Şeytanın Hilesi, Kadınların Hîlesi 10

Kur'an'da Hikmet 11

Besmele Ve Tevbe Sûresi 12

Sure Başlarındaki Kul (De Ki) Kelimesi 14

Gece Ve Gündüzün Hikmeti 15

Musaraat'ın Anlamı 16

Geceyi Gündüze Sokmak. 17

Sefihlerin Malları 17

Karışık Rüyalar 18

El-Hakka Sûresi 19

El-Hâkka, El-Kâria, Et-Tâğıye. 19

Allahım Bizi Sırat-I Müstakim'e (Doğru Yola) Hidayet Et 20

Kur'an'da Şüphe Yoktur 23

Atan Kim?. 23

Yazarın Notu. 25

Din Ve İtkân. 26

1. Abdest Almakta İtkan. 26

2. Namazda Itkan. 26

3. San'atkarın Kendisinden İstenilen Şeyi İtkân Üzere Yapması 27

4. Hayvan Boğazlamada İtkân. 28

5. Kısas Hakkını Almakta İtkan. 28

6. Ölçü Ve Tartıda Îtkân. 28

7. Yetim Malını Gözetmede İtkan. 29

8. Yöneticilikte İtkân. 29

9. Kur'an'ı İtkân İle Okumak. 30

İsraf 31

1. İsrafın Sözlük Anlamı 31

2. Kur'an'da İsraf Kelimesi 32

3. Hadiste İsraf 32

4. İsrafın Dindeki Manası 32

5. Abdest Ve Gusülde İsraf 32

a. Hanefî Mezhebi: 32

b. Mâliki Mezhebi: 33

c. Şafiî Mezhebi: 34

d. Hanbelî Mezhebi: 35

e. Zahirî Mezhebi: 35

f. Zeydiyye Mezhebi: 35

g. İbâdiyye Mezhebi: 36

h. İmamiyye Mezhebi: 37

5. Cenaze Yıkamada İsraf 37

a. İbâdiyye Mezhebi: 37

6. Kefende İsraf 37

a. Hanefî Mezhebi: 37

d.  Hanbelî Mezhebi: 38

e. Zahirî Mezhebi: 38

f. Zeydiyye Mezhebi: 38

g.  İmamiyye Mezhebi: 39

h. İbâdiyye Mezhebi: 39

7. Mehirde İsraf 39

a. Hanefî Mezhebi: 39

b. Mâliki Mezhebi: 39

c. Şafiî Mezhebi: imam Şafiî şöyle diyor: 39

d. Hanbelî Mezhebi: 40

e. Zahirî Mezhebi: 40

f. Zeydiyye Mezhebi: 40

g. İmamiyye Mezhebi: 41

h. İbâdiyye Mezhebi: 41

8. Yeme, Îçme, Giyim Ve Süslenme Gibi Harcamalarda İsraf 41

a Hanefî Mezhebi: 41

b.  Mâlikî Mezhebi: 41

c.  Şafiî Mezhebi: 41

d. Hanbelî Mezhebi: 42

e. Zahirî Mezhebi: 42

f. Zeydiyye Mezhebi: 43

g. İmamiyye Mezhebi: 43

h. İbâdiyye Mezhebi: 44

9. Kısasta İsraf 44

a. Hanefî Mezhebi: 44

b. Mâliki Mezhebi: 44

c. Şafiî Mezhebi: 44

d. Hanbelî Mezhebi: 44

e. Zahirî Mezhebi: 45

f. Zeydıyye Mezhebi: 45

g. İmamiyye Mezhebi: 45

h. İbâdiyye Mezhebi: 46

10. Zorunlu Hallerde Ölü Eti Ve Benzeri Haram Şeyleri Yemekte İsraf 46

a. Hanefî Mezhebi: 46

b. Mâliki Mezhebi: 46

c. Şafiî Mezhebi: 46

d. Hanbelî Mezhebi: 47

e. Zahirî Mezhebi: 47

f. Zeydiyye Mezhebi: 47

g. İmamiyye Mezhebi: 47

A'ma. 48

1. A'mâ'nın Anlamı 48

2. A'mânın Abdest Ve Gusül İçin (İçerisinde Temiz Su Bulunan) Su Kabını Araması 48

a. Mâlikî Mezhebi: 48

b. Şanı Mezhebi: 48

c. Hanbelî Mezhebi: 49

d. İmamiyye Mezhebi: 49

3. A'mânın Kıbleyi Araştırması 49

a. Hanefî Mezhebi: 49

b. Mâliki Mezhebi: 50

c. Şafiî Mezhebi: 50

d. Hanbelî Mezhebi: 50

e. Zahirî Mezhebi: 51

f. Zeydiyye Mezhebi: 51

g. Imamiyye (Caferiye) Mezhebi: 51

h. İbâdiyye Mezhebi: 51

4. A'mânın Namaz Vakitlerini Belirlemesi 51

a. Şafiî Mezhebi: 52

b. Hanbelî Mezhebi: 52

5. A'mânın Ezanı 52

a. Hanefî Mezhebi: 52

b.  Mâliki Mezhebi: 52

c. Şafiî Mezhebi: 52

d. Zahirî Mezhebi: 53

e. Zeydiyye Mezhebi: 53

f. îmamiyye (Caferiyye) Mezhebi: 53

g. İbâdiyye Mezhebi: 53

6. A'mânın Cemaatle Namaz Kılması 53

a. Hanefî Mezhebi: 53

b. Şafiî Mezhebi: 53

c. Zahirî Mezhebi: 53

d. Zeydiyye Mezhebi: 54

e. İbâdiyye Mezhebi: 54

7. A'mânın İmam Olması 54

a. Hanefî Mezhebi: 54

b. Mâliki Mezhebi: 55

c. Şafiî mezhebi: 55

e. Zahirî Mezhebi: 56

f. Zeydıyye Mezhebi: 56

g. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi: 56

h. İbâdiyye Mezhebi: 56

8. A'mâ Ve Cuma Namazı 56

a. Hanefî Mezhebi: 56

b. Mâliki Mezhebi: 57

c. Şafiî Mezhebi: 57

d. Hanbelî Mezhebi: 57

e. Zeydiyye Mezhebi: 57

f. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi: 57

g. İbâdiyye Mezhebi: 57

9. A'mâ Ve Hac. 58

a. Hanefî Mezhebi: 58

b. Mâlikî Mezhebi: 58

c.  Şafiî Mezhebi: 58

d. Hanbelî Mezhebi: 58

e. Zahirî Mezhebi: 58

f. Zeydiyye Mezhebi: 58

g. İbâdiyye Mezhebi: 58

10. A'mâ Ve Alış Veriş. 59

a. Hanefî Mezhebi: 59

b. Mâliki M'ezhebi: 59

c. Şafiî Mezhebi: 59

d. Zahirî Mezhebi: 60

e. Zeydiyye Mezhebi: 60

f. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi: 61

g. İbâdiyye Mezhebi: 61

11. A'mâlığın Halvetteki Tesiri 61

a. Hanefî Mezhebi: 61

b. Hanbelî Mezhebi: 62

c. Zeydiyye Mezhebi: 62

12. A'ma Ve Şahitlik. 62

a. Hanefî Mezhebi: 62

c. Şafiî Mezhebi: 63

d. Hanbelî Mezhebi: 63

e. Zahirî Mezhebi: 64

f. Zeydiyye Mezhebi: 64

h. İbâdiyye Mezhebi: 65

13. A'mânın Avlanmasının Ve Hayvan Boğazlamasının Hükmü. 65

a. Hanefî Mezhebi: 65

b.  Şafiî Mezhebi: 65

c. Zeydiyye Mezhebi: 66

d. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi: 66

e. İbâdiyye Mezhebi: 66

14. A'mânın Yönetici Ve Hakim Olması 66

a. Hanefî Mezhebi: 66

b. Mâliki Mezhebi: 66

c.  Şafiî Mezhebi: 67

d. Hanbelî Mezhebi: 67

e. Zeydiyye Mezhebi: 67

f. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi: 67

g. İbâdiyye Mezhebi: 68

15.A'mâvehidâne. 68

a. Hanefî Mezhebi: 68

b. Mâlikî Mezhebi: 68

c. Şafiî Mezhebi: 68

d. Zeydiyye Mezhebi: 68

16.A'ma Ve Clhad. 69

a. Hanefî Mezhebi: 69

b.  Mâlikî Mezhebi: 69

c. Şafiî Mezhebi: 69

d. Hanbelî Mezhebi: 69

e. Zahirî Mezhebi: 69

f. Zeydiyye Mezhebi: 69

g. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi: 69

17. A'ma Ve Cızye. 70

a. Şafiî Mezhebi: 70

b. Hanbelî Mezhebi: 70

18. Kısasta A'mânın Durumu. 70

a. Hanefî Mezhebi: 70

b. Mâliki Mezhebi: 70

c. Şafiî Mezhebi: 70

d. Hanbelî Mezhebi: 71

e. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi: 71

19. Çeşitli Meseleler 71

a. A'mâ ve Nikah: 72

b. Keffaretlerde A'mâ Kölenin Azad Edilmesi: 72

c. Kör Olan Hayvanın Kurban Edilmesi: 72

d. A'mânın Vakit Belirleme İçin Çalışması: 72

e. A'mâmn Cenaze Yıkaması: 72

f. A'mâmn Hadis Dinleyip Rivayet Etmesi: 73

g. A'mâmn Mahremi Olmayan Kadının Sesini Dinlemesi: 73

Îmhal 73

1.Îmhal'în Tarifi 73

2. Kur'an'da İmhal Kelimesi 73

3. Hadiste İmhal Kelimesi 73

4. Davalıya Savunma Ve Isbat Hususunda Süre Vermek. 74

a. Hanefî Mezhebi: 74

b. Mâliki Mezhebi: 74

c. Şafiî Mezhebi: 74

d. Zahirî Mezhebi: 75

e. Zeydiyye Mezhebi: 75

f. İmamiyye Mezhebi: 75

5. Mürted'e Verilecek Süre. 75

a. Hanefî Mezhebi: 75

b.Mâlikî Mezhebi: 76

c. Şafiî Mezhebi: 76

a. Hanbelî Mezhebi: 77

e. Zahirî Mezhebi: 77

f. Zeydiyye Mezhebi: 77

6. Borçluya Verilecek Süre. 78

a. Hanefi Mezhebi: 78

b. Mâliki Mezhebi: 78

c. Şafiî Mezhebi: 78

d. Hanbelî Mezhebi: 78

e. Zahirî Mezhebi: 79

f. Zeydiyye Mezhebi: 79

g.  İmamiyye Mezhebi: 79

h. İbâdiyye Mezhebi: 79

7 Boşanma Davasından Dolayı Kadına Süre Vermek. 80

a. Mâliki Mezhebi: 80

8. Nafakayı Karşılayamayan Kocaya Süre Vermek. 80

a. Mâliki Mezhebi: 80

c. Hanbelî Mezhebi: 81

d. Zahirî Mezhebi: 81

e. Zeydiyye Mezhebi: 81

9. Zıhar Ve Îlâ Yapanın Süresi 82

a. Şafiî Mezhebi: 82

b. Zahirî Mezhebi: 82

c. Zeydiyye Mezhebi: 82

d. İmamiyye Mezhebi: 83

10. Cinsel İktidarsızlığı Olanın (İnniyn'in) Süresi 83

a. İnninyn'in tarifi: 83

b. Hanefî Mezhebi: 83

c. Şafiî Mezhebi: 84

d. Hanbelî Mezhebi: 84

e. Zahirî Mezhebi: 84

f. Imamıyye Mezhebi: 84

g. İbâdiyye Mezhebi: 85

11, Çeşitli Hükümlerde Sure. 85

a. Hukuki Bir Kararı Uygulamada Süre Vermek: 85

b. Namazı İnkar Edene Süre Vermek: 85

c.  (Nikah Akünden Sonra) Kadına Kocasının Yanına Gitmekte Süre Vermek: 85

d. Nikah Esnasında Bulunmayan Velîye Süre Vermek: 85

e. İflas Eden Kişinin Malına Süre Vermek: 85

Fıkıh Ansiklopedisi Denemesi Bölümüne Ait Bibliyografi 86

FİHRİST.. 88

SEB'UL-MESANI 88

SÛRE BAŞLARI 88

SÛRE BAŞLARI 88

BESMELE ve TEVBE SURESİ 88

KUR'AN'DA MEKKİ ve MEDENİ SURELER.. 88

KUR'AN OKURKEN ŞEYTANDAN ALLAH'A SIĞINMAK.. 88

KURAN-I KtiRİM'İN KIRAATİ 88

KUR'AN'IN ÖZELLİKLERİ 88

KUR'AN'DAN MUSKA YAPMAK.. 89

KUR'AN'DAN MUSKA YAPMAK.. 89

KUR'AN'DA NESH.. 89

İLİMSİZ TEFSİR.. 89

KUR'AN-I KERİMİN TERCÜMESİ 89

MUSKA ve NAZARLIKLAR.. 89

KUR'AN ve PEYGAMBER KISSALARI 89

KUR'AN-I KERİM'DE TEKRARLAR.. 89

KUDSİ HADİS ve KUR'AN.. 89

KUR'AN MAHLUK MUDUR?. 89

KUR'AN'IN ÜSLUBU HAKKINDA.. 90

KUR'AN, PARMAK İZİ ve KİMLİK TESBİTİ 90

İNSAN DERİSİNE İŞKENCE EDİLMESİ 90

GÖKLERDE CANLILAR VAR MIDIR?. 90

YILDIZLARDAKİ CANLILAR.. 90

KUR'AN ve BİLİMSEL OLGULAR.. 90

BİR ÂYETİN MANASI 90

KUR'AN'DA KALBİN MANASI 90

AYETTE GEÇEN BİZİ İKİ DEFA ÖLDÜRDÜN, İKİ DEFA DİRİLTTİN SÖZÜNÜN ANLAMI 90

SORU SORMAYIN.. 90

KÜN FEYEKUN (OL DER ve OLUVERİR) 91

65 DÜŞMANLARA KARŞI KUVVET HAZIRLAMAK.. 91

KUR'AN ve ECELİN TAHDİDİ 91

KUR'AN ve MUTEDİL ÜMMET.. 91

KUR'AN'DA SÂİHLER.. 91

ÂFİRLERİN BAĞIŞLANMAMASI 91

YAHUDİLERİ CEZALANDIRANLAR.. 91

MÜDDESİR SÛRESİNİN İLK AYETLERİ 91

MÂUN". 91

EL-HÂKÜMÜT-TEKASÜR.. 92

KUR'AN'DA GEÇEN LEMEM NEDİR?. 92

BİTKİLERİN RÜZGARLAR YOLUYLA AŞILANMASI 92

MUSHAFIN KORUNMASI 92

MUSHAF İÇİN AYAĞA KALKMAK.. 92

AŞAĞILIK MAYMUNLAR.. 92

MÜTEFİKE (ALT ÜST OLAN ŞEHİRLER) 92

RESSLİLER.. 92

MERACE'L-BAHREYN.. 92

GÜNEŞİN BATTIĞI YER ve KARA BALÇIKLI SU GÖZESİ 92

UYUYAN KİMSENİN RUHU.. 93

KUR'AN'DA MEYSİR KELİMESİ 93

MAĞFİRET İLE AZABIN ARASININ BAĞDAŞTIRILMASI 93

MÜNAFIĞIN İZLEDİĞİ YOL. 93

KUR'AN'DA KIYAMET GÜNÜNÜN VASIFLARI 93

KUR'AN'DAKİ HÂFİRA KELİMESİNİN ANLAMI 93

KUR'AN'DA MÜNAFIKLARIN TASVİRİ 93

KUR'AN'DA ZEYTİN AĞACI 93

TEVRAT'I YÜKLENENLER.. 93

İKİ DOĞUNUN ve İKİ BATININ RABBİ 94

DOĞULARIN ve BATILARIN RABBİ 94

İLK SAHİFELER.. 94

KUR'AN'DA KEVSER.. 94

ZAKKUM AĞACI 94

İREM ZÂTÎ'L-IMAD.. 94

BİR ÂYETİN İ'RABI 94

KUR'AN'DA GÖKLERİN İNŞASI 94

TAKDİR EDİP YOL GÖSTERMEK.. 94

KUR'AN'DA EMANET.. 94

TEFSİRDE İSRÂİLİYAT.. 95

ARABLARIN KUR'AN'I ANLAMALARI 95

KUR'AN DİLİ OLAN ARABÇANIN ÖNEMİ 95

ÜCRETLE KUR'AN OKUMAK.. 95

KUR'ANDA MİRAÇ.. 95

KUR'AN-I KERİM ve PEYGAMBER.. 95

KUR'AN ve İCATLAR.. 95

HZ. PEYGAMBERİN, HELÂL OLAN BAZI ŞEYLERİ KENDİNE HARAM KILMASI 95

ÖLÜDEN DİRİNİN ÇIKARTILMASI 95

ALLAH'IN HAK İLE YARATMASI 95

NÛR SÛRESİNİN İLK AYETLERİ 96

ÂLEMİN KELİMESİNİN ANLAMI 96

BİR AYETLE BİR VECİZE ARASINDAKİ MUKAYESE. 96

ŞIMARIK ZENGİNLERİN YOLDAN ÇIKMALARI 96

BİRBİRİNİN BENZERİ İKİ AYET.. 96

SÛRE BAŞLARI 96

CANSIZ VARLIKLARIN SECDESİ ve TEŞBİHİ 96

TUVALETTE KUR'AN OKUMAK.. 96

KUR'AN'IN MESAJI 96

MUSHAFIN KONULACAĞI YER.. 96

HAFIZLIĞIN ÖDÜLLENDİRİLMESİ 97

MUSHAFIN YAZILMASI                                                 "    . 97

YİNE MUSHAFLARIN YAZILMASI KONUSU.. 97

ALLAH'IN MESCİTLERİ 97

ALLAH'IN MEKRİ NE DEMEKTİR?. 97

KUR'AN'DA "YEDİ" LAFZININ TEKRARI 97

BURNUNU DAMGALAYACAĞIZ (veya SÜRTECEĞİZ) 97

KAFİRLERİN İNADI 97

KAFİRLERİN KALPLERİNİN MÜHÜRLENMESİ 97

İHDİNA'S-SIRATA'L-MÜSTAKİM'İN OKUNUŞU.. 97

"EKRAMEN" ve "EHANEN" KELİMELERİNİN OKUNUŞU.. 98

"MÂLİK-İ YEVM'İD-DİN"İN OKUNUŞU.. 98

SİHİRBAZLIĞI ÖĞRENMEK.. 98

MUSHAFTA VAKIF ALAMETLERİ 98

NEFSİNE ZULMEDEN.. 98

KUR'AN-I KERİMİN İSİMLERİ 98

KUR'ANIN ESER'LE TEFSİRİ 98

TEBERRÜKEN MUSHAF BULUNDURMAK.. 98

CAMİDE KUR"AN OKUMAK.. 98

211. 98

MİLLETLERİN HELAK EDİLMELERİ 98

213 ALLAH'IN ELİ ve YÜZÜ.. 99

BURÛC SÛRESİNDEN BAZI ÂYETLER.. 99

KÂFİR LİDERLER ve BÜYÜKLER.. 99

SAYILI GÜNLERDE YAPILAN ZİKİR.. 99

KUR'AN-I KERİM'DE DUALAR.. 99

FERYAT ve FİGAN GÜNÜ (TENAD GÜNÜ) 99

KUR'AN KISSALARI 99

KUR'AN ve BİLİM... 99

ES-SELAM ve EL-MÜ'MİN.. 99

İHSAN ÂYETİ 99

ALLAH'IN KULLARINI İMTİHANI 99

GARÂNİK OLAYI 100

KUR'AN'IN NÜZULÜ.. 100

KUR'AN-I KERİMİN KONUMU.. 100

KUR'AN'IN TOPLANMASI 100

KADININ KUR'AN OKUMASI 100

ŞÜKRÜN ANLAMI 100

KUR'AN'IN EZBERLENMESİ 100

YASİN SÛRESİNDEN İKİ AYET.. 100

ARABÇA KUR'AN'IN LÜGATİDİR.. 100

MEKKİ ve MEDENİ SÛRELER.. 100

İBN TEYMİYYE ve KUR'AN TEFSİRİ 101

ARŞA İSTİVA ETMEK.. 101

ALLAH'IN KİTABINDA BİR ÂYET.. 101

LEMEM KELİMESİNİN ANLAMI 101

ALLAH'IN MAĞFİRETİNİN GENİŞLİĞİ 101

İNSANLAR ve CİNLERE MEYDAN OKUMAK.. 101

DÛHÂ SÛRESİ 101

MEKKİ ve MEDENİ SÛRELER.. 101

KUR'AN'DA EMANET.. 101

ÜCRETLE HAFIZLIĞA ÇALIŞTIRMAK.. 102

ALLAH'IN HESAPSIZ RIZKI 102

YAHUDİLER ve ZİLLET.. 102

NEBE SÛRESİNİN İLK ÂYETLERİ 102

ZÂRİYAT SÛRESİNİN İLK ÂYETLERİ 102

MUSHAFIN EN ESKİ NÜSHASI 102

KUR'AN'IN MUSKA OLARAK TAŞINMASI 102

KUR'AN OKUMAK.. 102

HAYIZLI KADININ KUR'AN OKUMASININ HÜKMÜ.. 102

BİR ÂYETİN TEESİRİ 102

KUR'ANTN CEM EDİLMESİ 102

TAKVANIN MEYVELERİ 102

ŞİKAYET SABRA AYKIRI DEĞİLDİR.. 103

YARATILIŞIN TEKRARI 103

ORADA NE ÖLÜR NE DE DİRİLİR.. 103

AĞIR BİR SÖZ.. 103

GAŞİYE SÜRESİNDEKİ ÂYETLERİN BİRBİRİYLE UYUMU.. 103

SORGUYA ÇEKİLECEKSİNİZ.. 103

DUANIN KABULÜ.. 103

MÜTEŞABİHLERİN YARARr NEDİR?. 103

MÜ'MİNLERÎN ve KÂFİRLERİN ZAFERİ 103

ŞEYTANİN HİLESİ, KADINLARIN HİLESİ 104

KUR'AN'DA HİKMET.. 104

BESMELE ve TEVBE SÛRESİ 104

SURE BAŞLARINDAKİ KUL (DE Kİ) KELİMESİ 104

GECE ve GÜNDÜZÜN HİKMETİ 104

MUSARAAT'IN ANLAMI 104

GECEYİ GÜNDÜZE SOKMAK.. 104

SEFİHLERİN MALLARI 104

KARIŞIK RÜYALAR.. 104

EL-HAKKA SÛRESİ 104

EL-HÂKKA, EL-KÂRİA, ET-TÂĞIYE. 104

ALLAHIM BİZİ SIRAT-I MÜSTAKİM'E (DOĞRU YOLA) HİDAYET ET.. 105

KUR'AN'DA ŞÜPHE YOKTUR.. 105

ATAN KİM?. 105


Şeytanın Hilesi, Kadınların Hîlesi

 

SORU: Kur'an-ı Kerim kadınların hilesinden söz ederken "Sizin hileniz gerçekten çok büyüktür" dediği halde niçin bir başka âyette "Şeytanın hilesi esasen çok zayıftır" diyor? Şeytanın hilesi kadınların hilesinden daha büyük değil mi?

CEVAP: Önce ayette geçen keyd kelimesinin ne anlama geldiğini inceleyelim. el-Müfredat'm yazan Râgıb'ın bu konuda şunları söyledi­ğini görüyoruz:

Keyd bir çeşit kurnazlık ve açıkgözlülüktür. Bunun da kötü olanı vardır, iyi olanı vardır. Fakat genellikle kötü manada kullanılır. İs-tidrac (kandırma, ikna etme) ve mekr (kandırma, tuzak kurma) da böyledir. Bu kelime bazen müsbet/iyi anlamda kullanılır. Mesela şu âyetlerde keyd kelimesi müsbet/olumlu anlamda kullanılmıştır. İşte biz Yusuf a böyle bir plan kurmasını vahyetrik. (Yusuf/76)

Onlara mahsustan mühlet veririm. Çünkü benim düzenim çetindir. (A'raf/183)

Bazıları ayette geçen keyd kelimesiyle azab'ın kastedildiğini söy­lemişlerdir. Doğrusu verilen mühlet kâfirlerin cezalandırılmasına yol açar. Nitekim Âl-i İmran sûresinde şöyle buyrulur:

Biz onlara sadece günahları çoğalsın diye mühlet veririz. (Âl-i îmran/178)

Keyd kelimesinin müsbet anlamda kullanıldığı bir başka âyet ise şudur:

Allah hainlerin tuzaklarını asla başanya ulaştırmaz. (Yusuf/52)

Allah Teâlâ bu âyetle kurduğu planla hainlik maksadı gütmeyen­lerin -ki Yusuf un kardeşi için kurduğu plan böyle müsbet bir plandır-planlarını başanya ulaştırabileceğini tenbih etmek için hitabını özel­likle hainlere yöneltmiştir. Şu âyet-i kerimede de keyd kelimesi geç­mektedir:

Allah'a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra putlarınıza bir tuzak kuracağım. (Enbiya/57)

Hz. İbrahim bu sözüyle putlara bir kötülük yapacağını kastetmek­tedir.

Allah Teâlâ Nisa sûresinde şöyle buyurur:

İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkar edenler ise tağutun (batıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dost­larına karşı savaşın; esasen şeytanın hilesi zayıftır. (Nisa/76)

Şeytanın tuzağı ne kadar kuvvetli olursa olsun güç ve kudret sahi­bi Allah'ın yardımı ve ihlas sahibi veli kullannı koruması karşısında çok zayıftır. Allah Teâlâ, azgın şeytanın salih kullarına egemen olma­sına engel olur. Allah, şeytana şöyle demektedir:

Kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olmaz. Ancak sana uyan sa­pıklar bunun dışındadır. (Hicr/42)

Lânetli şeytan ihlaslı kişileri azdırmaktaki zayıflığını zaten itiraf ediyor. Kudret sahibi Allah'a hitaben şöyle diyor:

Senin mutlak kudretine yemin olsun ki, onlardan ihlaslı olan kul­ların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım. (Sâd/82-83)

Menar Tefsiri'nde yukarda geçen Nisa süresindeki söz konusu âyet şu şekilde tefsir ediliyor:

İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkar edenler ise Tağutun yolunuda savaşırlar. Tağut, azgınlıkta aşırı gitmek anlamına gelen tuğyandan gelir. Tuğyan, adaletin ve hayrın hududunu aşıp batıl, zulüm ve şerrin hududuna girmektir. Şayet müminler cihadı terke-derlerse -ki kâfirler savaşı terketmezler- tağut galip gelir ve azgınlıklar yaygınlaşırdı.

Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü alt üst olurdu. (Bakara/251)

Neticede putpereslik akıllara ve ahlâka galip gelir, zorbalığın yay-gmlaşmasıyle zulüm yaygınlaşırdı.

(O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın)! Siz, ey müminler! Rahmanın dostlarısınız. (Esasen şeytanın hilesi zayıftır). Çünkü o ken­di dostlarına bâtılı, zulmü, şerri, ekinleri ve nesli yok etmeyi güzel gös­terir. Vesvesesıyle bunların kendileri için daha hayırlı olduğu, bunlarla onur ve şeref kazanacakları kuruntusunu onlara verir. İşte bu bir hile ve tuzaktır.

Hak-bâtıl çatışmasında hakkın yücelmesi ve bâtılın alçalması, iyi­liklerin ve kötülüklerin mücadelesinde iyinin ayakta kalması ve ideal olanın üstün gelmesi Allah'ın bir kanunudur.

Allah yolunda savaşanlar, uygarlığın yapısı gereği sabit ve yararlı olan bir şeyin peşindedirler. Varlığın kanunları da onları desteklemek­tedir. Şeytanın yolunda savaşanlar ise, intikamın, haksız yere yeryüzü­nü istila etmenin ve insanları şehvetlerinin ve lezzetlerinin emrine bo­yun eğdirmenin mücadelesini verirler. Bunlar beşeriyetin selim fıtratı­nın ve uygarlığın değerli prensiplerinin kabul etmediği şeylerdir. Bâtıl, başı boş bırakılmadıkça ve yandaşlarının dizginleri salınmadıkça hiç bir gücü ve kuvveti olamaz ve asla varlığını sürdüremez. Bâtılın varlı­ğını devam ettirmesi hakkın onu ihmal edip gözardi etmesine bağlıdır.

Üstad İmam (Muhammed Abduh) diyor ki:

Bu âyet, zayıf kişilerin akıllarında dolaşan şu düşünceye bir ce­vaptır: Onlar şöyle diyebilirler: "Biz savaşamayız. Çünkü biz za­yıf kimseleriz. Düşmanlarımız ise sayıca bizden daha çok ve kuv­vetlidirler." Allah Teâlâ onlara mü'minlerin kuvvetiyle düşmanla­rının kuvvetinin, hile ve tuzakla birlikte bile bir fayda vermeyen zayıflıklarının denk olamayacağını göstermektedir. Mü'minler Al­lah yolunda savaşmaktadırlar. Bu savaş, hakkın desteklenmesidir. Hakka inananlar ve doğru hedef peşinde koşanlar, bütün güçleriyle düşmana karşı hazırlık yapmaya yönelirler. Sabır ve sebatın gü­cü, sayı ve teçhizatın gücünden fazladır.

Yüce Allah Yusuf sûresinde şöyle buyurmaktadır:

Kocası gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce karısına hi­taben: "Doğrusu bu sizin hilenizdir. Sizin hileniz gerçekten bü­yüktür" dedi. (Yusuf/28)

Fahruddin er-Râzi'nin tefsirinde bu âyet hakkında şu ifadeler geçer:

(Doğrusu bu sizin hilenizdir.) Yani senin: (Ailesine kötülük etmek isteyen bir kimsenin cezası... Yusuf/25) şeklindeki sözün sizin hi­lelerinizden bir hiledir. Sizin hileniz de gerçekten çok büyüktür.

Şayet, insan zayıf bir varlık olarak yaratılmışsa nasıl olurda bir kadının hilesi büyüklükle vasıflandırılır? Ve yine erkeklerin hilesi ba­zen kadınların hilesinden daha ziyade olabilir?

Birinci sorunun cevabı şudur: şüphesiz meleklerin, göklerin ve yıldızların yaratılışına nisbetle insanın yaratüılşı daha zayıftır. Bütün insanların hilesine nisbetle kadınlann hilesi daha büyüktür. Bu iki söz arasında bir çelişki yoktur.

Aynca kadınlar hile ve tuzak konusunda erkeklerde bulunmayan imkanlara sahiptirler. Çünkü kadınlann kuracakları tuzakları utanç ve­rici sonuçlar doğurabilir. Erkeklerin tuzağı bu yönüyle kadınlannki ka­dar değildir. (Yani kadın, tuzağında cinselliğini kullanabilir).

"Sizin hileniz gerçekten çok büyüktür" diyen kişinin, Mısır azizi olduğu ve aynı zamanda Yusuf un nefsinden murat almak isteyen kadı­nın kocası olduğu düşünülürse bu iki âyet arasında bir çelişki bulun­madığı anlaşılır.

 

Kur'an'da Hikmet

 

SORU: Kur'an'da geçen hikmet kelimesinin anlamı nedir?

CEVAP: Hikmet kelimesi Kur'an-ı Kerim'in pek çok âyetinde geçmektedir. Bunun anlamıyle ilgili olarak da pek çok tefsir yapılmıştır. Bu konuda müfessirlerin görüşlerini arzetmeden Önce, Râğıb el-İsfehâ-ni'nin, Müfredâtü'l-Kur'an isimli kitabında hikmet kelimesi hakkında söylediklerini ifade etmeye çalışalım:

Hikmet; akıl ve ilim ile hakikate ulaşmaktır. Allah'a nisbetle hik­met ve eşyayı bilmek ve onu en uygun ve en mükemmel bir şekil­de yaratmaktır. İnsana nisbetle hikmet ise eşyayı bilmek ve hayır­lı/iyi olan şeyleri yapmaktır. Bu, Kur'an-ı Kerim'de Lokman'ın (a.s) vasfı/bir özelliği olarak zikredilir: "Biz Lokman'a hikmet verdik." Kur'an Lokman'ı (a.s) nitelendirdiği hikmetin neler oldu-ğunada özet halinde bildirmiştir. O halde Allah hakkında: "O ha­kimdir/hikmet sahibidir" denildiği zaman bunun manası, başkala­rı için bu vasıf kullanıldığı zamanki manasından farklıdır.

Bu sebeble Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Allah hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir? (Tin/8)

Kur'an-ı Kerim'in hakim diye nitelendirilmesi, hikmeti ihtiva etti­ği içindir:

Elif, lâm, râ, işte bunlar hikmetli Kitab'ın âyetleridir. (Yunus/l) Şu âyet-i kerimede de bu manayadır:

Andolsun ki onlan bu hallerinden vazgeçirecek nice haberler gel­miştir. Bu âyetlerin her birinde üstün hikmetler vardır.

Denildi ki: Hakim kelimesi muhkem/sağlamlaştırılmış anlamına da gelir. Mesela Hûd sûresinin başındaki ayette bu anlamdadır:

Onun âyetleri sağlamlaştırılmıştır/muhkem kılınmıştır.

Bunun her ikisi de doğrudur. Çünkü Kur'an hem muhkemdir, hem de hikmetleri ihtiva ve ifade eder. Onda her iki anlam da vardır.

Hüküm, hikmetten daha geneldir. Her hikmet, aynı zamanda bir hükümdür. Fakat her hüküm hikmet değildir. Hüküm bir şeye bir şeyle hükmetmektir. Mesela şu şöyledir veya böyle değildir, denir. Rasûlul-lah (s.a) şöyle demiştir:

Şiirin bir kısmı hikmettir.

Yani doğru hükümlerdir. Mesala Lebid'in bir şiirinde geçen şu söz böyledir:

Rabbimize olan takvamız en hayırlı ibadettir. Allah Teâlâ (Yahya (a.s) hakkında) şöyle buyuruyor: Ona daha çocukken hikmet verdik. (Meryem/12) Hz. Peygamber (s.a) ise şöyle buyurmuştur: Susmak hikmettir bunu yapan kişi de azdır.

Şu âyette Hz. Peygamberin insanlara Kitab'ı ve hikmeti öğrettiği ifade edilir:

Onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten... (Cuma/2)

Şu âyet-i kerimede de Hz. Peygamber'in hanımlarına hitab.edil­mektedir:

Evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın! (Az-hab/34)

Bir görüşe göre bu âyette sözü edilen hikmet, Kur'an'ın tefsiridir. Yani Kur'an'ın dikkat çektiği hikmettir.

Allah dilediği hükmü verir. (Mâide/1)

Bu, dilediğini hikmetli kılar, anlamına gelir. Bu, kulların rızasını gerektiren şeylere teşviktir. İbn Abbas yukarıda Ahzab sûresi 34. âyette geçen hikmet'in Kur'an'ın nâsihini, mensuhunu, muhkemini ve mütaşa-bihini bilmek olduğunu söylemiştir. İbn Zeyd: "Kur'an'ın âyetlerini ve hükümlerini bilmektir" demiştir. Süddi ise bunun nübüvvet/peygamber­lik olduğunu söylemiştir. Bir görüşe göre de hikmet, Kur'an'ın gerçekle­rini anlamaktır. Bu büyük peygamberlere bahşedilen hikmetin parçaları­na bir işarettir. Diğer peygamberler de bu konuda onlara tabidirler.

İbn Kesir Tefsirine müracaat ettiğimiz zaman onun pek çok yerde hikmeti sünnet veya dinde anlayış diye tefsir ettiğini görürüz. Bakara sûresi 129. ayetteki hikmete bu anlam verilmiştir:

Rabbimiz! İçlerinden onlara senin âyetlerini okuyan, Kitab'ı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gön­der. Şüphesiz güçlü ve hakim olan sensin. (Bakara/129)

İbn Kesir bu âyetteki hikmetin sünnet olduğunu söyler.

Yine Bakara sûresinde geçen hikmeti de sünnet diye tefsir eder:

Nitekim biz size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıta­cak, size Kitab'ı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildire­cek aranızdan bir peygamber gönderdik. (Bakara/151)

İbn Kesir bu âyet hakkında şunları söyler:

Allah Teâlâ mümin kullarına Hz. Muhammed'in (s.a) bir nimet olarak gönderildiğini hatırlatıyor. Bu peygamber onlara apaçık âyetlerini okur ve onları kötülüklerden arıtır. Yani onları ahlâkî re­zilliklerden, nefislerin pisliklerinden ve câhiliye fiillerinden te­mizler. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onlara Kitab'ı ya­ni Kur'an'ı öğretir ve hikmeti yani sünneti öğretir. Onlara bilme­dikleri şeyleri öğretir.

İbn Kesir âyet-i kerimede mülk ile birlikte geçen hikmeti nübüv­vet ile tefsir etmiştir:

Onları -Allah'ın izniyle- bozguna uğrattılar; Dâvud Câlût'u öldür­dü, Allah Davud'a hükümranlık ve hikmet verdi ve ona dilediğin­den öğretti. (Bakara/251)

Bakara sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurur:

(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. (Bakara/269)

İbn Kesir bu âyeti tefsir ederken müfessirlerin hikmet konusunda söylediklerinin hepsini sıralamıştır:

İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre hikmet, Kur'an'ın nâsihini, mensuhunu, muhkemini ve müteşabihini, önce inenini ve sonra inenini, helâlini ve haramını ve verdiği örnekleri bilmektir.

Yine İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre hikmet, Kur'an'dır, ya­ni onun tefsiridir.

Mücahid'den rivayet edildiğine göre hikmetle, isabetli söz söyle­mek kastedilmiştir.

Yine Mücahid'den şöyle rivayet edilmiştir: Bu âyette yani "Allah dilediğine hikmeti verir" âyetinde zikredilen hikmet nübüvvet de­ğildir. Buradaki hikmet, ilim, fıkıf ve Kur'an'dır.

İbn Mes'ud'dan merfu olarak rivayet edildiğine göre "hikmetin başı Allah korkusudur."

Ebu'l Âliye: "Hikmet, kitab ve anlayıştır" der. Mâlik ise şöyle der:

Bana öyle geliyor ki hikmet, Allah'ın dinini bilmektir ve Allah'ın lütfü ve rahmetiyle kalplere bahşettiği bir özelliktir. Bu özelliğin bulunduğu kişiyi sen, dünyevi işlerde -bilgi ve tecrübeye de sahip ise- akıllı bir adam olarak görürüsün. Bu özelliğe sahip olmayan­ları ise dünyevi işlerde zayıf bir insan olarak görürüsün. Bu özel­liğe sahip kişiler dini konularda da bilgili ve basiretli olurlar. Al­lah Teâlâ bu özelliği/hikmeti dilediğine verir, dilediğini de bundan mahrum bırakır. O halde hikmet, Allah'ın dinini bilmek ve anla­maktır.

İbn Kesir der ki:

Doğru olan -cumhurun da dediği gibi- hikmetin sadece nübüvvet olarak anlaşılmaması, aksine ondan daha genel bir anlamının ol­duğunun kabul edilmesidir. Hikmetin en yüksek mertebesi nübüv­vettir/peygamberliktir. Risalet daha özeldir. Fakat peygamberlerin müntesiplerinin de peygamberlere bağlılıkları nisbetinde hikmet­ten bir nasipleri vardır.

Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

Kur'an'ı ezberleyen kimse onu iki omuzu arasında tutmuş demek­tir. Şu kadar var ki ona vahiy gelmemektedir.

Bütün bunlardan anlıyoruz ki hikmeti çeşitli şekillerde tefsir et­mişlerdir ve bunların hepsi doğrudur. En uygun olanı bununla genel bir mana kastedilmiş olmasıdır ve şöyle denilmesidir: Hikmet dünya ve ahiret işlerinde fert ve toplumu düzene koyan, dengede tutan doğru bir anlayıştır.

 

Besmele Ve Tevbe Sûresi

 

SORU: Tevbe sûresinin başında niçin besmele zikredilmemiştir?

CEVAP: Müfessirler Tevbe sûresinin besmelesiz olarak başlaması­nın sebebi üzerinde durmuşlardır. Müfessirlerin bu konudaki görüşle­rinden meşhur olanları zikredeceğiz:

Bu konu İbn Kesir Tefsirinde şu şekilde izah edilir:

Sahabe-yi kiram İmam Mushafta bu sûrenin başına besmeleyi yazmadıkları için bu sûrenin başında besmele bulunmaz. Bu ko­nuda müminlerin emiri Hz. Osman ibn Affan'a uyulmuştur.

Sahabenin bu tasarrufu için herhangi bir sebeb ve hikmetin zikre-dilmediğini görüyoruz. Bu sebeble İbn Abbas'ın rivayetine göre o Hz. Osman'a şöyle demişti: "Enfal sûresi mesâni grubuna ait sûrelerden ol­duğu halde niçin önce Enfâl'den başladınız ve Tevbe suresini ondan sonraya aldınız ve niçin aralarına besmeleyi yazmadan ikisini birleştir-diniz?" (Mesâni, âyet sayısı yüzden az olan sûreler, miûn ise âyet sayı­sı yüzden fazla olan surelerdir. Enfâl sûresi yetmiş beş ayettir. Tevbe sûresi yüz yirmi dokuz ayettir). Hz. Osman bu soruya şöyle cevap ver­di: "Hz. Peygamber'e (s.a) uzun bir müddet bir kaç tane sûre birlikte iniyordu. Kendisine bir şey indiği vakit vahy kâtiplerinden birisini ça­ğırır ve ona: "Bu âyetleri şu sürenin şu şu âyetlerinin yanma yazın!" derdi. Enfâl Medine'de inen ilk sûrelerdendir. Berâe (Tevbe) ise Kur'an'ın son inen sûrelerindendir ve onda anlatılan olaylarla, Enfâl'de anlatılan olaylar birbirine benzer. Ben de Enfâl'deki âyetlerin Tevbe'ye dâhil olduğunu zannettim. Hz. Peygamber de (s.a) bu konuda bize her­hangi bir açıklamada bulunmadan vefat etti. Bu sebeble ikisini bir araya getirdim. Böylece Enfâl sûresini yedi uzun sûrenin içerisine koy­muş oldum."

İmam Fahrûddin er-Râzi Tevbe sûresinin başında besmeleninin niçin zikredilmediğini çok çeşitli yönlerden izah etmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:

Birincisi: Rivayet edildiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Os­man İbn Affan'a "Enfal sûresi mesâni grubuna ait sûrelerden, Tev­be ise miûn grubuna ait sûrelerden olduğu halde niçin önce En-fal'den başladınız ve ikisini birleştirip aralarına besmele koymadı­nız?" diye sorduğumda, Osman bu soruya şöyle cevap verdi: "Ra-sûlullah'a (s.a) ne zaman bir sûre inerse bunu falan yere yerleşti­rin!" derdi. Berâe, Kur'an'ın en son inen sûrelerindendir. Rasûlul-lah (s.a) Berâe'nin nereye konacağına dair bir açıklama yapmadan vefat etti. Bunların konulan da birbirine benziyordu. Bu sebeble bu ikisinin arası birleştirildi.

Bazı araştırmacılar dediler ki: Rasûlullah'ın (s.a) bu sûrenin En-fal'den sonra geldiğini açıklamadığını söylemek mümkün değil­dir. Çünkü Kur'an-ı Kerim Allah Rasûlü tarafından sıraya konul­muştur. Şayet bazı sûrelerin Allah tarafından tertip edilmediğini caiz görecek olursak bunu diğer sûreler için ve bir sûre içindeki âyetler için de caiz görmemiz gerekir. Böyle bir cevaz Kur'an'da eksiklik ve fazlalığın olmasının mümkün ve caiz olduğu kapısını açar. Böyle bir anlayış Kur'an'ı hüccet/delil/kaynak olmaktan çı­karır. Gerçek olan şu ki Rasûlullah (s.a) Tevbe sûresinin Enfal sû­resinden sonraya yerleştirileceğini vahy yoluyla emretmiş ve Tevbe sûresinin başında besmele olmadığını da yine vahy yoluy-le bildirmiştir.

İkincisi: Rivayet edildiğine göre Ubey b. Ka'b şöyle demiştir: Bu­nu böyle zannettiler (yani Enfal'in Tevbe'den sonra geleceği ve Tevbe suresinin başında besmelenin olmayacağı kanaatine vardı­lar.) Çünkü Enfal sûresinde yapılan anlaşmalardan söz edilir. Tev­be sûresinde ise bu anlaşmalardan vazgeçildiği ve bozulduğu an­latılır. Bu sebeple biri diğerinin yanına konulmuştur.

Üçüncüsü: Sahabiler Enfal ve Tevbe sûrelerinin tek bir sûre mi, yoksa ayrı ayrı iki sûre mi olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bu ikisi tek bir sûredir, demişlerdir. Çünkü her ikisi de cihat hak­kında nazil olmuştur ve bu ikisinin tamamı yedi uzun sûrenin ye­dincisi olur.[1] Bundan sonrakiler de el-miün sûreler grubuna girer. Bu görüşün daha kuvvetli olduğu görülüyor. Çünkü her ikisi bir­den 206 âyet eder ve ikisi tek sûre mesabesindedir. Bunların iki ay­rı sûre olduğunu söyleyenler de vardır. Sahabe arasında bu konuda ihtilaf çıkınca bunların tek sûre olduğunu söyleyenlerin de sözüne işaret etmek üzere ikisinin arasında bir boşluk bırakmışlardır.

Dördüncüsü: Allah Teâlâ Enfal sûresini müminlerin birbiriyle dost olmalarını ve kâfirlerle de tamamen ilişkiyi kesmelerini vaGİb kı­larak sona erdiriyor. Sonra bu manayı (Baraetün minallahi ve Ra-sûlihi) âyetinde açıklıyor. Bu ikisi aynı manayı ifade edince ve bu âyet, kendisinden önceki âyeti teyit edip pekiştirince aralarına bir fasılanın girmesi lüzumlu hale gelmiş olur. Aralarında fasıla olma­sı, bunların farklı iki sûre olduklarına dikkat çekmek içindir. Ara­larında besmelenin yazılı olmaması ise bunun manası ile onun manasının aynı olduğuna dikkat çekmek içindir.

Beşincisi: İbn Abbas Hz. Ali'ye (r.a): "Bu iki sûre arasında besme­le niçin yazılmadı?" diye sorduğunda, Hz. Ali şöyle cevap verir: "Çünkü besmele bir emandır, Tevbe sûresi ise kılıçla ve ahdi (söz­leşmeyi) bozanlara karşı nazil olmuştur. Dolayısıyla Tevbe sûre­sinde eman yoktur." Rivayet olunduğuna göre, Süfyan ibn Uyey-ne bu manayı anlatırken "size selam verenlere sen müslüman de­ğilsin demeyiniz!" (Nisa/94) âyetinin manasıyla teyit ederek an­latmıştır.[2] Süfyan ibn Uyeyne'ye denildi ki: "Rasûlullah (s.a) ehl-i harbe besmeleli mektup yazmadı mı?" Süfyan bu soruya şöyle cevap verdi: "Bu mektuplar, Rasûlullah'ın onları Allah'a da­vetiyle ilgili bir başlangıçtır, yoksa onlarla olan bir anlaşmanın bozulması değildir. Dikkat et, Rasûlullah'ın mektubunun sonunun "Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun" diye bittiğini gör-müyormusun? Bu sûre ise karşılıklı çarpışmayı ve anlaşmanın bo­zulmasını ihtiva etmekdir. İkisi arasındaki fark gayet açıktır."

Altıncısı: Belki de Allah Teâlâ bazı insanların besmelenin Kur'an'dan bir âyet olup olmadığı hususunda tartışacaklannı bil­diği için, besmelenin her sûrenin başında o sûreye ait bir âyet ol­duğuna dikkat çekmek için burada yazılmamasını emretti. Besme­le, Tevbe sûresinin bir âyeti olmadığı için yazılmamıştır. Bu, diğer sûrelerin başında besmele yazıldığı için besmelenin o sûrelere ait bir âyet olduğunu gösterir.

Kuşeyri Letaifu l-lsarat isimli tefsirinde Tevbe sûresinin başında şöyle der:

Allah Teâlâ dilediği kimseye ve dilediği şeye dilediği özel mu­ameleyi yapabileceği, dilediği kimseyi, dilediği şeyi dilediği şe­kilde başkasından ayırabileceği bilinsin diye bu sûreyi besmele­den soyutlamıştır. O'nu za'fa düşürecek hiç bir sebep yoktur ve O, hiçbir fiilinde gaye ve zorunlulukla bağımlı değildir. Bu besmele âyetinin Kur'an'da sabit olduğu herkes tarafından açıkça bilin­mektedir. Ancak (Tevbe sûresinden) çıkarılmıştır. Böylece de maksat hasıl olmuştur.

"Bu sûre kâfirlerden uzaklaşmayı, ilişkileri kesmeyi ifade ederek başladığı için besmele onda zikredilmemiştir" diyen kimsenin -her ne kadar bu da bir yorum ise de- bu yorumunun araştırıldığında doğru ol­madığı görülür. Çünkü Kur'an'ın pek çok sûresi kâfirlerden söz ederek başlar. Mesela Beyyine, Hümeze, Leheb ve Kâfirun sûreleri böyledir. Bu sûrelerin hepsinin başında da besmele vardır.

Belki şöyle denilebilir: Diğer sûrelerde kâfirlerden söz edilmiş ol­sa bile, kâfirlerden uzaklaşüması ve ilişkilerin kesilmesi açıkça zikredilmemiş, belki ima yoluyla işaret edilmiştir, ama Tevbe sûresinin ba­şında bu husus daha keskin bir şekilde ifade edilmiş ve sûreye besme­ledeki rahmet kelimesi zikredilerek giriş yapılmamıştır.

Denildi ki: Tevbe sûresinin besmele âyetinden soyutlanması bir farklılığın mevcudiyetine işaret ediyorsa, namazın besmeleden tecridi­nin de vuslatın kemalini ve sevaba hak kazanmayı engelleyeceğinden korkulmuş olması gayet normaldir.

Menar Tefsiri'nde şöyle denilir:

Sahabe ve onlardan sonra gelenler Tevbe sûresinin başına besme­leyi yazmamışlardır. Çünkü diğer sûrelerle birlikte indiği gibi bes­mele bu sûreyle birlikte inmemiştir. Besmelenin bu sûrede bulun­mayışının en doğru ve tercih edilen izahı da budur.

Bir görüşe göre bunun Enfal süresiyle birlikte tek bir sûre olduğu­nu söyleyenler nazar-ı dikkate alınmadığı için başına besmele konul­mamıştır. Meşhur olan görüş ise Tevbe sûresinin kılıçla ve anlaşmala­rı bozanlara karşı indiği için başında besmelenin bulunmadığıdır. Bu konuda sebep, izah ve görüş olarak başka şeyler de söylenilmiştir. Ba­zen de bunun bir sebebi ve illeti bulunmadığı, bir hikmeti bulunduğu ifade edilmiştir. Alimlerden bazıları bu hikmeti şöyle ifade etmişlerdir: Besmelenin Tevbe sûresinin başında bulunmaması, besmelenin her sû­renin bir âyeti olduğuna işaret eder. Çünkü uygulamayla yapılan bir is­tisna sözle yapılan bir istisna gibi genel bir ölçüdür.

Bu iki sûre arasındaki münasebet ve uyuma gelince bu, diğer sû­reler arasındaki münasebet ve uyumdan daha açıktır. Dinin usulü ve füruu, ilahi kanunlar ve yasama, savaş hükümleri, savaşa hazırlık ve savaşta başarı kazanmanın yollan, diğer psikolojik ve mali konular, anlaşmalar ve sözleşmelere dair hükümler, bunların korunması ve ge­rektiğinde bozulması, savaş ve barış esnasında müminlerin ve kâfirle­rin birbiriyle dostlukları, samimi müminlerin, kâfirlerin, günahkarla­rın, münafıkların ve kalplerinde hastalık bulunanların durumları gibi pek çok konuda Tevbe sûresi sanki Enfal sûresinin bir tamamlayıcısı gibidir. Bu konulardan bazıları Enfal sûresinde başlayıp Tevbe sûresin­de tamamlanıyor. Şayet Kur'an'ın sûreleri ve miktarları nassa bağlı olmasaydı (yani vahiy yoluyla Allah tarafından belirlenmiş olmasaydı) şu söylediğimiz şeyler, bu ikisinin tek sûre olduğunu söyleyen kimse­lerin görüşünü mana yönünden teyit etmiş olurdu. Nitekim -sûrelerin, uzunluğuna ve kısalığına, yedi uzun sûrenin arka arkaya gelişine ve miun grubuna ait olan sûrelerin onları takibetmesine göre tertibi açısın­dan da bu görüşü teyit edebiliriz.

İki sûre arasındaki münasebet ve uyumun örnekleri:

1. Ahitler Enfal sûresinde zikredilmiş, bunların ayrıntısına ve özellikle birincide düşmanların ihaneti kaydına bağlanan ahidlerin bo­zulması konusuna Tevbe sûresinde girilmiştir.

2.  Müşrikler ve ehl-i kitapla savaşmak her iki sûre de de anlatıl­mıştır.

3. Enfal sûresinde müşriklerin insanları Mescid-i Haram'dan alı­koydukları anlatılır. Halbuki onlar Mescid-i Haram'ın dostu değildirler.

Onun dostlan ancak muttakilerdir/müminlerdir. (Enfal/34) Tevbe sûresinde ise şöyle buyurulur:

Allah'a ortak koşanlar, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şa­hitlik ederlerken, Allah'ın mescitlerini imar etme selahiyetleri yoktur... (Tevbe/17)

4. Enfal sûresinin başında sırayla önce olgun müminlerin özellik­leri, sonra kâfirlerin bazı özellikleri, daha sonra da sûrenin sonunda her iki grup arasındaki dostluk ilişkileri anlatılır. Tevbe sûresinin pek çok yerinde buna benzer şeyler anlatılır.

5. Enfal sûresinde Allah yolunda mal harcamak teşvik edilir. Tev­be sûresinde buna benzer teşvikler, daha geniş ve daha açık bir şekilde yapılır. Enfal sûresinde ganimetlerin nerelere sarfedileceği, Tevbe sû­resinde ise sadakaların/zekatların sarf yerleri anlatılır.

6. Enfal sûresinde münafıkların ve kalplerinde hastalık bulunanla­rın bahsi bir tek âyette geçtiği halde Tevbe sûresinde onlardan daha ge­niş bir şekilde bahsedilir. Hatta o kadar ki, şayet sûrelerin isimleri içtihatla tesbit edilmiş olsaydı bu sûrenin Münafikûn sûresi diye isimlen­dirilmesi daha uygun olurdu.

İmam Muhammed ibn Ebi Bekr ibn Abdilkadir er-Razi el-Mesâiî isimli eserinde diğer sûrelerden farklı olarak Tevbe sûresinin başında besmelenin terkedilmesinin sebebini şöyle izah eder:

Enfal ve Tevbe sûrelerinin birbirine benzemesi dolayısıyla bunla­rın iki sûre mi, yoksa tek sûre mi olduğunda sahabe ihtilaf edince, bu ikisinin ayrı ayrı sûreler olduğunu söyleyenlerin görüşüne ri­ayet ederek aralarında bir boşluk bıraktılar, ikisinin tek bir sûre ol­duğunu söyleyenlerin görüşüne riayet ederek de aralarındaki bes­meleyi terkettiler. Bunu söyleyenlerden birisi de Katade'dir.

Bir görüşe göre de bunun sebebi şudur: Allah'ın ismi barış ve em­niyeti ifade eder. Tevbe sûresinde ise müşriklerin öldürülmesi ve onlar­la savaşılması emri vardır. O halde besmelenin bu sûrenin başına ya­zılması uygun değildir.

 

Sure Başlarındaki Kul (De Ki) Kelimesi

 

SORU: Kul (de ki) diye başlayan sûreler hangileridir ve bu kelime­nin anlamı nedir?

CEVAP: Kur'an-ı Kerim'de üçyüzden fazla yerde kul kelimesi ge­çer. Sadece Zürner sûresinde bu kelime on yedi defa tekrar eder. Bu sû­redeki 8. 9. 10. 11. âyetlerde olmak üzere dört âyette arka arkaya gelir. Bu âyetler şunlardır:

İnsanın başına bir sıkıntı gelince, rabbine yönelerek O'na yalvarır. Sonra Allah, katından ona bir nimet verince Önceden kime yalvar­mış olduğunu unutuverir. Allah'ın yolundan saptırmak için O'na eşler koşar. Ey Muhammed! De ki: "Küfrünle biraz eğlene dur; çünkü sen, muhakkak cehennem ehlindensin." Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, rabbi-nin rahmetini dileyen kimse inkar eden kimse gibi olur mu?" Ey

Muhammed de ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Doğ­rusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür. Ey Muham­med! De ki: "Ey inanan kullarım! Râbbinize karşı gelmekten sa­kının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükafaatları hesapsız öden-cektir." Ey Muhammedi De ki: "Dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk etmekle emrolundum." (Zümer/8-11)

Kur'an-ı Kerim'de kul yani de ki diye başlayan beş tane sûre vardır: Cin sûresi şöyle başlar:

(Ey Muhammed!) De ki: "Cinlerden bir topuluğun Kur'an'ı dinle­diği bana vahyolundu."

Kâfinin sûresi şöyle başlar:

(Ey Muhammed!) De ki: "Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduk­larınıza tapmam."

İhlas sûresi şöyle başlar:

(Ey Muhammed!) De ki: "O, Allah birdir."

Felak sûresi şöyle başlar:

(Ey Muhmmmed!) De ki: "Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran rabbe."

Nâs sûresi de şöyle başlar:

(Ey Muhammed!) De ki: "Sığınırım ben, insanların rabbine."

Kul Allah Teâlâ'nın bir emridir. Allah bu ifadeyle elçisi Muham-med'e (s.a) insanlara söylemesini, tebliğ etmesini ve milletine haber vermesini emreder. Cenab-ı Hak Mâide sûresinde şöyle buyurmaktadır:

Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Doğrusu Allah kâ­firler topluluğuna rehberlik etmez. (Mâide/67)

Ukbe ibn Âmir'den şöyle rivayet edilmiştir:

Rasûlullah (s.a) ile birlikte yürüyordum. Bana dedi ki: -YaUkbe! Söyle!

Ne söyleyeyim?

Bir müddet sustu, sonra tekrar dedi ki:

Söyle!

Neyi söyleyeyim ya Rasûlullah?

O yine sustu, ben (içimden): "Ya rabbi onu bana tekrar konuştur!" dedim.

Dedi ki:

Ey Ukbe! Söyle!

Neyi söyleyeyim ya Rasûlullah!

Dedi ki:

De ki: Yarattığın şeylerin şerrinden, karanlık çöktüğü zaman ka­ranlığın şerrinden, düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve hasediyle eyleme geçtiği zaman hasedçinin şerrinden sabahın rabbine sığınırım.

Bu sûreyi sonuna kadar okudu. Ben de okudum. Sonra dedi ki:

Söyle!

Neyi söyleyeyim ya Rasûlullah?! Dedi ki:

De ki: İnsanların rabbine sığınırım...

Bunun üzerine ben Nâs sûresini sonuna kadar okudum. Sonra Ra­sûlullah (s.a) şöyle buyurdu:

Hiç kimse bunun gibisini isteyemez ve hiç kimse bunun gibisiyle sığınma yapamaz.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

Sana üç tane sûre öğreteceğim ki bunlar gibisi ne Tevrat'ta, ne İn­cil'de, ne Zebur'da, ne de Furkan'da (Kur'an'da) inmiştir: İhlas Fe-lak ve Nâs sûreleridir.

 

Gece Ve Gündüzün Hikmeti

 

SORU: Allah Teâlâ gece ve gündüzü niçin yaratmıştır?

CEVAP: Allah Teâlâ pek çok âyet-i kerimede gece ve gündüzün hikmetinden söz eder. Bakara sûresinde bu konuda şöyle buyurur:

Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün peş-peşe gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak de­nizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü hal­deki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yay­masında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için bir çok delil­ler vardır. (Bakara/164)

Âl-i İmran sûresinde de şöyle buyurur:

Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler var­dır. (Âl-i İmran/190)

Kur'an-ı Kerim, gündüzün insanların hareket etmeleri, gecenin de dinlenmeleri için yaratılmış olmalarının Allah'ın âyetlerinden bir âyet olduğuna işaret eder:

O, sabahı aydınlatandır. O, geceyi dinleme zamanı, güneş ve ayı (vakitlerin tayini için ) birer hesap ölçüsü kılmıştır. (En'am/96)

Yunus sûresinde de bu hikmete işaret edilir ve şöyle buyrulur:

O (Allah), geceyi içinde dinleseniz diye sizin için yaratan, (çalışıp kazanmanız için de) gündüzü aydınlık kılandır. (Yunus/67)

Kur'an-ı Kerim, gecenin insan için bir örtü mesabesinde olduğu­na ve geceleri uyuyarak rahata kavuşacağına işaret eder:

Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan, gündüzü de dağılıp çalışma (zamanı) yapan O'dur. (Furkan/47)

Kasas sûresinde de şöyle buyurur:

Rahmetinden ötürü Allah geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinleneseniz, (gündüzün) lütuf ve kereminden rızkınızı arayası-nız. (Kasas/73)

Nebe sûresinde ise şöyle buyurur:

Geceyi örtü yaptık. Gündüzü de çalışıp kazanma zamanı yaptık. (Nebe/10-11)

İçerisinde gece ve gündüzün geçtiği âyetler hakkında düşünen bir kimse bunlann yaratılışındaki ilahi hikmetin ne büyük olduğunu idrak eder. Bu yaratılışta Allah'ın kullanna bahşettiği gerçek bir yarar vardır. Allah büyük lütuf sahibidir.

 

Musaraat'ın Anlamı

 

SORU: Koşmak ve acele etmek şeytandan olduğuna göre Kur'an-ı Kerim niçin "Rabbinizin mağfiretine koşunuz" buyuruyor?

CEVAP: Hayra koşmak anlamına gelen musaraaî kelimesi Kur'an'ın pek çok yerinde geçer. Mesala Âl-i İmran sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülük­ten men eder, hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar iyi insanlardan­dır. (Âl-i İmran/114)

Yine aynı sûrede şöyle buyurur:

Rabbinizin mağfiretine/bağışına ve takva sahipleri için hazırlan­mış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! (Âl-i İmran/133)

Enbiya sûresinde de şöyle buyuruyor:

Biz Zekeriyya'nın da duasını kabul ettik ve ona Yahya'yı verdik; eşini de kendisi için (çocuk doğurmaya) elverişli kıldık. Onlar (bütün peygamberler) hayır işlerine koşuşurlar, umarak ve korka­rak bize yalvarırlardı; onlar bize karşı derin saygı içindeydiler. (Enbiya/90)

Mü'min sûresinde ise şöyle buyurur:

İşte onlar, iyiliklere koşarlar ve iyilik için yarışırlar. (Mü'min/61)

Müsaraat, mübaderet demektir. Sürat, yavaşlığın zıddıdır. Süratli, hızlı ve çabuk ise yavaş, sakin ve ağırcanlının zıddıdır. Bundan sonra geriye hangi konuda süratli olunacağı meselesi kalıyor. Ya hayırlı şey­lere koşulur ve acele edilir, ki bu iyi bir şeydir. Ya da kötülüklere ko­şulur ve acele edilir ki bu da kötüdür ve kötülenmiştir.

Allah Teâlâ Bakara sûresinde buyuruyor ki:

Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle ya­nsın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya ge­tirir. Allah şüphesiz her şeye kadirdir. (Bakara/148)

Bu âyet, her türlü sâlih amele/iyiliklere koşmayı ve acele etmeyi teşvik etmektedir.

Rabbinizin mağfiretine ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!

Kuşeyrî bu ayeti şöyle tefsir ediyor:

Sizin affedilmenizi gerektirecek amellere/davranışlara koşun de­mektir. Kalpler katılaşır ve bunun zor olduğunu zanneder.

Halbuki Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: Pişmanlık bir tevbedir.

Tevbe mağfireti/bağışlanmayı gerektirir. Çünkü isyankar, bağış­lanmaya muhtaç olan kimsedir.

İnsanlar müsaraatla/hayra koşmada kısım kısımdır. Âbidler, salih amellere ayaklarıyle koşarlar. Arifler ibadet ve taatlere himmetleriyle koşarlar. İsyankarlar pişmanlıklanyle ve hasret duygularını yudumla­yarak koşarlar. Kim ayaklarıyle iyiliklere koşarsa karşılığında sevap alır. Kim Allah'a yakın olmaya vesile olacak şeylere himmetiyle ko­şarsa bu yakınlığı kazanır. Kim pişmanlığıyle koşarsa Allah'ın rahme­tine ulaşır.

Aceleci olmak, bir şeyi vakti gelmeden önce istemek ve elde et­meye çalışmaktır. Bu, tutku ve ihtirasın bir sonucudur. Bu sebeble Kur'an onu her zaman kötülemiştir. Hatta "acele etmek şeytandandır" denilmiştir.

İbn Ebi Bekir er-Râzi Rasûlullah (s.a): "Acele etmek şeytandan, teenni/telaşlanmamak ise Rahman'dandır" dediği halde Allah Teâlâ ni­çin "...koşun" buyurdu?" sorusunu şöyle cevaplandırırın

Rasûlullah (s.a) beş yerde buna istisna getirdi ve dedi ki:

Ancak günahtan tevbe etmede, borcu zamanında ödemede, evlilik çağına gelen bekarı evlendirmede, ölüyü defnetmede ve gelen mi­safiri doyurmada acele ediniz.

Ayet-i kerimede emredilen müsaraat, tevbeye ve tevbe manasına gelecek mağfiret sebeblerine/salih amellere koşmaktır.

 

Geceyi Gündüze Sokmak

 

SORU: Kur'an-ı Kerim buyurur ki:

Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye sokar.

Sokmak fiilinin maştan iîac'hr. Hac, bir şeyi başka bir şeyin içine geçirmek, sokmak demektir ki bunun sonunda her ikisi gerçek mana­da birleşmiş olurlar. Mesala ipliğin iğneye geçirilmesi, yüzüğün par­mağa geçirilmesi gibi. Gece ile gündüzün bu anlamda birleşmesi, bir­birine geçmesi nasıl olur?

CEVAP: Allah Teâlâ Al-i Imran sûresinde şöyle buyurur:

Geceyi gündüze, gündüzü geceye sokarsın; ölüden diri, diriden ölü çıkarırısın; dilediğini hesapsız rızıklandırırsın. (Al-i Imran/27)

Hac sûresinde de şöyle buyurur:

Böyledir; Allah geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar ve Allah şüphesiz işitir ve görür. (Hac/61)

Lokman sûresinde ise şöyle buyurur:

Bilmez misin ki Allah, geceyi gündüze, gündüzü geceye katmak­tadır. Güneşi ve ayı buyruğu altına almıştır. Bunların her biri bel­li bir süreye kadar hareketine devam eder. Ve Allah yaptıklarınız­dan tamamen haberdardır. (Lokman/29)

Fatır sûresinde ise şöyle buyurur:

Allah geceyi gündüzün içine sokar, güneş ve ayı emri altına almış­tır. Her biri muayyen bir süreye kadar akıp gider. İşte (bütün bun­ları yapan) rabbiniz Allah'tır. Hükümranlık O'nundur. O'nu bırakıp da taptıklarınız ise bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir. (Fatır/13)

Hadid sûresinde ise şöyle buyurur:

Geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; O kalplerde olanı bilir. (Hadid/6)

el-Velüc, dar bir yere girmek demektir.

Rağıb el-İsfehani "Allah geceyi, gündüze, gündüzü geceye katar" âyetinin tefsirinde şöyle der:

Bu âyet, Allah Teâlâ'nın bu alemde gecenin fazlasını gündüze gündüzün, fazlasını geceye birleştiren bir sistem kurduğunu haber vermektedir. Bu fazlalık güneşin doğduğu ve battığı yerlere göre meydana gelmektedir.

İbn Kesir, Hac süresindeki âyeti tefsir ederken şunları söyler:

Allah Teâlâ kendisinin yaratıcı olduğunu ve mahlukatını dilediği şekilde yönettiğini bildirerek şöyle buyurur:

Ey Muhammed! De ki:

"Mülkün sahibi olanAUahım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediği­ni aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen herşeye kadirsin. Geceyi gündüze katarsın, gündü­zü geceye katarsın..

Gecenin gündüze, gündüzün geceye katılması, birinden alınıp di­ğerine dahil edilmesi demektir. Bu sebeple kışın olduğu gibi bazen ge­celer uzun, gündüzler kısa, bazen de gündüzleri uzun, geceleri kısa olur.

İbn Ebi Bekir er-Razi ilacın iki şeyin hakikatinin birleşmesi oldu­ğu görüşündedir. Bu birleşme bazen iki şeyden birinin özelliğinin di­ğerine galip gelerek onun özelliğinde benliğini bozmadan bir değişik­lik meydana getirmesi şeklinde olur. Mesela bir ekmeğin çok miktar­daki süte katılması veya az miktardaki sütün çok miktardaki ekmeğe katılması gibi. Bu ameliyede her ikisi de gerçek manada birleşmişler­dir, fakat birinin özelliği diğerine galip durumdadır. Gece ve gündüz de böyledir. Mesela gecenin uzunluğu 14 saat olduğu zaman, gece ve gün­düzün eşit olduğu zamana nisbetle o esnada gecenin içinde gündüze ait iki saat var demektir. Veya bunun aksi de olabilir.

Veya bir bölgenin gecesi, diğer bölgenin gündüzü olması itibarıy­la geceyi gündüze dahil eder, demektir. (Yani aynı anda hem gece hem gündüz olur, demektir). Veya bir yerde sadece geceyi yaratır. Bir baş­ka bir yerde hem gece hem gündüzü bir arada yaratır. Bu, güneşin doğ­masına ve batmasına bağlı bir durumdur.

 

Sefihlerin Malları

 

SORU: Şu ayetin anlamı hakkında bilgi verir misiniz? Mallarınızı sefihlere vermeyiniz!

CEVAP: Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Allah'ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı sefihlere (aklı er­mezlere) vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin. (Nisa/5)

Burada sefihîer'le yetimler ve kadınlar[3] kastedilmiştir. Allah Teâlâ herhangi bir sefihe malın verilmemesini emretmektedir. Sefih, düşün­cesi, anlayışı ve ahlâkı bozuk kimse demektir. Böyle bir kimse malın­da güzel bir tasarrufta bulunamaz. Çünkü malın hayati bir önemi var­dır. Hayat onunla devam eder ve istikrar onunla sağlanır.

Kur'an-ı Kerim bu âyette mallarını dememiş, mallarınızı tabirini kullanmıştır. Çünkü bu sefihleri (aklı ermezleri) gözetip kollamakla yükümlü velilere hitabtır. Bu sefihlerin malları zayi olduğu zaman ve­lileri bu maldan sorumlu tutulurlar. Bu savurgan sefihlerin ihtiyaçları­nı karşılamak velilerinin görevidir. Sefihin boşa harcadığı mal, velinin malıdır, çünkü onun sorumlusu velidir. Müslümanların arasında müş­terek bir sorumluluğun bulunması vacibtir. Bu sebeple müslümanların iyilik, takva ve ıslah üzere yardımlaşmaları gerekir.

"O mallarla onları rızıklandırın" yani bu mallar kazanç temin et­sin ve çoğalsın diye onlarla ticaret ve üretim yaparak beslenmeleri ve geçimleri için uygun bir konuma getirin. Böylece onlar bu malın aslın­dan değil de kazancından harcamış olurlar. Ayette sözü edilen rızık, yemeyi, barınmayı, evlenmeyi ve giyinmeyi kapsar. "Onları giydirin" denilerek âyette bunlardan sadece giyim konusu zikredilmiştir. Çünkü insanlar bu konuda zaman zaman dikkatsiz ve ihmalkar oluyorlar.

Ve onlara güzel söz söyleyin...

Ayetin metninde maruf diye geçen güzel söz, saygın ruhların tanı­dığı ve alışık olduğu sözdür. Maruf/güzel söz, gönül yapmayı, iyi ve uygun olanın ne olduğuna akılları erdirmeyi kapsadığı gibi, etkili ve yönlendirici konuşmayı ve sefihe öğrenmesi gereken şeyleri öğretme­yi de kapsar. Bu güzel, ıslah edici ve faydalı sözleri söylemek de velinin görevlerine dahildir. Veliler, yetimler büyüyünceye ve akılları erin­ceye kadar hem onların mallarım muhafaza edip çoğaltırlar, hem bu maldan onların ihtiyaçlarını karşılarlar, hem de onlara güzel sözler söylerler.

 

Karışık Rüyalar

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'deki edğasu ahlâm tabirinin anlamı nedir?

CEVAP: Edğas kelimesi Kur'an-ı Kerim'de aşağıdaki âyetlerde geçmektedir:

(Hükümdarın etrafındakiler): "Bunlar karmakarışık rüyalardır. Biz böyle rüyaların yorumunu bilemeyiz" dediler. (Yusuf/44)

Onlar: "Hayır; bunlar karışık rüyalardır. Hayır, onu uydurmuştur. Hayır, o şairdir. Eğer öyle değilse, önceki peygamberler gibi bize bir mucize getirsin!" dediler. (Enbiya/5)

Bu kelime tekil olarak diğs şeklinde ve Sâd sûresi 44. âyette geçer:

Eline bir demet sap ol da onunla vur, yemini böylece yerine getir. (Sad/44)

Önce diğs kelimesini inceleyelim. Rağıb el-İsfehâni'nin Müfredâ-tul-Kur'an isimli eserinde bu kelimenin bir ya da ağaç dallan diye tarif edildiğini görüyoruz. Kelimenin çoğulu edğas'hv. Al­lah Teâlâ: "Eline bir tutam ot al..." buyurur. Hakikati anlaşılmayan muftelif rüyalara bununla benzetme yapılmıştır: "Onlar: Hayır,

Dilciler dediler ki: Sözün karışık olanına dığsu'l-hadis denilir. Bir şeyin bir kısmının diğer bir kısmı ile karışık olmasına dığs denilir. Ku­rusu ve yaşı birbirine karışık bir tutam ot ya da o miktardaki ot sapıy-le birisine vurdu anlamında darabehû bidığsın denilir. Sâd sûresinde "Eline bir demet sap al da onunla vur" buyurulur. İşe yaramayan söz­lere kelamun dığsun denilir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

"Bunlar karmakarışık rüyalardır. Biz böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz" dediler.

Yani karışık oldukları için yorumlanmayan rüyalar demektir. Ka­rışık rüyalar, korkunç rüyalardır. Karışık olduğu ve doğru dürüst yo-rumlanamadığı için böyle isimlendirilmiştir.

Gerçek olmayan ve karışık haberlere de bu isim verilir. Hz. Ali (r.a) dua ederken şöyle demiştir:

Allahım benim günah işlememi veya ihlaslı olmayan karışık işler yapacağımı takdir edip yazmışsan onları sil ve imha et. Çünkü sen di­lediğin şeyi imha edersin.

Hz. Ali'nin bu duasındaki "ihlaslı olmayan karışık işler" dığsen kelimesiyle ifade edilmektedir. Karışık ve anlaşılmaz sözlere de dığ­su'l-hadis denilir.

Edğas kelimesi Yusuf sûresinde şu şekilde geçer:

Kral dedi ki: "Ben rüyamda yedi sekiz ineğin yedi zayıf ineği ye­diğini gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumlamasını bili­yorsanız rüyamı yorumlayınız!" Etrafındakiler dediler ki: "Bunlar karmaşık rüyalardır. Biz böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz." (Yusuf/43-44) İbn Kesir der ki:

Bu rüyayı Mısır meliki görmüştür ve Allah Teâlâ bu rüyayı Yu­suf un onurlu ve saygın bir şekilde hapisten dışarı çıkması için bir sebeb olarak takdir etmiştir. Melik bir rüyayı görünce korkmuş çok şaşırmış ve yorumunu merak etmiştir.

Bütün kâhinleri ve devlet büyüklerini toplayıp rüyasını onlara an­latmış ve yorumlamalarını istemiştir. Fakat onlar bir yorum getir­meyerek "bunlar karışık rüyalardır" diye mazeret beyan ederek "biz böyle rüyaların tevilini bilmeyiz" dediler. Karışık değil de gerçek bile olsa bizim yine de bunun yorumuna dair bilgimiz ol­mazdı, dediler.

Menar Tefsiri'nde şöyle deniliyor:

Yani bunlar beynin uyku esnasında tasavvur ettiği bir takım hayal­ler ve karışık düşüncelerdir. O halde bunlara belli bir anlam veril­mez. Edğas aslında dığs kelimesinin çoğuludur. O da bitki deme­ti ya da bir demet çalı çırpı demektir.

Ahlam, hulmün çoğuludur. Hulüm de okunur, hulm de okunur. Rü­yada görülen şeye hulüm denilir. Ihtiiam, büiuğa ermek demektir.

Rüya bazen insanın uyanık haldeyken aklına gelen düşünceler gi­bi ne anlama geldiği gayet açık olur. Bazen de -ki çoğunlukla böyledir- karışık olur ve ne anlama geldiği bilinmez. Bu ikinciler karışık ot demetlerine benzerler. Sanki birbiriyle uygun olmayan muhtelif ot, çalı çırpı demetlerinden oluşmuş gibidir. Rüyada gö­rülen inek ve başakların akla getirdiği durum da böyledir.

(Biz böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz).

Onların bu sözleri, kendilerinin bu tür kanşık rüyaların tevilim bilmeyip ancak makul ve anlaşılabilir rüyaların tevilini bildikleri anla­mına gelmesi muhtemel olduğu gibi hiç bir rüyanın tevilini bilmedik­leri anlamına gelmesi de muhtemeldir. Çünkü rüyalar (hakikati) bilin­meyen şeylerdendir ya da uykuda tahayyül edilen şeylere delalet ede­cek geniş anlamı olan şeylerden değildir. Nitekim şimdiki metaryalist-ler bu rüyaların ve düşlerin doğru bir tevilinin yapılabileceğini kabul etmiyorlar. Fakat eski Mısırlılar bunlara önem verirlerdi.

 

El-Hakka Sûresi

 

SORU: el-Hâkka sûresinin nüzul sebebi nedir ve el-hâkka kelime­si ne anlama gelir?

CEVAP: el-Hakka sûresi ittifakla Mekkîdir. Elli iki âyetten oluş­muştur. Bir sûrenin hangi sebeble nazil olduğunun tefsirlerde zikredil­mesi zaruri değildir. Kurtubi Tefsirinde Ebu Hureyre'den naklen şöyle bir rivayete rastlıyoruz: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki:

Kim el-Hakka sûresinden on bir âyet okursa Allah onu Deccal'in fitnesinden korur. Kim bu sûreyi okursa kıyamet gününde onun başından ayağına kadar bir nûr olur.

el-Hâkka ile kastedilen, kıyamet günüdür. Herşey o gün tahakkuk edeceği için el-Hâkka denilmiştir. Bir görüşe göre mutlaka, seksiz şüp­hesiz gerçekleşeceği için kıyamet gününe el~Hâkka denilmiştir. Bir başka bir görüşe göre de o gün cennetlikler cenneti, cehennemlikler de cehennemi hak edecekleri için bu isimle anılmıştır. Bir başka görüşe göre ise her insan amelinin karşılığını göreceği, için kıyamet gününe el-Hâkka denilmiştir. Kisâi şöyle der: el-Hâkka, Hakk'ın günüdür.

 

El-Hâkka, El-Kâria, Et-Tâğıye

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'deki el-hakka, el-kâria ve et-tâğıye kelime­lerinin manası nedir?

CEVAP: Allah Teâlâ el-Hâkka sûresinin başında şöyle buyurur:

Gerçekleşecek olan! Nedir o gerçekleşecek olan? Gerçekleşecek olanın (kıyametin) ne oldğunu sen nereden bileceksin? Semûd ve Ad milletleri, kapılarım çalacak felaketi (kıyameti) yalanladılar. Bu yüzden Semûd milleti zorlu bir sarsıntı ile yok edildi. (Hâkka/1-5)

İbnu'l-Cevzi, Zâdu'l-Mesir fi Ilmi't-Tefsir isimli eserinde el-Hak-kdnm anlamı konusunda şunları söyler:

Ferrâ der ki: el-Hakka, kıyamettir. İşlerin hakikatini kapsadığı için böyle denilmiştir.

Zeccac ise şöyle demiştir: Her insan kendi ameliyle hayra ve şer­re müstehak olacağı için o güne el-Hakka denilmiştir.

İbn Abbas der ki: "el~Kâria kıyamet gününün isimlerinin birisi­dir." Mukatil ise şöyle der: "Allah Teâlâ azap ile düşmanlarının (tepe­sine) vuracağı için bu güne el-kâria denilmiştir."

İbn Kuteybe ise şöyle demiştir: "Şiddetle çarptığı için o güne kâ-ria denilir. Zamanın felaketleri ve musibetleri teplerine çöktü anlamın­da "esabethum kavâriu'd-dehr" denilir.

Zeccac der ki: "Kıyamet günü korkunç şeylerle insanın kapısını çaldığı için el-kâria denilmiştir."

Diğer bazı kimseler de şöyle söylemişlirdir: O gün, kalpler kor­kuyla çarptığı için ona el-kâria denilmiştir.

Âyette geçen tâğıye kelimesine gelince bu kelimenin anlamı ko­nusunda üç tane görüş vardır: Birincisi: Onların azgınlıkları ve inkar­ları demektir. İbn Abbas, Mücahid, Mukatil, Ebû Ubeyde ve İbn Ku­teybe bu görüştedir. Zeccac der ki:

Bu kelime ism-i fail kalıbında olmasına rağmen masdar manasın­da kullanılmıştır ve onların azgınlıkları demektir. Akıbet ve afiyet kelimeleri gibi. Bu kelimeler de ism-i fail olduğu halde mastar manası taşırlar. Bu birinci görüşe göre âyetin anlamı şöyledir: "Semud kavmi azgınlığı sebebiyle helak oldu."

İkincisi: Çok şiddetli (azgın) bir ses, haykırış demektir. Ses o kadar şiddetlidir ki bu yüzden onlar helak olmuşlardır. Katede bu gö­rüştedir.

Bu kelimenin üçüncü anlamı, deveyi boğazlayan demektir. İbn Zeyd kelimenin bu anlama geldiğini söylemiştir.

Nizamüddin en-Neysâbüri'nin Garâibü'l Kur'an ve Rağaibul-Furkan isimli eserinde bu kelimeler hakkında şu bilgiler verilir:

el-Hâkka'nm kıyamet olduğunda görüş birliği vardır, Ancak niçin böyle isimlendirildiğinde farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ebû Müslim, bu kelimenin ism-i fail kalıbında "Rabbinin sözü ger­çekleşecektir" anlamına geldiğini söyler. Yani kıyametin gelece­ğinde asla bir şüphe yoktur. el-Leys'in söylediği de buna yakın­dır: Kıyamet gerçekleşecek bir felakettir. O halde onu kimse ya-lanlayamaz.

Bir görüşe göre de olayların hakikati ortaya çıktığı için o güne el-Hakka denilmiştir. Yani işlerin gerçek yüzü o gün bilinir. "Bunun ger­çeğini bilmiyorum" anlamında "La ühıkku hazâ" denilir.

Bir başka görüşe göre "işlerin hakikatini kapsayan" demektir. Ya­ni kıyametin kopmasını, sevap, ceza ve diğer kesin işleri ifade eder. Bu görüş ile önceki görüşün müşterek oldukları nokta, her ikisinin de me­cazi bir isnad olmalarıdır. Ancak birincisi mef ul manasına gelen fail olduğu halde, ikincisi aslı üzeredir, yani kelimenin kalıbı da manası da faildir. Zeccac'm görüşü de buna yakındır: Yükümlü ve sorumlu kişi­lerin yaptığı işlerin bütün eserleri gerçekleşip artık bekleme sınırından çıkıldığı hakiki an demektir.

Ezheri de şöyle der:

Çünkü bu kıyamet günü, Allah'ın dinine karşı düşmanlık edenle­rin haklarından geldiği için bu isimle anılmıştır. Yani Allah'ın di­nine karşı düşmanca tavır alanları mağlup eder.

el~Hakka kelimesiyle ilgili yorumların on kadar olduğu ifade ifade edilmiştir. Fakat iyi araştırıldığında bazılarının tekrar olduğu görülür.

el-Kâria kelimesine gelince aslında bununla da kastedilen el-Hak-ka'd\\. Ancak Kur'an-ı Kerim, kâria kelimesini cümle içinde el-hâkka kelimesinin zamirinin yerine koyarak bununla ondaki şiddet vasfına ilave olarak korku manasını öne çıkarmıştır.

Şüphesiz kıyamet günü, korkunç halleriyle, göğün parçalanmasıy-le, yeryüzünün darmadağınık olmasıyle, yıldızların sönmesiyle ve da­ha başka şeylerle birlikte insanlara büyük bir korku verir.

et-Tâğıye: Taşan, haddi aşan olay demektir. O bir sarsıntı veya yıl­dırım ya da bir çığlıktır. Tâğıye kelimesinin ism-i fail kalıbında oldu­ğu halde masdar manasını ifade ettiği söylenilmiştir. Yani azgınlıkları sebebiyle helak edildiler demektir. Tâğıye ile sadece deveyi boğazla­yan kimsenin kastedilmiş olması de muhtemeldir. Kelimenin sonunda­ki tâ harfi ise mübalağa içindir.

Kurtubi'nin el-Câmi îi Ahkâmı'I-Kur'an isimli tefsirinde bu keli­melerle ilgili olarak şu bilgiler yer almaktadır:

Allah Teâlâ el-Hakka kelimesiyle kıyameti kastetmektedir. İşler o günde gerçekleşeceği için bu isimle isimlendirilmiştir. Bunu Ta-beri söylemiştir. Nasıl ki "ibadetle geçirilen gece" anlamında "Leylün kâimun (ibadet eden gece)" denilebiliyorsa işlerin ger­çekleşeceği gün anlamına da el-Hakka (gerçekleştirilen gün) de­nilmiştir.

Bir görse göre bu günde bazıları için cennet, bazıları için de ce­hennem tahakkuk edeceği için böyle denilmiştir.

Bir başka görüşe göre ise her insan amelinin karşılığını o gün hak edeceği için bu isimle anılmıştır.

Ezheri'nin görüşüne göre, yenmeye ve üstün gelmeye çalışmak manasına "Hâkaktuhu fe hakaktuhu (yani onunla haklaştım/karş il aştım ve hakladım/yendim)" denililir. Kıyamet günü, Allah'ın dinine karşı batıl yoldan mücadele eden herkesi haklayacağı (yeneceği) için bu is­mi almıştır.

es-Sıhah isimli sözlükte şöyle denilir:

"Tartıştılar ve herbiri kendi haklılığını iddia etti" anlamında hâk-kahû denilir. Tartışmada "galip geldi" anlamında da hakkahu deni­lir. Bir kimse basit ve küçük meseleler için tartıştığı zaman "nezi-ku'1-hıkâk" denilir. Ihîikak: İhtişam (tartışmak) demektir. el-Hâk-ka ve el-Hakka ve el-Hâk üçü de aynı manaya gelen kelimelerdir.

el-Kisâi ve el-Müerric şöyle demişlerdir: "el-Hakka, yevmü'1-hak (gerçek gün) demektir."

el-Kâria, kıyamet demektir. Korkunç halleriyle insanları çarptığı için bu isimle anılmıştır. Zamanın korkularına, sıkıntılarına ve felâket­lerine maruz kaldılar anlamına "Esâbethum kavariu'd-dehr" denilir. İn­sanın cinlerden ve başka insanlardan korktuğu zaman okuduğu âyete'î-kürsi gibi Kur'an âyetlerine de "Kavariu'l-Kur'an" denilir. Bu âyetler âdeta şeytanları çarparlar.

Kâria'mn kimilerini yükselten, kimilerini de alçaltan kur'a keli­mesinden türediğini söyleyenler de vardır.

Bir görüşe göre ise kâria, dünyada onların başına inecek olan azaptır. Peygamberleri onalan (yani Semud kavmini) bu azap ile kor­kutmuş, fakat onlar bunu yalanlamışlardı.

et-Tâğıye ise azgınlık yapmak demektir. Katede şöyle der: "Tâğı-ye şiddetli bir çığlık demektir." Yani haddi aşan korkunç bir çığlık de­mektir. Nitekim bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:

Biz onların üzerine korkunç bir çığlık gönderdik. Hemen hayvan ağılına konulan kuru bir ot gibi oluverdiler. (Kamer/31)

Tuğyan: Haddi aşmaktır.

Sular taşıp kabarınca sizi gemide biz taşıdık.

Bu ayette geçen kelime tağâ'dır. el-Kelbi der ki: Bu âyetteki ma­na "Onlar (Semûd) yıldırımla helak edildi" demektir. Mûcâhid: Gü­nahları sebebiyle helak edildiler anlamına geldiğini söylemiştir. Hasen ise, azgınlıkları sebebiyle helak edildiler manasına geldiğini ifade et­miştir. Mastar manasında bir ism-i faildir. Kâzibe, akıbe, afiye gibi. Ya­ni azgınlıkları ve inkarları sebebiyle helak edildiler.

Bir görüşe göre de, Tâğıye deveyi boğazlayan demektir. Yani on­lar (Salih peygamberin bir mucizesi olarak Allah tarafından gönderi­len) deveyi kesmek için ileri atılıp azgınlık etmeleri sebebiyle helak edildiler demektir. Bu azgınlığı yapan bir kişi olduğu halde diğerleri de ona razı oldukları için helak edildiler. Sonundaki te harfi mübalağa içindir. Tıpkı râviyetün lişşi'r (şiir okuyan), dâhiye, allâme (büyük âlim), nessabe (büyük nesebçi) gibi.

 

Allahım Bizi Sırat-I Müstakim'e (Doğru Yola) Hidayet Et

 

SORU: Kur'an'da (Fatiha suresinde) "Bizi sırat-ı müstakime hida­yet et" buyuruluyor. Denildiğine göre bu sırat-ı müstakim İslâm'dır veya Kur'an'dır veya cennet yoludur. Müslümanlar hidâyette oldukla­rı halde (her gün namaz kılarken) tekrarlayıp duruyorlar. Bu durum elde olan bir şeyi elde etmek için çalışmak olmaz mı? Bu ayetin anlamı nedir?

CEVAP: İbn Cerir Taberî diyor ki:

Bana göre bu ayetin en uygun yorumu şudur: "Bizi sırat-ı musta-kim'e hidayet et" demek, söz veya davranış olarak senin hoşnut olacağın hal üzere ve kullarından kendilerine nimet verip muvaf­fak kıldığın kimselerin hâli üzerine bizi devamlı kıl, demektir. İş­te sırât-ı mustakîm budur.

Çünkü Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerin, sıddîk-larin, salihlerin ve şehitlerin muvaffak oldukları yola hidayet edil­mek ve bunda muvaffak olmak; İslâm'da, peygamberleri tasdikde, kitaba sarılmada Allah'ın emrettiğini yerine getirip, yasakladığın­dan kaçınmakta muvaffak olmak demektir. Bu ise Hz. Peygam-ber'in, dört büyük halifenin ve Allah'ın salih kullarının yolunda gitmek hususunda muvaffak olmaktır. Bunların hepsi sırat-ı müs­takimdir.

"Müslüman, hidayette olduğu halde namazda veya başka zaman­larda (her Fatiha okuduğunda) nasıl hidayet ister durur? Bu, elde olan bir şeyi yeniden elde etmek değil midir?" sorusuna şöyle cevap verilir:

İnsanın gece gündüz hidayet istemeye ihtiyacı olmasaydı Allah (c.c) böyle dua etmeye yönlendirmezdi.

Kul, her saatte ve her durumda hidayet üzere sağlam ve devamlı ol­mak hususunda, basiret üzere ve hidayetinin daha ziyade olmasını iste­mek hususunda Allah'a muhtaçtır. Çünkü kul Allah'ın dilemesi olmadık­ça ne bir zarar, ne de bir fayda meydana getiremez. Bu itibarla Cenab-ı Hak kulunu her vakit kendisinden yardım, muvaffakiyet ve hidayet iste­meye yönlendirmiştir. Gerçek mesut kişi, bunu istemekte muvaffak kılı­nan kişidir. Cenab-ı Hak kendisine dua edildiği zaman, dua edenin du­asına icabet edeceğini vaadetmiştir. Özellikle gece gündüz ona muhtaç olup sıkıntıya düşenlerin duasını kabul edeceğini bildirmiştir.

Hidayet üzere iken hidayet istemek, elde olan bir şeyi elde etmek için çalışmak demek değildir. Bakınız, Kur'an'da şöyle buyuruluyor:

Ey iman edenler! Allah'a, Peygamber'ine, Peygamber'i ne indirdi­ği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. (Nisa/136)

Görülüyor ki iman edenlere, "İman edin" emri veriliyor. Aslında bu, imanın gerektirdiği hal ve davranışlarınızda devamlı olup sebat edin, demektir.

Fahreddin Râzi bu ayetin tefsirinde geniş açıklamalar yapıp bun­dan çıkan faydaları sıralamıştır: Şimdi Râzi'nin ne dediğini görelim:

Birinci fayda: Bir kimse çıkıp şöyle diyebilir: "Namaz kılan kim­se mutlaka iman eden biridir. Her iman eden, hidâyettedir. Namaz kı­larken 'bize hidayet ver' anlamındaki 'İhdinâ' ayetini okuyunca hida­yette olduğu halde hidayet istemiş olmaz' mı? Bu ise olmayacak bir şeydir."

Alimler bu itiraza bir çok cihetle cevap vermişlerdir:

1.Burada istenen hidayetten maksat, eskilerin, Allah'ın rızasını kazanmak için göğüs gerdikleri büyük zorlukların (sevabını isteme ve elde etme) yoludur.

Hikaye olunur ki Hz. Nuh (Allah'ın dinini yaymak uğrunda her gün defalarca dövülür bazen baygın düşermiş. Her defasında: "Alla-hım kavmime hidayet ver. Çünkü onlar (ne yaptıklarını) bilmiyorlar" dermiş. Burada da akla bir soru geliyor: "Bizim Peygamberimiz Hz. Nuh'un defalarca söylediği bu sözü ancak bir kere söylemiştir. Buna göre Nuh peygamberin bizim Peygamberimiz'den daha üstün olması gerekmez mi?"

Bunun cevabı şudur: Fatiha süresindeki açıklamakta olduğumuz ayetten maksadın Allah'tan güzel ahlâkı, güzellikleri istemek olduğu dikkate alındığında ortaya şöyle bir durum çıkar. Hz. Peygamber her gün (namazda) şu kadar Fatiha okuyor. Demek ki Hz. Peygamber'in Allah'tan hidayet istemesi Nuh peygamber'den daha fazladır.

2. İlim adamları her huyun, bir tefrit, bir de ifrat yönü vardır. Bun­ların her ikisinin de kötü olduğunu, hak olanın bu ikisinin ortasında bu­lunmak olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyuruluyor:

İşte böylece Allah sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldı. (Baka­ra/143)

Bu ortada olup mutedil olmak hem yolun en doğrusu, hem de adâ-letlisidir.

Müslüman bir delil üe Allah'ı bilince mü'min olur, hidayette olur. Bu sonucun meydana gelmesinden sonra adaletli olmanın ne olduğunu bilmek gerekmektedir.

O adalet ki ifrat ile tefritin ortasındaki çizgidir. İşte müslüman Fa-tiha'daki bu ayeti okumakla tüm huylarında, davranışlarında ve yaptık­larında uzak olup mutedil olmayı istemektedir. Buna göre itiraz olarak ileri sürülen soru ortadan kalkmıştır.

3. Müslüman bir tek delil ile de olsa Allah'ı bilir ve tanır. Sonuç­ta anlar ki var olan her şeyde deliller vardır. Belki insan bir tek delil ile dini sahih olacak şekilde iman etmiştir. Diğer delillerden haber­sizdir. İşte Fatiha'daki "Bizi sırât-ı mutakim'e hidayet et" demek bu durumda şu anlama gelir: Allahım! Senin zâtına, sıfatına, ilmine ve kudretine delil olan şeyleri bize öğret. Buna göre de soru ortadan kalkmıştır.

4.  Cenab-ı Hak Hz. Peygamber'e seslenerek şöyle buyuruyor:

Şüphesiz ki sen doğru bir yola hidayet etmektesin. (O yol) gökle­rin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner. (Şûra/52-53)

Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Bana uyun... (En'am/153)

Bu dosdoğru yola insanın Allah'tan başka her şeyden yüz çevirip, tüm kalbi, fikri ve zikri ile Allah'a yönelmekle ulaşılır. İşte Fatiha okur­ken 'İhdina's-sırata'l-mustakîm' cümlesi söylendiğinde Hz. Allah'tan bu özellikleri taşıyan bir hidayet istemiş oluruz. Öyle ki böyle bir in­san, eğer oğlunu kurban etmekle emrolunmuş olsa hemen bunu Hz. İb­rahim gibi yerine getirir. Eğer kendisini kurban etmekle emrolunsa, Hz. İsmail gibi buna itaat eder. Denize atılması emredilse, Yunus peygamber gibi bunu da yerine getirir. Kendisi peygamberlik gibi yüksek bir mertebeye ulaşsa bile daha bilgili birinin talebesi olması emredildi-ğinde Hz. Musa gibi bunu yerine getirir. İyiliği emredip kötülüğe en­gel olma hususunda bedeni iki parçaya ayrılacak olsa bile hemen bu emri Yahya ve Zekeriyya (a.s) gibi yerine getirir.

Demek ki dosdoğru yola hidayet edilmekten maksat, zorluklara sabretmek ve bir bela ile karşılaştığında onu göğüslemek hususunda Allah'ın peygamberlerine uymaktır. Şüphe yok ki bu makam dayanıl­ması zor bir makamdır. İnsanların pek çoğu buna güç yetiremezler. An­cak şunu söyleyebiliriz: Ey insanlar! Korkmayın, üzülmeyin! Çünkü Allah'ın dininde bir şey sıkıntı sebebiyle daralırsa, Allah'ın verdiği ko­laylıklarla genişlik meydana gelir. Bu ayette de kolaylığı ve genişliği gösteren işaretler var. Zira Allah: "Bizi dövülen ve öldürülenlerin yo­luna hidayet et" buyurmadı da; "kendilerine nimet verdiğin kullarının yoluna hidayet et" buyurdu.

O halde Fatiha'daki bu ayeti okurken niyetin şöyle demek olsun: "Ey Allahım! Benim bir takım günahlar işlediğim gibi babamın da gü­nah işlediğini gördüm, benim bir takım günahları işlemeye yöneldiğim gibi o da yönelmişti. Sonra gördüm ki babam vefatı yaklaştığında Al­lah'a dönüp günahlarından tevbe etti. Allahım sen onun tevbesini kabul ederek cehennemden kurtulup cennete nail olmasına hükmettin. Onu tevbeye muvaffak etmekle kendisini nimetlendirdiklerinden kıldın. Şimdi ben diyorum ki: Tevbesi kabul edilenlerin mertebesine ermeyi diliyorum; beni de böyle dosdoğru yola hidayet eyle.

İşte 'İhdinâ...' ayetinin tefsiri budur.

5. Sanki yolların çokluğu karşısında insan şöyle diyor: Dostları­mın pek çoğu beni bir yola çekiyor. Düşmanlarım bir başka yola gir­memi istiyor. Şeytan üçüncü bir yola çağırıyor. Öfkem ve şehevi arzu­larım bir başkasına, haset ve kin duygularım bir başkasına, işlerimi bı­rakıp, ona buna benzemek hususundaki isteklerim bir başkasına, kader ve hayret ölçülerinde bir başkasına, umut ve çarptırılacağım ceza kar­şısında bir başkasına, ne varsa reddedip çıkıp gitmek durumunda bir başkasına girmek üzere hayatımda bir sürü yol ile karşı karşıyayım.

Akıl zayıf, ömür kısa, yapılacak işler uzun, tecrübe tehlikeli ve karar vermek zordur.

Allahım tüm bunlar karşısında şaşırıp kalmışım. Beni öyle bir yo­la ilet ki bu yol ile cennete çıkayım, hiç eğrisi büğrüsü olmayan dos­doğru bir yola ulaştır.

Hikâye edildiğine göre İbrahim b. Edhem Kabe'ye gitmek üzere yola koyulmuş. Bu arada devesine binmiş bir A'râbi belirmiş. A'rabi 'Şeyh efendi! Nereye gidiyorsun?' diye seslenmiş. İbrahim b. Edhem: 'Beytullah'a!' cevabını vermiş. A'rabi: 'Sen deli misin? Ne bineğin var, ne de azığın! Oysa yol uzundur' deyince İbrahim Edhem şu ceva­bı vermiş: "Benim pek çok bineğim var. Ama sen onları görmüyor­sun." A'rabi'nin 'Onlar nedir?' sorusuna şu cevabı vermiş:

"Başıma bir belâ gelirse sabır binitine binerim. Bir nimetle karşı­laşırsam, şükür binitim var. Rabbim hakkında bir hüküm verirse rıza binitime binerim. Nefsim beni bir şeye çağırırsa bilirim ki ömrümün kalanı, geçeninden daha azdır."

Bunun üzerine A'rabî şöyle demiş: "Allah'ın izni ile yürü. Gerçek­te ben yayayım, sen binitlisin."

6. Bazıları bu ayetteki sırât-ı müstakimim İslâm olduğunu, bazıları ise Kur'an olduğunu söylemiştir. Bu yorum doğru değildir. Çünkü "ken­dilerine nimet verdiğin..." ifadesi "Sırat-ı mustakim"den bedeldir. Buna göre mana "Bizi geçen ümmetlerden kendilerine nimet verdiklerinin yo­luna hidayet eyle" şeklinde olur. Geçmiş ümmetlerde Kur'an olmadığı gibi (bugünkü anladığımız kavram halinde) İslâm da yok idi. Bu itibar­la mana: "Bizi cennete hak kazanmış kullarının yoluna hidayet eyle" de­mektir. Ayette yol anlamına gelen "sırat" kelimesi kullanılmıştır. Oysa "sebil" ve "tarik" kelimeleri de yol anlamına geliyor. Fakat bunlar kul­lanılmamıştır. Bunun sebebi "sırat" kelimesinin, cehennem üzerine ku­rulacak "sırat köprüsü"nü hatırlatmasıdır. Böylece Fatiha'yı her okuyuş­ta bu ayete gelince insan daha çok Allah korkusunu elde etmiş olur.

Ayetin tefsirinde ikinci bir söz daha vardır ki buna göre mana: "İh-dinâ"nm anlamı "Bize verdiğin hidayet üzerinde bizi sabit kıl" demektir.

Bu anlamın bir benzeri de şu ayette bulunmaktadır:

Ey rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalbimizi eğriltme. (Âl-i İmran/8)

Nice bilgili kimseler vardır ki gönlüne zayıf bir şüphe düşmüş ve neticede kalbi eğrilip dosdoğru dinden ve sırat-ı müstakimden sapmıştır.

b. Abdul Kadir Râzi'nin oğlu 'ihdina's-sırata'l-mustakîm' ayetine şu yorumu yapıyor: Allahım! Bizi verdiğin hidayet üzere sabit kılıp o dinin yolunda bizi devamlı eyleyerek (imansız gitmek gibi) bir kötü akıbet korkusundan kurtar. Böyle bir sondan Allah'a sığınırız. Nitekim Arab di­linde ayakta durmakta olan birine "Ben gelinceye kadar ayakta dur" de­mek, 'Ayakta durmakta sabit ol ve devam et' demektir. Veya bize verdi­ğin hidayeti ziyadeleştir, anlamı da ayete verilebilir. Nitekim Kur'an'da hidayetin ziyadeleşmesi hususuna şu ayetlerde işaret edilmektedir:

Allah (c.c) doğru yolda gidenlerin hidayetini ziyadeleştirir. (Mer­yem/76)

Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların hidayetini ziyadeleş­tirir. (Muhammed/17)

 

Kur'an'da Şüphe Yoktur

 

SORU: Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:

O kitapta (Kur'an'da) hiçbir şekilde şüphe yoktur. (Bakara/2)

Oysa sapıklar bu kitapla şüphe olduğunu iddia ediyorlar.

Eğer kulumuza indirdiklerimizden şüphe ediyorsanız... (Baka­ra/23)

CEVAP: Soruda geçen ayetteki "reyb" kelimesi, şüphe ve töhmet demektir. Allah'ın kitabında ne şüphe ne de töhmet vardır. Her ne ka­dar kâfirler o kitap hususunda şüpheye düşüyorlarsa da o, Allah katın­dan indirilmiş gerçeğin ta kendisidir.

Ayrıca, ayetteki ifadenin haber cümlesi olduğu ve "şüphe etmeyi­niz!" anlamına geldiği söylenmiştir.

Bazı inkarcılar Kur'an'a dil uzatmışlar ve şöyle demişlerdir: Bu ifadeden maksat, biz inkarcıların o kitaptan şüphesi olmadığım söyle­mek ise, biz ondan şüphe ediyoruz. Şüphe söz konusu değilse "onda şüphe yoktur" demenin bir faydası yoktur.

Bunun cevabı şöyledir: Ayetten maksat şudur: O Kur'an öyle açıktır ki her hangi bir şüphe edicinin şüphesi yerinde değildir. Gerçek de böyledir. Çünkü Arablar edebiyatta zirvede olmalarına rağmen Kur'an'ın en kısa suresinin bir benzerini getirmeye güç yetirememiş-lerdir. Bu vakıa da tanıktır ki Kur'an bu delili ile akıllı bir kimsenin on­da şüpheye düşmesinin caiz olmayacağını ortaya koymuştur.

Ebubekir Râzi'nin oğlu şöyle diyor: Ayetin anlamı "Şüpheye yer yoktur" demektir. Bir başka mana da: "Allah katında ve Allah'ın Pey-gamber'i ve mü'minlere göre şüphe yoktur" şeklindedir. Bir başka yo­ruma göre, bunun anlamı: "O kitabın Allah katından geldiğinde şüphe­ye düşmeyiniz" demektir.

Bunun bir benzeri de şu ayettir:

Kıyamet vakti gelecektir. Bunda hiç şüphe yoktur. (Hac/7)

Tefsir-i Menar'da şöyle denmektedir: Bu kitap (Kur'an) kusur le­kesi bulunmayan bir kitaptır. Onda şüphe olmadığı gibi ileride de şüp­he edilmeyecektir. Ne Allah katından olduğunda, ne de hidayete götü­rücü ve irşad edici olduğunda şüphe yoktur. Şöyle demek de doğru olur: O kitabın ayetleri o kadar güçlüdür, açıklamaları o kadar arı du­rudur ki insaf ve akıl sahibi hiçbir kimse ondan şüphe etmez. Yeter ki inatçı ve zorba olmasın.

O kitap gökten hidayet olarak inmiş insanları hidayete erdirmek için gönderilmiştir. O'nu insanlara ulaştıran (Peygamber) daha öncele­ri Kur'an'da bulunan ilimlerle hiç meşgul olmamış, okuma yazma bil­meyen biridir. O kitabın ne üslûbuna ne de onda söylenilen sözlere ya­kın bir sözü hiç kimse söyleyemeyecektir. Hatta bunu onun Peygam-berliği'nden sonra da hiç kimse yapamayacaktır. Bunun içindir ki (Bakara/23) ayetinde onda şüphe olmadığı, eğer şüphe ediliyorsa bir ben­zerinin getirilmesi gerektiği söylenerek meydan okunmaktadır.

Eğer kulumuza indirdiklerimizden şüpheye düşüyorsanız, onun bir benzeri suresini getiriniz. (Bakara/23)

Sözün kısası edebi yönü, üslûbu, lafızları, manası, içerdiği ilimler ve hidayete iletmedeki etkisi itibariyle Kur'an'dan şüphe etmek müm­kün olmadığı gibi o kitap etrafında şüphenin dolaşması da mümkün de­ğildir. Onun benzerini basireti bağlanmış bir cahil yapamayacağı gibi inadı nedeni ile böyle bir işe kalkışan veya birilerini taklit eden de ger­çekleştiremez.

 

Atan Kim?

 

SORU: Enfal/17 ayetinde "Onları siz öldürmediniz fakat Allah öl­dürdü; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı" buyuruluyor. Sa­vaşı yapanlar müslümanlar olduğu halde onların öldürmediğinin, atan Peygamber olduğu halde atmadığının söylenmesi nasıl anlaşılmalıdır?

CEVAP: Evet. Soruda söz konusu edilen ayette Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü'minleri güzel bir imti­hanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işiten ve bilendir. (En-ial/17)

İbn Kesir bu ayeti şöyle tefsir ediyor:

Cenab-ı Hak bu ayetle kullarının yaptığı şeylerin yaratıcısı oldu­ğunu açıklamıştır. Kullarının yaptığı her iyi şeyden dolayı hamdedilen O'dur. Çünkü onlara yardım eden ve başarılı kılan O'dur. Bunun için­dir ki "Onlar öldürmedi, fakat Allah öldürdü" buyurulmuştur. Yani si­zin sayınızın azlığından dolayı -onların sayıca çokluğu karşısında- on­ları öldürmeniz güç ve kudretinizde değildi. Onlara karşı size zafer ve­ren Allah'tır. Nitekim aşağıdaki ayetlerde buna işaret olunuyor:

Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir'de size yar­dım etmişti. (Âl-i İmran/123)

Andolsun ki Allah bir çok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn gününde size yardım etmişti. (Tevbe/25)

Bundan anlaşılıyor ki zafer, kuşanılan silahın, mühimmatın ve as­ker sayısının çokluğu ile değil, Allah'ın yardımıyla kazanılmakta­dır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

Nice az grup vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir. (Bakara/149)

Cenab-ı Hak daha sonra Peygamber'inin Bedir savaşında çadırın­dan çıkıp Cenab-ı Allah'a dua edip yakardıktan sonra bir avuç top­rak alıp müşriklerin yüzüne atarak "yüzleri kurusun!" buyurduğu­na ve sonra ashabına hücum etmelerini -ki Peygamber'in attığı top­rak yüzüne gözüne ulaşan her kâfiri meşgul etmişti- işaretle: "At­tığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı" buyurmuştur. Bunun an­lamı: "Senin attığını onlara ulaştıran O'dur. Atılanların onlara ilişip zarar vermesini Allah kader olarak yazdı, sen değil" demektir.

Abdullah b. Abbas şöyle rivayet ediyor: "Bedir savaşı günü Hz. Peygamber ellerini kaldırarak şöyle dua etti: Ya Rabbi! Şu müslü-man cemaati (savaşta yenilmek suretiyle) yok edersen, artık yer yüzünde sana ibadet edilmeyecektir! Cebrail (a.s) Rasûlullah'a şöyle dedi: Yerden bir avuç toprak al ve kâfirlerin yüzüne at. Hz. Peygamber yerden toprak alarak müşriklerin yüzüne attı. Atılan toprak onların ağzına, gözüne ve burun deliklerine gitti ve hemen geri döndüler.

Kurfubî, el-Câmiu'I-Ahkâmı l-Kuf an'da bu ayetin tefsirinde öl­dürme ve atma olayının Bedir savaşında olduğunu bildirerek şöyle denmektedir:

Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber'in arkadaşları Bedir sa­vaşından sonra her biri yaptığını anlatıp "Ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım" demeye başladı. Bu bir çeşit övünme idi. Bunun üzerine bu ayet gelerek öldürenin Allah olduğu, her şeyi O'nun takdir ettiği, ancak kulun Allah'ın yarattığı işlere niyeti ve kazan­ması ile katıldığını bildirmiştir.

Bu ayet, kulun kendi yaptıklarını yarattığı görüşünde olanların gö­rüşünü reddetmektedir.

Bir diğer yoruma göre ayetin anlamı şöyledir: "Onları siz öldür­mediniz, fakat sizi onların üzerine göndererek ve size onları öl­dürme imkânı vererek gerçekte onları öldüren Allah'tır.

Bir başka yoruma göre ayetin anlamı şöyledir: ".. .fakat onları si­ze imdat olarak gönderdiği melekleri ile öldüren Allah'tır."

"Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı" cümlesi de böyledir.

Kurtubî bu atma ile ilgili dört ayrı rivayet zikretmiş, atmanın Be­dir savaşında olduğunu söyleyenlerin görüşünü tercih etmiştir. Çünkü bu ayetin bulunduğu sure Bedir savaşında inmiştir. Kurtubî bundan sonra Cebrail'in Hz. Peygamber'e yerden toprak alıp atmasını söyledi­ği rivayetini zikrediyor.

Sa'leb bu ayetle ilgili olarak şöyle diyor: Sen çakıllı toprağı attı­ğın zaman onların kalbine korkuyu ve paniği atmamıştın. Fakat Allah onu attı ve sana yardım ederek zafer verdi ve onlar hezimete uğradılar.

Arabçada şöyle bir söyleyiş vardır: "Allah sana attı" demenin anlamı, sana yardım etti, zafer verdi ve senin için şöyle şöyle yaptı demektir.

Muhammed b. Zeyd ise ayetle alakalı olarak şöyle diyor: "Attığın­da sen kendi gücünle atmadın, fakat Allah'ın gücü ile attın" demektir.

Tefsir-i Menar'da bu ayet çok geniş bir şekilde ele alınmış olup, özeti şöyledir:

Bu ayette âdeta şöyle denmektedir: Ey inananlar! Savaş sırasında asla arkanızı dönüp savaştan vazgeçmeyiniz. Siz savaşta sabır ve sebata onlardan daha çok layıksınız. Sonra Allah size yardım ede­cektir. İşte sizler onlara; onların hazırlığı ve sayısı sizden çok ol­masına rağmen galip gelip zafer kazandınız. Bu ise ancak Allah'ın sizi desteklemesi, kalplerinizi birbirinize bağlaması ve sizi sebat ettirmesi ile olmuştur. Bu kadar çok düşmanı öldürmeyi siz kendi gücünüz ve hazırlığınızla yapmış değilsiniz. Fakat sizin aranıza melekleri katarak kalplerinizi birbirine bağlayıp, onların kalpleri­ne korku salmak suretiyle onları sizin elinizle Öldüren Allah'tır. Kâfire karşı zafer elde etmekte en büyük amil olan sabır ve seba­ta müslüman herkesten daha layıktır.

Kur'an müslümanlara böyle seslendikten sonra onların kumanda­nı olan Hz. Peygamber'e yönelerek ona da: "Attığın zaman sen at­madın. Fakat Allah attı" buyurdu. Yani yerden aldığın bir avuç toprağı müşriklerin yüzüne attığın zaman onu sen atmadın. Fakat Allah attı. Öyle bir atış attı ki, toprak az bir şey olmasına rağmen Allah onu çoğaltarak onlara ulaştırdı. Bu tefsir, kelimeleri zorla­madan anlaşılan bir tefsirdir.

Müslümanların Bedir savaşında kâfirleri öldürmesi Allah'ın dün­yadaki sebep kanunu gereği onların yapması takdir olunan bir iş­tir. Hz. Peygamber'in toprağı atması ise kâfirlerin gözlerinden bir şikayet olduğundan değildi. Hem toprak az, atılan kimseler uzakta idi.

Müslümanların kâfirleri öldürmeleri ile Hz. Peygamber'in toprağı atması arasında fark vardır.

Hz. Peygamber'in toprağı atması kâfirlerin savaşı kaybetmesi için sıradan bir sebep değildir. Bu mü'minlerin kâfirleri öldürmesi gi­bi göz ile görülen bir şey olması açısından da göz ile görülmeme­si bakımından da böyledir.

Ayette Hz. Peygamber için "Attığın zaman sen atmadın" buyuru-larak hem attığının, hem de atmadığının söylenmesi bir çelişkiyi akla getirmez. Çünkü Peygamber'in toprak atmasının gerçek zafer sebebi olmadığı bilinmektedir. Zira Allah'ın yardımı ve desteği ol­masaydı sırf müslümanların gayretleri, onları bu sonuca ulaştır-mazdı. Ayette müslümanların öldürmesi için de, Hz. Peygamber'in toprağı atması için de "fakat Allah öldürdü, Allah attı" buyurulu-yor. Allah'ın Öldürmesi ile atması arasındaki farka gelince: Birincisi Hz. Allah'ın öldürme sebeplerini müslümanların emrine ver­mesidir. Nitekim kulun her elde ettiği ve kendi iradesi ile yaptığı tüm işlerde durum böyledir. Zira bu işlerin amacına ulaşması an­cak Allah'ın yapması ve onun sebeplerini işi yapanların emrine vermesi iledir. Çünkü sebeplere, normalde kazanarak ulaşmak mümkün değildir. Mesela insan ekini eker ve tohumu toprağa atar. Fakat yağmuru yağdıramaz. Ekine başak ve dane tutturamadığı gibi gelecek bir felâketi de önleyemez. Ve insan tek başına çalış­ması ile ekini meydana getiremediği gibi onun mahsulünü de ol­gu nlaştıramaz.

İkincisi ise atılan toprağın gerçek atıcısı Allah Teâlâ'dır. Atılan toprağın kâfirleri etkilemesinde Peygamber'in bir rolü yoktur. Za­hiren toprağı Peygamber'in atması, onun eliyle mucizenin meyda­na gelmesi içindir.[4]

Kuşeyri Letâful Işârât isimli eserinde bu ayet hakkında şu yoru­mu yapıyor:

Hz. Allah'ın müslümanlar için "siz öldürmediniz" ifadesi "ruhla­rını siz almadınız" demektir. Zira ruhu alıp ölümü gerçekleştirmek Allah'a mahsustur. Öldürme olaylarında (kesme, silah atma gibi) insanların yaptıkları önce olmakta, ruhun çıkması ise ondan sonra olmaktadır.

Ayetin faydası, müslümanların "ben öldürdüm, ben şöyle yaptım, böyle yaptım" gibi övünmelerine meydan vermemiş olmasıdır. Yani ayet demek istiyor ki: sizin tek başına yaptıklarınız onları öl­dürmedi. Fakat her şeyi yoktan yaratan Allah bunu gerçekleştirdi.

Cenab-ı Hak bu ayet ile müslümanları ve Peygamber'ini kendi yaptıklarını göz önünde bulundurup büyüklenme gibi bir hataya düşmekten korumuştur.

Hz. Peygamber hakkında da: "Attığın zaman sen atmadın. Fakat Allah attı" buyurmakla şunu demek istemiştir: sen onu kendiliğin­den atmadın. Onu bizim attırmamızla attın. Toprağı avucuna alıp elinden çıkararak atman senin çalışıp kazandığın bir şey, oysa se­nin kazanmanı da yaratan Allah, atılan toprağı onlara ulaştıran da Allah'tır. Bu olaylarda yapılan iş birdir. İşin yapılışında çelişki var gibi görünüyorsa da aslında çelişki yoktur.

Ayetteki "Attığın zaman" ifadesi bir fark, "fakat Allah attı" ifade­si bir cem'dir.[5]

Fark kulda, cem ise rab'de olan bir özelliktir. İçerisinde cem olma­yan fark veya kula has olan fark, rabden gelecek cem ile desteklenme­miş ise sahibinin attığı ok hedefe varmaz.

Fahreddin Razi de bu ayetin tefsirine temas ederek savaştan son­ra sahabenin söylediklerine ve Hz. Peygamber'in savaş öncesinde dua edişine ve müşriklere toprak atmasına ve bunun sonucuna yer veriyor.

Keşşaf sahibi Zemahşerî diyor ki:

Ayetteki ilk kelimenin başında bulunan fe harfi, mahfuz bir şart'ın cevabıdır. Buna göre mana şöyledir:

Eğer siz onları öldürmekle övünüyorsanız, onları siz öldürmedi­niz, fakat onları Allah öldürdü.

Sonra Hz. Peygamber'in toprak atması ile ilgili kısma temas ede­rek şöyle diyor:

Yani senin attığın çakıllı toprağı gerçekte atan sen değilsin. Çün­kü senin attığın toprak her hangi bir insanın attığından öteye geç­mez. Fakat Allah onu öyle bir attı ki bu toprağın en küçük parça­larını müşriklerin gözüne ulaştırdı. Atış dış görünüşü itibariyle

Peygamber'den sadır oldu. Fakat onun yaptığı tesir Allah tarafın­dan meydana getirilmiştir. Bu şekilde mana verilirse "attığın za­man sen atmadın" ifadesindeki hem olumlu, hem olumsuz ifade doğru olmaktadır.

İbn Ebubekir b. Abdul Kadir "Ayette Peygamber için hem attığın zaman deniliyor, hem de atmadın, deniliyor. Bu nasıl olur?" gibi bir so­ruya şöyle cevap veriyor:

Müşriklerin öldürülmes indeki en kuvvetli sebep meleklerin imda­dı, kâfirlerin kalbine korku salmaları ve müslümanların kalpleri­nin birbirine bağlanıp ayaklan üzerinde güçlü olarak durmaları ol­duğuna bakılırsa, bunların hepsi Allah tarafından meydana getiril­miştir. Bunun için müslümanların bir şey yapmadığı, yapılan işin Allah'a ait olduğu söylenmiştir. Bunun bir başka ifadesi şudur: Tüm bu olanlar zahiren size aittir, fakat gerçekte Allah'a aittir. Si­zin bu durumda yapacağınız şey, tutacağınız yol şükretmektir. Kendinizi beğenip büyüklenmek değildir.

Hz. Peygamber'in toprak atması meselesi de böyledir. Toprağın atılışı zahiren Peygamber'den ise de, toprağı gerçekte onun atma­dığı söylenmiştir. Çünkü atılan toprağın tesiri bir insan olan Pey­gamber'in atışından değil, Allah'ın atmasındandır. Bunun bir ben­zeri, bir başka otoritenin etkisi altında iyi veya kötü bir iş yapana söylenen şu sözdür:

Bu senin sözün veya işin değildir.

Ayetteki "attığın zaman sen atmadın" cümlesi şöyle de anlaşıl­mıştır:

Sen onların yüzüne çakılları attığın zaman kalplerine korku atma­dın. Ama Allah onların kalplerine korku attı.

 

Yazarın Notu

 

Bu bölümdeki çalışma, Ansiklopedi tarzında bazı araştırmalardan ibarettir. Mümkün oldukça ele alınan konu hakkında fıkıh mezhepleri­nin görüşlerini kapsayacak şekilde bilgi verilmiştir. Ayrıca her mezhe­bin görüşü verildikçe kaynakları detaylı olarak gösterilmiştir.

Bu bölümde ele alınan konuların kendilerine has bir kıymeti ve önemi vardır. Böylece geniş fıkıh kaynaklarının sahifeleri arasındaki fıkıh servetinin büyüklüğüne de işaret edilmiş olmaktadır.[6]

 

Din Ve İtkân

 

İbn Fâris'in Mucem-u Mekayis'il-Lüğa isimli eserinde şöyle di­yor:

{İlkârim kötü olan) tegane kelimesinin iki aslı vardır. Birisi bir şe­yi sağlam yapmak, diğeri çamur ve balçıktır.

Birinci manaya göre racülün tagınün ifadesi işinin uzmanı adam, ikinci manaya göre tegganû arduhum ifadesi, arazilerini çamur ve bal­çıkla ıslah ettiler, anlamına gelmektedir.

Lisan'uî~Ar ah isimli eserde şöyle denmektedir:

Tagınün ve tagniin işinin uzmanı, işini mükemmel yapan veya ha­zır cevap adam demektir. Bir de tıgnün oku iyi atan bir adamın adı­dır ki oku hiç bir hedeften şaşmazmış. İşini bu derecede mükemmel yapan kimselere "ok atan adam gibi" denirmiş. Bu kelimede asıl olan kullanma şekli "Bu yagin adamın oğludur" demek imiş. Daha sonraları işlerini uzmanca yapanlar için kullanılmıştır. Nitekim bir kimse işini sağlam yapınca "Filan kimse işini itkân ile yaptı" denir.

Kâmus'ul Muhit ve Nevevî'nin Tehzîb'ül Esma ve'l-Lüğât isimli eserlerinde de buna yakın bilgiler vardır.

Kur'an'da şu ayette itkân kelimesi etkane şeklinde geçmektedir:

 (Bu), her şeyi sapa sağlam yapan Allah'ın san'atıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan haberdardır. (Neml/88)

Râğıb İsfehâni bu ayette geçen etkane kelimesini Müfredât'ul Kur'an isimli eserinde atlamıştır. Çünkü kelimenin kökü olan tegane maddesini kitabında zikretmemi ştir. Hâlbuki görüldüğü üzere kelime Kur'an'da geçmektedir.

İbn'ul Esir de En-Nihâye fi Garib'il-Hadis-i vel'Eser isimli (hadis sözlüğü olan) kitabında itkân kelimesine yer vermemiştir. Oysa Bey-hakî'nin Şuâb'ii-İman isimli kitabında Hz. Aişe'den rivayet edilen ha­diste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Sizden birinizin yaptığı işi itkân ile (sapa sağlam) yapmasını Hz. Allah sever.

itkân kelimesine mana bakımından yakın olan başka kelimeler de vardır. Bunlar ihkâm, icâde, hızk ve ihsan kelimeleridir. İsfehâni it-kân'm ihsan manasında olduğunu söylemiştir, ihsan kelimesi bazen başkalarına iyilik etmek, bazen de insanın işini yapması manasına ge­lir. İnsan iyi bir ilim öğrenmekle veya güzel bir iş yapmakla kendi işi­ni iyi yapmak anlamında ihsan'ı gerçekleştirmiş olur. İşte yukarda Bey-hâkî'nin Şuab'il-İman isimli eserinde rivayet ettiğini söylediğimiz ha­dis, ihsan kelimesi ile de varid olmuştur.

Bundan dolayıdır ki Hz. Ali şöyle söylemiştir: "İnsanlar yaptıkla­rı güzel şeylerin çocuğudur."

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

İhsan, görüyormuşçasına Allah'a ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor.

Bu hadiste geçen ihsan'm bir işi güzel yapmak anlamındaki ihsan ile ilgisi vardır. Bunu İbn'ul-Esir şöyle açıklamıştır:

Hadisteki ihsan kelimesi, Allah'ın kontrolünde olmak ve Allah'a güzelce itaat etmek manasına işaret ediyor. Allah'ın kontrolünde olduğu bilincinde olan kimse işini iyi yapar.

İtkân'm ihkâm ile ilgisi açıktır. Çünkü lügatta "Filan kimse bir şe­yi ihkâm etti" demek, onu itkân etti yani o işi muhkem oldu, sağlam oldu. Muhkem yapılan iş bozuk olmaz denmektedir.

Nitekim ihkâm ile aynı kökten gelen hakim'in manalarından biri­si, yaptığı işleri sağlam yapan kimse demektir. Muhkim de böyledir. Hikmet, en üstün bilgilerle en üstün marifetlerden ibarettir. En ince sa­natları sağlam bir şekilde yapar.

itkân ibadetlerde, günlük işlemlerde (muamelâtta) ve insan dav­ranışlarında yerine getirilmesi gereken bir olgudur. (Şimdi bunları görelim:)

 

1. Abdest Almakta İtkan

 

Abdest almakta itkân onu tam ve mükemmel yapmak olarak ifade edilmiştir.

Ebû Hüreyre şöyle diyor:

Her kim güzel bir şekilde abdestini alıp, namaz kılmak maksadı ile (bulunduğu yerden) çıkarsa, o kimse namaz kılmak kasdında bulunduğu sürece namaz kılıyor (gibi)dir.

 

2. Namazda Itkan

 

Bu, namazın rükünlerini, farzlarını, şartlarını ve namazla ilgili hu­susları tastamam yerine getirmekle gerçekleşir. Bazen bu durum itmi­nan ve huşu ile ifade edilmiştir.

Fıkıh âlimleri namazda itminan durumunun, namazın farzlarından birisi olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda, Hz. Peygamber'in secdeden kalkmakla ilgili hadisini delil olarak ileri sürmüşlerdir. Hz. Peygamber (birinci) secdeden kalkışı anlatırken şöyle buyurmuştur:

sonra secdeden başını kaldır ve itminan üzere (tastamam) otu-runcaya kadar bekle!

Nevevî'nin Mecmu isimli kitabında şöyle denmektedir:

Namaz kılan kimsenin secdede itminan durumunda olması farzdır.

itminan organların hareketsiz durması demektir. O derecedeki (vücuttaki) eklemler en az bir kere sübhanallah diyecek kadar yerli ye­rince hareketsiz bir halde durmalıdır.

Hanefî mezhebinde itminan hâli namazın her bir rüknünde (far­zında) başlı başına namazın vaciblerinden biridir. Haneliler buna Ta'dil-i Erkân derler. Mâliki mezhebinde itminan namazın bütün rü­künlerinde başlı başına ayrıca bir rükündür.

Demek oluyor ki namaz kılarken rükuda, secdede, rükûdan doğ­rulunca ve iki secde arasında itminan vacibtir. Mâlikî, Hanbelî ve Za­hirî mezhepleri de aynı görüştedir.

Delilleri Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği şu hadistir:

İtminan üzere rükû edecek şekilde rükû et. Sonra dimdik duracak şekilde kalk. Sonra itminan üzere secde et. Sonra tam olarak otur. Sonra itminan üzere secde et. Bunları namazının tamamında (her rekatında) yap.

Şu hadis de bu konunun delilidir:

Bir insanın kıldığı namaz rükû ve secdeden belini tam olarak doğ-rultmadıkça tam olmaz.

Bu konuda başka hadisler de vardır.

Ebu Davud'un Sünen'inde, İbn Huzeyme'nin Sahihinde rivayet et­tiklerine göre Hz. Peygamber (namazda) karga gagalaması gibi dav­ranmayı yasaklamıştır. Bundan maksat karganın yiyeceği şeyi almak için gagasını yere vurması gibi secdeyi çabuk yapmaktır.

Nitekim Ahmed b. Hanbel ve Hâkim'in rivayet ettikleri hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

İnsanların hırsızlık bakımından en kötüsü namazından çalandır.

Yani acele namaz kılan kimse itminanı gerçekleştirmeden acele etmek suretiyle en kötü hırsız durumuna düşmektedir. Çünkü o kimse bu haliyle namazından bir parçayı çalmış gibi olmaktadır. Hâkim, bu hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiştir.

İmam Gazâlî itminân'ı "Rükünleri tastamam yapmanın fazileti" başlığı ile ifade etmiş ve konuyu şöyle ele almıştır:

Bu konuda çeşitli derecelerde hadis-i şerifler rivayet edilmiştir ki bunlardan bazıları şöyledir:

Farz namazlar teraziye benzer. Onu tastamam kılan sevabını tas­tamam alır.

Hz. Allah rükû ve iki secde arasında belini doğrultmayan kuluna kıyamet gününde bakmayacaktır.

Her kim tastamam abdestini alır, namazını vaktinde ve rükûunu, secdesini tam yaparak kılarsa, o namaz bembeyaz (bir nur) olarak (göklere) çıkar ve şöyle der: "Beni koruduğun gibi Allah da seni korusun." Her kim de abdestini doğru dürüst almaz, namazını vaktinde ve rükûunu, secdesini tam yapıp huşu içinde kılmazsa, o namaz kapkara olarak (göklere) çıkar ve şöyle der: "Beni ziyan et­tiğin gibi Allah da seni ziyan etsin." Artık bu şekilde eksik kılınan namaz Allah'ın dilediği bir yere gelince eski bir giysinin dürüldü-ğü gibi dürülüp kılanın yüzüne çarpılır. îtkân, tüm ibadetlerde istenilen bir şeydir. İbadetlerde itkânın özü ibadeti ihlaslı, ciddi ve azimle yapmak, ibadet esnasında başka şeyler­le meşgul olmamaktır.

Âmili'nin Vesâil'üş-Şîa isimli kitabında şöyle denmektedir:

Ebu'l-Hasan Rıza aleyhisselamdan rivayet edildiğine göre mü'minlerin emiri (Hz Ali) şöyle buyurmuştur: "Sırf Allah için ihlasla ibadet ve dua edebilene, (ibadet ve dua sırasında) gözü­nün gördüğü şeyler kalbini meşgul etmeyene, kulaklarının duy­duğu şeyler yüzünden Allah'ı unutmayana ve başkalarının elinde bulunan nimetlerden dolayı gönlünde üzüntü duymayana müjde­ler olsun."

İbadetlerde itkânı gerçekleştirmek gayret ve yorgunluğa ihtiyaç gösteren bir şeydir. Bunun içindir ki Amili Süfyan b. Uyeyne yolu ile Ebû Abdullah aleyhisselamın şöyle dediğini rivayet etmektedir:

İhlaslı oluncaya kadar amelde bulunmak işlerin en zorudur. İhlas­lı amel, Allah'tan başka hiç bir kimsenin seni medhetmesini iste­meyerek yaptığın şeydir.

Daha sonra şöyle diyor:

İhlas'ın en aşağı derecesi kulun gücünü sarfetmesi, sonra yaptığı şey için Allah katında bir şey istememesidir. Yani yaptığı ibadet karşılığında rabbinin ameline bir mükafat vermesi gereklidir şek­linde düşünmemesidir. Çünkü o kul bilir ki Hz. Allah, kendisinden kulluk görevlerini tam olarak yerine getirmesini istese aciz kala­caktır. İhlaslı kulun en aşağı derecedeki makamı dünyada bütün günahlardan selamet bulmak, âhirette de cehennemden kurtulup cennet mutluluğuna ermektir.

îtkân ve ihsanın Allah katındaki mükâfatı pek büyüktür. Bunun içindir ki Ömer b. Yezid'in rivayet ettiğine göre Ebu Abdillah şöyle de­miştir:

Mü'min ihsan üzere amelini yaparsa Allah onun amelini kat kat yapar. Her bir hasenesine (iyiliğine) yediyüz katına kadar sevap ve mükâfat verilir. O halde Allah'ın sevabını umarak yaptığınız iş­lerinizi güzel yapınız.

Daha sonra şöyle der:

Yaptığın her iş kirden, pislikten temiz bir halde olsun.

3. San'atkarın Kendisinden İstenilen Şeyi İtkân Üzere Yapması

 

Çünkü san'atkardan yapması istenilen şey bir emanettir. Emanet ise yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Şu ayetin genel ifadesine girmektedir:

Gerçekten Allah size, emanetleri ehil olanlara vermenizi emreder. (Nisa/58)

Emanetin yerine getirilmesi şu hadisin genel ifadesi içine de gir­mektedir:

Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz. İmam Gazâlî şöyle der:

San'atkara yaptığı işi hafife alması yaraşmaz. Öyle ki kendisine aynısı yapıldığı takdirde hoşnut olmayacağı tarzda bir işi başkası­na yapmamalıdır. Bilakis işini, sanatını güzelce ve sapasağlam yapmalı, şayet işini yaparken bir kusur meydana geldiyse bunu söylemelidir. Böyle yaptığı takdirde (sorumluluktan) kurtulur.

Gazâlî'nin bu sözü bize Hz. Peygamber'in şu hadisini hatırlatmak­tadır:

Sizden biriniz kendisi için sevdiğini (din) kardeşi için de sevme­dikçe iman etmiş olamaz.

Buharî ve Ahmed b. Hanbel Hz. Peygamber'in şöyle dediğini ri­vayet etmişlerdir:

Hz. Allah buyuruyor ki: Ben kıyamet gününde şu üç kişinin has­mı (davacısı)yım. (Ben bir kişinin hasmı olursam, onu mağlup ederim). Bunlardan biri yeminle söz verip sonra hainlik edendir. Diğeri hür bir kimseyi (köle gibi) satarak parasını yiyendir. Bir di­ğeri de bir kimseyi belli bir ücret karşılığında çalıştırıp ondan tam manası ile yararlanıp ücretini vermeyen kimsedir.

Hadis-i şerifin son kısmı (bizi) iki şeye yönlendirmektedir: Birin­cisi ücretle çalışan kimsenin işini itkân ile sapa sağlam yapıp, işi sahi­bine tastamam takdim etmesidir. İkincisi iş sahibinin çalışan kimseye ücretini vermekte; -hiç vermemek, eksik vermek veya hakkını yemek suretiyle- kusur etmemesidir.

 

4. Hayvan Boğazlamada İtkân

 

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

Öldürdüğünüz zaman güzel öldürün. Hayvan boğazladığınızda kesme işlemini iyi yapınız. Sizden biriniz (hayvanı keseceği za­man) bıçağını keskinleştirsin ve boğazladığını rahatlatsın.

Hz. Peygamber, bir adamın koyunu yan üstü yatırıp (o halde iken) bıçağını bilediğini görünce dedi ki:

Bıçağını hayvanı yatırmazdan önce keskinleştirmeli değil miydin? İbn Kudâme Muğni isimli eserinde şunları söylemiştir:

Boğazlamanın itkân halinde tam manasıyla gerçekleşmesi için iki şart vardır: Birincisi boğazlamanın keskin bir aletle yapılmasıdır. Alet ağırlığı ile değil, keskinliği ile kesmelidir. İkincisi kesici ale­tin diş ve tırnak gibi (parçalayıcı) bir şey olmamasıdır.

Buharı ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöy­le buyurmuştur:

Tırnak ve diş ile olmaksızın kanı akıtılan ve (kesilirken) Allah'ın adı anılarak her boğazlananı yeyiniz.

Hayvanı keskin bir bıçakla boğazlamak sünnettir. Bıçağı hayvanın gözü önünde bilemek mekruhtur. Rivayet edildiğine göre Hz. Ömer bi­rini, koyunun boynuna ayağını koymuş vaziyette bıçağını bilerken gör­dü. Hz. Ömer adamı öylesine dövdü ki (kesmek üzere yere yatırdığı) koyun kaçtı. Bir koyunu, diğer koyunun gözü önünde boğazlamak mekruhtur.

Nevevî'nin Mecmu isimli eserinde bildirdiğine göre boğazlama sı­rasında bıçağı ileri geri kuvvetlice hareket ettirmek müstehabtır. Böy­lece boğazlama işi çabuk ve kolay olur. Kör (kesmez) bıçakla hayvan boğazlamak -her ne kadar etinin yenmesi helâl ise de- mekruhtur.

Hayvanı kesilecek yere yumuşak hareketlerle götürüp yere yatır­mak ve boğazlamadan önce hayvana su vermek müstehabtır.

 

5. Kısas Hakkını Almakta İtkan

 

îtkân'ın uygulama yerlerinden birisi de kısas hakkını almak husu-sundadır. Şayet kısasta hak sahibi olan kişi diyet almak durumunda ise bu hakkını güzelce almalıdır. Bu hakkın tam olarak alınması için (ge­rekirse) kuvvete ve bilgiye başvurulur. Hak sahibinin hakkını alabil­mesi için yönetici durumundaki kişi hak sahibine bu imkanı tanır.

Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:

Bir kimse zulüm ile öldürülürse, onun velisine (mirasçısına, hak­kını alması için) yetki verdik. Ancak bu veli de kısasta ileri gitme­sin. Zâten (kendisine bu yetki verilmekle) o, yardıma mazhar ol­muştur. (İsra/33)

Hz. Peygamber'in şu hadisi de bu konuda delildir:

Bir kimsenin yakınlarından biri öldürülürse o kimseyi şu iki ha­yırdan birini yapmakta serbest bırakınız: Eğer katilin öldürülme­sini istiyorsa (kısasın uygulanmasını talep ederek bunu) yapsın. Şayet diyet almak istiyorsa diyeti alsın.

Çünkü yakını öldürülen kimsenin diyet istemesi hakkıdır. Eğer gücü yeterse bu hakkı almayı, diğer haklarda olduğu gibi kendisi ala­bilir. Kendisi alamazsa, yönetici ona bu hakkın alınmasında vekillik vermesini emreder. Çünkü kendisi o hakkı tastamam olmaktan acizdir.

6. Ölçü Ve Tartıda Îtkân

 

Ölçü ve tartıda itkân ile davranmak, dosdoğru ve tastamam öl­çüp tartmak dinin istediği bir şeydir. Bu konudaki itkân, alma ve ver­mede ölçülen ve tartılan şeyin miktannı iyi belirlemekle gerçekleşir. Bir insanın kendisi için bir şey alırken ölçü ve tartıda fazlalık, baş­kasına bir şey verirken eksiklik yapması caiz değildir. Kur'an şöyle buyuruyor:

İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun! Onlar düşünmezler mi ki, kendileri büyük bir günde hesap vermek için diriltilecekler. Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin rab-binin huzurunda divan duracaklar. (Mutaffifin/1-6)

Bir başka yerde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Göğü Allah yükseltti ve mizanı koydu. Sakın tartıda haksızlık et­meyin. Tartıyı, doğru yapın, terazide eksiklik yapmayın. (Rah­man/7-9)

İbn Teymiye'nin Fetâvâ'smda şöyle söylenmektedir:

İnsanlar arasında birilerini kayıran veya malların değerini düşüren bir tartı görevlisi bulunması helâl değildir. Nitekim insanlar ara­sında ölçü ve tartıda veya kendinden bir şeyler ümid ettiği, yahut şerrinden korktuğu kişilerin lehine değerlendirme yapan, kızdığı­na zulmeden ve sevdiklerine fazla veren bilir kişinin bulunması da helâl değildir.

 

7. Yetim Malını Gözetmede İtkan

 

Yetimin veya başkasının malının gözetilip korunmasında itkân üzere olmak da dini bakımdan istenen bir şeydir. Vakıf malını korumak da böyledir.

İbn Teymiyye Siyaset-i Şer'iyye isimli kitabında Buharînin riva­yet ettiği şu hadise yer vermektedir:

Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekle.

"Ey Allah'ın Rasûlü! Emanetin zayi edilmesi nedir?" denildiğinde Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Bir iş ehil olmayana verildiği zaman kıyameti bekle.

İbn Teymiyye bu hadisi zikrettikten sonra şu yorumu yapıyor:

Tüm müslümanlar şu manada görüş birliği etmişlerdir: Yetim'in varisi, vakıf malına bakma sorumluluğunu yüklenen kimse veya bir kimsenin malı hususunda vekil olan adam sorumlu olduğu mal hakkında daima en iyiyi gözeterek her hangi bir işlemi gerçekleş­tirmelidir. Nitekim Kur'an da şöyle buyuruluyor:

Yetim'in malına, ergenlik çağına gelinceye kadar yaklaşmayın. Meğer ki bu en iyi bir suretle ola... (İsra/34)

Dikkat edilirse ayette "...ancak iyi bir suretle" denmiştir. Böyle ol­masının sebebi insanlara hizmet etme sorumluluğunu üzerine alan kimse hadiste ifade edildiği gibi koyun çobanı durumundadır.

Hepiniz çobansızın. Hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz. Kadın kocasının evinden (evin yönetiminden) sorumludur. Çocuk baba­sının malından sorumludur. Köle efendisinin malından sorumlu­dur. Dikkat ediniz! Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz.

Rivayet olunduğuna göre Ebu Müslim Havlâni Ebu Süfyan oğlu Muaviye'nin yanına girdiğinde "Selâmün aleyküm ey ecir (ücretli adam)!" dedi. Kendisini: "Selamün aleyküm ey Emir! de" şek­linde uyardılar. O gene ilk söylediği gibi selam verdi. Tekrar "Emir desene!" diye uyardılar. Muaviye şöyle dedi: "Ebû Müs­lim'i bırakın! O ne söylediğini iyi bilir."

Bunun üzerine Ebu Müslim Muaviye'ye şöyle dedi: "Sen ücretli bir adamsın bu insanların güdülüp gözetilmesi için bunların sahibi olan Allah seni bu iş için ücretle tutmuştur. Eğer ihtiyaç sahipleri­ni mutlu eder, hasta olanları tedavi eder, önünü arkasını toplarsan rabbin ücretini (sevabını) verecektir. Eğer fakirleri mutlu etmez, hastalan tedavi etmez, toplumun önünü arkasını toplamazsan, bun­ların efendisi (sahibi) olan (Hz. Allah) seni cezalandıracaktır."

 

8. Yöneticilikte İtkân

 

Yöneticilikte görevi itkân ile tastamam ve mükemmel yapmak güçlü ve güvenilir olmakla gerçekleştir. Bunun içindir ki Kur'an'da Hz. Şuayb'ın kızının dilinden şöyle denmiştir: ücretle çalıştıracağın en iyi kimse, güçlü ve güvenilir (bu) adamdır. (Kasas/26)

Mısır melikinin (kralının) Hz. Yusuf a şöyle dediği anlatılmaktadır:

Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin. (Yusuf/54)

İbn Teymiyye diyor ki:

Devlet yöneticisi olan kişi, bir kimseye, müslümanların işini gör­mek üzere görev verecekse bu kişi, bu işi en iyi yapabilecek biri olmalıdır.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Müslümanların işini görmek üzere daha elverişlisi varken (başka) birini görevlendiren kimse Allah'a ve onun Peygamber'ine hainlik yapmış olur.

Aynı hadis bir başka rivayette şöyledir:

Bir topluluğa, o topluluğun içerisinde tayin edilenden daha elve­rişli birisi bulunduğu halde başkasını tayin eden kimse Allah'a, Rasûlullah'a ve mü'minlere hainlik etmiştir.

İbn Teymiyye şöyle diyor:

Devlet başkanına diğer şehirlerde kendisine valilik edecek vali ve kadıları, küçüklü büyüklü ordu komutanlarım, maliye görevlileri­ni, haraç, zekat ve diğer vergileri toplayacak görevlileri bu görev­lere layık olup olmadıklarını araştırması vacibtir. Bu yetkililere yerlerine vekâlet edecek veya bir göreve atayacak oldukları kim­senin o göreve gelmeyi hak etmiş biri olup olmadığını araştırma­sı vacibtir. Ta beş vakit namaz kıldıracak imam, müezzin, öğret­men, hac kılavuzu, kale bekçileri, postacılar, istihbarat ajanları, şehirlerin ve kalelerin kapılarını bekleyenler, küçüklü büyüklü as­keri görevliler, kabile ve çarşılarda görev yapanlar ve köy muhtar­larına varıncaya kadar müslümanların bir işine tayin edeceği kişi­nin o işi yapabileceklerin en iyisini ataması vacib olur.

Buradan, din ve dünya ile ilgili tüm işlerde yapılacak bir işi itkân ile (sapa sağlam ve en güzel bir tarzda) yapmanın istenilen bir şey ol­duğunu anlıyoruz. Fıkıh bilginlerinin belirli yerlerde itkân ile davranıl-ması gerektiğini söylemeleri, sadece o yerlerde itkân edilmesinin ge­rekli olduğu anlamına gelmez. Aksine Hz. Peygamber'in şu hadisine göre insanın yapabileceği her işte itkân üzere davranması gerekir:

Hz. Allah hiç şüphe yok ki, her şeyi gayet güzel bir şekilde yap­manızı, size yazmış (emretmiş)tir.

Bunun içindir ki İbn Teymiyye'nin devlet adamlarını, atayacakla­rı görevlilerin en ehliyetli olanlarım mükemmel bir şekilde uyararak şöyle dediğini görmekteyiz:

Eğer devlet adamı, en haklı ve en elverişli olanı bırakıp akrabalık, dostluk, hemşehrilik, mezhep, tarikat; Arab, Türk, İranlı olmak, atayacağı kimseden rüşvet veya bir menfaat almak gibi bir sebep­le her hangi bir kimseyi tayin ederse veya o göreve en elverişli olan kimse ile arasında kıskançlık, yahut düşmanlık olduğu için onu atamazsa Allah'a, Rasûlullah'a ve müslümanlara hainlik etmiş olur ve aşağıdaki ayette yasaklanan duruma düşer:

Allah'a ve peygamber'e hainlik etmeyin. (Sonra) bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz. (Enfâl/27)

İbn Teymiyye bundan sonra, "Demek oluyor ki" diyerek şunları ilave eder:

Devlet adamının görevi ancak mevcutların en iyisini bir göreve atamaktır. Atayacağı görev için en mükemmeli belki bulunmaya­bilir. Bu takdirde her görev itibariyle elverişli olanın atamasını ya­par. Tam bir gayret sarfettikten sonra bunu yapmış ise devlet baş­kanlığını hakkı ile yapmış, emaneti yerine getirmiş ve bu konuda görevini yapmış olur. Bu hususta adaletli davranmış bir devlet adamı Allah katında da adaletli davrananlardan olur. Mümkün olan ancak bu olduğunda başka işlerde bazen aksayan yanlan olursa da gene adaletli hareket eden bir devlet başkanı olur. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

O halde gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun. (Teğabün/16)

 

9. Kur'an'ı İtkân İle Okumak

 

Kur'an-ı Kerim'i itkân ile yani onu tastamam ve mükemmel oku­mak, dinin istediği bir şeydir. Bu konuda itkân, Kur'an'ı tecvid ve ter-til ile okumaktır. Çünkü tertil düzenli ve güzel bir intizam içinde oku­mak demektir. Tertil ifadesinin içinde itkân ve bir şeyi güzel yapmak manası da vardır.

Rivayet olunduğuna göre Alkame çok güzel, kusursuz bir şekilde Kur'an okuyan bir adamı işitince şöyle demiştir: "O, Kur'an'ı tertil üzere okudu. Anam babam ona feda olsun!" Kur'an-ı Kerim'de de şöy­le buyurulmuştur:

Kur'an'ı tertil ile (tane tane) oku. (Müzemmil/4)

Bazen Kur'an'ı okumakta itkân'a "maharetli olmak" anlamına ge­len hazakat denir. Çünkü itkânda bu mana vardır. Zeyd b. Sâbit'in ha­disinde bu ifade şöyle geçer: "Yarım ay geçmediki onu maharetle ya­par hâle geldim. (Yani öğrendim ve itkân derecesine ulaştım)."

Nihaye isimli eserde Kur'an okumada itkân etmek hususunda Bu-harî'nin şu rivayeti vardır: Hz. Enes'e Peygamber efendimiz Kur'an'ı nasıl okurdu?" diye soruldu. Enes "Hz. Peygamber'in Kur'an'ı okuyuş tarzı (uzatılacak yerleri) uzatarak okumak şeklindeydi. Sonra Bismil-lahirrahmanirrahim'i okuyarak Bismillâh'ı uzatırdı, Rahman'ı uzatırdı, Rahim'i uzatırdı" dedi.

Tirmizî'nin rivayetine göre Hz. Peygamber'in eşi Ümmü Seleme şöyle demiştir:

Hz. Peygamber (ayet sonlarında) okuyuşunu keserdi. (Mesela Fa­tihayı okurken) "Elhamdülillahi rabbu'l-âlemîn" der durur, sonra "Errahmânirrahim" der, gene dururdu.

Kur'an okumada itkân hususunda Zerkeşi El-Burhân fi Ulûm'il Kur'an isimli kitabında şöyle diyor:

Her bir müslümamn Kur'an'ı mükemmel bir şekilde tertil ile oku­ması, lafızlarını tefhim ederek,[7] harflerini tam çıkararak ve tüm okuduklarının (anlamını düşünerek) olur. Tâ ki okuduğu yerin da­ha sonrası ile ilgi kurabilsin. Nefes alması gereken yerlerde susup durması gerekir ki (tekrar okumaya devam etmesi için) kendisinde yeteri kadar nefes bulunsun. (Gerekli olmadıkça harfleri birbirine idğam etmemelidir. Çünkü en azından bu konuda hesapta olmayan bazı şeyler yerine getirilmemiş olabilir. İnsanlar (Kur'an okumak­la) elde edecekleri sevapları çoğaltmakta rağbetli olmalıdırlar. Bu söylediklerim tertil ile okumada en azından gerekli olan şeylerdir.

Deniliyor ki tertilin en aşağı derecesi acele dahi okunsa, okunan (harflerin ve kelimelerin) açık seçik olmasıdır. Tertilin en mükemmeli ise (gereksiz) uzatma ve çekmelere varmamak şartı ile durarak (ağır ağır) okumaktır. Kur'an'ı en mükemmel şekilde tertil ile okumak iste­yen durak yerlerine göre (gerektiği yerlerde durarak) okumalıdır. Oku­nan ayetlerin anlamı tehdit içeren bir mana ifade ediyorsa tehdit eden bir tavırla okunmalıdır. Eğer okunan ayet saygı ifade eden bir mana içeriyorsa saygılı bir tarz ve tavırla okunmalıdır.

Okuyucunun dili ile okuduğu kelimelerin anlamını kalbi ile dü­şünmesi gerekir. Böylece her bir ayetin anlamını bilir, okuduğu ayetin manasını bilmeden diğerine geçmez.

Kur'an'ı tertil ile okumada itkân'ın gereği olarak okuyucu, rahmet ayetleri geldiğinde Allah'ın vadettiği rahmetten dolayı sevinip mem­nun olup, azap ayetleri geldiği zaman korkup Allah'a sığınmalı, tevbe ayetleri geldiği zaman günahlarını hatırlayıp tevbe istiğfar etmelidir. Manasını bilmediği (bilemediği) ayetlere gelince bir bilene sorar. Bu­nu yapan kimse tam manası ile Kur'an'ı tertil ile okumuş olur.

Alimler Kur'an okumanın üç türlü durumu olduğunu bildirmiş­lerdir.

1. Tahkik:[8] Suyûti'nin İtkân isimli eserinde bildirdiğine göre tah­kik her bir harfi uzatmak, hemzeyi tam olarak çıkarmak, harekeleri tam olarak söylemek, izhar ve şeddeleri tam olarak belirtmek, harfleri tek tek çıkarıp telaffuz etmek, (gereken yerlerde) sekte yaparak tertil üze­re ağır ağır okumakla gerçekleşir. Tertil üzere okurken durulması caiz olan yerlere dikkat etmeli; (uzatılacak yerleri) kısaltmamalı, harekele­rin bir kısmını söylemezlik etmemeli, harekeli harfi sakinmiş gibi ve (sakin harfi harekeli imiş gibi ve idğam edilmemesi gereken harfleri) idğam ederek okumamalıdır.

Abdullah b. Abbas şöyle diyor:

Bakara ve Al-i Imran surelerini anlamlarını düşünerek ve tertil ile okumam, herzeme yoluyla Kur'an'ın tamamını okumamdan daha sevimlidir.

Herzeme süratli konuşmak demektir. Bir başka söyleyişe göre herzeme söylenilen sözleri (süratten dolayı) birbirine karıştırmaktır.

Gene Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Zilzal ve Kâria surelerini anlamlarını düşünerek okumam, Bakara ve Âl-i İmran surelerini hezer yolu ile okumamdan daha sevimlidir.

Bezer saçmalar gibi çabuk söz söylemektir. Hezer'm, söylediğini anlamayacak derecede süratli okumak anlamına geldiği de söylenmiştir.

İmam Gazâlî şöyle diyor:

Bil ki Kur'an'ı tertil ile okumak, sırf okunan şeyin anlamım dü­şünmek şartı olmaksızın müstehabtır. Çünkü Kur'an'ın anlamını bilmeyen Arab olmayan müslümanların da Kur'an'ı ağır ağır ter­til ile okuması müstehabtır. Zira Kur'an'ı böyle okumak, onu say­gı ile hürmet ile okumaya daha yakındır, acele ve süratli okuma­ya nisbetle kalp üzerinde daha etkilidir.

Fakat unutmamamız gerekir ki Kur'an'ı okumaktan esas maksat onun anlamını düşünmek, kelimelerin anlamını kavramak ve okunan ayetlerden ibret almaktır. Zaten Kur'an okumada itkân, bunun için is­tenen bir şeydir. Çünkü okunan ayetlerin anlamını düşünmeye yardım­cı olan, tertil yoluyla okumaktır.

İşte buraya kadar anlattıklarımızdan görmüş oluyoruz ki İslâm di­ni hayatın tüm alanlarında bizi itkân'a (yaptıklarımızı güzel ve sağlam yapmaya) davet etmektedir.

Dinimiz düşünmede itkân istiyor ki böylece gerçek ve doğru ola­na inanmış olalım.

Sözlerimizde itkân istiyor ki, konuştuklarımız güzel ve olgun söz­ler olsun.

İşlerimizde itkân istiyor ki, doğru ve yararlı işler yapmış olalım. İbadette itkân istiyor ki, ibadetlerimiz temiz ve ihlaslı olsun.

Davranışlarımızda itkân istiyor ki, yaşadığımız hayattaki tüm dav­ranışlarımız erdemli ve güzel insan için örnek davranışlar olsun.

 

İsraf

 

1. İsrafın Sözlük Anlamı

 

İbn Fâris'in, Mu'cem-u Mekâyis'il-Luğa isimli eserinde bildirdi­ğine göre israf kelimesinin kökü olan şerefin aslı haddi aşmaktır. Ay­nı zamanda gaflete düşürmek anlamı da vardır. "İşte şeref vardır" ifa­desinin anlamı, "iş haddi aşmıştır" demektir. Şöyle söylendiği de olur: "Onlara uğradı ve onlara şeref verdi" yani onları gaflete düşür­dü, demektir.

Bu kelimenin, aslına uygun olarak cahillik ve katı davranmak an­lamlarında kullanıldığı da olur.[9]

Mu'cem-u Elfâz'il-Kur'an'il-Kerim isimli eserde şöyle denmektedir:

İsraf normali ve orta durumda olanı aşmaktır. İsraf çoğunlukla pa­ra harcamakta kullanılır. [10]

Lisan 'ul Arab isimli eserde şöyle geçiyor:

Şeref ve israf normali aşmak, "malında israf etti" demek, normal olmaksızın acele ile harcadı demektir. "Konuşmada ve öldürmede israf etti" demek, aşırı davrandı demektir. Şerefin bir manası da bir şeyi hakkı olan yerin dışında bir yere koymak manasında hata etmektir. Şeref bir şeye tiryakilik derecesinde tutkun olmaktır. Şeref ovta olanın zıddıdır. "Bir şeyi şeref ile yedi" demek, acele ile yedi demektir. [11]

Nevevî Ezheri'den aktararak şeref m, benzeri bilenen bir şeye gö­re sınırı aşmak olduğunu söylemiştir.[12]

 

2. Kur'an'da İsraf Kelimesi

 

Kur'an'da esrafû şeklinde (çoğul olarak) gelen israf günah işle­mekte aşırı gitmek, nefislerine karşı haddi aşmak, helak etmek anla­mında kullanılmıştır. Bunu aşağıdaki ayette görmekteyiz:

De ki: "Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin, çünkü Allah, bütün günahları bağış­lar. Şüphesiz ki O, bağışlayan ve merhamet edendir." (Zümer/53)

Aşağıdaki ayetlerde israf kelimesi para ve mal harcamakta savur­ganlık etmek anlamında kullanılmıştır.

Her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yeyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez. (En'am/141)

Ve onlar ki harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar. (Furkan/67)

Yeyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. O, (Allah) gerçekten israf edenle­ri sevmez. (A'raf/31)

Aşağıdaki ayetlerde israf kelimesi harcamanın dışında (genel ola­rak) haddi aşmak anlamında kullanılmıştır:

Böylece, israfa sapanı ve rabbinin ayetlerine inanmayanı cezalan­dırırız. Rabbinin azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.

(Tahâ/127)

Onların sözleri sadece şöyle demekten ibaret idi: "Ey rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımızı  (yolundan) kaydırma. Kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!" (Âl-i îmran/147)

Şüphesiz Allah, haddi aşan yalancı kimseyi muvaffak etmez. (Ğâ-fir/28)

işte Allah o aşırı giden, şüphecileri böyle şaşırtır. (Ğâfir/34)

 

3. Hadiste İsraf

 

İbn'ul-Esir diyor ki:

İsraf kelimesi hadiste tekrar tekrar geçmiştir. Çoğunlukla fazla günah ve hata işlemek, günaha ve isyana batmak manalarında kul­lanılmıştır.[13]

 

4. İsrafın Dindeki Manası

 

Hz. Allah'ın yasakladığı israf, Allah'a itaatin dışında harcanan şeydir. İster az olsun, ister çok olsun. Harcamadaki israf, savurganlık­tır. Furkan suresi 67. ayetindeki "Onlar israf etmezler" ifadesinin ma­nası, layık olmayan yere harcamazlar demektir. İsrafın Allah'ın helâl kıldığı şeylerden haddi aşarak yemek manasına olduğu dahi söylen­miştir. [14]

 

5. Abdest Ve Gusülde İsraf

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

Hanefîlere göre abdest alırken (organları) yıkamayı üçe kadar tekrar etmek sünnettir. Üçten fazla yıkamak mekruhtur. Çünkü Hz. Pey­gamber (abdest organlarını) birer defa yıkamış ve: "Abdest budur, Hz. Allah namazı abdestsiz kabul etmez" buyurmuştur. İkişer defa yıkamış ve: "Bu, Allah'ın sevabını iki kat verdiği abdesttir" buyurmuştur. Üçer defa yıkamış ve: "Bu benim ve benden önceki peygamberlerin abdes-tidir. Bundan fazla veya eksik olarak (yıkamak suretiyle) abdest alan, aşırı gitmiş ve zulm etmiştir" demiştir.

Hadisteki tehdit ifadesi (üç defa yıkamayı) sünnet olarak görme­yenedir. Şüpheye düştüğü için kalbi tatmin etmek üzere üç defadan fazla yıkamakta veya bir diğer abdest niyetiyle fazla yıkamakta bir sa­kınca yoktur. Çünkü abdest üzerine abdest almak, nur üzerine nurdur. Şüpheye düşene de şüphe ettiği şeyi bırakıp kesin olana göre hareket etmesi hususunda emir vardır.[15]

Yukarıdaki hadis bir diğer rivayette şöyledir:

Her kim (abdest alırken organları yıkamayı üçten) fazla veya ek­sik yaparsa, o kimse haddi aşanlardandır.

Bu hadisin yorumunda bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Bu hadis, abdestte yıkanması gereken yerin fazlasını veya organı eksik yıkayan hakkındadır."

Bazı âlimler: "Hadis, üç defadan fazla yıkayan, fakat abdestin ba­şında niyet etmediği için birden eksik yıkamış durumuna düşenler hak­kındadır" demişlerdir.

Kâsâni şöyle diyor: "Doğrusu, hadisin manası itikat ile ilgili olup, bizzat yıkama eylemi ile ilgili değildir. Buna göre mana şöyledir: Üç defa yıkamayı sünnet kabul edip üçten fazla veya eksik yıkayan bid'at işlemiştir. Bu durumda olan kimse için tehdit vardır. [16]

Fıkıh âlimleri "Birinci yıkayış farz, ikincisi sünnet, üçüncüsü sün­neti mükemmelleştiricidir" demişlerdir. İkinci ve üçüncü yıkayışların sünnet olduğu söylenmiştir. İkinci yıkayışın sünnet, üçüncünün nafile olduğu da söylenmiştir. Bunun aksini söyleyen de olmuştur.[17]

Her halükârda abdest organlarının üçten fazla yıkanmasının mek­ruh olduğu söylenmiştir. İbn Âbidin, özürsüz olarak yıkamanın yasak olduğunu net olarak ifade etmiştir. Ayrıca Tatarhaniyye isimli eserde -Nâtıfi'den aktarılarak- üçten fazla yıkamanın bidat olduğu söylen­mektedir.

Sirâc isimli eserde bildirildiğine göre aynı yerde tekrar tekrar ab­dest almak müstehab değildir, aksine israftan dolayı mekruhtur.

Sirâc'daki bu ifade çelişkili gibi görünüyor. Çünkü fıkıh bilginle­ri, abdestin bizzat kastedilen bir ibadet olmamakla beraber bir ibadet olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Alınmış olan abdest ile bizzat kas­tedilen namaz, tilavet secdesi ve Kur'an'a dokunmak gibi bir ibadet ye­rine getirilmemiş ise bir ibadet olarak abdestin tekrarı söz konusu de­ğildir. Çünkü abdest bizzat kastedilen bir ibadet değildir. Bu bakımdan, alınmış bir abdest ile herhangi bir ibadet yerine getirilmeden tekrar ab­dest almak sırf israf olmaktadır. İsraf ise harama yakın mekruhtur. Üç defadan fazla yıkamak da böyledir. [18]

Gene İbn Âbidin'de şöyle denmektedir:

Abdestte israf mekruhtur. Buradaki israftan maksat, meşru ihti­yaçtan fazla olarak suyun kullanılmasıdır. Üç defa yıkamanın sün­net olduğuna itikat etmekle beraber üçten fazla yıkamak israftır. Buradaki mekruh, harama yakın olan mekruhtur.

Abdest alma işi medreselerde, sarnıç, havuz ve ibrik gibi yerlerde vakıf yapılmış su ile oluyorsa, üçten fazla yıkamak haram olur. Çünkü üçten fazla yıkamaya izin verilmemiştir. Ve vakıf yapılmak suretiyle oralara getirilen su ancak dinde meşru olan abdestin alın­ması içindir. Bundan başkası için mubah kılınmamıştır.[19]

Fıkıh âlimleri akmakta olan nehirden bile abdest alırken israfın mekruh olduğuna Sa'd hadisini delil olarak ileri sürmüşlerdir. Bu ha­dise göre Hz. Sa'd abdest alırken suyu aşırı derecede dökünce Rasûlul-lah efendimiz ona: "İsraftan kaçın!" buyurdu. Sa'd: "Abdest almakta israf mı olur?" deyince Rasûlullah: "Evet, akmakta olan nehrin kena­rında olsan da (abdestte) aşırı su kullanmak israftır buyurdu. [20]

Gusüle gelince, fıkıh âlimleri gusülde baştan aşağı vücudun her yerine üç defa su dökmenin sünnet olduğunu söylemişlerdir. [21] Bun­dan anlaşılıyor ki (gusülde) sünnetin sınırı üç defa,(su dökmek)tir. Bundan fazlası sünnete aykırı davranmaktır.

Fıkıh âlimleri, abdestte başı bir defa meshetmenin sünnet olup üç defa meshedilmesinin mekruh olduğunu söylemişledir. Hasan, Ebu Hanife'den her defasında yeni su ile olmak üzere üç defa başın meshe-dilebileceğini rivayet etmiştir. [22] İbn Âbidin ise yeni su almak sure­tiyle başı üç defa meshetmenin mekruh olduğunu zikretmiştir. [23]

 

b. Mâliki Mezhebi:

 

Mâlikî mezhebine göre belirli bir miktar söz konusu olmaksızın suyu az kullanmak, abdestin faziletinden (yani müstehablarmdan)dır. Gusülde de durum aynıdır. Abdestte ve gusülde sünnet olan, suyu az kullanmakla beraber güzelce ve tastamam organları yıkamaktır.

Risale isimli eserde şöyle denmektedir:

Suyu az kullanmakla beraber yıkamayı mükemmel yapmak sün­nettir. Suyu israf derecesinde kullanmak, aşırı gitmek ve bid'attır.

İmam Mâlik "Suyu, damlayacak veya akacak derecede kullanma­lıdır" diyenin bu sözünü kabul etmemiştir.

Abdest alırken yıkanan organlardan suyun akması, istenen bir şey değildir. Çünkü maksat, suyun deriye ulaşması ve onu kaplamasıdır. Suyun akması ve damlaması dikkate alınmamış. Her bir organın yıkan­masında yeteri kadar su kullanan kimse, sünneti yerine getirmiş olur. Yıkama görevini yerine getirdiğinden emin olduktan sonra fazladan kullanılan su, mekruhtur.[24]

Mâlikî mezhebi âlimleri buna şu gerekçeleri göstermişlerdir.

Belki abdest alan kimse fazla su kullanmanın sakıncası olma­dığına dayanarak organlarını aşırı derecede ovalamaya kalkar, böyle­ce gecikerek namazı cemaatla kılmayı veya başka (yapacağı) şeyleri kaçırır.

Suyu çok kullanmak suretiyle temizlik yapar veya başka suya ihtiyacı olanlara zararı dokunur.

Çok su kullanmaya alışan kimse, bu alışkanlığından dolayı, az su kullanmak zorunda kalırsa bununla abdest alması imkansız hale gelir.

Çok su kullanmaya alışan kimse az su kullanmak zorunda kalır­sa kalbi karışır, vesveseye kapılır ve az su kullandığı takdirde içindeki (temiz oldu mu, olmadı mı) şüphesini yok edemez. [25]

Tüm bunlar vesveseli olmayanlar içindir. Vesvese rahatsızlığı olan kimse akıl nimetinden mahrum kimse gibidir. Böyle kimsenin başına gelen bu dertten dolayı yaptıkları bağışlanır. [26]

Su kullanma konusunda gusül de abdest gibidir. Yani kullanılan su gusülde de az olmalıdır. Abdest ve gusül isterse denizde alınmış olsun gene de az su kullanılmalıdır. Azın miktarında bir sınırlama yoktur. Çünkü insanlar ve insanların (abdest alırken yıkadıkları) organları çeşitlidir. Organdan damlamayacak şekilde organ üzerini ıslatacak kadar akan su azlığın miktarıdır.[27]

Organı yıkarken çok su kullanmak israf, dini bir işte aşırı davran­mak ve vesveseye sebep olmaktan dolayı mekruhtur. Organı üç defa­dan fazla yıkamak da mekruhtur. Meshedilen organı ikinci kez meshet-mek de böyledir. Meshetmedeki fazlalık menedilir deniyorsa da bu za­yıf bir görüştür. Yıkanması farz olan yerin fazlasını yıkamak da mek­ruhtur. Çünkü bu, aşırılıktır. [28]

Hâşiyet'ud-Düsûkî'de üçüncü defa yıkamadan sonra dördüncü yı­kamanın mekruh olduğu zikredilmiştir. Çünkü bu suyu israfil kullan­maktır. Mezhepte tercih edilen budur. [29] Şerhu Minah'il-Celil isimli eserde şöyle deniyor: "Dördüncü defa yıkamak mekruhtur. Bunu mez­hepten nakleden İbn Rüşd'dür. Ve bu itimat edilen görüştür. [30]

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

Şafiî mezhebine göre abdest alırken (organları) üçten fazla yıka­mak tenzihen mekruhtur, haram değildir. Mezhebin âlimleri böyle açıklamışlardır. İmam'ul-Haremeyn "Dördüncü yıkama mekruh ise de günah değildir" demiştir. Bu zat hadisteki: "Bundan fazla yapan, kötü bir şey yapmış ve zulmetmiş olur" ifadesini şöyle açıklamıştır:

"Kötü birşey yapmış olur" sözünün manası, evlâ (en iyi) olanı bı­rakmış ve sünneti aşmış olur, demektir. "Zulmetmiş olur"un ma­nası, bir şeyi layık olduğu yerin dışında bir yere koymuş olur, de­mektir.

Gazâlî, bu mesele hakkında şöyle diyor:

İmam Şafiî el-Üm isimli kitabında: "Yıkamanın üçü geçmemesi­ni severim. Geçerse de bir zararı olmaz" demiştir. "Bir zararı ol­maz" ifadesiyle günaha girmez, demek istemiştir. Mezhebinin âlimleri "Fazlası haram olur" demişlerdir. Fakat bu, mezhepte muteber değildir. Hadisteki "Kötü bir şey yapmış olur" ifadesin­den maksat, haram dışında bir şeydir. Çünkü bu ifade günah olma­yan şeyler hakkında söylenir.

Rûyâni fazlalığın haram olduğu hakkında bir görüş zikretmişse de dikkate değer bir şey değildir.

Mâverdî üçten fazlası sünnet değildir. Mekruh oluşu hakkında iki şık vardır: Ebû Hâmid İsferayîni mekruh olmadığını söylemiştir. Mezhebimizin diğer âlimleri mekruhtur, demiştir. Doğru olan da budur.

Şafiî Üm isimli kitabında "Üçten fazla yıkamayı hoş görmüyo­rum. Fazla yıkarsa inşallah mekruh da saymam." demiştir. "Mekruh saymam" sözünün anlamı, "haram saymam" demektir.

Nevevî bu görüşlere yer verdikten sonra şöyle diyor:

Abdest organlarını üçten fazla yıkamak konusunda ortaya üç gö­rüş çıkmıştır:

1. Haramdır.

2. Haram değildir, fakat evlâ olana aykırı bir davranıştır.

3. Tenzihen mekruhtur.

Doğru ve sahih olan da (bu konudaki) hadislere uygun olan da bu­dur. Mezhebimiz âlimlerinin çoğunluğu bunu kesin olarak ifade etmiştir.[31]

Nevevî der ki:

Mezhebimizin âlimleri ve diğer bilginler, abdest ve gusülde suyu israf etmenin kötü bir şey olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Bu-harî Sahıh'ind: "Alimler bunu mekruh görmüşlerdir. Meşhur olan tenzihen mekruh olmasıdır" diyor. Beğavi ve Mütevelli bunun kötü olduğunu bildiren hadisten dolayı- haramdır demişlerdir. Bu konudaki hadis şöyledir:

Gelecekte bu ümmette temizlenmede ve dua etmede taşkınlık ya­pan kimseler olacaktır.[32]

Abdest alırken yıkama ve meshetmeyi üç defa yapmak abdestin sünnetlerindendir. Abdest niyetiyle bu miktardan fazla veya eksik yı­kamak veya meshetmek mekruhtur. Velevki (nehir) kenarından abdest alınmış olsun. Ancak vakıf sudan abdest almakta (fazlalık) haramdır. Çünkü fazla kullanmaya izin verilmemiştir. [33]Gusülde sadece müd ve sâ[34] miktarı kadar su kullanmak müstehabtır. Çünkü kolaylık, iste­nen bir şeydir. [35]

 

d. Hanbelî Mezhebi:

 

Hanbelî mezhebine göre abdest alırken (organları) birer defa (yı­kamak) yeterlidir. Üç defa yıkamak daha faziletlidir.

Organlardan bazısını bir defa, bazılarını bir defadan fazla yıka­mak caizdir. Çünkü tamamında caiz olan, bir kısmında da caiz olur.

Abdest suyunda israf etmek; fazlaca kullanmak mekruhtur. Çün­kü bu konuda rivayet edilmiş hadisler vardır. Bu konudaki delillerden biri şudur: Hz. Peygamber Sa'd'a uğradığında Sa'd abdest alıyordu. Hz. Peygamber ona: "Ne bu israf?" buyurdu. Sa'd: "Abdest almakta is­raf mı olur?" deyince, Hz. Peygamber: "Evet, akan nehirden abdest al­san gene israf etme?1' buyurdular.

Bir diğer delil de şu hadistir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Abdest için adına Velhan denen bir şeytan vardır. Suyu vesveseli kullanmaktan sakının. [36]

Keşşaful-Kınâ isimli kitapta şöyle denmiştir:

İbn Ömer'in Sa'd'ın abdesti ile ilgili olarak rivayet ettiği hadise göre, akmakta olan nehirden abdest alırken dahi suyu israfil kul­lanmak mekruhtur.[37]

İbn Kudâme Ahmed b. Hanbel'in şu sözüne yer veriyor:

Abdest alırken (vesveseye) düşen kimseden başka kimse üçten fazla yıkamaz. [38]

Ayrıca şunu da zikretmiştir. Deniliyor ki: İnsanın (abdestte) aşırı su kullanması fıkıh bilgisinin azhğmdandır. [39]

İbn İdris de Keşşâful-Kınâ isimli kitabında şöyle diyor:

Abdestte organları üçer defa yıkamak sünnet, birer defa yıkamak caizdir. İkişer defa yıkamak, birer yıkamaktan daha faziletli, üçer defa yıkamak ise ikişer defa yıkamaktan daha faziletlidir. [40]

İbn Kudâme Muğni'sindc şöyle diyor:

Mezhepte sahih olan kavle göre başa meshi tekrarlamak sünnet değildir.

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

Zahirî mezhebinde abdest ve gusülde çok su kullanmak, abdest organlarını üçten fazla yıkamak ve başı üçten fazla meshetmek mek­ruhtur. Çünkü Hz. Peygamber'den bundan fazla yıkanacağı veya mes-hedileceği (hakkında bize bilgi) gelmemiştir. [41]

Ayrıca şu rivayet de bunun delilidir: Hz. Ali organlarını üçer defa yıkayarak abdest aldı ve: "Hz. Peygamber'i böyle gördüm" dedi. Ab­dullah b. Ömer organlarını üçer defa yıkayarak abdest aldı ve bu dav­ranışını Hz. Peygamber'e dayandırdı. Hz. Osman'dan da aynısı rivayet edilmiştir. İbn Hazm buna şu yorumu getirmektedir.

Bu rivayetlerde başı(n meshedilmesini) özel bir şekilde ifade eden bir şey yoktur." (Yani başın üç defa meshedilmesi bu rivayetlere göre diğer organların üç defa yıkanması gibidir).[42]

Bu yorumla beraber İbn Hazm başın meshedilmesi hususunda farklı sayılar bildiren rivayetlere de yer Vermiştir. Abdullah b. Zeyd'in hadisi şöyledir: "Hz. Peygamberin abdest aldığını gördüm. Yüzünü üç kere, ellerini iki kere yıkadı, başını da iki kere mesnetti."

İbn Hazm Atâ'dan şunu naklediyor: "Başımı en çok üç kere mes-hederim. Bir avuçtan fazla su almam. Bundan ne eksik yaparım ne de fazla."

İbn Cerir b. Hâzim'den ise şunu naklediyor: "Muhammed b. Sî-rîn'i abdest alırken gördüm. Başını iki defa meshetti. Birinde daha ön­ce ıslak olan eliyle, diğerinde yeni aldığı su ile başını meshetti."

Ayrıca bunun (son rivayetin) Şafiî ve Davud'un kavli olduğunu söyledikten sonra şöyle dedi: "Suyu çok kullanmak tüm âlimlere göre kötü bir şeydir. [43]

 

f. Zeydiyye Mezhebi:

 

Zeydiyye mezhebine göre abdestte farz olan (organları) birer kere (yıkamak)tır. Çünkü İbn Abbas'ın rivayetine göre Hz. Peygamber (or­ganlarını) birer kere yıkayarak abdest almıştır. Bu rivayet abdestte farz olanın bir defa yıkamak olduğunu göstermektedir. Bunun içindir ki Hz. Peygamber abdest alırken organlarını bir defa yıkamakla yetinmiştir. Eğer iki defa yıkamak farz olsaydı bir kere yıkamakla yetinmezdi.

Yıkamanın üçer defa olmasının abdestte sünnet olduğu rivayet edilmektedir. Bir kere yıkamak yeterli olduğuna göre üç kere yıkamak mükemmelliktir.

Hadislerde Hz. Peygamber'in abdest alırken birer, ikişer, üçer ke­re yıkadığı, bazı organlarını üçer, bazılarını ikişer yıkadığı rivayet edilmistir. Rivayetlerdeki (bu) farklılıklar, hepsinin caiz olduğunu, göster­mektedir.[44]

Şerh'ul-Ezhâr isimli kitapta "Üçten fazla yıkayan kötü bir şey yapmış ve zulmetmiş olur. Başın meshinde üç defa sünnet değildir" denmektedir[45]

Neyl'ul-Evtârda üçten fazla yıkamanın mekruh olduğunda ihtilaf yoktur, denmektedir. [46] Ayrıca yıkamalarda üçü aşmanın temizlen-mekde haddi aşmak olduğuna dair hadise yer verilmiştir.

Ayrıca Müslim, Tirmizî, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettikleri şu hadis de zikredilmiştir. Buna göre sahabeden Hz. Sefine . Peygamberimizin bir sû miktarı (bir ölçek) su ile yıkanıp, bir müd mik­tarı su ile abdest aldığım rivayet etmiştir. Şevkâni bunu şöyle yorum­lamaktadır:

Bu hadis gıısül ve abdestte israf yapmanın mekruh olduğunu, az su ile yetinmenin müstehab olduğunu göstermektedir. Tüm ilim adamları nehir kenarında bile olsa suyu israf etmenin yasak oldu­ğu üzerinde görüş birliği etmişlerdir. Âlimlerden bazısı bunun ha­ram olduğunu, bazısı tenzihen mekruh olduğunu söylemiştir.

Şevkâni daha sonra suyun yeterli miktarının, gusülde geçerli ola­cak biçimde bedenin tamamını yıkayacak kadar olduğunu bildirmiştir:

Suyun bir sâ miktarından az veya çok olması önemli değildir. Yeter ki "gusül abdesti almış" denmeyecek dereceden az olma­sın. Suyun yeterli miktarı, kendisi ile abdest organları yıkanabi­lecek kadar olmasıdır. Müd miktarından az veya çok olması önemli değildir. Yeter ki çok olmakta israf derecesinde, azlıkta da farz olan yıkamayı gerçekleştiremeyecek derecede olmasın. [47]

 

g. İbâdiyye Mezhebi:

 

İbâdiyye mezhebine göre abdestte müstehab olan her bir organın üçer defa yıkanmasıdır. Şayet bir defa yıkanırsa yeterli olur. Şu kadar ki su organın her tarafını kaplamış olmalıdır.[48]

Şerh'un-Neyl isimli kitapta ifade edildiğine göre suyu az dökmek, abdestin sünnetlerindendir. Az dökmekten maksat israfın altında su kullanmaktır. Çünkü Hz. Peygamber bir müd (ölçek) su ile abdest al­mıştır. Abdest alırken nehir veya deniz kenarında da olsa, kullanılan su tekrar nehire ve denize dökülse de suyu çok kullanmak mekruhtur. Bu­nun gerekçesi, çok kullanmaya alışıp başka şeylerde de bu alışkanlığın yer edeceği endişesidir. Çok kullanmaya alışan kişinin, az su ile abdest aldığında abdestim oldu mu, olmadı mı diye vesveseye düşmemesi içindir. Aslında çok kullanmak haddi zâtında mekruh bir şeydir. Her hâl kârda israf meydana gelir.

Abdestte organları üçten fazla yıkamak mekruhtur. Üçüncü olup olmadığında şüphe meydana gelirse, kesinliğe ulaşmak için bir daha yıkanır. Bir kavle göre yıkanması gerekmez. Çünkü üçten fazla yıka­ma ihtimali vardır. Bazen birincisi tercih edilir, asıl yıkamanın üç ol­masına bakarak; bazen de ihtiyata bakarak ikincisi tercih edilir. [49]

Aynı kitabın bir başka yerinde suyun çok dökülmesinin ve organı üçten fazla yıkamanın şiddetle mekruh olduğu söylenmiştir. Eğer üç defa yıkadığı hususunda şüpheye düşerse olduğu gibi bırakır. Çünkü üçten fazla olma ihtimali vardır. Bu bazılarına göredir. Bazıları da ke­sinlik olmadığı için bir fazla yıkar demişlerdir. Asıl olan üç yıkamayı dikkate almaktır, ki tercih edilen budur. Eğer bir kere yıkadığında şüp­he ederse bir daha yıkar. [50]

Kanatır'ul-Hayrat isimli kitabın yazarı suyu çok dökmenin ve üç­ten fazla yıkamanın mekruh oluşunun delillerini bildirmiştir. Buna gö­re Hz. Peygamber organlarını üçer kere yıkayarak abdest almış ve "Kim (bundan fazlasını yaparsa zulmetmiş ve kötü bir şey yapmış olur" buyurmuştur. Bir hadisinde de şöyle buyurmuştur:

Bu ümmetten gelecekte dua etmekte ve temizlenmekte taşkınlık­lar yapan kimseler olacaktır.

Gene bu kitapta bildirdiğine göre "Abdestte insanın fazla su kul­lanmaya düşkün olması bilgisinin zayıflığındandır." Bazı âlimler şöy­le demişlerdir: Vesvesenin ilk başlangıcı temizlik konusundadır. Ha-san'dan rivayet olunduğuna göre Rasûlullah şöyle demiştir:

Adına velhan denilen insanla oynayan bir şeytan vardır ki abdest alırken insan(ı vesveseye düşürüp onun bu durumun)a güler.[51]

 

h. İmamiyye Mezhebi:

 

El-Hılâf isimli kitapta bildirildiğine göre (Irnamiyye mezhebinde) abdest organlarında farz olan bir defa yıkamaktır. İkinci yıkayış, sün­net üçüncüsü bid'attır. Mezhebin âlimlerinden ikinci yıkayış bid'attır diyenler varsa da bu, güvenilir değildir. Bazıları ise şöyle diyor: "Üçüncü yıkayış zorlamadır, fakat bid'at olduğu açıkça söylenmemiş­tir." Fakat sahih olan birincisidir. Maide suresi 6. ayetindeki "Yüzleri­nizi ve dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayınız" ayeti bu hususta delil­dir. Yüzünü ve ellerini bir defa yıkayan farzı yerine getirmiş olur. Bir defadan fazla yıkamanın farz veya sünnet olduğunu iddia edene delil getirmek düşer.

Ammar b. Yunus diyor ki: Ebu Abdullah aleyhisselama Namaz için alınacak abdesti sordum. "O, birer (yıkama)dır" buyurdu. [52] Muhtasar'un-Nâfi isimli eserde: "Meshde tekrar yoktur" denmektedir.

Radat'ul-Behiyye isimli eserde şöyle denmektedir:

Ağıza ve buruna üçer kere su vermek abdestin sünnetlerindendir. Bu avuca bir defada alınan su ile de olur, fakat her defasında ayrı su almak daha faziletlidir. Kollar ve yüzden ibaret olan üç organı birinci yıkamanın tamamlanmasından sonra iki defa daha yıka­mak sünnettir.[53]

 

5. Cenaze Yıkamada İsraf

 

a. İbâdiyye Mezhebi:

 

Ölen kimse iki veya üç defa yıkanır, daha fazla yıkanmaz. Beş ve­ya yedi defa yıkanır da denmiştir. Yediden fazla yıkanmaz. Eğer onun­la temizlenme gerçekleşirse üç ile yetinmek gerekir. [54]

 

6. Kefende İsraf

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

Hanefî mezhebinde kefende sünnet olan, erkeğin üç parça kefene sarılmasıdır. Bunlar: İzar, kamis ve lifâfe'dir. Çünkü Hz. Peygamberin kefeni üç parça sahuliyye[55] bezinden idi. Zira insanın hayatında ço­ğunlukla giydiği üç parçadan ibarettir. Ölümden sonra da öyle giyin­melidir. Sadece iki parçadan ibaret kefen de caizdir. Buna "Kefen-i Ki-fâye" denir. Çünkü Hz. Ebubekir: "Şu iki parça kefenliği yıkayın ve beni onlarla kefenleyin!" buyurmuştur. Zira insanın hayatta iken giy­dikleri en az iki parçadan oluşur.

Kadın ise, beş parça kefene sarılır. Bunlar: İzar, (erkekteki kamis'in yerine olmak üzere) ve lifâfe'dir. Ayrıca bir örtü ve göğüsü üze­rinden bağlanmak üzere bir bez parçasıdır. Bu kefende sünnet olandır. Kadında üç parçadan ibaret kefen kullanılması caizdir. Bu takdirde iki adet (boydan boya örten) giysi ve bir de örtü olur. Bu "Kefen-i kifaye"dir. Bundan azı mekruhtur. Erkekte tek parçadan ibaret kefen, bir zorunluluk olmadıkça mekruhtur.[56]

İbn Abidin Haşiyesi'nde ifade edildiğine göre, kefenin üç parça­dan beş parçaya kadar olmasında bir sakınca yoktur. Çünkü Abdullah b. Ömer içi yanıp tutuşurken oğlunu beş parça kefen ile kefenlemiştir.

Vefat eden kimse bir dirhem harcayarak kendisine kefen alınma­sını vasiyet etse, (paranın tamamı, kefene harcanmayıp) orta düzeyde kefen almakla yetinilir. Ebu Davud'un rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kefende aşırı gitmeyiniz. Çünkü o (toprağın altında) çabucak yok olacaktır. [57]

Bedâi'us-Sanâi isimli eserde şöyle denmektedir:

Erkek cenazenin kefeni, en fazla üç paçadan ibaret olmalıdır: İzâr, kamis, lilâfe. [58]

Erkekte en fazla kullanılabilecek kefen beş parça, kadında yedi parçadır. Ergenlik çağma yaklaşmış olan cenazelerde daha hafif tutula­rak kefenleme işlemi yapılır. Küçük çocuk (cenaze)leri için bir bez parçası yeterlidir. [59]

Hâşiyet'ud-Dusûkı'de Kadın cenazede yedi parçadan fazla kefen, israftır, denmektedir. [60]

c. Şafiî Mezhebi: İmam Şafiî diyor ki:

Ölen kimsenin kefen kokulama masrafları kendi malından karşı­lanır. Varis ve alacaklılar buna engel olamazlar. Eğer konu hak­kında ihtilafa düşülürse, ölen kimse de ne fakir ne zengin olmayıp orta derecede ise üç parça kefen yapılır. Kokulama israf ve cimrilik olmaksızın bilinen şekliyle yapılır. Bu konuda kâfur ve­ya kokulayacak (diğer) maddeler yok ise ümid ederim ki (yapı­lanlar) yeterlidir.[61]

Nevevî'nin Mecmû'unda şöyle denmektedir: Kefende aşırılık mekruhtur. Çünkü hadiste şöyle buyurulmuştur:

Kefende aşırı gitmeyiniz. Çünkü o (toprağın altında) çabucak yok olacaktır. [62]

Gene Mecmu'da bildirildiğine göre kefen üç parçadan fazla ise, bu mekruh olmadığı gibi müstehab da olmaz. Eğer beş parçadan fazla ise, mezhep âlimlerimiz, israftan dolayı bunun mekruh olduğunu söylemiş­lerdir. Böyle bir davranış, malı ziyan etmek olduğu halde haram oldu­ğunu söylememişlerdir. Fakat bunun haram olduğunun söylenmesi de aşırı bir hüküm değildir. [63]

Nihayet'ul-Muhtac'dâ şöyle denmektedir:

Erkek (cenaze)de en faziletlisi kefenin üç parça olmasıdır. Üç par­ça olması, fazla olmasından daha faziletlidir. Çünkü üçten fazla olması evlâ (en iyi) olana aykırıdır. Fazlalık ise haram değil, mek­ruhtur.

Kadın ve hunsâ (çift cinsiyetli) olan kimse için, kefenin beş par­çadan ibaret olması daha faziletlidir. Böylesi kadın için daha iyi örtücü olur. Beş parçadan fazla olması mekruhtur. [64]

Şafiî El-Ümm isimli kitabında şöyle diyor:

Cenazenin içine sarılabildiği bez, (kefen olarak) yeterlidir. (Mec­buri durumlarda) avret yerinin örtülmesi yeterlidir. Ölü için beş parçadan fazla kefeni sevmiyorum. Zira israftır. [65]

 

d.  Hanbelî Mezhebi:

 

Muğni'de bildirildiğine göre kefende üç parçadan fazlası mekruh­tur. Çünkü bu malı ziyan etmektir ve Hz. Peygamber bunu yasaklamış­tır. Cenaze ile birlikte malından bir şeyi kabre koymak, aynı gerekçe ile haramdır. Ancak böyle bir şeye ihtiyaç var ise konulabilir. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber'in kabrine (mübarek cesedinin) altına bir kadife (şilte) bırakılmıştır. Bunun benzeri bir şeyin koyulmasında bir sakınca yoktur.[66]

Keşşaf il-Kınâ isimli eserde bildirildiğine göre kefende farz olan, vücudun tamamını örten tek bir parçadır. Çünkü (yaşayan bir kimse için) avret-i galizasını (ön ve arkasını) tek bir parça ile örtmesi yeterli-olduğuna göre, cenazenin tek parça ile kefenlenmesi haydi haydi yeterli olur.

Çok değerli kumaş parçaları ile kefenlenmesini vasiyet etmek bir müslümana yakışmaz. Vasiyeti de geçerli olmaz. Çünkü mekruh olan bir şeyi vasiyet etmiştir. [67] Üç parçadan fazlasıyla cenazeyi kefenle­mek, malı zayi etmek olduğundan mekruhtur. [68]

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

Muhallâ'da bildirildiğine göre kefenin en faziletli olanı erkekler için beyaz üç parça olmasıdır. Cenaze bunlara sarılır. Bunlar arasında sarık, gömlek, pantolon ve pamuk bulunmaz. Kadın içinde durum böy­ledir. Ancak kadında iki parça daha bulunur. Tek bir parçadan başka bulmaya güç yetmezse, bu da yeterlidir. İki cenaze için bir parça kefen olursa, ikisi birden tek parçaya sarılır. Kadın ve erkek az önce söyleni­lenden az veya çok parçaya kefenlenirse bir sakınca yoktur.

Bunun delili Hz. Aişe'nin, Hz. Peygamber'in üç beyaz parçaya kefenlendiğini rivayet etmiş olmasıdır. Ayrıca Musab b. Umeyr için ke­fen olarak cübbeden başka bir şey bulunamamıştı; başını örttüklerinde ayakları açıkta kalıyordu. Cübbeyi başı tarafına koydular, ayaklarını da ızhır denilen hoş kokulu bir ot ile örttüler.[69]

 

f. Zeydiyye Mezhebi:

 

Şerh'ul-Ezhâr isimli kitapta bildirildiğine göre ölü üç parça kefe­ne sarılır. Müstehab olan kefenin güzel ve mükemmel olmasıdır. Çün­kü hadiste şöyle buyurulmuştur:

Sizden biriniz (din) kardeşinizi kefenlediği zaman onun kefenini güzel yapsın.

Ölen kimsenin küçük (yaşta) varisleri olduğu takdirde en az dere­cede kefene sarılması uygun olur. Bundan kefenin bir parçadan fazla olmaması anlaşılıyor.

Kefenin bir ile yedi parça arasında olması meşrudur. Erkekte üç parçayı, kadında beş parçayı geçmemesi gerektiği de söylenmiştir. Bahr'uz-Zehhar isimli eserde dendiğine göre, ölü borca batmış olsa kendi malından (harcama yaparak) kefenlenir. Çünkü hadiste şöyle bu­yur ılımaktadır:

Onu (vefat eden kimseyi) kendi giysisine kefenleyin! [70] NeyVul-Evtar'da. şöyle denmiştir: Kefende meşru olan yedi parça olmaktır.

Bu sözüne İbn'ul Hanefiyye'den Hz. Peygamber'in yedi parça ke­fene sarıldığını bildiren rivayeti delil olarak göstermiştir. Kitapta Hz. Peygamber'in şu hadisine de yer verilmiştir:

Kefende aşırı gitmeyiniz. Çünkü o (toprağın altında) çabucak yok olacaktır. [71]

 

g.  İmamiyye Mezhebi:

 

Ravdat'ul-Behiyye isimli kitapta şöyle denmektedir:

Kefenin ölen kişinin durumuna uygun olarak orta derecede olma­sına dikkat edilir.[72]

 

h. İbâdiyye Mezhebi:

 

Şerh'un-Neyî isimli kitapta şöyle deniyor:

Bazı âlimler mümkün oldukça kefenin güzel olmasını müstehab, bazıları da kefende aşırılığı mekruh görmüşlerdir. "Ölen kimsenin kefeninde şeref ve ekonomik durumuna dikkat edilir" denildiği gibi, "Daha az para ile kefen bulunabiliyorsa bir dinar (bir altın ti­rajdan daha fazla olmaz" da denilmiştir. [73]

 

7. Mehirde[74] İsraf

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

Mehir miktarı belirlenmeden veya mehirden söz edilmeden nika­hın kıyılması caizdir. Bu durumda kadına ne fazla, ne de eksik olma­mak üzere "mehr-i misil" (verilmesi) gerekir, denmiştir. [75]

Bedâi'us-Sanâı isimli eserde mehrin en azı on dirhem veya değe­ri on dirhem [76]olan şeydir, denmektedir. [77]

 

b. Mâliki Mezhebi:

 

Mâlikî mezhebi kaynaklarından Haşiyet'ud-Dusûki isimli eserde şöyle deniyor:

Mehirin aşırı derecede çok olması mekruhtur. Buradaki çoktan maksat, benzerlerine göre âdetin dışına çıkmaktır. Çünkü çok kav­ramı insandan insana değişir. Zira yüz rakamı bir kadına göre ger­çekten çok olabilir. Aynı rakam bir başka kadına göre az olabilir. Nikah ise az mehir ile caiz olduğu gibi çok mehir ile de caizdir. Fakat mehrin en azı bir dinarın (altın lira) dörtte biri olup, üst sı­nın için bir sınır yoktur.[78]

Bunun delili şu ayet-i kerimedir:

Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlar­dan birine yüklerle de nehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız? (Nisâ/20)

Ayette geçen kıntâr kelimesinin manalarından birisi çok mal demektir. [79]

 

c. Şafiî Mezhebi: imam Şafiî şöyle diyor:

 

Mehirin orta derecede olması bizim için daha sevimlidir. Hz. Pey­gamber'in evlenirken verdiği ve kızı için verilen miktardan fazla mehir alıp vermemek bizim için en sevimlisidir. Bu miktar 500 dirhem (gümüş)tür. Böyle davranmak, Hz. Peygamber'in her yap­tığına uygun hareket etmek suretiyle berekete sebep olur. [80]

Nihayet'ul-Muhtac isimli eserde şöyle denmektedir:

Mehirin aşırı olmaması ve 500 dirhem halis gümüşten fazla olma­ması sünnettir. Bu Ümmü Habibe'dışındaki Hz. Peygamber'in eş­lerinin ve kızlarının mehir miktarıdır. Ümmü Habibe'nin mehri ise 400 dinar (altın) idi.

Hz. Ömer (bir konuşmasında şöyle demiştir):

Kadınların mehrinde taşkınlık yapmayınız. Eğer çok mehir ver­mek bir şeref ve Allah katında takva olsaydı, Allah Rasûlü onu yapardı.

Buradaki taşkınlıktan maksat erkeğin, evleneceği kadın için fazla mehir vermesidir.[81]

 

d. Hanbelî Mezhebi:

 

Muğni'de şöyle denmektedir:

Mehirde aşırı olmamak müstehabtır. Çünkü hadiste şöyle buyurulmuştur:

Kadınların en bereketli olanı masraf bakımından en zahmetsiz olanıdır. [82]

Hz. Aişe'ye Rasûlullah'ın kendisine verdiği mehir miktarı soruldu­ğunda, "on iki buçuk okka" dedi. Bir okka kırk dirhemdir. Buna göre toplam 500 dirhem eder. Bundan daha fazlası müstehab değildir. Bel­ki bazıları fazlasını vermekte zorlanır. Sonuç olarak dünya ve ahirette zarara uğrar. [83]

Keşşaful-Kına isimli kitapta mehrin hafif tutulması sünnettir de­nilip yukarda geçen hadise yer verilmiştir. Ayrıca yukarda zikredilen Hz. Ömer'in sözü de şahit olarak kullanılmıştır. Hadisin zayıf olduğu söylenmişse de, Tirmizî'den sahih olduğuna dair nakil yapılmıştır. [84]

Gene aynı kitapta mehrin 400 ile 500 dirhem arasında olması sün­nettir, beş yüzden fazla olmaz, denmiş, delil olarak da Hz. Peygam-ber'in eşlerine verdiği mehir gösterilmiştir. Eğer daha fazla verilirse bir sakınca olmadığı da söylenmiştir. Çünkü (Habeş kralı) Necaşi Hz. Peygamberi Ümmü Habibe ile evlendirmiş, mehrini (Hz. Peygamber adına) 4000 dirhem olarak vermiş, Habeşistan'dan Şurahbil b. Hasene ile göndermiştir. Hz. Peygamber Ümmü Habibe'ye ayrıca (mehir olarak) bir şey vermemiştir. Eğer 500 dirhemden fazlası mekruh olsaydı Hz. Peygamber Necaşi'nin verdiği 4000 dirhemi kabul etmezdi.[85]

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

İbn Hazm Mühalla'smda şöyle diyor:

Hz. Allah mehir için bir sınır koymamış, dolayısıyla karşılıklı rı­za ile anlaşılan miktar verilebilir. Boşanma halinde kadına verile­cek şey sınırlandırılmıştır. Bunun, zengin ve fakirin durumuna gö­re olması gerekir. (Bakara/236 ayetine işaret ediliyor)

Bundan sonra sözüne şöyle devam ediyor:

Mehir konusunda enteresan olan bazı âlimlerin şu sözüdür: "Hz. Allah mehri saygı değer kılmıştır. Bu itibarla az olması caiz değil­dir." Biz de deriz ki: gerçekten bu doğrudur. Hz. Allah mehrin ve­rilmesi hususunda onu saygıya değer kılmış, rızasız olarak alın­masını haram kılmıştır. [86]

İbn Hazm daha sonra şöyle der:

Cenab-ı Hak kitabında mehir ile ilgili açık bir şey söylememiştir ki onun sınırını belirlesin. Ancak (mehir meselesine) özet olarak değinilmiştir. Hz. Allah (hiç bir şeyi) unutmaz. [87]

Ebu Saîd'il Hudri'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: "Ni­kahta şahit olup, taraflar rıza gösterdikten sonra (mehir olarak verilen) mal az olmuş, çok olmuş, bunda bir günah yoktur. [88]

Mehir hakkında Hasan'dan: "Mehir insanların karşılıklı rıza gös­terdikleri az veya çok bir miktardır" dediği rivayet edilmiştir. [89]

 

f. Zeydiyye Mezhebi:

 

Bahr'uz-Zehhar isimli kitapta şöyle denmektedir:

Mehrin en üst miktarı için bir sınır yoktur. Bunun delili Nisa/20 ayetidir.

Ayrıca delil olarak bir kaç hadise de yer verilmektedir. Bu hadis­ler şunlardır: Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud'un rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bir adam (evlenmek istediği) bir kadına mehir olarak iki eli dolu­su yiyecek bir şey verse, (kadın buna rıza gösterdiği takdirde o ka­dın, erkeğin) helâli (nikâhlısı) olur.

Fezare oğullarından bir kadın mehir olarak bir çift ayakkabı kar­şılığında evlenmişti. Hz. Peygamber kadına "Bir çift ayakkabıyı ne ya­pacaksın? Razı mısın?" buyurdu. Evet cevabı üzerine de evliliği geçer­li saydı.[90]

Âlimler derler ki: Bu hadisler ayakkabı, bir ölçek yiyecek ve beş dirhem kadar altın gibi şeylerin mehir olabileceğini göstermektedir. Şevkâni diyor ki: "Bunlar ortaya koyuyor ki değeri olan herşey mehir olur." Şevkâni daha sonra en faziletlisinin az mehirle evlenmek oldu­ğunu ve ez mehirle evlenmenin teşvik edilen bir şey olduğunu kaydet­mektedir. [91]

 

g. İmamiyye Mezhebi:

 

Ravdat'ul-Behiyye'&e şöyle denmektedir:

 

Mehrin en azı için belirli bir miktar yoktur. Yeter ki bir buğday ta­nesi gibi değerlendirmeye girmeyecek kadar basit bir şey olmasın. Mehrin en çoğu için de bir sınır yoktur. Nisa/20 ayetinde ifade edi­len kıntâr kelimesi mehir için kullanılmıştır ki çok mal demektir.

Hz. Ali'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Bir adam bir kadınla kendisine yirmibin dinar, babasına onbin di­nar (altın) vermek üzere evlense mehir caiz olur, babası için vere­ceği onbin dinar fasit (geçersiz) olur.

Mehirde sünnet olan miktarı geçmek mekruhtur. Bu miktar Hz. Peygamber'in eşleri için verdiği 500 dirhem (gümüş)tür. Değeri 50 di­nar (altın lira) eder. Hz. Ali bundan fazla verilmesini yasaklamıştır. İc-ma olduğunu ileri sürerek bu miktardan fazlasının geri verilmesi kara­rını vermiştir. Fakat bu husustaki haber zayıftır, delil olmaya elverişli değildir. İcma iddiasının doğru olması mümkün değildir. Kıntâr keli­mesi ile ilgili açıklamalar bu görüşü red eder. Sahih haber ise bir delil ve hüccettir. Evet, Hz. Ali'nin itimat ettiği habere dayanarak Hz. Pey­gamber'in eşlerine verdiği kadar mehir verilmesi müstehabtır.[92]

 

h. İbâdiyye Mezhebi:

 

Şerh'un-Neyl isimli kitapta şöyle denmektedir:

Mehirde israf mekruhtur. Çünkü Hz. Aişe'nin rivayetine göre Pey­gamber efendimiz şöyle buyurmuştur:

Ümmetimin en hayırlı kadınları yüzü güzel ve mehiri en az olanıdır.

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Mehrin kolay olması, evliliğin uğurlu olduğunu gösterir.

Bu hadisten böyle bir evlenmenin uğurlu olduğunu anladığımız gibi, az da olsa o mehirin mübarek ve bereketli olduğu, manasını da anlayabiliriz. Mehir az da olsa Allah'ın izni ile kadın ondan faydalanır ve işini görür.

Bu hadis "Mehrin kolay olması" yerine "Nikahın kolay olması, uğurlu olduğunu gösterir" şeklinde de rivayet edilmiştir. Gene de ma­na mehrin azlığı sebebiyle nikâhın kolay olması demektir.

Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber hiç bir eşine 12.5 okka (500 dirhem) gümüşten fazla mehir vermediği gibi, kızlarından hiç bi­rine de bundan fazla mehir almamıştır. [93]

 

8. Yeme, Îçme, Giyim Ve Süslenme Gibi Harcamalarda İsraf

 

a Hanefî Mezhebi:

 

İbn Âbidin Hâşiyesi'ndz şöyle denmektedir:

Fazla yemek israftır. Ancak tâat ve ibadet için güç kazanmak veya misafire ikramda bulunup (tok olmasına rağmen onlarla birlikte) yemek israf değildir. İhtiyaçtan fazla ekmek koymak da israftır.[94]

 

b.  Mâlikî Mezhebi:

 

Az yeyip içmek suretiyle vücuda zarar vermeyecek ve ibadette tembellik yapmayacak derecede mideyi hafif tutmak gerekir. Bazen (oruç tutmak gibi) farz olan bir ibadet için tok olmak bir sebep olabi­lir. Bu takdirde çok yemek (israf olmak şöyle dursun) vacib olur. Çok yemek (tıka basa mideyi doldurmak) bir farzı terk etmeye sebep olur­sa mekruh olur. Herhangi bir şeye sebep olmazsa doyuncaya kadar ye­mek mubah olur. [95]

 

c.  Şafiî Mezhebi:

 

Nevevî'nin Mecmu isimli eserinde şu bilgiler vardır:

Elbiseyi, pantolonu veya belden aşağı giyilen bir giysiyi kibirlen­mek maksadıyla topuklara inecek şekilde uzatmak haramdır.

İmam Şafiî'nin kibirlenmek söz konusu olmadığında bile mekruh olduğunu söylediğini Suyûti zikretmektedir. Şafiî mezhebi âlimleri meşhur ve sahih hadislere dayanarak bunu açıkça ifade etmişlerdir.

Hadisler şunlardır:

 

Kibirlenerek giysisini yerde sürüyen kimseye, kıyamet günü Hz. Allah bakmayacaktır.

Keyiflice giysisini (yerde) sürüyecek kadar uzun giyen kimseye, kıyamet günü Allah bakmaz.

Topuklardan aşağısı giysilerle (kibirden dolayı) örtülmüşse bu bölge cehennem ateşindedir.

Müslümanm giysisi incik kemiğinin yarısına kadar uzanır. Topuk ile incik kemiğinin yansı arasında bir sakınca yoktur. Topuktan aşa­ğısı (kibirlenmek için giysi ile örtülmüşse) cehennem ateşindedir.

Sarığın ucunu uzatmak da giysiyi uzatmak gibidir. Kollardaki yen'i kısa tutmak müstehabtır.[96]

Nihayet'ul-Muhtac'da. şunları görmekteyiz:

Kişi bakmak zorunda olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak mecburiyetindedir. Bu da yeterli şekilde olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber Ebû Süfyan'm karısına şöyle demiştir:

Kocanın malından kendin ve çocuğun için aşırı olmamak üzere yeterince al.

Yakınların bakımında asgari sınır -İmam Gazâlî'nin dediği gibi açlık acısını giderecek kadar doyurmaktır. Demek oluyor ki kişi­nin, bakmakla yükümlü olduğu yakınlarını doyurması vacibtir. [97]

 

d. Hanbelî Mezhebi:

 

Keşşâful-Kınâ isimli kitapta şu bilgiler yer almaktadır:

(Yeme içmede) sünnet olan karnı (mideyi) üçe ayırmaktır. Üçte biri yiyecek, üçte biri içecek, üçte biri de nefes için olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Âdem oğluna belini doğrultacak kadar yemesi yeterlidir. Mutlaka (daha fazla) olacak ise, (midenin) üçte biri yiyeceğe, üçte biri içe­ceğe, üçte biri de nefes için ayrılmalıdır.

İnsanın kendisine eziyet vermeyecek kadar olması şartı ile mide­nin üçte birinden fazlasını dolduracak kadar yemesi caizdir. Eğer kendisine eziyet verecek veya oburlaşacak derecede yerse mekruh olur. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Canının her çektiğini yemen israftır.

Bu hadisi Hz. Enes'ten merfû olarak İbn Mâce rivayet etmiştir. Bu hadisin zayıf olduğu da söylenmiştir.

Hadislerde bildirildiğine göre dünya hayatında tüm güzellikleri yaşayıp harcayanın ahirette derecesi eksilir. Ahmed b. Hanbel: "İnsan, arzu duyduğu şeyleri terk ederse bundan sevap kazanır" demiştir. Bundan maksat, dine aykırı olmayan arzulardır.[98]

Hurma ve benzeri yiyeceklerin tek tek yenmesi âdet olmuştur, bun­ları ikişer ikişer yemek mekruhtur. Çünkü bu çeşit yemek oburluktur. [99]

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

Muhalla'da şunları görmekteyiz:

İsraf haramdır, israf, harcanan miktar az olsun, çok olsun Allah'ın haram kıldığı şeyler hususunda yapılan harcamadır. Velev ki o harcama sivri sinek kanadı kazar az olsun. Zorufîlu derecede ihti­yaç olmayan ve harcayanın varlığını alıp götürecek şekilde savur­ganlık da israftır. Az dahi olsa sahip olunan şeyi yabana atmak da böyledir. Bunların dışında kalan harcamalar israf değildir, isterse çok olsun. [100]

İbn Hazm'a göre, zorunlu olmayan harcamalar israftır. Buna göre bir kimsenin neyi varsa hepsini bir şaire bağışlaması veya (birisine) sadaka olarak vermesi veya (evleneceği kadına) mehir olarak vermesi haram, israf ve savurganlık kabilindendir. Bu öylesine bir el açıklığıdır ki bunu yapan kınanır ve (kaybettiklerinin) hasretini çeker durur.

İbn Hazm şöyle der:

Biz de tüm bunları meneder, bâtıl sayar ve red ederiz.[101]

İbn Hazm daha sonra şunları söylemektedir:

Hz. Allah'ın mubah kıldığı ve emrettiği her harcama -az da olsa çok da olsa- israf, savurganlık ve el açıklığı değildir. Çünkü Hz. Allah bir şeyi hem helâl, hem de haram kılmaz. Hiç şüphe yoktur ki mubah kıldığı şey, yasakladığından başka bir şeydir. Allah'ın ya­sakladığı her harcama ister az, ister çok olsun israftır, savurganlık­tır ve el açıklığıdır. Çünkü hiç şüphe yoktur ki Hz. Allah'ın detay­ları ile yasakladığı şey, aynı zamanda özde de yasakladığı şeydir.

İbn Hazm bu hususta şu rivayetleri sıralamaktadır:

1. İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir ki (İsra suresi 27 ayetinde ifa­de edilen ) savurgan: Haksız yere, yersiz harcama yapan kimsedir.

2. İsra/26 ayetindeki savurganlık, İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre yersiz harcamadır.

3. İsra/29 ayetindeki "Elini boynuna asıp durma, büsbütün eli açık da olma!" cümlelerinin tefsirinde, Zührî'den "(Sahip olduğun malda) hakkı olanı engelleme, malını bâtıl yerlerde harcama" dediği rivayet edilmiştir.

İbn Hazm bu rivayetleri kaydettikten sonra şöyle diyor: Bu ayetler bizim söylediğimizin delilidir ve bu sahihtir. Daha sonra şunları ilave ediyor:

Kişinin kendisine ihtiyaç duymadığı halde (yiyecek, giyecek ve binit için) harcadığı şeyler israf, savurganlık ve el açıklığıdır.

Bunlar bâtıl şeylerdir. Haram olan şeyler de -içki, günah işlemek üzere yapılan masraf ve kumar gibi- ister az olsun, ister çok ol­sun, böyledir.[102]

 

f. Zeydiyye Mezhebi:

 

Neyl'ül-Evtâr'da şu bilgileri görmekteyiz:

Giysilerde zâhid olmak, güzel ve lüks giyinmeyi terketmek ve bu­nu alçak gönüllü olmak için yapmak müstehabtır.

Fazla şık giyinmenin bazı kimseleri gösteriş, gurur ve kibire sevkettiğinde şüphe yoktur. Hafız İbn'ul-Kayyım'ın da söylediği gibi Hz. Peygamber'in hayat tarzı, kolayına geleni, mümkün olanı giy­mek idi.

Hep en iyiyi giyen, en iyi ve en kaliteliyi yiyen kibir ve gururdan dolayı kaba ve basit şeyler giymeyen ve yemeyenler, Hz. Peygam­ber'in hayat tarzına aykırı davranan kimselerdir. [103]

Şevkâni daha sonra şöyle diyor:

Sözün kısası yapılan işler niyetlere göredir. Pahalı giysiler giydi­ği zaman kibirlenmeyeceğine güvenilmeyen nefsin taşkınlığını kırmak ve alçak gönüllü olmak için değeri düşük giysiler giymek, Allah katında sevabı olan güzel maksatlardandır.

Bir çeşit kibir olan büyüklenmeye kapılmaktan emin olma halinde pahalı giysiler giymek, iyiliği emretmek, kötülüğe engel olmak gibi dini maksatları tamamlamak için olursa hiç şüphe yok ki sevap ge­rektiren davranışlardandır. Halk, hatta havastan bazıları kıyafeti iyi olmayanlara ilgi göstermemektedir. Fakat mutlaka giyilmesi dinen helâl olanlardan giyme kaydı göz önünde bulundurulmalıdır. [104]

Şevkâni: "Kibirlenerek giysisini yerde sürüyene, kıyamette Allah bakmaz" hadisini zikrederek şöyle diyor:

Hadis-i şerif elbisenin yerde sürünecek kadar uzun giyilmesinin haram olduğunu göstermektedir. Fakat elbisenin yerde sürünmesi -kibirlenmemek şartıyla- hadisteki tehdidin kapsamına girmiyor. Ancak iyi bir şey değildir.

Şevkâni daha sonra kibirlenme kaydını dikkate almayan hadislere yer vermiştir. Bu hadisler şunlardır:

Giysini uzun giymekten sakın. Çünkü uzun giymek kibirdendir. Hz. Allah kibirleneni sevmez.

Hz. Allah elbisesini yerde sürünecek kadar uzun giyeni sevmez. Hadisleri zikrettikten sonra Şevkâni şöyle der:

Herkes bilir ki bazı insanlar giysisini uzun yaptığı halde kalbine kibirlenme duygusu gelmez. Fakat uzun giysi, elbiseyi sürümeyi, bu da giyenin maksadı olmasa da kibirlenmeyi beraberinde getirir.

Ayrıca Şevkâni uzatmanın sadece belli bir giysiye mahsus olma­dığını, gömlekte ve sarıkta da olduğunu söylemiştir. Çünkü İbn Ömer'in hadisinde uzatmanın gömlek, sarık ve belden aşağı giyilen şeylerde de kibir alâmeti olduğu zikredilmektedir.

Şevkâni gömleğin yen'ini normalden fazla uzatmanın da uzun giy­si giymek olduğunu bildirmektedir.

Şevkâni'nin zikrettiğine göre Kâdi Iyaz, âlimlerin genişlik ve uzunluk bakımından alışılmıştan fazla uzatmanın mekruh olduğunu bildirdiklerini nakletmiştir. Haram olan uzatma ancak topuğu aşan giy­silerdedir. Şevkâni der ki:

Müslümanlar kadınların giysisini uzatmalarının caiz olduğunda icma (görüş birliği) etmişlerdir.[105]

 

g. İmamiyye Mezhebi:

 

İmamiyye mezhebinde aşırı derecede çok yemek mekruhtur. Hz. Sâdık der ki: Karın (mide) yemekten taşkınlık yapar, azar. Kulun Allah'a en ya­kın olduğu zaman midesinin hafif olduğu zamandır. Kulun Allah'a en uzak olduğu zaman ise midesinin dolu olduğu zamandır. Belki tıka basa yemek zarara yol açtığı takdirde haram olur. Tok halde iken yemek alaca hastalığına sebep olur. Mideyi doldurmak has­talığın başıdır.

Tok karnına yemek yemek ve isteyerek zengin olmak hoş olma­yan bir şeydir. Tok olmakla karını tıka basa doldurmak mekruhluğunu bir araya getirmek haberlerde (hadislerde) özellikle bildiri­len yasağı perçinler. Veya mideyi tıka basa doldurmak (mekruhlukta) daha kuvvetlidir.[106]

Şerai'ül-İslâm isimli kitapta şöyle deniyor:

Fazla yemek mekruhtur. Belki zarar verirse aşırı derecede yemek haram bile olur. Tok iken yemek de mekruhtur. [107]

h. İbâdiyye Mezhebi:

 

İbâdiyye mezhebine göre ihtiyaçtan fazla yemek hem dine, hem akla göre yasak bir şeydir. Çünkü yeterli miktardan fazla yemek zarar verici bir oburluktur. Nitekim yeteri kadar yemek hem dine, hem akla göre teşvik edilmiş bir şeydir. Çünkü şöyle denilmiştir: "Aç gözlülük kötü, oburluk uğursuzluktur. [108]

Şerh'unNeyl'de şu bilgiler var: Bir müslümanın tüm varlığım çocuğuna vermesi harama yakın mekruhtur. Helâle yakın mekruh olduğu da söylenmiştir. Buna gö­re kendi çocuğu dışında diğer akrabalara malının hepsini vermek haydi haydi mekruh olur. [109]

 

9. Kısasta İsraf

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

Hanefî mezhebinde kısasın temeli eşitliktir.

Aşırı davranma eşit­liğin dışına çıkmaktır.

 

b. Mâliki Mezhebi:

 

Mâliki mezhebine göre hakim katili (kısas olarak) öldürülmesi için maktulün sahibine teslim edince, onu, katilin orasını burasını ke­sip işkence yapmaktan ve öldürürken katı davranmaktan meneder. Mecmua isimli eserde ifade edildiğine göre katili öldürme işini, taşkın­lık yapmasından korkulduğu için öldürülenin velisine bırakmak müm­kün değildir.[110] Kısası gerçekleştirmek üzere bu işi en uygun şekilde yapmaya gücü yeten bir kimse çağrılır. Ve o kimse gücü yettiğince kı­sas işini yerine getirir.

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

Şafiî mezhebine göre kısasın uygulandığı yerdeki devlet temsilcisi­nin, kısası tam olarak gerçekleştirecek aleti araması gerekir. Ayrıca öl­dürmenin dışındaki durumlarda kısasa konu olan olayın -kısas sırasında fazlalık ve farklılık olmaması için tam olarak belirlenmesi gerekir. [111]

Diş ile ilgili kısas da, mümkün oldukça tam olarak, aynı diş üze­rinde fazlalık ve diğer dişlerde ağrıya sebep olmaksızın yapılır. [112]

Kemiği açığa çıkarıp görünür hale getiren yaralanmalardaki kısas­ta, kısası uygulayan yaralama yaparsa, bu fazlalığın kısası kendisine uygulanır. [113]

 

d. Hanbelî Mezhebi:

 

Hanbelî mezhebinde yaralamada kısasın gerekli olması için üç şart vardır. Bunlardan birisi kısası fazlası/, ve karşı tarafa bir hak do-ğurmaksıztn tam olarak uygulamanın mümkün olmasıdır. Çünkü Hz. Allah söyle buyuruyor:

Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misli ile ceza ve­rin! (Nahl/126)

Bir diğer ayette de şöyle buyurulmaktadır:

Kim size saldırırsa siz de ona misli ile mukabele olacak kadar sal­dırın! (Bakara/194)

Ve çünkü yaralayan kişinin kanı yaraladığı kadarın dışında koru­ma altındadır. Yaralama olayından önce o kimsenin kanını dökmek na­sıl haram ise. yaralamadan sonra da fazla yaralama konusunda aynı hü­küm mevcuttur. Kısasta fazlalığın yasak olması zorunlu ojjtrak kısası da yasaklar, fazlalığı yasaklamak ancak kısasın kendisini yasakla­makla mümkün olur. Bu konuda bildiğimize göre ihtilaf yoktur.[114]

Keşşaf ııl-Kına'da. bildirildiğine göre kısası tanı olarak gerçekleş­tirmenin şartlarından biri, cinayeti işleyenden başkasına kısası sirayet ettirmekten emin olmaktır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

 (kısas hakkı olan veli) öldürmede ileri gitmesin! (İsra/33)

Bundan başka kısas uygulaması devlet başkanının veya ona vekâ­leten görevli kişinin huzurunda yapılır. Adam öldürme kısası dahi olsa bu şart gerçekleşmezse kısas olmaz. Çünkü kısas bir gayreti gerekliı ir. Kısas, hakkını alanın vicdanını rahatlatırsa da zulüm yapılmamasından emin olunamaz. Suç işleyen kişiye, işlediğinden fazla kısas uygulan­maz. Parmak, el, ayak, kulak vesair organlarından biri, fazladan olarak kesilemez. [115]

Adam öldürmeden dolayı kısas hakkını alan kimse, kısasta ileri gidip, katili öldürmekten başka elini ayağını (veya başka organlarını) kesmiş olsa, organları kestikten sonra affetmiş ise, telef ettiği organların diyetini Öder. Çünkü o kimse kıymeti olan bir şeyi kestiği için taz­minat öder. Nitekim önce affedip sonra kesse idi, veya (suçlunun or­ganların) bir başkası kesse idi gene tazminat ödeyecekti. Kısas yapan (öldürülen kişinin velisi olan) kimse, önce organları kesip sonra (hak­kı olan kısası uygulamak üzere) öldürse idi gene tazminat ödemesi gerekirdi. Çünkü affetme durumunda tazminat vardır, affetmeyince de durum (tazminat ödeme bakımından) aynıdır. Çünkü affetmek bir iyi­liktir. Tazminatı etkilemez.

Organla ilgili kısas yapan kimse kısasta fazlalık yapsa, meselâ kı­sas olarak bir parmak kesilmesi gerekirken iki parmak kesse, fazla ke­silen diğer parmak için kendisine kısas uygulanır. Eğer kesme eklem yerinden olmuş veya (parmak) yaralanmış ise aynısı kısas olarak kesi­lir veya yaralanır.[116]

Mıtğni'nin şerhinde şu bilgileri görmekteyiz:

Kısası uygularken, kendisine kısas uygulanan kişinin hakkına te­cavüz etmekten emin olmak lazımdır.

Gebe bir kadına kısas gerekli olsa, veya kısas gerekli olduktan sonra gebe kalsa, doğum yapıp çocuğun emme dönemi geçene ka­dar o kadına kısas uygulanmaz. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Kısas cana can veya organa organ hususunda da olsa hüküm aynı­dır. Ölümden dolayı kısasta (gebe kadının kısası) ertelenir. Çünkü kısas konusunda Allah Teâlâ, maktulün velisine şöyle emrediyor: öldürmede ileri gitmesin! (İsra/33)

Oysa gebe kadın öldürülünce, kadından başkası (yani çocuk) da öldürülmüş olacaktır. Ayrıca bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

Eğer kısas cezasından dolayı gebe bir kadını öldüreceksen karnın-dakini doğurmadıkça ve çocuğu sütten kesmedikçe Öldürme!

Organ kısasmdaki ertelemeye gelince: Kısas uygulamasında kişi ye, suçundan fazla kısas yapılmasının yasak olduğunu ifade etmistik. Kadının karnındaki çocuk cinayet işlemediği halde kısas uygulamasından etkilenecektir. Suçsuz bir canın bu kısas sebe­biyle ziyan olmaması daha yerinde ve akla uygundur. Bu neden­le, kadının kısası sebebiyle suçsuz birinin (çocuğun) öldürülmesi haramdır.[117]

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

Muhallâ'da. şu bilgileri görüyoruz:

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Bir kimse zulmen Öldürülürse, onun velisine (mirasçısına, hakkı­nı alması için) yetki verdik. Ancak bu velî de kısasta ileri gitme­sin! (İsra/33)

İşte hak olan budur. Biz de bunu söylüyoruz. Öldürülenin velîsi kısası tercih ederse, katili öldürsün. Fakat velînin öldürme işinde ileri gidip katilden başkasını öldürmesi helâl olmaz. [118]

Gene Muhallâ'da. şöyle denmektedir:

Biz diyoruz ki zina, zina iftirası ve sarhoşluk sebebi ile (suçluyu) cezalandırmada (döverken) suçlunun kemiği kırılmaz, derisi ya­rılıp kan akıtılmaz ve (döverek) eti çürütülmez. Olsa olsa bunla­ra yol açmadan canı acıtılır. Suçluyu döverken bunlardan birine yol açana ve böyle yapılmasını emredene (kısas olarak) aynı şey yapılır. [119]

 

f. Zeydıyye Mezhebi:

 

Zeydiyye mezhebine göre öldürülmüş kimsenin velîsinin, katili boğma, mızraklama veya (vücudunu) parçalama hakkı yoktur. Çünkü ona tanınan hak (kısas yoluyla) katilin öldürülmesidir. Fakat bu işken­ce etmeden yapılır. Çünkü (İslâm'da) işkence yasaktır. Zira Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştur:

 

Allah'ın yarattıklarına işkence etmeyiniz![120]

 

g. İmamiyye Mezhebi:

 

Şerâi'ul-İslâm isimli eserde şöyle denmektedir:

Kısasın kesiciliği olmayan bir âletle yapılması yasaktır. Bu, işken­ce yapmış olmaktan kaçınmak içindir. Eğer kısas hakkı olan kişi böyle bir şey yaparsa kötü bir iş yapmış olur, ancak kendisine bir ceza gerekmez. Kısas yoluyla öldürülen kişiye işkence yapılamaz. Ancak boynu vurulur. Kısası uygulayan kimse kısası (başkasına) sirayet ettirirse tazminat öder. Eğer "bilerek yaptım" derse yaptı­ğı fazlalık kısas olarak kendisine uygulanır. Şayet "hata ettim" derse, yaptığı şeyin diyetini öder. [121]

 

h. İbâdiyye Mezhebi:

 

Neyi isimli kitaptaki tarife göre kısas benzerini kendisine yapmak üzere suçluyu takip etmek (ve gerekeni yapmak)tır. Bir işin benzerini yapmak, o işte aşırılığı ve ileri gitmeyi kaldırmaz. [122]

 

10. Zorunlu Hallerde Ölü Eti Ve Benzeri Haram Şeyleri Yemekte İsraf

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

Hanefî mezhebine göre ölmeyecek kadar leş veya haram olan şey­lerden -helâli bulunmuyorsa- yemek farzdır. Çünkü yemeden yaşa­mak mümkün değildir. [123]

 

b. Mâliki Mezhebi:

 

Şerhu Mirah'il-Cdîl isimli kitapta şöyle deniyor:

Mâliki mezhebinde güvenilir görüş, ölmüş hayvan etini ve benze­ri (haram) şeyleri yemek zorunda kalan kişiye, bunlardan doyun­caya kadar yemek mubahtır. Başka (helâl) yiyecekleri buluncaya kadar azık olarak saklamak da böyledir.

Muvaîta'da ifade edildiğine göre İmam Mâlik şöyle demiştir: Za­rurette kalan kimse hakkında işittiğim en güzel şey şudur: "Ölmüş hayvan eti yemek zorunda kalan kimse ondan yer ve azık olarak saklar. Ona ihtiyaç bırakmayan şeyi bulunca onu atar."

Risâle'dz şöyle denmektedir: Ölmüş hayvan eti yemek zorunda kalan kişinin bunu doyasıya yemesinde ve azık edinmesinde bîr sakınca yoktur. Ona ihtiyacı kalmadığında onu atar.[124]

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

Mecmu'da ifade edildiğine göre ölmüş hayvan veya domuz eti ye­mek zorunda kalan kimse bundan açlığını giderecek kadar yer. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:

Her kim bunlardan yemek zorunda kalırsa saldırmamak ve had­di aşmamak üzere yemesinde bir günah yoktur. (Bakara/173)

Doyuncaya kadar yemesi caiz midir? Bu hususta iki görüş vardır. Birincisi doyuncaya kadar yemek caiz değildir. Çünkü açlığın gideril­mesinden sonra zorunluluk kalmamıştır. Bu noktadan sonra mecbur ol­madığı halde Ölmüş hayvan eti yemiş gibi olur. Bu itibarla açlığını gi­dermesinden sonra yemesi caiz olmaz. Bu, Müzenî'nin görüşüdür.

ikinci görüşe göre zorunlu hallerde açlığı giderecek kadar yenme­si caiz olan her yiyeceğin doyuncaya kadar yenmesi helâldir. [125]

Nıhâyet'ul-Muhtâc'da şöyle denmektedir:

Helâl yiyecek bulunmayıp haram yiyecek elde eden ve açlığını gi­dermek için yemek zorunda kalan kişi beklediği takdirde yakında helâl yiyecek bulacak ise ve ona ulaşıncaya kadar korkulacak sakıncalı bir durum yoksa Ölmeyecek kadardan fazla yemesi caiz ol­ma/ Helâl yiyecek bulma beklentisi yok ise bir kavle göre doyun­caya kadar yeme hakkı vardır. Böylece açlıktan kurtulur ve açlı­ğın verdiği hiddeti kırmış olur. Yoksa onu yemek için bir yol ara­yıp bulmaz. Bundan fazla yemesi kesinlikle haramdır.

Helâl bulamadığı için haram olan şeylerden karnını doyursa son­ra helâl yiyecek bulmaya gücü yetse, bir güçlüğe düşmeden çıka-rabilecekse yediği haram maddeyi kusarak çıkarması lâzım olur.

En doğrusu ölmeyecek kadar yemek! ir. Çünkü bu noktadan sonra zorunluluk kalmaz. İlk anda yiyecek bir şey bulamadığı için, ha­ram olan şeyi yememek ölümüne sebep olacak ise doyana kadar yemesi vacib olur Ölmeyecek kadar yemesi durumunda vücudun­da bir arıza meydana geleceğinden kork arsa gene doyasıya yeme­si vacib olur. Hayatla kalması açlığı tamamen yok etmeye bağlı olduğu için doyasıya yer.[126]

 

d. Hanbelî Mezhebi:

 

Hanbelî mezhebine göre ölmüş hayvan etini normal durumda iken (isteyerek) yemek haramdır. Çünkü Kur'an'da "Allah size ancak ölüyü (lâşe'yi)....haram kıldı" (Bakara/173) Duyurulmuştur. Lâşe etini yemek zorunda kalan ancak Ölmeyecek kadar yer. Bu kadar yemesi mubah olur. Doyum noktasından fazla yediği haramdır. Günah işlemek üzere yolculuğa çıkan kimse, bu yolculuğunda lâşe yemek zorunda kalsa bi­le onu yeme hakkı yoktur. [127]

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

Muhalla'da şöyle deniyor:

Domuz eti, haram av, ölmüş hayvan eti, kan, yırtıcı kuş veya yır­tıcı hayvan eti, böcek, içki veya başkaca Allah'ın yenilip içilmesi­ni haram kıldığı bir şeyi yemek ve içmek haramdır. Ancak mecbur kalınca yenilip içilmesi helâl olur. Şu kadar ki insan eti ve yenildiğinde insanı öldüren (zehirli) şeylerin yenilip içilmesi mecbur kalınsa da helâl olmaz. Bu sayılanlardan birini yemek zorunda ka­lıp (bu durumda iken) bir müslümamn veya zımmînin yanında ye-yip içecek bir şey bulamazsa, doyuncaya değin haram olan şeyi yeyip içme hakkı vardır. Helâlini buluncaya kadar azık edinmesi de söz konusudur. Helâl yiyecek bulduğu zaman bu yiyeceklerde-ki (zorunluluktan kaynaklanan) helâllik, harama dönüşür. Nitekim kendisini bunları yemeye zorlayan mecburiyetin ortadan kalkma­sı hâlinde de, kişi için durum aynıdır.

Haramdan yararlanmayı caiz kılan mecburiyetin sınırı şudur: Bir gün bir gece yeyip içecek (helâl) bir şey bulamayıp, devamlılığı halinde ölüme götürecek zayıflıktan korkmak veya (yolculuk ha­linde ise) arkadaşlarından kopmak ve işinden kalmaktır. İşte bu durumda açlık veya susuzluk sebebiyle kendisini ölümden kurta­racağı için haram olan şeyi yeyip içmek helâl olur. Çünkü bunla­rı yasaklayan (Bakara/173) ayette "Yemek zorunda kalmanız müstesna..." buyurulmuştur.[128]

 

f. Zeydiyye Mezhebi:

 

Bahr'uz-Zehhar isimli eserde şöyle denilmiştir:

Mecbur durumda kalan kimseye, haram olan şeylerin ölmeyecek kadardan fazlası helâl olmaz. Çünkü haramı bildiren ayette "...haddi aşmamak üzere" (Bakara/173) buyurulmuştur. [129]

 

g. İmamiyye Mezhebi:

 

Ravdat'ul-Behiyye isimli kitapta şöyle denmektedir:

Ölmüş hayvan eti ve şarap gibi haram olan bir şeyi yemek içmek; yeyip içmeme durumunda telef olmaya (ölüme) sebep olacaksa ca­iz hale gelir. Mecbur kalınmasına rağmen haramdır gerekçesiyle bunları yeyip içmemek, hastalığa veya var olan bir hastalığın art­masına, (yolculuk halinde ise) arkadaşlarından geride kalmasına sebep olacaksa, geri kaldığı takdirde ölme tehlikesi varsa haram olan şeyden yararlanması helâl olur. Ölü hayvan eti konusunda hükmün böyle olduğunda anlaşmazlık yoktur. Şaraba gelince, bir görüşe göre ne olursa olsun, şarabın içilmesi helâl olmaz. Başka haram bir madde şarabın yerini tutsa da tutmasada, hüküm aynıdır. Bir başka görüşe göre şarabın yerini tutacak (haram da olsa) başka bir maddenin bulunmaması durumunda şarabın içilmesi caizdir.

Haramdan yararlanma ancak hayatta kalmayı sağlayacak kadar olur. Doyum derecesinde yararlanmaya ihtiyaç yoksa, doyasıya yararlanmak caiz olmaz.[130]

Hilaf isimli eserde şöyle denmiştir:

Bu husustaki doğru hüküm şudur: Açlık, susuzluk veya tedavi amacıya şarap içme zorunda kalan kimseye şarap asla mubah ol­maz. Zorunluluk halinde içmenin caiz olduğu rivayet edilmiştir. Şarabı yemek (maddesi gibi kullanmak) veya tedavi için içmek ise caiz olmaz. Mezhebimizde bu konuda icma (görüş birliği) var­dır. İhtiyatlı davranmak da bunu gerektirir. Şarabın haram olduğu dinde zorunlu olarak bilinen bir şeydir. Onun bir yerde mübâh ol­ması delile muhtaçtır. [131]

Şerâi'uî islâm isimli kitapta şöyle denmektedir:

(Helâl bir şey bulamayıp haramı da yemediği takdirde) ölmekten, hasta olmaktan veya hastalığın artmasından, yol arkadaşlarından geride kalmaktan -geride kaldığında ölüm tehlikesi bulunma kay­dı ile- ve ölümüne sebep olacak derecede bineğine binemeyecek hale düşmekten korkan kimseye, içinde bulunduğu zorunlu duru­mu giderecek şeyleri yeyip içmesi helâl olur. Bu konuda farklı hükmü olan haram bir yiyecek ve içecek çeşidi yoktur. Ancak şa­rapta ihtilaf vardır. Yukarda sayılan durumlarda şarabın içilmesiy-le zorunluluğun giderilmesinin caiz olduğunu da, olmadığını da söyleyenler vardır. Fakat doğrusu caiz olmasıdır.

Helâl olan miktar, hayatta kalmayı sağlayacak kadardır. Daha faz­lası haramdır. Çünkü maksat canı korumaktır. Canı korumak için ha­ramdan yararlanmak farz olur mu? Bu sorunun cevabı evetdir ve doğ­rusu budur. Ancak ölmekten korkan birinin haramdan zevk için yarar­lanması caiz değildir.[132]

 

A'ma

 

1. A'mâ'nın Anlamı

 

A'mâ kelimesinin aslı kaplamak ve örtmek demektir. Bu asıl ma­nadan hareketle görme duyusu gözlerinden giden kişiye a'mâ denmiş­tir Fiil çekimi amiye, ye'ma, amyen'dir. Bu çekim, radıye fiilinin çe­kimi gibidir. Erkeğe a'mâ, kadına amyâ denir. Tek gözdeki görmezli­ğe a'mâ denmez. İki gözün de görmemesi durumunda "gözlen a'mâ oldu" denir[133]

Bir görüşe göre a'mâ kelimesi sapıklık anlamına gelen el-a'mâü kökünden alınmıştır. Bilindiği üzere a'mâhk görme özelliğim kaybet­mekti). A'mâ kimse yola girdiği zaman, ayakları nereye götürürse ora­ya gider, gittiği yeri bileme/ Bu manayı ifade etmek üzere bir hadiste şöyle buyurulmuştui:

İki a'mâdan Allah'a sığınınız; sel ve yansın!

Bu iki olaya a'mâ denmesinin sebebi şudur: başına bu olaylardan biri gelen kimse hayret içinde kalır (ve kör gibi olur). Ve bu iki olay, girdiği yolda nereye gittiğini bilmeyen kör kişi gibi bir şey gözetip ta­nımaz durumda olur.

Umyâ a'mâ kelimesinin müennesi (dişilli)dir. [134]

 

2. A'mânın Abdest Ve Gusül İçin (İçerisinde Temiz Su Bulunan) Su Kabını Araması

 

a. Mâlikî Mezhebi:

 

Kendisi ile taharet yapılan su ile ilgili hükümlerde a'mâ, gören kimse gibidir. Bu konudaki kavillerden meşhur olanı budur. Ancak (su­yu bulmak veya temizini temiz olmayandan ayırmak için) araştırma yapmak konusunda a'mânın gören kimse gibi olup olmadığında ihtilaf vardır. Bu konuda iki görüş vardır. Bunlar Zahire isimli kitapta zikre­dilmektedir. Buna göre a'mânın (bu konuda) çalışma yapmayı gerçek­leştiremeyeceği ifade edilmiştir.

 

b. Şanı Mezhebi:

 

Temizlik için (gereken) suyu arayıp bulmak için yapılacak araştır­ma hususunda a'mâ da gören kimse gibidir. Çünkü koku, tat alma, işit­me ve dokunma duyulan ile maksadına ulaşması mümkündür. Evet, a'mâ bu duyularını da kaybederse, o zaman her hangi bir şey yapması imkansızlaşır.

Bir başka kavle göre a'mâ temizlik için su arama çalışması yap­maz. Zira bu işin temeli görmedir, ki o, bu özelliği yitirmiş kimsedir. A'mâ bu durumda kendisi bir araştırma yapmaz, başkasının sözüne uyar ve ona göre hareket eder.

A'mâ şaşırırsa bir görene veya kendisinden daha güçlü bir a'mâ-ya uyar. Uyacak birini bulamazsa veya bulduğu kimse de kesin karar veremezse, teyemmüm eder. A'mâ bir kimse su ile kokusu olmayan bir idrar arasında şüpheye düşerse sahih olan kavle göre, hangisinin su ol­duğu hususunda bir araştırmaya girişmez. Çünkü böyle bir araştırma sonunda idrarın temiz olduğu kanaatına varması mümkündür. Bu me­selede a'mâ ile gören aynıdır. İkinci bir kavle göre sanki iki sudan bi­rini tercih etmek için araştırma yapıyormuş gibi çalışma yapar.

 

Haşiyet'ul-Büceyremi'de şöyle denmektedir:

A'mânın kapları(n hangisinde temiz su olduğunu) araştırmak için araştırma yapması caizdir. Çünkü o dokunma, koku ve tatma yol­lan ile hangisinin temiz olduğunu anlar.

A'mâ su ve idrar bulunan iki kaptan hangisinin su olduğunda şüp­heye düşerse birinin kendisine vereceği bilgiye uyması gerekir. Velev ki bu kişi kendisinden daha iyi anlayan bir a'mâ olsun. Da­nışacağı kişi ücret istese bile (ücretini ödeyerek) onun bilgisine başvurması gerekir. Tabii bu ücrete gücü yetmesi lazımdır. Ancak bu ücret taharet için gereken suyun ücretinden çok olmamalıdır. A'mânın danıştığı kişiye suyun ve kabın temiz olup olmadığını araştırmak farz olur. Bu kimse araştırma işini karşılıksız yapmaya razı olmazsa ücret gerekli olur.

Suyûti'nin Eşbâh ve'n-Nezâir'inde şöyle denmektedir:

A'mânın kapları(n temiz olanını belirlemek için) araştırma yap­ması hususunda iki kavil vardır. Bunlardan makbul olanı araştır­ma yapmasıdır. Çünkü a'mâ koklama ve dokunma yolu ile belir­tileri bilebilir. Kaplardaki eğri şekiller, kabın kapağının kımılda­ması gibi hususlar a'mâya bilgi verir.

İkinci kavle göre araştırma yapması gerekmez. Çünkü araştırma yapılan şey hakkında bir zan hasıl olması hususunda görmenin et­kisi vardır. A'mâ ise göremediğinden doğru sonuca ulaşmakta zorlanır. Fakat namaz vakitleri konusunda a'mâ namaz vakti olup olmadığını araştırmakla, bir başkasına uymak arasında serbesttir. Kaplar konusunda başkasına uyması caiz değildir. İkisi arasında­ki fark şudur: günde beş vakit olduğundan namaz vakitlerini araş­tırmak, bir a'mâ için son derece güçtür. Kaplar böyle değildir. Kaplar konusunda şaşkınlığa düşerse başkasına uyabilir. Gözleri gören bir kimse ise kaplar konusunda şaşırırsa başkasına uyamaz, teyemmüm eder. A'mâ için giysilerin temizini pisinden ayırması hususunda aynen kaplarda olduğu gibi iki kavil olduğu Kifâye'dt zikredilmiştir.[135]

Mecmu'da şöyle denmiştir:

Bir kavle göre a'mâ kimse kaplarda ve elbiselerde temizi pisten ayırmak için bir araştırma yapmaz. [136]

 

c. Hanbelî Mezhebi:

 

Muğni isimli kitapta şu bilgiler yer almaktadır:

Bir kimseye "Şu kaptan köpek (su) içti" diye haber verilse bu ha­beri kabul edip ona göre davranması gerekir. Haberi veren a'mâ bile olsa durum aynıdır. Çünkü a'mâ haber ve duyu yoluyla bilgi­ye ulaşmış olabilir.

Bir kişiye "Köpek bu kabı yaladı, ama şu kabı yalamadı" diye bir haber verilse, bir başka kimse de gelip "Hayır! Birinci kabı yala­madı, ikinci kabı yaladı" diye birinci habere zıt bir haber verse ha­beri getirenlerden her birinin "yaladı" haberi kabul edilerek kap­lardan her ikisin(i de kullanmaktan kaçınmak gerekir. "Yalama­dı" haberi kabul edilemez. Çünkü haber getirenlerden her biri di­ğerine gizli kalan şeyleri biliyor olabilir. Şu kadar ki haberlerde vakit belirlenmiş ve bir köpekten söz edilmişse vakit belirlemeden dolayı haberler çelişik olacağından dikkate alınmazlar. Bu durum­da kapların ikisini de kullanmak mubah olur.

İki haberciden biri "Köpek şu kaptan içti" dese, diğeri "hayır iç­medi" dese "içti" diyenin haberi öncelikle kabul edilir. Ancak köpeğin içmesi gerçekleşmemiş ise diğeri kabul edilir. Haberi verenlerden biri a'mâ olup duyusuna dayanarak haber veriyorsa, görenin haberine öncelik verilir. Çünkü o (diğerinden) daha iyi bilir. [137]

 

d. İmamiyye Mezhebi:

 

Hilaf isindi kitapta şöyle denmiştir:

Gözleri görmeyen bir kimsenin iki kabı olup, kaplardan birine ne­caset (pislik) düşse, kaplardan hangisinin temiz, hangisinin pis ol­duğunda şüpheye düşüldüğü takdirde, bu kimseye her iki kaptaki suyu dökmesi vacib olur ve teyemmüm eder. Çünkü bu durumda gözü gören kimseye kabın hangisinin temiz olduğunu sorması ca­iz olmaz. Zira a'mâ ile görenin bu konudaki hükmü aynıdır.[138]

 

3. A'mânın Kıbleyi Araştırması

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

İbn Abidin Haşiyesi'nde şu bilgiler yer almaktadır:

A'mâ bir kimse kıblenin ne tarafta olduğunu bilmiyorsa, (kıbleyi bulmak için) caminin duvarlarına dokun(arak kıbleyi araştırma)sı gerekmez. A'mâ bir kimse kıbleden başka tarafa dönerek (bir na­maza başlayıp) bir rekatını kılsa, bu arada bir adam gelip onu kıb­leye döndürüp ona uysa şayet namaza başlarken (kıbleyi) soracak kimse bulup da sormadıysa kendisinin de, ona uyanın da namaz­ları olmaz. Aksi halde a'mânın namazı bozulur. Çünkü uyan kişi­ye göre imamı namazını bozuk (bir temel) üzerine, yani kıbleye tam dönmemiş olarak kıldığı birinci rekat üzerine bina etmiştir.

Bu meselenin ifade ettiği anlam şudur:

A'mâ kıbleyi soracak kimse bulamıyorsa, kıbleyi araması lazım gelmez. Eğer kıbleyi sorma imkanı olmasına rağmen sormadan namaza durursa, kıbleye yönelmişse namazı caiz olur. Kıbleye dönmeden namazını kılmış ise (sorma imkanını terk ettiği için) namazı bozulur. [139]

Fetâvayı Hi/uliyye'dc şöyle denmiştir:

Gözleri görmeyen bir kadın kendisini kıbleye döndürecek birisini bulamazsa, vakit daraiıp soracak birisini de bulamamış ise (kendi imkanları ile kıbleyi) arar ve (kanaatine göre) namazı kılar.[140]

 

b. Mâliki Mezhebi:

 

Hâşiyet'ud'Dusükî'dc şöyle denmektedir:

A'mâ bir kimse namazda iken kıbleye dönmekte hata ettiğini an­lasa, namaz içerisinde iken kıbleye yönelir ve namazını tamamlar. Namaz bittikten sonra hata ettiği ortaya çıkarsa namazını yeniden kılmaz. [141]

Yine aynı eserde şöyle deniyor:

Kıblenin hangi yönde bulunduğunu delilleri ile bilen kimse, be­kasını taklit edip ona uyamaz. Çünkü kıblenin hangi yönde oMu-ğunu bilmek taklide engeldir. Kıblenin nerede olduğunu delillere dayanarak öğrenmek için gerekli araştırmayı yapmak farzdır. Kıb­leyi bu derecede bilen kimse bulunduğu yerdeki mihraba da uy maz. Ancak, mihrap daha önce âlimler tarafından yerleştirildicı bilinen bir şehirde bulunuyorsa, bu uyutabilir. Bu İniktim

kıbleyi araştıranın gözü görün  araştırma yapacak durumda olan a'mâ için de durum böyledir. A'mâ olan kimsenin de taklit etmesi caiz olmayan yerde kendisi­ni kıbleye ulaştıracak delilleri araştırması gerekir. [142]

Mevâhib'ıtl'Celil'de şöyle denmektedir:

Gücü yetmeyen a'mâ kible yönünü belirlemekte kıble konusunda bilgisi olan mükellef birini taklit edebilir. Çünkü a'mâ bu konuda­ki gerekli çalışmaları yapacak biri değildir. [143]

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

Nevevî'nin Mecmu'unda. şöyle denmektedir:

Mezhebimizin âlimleri şöyle dediler: A'mâ dokunarak mihrap ol­duğunu anladığı takdirde dokunarak kıblesini belirler. Şu kadar ki gören kimsenin tesbit edeceği derecede güvenli olmalıdır. Gören kimse de karanlıkta böyle hareket eder. A'mâ ile ilgili bu hükmün şöyle bir açıklaması vardır: A'mâ ancak görme duyusunu kaybet­mezden önce gördüğü bir mihraba itimat eder. Eğer a'mâya birden çok yer mihrap gibi gelirse eliyle dokunarak araştırır. Bulursa ne a'la bulamazsa kendisine haber verecek birini bulana kadar bek­ler. Şayet namaz vaktinin geçmesinden korkarsa olduğu durumda namazını kılar. (Daha sonra kıblenin yanlış olduğu ortaya çıkarsa) namazı iade etmek farz olur.[144]

Gene aynı kitapta: "A'mâ kıbleyi aramaya çalışmaz" ifadesi var­dır. [145]

 

d. Hanbelî Mezhebi:

 

İbn Kudâme'nin Muğni'sinde, şöyle denmektedir:

A'mâ yolculuk hali olmaksızın, birisi kendisine kıbleyi göster­meksizin bir tarafa dönüp namazını kılar da kıbleyi tayinde hata ederse namazını yeniden kılar. Çünkü o gayret etseydi mihrapları kontrol ederek veya bu konuda haber alarak bilgi sahibi olabilir­di. Zira a'mâ mihraba dokunarak mescidin kapısının kuzeye veya bir başka yöne baktığından hareketle kıbleyi belirleyebilir. A'mâ kıble konusunda hata ettiği zaman namazını yenilemesi gerekir. Mukallid[146] de bu konuda a'mâ gibidir.

A'mâ veya mukallid kimse yolculuk halinde olup, haber verecek veya kıbleyi belirleyerek birisini bulamazsa Harki'nin sözü gösteriyor ki kıbleyi doğru olarak bulsa da kıble konusunda hata etse de namazı­nı iade eder. Kıble konusunda delile dayanarak hareket etmediği için iade gerekli olmuştur. Kıldığı bu namazda kıbleye isabet etmiş de olsa kıbleyi bulmak için gayret sarfetmeyen müctehid gibi olmuştur.

Ebubekir der ki:

A'mâ bulunduğu duruma göre yani kıble konusundaki kanaatine göre namazını kılar. Namazı iade etmesi konusunda iki rivayet vardır. Birincisi yukarda söylenen gerekçeye göre iade etmesidir. Diğer rivayete göre iade gerekmez. Çünkü elinden geleni yapmış­tır. Bu hâli ile müctehide benzer. Ve çünkü yaptığından başkasını yapmaktan acizdir. Dolayısıyla diğer aciz olanlardan düştüğü gibi ondan da kıbleye yönelme şartı düşer. Ve çünkü bu durumdaki a'mâ delil bulamamıştır, bulutlu günde veya hapsedilmiş durum­da olup kıbleyi araştıran kimseye benzemiştir.

İbn Hamid: "Hata etmiş ise iade eder. Doğru olarak kıbleyi bul­muş ise yukarıdaki iki rivayet söz konusudur" der.[147]

Muğni'dz şöyle denmiştir:

Kıble konusunda araştırma yapan iki kişi farklı şeyler söyleseler, beraberlerinde bir de a'mâ bulunsa, a'mâ kendince en güvenilir olana uyar. Çünkü o kişi a'mâya göre en iyi bilen ve sözü en doğ­ru olan ve en iyi arayandır. [148]

Kıble konusunda müctehid dini konularda bilgisiz de olsa delille­ri ile kıble konusunu bilen kimse demektir. Çünkü bir şeyi delilleri ile bilen kimse o şey hakkında ictihad yapanlardan sayılır. Velev ki başka konuları bilmesin. Çünkü bu kişi kıbleyi delile dayanarak tesbit etmek­tedir. O bu hususta fıkıh bilgini gibidir. Eğer fıkıh bilgini kıble yönü­nü delilleriyle bilmiyorsa veya gözü görmüyorsa mukallid (başkasına uyan)dır. Velev ki başka şeyleri bilmiş olsun. [149]

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

A'mâ kimsenin kıble yönünü bulmaya gücü yettiği halde kıble­yi aramayı bilerek veya unutarak terketmesi halinde, o namazı tekrar kılması gerekir. Şu da var ki, kasıtlı araştırma yapmaması durumun­da o namazı vakti çıkmadan yeniden kılar. Unutarak araştırmayı bı-rakmışsa namazı daha sonraki bir zamanda iade edebilir. Eğer a'mâ için kıbleyi bulma ile ilgili deliller gizli kalırsa -çünkü a'mânın deli­li yoktur- ne tarafa dönmesi mümkün olursa, o tarafa yönelerek na­mazını kılar.[150]

 

f. Zeydiyye Mezhebi:

 

Kabe'yi gözü ile göremeyen veya a'mâ olduğu için Kabe'yi görme imkanı bulunmayan kimseye bizzat Kabe'nin kendisine dönmek değil, araştırma yaparak Kabe yönüne dönmesi farz olur. [151]

A'mâ başkasının sözüne göre bir yöne dönüp namazını kılsa, na­maz kılmakta iken gözü görmeye başlasa, kendisine gösterilen kıble doğru ise, namazını tamamlar. Yönün doğru olduğu bilgisi kendisinde hâsıl olmamış ve kıbleyi arama ihtiyacı doğmuş ise namazını yeniden kılar. Mezhepteki tercih edilen görüşe göre bu durumdaki kimse nama­zını kılmakta iken kıbleyi araştırır ve namazın tamamlar.

Namazda imama uyan kimse karanlık veya a'mâ olmak gibi se­beplerden dolayı imamına aykırı bir yöne dönmüş ise, vakit çıkmadan namazım yeniden kılar. Bu hüküm imama aykırı olarak dönülen yön­de hata olduğundan emin olunca söz konusudur. [152]

 

g. Imamiyye (Caferiye) Mezhebi:

 

Ravdat'ul-Behiyye'de şöyle denmektedir:

Kıbleye yönelmek namazın şartlarındandır. Bu yönelme, görene göre bizzat Kabe'ye veya Kabe hükmünde olan yeredir.

Bizzat Kabe'yi gören kimse Kabe binasına büyük bir güçlük ol­maksızın yönelebilen kimsedir. Kabe'nin yönü, Kabe'nin bulundu­ğu ihtimali olan cihettir. Kabe'yi görmeyen veya a'mâ olan kimse Kabe'nin bulunduğu yöne delillere göre hareket ederek dönünce kesin olarak Kabe istikametinden çıkmamış sayılır.[153]

 

h. İbâdiyye Mezhebi:

 

El-îzah isimli kitapta şunları görüyoruz:

A'mâ kimseden kıbleye yönelme farzı düşer. Alimler kıbleye dön­me farzını düşüren özellikler arasında a'mâ olmayı da saymışlar­dır. İlim adamlarının bildirdiğine göre a'mâ kimse kendisine yol gösterecek, güvenilir birisini bulamazsa, -gördüğü halde karan­lıkta bulunan kimse de aynı durumdadır- veya kıbleyi gösteren belirtiler kaybolursa, veya kıbleyi bildiren emarelerin bilinmediği bir yerde bulunursa (gücü yettiğince) kıbleyi araştırır ve namazı­nı kılar. Gözleri görmeyen göreni, cahil kimse bilgili olanı taklit eder (ona uyar). [154]

Kıble konusunda şaşkın duruma düşen kimse, kıbleyi bulmaya gayret eder ve namazını kılar.

Son cümle şu şekilde yorumlanmıştır: "A'mâya farz olan takliddir. O, kıblenin yönünü delilleriyle bilen mükellef bir müslümana uyar. Eğer uyacak birini bulamazsa, kıble yönünü bulmak üzere gayret eder ve dört yöne yönelerek dört defa namaz kılar. En iyi bilen Allah'tır. [155]

 

4. A'mânın Namaz Vakitlerini Belirlemesi

 

a. Şafiî Mezhebi:

 

Vaktin girdiği hususunda bir şüphe yok ise a'mâ da gören kimse gibidir. Çünkü a'mâ da namaz vakitlerini gösteren ders, evrâd, bir ta­kım işler ve benzeri hususlarda gören kimse gibidir.

A'mânın namaz vakti hususunda araştırma yapması kendisine "şafağın attığını gördüm," "şafağın battığını gördüm" gibi sözlü olarak gördüğünü haber veren güvenilir bir kimsenin haber vermemesi duru­munda gerekli olur. Kendisine böyle haber verilmesi durumunda a'mâ­nın namaz vaktini araştırması caiz olmaz.

Vakti haber vereni duyan güvenilir birinin a'mâya haber vermesi durumunda da hüküm böyledir. A'mâya haber verilen bir içtihadı a'mânın taklid etmesi caizdir. İçtihadın (namaz vaktini belirlemek için araştırmanın) farz olduğu bir durumda gerekli araştırmayı yapmadan namazını kılarsa, kıldığı namaz vakit içerisinde kılınmış bile olsa ye­niden kılınması gerekir. Çünkü farz olan araştırmayı yapmamakla ha­talı davranılmıştır.[156]

Eşbâh ven-Nezâir isimli eserde şöyle denmektedir:

A'mânın namaz vakitlerini belirlemesi gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü namaz vakitlerinin girdiğini anlatan zikir­ler, virdler ve benzerleridir. Bunları yapmakta ise gören ve a'mâ müşterektir. [157]

 

b. Hanbelî Mezhebi:

 

Muğni'de şöyle denmiştir:

A'mâ namaz vaktinin girdiğinden şüphe ederse vaktin girdiğinden emin oluncaya veya kanaati bu yönde ağır basıncaya kadar namazı kıl­maz. Güvenilir bir kimse bilgiye dayanarak a'mâya vaktin girdiğini haber verirse onunla amel eder. Fakat birisi vaktin girip girmediğini araştırarak haber verirse ona uymaz. (Bunun yerine) kendisi araştırır, vaktin girdiğine dair kanaati ağır basarsa namazını kılar. Gözü gören, a'mâ olan ve delillere ulaşmaya gücü yeten (namaz vakitlerini belirleme konusunda) eşittir. Çünkü bunların hepsi zamanın geçtiğini takdir etme imkânında eşittirler.[158]

 

5. A'mânın Ezanı

 

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

A'mânın okuduğu ezan kerahetsiz caizdir. Çünkü a'mânın dini konularda sözü kabul edilir. Okuduğu ezan da (vaktin girdiğini bildir­mek bakımından) bağlayıcı olur. A'mânın ezanı ile vaktin girdiğini du­yurma gerçekleşmiş olur. [159]

 

b.  Mâliki Mezhebi:

 

A'mânın ezam caizdir. [160] Haşiyet'ud-Düsâkî'de şöyle denmiştir:

A'mâ okuduğu ezanda bir başkasına bağlı ise veya vaktin girdiği hususunda güvenilir bir kimseye uymuş ise ezanı caizdir. [161]

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

A'mânın devamlı müezzinlik yapması mekruhtur. Ancak berabe­rinde gören biri olursa, Bilal-i Habeşi ile birlikte Abdullah b. Ümmü Mektum'un müezzin olduğu gibi (kerahetsiz caiz olur. [162]

Eşbah ve'n-Nezâir'de şöyle denmektedir:

A'mânın tek başına devamlı müezzinlik yapması mekruhtur. Ha­va açık veya kapalı iken vakti bilen müezzinin sesine itimat edilir mi? Bu sorunun birden fazla cevabı vardır:

1. Gözü görenin itimat etmesi caizdir.

2. A'mânın da itimadı caizdir.

3. A'mânın itimadı caiz, göreninki caiz değildir.

4. Hava açık da olsa, kapalı da olsa a'mânın itimat etmesi caizdir.

5. Görenin, hava açık iken itimat etmesi caiz-, kapalı iken caiz de­ğildir. Çünkü gören kimseye (namaz vaktinin girip girmediği hu­susunda) farz olan, vakti araştırmaktır. Kapalı havada müezzin de (vakti) arama durumundadır. Kendisine namaz vaktini araştırmak farz olan cemaat hava kapalı da olsa müezzini taklid etmez. Bu görüşü Râfiî sahih görmüştür.[163]

Mecmu'da şöyle denmiştir:

Hava açık da olsa, kapalı da olsa a'mâ kimsenin güvenilir ve va­kitleri bilen müezzine itimat etmesi caizdir. [164]

 

d. Zahirî Mezhebi:

 

Zahirî mezhebinde a'mânın müezzinliğini caiz gören ifadeler var­dır. Çünkü onlar şu hadisi delil olarak göstermektedirler:

Bilâl ezan okuduğu vakit (zaman Ramazan ise ve vakit de seher vakti ise) yeyip içiniz. Tâ İbn Ümmü Mektum ezan okuyuncaya kadar.

Bilindiği üzere İbn Ümmü Mektûm a'mâ idi. [165]

 

e. Zeydiyye Mezhebi:

 

Şevkâni'nin Neyl'ül-Evtâr'mâa "İbn Ümmü Mektum ezanı oku­yuncaya kadar yeyiniz, içiniz" hadisine yer verildikten sonra şöyle denmektedir:

Hadis, a'mânın ezanının caiz olduğunu göstermektedir. İbn Abd'ü-Berrderki:

İlim erbabına göre a'mâ müezzinin yanında, kendisine vakitleri bildiren birisi daha olursa hüküm böyledir.

İbn Mes'ud ve İbn Zübeyr'den a'mânın ezan okumasının mekruh olduğu, İbn Abbas'tan da kamet getirmesinin mekruh olduğu nak­ledilmiştir.[166]

 

f. îmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:

 

Müezzinin gözü gören ve namaz vakitlerini bilen bir kimse olma­sı müstehabtır. [167]

 

g. İbâdiyye Mezhebi:

 

el-îzâh isimli kitapta şöyle denmiştir:

Namazı sahih olan herkesin, ezanı da sahihtir. Ancak kadın bunun dışındadır. [168]

Bu ifadeden a'mânın ezan okumasının caiz olduğu anlaşılmakta­dır. Çünkü a'mâ namazı sahih olan bir kimsedir.

 

6. A'mânın Cemaatle Namaz Kılması

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

Kendisini, götürecek birini bulsa dahi a'mâya namazı cemaatle kılmak vacib değildir. [169]

 

b. Şafiî Mezhebi:

 

Mecmu'da şu hadise yer verilmiştir:

Hz. Peygamber'e a'mâ bir adam gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Be­ni mescide götürecek birisi yok" diyerek mescide gelmeyip nama­zı evde kılmak için ruhsat istedi. Peygamber ona bu izni verdi. Adam oradan ayrılınca Rasûlullah onu çağırdı ve sordu: "Namaz için yapılan çağırıyı (ezanı) duyuyormusun?" Adam: evet deyin­ce, Hz. Peygamber: "Öyle ise bu çağrıya rağbet et (mescide gel)!" buyurdu.[170]

Nevevî daha sonra cemaate gelmemeyi mazur kılan özürleri yağ­mur, çamur, karanlık gecede şiddetli rüzgar olarak saymış, bu mazaret-ler arasında gözü görmemeye yer vermemiştir. [171]

 

c. Zahirî Mezhebi:

 

İbn Hazm, Muhalla isimli eserinde, yukarda geçen hadise yer ver­dikten sonra şöyle diyor:

Bundan anlaşılıyor ki ezanı işiten a'mânın mescide gelmesi gerekir. [172]

 

d. Zeydiyye Mezhebi:

 

Şevkâni Neyl'ul-Evtâr'mda Müslim ve Nesâi'nin rivayet ettiği şu hadise yer veriyor:

A'mâ bir adam Hz. Peygamber'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Beni cami­ye götürecek birisi yok" dedi ve namazını evde kılmak üzere izin verilmesini istedi. Hz. Peygamber ona bu hususta müsade verdi. Adam giderken onu çağırdı ve "Ezanı işitiyormusun?" diye sordu. Adam Evet deyince: "Öyle ise (ezanın davetine) icâebt et (camiye gel)!" buyurdu. [173]

Şevkâni bundan sonra Ahmed b. Hanbel, Ebu Dâvud ve İbn Mâ-ce'nin rivayet ettiği şu hadise yer veriyor:

Amr b. Ümmü Mektûm şöyle diyor: Hz. Peygamber'e: "Ey Al­lah'ın Rasûlü! Benim gözlerim görmez, evim uzaktır. Beni (sağa sola) götüren biri var ama, bana uygun biri değil. Namazı evimde kılmama müsaade edermisiniz?" dedi. Hz. Peygamber ona: "Ezanı işitiyormusun?" diye sordu. O: Evet deyince: "Senin için ruhsat bulamıyorum" buyurdu.

Şevkâni (hadisi zikrettikten sonra) şöyle der:

İlk başta müsade etmesi Peygamberin içtihadı idi. Ezana icabet et­me emri ise Allah'ın vahyi ile olmuştur. Cemaate gelmeme müsa­adesi genel (mutlak) iken, ezanı işitmemek kaydına bağlandığı söylenmiştir.

Bir başka kavilde camiye gelmemek müsadesi nezarete bağlı, gelmek emri de mendubluk içindir. Buna göre sanki Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuştur: Senin için en faziletlisi (ezan okununca) camiye gelip ezana icabet etmendir. Öyle ise ezan okununca ca­miye gel.

Şevkâni daha sonra (cemaatle namaz kılmak için) mescide gitme­nin, müslümanlarm görüş birliği ile mazeret bulunduğu zaman düştü­ğünü bildirmiştir. Bu özürlerden biri a'mâ kimsenin kendisini camiye götürecek birini bulamamasıdır. Çünkü İbn Mâce, İbn Hibban, Hâkim ve Dârekutnî'nin Abdullah b. Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ezanı duyup da mazereti olmadığı halde camiye namaz kılmaya gelmeyenin namazı yoktur.[174]

 

e. İbâdiyye Mezhebi:

 

Izâh isimli kitapta şöyle denmektedir:

Abdullah b. Ümmü Mektum'un hadisinde bildirildiğine göre Hz. Peygamber ona "Ezanı işitiyor musun?" diye sormuş, o evet de­yince: "Öyle ise (ezana) icabet et!" buyurmuştur. Bu hadis işitene ezana icabet etmenin vacib olduğunu göstermektedir.

Şemmâhi bundan sonra şu yorumu yapmaktadır:

Bu görüşü de Hz. Peygamber'in şu hadisi desteklemektedir:  (Ezan okunduğunda) mazareti olmaksızın namaza gelmeyenin na­mazı yoktur.

Mazaretin ne olduğu sorusuna ise Allah'ın Rasûlü "Korku veya hastalıktır" cevabını vermiştir.

Bana göre bu, insanların çoğunun müslüman ve sâlih olduğu za­mana göredir. O zamanın yöneticileri iyiliği emreder, kötülüğü yasaklardı. Bunu açıktan açığa yapar, Allah yolunda ayıplayanın ayıplamasından korkmazlardı. Böyle bir zamanda müslümana toplumdan ayrılması, cemaatten uzaklaşması yaraşmaz. Çünkü o zaman müslümanlar birlik halinde idiler. İçlerinde günahkâr olan­lar bulunsa da öyleleri ezik ve perişan vaziyette idi.

Fakat daha sonra insanlar dini konularda ayrılığa düşmüş, kötülük­ler ortaya çıkmış, kötü kimseler iş başına gelmiş, kendisini düzelte-meyen kimseler işlere karışmaya başlamış, haram yiyen ve hediye­ler alan kimseler vazifelere tayin edilmiş, şerlilere öncelik tanınıp hayırlı kimseler geri bırakılmıştır; böyle bir zamanda müslüman için (cemaate çıkma şöyle dursun) yapacağı en iyi şey gizlenmektir.[175]

 

7. A'mânın İmam Olması

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

Haşiyetu Ibn Âbidin isimli eserde şöyle denmiştir:

Halkın en bilgilisi olmadıkça, a'mânın imamlık yapması mek­ruhtur. [176]

Feth'ul-Kadir eserde şöyle deniyor:

A'mânın imamlığa geçirilmesi mekruhtur. Çünkü o necaset (pis­likken sakınamaz. [177]

 

b. Mâliki Mezhebi:

 

Haşiyet'ud-Dusukî isimli eserde şu bilgileri görmekteyiz:

A'mâ imama uymak tercih edilmemekle beraber caizdir. Çünkü gözü gören ve a'mâ olan iki kişi faziletli olmakta eşit iseler bun­lardan görenin imam olması daha faziletlidir. Çünkü gözü gören pisliklerden daha iyi korunur. Mezhepte itimad edilen görüş bu­dur. Bir başka kavle göre görenle a'mâ olan iki kişiden a'mâ ola­nın imamlığı daha faziletlidir. Çünkü o (gözü görmediği için gön­lü) meşguliyetlerden uzak olduğundan daha çok husulüdür. Bir di­ğer kavle göre a'mâ ile görenin imamlığı eşittir.[178]

Şerh'us-Sağir'in ifadesi şöyledir:

Evla olana aykırı olmakla birlikte a'mânın imam olması caizdir.

Bu ifadeden sonra diğer kavil zikredilmiş ve "İtimat edilen görüş a'mânın imamlığının evlâ olmasıdır" denmiştir. [179]Mevâhib'ul-Celil isimli eserde şunları görmekteyiz: A'mânın ezanı ve imamlığı caizdir.

El-Ümm'ün ifadesi şöyledir: İmam Mâlik a'mânın müezzinlik ve imamlık yapmasını mekruh görmezdi. [180]

İmam Mâlik'e göre a'mânın sürekli imam olmasında bir sakınca yoktur. Çünkü görme duyusunun namazın ne farzı, ne sünneti ne de fazileti ile bir ilgisi vardır.

 

c. Şafiî mezhebi:

 

Mecmu'da şöyle denmektedir:

Gören ile a'mâ kimse arasında -imamlık yapma konusunda- hiç­bir fark yoktur. Çünkü a'mâ kendisini oyalayacak şeyleri görmediği için bir fazilete sahiptir. Gören de necasetten iyi korunduğu için bir fazilete sahiptir.

Ebu İshak Mervezi diyor ki: "Bana göre a'mâ da, gören de evlâ­dır. A'mâ evladır, çünkü o namazı bozacak şeylere bakmaz. Gören ev­lâdır, çünkü o namazı bozacak necaset (pislik)lerden kaçınır."

Nevevî Mühezzeb üzerine yazdığı şerhinde diyor ki: "Meselenin üç şıkkı vardır:

1. A'mâ imamlık için evlâdır.

2. Gören kişi imamlık için evlâdır.

3. İkisi de eşittir.

Nevevî bunları kaydettikten sonra şöyle diyor: "Sahih olan gören­le a'mânın eşit olmasıdır. Nitekim îmam Şafiî de böyle söylemiştir. Ebu Hamid ve diğerleri de bu görüşün kesinliğini ifade etmişlerdir. Mezhebin fıkıh bilginleri a'mâ kimsenin görenlere imamlık yapmasın­da kerahat olmadığında ittifak etmişlerdir.[181]

Ei-Ümm isimli kitapta şu bilgiler bulunmaktadır:

İmam Şafiî'nin rivayet ettiğine göre Utban b. Mâlik kavmine imamlık yapardı ve o a'mâ idi.

İmam Şafiî diyor ki: "Pek çok âlimden işittim ki Hz. Peygamber İbn Ümmü Mektum'u gaza için sefere çıktığında çok kere namaz kıldırmak üzere vekil bırakırdı. Halbuki o a'mâ idi. Ben a'mâ­nın imam olmasından hoşlanırım. A'mâ kıblesi doğru olduktan sonra gözü kendisini oyalayacak bir şeye bakmaz. Sağlıklı ol­sun, a'mâ olsun imam olup namazları kıldıran kimsenin namazı geçerlidir.

"A'mânın imamlığını sağlıklı olana tercih etmem. Çünkü Hz. Peygamber'in imam olarak tayin ettiği kimselerin çoğunun gözü görürdü. (Gözleri) gören kimsenin imamlığını da a'mâya tercih etmem. Çünkü Hz. Peygamber'in imamlık yapmasını emrettiği kimselerin arasında a'mâ kimseler de vardı.[182]

El-Eşbâh ve'n-Nezâir'dt şöyle denmiştir: A'mânın imamlığında üç şık vardır:

a. A'mânın imamlığı evlâ (daha iyi)dir. Çünkü a'mâ daha huşulu olur.

b. Gözü görenin imamlığı evlâdır. Çünkü o necaset (pislik)ten da­ha iyi korunur.

c. Sahih olan, her ikisinin eşit olmasıdır. [183]

d. Hanbelî Mezhebi: Muğni'de şöyle denmiştir:

A'mânın imam olması caizdir. Onun imamlığının sahih olmasın­da görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Ancak Enes'den aktarılan bir rivayet vardır. Doğrusu Abdullah b. Abbas a'mâ olduğu halde imam olmuştur. Utban b. Mâlik, Katâde ve Câbir de a'mâ olduk­ları halde imamlık yapmışlardır.

Ebu'l-Hattab der ki: (İmamlık için) gözü gören a'mâdan daha ev­lâdır. Çünkü o bilerek kıbleye yönelir ve pisliklerden iyi korunur.

Kâdi der ki: Onlar eşittir. Çünkü a'mâ daha huşûlu olur. Zira ba­karak kendisini oyalayacak şeylerle (gönlü) meşgul olmaz. A'mâ­nın bu özelliği, gözü görenin üstünlüğüne karşılık olur. Böylece eşit hâle gelirler.

Birincisi daha sahihtir. Çünkü gözü gören kimse (namaz kılarken) gözünü yumarsa mekruh olur. Eğer gözün görmemesi fazilet ol­saydı, (namazda) gözü yummak müstehab olurdu. Gözü gören kimse gözünü kapamakla a'mâ gibi olur. (Şayet gözün görmemesi fazilet olsa) gözü gören kimsenin gözünü kapamakla sevap ka­zanması gerekir. Zira gözü gören kimse görmeme işini iradesini kullanarak yapar. Sonuç olarak a'mâ gözü görenden daha aşağı durumda ve daha az faziletlidir.[184]

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

Muhallâ'da. şu bilgiler bulunuyor:

A'mâ ile gören, hadım ile hadım olmayan, köle ile hür, zinadan doğma ile Kureyşli bir kimse namazda imam olma bakımından eşittir. Bunlardan her birinin devamlı imam olması caizdir. Bun­lardan birinin diğerine karşı okumada, fıkıh bilgisinde, hayırda ve yaşta kıdemli olmanın dışında üstünlüğü yoktur. [185]

Gene Muhallâ'da. şu bilgileri görmekteyiz:

Süfyan Sevri'nin Hammad b. Ebi Süleyman'dan naklettiğine göre Hammad şöyle demiştir: "İbrahim'e veled-i zina, bedevi, köle ve a'mâ imam olur mu?" diye sordum. O şöyle dedi: "Evet, namazı dosdoğru kıldırırlarsa imam olurlar. [186]

 

f. Zeydıyye Mezhebi:

 

Şevkâni a'mânın imamlığının caiz olduğunu kitabında zikretmiş, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud'un rivayet ettiği Hz. Enes hadisine yer vermiştir. Bu hadiste ifade edildiği üzere Rasûlullah a'mâ olduğu hal­de İbn Ümmü Mektum'u iki defa yerine vekil bırakmış ve bu zât insan­lara namaz kıldırmıştır. Şevkâni ayrıca Buharî ve Nesâi'nin rivayet et­tiği hadise de yer vermiştir ki bu hadiste Utban b. Mâlik'in a'mâ oldu­ğu halde halkına imam olup namaz kıldırdığı bildirilmektedir. Öte yan­dan Hz. Peygamber zamanında a'mâ olduğu halde imam olup kavmi olan Hatme oğullarına namaz kıldıran Abdullah b. Ömer el-Hatmi'nin de haberine yer verilmiştir. [187]

 

g. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:

 

Ravdat'ul-Behiyye isimli eserde şu bilgiler bulunmaktadır: Alaca­lı, cüzzamlı ve a'mânın kendileri gibi olmayan kimselere imamlık yapması mekruhtur. Çünkü bu konudaki yasakların hepsi mekruh olarak yorumlanmıştır.[188]

 

h. İbâdiyye Mezhebi:

 

Şerh'un-Neyl'de şöyle denmektedir: "Gözü gören kimse, a'mâ olana göre imam olmak için daha evlâdır."

Gene aynı kaynakta şu bilgileri görmekteyiz: İmamın Kur'an'ı en iyi okuyan, sünneti en iyi bilen, günahlardan en çok sakınan, yaşça en büyük olan ve İslâm'a en Önce giren kimse olması mendubtur. (İmam olacak kimseler bu özelliklerde) eşit durumda olurlarsa, şu sıraya göre tercih yapılır: Söz konusu olan yerin yerlisi, evli olan, gözü gören, (muntazam) giyinmiş olan, gusül abdesti almış olan kimsenin imamlı­ğı tercih edilir. Bu özelliklere sahip olan kimse bu özelliklere sahip ol­mayan kimseden daha evlâdır. Ebu Abdillah geceleyin a'mânın kendi­si gibi olmayanlara imam olmasını yasaklamıştır. [189]

 

8. A'mâ Ve Cuma Namazı

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

Haşiyetu İbn Abidin isimli eserde şöyle denmektedir: "Cumanın farz olmasının şartlarından birisi gözü görür olmaktır. Bu itibarla gözü şaşı olan veya zayıf gören kimseye cuma namazı farzdır. Fakat ücretli veya kendiliğinden gönüllü olarak mescide götüren birisini bulsa dahi a'mâya cuma farz değildir.

"Bazı âlimler bir takım özellikleri olan a'mâlara cumanın farz ol­duğu görüşündedirler. Bu özellikler a'mânın çarşıda kendi başına yürüyebilmesi, hiç bir zorluk çekmeden ve kendini tutup götüren biri ol­madan yolları bilmesi, hangi camiyi istiyorsa kimseye sormadan oraya gidebilmesi gibi özelliklerdir. Bu durumdaki a'mâ hasta fakat kendi kendine dışarı çıkmaya gücü yeten kimse gibidir. Hatta böyle bir has­ta cumaya çıkmakta a'mâdan daha çok zorlukla karşılaşabilir.[190]

 

b. Mâliki Mezhebi:

 

A'mâ kimse kendisini götürecek kimse olmadan kendiliğinden camiye gidebilen bir kimse ise, a'mâ olmak cumadan ve cemaatten ge­ri kalmayı (gitmemeyi) mubah kılan özürlerden sayılmaz. A'mâyı tu­tup götürecek birisi varsa da hüküm böyledir. Bu durumda olan a'mâya cumadan geri kalmak mubah değildir.

Eğer, a'mâ kendisini ücret karşılığında cumaya götürecek birisini bulursa gene kendisine cuma farz olur. Verilecek ücret, bu kabil işler­de alınan ücretlerin benzeri (ecr-i misil) olmalı, ücret, a'mâya zulme­decek, onu zora sokacak derecede yüksek olmamalıdır. [191]

Şerh'us-Sağir isimli eserde şöyle denmektedir: "Cumanın farz ol­masını düşüren mazeretlerden biri, a'mânın kendini götürecek birisini bulamamasıdır. Bu hüküm kendi kendine gidememesine göredir. Ken­disi gidebiliyorsa a'mâya Cuma farz olur. A'mâ kendisini ücretle götü­recek birisini bulursa da cuma farz olur. A'mâyı götürecek kişiye veri­len ücret, bu kabil işlere ödenen ücretlerden fazla olmamalıdır. Ücret sebebiyle a'mâya zulmedilmez. [192]

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

Mecmu'da şöyle denmiştir: "Kendisini cumaya götürecek kimse bulunmayan a'mâ (herhangi bir şekilde) cuma namazında hazır bulu­nursa ona cumayı kılmak lâzım olur. Bu hususta ihtilaf yoktur. Çünkü güçlük ortadan kalkmıştır. [193]

"Kendisini gönüllü veya ücretle götüren birisi olursa a'mâya cu­ma lazım olur. Çünkü kendisini götüren birisi olursa zarar görmekten korkmaz."

Kadi Hüseyin der ki: "A'mâ asa ile güzel yürüyorsa ona cuma la­zım olur.[194]

Gene Mecmu'da: "Götürecek birini bulamayan a'mâya cuma yok­tur" denmiştir. [195]

 

d. Hanbelî Mezhebi:

 

A'mâya cuma namazı farz değildir. Ancak kendisini götürecek bi­rini veya (evinden) camiye ip çekmek gibi, kendisini götürecek kimse­nin yerine geçecek bir şey bulursa o zaman a'mâya cuma farz olur. Fa­kat bu imkanı bulamazsa, camiye güçlük çekmeden varması mümkün olsa bile a'mâya cuma farz olmaz. [196]

 

e. Zeydiyye Mezhebi:

 

Şevkâni Neyl'ül-Evtâr isimli eserinde şöyle diyor: Hz. Peygam­ber: "Ezanı işitene cuma gereklidir" buyurmuştur.

Abdullah b. Ümmü Mektum Peygamber'den -a'mâ olması nede­niyle- cemaatle namaz kılmaya gelmemek hususunda izin istemiş, Hz. Peygamber ona "Namaz için okunan ezanı işitirmisin?" diye sormuş, O: Evet deyince: "Öyle ise ezana icabet et!" buyurmuştur.

Şevkâni bunları naklettikten sonra şöyle diyor: "Hz. Peygamber'in bu sözü, genel olarak namazların cemaatle kılınması hakkında olunca, aynı şeyin cuma hususunda söylenmesi daha evlâdır. [197]

 

f. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:

 

Cuma namazının farz olması için gözün sağlam olması gereklidir. [198]

Muhtasar'un-Nâf i isimli eserde şöyle denmiştir: "Şiâ İmamiyesi cumanın farz olması için insanda körlük olmamasını şart koşmuştur.[199]

 

g. İbâdiyye Mezhebi:

 

A'mâya cuma farz değildir. "A'mâyı (camiye) götürecek kimse bulunmazsa farz değildir" de denmiştir. [200]

 

9. A'mâ Ve Hac

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

A'mâ kimseye kendisini götürecek birini bulsa dahi hac farz de­ğildir. [201]

 

b. Mâlikî Mezhebi:

 

Yürümeye gücü yeten kimseye hac farzdır. Ücretle dahi olsa ken­dini götürecek birini bulan a'mâ gibi. Yeter ki kendisini hacca ulaştıra­cak (götürüp getirecek) parası bulunsun. Parası yoksa hac farz değildir.

A'mâ kadına hac farz değildir. Çünkü haccın farziyeti böyle bir kadından düşer. İsterse kendisini götürecek birisi olsun. Böyle birisi ile a'mâ kadının hacca gitmesi mekruh olur. [202]

 

c.  Şafiî Mezhebi:

 

Mecmu'da. şu bilginleri görmekteyiz: "A'mâ olan bir kimseye hac farz olmaz. Eğer a'mâ kişi azık, binit ve konaklama yerlerinde kendi­sini indirip bindirecek ve gideceği yerlere götürecek birini bulursa, bi­nit üzerinde fazlaca bir zorluk çekmeden durmaya gücü yeterse ona haccetmesi lazım olur. Çünkü kendisine rehberlik edecek birisi olma­dığında, a'mâ kötürüm kişi gibidir. Rehber bulunursa gözü gören kim­se gibidir.

"A'mâ olan kimseye yukardaki şartların bulunması halinde yerine vekâlet yoluyla başkasını hacca göndermesi caiz değildir. Râfî diyor ki: "A'mâ kimseye rehberlik edecek birinin olması, kadının yanında mahreminin bulunması gereği gibidir." Yani a'mânın ücret ile bir reh­ber tutmasının gerekli olduğu hususunda iki görüş vardır. Bunların en sahihi gerekli olduğudur. Cumhurun sözünün gereği de budur.[203]

 

d. Hanbelî Mezhebi:

 

A'mâ için haccın farz olmasının şartlarından biri rehberin bulun­masıdır. A'mâ rehber bulamazsa kendisine hac farz olmaz. Kendi yeri­ne başkasını göndermesi de farz olmaz. [204]

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

Muhallâ'da. şöyle denmektedir: "Hz. Allah şöyle buyuruyor:

Yoluna gücü yetenlerin o evi (Kabe'yi) haccetmesi Allah'ın insan­lar üzerinde bir hakkıdır. (Âl-i İmran/97)

"Ayetteki yoluna gücü yeten ifadesi, beden ve mal olarak gücü ye­ten herkes için geneldir. Bu genel ifadenin içinden kötürüm, a'mâ ve topal gibi kimseleri gücü yetip binite binebilecek oldukları halde özel-liştirmek doğru olmaz. Öte yandan a'mânın hacca gitmemesi Hz. Al­lah'ın yok saydığı bir sorumluluk (vebal) değildir. Çünkü onların hac­ca gitmesinde bir sıkıntı yoktur.

"Fetih suresi 17. ayetindeki: "A'mâya vebal yoktur, topala vebal yoktur" ilâhi fermanı savaşa katılmak hakkında nazil olmuştur. Zira sa­vaş güçlü olmaya, kendini korumaya ve koşup hareket etmeye ihtiyaç gösterir. Tüm bunların a'mâ ve topal kimse için zor olduğu açıktır. Hacda ise hiçbir surette böyle bir zorluk yoktur. [205]

 

f. Zeydiyye Mezhebi:

 

A'mâ kimseye kendisine rehberlik edecek olanın ücretini bulamıyorsa hac farz değildir. Bu imkanı buluyorsa ona hac farz olur.

Alimler a'mâya rehberlik edecek ve hizmetini görecek kimsenin bulunması haccın farz olması için şarttır demişlerdir. Çünkü rehber ol­maksızın a'mânın haccetmesi zordur.[206]

 

g. İbâdiyye Mezhebi:

 

Gücü yeterse kendisine ve hayvanına rehberlik edecek evladı ve­ya ücretle tutacak birini bulabilirse a'mâya hac farz olur. Olmaz da de­nilmiştir. [207]

 

10. A'mâ Ve Alış Veriş

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

A'mânın alım-satım yapması caizdir. Bir şey satın aldığı takdirde muhayyerlik hakkı vardır. Fakat sattığı şey hakkında muhayyerliği yoktur. Satın alma sırasında aldığı şeyi evirip çevirmesi, alıkonulacak eşyaları alıkoyması, a'mâya göre bakmak yerine geçer. Koku alınanla­rı koklaması, tadılanları tatması da böyledir. Alınan şeyin ÖzeilîkiW-nin açıklanması şart değildir. Eğer satınalınan giysi (veya kumHj Ut uzunluğu, genişliği, incelik ve kalınlığı tutarak mutlaka kontrol edil­meli. Buğday alımında hem özelliği anlatılmalı, hem de dokunarak mutlaka kontrol edilmelidir. Ağaçlan üzerinde meyve satın alırsa özel­liğin anlatılması gerekir, başkası gerekmez.

Taşınmaz mal alımında özellikleri anlatılmcaya kadar a'mânın muhayyerlik hakkı düşmez. Hayvan, köle ve ağaç alımlarında ve do­kunma, koklama ve tatma ile bilinmeyen şeylerin alımlarında da böy­ledir. Alınan şeyi tanımaya yarayan sebepler akitten önce bulunursa muhayyerliği kalmaz. A'mâya aldığı şey tanıtılıp sonra (alacağı şey­den) razı olsa, daha sonra gözleri açılsa yeniden muhayyerlik hakkı doğmaz.

Gözü gören kimse bir şey satın alsa, sonra gözü görmez olsa mu­hayyerlik hakkı özellik tanımına geçer. A'mâ "razı oldum" sözünü aldı­ğı şeyin özelliği anlatılmazdan önce söylese bile muhayyerliği düşmez.[208]

Haşiyetu İhtı Abidin'dz şöyle denmektedir: "A'mâya aldığı malın tarif edilmesi durumunda mutlaka malın îarif edildiği gibi olması ge­rekir. Çünkü tarif ona göre, gören kimsenin mala bakması gibidir.

"Satın alınan malın özelliğini bilmediği\için a'mâ kimseye mu­hayyerlik hakkı vardır. Hangi yoi ile olursa ols\n maldaki bilinmezlik ortadan kalkınca muhayyerlik hakkı düşer. A'm&nın muhayyerliği sa­tın aldığı malı alıkoymakla, bilinmesi koklamak vey',5 tatmakla müm­kün olan mallarda koklamak ve tatmakla, taşınmaz malımda ağaç ve köle alımında ve alıkoymak, koklamak ve tatmakla bilinmeyeı"? mallar­da özelliğinin tanıtılmasıyla veya vekilinin bakması ile düşer. Bu larla muhayyerliği düştükten sonra a'mâ kimsenin gözü açılsa kendisi­ne tekrar muhayyerlik yoktur.

"A'mâ yanında alıkoymazdan önce bir şey satın almış olsa, malı alıkoymakla muhayyerliği düşmez. Bütün rivayetlerdeki görüş birliği ile bu durumdaki a'mânın muhayyerliği sözlü veya fiili nzası ortaya çıkıncaya kadar var olmaya devam eder.

"Gözü gören kimse bir şey satın alıp sonra a'mâ olsa muhayyerli­ği özellik tanıma (vasıf) muhayyerliğine dönüşür. [209]

Gene Haşiyetu ibn Abidin'de. şöyle denmektedir: "A'mânın vasî ve­ya vekil olması halinde başkası için yaptığı akitler de sahihtir. İbn Âbi-din, a'mânın satın aldığı şeyin özelliğini tanıyarak aldığı takdirde onu görmüş (gibi) olacağına dair bir hüküm görmediğini bildirmektedir. [210]

Kâsâni'nin Bedâi' us-Sanâi isimli eserinde şunları görmekteyiz: "A'mânın alım-satım yapması bize göre caizdir. Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah Hayyan b. Munkız'a şöyle buyurmuştur:

Alışveriş yaptığında: Aldatmak yük! Üç gün (geri dönme) şartım var, de.

"Hatyyan a'mâ idi. A'mânın alıp satmasının caiz olduğu hususun­da görüş birliği (icma) vardır. Hz. Peygamber zamanından beri gözü görmeyen kimselerin alış verişlerine engel olunmamıştır. Rasûlullah zamanından önceki zamanlarda da  mâların alış veriş yaptığı bir ger­çektir. A'mânın alış veriş yapması caizdir, satın aldığı şeylerde muhay­yerlik hakkı vardır. Sattığında ise, gören kimselerde olduğu gibi iki ri­vayetin en sahih olanına göre muhayyerlik yoktur.[211]

 

b. Mâliki M'ezhebi:

 

A'mânın alım-satım yapması caizdir. A'malığın doğuştan olması ile sonradan olması, küçük iken olması ile büyük iken olması arasında bvr fark yoktur. A'mâ alıp sattığı şeylerde onların özelliklerini bilmeye itimat eder. Ancak bu ölçü ve tartı olmaksızın alınıp satılan şeylerde geçerlidir. Kabala pazarlık ile yapılan alım satımlarda görmek esastır. A'mâ kimseye alım satım sırasında malın özellikler anlatılmalıdır. Bu, özelliği anlatılmaksızm bilinmeyen mallarda uygulanır. Tanınması için özellik anlatımına ihtiyaç olmayan eşyalarda tanıtımsız da satış yapıl­ması caizdir. Koyunun semiz olması, yağ gibi koku ile anlaşılanlar özellikleri anlatîlmaksızın da alınıp satılabilir. Çünkü bunlar dokunma, tatma ve koklama ile anlaşılır. A'mânın satışının ancak kabala pazarlık olmayan satışlarda geçerli olması, bu tür satışlarda görmenin esas oluşundandır. [212]

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

Nevevî'nin Mecmu'unda şu bilgilere rastlamaktayız: "A'mânın alış verişi gözü gören kimsenin malı görmeden alım satımına kıyas edilir.

"Satış sırasında hazır bulunmayan bir kimsenin alım satımı nasıl caiz değil ise, a'mânmki de sahih değildir Hazırda bulunmayanın alım

satımını caiz görürsek a'mânın ahm-satımı hakkında iki şık olduğunu görürüz: Bunların en sahihi caiz olmamasıdır. Çünkü malı görme im­kanı yoktur. Muhayyerlik olmamak üzere gaibin satışı gibi olur.

"İkinci şık, caiz olmasıdır. Başkasının a'mâya malın özelliğini ta­nıtması, görme yerine geçer.

"A'mânın alım satım işlemini sahih olma durumuna göre Müte­velli ve başkası şöyle diyor: "Malın özelliklerinin tanıtımı sırasında kendisi için muhayyerlik sabit olur. Akitten sonra malın özelliğinin ta­nıtılması a'mâ olmayanın malı görmesi gibidir.[213]

Mecmu'du şöyle denmektedir: "Mezhepte sahih olan kavle göre a'mânın satışı, satın alması, kiralaması, ipoteği, bağışı, sulama anlaş­ması sahih (geçerli) değildir. [214]

Benzeri ifadeler Eşbah'ta da vardır. Eşbcıh'ta daha öncekilere ilâ­veten a'mânın kendisine bağışlanan ve miras kalan malı, yahut gözü­nü kaybetmezden önce selem yoluyla[215] satın aldığı malı veya verdi­ği borcu teslim alması (kabz etmesi)nin sahih olmadığı söylenmiştir.

Evet, a'mânın kendisini bir ücret karşılığında bir işi yapmak üze­re kiralaması (veya köle ise) kendisini efendisinden satın alması sahih­tir. Çünkü insan kedisi hakkında bilgisiz değildir. A'mânın gözünü kaybetmezden önce gördüğü ve değişikliğe uğramayan malı alması da sahihtir. [216]

A'mâ olan kölenin kendi aleyhine kitabet işlemini[217] kabul et­memesi caizdir. Çünkü o kendi nefsini bilir. [218]

A'mâ selem yoluyla bir mal alsa bakılır: Eğer iyiyi kötüyü ayıra­cak yaşa geldikten sonra a'mâ olmuş ise hiç ihtilafsız selem işlemi sa­hih olur. Çünkü o eşyaların özelliğini bilen bir kimsedir. Selem işlemi­ne konu olan eşyayı teslim almak üzere birisini vekil tayin eder. İki ka­vilden en sahih olana göre kendisinin teslim alması sahih olmaz. Çün­kü hak edilen mal ile diğerini birbirinden ayıramaz.

Eğer doğuştan a'mâ veya ayırım yaşına gelmeden önce a'mâ ol­muş ise meselede iki kavil vardır. Birisi sahih olmamasıdır. Mütevel-li'ye göre sahihtir. Irak fakihlerine göre ve Iraklılar dışında kalan âlimlerin çoğunluğuna göre de sahihtir. Mezhepteki nassa veya nassın zahirine göre hüküm budur. Çünkü a'mâ işitmek sureti ile bilgi el­de edebilir.

Buna göre selem'e konu olan sermayenin özelliklerinin tanıtılma­sı ve (akit) meclisinde belirlenmesi gerekir. Eğer akitte belirlenmiş ise işlem (selem gibi değil) bir eşya satımı gibi olur. Mezhepte bu bâtıl (geçersiz)dir.[219]

A'mâ selem yoluyla -ki sahih olduğu söylenmişti- veya peşin sa­tın alma yoluyla bir şeye mâlik olursa, onu kendisinin teslim alması sa­hih olmaz. Belki gözü gören birini belirlenen Özelliklere uygun olarak teslim almaya vekil tayin eder. Eğer a'mâ kendisi teslim alırsa, bu dik­kate alınmaz.

Mütevelli diyor ki: "Gözü gören bir kimse bir şey satın alsa, sa­tın aldığı şeyi teslim almazdan evvel a'mâ olsa bu alış-veriş sahih ol­maz. Fakat bu alış veriş kendiliğinden geçersiz hâle gelir mi? Bu hu­susta iki kavil vardır. En sahihi geçersiz olmamasıdır. Nitekim müslü-man olmayan bir kimsenin, müslüman olmayan bir köleyi satın alma­sı ve teslim alınmazdan önce kölenin müslüman olması halinde de hü­küm böyledir. [220]

A'mânın kitabet işleminde iki kavil vardır. Bunları Mütevelli ve diğerleri nakletmişlerdir. Bu iki görüşten en sahih olanı caiz olmasıdır.

Mütevelli özgürlüğü ağırlıklı olarak dikkate aldığından bunu sahih görmüştür. İkinci kavil caiz olmamasıdır. Beğavi bunun kesin olduğu­nu söylemiştir.[221]

A'mânın yapması sahih olmayan işlemlerde çıkış yolu, birisini vekil tayin etmesidir. A'mânın vekâlet vermesinin sahih olması ise za­ruretten dolayıdır. [222]

 

d. Zahirî Mezhebi:

 

A'mânın alım satım işlemleri sağlıklı kimselerde olduğu gibi sa­hihtir. A'mâ ile sağlıklı kimse arasında fark yoktur. Çünkü ne Kur'an'da ve ne de hadiste böyle bir farktan söz edilmemiştir. Allah alış verişi helâl kılmıştır. Bu hükme, a'mâ da gözü gören de dahildir. [223]

 

e. Zeydiyye Mezhebi:

 

İster doğuştan ister sonradan olsun a'mânın alış-verişi sahihtir. Alış verişten sonra gözü iyileşip görmeye başlarsa taşınmaz mallarda da di­ğerlerinde de muhayyerlik geri dönmez. Çünkü alıp sattığı şeyin Özellik­lerinin tanıtılması görmek yerine geçer. Bir başka kavle göre a'mâlık sonradan olmuşsa alış verişi sahihtir. Doğuştan ise sahih değildir. [224]

 

f. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:

 

Ravdat'ul Behiye isimli eserde Âmilî şöyle diyor: "Pekmez gibi tadı ile, misk gibi kokusu ile tanınan bir madde satılmak üzere piyasa­ya çıkarıldığında satımdan sonra kusurlu olduğu ortaya çıkarsa müşte­ri red etmekle kusur kadar fiatı indirmek arasında serbesttir. Yeter ki müşteri o malda iradesi ile fazla bir tasarrufta bulunmuş olmasın. Eğer bir tasarrufta bulunmuş ise kusur kadar eksik fiatla satın alma kesinleş­miş olur. Diğer mallarda da durum böyledir. İsterse müşteri a'mâ ol­sun. Çünkü a'mâ da eşyayı bir takım delillerle tanır. [225]

 

g. İbâdiyye Mezhebi:

 

Şerh'un-Neyl isimli eserde şöyle denmektedir: "Rengi ve şekli de­ğişmeyen mallarda esas olan görmektir, ancak a'mânm a'mâ olmadan önce bildiği malı alıp satması bir kavle göre sahihtir. İsterse alım satım sırasında malın yanında olmasın. Bir diğer kavle göre hazır olsa da sa­hih değildir. Çünkü (görmediği için) a'mânm orada bulunması, bulun­maması gibidir. İsterse mala dokunmuş olsun. Bu daha önceden bilmiş olsa da satış esnasında hazır bulunmayan kişinin satışını caiz görmeye­nin görüşüne göredir.

"Eğer a'mânın satın aldığı malı görmesi ile a'mâ olması arasında, malın değişeceği kadar bir zaman varsa satış caiz olmaz. Bu kavil Zâ-hir'üd-Divan'ın tercihidir. Bir diğer kavle göre değişmeyen malın satı­mı caizdir. Şu kadar ki malı a'mâ olmazdan önce bilmesi ve malın de­ğişmemiş olması gerekir. Bir diğer kavle göre mal a'mâ kimseye özel­likleri ile tanıtılmış ise veya kendisine "mal daha önce bildiğin gibidir" denmiş ise a'mânın alım satımı caizdir. Zira bu durumda a'mâ, gözü gören kimse gibi (malı tanımış) olur.

"Alım satımı görmeye dayalı olmayan -bir gece ve gündüzlüğüne veya günün dörtte biri için suyu satmak gibi- şeylerde sahih olan kav­le göre a'mânın alım-satımı caizdir.

"Bir diğer kavle göre a'mânın satışı sahih değildir. A*malığı ister doğuştan, ister sonradan olsun, malı ister a'mâ olmadan önce bilsin, is­ter bilmesin, mal ister değişmiş ister değişmemiş olsun, ister görmeye bağlı olsun, ister olmasın hüküm farketmez.

"Bir başka kavle göre görmeye bağlı olmayan malı a'mâ olmaz­dan önce görmeden satmış olsa, bu satışta kendisi için bir fayda varsa, satışı da bozmamışsa caizdir.

"Bir kavle göre o haramdır. Görmeyen kimsenin satışı bozması caizdir. (A'mâ) ölmüş olsa, varisleri de müracaat etmeseler yine satış bozulur. Bazıları müşteri ölürse de böyledir, demişlerdir.

"Bir başka kavle göre a'mânın basit şeyleri satması caizdir. İster­se (sattığı şeyi) görmemiş olsun.

"A’mânın alışı da satışı gibidir. A'mânın ve hasta kimsenin baş­kasının,1 malını satması caizdir. Bu durumda meseleyi a'mânm arkada­şının bilmesi, a'mâya malın özelliğinin anlatılması veya malı a'mânm bilmesi gerekir. A'mânın alması da satması gibidir.

"A'mâ için en uygun olanı gözü gören ve bilgisi olan birini alım satım işinde vekil etmesidir. A'mânın satışı, karısını boşaması, bağış yapmadı, vekil tayin etmesi, köle azâd etmesi, karısını boşamak üzere hul işlemi yapması, fidye vermesi, evlenmesi, zimmetinde bulunan mehri satması, a'mâ kadın ise almış olduğu mehri satması, zekât ola­rak verilen malı alması, borcu olması halinde borçlarını ödemesi ve ke­sin olarak emin bulunduğu işleri yapması sahihtir. Ancak bir kavle gö­re a'mâya vekâlet olmaksızın verilen zekât, zekâtı veren için geçerli değildir.[226]

 

11. A'mâlığın Halvetteki Tesiri[227]

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

Üçüncü kişi olarak a'mânın bulunması halinde halvet gerçekleş­mez. Çünkü a'mâ (görmese de) hisseden biridir. [228] El-lhtiyar isimli eserde: "Beraberlerinde gözleri görmeyen birinin bulunması durumunda, karı koca arasında sahih halvet gerçekleşmez" denmektedir. [229]

 

b. Hanbelî Mezhebi:

 

Gözleri görmeyen bir kimse bir kadınla nikahlansa ve kadın onun bulunduğu yere bırakılıp kapı kapanıp perdeler indirilse, a'mâ erkek kadının bulunduğu yere girdiğini bilmiyorsa kadın mehrin yarısını hak eder. Kadın kocasına karşı başkaldırsa veya cinsel ilişki içiro müsade etmese mehrinin tamamını alamaz. Çünkü kadın tarafından) ilişkiye imkan verilmemiştir. Bu durumda sanki halvet olmamış gibidir.[230]

 

c. Zeydiyye Mezhebi:

 

Şerh'ul-Ezhâr'da şu bilgileri görmekteyiz: "Bazı dunjimliarda yanlarında a'mâ bir kişinin bulunması halinde kadın eşinin kendisi ile cinsel ilişkide bulunmasına engel olamaz. Bu durumda a'm;,ânın hûç görmemesi, başbaşa kalanların oldukları yere bitişik halde bulunma­ması ve çiftin, yaptığı hareketlerin detaylarının farkında olmaması gerekir. [231]

 

12. A'ma Ve Şahitlik

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

Haşiyetu İbn Abidin'de şöyle deniyor: "A'mâ itimat edilen görüşe göre mutlak olarak şahitlik yapmaya elverişli değildir. Yani işitme yo­luyla şahitliklerin kabul edildiği hallerde bile a'mâ şahitliğe elverişli değildir. [232]

Adı geçen Haşiyenin tekmile'sinde şu bilgi vardır: "'A'mâmn kar­şılaştığı bir olayı şahitlik yapmak üzere izlemesi sahih değildir. Çünkü böyle bir şeyde şahidin şahitliğe konu olan şeyi görmesi şarttır. Ancak işitme yoluyla sabit olan ölüm, soy, evlilik ve vakıf gibi konularda gör­mek şart değildir. [233]

Gene İbn Âbidin Hâşiyesi'nde, şu bilgi vardır: "A'mâmn şahitliği kabul edilmez. Hakim mutlak olarak a'mâmn şahitliğine göre karar ve­remez. Hatta a'mâlığı şahitlikten sonra, karardan önce dahi olsa hüküm böyledir. Ancak işitme yoluyla bilgi sahibi olunan konularda böyle cleğildir. Çünkü bu konularda yalnız duymaya ihtiyaç vardır. Kişi a'mâ olsa da işitmesinde bir kusur yoktur.[234]

Adı geçen Haşiyenin tekmile'sinde şöyle denmektedir: "Hâkim a'mâmn şahitliğini kabul etmez. Yani gerek eşya gerekse borç hukuku­nu ilgilendiren herhangi bir davada a'mâmn şahitliği ile karar vermez. Dava konusu mal ıtaşınıır da olsa taşınmaz da olsa hüküm aynıdır. Bu­nun gerekçesi şudur: Ş;ıhitlik yapılırken davalı ve davacıyı göstererek birbirinden ayırmaya ihtiyaç duyulur. A'mâ ise bu tür ayrımı ancak ses ile yapabilir. Kendisini şahit gösteren hasım tarafından onu etki altın­da bırakılmasından korkulur. Sesler birbirine karışıp benzeşebilir. (Herşeye rağmen) hakim a'mâmn şahitliği ile karar verirse kararı ge­çerli olur. [235]

İbn Âbidin Haşiyesi'nde şöyle denmektedir: "Haneliler nikah ak­dinde velev ki a'mâ olsun iki şahidin bulunmasını şart koşmuşlar. [236]

Bu, nikahta a'mâmn şahitliğinin caiz olduğunu göstermektedir, b. Mâliki Mezhebi:

Haşiyet'ud-Dusûki'dz şöyle denmektedir: "A'mâmn söz ile ilgili davalarda şahitliği kabul edilir. Şahitlik konusu sözleri, a'mâ olmazdan önce veya sonra duymuş olması fark etmez. Çünkü sözler işitmek su­retiyle zaptedilir.

"Görmeye dayanan meseleler dışında işitmek, tatmak, dokunmak ve koklamak suretiyle hakkında bilgi edinilen konularda da a'mâmn şahitliği kabul edilir. Zira bu kabil meselelerde a'mâ ile a'mâ olmayan­lar eşittir.

"Hem a'mâ hem sağır olan kimsenin şahitliği kabul olun­maz. [237]

Kurtubî Ahkâm'ul-Kur'an'mda Bakara/282 ayetinin tefsirinde şöyle diyor: "Ayetteki: "Erkeklerinizden iki şahit bulundurun!" cümle­sindeki "erkeklerinizden" kelimesi a'mânın şahitliğe elverişli olduğu­nu göstermektedir. Şu kadar ki a'mâ kesin olarak bildiği şeylerde şa­hitlik yapar. Nitekim İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre şahitlikten sorulduğunda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Şu güneşi görüyor musun? Ya güneş gibi (apaçık) gördüğüne şa­hitlik et veya bırak!

"Bu hadis, şahidin şahitlik ettiği şeyi görmüş olmasının şart oldu­ğunu göstermektedir. Yoksa hata etmesi muhtemel olan bir takım delil­lerden hareket ederek şahitlik edilmez.

"Evet, a'mâ bir kimsenin eşini sesinden tanıdığı takdirde onunla cinsel ilişkiye girmesi caizdir. Çünkü ağır basan kanaate göre cinsel ilişki caizdir. A'mâ bir kişi bir kadınla evlense ve kendisine "senin ka­rın budur" denilse (bu sözü esas alarak) o kadım (önceden) tanımadığı halde onunla cinsel ilişkiye girmesi caiz olur. Nitekim a'mâ bir kimse­ye birisi ile bir hediye gönderilse, hediyeyi getirenin sözü ile bu hedi­yeyi kabul etmesi de caizdir.

"A'mâ bir kimseye filan adamın bir konuda ikrarda bulunduğu, bir şeyi sattığı, bir kimseye namusu ile ilgili olarak iftira ettiği, veya bir şeyi gasp ederek aldığı haber verilse, a'mânın bu habere dayanarak duyduğu şeyler konusunda şahitlik yapması asla caiz olmaz. Çünkü şa­hitliğin yolu kesin bilgidir. Şahitlik dışındaki meselelerde ağır basan kanaate göre hareket etmek caiz olur. Bunun içindir ki İmam Şafiî, İbn Ebî Leylâ ve Ebu Hanife şöyle demişlerdir: "A'mâ bir kimse a'mâ ol­mazdan önce bir şeyi bilirse, a'mâ olduktan sonra (onunla ilgili olarak) şahitlik etmesi caiz olur. Onunla hakkında şahitlik ettiği kimse arasın­daki a'mâlık engeli, şahitlik ettiği kimsenin kaybolması veya ölmesi gibidir. (Bir kimsenin kaybolması veya ölmesi hakkında duyarak bilgi sahibi olunacağından a'mânın o kimse hakkında şahitlik yapması caiz olur.)" İşte bu zâtların mezhebi budur.

"A'mânın gözü gördüğü zamanlarda hakkında bilgi sahibi olduğu konularda şahitlik etmesine engel olmanın doğru bir yanı yoktur.

"A'mânın meşhur haberle sabit olan soy konusunda şahitliği sa­hihtir. Nitekim a'mâ bir kimse Hz. Peygamber'den hükmü tevatür yo­luyla bildirilen şeylerden haber verebilir.

"Âlimlerden ses yolu ile haberdar olduğu konulurda a'mânın şa­hitliğini kabul edenler vardır. Bu görüşte olanlar sesi tanımak ile a'mâ­nın kesin bilgi derecesine ulaşacağını ve seslerin birbirine karışması­nın şekil ve renklerin birbirine karışması gibi olduğu düşüncesindedir­ler. Bu zayıf bir göüştür. A'mânın sese dayanarak şahitliğini kabul et­mek, görenin de sese dayalı sözlerine güvenmeyi gerektirir.

"Ben derim ki: İmam Mâlik'in mezhebi, sesi bildiği takdirde a'mânın sese dayanarak boşanma ve diğer konularda, şahitliğinin caiz olmasıdır.

"İbn Kasım şöyle diyor: "İmam Mâlik'e dedim ki: "Adam duva­rın arkasından komşusunu görmeden karısını boşadığım işitiyor. Se­sin komşusuna ait olduğunu biliyor. Bu konuda şahitlik edebilir mi?" İmam Mâlik bu soruya: "Bu kimsenin şahitliği caizdir" cevabım ver­miştir.

"Ali b. Ebi Talib, Kasım b. Muhammed, Şureyh el-Kindi, Şa'bi, Ata b. Ebî Rabâh, Yahya b. Saîd, Rabîa, İbrahim Nehaî, Mâlik ve Leys bu görüştedirler.[238]

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

A'mânın şahitliği kabul edilmez. Ancak a'mâ olmazdan önce bil­gi sahibi olduğu, meşhur olmuş bir konuyu duyduğu takdirde veya kendisi ile ilgili konularda şahitlik edebilir. [239]

Eşbâh ve'n-Nezâir'dç şöyle denmektedir: "A'mânın şahitliği an­cak şu dört meselede kabul edilir. Tercüme, soy, gözü görürken bilgi edindiği konular ve bir adamın kulağına (bir konuda) ikrarda bulunma­sı. Bu meselelerde hakim huzurunda şahitlik yapabilir.

"Şöhret yoluyla bilinen meselelerde a'mânın şahitlik etmesi husu­sunda iki kavil vardır. Bunların en sahih olanı makbul olmasıdır. Şu ka­dar ki lehinde ve aleyhinde şahitlik yapılanlar ve şahitliğe konu olan da­va, işarete ihtiyaç göstermeyecek derecede maruf (bilinir) olmalıdır.[240]

El-Ümm isimli eserinde İmam Şafiî diyor ki: "Bir adam bir olayı görüp onu algılasa, sonra bu olay hakkında şahitlik yapsa, şahitlik yap­tığı sırada a'mâ olsa şahitliği kabul edilir. Çünkü şahitlik yapıldığı sı­rada şahidin gözü görüyordu. Şu kadar ki gözü görürken bilgi sahibi olduğu bir konuda a'mâ iken şahitlik etmiştir. Onun şahitliğim reddet­meye bir sebep yoktur.

"A'mâ iken şahitlik yapıp "Ben bu olayı her yerde yaptığım gibi sesleri anlayarak veya hissederek tesbit ettim" dese, şahitliği caiz ol­maz. Çünkü ses sese, his hisse benzer."

İmam Şafiî daha sonra şöyle der: "A'mânın yerine başka şahitlik edecek biri bulunabilir. Çünkü insanların çoğu a'mâ değildir. A'mânın şahitliğini iptal etmekle ona bir zarar vermiş olmayız. Başkasının za­rureti herhangi bir kimse üzerine olmaz. A'mânın (içinde bulunduğu) zarureti kendisinedir. A'mâ şahitlik yapmaya mecbur da değildir. Baş­kası da a*mânın şahitliğine başvurmaya mecbur değildir. İçinde bulun­duğu zaruretten dolayı başkasına helâl olmayan şey a'mâya helâl ola­bilir. Mesela içinde bulunduğu zaruretten dolayı a'mâya ölü hayvan etini yemek helâl olurken zarureti olmayan birisine ölü hayvanın etini yemek helâl olmaz. A'mânın kendisi için yapacağı ictihad caiz, başka­sı için ictihad yapması caiz değildir. [241]

 

d. Hanbelî Mezhebi:

 

Muğni'dc şöyle denmektedir: "Sesten emin olduğu takdirde a'mâ­nın sese dayanarak bilgi sahibi olduğu konularda şahitlik etmesi caiz­dir. Zira Allah şöyle buyurmuştur:

Erkeklerinizden iki şahit bulundurun! (Bakara/282)

"Şahitlikle ilgili diğer ayetler de a'mânın şahitliğinin caiz olduğu­nu göstermektedir. Çünkü a'mâ adalet özelliğine sahip ve rivayeti makbul bir kimse olduğu sürece şahitliği kabul edilir. Çocuk böyle de­ğildir. Çocuğun a'mâdan farkı, adalet özelliğine sahip olmaması ve ri­vayetinin kabul edilmemesidir. Çünkü (a'mâda bulunan) işitme özelli­ği kesin bilgiyi elde etme yollarından biridir. Bazen a'mânın aleyhin­de şahitlik yaptığı kişi kendisi ile çokça birlikte olduğu birisi olabilir. A'mâ onun sesini kesin bir şekilde bilir. A'mânın böyle kesin bildiği kimse hakkında gören kişiler gibi şahitliğini kabul etmek gerekli olur. Bazı hallerde (a'mânın) kesin bilgi sahibi olduğunu inkar etmeye yol yoktur. Mal ile ilgili meselelerde gören kimse gibi işitmektedir. Hatta bazen görenlerden fazla işitebilir.

"Bir kimse bir eylem ile ilgili bilgi sahibi olup sonra a'mâ olsa, aleyhinde şahitlik yaptığı kimsenin adını ve soyunu biliyorsa şahitlik etmesi caiz olur. Çünkü a'mânın görme duyusunu kaybetmiş olması, mükellef olmasını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla bu durum şahitliğin kabulünü engellemez. Eğer a'mâ aleyhinde şahitlik yaptığı kimsenin adını ve soyunu bilmez, fakat kendisi ile fazla ülfeti olduğu için sesini tanırsa şahitlik etmesi sahih olur.

"Bir kimse hakim huzurunda şahitlik edip, edâ ettiği şahitlikle karar verilmezden önce a'mâ olsa verilen hüküm caizdir. Çünkü a'mâlık şahitliğin eda edilmesinden sonra meydana gelmiştir. Böyle bir durum, şahidin şahitliği edâ ettikten sonra vefat etmesi gibidir, do­layısıyla onun şahitliğine bir itham yöneltilerek şahitliğinin kabulünü engellemez.[242]

"Bir zina olayının şahitlerinin hepsi veya bazıları a'mâ iseler, şa­hitlikleri kabul edilmeyip kendilerine (kazif cezası olarak) had vurulur. Çünkü gözleri görmeyen kimseler (zina olayını göremedikleri için) ya­lan söyledikleri kabul edilir, zira onlar kesinlik ifade edecek derecede gördükleri bir şeyin şahitliğini yapmamışlardır. A'mâ kimse eylemle ilgili meselelerde şahit olmaya ehil değildir.[243]

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

Zahirîlere göre a'mânın şahitliği sağlıklı kimseler gibi kabul edi­lir. Gerek sağlıklı, gerekse a'mâ olan kimse ancak kesin bildiği şeyler hakkıda şahitlik edebilir. A'mâ olan kimse konuştuğunun kim olduğu­nu kesin olarak bilmezse, eşi ile cinsel ilişkide bulunması helâl olmaz. Çünkü belki o kadın (eşi değil) bir yabancıdır. Keza konuştuğunun kim olduğunu kesin olarak bilmezse birisine borç para veremez. Zira belki o (tanıdığı birisi olmayıp) başka birisidir. Keza konuştuğunun kim ol­duğunu kesin olarak bilmeseydi alış veriş yapamazdı.

Öte yandan insanlar (kendilerini görmeden) perde arkasından ko­nuştukları halde mü'minlerin annelerinin (Hz. Peygamber'in hanımla­rının) sözlerin kabul etmişlerdir.

Yüce Allah delil olarak ortaya konan şeyin kabulünü emretmiş, delilin a'mâdan veya gören kimseden olmasını şart koşmamıştır. Allah Teâlâ unutmaz. (Yani, a'mânın şahitliği kabul edilmeyecek olsaydı, Al­lah bunu bildirirdi.)[244]

 

f. Zeydiyye Mezhebi:

 

Zeydiyye mezhebine göre şahitlik yapıldığı sırada yeniden gör­meye ihtiyaç gösteren konularda a'mânın şahitliği kabul edilmez.

Bu mezhepte özet olarak a'mânın şahitlik yaptığı hususlar şunlardır:

a. Şahitlik yaparken tekrar görmeye ihtiyaç hissedilmeyen konular.

b. Şahitlik sırasında tekrar görmeye ihtiyaç hissedilen konular.

Birinci durumlarda a'mânın şahitliği kabul edilmez. Elbise veya köle alışverişi gibi. Şu kadar var ki elbise veya köle alan ve satanın iz­ni ile emanet olarak a'mâ olmazdan önce yanında bulunuyor idiyse bunlar hakkında da şahitlik edebilir.

Evlenmek, soy, vakıf yapmak, ölme ve velâ akdi gibi meşhur olup (duymakla) bilinen ikinci tür meseleler hakkındaki bilgisi a'mâ olduktan sonra da, önce de meydana gelmiş olsa şahitliği kabul edilir. Meş­hur olmakla bilinen meselelerden değilse ve bilgisi a'mâ olduktan son­ra meydana gelmiş ise şahitliği kabul edilmez.

Bir başka kavle göre a'mânın şahitliğinin kabul edilmemesi, sese dayalı bilgi ile şahitliğin sahih olmaması esasına dayanır. Eğer şahitli­ğin bilgiye dayanması söz konusu ise kabul edilir. Sahih olan o dur ki a'mâ sesi tanır ve bu tanıma bir bilgi ifade ederse buna dayanan şahit­lik kabul edilir. Aksi halde kabul edilmez.

Bazı âlimlere göre a'mânın şahitliği bilgi söz konusu ise akitlerde kabul edilir. Sesi tanıma durumunda ikrar hakkında da a'mânın şahit­liği kabul edilir.

Bir kimse a'mânın kulağına bağırarak başkası ile ilgili bir şeyi ik­rar etse, a'mâ da bu bilgiyi kendi bilgilerine eklese ve ikrar edilen ko­nu ile ilgilense, konuyu hakime iletip o kişinin ikrarı ile ilgili olarak şa­hitlik yapsa bu meselede a'mânın şahitliğinin kabulü hakkında iki gö­rüş vardır:

a. Kabul edilir. Çünkü kesin bilgi vardır.

b. Kesinlikle kabul edilmez. Zira a'mânın mesele ile ilgisinin de­recesini tesbit etmek zordur.[245]

Gene Şerh'ul-Ezhâr isimli kaynakta şu bilgiler vardır: "Nikah ak-dindeki iki şahid a'mâ olsa, her ne kadar iki a'mâ şahid ile mahkeme kararı vermek sahih olmaz ise de nikah akdi için iki a'mânın şahitliği yeterlidir. [246] Çünkü bunlar sesi tanımaktadır."

g. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:

Ravdat'ul-Behiyye isimli eserde şöyle denmektedir: "Şahitliğin dayanağı şahitlik yapılan konu hakkında kesin bilgi sahibi olmaktır. Veya adam öldürme, emme, hırsızlık, gasp, doğum, zina ve homosek­süellik gibi görmenin yeterli olan konularda görmektir. [247]

Bu bilgilerden a'mânın İmamiyye mezhebine göre şahitliğinin sa­hih olmadığı anlaşılmaktadır.

 

h. İbâdiyye Mezhebi:

 

Şerh'un-Neyl isimli kitapta şu bilgileri görmekteyiz: "Şahidin her konuda işiten ve gören biri olması şart değildir. Eğer şahitliğin konusu işitme ve görmeye ihtiyaç gösteriyorsa, o takdirde bunlar şart olur. Bu­na göre a'mâ söz (konuşma) içeren konularda, sağırda (görmeye daya­nan ve) eylem içeren konularda şahitlik yapabilir.

"A'mânın konuşan kimsenin sesini tanıdığı ve bir insan topluluğu içinde konuşmasını anlayarak ayırabildiği her konuda şahitliğinin caiz olduğu söylenmiştir."

Divan'da şöyle denmiştir: "A'mânın özelliğini bildiği konularda şahitliği caizdir. Konuyu görme özelliğini kaybetmezden önce de bil­se, sonra da bilse durum aynıdır. Nikah, boşanma, azad etme, soy, in­san hayatı ve mali konularda yapılan işlemler ve saldırılarla ilgili ik­rarda bulunmak gibi.

"A'mânın görme Özelliğini kaybetmezden önce bilgi sahibi oldu­ğu konularda şahitlik yapmasının caiz, görme duyusunu kaybettikten sonra bilgi edindiği konularda şahitlik yapmasının caiz olmadığı yo­lunda bir görüş de vardır.

"Gözü gören sağlıklı bir kimse geceleyin bir olaya tanık olsa, bu konuda açık seçik bildiği şeylerin tanıklağını yapar. Açık seçik bilme­diği şeylerin tanıklığını yapamaz.

"Meşhur haber şeklinde duyularak ölüm, soy, nikah gibi konular­da, aralarında yetiştiği ve onlardan biri olduğu ve itham edilmediği du­rumlarda a'mânın şahitliğinin caiz olduğu rivayeti de vardır.

"Ebu'l-Havâri şahitliğin azazi ve hurma bahçesi ile ilgili olması ve buraları hududlan ile tanımlaması kaydını getirmiş, ayrıca a'mânın şa­hitliğinden adil iki kişinin, durumun a'mânın tanıklık ettiği gibi oldu­ğuna dair şahitlik etmesi gerektiğini ileri sürmüştür.

"A'mânın soy konusundaki "filan oğlu filan şöyledir, veya böyle­dir" diyerek yaptığı şahitlik caiz görülmüş, "bu filan oğlu filandır" di­yerek yaptığı şahitlik caiz görülmemiştir. Zina veya hırsızlık gibi had cezaları ile ilgili konularda, olaya a'mâ olmazdan önce tanık olsa bile şahitliği caiz görülmemiştir.

"A'mânın ve bunamış kimsenin sağlıklı iken tanık oldukları bir olayın şahitliğine dair şahitlik caizdir. Ayırca a'mânın emme, nikah ve eşini boşamış kişinin tekrar eşine döndüğüne dair şahitliği caizdir.[248]

 

13. A'mânın Avlanmasının Ve Hayvan Boğazlamasının Hükmü

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

Hâşiyetu İbn Abidin'de: "A'mânın hayvan boğazlamasının mek­ruh olması gerekir" denmiştir. [249]

 

b.  Şafiî Mezhebi:

 

Nevevî Mecmu'unda şöyle demektedir: "A'mânın hayvan kes­mesi mekruhtur. Çünkü belki boğazlama işleminde hata edebilir. Eğer usulüne uygun boğazlayabilirse helâl olur. Zira onda eksik olan sadece görmektir. Bu ise onun boğazlamasının haram olmasını gerek­tirmez. [250]

Gene Mecmu'da şöyle deniyor: "A'mânın hayvan boğazlaması, tenzihen mekruhtur. Bunda ihtilaf yoktur. İki kavilden en sahih olanına göre ok atmak ve köpek salmak suretiyle avlanması helâl olmaz. [251]

Gene Mecmu'da. şu bilgiler bulunmaktadır: "A'mânın hayvan bo­ğazlaması ihtilafsız helâldir. Fakat tenzihen mekruhtur. Atışla ve köpek salarak avlanması konusunda Horasanlıların kitabında iki meşhur ka­vil vardır. Bunların en sahih olanı haram olmasıdır. Çünkü o avı gör­mez. Bu itibarla köpek göndermesi sahih olmaz.

"İkinci kavle göre boğazlaması gibi avlanması da helâl olur. Bu görüşlerden her birini kesin ifade ile söyleyip benimseyen gruplar vardır.

"Kesin haram olduğu görüşüne katılanlardan biri Şâmil sahibidir. Râfiî de kitabında bunun sahih olduğunu bildirmiştir.

"İmam'ul-Haremeyn şöyle diyor: "Her iki kavil de a'mânın avı hissetmesi ve bunun üzerine (köpeğini) salmış olmasına bağlıdır."

"Râfiî de şöyle diyor: "Doğrusu bu meseledeki ihtilâf, gören biri­nin a'mâya avı haber vermesi üzerine köpeğini salıp, okunu atmasına bağlı."

"Beğavi meseleyi böyle tasvir etmiştir. Çokları da bu iki görüşü kayıtsız olarak ifade etmişlerdir.[252]

Suyûti Ebşah ve'n-Nezâir'indz şöyle diyor: "A'mânın köpek sala­rak veya atış yaparak avlanması sahih olan kavle göre haramdır. [253]

 

c. Zeydiyye Mezhebi:

 

Ravd'un-Nadîr isimli eserde şöyle deniyor: "A'mânın hayvan bo­ğazlaması geçerlidir. [254]

 

d. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:

 

Eğer amâ (köpeği salmak ve atış yapmak sırasında) avı (avlama­yı) kastetmiş ise avladığı helâldir. Aksi halde değildir. [255]

 

e. İbâdiyye Mezhebi:

 

Hayvanı boğazlama işini iyi yaparsa a'mânın boğazlaması caizdir.[256] Tevhid ehli (yani müslüman) ve akıllı kimsenin a'mâ da olsa hay­van kesmesi caizdir. Caiz olmadığı da söylenmiştir. [257]

 

14. A'mânın Yönetici Ve Hakim Olması

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

A'mâ kimse hakim ve devlet başkanı olmaya elverişli değildir. A'mâ yönetici ve vasî olmaya da elverişli değildir. [258]Bedâi'dt şöyle denmektedir: "Hakim olmaya elverişlilik için bir takım şartlar vardır. Bu şartlar şunlardır:

a. Akıllı olmak.

b. Baliğ (ergenlik çağı ve yukarı yaşta) olmak.

c. Müslüman olmak.

d. Hür olmak.

e. Gözü görür olmak.

f. Konuşma özürlü olmamak.

g. Kazif haddi cezasına çarptırılmamış olmak.

"Bu şartların gerekçeleri şahitlik bahsinde zikredilmiştir. Netice itibariyle deli, çocuk, kâfir, köle, a'mâ, dilsiz ve had cezasına çarptırıl­mış kimseyi hakim olarak görevlendirmek caiz olmaz. Çünkü hakim­lik yetkisi veli olma (kamuyu koruyup gözetme) kabilinden bir görev­dir. Zira velilik konusunda en büyük yetkilerden biridir. Yukarda sözü edilenler ise veli olma hususunda en aşağı derecede bulunan şahitlik ehliyetine bile sahip değillerdir. Daha yüksek derecelerde velayet özel­liği hakimlik için ehil olmamaları en uygun olandır. [259]

İbn Âbidin Haşiyesi'nde şöyle denmektedir: "Hakim doğrudan sa­pıp ciddi kusurlar işlese, dinden dönse veya a'mâ olsa daha sonrada durumu düzelse ve gözü iyileşse gene hâkimlik yapmaya devam eder. Fakat düzelmezden önceki verdiği kararlar geçersizdir.[260]

 

b. Mâliki Mezhebi:

 

Haşiyet'ud-Dusûki isimli eserde şöyle denmektedir: "Hakim'in görme, konuşma ve işitme duyularının sağlıklı olması gerekir. A'mâ, dilsiz ve sağır kimselerin hakim olarak görevlendirilmeleri caiz değil­dir. Şayet hakim olarak bir karar vermiş ise a'mâ, dilsiz ve sağırın ver­diği karar geçerlidir. Yani verdikleri karar eksik değildir. Çünkü bu ku­surların olmaması, velayet için şart olmadığı gibi, velayetin sahih ol­masının devamında da şart değildir. Fakat bu kusurların yokluğu baş­langıçta da devamında da vacibtir. Vacib olması ise, şart olmasından başka bir şeydir. Bu üç kusurun: sağırlık, dilsizlik ve a'mâlığın bulun­maması söz konusu olmadıkça bir kimsenin ne başlangıçta hakim ola­rak atanması, ne de hakimlik görevine devam etmesi caiz değildir. Bunlardan biriyle malûl olan kişinin verdiği karar sahih olmakla bera­ber hakimliğe atanması ve devam etmesi caiz değildir.

"Bunun anlamı şudur: Bu üç kusurdan biri kendisinde bulunan kimsenin verdiği hüküm geçerlidir. Fakat bu kusurlardan ikisi veya üçü bulunursa göreve atansa bile görevde bulunması gerçekleşmez.

"A'mânın fetva makamına atanması caizdir. [261]

Mevahib'ul-Celil isimli eserde şu bilgileri görmekteyiz: "A'mâ hakimin verdiği karar geçerli olmakla birlikte, onun görevden alınma­sı vacibtir. Çünkü gözün sağlam olması, velayetin sahih olması için şart değildir. Fakat görme özelliğinin bulunması vacibtir. Bu özelliğin yokluğu halinde verilen kararlar geçerli ise de hakimin görevden düş­mesi gereklidir."

Mukaddimat isimli eserde şöyle denmektedir: "Velayetin sahih ol­ması için şart olmayan fakat yokluğu halinde velayetin feshini gerek­tiren özellikler işitir, görür, konuşur ve adil olmaktır. Bir kimsenin velâyet (kamu yönetimi) görevini üstlenmesi için bu özelliklerin kendi­sinde toplanması vacibtir. Bu özelliklerin kendisinde toplanmadığı ne zaman fark edilirse görevinden alınır. Fakat geçmişte verdiği kararlar geçerlidir.[262]

 

c.  Şafiî Mezhebi:

 

Bu mezhebe göre gözleri görmeyen kişi (a'mâ) hakim de olamaz devlet başkanı da olamaz. [263] A'mâ sultan da olamaz. [264] A'mânın müf­tü olması (fetva makamına atanıp fetva vermesi) caizdir. [265] Bir ka­vile göre A'mâ nikahta veli de olamaz. [266] Eşbah'ta şöyle denmek­tedir: "A'mânın nikahta veli olması hususunda iki kavil varsa da, en sahih olanı veli olmasıdır. [267]

A'mânın bir kavle göre vasî olması caiz değildir. [268] Nikah­ta veli olması hususunda meşhur iki kavil vardır. Bunlardan biri (bir kimseyi veli sıfatı ile) evlendirmesinin sahih olmamasıdır. Bu iki kav­lin en sahih olanına göre ise veli olması sahihtir. Buna göre a'mâ (ve­li olarak) birisini evlendirse ve mehir kusurlu olsa, bu durumda mehri müsemma (nikah sırasında üzerinde anlaşmaya varılan mehir) sabit ol­maz. Belki mehr-i misil (kadının baba tarafından yakım olan bir kadın yakınının mehrinin benzeri) gerekli olur. [269]

 

d. Hanbelî Mezhebi:

 

Hakimin işitme ve görme duyularının sağlıklı olması gerekir. [270]

İbn Kudame el-Makdisi'nin Muğni isimli eserinin kenarında yer alan Şerh-i Kebir'indz şöyle denmektedir: "Hakim olmak için bir takım şartların bulunması gerekir. Bunlardan biri görür olmaktır. Çünkü gör­mek şahitlikte etken olan duyulardan biridir. Onun yokluğu hakim ol­ma velayetini engeller. A'mâ olanın şahitliği kabul edilmeyince hakim olmaması da uygun olur.[271]

Şuayb peygamberin (a'mâ olduğuna dair) söylenen haberler red­dedilmiştir. Çünkü onun a'mâ olduğu isbat edilmemiştir. Bu sabit olsa bile burada bir bağlayıcılığı yoktur. Zira Hz. Şuayb'a iman eden insan­ların sayısı az idi. Belki onlar azlığı ve insaflı davramşlan sebebiyle mahkemeye ihtiyaç duymuyorlardı. Hz. Şuayb (a'mâ olsa bile) bizim meselemizde delil olmaz. [272]

Muğni'âç, şöyle denmektedir: "A'mâ bir kişinin nikahta veli olma­sı caizdir. Zira Hz. Şuayb a'mâ olduğu halde kızını evlendirmiştir. Ni­kahtaki maksat işitmek ve meşhur olmakla bilinir. Bunda görmeye ih­tiyaç yoktur. [273]

 

e. Zeydiyye Mezhebi:

 

Bir adamın hakim olabilmesi için gözünün görmesi şarttır. (O ne­denle) A'mânın hakim olması sahih değildir. [274]

 

f. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:

 

Hakim ve müftü olmak için lüzumlu şartlardan biri meşhur olan kavle göre gözü görür olmaktır. [275]

 

g. İbâdiyye Mezhebi:

 

Sağır, dilsiz ve a'mânın kamu yönetimi görevine atanması caiz değildir. (Atanmışlarsa) görevden alınmaları gerekir. Velev ki bu ku­surlar sonradan meydana gelmiş olsun. Çünkü bu kusurlara sahip olan­lar anlama ve anlatma melekesinden yoksundurlar.

Bir kavle göre a'mânın hakimlik ve diğer görevlere atanması ca­izdir. Divan'âa "Müslümanların a'mâ kimseyi hakim veya insanların işlerini göremeyecek derecede zayıf birini yönetici yapmamaları gere­kir. Ancak başkasını bulamazlarsa bir sakınca yoktur" denmektedir.[276]

Kâsimî vali olmanın şartları konusunda şöyle diyor: "Vali olacak kişi hür ve erkek olmalı, görme, konuşma ve işitme kusuru olmama­lıdır. [277]

 

 

15.A'mâvehidâne[278]

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

ibn Âbidin Haşiyesi'nde: "A'mânın hidânesine gelince, çocuğu koruması mümkün ise, hidâneye ehildir. Koruması mümkün değilse ehil değildir. (Yani bu takdirde çocuğun bakım hakkı kendisine veril­mez)" denmektedir. [279]

 

b. Mâlikî Mezhebi:

 

Çocuğun bakımını üstlenmenin şartlarından birisi, kadın olsun er­kek olsun hidâne hakkına sahip olan kişinin yeterli olmasıdır. Yani ço­cuğun ihtiyaçlarını görmeye gücü yeter olmaktır. Buna gücü yetmeyen çocuğun bakımını üstlenemez. A'mâlık da güç yetmeme sebeplerin­dendir. [280]

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

Suyûti'nin Eşbah ve'n-Nezâir'inds şu bilgileri görmekteyiz: "A'mânın hidâne hakkı var mıdır? İbn Rif a der ki: "Mezhebimiz âlimlerinden bu konuda bir görüşü olanı görmedim. Şu kadar ki onun sö­zünden a'mâlığın hidâneye engel olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü o şöyle demiştir: "Eğer anne kendi başına ihtiyaçlannı göremeyen çocu­ğu koruyorsa, (onun sadece koruması hidâne hakkının kendisine veril­mesi için yeterli) değildir. Zira her davranışında kontrol altında olmaz­sa çocuk zarar görebilir."

"Bu ifadeden, a'mâlığın hidâne hakkına mâni olduğu neticesi çıkar. Çünkü a'mâ yukarda belirtildiği gibi bir kontrolü gerçekleşti­remez.

"Ezraî Kût isimli eserinde şöyle diyor: "İbn'ul-Berzi fetvalarında a'mâların hidanesi hakkında şu cevabı vermiştir: "Bu konuda yazılı bir şey görmedim. Kanaatim odur ki bu konudaki hüküm çeşitli durumla­ra göre değişmektedir. Eğer çocuğun korunması, gerekli tedbirlerin alınması ve yararına olan çalışmalann yapılması ve kötü durumlardan, çocuğa gelecek zaralardan korunması a'mâ tarafından gerçekleştirilebiliyorsa a'mânın hidâne hakkı vardır. Aksi halde yoktur."

"Hama'nın baş kadısı hidâne konusunda a'mâlığın bir engel olma­dığına dair fetva vermiştir. Şu şartla ki hidâne hakkını alan a'mâ veya kendisine yardım edenler tarafından çocuk için gerekli hizmetler yeri­ne getirilmelidir.

"İbn Sabbağ'ın akranlarından Miftah isimli eserin şârihi Abd'ul-Melik b. İbrahim el-Makdisi el-Hemedâni Fetâvâ'smda a'mâlara hidâ­ne hakkı olmadığını bildirmiştir. Ezraî: "İhtimal ki en doğrusu budur" demiştir.[281]

 

d. Zeydiyye Mezhebi:

 

Şerh'uî-Ezhâr'dâ şöyle denmektedir: "Hidâne hakkını düşüren şeylerden biri delilik ve benzeri hallerdir. Cüzzam ve a'mâlik gibi hoş­lanılmayan her durum için hüküm aynıdır. [282]

Hidâne hakkı, hak sahibinde a'mâ olmak gibi hoşlanılmayan bir durum var ise, başkasına geçer.[283]

 

16.A'ma Ve Clhad

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

Acizliğinden dolayı a'mâya cihad farz değildir. Çünkü Hz. Allah ....a'mâya harec yoktur buyurmuştur. (Fetih/17)

Bu ayet, özür sahibi oldukları için cihada katılamayanlar hakkın­da nazil olmuştur. [284]

 

b.  Mâlikî Mezhebi:

 

A'mâdan cihad (ile ilgili emir) düşer. [285]

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

Mecmu'da. şöyle denmektedir: "A'mâ savaşa katılmaya elverişli değildir. Ancak hacc konusunda durum böyle değildir. [286]

Eşbah'tada: "A'mâya cihad yoktur" denilmiştir. [287]

 

d. Hanbelî Mezhebi:

 

Muğni'dz şöyle denmektedir: "Cihadın farz olması için sağlıklı olmak şarttır. Sağlıklı olmanın şartlarından biri de a'mâ olmamaktır. Çünkü Hz. Allah: "A'mâya harec yoktur" (Fetih/17) buyurmuştur.

"Bilindiği üzere a'mâ olmak, cihadı engelleyen mazeretlerden bi­ridir. [288]

İbn Teymiye Siyaset-i Şer'iyye isimli kitabında şöyle diyor: "Meş­ru savaşın aslı cihaddır. Cihadın maksadı dini Allah için hâlis kılmak, Allah'ın sözünü en yüce eylemektir. Buna kim engel olursa onunla sa­vaşılır. Bu hususta müslümanlann ittifakı vardır. Savaşmaya elverişli olmayan kadın, çocuk, ihtiyar, din adamı, a'mâ, kötürüm ve benzerle­ri âlimlerin çoğunluğuna göre (savaş sırasında) öldürülmez. Ancak bunlardan söz ile veya fiilen savaşa katılanlar olursa öldürülür. Her ne kadar sadece kâfir oldukları için kadınlar ve çocuklar dışında hepsinin öldürülmesi görüşünde olan âlimler varsa da bu âlimler kadınların ve çocukların ganimet olduğundan öldürülmez demişlerdir- doğru olan birinci görüştür.[289]

Muğni'de: "Cihad sırasında a'mâ öldürülmez. Çünkü o savaş ehli değildir. Eğer savaşa katılırsa veya savaşa yardım eden bir görüş sahi­bi ise öldürülür" denmiştir. [290]

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

İbn Hazm'ın Muhallâ'sında şöyle denmektedir: "Müşrik olan a'mânın savaş sırasında öldürülmesi caiz olduğu gibi öldürülmemesi de caizdir. Çünkü Hz. Allah şöyle buyurmuştur:

Müşrikleri nerede bulursanız Öldürün. Onları yakalayın ve hap­sedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tev-be eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. (Tevbe/5)

"Ayetteki müslüman olmadığı sürece müşrikin öldürülme emri, a'mâyı da içine alan genel bir ifadedir."

İbn Hazm buna aykın görüşte olanların delillerini ve tenkidini de zikretmektedir. [291]

 

f. Zeydiyye Mezhebi:

 

Şevkâni Neyl'ül-Evîar'mda. Hz. Peygamber'in ihtiyar, çocuk ve kadınların savaşta öldürülmemelerini tavsiye ettiği hadislere yer ver­miş ve daha sonra şöyle demiştir: "Hadislerde bildirilen ortak özellik­ten hareketle -ki bu ortak özellik savaş sırasında faydası ve zararı ol­mamaktır- a'mâ, kötürüm ve benzerleri, yani bir fayda ve zararı söz konusu olmayanlar da öldürülmezler.[292]

 

g. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:

 

Ravdat'ul-Behiyye isimli eserde şöyle denilmektedir: "Kendileri­ne cihad farz olan kişilerde görme özelliği olması şarttır. Kendisine rehber olacak birini ve bineği bulsa bile a'mâya cihad farz değildir. Bu müşriklerle onları İslâm'a davet için yapılan cihada göredir. Müslü­manları baskısı altında bulunduran ve memleketlerini istila edip malla­rım alma korkusu olan -sayıları az da olsa- kâfirlere karşı koyacak sa­vaşta ise gücü yeten herkese bunlara karşı koymak farz olur. Bu husus­ta kadın erkek, hür, köle, sağlıklı, hasta ve a'mâ eşittir. [293]

Muhtasar'un-Nâfı'de şöyle denmektedir: "Cihadın farz olması için gereken şartlardan biri, a'mâ olmamaktır. [294]

 

17. A'ma Ve Cızye[295]

 

a. Şafiî Mezhebi:

 

A'mâya cizye vergisi konulup konulmayacağı hususunda iki gö­rüş vardır. Mezhepde tercih edilen görüş, a'mâdan cizye alınacağı şek­lindedir. [296]

 

b. Hanbelî Mezhebi:

 

A'mâya cizye yoktur. Çünkü o kimsede iyileşmesi ümid edilmeyen bir rahatsızlık vardır ki o bu rahatsızlığı sebebiyle savaşa katılma­ya muktedir olamaz.

 

18. Kısasta A'mânın Durumu

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

Feth'ul-Kadir tekmilesinde: "A'mâyı öldüren a'mâ olmayan kişi kısas yoluyla öldürülür" denmiştir.

İbn Âbidin Haşiyesi'nde şöyle deniyor: "A'mânın gözüne ilişkin işlenen cinayette kısas yoktur. Bu durumda mahkemenin uygun göre­ceği ceza vardır.

 

b. Mâliki Mezhebi:

 

Mevahib'üİ-Celil'âe şöyle denmektedir: "A'mânın gözüne (karşı işlenen bir cinayetten dolayı) kısas yoktur. Çünkü a'mânın gözbebeği felç olmuş el gibidir. Nitekim felç olmuş ele karşı işlenen cinayette kı­sas yoktur.

Gene aynı kaynakta şu bilgiler vardır: "Gözdeki bir yaralama ne­deniyle gözün görme özelliği kaybolursa, yaralayana kısas uygulanır. Bir kimseyi yaralayana da kısas vardır. Bu yaralama sebebiyle adamın görme özelliği kaybolmuş ise bundan dolayı da cinayeti işleyene kısas yapılır. Cinayeti işleyene cinayet işlediği kişiye yaptığının aynısı yapı­lınca maksat hasıl olur. Aynısı yapılamamışsa cinayet işleyen eksik ka­im diyet ile öder.

"Göze hiç bir şey olmayıp görme özelliği koybolmuş ise, müm-se kısas uygulanır. Mümkün değil ise diyet ödenir. urmak suretiyle yüz güzelliğine bir şey olmaksızın sadece görme özelliği kaybolan gözün diyeti 500 (dirhem)dir.[297] Bu durumda göz çıkaran kasıtlı bile olsa kısas uygulanmaz. Çünkü bu yoldan başka kı­sasa ulaşmak mümkün değildir. Kaybolan tüm menfaata ulaşmanın yo­lu budur. Üstelik kendisine saldırılan kişinin bedeninden bir şey eksil-memiş ve güzelliği bozulmamı star. Görmenin kaybolması hususunda yardımcı olandan tam diyet alınır. Kasıtlı da olmuş olsa kısas yoktur. Saldında bulunan kimseden diyet alınmakla beraber ayrıca kendisine bir ceza verilir."

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

A'mânın gözü karşılığında sağlıklıklı gözü olan kimsenin gözüne karşı kısas uygulanmaz. [298] A'mânın gözleri karşılığında diyet de yok­tur. Fakat a'mânın göz kapağında diyet vardır ve gözü gören kimse a'mânın göz kapağına zarar verirse (bunun karşılığında) onun göz ka­pağı kesilir. [299]

El-Ümm isimli eserinde İmam Şafiî der ki: "Tek gözü gören kim­semin gözüne zarar veren) sağlıklı kişinin gözü (kıyas olarak) çıkarı­lır. Bunun tersi de söz konusudur. Gözü sağlıklı olanla tek gözü olan (bu konuda) eşittir.

"Göz çıkarma işi kasıtlı olmuş ise, gözü çıkarılan kişi dilerse gö­zünü çıkarana kıyas yaptırır. Şayet göz çıkarma işi hata ile olmuş ise diyeti, iki senede ve gözü çıkaranın âkılesi[300] tarafından ödenmesi esas olmak üzere 50 devedir. Bir sene geçince 50 devenin üçte ikisi, ikinci senenin geçmesiyle de (geri kalan) üçte biri ödenir. Bu hükmün delili Hz. Peygamber'in şu hadisidir:

Göze (karşı işlenen cinayetlerde gözün karşığılı olarak) elli deve vardır.

"İki göz birden çıkarılmış ise (diyet maktan) yüz devedir. [301]

Gene El-Ümm isimli kitabında İmam Şafiî der ki: "Bir adam bir adamın gözünü çıkarırsa bu yaptığı hıyanetin cezası kendinedir. Eğer bunu kasıtlı yapmış ise kendisine kısas yapılır. Ancak gözü çıkarılan kimse diyet istiyorsa, bu durumda bu cinayeti işleyenin malından diyet olarak 50 deve verilir, âkılesine ödetilmez. Eğer cinayet hata olarak meydana gelmiş ise âkılesine ödetilir. Diyetin tamamı olan elli devenin üçte ikisi bir yıl geçtikten, üçte biri ise iki yıl geçtikten sonra ödenir.[302]

 

d. Hanbelî Mezhebi:

 

Muğni'de, şöyle denmektedir: "Kısas olarak göze karşı göz çıkarı­lır. Bu meselenin delili Maide suresi 45. ayetindeki "...göze göz..." ifa­desidir. Çünkü göz bir ekleme ulaşmaktadır. Tıpkı elde olduğu gibi on­da da kısas uygulanır. Bir kimse, birisine tokat atarak gözünü kör etse, kör etmek için tokat atarak kısas uygulanmaz. Çünkü aynı sonucu al­mak imkansızdır. Kısas cinayeti işleyenin gözü çıkarılmadan görme Özelliği yok edilerek uygulanır. [303]

 

e. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:

 

Huliy'in Şerai'ul-İslâm isimli eserinde şöyle denmiştir: "Bir grup birleşerek bir adamın elini kesseler veya gözünü çıkarsalar madur olan adamın hepsine kısas uygulama hakkı vardır. Ancak bu durumda her birine kendi hakkının fazlasını ödetikten sonra kısasa başvurur. Fakat sadece bir tanesine kısas uygulatılıp diğerlerinden cinayetlerinin diye­tini alır. [304]

Gözlerin her ikisi için de diyet vardır. Her bir göz için diyetin ya­rısı vardır. Gözün sağlıklı, çok iyi görmeyen, şaşı ve patlak olması hükmü değiştirmez. [305]

İki gözün görme yeteneği için tam diyet vardır. Bir kimse (bir olay sebebiyle) gözünün görme özelliğinin gittiğini iddia eder, bu konuda uzman iki şahit veya iki erkek bir kadın tanıklık ederse iddia sabit olur.

Adam görme kabiliyetini kaybettiğini iddia ediyor, fakat gözleri duru­yorsa kasame yemini yaptırılır ve davacının haklılığına karar verilir.[306]

Bir kimse a'mâ olan birine (kısas) uygulatamaz, ancak a'mâdan diyet alır. Çünkü a'mâlik (kısas yerine diyet uygulamak için) zorunlu bir sebeptir. [307]

Gözde kısas vardır. İsterse tek gözü görür birisi olsun. Tek gözü olan bir kimsenin sağlıklı gözünü, iki gözü de gören bir kimse çıkarır­sa, dilerse madur da onun bir gözünü kısas olarak çıkartır. Bu durum­da ayrıca yarım diyet-bir kavle göre- alamaz. Çünkü Maide suresi 17. ayette "...göze göz" buyurulmuştur. (Kısas ile bu, gerçekleştiğine göre diyet alamaz.) Bir diğer kavle göre yarım diyet de alır. Bunu emreden hadisler vardır. Fakat birinci görüş daha uygundur.

Bir kimse birisinin görme duyusunu yok etse, fakat göz bebeğine hiç bir zarar vermese, aynısı ona da yapılır. Bunun şöyle yapılacağı söylenmiştir: Göz kapaklarına ıslanmış pamuk konularak kızgın güne­şe tutulmuş bir aynadan yansıtılan güneş ışığı görme duygusunu yok edene kadar tutulur. Böylece göz bebeğine bir şey olmadan kısas ger­çekleşir. [308]

Birisi bir a'mânın gözünü eliyle çıkarmış olsa, madurun, suçu iş­leyenin gözünü eliyle çıkarması uygun mu? Bu durumda en uygunu, ucu eğri bir demirle suçlunun gözünü çıkarmaktır. Zira bu daha kolaydı.[309]

Uyuyanın işlediği suçlarda kısas yoktur. Çünkü uyuyanın hareke­tinde kasıt yoktur ve sebep konusunda mazeret sahibidir. Ancak uyu­yana cinayetinden dolayı diyet vardır. A'mânın durumunda ise tered­düt vardır: En doğrusu a'mâya da -tıpkı gören kişiye olduğu gibi- kı­sasın gerekli olmasıdır, Halebi'nin Ebu Abdillah'tan rivayetine göre a'mânın cinayeti hatadır. Diyetini ödemek âkılesine lazım gelir. [310]

 

19. Çeşitli Meseleler

 

Bu başlık altında a'mâ ile ilgili -a'mâ maddesi ansiklopedi için planlandığından dikkate alınmayan- çeşitli hüküm ve meseleler bir araya toplanmış, daha faydalı olacağı düşüncesi ile a'mâ maddesinin sonuna konulması uygun görülmüştür.

 

a. A'mâ ve Nikah:

 

Şafiî mezhebinde a'mânın evlenmesinin caiz olduğunda ihtilaf yoktur.[311] Gene bu mezhebe göre, a'mânın eşinin sesini tanımasına iti­mat ederek onunla cinsel ilişkide bulunması caizdir. [312]

İmamiyye mezhebine göre nikahın feshedilmesine cevaz veren ka­dına ait kusurlardan biri a'mâ olmaktır. Nikah akünden sonra (kadında) körlük meydana gelirse koca için muhayyerlik yoktur, -meşhur olan gö­rüşe göre- kusur, isterse (akitten sonra) cinsel ilişkiden önce meydana gelmiş olsun. Akün lüzumluluğunun asıl, aktin hükmünün devamlı ve muhayyerliğin delilinin zayıf olmasından dolayı hüküm böyledir. [313]

Bir başka kavle göre konu ile ilgili ayet ve hadisler genel olduğun­dan kusur ne zaman ortaya çıkarsa çıksın akit fesholunur. Üçüncü bir kavle göre kusurun duhuldan (cinsel ilişkiden) önce olması gerekmek­tedir. Fakat en meşhuru ilk görüştür. [314]

İbâdiyye mezhebine göre kendisiyle evlenilen kişi a'mâ ise akit sırasında belirlenmesi vacibtir. [315]

 

b. Keffaretlerde A'mâ Kölenin Azad Edilmesi:

 

Şafiî mezhebine göre a'mâ kölenin keffaretlerde azad edilmesi ca­iz değildir. [316]

Hanbelî mezhebine göre ancak kusurlu olmayan kölenin azad edilmesi (keffaretlerde) yeterli olabilir. Azâd edilecek kölede çalışma­sına engel olacak bir kusur olmamalıdır. Çünkü köleye sahip olmaktan maksat ondan (onun çalışmasından) yararlanmaktır. Kusurlu bir köle­nin kendisi için çalışması mümkün olabilir. Fakat çalışmasına mâni bir kusuru bulunan köleden fayda sağlamak mümkün olmaz. Bu itibarla a'mâ (köle keffaret için) yeterli olmaz. Çünkü bu durumdaki kölenin pek çok meslekte çalışması mümkün olmaz.[317]

 

c. Kör Olan Hayvanın Kurban Edilmesi:

 

Hanbelî mezhebine göre bir veya iki gözü görmeyen (hayvan)ın kurban edilmesi caiz değildir. Hayvanın gözü görmüyorsa gözün du­manlı olması dikkate alınmaz. Zira hayvanın gözünün görmemesi (di­ğer) hayvanlarla birlikte yürümesine ve yem yemesine topallıktan da­ha fazla engel olur. [318]

Zeydiyye mezhebine göre kör olan hayvanın kurban edilmesi göz yapısı kusursuz olsa bile yeterli olmaz. [319]

Zahirî mezhebine göre hacda bir gözü kör olan hayvanın kurban edilmesi mekruhtur. Çünkü Hz. Peygamber bunu yasaklamıştır. [320] Kurbanlığın iki gözünün de sağlıklı olması vacibür. [321]

 

d. A'mânın Vakit Belirleme İçin Çalışması:

 

Şafiî mezhebinin görüşü olarak bu konuda Alâi şöyle demiştir: "A'mânın oruç ve iftar vakti için bir çalışma yapması hususunda bir hüküm nakledilmemiştir. A'mânın oruç meselesinde durumunun na­maz vakitlerindeki gibi olması ihtimali vardır. İkisi arasında fark ol­ması da mümkündür. Çünkü oruçta tan yerinin ağardığını ve güneşin battığını devamlı gözetip takip etmek bir çeşit zorluktur. Doğrusu (vakit konusunda a'mânın başkalarını) taklit etmesinin caiz olmasıdır. Taklid edecek birisini bulamaz ise tahminde bulunur ve ihtiyatlı olanı alır."

Suyûti der ki: "Bu söz pek isabetli değildir. Çünkü namaz vakitle­ri hususunda da (a'mâmn) başkasına uyma hakkının olmadığını ifade etmektedir. Oysa mezhepte nakledilen, bunun aksinedir. Buna göre taklid ve içtihadın (gerekli çalışmayı yapmanın) caiz olması hususun­da oruç ile namaz vakitleri aynıdır. Bu, mezhep âlimlerinin çoğunluğu­nun söylediklerinin gereğidir.[322]

 

e. A'mâmn Cenaze Yıkaması:

 

Şafiî mezhebine göre gözü gören kimse cenaze yıkamak hususun­da a'mâdan daha elverişlidir. [323]

 

f. A'mâmn Hadis Dinleyip Rivayet Etmesi:

 

Şafiî mezhebine göre a'mâmn dinleyip rivayet ettiği hadisi kabul hususunda iki görüş vardır. Bunlardan doğru olanı, güvenilir ve kendi­ne ait bir yazı ile (birlikte) olduğu zaman kabul edilmesidir. İmam Ga-zâlî'nin tercihi, kabul edilmemesi yönündedir. [324]

 

g. A'mâmn Mahremi Olmayan Kadının Sesini Dinlemesi:

 

Câferî mezhebine göre a'mâmn mahremi olmayan (yabancı) kadı­nın sesini dinlemesi caiz diğildir. Çünkü yabancı kadının sesi avrettir. Kadının a'mâya bakması da caiz değildir. Erkeğe bakmayı yasaklayan ayet hususunda görenle görmeyen eşittir. [325]

 

Îmhal

 

1.Îmhal'în Tarifi

 

Mu'cemu Elfâz'ıl-Kur'an'U-Kerim isimli eserde mehl, temhil ve imhal kelimelerinin ki hepsinin kökü aynıdır ağır davranmak ve ace­le etmemek anlamına geldiği bildirilmiştir.[326]

Kullanış olarak "Allah onu imhal etti" ifadesinin "ona acele mu­amele etmedi" manasına, "Mühlet'i üzerine yürüdü" ifadesinin yavaş ve ağır yürüdü manasına geldiği bildirilmiştir. [327]

"Onu imhal ettim ve ona mühlet verdim" ifadeleri, "Ona süre ta­nıdım, ona verdiğim süreyi uzattım" anlamındadır. "Bunu şu mühlette yaptı" ve "Mühleti üzere yaptı" ifadeleri "yavaş ve ağır yaptı ve yürü­dü" demektir. [328]

Kelimenin kullanış tarzı ve ifade ettiği anlamları aşağıdadır:

a. Mehl ve Mehel: Ağır başlılık ve yumuşak olmak.

b.  El-Mühletü ve Emheletü: Ona yumuşak davrandı ve ona süre verdi.

c. Mehlehû temhilen: Ona bir süre verdi.

d. El-Mühletü: Müddet (süre)

e. Emhele: Aşırı davrandı ve mazeret bildirme imkanı verdi.

f. Istemhele: Ondan süre isteğinde bulundu.

g. Emhelehü: Ona süre tanıdı. [329]

h. El-Mehelu: Ağır davranmak.

Mehel tarzındaki söyleyişin isim şekli mühlet'ivc. Mehheltühu ve Emheltühû ifadeleri "onu sakinleştirdim ve geciktirdim" demektir.

Tekil, ikil, çoğul ve dişil için tek bir kelime olarak mehlen denilir, ki "yavaş ol!" demektir. [330]

 

2. Kur'an'da İmhal Kelimesi

 

Bu kelime (türetilmiş şekillerde) Kur'an'da iki yerde geçmektedir.

Birisi Müzzemmil suresi 11. ayetinde, diğeri Târik suresi 17. aye-tindedir.

(Bunlardan birincisinin anlamı şöyledir:)

Nimet içinde yüzen o yalancıları bana bırak ve onlara biraz müh­let ver. (Müzzemmil/11)

İkinci ayetin anlamı da şöyledir:

Kâfirlere süre ver onları biraz kendi hallerine bırak. (Tarık/17)

 

3. Hadiste İmhal Kelimesi

 

Mehl kelimesi (ki imhal'in köküdür) pek çok hadis-i şerifde geç­mektedir:

a. Tirmizî'de şu hadisi görüyoruz:

Hz. Peygamber'in müezzini ezanı okur, sonra (kamet için) bir sü­re ara verirdi.

b. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde. (ezan hususunda) şöyle buyurulmuştur: sonunda ezanı bitirince bir vakit süre verdi.

c. İbn Mâce'de şöyle buyurulmuştur: Hz. Peygamber sabah namazını kılarken ağır davranırdı.

d. Ahmed b. Hanbel'in Miisned'inde şu hadis vardır: Yemek yiyen kişi yemeğini ağır ağır yer. Abdest alan kimse de ih­tiyacını yavaş yavaş giderir.[331]

 

4. Davalıya Savunma Ve Isbat Hususunda Süre Vermek

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

İbn Nüceym'in Bahr-i Râik isimli eserinde şöyle denmektedir: "Davacı: "Benim delillerim var ve yemin talep ediyorum" derse yemin ettirilmez. Fakat davalıya, üç gün kefalet vermesi söylenir. Davalı de­lil getirmekten çekinirse davacı peşini bırakmaz. Yani nereye giderse onunla birlikte olur."

İbn Âbidin'in Bahr-i Râik üzerine yazdığı Hâşiye'si olan Min-hat'ul-Hâîik isimli eserinde buna şöyle bir yorum getirilmektedir: "Bu uygulamanın sebebi (taraflardan birinin) kaybolup gitmemesi ve (diğe­rinin) hakkının kaybolmaması içindir. Sadece dava sebebiyle kefil alınması bize göre istihsandır. Çünkü bu uygulama davacının yararına­dır. Davalıya da büyük bir zarar yoktur. Sürenin üç gün olduğu Ebu Hanife'den rivayet edilmektedir. Sahih olan da budur. Kâfi isimli eser­de de böyledir. Hâniyye isimli eserde bu sürenin hakimin ikinci oturu­muna kadar olmasının sahih olduğu bildirilmiştir.[332]

Kadı Zâde'nin Netâic'ul Efkâr isimli eserinde şöyle denmektedir: "Davacı: "Benim sunacak delillerim var" dediği zaman davalıya: "Ona üç günlük kefalet ver" denir. Tâ ki kaybolup gitmesin ve davalının hak­kı kaybolmasın. Kişinin şahsı ile ilgili kefalet vermesi caizdir. [333]

 

b. Mâliki Mezhebi:

 

Kendisiyle evlenilmesine dini kurallar açısından bir engel bulun­mayan bir kadın hakkında bir adam "ben bu kadınla evlendim" iddi­asında bulunsa, kadın da bu iddiayı yalanlasa, adam bu konuda yakın bir gelecekte sunabileceği bir belgesi olduğunu ileri sürse; delilin orta­ya konmasını beklemek kadına bir zarar vermeyecekse ve hakim ada­mın davasının görülmesinde bir yarar görüyorsa, hakim delilin ortaya konmasını emreder. Adam kadınla evlenmiş olduğunu ortaya koyan bir delil ortaya koyabilirse, gereği yapılır ve nikah sabit olur. Adam eğer delil ortaya koyamazsa veya delilin getirilmesi uzun zaman alacaksa, kadına beklemesi emredilemez. Çünkü uzun süre beklemek ona zarar verir. Kadın ne zaman dilerse evlenir.

Sözkonusu meselede iddia sahibi olan adam, "yakın bir zamanda sunacağım delil var" deyip hakimin delili getirmesi için süre vermesin­den sonra delil getirmekten aciz kalırsa, daha sonra delil getirse de, ge­tirdiği delil dikkate alınmaz. Kadın (bu arada başkası ile) evlenmiş ol­sa da evlenmemiş olsa da durum aynıdır.[334]

Bulğat'üs-Sâlik ilâ Akrab'il-Mesalik isimli eserde şöyle denmek­tedir; "Bir kimse, hakkında ileri sürülen bir delili çürütmek üzere, me­selâ bir belgenin tetkiki, veya (davacı ile) aralarındaki bir hesabın in­celenmesi veya anlaşmazlık sırasında hazır bulunan birine sormak, bir ikrar veya inkâr durumunda hazırlıklı olabilmek için süre istese, veya davacı gösterdiği birinci şahitle birlikte yemin etmekten çekinip ikinci bir şahit getirmek için süre isterse hakim içtihadı ile süre verir. Yukar­da verilen örnek durumların hepsinde ayrıca mal ile ilgili kefil kaydı yoktur. Eğer davalı kabul etmezse kefil de yeterli değildir.

"Fakat davacı davanın aslı ile ilgili bir delil getireceğini iddia edip davalıdan kefil göstermesini isterse, gösterilen kefil ittifakla ye­terlidir."

Gene aynı kaynakta bildirildiğine göre davacı kefile cevap verme durumunda değildir. Tercih edilen görüş budur. [335]

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

Feth'ul-Vehhâb isimli eserde şu bilgileri görmekteyiz: "Davacı id­diayı red sadedinde yemin etmez, bunun için bir mazereti de bulun­mazsa yemin ve davasındaki talep hakkı yemin etmekten çekindiği için düşer.

"Eğer bir delil ortaya koymak, bir fıkıh âlimine danışmak veya hesaplarını kontrol etmek gibi bir mazaret ileri sürerse sadece üç gün kendisine süre verilir. Sürenin üç gün olması, savunmanın uzamaması içindir. Üç gün dini yönden hoş görü ile kaşılanacak bir süredir. Deli­lin sonsuza kadar ertelenmesi bundan farklı bir olaydır. Çünkü delil he­nüz hazır olmayan ve ona yardım edecek bir şeydir. Yemin etmek de kendisine aittir.

"Bu süreyi tanımanın vacib veya müstehab olduğuna dair iki gö­rüş vardır.

"Yemin teklifi yapıldığı sırada davacının rızası olmaksızın davalı­ya süre verilmez. Çünkü davalı davacının hilafına yemin veya ikrar is­teği ile alt edilmiş bir durumdadır.

"Davacının özürleri olduğunu söylediği sırada buna cevap olarak hasım, süre isteğinde bulunursa, hakimin veya davacının isteğine bağ­lı olarak o mahkeme celsesi sonuna kadar süre verilir.[336]

d. Zahirî Mezhebi:

 

Bir kişi, her hangi biri hakkında iddiada bulunup, hakkında iddia edilen kişi de bunu inkar ederse, iddia sahibine iddiasını isbat etmek düşer. İddia sahibi: "Delilim var ama şu anda hazır değil" veya "Ken­dim için bir delil bilmiyorum" veya "Delilim yok" derse kendisine şöyle denilir: "İstersen delilin hazır oluncaya kadar yemin etme, belki bir delil bulursun. İstersen yemin et; fakat bu takdirde getireceğin de­liller hükümsüz kalır. Artık ilerde getireceğin delillerle karar verilmez. Önünde bu iki şık var: Hangisini tercih edersen ona göre karar verilir." Davacı tercihini yaptıktan sonra artık bu dava hakkında ileri süreceği delil dikkate alınmaz. Ancak sağlıklı bilgiyi gerektiren tevatür derece­sinde bir delil olursa o kabul edilir. [337]

 

e. Zeydiyye Mezhebi:

 

Tâc'ul-Müzehheb isimli eserde şöyle denmektedir: "Bir maslahat  (yarar) olmadıkça aleyhinde bir delil gelecek diye hasım bekletilmez. Bir insan bir başkası hakkında bir iddiada bulunması, hakkında iddia ileri sürülen kimsenin de iddiayı inkâr etmesi halinde, iddia sahibi id­diasını belgeleyen delili olduğunu belirtip delili getirinceye kadar da­valının bir yere gitmesine engel olunmasını isterse, hakim olumlu ce­vap vermez. Davalıya da yeminden başka bir şey gerekmez. Ancak ha­kim meselede yararlı bir nokta görürse isteği kabul eder. Bu yarar, ya bir ipucu yolu ile davacının doğruluğunun ortaya çıkması şeklinde olur, ki bununla hak ortaya çıkacaktır. Yahut şahitlerin yazılı beyanla­rı veya bir şahidin hazır olması şeklinde olabilir. Veya davacı fazilet ve takva sahibi olur, öyle ki doğrudan başka bir şey söylemez. Bu durum­da davacı davalıdan süre ister. Mâli konularda on gün süre verilir. Na­faka davası mâli davalardan biridir. Nikah ve zıhâr, îlâ veya talak gibi nikaha bağlı konularda bir ay süre verilebilir. Bu süreler davacının ye­min etmezden önce meseleye vâkıf olması durumundadır. Yeminden sonra meselede ayrıca bilgi sahibi olması durumunda kendisine tanına­cak süre sadece davanın görüldüğü celse (oturum) süresincedir. Çünkü hak, yeminle zayıflamıştır."

Ezhâr isimli eserde şöyle deniyor: "Belirli sürelerin zikredilmesi­nin amacı, bu süreleri (söylenen miktarlarla) sınırlamak değil, yakla­şık bir miktardır. Bu mesele hakimin görüşüne bırakılmıştır. Başka meselelerde gösterilmeyen ihtiyat nikah meselesinde gösterilir. Kısas ve kazif haddi cezalarında verilecek süre sadece mahkeme oturumu süresincedir.[338]

 

f. İmamiyye Mezhebi:

 

Davacının delili varsa hakim "delilini hazır et" demez. Çünkü hak sahibi olan odur. Bir kavle göre davacıya böyle denilmesi caizdir ve bu güzeldir. Delilin hazır olduğu durumda davacı talepte bulunmadıkça hakim delil sormaz. Şahitliğin yerine getirilmesi ile değil, davacının is­teği ile karar verilir. Hakim delilin doğruluğunu gördükten sonra (da­valıya) deliller hakkında görüşünü sorar. Delilleri çürütmek için söz is­teyip istemediğini sorar. Eğer cevap "evet" ise ve bir süre isteğinde bulunursa (davalıya) isbat için üç gün süre verir. Delili çürütmek imkan­sız hale gelirse davacının isteğinden sonra hüküm verilir.[339]

 

5. Mürted'e Verilecek Süre[340]

 

a. Hanefî Mezhebi:

 

El-İhtiyar isimli kitapta şöyle denmektedir: "Mürted (İslâm dinin­den dönen kişi) hapsedilir ve kendisine müslüman olması teklif edile­rek (varsa) şüpheleri giderilir. İslâmiyet'e girerse mesele yoktur. Gir­mezse öldürülür. Bir kavle göre kendisine süre verilmesini isterse üç gün süre verilir. Süre istememiş ise hemen öldürülür. Çünkü o (İslâm'a karşı) dik kafalılık etmiştir. [341]

İbn Âbidin'âe şöyle denmektedir: "Mürted'in üç gün hapsedilme­si vacibtir. -Mendup olduğu da söylenmiştir-. Bu uygulama süre iste­mesine göredir. (Süre istemesi halinde kendisine üç gün süre verilir). Bu üç gün içinde her gün kendisine İslâmiyet sunulur. Süre isteğinde bulunmamış ve İslâmiyet'i de benimsemesi ümid edilmiyorsa hemen öldürülür. [342]

Feth'ul-Kadir'dz şunları görmekteyiz: "Allah korusun müslüman bir kimse İslâm dininden dönerse, ona İslâm'a dönmesi teklif edilir. Eğer şüpheye düştüğü bir husus varsa şüpheleri giderilir. Çünkü belki içine düşen bir şüphe sebebiyle dinden çıkmıştır. Böyle yapmakla or­tadaki kötü durumu iki şeyden biri ile, yani ya İslâm'a yeniden dönme­si veya onu öldürmekle ortadan kaldırmak söz konusudur. Elbetteki, arzulanan o kişinin İslâm'ı kabul etmesidir. Şu kadar ki fıkıh âlimleri­nin söylediğine göre ona İslâmiyet'i teklif etmek vacib değil mendub-tur. Çünkü İslâm daveti (daha önce) ona ulaşmıştır.

"Üç gün hapsedilir; İslâm'ı kabul ederse ne a'lâ, aksi halde öldü­rülür."

Ca'mi'us-Sağir'de şöyle denmiştir: "Mürted'e İslâm teklif edilir, eğer kabul etmezse öldürülür."

Üç gün süre verilmesinin nedeni: Mürted kendisine süre verilme­sini isterse ona üç gün süre verilir. Bu müddet, mürtedin dönüp döne­meyeceğinin belirlenmesi için verilmiştir. Ebu Hanife ve Ebu Yu­suf tan rivayet edildiğine göre mürted'e üç gün süre verilmesi müste-habtır. Mürted bunu istese de istemese de hüküm böyledir. Mebsût'ta bildirildiğine göre mendub değil, vacibtir. Bize bu şüpheyi ortadan kıldırmak vacibtir. Veya onun durumu iyice anlamaya, mesele üzerin­de düşünmeye ihtiyacı vardır. Buna göre mutlaka süre tanımak lazım­dır. Süre istenmesi durumunda devlet başkanının bu süreyi vermesi gerekir. Satın alma muhayyerliğinde olduğu gibi düşünme süresi de üç gündür.[343]

Bir kavle göre Tevbe/5 ayetindeki "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün!" emrine ve "Dinini değiştireni öldürün!" hadisine dayanarak mürted'e süre verilmez. Çünkü ayet ve hadiste süre kaydı yoktur. Ayrı­ca mürted kendisine İslâm daveti ulaşmış bir kâfir ve harbidir. Bu du­rumda olan kimse süre tanınmadan hemen öldürülür. Zira vehme daya­lı (ihtimalden ibaret olan) bir duruma göre vacib olan bir görevi erte­lemek caiz olmaz. Delillerdeki hükmü genel oluşundan dolayı (mür­ted'e uygulanacak hükümde) köle ile hür arasında fark yoktur. [344]

 

b.Mâlikî Mezhebi:

 

Şerh'ul-Huraşî'de şöyle denmektedir: "Gerek doğuştan, gerek sonradan müslüman olan bir kimsenin İslâm dininden dönmesi halin­de devlet başkanı veya onun vekilinin mürted'e üç gün süre ile tevbe teklif etmesi vacibtir. Eğer mürted tevbe etmezse üçüncü günün akşa­mı güneş batanında Öldürülür. Bu uygulamada hür, köle, erkek ve ka­dın arasında fark yoktur.

Verilen üç gün sürede (olayın olduğu) ilk gün hesaba katılmaz. Günlerin hesabında, küfre girdiğinin isbat edildiği günden hesaba baş­lanır. Kâfir olduğu ve davasının mahkemeye geldiği günden hesap edilmez. Şeyh Kerim'ud-din: "Kuralların gereği budur" diyor.

Buna göre isbat'ın gerçekleştiği gün de hesaba katılmaz. Günler birbiriyle birleştirilmez. Mürted'e üç gün tevbe teklif edilmesinin sebe­bi, Hz. Allah'ın Salih peygamberin halkına vereceği cezayı bu kadar ertelemesidir. Bu sürenin üç gün olması vacibtir. Bu üç günden önce öldürülmesine karar verilmiş ise, karar geçerlidir. Çünkü bu husus ih­tilaflıdır, (ittifak edilmiş değildir).

Mürted olan kadın evli veya dönüşü olan bir boşama ile boşanmış ise veya kendisi ile ilişki kurulan bir cariye ise bir kere âdet kanaması (hayız) görmeden öldürülmez. Bu hamile olup olmadığının anlaşılma­sı içindir. Hür kadının da birden fazla adet görmesine ihtiyaç yoktur. Zira bu konudaki emri yerine getirmek ibadettir.

Eğer mürted olan kadın emzikli ise çocuğunu emzirecek birini bulmadıkça ve çocuk annesinden başkasını (emmeyi) kabul etmedikçe öldürülmez.[345]

Mevâhib'ul-Celil'de şöyle denmektedir: "Mürted'e üç gün tevbe teklif edilir. Mezhepteki makbul kavle göre üç gün süre tanınması va­cibtir. İbn'ul-Arabi şöyle diyor: "Âlimler mürtede süre vermeyi müste-hab görmüşlerdir. Belki içine düşen bir şüpheden dolayı mürted olmuş­tur. Kendisine bir süre tanınır ki kendini kontrole tabi tutarak şüpheyi kesin inanca, bilgisizliği bilgiye dönüştürsün. Ancak bu, sağlıklı dü­şünme ile bilgi meydana geldiği için vacib derecesinde değildir."

Kâdi Abd'ul-Vehhab şöyle diyor: "Mürted'e tevbe teklif edilmesi mezhepteki muteber kavle göre vacibtir. [346]

Bülğat'us-Sâlik isimli eserde şöyle denmektedir: "Mürted'e üç gün

üç gece tevbe teklif edilmesi vacibtir. Bu üç günlük süre mürted olduğuna dair karar verildiği günden itibaren başlar. Karar öncesi kâfir ol­duğu veya dava mahkemeye intikal ettiği günden başlamaz. Mürted ol­duğu sabahtan sonra isbat edilmiş ise o gün de hesap dışı bırakılır. Tev-be ederse salıverilir. Tevbe etmezse üçüncü günün güneş batımından sonra öldürülür.[347]

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

Suyûti'nin Eşbâh'mda doğuştan kâfir olanla mürted olan kimse arasındaki farktan söz edilirken şöyle denmektedir: "Mürted'e tevbe teklif edilmesi hususunda süre verilmez. [348]

Feth'ul-Vehhâb'da şöyle denmektedir: "Bir kimse dinden çıksa ve çıldırsa ihtiyat olarak kendisine süre verilir. Çılgınlığı süresince öldü­rülmez. Çünkü aklı başına gelip tekrar İslâm'a dönebilir. Eğer öldürü-lürse kısas gerekmez. Lâkin onu öldüren kimse vacib olan tevbe teklif edilmesine fırsat vermediği için tazir cezasına (hakimin uygun görece­ği cezaya) çarptırılır. [349]

 

a. Hanbelî Mezhebi:

 

Muğni'dt şöyle denmektedir: "Mürted üç gün tevbe teklif edilme­dikçe öldürülmez. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer'e, vali olarak ta­yin ettiği Ebu Musa'nın vilayetinden bir adam gelmiş, Hz. Ömer ada­ma "Bir haber, bir bilgi var mı?" diye sormuş. Adam: "Evet, adamın biri müslüman olduktan sonra kâfirliğe döndü" diye cevap vermiş. "Ne yaptınız?" sorusuna da adam şu cevabı vermiş: "Kendisini yakalayıp boynunu vurduk." Bunun üzerine Hz. Ömer: "Niçin üç gün hapsedip, her gün yiyeceği ekmeğini vermediniz? Ona tevbe etmesini teklif et-seydiniz ya! Belki tevbe edip Allah'ın emrine dönecekti. Allahım! Ben o adamın öldürülmesinde hazır değildim. Öldürülmesini emretmedi­ğim gibi, haberi bana ulaşınca da razı olmadım" dedi.

"Dinden çıkmak ancak bir şüpheden dolayı olur. Böylesi bir şüp­he hemen yok olmaz. Bir görüş sahibi olacak kadar süre verilmesi gerekir. Bu sürenin en uygun olanı rivayet edildiği gibi üç gündür ve bu süre yakın bir müddettir. Bir kimseye tevbe teklif edildiği sürede sı­kıştırılır ve bir yere hapsedilir. Çünkü Hz. Ömer (az önce de geçtiği üzere) mürted olan birisi için: "Onu hapsetmeli ve her gün için yiye­ceği ekmeğini vermeli değil miydiniz?" demiştir. Bu süre içinde tek­rar tekrar İslâmiyet'e davet edilir. Belki kalbi duygulanır ve dinine döner.[350]

Gene Muğni'dz şu bilgileri görmekteyiz: "Bir çocuk müslüman olup ergenlik döneminden önce İslâm'dan dönerse ergenlik yaşına ge­lene kadar öldürülmez. Ergenlik dönemini üç gün geçene kadar bekle­nir, halâ küfründe devam ederse öldürülür.

"Çocukla ilgili olarak bu meselenin hulasası şudur: Çocuğun İs­lâm'dan döndüğü haberi doğru olsa da olmasa da çocuk öldürülmez. Çünkü çocuğa (her hangi bir suçtan dolayı) ceza gerekli olmaz. Bunun delili şudur ki zina hırsızlık ve diğer had cezaları çocuğa uygulanma­dığı gibi kısas yoluyla da çocuk öldürülmez.

"Çocuk iken dinden dönen kimse baliğ olduğu zaman mürtecdiği-ne devam ederse üç gün kendisine tevbe etmesi teklif edilir. Mürtetlik-ten tevbe ederse ne a'lâ, tevbe edip dönmezse öldürülür. Bu durumda­ki çocuğun ergenlik çağından önce mürted olması ile, bu çağdan son­ra mürted olması ve doğuştan müslüman olup da mürted olması ile as­lında kâfir olup, çocuk iken müslümanlığı kabul ederek mürted olma­sı arasında fark yoktur. [351]

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

Mürted'e tevbe teklif edilir diyenler bir kaç kısma ayrılmışlardır. Şöyle ki:

a. Bir gruba göre mürted'e bir kere tevbe etmesi teklif edilir. Tev­be ederse ne a'lâ, tevbe etmezse öldürülür.

b. Bir gruba göre üç kere tevbe teklif edilir.

c. Bir gruba göre bir ay tevbe teklif edilir.

d. Bir gruba göre üç gün tevbe teklif edilir.

e.  Bir gruba göre yüz kere tevbe teklif edilir. Bu grupların tümü tevbe etmezse mürtedin öldürüleceği hususunda ittifak etmişlerdir.

f. Bir başka gruba göre sonsuza kadar tevbe teklif edilir ve öldü­rülmez.

İbn Hazm bu gruplardan her birinin delillerini zikrettikten sonra mezhebindeki âlimlerin şöyle dediklerini nakleder: "Bir kimsenin (İs­lâm'ın dışında) terkettiği dinine geri dönmesi kabul edilmez. Mutlaka ya İslâm'a girmelidir, veya onun hakkından kılıç gelir.[352]

İslâmiyet dışında bir dinden başka bir dine geçen kimse hakkında îbn Hazm'm görüşünde olan âlimler -Muhallâ'da ifade edildiği üzere-şu görüştedirler: Bu kimse hâli üzere bırakılmaz; ondan ancak müslü­man olması kabul edilir, veya boynu kılıçla vurulur. Bununla beraber bu âlimler şunu da söylemişlerdir: Böyle bir kimsenin dâr'ül-harbe (müslüman olmayan bir ülkeye) gitmesine izin verilmez. Ya müslüman olmaya zorlanır veya öldürülür. [353]

 

f. Zeydiyye Mezhebi:

 

Hz. Ali'ye (bir gün) şöyle denildi: "Mescidin kapısında senin ken­dilerinin Allah'ı olduğuna inanan bir topluluk var." Bunun üzerine Hz. Ali onları çağırıp: "Yazıklar olsun size! Ne söylüyorsunuz?" dedi. On­lar: "Sen bizim rabbimizsin, bizi yaratan ve rızıklandıran sensin" dedi­ler. Hz. Ali onlara şu konuşmayı yaptı: "Yazıklar olsun size! Ben ancak sizin gibi bir kulum. Sizin gibi yer, içerim. Allah'a itaat edersem, diler­se O bana sevap verir. Eğer O'na isyan edersem, bana azap etmesinden korkarım. Allah'tan korkun ve (bu düşüncelerinizden) dönün!" Onlar bunu kabule yanaşmadılar. Ertesi gün gene Hz. Ali'nin olduğu yere gel­diler. Hz. Ali'nin hizmetçisi Kanber de oraya gelip: "Vallahi döndüler, gene aynı şeyleri söylüyorlar" dedi. Bunun üzerine Hz. Ali şöyle buyurdu: "(Ey Kanber!) onları bir yere kapat!" (Kanber'in söyleneni yap­masına rağmen) onlar gene aynı şeyi söylemeye devam ettiler. Üçüncü gün Hz. Ali şöyle buyurdu: "Eğer aynı şeyleri söylerseniz sizi çok kö­tü bir şekilde öldürürüm!" Adamlar dediklerinden vazgeçmediler.

Bunun üzerine Hz. Ali mescid ile (yönetim merkezi olan) saray arasında bir hendek kazdırıp hendeğin içerisine odunlar konup tutuştu-rulmasını emretti. Daha sonra onlara şöyle dedi: "Ya bu söyledikleri­nizden dönersiniz veya sizi ateşe atarım!" Onlar söylediklerinden vaz­geçmediler neticede Hz. Ali'ye Allah diyenler o ateşte yakılarak ceza­landırıldılar. Bunun üzerine Hz. Ali şu şiiri söyledi:

Görünce hoş olmayan bir şeyi, münkeri Yaktırdım ateşi, çağırdım da Kanber'i

Hafız der ki: "Bu haberin isnadı sahihtir." Ebu Muzaffer İsferayi-ni'nin Miîel ve Nihal'de ifade ettiğine göre Hz. Ali'nin yaktığı topluluk, Hz. Ali'nin Allah olduğunu iddia eden Râfızîlerden bir cemaattir. On­lar Sebeiye topluluğudur. Bunların en büyüğü Abdullah b. Sebe olup, aslı Yahudidir. Sonraları müslüman gibi görünmüş ve bu Sebeiyye gru­bunu oluşturmuştur.

Fakat bu grubun gizlice puta tapan kimseler olduğuna dair rivaye­tin senedi kopuktur. Rivayet sabit ise başka bir olay olduğu yorumu ya­pılmalıdır. [354]

g. İbâdiyye Mezhebi:

Bu mezhebe göre kâfir iken müslüman olup, sonra mürted olan kimseye tevbe teklif edilir. Bu kimseye tevbe teklif edilmesi vacibtir. Tevbe teklif edilme süresi bir kavle göre üç gün, bir kavle göre dönüş mümkün olacak kadardır. Birinci kavilin daha güzel olduğu rivayet edilmiştir. Çünkü o kişinin mürted oluşunun mazeretini ortadan kaldır­mak için zaman tanıma vardır. [355]

 

6. Borçluya Verilecek Süre

 

a. Hanefi Mezhebi:

 

Borçlu "Borcumu ödeyebilmem için bana üç gün süre veriniz" de­se, hakim ona bu süreyi verir. Hapsedilmesi istenen borçlu: "Malımı mülkümü satıp borcumu ödeyeceğim" dese, hakim ona iki veya üç gün süre verir, hapsetmez. Çünkü üç gün verilen sözün yerine getirilip ge­tirilmeyeceğini denemek için verilmiş bir süredir.[356]

 

b. Mâliki Mezhebi:

 

Müslümanlar görüş birliği (icma) etmişlerdir ki alacaklı, sıkıntı içindeki borçlusuna (borcunu ödemesi için) bir süre vermekle alaca­ğından vazgeçmesi arasında serbesttir. Alacağından vazgeçip hibe et­mesi en faziletli sidir. Alacaklının borçluya süre tanıması veya alacağı­nı istemekten vazgeçmesi vacibtir. Vacib olan bağışlamak değil, alaca­ğını istemekten vazgeçmektir. Bunun sebebi şudur: İbra etmek hem sü­re vermeyi, hem alacağı istemekten vazgeçmeyi içerir. Buna göre du­rum, bir meselede en az veya en çoktan birinin gerekli olması kabilin­den olur. [357]

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

Ümm'dç. şöyle denmektedir: "Hz. Allah buyuruyor ki:

Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona müh­let (süre) vermek (gerekir). (Bakara/280)

Hz. Peygamber de şöyle buyuruyor:

Varlıklı kimsenin (borcunu) savsaklaması zulümdür.

Görülüyor ki darlık içinde olan borçluya eli genişleyinceye kadar nüdahale etmeye) bir yol yoktur. Hz. Peygamber de borç ödemede g-iKtırme girişimlerini ancak varlıklı kimseler için zulüm saymıştır.

Sıkıntı içinde olan kimseyi eli bolalmcaya kadar borcundan dolayı (baskı altında tutmaya) yol yoktur.[358]

Büceyremt Haşiyesi'nde şöyle denmiştir: "Hakkında delil ortaya konan kişi, borcunu ödeyeceğini söylerse veya borcu olmadığını isbat etmesi için süre isterse kendisine üç gün süre verilir. Çünkü bu yakırf bir süre olup, (iddia sahibine) büyük zarar veren bir şey değildir. [359]

d. Hanbelî Mezhebi:

 

İbn Kudâme'nin Af «g/zz'sinde şöyle denmektedir: "Bir kimseye hanımına nafaka vermesi gerekli olup, hanımın da kocasına Ödemesi gereken borcu bulunsa, koca nafaka yerine alacağını mahsup etmek (alacağına saymak) istese, kadının varlıklı olması durumunda koca­nın bunu yapmaya hakkı vardır. Çünkü üzerinde borç olan kimse, borcunu dilediği malı ile öder. Nafaka da adamın malındandır. Eğer kadın varlıklı değilse erkek kadındaki alacağım ona ödeyeceği nafa­kaya sayamaz. Çünkü borç ödeme günlük beslenme ihtiyacından faz­la olup ancak beslenme ihtiyacından artan miktarla ödenir. Zira Allah Bakara suresi 285. ayetiyle sıkıntıda olan borçluya süre verilmesini emretmiştir. Bu durumda kadına borcunu ödemesi için süre vermek vacib olur. [360]

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

Bir kimsenin peşin veya zamanı belirlenmiş alacağı var ise bu ala­cak peşin alacak demektir. Borçlu kendisine süre tanınmasında istekli olsa, alacaklı borçlunun isteğine göre veya isteği olmaksızın ona bir süre tamsa, bu işlemi şahitlendirse de, şahitlendirmese de bu süre ver­me işlemi alacaklıyı bağlamaz. Alacak gene peşinlik ifade eder. Ala­caklı onu ne zaman isterse alır.

Nitekim bir kimsenin zamanı (önceden belirlenmiş bir borcu olsa, borçlu şahit göstererek bu borcun süresini kaldırdığını ve hemen ödeyeceğini söylese, borçluya bir şey gerekmez. Borç eskiden olduğu gi­bi ertelendiği zamanda ödenmesi gerekir.[361]

 

f. Zeydiyye Mezhebi:

 

Tâc'ül-Müzehheb isimli eserde şöyle denmektedir: "Bir kimsenin başkasında alacağı varsa, alacağı artırmaya karşılık olarak tanınan sü­re faiz çeşitlerinden biridir. Bir kimsede belirli miktarda para alacağı olan kimsenin borçluya "Borcunu filan vakte kadar teslim etmezsen, senin borcun şu kadar artacaktır veya yiyecek vesaire borcun olacak­tır" demesi de bir çeşit faizdir. [362]

Gene aynı kaynakta şunları görmekteyiz: "Ödünç vermede (borcu ödemenin) bir süresi olmaması ödünç vermenin hükümlerindendir. Borç veren alana: "Sana şu kadar süre verdim" dese, bunun bir bağla­yıcılığı yoktur. Bundan sonra alacağını hemen istese, borcun ödenme­si gerekir. Süre vermesinin bir hükmü yoktur. Bu süre verme işi, ödünç verme sırasında da olsa, daha sonra da olsa hüküm aynıdır. Borcu er­telemeyi adak yapsa veya vasiyet etse de sahih ve bağlayıcı değildir. Fakat süre vermek caiz ve verilen süreye uymak müstehabtır.

"Akit gereği olmayan, işlenen bir cinayetin cezasından -(diyet ha­riç)- gasp ve telef edilen değerlerden dolayı gerekli olan borçlarda da süre verilse dahi bağlayıcılığı yoktur. Çünkü bu tür borçlarda erteleme söz konusu değildir.

"Ertelemenin geçerli olması ancak borç, şartlarına uygun (sahih) bir akit ile gerekli olmuş bir para, mehir ve ücret gibi durumlardadır. Bir de erteleme belirli zamana yapılmış olmalıdır. Şartlarına uygun ol­mayan (fasit) akitlerle erteleme sahih değildir. Erteleme yapılmış bile olsa bağlayıcılığı yoktur. [363]

 

g.  İmamiyye Mezhebi:

 

Borçlu sıkıntı içinde olduğunu iddia ederse durumu araştırılır.

Eğer fakir olduğu ortaya çıkarsa alacaklı ona süre verir. Borçluyu ken­disini (borcu karşılığında) ücretli işlerde çalıştırmak üzere alacaklıları­na teslim etmek hususunda iki rivayet olup, bunların en meşhuru, eli genişleyinceye kadar borçluya süre vermektir.[364]

 

h. İbâdiyye Mezhebi:

 

Borcun ödenme vakti gelmiş ise bağlayıcı olması caizdir. Şu ka­dar ki "Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet (süre) vermek (gerekir)" (Bakara/280) ayetinden dolayı sıkın­tıda olan borçlu sıkıştırılmaz.

Fakir kimseyi peşini bırakmayacak şekilde sıkıştırmak haramdır. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Fakiri (borcundan dolayı dahi olsa) sıkıştırmak ve isteyip durmak haramdır. Kendisinin olmayan şeyi (benimdir diye) iddia eden ve borcunu inkâr eden kâfir (gibi)dir.

Sıkıntı içinde olan kimseye ödünç veren (ve verdiğini) geri iste­mekte güzel davranan kimseyi sadece kendi gölgesinin bulundu­ğu (kıyamet) gün(ün)de Allah gölgesinde gölgelendirecektir. [365]

 

7 Boşanma Davasından Dolayı Kadına Süre Vermek

 

a. Mâliki Mezhebi:

 

Koca karısına boşama hakkı verse veya kendisini boşayıp boşa­mama tercihini yapmakta serbest bıraksa kadına bu hakkı kullanmak üzere süre verilmez. Kocasının bu teklifini kabul veya red ettiğini sü­re geçmeden cevaplandırması gerekir. [366]

 

8. Nafakayı Karşılayamayan Kocaya Süre Vermek

 

a. Mâliki Mezhebi:

 

Geçim sıkıntısı içinde olan ve eşinin nafakasını karşılayamayan kocanın nikahı feshedilir (geçersiz kılınır).

Ebu Hanife der ki: "Geçim sıkıntısı sebebiyle kocanın aleyhine olmak üzere boşanma kararı verilemez. Çünkü:

a.  Hz. Allah borç sebebiyle sıkıntılı hale düşen kimseye süre ve­rilmesi hakkında şöyle buyurmuştur:

Eğer (borçlu) darlık içinde ise bir kolaylığa ulaşıncaya kadar ona mühlet (süre) vermek (gerekir). (Bakara/280)

Borç konusunda böyle olunca aile hayatının devamında kocaya süre verilmesi daha uygun olur.

b. Çünkü evlilik (kurumunun devamı) şeriatın sahibi (yani Hz. Al­lah) tarafından istenen bir şeydir. Durumu sıkıntılı olan kocanın sıkın­tıya düşmeden önce nafakayı karşıladığı dikkate alınarak evliliğe son verilemez.

c. Çünkü (bir kimsenin) Ümmü Veled'in[367] nafakasına gücü yetme­mesi, Ümmü Veled'in satılmasını ve o kimsenin mülkünden çıkmasını gerektirmez. Karısı için de durum aynıdır."

(Hanefîlerin) birinci itirazına şöyle cevap verilir: Biz, sıkıntı için­de olduğu halde kocanın nafaka külfetini karşılamak zorunda olacağı­nı söylemiyoruz. Böyle bir şey, borç sebebiyle kişiyi ödeme zorunlulu­ğu ile yükümlü tutmak gibidir. Bizim kocadan istediğimiz şey, onun ortadan kaldırmaya gücü yeten bir zararı ortadan kaldırmasıdır. Ki bu nafakayı karşılayabilecek birine bırakması (yani onu boşaması)dır. Bu görüş aynı zamanda daha önceki zamanlarda nafakayı karşıladığı şek­lindeki itirazın da cevabıdır.

Üçüncü itirazın cevabı da şöyledir: Ümmü veled'in nafakasının karşılanmamasından doğan zararı karşılamanın (onu efendisinin mül­künden çıkarmaktan ve satmaktan) başka bir yolu vardır. Bu yol onu başkası ile evlendirmektir. Fakat aynı şey, hür olan karı koca için im­kânsızdır. Bu durumda, kadının boşanmasından başka çıkış yolu kal­mamaktadır. Zira şöyle bir kural vardır: Bir amaca ulaşmak için iki ve­ya daha çok araç varsa bunlardan birisi belirlenmiş durumda olmaz. Amaca ulaşacak kişi araçlardan birini seçmekte serbest olur. Evlilik kurumunun devamında araç ve zarardan çıkış yolu tekdir. Biz de bunu emrettik. Hz. Allah şöyle buyuruyor:

(Eşi) ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle salmak (gerekir). (Baka­ra/229)

Aç ve çıplak bir şekilde eşi elde tutmak, iyilik değildir. Bu neden­le güzellikle salıvermek gerekmektedir.[368]

b. Şafiî Mezhebi:

Kocanın ekonomik sıkıntıya düşmesi durumunda, bu durumun is-batından önce nikah feshedilmez. Bunun isbatı, ya kocanın kendi ikra­rı veya hakim huzurunda bir delil ile olur. Hakim kocanın isteği olma­sa da ona üç (gün) süre verir. Tâ ki gerçekten sıkıntı içinde olduğu ta­hakkuk etmiş olsun. [369]

Feth'ul-Vehhâb'da şöyle denmektedir: "Kocanın sıkıntı içinde ol­duğu isbat edilmedikçe nikah feshedilmez. İsbat ise ya kocanın ikrarı veya hakim huzurunda bir delil ile olur. Meselenin mutlaka hakime su­nulması gerekir. Koca istemese de sıkıntı içerisinde olup olmadığının ortaya çıkması için hakim ona üç gün süre verir. Bu kısa bir zamandır. Bu süre de ödünç alma veya başka bir yol ile nafakaya güç yetirme du­rumu ortaya çıkabilir. [370]

Resâil'üz-Zehebiyye'dç şöyle denmektedir: "Hâkim kocanın eko­nomik sıkıntıda olduğunu tesbit ederse, istemese de kocaya nafakadan aciz olup olmadığı tam olarak ortaya çıksın diye üç gün süre verir. Ha­kimin kocanın maddî durumunun düzeleceğine dair bir ümid görmesi hâlinde verilen üç günlük süre geçip dördüncü gün olunca, dördüncü günün sabahı nikahı feshetmesi veya kadına bu konuda izin vermesi için mesele hakime intikal ettirilir.[371]

El-Ümm'de şunları görmekteyiz: "Koca karısının nafakasını bir gün karşılar, birgün karşılayamazsa karı kocanın ayrılmasına karar ve­rilmez. Ancak koca nafakayı hiç karşılayamıyorsa üç günden fazla er­telenmez. Erteleme süresi olan üç gün içerisinde çalışmak veya ihti­yaçlarını (bir yerlerden) istemek arzu ederse buna engel olunmaz. Ko­ca kadının nafakasını karşılayamazsa, kadın onunla birlikte kalmakla ayrılmaktan birini seçmek üzere serbest bırakılır. Verilen üç günlük sü­reden sonra nafakayı bazen karşılayıp bazen karşılayamazsa, kadının gene tercih serbestliği vardır. Kocaya verilen üç günlük süre geçtiği halde hâlâ darda bulunan kimsenin karşılayabileceği kadar nafakaya gücü yetmezse kadın bu kavle göre tercih hakkını kullanır. [372]

 

c. Hanbelî Mezhebi:

 

Keşful-Kına isimli eserde şöyle denmektedir: "Koca (görevini yapmakta ve) eşinin nafakasını karşılamakta sıkıntıya düşerse, veya na­fakanın büyük bir kısmını karşılamaktan aciz hale gelirse kadın nikahı feshetme hakkına sahiptir. Koca nafakanın bir kısmını temin etmekte darlanırsa bu durumda nikah feshedilmez. Çünkü kocanın darlığa düş­mesi durumunda asgarîden fazlasını karşılaması kendisinden düşer."

"Eğer koca eşinin giyim ihtiyacının tamamını veya bir kısmını karşılayamazsa, veya ev ihtiyacını karşılayamaz veyahut şart koşuldu-ğu gibi mehrini ödeyemezse kadının tercih serbestliği vardır. Yani üç gün süre verilmeden nikahın feshini veya evliliğe devam etmeyi tercih

etmekte serbesttir. Ancak süre vermeden nikahın feshi hususuna İbn'ul-Bennâ muhaliftir. [373]

 

d. Zahirî Mezhebi:

 

İbn Hazm, ekonomik darlığa düşüp karısının masraflarını karşı­layamayan kocaya bir ay veya iki ay süre verilir diyenlere karşı çık­maktadır.

İbn Hazm daha sonra şöyle demektedir: "Burada zorlamak da söz konusu değildir. Çünkü ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor:

İmkânı geniş olan, nafakayı imkânlarına göre versin. Rızkı daral­mış olan da nafakayı Allah'ın kendine verdiğinden ayırsın. Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. (Talâk/7)

Bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadrr:

Allah bir şahsa ancak gücünün yettiği kadar sorumluluk yükler. (Bakara/286)

"Hasen Basrî'den rivayet edildiğine göre hanımının nafakasını karşılamaktan aciz olan adam hakkında şöyle demiştir: "Kadın (her-şeye rağmen) kocası ile geçinme gayreti içinde olup Allah'tan korka­rak sabreder. Kocası da gücü yettiğince onun ihtiyaçlarını karşılama­ya çalışır.[374]

Gene aynı kaynakta şöyle denmektedir: "Karısının giyecek ve yi­yecek masraflarının bir kısmına gücü yeten kocadan gücünün yetme­diği kısmının sorumluluğu düşer. Gücünün yettiği miktar, nafaka ola­rak vacib olandan az da olsa, çok da olsa durum aynıdır. Nafakadan hiç bir şeye gücü yetmese, bu durumdaki koca hakkında bir karar ge­rekmez. Daha sonra eli bollaşsa, bu bollaşmanın gerçekleştiği günden başlayarak nafaka yükümlülüğü başlar. Kocanın ekonomik sıkıntısı sı­rasında kadının kendi imkanlan ile giyim ve yiyecek için yaptığı mas­rafları kocasının ödemesine karar verilmez. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. (Ta­lak/7)

"Böylece kesin ve doğru bir biçimde ortaya çıkmıştır ki kocanın gücünün yetmediği ve Allah'ın ona imkan vermediği durumlarda Allah onu yükümlü tutmamaktadır. Allah'ın yükümlü tutmadığı şey ona va-cib olmaz. Ona vacib olmayan şeyden dolayı hakkında asla hüküm ve­rilmez. İmkanları yerinde olsa da olmasa da durum aynıdır.

"Ancak giyim ve diğer ihtiyaçlardan vacib olanı karşılamaya gü­cü yettiği halde karşılamayan kimse hakkında durum böyle değildir. Kendisine nafaka vacib iken ve durumu bu harcamayı yapmaya elve­rişli iken bundan kaçınan kocadan bu nafaka alınır. Daha sonra sıkın­tıya düşse de durumu iyi olsa da hüküm aynıdır. Çünkü koca bu du­rumda Allah'ın yükümlü tuttuğu bir kimsedir. Nafaka da ona vacibtir. Kocanın ekonomik durumunun bozulması bu vacibi düşürmez. Şu ka­dar ki ekonomik bakımdan dara düşen kimsenin bu durumu ona eli bollaşıncaya kadar süre verilmesini gerektirir. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa ulaşıncaya kadar ona mühlet (süre) vermek (gerekir). (Bakara/280)[375]

 

e. Zeydiyye Mezhebi:

 

Neyl'ül-Evtar'da darlığa düşen kocanın, karısının nafakasını karşı­lamaması hakkında Şevkâni şöyle diyor: "Darlığa düşen ve karısının nafakasını karşılamayan kocaya bir süre verileceği söylenmiştir. İmam Mâlik'ten, bu sürenin bir ay olduğu rivayet edilmiştir. Şafiî'den üç gün süre verileceği rivayet edilmiştir. Dördüncü günün ilk vaktinde kadının nikahı feshetme hakkı vardır. Hammad'dan rivayet olunduğuna göre bu süre bir yıldır. Bir yılın sonunda iktidarsızlık rahatsızlığı olan erkeğe kıyasla nikah feshedilir.

 

9. Zıhar Ve Îlâ Yapanın Süresi[376]

 

a. Şafiî Mezhebi:

 

İmam Şafiî diyor ki: "Kur'an ilimleri konusunda bilgisinden hoş­nut olduğum birinden duydum ki cahiliye dönemi insanları eşlerini üç yol ile boşarlardı: zıhâr, îlâ ve talâk.

Hz. Allah talâkı (boşamayı) olduğu gibi bırakmış îlâ da ise koca­ya dört ay süre vermiş, bu süre içerisinde ya eşine dönmesini veya eşi­ni boşamasını hükme bağlamıştır. Zıhârda ise keffaret verilmesine hükmetmiştir.[377]

İmam ŞafiîEl-Ümm'de şöyle demektedir: "Koca kansına: "Sen ba­na anamın sırtı gibisin, vallahi sana yaklaşmayacağım" veya "Vallahi sana yaklaşmayacağım. Sen bana anamın sırtı gibisin" derse bu kişi îlâ ve zıhâr yapmış olur. Kendisine zıhârdan dolayı derhal keffaret vermesi emrolunur ve şöyle denir: Dört aydan önce eşine dönersen senin için ha­yırlı olur. Eşine döndüğün takdirde îlâ hükmünden çıkmış olursun. Dö­nüşünü zıhâr keffaretinden önce yaparsan günahkâr olursun. Eğer eşine dönüşünü dört ayın geçmesine ertelersen ve bu durumda eşin senin îlâ için bekletilmeni isterse dönüş gerçekleşmiş olur; dönersen îlâdan çıkar­sın, dönmezsen sana şöyle denilir: "Eşini boşa, aksi halde senin aleyhi­ne olmak üzere biz boşarız. Sonra (eşin) iddette iken dönsen de dört ay geçse hiç zıhâr yapmayan kişi gibi durulursun. Zira cinsel ilişkiden uzak durma İşi kendin tarafından yapılan bir iş ile (yani ilâ ile) olmuştur. Sen zıhârdan önce îlâ veya îlâdan önce zıhâr yapmış bir kimsesin."

"Adam bekletilme sırasında: "Keffaret vereceğim" dese, kendisi­ne şöyle denilir: "Vakit geçirmeden ya köle azâd et veya altmış yoksul kişiye yemek yedir. Eşine dön. Sana verebileceğimiz en son süre budur. Eğer eşine ilişkide bulunmak suretiyle fiilen dönmeye bir mazere­tin varsa sözlü olarak dön. Şayet (köle azâd edemeyecek veya 60 yok­sulu doyuramayacak durumda olduğun için) oruç tutacağım, dersen iki ay (aralıksız) oruç tutmalısın."

"(Zıhâr ve îlâyı birlikte yapan bu kişiye) dört ay geçince ya eşine dönmesi veya onu boşaması emredilmiştir. Onun bir yıl bekletilmesi caiz değildir. Eğer adam "bana köle azad etmek veya yoksulları ye-meklemek için süre verin" derse kendisine şöyle denilir: Sana süreyi ancak zıhar yapmasaydın verebilirdik. Eşine dönmen bir gün gibi kısa bir zamanda olmalıdır."

 

b. Zahirî Mezhebi:

 

Allah'a veya Allah'ın isimlerinden birine yemin ederek eşi ile cin­sel ilişkide bulunmamaya, veya ona bir kötülük etmeye, veya onunla aynı döşekte yatmamaya ve aynı evde kalmamaya yemin eden kimse­nin bu yeminini yerine hâkim engeller ve eşi ile cinsel ilişkide bulun­masını emreder. Yemin ettiği zamandan itibaren kendisine dört ay sü­re verir. Bunu karısı istese de, istemese de, bundan hoşnut olsa da ol­masa da hüküm aynıdır.

Adamın bu yemini öfkeli veya öfkesiz durumdayken etmesi, em­mekte olan bir çocuğuna iyilik olsun diye veya başka bir sebeple yap­ması, yemininin sonunda "inşallah" demesi veya dememesi, yemin et­tiği eylem için bir süre belirleyip belirlememesi durumu değiştirmez.

Eğer koca dört ay içerisinde eşine dönerse mesele yoktur. Fakat dönmeyi kabul etmezse dört aylık süre tamamlanınca hakim (gerekir­se) cebren adamı eşine dönmeye, onunla ya ilişki kurmaya veya onu boşamaya zorlar. Ya Allah'ın emrettiği gibi bu iki şeyden birini yapar veya Allah'ın cezasına uğrar. Ancak cinsel ilişkiye gücü yetmiyor ise buna zorlanmaz. Bir insanı gücünün yetmediği bir şey ile yükümlü tut­mak caiz değildir. Lâkin (bu durumda) sözlü olarak dönmekle ve eşi ile iyi geçinip onunla birlikte gecelemekle yükümlü tutulur. Veya eşini boşar. Bu iki şıktan birini mutlaka yapması gerekir.[378]

 

c. Zeydiyye Mezhebi:

 

Cinsel ilişkiden aciz olan kimse, ne zaman gücü yeterse o vakit bunu yapmaya hakim tarafından yükümlü tutulur. İlişki kurmak aciz­likten değil de hayız, nifas, veya (hac için) ihramda olmak gibi bir ma­zeretten dolayı ise hâkim, kocayı bu mazeretin kalkmasından sonra ka1-rısıyla ilişkiye girmekle yükümlü tutar.

îlâ süresi bitmeden kocanın cinsel ilişkiye gücü yeterken veya mazeret yok iken hakimin (daha önce) cinsel ilişkiden aciz olan kim­seye süre vermesi caiz değildir. Ancak îlâ ile belirlenen süre geçtikten sonra iktidarsızlığı veya mazereti ortadan kalkmış ise bu durumda ha­kim, bir veya iki gün yahut bundan az veya çok gerekli gördüğü kadar süre verir. Çünkü mesele içtihada bağlıdır. Hakimin verdiği süreden sonra (hakim gerekli görürse) hapseder.[379]

 

d. İmamiyye Mezhebi:

 

Şerai'ul-Islâm'da şöyle denmektedir: "Eğer zıhâra konu olan ka­dın sabrederse mesele yoktur. Fakat kadın durumunu dava açarak ha­kime iletirse, hakim kocayı kefaret verip eşine dönmekle, onu boşamak arasında serbest bırakır ve kocaya davanın görüldüğü günden itibaren üç gün süre verir. Süre biter ve koca bir seçimde bulunmazsa, eşine dönmek veya onu boşamaktan birini seçene kadar yeme içme konusun­da sıkıştırılır. Ancak hakim onu başka türlü sıkıştırmadığı gibi aleyhi­ne olmak üzere boşanma kararı da vermez. [380]

e. İbâdiyye Mezhebi:

Şerh'un-Neyl isimli eserde şöyle denmektedir: "Bir adam Allah'ın isimlerinden veya sıfatlarından birine yemin ederek karısına dokunma-maya yemin etse bu kişiye dört ay süre verilir. Eğer bu süre içerisinde dilediği bir zamanda eşine dokunursa yemin keffareti gibi keffaret ve­rir. Dört aylık süre geçip gider de koca eşine ilişmezse kadın bâin ta­lak ile bos olur. [381]

"Koca eşine dokunmamaya, veya onu boşamaya, veya zıhâr'a, veya kölesini azâd etmeye veya yaya olarak haccetmeye Allah adına yemin eder de eşine dokunmadan dört ay geçerse kadın bâin talak ile boş olur.

"Eşinin kendisine haram olduğunu veya dinen haram olan lâşe gi­bi olduğunu söyleyen kimse eşine dört ay boyunca ilişmemiş olursa eşi bâin talakla boş olur. Bu sürede dokunursa yemin etmiş olur.[382]

 

10. Cinsel İktidarsızlığı Olanın (İnniyn'in) Süresi

 

a. İnninyn'in tarifi:

 

Fıkıh âlimlerinin bildirdiğine göre inniyn, erkeklik organı olduğu halde kadınla cinsel ilişkiye gücü yetmeyen kimsedir. Sözlülükte deve

ağılında hapsolunan kimseye unne denir.

Tehzib'ul-Esmâ isimli eserde şöyle denmektedir: "Kocanın kusur­larından birisi unnedir, derler. Bu kusura sahip olana "İnniyn adam" denir. Ezheri diyor ki: Ebu'1-Hâşim'in söylediğine göre İnniyn'e böyle denmesinin sebebi şudur: kendisinde bu kusur bulunan kişinin penisi kadının kadınlık organının sağma soluna sapar, organın içine giremez. Kadında buna benzeyen bir kusur olursa o kadına İnniyne denir. Anla­mı erkek arzu etmeyen kadın, demektir. İnniyn erkek, kadınla cinsel ilişkide bulunamayan erkek demektir. [383]

 

b. Hanefî Mezhebi:

 

Koca iktidarsız ise hakim meselenin dava olarak görülmeye baş­lamasından itibaren erkeğe bir yıl süre verir. Bu sürede adam eşi ile ilişki kurmuş ise ne a'lâ, aksi halde kadının istemesi halinde hakim ay­rılmalarına karar verir. Çünkü Hz. Ömer (kadısı) Şureyh'e iktidarsız er­keğe dava gününden itibaren bir yıl süre vermesini yazılı emir olarak bildirmiştir.

Nitekim bir kadın Hz. Ömer'e gelerek kocasının kendisi ile cinsel ilişkide bulunamadığını bildirmiş. Hz. Ömer, bu kadının kocasına bir yıl süre tanımış, sürenin bitmesine rağmen adamın cinsel ilişkide bu­lunmaması üzerine Hz. Ömer kadını adamla birlikte kalmak ile ayrıl­mak arasında serbest bırakmış, kadın aynlmayı tercih etmiştir. Bunun, üzerine Hz. Ömer karı kocayı birbirinden ayırmış, kadını bâin talâkla boşanmış saymıştır.

Bunun sebebi şudur: Cinsel ilişkide bulunmak kadının sabit bir hakkıdır. Erkeğin ilişkiden kaçınmasının, geçici bir hastalık veya do­ğuştan gelen bir rahatsızlık sebebiyle olması mümkün. Cinsel ilişki ku-ramamasının sebebini mutlaka bilme gereği vardır. Bir yılda dört mev­sim bulunduğu için bu durumun bilinmesi maksadı ile bu süreyi bir yıl olarak takdir etmiş bulunuyoruz.

Belirlenen bir yıllık süre geçtiği halde koca karısı ile cinsel ilişki­yi gerçekleştirememiş ise iktidarsızlığın bünyeden geldiği ortaya çık­mış olur. Artık (Bakara, 229. ayetinde bildirilen) eşi iyilikle tutmak im­kânı yok olmuştur. Geriye güzellikle salıvermek kalıyor. Koca (cinsel ilişkiye güç yetirememesine rağmen) eşini boşamamakta direnirse hâ­kim ona vekâleten eşlerin ayrılmasına karar verir.

Deniliyor ki: Kocaya tanınacak süreyi, güneş sistemine göre he­saplamak ihtiyatlı davranmak için gereklidir. Çünkü belki ay sistemi­ne göre (kameri) sene ile güneş sistemine göre (milâdi) senenin arasın­daki fark sırasında -(ki milâdi sene, kameri seneden 10 gün fazladır)-iktidarsızlık yok olacak ve ilişki mümkün olabilecektir. [384]

Olgun yaşta bir kadın ufak yaştaki kocasının iktidarsız olduğunu tesbit etse, küçük yaştaki kocanın ergenlik yaşına gelmesi beklenir. Çünkü çocukluk döneminin cinsel isteksizlikte etkisi vardır.

Eğer kadın delirmiş kocasını cinsel yönden iktidarsız bulursa, ko­casının velisi ile konuyu mahkemeleşirler ve deli olan kocaya bir yıl süre verilir. Çünkü delilik cinsel arzuyu yok etmez.

Çift cinsiyetli bir kimse idrarını erkeklik organından yapıyorsa bir kadınla evlenmesi caizdir. Böyle bir kimse, karısı ile cinsel birleşmede bulunursa ne a'lâ. Aksi halde iktidarsız kinişe gibi kendisine bir yıl sü­re tanınır.[385]

 

c. Şafiî Mezhebi:

 

İmam Şafiî'nin El-Ümm kitabında şöyle denmektedir: "Bir adam karısı ile cinsel birleşmede bulunamadığı halde başkasıyla bulunabilin yorsa kendisine bir yıl süre verilir. Daha sonra karısı dilerse ayrılmala­rına karar verilir[386]

İmam Şafiî diyor ki: "Hiç bir kimseden "iktidarsız kimseye bir yıl süre verilmesi" hususundaki fetvaya muhalefet olduğunu görmedim. Bu kişi karısı ile cinsel birleştirmeyi gerçekleştirirse ne a'lâ. Aksi hal­de kadın ayrılmakla bu kişi ile birlikte olmaya devam etmek arasında bir tercih yapmak üzere serbest bırakılır."

Bu görüşte olan kimse(ler) şunu söylemektedir: Karısı ile cinsel birleşmeyi gerçekleştiremiyor, fakat başkası ile bunu gerçekleştirebili-yorsa ve olay bir yetkiliye (meselâ hâkime) iletilmemiş ise evlilikleri devam ediyor demektir. Kadın meseleyi bir yetkiliye iletmiş ve ayrıl­mak istemiş ise hakim dava gününden itibaren kocaya bir yıl süre ve­rir. Bu süre içinde koca bir kere cinsel ilişkide bulunmuş ise o kadın karışıdır. Aksi halde, hakim kadını serbest bırakır; kadın ayrılmak is­terse nikahını fesheder. Kocası ile birlikte olmayı seçerse onunla bir­likte olur. [387]

 

d. Hanbelî Mezhebi:

 

Muğni'de şöyle denmektedir: "İnniyn, iktidarsız kimse demektir. Bu, bir erkek için kusurdur. Kendisine denenecek ve durumu bilinecek kadar bir süre verildikten sonra bu kusur sebebiyle nikahı geçersiz sa­yılmaya müstehak olur. Hz. Ömer'den böyle bir kimseye bir yıl süre verildiği rivayet edilmiştir.

"Bir kadın kocasının iktidarsız olup, kendisi ile cinsel birleşmede bulunamadığını iddia ederse dava gününden başlayarak, kendisine bir yıl süre verilir. Eğer bu süre içerisinde cinsel birleşmede bulunamaz ise kadın onunla birlikte olmak ile ayrılmaktan birini seçmekte serbest bırakılır.[388]

Bir kimsenin küçüklük veya hastalık gibi geçici olması ümid edi­len bir sebeple iktidarsız olduğu bilinirse o kişiye süre vermeye gerek yoktur. Zira bu geçicidir, (zamanla) yok olabilir. Doğuştan olan iktidar-lık ise yok olmaz. Yaşlılık veya iyileşmesi ümid edilmeyen bir hasta­lıktan dolayı iktidarsızlık söz konusu ise bu kişiye süre verilir. Zira bu kişi yaratılıştan böyle olan kimse gibidir.

Eğer iktidarsızlık organ kesikliği veya felç gibi bir sebepten dola­yı ise kadının derhal muhayyer olma hakkı vardır. Çünkü böyle bir kimsenin iyileşme ümidi yoktur, beklemenin de bir manası olmaz. Şa­yet organ kesikliği durumunda penisten cinsel ilişkide bulunacak bir parça kalmış ise bu kimseye süre verilmesi en uygun olanıdır. Çünkü kişi doğuştan iktidarsız gibi değildir. [389]

 

e. Zahirî Mezhebi:

 

El-Muallâ'da şöyle denmektedir: "Bir kadınla evlenip onunla cin­sel birleşmede bulunmaya gücü yetmeyen kimseyi, hakimin veya bir başkasının ayırması, ona süre tanıması caiz değildir. Adamın eşi ile bir defa veya bir kaç kere ilişkide bulunmuş olması veya hiç ilişkide bulun­mamış olması durumu değiştirmez. O kadın, onun eşidir; dilerse boşar, dilerse onunla birlikte olur. Bu konuda eskiden beri ihtilaf vardır. [390]

İbn Hazm'ın naklettiğine göre iktidarsız kimseye on ay süre veri­lir. Bir rivayete göre bir yıl süre verilir. Bu süre içinde ilişkide bulunur­sa ne a'lâ, aksi halde ayrılmalarına karar verilir.

Gene İbn Hazm bir kadınla evlenip sonra başına iktidarsızlık ra­hatsızlığı gelen kişi hakkında şöyle demiştir: "O kadın o adamın kansidir. Aralarında ayrılma karan verilemez. Hakem b. Utbe'den rivayet edildiğine göre kadına da erkeğe de süre verilmediği gibi aralarında ayrılma karan da verilemez. Ebû Süleyman ve mezhebimiz âlimleri bu görüştedir.[391]

 

f. Imamıyye Mezhebi:

 

Fakîhu Men La Yahduruhû'l-Fakih isimli eserde şöyle denmekte­dir: "Bazı haberlerde ifade edildiğine göre kadın kocasının iktidarsız olduğunu iddia ederse, adama üç gün taze balık yedirilir. Daha sonra kendisine bir kül birikintisine idrar yapması söylenir. Şayet idrarı külü delerse o kişi iktidarsız değildir. İdrarı kül'ü delmezse iktidarsızdır.

"Safvan b. Yahya Ebân b. Gıyas yoluyla Ebû Abdullah'dan (a.s) iktidarsız kimse hakkında şu rivayette bulunmuştur: "Bir kimsenin ik­tidarsız olduğu bilinince eşi ile ayrılmasına karar verilir. Eğer iktidar­sız kimse bir defa da olsa eşi ile cinsel birleşmede bulunmuş ise eşi ile araları ayrılmaz. Erkek iktidarsızlık gerekçesi ile red edilmez. [392]

 

g. İbâdiyye Mezhebi:

 

Şerh'un-Neyl isimli eserde şöyle denmektedir: "İktidarsız erkeğe bir yıl süre verilir. On ay veya altı ay süre verileceği de söylenmiştir. Bir başka kavle göre yeni evli ise bir yıl, eski ise iki veya beş ay süre verilir. Tüm bu rivayetlerdeki süreler karar verme tarihinden itibaren geçerlidir. [393]

 

11, Çeşitli Hükümlerde Sure

 

a. Hukuki Bir Kararı Uygulamada Süre Vermek:

 

El-Muhailâ isimli eserinde İbn Hazm şöyle demektedir: "Bir hu­kuki karar (kesin olarak) ortaya çıktıktan sonra onun uygulamasının ağırdan alınması helâl olmaz. Bu, Şafiî, Ebû Süleyman ve mezhebimiz âlimlerinin (zahiri mezhebi âlimlerinin) kavlidir."

"Ebu Hanife der ki: "Hakim davalı ile davacının anlaşmaya vara­caklarından ümitli olursa, bir-iki defa kararın uygulanmasını redd et­mesinde bir sakınca yoktur. Hakim tarafların anlaşmaianndan ümitsiz ise kararını verir."

"İmam Mâlik diyor ki: "Davalı ve davacı hakkında karar vermeyi ertelemekte bir sakınca yoktur. Sonra eğer hakim aleyhinde tanıklık yapılan kişinin veya davacının bir delil getirebileceği görüşünde ise kararı sekiz gün erteler. İki defa daha sekizer gün erteleyebilir. Sonra emin olmak için üç gün daha erteler. Toplam otuz gün eder. Kararın er­telenmesine hükmedilen gün sekiz günden sayılmaz."

İbn Hazm, kendi görüşüne aykın olanları redd ettikten sonra şöy­le der: "Kim ki ortaya çıktıktan sonra (bekletmeden) hak ile hükmeder­se adaleti yerine getirmiş, iyilik ve takva üzere yardımlaşmış ve rabbi-nin mağfiretine koşmuş olur. Her kim de bu konuda ağırdan alırsa ne rabbinin mağfiretine koşmuş, ne adaleti yerine getirmiş ve ne de iyilik ve takva üzerine yardımlaşmış olur.[394]

 

b. Namazı İnkar Edene Süre Vermek:

 

Hanbelî (mezhebi) kaynaklarından Muğni'de şöyle denmektedir: "Kim ki namazı kılmayıp terk ederse üç gün (süre ile) namaz kılmaya davet edilir. Eğer namazını kılarsa ne a'lâ, aksi halde öldürülür. Nama­zı ister inkâr ederek terk etmiş olsun, ister inkar etmeden terk etmiş ol­sun, hüküm aynıdır. [395]

 

c.  (Nikah Akünden Sonra) Kadına Kocasının Yanına Gitmekte Süre Vermek:

 

Şafiî'nin El-Ümm isimli kitabında şöyle denmektedir: "(Nikah ak-tinden sonra) cinsel birleşme yapabilecek durumda olan her kadın, ko­casının yanına gitmek zorundadır. Fakat kadının cinsel birleşmeye mâni bir hastalığı varsa, normal hâle dönene kadar kendisine süre verilir. Hastalığı geçtikten sonra kocasının yanma gitme hususunda kadına sü­re verdiğim müddetçe, kocayı mehir vermeye mecbur etmem.[396]

 

d. Nikah Esnasında Bulunmayan Velîye Süre Vermek:

 

Hanbelî mezhebi kaynaklarından Muğni'&z velînin nikahta bulun­ması hakkında şöyle denmektedir: "Ahmed b. Hanbel'in sözünden or­taya çıkan şudur ki eğer velînin yokluğu uzun süreli ise velî beklenir ve kendisine haber gönderilir. Ya kendisi gelir veya birini vekil tayin eder. [397]

 

e. İflas Eden Kişinin Malına Süre Vermek:

 

El-Ümm isimli kitapta şöyle denmektedir: İmam-ı Şafiî -Allah ona rahmet etsin- şöyle demiştir: "İflas eden ve borçlu olarak ölen kimsenin (değerlendirmeye) en elverişli malı hayvanıdır. Önce hayva­nın satılmasından başlanır ve acele edilir. Eğer (iflas eden kimse veya borçlu olarak ölen kimse kalabalık bir şehirde ise üç günden fazla bek­lenilmez. Ancak âlimler beklenilmesi görüşünde iseler ve üç gün bek­lenilmesi halinde değerlenecekse, malların satışı üç gün beklenir.

"Üç gün beklemek, hayvanların bazısının değerini artıracak, bazı-sınınkini artırmayacaksa, değer kazanacak hayvanların satılması için üç gün beklenir, diğerlerinde beklenmez. Bekleme süresinde (hayvan­lar için yapılacak masraf) ölen kimsenin malından yapılır. Çünkü bu onun yararınadır. Nitekim hayvanlar için yapılacak (gerekli) masraf ölen kimsenin malından verilir."

İmam Şafiî der ki: "(İflas eden veya borçlu olarak ölen kimsenin) evleri hakkında bu konuda görüşü geçerli olan kimselerin evin değeri­ni tam veya yaklaşık olarak tesbit edeceği süre kadar veya evlerin bu­lunduğu yer ve yüksekliğe göre değeri artabilecek en son miktara ula­şana kadar beklenir.

'Tarla ve (diğer) eşyalarda (yukarda) anlatıldığı şekilde beklenir.

Bu konuda görüş sahibi olanların malların, tam değerini bulduğunu ve­ya yaklaşık değerini bulduğunu veya en son artacağı kadar arttığını söyledikleri zamana kadar beklenir. Malların değeri artmaya devam et­tikçe satışlar ertelenir.

"Eğer satılacak şey adamın kendi şehrinde değilse, bulunduğu şehrin bilgili kişilerinin görüşü itibariyle değerinin arttığını bildikleri sürece satış için beklenir.[398]

 

Fıkıh Ansiklopedisi Denemesi Bölümüne Ait Bibliyografi[399]

 

Bahr'ur-Râik Şerhu Kenz'id-Dekâik, Zeyn'ud-Din b. İbrahim b. Muhammed b. Nücym-i Mısri, (vefatı 970), Birinci basım, îlmiyye Matbaası, Kahire 1311 (hicri).

Bahr'uz-Zehhâr el-Câmiu Limezâhib-i Ehl'il-Emsar, Ahmed b. Yahya b. Murtaza, (vefatı: 840), Birinci basım, Saadet Matbaası, Mısır 1366 (hicri)-1947 (milâdi).

Bedâi'us-Sanâi fi Tertib'iş-Şerâi, Alâûddin Kâsâni, Birinci Ba­sım, İlmi Matbuat Şirketi Matbaası, Mısır 1327 (hicri).

Bülğat'üs-Sâlik Li Akrab'il-Mesâlik Alâ Şerh'is-Sağir, Şeyh Ah­med Sâvi, Ticariyye Matbaası, Mısır tarihsiz.

Câmiu Li Ahkâm'il-Kur'an, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensâri el-Kurtubi, İkinci basım, Dâr'ul-Kütüb'il-Mısrıyye Matbaası, Kahire 1373 (hicri)-1954 (milâdi).

Esâs'ul-Belâğa, Ebu'l-Kâsım Mahmud b.  Ömer Zemahşeri, Dâr'ul-Kütüb'il Mısriyye Matbaası, Kahire, 1341 (hicri)-1923 (milâdi).

Eşbâh Ve'n-Nezâir Fi Kavaid-i Furuiş-Şafiyye, Celâl'ud-Din Abd'ur-Rahman Suyûti, (vefatı: 911 hicri) Mustafa el-Bâbi ve Evlatla­rı Matbaası, Mısır 1328 hicri-1959 milâdi.

Fakîhu Men La Yahduruh'uî-Fakîh, Ebû Ca'fer Saduk Muham-med b. Ali b. Hüseyin b. Bâbûye el Kummi, (vefatı: 381 hicri), Beşin­ci Basım, Dâr'ul-Kûtub'il-İslâmîyye, Tahran, Bazhar-ı Sultani 1390 hicri.

Fetâvay-i Hindiyye (veya Fetâvây-i Alemkûriyye), Fahreddin Hasan b. Mansur Özcendi el-Fergâni (vefatı: 295 hicri), ikinci basım, Büyük Emiriyye Matbaası, Bulak, Mısır 1310 hicri.

Feth'ul-Kadir, Kemaleddin Muhammed b. Abd'ul-Vâhid Sivasi, İbn'ul-Hümam, (vefatı: 681 hicri), Birinci Basım, Bulak, Emiriyye Matbaası, 1315 Kahire.

Feth'ul-Vehhab bi-Şerhi Menhe'it-Tullâb, Ebu Yahya Zekeriyya el-Ensari (vefatı: 925 hicri) Dâru Îhya'il-Kûtûb'il-Arabiyye, İsâ Elbâbi ve ortaklan, tarihsiz.

Fıkh aîa'l-Mazahib'il Erbea, Abdurrahman Ceziri, Dördüncü Basım, Dâr'ul-Kütüb'il-Mısriyye, 1358 hicri, 1939 miladi.

Furûk, Şehabuddin Ebu'l-Abbas Ahmed b. İdris b. Abdurrah­man Sanhâci el-Karâfi; Beşinci Basım, 1346 hicri, Mısır Dâru İhyâ'il-Kütüb'il-Nuriyye Matbaası, Mısır.

Hâşiyet'ul-Büceyremî Alâ Menhec'it-Tullab, Süleyman Büceyre-mî, Dâr'ul-İhyâ'il-Kütüb'il-Mısriyye Matbaası, Mısır 1330 hicri.

Haşiyetu Ibn Abidin, Redd'ül-Muhtâr Ala Dürr'iî-Muhtar, Mu­hammed Emin İbn Âbidin, Üçüncü Basım, Emiriyye Matbaası, Bulak-Mısır 1325 hicri.

Hâşiyet'ud-Düsûki Ala'ş-Şerh'il-Kebir, Muhammed Arefe (Dü-sûkî), Dâru İhya'il-Kütüb'il-Mısriyye Matbaası, Mısır, tarihsiz.

Hılâf fi'l-Fıkh, Ebu Ca'fer Muhammed b. Hasen b. Ali Tûsi, İkinci Basım, Retkin Matbaası, Tahran 1377 hicri.

İhtiyar Şerh'ul-Muhtâr, Abdullah b. Mahmud b. Mevdud Mev-sılî, Mustafa El-Bâbi ve Evlatları Matbaası, Mısır 1355 hicri 1396 Milâdi.

îzâh, Âmir b. Ali b. Seyfâr Şemmâhi, İkinci Basım, Trablus, 1391 hicri, 1971 miladi, Vatan Matbaası, Beyrut, Dâr'ul-Feth yayınları, (Be­raberinde Muhammed b. Ömer Ebû Sitte El-Kasbî'nin Haşiyesi var.)

Kanatır'ul-Hayrât, İsmail b. Musa Cetâli En-Nüfûsi, Barûniyye Matbaası, Mısır 1307 hicri.

Keşşâful-Kına Ala Metn'il-İkna', Mansur b. İdris Hanbelî, Bi­rinci Basım, Âmiriyye Matbaası, Mısır 1319.

Kitab'ul-Vaz i Muhtasarun Fi Usûî'il Fıkh, Ebu Zekeriyya Yah­ya b. Ebu'1-Hayr El-Cenâvinî, Birinci Basım, Yeni Fücâle Matbaası, Mısır, tarihsiz.

Kurratu Uyûn'il-Ahyâr Li Tekmileti Redd'il-Muhtâr, Muham­med Alâ'ud-Din Efedi, İkinci Basım, Emiriyye Matbaası, Bulak, Mısır 1326 hicri.

Lisan'ul-Arab, İbn Manzur Cemaleddin Muhammed b. Müker-rern El-Ensari. Bulak baskısından ofset yoluyla basılma, Müesseset'ül-Mısriyye el-Âmme, Kahire, tarihsiz.

Mebsut, Şemseddin Serahsî, Birinci Basım, Saadet Matbaası, Mısır 1324 hicri.

Mecme'ul-Enhur Şerhu Müttekâ'l-Ebhur, Abdurrahman Damâd Şeyhzâde Osmaniye Matbaası, Dersaâdet, 1328 hicri.

Mecmu Şerh'ul-Mühezzeb, Ebu Zekeriyya Muhyiddin b. Şeref Nevevî, Arabiyye Matbaası, İdâret'ut-Tıbâat'ül Müniriyye, (Mecmu'un son cüzünde et-Tezâmün'ül-Ahavi Matbaası denmektedir.) 1344 hicri, Mısır. Mecmu ile birlikte Râfiînin Şerh'ul-Veciz'i ve Askalanî'nin Tel-his'ul-Hahiri de vardır.

Mevâhib'ul-Celil Şerhu Muhtasar-ı Halil, Ebu Abdullah Mu-hammed b. Muhammed b. Abdurrahman el-Hattab (vefatı: 954 hicri) Birinci Basım, Saadet Matbaası, Mısır, 1328 hicri. Kenarında Muham­med b. Yusuf un Tâc ve'l-İklil'i vardır.

Mu'cem'ul-Büldan, Yakut el-Hamevî, Beyrut Basımı, tarihsiz.

Mu'cemu Elfaz'ıl-Hadis'in-Nebevî, A. j Wensınck ve bir grup or­yantalist, Brill Matbaası, Leiden (Hollanda) 1967.

Mu'cemu Elfâz'ıl-Kur'an'il-Kerim, Arab dili komisyonu üyele­ri, Kahire Emiriyye Matbaası, 1381 hicri, 1961 milâdi.

Mu'cemu Mekâyis'il-lüga, Ebu'l Hasen Ahmed b. Faris b. Ze-keriyya, Birinci Basım, Dâru İhyâ'il-Kütüb'il-Arabiye, Kahire, 1368 hicri.

Muhallâ, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd b. Hazm (vefa­tı: 456 hicri), Birinci Basım, Nahda Matbaası, Mısır 1374 hicri.

Muhtasar'un-Nafi fi Fıkh'il-İmamiyye, Ebu'l-Kasım Necmeddin Ca'fer b. Hasen el-Huliy, (vefatı 676 hicri) Dâr'ul Küttab'il-Arabi Mat­baası, Mısır 1376 hicri.

Muğni, Ebû Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme, (vefatı: 334 hicri) Birinci Basım, Menar Matbaası, h. 1347, Tahkik: Muhammed Reşid Rıza (İbn Kudâme Makdisi'nin Şerh'ul-Ke-bîr'i ile birlikte).

Muğn'H-Muhtâc ilâ Ma'rifeti Meân'il-Minhâc, Muhammed Şe-bini, Neymeniyye Matbaası, Mısır, 1308 hicri. (Kenarında Nevevî'nin Minhâc metni var.)

Netâic'ul-Efkâr fi Kesfir-Rumuz ve'l-Esrâr, Ahmed b. Kuveydir Kâdi Zade, {Feth'ul-Kadir'm eki.) Mustafa Muhammed Matbaası, Ka­hire, tarihsiz.

Neyl'ul-Evtâr Şerhu Nünketa'l-Ahbâr, Muhammed b. Ali b. Mu­hammed Şevkâni, (Vefatı:  1255 hicri) Osmaniyye Matbaası, Mısır 1357 hicri.

Nihaye fi Ğarib'il-Hadis-i ve'l-Eser, Mecdüddin Ebü's-Saâdât Mübarek b. Muhammed Cezeri İbn'ul-Esir, Tahkik: Tahir Ahmed Zavi ve Mahmud Muhammed Tanâhi, Dâru İhyâ'il-Kütüb'il-Arabiyye, İsa El-Bâbi ve Ortakları, Birinci Basım, Kahire, 1383 Hicri, 1963 milâdi.

Nihayet'ül-Muhtac İlâ Şerh'il-Minhâc, Şemsüddin Muhammed b. Ebu'l-Abbas Ahmed b. Hamza Er-Remli El-Menûfi, (vefatı: 1004) El-Bâbi Halebi Matbaası, 1357 hicri. (Beraberinde Şebramlisî'nin Ha­şiyesi de var.)

Ravdat'ul-Behiyye Şerh'ul-Lem ati'd-Dımeşkıyye, Zeyn'ud-Din Âmilî, Dâr'ul Küttâb1 il-Arabi, Mısır 1378 hicri.

Siyaset'üş-Şeriyye, fî Îslâh'ir-Râi ve'r-Raiyye, Takiyyuddin b. Teymiye, (Vefatı: 728 hicri) İkinci Basım, Dâr'ul Küttab'il-Arabi, Mı­sır, Menar Matbaası, 1951 milâdi.

Şerai'ul-îslâm, Cafer b. Hasan b. Ebu Zekeriyya el-Hüzeli el-Huliy (vefatı 676 hicri) Dâru Mektebet'il-Hayat, Beyrut, tarihsiz.

Şerh'ul-Ezhâr'il-Münteze'i Mitiel-Gays'il-Midrâr El-Müfettihu Li Kemaim'il Ezhârfi Fıkh'ıl-Eimmet'il Ethâr, Ebul-Hasen Abdullah b. Miftah, (Vefatı: 877 hicri) İkinci Basım, Hicazi Matbaası, Kahire 1357 hicri.

Şerh'ul-Hurasî Alâ Muhtasar-ı Halil, El-Huraşi, İkinci Basım,

Emiriyye Matbaası, Mısır-Bulak, 1317 Hicri.

Şerhu Minah'il-Celil Alâ Muhasar-ı Halil, Muhammed Alliş, Matbaa-i Âmire, Mısır 1294 hicri.

Şerh'un-Neyl ve Şifâ'ul-Alil, Muhammed b. Yusuf Itfîş, Muham­med b. Yusuf Bâruni ve Ortaklan basımı, tarihsiz.

Şerh'us-Sağir Alâ Akrab'il-Mesâlik ilâ Mezheb'il-İmam Mâlik, Ebu'l-Berakât Ahmed b. Muhammed b. Ahmed Dirdir. Dâr'ul-Meârif Basımı, Mısır 1974 milâdi.

Tâc'ül-Müzehheb Li-Ahkâm'il-Mezheb, Şerhu Metn'il-Ezhâr fi Fıkh'ıl'Eimmet'il-Ethâr, Kâdi Ahmed b. Kasım El-Ansî el-Yemani Es-San'âni, Birinci Basım, Dâru İhya'il-Kütüb'il-Arabiyye, İsa el-Bâbi ve Ortakları, Mısır, 1366 hicri 1947 milâdi.

Tebyin'ul-Hakaik Şerhu Kenz'id-Dekâik, Fahreddin Osman b. Ali Zeylaî, Birinci Basım, Emiriyye Matbaası, Bulak-Mısır 1313 hic­ri. (Kenarında bu şerhe ait Şelebî şerhi vardır.)

Tehzib'ul-Esmâi ve'l-Lüğât, Ebu Zekeriyya Muhiddin b. Şeref Nevevî, Müniriyye Matbaası, tarihsiz.

Tertîb'ul-Kamus'il-Muhit, Şeyh Tahir Ahmed Zâvi Trablusi, Bi­rinci Basım, Risale Matbaası, 1959 hicri.

Ümm, Ebû Abdullah Muhammed b. İdris Şafiî, (Vefatı: 204 hic­ri) Dâr'uş-Şa'b Matbaası, Kahire 1388 hicri-1969 milâdi. (Bu nüsha Bulak-Mısır 1321 hicri nüshasında ofset baskısıdır.) Ümm'ün kenarın­da Müzeî'nin (vefatı: 264 hicri) muhtasarı vardır.

 

 



[1] Kur'an sûreleri uzunluklarına ve ihtiva ettikleri âyet sayısına göre de sınıflandırılır­lar: Fatiha'dan sonraki yedi uzun sûreye es-Seb'ut-Tıval, âyetten, yüzden fazla olan sûrelere el-Miun yüzden az olan sûrelere el-Mesâni, kısa sûrelere de el-Mufassal de­nir. (Çeviren)

[2] Yani selam vermenin dahi eman anlamına geldiği düşünülürse, rahman ve rahim sı­fatlarıyla ve Allah'ın rahmetİyle desteklenmiş bir ifadeyle yapılan ihtarın, yani besme­le çekilerek girişilen bir işin de eman anlamına geleceği kendiliğinden kesinlik kaza­nır. (Çeviren)

[3] Ayet-i kerimedeki sefihlerle kadınların kastedildiğine dair hiç bir akli ve nakli delil yoktur. Gerçek şu ki, kadın olsun erkek olsun malı idare ve tasarruf edebilecek akli ve ahlâkî yeteneğe sahip olmayan kimseye sefih denir. (Çeviren)

[4] Yazar burada aşın derecede kısaltarak alıntı yapmıştır. O derecede ki sadece yazarın söylediğini tercüme etmek, cümleyi anlaşılmaz derecede kapalı bir hale sokacaktır. Bu sebeple bu paragrafı Menar Tefsiri'nd&n tercüme ettik. Bakınız: Menar Tefsin, Mu-hammed Reşİd Rıza, 9/574. (Mütercim)

[5] Buradaki fark ve cem ifadeleri birer tasavvuf terimidir. Terimi tercüme etmek yerine olduğu gibi aldık. Kısa bir açıklama ile şöyle .söyleyebiliriz: Fark sana nispet edilen, cem ise sana nispet edilmesi mümkün olmayan şeydir. Geniş açıklama için bakınız: İs­lâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, Cem maddesi, 7/278-279. (Mütercim)

[6] Yazar bu bölümde Arab alfabesinin İlk harfi olan eft/harfî İle başlayan dört konuyu ga­yet detaylı bir şekilde ele almıştır. Bunlar, sırası ile itkân israf, a'mâ ve imha! (süre verme) konularıdır. (Çeviren)

[7] Tefhim bir tecvid deyimidir. Detaylı bilgi almak isteyenler şu esere başvurabilirler: Tecvid ilmi, Celâleddin Karakilıç, Ankara, 1963, shf. 47. (Çeviren)

[8] Yazar, üç türlü okuma olduğunu bildiriyor. Fakat tahkikten başka türler hakkında bil­gi vermiyor. Diğer türler Tedvir ve Hader'dir. Basit bir ifade ile tedvir orta yollu, ha-der ise anlamını bozacak derecede olmamak üzere süratli okumaktır. (Çeviren)

[9] Mu'cem-i Mekâyis'il-Lüğa, İbn Fâris, 3/153

[10] Mu'cemu Elfâz'il-Kur'an'il-Kerim, Komisyon, 3/137

[11] Lisân'ul-Ar ab, ibn Manzur, 11/48

[12] Tezhib'ul-Esmâ-i vel-Luğat, Nevevî, 2/148

[13] En-Nihâye, İbn'ul-Esir, 2/362

[14] Lisan'ul-Arab, 11/49

[15] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 1/20

[16] Bedâi'us-Sanâİ, Kâsâni, 1/22

[17] Tebyin, Zeyİaî, 1/5

[18] İbn Âbidin, Muhammed Emin, 1/84-85'inci sahifenin hâmiş'inde şöyle denmektedir: Kuhistanide Cevahir İsimli esere nisbetle şöyle geçiyor: Akmakta olan suda(n alınan abdestte) fazla su kullanmak caizdir. Çünkü su ziyan olmuyor. Bunu söyledikten son­ra "Bunu düşün!" diyor. Daha sonra da: "Suyu israf etmek mekruhtur. İsterse akmak­ta olan nehrin suyu olsun'' denmektedir.

[19] Ibn Âbidin, 1/93-94

[20] Mebsut, Serahsi, 1/45. Aynı cildin 9. sahifesinde abdestte üçten fazla yıkamanın mekruh olduğu zikredilmiştir.

[21] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 1/39

[22] Bedai'us-Sanaî, Kâsâni, 1/23

[23] İbn Âbidin, 1/94

[24] Mevâhib'ul-Ceîil, El-Hattâb, 1/256

[25] Mevâhib'ul-Celîl, el-Hattab, 1/256

[26] Mevâhib'ul-Celîl, el-Hattab, 1/256

[27] Bülğat'us-Sâlik, Es-Sâvî, 1/44-45

[28] Bülğat'us-Sâlik, Es-Sâvî, 1/46

[29] Hâşiyet'ud-Dusûkî, Muhammed Arcfe, 1/103

[30] Şerhli Minah'ii-Celil.Attiş, 1/55

[31] Mecmu, Nevevî, 1/438

[32] Mecmu, Nevevî, 2/195

[33] Nihayt'uî-Muhtac, Remli, 1/172-173

[34] Müd ve sâ bir hacim birimi olup karşılığında ölçek deyimini kullanmak uygundur.

[35] Nihâyeful-Muhtac, Remli, 1/212

[36] Huğni, İbn Kudâme, 1/130-132

[37] Keşşâfut-Kına, İbn-ul İdris Hanbelî, 1/116 

[38] Mıtğni, İbn Kudâme, 1/132 

[39] Muğni, İbn Kudâme, 1/228 

[40] Keşşâful-Kınâ, İbn İdris Hanbelî, 1/75 

[41] İbn Hazm, Muhatla, 2/72

[42] İbn Hazm, Muhallâ, 2/73

[43] Muhallâ, İbn Hazm 2/73

[44] El-Bahr'uz-Zahhâr, İbn'ul Murtaza, 1/72

[45] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 1/91-92

[46] Neyl'ül-Evtâr, Şevkini, 1/173

[47] Neyl'ul-Evtar, Şevkâni, 1/250-252

[48] Kitab'ul- Va 'd, El-cinavunî, shf. 44

[49] KitabuŞerh'in-NeylAlüş, 1/51-52

[50] Şerh'un-Neyl, İtfiş, 1/98

[51] Kanâtır'ul-Hayrat, Nufûsi, 1/335

[52] El-Hilâf, Tûsi, 1/15

[53] El-Muhtasar'un-Nâfi, El-Huliy, shf. 6

[54] Er-Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 1/25

[55] Sahul, Yemen'de bir köyün adıdır. Oradan beyaz pamuklu giysiler getirilirdi. Köyün adma nisbeten bunlara Sahuliye denir. Bakınız: Mu'cem'ul-Büldan, Hamevi, 3/195

[56] Feth'ul-K&dir, Ibn'ul-Hümam, 1/453-455

[57] Hâşiyetu İbn Abidin, Muhammet! Emin, 1/603

[58] Bedâi'us-Sanai, Kâsâni, 1/306

[59] Mevâhib'ul-Ceffl, El-Hattâb, 2/224-225

[60] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arafe

[61] Kitâb'ul-Umm, Şafiî, 1/204

[62] Mecmu, Nevevî, 5/195

[63] El-Mecmu, Nevevî, 5/194

[64] Nihâyet'ul-Muhtac, Remli, 2/450

[65] El-Ümm, Şafiî, 1/236

[66] Muğni, İbn Kudâme, 2/330

[67] Ke^aful-Kınâ, İbn İdris Hanbelî, 1/389

[68] Keşşaf ul-Kınâ, İbn İdris Hanbelî, 1/399

[69] El-Muhallâ, ibn Hazm, 5/117

[70] El-Bahr'uz-Zehhâr, İbn'ul-Murtazâ, 2/104

[71] Neyl'ul-Evtar, Şevkâni, 4/36-37-38

[72] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 1/40

[73] Şerh'un-Neyl, Itfış, 1/660

[74] Fıkıh kitaplarında mehir için sadak, ecir, fariza, akr, alaka ve nihle denmektedir.

[75] Mebsût, Serahsi, 5/62

[76] On dirhem günümüz ölçülerinde yaklaşık 34 gram gümüştür. Bu değer bugün için bir şey ifade etmiyor. Ancak Hz. Peygamber döneminde 10 dirhem gümüş ile iki koyun alınabildiği dikkate alınırsa mehrin en az miktarında bir ölçü belir­lenmiş olur. (Çeviren)

[77] Bedâi'us-Sanai, Kâsâni, 2/275

[78] Hâşiyet'ud-DusûU, Muhammed Arafe, 2/302-309, BÜİgat'us-Sâlik, Es-Sâvi, 1/380

[79] Mevahib'ul-CeM, El-Hattab 3/508

[80] El-Ümm, Şafiî, 5/52-143

[81] Nihâyet'ul-Muhtac, Remli, 6/329

[82] Muğni, İbn Kudâme, 8/6

[83] Muğni, İbn Kudâme, 8/6

[84] Keşşaful-Kınâ, İbn İdris, 3/75

[85] Kesşâfut-Kınâ, İbn İdris, 376

[86] El-Muhattâ, İbn Hazm, 9/496

[87] El-Muhallâ, İbn Hazm, 3/497

[88] El-Muhallâ, İbn Hazm, 9/500

[89] El-Muhaüa.

[90] Neyl'ul-Evtâr, Şevkâni, 6/166

[91] Neyi'ul-Evtâr, Şevkâni, 6/168-169

[92] Ravdal'ul-Behiyye, El-Amilî, 2/115

[93] Şerh'un-Neyl, Itfîş, 3/89

[94] Haşiyem İbn Âbidin, Muhammed Emin, 5/223

[95] Bülğafus-Sâlik, Es-Sâvi, 2/488

[96] Mecmu, Nevevî, 4/455-457

[97] Nihayet'ül-Muhtac, Remli, 7/210

[98] Keşşaf 'ut-Kına, İbn İdris, 3/106

[99] Bir hadiste Hz. Peygamber'in, beraberinde bulunduğu arkadaşlarından izin almadık­ça bu şekilde yemeyi yasakladığı bildirilmiştir. Bu yasağın gerekçesinin, arkadaşı ra­hatsız eden bir oburluk veya arkadaşını aldatmak olduğu bildirilmektedir. Veya o za­man yiyeceğin az olup sıkıntı içinde oldukları için bu yasaklamıştır. Bakınız: îbn'ul-Esir, Nihaye, 4/52

[100] El-Muhallâ, İbn Hazm, 7/428

[101] El-Muhallâ, İbn Hazm. 8/289

[102] El-Muhalia, tbn Hazm, 8/290

[103] Neyi'ul-Evlâr, Şevkâni, 2/112

[104] Neyl'ül-Evtâr, Şevkâni, 2/112

[105] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 2/293-294

[106] Şerâi'ul-İslâm, El-Hüzelî, 2/149.

[107] Kanâtır'ul-Hayrat, Nufûsi, 3/250

[108] Şertiun-Neyl, Itfîş, 7/242

[109] Şertiun-Neyl, Itfîş, 7/242

[110] El-İnâye, Bâbeıti, 8/260

[111] Nihayet'üî-Muhtac, Remli, 7/286

[112] Nihayet'ül-Muhtaç, Remli, 7/278

[113] Muğn'il'Muhtac, Şerbini, 4/29

[114] Muğni, İbn Kııdame, 9/410

[115] İbn İdris, 3/362-364

[116] Muğni, İbn Kudâme, 9/392

[117] Şeh'ul-Kebir, İbn Kudâme Makdisi, 9/395

[118] EI-MuhaUâ, İbn Hazm, 10/366

[119] Ei-Muhallâ, İbn Hazm, 11/169-170

[120] Şerh'ul-Ezhar, İbn Miftâh, 4/402

[121] En-Neyl, Itfîş, 8/90

[122] Neyi, Itfîş, 8/90

[123] Mecma'ul-Enhur, Şeyhzâde, 2/524

[124] Şerhu Mirah'U-Celil, Alliş. 1/596

[125] El-Meıımt  Ncvevî, 9/39-40

 

[126] Nihayet'ul-Muhtav. Remli, S/15

[127] Mu&ni. İbn Kudüme. 11/73-75

[128] El-Muhallâ, İbn Hazm, 7/436

[129] El-Bahr'uz-Zehhar, İbn Murtaza, 4/322

[130] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 2/290-291

[131] Kitab'ul-Hilâf, Tûsi, 2/545

[132] Şerai'ul-fslâm, Hııliy, 2/14S-I w

[133] Mu'cenin Mekâyis'il-Lüğa, İbıı Rırı.s. 4/133

[134] Usun'ııl-Arah. Ihıı M.tn/.iir N'lhavı'. İbıuıi

[135] El-Eşbâh ve'n-Nezâir, Suyûti, shf. 252

[136] El-Mecmu, Nevevî. 9/304

[137] Muğni, İbn Kudâme, 1/65

[138] Me\ahib'ui'Celil, El-Hattâb, 1/510

[139] Fetâvayı Hindiy\c, Fcrğani. 5/3X2

[140] İhışiyet'ud-Dusûki, Muhammet! Arcfc, 1/227

[141] Haşıycl'ud Dtışûki, 1/226

[142] Me\ahib'ui'Celil, El-Hattâb, 1/510

[143] Me\ahib'ui'Celil, El-Hattâb, 1/510

[144] Necmu, Nevevî, 3/204

[145] Necmu, Nevevî, 9/304

[146] Burada mukallid kelimesi müctehid'in zıddı anlamında değil, a'mâ olmadığı halde bulunduğu yerin kıblesini bilmeyen kişi için kullanılmıştır. (Çeviren)

[147] Muğni, İbn Kudâme, 1/493-494

[148] Muğni, İbn Kudâme, 1/477

[149] Muğni, İbn Kudâme, 1/463

[150] El-Muhallâ, İbn Hazm, 3/228-230

[151] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 1/192

[152] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 1/197

[153] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 1/57

[154] El-îzâh, Şemmahi, 1/441

[155] el-îzâh, Şemmahi, İ/443

[156] El-Mecmu, Nevevî, 3/72-73

[157] E^bâh ve'n-Nezâir, Suyûtî, shf. 252

[158] Muğni, İbn Kudâme, 1/387

[159] Haşiyetu İbn Âbidin, Muhammed Emin, 1/364

[160] Kitab'uş-Şerh'is-Sağir, Derdîr, 1/254

[161] Hâşiyet'ud-Dusüki, Muhammed Arafe, 1/197-198

[162] El-Mecmu, Nevevî, 9/304

[163] Eşbah ve'n-Nezâir, Suyûti, shf. 250-251

[164] El-Mecmu, Nevevî, 3/74

[165] El-Muhaîlâ, İbn Hazm, 3/120

[166] Neyl'ül-Eytar, Şevkâni, 2/51

[167] Şerai'ul İslâm, Huliy, 1/50

[168] El-îzâh, Şemmâhi, 1/404

[169] Haşiyetu İbn Abidin, Muhammed Emin, 1/390

[170] El-Mecmu, Nevevî, 4/190

[171] el-Mecmu, 4/203

[172] El-Muhallâ, İbn Hazm, 4/189

[173] Neyl'ül-Evtar, Şevkâni, 3/125

[174] Neyl'üî-Evtâr, Şevkâni, 3/125-126

[175] Kitab'ul-Iyzâh, Şemmâhi, 1/532-533

[176] Haşiyetu İbnAbidin, Muhammed Emin, 4/7

[177] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 1/247

[178] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arefe, 1/333

[179] Şerh'us-Sağir, Derdir, 1/444

[180] Mevâhib'ul-Celîl, Hattab, 1/451. Ayrıca bkz. Ahkâm ul-Kur'an, Kurtubi, 1/354

[181] El-Mecmu, Nevevî, 4/286

[182] El-Ömm, Şafiî, 1/146

[183] Eşbâh ve'n-Nezâir, Suyûtİ, shf. 251

[184] Muğni, İbn Kudâme, 2/30

[185] El-MuhaM, İbn Hazm, 4/211

[186] El-Muhallâ, 4/213

[187] Neyl'ul-Evtâr, Şevkâni, 4/213

[188] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 1/120

[189] Şerh'un-Neyl Itfiş, 1/436

[190] Hâşiyetu İbn Abİdin, Muhammed Emin, 1/436

[191] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arefe, 1/391

[192] Şerh'us-Sağir, Devdir, 1/516

[193] Mecmu, Nevevî, 4/490

[194] Mecmu, 4/486. Ayrıca Eşbah ve'n-Nezair, 250

[195] Eî-Mecmu, Nevevî, 9/304

[196] Ei-Fıkhu ala'l Mezâhib'il-Erbea, İbâdetler bölümü, 1/280

[197] Neyl'ül-Evtâr, Şevkâni, 3/225-226

[198] Şerai'ulJslâm, Huliy, 1/59

[199] El-Muhtasar'un-Nâfi1, Huliy, shf. 36

[200] Şerh'un-Neyt, Itfiş, 1/501

[201] Haşiyetu îbn Âbidin, Muhammed Emin, 4/71

[202] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arefe, 2/6

[203] Eİ-Mecmu, Nevevî, 7/85

[204] El-Fıkhu Ale'1-Mezahib'il-Erba, İbadetler bölümü, 1/516

[205] Muhallâ, İbn Hazm, 7/56

[206] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 2/65

[207] Şerh'un-Neyl, Itfiş, 2/274

[208] Fetâvay-i Hindiyye, Fergâni, 3/65

[209] Haşiyetu İbn Abİdin, Muhammed Emin, 4/71

[210] Haşiyetu İbn Abİdin, Muhammed Emin, 4/71

[211] Bedâi, Kâsâni, 5/164

[212] Haşiyet'üd-Düsûkî, Muhammet! Arefe, 3/24

[213] Mecmu, Nevevî, 9/302-303

[214] Mecmu, 9/304

[215] Selem, parası peşin verilip malı ileri bir tarihte teslim almak üzere yapılan bir sa­tış çeşididir. (Çeviren)

[216] Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti, shf. 250

[217] Kitabet bir kölenin, belli bir miktar para ödemek veya bir şey vermek karşılığın­da, hür olmak üzere efendisi ile yaptığı anlaşmaya denir. Böyle bir anlaşma ya­pan köleye mükâtep denir. (Çeviren)

[218] Mecmu, Nevevî, 9/303

[219] El-Mecmu, Nevevî, 9/303

[220] Mecmu, Nevevî, 9/303-304

[221] Mecmu, Nevevî, 9/303

[222] Mecmu, Nevevî, 9/303

[223] El-Muhallâ, İbn Hazm, 9/52

[224] El-Muhallâ, İbn Hazm, 9/52

[225] Şerh'ul-Ezhâr, 3/8

[226] Şerh'un-Neyl, Itüş, 4/140

[227] Halvet, aralarında nikah bulunan bir kadın ve erkeğin tek başına bir yerde kalmala­rıdır. (Çeviren)

[228] Hâşiyetu İbn Âbidin, Muhammed Emin, 2/347

[229] El-İhtiyâr, Mevsılî, 3/165

[230] Mıtğni, İbn fCudâmc, 8/65

[231] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 2/312

[232] Haşiyetu ibn Âbidin, Muhammed Emin, 4/71

[233] Kurretu Uyûn'il-Ahbar, Alaaddin Efendi, 1/41

[234] Haşiyetu ibn Abİdin, Muhammed Emin, 4/394

[235] Kurratu öyûn'İÎ-Ahbâr, Aladdİn Efendi, 1/83

[236] Haşiyetu İbn Abidin, Muhammed Emin, 2/376

[237] Hâşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arefe, 3/167

[238] El-Câmi'u Li-Ahkâm'il-Kur'an, Kurtubî, 2/390

[239] El-Mecmu, Nevevî, 9/304

[240] El-Eşbah ve'n-Nezâir, Suyûli, shf. 250-252

[241] El-Ümm, Şafiî, 7/42

[242] El-Muğni, İbn Kudâme, 12/61-62-63

[243] El-Muğni, İbn Kudame, 10/181-182

[244] El-Muhalla, İbn Kudâme, 9/434

[245] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 4/199

[246] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftâh, 2/241

[247] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 1/254

[248] Şerh'un-Neyl, Itfîş, 6/586

[249] Haşiyetu İbn Abidin, Muhammed Emin, 4/71

[250] El-Mecmu, Nevevî, 9/74

[251] El-Mecmu, Nevevî, 9/304

[252] El-Mecmu, Nevevî, 9/76-77

[253] Eşbah ve'n-Nezair, shf, 250

[254] Ravd'un-Nadir,3/\ll

[255] Ravdat'ul-Behiyye, 2/265

[256] Şerh'un-Neyl, Itfîş, 2/528

[257] Şerh'un-Neyl, 2/551

[258] Haşiyetu İbn Âbidin, Muhammed Emin, 4/71 4/423

[259] Bedai, Kâsâni, 7/3

[260] Haşiyetu İbn Abidin, Muhammed Emin, 4/423

[261] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arefe, 4/130

[262] Mevahib'ul-Celîl, El-Hattâb, 6/99

[263] Eşbah ve'n-Nezâir, Süyuti, shf. 250

[264] El-Mecmu, Nevevî, 9/304

[265] El-Mecmu, Nevevî, 1/41

[266] El-Mecmu, Nevevî, 9/304

[267] Eşbah, Suyutî, shf. 252

[268] El-Mecmu, Nevevî, 9/304

[269] El-Mecmu, Nevevî, 9/303

[270] Muğniı ibn Kudame, 11/385

[271] Muğni, İbn Kudame, U/387

[272] Muğni, İbn Kudame, 11/387

[273] Muğni, İbn Kudame, 7/357

[274] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Mifthah, 4/410

[275] Ravdat'ul-Behiyye, 1/236

[276] Şerh'un-Neylltüş, 6/531

[277] Şerh'un-Neyl, Itfıyş, 6/531

[278] Hidâne fıkhî bir deyim olup, eşlerin ayrılması durumunda küçük çocuğa bakmak üzere kime verileceğini belirleyen kurallar fıkıhta Hidâne bölümünde incelenir. (Çeviren)

[279] Haşiyetu İbn Âbidin, Muhammed Emin, 4/71

[280] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arafe, 2/528

[281] Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti, shf. 250-251

[282] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 1/525

[283] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 1/525

[284] Haşiyetu İbn Âbidin, Muhammed Emin, 3/227 ve 4/71

[285] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arafe, 2/155

[286] El-Mecmu, Nevevî, 7/85

[287] Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti, shf. 250. Aynca bakınız: Mecmu, Nevevî, 9/304

[288] Muğni, İbn Kudame, 10/367

[289] Siyaset-i Şeriyye, İbn Teymiyye, shf. 132

[290] Muğni, İbn Kudâme, 10/542

[291] El-Muhallâ, İbn Hazm, 7/296-299

[292] Neyl'ul-Evtar, Şevkâni, 6/248

[293] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 1/217

[294] Muhtasar'un-Nâfi, El-Huliy, shf. 109

[295] Cizye İslâm yönetimi altında kalmayı kabullenen zımmilerden yani Hristiyan ve Yahudilerden alınan yıllık vergidir. (Çeviren)

[296] Egbah ve-n-Nezâir, SuyÛti, shf. 252

[297] Mevahib'ul-Celil, El-Hattab, 6/248-249

[298] El-Mecmu, Nevevî, 9/304

[299] Eşbâh ve'n-Nezâir, Suyûti, shf. 250-253

[300] Âkile cinayeti işleyenin baba tarafından akrabaları olup, cinayeti işleyenin Ödeme­ye gücü yetmemesi durumunda ortaklaşa diyetini öderler. (Çeviren)

[301] El-Ümm, Şafiî, 7/285

[302] Ei-Ümm, Şafiî, 6/56

[303] Muğni, İbn Kudamc, 9/427 ***  

[304] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/268

[305] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/298

[306] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/304

[307] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/291

[308] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/284-285

[309] Şerai'ul-İslâm, E-Huliy, 2/2S4

[310] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/275

[311] El-Mecmu, Nevevî, 9/303 

[312] Eşbâh ve'n-Nezâir, Suyûtİ, shf. 253 

[313] Ravdat'ul-Behiyye 

[314] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 2/126 

[315] Şerh'un-Neyl, Itfiş, 3/167

[316] Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti, shf. 250

[317] Muğni, İbn Kudâme, 8/586

[318] Muğni, ibn Kudâme, 3/583

[319] Neyl'ül-Evtâr, Şevkâni, 5/117

[320] El-Muhalla, İbn Hazm, 7/178

[321] El-Muhalla, İbn Hazm, 7/360

[322] Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti, shf. 253

[323] Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti shf. 250

[324] Eşbah ve'n-Nezâîr, Suyûti, shf. 252

[325] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/7

[326] Mu'cemu Eifaz'ü-Kur''an'U-Kerim, Komisyon, 2/661

[327] Mu'cemu Mekâyis'il-Lüğa, İbn Fâris, 5/283

[328] Esâs'üİ-Belâğa, Zemahşeri, 2/407

[329] Tertib'ul-Kamus, Tarablusi, 4/261

[330] Nihâye, Îbn'ul-Esir, 4/375

[331] Mu'cemu Elfâz'ıl-Hadis'in-Nebevî, Komisyon, 6/281

[332] El-Bahr, İbn Nüceym, 7/230

[333] Netâic'ul-Efkâr, Kadızâde, shf. 12

[334] Şerh'ul-Huraşî, 3/295

[335] Şerh'us-Sağir, Dırdır, 4/312

[336] Feth'ul-Vehhâb, El-Ensâri, 2/231-232

[337] El-Muhalla, îbnHazm, 9/371

[338] Tâc'ul-Müzehheb, San'âni, 4/15-16

[339] Şerai'ut-İslâm, El-Huliy, 2/212

[340] Mürîed, müslüman iken İslâmiyet'i terk ederek dinden çıkan kimsedir. (Çeviren)

[341] El-İhtiyar, Mevisılî, 3/100

[342] Haşiyetu İbn Ahidin, Muhammed Emin, 3/294

[343] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 4/385-386

[344] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 4/386

[345] Şerh'ul-Huraşî, 8/65-66

[346] Mevahib'ul-Celii, El-Hattâb, 6/281

[347] Bülğat'us-Sâlik, Dirdir, 2/382

[348] El-Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti, shf. 256

[349] Feth'ul-Vehhab, El-Ensari, 2/155

[350] Muğni, Ibn Kudâme, 10/76-78

[351] Muğni, İbn Kudâme, 10/92

[352] El-Muhailâ, İbn Hazm, 11/188-189-192

[353] El-Muhallâ, İbn Hazm, 11/194

[354] NeyVul-Evtar, Şevkâni, 7/193

[355] Şerai'ul'İMm, El-Huliy, 2/259

[356] HetuibnAbidin, Muhammed Emin, 4/333 

[357] Karâfi, 2/ı0

[358] El-Umm, Şafiî, 3/179

[359] Büceyremî Haşiyesi, 4/397

[360] Muğni, İbn Kudâme, 10/78

[361] El-Muhallâ, İbn Hazm, 8/84

[362] Et-Tâc'ul-Müzehheb, San'âni, 2/484

[363] Et-Tâc'ul-Müzehheb, San'âni, 2/484

[364] Şera'il-İslâm, El-Huliy, 2/21

[365] Kitab'ul-İyzah, Şemmahİ, 3/413

[366] Şerh'ul-Huraşi, 4110

[367] Ümmü Veled, efendisinden çocuk doğuran cariyedir. (Çeviren)

[368] Furûk, Karâfi, 3/145-146

[369] Haşiyet'ul-Buceyremî, 4/118

[370] Feth'ul-Vehhâb, Ei-Ensari, 2/120

[371] Resail'uz-Zehebİyye {Feth'ul-Vehhab kenarında basıljnış nüshası) 2/121

[372] Ül-Ömm, Şafiî, 5/81

[373] Keşf'ul-Kına,İbnİdxis, 3/310

[374] El'Muhailâ, İbn Hazm, 10/97

[375] Şevkâni, 6/226

[376] Zıhar kocanın karısına "sen bana anamın sırtı gibisin" demesiyle ortaya çıkan durum­dur. Zıhar ile ilgili hükümler Mücadele/2-4 ayetleri ile düzenlenmiştir. îlâ ise, kocanın karısına dört ay boyunca cinsel ilişkide bulunmamak üzere yemin etmesidir. İlgili hü­kümler Bakara/226 ayetinde bildirilmiştir. (Çeviren)

[377] El'Ümm, Şafiî, 5/262

[378] El-Muhallâ, İbn Hazm, 10/47

[379] Tâc'ul-Müzehheb, San'ani, 2/257

[380] Şerai'ul-lslâm, El-Huliy, 2/76

[381] Şerh'un-Neyl, Itfiyş, 3/443

[382] Şerh'un-Neyl, Itfîyş, 3/446

[383] Tehzib'ul-Esmâ-i Ve'l-Luğât, Nevevî, 2/48

[384] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 3/263

[385] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 3/264-266

[386] El-Ümm, Şafiî, 5/96

[387] El-Ümm, Şafiî, 5/35

[388] El-Muğni, İbn Kudâme, 6/668

[389] El-Muğni, İbn Kudame, 6/670

[390] El-Muhalîa, İbn Hazm, 10/58

[391] El-Muhallâ, İbn Hazm, 10/60

[392] Fahîhu men Lâ Yahduruhû'l-Fakih, El-Kummî, 3/357

[393] Şerh'un-Neyl.ltfiyş, 3/246

[394] El-Muhalîâ, İbn Hazm, 9/422

[395] Muğni, İbn Kudâme, 10/85

[396] El-Umm, Şafiî, 5/85

[397] Muğni, İbn Kudâme, 6/479

[398] El-Ümm, Şafii, 3/186

[399] Yazar bu bölümde her dipnotta kaynak olarak başvurduğu eserin özelliklerini tekrar tekrar zikretmiştir.

Bu tekrarlara meydan vermemek için çeviride sadece kitabın kısa adına, yazarın meş­hur lakabına ve eserin cilt ve sahİfe numaralarına yer verilmiştir. Bu sebeple bu bölümün sonuna bölümün tamamında yararlanılan kaynakların alfabe­tik bir listesini bibliyografi belirlemedeki usullere uygun olarak koymuş bulunuyoruz. Kitap ve yazar isimlerinin başında genellikle bulunan el lâm-ı tarifi dikkate alınma­mıştır. (Çeviren)