz müslümanlar kendisinden bir şeyler istenilecek kimselerin en cömertınden ve ümit beslenecek kimselerin en lütufkârından yani Allah Teâlâ'dan isteriz ve O'na dua ederiz. O, yüce Kitabında şöyle buyurur:
Rabbinize yalvara yakara dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. (A'raf/55)
De ki: "İster Allah diye dua edin, ister Rahman diye dua edin. Hangisini derseniz deyin en güzel isimler O'nundur." (İsra/110)
Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar, aşağılanarak cehenneme gidecekler. (Gafir/60)
Biz inanıyoruz ki en hayırlı söz, Allah'ın kitabıdır ve yolların en doğrusu O'nun yoludur. Uyulmaya ve izlenmeye en lâyık olan yol O'nun gösterdiği yoldur. Bu sebeble benim aklıma Kur'an bahçesine saçılan duaları araştırıp bir sıraya dizmenin en güzel dua demetini ortaya çıkaracağı düşüncesi geldi. Çünkü bu Rahman'ın duası idi ve yaratıcısı tarafından insana öğretilmişti. Bu duaları aynen Kur'an'da geçtiği gibi almakla iktifa ettim ve her duanın sonunda da onun geçtiği sûrenin ismini verdim. İnşallah elime geçecek ilk fırsatta bu duaların açıklamasını ve yorumunu da yapacağım. Gerçeğe iletecek ve doğru yola sevkedecek olan Allah Teâlâ'dır.
Alemlerin rabbi Allah'a hamdolsun. O, rahmandır, rahimdir. Ahi-ret günün sahibidir. Ya rabbi! Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım isteriz! Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine azap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil ya rabbi. (Fatiha sûresi)
Ya rabbi! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz âlim ve hâkim olan ancak sensin. (Bakara/32)
Ya rabbi! Burayı güvenli bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle... Ya rabbi! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin... Tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin. (Bakara/126-128)
Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiç biri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk. (Bakara/136)
Ey rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru! (Bakara/201)
Ey rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır! Bize cesaret ver ki tutuna-lım. Kâfirlere karşı bize yardım et! (Bakara/250)
Ya rabbi! Affını dileriz, dönüş sana'dır...Ya rabbi! Eğer unutacak ve yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ya rabbi! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme. Ya rabbi! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma, bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Sen mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize yardım et! (Bakara/285-286)
Ya rabbi! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Katından bize rahmet bağışla; şüphesiz sen sonsuz bağışta bulunansın. Ya rabbi! Gelmesinden şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez. (Âli İmran/8-9)
Ya rabbi! Biz iman ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru! (Âl-i İmran/16)
Ya rabbi! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin. (Âl-i İmran/38)
Ya rabbi! İndirdiğine inandık ve peygamber'e uyduk; bizi şahit olanlarla beraber yaz. (Âl-i İmran/53)
Ey rabbimiz! Günahlarımızı, ilimizdeki aşırılıkları bize bağışla, sebatımızı artır. Kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl! (Âl-i İmran/147)
Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. (Al-i Imran/173)
Ey rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin. Bizi cehennem azabından koru! Ey rabbimiz! Doğrusu sen kimi cehenneme koyarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur. Ey rabbimiz! Gerçek şu ki biz, "Rabbinize inanın!" diye imana çağıran bir davetçiyi işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al! Ey rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vaadettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil-rüsvay etme, şüphesiz sen vadinden caymazsın. (Âl-i İmran/191-194)
Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla! (Nisa/75)
Rabbimiz! İman ettik, bizi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz! (Maide/83)
Ey rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz. (A'raf/23)
Biz sadece Allah'a dayanırız. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın. (A'raf/89)
Ey rabbimiz bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al! (A'raf/126)
(Ya rabbi!) İçimizdeki bir takım beyinsizler yüzünden hepimizi helak mı edeceksin? Bu iş senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin! Bize, bu dünyada iyilik yaz, âhirette de. Şüphesiz biz sana döndük. (A'raf/155-156)
Biz Allah'a dayandık. Ey rabbimiz! Bizi o zâlimler için deneme konusu yapma! Ve rahmetinle o kâfirler topluluğundan bizi kurtar! (Yunus/85-86)
Ey rabbim! Bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum! (Hûd/47)
Rabbim! Bana hükümranlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaradanı! Sen dünyada da âhirette de sahi-bimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat! (Yusuf/101)
Ey rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle! Ey rabbimiz! Duamı kabul et! Ey rabbimiz! Amellerin hesabı sorulacağı gün beni, anamı-babamı ve mü'minleri bağışla! (İbrahim/41)
Ya rabbi! Annem-babam, küçüklüğümde beni nasıl yetiştirmişler-se, şimdi de sen onlara Öyle merhamet et! (İsra/24)
Ya rabbi! Gireceğim yere esenlikle girmemi sağla; çıkacağım yerden da esenlikle çıkmamı sağla. Bana tarafından hakkıyla yardım edecek bir kuvvet ver! (İsra/80)
Ey rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla! (Kehf/10)
Rabbim! Yüreğime genişlik ver, işimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz, ki sözümü anlasınlar. (Taha/25-27) Rabbim, ilmimi artır! (Taha/114)
Rabbim, beni yalnız bırakma. Sen, vârislerin en hayırlısısın. (Enbiya/89)
Rabbim! Beni bereketli bir yere indir. Sen iskân edenlerin en hayırlısısın. (Müminun/29)
Rabbim! Eğer onlara yöneltilen tehdidi (dünyevi sıkıntı ve uhrevi azabı) mutlaka bana göstereceksen; bu durumda beni zalimler topluluğunda bulundurma... Rabbim, şeytanların kışkırtmasından sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım rabbim!.. Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi affet; bize acı! Sen merhametlilerin en merhametlisisin. (Müminun/93-109)
Rabbimiz! Cehennem azabını üzerimizden sav. Doğrusu onun azabı gelip geçici değil, devamlıdır. Orası cidden ne kötü bir yerleşme ve ikâmet yeridir... Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl! (Furkan/65-66,74)
Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Benim canımı alacak sonra beni diriltecek olan O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. Bana gelecekler içinde iyilikle anılmak nasip eyle! Beni Naim cennetinin varislerinden kıl... Yeniden diriliş günü mahcup etme. O gün ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak temiz bir kalp ile Allah'a gelenler (o günda fayda bulur). (Şu-ara/78-89)
Ey rabbim! Beni gerek bana, gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kullarının arasına kat! (Neml/19)
Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim (başıma iş açtım) beni bağışla... Bana lütfettiğin nimetlere andolsun ki, artık suçlulara arka çıkmayacağım... Rabbim! Beni zâlimler güruhundan kurtar... Umarım, rabbim beni doğru yola iletir... Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım. (Kasas/16-24)
Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlat ver! (Saffat/100)
Ey rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru! Rabbimiz! Onları da, onların atalarından, zevcelerinden, nesillerinden iyi olanları da kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz aziz ve hakim olan sensin. Bir de onları her türlü kötülüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan muhakkak ki onu rahmetine mazhar etmiş olursun. Bu en büyük kurtuluştur. (Mü'min/7-9)
Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de, zürriyetim için de uygun ve yararlı olanı ver. Ben sana döndüm. Ve elbette ben müslümanlardanım. (Ahkaf/15)
Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz sen çok şefkatli çok merhametlisin! (Haşr/10)
Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır. Rabbimiz! Bizi, inkar edenlerle deneme; bizi bağışla! Ey rabbimiz! Yegane galip ve hikmet sahibi ancak sensin. (Mümtehine/4-5)
Ey rabbimiz! Nurumuzu tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin. (Tahrim/8)
Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör (insanlar) doğururlar. Rabbim! Beni, anamı-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla, zâlimlerin de ancak helakini artır. (Nuh/26-28)
Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman karanlığın şerrinden, düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve haset ettiği vakit hasetcinin şerrinden sabahın rabbine sığınırım! (Felâk/1-5)
İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah'ı andığında) pusuya çekilen cin ve şeytanın şerrinden, insanların şerrinden insanların rabbine, insanların melikine ve insanlarına ilahına sığınırım. (Nâs/1-6)
Allah doğru söyler. İnşallah, bu duaların açıklamasına ileride döneceğiz.
SORU: "Feryad ve figan gününden sizin hesabınıza korkuyorum" âyetinin anlamı nedir? Bu gün hangi gündür?
CEVAP: Allah Teâlâ Mü'min sûresinde şöyle buyuruyor:
Ey kavmim! Gerçekten sizin için feryad ve figan gününden, arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum. O gün sizi Allah'a karşı koruyan kimse bulunmaz. Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek de yoktur. (Mü'min/32-33)
Bu iki âyet Firavun milletinin içindeki "İnanmış kişi"nin dilinden ifade edilmiştir.
Ayette geçen Yevmuî-Tenad müfessirlerin çoğuna göre kıyamet günüdür.
Fakat bu Tenad ne demektir? Niçin kıyamet gününe Tenad günü denilmiştir?
et-Tenad, tefaul kalıbında olup nida kelimesinden türetilmiştir. İnsanlar birbirine seslendikleri zaman "tenâda el-kavmu" denilir.
et-Tenad "nida" kelimesinden türemiştir. Nida ise bağırmak çağırmak demektir.
Tenad kelimesi şeddesiz ve sonundaki yâ harfi düşürülerek okunur.
Tenad kelimesi dâl'ın şeddesiyle okunduğu zaman kaçmak anlamına gelen en-neddu kökünden gelir. Abdullah ibn Abbas bu şekilde okumuştur. Bir kimse kaçtığı zaman "nedde fulanun" denilir. Deve kaçtığı zaman "nedde'l-beiru" denilir. Yani devenin sahibinden kaçtığı gibi o gün de insanlar kaçacaklardır. Şu âyet-i kerimede bu manaya işaret edilmektedir:
O gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün herkesin kendine yeter derdi vardır. (Abese/34-37)
Âyet-i kerimede "Arkanıza dönüp kaçacağınız gün" deniliyor. Çünkü onlar cehennemin homurtusunu işittikleri vakit hemen kaçacaklar. Fakat nereye giderlerse gitsinler karşılarında saf saf olmuş melekleri bulacaklar ve geldikleri yere geri dönecekler.
Hasan el-Basri "Yevme't-Tenadi" diye şeddesiz ve ya'h okumuştur. İbn Cerir et-Taberi ya'sız olanı tercih edip şöyle demiştir:
Bize göre bu konuda doğru olan okuyuş şekli, her yerdeki kıraat imamlarının okuyuş şeklidir. Naklen gelen bu okuyuştan farklı bir okuyuş caiz değildir.
Ya'sız olarak okunduğu zaman mana şöyle olur:
Ey kavmim! Gerçek şu ki ben, insanların birbirine bağırıp çağırdığı o günden sizin hesabınıza korkuyorum. O gün gerek korkudan, gerek Allah'ın muazzam gücünü görmelerinden, gerekse o gün kendilerini saran dayanılmaz sıkıntıdan dolayı feryad ü figan ederler. Bu bağırış çağırışlar ya Allah'ın dünyada kendilerine verdiği sözü yerine getirdiğini birbirlerine hatırlatmak içindir ya da başlarına gelen bu büyük beladan dolayı birbirlerinden yardım istemek içindir.
Bir görüşe göre de mana şöyledir:
Inanmasanız da başınıza gelecek azaptan dolayı sizin hesabınıza o günden korkuyorum.
Veya: O bağırış çağırış gününden sizen hesabınıza korkuyorum, demektir.
Bir görüşe göre de mana şöyledir:
Cennet ehli cehennem ehline seslenir; cehennem ehli de cennet ehline seslenir. Cennet ehlinin cehennem ehline seslenişi şöyledir: "Biz rabbimizin bize vaadettiğinin gerçek olduğunu gördük. Rab-binizin size vaadettiğinin gerçek olduğunu siz de gördünüz mü?" Cehennem ehlinin seslenişi de şöyledir: "Bize biraz su veya Allah'ın size verdiği rızıktan gönderin."
Bir görüşe göre de Sûr hadisinde geçtiği için kıyamet gününe "Te-nad günü" denilmiştir: Söz konusu hadiste Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Allah Teâla İsrafil'e birinci sûru üfürmesini emreder ve şöyle der: "Korku sûrunu üfür." Bunun üzerine Allah'ın dilediklerinin dışında göklerde ve yerde bulunanların hepsi korku içinde kalırlar. Allah Teâla İsrafil'e sûru üflemeye devam etmesini ve uzatmasını emreder. O da bir an bile sakinleşmez. Bu, Allah Teâla'nın şöyle tanımladığı durumdur: "Bunlar da ancak, bir an bile durmayan tek bir çığlık beklerler. O gün Allah dağları yürütür ve dağlar serap olur. Yeryüzü üzerindekilerle birlikte şiddetle sarsılır." Allah Teâlâ bu günü şöyle anlatır: "Birinci üflemenin kâinatı sarstığı, onu ikinci üflemenin takip ettiği gün, işte o gün yürekler kaygıdan oynar, gözler yorgun düşer."
O gün kâinat, denizde yüzen bir gemi gibidir; dalgalar ona vurur ve içindekilerle birlikte alt üst olur. Veya çardağa asılı bir kandil gibidir; rüzgarlar onu salladıkaça sallar. İnsanlar onun üzerinde boylu boyunca uzanırlar, emzikli kadınlar emzirdikleri çocukları bırakırlar/hamile kadınlar çocuklarını düşürürler, çocuklar ihtiyarlar, şeytanlar kaçışırlar, melekler onları karşılarlar ve yüzlerine vururlar. Bunun üzerine geri dönerler. İnsanlar da arkalarını dönüp kaçarlar ve birbirlerine bağrışırlar. İşte o gün Allah'ın Yevmü't Tenad dediği gündür:
Arkanıza dönüp kaçacağınız gün sizi Allah'a karşı koruyan kimse bulunmaz.
Fakat bu sûr hadisi garip ve zayıf bir hadistir.
Bir rivayete göre Dahhak ibn Müzahim şöyle demiştir:
Kıyamet koptuğu zaman Allah Teâla dünya göğüne emreder, o da bu emirle içindekilerle birlikte parçalanır ve içinde bulunan melekler inerler, yeryüzünü ve yeryüzündekileri kuşatırlar. Allah Teâla aynı şeyi sonra ikinci kat göğe, sonra üçüncüye, sonra dördüncüye, sonra beşinciye, sonra altıncıya emreder. Her gök katından gelen melekler birbirinin önünde saf yapıp dizilirler. Sonra en yüksek melek iner, onun solunda cehennem vardır. Dünyalılar cehennemi görünce kaçışırlar. Fakat nereye gitseler karşılarında yedi saf halinde dizilmiş melekleri bulurlar. Bunun üzerine geldikleri yere geri dönerler. İşte bu Allah Teâla'nın: "O feryad ü figan gününden, arkanıza dönüp kaçacağınız o günden sizin hesabınıza korkuyorum" dediği durumdur.
Şu âyet-i kerimelerde de bundan söz edilmektedir:
Rabbinin emri gelince, melekler sıra sıra dizilince ve cehennem ortaya getirilince. (Fecr/22-23)
Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz. (Rahman/33)
Gök de yarılır ve artık o gün o, çökmeye yüz tutar. Melekler onun (göğün) etrafındadırlar. (Hâkka/16-17)
Bir başka görüşe göre kıyamet gününün Tenad günü diye isimler-dirilmesinin sebebi şudur: Ameller tartılırken orada bir melek bulunur. Kulun ameli tartılıp da ağır geldiği zaman o melek şöyle bağırır:
Filan oğlu filan mutluluğa erdi artık bundan sonra hiç bedbaht olmayacak. Kulun ameli hafif geldiği zaman da şöyle bağırır: Duyun, filan oğlu filan bedbaht oldu.
Bu sebeble Zeccac şöyle demiştir: Kıyamet gününe Tenad günü denmesinin sebebinin şu âyette belirtilen hususun olması uzak bir ihtimal değildir:
Bir gün bütün insanları önderleriyle birlikte çağırırız. (İsra/71) ,
Yani mutlulara mutluluklarıyle, bedbahtlara da bedbahthklarıyle çağrı yapılır.
Kıyamet günü müminlerin yapacağı nida şöyle olacaktır: Alın kitabımı okuyun. (Hakka/19) Kâfirlerin yapacağı nida ise şöyle olacaktır: Kitabım keşke bana verilmeseydi. (Hakka/25)
Bunun manası zâlimlerin birbirlerine "yazıklar olsun, kahrolsun" demeleri olabilir. Onlar şu sözleri söyledikleri için bu güne Tenad günü denilmiştir: Yazık bize, vah bize!
Veya nida edenler, zalimlere lanet çağrısı yapabilirler. Bir hadiste şöyle denilir:
Ölüm güzel bir koç şeklinde getirilir ve âhiret günüde boğazlanır. Sonra şöyle nida edilir: "Ey kıyamet ahalisi artık bir daha ölüm yoktur." Bu söz cennetliklerin sevincini, cehennemliklerin de üzüntüsünü artırır.
Bazı müfessirlerin de dediği gibi tenad kelimesi bize pek çok bağırış çağırış şeklini vermeye, korku ve ürküntüyü, her taraftan ve çeşitli yönlerden yükselen ahû figanları, şiddetli kalabalık ve itiş-kakı şiarı ifade etmeye elverişlidir. Belki de Bağavi ve diğer müfessirler bunların tamamından dolayı kıyamet gününün Tenad günü diye isimlendirildiği görüşünü tercih ettiler. İbn Kesir bu görüş hakkında: "Gerçekten bu güzel bir görüştür" diyor.
Yüce Allah'tan bizi bu günün korkularından ve tehlikelerinden korumasını diliyoruz. Şüphesiz O'nun her şeye gücü yeter.
SORU: Bazı kimseler, Kur'an kıssalarının hayali olduğunu, tarihi gerçeklerle uyuşmadığını, Tevrat ve İncil'deki rivayetlerden farklı olduğunu söylüyorlar. Sizin bu konudaki fikriniz nedir?
CEVAP: Bu habis düşünce Arab toplumunda ortaya çıkmadı ve İslâm ülkelerinde kökleşmedi. Bu konudaki kötülüklerin başlangıcı Fı-ransız yazarlara dayanır. Onlar, Kur'an'm Hz. Peygamber tarafından telif edildiğini ve tarihi gerçeklere uymayan bir takım haberleri topladığını iddia ettiler. Fıransız yazarlar bunları söyerken biz onların İslâm'a ve Kur'an'a inanmadıklarını bildiğimiz için bu iddiaları pek ciddiye almadık. Halbuki onlar bir sömürgeci ve uzun bir süre İslâm topraklarını işgal altında tutmaya çalışmış bir millet olarak kendi çıkarları açısından bu Kitabın ne kadar tehlikeli olduğunu çok iyi hissediyor ve hatta şöyle diyorlardı: "Bu kitap mevcut olduğu sürece ve müslü-manlar her gün defalarca yüzlerini hep birlikte Kabe'ye çevirdikleri sürece biz müslümanlara tam olarak hâkim olamayız," Konunun temel gerçeği budur. Sonra bizim içimizden çıkıp edebiyata dinden ve fıkıhtan daha fazla önem veren bir grubun bu Fransız yazarların peşinden gitmeyi tercih ettiklerini ve onların etkisi altında kaldıklarını da göz önünde bulundurmamız gerekir. Bunlar şu düşünceyi yaymaya çahşla-maktadırlar: Kur'an kıssaları tarihi hakikatleri değil tasvir sanatını na-zar-ı itibara alır. Bu sebeble zaman zaman, hatta genellikle hayallere meyleder, rumuzlara ve işaretlere başvurur. Çünkü onların iddiasına göre Kur'an kıs s alarmdaki esas gaye, bol miktarda edebi unsuru bir araya getirmektir.
Bu düşüncenin -ülkemizde daha çıkar çıkmaz aksini isbat eden-ilim adamlan tarafından çürütülmesi Allah'ın İslâm âlemine bir lütfu-dur. Bu iddiayı çürütmek ve asılsızlığını ortaya koymak için mücadele eden ilim adamlarının başında üniversite mensupları ve üniversite profesörlerinin olması ise Allah'ın bize başka bir lütfudur. Kur'an-ı Kerim kıssalarının savunulması sadece Ezher uleması tarafından yapılmış olsaydı, konuyla ilgili zan ve şüpheye kapılanların bu şüpheleri ve kötü zanları tamamen ortadan kalkmış olmazdı. Fakat bu iddialar üniversitenin çeşitli edebiyat ve bilim dallarının başkanları ve hocaları tarafından da reddedilince bu durum, Kur'an kıssalarının tarihen sabit ve gerçek olaylar olduğu şeklindeki İslâmî bakış açısının kesin ve şüphe götürmez bir isbatı olmuştur.
Bu grubun sarıldığı şüphe, yukarda da zikrettiğimiz gibi Fransız yazarlarının meylettiği bozuk bir görüştür. Bunlar ayrıca Muhammed Abduh ve Reşid Rıza'nın el-Menar isimli tefsirinde geçen bazı ibarelere de yapışırlar. Muhammed Abduh'un bu meseleden söz ederken kendisine ulaşan herhangi bir görüşü onaylamadığını ortaya koyabilmemiz için Menafin çeşitli yerlerinde bu konunun tefsiri hakkında yazılan şeyleri gözden geçirmemiz gerekir. Muhammed Abduh örnek olarak ele aldığı bazı Kur'an kıssalarını tefsir ederken hem öncekilerin, hem de sonradakilerin yöntemini arzetmiş ve tarihi olaylardan hiç söz etmemiştir. Sonra öncekilerin görüşünü ve bu kıssalar konusundaki yöntemi ortaya koyduğunu görüyoruz ki bu görüş bilginlerin ve müs-lümanların üzerinde birleştikleri bir görüştür. Ardından da sonrakilerin görüşünü zikreder. İginçtir, Muhammed Abduh Menar Tefsirinin ikinci cildinde gözümüze çarpan şu ifadeleri kullanır:
Tarih kitaplarında geçen bilgiler bu kıssalardan bazılarına aykırı olduğu zaman bizim, Allah'ın Peygamberine vahyettiği şeylerin ve mütevatir olarak bize nakledilen bilgilerin kesin olarak doğru olduğundan emin olmamız gerekir. Allah'ın verdiği haberler doğrudur ve bu haberlere aykırı olanlar ise batıldır ve bunları nakledenler ya yanılmışlar veya yalan söylemişlerdir. Bunlar sebebiyle Kur'an'dan şüphe edemeyiz ve bunlara cevap vermekle de mükellef değiliz. Çünkü İslâm'dan önceki tarihe ait izler çok siliktir ve bu dönem çok karanlıktır. O döneme ait tarihi şahsiyetler hakkında tam bir bir bilgi edinebilmek için güvenilir hiç bir rivayet yoktur. Bu bilgilerin hiç birisi de mütevatir değildir. Kur'an'ın nüzu-lündan sonra âlem bir halden başka bir hale intikal etmiştir. İnsanlık için yeni bir tarih başlamıştır. Eğer bir tarih yazılacaksa bunun Kur'an'ın ışığında yeniden yazılması gerekir.
Menar Tefsirinde üstadın (Muhammed Abduh'un) söyledikleri bu şekildedir. Sonra onun öğrencisi ve fikirlerinin yayıcısı Reşid Rıza gelmiş, aynı cüzde ve üstadın sözünden bir sayfa sonra bu fikrin peşine takılmış ve şöyle demiştir:
Kısacası, Kur'an-ı Kerim'deki geçmiş ümmetlere ait kıssalar son derece hikmetlidir. Cahil ve kültürsüz bir toplum içinde yetişmiş,
okuması yazması olmayan Muhammed'in ne kendi asrındaki ne de daha önceki asırlardaki filozofların ulaşamadıkları bir hikmet seviyesine kendi düşüncesiyle ulaşması mümkün değildir. Fakat bu, Allah'ın kullarına bir hidayetidir ve bu hikmeti de kullarının en temizi olan Hz. Muhammed'e (s.a) vahiy yoluyla ulaştırmıştır. Allah bizi hidayete eriştirmiş olmasaydı biz hidayete ulaşamazdık. Âyet-i kerime gayet açık olduğuna ve gidilecek yol belli olduğuna göre, bu kıssalar hakkında geçmiş rivayetlere iltifat etmememiz ve merhum üstadın da dediği gibi bu rivayetlerin Kur'an'a aykırı olmalarını da, ortadan kaldırmak mecburiyetinde olduğumuz bir şüphe olarak görmemiz gerekir.
Menar Tefsiri daha sonra şüphecilerin dayanakları olan bir kıssanın Kur'an'daki anlatılan şekliyle Tevrat veya İncil'de anlatılan şekli arasındaki farklılığa temas eder. Gerçekten de kıssanın bazı bölümlerinde ya da ayrıntılarında her üç kitapta da farklı bilgiler vardır. Ancak biz bu şüpheyi Kur'an-ı Kerim açısından şöyle reddederiz: Kur'an-ı Kerim, bir ibret ve irşat, inanç ve şeriat kitabı olduğu için kıssanın ayrıntılarını anlatmayı gerekli görmemiştir. O, bir kıssayı anlatırken Allah'ın hikmet ve ilmi gereği o kıssanın sadece ibret, öğüt ve duyguların hareketine sebeb olacak yönünü ve geçmiş ümmetlerin başına gelen musibetlerin benzerlerine sebeb olacak şeylerden sakındırmayı tercih etmiştir.
Daha sonra Menar Tefsiri çok güzel bir noktaya temas eder ve şöyle der:
Allah tarafından indirilmiş olan Kur'an-ı Kerim, Tevrat ve İncil'in asıllarının bozulduğunu bize haber vermektedir. O halde biz, Tevrat ve İncil'in tahrif edildiklerini bizzat Kur'an'dan öğrendikten sonra nasıl olur da Kur'an'da geçen bir haber hakkında onların hakemliğine baş vurabiliriz. Artık biz, bir şeyin Kur'an hakkında hüküm vermesini istediğimiz zaman bunun Kur'an'nın kabul ettiği ve onayladığı bir şey olmasını istememiz adalet ve insafın bir gereğidir, demek hakkına sahibiz.
Kur'an-ı Kerim, Tevrat ve İncil'in tahrif edildiğine hükmetmiştir. O halde bir araştırma yaparken Kur'an'daki kıssa ile Tevrat ve İncil'deki kıssa arasında farklılık var dememiz (ve bunu Kur'an için bir tenkit sebebi yapmamız) insafla bağdaşmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim zaten baştan Tevrat ve İncil'in tahrif edildiğini, bu iki kitabın içinden bazı şeylerin çıkartıldığını, değiştirildiğini, ilave ve eksiltmeler yapıdığını söylemiştir.
Menar Tefsiri daha sonra da şu açıklamayı yapar:
Tamamı Kitab-ı Mukaddes diye isimlendirilen Ahd-i Atik ve And-i Cedit, kıssalarının bazıları birbiriyle çelişkili olduğu halde Kur'an (yine de) bunların Allah tarafından vahyedildiğine şahitlik ediyor, denillirse biz de deriz ki; evvela bu kitapların mütevatir ve kesintisiz senetleri yoktur. İkincisi, Kur'an-ı Kerim Allah Teâlâ'nın Tevrat'ı Musa'ya (a.s) bir şeriat kitabı olarak verdiğini ve Musa'nın peşinden gidenlerin bu şeriatın bir kısmını muhafaza ederken bir kısmını unuttuklarını ve kendilerinin nasibi olan kitabı tahrif ettiklerini kesin bir şekilde belirtmiştir. Aynı şekilde Kur'an Allah Teâlâ'nın İncil'i de bir müjde ve Öğüt kitabı olarak Hz. İsa'ya (a.s) verdiğini belirtmiş ve onun peşinden gidenler hakkında -Yahudiler hakkında söylediği gibi- "kendilerine hatırlatanların Önemli bir bölümünü unttular" demiştir. O halde bunların şüphe ve iftiralarında dayandıkları esas, araştırma mantığına da terstir, adelet ve insaf ölçülerine de aykırıdır. Çünkü bu esas iki şüphenin üzerine kuruludur: Birincisi: Fransız yazarlarının iftiralarıdır ki bunların zaten Kur'an'a karşı bir kin ve düşmanlıkları vardır. İkinci şüphe ise üstad Muhammed Abduh'un sözlerinin satır aralarında geçen ifadeleridir ki Üstad Abduh'un son söz olarak Kur'an kıssalarının seksiz şüphesiz hakikatler olduğunu söylediğini biliyoruz.
Bütün bunlardan sonra şimdi gelelim Kur'an-ı Kerim'de ve Kur'an-ı Kerim kıssalarıda geçen tarihi şahsiyetlere... Bunların içinde Adem, Nuh, Musa, İsa ve Muhammed'i görüyoruz. Kur'an'a iftira edenler ister İsevilerden olsun isterse Musevilerden olsun, İsa'ya ve Musa'ya bağlılıkta sadakat göstermeseler bile, mesela İseviler Kur'an hakkında böyle bir iftirada bulundukları zaman Hz. İsa'nın şahsiyeti hakkında acaba ne diyecekler?.. Bu bir hayali şahsiyet mi diyecekler?.. Eğer böyle bir şey söylerlerse o zaman kendi inanç ve akidelerinin de hayal ve uydurmadan ibaret olduğunu söylemiş olacaklar. Museviler veya Musa'ya münte-sip olanlar da Musa'nın şahsiyeti ve Kur'an'daki onunla ilgili haberlerin hayali olduğuna hükmederlerse o zaman Musa da -onların iddiasına göre- hikaye sanatının uydurduğu hayali bir şahsiyet olacak. Böyle bir durumda bu tarihi mirasın tamamı ve Kur'an'm tasvir ettiği bu dini şahsiyetlerin hepsi töhmet altında kalmış olacaktır. Sonra gelelim Hz. Muhammed'in şahsiyetine: Onun tarihî bir şahsiyet olduğu mütevatir rivayetlerle sabittir. Tarihin kahramanları arasında, sözleri, fiilleri, davranışları, hareketleri, duruşu, uyuyuşu ve uyanıklığı, öfkesi ve hoşnutluğu, yolculuğu ve ikameti, kendisiyle ilgili herşey hatta şekli, şemali, boyu poşu, yemesi, içmesi ve gülümsemesi bile tesbit edilmiş olup onun kadar bilinen başka bir şahsiyet bulmamız mümkün değildir. Kur'an'a dönelim; onun da Hz. Muhammed'le ilgili anlattığı kıssalar vardır. Bunlar da mı hayal mahsûlüdür? Mesela Tevbe sûresinde Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
Eğer siz ona yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebubekir ile birlikte) Mekke'den çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına: "Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir" diyordu. Bunun üzerine Allah da ona güven vermiş ve görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş, inkar edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah'ın sözü zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir. (Tevbe/40)
Peşpeşe devam eden bu haberler ayrıntılarıyla birlikte gerçek bir tarihin varlığını teyit edip doğrulamaktadır. Bu haberlerin içinde hayal mahsulü, asılsız veya sanat gayesiyle söylenmiş hiç bir şey yoktur. Sonra kıssa ve Kur'an-ı Kerim'de geçen kasas kelimesinin kök manasına bakalım. Bu kelimenin Kur'an'daki anlamına müracaat etmeden önce sözlükteki anlamı üzerinde duralım: Haberi, cereyan ettiği şekle tam uygun bir şekilde anlattı anlamında "ye-kussu fülanün" denilir. Bu kelimenin kökünde bir mutakabat, bir uygunluk, başında veya sonunda ilavesizlik ve noksansızhk anlamı vardır. Kur'an-ı Kerim de bu kıssa kelimesini kullanırken onun sözlükteki kök anlamını esas almış ve bundan ayrılmamıştır. Âyet-i kerimelerde de hep buna işaret edilmiştir:
Şüphesiz bu anlatılanlar gerçek (olaylar)dır. (Al-i İmran/62)
Biz onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. (Kehf/13)
Ve onlara (olup bitenleri) tam bir ilimle mutlaka anlatacağız. Biz onlardan uzak değiliz. (A*raf/7)
Hüküm ancak Allah'ındır. O, hükmedenlerin en iyisi olarak gerçeği anlatır. (En'am/57)
Uydurulan şeylere "en güzel kıssalar" denilemez. Edebiyatçıların kendileri bile en güzel ve mükemmel hikayelerin gerçek hayattan alınan ve hikayenin temel unsurlarını ihtiva eden hikayeler olduğunu ifade etmişlerdir. Allah Teâlâ: "Ey Muhammed! Biz bu Kur'an'ı vahyederek, sana en güzel kıssaları anlatıyoruz" (Yusuf/3) derken, "biz senin için tarihten ve geçmiş ümmetlerden kıssalar anlatırken ibret ve öğüt unsurlarını ihtiva edenlerini ve aynı zamanda gerçeğe ve tarihe mutabık olanlarını seçiyoruz" demek istemektedir.
Kur'an-ı Kerim Musa ve Şuayb'dan söz ederken şöyle buyururur:
Musa Şuayb'ın yanına gelip, başından geçeni anlatınca o "Korkma! Artık o zalim milletten kurtuldun" dedi. (Kassas/25)
Musa (a.s), Şuayb'ın (a.s) yanına geldiği zaman ona başından geçenleri olduğu gibi anlattı. Eğer olayı tahrif ederek anlatmış olsaydı Şuayb ona acıyıp da "korkma" demezdi. Şuayb'ın ona demesinden Musa'nın başından geçenleri olduğu gibi anlattığını ve Şuayb'ın takdir ve ikramını bu yüzden kazandığını anlıyoruz.
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık, kimini anlatmadık. (Gâfir/78)
Allah Teâlâ bu peygamberlerin haberlerini anlatmıştır. Bunlar akaitle, ahkâm ve şeriatlerle, ölçü ve tartıyle, zenginler ve fakirler arasındaki adaletle ve insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesiyle ilgili kıssalardır. Bunların hayal mahsulü ve uydurma olmaları ihtimali yoktur. Bu kıssaların hepsinde hak ve adaletin bulunması gerekir.
Kur'an'daki kıssaların tarihi hakikatler değil, tasvir sanatına dair işaretler ve hayali şeyler olduğu iftirasını, Kur'an'ın nüzulü esnasındaki müşrikler ve ilk dönemlerdeki İslâm düşmanları, Kur'an'ın Öncekilere ait masallar olduğunu iddia ederlerken söylemişlerdi. Kur'an-ı Kerim onlar hakkında şöyle buyurur:
Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecaviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, "öncekilerin masalları!" der. (Kalem/10-15)
O halde Kur'an'ın bizzat kendisi müşriklerin bu asılsız iddiaları ortaya attıklarını zikrediyor ve bu iddiayı çürüterek, biz eskilerin masallarını değil, sadece gerçekleri anlatıyoruz, diyor. Madem ki Kur'an-ı Kerim, anlattığı kıssaların hak ve gerçek olduğunu söylüyor ve madem ki sözlerin en doğrusu Allah'ın sözüdür, o halde Kur'an kıssalarının hayal ve uydurma olduğunu veya gerçeğe ve olaylara mutabık olmadığını iddia eden herkes, gerçek kıssalar lattığını söyleyen Kur'an'ın ibaresine ters düşmüş ve ona k gelmiş olmaktadır. Allah gerçeği söyler ve gidilecek yolu gösterir Allah Teâlâ en iyi bilendir.
SORU: Kur'an'ın bilimsel verilere göre tefsiri konusunda görüşünüz nedir? Bazı çağdaş müfessirlerin Kur'an'ın ibarelerinden bilimsel anlam çıkarmak için yöneldikleri garip yorumlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
CEVAP: Celâluddin es-Suyûti'nin el-îîkanfi Ulûmi'l-Kur'an isimli eserine müracat ettiğimiz zaman bu müellifin, Kur'an'daki anlaşılması zor, garip kelimelerden söz ettiğini ve Kur'an'da tefsirine ihtiyaç duyulan kelimeleri zikrettiğini, sonra da bu ümmetin büyük âlimi Abdullah ibn Abbas'tan, Kur'an'daki bütün garip kelimeleri tefsirleri ve Arab şi-irindeki örnekleriyle birlikte rivayet ettiğini görürüz.
Bu, İslâm'ın ilk devirlerinde kendilerine Kur'an inen insanların, bu Kitab'ın indiği lisanın ışığında onu anladıklarını gösteren bir delildir. Allah Teâlâ onu apaçık bir Arabça ile indirdiğini Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde ifade etmektedir. Kur'an-ı Kerim, kendisinin sadece Arabça olduğunu ifade etmekle yetinmemiş, indiği lisanın -ki bu lisan Arab-çadır- lafızlarının anlamları ışığında onun anlaşılması gerektiğini vurgulamak için buna beyanı da ilave etmiştir. Bunun içindir ki İslâm'ın ilk devirlerinde müslümanlar Kur'an'm indiği lisanın kelimelerinin yani Arabça kelimelerin manalarını anlamak suretiyle bu yüce Kur'an'ı da anlıyorlardı. O halde bizim de ister bilimsel tefsir çalışması yapalım, isterse içtimâi tefsir çalışması yapalım Kur'an'ı tefsir ederken hiç bir zaman göz ardı etmememiz ve bunun ışığında yürümemiz gerekir.
Kur'an'm temel görevi onun bir akide ve şeriat kitabı olmasıdır. O, inanç ve ilahiyat konulanndan, peygamberlere ait haberlerden, muamelattan, ibadetlerden, kişiler arası ilişkilerden, aile düzeninden, devletler arası ilişkilerden, savaş ve barış durumlarından ve daha başka insani konulardan söz eder.
Fakat Kur'an bütün bunların ötesinde pek çok bilmsel gerçeğe, varlığın sırlarına ve Allah'ın tabiata yerleştirdiği kanunlarına kısa, öz, mucizevi ve beliğ bir şekilde işaret eden çok sayıda âyeti de ihtiva eder. Bu gerçeklere işaret eden âyetlerin kısa, öz ve genel olma özelliklerini taşıdığını, analiz ve ayrıntıya girmediğini veya işaret ettiği konunun bölümlerine temas etmediğini görürüz.
Biz onu parmak uçlarına varıncaya kadar yeniden yapmaya kadiriz. (Kıyamet/4)
Bu ayette parmak uçlarındaki çizgilere işaret eder. Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik. Bu ayette ise bitkilerdeki döllenme olayına işaret eder. Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyuruyor:
Şüphesiz âyetlerimizi inkar edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar! (Nisa/56)
Bir diğer âyette de şöyle buyurur:
Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğe yükseliyormuş gibi kalbini iyice daraltır. (En'am/125)
Kur'an-ı Kerim'deki bu ve benzeri âyetler yakın veya uzak gelecekte ortaya çıkacak bir takım bilimsel hakikatlere veya tabiat konularına işaret eder.
Birinci âyet, her insanın parmak uçlarındaki çizgilerin diğer insan-larınkinden farklı olduğuna işaret eder. İkinci âyet, rüzgarların bitkiler arasındaki döllenmeyi gerçekleştirmekle de görevli olduklarına işaret eder. Üçüncü âyet'in işaret ettiği bilimsel hakikat ise elem ve acıların sadece deride hissedildiği gerçeğidir. Çünkü duyu sinirleri ve merkezleri deride bulunur. Bu sebeble dağlama esnasında deri açılıp da kemiğe ulaşılmış olsa kemik bu acıyı hissetmez. Dördüncü âyette ise atmosferin yüksek tabakalarında oksijenin azlığı sebebiyle insanın solunum güçlüğü çekeceğine işaret edilir. Bilimsel araştırma yapanlar bu gerçeklere Kur'an'm nüzulünden ancak yüzlerce yıl sonra ulaşabilmişlerdir.
Şüphesiz bu âyetlerde bir takım bilimsel hakikatlere son derece veciz ve derin işaretler vardır. Yalnız burada bilimsel gerçekle bilimsel nazariye arasında fark vardır. Bilimsel nazariyeyi, bir ceninin henüz kan veya et parçası halindeki ibtidai durumuna benzetmek benim hoşuma gider. Çünkü böyle bir cenin aradan aylar geçtikten sonra tekamül edip gelişerek bir çocuk halinde dünyaya gelmeye de müsaittir, tekamülünü tamamlamadan ve şekillenmeden düşmeye de müsaittir. Bilimsel nazariye de tekamül etmeden önceki bu cenin gibidir. Bozulur veya düşerse bilimsel hakikat mertebesine ulaşmaz. Fakat tekamülünü tamamlar, oluşum safhalarını geçirir, olgunlaşır ve bir çocuk halinde insanların karşısına çıkarsa işte o zaman bilimsel bir hakikat haline gelmiş olur.
Kur'an-ı Kerim, başlangıçta bizim ölçülerimize göre nazariye durumunda olan sırlara ait durumlarını ortaya çıkarmamız için bizi varlık hakkında araştırmalar yapmaya yönlendiriyor. Sonra bu nazariyeler, yapılan sürekli araştırmalarla gelişir ve nihayet bilimsel hakikat mertebesine ulaşır. Bir nazariye bilimsel hakikat mertebesine ulaştığı zaman, kesinleşmiş bu hakikatle, ilim ve hikmet sahibi yüce Allah'ın katından indirilen Kur'an'm ifadeleri arasında hiç bir çelişkinin olmadığını artık açıkça anlamış oluruz. Mesela bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
Ey insan ve cin topluluğu! Göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz ki! (Rahman/33)
Şimdi bazı araştırmacılar bu âyet-i kerimeyle, dünyanın çevresinden çıkıp atmosferde veya gökyüzünde bir yörüngeye yerleştirilen füzeye ve uzay çalışmalarına işaret edildiğinin anlaşılabileceğini söyleyebilirler. Fakat bizim böyle bir kanaate ve hükme varmadan ve âyet-i kerimeden böyle bir şeyin anlaşılabilceğini söylemeden önce, âyet-i kerimenin bağlamını, hitabın nevini ve maksadını, yani teşvik maksadıyla mı yoksa bir meydan okuma maksadıyla mı indiğini anlamamız gerekir. Sonra bu hitap kime yöneliktir? Sadece insanlara mı, yoksa hem insanlara hem cinlere mi? Sadece dünyanın çevresinden ve hududundan mı, yoksa bizim bildiğimiz çevrelerin ve bölgelerin dışında başka bölgeler ve çevrelerden mi bahsediyor?
Ayet-i kerimede geçen aktar nedir? Bu çevre ve bölgeler sadece arzla mı ilgildir, yoksa hem arz hem de göklerin çevresiyle mi ilgUdir?
Kur'an-ı Kerim bir âyette: "Göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa.." diyor, "yerin ve göklerin çevresini" veya "göğün ve yerin çevresini" demiyor. Arzın çevresinin dışında arzla ilgili başka çevrelerin ve arzdan daha çok göklerle ilgili başka çevrelerin de olduğunu bize bildirmek için "göklerin ve yerin çevresini" ifadesini kullanıyor. Kur'an-ı Kerim'in varlığından bizi haberdar ettiği ve herhangi bir sayıyla sınırlamadığı bu sayısız çevreler ve bölgelerin bizi, bu âyet-i kerimeyle "uzay gemisinin" kastedildiği iddiası hakkında dikkatli olmaya ve bu noktaya takılıp kalmamaya sevket-mesi gerekir. Sonra bu âyet-i kerime meydan okuma maksadıyle gelmiştir. Sanki şöyle demektedir: Ey cin ve insan topluluğu! Siz Allah'ın mülkü içerisinde mahsur durumdasınız. İçinde mahkum ve mecbur olduğunuz bu nizamın dışına çıkamazsınız. Varsa bir gücünüz, onu bana gösterin!
"Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz" diyerek bunu, gerçekleşmesi mümkün olan bir şarta bağlamıştır, denilebilir. (Yani Allah bir güç verdiği zaman arzın ve göklerin çevresini aşıp geçebilmenin mümkün olduğu söylenebilir). Nitekim âyetteki sultan kelimesini bazıian ilim veya Allah'ın kullarına verdiği ve henüz kendilerine ulaşmayan başka güçler diye tefsir edenler olmuştur. Bu âyet-i kerime "Allah'ın görünmesi" konusundaki başka bir âyet-i kerimeyle de irti-batlanabilir; söz konusu âyette Allah Teâlâ Hz. Musa'ya hitaben şöyle buyurur:
Musa: "Rabbim! Bana kendini göster, sana bakayım" dedi. Allah: "Sen beni göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabi-lirse sen de beni göreceksin" buyurdu. (A'raf/142)
Bir grup bilgin dedi ki: Allah'ı görmek mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ, kendisinin görülmesini dağın yerinde durmasına bağlamıştır. Her ne kadar paramparça olup yerinde fiilen kalmamışsa da vukuu mümkün olan bir şeydir. Fakat Allah'ın görünmesiyle ilgili bu âyetin nasıl anlaşılacağı konusunda tartışma vardır: Allah bu dünyada mı, yoksa sadece öbür dünyada mı görülecektir? Allah Teâlâ'yı normal beşer gücüyle mi göreceğiz, yoksa şu andaki şeklimiz değiştikten sonra mı göreceğiz?.. Bu meselelerde görüş birliği yoktur. Bütün bunların ötesinde Allah Teâlâ "Şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin" derken bunu Hz. Musa'ya meydan okumak maksadıyla söylememiştir.
Ben bunları söylerken bu âyet-i kerimedeki sultan kelimesinin füze olarak anlaşılmayacağını söylemek istemiyorum. Fakat ben bu âyetin sadece bu anlama geldiğinin söylenmemesi gerektiğini ifade etmek istiyorum. Bu âyet bu manaya da işaret ediyor veya bu âyet insanları araştırma ve incelemeye teşvik etmenin bir örneğini veriyor, denilebilir ki böyle bir araştırma aynı zamanda bizim şu âyeti daha iyi anlamamızı da gerçekleştirmiş olacaktır:
O'nun hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünya da hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? (Fussilet/53)
Gerçek şu ki Kur'an tefsiri iki tehlikeli merhaleden geçmektedir. Bizim her ikisine karşı da dikkatli olmamız gerekir. Birinci merhalenin tarihi eskilere dayanır. Bu eğilimdeki bazı bilginler ve müfessirler Kur'an'la bilim arasına kalın bir perde çekiyorlardı. Ve bilim ne söylese, onlar hemen Kur'an'ın bununla hiç bir ilgisi olmadığını söylüyorlardı. Öte yandan Kur'an'ın bilimsel verilere göre tefsir edilmesi yönünde bir eğilim belirdiği zaman da bu konuda çok dikkatsiz davranıyor, hatta aşırı gidiyor ve zorlamalara baş vuruyoruz. O halde Kur'an tefsiri konusunda bir takım bilimsel çıkarsamalara (istidlale) ve nazariyelere dayanarak gereksiz zorlamalardan ve aşırılıklardan uzak durmamız gerekir. Ancak bilimsel bir hakikat söz konusu olduğu zaman Kur'an'ın onunla tam bir ittifak halinde olduğunu göreceğiz. Çünkü Allah Teâlâ en doğruyu söyleyendir.
Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır? (Nisa/122)
SORU: Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ'nın isimlerinden Selam ve Mü'min ismi geçmektedir. Bunların anlamı nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ'nın güzel isimlerinden birisi de es-Selam'dır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiç bir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, esenlik verendir ve güvenlik verendir. (Haşr/23)
Selam'm sözlük anlamı selâmet, esenlik, emniyet ve güvendir. Allah Teâlâ kendisini es-Selâm diye isimlendirmiştir. Çünkü varlık alemindeki her türlü selametin kaynağı O'dur. O, kullarını tehlikelerden koruyup himaye edendir. O, esenlik ve güveni hak eden herkese esenlik ve güvenlik verendir. Kainatta esenlik ve güven adına ne varsa hepsi O'na nisbet edilir ve hepsi O'ndan kaynaklanır.
Allah Teâlâ kendisini es-Selâm diye isimlendirmiştir. Çünkü O'nun mukaddes zâtı her türlü ayıptan salimdir, hiçbir ayıbı ve kusuru yoktur. O'nun sıfatları ve fiilleri her türlü eksiklik ve kötülükten uzaktır. Allah'a nisbetle es-Selâm'm anlamı; dostlarına selam veren "Selâmın sahibi" demek de olabilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Hamdolsun Allah'a, selâm olsun seçkin kullarına! (Neml/59)
Rasûlullah'ın (s.a) namazların sonunda yaptığı dualardan biri de şuydu:
Ey Allahım! Selam sensin, her türlü esenlik sendedir ve sana aittir. Bize esenlikle hayat ver ey rabbimiz! Ve bizi esenlik yurduna (cennete) dahil et.
Allah Teâlâ dinine verdiği ismi bu kelimenin kökünden türetmiş ve onu islâm diye isimlendirmiştir. Müslümanların kendi arasında selamlaşmayı bu kelimeyle yapmalarını istemiştir: "es-Selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuh." Mü'minler Allah'a kavuştukları zaman onlara bu kelimeyle iltifatta bulunacağını müjdelemiştir:
Kendisine kavuştukları gün, Allah'ın onlara iltifatı, selamdır. (Az-hab/44)
Kur'an-ı Kerim kıyamet gününde meleklerin müminleri bu kelimeyle selâmlayacağını bize haber vermektedir:
Melekler her kapıdan yanlarına girip: "Sabretmenize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir" derler. (Ra'd/23)
Akıllı ve tedbirli bir müslüman selamın ruhuyla ve selamlaşmanın faziletiyle süslenerek Allah'a nisbet edilen es-Selam isminden gerektiği şekilde yararlanır. Bu bize Rasûlullah'ın şu hadisini de hatırlatır:
Müslüman, müslümanın elinden ve dilinden emniyette olandır. İmam Gazâlî bu konuyla ilgili olarak özetle şöyle der:
Hile ve aldatmadan, kin ve hasetten ve kötülük yapma arzusundan kalbini, günahlardan organlarını, döneklikten ve iki yüzlülükten sıfatlarını koruyan her müsüman, temiz bir ruhun sahibidir ve kıyamet gününde Naim cennetini hak eden temiz bir kalple rabbine gelecektir. Bunun için Yüce Allah şöyle buyurur:
O gün, ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak kalb-i selim (temiz bir kalp) ile gelenler o günde fayda bulur. (Şuara/88-89)
Allah'ın güzel isimlerinden birisi de el-Mü'min'dir. İman, lügatte tasdik/doğrulamak demektir. Allah Teâlâ el-Mü'min'dir, yani kendi kelamını kendi nefsinde tasdik edendir. O, söyleyenlerin en doğrusudur, hükmedenlerin en âdilidir. O, zâtının hak ve gerçek olduğuna şahitlik edendir. Bunun için Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka tanrı olmadığına adaletle şahitlik ettiler. (Âl-i İmran/18)
Allah Teâlâ el-Mü'min'dir, Çünkü O, emniyet ve güvenin kaynağıdır. Mü'minlerin kalp huzurunu ve sükûnetini temin edendir. Bu se-beble Kur'an-ı Kerim mü'minlerden şu şekilde söz eder:
inanıp da imanlarına herhangi bir zulüm karıştırmayanlar var ya, işte güven onlaradır ve onlar doğru yolu bulanlardır. (En'am/82)
Allah Teâlâ'nın kullarına emniyet ve güvenin sebeblerini nasıl hazırladığını, onlara korkunun kapılarını nasıl kapattığını ve onlara nasıl gönül huzuru verdiğini İmam Gazâlî gayet veciz bir ifadeyle tasvir ediyor ve şöyle diyor:
Düşmanları tarafından aranan tek başına bir insan düşünelim; çok darda kalmıştır, zayıf olduğu için organlarını hareket ettirememektedir. Hareket ettirse bile yanında hiç bir silahı yoktur. Silahı olsa bile tek başına düşmanlarına direnecek gücü yoktur. Kendisine ait askerleri olsa bile onlar da mağlubiyetten emin değildirler. Sığınacak bir kalesi dahi yoktur. Nihayet birisi gelir, onun zayıflığını tedavi eder. Onu kuvvetlendirir, askerler ve silahlarla ona destek verir, etrafını kalelerle çevirir. Böylece onun emniyetini sağlamış olur. İşte bu, kişi el-Mü'min (emniyet ve güven veren) diye isimlendirilmeye yaraşır.
Kul, aslında yaratılıştan zayıftır. Hastalıklara, açlık ve susuzluğa açıktır. Dışarıdan gelecek yakıcı ve boğucu âfetlere, yırtıcı ve vahşi hayvanların saldırılarına maruz kalabilir. Bütün bu tehlikelerden ve korkulardan ancak, hastalıklarını defetmek için ilaçlar, açlığını gidermek için yiyecekler, susuzluğunu gidermek için içecekler hazırlayan, organlanyle vücudunu koruyan ve kendisine yaklaşan tehlikeleri du-yularıyle gözetleyebilen kimse emin olabilir. Sonra onun en büyük korkusu âhiret korkusudur. Bu korkudan onu koruyacak olan da keli-me-yi tevhiddir. Allah onu tevhide yönlendirir ve tevhide teşvik eder. Yüce Allah bir kudsi hadiste şöyle buyuruyur:
Lâ ilahe illallah benim kalemdir. Kim benim kaleme girerse azabımdan emin olur.
Âlemdeki her türlü emniyet ve güven sadece O'nun yarattığı se-beblerden elde edilir ve bunları kullanmayı da sadece O öğretir. O her şeye hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da doğru yolu gösterendir. O, mutlak ve gerçek Mü'min'div.
Allah Teâlâ vaadini yerine getirdiği ve ihlaslı kullarının sadakatini/samimiyetini bildiği için de el-Mü'min'dir. Bu konuda Îbnu'l-Kay-yim şöyle diyor:
el-Mü'min, doğru söyleyenlerin doğruluklarını bir takım şahitlerle tasdik edendir. Allah Teâlâ peygamberlerini, kendisinden alıp insanlara tebliğ ettikleri haberlerde doğruyu söylediklerini tasdik eder, onların doğruluklarına hem sözlü, hem de maddi delillerle şahitlik eder. Allah Teâlâ peygamberlerinin tebliğ ettikleri vahyin hak ve gerçek olduğunu ortaya koyacak delilleri kulların mutlaka kendi içlerinde veya dış dünyalarında göreceklerini haber vermektedir ki O'nun haberi doğrudur ve söylediği gerçektir:
Onun hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada, hem de kendi içlerinde göstereceğiz. (Fussilet/53)
SORU: Şu âyet-i kerimenin tefsirini rica ediyorum:
Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya vermeyi emreder, hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasaklar. Tutasınız diye size öğüt verir. (Nahl/90)
CEVAP: Çocukluktan kurtulup caminin yolunu öğrendiğimizden beri her cuma günü hatibin ikinci hutbeyi bu âyeti okuyarak bitirdiğini işitiriz. Her cuma dinlediğimiz bu âyet-i kerime, üstün ahlâkın ilkelerini bir araya toplar ve düzgün bir davranışın düsturunu öğretir. Duyduğumuza veya kitaplardan okuduğumuza göre Peygamberimizin amcası Ebu Tâlib bu âyeti işittiği zaman şöyle der:
Ey Kureyş topluluğu! Kardeşimin oğluna tâbi olun; doğru yolu bulacaksınız. O ister yalancı olsun ister doğru olsun, size güzel ahlâktan başka bir şey emretmiyor.
Osman ibn Mazûn, imanın kendi kalbinde ancak bu âyeti işittikten sonra yerleştiğini söyler.
İbn Mes'ud "Kur'an'da iyilik ve kötülüğü kendisinde en fazla toplayan âyet budur" der. Katade de şöyle der:
Câhiliye dönemindeki her güzel ahlâkı Allah Teâlâ bu âyette emretmiş ve her kötü ahlâkı da yine bu âyette yasaklamıştır.
Makrun ibn Amr, Rasûlullah'a "Ey Kureyş'in kardeşi! Sen bu insanları neye çağırıyorsun?" diye sorduğunda, Rasûlullah (s.a) ona bu âyeti okur. Makrun şöyle der: "Vallahi sen güzel ahlâka ve güzel davranışlara davet ediyorsun. Seni yalanlayan ve senin aleyhinde hareket etmek isteyenler yemin ederim ki, iftira ediyorlar."
Bu âyet-i kerimenin önemi ve değeri bu şekilde ortaya konulunca insan, Taberi, Kurtubi ve Râzi gibi büyük müfessirlerin tefsirlerine başvurduğu zaman, bu âyetin esrarı ve manalarının oralarda geniş bir şekilde açıklandığını görmek ister. Fakat biz bu tefsirlerin genellikle bu âyeti, kelime kelime tefsir etme yolunu tercih ettiklerini görürüz. Onlar âyetin kelimelerinden birini alırlar ve o kelimeye bir mana verirler. Verdikleri bu mana onun genel anlamının sadece bir parçasıdır. Sonra da bu genel anlamın diğer parçalarını sıralarlar. Halbuki biz, onlardan her bir kelimenin anlamının sınırlarının belirlenmesini sonra da bu mananın şümulüne giren parçalardan veya bölümlerden örnekler vermelerini beklerdik.
Mesela âyet-i kerimede geçen adalet kelimesini ele alalım: Tefsirlere müracat ettiğimiz zaman bu kelimenin anlamının belirlenmesinde aralarında geniş bir ihtilaf varmış gibi görünür. Bu kelimenin tefsiriy-le ilgili pek çok şey naklederler ve herbirinin de hangi şahıs tarafından söylendiğini zikrederler. Mesela tefsirlerdeki bu rivayetlere göre adalet, hakkı gözetmektir, veya Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmektir veya putlardan uzak durmaktır veya tevhidtir veya davranışlarda ölçülü olmaktır vs...
Bütün bunları sanki geniş çaplı bir ihtilafmış gibi zikrederler. Halbuki adaletin herhangi bir yöne sapmaksızın doğru yolda dümdüz gitmek olduğunu söyleyebiliriz. Bu doğruluğun ve istikametin kapsamına itikatlar, davranışlar, sözler ve niyetlerin hepsi dahildir. Müfessirlerin zikrettikleri ve zikretmedikleri bütün bölümler bu genel anlamın altında yerlerini alırlar. Böylece adaletin çerçevesini çok genişletebiliriz. İtikatta adalet, hiç bir şeye benzemeyen, her şeyi gören ve her şeyi işiten tek bir tanrıya inanmaktır. Nefse karşı adaletli olmak, onun için gerekli olan şeyleri vermek ve ona layık olmayan şeylere engel olmaktır. Hanımına karşı adaletli olmak, eğer bir tane ise güzel muamelede bulunmak, birden fazla ise aralarında haksızlık yapmamak, yemede, içmede, meskende, barındırmada ve adaletin mümkün olduğu her konuda onlara eşit davranmaktır:
Eğer haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz cariyeler ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır. (Nisa/3)
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur:
İki tane hanımı olup da bunlardan sadece birisine meyleden kimse kıyamet gününde bir tarafı sarkmış bir halde gelecektir.
Evlatlar arasındaki adalete gelince, Hz. Peygamber (s.a) bu konuda şöyle buyurur:
Allah'tan korkun ve evlatlarınız arasında adaletli olun.
Bir adam Rasûllullah'a (s.a) gelerek çocuklarından birisine bir hediye verdiğini söyler. Rasûllulah ona: "Bütün çocuklarına aynı hediyeden verdin mi?" diye sorar. Adam: Hayır der. Bunun üzerine Rasûlullah: "O halde bu hediyeden vazgeç!" der.
Başka bir rivayette: "O halde bu bağışına beni şahit tutma! Doğrusu ben senin haksızlık yaptığına şahitlik ederim!" buyurduğu ifade edilir.
Bir de söz söylemede adaletli olmak vardır:
Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız bile olsa adaletli olunuz! (En'am/152)
Kâtiplikte de adaletli olmak vardır:
Birbirinize borçlandığınız zaman bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın! (Bakara/282)
Ayrıca Allah Teâla hasımların arasının adaletle düzeltilmesini emreder:
Aralarını adaletle düzeltin. (Hucurat/9)
Hüküm verirken adaletle hükmetmek hakkında da şöyle buyurur:
Allah size, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman mutlaka adaletle hükmetmenizi emreder! (Nisa/58)
Düşmanlara karşı adalet konusunda da şöyle buyurur:
Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-ba-banız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Nisa/135)
Üzerinde durduğumuz âyette geçen ihsan kelimesinin tefsiri hakkında da pek çok görüş vardır: ihsan, farzların edasıdır veya ihlastır. Veya ihsan sözlerde olur. Veya fazladan (nafile) ibadet yapmaktır. Veya ihsan Allah'ı görüyor gibi ibadet etmektir. Veya kendin için istediğin şeyi insanlar için de istemendir. Bir kişi mü'min ise onun imanının artmasını istemen, kâfir ise müslüman olup onunla din kardeşi olmayı arzu etmen de ihsandır...vs.
îhsan'ı, samimiyet içerisinde olup Allah'ın kendisini görüp gözettiğini daima hatırında tutarak sözlerinde ve hareketlerinde fazilet mertebesinde bulunmasıdır diye tarif edebiliriz, ihsan kelimesinin Kur'an-ı Kerim'de şu üç manadan birisi için kullanıldığını görmekteyiz: Birinci manası, bir şeyin tam, sağlam, en iyi ve eksiksiz bir şekilde yerine getirilmesidir. Belki şu âyet-i kerimede bu manayadır:
O (Allah), yarattığı her şeyi güzel yapmıştır. (Secde/7)
Bu anlam bize şu âyeti de hatırlatır:
Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır.
Şu âyet-i kerime de buna yakın bir anlam taşır:
Biz güzel işler yapanların ecrini zayi etmeyiz. (Kehf/30)
ihsan kelimesi Kur'an-ı Kerim'de ikinci olarak, farzların ve va-cıblerin üzerine yapılan ilave ve fazlalık anlamında kullanılmıştır:
Onlar öfkelerini yutar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. (Âl-i İmran/134)
Bu âyet-i kerimedeki ihsan (yani güzel davranışta bulunmak), kendisine kötülük yapan kimseye iyilik yapmak suretiyle affetmenin de ötesinde bir davranıştır. O halde güzel davranışta bulunan bir kimse sadece af ile yetinmez, af ile beraber, affettiği kimseye iyilik yapar.
îhsan'm Kur'an'daki üçüncü anlamı, amelde ihlas ve Allah rızasını gözetmektir. Mesela şu âyet-i kerimede bu anlama gelir:
Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananları (ihsan sahiplerini) sever. (Ankebut/69)
Burada cihad, her alandaki her türlü mücadeleyi, Allah rızası için yapılan çalışmaları, istikamet üzere olan davranışları kapsar. Şu hadis-i şerifte bu anlamda kullanılmıştır:
İhsan, senin Allah'ı sanki görüyorumuş gibi ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da O seni mutlaka görmektedir.
Konumuz olan âyette geçen "itai'z-zekat" tabirinin anlamı, yakınlara hakettikleri, layık oldukları şeyleri gerektiği şekilde vermek demektir. Fakat buradaki vermek anlamına gelen itâ kelimesi, bu vermenin lüzumlu bir şey olduğunu ve hak sahibine hakkını vermenin gerekliliğini ifade eder.
Kendi kendimize şöyle sorabiliriz: Burada kastedilen yakınlar, sadece neseb ve soy yönünden yakınlar ve akrabalar mıdır, yoksa bu yakınlar kelimesinin komşuluk, iman kardeşliği ve insanlık yönlerinden yakın olanları da kapsamına alma ihtimali var mıdır? Nitekim şu âyet-i kerimede insanlar arasındaki bir yakınlıktan söz edilir:
Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan rabbi-nizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir. (Nisa/l)
Âyet-i kerime daha sonra yasaklanan şeyleri zikreder. Bunlardan birisi fahşa kelimesidir. Fahşa'nm tefsiri konusunda müfessirler çok şeyler söylemişlerdir: Fahşa, zinadır veya cimriliktir demişlerdir veya ister büyük ister küçük, ister söz, ister fiil olsun her türlü günahtır, demişlerdir. Ben fahşa kelimesinden hemen hemen şöyle bir şey anlıyorum: Fahşa, kişinin, başkaları bildiği takdirde utanç duyacağı günahlar ve çirkin şeylerin tümüdür. Kişi yaptığı hayasızlığın başkaları tarafından duyulmasını ve görülmesini istemez. Çünkü bu günahı işlerken akıl, din, ahlâk ve adalet yolundan ayrıldığım bilir. Bu sebeble çok çirkin sözlere ve fiillere fahişe denilmiştir.
Ayette geçen münker kelimesini müfessirler "Allah'ı inkar etmek" veya "şeriatte ve sünnette bilinmeyen şey" diye tefsir etmişlerdir. Münker kelimesini "akl-ı selimin ve temiz bir fıtratın kabul edemeyeceği her şey" diye de tarif edebiliriz. Bu sebeble selim akılların çirkin olduğuna hükmettikleri her şeyin münker olduğu söylenmiştir. Bu tarife göre münker tabirinin kapsamına pek çok fenalık girer.
Ayette geçen bağy kelimesini müfessirler kibir veya zulüm veya kardeşine zulmetmendir, diye tefsir etmişlerdir. Ben bu kelimeyi başkasına saldırmak, büyüklenerek ona düşmanlık etmek şeklinde anlıyorum.
Bundan sonra aklıma şöyle bir soru geliyor: Ayet-i kerimede zikredilen ve hayasızlık, fenalık ve haddi aşmak diye sıralanan bu üç kötülük acaba âyetin başında zikredilen adalet, ihsan ve akrabaya vermek şeklindeki üç faziletin bir karşılığı mıdır? Acaba hayasızlığın adaletin zıddı olduğunu söyleyebilir miyiz? Çünkü adaletten ayrılmak bir zulümdür. Zulme ise genellikle şehevi arzular sebeb olur. O halde zulüm bir hayasızlıktır, o da istikamet ve doğruluk demek olan adaletin zıddıdır...
Fenalığın da ihsanın zıddı olduğunu söyleyebilir miyiz? Çünkü akıllı olan herkes ihlaslı amelleri Över ve bu amellerin edasındaki her türlü kusurdan da nefret eder. Sanki kötü bir amel, güzel amelin zıddı gibidir.
Bağy (haddi aşmak), genel manada anlarsak özellikle yakınlara haklarını vermenin (itâi zi'1-kurba'nın) zıddıdır, diyebilir miyiz? Çünkü yakınlara bakmak ve haklarım vermek hem bir fazilettir, hem de adaleti gözetmektir. Bağy (yani haddi aşmak ve başkalarına saldırmak ve düşmanlık) ise hem adalete, hem de fazilete karşı bir cinayettir. Şayet yakınlığı, neseb yakınlığı manasında alırsak haddi aşmakla akrabalara vermenin yine birbirinin zıddı olduğunu görürüz. Çünkü yakınlarının hakkını engelleyip vermeyen kimse genellikle haddi aşan ve zorba olan kimsedir. Yakınlarına zulmedip hakkını vermeyen kimse, başkalarına karşı zorbalık yapmaktan ve büyüklük taslamaktan hiç sakınmaz.
Hülasa bu âyet-i kerime kendi içinde uzun uzun izah edilmeye muhtaç pek çok manaları ve işaretleri taşımaktadır. Yüce Allah'tan kalbimizi Kur'an'a açmasını ve hayatımızı onunla aydınlatmasını diliyor ve istiyoruz. İstenilecek en yüce makam O'dur.
SORU: Şu âyet-i kerimenin tefsirini rica ediyorum:
Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme (fakirlik) ile deneriz. Sabredenlere müjdele! Onlara bir musibet geldiğinde: "Biz Allah'a aitiz ve O'na döneceğiz" derler. İşte rablerinden bağışlanma ve rahmet onlaradır. Ve hidayette olanlar da onlardır. (Bakara/155-157)
CEVAP: Bu âyet-i kerimelerden hemen önce şu iki âyet geçer:
Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir. Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Hayır onlar diridirler. Fakat siz farkedemezsiniz. (Bakara/153-154)
Sonra da yukardaki âyetler geçer.
Ben, hikmetlerle dolu Kur'an-ı Kerim'in burada bize üç merhale üzerinden öğüt verdiğini anlıyorum: Birinci merhalede hayrın (iyiliğin) yolunu çiziyor ve bu yolu sabır ve namaz olarak iki şeyle özetliyor. Sonra sözü öğüt vermenin ikinci merhalesine getiriyor ve sabreden, namaz kılan, şükreden ve ihlasla Allah'a kulluk eden kimsenin nasıl olması gerektiğine dair ideal bir portre çiziyor: Böyle bir kimse fedakarlık yapması gerektiği zaman cömertçe canını ortaya koyabilen kimsedir. Canını verebilmek cömertliğin en son noktasıdır. Bu fedakar kişi cömertliğin ve Allah yolunda fedakarlığın zirvesine ulaşan kişidir. Pek çok kimsenin zannettiği gibi hayatını kaybetmiş değlidir, aksine, her ne kadar biz onun diri olduğunu eksik duyularımızla, sınırlı görüşümüzle, zayıf ve dar ilmimizle anlayamasak da o diridir ve hep diri kalacaktır.
Âyetler daha sonra öğüt vermenin üçüncü merhalesine geçer. Bu da şu gerçeğin hatırlatılmasıdır: Eğer siz iyiliğin ve mutluluğun yolu sabra ve namaza dayanır, sabır ve namazla canlarını Allah yolunda feda edebilecek seviyeye yükselebilen insanlar çıkarsa Allah da onların hayatlannı koruyacaktır. O halde (bu gerçeği) unutmayın ve Allah'ın sizi zaman zaman çeşitli musibetlerle imtihan etmesini, arıtmasını ve elekten geçirmesini gözünüzde büyütmeyin. Kim bilir belki siz de bu belalara güzelce sabrettiğiniz zaman hayır ve saadet yoluna koyulursunuz da canlarını Allah yoluna feda edenler gibi olursunuz ve rabbinin katında diri olan kimseler haline gelirsiniz, ya da en azından onların akıbetini arzu eder hale geldiğinizde onlara yaklaşmış olursunuz.
İşte bu âyetlerle önceki âyetlerin birbiriyle ilişkisi ve irtibatı bu şekildedir.
Açıklanması gereken ikinci nokta âyetteki "Biz sizi biraz korku, biraz açlıkla deneriz" ifadesidir. Ayette şey olarak geçen kelimeyle azlık anlamının kastedildiği pek çok defa söylenmiştir. Ben burada nekre (belirsiz) olarak zikredilen şey kelimesiyle bir nevi kapalılığın kastedildiğini anlıyorum. Maksat, bela ve musibetleri belirlemek ve sınırlamak değildir, aksine imtihan için başa gelen musibetler bazen çok az ve basit şeyler olabilir, bazen orta ve normal seviyede olabilir, bazen de şiddetli ve yüksek olabilir. Âyetteki şey kelimesi bunlann hepsini kapsar. Sonra burada diğer bir kelime daha vardır ki ben ondan da aynı manayı anlıyorum. Bu kelime "mallardan, canlardan ve ürünlerden bir miktar eksiltme" ifadesinde geçen naks kelimesidir. Bu kelimeyle de herhagi bir sınırlandırma kastedilmemiştir. Bu eksilme bazen az olur, bazen hafif ve orta seviyede olur, bazen de çok olur. Bu bana şu âyet-i kerimedeki eşsiz ve veciz tabiri hatırlatıyor:
Zarının çoğundan sakının, zira zarının bir kısmı günahtır. (Hucu-rat/12)
Bu âyette geçen ba'z kelimesi az bir şeyi de, orta miktarda olanı da, çok miktarda olanı da kapsar. Çünkü kötü olmakla vasıflandırılan zannın ba'z kelimesiyle isim tamamlaması yapılarak ifade edilmesi, bunun sakınılması gereken pek çok zannın içerisinde miktarı belli olmayan yaygın bir zan olduğunu gösterir. Bu, bazen sizin zannınız başında çok olabilir, bazen de sonunda çok olabilir. Bunun ne zaman, ne miktarda olacağını siz bilemezsiniz, demektir.
Bu âyetlerle ilgili aklıma gelen üçüncü düşünce -ki ben bu âyetleri pek fazla araştırmış değilim- bazı müfessirlerin de dediği gibi buradaki hitabın müslümanlara ve onların başında da Rasûlullah'a (s.a) yönelik olmasıdır. Hitabın, anlayabilen, söz dinleyen ve gösterilen istikamete yönelebilen kimselere yönelik olduğunu söyleyenler de vardır.
Aklıma gelen bir düşünce de şudur: Allah Teâlâ bu âyette sözünü ettiği çeşitli bela ve musibetlerle Rasûlullah'ın (s.a) madenini sağlamlaştırmış, saflaştırmış ve sonunda bu tür bela ve musibetlerle karşılaşan ve karşılaşacak olan kimseler için onu en hayırlı ve en üstün bir örnek haline getirmiştir. Allah Teâlâ, bir zamanlar peygamberlerini korku ile imtihan etmiştir. Hz. Peygamberin korkusu zayıflıktan veya bir ceza endişesinden dolayı değildir. Fakat o, ümmetinin akıbetinden ve ümmet fertlerinin dağılıp parçalanmasından korkmaktadır. Rasûlullah'ın (s.a) Bedir savaşından hemen önceki halini bir hatırlayalım: Kendisinden geçercesine Allah'a dua ediyor, yalvarıp yakarıyordu. Çünkü bu küçük ordu helak olursa yeryüzünde Allah'a ibadet edecek kimse kalmayacaktı. Bütün bunları hatırımıza getirdiğimiz zaman Hz. Peygamber'in (s.a) karşılaştığı korkunun ne kadar büyük olduğunu anlarız. Fakat bu, zayıflıktan, korkaklıktan veya bir ceza endişesinden dolayı meydana gelen bir korku değil, bağlılık ve sorumluluk duygusundan kaynaklanan bir korkudur. Bu duygu sebebiyle ümmetle ilgili büyük küçük her şeyden kendisini sorumlu hissediyordu. Şu âyet-i kerimede de buna yakın bir durum anlatılıyor:
Ey Muhammedi Bu söze inanmayanların ardından üzülerek neredeyse kendini harap edeceksin. (Keh/6)
Allah'ın imtihan ettiği şeylerden birisi de açlıktır. Hz. Peygamber'in (s.a) açlık çekenlerin en hayırlısı olduğu ve Allah yolundaki güçlüklerin, kıtlık ve darlığın sonuçlarına katlanmada son derece ihlaslı olduğu gayet açıktır. Hatta bu kıtlık günlerinde mübarek karnına taş bağlamıştır. Civarındaki evlerde (yemek pişirmek için) ateşler yakıldığı halde onun evinde bir ay boyunca ateş yanmamıştır.
Hz. Peygamber'in hayatındaki mal eksikiği de izaha gerek görülmeyecek kadar açık ve bellidir. Fakir olarak yaşamış ve fakir olarak ölmüştür. Rabbinden kıyamet gününde de fakirlerle birlikte hasrolunmayı istemiştir. Çocuklarına mal bırakmak için mal biriktirmemiştir. Hatta şöyle demiştir:
Biz peygamberlerin geride bıraktıkları mala varis olunmaz. Biz geride ne bırakmışsak o, sadakadır.
Canların eksiltilmesine gelince, Rasûlullah (s.a) imtihan edilen büyük şahsiyetlerin en değerlisi olarak bununla da denenmiştir. Allah Teâlâ onun evlatlarını birer birer elinden almıştır. Oğullarından ve kızlarından, hayatta Hz. Fatıma'nm dışında hiç birisi kalmamış, hepsi Rasûlullah hayattayken vefat etmiştir.
Ürün eksikliği de böyledir. Hz. Peygamber'in (s.a) başına bu da gelmiştir. Arpa ekmeği ve katıksız ekmekle iktifa ederdi. Fazla diyebileceğimiz bir ürünü yoktu ki eksilmiş olsun.
Âyet-i kerimede "Sizi deneriz" buyuruluyor. Hitap, işiten ve okuyabilen herkese yöneliktir. Ayetin sonundaki müjde ise sadece bu imtihanda başarılı olanlaradır:
Sabredenlere müjdele.
Mana şöyledir: Siz hepiniz şöyle veya böyle bir takım musibetlerle deneneceksiniz. Fakat bu imtihanın sonuçlarına katlanmada, sorumlulukları yerine getirmede müsavi olmayacaksınız. Kiminiz sabredecek, kiminiz sabredemeyecek, kiminiz başarılı olacak, kiminiz kaybedecek.
Hepiniz bela ve musibetlere maruz kalacaksınız. Fakat sizden sadece bir grup güzel sonuca müstehak olacak, yani "sabredenlere müjdele" sözünün mahatabı olacak. Sanki bu, bela ve musibetlere maruz kaldığı, felaketlerle karşılaştığı sürece endişe ve tasaya kapılmasının kendisi için daha hayırlı olacağının insana bir telkinidir. İster razı olsun, ister razı olmasın madem ki bu musibet vâki olacaktır ve madem ki bu musibetin ecrine nail olacaktır, o halde sabredenlerden olması kendisi için daha hayırlı olacaktır.
Bu âyetlerle ilgili olarak izah edeceğimiz beşinci konu "innâ lillah" (biz Allah'a aidiz) ifadesidir. Sanki Allah Teâlâ bize -bu denemeler, sınamalar, bela ve musibetler karşısanda- saygın, onurlu, değerli ve yürekli bir konumda bulunmamızı, Allah için mallarımızla, canlarımızla ve evlatlarımızla fedakarlık yapmaya hazır hale gelememizi öğretiyor. Korktuğumuz durumlarda ve sıkıntılı hallerde her şeyimizi sadece Allah'ın rızasını kazanmak için ortaya koymalıyız. Madem ki bizi yaratan, bizim sahibimiz ve üzerimizde tasarruf eden Allah'tır; o halde bizim malımıza, canımıza, hayatımıza ve bizim her şeyimize bizden daha fazla lâyık ve müstehak olan O'dur: "ve biz Allah'a döneceğiz."
Yöneten O'dur. Bugün de, yarın da, yarından sonra da bizim sahibimiz mâlikimiz O'dur. Ve biz O'na döneceğiz. O halde bizim O'na hayır işlerinde önder, mümin ve yolunda canını feda eden kimseler olarak dönmemiz, O'nun razı olmadığı ve hoş karşılamadığı kimseler olarak dönmemizden daha hayırlıdır. İşte bundan dolayı şöyle buyurulmuştur:
İşte rablerinden mağfiretler ve rahmet hep onlaradır. İşte hidayete erenler de onlardır.
Ben buradaki salavat (mağfiretler) kelimesiyle o kimselerin övülmesinin ve şanlarının yüceltilmesinin kastedildiğini anlıyorum ki böylece salavat ve rahmet kelimeleri arasındaki fark da ortaya çıkmış oluyor. Çünkü rahmette bir mükafaat, lütuf ve hoşnutluk anlamı vardır.
Sanki Allah Teâlâ şöyle buyurmuş gibidir: Sırat-ı müstakime tâbi oldukları için onlara güzel bir övgü vardır ve bu yolda gittikleri için de mükafaatl andırılacaklar dır. Bu mükafaat Allah'ın rahmeti ve bir lütfu-dur, çünkü onlar hidayete ermişlerdir.
SORU: Tefsir kitaplarında garânik olayından söz edilir. Rasûlullan (s.a), "Siz de gördünüz değil mi o Lât ve Uzzay'yı ve üçüncü olarak da öteki (put) Menât'ı?" âyetini okuduğu zaman, güya şeytan Hz. Peygamber'in dilinden şu sözleri de söyletmiş: "Onlar ulu akkuğulardır (garâniktir). Herhalde şefaatleri umulur." Hz. Peygamber bu sûreyi bitirince secdeye kapanmış, onunla birlikte müşrikler de secdeye kapanmışlar. Sonra Cebrail gelmiş ve Hz. Peygamber'e (s.a): "Ben sana bu iki cümleyi getirmedim" demiş, bunun üzerine Rasûlullah: "Yazık! Demek ben Allah'a iftirada bulunmuşum" demiştir...
Bu olay hakkında görüşünüz nedir?
CEVAP: Uydurma olan bu Garanik kıssası tefsir kitaplarında okuyucuyu rahatsız edecek proplemli bir kıssadır. Çünkü bu kıssa tefsir kitaplarında anlatılırken tenkidi ve çürütülmesi için yeterli özen gösterilmemiştir. Bu kitapların bizzat kendi rivayetlerine göre kıssanın ayrıntılarını dikkatli bir şekilde incelemiş olsak onu çürütecek ve reddedecek yeterli delili bulmamız mümkündür.
Bu kıssayı ilk defa nakleden, müfessirlerin piri İbn Cerir et-Tabe-ri bir tarihçi ve müfessirdir. Konumuna ve şöhretine rağmen, basiret sahibi ilim adamları onun kitabında geçen her şeyi kabul etmezler. Hz. Peygamber'in (s.a) dışında kim olursa olsun herkesin sözü alınabilir de reddedilebilir de. Sadece Hz. Peygamber'in sözü tartışmasız kabul edilir. Bunun yanında bu kıssayla ilgili îbn Cerir et-Taberi'nin sözlerinin başında kile kelimesi geçer. Bu kelimeyle rivayet edilen rivayetlerin zayıf ve güvenilmez olduğunu hepimiz biliriz. Adeta İbn Cerir daha başında bu kıssanın zayıf ve illetli bir rivayete dayandığını ifade etmiştir.
Sonra İbn Cerir'in âdetidir, Kur'an'ın bir âyetinin tefsiriyle ilgili muhtelif rivayetleri sıraladıktan sonra hemen arkasından genellikle şöyle der: "Bize göre kabul edilir olan şudur..." Halbuki bu kıssayı naklettikten sonra bu âdetini yerine getirmediğini, sadece bazı kelimeleri izah ederek rivayetleri ve haberleri sıralamakla yetindiğini görürüz.
Keza Hz. Peygamber'in dilinden "ve menâte's-sâlisete'1-uhra" âyetine ilave edildiği iddia edilen ibarelerin rivayetlerinde de farklılıklar vardır. Ben pek çok tefsir kitabını tarayarak bu ibarenin geçtiği rivayetleri topladım ve aşağıdaki şekilde ondan fazla birbirinden farklı ibareye rastladım:
1. Tilke'1-garâniku'l-ula ve inne şefaatehunne turteca
2. Tilke'1-garâniku'l-ula ve inne şefaatehunne leturcâ
3. Tilke'1-garâniku'l-ula ve şefaatehunne turca, mislehunne lâ yunsa
4. İnne'l-âlihetelleti tud'â, inne şefaatuhunne le turtecâ ve innehâ lilğarâniki'1-ulâ
5. Ve hiye'1-garânikatu'l-ulâ ve şefaatuhunne turteca
6. Tilke'1-garâniku'l-ula ve inne şefaatehunne le turtecâ
7. Ve inneha le mea'1-garaniku'l-ulâ
8. İnne tilke'1-garanike'l-ulâ, minhe'ş-şefâate turtecâ
9. İnne şefaatehunne turtecâ
10. Tilke'1-garanikatu'l-ulâ
11. Ve innehunne lehunne'1-garanika'l-ulâ ve inne şefâateklıunne lehiyelleti turtecâ.
Hz. Peygamber'in (s.a) lisanından döküldüğü iddia edilen bu ibarelerin rivayetinde görüldüğü gibi çok büyük farklılıklar bulunmaktadır. Faraza bunları Hz. Peygamber (s.a) söylemiş olsaydı gerçekten çok şöhret bulurdu, herkes tarafından duyulurdu, kısa olduğu için de bu kadar farklı rivayetler ortaya çıkmazdı. Bu da beyaz atın alnındaki siyah bir nokta gibi aşikardır.
Keza bu uydurma Garânik kıssasında müşriklerin ve müslümanla-rın o esnada Mescid-i Haram'da Rasûlullah'ın (s.a) yanında oldukları söylenmektedir. Hz. Peygamber Necm sûresini okuduğu ve iddia ettikleri gibi bu ibareyi ilave ettiği zaman mescidde bulunan müşrikler ve müsl imanlar secdeye kapanmışlardı. Burada İbn Cerir'in zikrettiği bazı rivayetlerde şöyle de denilir:
Müslümanlar, peygamberlerinin secdeye varmasıyle birlikte, onun getirdiği âyetleri tasdik etmek ve onun emrine uymak için secdeye kapandılar. Mescidde bulunan Kureyşli ve diğer müşrikler ise kendi putlarının isimleri zikredildiği için secdeye kapandılar. Mescitte bulunan mümin ve kâfir kim varsa hepsi secde ettiler. Sadece Velid ibn el-Muğire secde etmedi. O da çok yaşlı olduğu için secdeye kapanamadı, fakat yerden biraz toprak avuçlaya-rak onun üzerine secde yaptı. Sonra insanlar mescitten dağıldılar. Kureyş de dışarı çıktı ve duydukları şeyden dolayı çok sevindiler.
Aralarında bu kadar düşmanlık ve husûmet olduğu halde nasıl oldu da müslümanlarla müşrikler mescitte kolayca biraraya gelebildi-ler?... Bu sûrede ve diğer sûrelerde putlara ve putlara ibadet edenlere bu kadar hücum varken müşrikler nasıl oldu da bu uyduruk secdeye kapandılar?
Burada secdeye kapandığı, hatta yerden avuçlayıp alnına götürdüğü toprağa secde ettiği söylenen şahsın kimliği konusunda bir karışıklık var. Bir başka rivayette bu şahsın Said ibn el-Âs olduğu söylenir. Ne gariptir ki bu rivayette Said ibn el-As'ın o esnada şöyle dediği ifade edilir: "İşte şimdi İbn Ebi Kebşe ilahlarımızı hayırla andı." Müşrikler Hz. Peygamber'i (s.a) kötülemek için ona İbn Ebi Kebşe derlerdi. Said ibn el-As bu ifadeyi Rasûlullah'ın kendilerine yaklaştığını ve rıza gösterdiklerini iddia ettikleri bir ortamda nasıl kullanır? Böyle bir ortamda -şayet iddia ettikleri doğru ise- müşriklerin Hz. Peygamber'e karşı kötüleyici ve iğneleyici sözler değil, övücü ve takdir edici sözler söylemeleri daha uygun olmaz mı?
Bu kıssanın uydurma ve asılsız bir kıssa olduğunun delillerinden birisi de, ilave yapıldığını iddia ettikleri Necm sûresinin Mekke'de ve kıssanın vukûnu onayladığı iddia edilen Hac sûresinin de Medine'de Nûr sûresinden sonra nazil olmuş olmasıdır. O halde Necm sûresinde olduğu iddia edilen ilave ile Hac sûresinde yapıldığı söylenilen düzeltme arasında çok uzun bir süre vardır. Allah Teâlâ, Rasûlünün kendisine müracat etmeden veya bu yanlışı düzeltmeden uzunca bir süre bu garip ve tuhaf durumda kalmasına nasıl razı olur? Halbuki bu uydurma kıssa ile ilgili rivayette anlatıldığına göre olayın meydana geldiği günün akşamı Cebrail (a.s) gelmiş ve bu sûreyi tekrar okumasını Pey-gamber'den istemiş, güya Hz. Peygamber (s.a) "Tilke'1-ğaraniku'l-ulâ" cümlesine gelince Cebrail itiraz edip "bunu sana ben böyle okutmadım" deyince, Hz. Peygamber (s.a) üzülmüş ve: "Ben Allah'ın söylemediği şeyleri söylemişim" diye hayıflanmaya başlamıştır. Bunun akabinde Allah Teâlâ Peygamberini teselli etmek üzere şu âyet-İ kerimeyi indirmiştir:
Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz hiç bir peygamber yoktur ki, bir şeyi arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmamış olsun. Allah şeytanın karıştırdığını giderir, sonra Allah kendi âyetlerini tahkim eder. Allah bilendir, hakimdir. (Hac/52)
Hangi aklı başında kişi Allah'ın iki sûre arasındaki bu uzun süre boyunca mümin kullarını şüphe ve tedirginlik içerisinde bırakacağını kabul edebilir?
Kıssa üzerindeki şüphe gölgelerini artıran gözlemlerden birisi de şöyledir: İbn Cerir et-Taberi Hac süresindeki "Senden önce gönderdiğimiz hiç bir peygamber yoktur ki..." diye başlayan âyetin tefsirini yaparken Garânik kıssası ile ilgili rivayetleri arka arkaya sıralamış, fakat Necm süresindeki: "Gördünüz değil mi o Lât ve Uzza'yı ve üçüncü olarak da Öteki (put) Menat'ı" âyetlerinin tefsirini yaparken az veya çok bu kıssaya hiç temas etmemiş, herhangi bir işarette bulunmamış ve Hac sûresinde zikrettiği bu rivayetlere hiç atıf yapmamıştır. Bu da bizi kıssanın doğruluğunda şüpheye düşüren hususlardan birisidir. Bundan hareketle biz İbn Cerir et-Taberi'nin kendisinin dahi bu kıssaya fazla güvenmediğini tahmin ediyoruz. Belki de bu rivayetleri müfessir konumundan ziyade tarihçi konumuyla zikretmiştir.
Bu kıssanın uydurma ve asılsız bir iddiadan ibaret olduğunun delillerinden birisi de şudur: Bu kıssayı rivayet edenlerin anlattıklarına göre Rasûlullah (s.a) Necm sûresini "ve menât'es-sâlisete'1-uhra" âyetine kadar okumuş ve burada -onların iddialarına göre- "Tilke'1-garâ-niku'l-ulâ"yı ilave etmiş, sonra da sûreyi sonuna kadar okumuştur. Sûreyi bitirdikten sonra secdeye kapanmış, onunla birlikte müslümanlar ve müşrikler de secdeye kapanmışlardır. Bu kıssanın doğru olduğunu kabul edecek olursak müşriklerin kendi putlarının isminin geçtiği âyetlerin hemen akabinde secdeye kapanmaları normal olurdu. Çünkü onları ilgilendiren ve hoşlarına giden âyetler bu âyetlerdi. Sûrenin bundan sonraki ayetlerinde kendileri ve putları hakkındaki ağır sözleri du-yuncaya kadar beklemezlerdi. Zira sûrenin daha sonraki bölümlerinde müşriklerin hoşuna gitmeyecek şu âyetler vardır:
Size erkek O'na dişi öyle mi? Öyleyse bu çok insafsızca bir taksim! Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine rableri tarafından yol gösterici gelmiştir. (Necm/21-23)
Ahirette inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından hiç bir şey ifade etmez. (Necm/27-28)
Gerçi bir başka açıdan bakınca Hz. Peygamber'in (s.a) ve mü'min-lerin secdeye kapanmak için Necm sûresinin sonunu beklemelerinin sebebini anlayabiliriz; bu sebeb sûrenin sonundaki secde âyetidir. Eğer burada Necm sûresini işitince secdeye kapanan müşriklerin de bulunduğunu ifade eden ve Garanik kıssası rivayetinin dışında başka rivayetler varsa bile bu belki de -bazı imamların da dediği gibi- sûrenin belâğatinden (edebi üstünlüğünden), vurgusunun şiddetinden ve etkileyici üslûbundan dolayı meydana gelmiştir. Nitekim Kur'an'ı işittiğinde secdeye kapanan müşrik bir bedeviye: "Niye secde ettin? Yoksa iman mı ettin?" diye sorulunca: "Hayır, belâğatinden etkilendim de onun için secdeye kapandım" diye cevap vermiştir. Sahih olarak rivayet edilmiştir ki Rasûlullah (s.a) Necm sûresini okumuş ve onunla birlikte mü s lü m an lar, müşrikler ve cinler secde etmişlerdir. Kadı Iyaz da
bunu ifade etmiştir.
Yine bu uydurma kıssanın rivayetinde anlatıldığına göre güya bu (Necm) sûresi Peygamber'e (s.a) namazda iken nazil olmuş ve onu Cebrail'den aldıktan sonra da arkasındakilere duyurmuş ve -iddialarına göre- söz konusu ilaveyi yapıp sûrenin sonuna kadar okumuş, sonra secdeye kapanmış, arkasındakiler de secdeye kapanmışlar. Bütün bunlar bilinen vahiy şekillerine aykırıdır. Çünkü namaz ne kılınış şekli açısından ne de mahiyeti açısından bunların hiç birisini taşıyamaz. Müslümanlar, müslüman oldukları için Peygamberin arkasında namaza durduklarına göre, acaba müşrikleri namaz kılan müslümanların saflarına getiren şey ne idi? Burada zekanın ihanet ettiği ve sağlamını değil çürüğünü seçtiği bir tertibin olduğu ortaya çıkmıştır.
Garanik olayıyla ilgili rivayetin bundan sonraki bölümünde Cebrail'in Hz. Peygamber'e gelerek iptal ettiğini iddia ettikleri o ilaveyi neshettiği ifade edilir. Burada ifade ettiklerine göre müşriklerin Hz. Peygamber'e muhalefetleri şiddetlenmiş, istihza ve hafife almaları çoğalmıştır. Sanki Rasûlullah'ın tasarrufu, arzu edilenin tam aksi bir sonucun ortaya çıkmasına yol açmıştır ve şiddetli bir tepki durumuna ulaşmıştır. Faraza Hz. Peygamber'i vahiy unsurundan, ismet (hatasızlık) unsurundan ve ilahi destek unsurundan soyutlayarak, dost ve düşman herkesin kabul ettiği gibi onun son derece akıllı ve ileri görüşlü bir ıslahatçı olduğu noktasından konuya yaklaşırsak, o zaman da böyle akıllı ve ileri görüşlü bir kimsenin yarın reddedeceği bir sözü bugün söylemesinin mümkün olmayacağı sonucuna varırız. Çünkü o gayet iyi bilir ki böyle bir çelişkiye düşmenin vahim sonuçları olacaktır.
Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz hiç bir peygamber yoktur ki, bir şeyi arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmamış olsun. (Hac/52)
Bu iddia sahipleri Hac/52 ayetini kötü bir şekilde tefsir ederek iftiralarını sadece Hz. Muhammed'e (s.a) değil, bütün peygamberlere yöneltiyorlar. Çünkü onların anladıkları bu çarpık manaya göre hiçbir peygamber yoktur ki kelimeleri yerlerinden değiştirmemiş ve Allah'ın söylemediği bir şeyi Allah'a nisbet etmemiş olsun. Allah Teâlâ peygamberlerinin tümünün bu alçaltıcı duruma düşmesini nasıl kabul eder? Ne kadar kötü bir hüküm veriyorlar. Allah Teâlâ bundan münezzehtir ve beridir. Burada bir kimse şöyle sorabilir: O halde bu âyetin anlamı nedir? Ayette geçen temenni kelimesinin Arabçada genellikle bir şeyin gönülden geçirilmesi, tasavvur edilmesi ve ister mümkün olsun, isterse mümkün olmasın gerçekleşmesinin beklenmesi anlamına geldiğini gözönünde bulundurmamız uygun olur. Temenni kelimesinin tilavet ve kıraat, anlamında kullanılmasına gelince bu çok nadirdir. Ancak bir ihtiyaç halinde bu manada kullanılır. İbn Abbas âyette geçen ümniye kelimesinin kıraat anlamında kullanıldığını söylerken bu kullanışın veya bu görüşün zayıf bir kullanım veya görüş olduğunu ifade etmek için yugâlu tabirini zikretmiştir. Bu tabir, İbn Abbas'm bu görüşü tercih edilir bir görüş olarak görmediğinin delilidir. Halbuki garanik masalının doğruluğunu iddia edenler bu konuda İbn Abbas'ın ibaresine dayanırlar. Bu duruma göre biz onların dediklerini nasıl kabul edebiliriz? Bunun da ötesinde İbn Abbas'tan rivayet eden İbn Ebi Salih, -Leys'in kâtibidir- araştırmacılar nazarında zayıflığına hükmedilen bir kişidir.
Hac süresindeki âyeti şöyle anlamamız mümkündür: Peygamberimiz Hz. Muhammed'den (s.a) önce hangi peygamber gelmişse insanların hidayete ermeleri ve sırat-ı müstakime yönelmeleri için bütün güçleriyle çaba göstermişler, fakat şeytan, kendi yandaşları vasıtasıyle bu idealin önüne bir takım engeller ve zorluklar çıkarmış, insanları haktan alıkoymuş, onları bâtıla ayartmış, peygamberlerle mücadeleye yönlendirmiştir. Allah Teâlâ söz konusu âyette daha sonra kullarına bâtılı geçersiz kılacağını, hakkı gerçekleştireceğini, şeytanın sözünü mahvedeceğini ve Rahman'ın çağrısının baki kalacağını vaadeder.
Âyetteki temenni kelimesini tilavet ve kıraat manasıyla tefsir etsek bile bu kıssanın doğruluğunu kabul anlamını ihtiva etmez. Çünkü bu takdirde mânâ şu şekilde olur: Allah'ın gönderdiği hangi resul ve nebi olursu olsun, rabbi'nin apaçık âyetlerini okuduğu zaman mutlaka şeytan kendi yandaşlarına vesvese vererek kelimeleri konumlarından değiştirtir ve âyetlere Allah'ın kastetmediği bozuk manalar verdirtır.
Fakat Allah Teâlâ onların verdiği bu bâtıl manaları geçersiz kılar, yok eder ve kendi âyetlerini tahkim eder. Bu sebeble Âlûsi tefsirinde bu âyetin manasıyla ilgili şu ifadeler geçer:
Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'den (s.a) önce gönderdiği hiç bir rasûl ve hiç bir nebi yoktur ki, Allah'ın âyetlerinden bir şey okuduğu zaman şeytan kendi yandaşları ve dostlarının peygamberle mücadele etmeleri için onların kafasına okunan şey hakkında şüphe ve kuruntular sokmamış olsun. Fakat Allah Teâlâ onun ilka ettiği bu şüpheyi iptal ve yok eder, peygamberlerini sabit hakikatle teyid eder, destekler.
Âlûsi'nin ne Hac sûresinin tefsirinde, ne de Necm sûresinin tefsirinde garanik kıssası hakkında hiçbir şey söylemediğini gözönünde bulundurmamız gerekir. Buharî şârihi Kastalânî Gârânik kıssasını tenkit edip çürütmüştür. İbn İshak "Bu, zındıkların uydurmasıdır" demiştir. Kadı lyâz kıssa ile ilgili rivayeti hiç kimsenin kesintisiz ve sağlam bir senetle rivayet etmediğini söylemiştir. İbnü'l-Arabi, "Bu kıssa hakkında gelen bilgilerin hiçbirisinin aslı yoktur" demiştir. Hz. Peygamber'in ismet sıfatını derinden yaralayacak bir rivayet nasıl sahih olabilir? Araştırmacı bilginler kıssanın zikredildiği rivayetlerin mürsel olduklarını tesbit etmişlerdir. "Mürsel hadis", senedinden tabiinden sonraki şahıs düşen hadistii. Cumhur, mürsel hadisi delil olarak kullanmada tereddüt etmişlerdir. Çünkü senetten düşen kişinin bir sahabi değil de yine bir tabii olması ihtimali vardır.[8]
Hatta itikat esaslarında mürsel hadisin delil olmayacağında icma vardır. İhtilaf, amel ve ahkamın tefarruatında mürseli delil olarak kullanmanın cevazında vâki olmuştur. Son olarak şunu söylemek istiyorum: Masumiyeti Allah tarafından teyit edilip güvence altına alınan bir peygamber'den böye bir şeyin meydana gelmesini aklı başında bir kimse nasıl düşünebilir? Allah Teâlâ peygamberi için şöyle demiyor mu:
Ey Muhammed! Sana emrolunanı açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir! (Hicr/94)
Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! (Şûra/15)
De ki: "Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmıyorsunuz. Ben sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Evet, siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır." (Kâfirûn sûresi)
Allah'ın Rasûlü bu iftiradan beridir, uzaktır, yücedir ve büyüktür. Allah, hakkı söyler ve doğru yola eriştirir.
Allah en iyisini bilendir.
SORU: Kur'an nasıl inmeye başladı?
CEVAP: Kur'an'ın Ramazan ayında indirilmesi, tarihte vuku bulan en büyük hâdisedir. Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamber'in (s.a) hicretinden on üç sene önce Ramazan'm on yedisinde -veya yirmi dördünde- bir pazartesi günü Rasûlullah'a vahyedilmeye başlamıştır.[9]
Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'e (s.a) düşünmesi ve dedesi İbrahim'in (a.s) dini olan Hamilik üzere ibadet etmesi için Mekke civarındaki Hira mağrasında insanlardan uzak bir şekilde yalnız kalmayı ve ibadet etmeyi sevdirmiştir.
Yine bir gece, şüphesiz insanlık tarihinin en hayırlı gecesi Rasû-lullah (s.a) Hira mağrasında bulunuyordu. Her tarafa bir sessizlik hâkimdi. Bu esnada aniden parlak bir nûr mağranın her tarafını kapladı ve Rahman'ın elçisi Cebrail, Hz. Muhammed'e yönelerek : Oku! dedi. Hz. Peygamber dehşet içinde: "Ben okuma bilmem" diye cevap verdi.
Cebrail, Hz. Peygamber'i tuttu ve onu peygamberliğin yüklerine tahammüle alıştırmak ve uyarmak için bitkinlik hissedinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve ikinci defa ona: Oku! dedi. Peygamber'in (s.a) cevabı yine önceki gibiydi: "Ben okuma bilmem." Cebrail daha önceki gibi ikinci ve üçüncü defa sıktı, sonra şöyle dedi:
Yaratan rabbinin adiyle oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten rabbin, en büyük kerem sahibidir. (Alak/1-5)
Yüce Allah'ın kelamından ilk inen âyetler bunlardır. Hz. Peygamber bu büyük şerefe Ramazan ayında nail oldu. Şüphesiz Kur'an'ın nüzulü sonsuz bağış sahibi yüce yaratıcının kullarına hediye ettiği en büyük nimetidir ve insanlık tarihinin en büyük olayıdır. Belki de Allah Te-âlâ Haşr süresindeki şu âyetle bu olayın büyüklüğüne işaret etmektedir:
Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz. (Haşr/21)
İsra sûresinde de şöyle buyurmaktadır: Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir, iyi davranışlarda bulunan mü'minlere, kendileri için büyük bir mükafaat olduğunu müjdeler. Ahirete inanmayanlara gelince, onlar için de elemli bir azap hazırlanmıştır (İsra/9-10)
Bundan dolayıdır ki Ramazan ayı "Kur'an ayı" diye isimlendiril-meye hak kazanmıştır.
SORU: Kur'an âyetlerinin tefsirini yapanla onu dinleyenlerden hangisinin sevabı fazla olur?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın kelamıdır. Allah Teâlâ onu okunması, üzerinde düşünülmesi, uygulanması ve bağlanılması için indirmiştir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir, iyi davranışlarda bulunan mü'minlere, kendileri için büyük bir mükafaat olduğunu müjdeler. (İsra/9)
Müslümanların Kur'an'ı öğrenerek, öğreterek, ezberleyerek, anlayarak, yayarak ve tebliğ ederek onunla daima ilişki içinde olmaları gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Sizin en hayırlınız Kur'an'ı Öğrenen ve öğretendir. Kur'an Allah'ın bir ziyafetidir. O'nun ziyafetinden gücünüz yettiğince bir şeyler öğrenin.
Kur'an'ı okumaya gücü yeten kimsenin onu okuması gerekir. Kur'an okuyana okuduğu her harfin karşılığında sevap verilir. Ezberlemeye gücü yeten onu ezberlesin. Okumaya ve ezberlemeye gücü yetmeyen kimse onu büyük bir saygı ve tefekkür içinde dinlesin. Böylece bir müslüman, gücü ve takati nisbetinden Kur'an'm sofrasından yararlanmak için bütün kapasitesini kullanmış olur. Kur'an okumasını ve yazmasını öğrenmemiş olan kimse öğrenmeye çalışmalıdır.
Allah'ın kelamını insanlara duyuran, ilim ve ihlasla onu tefsir eden bir üstadın/hocanın Allah katındaki elde edeceği sevap çok büyüktür. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
Allah'ın senin vasıtanla bir kişiyi hidayete eriştirmesi senin için dünyadan ve dünyadakilerden daha hayırlıdır.
Kur'an'm tefsirini yapanla onu dinleyeni biribiri ile mukayese etmek bize yakışmaz. Herbirisinin sarfettiği gayreti ve ihlası miktarınca Allah katında sevabı ve mükafatı vardır.
Allah'ın herkesi hidayete sevketmesini dileriz.
SORU: Halife Hz. Ebû Bekir zamanında Zeyd ibn Sâbit'in yazdığı mushaf sağlıklı mıdır?
CEVAP: Bu, tuhaf bir sorudur. Çünkü Kur'an'ın bir mushafta toplanması çalışmaları esnasında bu işin en doğru ve en sağlam bir şekilde yapılması hususunda her türlü özen ve dikkatin gösterildiğinde bir müslümamn şüpheye düşmesi caiz değildir, böyle bir şüphe asla bir müslümana yakışmaz. Bir müslümamn, Hz. Peygamber'in kâtibi olan Zeyd ibn Sâbit'in güvenilirliğinden şüphe etmesi düşünülemez.
Zeyd ibn Sabit, vahiy kâtibidir, Kur'an ayetlerini de bir araya toplayarak mushaf haline getirmiştir. Feraiz ilmini ve miras hukukunu iyi bilir. Daha çocuk denecek bir yaşta iken Allah yolunda cihada gitmeye can attı, fakat Rasûlullah (s.a) küçük bulduğu için onun Bedir Savaşına katılmasına izin vermedi. Fakat Uhud savaşma, Hendek savaşma ve ondan sonraki pek çok savaşa Rasûlullah'la birlikte katıldı.
Tebuk savaşında Beni Neccar'ın sancağını taşıyordu. Bu sancağı ona Rasûlullah (s.a) vermişti ve onu başkalarına tercih etmişti. Rasûlullah (s.a) bu konuda şöyle demişti:
Kur'an'ın öncelik hakkı vardır.
Zeyd ibn Sabit Rasûlullah'm vahiy kâtibi idi ve onun diğer insanlara gönderdiği mektuplan da yazardı. Ayrıca hilafetleri döneminde Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in de kâtipliğini yaptı.
Hz. Ömer hacca giderken yerine onu vekil bırakırdı, Hz. Osman da öyle yapardı.
Zeyd ibn Sabit hicretin 55. yılında vefat ettiği zaman İbn Abbas onun hakkında şöyle demişti: Bu, ilmin gidişidir. Bugün ilmin büyük bir kısmı gömülmüştür.
İslâm tarihinden biliyoruz ki kritik bir savaş olan Yemame savaşı esnasında, sahabenin kurralarından 450 kişi şehit olmuştu. Hz. Ömer, Kur'an hafızlarının peş peşe ölmelerinden ve bu sebeble Kur'an'a bir zarar gelmesinden korkuyordu. Halife Hz. Ebû Bekir'e gitti ve konuyu onunla müzakere etti. Ona şöyle dedi: "Ben, Kur'an'ın toplanmasını emretmenizi uygun görüyorum." Ebubekir ona şöyle cevap verdi: "Rasûlullah'm yapmadığı bir işi ben nasıl yaparım?!" Ömer dedi ki: "Allah'a yemin olsun bu işte hayır vardır." Hz. Ömer bu konuyu ısrarla Hz. Ebubekir'e söylemeye devam etti. Nihayet Allah Teâlâ Hz. Ebubekir'in gönlünü de bu işe ısındırdı. Ebû Bekir, Zeyd ibn Sâbit'i yanına çağırdı ve ona şöyle dedi: "Sen genç ve akıllı birisin. Seni itham edecek herhangi bir kimse de yoktur. Hz. Peygamber'e vahiy kâtipliği yaptın. Kur'an'ı araştır ve bir araya getir. Zeyd ibn Sabit bunun üzerine şöyle demişti: "Vallahi bana bir dağı taşımayı teklif etselerdi, Kur'an'ı ce-metmekten daha ağır gelmezdi." Zeyd ibn Sabit Ebubekir ve Ömer'e de şöyle demişti: "Rasûlullah'm yapmadığı bir işi nasıl yaparsınız?"
Ebubekir, "Vallahi bu işte hayır vardır" dedi. Zeyd ibn Sabit sözüne devam ederek şöyle dedi: "Ebubekir bunu benden ısrarla istedi. Nihayet Allah Teâlâ Ebubekir ve Ömer'in kalplerini bu işe nasıl ısındırdı ise benim kalbimi de ısındırdı."
Bütün bunlardan sonra Zeyd ibn Sâbit'in aslı olmayan ve doğru olmayan bir şeyi Kur'an'a aldığını bir insan nasıl düşünebilir?
SORU: Kadın'ın Kur'an-ı Kerim okuması hakkında dinin hükmü nedir?
CEVAP: Bir kadın, başkasının işitmeyeceği şekilde ve alçak sesle kendi kendine Kur'an okursa bu caizdir. Okuduğu yerde onu işitecek yabancı bir erkek bulunmadığı zaman yüksek sesle Kur'an okuması da caizdir. İtimat edilen görüşe göre kadın sesi avret değildir. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) hanımları sahabilerle konuşurlardı. Onlardan dinin hükümlerini dinlerlerdi. Fakat fitneye sebeb olmasından korkulduğu zaman Kur'an tilaveti bile olsa kadın sesinin dinlenmesi haram olur.
Fıkıkıhçılar, dinleyenlerin şehvetini tahrik edeceği için bir kadının ezan okumasına engel olunması gerektiğini söylemişlerdir. Yine fakih-ler kadının namaz kılarken de sesini başkası duyacak şekilde yükseltmemesi gerektiğini ve sadece kendisinin işiteceği şekilde okuyabileceğini söylemişlerdir. Yine yabancısı olan birisi onu dinlemiyorsa sesli namaz kılmasında bir sakınca bulunmadığını, yabancı birisi işitirse sesli namaz kılmasına mani olunması gerektiğini de söylemişlerdir.
Bazı fıkıhçılar kadının sesli okumasıyle erkeğin sesli okuması arasında hiç bir fark görmemişler, ancak kadının okuyuşunun erkeklerin şehvetini tahrik edecek şekilde nağmeli veya yumuşak olmamasını veya okuma esnasında kelimelerin çekilip sündürülmemesini şart koşmuşlardır. Kıraatin bu şekilde olması halinde namaz bozulur. Bundan dolayı fıkıhçılar kadının ezanına mani olmuşlardır.
SORU: "Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) artıracağım" âyetinin anlamı nedir? Lisan ile şükretmek yeterli midir?
CEVAP: Allah Teâlâ İbrahim sûresinde şöyle buyurur:
Hatırlayın ki rabbiniz size: "Eğer şükrederseniz, elbette size (himmetimi) artıracağım ve eğer nakörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir" diye bildirmiştir. (İbrahim/7)
Ayette geçen "Teezzene rabbuküm" ibaresi, "size bildirmişti, va-ad ederek haber vermişti veya izzeti, yüceliği ve büyüklüğü ile yemin etmişti ki..." demektir. Yani rabbiniz, nimetlerine şükrederseniz, size olan lütufunu takdir ederseniz, nimetlerine ve iyiliklerine hamd ederseniz, hiç şüphesiz size bu nimtlerini artıracağını ve size olan bu lütfu-nu kat kat çoğaltacağını haber vermektedir.
Eğer nimete nankörlük ederseniz Allah'ın size yönelik azabı çok şiddetli olur, hem de nimetlerini elinizden alır, nankörlük ve inkarınızdan dolayı sizi cezalandırır.
Peygamber Efendimiz (s.a) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: Kul, işlediği günah sebebiyle rızktan mahrum bırakılır.
Rivayet olduğuna göre Rasûlullah (s.a) bir dilenciye rastlamıştı. Fakat yanında hurmadan başka ona verecek bir şeyi yoktu. O hurmayı dilenciye vermek istedi, fakat dilenci bunu azınsıyarak kabul etmedi. Rasûlullah (s.a) daha sonra başka bir dilenciyle karşılaştı. Hurmayı ona verdi ve adam bu hurmayı aldı, teşekkür etti ve büyük bir övünç ve kıvanç içerisinde şöyle dedi: "Bu Allah Rasûlünün verdiği bir hurmadır." Rasûlullah (s.a) bu adam için kırk dirhem tedarik ederek gönderdi.
Şükrün çeşitli kısımları vardır: Kalp ile yapılan şükür, dil ile olan şükür ve davranışlarla yapılan şükür. Kalbin şükrü, nimetin Allah'ın bir lütfü olduğuna inanmak ve bunu gönülden itiraf etmektir. Lisanın şükrü, nimeti itiraf ettiğini ifade eden kelimeleri diliyle tekrarlamaktır. "Söz, kalbin göstergesidir" denilir. Davranışlarla yapılan şükür ise nimeti güzel bir şekilde kullanmak, itaat, ibadet ve Allah yolunda sarfet-mek surityle o nimete ameli olarak teşekkür etmektir.
Şükrün bu nevilerinin hepsi gereklidir ve istenilmiştir. Şüphesiz ameli şükür bütün şükür çeşitlerinin özü ve esasıdır. Çünkü itaatle amel kalbin imanından kaynaklanır. Lafızlar ve kelimeler, içteki inancın dışardaki alamet ve işaretidir.
Eğer bir insan nimetin bilincinde ve etkisinde olmaksızın sadece şükre delalet eden kelimeleri söylemiş olsaydı bu yeterli olmazdı.
SORU: Kur'an'ı Bakara sûresinden başlayıp ezberlemeye çalışan genç bir kız ezberlemekte zorluk çekiyor ve zaman zaman hata yapıyor. Bu konudaki hüküm nedir?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın kitabıdır. Rabbimiz onun hakkında şöyle buyurmaktadır:
Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir. (Ma-ide/15-16)
Yüce Kur'an, Allah Teâlâ'nın mü'min kullarının önüne koyduğu bir ziyafet sofrasıdır. Allah Teâlâ mü'min kullarının gözlerine nur, basiretlerine hidayet olması, kalplerini tamir etmeleri, dünya ve ahiret saadetine ulaşmaları için bu sofrayı indirmiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kur'an Allah'ın bir ziyafetidir. Bu sofradan alabildiğinizi alınız.
Yine şöyle buyurmaktadır:
Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir.
Rabbinin kitabına yönelen, onu ezberlemeye çalışan ve okuyan bu müslüman genç kız, teşekküre ve takdire müstehaktır. Allah katında onun için büyük bir sevap vardır. Onun Kur'an-ı Kerim'i ezberlemeye Bakara sûresinden başlaması bir zorunluluk değildir. Çünkü Bakara uzun bir sûredir. İslâm ülkelerindeki Kur'an kurslarında ve medreselerde Kur'an'ı ezberlemek isteyen genç kızlar ve delikanlılar genellikle kısa sûrelerden ezberlemeye başlarlar. Onlar önce Kul eûzü birab-binnas'tan ezber yapmaya başlarlar ve amme cüzünü ezberleyip bitirinceye kadar devam ederler. Sonra sırısıyla Tebareke cüzünü, sonra Kad-semiallahu cüzünü ezberlerler. Ezber yapma melekleri kuvvetlendiği ve Kur'an sofrasına alıştıkları zaman artık Bakara sûresine ve ondan sonraki sûrelere geçebilir. Bakara gibi uzun sûreleri ezberlerken bunları rubu 'ulara ayırırlar. Her bir rubu'u bir merhalede veya iki merhalede ezberlerler.
Unutmamamız gerekir ki hıfza yeni başlayan kimsenin Kur'an-ı Kerim'i kendi başına doğru bir şekilde okuması mümkün değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in kendisine mahsus bir yazı şekli vardır. Bu nedenle Kur'an harflerinin ve kelimelerinin doğru ve isabetli bir şekilde telaffuz edilebilmesi için daha önce Kur'an'ı ezberleyen ve Kur'an'ı doğru bir şekilde okuyabilen bir kimseden öğrenilmesine ihtiyaç vardır. Kur'an'ı ezberlemek isteyen faziletli genç kızların da kıraat ve tilavetin yolunu yöntemini -evde, okulda veya başka bir yerde— bilen bir kimsenin yardımıyla öğrenmesi gerekir.
Hıfza çalışırken bir harfin veya kelimenin teleffuzunda hataya düştüğü zaman bundan korkmaması gerekir. Allah'ın lütfuyle bu affedilir. Büyük olsun, küçük olsun Kur'an'ı ezberlemeye çalışan herkes ilk öğrenme aşamasında bu tür hatalara maruz kalır.
Allah Teâlâ mü'minlere merhametlidir, şefkatlidir.
SORU 1: Şu iki âyetin tefsirini yaparmısmız?
Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelerine kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır. Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik ve onları kapattık, artık göremezler. (Yâsin/8-9)
CEVAP 1: Bu iki âyet Yasin sûresinin başlarında geçmektedir. Sanki Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Bedbahtlığa ve mutsuzluğa müstehak olmuş kimseleri biz, tıpkı şu kimseler gibi oldukları için hidayete eriştirmeyiz: Onların boyunlarında bir halka vardır, elleri çenelerinin altında boyunlarıyla birlikte bir araya getirilmiştir, başlan yukarı kalkıktır ve bu yüzden başlarını hareket ettiremez hale gelmişlerdir.
Bunun için İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: Bu, tıpkı şu âyet gibidir:
Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme! (İsra /29)
Yani onlar bir şey veremedikleri için eli boynuna bağlı gibi tasvir edilmişlerdir. Onların başlan yukarı kalkıktır, ellerini ağızlarına koymuşlardır ve onlar her türlü hayırdan mahrumdurlar.
Bir görüşe göre bu set onlarla iman arasındaki bir settir. Bu set yüzünden imana ulaşamazlar. Nitekim Allah Teâlâ bir âyetinde şöyle buyurmaktadır:
Doğrusu rabbinin söz verdiği azabı hak edenler, can yakıcı azabı görene kadar kendilerine her türlü belge gelse bile inanmazlar. (Yunus/96-97)
SORU 2: Aşağıdaki âyetlerin tefsirini yaparmısınız?
Biz onlann boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelerine kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları kalkıktır. Önlerinden bir set, arkalarından bir set çektik ve onları kapattık, artık göremezler. (Yasin/8-9)
CEVAP 2: Bu, İbn Abbas'ın söylediğine göre tıpkı şu âyet-i kerimeye benzer:
Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme.
Yani elleri boyunlarına bağlı olduğu için herhangi bir hayır hesa-nat yapamazlar. Hiçbir şey veremezler. Başları kalkıktır. Ellerini ağızlarına koymuşlardır. Hertürlü hayırdan engellenmişlerdir. Allah onlann önlerinden bir set çekmiştir, arkalarından da bir set çekmiştir. Tereddüt içindedirler. Gözlerine hakkı görmelerini engelleyecek perdeler çektik. Onlar hayır ve iyilikten yararlanamaz ve ona ulaşamazlar.
Bazı keskin görüşlü müfessirler şöyle derler: Onlann elleri çene-lerininin altına geçirilmiş bukağılarla boyunlarına bağlanmıştır. Başla-n zorunlu olarak yukarı kalkıktır. Önlerini görmezler. Onlann bu güç durumda iken görme ve bakma özgürlükleri yoktur. Buna ilaveten hakikatle ve hidayetle onlar arasına önlerinden ve arkalarından birer set çekilmiştir. Perde olmasa bile göremezler. Görüş yolları set ile kapanmıştır. Gözlerine perde inmiştir. Görme gücünü kaybetmişlerdir. İşte yoldan çıkmış kâfirlerin akıbeti budur.
SORU: Allah Teâlâ Kur'an'ı niçin Arabça olarak indirdi?
CEVAP: Allah Teâlâ istediğini yapar, dilediğini tercih eder. O, Arabça'nın Kur'an lügati olmasını irade etmiştir ve O'nu iradesinden döndürecek hiçbir güç yoktur. Yüce Allah Yusuf sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Anlayasımz diye biz onu Arabça bir Kur'an olarak indirdik. (Yusuf/2) Fussilet sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Bu, bilen bir kavim için, âyetleri Arabça okunarak açıklanmış bir kitaptır. (Fussilet/3)
Ebu Mansur es-Seâlibi'nin Fıkhu'l-Luğa isimli eserinin başında söylediği şu sözleri benim hoşuma gider:
Kim Allah Teâlâ'yı severse, Allah'ın Rasûlü'nü de sever. Kim Arab asıllı bu peygamberi severse Arablan da sever. Kim Arabları severse Arabça'yı da sever ki kitaplann en üstünü olan Kur'an-ı Kerim Arab ve Arab olmayanların en üstünü olan Hz. Muhammed'e bu lisanla inmiştir. Kim Arabça'yı severse onunla ilgilenir, ısrarla onun üzerinde durur veya gayretini Arabça öğrenmek üzerinde yoğunlaştırır. Allah Teâlâ kimi İslâm'ın hidayetine eriştirir, iman ile gönlünü ferahlatır ve vicdan temizliği verirse Muhammed'in en büyük peygamber, İslâm'ın en hayırlı din, Arablann en hayırlı millet ve Arabça'nın en hayırlı lisan olduğuna inanır.[10]
İmam Şafii er-Risale isimli eserinde her müslümanın dinini doğ-nı bir şekilde yaşayacak ve namazını eda edecek kadar Arabça öğrenmesinin gerekli olduğunu söylemiştir.
SORU: Mekke'de inen sûrelerle Medine'de inen sûreler arasında ne fark vardır? Bunların karakteristik özellikleri nelerdir?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim bir defada ve topluca inmedi. Olaylara ve gelişmelere göre parça parça indi. Allah Teâlâ bunun hikmetini şöyle açıklamaktadır:
Biz onu, kur'an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (ayet, âyet, sûre sûre) ayırdık; ve onu peyderpey indirdik. (İsra/106)
Kur'an'm parça parça indirilişinin hikmeti başka bir âyet-i kerimede de şöyle ifade edilmektedir.
İnkar edenler "Kur'an ona bir defada topluca indirilmeli değil-miy4i?" dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk. (Furkan/32)
O halde ilk olarak bunun hikmeti, Allah Teâlâ'nın peşpeşe indirdiği apaçık âyetleri Peygamberin (s.a) kalbine yerleştirmek, arka arkaya gelen delil ve burhanlarla Peygamberin gönlündeki istikrar ve güveni artırmaktır.
Ayetlerin parça parça indirilişinin bir hikmeti de bunların ezberlenmesini kolaylaştırmaktır. Kur'an-ı Kerim okuma-yazma bilmeyen iimmi bir topluluğa indirilmişti. Onlar sadece hafızalarına güveniyorlardı. İşte Allah Teâlâ onların inen âyetleri kolayca ezberleyebilmeleri için Kur'an'ı parça parça indirdi.
Bunun bir diğer hikmeti de Peygamberin (s.a) vahye tahammül gücünü gözetmektir. Çünkü Kur'an'ın etkisi ve ağırlığı çok şiddetlidir, kuvvetlidir. Kur'an, Hz. Peygamber'e hitaben şöyle demektedir:
Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz. (Müzem-mil/5)
Yine Allah şöyle buyurmaktadır:
Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan parça parça olmuş görürdün. (Haşr/21)
Bundaki diğer bir hikmet, inen âyetlerle ilgili olay arasındaki irtibatı gözetmektir. Bu irtibat daha fazla dikkat ve bilince, âyetin, ilgili olayla birlikte daha güzel anlaşılmasına ve düşünülmesine vesile olur.
Kur'an'ın parça parça indiriliş hikmetlerinden birisi de yasamada, emir ve yasaklarda, farz ve vaciblerde tedriciliği gözetmektir. Bir insanın bunun tamamını bir defada yerine getirmesi zordur. Kur'an'ın tamamı bir defada nazil olmuş olsaydı insanın Kur'an'ın bütün emirlerini bir anda yerine getirmesi zor olurdu. Sorumluluklar ve emirlerin yöneltilmesinde aşamalı bir metodun uygulanması hikmetin ta kendisidir.
Mekke ve civarında inen sûre ve ayetlere Mekki, Medine ve civa-nnda inen sûre ve âyetlere de Medeni denilir. Alimler arasında en çok şöhret bulan görüş bu görüştür.
Bir görüşe göre de hicretten önce inen sûre ve âyetlere Mekki, hicretten sonra inen sûre ve ayetlere de -Mekke'de inmiş olsa bile-Medeni denilir. Bir başka görüşe göre "Ey insan!" gibi ibarelerle Mek-kelilere hitabeden Kur'an âyetleri Mekki'dir. Çünkü bu muhataplann büyük çoğunluğu kâfirlerden oluşur. "Ey iman edenler!" gibi ibarelerle Medinelilere hitabeden âyetler de Medenidir. Çünkü bu tür hitaba muhatap olanlar -istisnaları olsa da- genellikle mümindirler.
Medeni olduklan ifade edildikleri halde bazı sûrelerin içinde bir veya birkaç tane Mekki âyet bulunur. Mesela Bakara sûresi, 281. âyet hariç tamamen Medeni'dir. Aşağıda zikredeceğimiz bu âyet Veda hac-cı esnasında Mina'da nazil olmuştur:
Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının! (Bakara/281)
Mesela Nisa sûresi, aşağıda zikredeceğimiz 58. âyeti hariç Medeni bir sûredir. 58 âyet Mekke'de inmiştir:
Allah size, mutlaka emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür. (Nisa/58)
Bu âyet-i kerime Hz. Peygamber, daha önce vaadettiği şekilde Kabe'nin anahtarlarını Osman ibn Talha'ya geri verdiği esnada onun hakkında nazil olmuştur. Halbuki Peygamberimizin bazı yakınları Kabe'nin anahtarlarının kendilerine verilmesini bekliyorlardı.
Bir diğer misal de Tevbe süresidir. Sonudaki iki âyet hariç bu sûrenin Medeni olduğunu görüyoruz. Bu iki âyet şöyledir:
Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O. size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. Ey Muhammedi Yüz çevirirlerse de ki: "Allah bana yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O, yüce arş'ın sahibidir."
(Tevbe/128-129)
Mekki sûrelerin genellikle Allah'ın birliğinin isbatı, putperestlerle ve putlara tapmayla ilgili tartışma, insanları Allah'a ortak koşmaktan uzaklaştırıp akılların, vicdanların ve kalplerin günah ve kör taklidin esaretinden kurtarmaya çağrı etrafında yoğunlaştığını görürüz.
Medeni sûreler ise genellikle fıkhı ve içtimai ahkâmın açıklanması, devletler arası ilişkilerin belirlenmesi, aile hukuku, savaş ve barış hukuku, anlaşmalar ve sözleşmeler gibi konular ihtiva eder. Çünkü İslâm artık bir devleti, bir varlığı ve toplumu olan bir din haline gelmiştir.
SORU: Usûl-i tefsir hakkında İbn Teymiyye'ye ait bir risale var. Bunun mahiyeti nedir? İbn Teymiyye bu risaleyi niçin yazmıştır?
CEVAP: Yakın arkadaşlarından birisi İbn Teymiyye'den kendisi için Kur'an'ı anlamasına, tefsirini ve manalarını tanımasına yardımcı olacak bir mukaddime yazmasını istemiştir. Çünkü tefsir konusunda yazılmış kitaplar hem sağlam, hem zayıf rivayetlerle, hem apaçık hak, hem de apaçık batıllarla doluydu. İbn Teymiyye kendi ifadesiyle Allah Teâlâ'nın kalbine verdiği bir ilhamla onun istediği mukaddimeyi kolayca yazdı. Hz. Peygamber'in ashabından rivayet edildiğine göre onlar, Rasûlullah'tan (s.a) on âyet öğrendikleri zaman onunla ilgili ilim ve ameli tam olarak öğrenmedikçe başka âyete geçmezlerdi. Hatta Enes (r.a) şöyle demiştir:
Bir adam Bakara ve Al-i İmran sûrelerini okuduğu zaman bizim gözümüzde değeri büyürdü.
Söylenilen sözlerin mücerret lafızları değil de manalarının öğrenilmesi ve anlaşılması esas maksat olduğuna göre Kur'an buna daha layıktır.
İbn Teymiye'nin görüşüne göre selef arasında tefsir konusundaki ihtilaf çok azdır. Onlann ahkam konusundaki ihtilafları tefsir konusundaki ihtilaflarından daha fazladır. Onların ihtilaflarının çoğu da zıtlık ihtilafı değil, nevi ihtilafıdır. Bu da iki kısımdır.
Birincisi herbirinin kastedilen manayı diğerinden farklı bir ibareyle ifade etmesidir. Yani, verdikleri mana aynı olduğu halde bunu farklı ibarelerle ifade etmişlerdir.
İkincisi, onlardan herbirinin genel olan bir şeyin içerisinden bazı bölümleri Örnek olarak zikretmesidir.
Nüzul sebebini bilmek, âyeti anlamaya yardım eder, Çünkü sebebi bilmek, sonucu bilmeye götürür. "Bu âyet şu nedenle nazil olmuştur" sözüyle bazen nüzul sebebi kastedilir, bazen de o meselenin ayetin hükmüne ve kapsamına dahil olduğu belirtilmek istenir. Nitekim "bu âyet şunun hakkında nazil olmuştur" sözü yerine, "bu âyetle şu kastedilmiştir" denir.
Tefsirdeki nevi ihtilafların bazen isim ve sıfatlardaki farklılık, bazen de aynı müsemmanın farklı ibarelerle manalandırılması şeklinde tezahür eden bu kısımlarına selefin tefsirinde sıkça rastlanır ve bunlar bir ihtilaf olmadığı halde ihtilafmış zannedilir.
Tefsirdeki ihtilaf ilci nevidir: Birinin dayanağı sadece nakildir, diğeri naklin dışında bir şey ile bilinir. İlim ise ya tasdik edilmiş/doğrulanmış bir nakildir veya tahkik edilmiş bir istidlaldir. Nakil ise ya masum bir zattan gelir veya masum olmayandan.
Tefsiri en iyi bilen insanlar Mekkelilerdir. Çünkü onlar İbn Ab-bas'ın talebeleridir. Mücâhid, Ata ibn Ebî Rabah ve İkrime bunların başında gelir. Ayrıca Tavus, Ebu'ş-Şa'sa, Said ibn Cübeyr ve benzerleri de bu gruptandırlar. Sonra İbn Mes'ud'un talebeleri olan Kufeliler gelir. Medine ulemasından tefsirde meşhur olan Zeyd ibn Eşlem gibi kişiler vardır. İmam Mâlik tefsirle ilgili bilgileri Zeyd ibn Eslem'den almıştır. Ondan da oğlu Abdurrahman, Abdurrahman'dan da Abdullah ibn Vehb almıştır.
İbn Teymiyye mevzu (uydurma) rivayetlerin tefsir kitaplarında önemli bir yer işgal ettiği görüşündedir.
Mesela Kur'an sûrelerinin faziletleri konusunda Sa'lebi, Vahidi ve Zemahşeri'nin rivayet ettikleri hadisler, ilim ehlinin ittifakıyla mevzudur. Sa'lebi aslında kendisi iyi ve dindar bir insandır, fakat çok dikkatsizdir, sahih, zayıf ve mevzu, tefsir kitaplarında ne bulduysa nakleder. Vahidi onun arkadaşıdır. Arabça'yı ondan daha iyi bilir, fakat emniyetten ve selefin yolundan gidenlerden uzaktır. Bağavi'nin tefsiri Sa'lebi'nin bir özetidir, fakat o, tefsirini mevzu rivayetlerden ve bidat görüşlerden korumuştur.
İbn Atıyye ve benzerleri sünnete ve cemaata en iyi uyanlardandır, Zemahşeri'nin tefsirindeki bidatlardan uzaktır. Rivayet tefsirleri içerisinde selefin sözlerini en güzel şekilde nakleden ve ifade eden odur. Rivayetlerinin çoğunu İbn Cerir et-Taberi'den yapar. İbn Ce-rir et-Taberî'nin Tefsiri tefsirlerin en kıymetlisi ve hacimce en büyüğüdür. Sonra İbn Atiyye, İbn Cerir'in kesin ifadelerle nakletmediği şeyleri almaz, terkeder. Muhakkiklerin sözü olduğunu zannettiği şeyleri zikreder. Muhakkiklerle kastetdiği de, Mutezile'nin metoduna benzer bir metodu benimsedikleri halde sünnete yakınlıkları Mutezile'den daha fazla olan kelamcılardır. Fakat her hak sahibine hakkını vermek gerekir. Bu, yani kelamcılarm yaptığı, mezhebi tefsirdir. Çünkü, sahabe, tabiin ve imamların bir âyetin tefsirinde kendilerine ait bir görüşleri olduğuna göre, bunlar da o âyeti bağlı oldukları mezheb sebebiyle başka bir görüşle tefsir ettiklerine ve bu mezhep, sahabe ve tabiilerin mezheplerinden farklı bir mezhep olduğuna göre bu noktada Mutezile ve diğer bidat ehli ile müşterek bir hale gelmişlerdir, demektir.
Sahabe ve tabiilerin mezheplerinden (yani onların görüşlerinden) aynlıp tefsirde onlara muhalif bir görüş ortaya koyan bir kimse hatası bağışlanmış bir müçtehid bile olsa hata etmiştir. Hatta bidat çıkarmıştır.
Maksat, ilmin yollarını ve doğruya ulaştıracak delilleri açıklamaktır. Biz biliyoruz ki, sahabiler ve tabiiler, Kur'an'ı onun manasını ve tefsirini en iyi bilen kimseler olarak okuyorlardı. Yine onlar Allah Teâlâ'nın, peygamberi Hz. Muhammed (s.a) ile gönderdiği hakkı da en iyi şekilde biliyorlardı. O halde kim onların tefsirine aykırı bir şekilde tefsir ederse hem delilde hem de yorumda yanılmış demektir.
Maksat, tefsirdeki ihtilafın sebeplerine dikkat çekmektir. Sebeble-rin en büyüklerinden birisi de batıl bidatlardır. Bu bidatçılar kelimelerin anlamlarını çarpıtmışlar, Allah ve Rasûlünün sözlerini maksatlarının dışında tefsir etmişlerdir.
'En güzel tefsir metodu nedir?' diye sorulsa cevabı şudur: En sağlam ve en sağlıklı tefsir Kur'an'ın Kur'an'la tefsiridir. Kur'an, bir yerde kısa ve öz olarak zikrettiği bir şeyi başka bir yerde tefsir eder ve ayrıntılı olarak anlatır.
Kur'an'ı Kur'an'la tefsir etme imkanını bulamazsan sünnete mü-racat etmelisin. Çünkü sünnet Kur'an'ın açıklayıcısıdır. Bu sebeb-le İmam Şafii şöyle demiştir:
Rasûlullah'm (s.a) hükmettiği her şey, onun Kur'an'dan anladığı şeydir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab'ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma! (Nisa/105)
Kur'an'ın tefsirini önce Kur'an'ın kendisinde aramalısın, onda bulamazsan sünnete müracat etmelisin. Nitekim Rasûlullah (s.a) Ye-men'e gönderirken Muaz b. Cebel'e: "Ne ile hükmedeceksin?" diye sorduğunda, Muaz: "Allah'ın kitabıyla" dedi. Hz. Peygamber: "Onda bulamazsan?" deyince, "Rasûlünün sünnetiyle" dedi. Hz. Peygamber: "Ya onda da bulamazsan?" diye sorunca, Muaz: "Kendi görüşümle içtihad ederim" diye cevap verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) Muaz'ın göğsüne vurarak şöyle dedi: "Rasû-lullah'ın elçisini Rasûlullah'm razı olduğu şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun."
Eğer Kur'an'da ve sünnette bir âyetin tefsirini bulamazsan sahabenin sözlerine müracat edersin. Çünkü onlar Kur'an'ın nüzulüne ve o esnadaki durumlara şahit oldukları için Kur'an'ı en iyi onlar bilir. Sahabeden sonra tabiilerin ve tebe-i tabiilerin sözlerine müracat ederiz.
Sadece rey ile Kur'an'ı tefsir etmek haramdır. Hz. Peygamber (s.a) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Kim Kur'an hakkında rey ile bir şey söylerse cehennemdeki yerini hazırlasın.
Ebubekir (r.a) şöyle diyordu:
Allah'ın kitab'ı hakkında bilgim olmadan bir şey söylediğim zaman hangi arz beni taşır ve hangi gök beni gölgelendirir.
İbn Teymiyye, sözlerine İbn Abbas'ın şu sözüne katıldığım ifade ederek son verir:
Tefsir dört kısımdır: Arab'ın kendi lisanı sebebiyle anladığı tefsir, hiç kimsenin bilmemezlik edemeyeceği tefsir, âlimlerin bildiği tefsir ve sadece Allah'ın bildiği tefsir.
SORU: "Rahman, arş'a istiva etmiştir" âyetinin anlamı nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ Tâhâ sûresinin başında şöyle buyururun
Tâ, hâ. Biz, Kur'an'ı sana sıkıntıya düşesin diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik. Kur'an yeri ve gökleri yaratan Allah tarafından peyderpey indirilmiştir. Rahman arşı istiva etmiştir. (Tâhâ/1-5)
Rahman, en büyük ve en değerli nimetleri veren Allah Teâlâ'dır. Arş, yücelik, kudret ve hakimiyetten kinayedir. Allah'ın arşının ne olduğunu hiç bir kimse bilemez. Yükseklik ve yüceliğinden dolayı padişahın oturduğu yere/tahta da arş denilir: Arşı istiva etmek, arşın üzerine çıkmak, yükselmek, onu ele geçirmek ve mâlik olmak demektir. Ze-mahşeri der ki:
Melikin tahtı anlamına gelen arş ancak melik tarafından istiva edildiği için arş kelimesinin mülkten (sahiplikten ve egemenlikten) kinaye olduğu söylenmiştir. Mesela koltuğa oturmasa da filan adam ülkeye hâkim oldu anlamında "İsteva fülanun ale'l-beledi" derler. Bununla hâkimiyet ve nüfuzun hâsıl olduğu ifade edilir. Çünkü bu, "filan adam meliktir" demekten daha açık ve kuvvetli bir anlama delâlet eder.
Bu tabir, bir mekan veya bir yönle sınırlandırmayı ifade etmez. Allah Teâlâ bundan münezzehtir, yücedir ve büyüktür.
SORU: Şu âyet-i kerimenin anlamı nedir:
Elinizdekini tasdik edici olarak indirdiğim Kur'an'a iman edin. Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın; âyetlerimi az bir bedele satmayın, yalnız benden (benim azabımdan) korkun.
CEVAP: Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Ey İsrail oğul lan! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vaadettiklerimi vereyim. Yalnızca benden korkun. Elinizdekini tasdik edici olarak indirdiğim Kur'an'a iman edin. Sakın onu inkar edenlerin ilki olmayın; ayetlerimi az bir bedele satmayın, yalnız benden (benim azabımdan) korkun. (Bakara/40-41)
İbn Kesir Tefsirinde ifade edildiğine göre Allah Teâlâ İsrailoğul-lanna İslâm'a girmelerini, Hz. Muhammed'e (s.a) uymalarını, Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerini hatırlamalarını ve O'na verdikleri sözleri tutmalarını istmektedir. Allah Teâlâ onlardan, Hz. Muhammed peygamber olarak kendilerine geldiği zaman ona uyacaklarına dair söz almıştı. Onlar bu sözlerini yerine getirirlerse Allah da onlara vaadetti-ği şeyi yerine getirecekti. Allah Teâlâ onlara, kendi yanlarında olan Tevrat'ı doğrulayıcı alarak indirdiği Kur'an'a ve İslâm'a inanmalarını emrtemektedir. Çünkü onlar Tevrat'ta ve İncil'de Muhammed'in geleceğinin yazılı olduğunu gördüler. Allah Teâlâ onları dünyevi arzular ve çıkarlar karşlığında Kur'an'a ve Peygamber'e imanı terketmekten de sakındırmaktadır. Çünkü dünya metâı gelip geçici ve azdır. Ve nihayet Allah Teâlâ onları, bile bile hakkı gizledikleri, bâtılı açığı çıkardıkları ve Allah'ın Elçisine muhalefet ettikleri için tehdit etmektedir. Çünkü onlara düşen görev, nankörlüğü terkederek ve İslâm'a girerek Allah'a saygılı olmak ve O'ndan korkmaktır. Bunun için müfessirler derler ki: Takva, Allah'ın rahmetini umarak ve Allah'tan bir nur üzere Allah'a itaat etmektir. Takva, Allah'ın azabından korkarak ve Allah'tan bir nur üzere Allah'a âsi olmayı terketmektir.
SORU: Kur'an-ı Kerim'de geçen iemem kelimesi ne anlama gelmektedir?
CEVAP: Bu kelime Necm sûresinde şu ayetlerde geçer:
Göklerde ve yerlerde bulunanlar hep Allah'ındır. Bu, Allah'ın kötülük edenleri yaptıklarıyle cezalandırması, güzel davrananları daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir. Onlar ki, ufak tefek kusurlar dışında, büyük günahlar ve edepsizliklerden kaçınırlar. Şüphesiz rabbinin affı geniştir. O, topraktan yarattığı zaman ve annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada (bile) sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü o, kötülükten sakınanı daha iyi bilir. (Necm/31-32)
Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Allah Teâlâ göklerin ve yerin mâlikidir. O kendisinin dışındaki şeylerden müstağnidir. Her insana -iyilik yapmışsa iyilikle, kötülük yapmışsa kötülükle- yaptıklarının karşılığını vermek için yarattıkları arasında adaletle hükmeder. İyileri, bol ve büyük bir sevapla mükafatlandırır. Onlar büyük günahlardan ve edepsizliklerden uzak dururlar. Onlardan bazı küçük kusurlar vâki olsa bile, haram kılınmış büyük günahları alışkanlık haline getirmemişlerdir. İşledikleri küçük günahları da Allah affeder ve onları gizler.
Ayette geçen lemem kelimesi ile küçük günahlar ve basit ameller kastedilmiştir. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur:
Allah insan oğlunun zinadan nasibini yazmıştır ve mutlaka bu nasibini alacaktır. Gözün zinası bakmaktır, dilin zinası konuşmaktır.
Bu üzerinde ittifak edilen sahih bir hadistir.
Bir rivayete göre lemem ile bir kimsenin işleyip de sonra terket-tiği ve bir daha işlemediği günah kastedilmiştir. Bir görüşe göre de bir kimse utanç verici bir günah işler, sonra tevbe ederse veya küçük bir günah işler, sonra tevbe ederse şüphesiz Allah affı geniş olandır, yani rahmeti herşeyi kuşatır ve mağfireti tevbe eden herkesi içine alır ve affeder.
Sizin rabbiniz yaratıldığınız ve topraktan aslınızı çıkardığı zaman hile sizi en iyi bilendir. Yani sizi, daha babanız Adem'i topraktan yarattığı ve onun neslini kendi sulbünden çıkarmak istediği zaman bile her türlü ahvalinizle, fillerinizle ve sizden çıkacak sözlerinizle en iyi bilendir ve görendir. Bütün bunları bildiği için onun neslinin bir kısmını da cehennemlik yaptı. O, siz annelerinizin karnında bir cenin halinde iken size karşı çok yumşak ve çok merhametlidir.
Mekhul (r.a) der ki:
Biz annelerimizin karnında ceninler halinde bulunuyorduk; kimimiz düştü, kimimiz de orada kaldık. Sonra süt emen çocuklar olduk; kimimiz bu safhada yok olup gittik, kimimiz hayatta kaldık. Sonra ergenlik çağına geldik; bu safhada kimimiz öldü, kimimiz hayatta kaldı. Sonra gençlik çağına ulaştık; bu safhada da kimimiz öldü, kimimiz hayatta kaldı. Sonra ihtiyarladık. Allah cezanı versin, daha neyi bekliyoruz?
Kendinizi temize çıkarmayın, yani kendinizi methedip övmeyiniz. Çünkü Allah her şeyden haberdardır. Sizden kimin günahlardan sakındığını, kimin günah işlediğini bilir. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
Kendinizi temize çıkarmayın, doğrusu Allah sizden iyi olanların kimler olduğunu en iyi bilendir.
Rivayet edildiğine göre adamın biri Rasûlullah'ın huzurunda bir başkasını metheder. Hz. Peygamber (s.a) metheden adama şöyle der:
Arkadaşının boynunu vurdun. İçinizden birinizin birini mutlaka övmesi gerekirse, şöyle desin: "Allah bilir ama şöyle şöyle olduğunu zannederim." Zira Allah'a karşı kimse tezkiye edilemez.
SORU: Allah Teâlâ'nın şu âyetinin anlamı nedir?
De ki: "Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
CEVAP: Zümer sûresinin 53. âyeti olan bu âyet-i kerime, Allah'ın geniş rahmetinin ve mağfiretinin çok güzel bir tasviridir. Bütün isyankarları tevbeye ve Allah'a dönmeye çağırmaktadır ve Allah Teâlâ'nın,
büyük olsun küçük olsun, deniz köpükleri gibi çok da olsa günahlarından tevbe edip dönen kimsenin bütün günahlarını affedeceğini haber vermektedir. Müşrik, Allah'a ortak koşmaktan vazgeçtiği, rabbine ve O'nun dinine inandığı zaman, tevbesinde ve imanında samimi olduğu müddetçe Allah onun geçmişteki inkarını affeder ve onu kulları arasına kabul eder.
Buharî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre müşriklerden bir takım kimseler adam öldürmüşler ve bir çok cinayet irtikap etmişler ve zina edip, bunda da çok ileri gitmişlerdi. Bunlar bu kusurlarıyla Muhammed'e (s.a) gelerek: "Ya Muhammed! Senin tebliğ ettiğin ve kendisine davet ettiğin İslâm dini şüphesiz ki çok güzeldir. Keşke bize vaktiyle işlediğimiz bunca cinayetin ve kötülüğün kefaretinin bulunduğunu bildirmiş olsaydın" dediler. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nazil oldu:
Onlar ki Allah ile beraber başka bir ilaha dua etmezler ve Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Her kim de bunları yaparsa ağır cezaya uğrar. Kıyamet günü ona iki kat azap edilir. Ve muhakkak ki azapda ebedi, zelil ve hakir kalırlar. Çünkü Allah bu tevbekar müminlerin kötülüklerini iyiliklerle değiştirir. Çünkü Allah affedicidir, merhametlidir. (Furkan/69-70)
Sonra da şu ayet nazil oldu:
Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. (Zümer/53)
Rasûlullah (s.a) konumuzla ilgili âyetin önemini şu sözleriyle vurgulamaktadır:
Ben dünyayı ve içindekileri bu âyetle değişmem.
İmam Ahmed'in rivayet ettiğine göre adamın biri bastonuna dayanmış vaziyette Rasûlullah'a gelerek şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasû-lü! Ben pek çok vefasızlık ve masiyet işledim. Ben de affedilebilir miyim?" Rasûlullah (s.a) ona sordu: "Sen Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmiyor musun?" Adam: "Evet, senin Allah'ın Rasûlü olduğuna da şehadet ediyorum" dedi. Rasûlulah bunun üzerine adama şöyle dedi: "O halde Allah senin bütün vefasızlıklarını ve günahlarını affeder."
Bu âyet-i kerimenin anlamıyla ilgili daha başka hadisler de vardır. Bu hadisler söz konusu âyetle, ne kadar büyük ve ne kadar çok olursa olsun Allah Teâlânm tevbe ile birlikte bütün günahları bağışlayacağının, hiç kimsenin Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemesi gerektiğinin kastedildiğine dalâlet eder. Çünkü rahmet ve tevbe kapısı çok geniştir.
Allah'ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keserler.
SORU: Şu âyet-i kerimenin anlamı nedir?
Ey insan ve cin topluluklara! Göklerin ve yerin çerçevesinden çıkıp geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin. Ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilirsiniz. Öyleyse rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
CEVAP: Rahman sûresinin 33. ve 34. ayeti olan bu âyetlerin anlamı şöyledir: Allah Teâlâ kâinattaki bütün insanlara ve cinlere meydan okuma üslubu içerisinde şöyle sesleniyor:
Arzın etrafından ve göklerin pencerelerinden dışarı çıkabilirseniz, ya da semavat ve arzın çerçevesinden dışarı kaçabilirseniz kaçın, ya da çıkın! Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar. Nereye giderseniz gidin, Allah'ın hükümranlık alanının dışına çıkamazsınız. Her şey O'nun-dur. O, herşeyin mâlikidir ve her şeyi kuşatmıştır.
Sizin buna ancak sahip olacağınız bir kuvvetle gücünüz yetebilir. Halbuki sizin gücünüz ve kuvvetiniz yoktur. Çünkü her şeyin sahibi ve mâliki yüce Allah'tır.
İbn Kesir, Tefsirinde şöyle der:
Onlar Allah'ın emrinden ve kudretinden kaçamaz, O'nun hükmünden kurtulamazlar. Nereye giderlerse gitsinler Allah onları kuşatır ve Allah onların üzerinde egemendir.
İbn Kesir, bunun kıyamet gününde haşr/toplanma yerinde olacağı görüşünedir. Çünkü melekler o gün bütün yaratıkların etrafını her taraftan yedi sıra halinde kuşatmışlardır. Allah'ın izni ve emri olmadan hiç kimse kaçamaz. Bu emir onlara nereden gelecek?! Allah kendi saltanatı önünde onların çaresizliklerini ortaya koymak istiyor.
SORU: Duha sûresini tefsir edermisiniz?
CEVAP: Allah Teâlâ Dûha sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Kuşluk vaktine ve sükûna erdiğinde geceye andolsun ki, rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı. Gerçekten senin için âhiret dünyadan daha hayırlıdır. Pek yakında rabbin sana verecekte hoşnut olacaksın. O, seni yetim bulup barındırmadı mı? Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi? Öyleyse yetimi sakın ezme. El açıp isteyeni de sakın azarlama, rabbinin nimetini minnet ve şükranla an.
Allah Teâlâ, Rasûlü için kuşluk vaktine yemin ediyor. Duha, gündüzün aydınlığı demektir. Karardığı, sükûne erdiği ve karanlığı iyice koyulaştığı zamanki geceye de yemin ediyor. Bunun akabinde de rabbinin ona yardımcı olacağına dair teminat veriyor; birbirine küsenler gibi rabbi ona küsmedi, onu terketmedi ya da ona kızıp öfkelenmedi. Şüphesiz ki âhiret -ki âhiret Allah Teâlâ'nın yanında olan şeylerdir-Allah'ın Rasûlü için dünyadan ve gelip geçici dünya metaından daha hayırlıdır. Allah'ın onun için ahirette kendi katında hazırladığı şeyler dünyada verdiği iyiliklerden daha çoktur ve daha büyüktür. Allah Teâlâ ahirette ona o kadar çok şey verecek ki nail olduğu bu büyük lütuf sebebiyle fazlasıyle memnun kalacaktır. Bunların başında da ümmeti hakkındaki şefaati vardır.
Sonra Allah Teâlâ Rasûlüne verdiği bazı nimetleri hatırlatıyor: O bir yetim idi, onu barındırdı ve zengin etti. Ona barınak temin etti, güçlendirdi ve kuvvetlendirdi. Allah Teâlâ, Peygamberini peygamber olmadan önce peygamberliğin işaretlerinden ve şeriatin hükümlerinden habersiz, ve şaşkın bir halde buldu ve onu nübüvvete ve şeriat ahkamına ulaştırdı. Onu sapık bir toplum içinde buldu ve onların arasından kendisine tevhidin ve nübüvvetin yolunu gösterdi. İnsanlar arasında bilinen önemli bir şahsiyet haline getirdi. Allah Teâlâ onu fakir bir halde buldu ve onu zengin etti. Kendisine verdiği rızık ve mevki ile onu hoşnut etti.
Allah Teâlâ Peygamberine, verdiği bu nimetler için kendisine teşekkür etmesini, ihtiyacını arzeden kimseyi azarlamamasını emretti, Bu kişi kendisinden mal da isteyebilir, bilgi veya yardım da isteyebilir, Ona ya istediğini verir, ya da onu söz veya herhangi bir işaretle azarlamadan yumuşak bir cevapla geri çevirir. Allah Teâlâ, Peygamberine rabbinin verdiği nimetleri minnet ve şükranla anmasını emretti. Ona peygamberliği, Kur'an'ı ve bütün hayırları bahşetti. Verdiği bu sayısız nimetlerden dolayı O'na davranışlanyle ve sözleriyle teşekkür etmesi gerekir.
SORU: Kur'an'daki Mekki ve Medeni sûreler arasında ne fark vardır?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim, Mekkî ve Medeni sûreler diye iki kısma ayrılır. Mushaftaki sûrelerin başında buna işaret edildiğini görürüz. Her sûrenin başında onun Mekki ya da Medeni olduğu yazılıdır. O sûrenin içinde başta belirtilenlerden farklı bir veya bir kaç âyet bulunduğu zaman buna işaret edilir. Malumdur ki Kur'an'daki sûrelerin sayısı 114'dür. Mekki sûreler, Mekke veya civarında veya yakınında ya da Rasûlullah'ın (s.a) Mekke'den Medine'ye hicretinden önce nazil olan sûrelerdir. Medeni sûreler ise Medine ve civarında, ya da hicretten sonra nazil olan sûrelerdir. Kur'an-ı Kerim'in 85 sûresi Mekke'de nazil olmuştur. Bunlar Mekki olarak bilinen sûrelerdir. 29 tanesi de Medine'de nazil olmuştur, bunlar da Medeni diye bilinen sûrelerdir. Bu ikisinin toplamı 114 sûredir. Bu da, belirttiğimiz gibi Kuran-ı Kerim sûrelerinin toplam sayısıdır.
Mekki sûreler genellikle Allah'ın birliğinin isbatı, sapık putperes-liğin tartışılması, insanların şirkten uzaklaştırılması, akılların, vicdanlar ve gönüllerin günah ve hatalardan ve insanları saptıran kör taklitten kurtuluşa çağrılması gibi konular üzerinde yoğunlaşır.
Medeni sûreler ise genellikle fıkhi ve içtimai hükümlerin açıklanmasına, devletler arası ilişkilere, savaş ve barış hukukuna, anlaşmalar ve barışa, aile ve toplum ahkamına ağırlık verir. Bu gayet normaldir, çünkü hicretten sonra Medine'de İslâm'ın bir varlığı, bir devleti ve bir
milleti olmuştur.
SORU: Şu âyet-i kerimede geçen emanet ile ne kastedilmiştir:
Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok câhildir. (Azhab/72)
Yukardaki âyette geçen emanet ile şu ayette geçen emanet arasında ne fark vardır:
Allah size, mutlaka emanetleri ehline vermenizi emreder. (Nisa/58)
CEVAP: Alimler buradaki emanet'e çeşitli anlamlar vermişlerdir. Bunun kelimeyi tevhid, yani "Lâilahe ilallah" olduğunu veya adalet ya da akıl olduğunu söylemişlerdir. Râgıb el-İsfehâni buradaki emanetin akıl olduğu görüşünü tercih etmiştir. Çünkü ona göre bu, bütün görüşleri içine alır. el-İsfehâni emanetten söz ederken şöyle demiştir: Aklın mevcudiyeti ile birlikte tevhid anlaşılabilir ve bilinebilir, adaletin icra edilebilmesi, hatta insanın adaleti tanıyabilmesi ve öğrenebileceğini öğrenmesi ancak akılla mümkündür. İnsanın diğer yaratıklara üstünlüğü de akılla ortaya çıkar.
Ahlâku'l-Kur'an isimli kitabımın 2. cilt 16. sahifesinde emanetin anlamı konusunda en kuvvetli görüşün, bu kelimeyle bütün sorumlulukların ve Allah'ın mükelleflere tevdi ettiği yürürlükteki hukukun kastedildiği görüşü olduğunu belirtmiştim. Allah bunların uygulanmasını mükelleflere emanet etmiş, bu hükümlere güzel bir şekilde itaat edip bağlanmalarını onara vâcib kılmış, bunların herhangi bir şekilde ihlal edilmeksizin eda edilip muhaza edilmesini ve gözetilmesini emretmiştir.
Allah Teâlâ Nisa sûresinde: "Emanetleri mutlaka ehline vermenizi emreder" buyurduğuna göre emanetler, onların faziletine ve önemine uygun bir şekilde eda edebilecek ehliyette olan kimselere verilirler. Böylece onlarda insanların haklarına riayet ederler. Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi olarak rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) Mekke'yi fethettiği zaman Osman ibn Talha'yı çağırdı. Kabe'nin anahtarları Osman'ın sorumluluğunda idi. Osman geldiğinde Peygamber (s.a) ona dedi ki: "Bana Kabe'nin anahtarını göster." Osman Kabe'nin anahtarına elini uzatırken Abbas ibn Abdulmuttalib hemen atıldı ve şöyle dedi: "Anam babam sana feda olsun ya Rasûlullah! Su dağıtma göreviyle birlikte bunu da bana ver!"
Osman, anahtarların kendisinden alınacağı korkusuyla onları elinde tuttu. Peygamber (s.a) ona dedi ki: "Anahtarı ver ya Osman!" Osman şöyle diyerek anahtarı Hz. Peygamber'e teslim etti: "Allah'ın emaneti olarak al." Rasûlullah ayağa kalktı, Kabe'yi açtı, onu temizledi, dışarı çıktı ve Beyt'i tavaf ettikten sonra Osman'ı çağırarak anahtarı ona teslim etti, sonra da bu âyeti okudu:
Allah emanetleri mutlaka ehline vermenizi emreder.
SORU: Bazı müslümanlar bir hocanın yardımıyle Kur'an öğreniyorlar. Bu hoca baştan sona kadar Kur'an'ı tefsir ediyor. Kur'an'ın hatmedilmesinden sonra hoca, Kur'an'ı öğrenenlerin başına, bir sığır ya da bir ücret karşılığında bir sarık bağlıyor. Böylece onlar da birer hoca oluyorlar. Bu uygulamanın İslâm'daki durumu nedir?
CEVAP: Kur'an-Kerim yüceler yücesi Allah Teâlâ'nın kitabıdır. Ona gerekli ihtimamı göstermek gücü yeten her müslümanın üzerine kesin bir farzdır. Müslümanların Kur'an'ı öğrenmeleri üzerlerine düşen bir görevdir. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve Öğreteninizdir. Yine Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
Kur'an, Allah'ın bir ziyafetidir. Allah'ın bu ziyafetinden alabildi-ğinizce alınız.
Sözü edilen hocanın Kur'an'ı öğretmesi güzel bir çalışmadır ve sevabını Allah verecektir, Güzel bir niyetle ve tamamen ihlasla bu çalışmaya devam ettiği sürece Allah onu mükafatlandıracaktır. Ehil olduğu ve becerebildiği müddetçe yeterli bilgi ve tecrübesi de varsa hafızlığa çalıştırmasının yanında tefsir öğretmesinde de bir sakınca yoktur. Kur'an'ı hatmeden bir müslümanın başına hocası tarafından sarık bağlanması İslâm toplumunda bilinmeyen ve yaygın olmayan bir âdettir. Fakat bununla beraber maksat, Kur'an'ı ezberleyip öğrenenlerin kıymetine dikkat çekmek veya başkalarını da bu onurlu yarışa katılmaya teşvik etmek ise bunda bir sakınca yoktur.
Her ne kadar bu faaliyetleri yapan kimseler zengin ve muhtaç olmadıkları müddetçe ücretsiz olarak yapmaları daha faziletli ise de bazı fıkıhçılar bir kimsenin bütün vaktini Kur'an öğretimine verdiği takdirde karşılığında ücret almasına cevaz vermişlerdir.
Fakat bir adamın sadece başına bir sarık konuluvermesiyle hoca olmasına gelince bu tartışmaya açık bir konudur. Bir kişi ilim sahibi olmadan, fetva verecek duruma gelmeden de Kur'an'ı ezberlemiş olabilir. Hatta öyle hafızlar vardır ki hafızlığın kıymetini bilmez ve Kur'an'ı korumada gerekli ihtimamı göstermezler. Bu sebeble de Allah onu Kur'an'ın bereketinden ve hayrından mahrum bırakır.
Ancak bir kimse hem hafız olur, hem de Kur'an'ı anlar, dini konularda ilim sahibi olur ve Allah'ın Kitabıyla amel ederse, bilinen örfe göre bu kişi hem kendisine saygı gösterilsin diye, hem başkalarına da teşvik olsun diye hocalık vasfına hak kazanır.
SORU: "Allah dilediğine hesapsız nzık verir" âyetinin anlamı nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurur:
İnkar edenler için dünya hayatı güzel görünür. (Bu yüzden) onlar iman edenler ile alay ederler. Oysa ki Allah'a karşı gelmekten sakınanlar kıyamet gününde onların üstünde olacaklardır. Allah dilediğini hesapsız şekilde nzıklandırır. (Bakara/212)
Âl-i İmran sûresinde de şöyle buyurur:
Rabbi Meryem'e hüsn-i kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya'yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriya, onun yanına, mabede her girişinde orada bir rızık bulur ve "Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?" der, o da: "Bu, Allah tarafın-dandır. Allah, dilediğine sayısız nzık verir" derdi. (Al-i Imran/37)
Nûr sûresinde ise şöyle buyurur:
Çünkü (o günde) Allah, onları yaptıklarının en güzeli ile mükafa-atlandıracak, lütfundan onlara fazlasıyla verecektir. Allah, dilediğini hesapsız şekilde nzıklandırır. (Nûr/38)
Zümer sûresinde de şöyle buyurur:
Ey Muhammedi Şöyle de: "Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere mükafaatları hesapsız olarak ödenecektir." (Zümer/10) Gafir sûresinde şöyle buyurulur:
Kim bir kötülük işlerse onun kadar ceza görür. Kim de kadın veya erkek, mümin olarak faydalı bir iş yaparsa, işte onlar, cennete girecekler, orada onlara hesapsız rızık verilecektir. (Gafir/40)
ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs isimli eserinde "Allah dilediğine hesapsız nzık verir" âyeti hakkında söylenilen şeyleri sıralar ve bu âyetin, Allah onlara kısmadan ve sınırlamadan rızık verir, anlamına geldiğini söyler. Çok harcama yapan ve yaptığı harcamayı hesap etmeyen bir kimse hakkında, filan şahıs hesapsız harcama yapıyor, deriz. Bunun tefsirinde değişik görüşler söylenmiştir. Bazıları: "Hiç kimsenin rızkından ek-siltmeksizin nzık verir" anlamına gelir demişlerdir. Bazıları: "Hesaba çekilmeyecek şekilde" demişlerdir. Yani hiç kimse verilen rızıktan dolayı hesaba çekilme korkusu taşımayacaktır. Bir görüşe göre de insan bu nzkın kendisine geldiğini takdir edemeyecek, yani rızkın kendisi için olduğunu hesap edemiyecek.
İbnu'l Cevzî'nin tefsirinde bu kelimenin anlamıyla ilgili iki görüş zikredilir. Birincisi: Allah; dilediğine geniş ve sınırsız rızık verir, demektir. İkinci manası, Allah dilediğine ahirette hesaba çekmeyeceği rızık verir, demektir.
Menar Tefsiri'nde "Allah dilediğine hesapsız şekilde rızık verir" âyetinin anlamı şöyle izah edilir: Yani rızık verdiği kimsenin imanına, takvasına, inkarına ve günahına bakmaksızın verir.
Bir başka yoruma göre de bu, rızkın genişliğinden, çokluğundan ve sınırsız oluşundan kinayedir. Mesela çok harcama yapar anlamında "hesapsız harcama yapar" derler. Bunun anlamı, nzıkları yaratmak suretiyle dünyada nimetlerini herkes için yayması ve insanları bu nimetleri kazanacak güçte yaratmasıdır.
Bir görüşe göre de Allah'ın rızık vermesi hususunda hiç kimse O'na hesap soramaz, demektir; O, hiç kimseye hesap vermeksizin ve hiç kimseye müracaat etmeksizin yaratan ve rızık verendir, takdir edip yol gösterendir. Kur'an dünyadaki rızık için çalışmayı şart koşmamış-tır; miras, bağış ve vasiyet yoluyla da rızık gelebilir. Ahiret için imanla birlikte çalışmayı da şart koşmuştur. Nitekim bunu, yani ahireti sadece günahlardan sakınanlara, Allah'tan korkanlara tahsis etmiştir. Sonra Allah'ın verdiği nimetlerin çok bol ve herkes için serili olduğu zikredilmiştir. Allah Teâlâ bu konuda bir sınırlama getirmemiştir. Ciddi ve çok çalışan için de, eksik ve az çalışan için de bunun karşılığı vardır.
Hesabın burada bir başka anlamı daha vardır ki o da ummak ve kul tarafından takdir edilmek demektir. Nitekim Talak sûresinde şöyle buyurulur:
Kim Allah'dan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir.
Bu âyette beklemediği, ummadığı yer anlamını "min haysu la yahtesib" cümlesi ifade eder.
Fi Zilâli'l-Kur' an tefsirinde bu âyet şu şekilde yorumlanır:
(Allah dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır). O, ihsan eden ve bağışlayan Allah'tır. Dilediğine ihsanlarını sel gibi akıtır. İhsanlarının hazinedarı ve kapıcısı yoktur. O, hikmetinin gereği olarak bazen kâfirlere dünya hayatının ziyneti olacak şeyleri verir. Fakat bu, onlarda bir üstünlüğün bulunduğunu asla göstermez. O, dilediği seçkin kullarına ya dünyada, ya da âhirette ihsanda bulunur. İhsanların/nimetlerin hepsi O'nundur. Fakat seçkin kulları için seçtiği şeyler hem ebedî, hem de daha üstündür. Hayatta şu iki insan tipi daima görülecektir: Değer yargılarını, ölçülerini ve düşüncelerini Allah'tan alan müminler... bu tavırları onları dünya hayatının değersiz şeylerinden, çocuksu isteklerinden, gelip geçici arzularından uzaklaştırıp yüceltir ve bununla hakiki insanlıkları tahakkuk eder, böylece hayatın kulu-kölesi değil, efendisi olurlar. Dünyada daima görülecek olan diğer insan tipi ise kâfirlerdir. Bunlara dünya hayatı güzel görünür. Dünyanın malına ve değerlerine köle olurlar. İhtiyaç kementleri onları dünyanın çamruna bağlamış olduğundan, ona yapışıp kalırlar ve bir türlü ordan çıkamazlar.
O aşağılık insanlara ne kadar dünya metâı ve zenginliği verilirse verilsin mü'minler onlara yüksekten bakmaya devam edeceklerdir. Bu aşağılık insanlar kendilerine Allah tarafından ihsan ve iltifatta bulunulduğuna, müminlerin de bunlardan mahrum bırakıl-
dıklarına inanırlar ve iddia ederler. Bu sebeple bazen onlara acır, bazen de onlarla alay ederler. Halbuki asıl acınacak ve ağlanacak halde olanlar kendileridir.
SORU: Âl-i İmran sûresi 112. âyet sadece Rasûlullah'ın (s.a) yaşadığı döneme mi hitabediyor, yoksa bu hüküm bütün çağlar için geçerli midir?
CEVAP: işaret edilen âyet, Al-i imran süresindeki yahûdilerden söz eden şu âyettir:
Onlar (yahudiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah'ın ahdine ve insanların (mü'minlerin) himayesine sığınmadıkça kendilerine zillet (damgası) vurulmuştur; Allah'ın hışmına uğramışlar ve miskinliğe mahkum edilmişlerdir. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Bu da, onların isyan etmiş ve haddi aşmış olmalarındandır.
Menar tefsiri bu âyet-i kerime hakkında çok uzun bir açıklama yapmıştır. Arzu edenler ve faydalanmak isteyenler bakabilirler. Fakat Fi Zılâlil-Kur' an tefsirinde bu âyet-i kerîme, sorunun cevabını da anlayacağımız çok veciz bir şekilde izah edilmiştir. Fi Zilali'l-Kur'an'da bu âyet-i kerimeyle ilgili olarak şu ifadeler geçmektedir:
"Onlara aşağılık (zillet) damgası vurulmuştur" ve sonlan bu şekilde takdir edilmiştir. Onlar her yerde aşağılık bir durumdadırlar. Allah'ın ve müslümanlann himayelerinin dışında, kendilerini hiçbir şey kurtaranıamaktadır. Müslümanlara sığındıkları zaman kanları ve mallan gereği gibi korunur, huzur ve güven bulurlar. Nitekim yahudiler, o zamandan beri ancak müslümanlann zimmetinde/himayesinde bu güveni bulabildiler. Fakat yahudiler buna karşılık olarak yeryüzünde kimseye yapmadıkları haksızlıkları müslümanlara yaptılar. "Bu yüzden Allah'ın gazabını hak etmişlerdir." Sanki yolculuklarından bu gazabı yüklenerek dönmüşlerdir. Ayrıca onlara "aşağılık damgası vurulmuştur." Aşağılık duygusu onların vicdanlarında yaşamakta, bilinçlerinde gizlenmektedir.
Bütün bunlar bu âyetin inmesinden sonra meydana gelmiştir. Yani ne zaman müslümanlarla ehl-i kitap arasında bir savaş olmuşsa, müslümanlar dinlerini korudukları, inançlarına sarıldıkları, hayatlarında ilahî sistemi uyguladıkları sürece Allah müslümanlara zafer nasip etmiş, düşmanlarına ise alçaklık ve aşağılık takdir etmiştir. Ancak müslümanların koruması altına girdikleri ya da müslümanlar onları dinlerinde serbest bıraktıkları zaman bu zilletten kurtulmuşlardır.
Kur'an-ı Kerim yahudilerin yazgısının bu şekilde olmasının sebebini de açıklamaktadır ki bu sebep geneldir ve hangi dinden olursa olsun bütün milletler için geçerlidir: "Bunun sebebi, onların Allah'ın âyetlerini inkar etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleridir. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve haddi aşmalarıdır."
Allah'ın âyetlerini ister tümüyle inkar etme, ister bu âyetlerin hakemliğine başvurmama ve hayatta uygulamama şeklinde olsun Allah'ın âyetlerini tanınmaması, peygamberlerin ya da sûrenin diğer bir âyetinde geçtiği gibi, adaleti emreden insanların öldürülmesi, isyan ve aşırılık, evet bütün bunlar Allah'ın gazabına, bozguna, zillet ve meskenete sebep olan davranışlardır.
SORU: Nebe sûresinin ilk on âyetini tefsir edermisiniz?
CEVAP: Allah Teâlâ Nebe sûresinin başında şöyle buyuruyor:
Birbirlerine neyi soruyorlar. Üzerinde anlaşmazlığa düştükleri büyük haberi mi? Hayır! Anlayacaklar! Yine hayır! Onlar anlayacaklar! Yeryüzünü bir döşek, dağlan da birer kazık yapmadık mı? Sizi çifter çifter yarattık. Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Geceyi bir örtü yaptık. (Nebe/1-10)
Bu âyetlerin anlamı şöyledir: Onlar birbirlerine hangi şeyi soruyorlar? Üzerinde ihtilaf ettikleri büyük haberi mi? Onlar bu haberde birbirleriyle anlaşmazlığa düşüyorlar; kimisi inanıyor bu habere, kimisi de inanmıyor. Halbuki bu, büyük bir haberdir. Sizler ondan yüz çeviriyorsunuz. Kur'an-ı Kerim büyük bir haber ve kıssadır.
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre yahudiler Rasûlullah'a gelip pek çok şey sordular. Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e yahudilerin ihtilaf ettiklerini bildirdi. Sonra onları tehdit etti ve şöyle dedi: "Hayır! Anlayacaklar!" Yani Kur'an'ın akıbetini anlayacaklar. Ya da öldükten sonra dirilmenin doğru mu, yalan mı olduğunu anlayacaklar. Ayette geçen Kelîa (hayır) kelimesi, onların öldükten sonra dirilmeyi inkar etmelerini ya da Kur'an'ı yalanlamalarını reddir. "Yine hayır! Onlar anlayacaklar." Yani Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiğinin doğru olduğunu, ya da onlara anlattığı öldükten sonraki dirilmenin doğru olduğunu yakında gerçekten anlayacaklar.
"Yeryüzünü bir döşek yapmadık mı?" Bu, Allah'ın yeniden diriltmeye gücünün yeteceğine dair onlara bir delildir. Yani bütün bunları yoktan varetmek, tekrar yaratmaktan daha büyüktür. Mihad, döşek demektir. Yeryüzü onlar için bir çocuğun beşiği gibidir. Bu beşik veya döşek onun için açılır, hazırlanır ve onun üzerinde uyur. Dağlar birer kazıktır, yani yeryüzü üzerindekilerle birlikte bir tarafa meyletmesin, sükûnet ve istikrar bulsun diye bu dağlar yerleştirilmiştir. "Sizi çifter çifter yarattık." Sizi erkek ve dişi olarak sınıf sınıf yarattık. "Uykunuzu bir dinlenme kıldık." Bedenlerinizi onunla istirahat ettirdik. "Geceyi de örtü yaptık." Yani geceyi sizin için sükûnet kıldık.
SORU: Zâriyat sûresinin ilk altı âyetinin anlamı nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ Zâriyat sûresinin başında şöyle buyurur: Esip savuran rüzgarlara, yağmur yüklü bulutlara, kolayca süzülen gemilere ve işleri yürüten meleklere andolsun ki size vaadedilen kesinlikle doğrudur ve kıyamet mutlaka kopacaktır.
Bu altı âyette Allah Teâlâ çok sayıda şeye yemin ediyor. Rivayet edildiğine göre bir seferinde Hz. Ali minbere çıktı ve şöyle dedi: "Bana Allah'ın kitabından ve Peygamberin sünnetinden ne sorarsanız sorun cevap vereceğim."
Birisi şöyle sordu: "Ey mü'minlerin emiri! "Ve'z-zâriyati zervan" âyetinin anlamı nedir?"
Hz. Ali şöyle dedi: "Bu rüzgar demektir." Adam yine sordu: "Fe'l-hâmilâti vikren ne demektir?" Hz. Ali: 'Buluttur' dedi. Adam yine sordu: "Fe'1-câriyâti yüsran ne demektir?" Hz. Ali: 'Gemilerdir' dedi. Adam yine sordu: "Fe'1-mukassimati emran ne demektir?" Hz. Ali şöyle cevap verdi: 'Meleklerdir.'
Yine rivayete göre bir adam Hz. Ömer'e gelir ve der ki: "Ey mü'minlerin emiri! Bana ve'z-zâriyati zervan'ın anlamını söyle!" Hz. Ömer (r.a) şöyle der: "Onlar rüzgarlardır. Bunu ben Rasûlullah'tan (s.a) işitmemiş olsaydım söylemezdim."
Adam: "el-Mukassimati emran"m anlamı nedir?" diye sorduğunda, Hz. Ömer şöyle der: Onlar meleklerdir. Bunu ben Rasûlullah'tan (s.a) işitmemiş olsaydım söylemezdim."
Adam: "Bana ve'1-câriyâti yüsran'ın anlamını söyle!" der.
Hz. Ömer şöyle der: "Onlar gemilerdir. Bunu ben Rasûlullah'tan (s.a) işitmemiş olsaydım söylemezdim."
Müfessirler zariyat'm rüzgar, hâmilâî'm suyu taşıdığı için rüzgar, câriyat'm kolayca yüzen gemiler ya da yıldızlar mukassimat'm da Allah'ın emirleriyle inen melekler olduklarını söylemişlerdir.
Allah Teâlâ vaadettiğinin doğru bir haber olduğuna ve insanların mutlaka hesaba çekileceklerine dair bunlarla yemin etmiştir.
SORU: Dünya üzerinde mushafın en eski nüshası nerede, hangi devlette ve hangi şehirde bulunmaktadır?
CEVAP: Râşit halifelerin üçüncüsü olan Hz. Osman'ın döneminde yazılan mushaf, ilk Kur'an nüshasıdır. Bildiğimiz kadarıyla bunlardan bir tanesi Mısır'da, Dâru'l-Kütübi'l-Mısrıyye'de, Kahire şehrinde bulunmaktadır, bir tanesi de Türkiye'de İstanbul şehrinde bulunmaktadır.
Önemli olan şunu bilmemizdir: Kur'an'ın bütün sûreleri, âyetleri ve kelimeleri zamanımıza kadar mütevatir olarak gelmiştir. Müslümanlar onu nesilden nesile aktarmışlardır. Babalar çocuklara, çocuklar torunlara onu öğretmişler ve onu asırlar boyunca miras olarak birbirlerine aktarmışlardır. Kur'an'ın en güzel şekilde olunmasına, ezberlenmesine, tefsir edilmesine ve diğer yönlerine son derece önem vermişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Şüphesiz ki Kur'an'ı biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız. (Hicr/9)
SORU: Bir kimsenin namaz esnasında içerisinde Kur'an âyetlerinin olduğunu bilerek korunmak maksadıyla üzerinde muska taşıması caiz midir?
CEVAP: Müslümanların şunu bilmesi gerekir ki Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'i âlemlere bir nur ve ışık olsun ve insanları Allah'ın yoluna ve sırat-ı müstakime eriştirsin diye indirmiştir.
Kitabımızın daha önceki bir bölümünde Kur'an'ın indiriliş gayesinin insanların onu boyunlarına ve göğüslerine bir muska olarak takmaları olmadığını, fakat onun bir inanç, şeriat ve düstur olması için indirildiğini söylemiştim. Muhtemeldir ki şu âyet-i kerimeden bu da anlaşılmaktadır:
Kur'an'dan mü'minlere rahmet ve şifa olan şeyler indiriyoruz. (İsra/82)
Maksat; müslümanın Kur'an âyetlerini hatırlaması, ya da manalarını aklına getirmesi olduğu zaman bir kimsenin Kur'an-ı Kerim'i veya ondan bir parçayı üzerinde taşımasında bir sakınca yoktur, hatta bu, Allah'ın rızasını kazanmanın yollarından birisi olur. Burdan anlıyoruz ki bir kimsenin namaz kılarken, içerisinde Kur'an'dan bir şeylerin bulunduğu bir sayfayı taşıması onun namazını bozmaz. Bilelim ki en hayırlı koruyucu Allah'tır.
SORU: Kur'an okumanın en güzel yolu nedir? Doğru bir okuyuşa ulaştıracak kitap hangisidir?
CEVAP: Allah Teâlâ Müzzemmil sûresinde şöyle buyuruyor: Kur'an'ı tertil ile (tane tane, ağır ağır) oku.
En iyi Kur'an okuma şekli bir kimsenin onun harflerini yerli yerine çıkarmaya çabalaması, yüce Kur'an'ı anlayarak, düşünerek, ibret alarak ve yavaş yavaş okuması, durulacak ve geçilecek yerleri gözetmesi ve kelimelerini hatalı bir şekilde bölmemesi, idğam, ihfa ve izhar gibi tecvit kurallarına dikkat etmesidir. Böyle bir okuyuş, genellikle bir eğitim sonucu elde edilir. Kur'an'm doğru okunuşunu babalarımız kendi babalarından öğrenmişlerdir. Bize de bunu onlar öğretmişlerdir. Bunu kendi çocuklarımıza öğretmek de bizim görevimizdir. Bundan sonra da böylece devam etmelidir.
Kur'an okumayı öğrenmenin yollarından birisi de bir insanın onu tane tane yazılmış ve işaretli (noktalı ve harekeli) bir mushaftan dinleyip takibetmesidir. Bir insan bu konuda hangi çabayı gösterirse göstersin, gösterdiği her çabanın Allah katında bir sevabı ve karşılığı vardır.
SORU: Hayızlı kadın'ın Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerif okumasının hükmü nedir?
CEVAP: Cünüp olan bir kimsenin bir âyet bile olsa Kur'an okuması haramdır. Hayız ve nifas halindeki bir kadının da Kur'an okuması haramdır. Ebu Dâvud ve Tirmizî'nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Hayızlı ve cünüp kimse Kur'an'dan hiçbir şey okumasın.
Nesei ve Tirmizî'nin Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamberi cünüplükten başka hiçbir şey Kur'an okumaktan alıkoymazdı.
Rivayete göre Said ibn el-Museyyeb, cünüp olan kimsenin Kur'an okumasını caiz görür ve "Kur'an zaten onun kafasında değil mi?" derdi.
Hatırlamamız gerekir ki fıkıhçılar, cünüp, abdestsiz, hayızlı ve ni-faslı bir kimsenin Kur'an'a dokunmasının haram olduğunu söylemişlerdir. Bu durumdaki kişilerin, ancak bir kese veya kılıf gibi bir şeyin dışından mushafa dokunabileceklerini söylemişlerdir. Dâvud ez-Zahi-ri, hayızlı ve cünübün Kur'an'a dokunabileceği görüşündedir. İbn Ab-bas, Şa'bi, Dahhak ve Dâvud da abdestsiz olan kimsenin Kur'an'a dokunabileceği görüşündedir.
SORU: "Allah'tan sakının, Allah size öğretiyor" ayetinin anlamı nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Bir katip onu aranızda adaletle yazsın. Hiçbir katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (herşeyi olduğu gibi) yazsın. Borçlu olan kimse de yazdırsın, Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramaya-cak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın olsun. Çağrıldıkları vakit şahitler gelmezlik etmesin. Borç büyük veya küçük olsun, onu vadesiyle beraber yazmaya üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şe-hadet için daha sağlam ve şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. Ancak aranızdaki alışveriş peşin olursa, onu yazmamanızda size bir sorumluluk yoktur. Alış-veriş yaptığınızda da şahit tutun. Ne yazan, ne de şahit zarara uğratılsın. Eğer zarar verirseniz şüphe yok ki bu, sizin yoldan çıkmanız demektir. Allah'tan korkun, Allah size (gerekli olanı) öğretiyor. Allah herşeyi bilmektedir. (Bakara/282)
Bu âyet-i kerime müfessirler arasında "müdayene âyeti" ismiyle meşhurdur. Kur'an-i Kerim'in en uzun âyetidir. Bu âyet-i kerime müminlerin aralarında veresiyle alış-veriş yaptıkları zaman borçlarının vadesini ve miktarını daha iyi muhafaza etmek ve zapta geçmek için bunu yazmalarına dair Allah'ın bir irşadıdır, yol göstermesidir. Kur'an-ı Kerim âyetin sonunda "Böyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şehadet için daha sağlam ve şüpheye düşmemeniz için daha uygundur" derken buna dikkat çekmiştir. Allah Teâlâ, iki erkek veya bir erkekle iki kadını şahit göstermelerini emretmiştir. Aralarındaki borç ister az olsun, ister çok olsun tarafların bunu yazmalarım istemiştir. Kur'an, insanların şahitlikten kaçmamalarını ve şehadeti gizlememelerini, şahide ve katibe herhangi bir zarar verilmemesini istemektedir. Kur'an, bundan sakındırmaktadır. Çünkü zarar vermek ve hakikati gizlemek her ikisi de günah ve yoldan çıkmadır.
Ayet-i kerime daha sonra "Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor" demiştir. Bunun anlamı şudur: Rabbinizden korkun, O'nun rızasını gözetin, emrine uyun, ve O'na karşı gelmekten sakının,
Kur'an başka bir yerde şöyle demektedir:
Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırd edecek bir anlayış verir. (Enfal/29)
Bir başka âyette de şöyle der:
Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve Peygamberine inanın ki, O size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin. (Hadid/28)
Sözü edilen âyet-i kerime "Allah her şeyi bilmektedir" diye sona erer. Yani işlerin gerçek yüzünü ve sonuçlarını bilir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O'nun ilmi herşeyi kuşatmıştır. Âyetin anlamı şudur: Size emrettiği ve size yasakladığı herşeyde Allah'tan korkun. Allah size, işlerinizi nasıl yapacağınızı, mallarınızı nasıl koruyacağınızı ve aranızdaki bağları nasıl kuvvetlendireceğinizi öğretmektedir.
SORU: Kur'an-ı Kerim ne zaman cem edilip bir mushaf haline getirildi?
CEVAP: Sünnet kaynaklarında sabit olunduğuna göre Kur'an-ı Kerim birinci halife Hz. Ebubekir zamanında cemedilmiştir. Çünkü Ye-mame harbinde yüzlerce sahabi şehit olmuştu. Hz. Ömer bunun akabinde Hz. Ebubekir'in yanma gelerek ona şöyle dedi: "Yemame harbinde bir çok kurra (Kur'an okuyucusu) öldürüldü. Bu tür felaketlerin bundan sonra da pek çok yerde tekrar etmesinden ve kurraların çoğunun yok olup gitmesinden korkarım. Kur'an'ın cem edilmesini emredersen iyi olur düşüncesindeydim." Aralarındaki bu konuşma Hz. Ebubekir'in gönlü bu işe yatıncaya kadar devam etti. Nihayet Hz. Ebubekir Zeyd ibn Sâbit'i çağırıp dedi ki: "Sen genç ve akıllı bir adamsın. Seni yalancılıkla itham edecek kimse yoktur. Hz. Peygamberin vahiy katipliğini de yaptın. Kur'an'ı araştır, bulduğun âyetleri ve sûreleri bir araya getirip cemet." Zeyd dedi ki: Vallahi eğer bana bir dağın taşınmasını teklif etseydiniz Kur'an'ı cem etmek hususunda bana emrettiğiniz şeyden daha ağır gelmezdi". Zeyd daha sonra Kur'an'ı yazılı olduğu hurma dallarından, beyaz taşlardan ve insanların ezberlerinden toplamaya başladı. İnsanlar arasında Kur'an'ın ilk defa Hz. Osman zamanında cem edildiği kanaati vardır. Bu doğru değildir. Çünkü Kur'an âyetlerini tek bir mushafta ilk defa koplayan Hz. Ebû Bekir'dir. Daha sonra Hz. Osman kıraatte ihtilafların ortaya çıkmasından korktuğu zaman mushafm çoğaltılmasını emretti. Hz. Osman'nın gayesi Kur'an'ı bir mushafta toplamak değil, insanları, Hz. Peygamber'den (s.a) geldiği bilinen sabit kıraatlerin etrafında toplamak ve bunun dışındaki okuyuş şekillerini ortadan kaldırmaktı. Bunun anlamı şudur: Kur'an'ı ilk defa cemeden Hz. Ebû Bekir'dir, Hz. Osman'ın zamanında yapılan ise sûrelerin tertibidir.
Hz. Osman bu mushaftan dört tane yazdırdı. Her bir bölgeye bir tanesini gönderdi. Birini Küfe'ye, birini Basra'ya, diğerini Şam'a gönderdi. Bir tanesini de kendi yanında bıraktı. Bir görüşe göre de yedi tane yazdırdı ve Mekke, Yemen ve Bahreyne de gönderdi. Birinci görüş, imamlar arasında daha kuvvetlidir.
SORU: Şu âyet-i kerimeyi nasıl anlayacağız?
Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye bir çıkış yolu sağlar ve ona beklemediği yerden nzık verir. Allah'a tevekkül eden kimseye O yeter. Allah emrini yerine getirendir.
Bu âyetle, pek çok örneğini gördüğümüz takva sahibi fakirlerin ve Allah'a tevekkül ettiği halde hayatın sıkıntılarından kurtulamayanların durumunu nasıl uzlaştıracağız?
CEVAP: Müfessir İbn Ebi Bekir ibn Abdilkadir er-Râzi Talak sûresinin yukarıdaki âyetiyle ilgili bu sorunun cevabını vermeye çalışmıştır.
İbn Ebi Bekir er-Razi şöyle demektedir: Allah Teâlâ kendisine karşı gelmekten sakınan kimseyi dünya ve ahiretin endişelerinden kurtarır. Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Allah hem dünya şüphelerinden, hem ölümün acılarından, hem de kıyamet gününün şiddetinden bir çıkış yolu yaratır.
İbn Abbas şöyle demiştir:
Dünya ve ahiretin her türlü sıkıntısından onu kurtarır.
Doğru olan, bu âyetin genel bir anlam taşıdığıdır. Allah Teâlâ takva sahibi olan herkes için, takva sahibi olmayanları sıkıntıya sokan her şeyden bir çıkış yolu yaratır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ben öyle bir âyet biliyorum ki insanlar sadece onunla amel etseydi bu bile kendilerine yeterli olurdu.
Sonra tekrar tekrar şu ayeti okudu:
Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye bir çıkış yolu yaratır.
Takva sahiplerinin azıklarının daraltılması ve geçim sıkıntısı çekmeleri meselesine gelince, bu sıkıntı ve darlıkla birlikte yine de onlara hiç hesap etmedikleri ve ummadıkları yerlerden rızık gelir. Rızkın azaltılması da onlar için bir lütuf ve rahmettir. Çünkü böylece onların ahiretteki nasipleri artar, hesapları hafifler, Allah ile meşguliyetlerini engelleyen şeyler azalır, bolluk ve rahatlık onları yaradılış gayeleri olan ibadet ve itaatten alıkoymaz. Bu sebeple, peygamberler, veliler ve sıddıklar fakirliği zenginliğe tercih etmişlerdir.
"Kim Allah'a tevekkül ederse Allah ona yeter" ayetine gelince bunun anlamı da şöyledir: Yani, kim başına gelen musibetler konusunda Allah'a güvenirse, kendisini kederlendiren şeylerin şerrine karşı Allah ona yeter. Allah'a hakkıyle tevekkül eden bir kimsenin kaygılarını gidermeye Allah'ın kâfi gelmemesi imkansızdır. Bununla beraber bazen sıkıntı çekebilir, üzülebilir ve ihtiyacının yavaş giderildiği kanaatine varabilir ve bu kanaatini diliyle de ifade edebilir. İşte o zaman tevekkülü bozulmuş olur. Ayet-i kerimenin şu bölümü buna işaret etmektedir:
Allah, emrini yerine getirendir.
Yani Allah, hükmünü uygulayandır. O, arzusuna ulaşır, iradesini gerçekleştirir ve talep edileni yerine getirmekten aciz değildir. Allah şu sözüyle de buna işaret etmektedir:
Allah herşey için bir ölçü koymuştur.
Yani Allah, fakirlik ve zenginlik, hastalık ve sağlık, sıkıntı ve rahatlık ve benzen herşey için bir müddet ve varacağı bir sınır koymuştur. Bu müddet ve sınırdan ileriye ve geriye gitmez.
İbn Kesir ise "Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye bir çıkış yolu sağlar ve ona beklemediği yerden rızık verir" âyetini şu şekilde tefsir etmiştir:
Yani kim Allah'ın emrettiği şeyleri yapar, yasakladığı şeyleri ter-kederse Allah onun için bir çıkış yolu sağlar ve ona beklemediği yerden rızık verir.
Ebû Zer'den (r.a) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) bu âyet-i kerimeyi sonuna kadar okur sonra şöyle derdi:
Ey Ebâ Zer! İnsanların tamamı bu âyet-i kerimeyi tutsalardı onlara yeterli olurdu.
Ebu Zer diyor ki: Rasûlullah (s.a) bu âyeti okumaya başladı ve o kadar çok tekrarladı ki sonunda beni uyku bastı. Sonra şöyle dedi:
Ey Ebu Zer! Medine'den çıkarılmış olsan en yaparsın?
Bolluk ve sükûnetin olduğu yere giderim ve Mekke güvercinlerinden bir güvercin olurum.
Mekke'den çıkartüırsan ne yaparsın?
Bolluk ve sükûnetin olduğu yere, Şam'a ve Kudüs'e giderim.
Şam'dan çıkartılırsan ne yaparsın?
Seni hak ile gönderene yemin olsun ki işte o takdirde kılıcımı omuzuma alırım. (Yani çarpışmaktan başka çarem kalmaz).
Bundan daha hayırlı yapacak bir şey yok mu?
Bundan daha hayırlısı var mı?
Habeşli bir köle de olsa onu dinler ve itaat edersin. İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Kim çok istiğfar ederse Allah onun her bir sıkıntısına ferahlık verir, her bir darlığında bir çıkış yolu gösterir ve ona beklemediği, bilmediği yerden rızık verir.
Mesruk şöyle der:
Allah kendisinden hakkıyla sakının kimseye bir çıkış yolu sağlar. O kimse, Allah'ın rızkı dilerse engelleyeceğini, dilerse beklemediği ve ummadığı yerden kendisine rızık vereceğini bilir.
Mâlik el-Eşcâi, Rasûlullah'a (s.a) geldi ve ona: "Oğlum Avf esir düştü" dedi. Hz. Peygamer (s.a) ona dedi ki: "Oğluna haber gönder ve Rasûlullah senin çokça "La havle vela kuvvete illa billah" demeni emretti, de!" Düşmanları onu biryay kirişine bağlamışlardı. Bu bağ çözüldü ve Avf (kurtulup) dışarı çıktı. Bir de ne görsün; kendisini esir edenlerin devesiyle karşı karşıya bulunuyor. Hemen ona bindi ve yola koyuldu. Yolda yine onlara ait (başıboş) bir deve sürüsüyle karşılaştı. Onlara seslendi ve bunun üzerine hepsi onun peşine takıldı. Onun kapıdan seslendiğini duymaları anne ve babası için tam bir sürpriz oldu. Babası "Aaa! Vallahi bu Avf!" dedi. Karısı buna inanamadı ve hizmetçiyle birlikte kapıya koştu. Avf arkasına bakınca bir de ne görsün develerin hepsi avluya dolmuşlar. Kendi durumunu ve develerin durumunu babasına anlattı, babası ona dedi ki: "Ben Rasûlullah'a gidip develerin durumunu soruncaya kadar bekle!" Mâlik el-Eşcâi Rasûlulah'a (s.a) geldi ve ona oğlu Avf ve develerle ilgili hadiseyi anlattı. Rasûlullah (s.a). ona dedi ki: "O develeri nasıl istersen öyle yap, kendi malın gibi kullan!" Bunun üzerine şu âyet indi:
Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye bir çıkış yolu sağlar ve ona beklemediği yerden rızık verir.
İmran ibn Husayn'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
Kim Allah'a yönelirse Allah onun her tür sıkıntısını gidermeye kafidir ve onun rızkını beklemediği yerden verir. Kim dünyaya yönelirse Allah da onu dünyaya havale eder.
Abdullah ibn Abbas bir gün Rasûlullah'ın (s.a) terkisine biner. Hz. Peygamber (s.a) ona der ki: "Evlat, sana bir kaç söz belleteyim: Allah'ı (yani emir ve nehyini) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah'ı gözet ki O'nu karşında bulasın.. (Bir şey) istediğin vakit Allah'tan iste. Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile. Şunu bil ki, bütün herkes el birliğiyle sana bir menfaat temin etmek isteseler, Allah'ın sana yazdığından fazla bir şey veremezler. Yine bütün herkes sana bir zarar vermek isteseler, Allah'ın sana takdir ettiği zarardan fazlasını yapamazlar. Kalemlerin (işi bitmiş ve) kaldırılmış, sahifeler de (üzerlerindeki yazılar tamam olup) kurumuştur".
SORU: Allah Teâlâ, Eyyub (a.s) hakkında "Gerçekte biz Eyyüb'u sabırlı bir kul bulmuştuk" (Sad/44) buyuruyor. Halbuki söylediklerine göre sabır, belâ ve musibetlerin acılarından şikayeti terketmektir. Ayrıca Eyyub'un (a.s) dertlerinden şikayet-i olduğunu da biliyoruz. O halde âyet-i kerime ile bu durumu nasıl uzlaştıracağız?
CEVAP: Bu soru, er-Razi'nin Kur'an'da anlaşılmasında güçlük çekilen meseleler ve cevaplarının içinde geçer. O şöyle der:
Allah'a şikayet, sabra aykırı bir şey değildir. Allah'a şikayette, O'na bir boyun eğme, ibadet ve O'na olan ihtiyacı itiraf etmek manası olduğu için bir tahammülsüzlük olarak değerlendirilmez.
Yakub'un (a.s) şu yakarışı da bu manayı destekliyor:
Ben üzüntü ve kederimi sadece Allah'a şikayet ederim. (Yusuf/86)
Bununla beraber Yakub (a.s) şunu da söylüyor:
Artık bana düşen güzelce sabretmektir. Anlattıklarınıza karşı ancak Allah'tan yardım istenir. (Yusuf/18)
"Sabır şikayeti terketmektir" sözüne gelince bununla kastedilen, kullara şikayettir.
Eyyub (a.s) vücudunda kalbinden ve dilinden başka hastalanmadık bir yer kalmadıktan sonra, şeytanın kendi kavmini: "Eyyub şayet bir peygamber olsaydı bu bela ve musibetler başına gelmezdi. Ve Allah'a dua eder, bundan kurtulurdu" diye vesvese vererek onları fitneye düşürmesinden korktuğu için Allah'tan şifa talebinde bulundu.
Rasûlullah'ın (s.a) Allah'a yakarırken şöyle dediği rivayet edilir:
Rabbim! Sen bilirsin ki benim dilim kalbimdekilerinden farklı bir şey söylemez, kalbim gözlerimin peşinden gitmez, mâlik olduğum şeyler beni oyalamaz; yanımda bir yetim olmadıkça bir şey yemem, yanımda bir aç ve açık olmadıkça karnı tok ve üstü pek gecelemem.
Rasûlullah (s.a) bu sözlerle dua ettiği zaman Allah onu sıkıntıdan kurtarırdı.
SORU: Allah'ın gücü ve kudretine nisbetle bütün fiiller eşit olduğuna göre yeniden yaratmadan söz ederken Kur'an'ın "Bu Allah'a daha kolaydır" demesinin sırrı nedir? Fiillerin kolaylık ve zorluk açısından farklılığı bize göredir.
CEVAP: Allah Teâlâ Rûm sûresinde şöyle buyuruyor:
Önce yaratan, ölümünden sonra (insanı) tekarar dirilten O'dur. Bu, O'nun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmiştir. O, güçlüdür hakimdir. (Rûm/27)
Fahrûddin er-Razi der ki:
Yani sizin nazarınızda bir şeyi tekrarlamak, onu ilk defa yapmaktan daha kolaydır. Çünkü bir şeyi ilk defa yapan kimseye bu zor gelir. Sonra aynısını tekrar yaptığı zaman daha kolay olur. Buradaki "daha kolaydır" demek "kolaydır" anlamına gelir. Tıpkı "Allah büyüktür" anlamında "Allahu ekber" demek gibi. Ekber kelimesi mukayeseli üstünlüğü ifade ettiği halde burada mutlak büyüklük anlamına gelir.
Bir görüşe göre burada, tekrar yaratmanın Allah için ilk defa yaratmaktan daha kolay olduğu kastedilmiştir; çünkü ilk yaratma emriyodan (aşılanmış yumurtadan) başlar, bu embriyo daha sonra bir et parçası olur, sonra ete ve kemiğe bürünür, bir insan şeklini alır, sonra serpilip büyüyen bir çocuk olur ve diğer safhalardan geçer. Bunların hepsi zor şeylerdir. Halbuki tekrar yaratmada bir "Ol" emri ile düzgün bir insan ortaya çıkıverir. Bu, birincisine göre daha kolaydır.
Birinci görüş daha doğrudur ve bu hususta şöyle deriz: O daha kolaydır; muhtemeldir ki bunun sebebi şudur: İlkinde parçaların yaratılması ve biraraya getirilmesi gibi iki iş vardır. İkincisinde ise sadece parçaların bir araya getirilmesi vardır. Şüphesiz bir işlem, iki işlemden daha kolaydır. Bundan diğerinin zor olduğu anlamını çıkarmak gerekmez.
Bunu biraz açalım; biz diyoruz ki: Kolay iş, yapana zahmet vermeyen iştir. Daha kolay bir işin yapana zahmet vermeyeceği çok daha açıktır ve bellidir. Bir kimse, "kuvvetli bir adam bir arpa tanesini bir yerden başka bir yere taşımaktan dolayı zahmet çekmez" dediği zaman bunu duyan kişi kendisini tasdik eder. O kimsenin "O halde hardal tanesini taşımasında bir zahmetle karşılaşmaması daha evladır" dediği zaman, bu söz de makul ve hakikate uygun bir söz olur.
İbn Kesir tefsirinde bu âyetle ilgili şu ifadeler geçer:
Mücahid dedi ki: Tekrar yaratmak, ilk defa yaratmaktan daha kolaydır. Allah'a ilk defa yaratmak da kolaydır.
Sahih-i Buharf'de rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Aziz ve celil olan Allah Teâlâ buyurur ki:
Bazı Âdemoğlu beni yalanlar. Halbuki beni tekzip etmek ona yakışmazdı. Bazıları da bana küfreder. Halbuki küfretmek ona yakışmazdı. Ademoğlunun beni tekzip etmesi, (öldükten sonra) benim onu eskisi gibi yaratmaya gücümün yetmeyeceğini sanması-dır. Bana sebbetmesi (küfretmesi) de bana oğul isnat etmesidir. Halbuki ben tek ve samedim; ben eş ve çocuk edinmekten uzağım. Hiçbir şey bana denk değildir.
Müfessirler dedi ki: O'nun için her şey kolaydır. İlk yaratmak da, tekrar yaratmak da O'nun kudretine nisbetle aynıdır.
İbn Ebi Bekir ibn Abdilkadir er-Razi: "Bu, O'nun için daha kolaydır" âyetinin anlamı üzerinde durur ve şöyle der:
Bu kolaydır anlamına gelir. Arabça'da efalü kalıbı, ism-i tafdilin dışında (yani mukayeseli üstünlük anlamının dışında) ism-i fail manasında da kullanılır. Mesela ezandaki "Allahu ekber" sözü "Allah daha büyüktür" anlamına değil, "Allah büyüktür" anlamına gelir.
Ferazdak, bir şiirinde şöyle der:
Seni sema diye isimlendiren (Allah)
Bizim için öyle bir ev bina etti ki
Onun direkleri çok güçlü ve çok uzundur.
(Tercümesini verdiğimiz) bu şiirde "çok güçlü" ve çok uzun" ifadeleri, ibarede "daha güçlü" ve "daha uzun" şeklinde geçer.
Ma'n ibn Evs el-Müzeni ise bir şiirinde şöyle der:
Ömüre yemin olsun ki ben bilmiyorum
Ve ölüm, hangimize önce gelecek diye de korkan birisiyim.
Bu beyitte de korkan kelimesi ibarede "en korkan" şeklinde geçer. Bir diğer şair şöyle der:
Senden yüz çevirmiş olsam da Yemin olsun yine sana meylim vardır.
"Meylim var" kelimesi ibarede "en çok meyleden" şeklinde geçer. Bir başka şair de şöyle der:
Adamlar benim ölmemi istiyorlar. Ben ölsem bile bu yolda tek değilim ki! (Yani ölecek olan sadece ben değilim ki). Bu son beyitteki tek diye mana verdiğimiz kelimenin karşılığı Arabçada vahid olduğu halde şiirin aslında ism-i taftil olarak evhad diye geçer.
İkincisi: Bu sizin takdirinize ve hükmünüze göre kolaydır, anlamına gelir. Çünkü siz bir şeyi tekrar yapmanın ilk defa yapmaktan daha kolay olduğunu kabul edersiniz. Nasıl kolay olmasın ki birincisi (meni denilen) bir sudan yaratılır, ikincisi topraktan yaratılacaktır. Size göre toprağa şekil vermek daha kolaydır.
Üçüncüsü "Bu ona daha kolaydır" âyetindeki hu (o) zamiri Allah'a değil, mahluka racidir. Yani tekrar yaratılmanın yaratılan üzerine yükleneceği herhangi bir zorluk ve yavaşlık yoktur, demek olur. Çünkü tekrar yaratmak "kün/ol" emrinin süresi kadar bir zamanda oluverir. Birinci yaratmada ise sperm, sonra embriyo, sonra cenin, kemik ve ete dönüşme safhaları vardır.
Dördüncüsü: İlk yaratma tercih kabilinden bir şeydir ve mecburiyeti (vacibliği) gerektirmez. İkinci yaratma ise vacib kabilindedir. Çünkü dünyada yapılan iyilik ve kötülüklerin karşılıklarının verilmesi için tekrar dirilişin mutlaka olması gerekir. Amellerin karşılığının verileceğini Allah Teâlâ vaadetmiştir. O halde bu vacibtir.
SORU: Kur'an-ı Kerim (cehenneme girecek kötü kimse hakkında) "Orada ne ölür, ne de diri kalır" buyuruyor. Halbuki bir canlı ya ölü olur, ya da diri olur. O halde Kur'an niçin böyle demektedir?
CEVAP: Allah Teâlâ A'la sûresinde cehennem ehlinin durumunu şöyle anlatır:
O en büyük eteşe girecektir. Sonra o, ateşte ne ölür, ne diri kalır. İbn Kesir der ki:
Ey Muhammedi Allah'tan korkan ve O'na kavuşacağını bilen bir kalp senin tebliğ ettiğin şeylerden ibret alır. Kötü kimse ise ondan kaçınır. O, en büyük ateşe girecektir. Sonra o, ateşte ne ölecektir, ne de yaşayacaktır. Yani ne ölüp istirahate kavuşacaktır. Ne de kendisine yararı olacak bir hayata sahip olacaktır. Hatta bu hayatın ona zararı olacaktır. Çünkü ölmediği için kendisine ceza olarak verilen azabı ve cezayı hissedecektir.
Fahruddin er-Razi, bu âyette iki mesele olduğu görüşündedir: Birinci mesele: Müfessirlerin bu âyet hakkında iki yorumu vardır:
Birinci yoruma göre suçlu orada ne ölüp istirahate kavuşur, ne de kendisine yararlı olacak bir hayata sahip olur. Nitekim bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
Ölmelerine izin verilmez ki ölsünler, cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez. (Fatır/36)
Arablar, şiddetli bir musibete mübtela olan bir kimse hakkında: "O ne ölü, ne de diridir" derler. Bu onların adetidir.
İkinci yoruma göre cehennemde iken onun canı boğazına gelir. Ne Ölecek şekilde canı çıkar, ne de yaşayacak şekilde normal haline döner.
İkinci mesele şudur: âyetin başında "sonra" denilmiştir. Çünkü bu durum bizatihi cehenneme girmekten daha feci ve büyük bir durumdur. Dehşetin mertebelerinde bu, ondan daha ileri bir aşamadır.
Muhammed ibn Ebi Bekir ibn Abdilkadir er-Razi Meseleler ve Cevaplar isimli eserinde bu âyetin anlamını şu şekilde izah eder:
Ne ölüp istirahat edebilecektir, ne de yaşayıp, hayatından yararlanabilecektir.
İbn Cerir et-Taberi de şöyle der:
Canı boğazına gelir, fakat can bedenden ayrılmaz ki ölsün, ruh bedendeki yerine dönmez ki yaşayabilsin.
SORU: "Doğrusu biz sana, taşıması ağır bir söz vahyedeceğiz" ayetinin anlamı nedir?
CEVAP: Müzzemmil sûresinin başlarında geçen bu âyetin içindeki "ağır bir söz" ile, kastedilen yüce Kur'an'dır.
Hasan ve Katede'ye göre kastedilen, Kur'an ile ameldir.
Bir başka görüşe göre ise Kur'an'ın nüzulü esnasında onun azametinin sebep olduğu ağırlık kastedilmiştir.
Abdullah b. Amr'dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Hz. Peygamber'e (s.a) "Ya Rasûlullah vahyi hisseder misin?" diye sordum. Rasûlullah bu soruya şöyle cevap verdi: "Önce bir çıngırak sesi duyarım. Sonra bir müddet sessizlik olur. Ne zaman bana bir vahiy gelse sanki canım çıkacakmış zannederim."
Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, El-Haris ibn Hişam Rasûlul-lah'a (s.a) sorar: "Sana vahiy nasıl gelir?" Rasûlullah şöyle der: "Bana vahiy zaman zaman bir çıngırak sesi şeklinde gelir. Benim için en ağır olanı da budur. Benden o hal zail olur olmaz (meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Zaman zaman da melek bana bir insan şeklinde görünür. Benimle konuşur. Ben de söylediğini iyice bellerim."
Hz. Aişe (r.a) der ki:
Rasûlullah'ı (s.a) soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahiy nazil olurken gördüm. (İşte öyle bir soğuk günde bile) kendisine vahiy geldiği zaman yanaklarından şapır şapır ter akardı.
Hz. Aişe der ki: Hz. Peygamber'e (s.a) binek üzerinde iken vahiy gelirse hayvanın boynuna vurarak çöktürürdü. Hz. Peygamber vahyin ağırlığından kurtulup rahatlayıncaya kadar hayvan hareket etmezdi.
İbn Cerir et-Taberi ise şu görüşü tercih etmiştir:
Abdurrahman ibn Zeyd'in de dediği gibi bu söz iki yönden de ağırdı: Dünyada ağır olduğu gibi kıyamet günü de tartılarda ağırdır.
Rey şehrinin hatibi ve büyük âlimi Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir isimli eserinde bu âyetin tefsiri hakkında on görüş zikretmiştir:
1) Kendisinin de tercih ettiği yoruma göre sözün ağır olmasından kastedilen, onun önemli ve kıymetli olmasıdır. Değerli ve önemli olan herşey ağırdır. Bu, Atâ'nın da rivayet ettiği üzere İbn Abbas'ın görüşüdür: Yani büyük bir söz demektir.
Sûrenin akışı içinde Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e gece namazını emrettiğinde sanki şöyle demektedir: Ben sana gece namazını emretmekteyim. Çünkü biz sana çok büyük bir söz vahyedeceğiz. Bu büyük söze kendini hazırlaman için çok çalışman gerekir. Bu hazırlık ancak gece namazı ile yapılabilir. Çünkü karanlık bir gecede insan Allah'a ibadetle meşgul olduğu, O'nun zikrine yöneldiği ve O'na yakardığı zaman ve ortada hissi meşguliyetler ve cismani engellerden de herhangi bir şey yoksa böyle bir durumda insan Allah'ın nurunun kendisinde te-ceellisine müsait hale gelir ve beşer takati nisbetinde kendisini Allah'a ibadete tam olarak verebilir, böylece kulluk yolunda büyük bir inkişafa nail olur. Gece namazının insan psikolojisi üzerinde bu derece etkisi olduğu için âyete bu anlamın verilmesi uygundur.
Muhakkak ki şöyle demiştir: Sana büyük bir söz vahyedeceği-miz için gece namazını emrettim. O halde nefsini bunu kabule müsait hale getir.
Bu mananın tamamı şu hadiste mevcuttur:
Hayatınızın günleri içinde rabbinizin rahmet ve mağfiret esintileri olur. Bu esintileri yakalamaya gayret ediniz.
2) Ağır bir söz ile Kur'an'ın ve onun içindeki emirlerin ve yasakların kastedildiğini söylemişlerdir. Bu emir ve yasaklar genelde bütün mükelleflere, özelde ise Rasûlullah'a (s.a) çok meşakkatlidir; çünkü o, bu sorumlulukları hem kendisi yerine getirecek, hem de ümmetine tebliğ edecektir. Hasılı bu sözün ağırlığı onunla amelin ağırlığından dolayıdır. Yapılışında bir külfet ve meşakkat bulunmadıkça teklifin bir anlamı kalmaz.
3) Bununla, Kur'an'ın kıyamet günü mizanda ağır olacağı kasde-dilmiştir. Bu da onun yararlarının çokluğuna ve onunla ameldeki sevabın fazlalığına işarettir.
4) Vahy kendisine inerken Rasûlullah ağırlaşırdı. Kastedilen budur. Rivayete göre Hz. Peygamber'e (s.a) devesinin üzerindeyken de vahiy inerdi ve Hz. Peygamber devesinin üzerinde o kadar ağırlaşırdı ki hayvancağız boynunu yere koyar ve hiç hareket edemezdi.
İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber'e vahiy indiği zaman, üzerine bir ağırlık çöker ve yüzü kireç gibi solardı.
Hz. Aişe'den (r.a) şöyle rivayet edilir: Rasûlullah'ı (s.a) soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahiy nazil olurken gördüm. (İşte böyle soğuk bir günde dahi) kendisine vahiy geldiği zaman yanaklarından şapır şapır ter dökülürdü.
5) el-Ferra dedi ki: Basit ve hafif bir söz değil, ağır bir söz vahye-deceğiz. Çünkü o söz yüce rabbimizin kelamıdır.
6) Zeccac dedi ki: Sıhhatinde, beyanında ve faydasında sağlam bir söz demektir. Nitekim "ciddi bir söz" anlamında "kelamün rezin" dersin. Bir sözü beğendiğin zaman "bu sözün bir ağırlığı vardır" dersin ve açık bir söz olduğunu bilirsin.
7) Ebû AH el-Fârisi dedi ki: Sırlarını açığa çıkarttığı, dinlerini ve sözlerini iptal etiği için münafıklara ağır gelen bir sözdür.
8) Sözün ağırlığından kastedilen, yerinde kalması ve zail olmamasıdır. Kur'an'ın ağırlığı, onun dünya durdukça baki kalmasından kinayedir. Nitekim "Bu Kur'an'ı biz indirdik elbette koruyucusu da biziz" buyrulur.
9) Yani bu Kur'an o kadar ağırdır ki yalnız akıl onun yararlarını ve manalarını tam olarak kavramaya kafi gelmez. Kelamcüar onun kavranabilir hakikatlerinin deryasına dalmışlar, fıkıhçılar onun hükümlerini araştırmaya yönelmişler, keza dilciler, nahivciler ve anlam-bilimciler de kendileriyle ilgili konularını araştırmışla dır. Sonraki gelenler, öncekilerin keşfedemedikleri şeyleri ondan hala bulup çıkarmaya devam ediyorlar. Bu sebeple biz biliyoruz ki bir kişinin müstakil olarak onu taşımaya gücü yetmez. Böylece insanların taşımaktan aciz kaldığı ağır bir yük gibi olmuş olur.
10) Muhkem ve müteşabihi, nasih ve mensuhu ihtiva ettiği için Kur'an ağır bir sözdür. Bu kısımlar arasındaki farkı ancak bütün akli, nakli ve felsefi ilimleri ihata eden uzman ilim adamları kavrayabilirler. Hal böyle olunca halkın çoğunluğunun bunları ihata etmesi şüphesiz çok zor ve ağır bir iştir.
SORU: Kur'an-ı Kerim Gaşiye sûresinde devenin yaratılmasından, göğün yükseltilmesinden, dağların dikilmesinden ve arzın yayılmasından söz eder. Bunların aralarında ne gibi bir münasebet vardır?
CEVAP: Allah Teâlâ Gaşiye sûresinde şöyle buyurur:
Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı? (Gaşiye/17-20)
İbn Kesir bu âyeter arasındaki anehgi ve uyumu basit bir şekilde anlatmaya çalışmaktadır. îbn Kesir şöyle der:
Allah Teâlâ kullarının kendi azameti ve kudretine delalet eden mahlukatı hakkında düşünmelerini emrederek buyuruyor ki:
Onlar devenin nasıl yaratıldığına bakmazlar mı?
Deve ilginç bir yaratıktır. Tuhaf bir yapısı vardır. Son derece güçlü ve kuvvetlidir. Bununla beraber ağır bir yükü yumuşaklıkla taşır. Zayıf bir sürücüye itaat eder. Eti yenir, tüyünden yararlanılır, sütü içilir. Dikkatlerinin deveye çekilmesinin sebebi, Arabların hayvan olarak genellikle deve bulundurmalarıdır.
Kadı Şureyh şöyle derdi:
Gelin çıkalım ve devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, yani Cenab-ı Hakkın göğü yerden yukarı nasıl kaldırdığına bakalım.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız süslemişiz, bir bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur. (Kaf/6)
(Dağların nasıl dikildiğine bakmazlar mı?)
Yani yeryüzünün kendi sakinleriyle birlikte sarsılmaması için dağlar dikilmiş, sabitleştirilmiş ve sağlamlaştırılmıştır. Ve onlarda alabildiğine madenler ve menfaatler yaratılmıştır.
(Yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?)
Yani yeryüzünün nasıl yayıldığına, uzatıldığına ve düzeltilip hazırlandığına bakmazlar mı? Kur'an, bindikleri deveye, üstlerinde bulunan gökyüzüne, karşılarında duran dağlara ve altlarında bulunan yeryüzüne bakarak yaptığı gözlemlerle bunu yaratan ve yapanın kudretini anlamalarını ve O'nun büyük bir rab, yaratıcı, yönetici ve mâlik olduğu ve O'ndan başka hiç kimsenin ibadete müstehak olmadığı sonucuna varmalarını tenbih etmiştir.
Müfessirler şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ cennet ve cehennem ehlinin durumunu anlatınca bu, kâfirlerin tuhafına gitti ve inkar edip yalanladılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara kendi sanatım, kudretini, hayvanları, gökyüzünü ve yeryüzünü yarattığı gibi herşeyi yaratmaya muktedir olduğunu hatırlattı. Sonra ilk olarak deveyi zikretti. Çünkü -mesela fili hiç görmedikleri halde- kendilerinde deve çokça bulunurdu. Allah Teâlâ onun yaratılışmdaki büyüklüğe dikkat çekti. Deveyi kendisinden küçük bir varlığa boyun eğdirdi. O küçük varlık deveyi yönetir, onu yere çöktürebilir ve kaldırabilir. Deve yerde çökmüş bir vaziyette iken üzerine ağır bir yük yüklenir ve bu yükle birlikte ayağa kalkabilir. Bu, başka hiçbir hayvanda görülmeyen bir durumdur. Allah Teâlâ insanlara devedeki bu muazzam yapıyı ve ondan çok daha küçük bir varlığın emrine onu nasıl verdiğini gösterir ve bununla kemli birliğine ve kudretinin büyüklüğüne işaret eder.
(Göğün nasıl yükseltildiğine bakmazlar mı?)
Yani bu gökyüzü yerden direksiz olarak yükseltilmiştir. Bir görüşe göre de hiç kimsenin ulaşamıyacağı şekilde yükseltilmiştir, anlamına gelir.
(Dağlara bakmazlar mı, nasıl dikildi?)
Yani bu dağlar yeryüzünün üzerine hiç zail olmayacak şekilde nasıl dikildi? Yeryüzü yayılıp düzeltildiği zaman sallandığı için Allah dağlarla onu sabitledi.
(Yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazla mı?)
Arablar en çok deveyle haşır neşir oldukları için önce deveyi anlattı. Deveyi en iyi tanıyan insanlar Arablardı. Bu hayvan pek çok yönden faydalıdır. Eti yenir, sütü içilir. Taşıma ve binmeye, üzerinde uzak mesafeler katetmeye, susuzluğa, az yeme ve çok yüke sabretmeye elverişlidir. Arabların servetinin büyük bir kısmını develer oluştururdu. Onlar deve üzerinde seyahat ederlerdi. Bu durumda aklına takılan şeyler üzerinde tefekkür eder. Binitine bakar, onu düşünür, sonra bakışlarını gökyüzüne, sonra yeryüzüne çevirir. İşte bütün bunları iyice düşünmeleri emredilmiştir. Çünkü bunlar bağımsız, güçlü bir yaratıcının en açık delilleridir.
İbn Ebi Bekir er-Razi gökyüzü, deve, dağlar ve yeryüzü arasındaki uyumdan da söz eder:
Allah Teâlâ cenneti tasvir edip anlatınca kâfirler anlatılan şeylere hayret ettiler. Allah Teâlâ da onlara dünyadaki gördükleri hayret verici şeyleri hatırlatarak bunlarda şaşılacak bir şey olmadığını ifade etti.
Katade der ki:
Allah Teâlâ cennetteki tahtların yüksekliğini anlatınca kâfirler: "Bu yüksek tahtlara nasıl çıkacağız?" dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyeti indirdi:
Devenin nasıl yaratıldığına bakmazlar mı?
Çünkü üzerindeki ağır yükle birlikte çöktüğü yerden ayağa kalkıyor ve o yükü çok uzak yerlere taşıyabiliyor. Üzerine yükü yüklemek için yere çökertiliyor. Sonra da yüküyle birlikte ayağa kalkabiliyor. Yerde yatarken üzerine yük yüklenip de bu yüküyle birlikte ayağa kal-kabilen ondan başka bir hayvan yoktur. Deve, kendisini yönetecek herkesin emrine, itaat edecek şekilde yaratılmıştır. Karaların gemisi olarak yaratılmıştır. On gün, hatta daha fazla susuzluğa tahammül etme sabrı verilmiştir. Çöllerde diğer hayvanların yemediği bütün bitkileri yiyebilecek şekilde yaratılmıştır. Fil, zürafa ve gergedan gibi deveden daha büyük diğer hayvanlardan örnek verilmemiştir. Çünkü Arablar bunlardan hiçbirisini görmemişlerdir ve tanımamaktadırlar. Çünkü deve onların en değerli ve en çok sahip oldukları mallarıydı. Deve onlardan, onlar deveden ayrılmazlardı. Deveyi, gökyüzünü, dağlan ve yeryüzünü Kur'an bir arada zikretmiştir. Zira Arablar vadilerinde ve çöllerinde hep bu şeyleri görmektedirler. Allah Teâlâ onların bakışlarındaki sıralamaya, en çok haşır neşir oldukları ve düşündükleri şeylere göre bir sıralama içinde bu örnekleri zikretmiştir.
SORU: Tekasûr süresindeki "Sonra o gün, size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz" ayetinde geçen naim ne demektir?
CEVAP: Allah Teâlâ Tekâsûr sûresinde şöyle buyurur: Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz.
Müslim'in Ebu Hureyre'den naklettiğine göre Rasûlullah (s.a) bir gün ya da bir gece dışarı çıkmıştı. Yolda Ebubekir ve Ömer'le karşılaştı. Onlara şöyle sordu:
Bu saatte evinizden sizi çıkartan nedir?
Açlıktır, ya Rasûlullah!
Vallahi sizi dışarı çıkartan açlık beni de dışarı çıkardı. Sonra da şöyle dedi:
Kalkın, gidelim.
Beraberce ayağa kalktılar. Ensar'dan bir adama gittiler. Adam evde yoktu. Adamın karısı Hz. Peygamber'i görünce şöyle dedi:
Merhaba, hoş geldiniz.
Kocan nerede?
Bize tatlı su getirmeye gitti.
Adam evine geldiği zaman karşısında Rasûlullah'ı (s.a) ve iki arkadaşını görünce şöyle dedi:
Allah'a hamdolsun! Bugün benim kadar kıymetli misafirleri olan başka kimse yoktur.
Adam hemen evine gitti ve elinde bir hurma salkımı ile döndü. Hurma salkımında hem olgunlaşmış hem de olgunlaşmamış hurmalar vardı. Adam (misafirlerine) dedi ki:
Buyurun yeyin!
Sonra eline büyükçe bir bıçak aldı. Rasûlullah (onun maksadını anlayınca) dedi ki:
Aman sütlü olanından sakın!
Adam onlar için bir koyun kesti. Bu koyundan ve hurma salkımından yediler, getirdiği sudan içtiler. Doyduklan ve kandıkları zaman Rasûlullah (s.a) Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'e dedi ki:
Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki kıyamet gününde bugünün nimetlerinden mutlaka sorguya çekileceksiniz. Açlık sizi evlerinizden dışarı çıkardı. Sonra da bu nimetlere kavuşmadan evinize dönmediniz.
Tirmizî'nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki şunlar kıyamet günü hesaba çekileceğiniz nimetlerdendir: Serin bir gölge, taze bir hurma ve soğuk bir su.
Müfessirler bu nimetlerin neler olduğu konusunda çeşitli şeyler söylemişlerdir. Bir görüşe göre bu nimetler emniyet ve sağlıktır.
Bir görüşe göre soğuk ve boş zamandır. Bir diğer görüşe göre kulak ve göz ile idrak edip anlayabilmektir. Bir başka görüşe göre yiyecek ve içeceklerden alınan lezzettir. Bir görüşe göre ise sabah ve akşam yemekleridir. Bir görüşe göre de karnın tokluğu, içeceğin soğukluğu, evlerin gölgesi, ahlâkın düzgünlüğü ve uykunun lezzetidir.
Bir başka görüşe göreyse her türlü dünya lezzetidir. Allah rahmet eylesin Mâlik şöyle dedi: Nimet, beden sağlığı ve gönül hoşluğudur. Bir görüşe göre güvenlik ve afiyettir. Muhammed ibn Ka'b şöyle dedi:
Naim Allah Teâlâ'nın Hz. Muhammed vasıtasıyla bize verdiği nimetlerdir.
el-Hasan şöyle dedi:
Naim seri hükümlerin hafifleştirilmesi ve Kur'an'ın kolaylaştırıl-masıdır.
Kurtubi şöyle dedi; Naim, tüm nimetlerdir.
Kul, nimetlere şükür mü etti, yoksa nankörlük mü etti, diye hesaba çekilecektir.
Zikredilen görüşlerin hepsi doğrudur.
SORU: Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): "Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar. (Bakara/186)
Bu âyet dua edenlerin duasını Allah'ın kabul ettiğine delalet eder. Fakat biz çoğu zaman dua edenlerin duasının kabul edilmediğini görüyoruz. O halde bu âyeti nasıl anlayacağız?
CEVAP: İbn Ebubekir er-Râzi der ki: Rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
Sılayı rahmi kesmediği ve günah işlemediği halde dua eden hiçbir müslüman yoktur ki Allah Teâlâ ona şu üç şeyden birisini vermemiş olsun: Ya onun talebini hemen yerine getirir, veya ahiret-te onun için biriktirir, ya da ona denk bir kötülüğü kendisinden defeder.
Çünkü duanın kabulü için Allah'a itaat, helâl rızık ve dua esnasında huzurlu bir kalb şarttır. Bu şartlar bir arada bulunduğu zaman dua kabul edilir.
Dua eden kişi, duanın kabulünün kendi yararına olacağına inanır. Halbuki Allah Teâlâ, kulun isteğinin gecikterilmesi ya da engellenmesinden hangisinin onun için daha yararlı olacağını bilir. Bu sebeple onun esas maksadına göre karşılık verir. Bu da kulun menfaatinedir. Kul icabet edilmediğini zanneder fakat bu da bir icabettir.
SORU: Müteşabihler, manalarında kapalılık ve incelik bulunan âyetler olduğuna göre bunların Kur'an'da bulunmalarının faydası nedir?
CEVAP: Mesailü'r-Râzi ve Ecvibetiha isimli kitapta bu sorunun cevabı vardır. Bu cevap Âl-i İmran süresindeki şu âyetle ilgilidir:
Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar kitabın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun tevilinin ardına düşmek için ondaki müteşabihin peşine düşerler. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise: "Ona inandık; hepsi rabbimiz tarafmdandır" derler. Bu inceliği ancak akl-ı selim sahiplen düşünüp anlar.
Sözü edilen kitapta sorunun cevabı şu şekilde verilir:
Arabın kelamı, manası kolayca anlaşılan ve zahiri anlamdan başka anlam taşımayan söz ile; mecaz, kinaye, işaret, ima ve içinde farklı pek çok manayı bulunduran söz gibi kısımlara ayrıldığına ve bu ikinci kısımdaki söz onlar nazarında daha makbul olduğuna göre icaz anlamını gerçekleştirmek için (yani Kur'an'ın eşsizliğini göstermek için) ilk defa Kur'an-ı Kerim kelamın her ikisini de ihtiva edecek şekilde nazil olmuştur. Kur'an adeta şöyle demektedir: Kelamın tamamına inanan ve müteşabihler hakkında şüphe ve tereddüt edip cezayı hak eden münafığı denemek için bu Kur'an'ı muhkem ve müteşabih olarak indirmiştir. Nitekim kulu Tâlût'u ve askerleri bir ırmakla imtihan etmişti.
Veya Allah Teâlâ âlimlerin düşünerek, akıl yürüterek, araştırma yaparak ve içtihat ederek müteşabihleri de muhkemler gibi anlaşılır hale getirmeye uğraşmalarını ve bundan bir ibadet sevabı kazanmalarını murat etmiştir. Kur'an'ın tamamı açık ve kolayca anlaşılır olsaydı âlimler ve câhiller arasında Kur'an'ın anlaşılmasında hiç bir fark olmasaydı, araştırma ve istinbat (çıkarsama) yapılamayacağı için düşünce ve tefekkür hayatı öldürdü. Çünkü düşüncenin ateşi problemlerin kıvılcımıyle parlar.
Bu sebeble filozoflar şöyle demişlerdir: Zenginliğin kusuru, ahmaklığı (ve tenbelüği) miras olarak bırakması, düşünceyi ve aklı öl-dürmesidir. Fakirliğin fazileti ise fikir çalışmalarına yöneltip kazanç yollarını arayıp bulmaya sevketmesidir.
SORU: Allah Teâlâ Nisa sûresinde şöyle buyuruyor:
Sizi gözetleyip duranlar, eğer size Allah'tan bir fetih bahşedilse "sizinle beraber değil miydik?" derler; eğer kâfirlere bir nasip (pay) çıkarsa, onlara: "size üstünlük sağlayarak sizi mü'minlerden korumadık mı?" derler. Artık Allah kıyamet gününde aranızda hükmedecektir ve kâfirler için müminler aleyhine asla bir yol (fırsat) vermeyecektir. (Nisa/141)
Allah Teâlâ bu âyette mü'minlerin zaferini fetih kâfirlerin zaferini nasip diye isimlendiriyor. Bunun sebebi nedir?
CEVAP: Bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak İbn Kesir şöyle der:
Allah Teâlâ münafıkların, mü'minlerin başına kötü şeylerin gelmesini yani devletlerinin yıkılmasını ve kâfirlerin onlara galip gelmesini gözetleyip beklediklerini haber veriyor. (Eğer size Allah'tan bir fetih bahşedilse) yani Allah'tan size yardım ve destek, bir zafer ve ganimet bahşedilse "Sizinle beraber değil miydik?" derler, yani bu sözle müminlere dost görünmeye çalışırlar. (Eğer kâfirlere bir nasip/pay çıkarsa) yani Uhud savaşında olduğu gibi bazı zamanlar kâfirler mü'minlere galip gelirlerse -peygamberler de böyle şeylerle imtihan edilirler, sonra âkibet onların lehlerine olur- onlara: "Size üstünlük sağlayarak sizi müminlerden korumadık mı?" derler, yani içerde size yardım ettik, onların işlerini kanştırmaktan geri durmadık, onları yalnız bıraktık. Böylece siz onlara galip gelmiş oldunuz.
İbn Ebubekir er-Râzi, Kur'an'ın müminlerin durumunu yüceltmek ve kâfirlerin nasibini önemsiz göstermek için böyle bir ifade kullandığını söylerler. Çünkü müminlerin zaferinin önemi büyüktür. Zira müminlerin zaferi demek Allah'ın dininin zaferi ve bu dine inananların onuru demektir. Bu zafer onlara göğün kapılarını açar ve Allah'ın dostlarına gökten (bereketler) indirilir. Kâfirlerin zaferi ise gelip geçici dünya menfaatinden başka bir şey değildir. Onların elde edecekleri basit bir paydır. Zikrettiğimiz şeylerden hiçbirisini ihtiva etmez.
[1] Resm-i Osmâni: Hz. Osman zamanında bir heyet nezaretinde çoğaltılıp çeşitli şehirlere gönderilen mushaflardaki yazı (imla) şekli. (Çeviren)
[2] İmam mushafları" Hz. Osman zamanında bir heyet tarafından yazılıp çoğaltılarak belli başlı, ordugahlara gönderilen örnek Kur'an nüshalarına verilen isim. (Çeviren)
[3] Arabçada iki türlü hemze vardır: a) Hemze-i vasli kelimelerin evvelinde bulunan, yazıda mevcut, kendisi ile başlanınca okunan ve fakat kendinden önce herekeli harf gelince okunmayan hemzedir, b) Hemze-i kat': Hem yazıda, hem de okunuşta bulunan, kelimenin gerek vakıf, gerekse vasi halinde değişmeyen ve sabit kalan hemzelelere denir. (Çeviren)
[4] Eser, hadisle eş anlama geldiği gibi, sahabe ve tabiin sözlerine de eser denilir. (Çeviren)
[5] Kitabul-İbda, s. 177.5.133 m.
[6] Cevzi Zâdü'l-Mesir isimli tefsirinde şahitlik edenle şahitlik edilenin kim olduğu konusunda yirmi dört ayrı görüş olduğunu zikreder. Bk. c. IX, s. 70.
[7] Tefsiru Cûz'ü Amme, s. 45
[8] Usulcülerin tanımına göre mürsel hadis, bir tabiinin sahabiyi atlayarak doğrudan "Ra-sûlulah şöyle dedi ki" diye rivayet ettiği hadistir. Hadisi rivayet eden bu tabii rivayet ettiği bu hadisi bir sahabiden duymuş olabilir, kendisinden yaşça büyük başka bir tabiinden de duymuş olabilir. Bu ikinci durumda senetten iki kişi düşürülmüş olacağı için hadis munkalı olur. (Çeviren)
[9] Kur'an'ın Kadir gecesinde indirilmeye başlandığı kesindir. Fakat Kadir gecesinin Ramazanın hangi günü olduğu ihtilaflıdır. (Çeviren)
[10] Müellifin bu sözleri İslâm'ın açık nasslarla reddettiği ırkçılığın ve kavmiyetçiliğin izlerini taşımaktadır. Bu konudaki İtirazımızı ve delillerimizi daha önceki bir dipnotta belirtmiştik. (Çeviren)