Şeytanın Hilesi, Kadınların Hîlesi
Sure Başlarındaki Kul (De Ki) Kelimesi
Allahım Bizi Sırat-I Müstakim'e (Doğru Yola) Hidayet Et
3. San'atkarın Kendisinden İstenilen Şeyi İtkân Üzere Yapması
5. Kısas Hakkını Almakta İtkan
7. Yetim Malını Gözetmede İtkan
c. Şafiî Mezhebi: imam Şafiî şöyle diyor:
8. Yeme, Îçme, Giyim Ve Süslenme Gibi Harcamalarda İsraf
10. Zorunlu Hallerde Ölü Eti Ve Benzeri Haram Şeyleri Yemekte İsraf
2. A'mânın Abdest Ve Gusül İçin (İçerisinde Temiz Su Bulunan) Su Kabını Araması
3. A'mânın Kıbleyi Araştırması
g. Imamiyye (Caferiye) Mezhebi:
4. A'mânın Namaz Vakitlerini Belirlemesi
f. îmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:
6. A'mânın Cemaatle Namaz Kılması
g. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:
f. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:
f. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:
11. A'mâlığın Halvetteki Tesiri
13. A'mânın Avlanmasının Ve Hayvan Boğazlamasının Hükmü
d. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:
14. A'mânın Yönetici Ve Hakim Olması
f. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:
g. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:
e. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:
b. Keffaretlerde A'mâ Kölenin Azad Edilmesi:
c. Kör Olan Hayvanın Kurban Edilmesi:
d. A'mânın Vakit Belirleme İçin Çalışması:
f. A'mâmn Hadis Dinleyip Rivayet Etmesi:
g. A'mâmn Mahremi Olmayan Kadının Sesini Dinlemesi:
4. Davalıya Savunma Ve Isbat Hususunda Süre Vermek
7 Boşanma Davasından Dolayı Kadına Süre Vermek
8. Nafakayı Karşılayamayan Kocaya Süre Vermek
9. Zıhar Ve Îlâ Yapanın Süresi
10. Cinsel İktidarsızlığı Olanın (İnniyn'in) Süresi
a. Hukuki Bir Kararı Uygulamada Süre Vermek:
b. Namazı İnkar Edene Süre Vermek:
c. (Nikah Akünden Sonra) Kadına Kocasının Yanına Gitmekte Süre Vermek:
d. Nikah Esnasında Bulunmayan Velîye Süre Vermek:
e. İflas Eden Kişinin Malına Süre Vermek:
Fıkıh Ansiklopedisi Denemesi Bölümüne Ait Bibliyografi
KUR'AN'DA MEKKİ ve MEDENİ SURELER
KUR'AN OKURKEN ŞEYTANDAN ALLAH'A SIĞINMAK
KUR'AN, PARMAK İZİ ve KİMLİK TESBİTİ
İNSAN DERİSİNE İŞKENCE EDİLMESİ
AYETTE GEÇEN BİZİ İKİ DEFA ÖLDÜRDÜN, İKİ DEFA DİRİLTTİN SÖZÜNÜN ANLAMI
KÜN FEYEKUN (OL DER ve OLUVERİR)
65 DÜŞMANLARA KARŞI KUVVET HAZIRLAMAK
MÜDDESİR SÛRESİNİN İLK AYETLERİ
BİTKİLERİN RÜZGARLAR YOLUYLA AŞILANMASI
MÜTEFİKE (ALT ÜST OLAN ŞEHİRLER)
GÜNEŞİN BATTIĞI YER ve KARA BALÇIKLI SU GÖZESİ
MAĞFİRET İLE AZABIN ARASININ BAĞDAŞTIRILMASI
KUR'AN'DA KIYAMET GÜNÜNÜN VASIFLARI
KUR'AN'DAKİ HÂFİRA KELİMESİNİN ANLAMI
KUR'AN'DA MÜNAFIKLARIN TASVİRİ
İKİ DOĞUNUN ve İKİ BATININ RABBİ
KUR'AN DİLİ OLAN ARABÇANIN ÖNEMİ
HZ. PEYGAMBERİN, HELÂL OLAN BAZI ŞEYLERİ KENDİNE HARAM KILMASI
BİR AYETLE BİR VECİZE ARASINDAKİ MUKAYESE
ŞIMARIK ZENGİNLERİN YOLDAN ÇIKMALARI
CANSIZ VARLIKLARIN SECDESİ ve TEŞBİHİ
YİNE MUSHAFLARIN YAZILMASI KONUSU
KUR'AN'DA "YEDİ" LAFZININ TEKRARI
BURNUNU DAMGALAYACAĞIZ (veya SÜRTECEĞİZ)
KAFİRLERİN KALPLERİNİN MÜHÜRLENMESİ
İHDİNA'S-SIRATA'L-MÜSTAKİM'İN OKUNUŞU
"EKRAMEN" ve "EHANEN" KELİMELERİNİN OKUNUŞU
"MÂLİK-İ YEVM'İD-DİN"İN OKUNUŞU
FERYAT ve FİGAN GÜNÜ (TENAD GÜNÜ)
İBN TEYMİYYE ve KUR'AN TEFSİRİ
ALLAH'IN MAĞFİRETİNİN GENİŞLİĞİ
İNSANLAR ve CİNLERE MEYDAN OKUMAK
ZÂRİYAT SÛRESİNİN İLK ÂYETLERİ
KUR'AN'IN MUSKA OLARAK TAŞINMASI
HAYIZLI KADININ KUR'AN OKUMASININ HÜKMÜ
GAŞİYE SÜRESİNDEKİ ÂYETLERİN BİRBİRİYLE UYUMU
MÜ'MİNLERÎN ve KÂFİRLERİN ZAFERİ
ŞEYTANİN HİLESİ, KADINLARIN HİLESİ
SURE BAŞLARINDAKİ KUL (DE Kİ) KELİMESİ
ALLAHIM BİZİ SIRAT-I MÜSTAKİM'E (DOĞRU YOLA) HİDAYET ET
SORU: Kur'an-ı Kerim kadınların hilesinden söz ederken "Sizin hileniz gerçekten çok büyüktür" dediği halde niçin bir başka âyette "Şeytanın hilesi esasen çok zayıftır" diyor? Şeytanın hilesi kadınların hilesinden daha büyük değil mi?
CEVAP: Önce ayette geçen keyd kelimesinin ne anlama geldiğini inceleyelim. el-Müfredat'm yazan Râgıb'ın bu konuda şunları söylediğini görüyoruz:
Keyd bir çeşit kurnazlık ve açıkgözlülüktür. Bunun da kötü olanı vardır, iyi olanı vardır. Fakat genellikle kötü manada kullanılır. İs-tidrac (kandırma, ikna etme) ve mekr (kandırma, tuzak kurma) da böyledir. Bu kelime bazen müsbet/iyi anlamda kullanılır. Mesela şu âyetlerde keyd kelimesi müsbet/olumlu anlamda kullanılmıştır. İşte biz Yusuf a böyle bir plan kurmasını vahyetrik. (Yusuf/76)
Onlara mahsustan mühlet veririm. Çünkü benim düzenim çetindir. (A'raf/183)
Bazıları ayette geçen keyd kelimesiyle azab'ın kastedildiğini söylemişlerdir. Doğrusu verilen mühlet kâfirlerin cezalandırılmasına yol açar. Nitekim Âl-i İmran sûresinde şöyle buyrulur:
Biz onlara sadece günahları çoğalsın diye mühlet veririz. (Âl-i îmran/178)
Keyd kelimesinin müsbet anlamda kullanıldığı bir başka âyet ise şudur:
Allah hainlerin tuzaklarını asla başanya ulaştırmaz. (Yusuf/52)
Allah Teâlâ bu âyetle kurduğu planla hainlik maksadı gütmeyenlerin -ki Yusuf un kardeşi için kurduğu plan böyle müsbet bir plandır-planlarını başanya ulaştırabileceğini tenbih etmek için hitabını özellikle hainlere yöneltmiştir. Şu âyet-i kerimede de keyd kelimesi geçmektedir:
Allah'a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra putlarınıza bir tuzak kuracağım. (Enbiya/57)
Hz. İbrahim bu sözüyle putlara bir kötülük yapacağını kastetmektedir.
Allah Teâlâ Nisa sûresinde şöyle buyurur:
İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkar edenler ise tağutun (batıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; esasen şeytanın hilesi zayıftır. (Nisa/76)
Şeytanın tuzağı ne kadar kuvvetli olursa olsun güç ve kudret sahibi Allah'ın yardımı ve ihlas sahibi veli kullannı koruması karşısında çok zayıftır. Allah Teâlâ, azgın şeytanın salih kullarına egemen olmasına engel olur. Allah, şeytana şöyle demektedir:
Kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olmaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır. (Hicr/42)
Lânetli şeytan ihlaslı kişileri azdırmaktaki zayıflığını zaten itiraf ediyor. Kudret sahibi Allah'a hitaben şöyle diyor:
Senin mutlak kudretine yemin olsun ki, onlardan ihlaslı olan kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım. (Sâd/82-83)
Menar Tefsiri'nde yukarda geçen Nisa süresindeki söz konusu âyet şu şekilde tefsir ediliyor:
İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkar edenler ise Tağutun yolunuda savaşırlar. Tağut, azgınlıkta aşırı gitmek anlamına gelen tuğyandan gelir. Tuğyan, adaletin ve hayrın hududunu aşıp batıl, zulüm ve şerrin hududuna girmektir. Şayet müminler cihadı terke-derlerse -ki kâfirler savaşı terketmezler- tağut galip gelir ve azgınlıklar yaygınlaşırdı.
Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü alt üst olurdu. (Bakara/251)
Neticede putpereslik akıllara ve ahlâka galip gelir, zorbalığın yay-gmlaşmasıyle zulüm yaygınlaşırdı.
(O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın)! Siz, ey müminler! Rahmanın dostlarısınız. (Esasen şeytanın hilesi zayıftır). Çünkü o kendi dostlarına bâtılı, zulmü, şerri, ekinleri ve nesli yok etmeyi güzel gösterir. Vesvesesıyle bunların kendileri için daha hayırlı olduğu, bunlarla onur ve şeref kazanacakları kuruntusunu onlara verir. İşte bu bir hile ve tuzaktır.
Hak-bâtıl çatışmasında hakkın yücelmesi ve bâtılın alçalması, iyiliklerin ve kötülüklerin mücadelesinde iyinin ayakta kalması ve ideal olanın üstün gelmesi Allah'ın bir kanunudur.
Allah yolunda savaşanlar, uygarlığın yapısı gereği sabit ve yararlı olan bir şeyin peşindedirler. Varlığın kanunları da onları desteklemektedir. Şeytanın yolunda savaşanlar ise, intikamın, haksız yere yeryüzünü istila etmenin ve insanları şehvetlerinin ve lezzetlerinin emrine boyun eğdirmenin mücadelesini verirler. Bunlar beşeriyetin selim fıtratının ve uygarlığın değerli prensiplerinin kabul etmediği şeylerdir. Bâtıl, başı boş bırakılmadıkça ve yandaşlarının dizginleri salınmadıkça hiç bir gücü ve kuvveti olamaz ve asla varlığını sürdüremez. Bâtılın varlığını devam ettirmesi hakkın onu ihmal edip gözardi etmesine bağlıdır.
Üstad İmam (Muhammed Abduh) diyor ki:
Bu âyet, zayıf kişilerin akıllarında dolaşan şu düşünceye bir cevaptır: Onlar şöyle diyebilirler: "Biz savaşamayız. Çünkü biz zayıf kimseleriz. Düşmanlarımız ise sayıca bizden daha çok ve kuvvetlidirler." Allah Teâlâ onlara mü'minlerin kuvvetiyle düşmanlarının kuvvetinin, hile ve tuzakla birlikte bile bir fayda vermeyen zayıflıklarının denk olamayacağını göstermektedir. Mü'minler Allah yolunda savaşmaktadırlar. Bu savaş, hakkın desteklenmesidir. Hakka inananlar ve doğru hedef peşinde koşanlar, bütün güçleriyle düşmana karşı hazırlık yapmaya yönelirler. Sabır ve sebatın gücü, sayı ve teçhizatın gücünden fazladır.
Yüce Allah Yusuf sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Kocası gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce karısına hitaben: "Doğrusu bu sizin hilenizdir. Sizin hileniz gerçekten büyüktür" dedi. (Yusuf/28)
Fahruddin er-Râzi'nin tefsirinde bu âyet hakkında şu ifadeler geçer:
(Doğrusu bu sizin hilenizdir.) Yani senin: (Ailesine kötülük etmek isteyen bir kimsenin cezası... Yusuf/25) şeklindeki sözün sizin hilelerinizden bir hiledir. Sizin hileniz de gerçekten çok büyüktür.
Şayet, insan zayıf bir varlık olarak yaratılmışsa nasıl olurda bir kadının hilesi büyüklükle vasıflandırılır? Ve yine erkeklerin hilesi bazen kadınların hilesinden daha ziyade olabilir?
Birinci sorunun cevabı şudur: şüphesiz meleklerin, göklerin ve yıldızların yaratılışına nisbetle insanın yaratüılşı daha zayıftır. Bütün insanların hilesine nisbetle kadınlann hilesi daha büyüktür. Bu iki söz arasında bir çelişki yoktur.
Aynca kadınlar hile ve tuzak konusunda erkeklerde bulunmayan imkanlara sahiptirler. Çünkü kadınlann kuracakları tuzakları utanç verici sonuçlar doğurabilir. Erkeklerin tuzağı bu yönüyle kadınlannki kadar değildir. (Yani kadın, tuzağında cinselliğini kullanabilir).
"Sizin hileniz gerçekten çok büyüktür" diyen kişinin, Mısır azizi olduğu ve aynı zamanda Yusuf un nefsinden murat almak isteyen kadının kocası olduğu düşünülürse bu iki âyet arasında bir çelişki bulunmadığı anlaşılır.
SORU: Kur'an'da geçen hikmet kelimesinin anlamı nedir?
CEVAP: Hikmet kelimesi Kur'an-ı Kerim'in pek çok âyetinde geçmektedir. Bunun anlamıyle ilgili olarak da pek çok tefsir yapılmıştır. Bu konuda müfessirlerin görüşlerini arzetmeden Önce, Râğıb el-İsfehâ-ni'nin, Müfredâtü'l-Kur'an isimli kitabında hikmet kelimesi hakkında söylediklerini ifade etmeye çalışalım:
Hikmet; akıl ve ilim ile hakikate ulaşmaktır. Allah'a nisbetle hikmet ve eşyayı bilmek ve onu en uygun ve en mükemmel bir şekilde yaratmaktır. İnsana nisbetle hikmet ise eşyayı bilmek ve hayırlı/iyi olan şeyleri yapmaktır. Bu, Kur'an-ı Kerim'de Lokman'ın (a.s) vasfı/bir özelliği olarak zikredilir: "Biz Lokman'a hikmet verdik." Kur'an Lokman'ı (a.s) nitelendirdiği hikmetin neler oldu-ğunada özet halinde bildirmiştir. O halde Allah hakkında: "O hakimdir/hikmet sahibidir" denildiği zaman bunun manası, başkaları için bu vasıf kullanıldığı zamanki manasından farklıdır.
Bu sebeble Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Allah hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir? (Tin/8)
Kur'an-ı Kerim'in hakim diye nitelendirilmesi, hikmeti ihtiva ettiği içindir:
Elif, lâm, râ, işte bunlar hikmetli Kitab'ın âyetleridir. (Yunus/l) Şu âyet-i kerimede de bu manayadır:
Andolsun ki onlan bu hallerinden vazgeçirecek nice haberler gelmiştir. Bu âyetlerin her birinde üstün hikmetler vardır.
Denildi ki: Hakim kelimesi muhkem/sağlamlaştırılmış anlamına da gelir. Mesela Hûd sûresinin başındaki ayette bu anlamdadır:
Onun âyetleri sağlamlaştırılmıştır/muhkem kılınmıştır.
Bunun her ikisi de doğrudur. Çünkü Kur'an hem muhkemdir, hem de hikmetleri ihtiva ve ifade eder. Onda her iki anlam da vardır.
Hüküm, hikmetten daha geneldir. Her hikmet, aynı zamanda bir hükümdür. Fakat her hüküm hikmet değildir. Hüküm bir şeye bir şeyle hükmetmektir. Mesela şu şöyledir veya böyle değildir, denir. Rasûlul-lah (s.a) şöyle demiştir:
Şiirin bir kısmı hikmettir.
Yani doğru hükümlerdir. Mesala Lebid'in bir şiirinde geçen şu söz böyledir:
Rabbimize olan takvamız en hayırlı ibadettir. Allah Teâlâ (Yahya (a.s) hakkında) şöyle buyuruyor: Ona daha çocukken hikmet verdik. (Meryem/12) Hz. Peygamber (s.a) ise şöyle buyurmuştur: Susmak hikmettir bunu yapan kişi de azdır.
Şu âyette Hz. Peygamberin insanlara Kitab'ı ve hikmeti öğrettiği ifade edilir:
Onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten... (Cuma/2)
Şu âyet-i kerimede de Hz. Peygamber'in hanımlarına hitab.edilmektedir:
Evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın! (Az-hab/34)
Bir görüşe göre bu âyette sözü edilen hikmet, Kur'an'ın tefsiridir. Yani Kur'an'ın dikkat çektiği hikmettir.
Allah dilediği hükmü verir. (Mâide/1)
Bu, dilediğini hikmetli kılar, anlamına gelir. Bu, kulların rızasını gerektiren şeylere teşviktir. İbn Abbas yukarıda Ahzab sûresi 34. âyette geçen hikmet'in Kur'an'ın nâsihini, mensuhunu, muhkemini ve mütaşa-bihini bilmek olduğunu söylemiştir. İbn Zeyd: "Kur'an'ın âyetlerini ve hükümlerini bilmektir" demiştir. Süddi ise bunun nübüvvet/peygamberlik olduğunu söylemiştir. Bir görüşe göre de hikmet, Kur'an'ın gerçeklerini anlamaktır. Bu büyük peygamberlere bahşedilen hikmetin parçalarına bir işarettir. Diğer peygamberler de bu konuda onlara tabidirler.
İbn Kesir Tefsirine müracaat ettiğimiz zaman onun pek çok yerde hikmeti sünnet veya dinde anlayış diye tefsir ettiğini görürüz. Bakara sûresi 129. ayetteki hikmete bu anlam verilmiştir:
Rabbimiz! İçlerinden onlara senin âyetlerini okuyan, Kitab'ı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Şüphesiz güçlü ve hakim olan sensin. (Bakara/129)
İbn Kesir bu âyetteki hikmetin sünnet olduğunu söyler.
Yine Bakara sûresinde geçen hikmeti de sünnet diye tefsir eder:
Nitekim biz size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitab'ı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan bir peygamber gönderdik. (Bakara/151)
İbn Kesir bu âyet hakkında şunları söyler:
Allah Teâlâ mümin kullarına Hz. Muhammed'in (s.a) bir nimet olarak gönderildiğini hatırlatıyor. Bu peygamber onlara apaçık âyetlerini okur ve onları kötülüklerden arıtır. Yani onları ahlâkî rezilliklerden, nefislerin pisliklerinden ve câhiliye fiillerinden temizler. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onlara Kitab'ı yani Kur'an'ı öğretir ve hikmeti yani sünneti öğretir. Onlara bilmedikleri şeyleri öğretir.
İbn Kesir âyet-i kerimede mülk ile birlikte geçen hikmeti nübüvvet ile tefsir etmiştir:
Onları -Allah'ın izniyle- bozguna uğrattılar; Dâvud Câlût'u öldürdü, Allah Davud'a hükümranlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti. (Bakara/251)
Bakara sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurur:
(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. (Bakara/269)
İbn Kesir bu âyeti tefsir ederken müfessirlerin hikmet konusunda söylediklerinin hepsini sıralamıştır:
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre hikmet, Kur'an'ın nâsihini, mensuhunu, muhkemini ve müteşabihini, önce inenini ve sonra inenini, helâlini ve haramını ve verdiği örnekleri bilmektir.
Yine İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre hikmet, Kur'an'dır, yani onun tefsiridir.
Mücahid'den rivayet edildiğine göre hikmetle, isabetli söz söylemek kastedilmiştir.
Yine Mücahid'den şöyle rivayet edilmiştir: Bu âyette yani "Allah dilediğine hikmeti verir" âyetinde zikredilen hikmet nübüvvet değildir. Buradaki hikmet, ilim, fıkıf ve Kur'an'dır.
İbn Mes'ud'dan merfu olarak rivayet edildiğine göre "hikmetin başı Allah korkusudur."
Ebu'l Âliye: "Hikmet, kitab ve anlayıştır" der. Mâlik ise şöyle der:
Bana öyle geliyor ki hikmet, Allah'ın dinini bilmektir ve Allah'ın lütfü ve rahmetiyle kalplere bahşettiği bir özelliktir. Bu özelliğin bulunduğu kişiyi sen, dünyevi işlerde -bilgi ve tecrübeye de sahip ise- akıllı bir adam olarak görürüsün. Bu özelliğe sahip olmayanları ise dünyevi işlerde zayıf bir insan olarak görürüsün. Bu özelliğe sahip kişiler dini konularda da bilgili ve basiretli olurlar. Allah Teâlâ bu özelliği/hikmeti dilediğine verir, dilediğini de bundan mahrum bırakır. O halde hikmet, Allah'ın dinini bilmek ve anlamaktır.
İbn Kesir der ki:
Doğru olan -cumhurun da dediği gibi- hikmetin sadece nübüvvet olarak anlaşılmaması, aksine ondan daha genel bir anlamının olduğunun kabul edilmesidir. Hikmetin en yüksek mertebesi nübüvvettir/peygamberliktir. Risalet daha özeldir. Fakat peygamberlerin müntesiplerinin de peygamberlere bağlılıkları nisbetinde hikmetten bir nasipleri vardır.
Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
Kur'an'ı ezberleyen kimse onu iki omuzu arasında tutmuş demektir. Şu kadar var ki ona vahiy gelmemektedir.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki hikmeti çeşitli şekillerde tefsir etmişlerdir ve bunların hepsi doğrudur. En uygun olanı bununla genel bir mana kastedilmiş olmasıdır ve şöyle denilmesidir: Hikmet dünya ve ahiret işlerinde fert ve toplumu düzene koyan, dengede tutan doğru bir anlayıştır.
SORU: Tevbe sûresinin başında niçin besmele zikredilmemiştir?
CEVAP: Müfessirler Tevbe sûresinin besmelesiz olarak başlamasının sebebi üzerinde durmuşlardır. Müfessirlerin bu konudaki görüşlerinden meşhur olanları zikredeceğiz:
Bu konu İbn Kesir Tefsirinde şu şekilde izah edilir:
Sahabe-yi kiram İmam Mushafta bu sûrenin başına besmeleyi yazmadıkları için bu sûrenin başında besmele bulunmaz. Bu konuda müminlerin emiri Hz. Osman ibn Affan'a uyulmuştur.
Sahabenin bu tasarrufu için herhangi bir sebeb ve hikmetin zikre-dilmediğini görüyoruz. Bu sebeble İbn Abbas'ın rivayetine göre o Hz. Osman'a şöyle demişti: "Enfal sûresi mesâni grubuna ait sûrelerden olduğu halde niçin önce Enfâl'den başladınız ve Tevbe suresini ondan sonraya aldınız ve niçin aralarına besmeleyi yazmadan ikisini birleştir-diniz?" (Mesâni, âyet sayısı yüzden az olan sûreler, miûn ise âyet sayısı yüzden fazla olan surelerdir. Enfâl sûresi yetmiş beş ayettir. Tevbe sûresi yüz yirmi dokuz ayettir). Hz. Osman bu soruya şöyle cevap verdi: "Hz. Peygamber'e (s.a) uzun bir müddet bir kaç tane sûre birlikte iniyordu. Kendisine bir şey indiği vakit vahy kâtiplerinden birisini çağırır ve ona: "Bu âyetleri şu sürenin şu şu âyetlerinin yanma yazın!" derdi. Enfâl Medine'de inen ilk sûrelerdendir. Berâe (Tevbe) ise Kur'an'ın son inen sûrelerindendir ve onda anlatılan olaylarla, Enfâl'de anlatılan olaylar birbirine benzer. Ben de Enfâl'deki âyetlerin Tevbe'ye dâhil olduğunu zannettim. Hz. Peygamber de (s.a) bu konuda bize herhangi bir açıklamada bulunmadan vefat etti. Bu sebeble ikisini bir araya getirdim. Böylece Enfâl sûresini yedi uzun sûrenin içerisine koymuş oldum."
İmam Fahrûddin er-Râzi Tevbe sûresinin başında besmeleninin niçin zikredilmediğini çok çeşitli yönlerden izah etmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
Birincisi: Rivayet edildiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Osman İbn Affan'a "Enfal sûresi mesâni grubuna ait sûrelerden, Tevbe ise miûn grubuna ait sûrelerden olduğu halde niçin önce En-fal'den başladınız ve ikisini birleştirip aralarına besmele koymadınız?" diye sorduğumda, Osman bu soruya şöyle cevap verdi: "Ra-sûlullah'a (s.a) ne zaman bir sûre inerse bunu falan yere yerleştirin!" derdi. Berâe, Kur'an'ın en son inen sûrelerindendir. Rasûlul-lah (s.a) Berâe'nin nereye konacağına dair bir açıklama yapmadan vefat etti. Bunların konulan da birbirine benziyordu. Bu sebeble bu ikisinin arası birleştirildi.
Bazı araştırmacılar dediler ki: Rasûlullah'ın (s.a) bu sûrenin En-fal'den sonra geldiğini açıklamadığını söylemek mümkün değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim Allah Rasûlü tarafından sıraya konulmuştur. Şayet bazı sûrelerin Allah tarafından tertip edilmediğini caiz görecek olursak bunu diğer sûreler için ve bir sûre içindeki âyetler için de caiz görmemiz gerekir. Böyle bir cevaz Kur'an'da eksiklik ve fazlalığın olmasının mümkün ve caiz olduğu kapısını açar. Böyle bir anlayış Kur'an'ı hüccet/delil/kaynak olmaktan çıkarır. Gerçek olan şu ki Rasûlullah (s.a) Tevbe sûresinin Enfal sûresinden sonraya yerleştirileceğini vahy yoluyla emretmiş ve Tevbe sûresinin başında besmele olmadığını da yine vahy yoluy-le bildirmiştir.
İkincisi: Rivayet edildiğine göre Ubey b. Ka'b şöyle demiştir: Bunu böyle zannettiler (yani Enfal'in Tevbe'den sonra geleceği ve Tevbe suresinin başında besmelenin olmayacağı kanaatine vardılar.) Çünkü Enfal sûresinde yapılan anlaşmalardan söz edilir. Tevbe sûresinde ise bu anlaşmalardan vazgeçildiği ve bozulduğu anlatılır. Bu sebeple biri diğerinin yanına konulmuştur.
Üçüncüsü: Sahabiler Enfal ve Tevbe sûrelerinin tek bir sûre mi, yoksa ayrı ayrı iki sûre mi olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bu ikisi tek bir sûredir, demişlerdir. Çünkü her ikisi de cihat hakkında nazil olmuştur ve bu ikisinin tamamı yedi uzun sûrenin yedincisi olur.[1] Bundan sonrakiler de el-miün sûreler grubuna girer. Bu görüşün daha kuvvetli olduğu görülüyor. Çünkü her ikisi birden 206 âyet eder ve ikisi tek sûre mesabesindedir. Bunların iki ayrı sûre olduğunu söyleyenler de vardır. Sahabe arasında bu konuda ihtilaf çıkınca bunların tek sûre olduğunu söyleyenlerin de sözüne işaret etmek üzere ikisinin arasında bir boşluk bırakmışlardır.
Dördüncüsü: Allah Teâlâ Enfal sûresini müminlerin birbiriyle dost olmalarını ve kâfirlerle de tamamen ilişkiyi kesmelerini vaGİb kılarak sona erdiriyor. Sonra bu manayı (Baraetün minallahi ve Ra-sûlihi) âyetinde açıklıyor. Bu ikisi aynı manayı ifade edince ve bu âyet, kendisinden önceki âyeti teyit edip pekiştirince aralarına bir fasılanın girmesi lüzumlu hale gelmiş olur. Aralarında fasıla olması, bunların farklı iki sûre olduklarına dikkat çekmek içindir. Aralarında besmelenin yazılı olmaması ise bunun manası ile onun manasının aynı olduğuna dikkat çekmek içindir.
Beşincisi: İbn Abbas Hz. Ali'ye (r.a): "Bu iki sûre arasında besmele niçin yazılmadı?" diye sorduğunda, Hz. Ali şöyle cevap verir: "Çünkü besmele bir emandır, Tevbe sûresi ise kılıçla ve ahdi (sözleşmeyi) bozanlara karşı nazil olmuştur. Dolayısıyla Tevbe sûresinde eman yoktur." Rivayet olunduğuna göre, Süfyan ibn Uyey-ne bu manayı anlatırken "size selam verenlere sen müslüman değilsin demeyiniz!" (Nisa/94) âyetinin manasıyla teyit ederek anlatmıştır.[2] Süfyan ibn Uyeyne'ye denildi ki: "Rasûlullah (s.a) ehl-i harbe besmeleli mektup yazmadı mı?" Süfyan bu soruya şöyle cevap verdi: "Bu mektuplar, Rasûlullah'ın onları Allah'a davetiyle ilgili bir başlangıçtır, yoksa onlarla olan bir anlaşmanın bozulması değildir. Dikkat et, Rasûlullah'ın mektubunun sonunun "Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun" diye bittiğini gör-müyormusun? Bu sûre ise karşılıklı çarpışmayı ve anlaşmanın bozulmasını ihtiva etmekdir. İkisi arasındaki fark gayet açıktır."
Altıncısı: Belki de Allah Teâlâ bazı insanların besmelenin Kur'an'dan bir âyet olup olmadığı hususunda tartışacaklannı bildiği için, besmelenin her sûrenin başında o sûreye ait bir âyet olduğuna dikkat çekmek için burada yazılmamasını emretti. Besmele, Tevbe sûresinin bir âyeti olmadığı için yazılmamıştır. Bu, diğer sûrelerin başında besmele yazıldığı için besmelenin o sûrelere ait bir âyet olduğunu gösterir.
Kuşeyri Letaifu l-lsarat isimli tefsirinde Tevbe sûresinin başında şöyle der:
Allah Teâlâ dilediği kimseye ve dilediği şeye dilediği özel muameleyi yapabileceği, dilediği kimseyi, dilediği şeyi dilediği şekilde başkasından ayırabileceği bilinsin diye bu sûreyi besmeleden soyutlamıştır. O'nu za'fa düşürecek hiç bir sebep yoktur ve O, hiçbir fiilinde gaye ve zorunlulukla bağımlı değildir. Bu besmele âyetinin Kur'an'da sabit olduğu herkes tarafından açıkça bilinmektedir. Ancak (Tevbe sûresinden) çıkarılmıştır. Böylece de maksat hasıl olmuştur.
"Bu sûre kâfirlerden uzaklaşmayı, ilişkileri kesmeyi ifade ederek başladığı için besmele onda zikredilmemiştir" diyen kimsenin -her ne kadar bu da bir yorum ise de- bu yorumunun araştırıldığında doğru olmadığı görülür. Çünkü Kur'an'ın pek çok sûresi kâfirlerden söz ederek başlar. Mesela Beyyine, Hümeze, Leheb ve Kâfirun sûreleri böyledir. Bu sûrelerin hepsinin başında da besmele vardır.
Belki şöyle denilebilir: Diğer sûrelerde kâfirlerden söz edilmiş olsa bile, kâfirlerden uzaklaşüması ve ilişkilerin kesilmesi açıkça zikredilmemiş, belki ima yoluyla işaret edilmiştir, ama Tevbe sûresinin başında bu husus daha keskin bir şekilde ifade edilmiş ve sûreye besmeledeki rahmet kelimesi zikredilerek giriş yapılmamıştır.
Denildi ki: Tevbe sûresinin besmele âyetinden soyutlanması bir farklılığın mevcudiyetine işaret ediyorsa, namazın besmeleden tecridinin de vuslatın kemalini ve sevaba hak kazanmayı engelleyeceğinden korkulmuş olması gayet normaldir.
Menar Tefsiri'nde şöyle denilir:
Sahabe ve onlardan sonra gelenler Tevbe sûresinin başına besmeleyi yazmamışlardır. Çünkü diğer sûrelerle birlikte indiği gibi besmele bu sûreyle birlikte inmemiştir. Besmelenin bu sûrede bulunmayışının en doğru ve tercih edilen izahı da budur.
Bir görüşe göre bunun Enfal süresiyle birlikte tek bir sûre olduğunu söyleyenler nazar-ı dikkate alınmadığı için başına besmele konulmamıştır. Meşhur olan görüş ise Tevbe sûresinin kılıçla ve anlaşmaları bozanlara karşı indiği için başında besmelenin bulunmadığıdır. Bu konuda sebep, izah ve görüş olarak başka şeyler de söylenilmiştir. Bazen de bunun bir sebebi ve illeti bulunmadığı, bir hikmeti bulunduğu ifade edilmiştir. Alimlerden bazıları bu hikmeti şöyle ifade etmişlerdir: Besmelenin Tevbe sûresinin başında bulunmaması, besmelenin her sûrenin bir âyeti olduğuna işaret eder. Çünkü uygulamayla yapılan bir istisna sözle yapılan bir istisna gibi genel bir ölçüdür.
Bu iki sûre arasındaki münasebet ve uyuma gelince bu, diğer sûreler arasındaki münasebet ve uyumdan daha açıktır. Dinin usulü ve füruu, ilahi kanunlar ve yasama, savaş hükümleri, savaşa hazırlık ve savaşta başarı kazanmanın yollan, diğer psikolojik ve mali konular, anlaşmalar ve sözleşmelere dair hükümler, bunların korunması ve gerektiğinde bozulması, savaş ve barış esnasında müminlerin ve kâfirlerin birbiriyle dostlukları, samimi müminlerin, kâfirlerin, günahkarların, münafıkların ve kalplerinde hastalık bulunanların durumları gibi pek çok konuda Tevbe sûresi sanki Enfal sûresinin bir tamamlayıcısı gibidir. Bu konulardan bazıları Enfal sûresinde başlayıp Tevbe sûresinde tamamlanıyor. Şayet Kur'an'ın sûreleri ve miktarları nassa bağlı olmasaydı (yani vahiy yoluyla Allah tarafından belirlenmiş olmasaydı) şu söylediğimiz şeyler, bu ikisinin tek sûre olduğunu söyleyen kimselerin görüşünü mana yönünden teyit etmiş olurdu. Nitekim -sûrelerin, uzunluğuna ve kısalığına, yedi uzun sûrenin arka arkaya gelişine ve miun grubuna ait olan sûrelerin onları takibetmesine göre tertibi açısından da bu görüşü teyit edebiliriz.
İki sûre arasındaki münasebet ve uyumun örnekleri:
1. Ahitler Enfal sûresinde zikredilmiş, bunların ayrıntısına ve özellikle birincide düşmanların ihaneti kaydına bağlanan ahidlerin bozulması konusuna Tevbe sûresinde girilmiştir.
2. Müşrikler ve ehl-i kitapla savaşmak her iki sûre de de anlatılmıştır.
3. Enfal sûresinde müşriklerin insanları Mescid-i Haram'dan alıkoydukları anlatılır. Halbuki onlar Mescid-i Haram'ın dostu değildirler.
Onun dostlan ancak muttakilerdir/müminlerdir. (Enfal/34) Tevbe sûresinde ise şöyle buyurulur:
Allah'a ortak koşanlar, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahitlik ederlerken, Allah'ın mescitlerini imar etme selahiyetleri yoktur... (Tevbe/17)
4. Enfal sûresinin başında sırayla önce olgun müminlerin özellikleri, sonra kâfirlerin bazı özellikleri, daha sonra da sûrenin sonunda her iki grup arasındaki dostluk ilişkileri anlatılır. Tevbe sûresinin pek çok yerinde buna benzer şeyler anlatılır.
5. Enfal sûresinde Allah yolunda mal harcamak teşvik edilir. Tevbe sûresinde buna benzer teşvikler, daha geniş ve daha açık bir şekilde yapılır. Enfal sûresinde ganimetlerin nerelere sarfedileceği, Tevbe sûresinde ise sadakaların/zekatların sarf yerleri anlatılır.
6. Enfal sûresinde münafıkların ve kalplerinde hastalık bulunanların bahsi bir tek âyette geçtiği halde Tevbe sûresinde onlardan daha geniş bir şekilde bahsedilir. Hatta o kadar ki, şayet sûrelerin isimleri içtihatla tesbit edilmiş olsaydı bu sûrenin Münafikûn sûresi diye isimlendirilmesi daha uygun olurdu.
İmam Muhammed ibn Ebi Bekr ibn Abdilkadir er-Razi el-Mesâiî isimli eserinde diğer sûrelerden farklı olarak Tevbe sûresinin başında besmelenin terkedilmesinin sebebini şöyle izah eder:
Enfal ve Tevbe sûrelerinin birbirine benzemesi dolayısıyla bunların iki sûre mi, yoksa tek sûre mi olduğunda sahabe ihtilaf edince, bu ikisinin ayrı ayrı sûreler olduğunu söyleyenlerin görüşüne riayet ederek aralarında bir boşluk bıraktılar, ikisinin tek bir sûre olduğunu söyleyenlerin görüşüne riayet ederek de aralarındaki besmeleyi terkettiler. Bunu söyleyenlerden birisi de Katade'dir.
Bir görüşe göre de bunun sebebi şudur: Allah'ın ismi barış ve emniyeti ifade eder. Tevbe sûresinde ise müşriklerin öldürülmesi ve onlarla savaşılması emri vardır. O halde besmelenin bu sûrenin başına yazılması uygun değildir.
SORU: Kul (de ki) diye başlayan sûreler hangileridir ve bu kelimenin anlamı nedir?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim'de üçyüzden fazla yerde kul kelimesi geçer. Sadece Zürner sûresinde bu kelime on yedi defa tekrar eder. Bu sûredeki 8. 9. 10. 11. âyetlerde olmak üzere dört âyette arka arkaya gelir. Bu âyetler şunlardır:
İnsanın başına bir sıkıntı gelince, rabbine yönelerek O'na yalvarır. Sonra Allah, katından ona bir nimet verince Önceden kime yalvarmış olduğunu unutuverir. Allah'ın yolundan saptırmak için O'na eşler koşar. Ey Muhammed! De ki: "Küfrünle biraz eğlene dur; çünkü sen, muhakkak cehennem ehlindensin." Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, rabbi-nin rahmetini dileyen kimse inkar eden kimse gibi olur mu?" Ey
Muhammed de ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür. Ey Muhammed! De ki: "Ey inanan kullarım! Râbbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükafaatları hesapsız öden-cektir." Ey Muhammedi De ki: "Dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk etmekle emrolundum." (Zümer/8-11)
Kur'an-ı Kerim'de kul yani de ki diye başlayan beş tane sûre vardır: Cin sûresi şöyle başlar:
(Ey Muhammed!) De ki: "Cinlerden bir topuluğun Kur'an'ı dinlediği bana vahyolundu."
Kâfinin sûresi şöyle başlar:
(Ey Muhammed!) De ki: "Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam."
İhlas sûresi şöyle başlar:
(Ey Muhammed!) De ki: "O, Allah birdir."
Felak sûresi şöyle başlar:
(Ey Muhmmmed!) De ki: "Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran rabbe."
Nâs sûresi de şöyle başlar:
(Ey Muhammed!) De ki: "Sığınırım ben, insanların rabbine."
Kul Allah Teâlâ'nın bir emridir. Allah bu ifadeyle elçisi Muham-med'e (s.a) insanlara söylemesini, tebliğ etmesini ve milletine haber vermesini emreder. Cenab-ı Hak Mâide sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Doğrusu Allah kâfirler topluluğuna rehberlik etmez. (Mâide/67)
Ukbe ibn Âmir'den şöyle rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a) ile birlikte yürüyordum. Bana dedi ki: -YaUkbe! Söyle!
Ne söyleyeyim?
Bir müddet sustu, sonra tekrar dedi ki:
Söyle!
Neyi söyleyeyim ya Rasûlullah?
O yine sustu, ben (içimden): "Ya rabbi onu bana tekrar konuştur!" dedim.
Dedi ki:
Ey Ukbe! Söyle!
Neyi söyleyeyim ya Rasûlullah!
Dedi ki:
De ki: Yarattığın şeylerin şerrinden, karanlık çöktüğü zaman karanlığın şerrinden, düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve hasediyle eyleme geçtiği zaman hasedçinin şerrinden sabahın rabbine sığınırım.
Bu sûreyi sonuna kadar okudu. Ben de okudum. Sonra dedi ki:
Söyle!
Neyi söyleyeyim ya Rasûlullah?! Dedi ki:
De ki: İnsanların rabbine sığınırım...
Bunun üzerine ben Nâs sûresini sonuna kadar okudum. Sonra Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
Hiç kimse bunun gibisini isteyemez ve hiç kimse bunun gibisiyle sığınma yapamaz.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
Sana üç tane sûre öğreteceğim ki bunlar gibisi ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da, ne de Furkan'da (Kur'an'da) inmiştir: İhlas Fe-lak ve Nâs sûreleridir.
SORU: Allah Teâlâ gece ve gündüzü niçin yaratmıştır?
CEVAP: Allah Teâlâ pek çok âyet-i kerimede gece ve gündüzün hikmetinden söz eder. Bakara sûresinde bu konuda şöyle buyurur:
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün peş-peşe gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için bir çok deliller vardır. (Bakara/164)
Âl-i İmran sûresinde de şöyle buyurur:
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. (Âl-i İmran/190)
Kur'an-ı Kerim, gündüzün insanların hareket etmeleri, gecenin de dinlenmeleri için yaratılmış olmalarının Allah'ın âyetlerinden bir âyet olduğuna işaret eder:
O, sabahı aydınlatandır. O, geceyi dinleme zamanı, güneş ve ayı (vakitlerin tayini için ) birer hesap ölçüsü kılmıştır. (En'am/96)
Yunus sûresinde de bu hikmete işaret edilir ve şöyle buyrulur:
O (Allah), geceyi içinde dinleseniz diye sizin için yaratan, (çalışıp kazanmanız için de) gündüzü aydınlık kılandır. (Yunus/67)
Kur'an-ı Kerim, gecenin insan için bir örtü mesabesinde olduğuna ve geceleri uyuyarak rahata kavuşacağına işaret eder:
Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan, gündüzü de dağılıp çalışma (zamanı) yapan O'dur. (Furkan/47)
Kasas sûresinde de şöyle buyurur:
Rahmetinden ötürü Allah geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinleneseniz, (gündüzün) lütuf ve kereminden rızkınızı arayası-nız. (Kasas/73)
Nebe sûresinde ise şöyle buyurur:
Geceyi örtü yaptık. Gündüzü de çalışıp kazanma zamanı yaptık. (Nebe/10-11)
İçerisinde gece ve gündüzün geçtiği âyetler hakkında düşünen bir kimse bunlann yaratılışındaki ilahi hikmetin ne büyük olduğunu idrak eder. Bu yaratılışta Allah'ın kullanna bahşettiği gerçek bir yarar vardır. Allah büyük lütuf sahibidir.
SORU: Koşmak ve acele etmek şeytandan olduğuna göre Kur'an-ı Kerim niçin "Rabbinizin mağfiretine koşunuz" buyuruyor?
CEVAP: Hayra koşmak anlamına gelen musaraaî kelimesi Kur'an'ın pek çok yerinde geçer. Mesala Âl-i İmran sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten men eder, hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar iyi insanlardandır. (Âl-i İmran/114)
Yine aynı sûrede şöyle buyurur:
Rabbinizin mağfiretine/bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! (Âl-i İmran/133)
Enbiya sûresinde de şöyle buyuruyor:
Biz Zekeriyya'nın da duasını kabul ettik ve ona Yahya'yı verdik; eşini de kendisi için (çocuk doğurmaya) elverişli kıldık. Onlar (bütün peygamberler) hayır işlerine koşuşurlar, umarak ve korkarak bize yalvarırlardı; onlar bize karşı derin saygı içindeydiler. (Enbiya/90)
Mü'min sûresinde ise şöyle buyurur:
İşte onlar, iyiliklere koşarlar ve iyilik için yarışırlar. (Mü'min/61)
Müsaraat, mübaderet demektir. Sürat, yavaşlığın zıddıdır. Süratli, hızlı ve çabuk ise yavaş, sakin ve ağırcanlının zıddıdır. Bundan sonra geriye hangi konuda süratli olunacağı meselesi kalıyor. Ya hayırlı şeylere koşulur ve acele edilir, ki bu iyi bir şeydir. Ya da kötülüklere koşulur ve acele edilir ki bu da kötüdür ve kötülenmiştir.
Allah Teâlâ Bakara sûresinde buyuruyor ki:
Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yansın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Allah şüphesiz her şeye kadirdir. (Bakara/148)
Bu âyet, her türlü sâlih amele/iyiliklere koşmayı ve acele etmeyi teşvik etmektedir.
Rabbinizin mağfiretine ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!
Kuşeyrî bu ayeti şöyle tefsir ediyor:
Sizin affedilmenizi gerektirecek amellere/davranışlara koşun demektir. Kalpler katılaşır ve bunun zor olduğunu zanneder.
Halbuki Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: Pişmanlık bir tevbedir.
Tevbe mağfireti/bağışlanmayı gerektirir. Çünkü isyankar, bağışlanmaya muhtaç olan kimsedir.
İnsanlar müsaraatla/hayra koşmada kısım kısımdır. Âbidler, salih amellere ayaklarıyle koşarlar. Arifler ibadet ve taatlere himmetleriyle koşarlar. İsyankarlar pişmanlıklanyle ve hasret duygularını yudumlayarak koşarlar. Kim ayaklarıyle iyiliklere koşarsa karşılığında sevap alır. Kim Allah'a yakın olmaya vesile olacak şeylere himmetiyle koşarsa bu yakınlığı kazanır. Kim pişmanlığıyle koşarsa Allah'ın rahmetine ulaşır.
Aceleci olmak, bir şeyi vakti gelmeden önce istemek ve elde etmeye çalışmaktır. Bu, tutku ve ihtirasın bir sonucudur. Bu sebeble Kur'an onu her zaman kötülemiştir. Hatta "acele etmek şeytandandır" denilmiştir.
İbn Ebi Bekir er-Râzi Rasûlullah (s.a): "Acele etmek şeytandan, teenni/telaşlanmamak ise Rahman'dandır" dediği halde Allah Teâlâ niçin "...koşun" buyurdu?" sorusunu şöyle cevaplandırırın
Rasûlullah (s.a) beş yerde buna istisna getirdi ve dedi ki:
Ancak günahtan tevbe etmede, borcu zamanında ödemede, evlilik çağına gelen bekarı evlendirmede, ölüyü defnetmede ve gelen misafiri doyurmada acele ediniz.
Ayet-i kerimede emredilen müsaraat, tevbeye ve tevbe manasına gelecek mağfiret sebeblerine/salih amellere koşmaktır.
SORU: Kur'an-ı Kerim buyurur ki:
Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye sokar.
Sokmak fiilinin maştan iîac'hr. Hac, bir şeyi başka bir şeyin içine geçirmek, sokmak demektir ki bunun sonunda her ikisi gerçek manada birleşmiş olurlar. Mesala ipliğin iğneye geçirilmesi, yüzüğün parmağa geçirilmesi gibi. Gece ile gündüzün bu anlamda birleşmesi, birbirine geçmesi nasıl olur?
CEVAP: Allah Teâlâ Al-i Imran sûresinde şöyle buyurur:
Geceyi gündüze, gündüzü geceye sokarsın; ölüden diri, diriden ölü çıkarırısın; dilediğini hesapsız rızıklandırırsın. (Al-i Imran/27)
Hac sûresinde de şöyle buyurur:
Böyledir; Allah geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar ve Allah şüphesiz işitir ve görür. (Hac/61)
Lokman sûresinde ise şöyle buyurur:
Bilmez misin ki Allah, geceyi gündüze, gündüzü geceye katmaktadır. Güneşi ve ayı buyruğu altına almıştır. Bunların her biri belli bir süreye kadar hareketine devam eder. Ve Allah yaptıklarınızdan tamamen haberdardır. (Lokman/29)
Fatır sûresinde ise şöyle buyurur:
Allah geceyi gündüzün içine sokar, güneş ve ayı emri altına almıştır. Her biri muayyen bir süreye kadar akıp gider. İşte (bütün bunları yapan) rabbiniz Allah'tır. Hükümranlık O'nundur. O'nu bırakıp da taptıklarınız ise bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir. (Fatır/13)
Hadid sûresinde ise şöyle buyurur:
Geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; O kalplerde olanı bilir. (Hadid/6)
el-Velüc, dar bir yere girmek demektir.
Rağıb el-İsfehani "Allah geceyi, gündüze, gündüzü geceye katar" âyetinin tefsirinde şöyle der:
Bu âyet, Allah Teâlâ'nın bu alemde gecenin fazlasını gündüze gündüzün, fazlasını geceye birleştiren bir sistem kurduğunu haber vermektedir. Bu fazlalık güneşin doğduğu ve battığı yerlere göre meydana gelmektedir.
İbn Kesir, Hac süresindeki âyeti tefsir ederken şunları söyler:
Allah Teâlâ kendisinin yaratıcı olduğunu ve mahlukatını dilediği şekilde yönettiğini bildirerek şöyle buyurur:
Ey Muhammed! De ki:
"Mülkün sahibi olanAUahım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen herşeye kadirsin. Geceyi gündüze katarsın, gündüzü geceye katarsın..
Gecenin gündüze, gündüzün geceye katılması, birinden alınıp diğerine dahil edilmesi demektir. Bu sebeple kışın olduğu gibi bazen geceler uzun, gündüzler kısa, bazen de gündüzleri uzun, geceleri kısa olur.
İbn Ebi Bekir er-Razi ilacın iki şeyin hakikatinin birleşmesi olduğu görüşündedir. Bu birleşme bazen iki şeyden birinin özelliğinin diğerine galip gelerek onun özelliğinde benliğini bozmadan bir değişiklik meydana getirmesi şeklinde olur. Mesela bir ekmeğin çok miktardaki süte katılması veya az miktardaki sütün çok miktardaki ekmeğe katılması gibi. Bu ameliyede her ikisi de gerçek manada birleşmişlerdir, fakat birinin özelliği diğerine galip durumdadır. Gece ve gündüz de böyledir. Mesela gecenin uzunluğu 14 saat olduğu zaman, gece ve gündüzün eşit olduğu zamana nisbetle o esnada gecenin içinde gündüze ait iki saat var demektir. Veya bunun aksi de olabilir.
Veya bir bölgenin gecesi, diğer bölgenin gündüzü olması itibarıyla geceyi gündüze dahil eder, demektir. (Yani aynı anda hem gece hem gündüz olur, demektir). Veya bir yerde sadece geceyi yaratır. Bir başka bir yerde hem gece hem gündüzü bir arada yaratır. Bu, güneşin doğmasına ve batmasına bağlı bir durumdur.
SORU: Şu ayetin anlamı hakkında bilgi verir misiniz? Mallarınızı sefihlere vermeyiniz!
CEVAP: Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Allah'ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı sefihlere (aklı ermezlere) vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin. (Nisa/5)
Burada sefihîer'le yetimler ve kadınlar[3] kastedilmiştir. Allah Teâlâ herhangi bir sefihe malın verilmemesini emretmektedir. Sefih, düşüncesi, anlayışı ve ahlâkı bozuk kimse demektir. Böyle bir kimse malında güzel bir tasarrufta bulunamaz. Çünkü malın hayati bir önemi vardır. Hayat onunla devam eder ve istikrar onunla sağlanır.
Kur'an-ı Kerim bu âyette mallarını dememiş, mallarınızı tabirini kullanmıştır. Çünkü bu sefihleri (aklı ermezleri) gözetip kollamakla yükümlü velilere hitabtır. Bu sefihlerin malları zayi olduğu zaman velileri bu maldan sorumlu tutulurlar. Bu savurgan sefihlerin ihtiyaçlarını karşılamak velilerinin görevidir. Sefihin boşa harcadığı mal, velinin malıdır, çünkü onun sorumlusu velidir. Müslümanların arasında müşterek bir sorumluluğun bulunması vacibtir. Bu sebeple müslümanların iyilik, takva ve ıslah üzere yardımlaşmaları gerekir.
"O mallarla onları rızıklandırın" yani bu mallar kazanç temin etsin ve çoğalsın diye onlarla ticaret ve üretim yaparak beslenmeleri ve geçimleri için uygun bir konuma getirin. Böylece onlar bu malın aslından değil de kazancından harcamış olurlar. Ayette sözü edilen rızık, yemeyi, barınmayı, evlenmeyi ve giyinmeyi kapsar. "Onları giydirin" denilerek âyette bunlardan sadece giyim konusu zikredilmiştir. Çünkü insanlar bu konuda zaman zaman dikkatsiz ve ihmalkar oluyorlar.
Ve onlara güzel söz söyleyin...
Ayetin metninde maruf diye geçen güzel söz, saygın ruhların tanıdığı ve alışık olduğu sözdür. Maruf/güzel söz, gönül yapmayı, iyi ve uygun olanın ne olduğuna akılları erdirmeyi kapsadığı gibi, etkili ve yönlendirici konuşmayı ve sefihe öğrenmesi gereken şeyleri öğretmeyi de kapsar. Bu güzel, ıslah edici ve faydalı sözleri söylemek de velinin görevlerine dahildir. Veliler, yetimler büyüyünceye ve akılları erinceye kadar hem onların mallarım muhafaza edip çoğaltırlar, hem bu maldan onların ihtiyaçlarını karşılarlar, hem de onlara güzel sözler söylerler.
SORU: Kur'an-ı Kerim'deki edğasu ahlâm tabirinin anlamı nedir?
CEVAP: Edğas kelimesi Kur'an-ı Kerim'de aşağıdaki âyetlerde geçmektedir:
(Hükümdarın etrafındakiler): "Bunlar karmakarışık rüyalardır. Biz böyle rüyaların yorumunu bilemeyiz" dediler. (Yusuf/44)
Onlar: "Hayır; bunlar karışık rüyalardır. Hayır, onu uydurmuştur. Hayır, o şairdir. Eğer öyle değilse, önceki peygamberler gibi bize bir mucize getirsin!" dediler. (Enbiya/5)
Bu kelime tekil olarak diğs şeklinde ve Sâd sûresi 44. âyette geçer:
Eline bir demet sap ol da onunla vur, yemini böylece yerine getir. (Sad/44)
Önce diğs kelimesini inceleyelim. Rağıb el-İsfehâni'nin Müfredâ-tul-Kur'an isimli eserinde bu kelimenin bir ya da ağaç dallan diye tarif edildiğini görüyoruz. Kelimenin çoğulu edğas'hv. Allah Teâlâ: "Eline bir tutam ot al..." buyurur. Hakikati anlaşılmayan muftelif rüyalara bununla benzetme yapılmıştır: "Onlar: Hayır,
Dilciler dediler ki: Sözün karışık olanına dığsu'l-hadis denilir. Bir şeyin bir kısmının diğer bir kısmı ile karışık olmasına dığs denilir. Kurusu ve yaşı birbirine karışık bir tutam ot ya da o miktardaki ot sapıy-le birisine vurdu anlamında darabehû bidığsın denilir. Sâd sûresinde "Eline bir demet sap al da onunla vur" buyurulur. İşe yaramayan sözlere kelamun dığsun denilir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
"Bunlar karmakarışık rüyalardır. Biz böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz" dediler.
Yani karışık oldukları için yorumlanmayan rüyalar demektir. Karışık rüyalar, korkunç rüyalardır. Karışık olduğu ve doğru dürüst yo-rumlanamadığı için böyle isimlendirilmiştir.
Gerçek olmayan ve karışık haberlere de bu isim verilir. Hz. Ali (r.a) dua ederken şöyle demiştir:
Allahım benim günah işlememi veya ihlaslı olmayan karışık işler yapacağımı takdir edip yazmışsan onları sil ve imha et. Çünkü sen dilediğin şeyi imha edersin.
Hz. Ali'nin bu duasındaki "ihlaslı olmayan karışık işler" dığsen kelimesiyle ifade edilmektedir. Karışık ve anlaşılmaz sözlere de dığsu'l-hadis denilir.
Edğas kelimesi Yusuf sûresinde şu şekilde geçer:
Kral dedi ki: "Ben rüyamda yedi sekiz ineğin yedi zayıf ineği yediğini gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumlamasını biliyorsanız rüyamı yorumlayınız!" Etrafındakiler dediler ki: "Bunlar karmaşık rüyalardır. Biz böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz." (Yusuf/43-44) İbn Kesir der ki:
Bu rüyayı Mısır meliki görmüştür ve Allah Teâlâ bu rüyayı Yusuf un onurlu ve saygın bir şekilde hapisten dışarı çıkması için bir sebeb olarak takdir etmiştir. Melik bir rüyayı görünce korkmuş çok şaşırmış ve yorumunu merak etmiştir.
Bütün kâhinleri ve devlet büyüklerini toplayıp rüyasını onlara anlatmış ve yorumlamalarını istemiştir. Fakat onlar bir yorum getirmeyerek "bunlar karışık rüyalardır" diye mazeret beyan ederek "biz böyle rüyaların tevilini bilmeyiz" dediler. Karışık değil de gerçek bile olsa bizim yine de bunun yorumuna dair bilgimiz olmazdı, dediler.
Menar Tefsiri'nde şöyle deniliyor:
Yani bunlar beynin uyku esnasında tasavvur ettiği bir takım hayaller ve karışık düşüncelerdir. O halde bunlara belli bir anlam verilmez. Edğas aslında dığs kelimesinin çoğuludur. O da bitki demeti ya da bir demet çalı çırpı demektir.
Ahlam, hulmün çoğuludur. Hulüm de okunur, hulm de okunur. Rüyada görülen şeye hulüm denilir. Ihtiiam, büiuğa ermek demektir.
Rüya bazen insanın uyanık haldeyken aklına gelen düşünceler gibi ne anlama geldiği gayet açık olur. Bazen de -ki çoğunlukla böyledir- karışık olur ve ne anlama geldiği bilinmez. Bu ikinciler karışık ot demetlerine benzerler. Sanki birbiriyle uygun olmayan muhtelif ot, çalı çırpı demetlerinden oluşmuş gibidir. Rüyada görülen inek ve başakların akla getirdiği durum da böyledir.
(Biz böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz).
Onların bu sözleri, kendilerinin bu tür kanşık rüyaların tevilim bilmeyip ancak makul ve anlaşılabilir rüyaların tevilini bildikleri anlamına gelmesi muhtemel olduğu gibi hiç bir rüyanın tevilini bilmedikleri anlamına gelmesi de muhtemeldir. Çünkü rüyalar (hakikati) bilinmeyen şeylerdendir ya da uykuda tahayyül edilen şeylere delalet edecek geniş anlamı olan şeylerden değildir. Nitekim şimdiki metaryalist-ler bu rüyaların ve düşlerin doğru bir tevilinin yapılabileceğini kabul etmiyorlar. Fakat eski Mısırlılar bunlara önem verirlerdi.
SORU: el-Hâkka sûresinin nüzul sebebi nedir ve el-hâkka kelimesi ne anlama gelir?
CEVAP: el-Hakka sûresi ittifakla Mekkîdir. Elli iki âyetten oluşmuştur. Bir sûrenin hangi sebeble nazil olduğunun tefsirlerde zikredilmesi zaruri değildir. Kurtubi Tefsirinde Ebu Hureyre'den naklen şöyle bir rivayete rastlıyoruz: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki:
Kim el-Hakka sûresinden on bir âyet okursa Allah onu Deccal'in fitnesinden korur. Kim bu sûreyi okursa kıyamet gününde onun başından ayağına kadar bir nûr olur.
el-Hâkka ile kastedilen, kıyamet günüdür. Herşey o gün tahakkuk edeceği için el-Hâkka denilmiştir. Bir görüşe göre mutlaka, seksiz şüphesiz gerçekleşeceği için kıyamet gününe el~Hâkka denilmiştir. Bir başka bir görüşe göre de o gün cennetlikler cenneti, cehennemlikler de cehennemi hak edecekleri için bu isimle anılmıştır. Bir başka görüşe göre ise her insan amelinin karşılığını göreceği, için kıyamet gününe el-Hâkka denilmiştir. Kisâi şöyle der: el-Hâkka, Hakk'ın günüdür.
SORU: Kur'an-ı Kerim'deki el-hakka, el-kâria ve et-tâğıye kelimelerinin manası nedir?
CEVAP: Allah Teâlâ el-Hâkka sûresinin başında şöyle buyurur:
Gerçekleşecek olan! Nedir o gerçekleşecek olan? Gerçekleşecek olanın (kıyametin) ne oldğunu sen nereden bileceksin? Semûd ve Ad milletleri, kapılarım çalacak felaketi (kıyameti) yalanladılar. Bu yüzden Semûd milleti zorlu bir sarsıntı ile yok edildi. (Hâkka/1-5)
İbnu'l-Cevzi, Zâdu'l-Mesir fi Ilmi't-Tefsir isimli eserinde el-Hak-kdnm anlamı konusunda şunları söyler:
Ferrâ der ki: el-Hakka, kıyamettir. İşlerin hakikatini kapsadığı için böyle denilmiştir.
Zeccac ise şöyle demiştir: Her insan kendi ameliyle hayra ve şerre müstehak olacağı için o güne el-Hakka denilmiştir.
İbn Abbas der ki: "el~Kâria kıyamet gününün isimlerinin birisidir." Mukatil ise şöyle der: "Allah Teâlâ azap ile düşmanlarının (tepesine) vuracağı için bu güne el-kâria denilmiştir."
İbn Kuteybe ise şöyle demiştir: "Şiddetle çarptığı için o güne kâ-ria denilir. Zamanın felaketleri ve musibetleri teplerine çöktü anlamında "esabethum kavâriu'd-dehr" denilir.
Zeccac der ki: "Kıyamet günü korkunç şeylerle insanın kapısını çaldığı için el-kâria denilmiştir."
Diğer bazı kimseler de şöyle söylemişlirdir: O gün, kalpler korkuyla çarptığı için ona el-kâria denilmiştir.
Âyette geçen tâğıye kelimesine gelince bu kelimenin anlamı konusunda üç tane görüş vardır: Birincisi: Onların azgınlıkları ve inkarları demektir. İbn Abbas, Mücahid, Mukatil, Ebû Ubeyde ve İbn Kuteybe bu görüştedir. Zeccac der ki:
Bu kelime ism-i fail kalıbında olmasına rağmen masdar manasında kullanılmıştır ve onların azgınlıkları demektir. Akıbet ve afiyet kelimeleri gibi. Bu kelimeler de ism-i fail olduğu halde mastar manası taşırlar. Bu birinci görüşe göre âyetin anlamı şöyledir: "Semud kavmi azgınlığı sebebiyle helak oldu."
İkincisi: Çok şiddetli (azgın) bir ses, haykırış demektir. Ses o kadar şiddetlidir ki bu yüzden onlar helak olmuşlardır. Katede bu görüştedir.
Bu kelimenin üçüncü anlamı, deveyi boğazlayan demektir. İbn Zeyd kelimenin bu anlama geldiğini söylemiştir.
Nizamüddin en-Neysâbüri'nin Garâibü'l Kur'an ve Rağaibul-Furkan isimli eserinde bu kelimeler hakkında şu bilgiler verilir:
el-Hâkka'nm kıyamet olduğunda görüş birliği vardır, Ancak niçin böyle isimlendirildiğinde farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ebû Müslim, bu kelimenin ism-i fail kalıbında "Rabbinin sözü gerçekleşecektir" anlamına geldiğini söyler. Yani kıyametin geleceğinde asla bir şüphe yoktur. el-Leys'in söylediği de buna yakındır: Kıyamet gerçekleşecek bir felakettir. O halde onu kimse ya-lanlayamaz.
Bir görüşe göre de olayların hakikati ortaya çıktığı için o güne el-Hakka denilmiştir. Yani işlerin gerçek yüzü o gün bilinir. "Bunun gerçeğini bilmiyorum" anlamında "La ühıkku hazâ" denilir.
Bir başka görüşe göre "işlerin hakikatini kapsayan" demektir. Yani kıyametin kopmasını, sevap, ceza ve diğer kesin işleri ifade eder. Bu görüş ile önceki görüşün müşterek oldukları nokta, her ikisinin de mecazi bir isnad olmalarıdır. Ancak birincisi mef ul manasına gelen fail olduğu halde, ikincisi aslı üzeredir, yani kelimenin kalıbı da manası da faildir. Zeccac'm görüşü de buna yakındır: Yükümlü ve sorumlu kişilerin yaptığı işlerin bütün eserleri gerçekleşip artık bekleme sınırından çıkıldığı hakiki an demektir.
Ezheri de şöyle der:
Çünkü bu kıyamet günü, Allah'ın dinine karşı düşmanlık edenlerin haklarından geldiği için bu isimle anılmıştır. Yani Allah'ın dinine karşı düşmanca tavır alanları mağlup eder.
el~Hakka kelimesiyle ilgili yorumların on kadar olduğu ifade ifade edilmiştir. Fakat iyi araştırıldığında bazılarının tekrar olduğu görülür.
el-Kâria kelimesine gelince aslında bununla da kastedilen el-Hak-ka'd\\. Ancak Kur'an-ı Kerim, kâria kelimesini cümle içinde el-hâkka kelimesinin zamirinin yerine koyarak bununla ondaki şiddet vasfına ilave olarak korku manasını öne çıkarmıştır.
Şüphesiz kıyamet günü, korkunç halleriyle, göğün parçalanmasıy-le, yeryüzünün darmadağınık olmasıyle, yıldızların sönmesiyle ve daha başka şeylerle birlikte insanlara büyük bir korku verir.
et-Tâğıye: Taşan, haddi aşan olay demektir. O bir sarsıntı veya yıldırım ya da bir çığlıktır. Tâğıye kelimesinin ism-i fail kalıbında olduğu halde masdar manasını ifade ettiği söylenilmiştir. Yani azgınlıkları sebebiyle helak edildiler demektir. Tâğıye ile sadece deveyi boğazlayan kimsenin kastedilmiş olması de muhtemeldir. Kelimenin sonundaki tâ harfi ise mübalağa içindir.
Kurtubi'nin el-Câmi îi Ahkâmı'I-Kur'an isimli tefsirinde bu kelimelerle ilgili olarak şu bilgiler yer almaktadır:
Allah Teâlâ el-Hakka kelimesiyle kıyameti kastetmektedir. İşler o günde gerçekleşeceği için bu isimle isimlendirilmiştir. Bunu Ta-beri söylemiştir. Nasıl ki "ibadetle geçirilen gece" anlamında "Leylün kâimun (ibadet eden gece)" denilebiliyorsa işlerin gerçekleşeceği gün anlamına da el-Hakka (gerçekleştirilen gün) denilmiştir.
Bir görse göre bu günde bazıları için cennet, bazıları için de cehennem tahakkuk edeceği için böyle denilmiştir.
Bir başka görüşe göre ise her insan amelinin karşılığını o gün hak edeceği için bu isimle anılmıştır.
Ezheri'nin görüşüne göre, yenmeye ve üstün gelmeye çalışmak manasına "Hâkaktuhu fe hakaktuhu (yani onunla haklaştım/karş il aştım ve hakladım/yendim)" denililir. Kıyamet günü, Allah'ın dinine karşı batıl yoldan mücadele eden herkesi haklayacağı (yeneceği) için bu ismi almıştır.
es-Sıhah isimli sözlükte şöyle denilir:
"Tartıştılar ve herbiri kendi haklılığını iddia etti" anlamında hâk-kahû denilir. Tartışmada "galip geldi" anlamında da hakkahu denilir. Bir kimse basit ve küçük meseleler için tartıştığı zaman "nezi-ku'1-hıkâk" denilir. Ihîikak: İhtişam (tartışmak) demektir. el-Hâk-ka ve el-Hakka ve el-Hâk üçü de aynı manaya gelen kelimelerdir.
el-Kisâi ve el-Müerric şöyle demişlerdir: "el-Hakka, yevmü'1-hak (gerçek gün) demektir."
el-Kâria, kıyamet demektir. Korkunç halleriyle insanları çarptığı için bu isimle anılmıştır. Zamanın korkularına, sıkıntılarına ve felâketlerine maruz kaldılar anlamına "Esâbethum kavariu'd-dehr" denilir. İnsanın cinlerden ve başka insanlardan korktuğu zaman okuduğu âyete'î-kürsi gibi Kur'an âyetlerine de "Kavariu'l-Kur'an" denilir. Bu âyetler âdeta şeytanları çarparlar.
Kâria'mn kimilerini yükselten, kimilerini de alçaltan kur'a kelimesinden türediğini söyleyenler de vardır.
Bir görüşe göre ise kâria, dünyada onların başına inecek olan azaptır. Peygamberleri onalan (yani Semud kavmini) bu azap ile korkutmuş, fakat onlar bunu yalanlamışlardı.
et-Tâğıye ise azgınlık yapmak demektir. Katede şöyle der: "Tâğı-ye şiddetli bir çığlık demektir." Yani haddi aşan korkunç bir çığlık demektir. Nitekim bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
Biz onların üzerine korkunç bir çığlık gönderdik. Hemen hayvan ağılına konulan kuru bir ot gibi oluverdiler. (Kamer/31)
Tuğyan: Haddi aşmaktır.
Sular taşıp kabarınca sizi gemide biz taşıdık.
Bu ayette geçen kelime tağâ'dır. el-Kelbi der ki: Bu âyetteki mana "Onlar (Semûd) yıldırımla helak edildi" demektir. Mûcâhid: Günahları sebebiyle helak edildiler anlamına geldiğini söylemiştir. Hasen ise, azgınlıkları sebebiyle helak edildiler manasına geldiğini ifade etmiştir. Mastar manasında bir ism-i faildir. Kâzibe, akıbe, afiye gibi. Yani azgınlıkları ve inkarları sebebiyle helak edildiler.
Bir görüşe göre de, Tâğıye deveyi boğazlayan demektir. Yani onlar (Salih peygamberin bir mucizesi olarak Allah tarafından gönderilen) deveyi kesmek için ileri atılıp azgınlık etmeleri sebebiyle helak edildiler demektir. Bu azgınlığı yapan bir kişi olduğu halde diğerleri de ona razı oldukları için helak edildiler. Sonundaki te harfi mübalağa içindir. Tıpkı râviyetün lişşi'r (şiir okuyan), dâhiye, allâme (büyük âlim), nessabe (büyük nesebçi) gibi.
SORU: Kur'an'da (Fatiha suresinde) "Bizi sırat-ı müstakime hidayet et" buyuruluyor. Denildiğine göre bu sırat-ı müstakim İslâm'dır veya Kur'an'dır veya cennet yoludur. Müslümanlar hidâyette oldukları halde (her gün namaz kılarken) tekrarlayıp duruyorlar. Bu durum elde olan bir şeyi elde etmek için çalışmak olmaz mı? Bu ayetin anlamı nedir?
CEVAP: İbn Cerir Taberî diyor ki:
Bana göre bu ayetin en uygun yorumu şudur: "Bizi sırat-ı musta-kim'e hidayet et" demek, söz veya davranış olarak senin hoşnut olacağın hal üzere ve kullarından kendilerine nimet verip muvaffak kıldığın kimselerin hâli üzerine bizi devamlı kıl, demektir. İşte sırât-ı mustakîm budur.
Çünkü Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerin, sıddîk-larin, salihlerin ve şehitlerin muvaffak oldukları yola hidayet edilmek ve bunda muvaffak olmak; İslâm'da, peygamberleri tasdikde, kitaba sarılmada Allah'ın emrettiğini yerine getirip, yasakladığından kaçınmakta muvaffak olmak demektir. Bu ise Hz. Peygam-ber'in, dört büyük halifenin ve Allah'ın salih kullarının yolunda gitmek hususunda muvaffak olmaktır. Bunların hepsi sırat-ı müstakimdir.
"Müslüman, hidayette olduğu halde namazda veya başka zamanlarda (her Fatiha okuduğunda) nasıl hidayet ister durur? Bu, elde olan bir şeyi yeniden elde etmek değil midir?" sorusuna şöyle cevap verilir:
İnsanın gece gündüz hidayet istemeye ihtiyacı olmasaydı Allah (c.c) böyle dua etmeye yönlendirmezdi.
Kul, her saatte ve her durumda hidayet üzere sağlam ve devamlı olmak hususunda, basiret üzere ve hidayetinin daha ziyade olmasını istemek hususunda Allah'a muhtaçtır. Çünkü kul Allah'ın dilemesi olmadıkça ne bir zarar, ne de bir fayda meydana getiremez. Bu itibarla Cenab-ı Hak kulunu her vakit kendisinden yardım, muvaffakiyet ve hidayet istemeye yönlendirmiştir. Gerçek mesut kişi, bunu istemekte muvaffak kılınan kişidir. Cenab-ı Hak kendisine dua edildiği zaman, dua edenin duasına icabet edeceğini vaadetmiştir. Özellikle gece gündüz ona muhtaç olup sıkıntıya düşenlerin duasını kabul edeceğini bildirmiştir.
Hidayet üzere iken hidayet istemek, elde olan bir şeyi elde etmek için çalışmak demek değildir. Bakınız, Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
Ey iman edenler! Allah'a, Peygamber'ine, Peygamber'i ne indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. (Nisa/136)
Görülüyor ki iman edenlere, "İman edin" emri veriliyor. Aslında bu, imanın gerektirdiği hal ve davranışlarınızda devamlı olup sebat edin, demektir.
Fahreddin Râzi bu ayetin tefsirinde geniş açıklamalar yapıp bundan çıkan faydaları sıralamıştır: Şimdi Râzi'nin ne dediğini görelim:
Birinci fayda: Bir kimse çıkıp şöyle diyebilir: "Namaz kılan kimse mutlaka iman eden biridir. Her iman eden, hidâyettedir. Namaz kılarken 'bize hidayet ver' anlamındaki 'İhdinâ' ayetini okuyunca hidayette olduğu halde hidayet istemiş olmaz' mı? Bu ise olmayacak bir şeydir."
Alimler bu itiraza bir çok cihetle cevap vermişlerdir:
1.Burada istenen hidayetten maksat, eskilerin, Allah'ın rızasını kazanmak için göğüs gerdikleri büyük zorlukların (sevabını isteme ve elde etme) yoludur.
Hikaye olunur ki Hz. Nuh (Allah'ın dinini yaymak uğrunda her gün defalarca dövülür bazen baygın düşermiş. Her defasında: "Alla-hım kavmime hidayet ver. Çünkü onlar (ne yaptıklarını) bilmiyorlar" dermiş. Burada da akla bir soru geliyor: "Bizim Peygamberimiz Hz. Nuh'un defalarca söylediği bu sözü ancak bir kere söylemiştir. Buna göre Nuh peygamberin bizim Peygamberimiz'den daha üstün olması gerekmez mi?"
Bunun cevabı şudur: Fatiha süresindeki açıklamakta olduğumuz ayetten maksadın Allah'tan güzel ahlâkı, güzellikleri istemek olduğu dikkate alındığında ortaya şöyle bir durum çıkar. Hz. Peygamber her gün (namazda) şu kadar Fatiha okuyor. Demek ki Hz. Peygamber'in Allah'tan hidayet istemesi Nuh peygamber'den daha fazladır.
2. İlim adamları her huyun, bir tefrit, bir de ifrat yönü vardır. Bunların her ikisinin de kötü olduğunu, hak olanın bu ikisinin ortasında bulunmak olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
İşte böylece Allah sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldı. (Bakara/143)
Bu ortada olup mutedil olmak hem yolun en doğrusu, hem de adâ-letlisidir.
Müslüman bir delil üe Allah'ı bilince mü'min olur, hidayette olur. Bu sonucun meydana gelmesinden sonra adaletli olmanın ne olduğunu bilmek gerekmektedir.
O adalet ki ifrat ile tefritin ortasındaki çizgidir. İşte müslüman Fa-tiha'daki bu ayeti okumakla tüm huylarında, davranışlarında ve yaptıklarında uzak olup mutedil olmayı istemektedir. Buna göre itiraz olarak ileri sürülen soru ortadan kalkmıştır.
3. Müslüman bir tek delil ile de olsa Allah'ı bilir ve tanır. Sonuçta anlar ki var olan her şeyde deliller vardır. Belki insan bir tek delil ile dini sahih olacak şekilde iman etmiştir. Diğer delillerden habersizdir. İşte Fatiha'daki "Bizi sırât-ı mutakim'e hidayet et" demek bu durumda şu anlama gelir: Allahım! Senin zâtına, sıfatına, ilmine ve kudretine delil olan şeyleri bize öğret. Buna göre de soru ortadan kalkmıştır.
4. Cenab-ı Hak Hz. Peygamber'e seslenerek şöyle buyuruyor:
Şüphesiz ki sen doğru bir yola hidayet etmektesin. (O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner. (Şûra/52-53)
Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Bana uyun... (En'am/153)
Bu dosdoğru yola insanın Allah'tan başka her şeyden yüz çevirip, tüm kalbi, fikri ve zikri ile Allah'a yönelmekle ulaşılır. İşte Fatiha okurken 'İhdina's-sırata'l-mustakîm' cümlesi söylendiğinde Hz. Allah'tan bu özellikleri taşıyan bir hidayet istemiş oluruz. Öyle ki böyle bir insan, eğer oğlunu kurban etmekle emrolunmuş olsa hemen bunu Hz. İbrahim gibi yerine getirir. Eğer kendisini kurban etmekle emrolunsa, Hz. İsmail gibi buna itaat eder. Denize atılması emredilse, Yunus peygamber gibi bunu da yerine getirir. Kendisi peygamberlik gibi yüksek bir mertebeye ulaşsa bile daha bilgili birinin talebesi olması emredildi-ğinde Hz. Musa gibi bunu yerine getirir. İyiliği emredip kötülüğe engel olma hususunda bedeni iki parçaya ayrılacak olsa bile hemen bu emri Yahya ve Zekeriyya (a.s) gibi yerine getirir.
Demek ki dosdoğru yola hidayet edilmekten maksat, zorluklara sabretmek ve bir bela ile karşılaştığında onu göğüslemek hususunda Allah'ın peygamberlerine uymaktır. Şüphe yok ki bu makam dayanılması zor bir makamdır. İnsanların pek çoğu buna güç yetiremezler. Ancak şunu söyleyebiliriz: Ey insanlar! Korkmayın, üzülmeyin! Çünkü Allah'ın dininde bir şey sıkıntı sebebiyle daralırsa, Allah'ın verdiği kolaylıklarla genişlik meydana gelir. Bu ayette de kolaylığı ve genişliği gösteren işaretler var. Zira Allah: "Bizi dövülen ve öldürülenlerin yoluna hidayet et" buyurmadı da; "kendilerine nimet verdiğin kullarının yoluna hidayet et" buyurdu.
O halde Fatiha'daki bu ayeti okurken niyetin şöyle demek olsun: "Ey Allahım! Benim bir takım günahlar işlediğim gibi babamın da günah işlediğini gördüm, benim bir takım günahları işlemeye yöneldiğim gibi o da yönelmişti. Sonra gördüm ki babam vefatı yaklaştığında Allah'a dönüp günahlarından tevbe etti. Allahım sen onun tevbesini kabul ederek cehennemden kurtulup cennete nail olmasına hükmettin. Onu tevbeye muvaffak etmekle kendisini nimetlendirdiklerinden kıldın. Şimdi ben diyorum ki: Tevbesi kabul edilenlerin mertebesine ermeyi diliyorum; beni de böyle dosdoğru yola hidayet eyle.
İşte 'İhdinâ...' ayetinin tefsiri budur.
5. Sanki yolların çokluğu karşısında insan şöyle diyor: Dostlarımın pek çoğu beni bir yola çekiyor. Düşmanlarım bir başka yola girmemi istiyor. Şeytan üçüncü bir yola çağırıyor. Öfkem ve şehevi arzularım bir başkasına, haset ve kin duygularım bir başkasına, işlerimi bırakıp, ona buna benzemek hususundaki isteklerim bir başkasına, kader ve hayret ölçülerinde bir başkasına, umut ve çarptırılacağım ceza karşısında bir başkasına, ne varsa reddedip çıkıp gitmek durumunda bir başkasına girmek üzere hayatımda bir sürü yol ile karşı karşıyayım.
Akıl zayıf, ömür kısa, yapılacak işler uzun, tecrübe tehlikeli ve karar vermek zordur.
Allahım tüm bunlar karşısında şaşırıp kalmışım. Beni öyle bir yola ilet ki bu yol ile cennete çıkayım, hiç eğrisi büğrüsü olmayan dosdoğru bir yola ulaştır.
Hikâye edildiğine göre İbrahim b. Edhem Kabe'ye gitmek üzere yola koyulmuş. Bu arada devesine binmiş bir A'râbi belirmiş. A'rabi 'Şeyh efendi! Nereye gidiyorsun?' diye seslenmiş. İbrahim b. Edhem: 'Beytullah'a!' cevabını vermiş. A'rabi: 'Sen deli misin? Ne bineğin var, ne de azığın! Oysa yol uzundur' deyince İbrahim Edhem şu cevabı vermiş: "Benim pek çok bineğim var. Ama sen onları görmüyorsun." A'rabi'nin 'Onlar nedir?' sorusuna şu cevabı vermiş:
"Başıma bir belâ gelirse sabır binitine binerim. Bir nimetle karşılaşırsam, şükür binitim var. Rabbim hakkında bir hüküm verirse rıza binitime binerim. Nefsim beni bir şeye çağırırsa bilirim ki ömrümün kalanı, geçeninden daha azdır."
Bunun üzerine A'rabî şöyle demiş: "Allah'ın izni ile yürü. Gerçekte ben yayayım, sen binitlisin."
6. Bazıları bu ayetteki sırât-ı müstakimim İslâm olduğunu, bazıları ise Kur'an olduğunu söylemiştir. Bu yorum doğru değildir. Çünkü "kendilerine nimet verdiğin..." ifadesi "Sırat-ı mustakim"den bedeldir. Buna göre mana "Bizi geçen ümmetlerden kendilerine nimet verdiklerinin yoluna hidayet eyle" şeklinde olur. Geçmiş ümmetlerde Kur'an olmadığı gibi (bugünkü anladığımız kavram halinde) İslâm da yok idi. Bu itibarla mana: "Bizi cennete hak kazanmış kullarının yoluna hidayet eyle" demektir. Ayette yol anlamına gelen "sırat" kelimesi kullanılmıştır. Oysa "sebil" ve "tarik" kelimeleri de yol anlamına geliyor. Fakat bunlar kullanılmamıştır. Bunun sebebi "sırat" kelimesinin, cehennem üzerine kurulacak "sırat köprüsü"nü hatırlatmasıdır. Böylece Fatiha'yı her okuyuşta bu ayete gelince insan daha çok Allah korkusunu elde etmiş olur.
Ayetin tefsirinde ikinci bir söz daha vardır ki buna göre mana: "İh-dinâ"nm anlamı "Bize verdiğin hidayet üzerinde bizi sabit kıl" demektir.
Bu anlamın bir benzeri de şu ayette bulunmaktadır:
Ey rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalbimizi eğriltme. (Âl-i İmran/8)
Nice bilgili kimseler vardır ki gönlüne zayıf bir şüphe düşmüş ve neticede kalbi eğrilip dosdoğru dinden ve sırat-ı müstakimden sapmıştır.
b. Abdul Kadir Râzi'nin oğlu 'ihdina's-sırata'l-mustakîm' ayetine şu yorumu yapıyor: Allahım! Bizi verdiğin hidayet üzere sabit kılıp o dinin yolunda bizi devamlı eyleyerek (imansız gitmek gibi) bir kötü akıbet korkusundan kurtar. Böyle bir sondan Allah'a sığınırız. Nitekim Arab dilinde ayakta durmakta olan birine "Ben gelinceye kadar ayakta dur" demek, 'Ayakta durmakta sabit ol ve devam et' demektir. Veya bize verdiğin hidayeti ziyadeleştir, anlamı da ayete verilebilir. Nitekim Kur'an'da hidayetin ziyadeleşmesi hususuna şu ayetlerde işaret edilmektedir:
Allah (c.c) doğru yolda gidenlerin hidayetini ziyadeleştirir. (Meryem/76)
Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların hidayetini ziyadeleştirir. (Muhammed/17)
SORU: Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:
O kitapta (Kur'an'da) hiçbir şekilde şüphe yoktur. (Bakara/2)
Oysa sapıklar bu kitapla şüphe olduğunu iddia ediyorlar.
Eğer kulumuza indirdiklerimizden şüphe ediyorsanız... (Bakara/23)
CEVAP: Soruda geçen ayetteki "reyb" kelimesi, şüphe ve töhmet demektir. Allah'ın kitabında ne şüphe ne de töhmet vardır. Her ne kadar kâfirler o kitap hususunda şüpheye düşüyorlarsa da o, Allah katından indirilmiş gerçeğin ta kendisidir.
Ayrıca, ayetteki ifadenin haber cümlesi olduğu ve "şüphe etmeyiniz!" anlamına geldiği söylenmiştir.
Bazı inkarcılar Kur'an'a dil uzatmışlar ve şöyle demişlerdir: Bu ifadeden maksat, biz inkarcıların o kitaptan şüphesi olmadığım söylemek ise, biz ondan şüphe ediyoruz. Şüphe söz konusu değilse "onda şüphe yoktur" demenin bir faydası yoktur.
Bunun cevabı şöyledir: Ayetten maksat şudur: O Kur'an öyle açıktır ki her hangi bir şüphe edicinin şüphesi yerinde değildir. Gerçek de böyledir. Çünkü Arablar edebiyatta zirvede olmalarına rağmen Kur'an'ın en kısa suresinin bir benzerini getirmeye güç yetirememiş-lerdir. Bu vakıa da tanıktır ki Kur'an bu delili ile akıllı bir kimsenin onda şüpheye düşmesinin caiz olmayacağını ortaya koymuştur.
Ebubekir Râzi'nin oğlu şöyle diyor: Ayetin anlamı "Şüpheye yer yoktur" demektir. Bir başka mana da: "Allah katında ve Allah'ın Pey-gamber'i ve mü'minlere göre şüphe yoktur" şeklindedir. Bir başka yoruma göre, bunun anlamı: "O kitabın Allah katından geldiğinde şüpheye düşmeyiniz" demektir.
Bunun bir benzeri de şu ayettir:
Kıyamet vakti gelecektir. Bunda hiç şüphe yoktur. (Hac/7)
Tefsir-i Menar'da şöyle denmektedir: Bu kitap (Kur'an) kusur lekesi bulunmayan bir kitaptır. Onda şüphe olmadığı gibi ileride de şüphe edilmeyecektir. Ne Allah katından olduğunda, ne de hidayete götürücü ve irşad edici olduğunda şüphe yoktur. Şöyle demek de doğru olur: O kitabın ayetleri o kadar güçlüdür, açıklamaları o kadar arı durudur ki insaf ve akıl sahibi hiçbir kimse ondan şüphe etmez. Yeter ki inatçı ve zorba olmasın.
O kitap gökten hidayet olarak inmiş insanları hidayete erdirmek için gönderilmiştir. O'nu insanlara ulaştıran (Peygamber) daha önceleri Kur'an'da bulunan ilimlerle hiç meşgul olmamış, okuma yazma bilmeyen biridir. O kitabın ne üslûbuna ne de onda söylenilen sözlere yakın bir sözü hiç kimse söyleyemeyecektir. Hatta bunu onun Peygam-berliği'nden sonra da hiç kimse yapamayacaktır. Bunun içindir ki (Bakara/23) ayetinde onda şüphe olmadığı, eğer şüphe ediliyorsa bir benzerinin getirilmesi gerektiği söylenerek meydan okunmaktadır.
Eğer kulumuza indirdiklerimizden şüpheye düşüyorsanız, onun bir benzeri suresini getiriniz. (Bakara/23)
Sözün kısası edebi yönü, üslûbu, lafızları, manası, içerdiği ilimler ve hidayete iletmedeki etkisi itibariyle Kur'an'dan şüphe etmek mümkün olmadığı gibi o kitap etrafında şüphenin dolaşması da mümkün değildir. Onun benzerini basireti bağlanmış bir cahil yapamayacağı gibi inadı nedeni ile böyle bir işe kalkışan veya birilerini taklit eden de gerçekleştiremez.
SORU: Enfal/17 ayetinde "Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı" buyuruluyor. Savaşı yapanlar müslümanlar olduğu halde onların öldürmediğinin, atan Peygamber olduğu halde atmadığının söylenmesi nasıl anlaşılmalıdır?
CEVAP: Evet. Soruda söz konusu edilen ayette Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü'minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işiten ve bilendir. (En-ial/17)
İbn Kesir bu ayeti şöyle tefsir ediyor:
Cenab-ı Hak bu ayetle kullarının yaptığı şeylerin yaratıcısı olduğunu açıklamıştır. Kullarının yaptığı her iyi şeyden dolayı hamdedilen O'dur. Çünkü onlara yardım eden ve başarılı kılan O'dur. Bunun içindir ki "Onlar öldürmedi, fakat Allah öldürdü" buyurulmuştur. Yani sizin sayınızın azlığından dolayı -onların sayıca çokluğu karşısında- onları öldürmeniz güç ve kudretinizde değildi. Onlara karşı size zafer veren Allah'tır. Nitekim aşağıdaki ayetlerde buna işaret olunuyor:
Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir'de size yardım etmişti. (Âl-i İmran/123)
Andolsun ki Allah bir çok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn gününde size yardım etmişti. (Tevbe/25)
Bundan anlaşılıyor ki zafer, kuşanılan silahın, mühimmatın ve asker sayısının çokluğu ile değil, Allah'ın yardımıyla kazanılmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
Nice az grup vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir. (Bakara/149)
Cenab-ı Hak daha sonra Peygamber'inin Bedir savaşında çadırından çıkıp Cenab-ı Allah'a dua edip yakardıktan sonra bir avuç toprak alıp müşriklerin yüzüne atarak "yüzleri kurusun!" buyurduğuna ve sonra ashabına hücum etmelerini -ki Peygamber'in attığı toprak yüzüne gözüne ulaşan her kâfiri meşgul etmişti- işaretle: "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı" buyurmuştur. Bunun anlamı: "Senin attığını onlara ulaştıran O'dur. Atılanların onlara ilişip zarar vermesini Allah kader olarak yazdı, sen değil" demektir.
Abdullah b. Abbas şöyle rivayet ediyor: "Bedir savaşı günü Hz. Peygamber ellerini kaldırarak şöyle dua etti: Ya Rabbi! Şu müslü-man cemaati (savaşta yenilmek suretiyle) yok edersen, artık yer yüzünde sana ibadet edilmeyecektir! Cebrail (a.s) Rasûlullah'a şöyle dedi: Yerden bir avuç toprak al ve kâfirlerin yüzüne at. Hz. Peygamber yerden toprak alarak müşriklerin yüzüne attı. Atılan toprak onların ağzına, gözüne ve burun deliklerine gitti ve hemen geri döndüler.
Kurfubî, el-Câmiu'I-Ahkâmı l-Kuf an'da bu ayetin tefsirinde öldürme ve atma olayının Bedir savaşında olduğunu bildirerek şöyle denmektedir:
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber'in arkadaşları Bedir savaşından sonra her biri yaptığını anlatıp "Ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım" demeye başladı. Bu bir çeşit övünme idi. Bunun üzerine bu ayet gelerek öldürenin Allah olduğu, her şeyi O'nun takdir ettiği, ancak kulun Allah'ın yarattığı işlere niyeti ve kazanması ile katıldığını bildirmiştir.
Bu ayet, kulun kendi yaptıklarını yarattığı görüşünde olanların görüşünü reddetmektedir.
Bir diğer yoruma göre ayetin anlamı şöyledir: "Onları siz öldürmediniz, fakat sizi onların üzerine göndererek ve size onları öldürme imkânı vererek gerçekte onları öldüren Allah'tır.
Bir başka yoruma göre ayetin anlamı şöyledir: ".. .fakat onları size imdat olarak gönderdiği melekleri ile öldüren Allah'tır."
"Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı" cümlesi de böyledir.
Kurtubî bu atma ile ilgili dört ayrı rivayet zikretmiş, atmanın Bedir savaşında olduğunu söyleyenlerin görüşünü tercih etmiştir. Çünkü bu ayetin bulunduğu sure Bedir savaşında inmiştir. Kurtubî bundan sonra Cebrail'in Hz. Peygamber'e yerden toprak alıp atmasını söylediği rivayetini zikrediyor.
Sa'leb bu ayetle ilgili olarak şöyle diyor: Sen çakıllı toprağı attığın zaman onların kalbine korkuyu ve paniği atmamıştın. Fakat Allah onu attı ve sana yardım ederek zafer verdi ve onlar hezimete uğradılar.
Arabçada şöyle bir söyleyiş vardır: "Allah sana attı" demenin anlamı, sana yardım etti, zafer verdi ve senin için şöyle şöyle yaptı demektir.
Muhammed b. Zeyd ise ayetle alakalı olarak şöyle diyor: "Attığında sen kendi gücünle atmadın, fakat Allah'ın gücü ile attın" demektir.
Tefsir-i Menar'da bu ayet çok geniş bir şekilde ele alınmış olup, özeti şöyledir:
Bu ayette âdeta şöyle denmektedir: Ey inananlar! Savaş sırasında asla arkanızı dönüp savaştan vazgeçmeyiniz. Siz savaşta sabır ve sebata onlardan daha çok layıksınız. Sonra Allah size yardım edecektir. İşte sizler onlara; onların hazırlığı ve sayısı sizden çok olmasına rağmen galip gelip zafer kazandınız. Bu ise ancak Allah'ın sizi desteklemesi, kalplerinizi birbirinize bağlaması ve sizi sebat ettirmesi ile olmuştur. Bu kadar çok düşmanı öldürmeyi siz kendi gücünüz ve hazırlığınızla yapmış değilsiniz. Fakat sizin aranıza melekleri katarak kalplerinizi birbirine bağlayıp, onların kalplerine korku salmak suretiyle onları sizin elinizle Öldüren Allah'tır. Kâfire karşı zafer elde etmekte en büyük amil olan sabır ve sebata müslüman herkesten daha layıktır.
Kur'an müslümanlara böyle seslendikten sonra onların kumandanı olan Hz. Peygamber'e yönelerek ona da: "Attığın zaman sen atmadın. Fakat Allah attı" buyurdu. Yani yerden aldığın bir avuç toprağı müşriklerin yüzüne attığın zaman onu sen atmadın. Fakat Allah attı. Öyle bir atış attı ki, toprak az bir şey olmasına rağmen Allah onu çoğaltarak onlara ulaştırdı. Bu tefsir, kelimeleri zorlamadan anlaşılan bir tefsirdir.
Müslümanların Bedir savaşında kâfirleri öldürmesi Allah'ın dünyadaki sebep kanunu gereği onların yapması takdir olunan bir iştir. Hz. Peygamber'in toprağı atması ise kâfirlerin gözlerinden bir şikayet olduğundan değildi. Hem toprak az, atılan kimseler uzakta idi.
Müslümanların kâfirleri öldürmeleri ile Hz. Peygamber'in toprağı atması arasında fark vardır.
Hz. Peygamber'in toprağı atması kâfirlerin savaşı kaybetmesi için sıradan bir sebep değildir. Bu mü'minlerin kâfirleri öldürmesi gibi göz ile görülen bir şey olması açısından da göz ile görülmemesi bakımından da böyledir.
Ayette Hz. Peygamber için "Attığın zaman sen atmadın" buyuru-larak hem attığının, hem de atmadığının söylenmesi bir çelişkiyi akla getirmez. Çünkü Peygamber'in toprak atmasının gerçek zafer sebebi olmadığı bilinmektedir. Zira Allah'ın yardımı ve desteği olmasaydı sırf müslümanların gayretleri, onları bu sonuca ulaştır-mazdı. Ayette müslümanların öldürmesi için de, Hz. Peygamber'in toprağı atması için de "fakat Allah öldürdü, Allah attı" buyurulu-yor. Allah'ın Öldürmesi ile atması arasındaki farka gelince: Birincisi Hz. Allah'ın öldürme sebeplerini müslümanların emrine vermesidir. Nitekim kulun her elde ettiği ve kendi iradesi ile yaptığı tüm işlerde durum böyledir. Zira bu işlerin amacına ulaşması ancak Allah'ın yapması ve onun sebeplerini işi yapanların emrine vermesi iledir. Çünkü sebeplere, normalde kazanarak ulaşmak mümkün değildir. Mesela insan ekini eker ve tohumu toprağa atar. Fakat yağmuru yağdıramaz. Ekine başak ve dane tutturamadığı gibi gelecek bir felâketi de önleyemez. Ve insan tek başına çalışması ile ekini meydana getiremediği gibi onun mahsulünü de olgu nlaştıramaz.
İkincisi ise atılan toprağın gerçek atıcısı Allah Teâlâ'dır. Atılan toprağın kâfirleri etkilemesinde Peygamber'in bir rolü yoktur. Zahiren toprağı Peygamber'in atması, onun eliyle mucizenin meydana gelmesi içindir.[4]
Kuşeyri Letâful Işârât isimli eserinde bu ayet hakkında şu yorumu yapıyor:
Hz. Allah'ın müslümanlar için "siz öldürmediniz" ifadesi "ruhlarını siz almadınız" demektir. Zira ruhu alıp ölümü gerçekleştirmek Allah'a mahsustur. Öldürme olaylarında (kesme, silah atma gibi) insanların yaptıkları önce olmakta, ruhun çıkması ise ondan sonra olmaktadır.
Ayetin faydası, müslümanların "ben öldürdüm, ben şöyle yaptım, böyle yaptım" gibi övünmelerine meydan vermemiş olmasıdır. Yani ayet demek istiyor ki: sizin tek başına yaptıklarınız onları öldürmedi. Fakat her şeyi yoktan yaratan Allah bunu gerçekleştirdi.
Cenab-ı Hak bu ayet ile müslümanları ve Peygamber'ini kendi yaptıklarını göz önünde bulundurup büyüklenme gibi bir hataya düşmekten korumuştur.
Hz. Peygamber hakkında da: "Attığın zaman sen atmadın. Fakat Allah attı" buyurmakla şunu demek istemiştir: sen onu kendiliğinden atmadın. Onu bizim attırmamızla attın. Toprağı avucuna alıp elinden çıkararak atman senin çalışıp kazandığın bir şey, oysa senin kazanmanı da yaratan Allah, atılan toprağı onlara ulaştıran da Allah'tır. Bu olaylarda yapılan iş birdir. İşin yapılışında çelişki var gibi görünüyorsa da aslında çelişki yoktur.
Ayetteki "Attığın zaman" ifadesi bir fark, "fakat Allah attı" ifadesi bir cem'dir.[5]
Fark kulda, cem ise rab'de olan bir özelliktir. İçerisinde cem olmayan fark veya kula has olan fark, rabden gelecek cem ile desteklenmemiş ise sahibinin attığı ok hedefe varmaz.
Fahreddin Razi de bu ayetin tefsirine temas ederek savaştan sonra sahabenin söylediklerine ve Hz. Peygamber'in savaş öncesinde dua edişine ve müşriklere toprak atmasına ve bunun sonucuna yer veriyor.
Keşşaf sahibi Zemahşerî diyor ki:
Ayetteki ilk kelimenin başında bulunan fe harfi, mahfuz bir şart'ın cevabıdır. Buna göre mana şöyledir:
Eğer siz onları öldürmekle övünüyorsanız, onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü.
Sonra Hz. Peygamber'in toprak atması ile ilgili kısma temas ederek şöyle diyor:
Yani senin attığın çakıllı toprağı gerçekte atan sen değilsin. Çünkü senin attığın toprak her hangi bir insanın attığından öteye geçmez. Fakat Allah onu öyle bir attı ki bu toprağın en küçük parçalarını müşriklerin gözüne ulaştırdı. Atış dış görünüşü itibariyle
Peygamber'den sadır oldu. Fakat onun yaptığı tesir Allah tarafından meydana getirilmiştir. Bu şekilde mana verilirse "attığın zaman sen atmadın" ifadesindeki hem olumlu, hem olumsuz ifade doğru olmaktadır.
İbn Ebubekir b. Abdul Kadir "Ayette Peygamber için hem attığın zaman deniliyor, hem de atmadın, deniliyor. Bu nasıl olur?" gibi bir soruya şöyle cevap veriyor:
Müşriklerin öldürülmes indeki en kuvvetli sebep meleklerin imdadı, kâfirlerin kalbine korku salmaları ve müslümanların kalplerinin birbirine bağlanıp ayaklan üzerinde güçlü olarak durmaları olduğuna bakılırsa, bunların hepsi Allah tarafından meydana getirilmiştir. Bunun için müslümanların bir şey yapmadığı, yapılan işin Allah'a ait olduğu söylenmiştir. Bunun bir başka ifadesi şudur: Tüm bu olanlar zahiren size aittir, fakat gerçekte Allah'a aittir. Sizin bu durumda yapacağınız şey, tutacağınız yol şükretmektir. Kendinizi beğenip büyüklenmek değildir.
Hz. Peygamber'in toprak atması meselesi de böyledir. Toprağın atılışı zahiren Peygamber'den ise de, toprağı gerçekte onun atmadığı söylenmiştir. Çünkü atılan toprağın tesiri bir insan olan Peygamber'in atışından değil, Allah'ın atmasındandır. Bunun bir benzeri, bir başka otoritenin etkisi altında iyi veya kötü bir iş yapana söylenen şu sözdür:
Bu senin sözün veya işin değildir.
Ayetteki "attığın zaman sen atmadın" cümlesi şöyle de anlaşılmıştır:
Sen onların yüzüne çakılları attığın zaman kalplerine korku atmadın. Ama Allah onların kalplerine korku attı.
Bu bölümdeki çalışma, Ansiklopedi tarzında bazı araştırmalardan ibarettir. Mümkün oldukça ele alınan konu hakkında fıkıh mezheplerinin görüşlerini kapsayacak şekilde bilgi verilmiştir. Ayrıca her mezhebin görüşü verildikçe kaynakları detaylı olarak gösterilmiştir.
Bu bölümde ele alınan konuların kendilerine has bir kıymeti ve önemi vardır. Böylece geniş fıkıh kaynaklarının sahifeleri arasındaki fıkıh servetinin büyüklüğüne de işaret edilmiş olmaktadır.[6]
İbn Fâris'in Mucem-u Mekayis'il-Lüğa isimli eserinde şöyle diyor:
{İlkârim kötü olan) tegane kelimesinin iki aslı vardır. Birisi bir şeyi sağlam yapmak, diğeri çamur ve balçıktır.
Birinci manaya göre racülün tagınün ifadesi işinin uzmanı adam, ikinci manaya göre tegganû arduhum ifadesi, arazilerini çamur ve balçıkla ıslah ettiler, anlamına gelmektedir.
Lisan'uî~Ar ah isimli eserde şöyle denmektedir:
Tagınün ve tagniin işinin uzmanı, işini mükemmel yapan veya hazır cevap adam demektir. Bir de tıgnün oku iyi atan bir adamın adıdır ki oku hiç bir hedeften şaşmazmış. İşini bu derecede mükemmel yapan kimselere "ok atan adam gibi" denirmiş. Bu kelimede asıl olan kullanma şekli "Bu yagin adamın oğludur" demek imiş. Daha sonraları işlerini uzmanca yapanlar için kullanılmıştır. Nitekim bir kimse işini sağlam yapınca "Filan kimse işini itkân ile yaptı" denir.
Kâmus'ul Muhit ve Nevevî'nin Tehzîb'ül Esma ve'l-Lüğât isimli eserlerinde de buna yakın bilgiler vardır.
Kur'an'da şu ayette itkân kelimesi etkane şeklinde geçmektedir:
(Bu), her şeyi sapa sağlam yapan Allah'ın san'atıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan haberdardır. (Neml/88)
Râğıb İsfehâni bu ayette geçen etkane kelimesini Müfredât'ul Kur'an isimli eserinde atlamıştır. Çünkü kelimenin kökü olan tegane maddesini kitabında zikretmemi ştir. Hâlbuki görüldüğü üzere kelime Kur'an'da geçmektedir.
İbn'ul Esir de En-Nihâye fi Garib'il-Hadis-i vel'Eser isimli (hadis sözlüğü olan) kitabında itkân kelimesine yer vermemiştir. Oysa Bey-hakî'nin Şuâb'ii-İman isimli kitabında Hz. Aişe'den rivayet edilen hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sizden birinizin yaptığı işi itkân ile (sapa sağlam) yapmasını Hz. Allah sever.
itkân kelimesine mana bakımından yakın olan başka kelimeler de vardır. Bunlar ihkâm, icâde, hızk ve ihsan kelimeleridir. İsfehâni it-kân'm ihsan manasında olduğunu söylemiştir, ihsan kelimesi bazen başkalarına iyilik etmek, bazen de insanın işini yapması manasına gelir. İnsan iyi bir ilim öğrenmekle veya güzel bir iş yapmakla kendi işini iyi yapmak anlamında ihsan'ı gerçekleştirmiş olur. İşte yukarda Bey-hâkî'nin Şuab'il-İman isimli eserinde rivayet ettiğini söylediğimiz hadis, ihsan kelimesi ile de varid olmuştur.
Bundan dolayıdır ki Hz. Ali şöyle söylemiştir: "İnsanlar yaptıkları güzel şeylerin çocuğudur."
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
İhsan, görüyormuşçasına Allah'a ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor.
Bu hadiste geçen ihsan'm bir işi güzel yapmak anlamındaki ihsan ile ilgisi vardır. Bunu İbn'ul-Esir şöyle açıklamıştır:
Hadisteki ihsan kelimesi, Allah'ın kontrolünde olmak ve Allah'a güzelce itaat etmek manasına işaret ediyor. Allah'ın kontrolünde olduğu bilincinde olan kimse işini iyi yapar.
İtkân'm ihkâm ile ilgisi açıktır. Çünkü lügatta "Filan kimse bir şeyi ihkâm etti" demek, onu itkân etti yani o işi muhkem oldu, sağlam oldu. Muhkem yapılan iş bozuk olmaz denmektedir.
Nitekim ihkâm ile aynı kökten gelen hakim'in manalarından birisi, yaptığı işleri sağlam yapan kimse demektir. Muhkim de böyledir. Hikmet, en üstün bilgilerle en üstün marifetlerden ibarettir. En ince sanatları sağlam bir şekilde yapar.
itkân ibadetlerde, günlük işlemlerde (muamelâtta) ve insan davranışlarında yerine getirilmesi gereken bir olgudur. (Şimdi bunları görelim:)
Abdest almakta itkân onu tam ve mükemmel yapmak olarak ifade edilmiştir.
Ebû Hüreyre şöyle diyor:
Her kim güzel bir şekilde abdestini alıp, namaz kılmak maksadı ile (bulunduğu yerden) çıkarsa, o kimse namaz kılmak kasdında bulunduğu sürece namaz kılıyor (gibi)dir.
Bu, namazın rükünlerini, farzlarını, şartlarını ve namazla ilgili hususları tastamam yerine getirmekle gerçekleşir. Bazen bu durum itminan ve huşu ile ifade edilmiştir.
Fıkıh âlimleri namazda itminan durumunun, namazın farzlarından birisi olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda, Hz. Peygamber'in secdeden kalkmakla ilgili hadisini delil olarak ileri sürmüşlerdir. Hz. Peygamber (birinci) secdeden kalkışı anlatırken şöyle buyurmuştur:
sonra secdeden başını kaldır ve itminan üzere (tastamam) otu-runcaya kadar bekle!
Nevevî'nin Mecmu isimli kitabında şöyle denmektedir:
Namaz kılan kimsenin secdede itminan durumunda olması farzdır.
itminan organların hareketsiz durması demektir. O derecedeki (vücuttaki) eklemler en az bir kere sübhanallah diyecek kadar yerli yerince hareketsiz bir halde durmalıdır.
Hanefî mezhebinde itminan hâli namazın her bir rüknünde (farzında) başlı başına namazın vaciblerinden biridir. Haneliler buna Ta'dil-i Erkân derler. Mâliki mezhebinde itminan namazın bütün rükünlerinde başlı başına ayrıca bir rükündür.
Demek oluyor ki namaz kılarken rükuda, secdede, rükûdan doğrulunca ve iki secde arasında itminan vacibtir. Mâlikî, Hanbelî ve Zahirî mezhepleri de aynı görüştedir.
Delilleri Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği şu hadistir:
İtminan üzere rükû edecek şekilde rükû et. Sonra dimdik duracak şekilde kalk. Sonra itminan üzere secde et. Sonra tam olarak otur. Sonra itminan üzere secde et. Bunları namazının tamamında (her rekatında) yap.
Şu hadis de bu konunun delilidir:
Bir insanın kıldığı namaz rükû ve secdeden belini tam olarak doğ-rultmadıkça tam olmaz.
Bu konuda başka hadisler de vardır.
Ebu Davud'un Sünen'inde, İbn Huzeyme'nin Sahihinde rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (namazda) karga gagalaması gibi davranmayı yasaklamıştır. Bundan maksat karganın yiyeceği şeyi almak için gagasını yere vurması gibi secdeyi çabuk yapmaktır.
Nitekim Ahmed b. Hanbel ve Hâkim'in rivayet ettikleri hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İnsanların hırsızlık bakımından en kötüsü namazından çalandır.
Yani acele namaz kılan kimse itminanı gerçekleştirmeden acele etmek suretiyle en kötü hırsız durumuna düşmektedir. Çünkü o kimse bu haliyle namazından bir parçayı çalmış gibi olmaktadır. Hâkim, bu hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiştir.
İmam Gazâlî itminân'ı "Rükünleri tastamam yapmanın fazileti" başlığı ile ifade etmiş ve konuyu şöyle ele almıştır:
Bu konuda çeşitli derecelerde hadis-i şerifler rivayet edilmiştir ki bunlardan bazıları şöyledir:
Farz namazlar teraziye benzer. Onu tastamam kılan sevabını tastamam alır.
Hz. Allah rükû ve iki secde arasında belini doğrultmayan kuluna kıyamet gününde bakmayacaktır.
Her kim tastamam abdestini alır, namazını vaktinde ve rükûunu, secdesini tam yaparak kılarsa, o namaz bembeyaz (bir nur) olarak (göklere) çıkar ve şöyle der: "Beni koruduğun gibi Allah da seni korusun." Her kim de abdestini doğru dürüst almaz, namazını vaktinde ve rükûunu, secdesini tam yapıp huşu içinde kılmazsa, o namaz kapkara olarak (göklere) çıkar ve şöyle der: "Beni ziyan ettiğin gibi Allah da seni ziyan etsin." Artık bu şekilde eksik kılınan namaz Allah'ın dilediği bir yere gelince eski bir giysinin dürüldü-ğü gibi dürülüp kılanın yüzüne çarpılır. îtkân, tüm ibadetlerde istenilen bir şeydir. İbadetlerde itkânın özü ibadeti ihlaslı, ciddi ve azimle yapmak, ibadet esnasında başka şeylerle meşgul olmamaktır.
Âmili'nin Vesâil'üş-Şîa isimli kitabında şöyle denmektedir:
Ebu'l-Hasan Rıza aleyhisselamdan rivayet edildiğine göre mü'minlerin emiri (Hz Ali) şöyle buyurmuştur: "Sırf Allah için ihlasla ibadet ve dua edebilene, (ibadet ve dua sırasında) gözünün gördüğü şeyler kalbini meşgul etmeyene, kulaklarının duyduğu şeyler yüzünden Allah'ı unutmayana ve başkalarının elinde bulunan nimetlerden dolayı gönlünde üzüntü duymayana müjdeler olsun."
İbadetlerde itkânı gerçekleştirmek gayret ve yorgunluğa ihtiyaç gösteren bir şeydir. Bunun içindir ki Amili Süfyan b. Uyeyne yolu ile Ebû Abdullah aleyhisselamın şöyle dediğini rivayet etmektedir:
İhlaslı oluncaya kadar amelde bulunmak işlerin en zorudur. İhlaslı amel, Allah'tan başka hiç bir kimsenin seni medhetmesini istemeyerek yaptığın şeydir.
Daha sonra şöyle diyor:
İhlas'ın en aşağı derecesi kulun gücünü sarfetmesi, sonra yaptığı şey için Allah katında bir şey istememesidir. Yani yaptığı ibadet karşılığında rabbinin ameline bir mükafat vermesi gereklidir şeklinde düşünmemesidir. Çünkü o kul bilir ki Hz. Allah, kendisinden kulluk görevlerini tam olarak yerine getirmesini istese aciz kalacaktır. İhlaslı kulun en aşağı derecedeki makamı dünyada bütün günahlardan selamet bulmak, âhirette de cehennemden kurtulup cennet mutluluğuna ermektir.
îtkân ve ihsanın Allah katındaki mükâfatı pek büyüktür. Bunun içindir ki Ömer b. Yezid'in rivayet ettiğine göre Ebu Abdillah şöyle demiştir:
Mü'min ihsan üzere amelini yaparsa Allah onun amelini kat kat yapar. Her bir hasenesine (iyiliğine) yediyüz katına kadar sevap ve mükâfat verilir. O halde Allah'ın sevabını umarak yaptığınız işlerinizi güzel yapınız.
Daha sonra şöyle der:
Yaptığın her iş kirden, pislikten temiz bir halde olsun.
Çünkü san'atkardan yapması istenilen şey bir emanettir. Emanet ise yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Şu ayetin genel ifadesine girmektedir:
Gerçekten Allah size, emanetleri ehil olanlara vermenizi emreder. (Nisa/58)
Emanetin yerine getirilmesi şu hadisin genel ifadesi içine de girmektedir:
Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz. İmam Gazâlî şöyle der:
San'atkara yaptığı işi hafife alması yaraşmaz. Öyle ki kendisine aynısı yapıldığı takdirde hoşnut olmayacağı tarzda bir işi başkasına yapmamalıdır. Bilakis işini, sanatını güzelce ve sapasağlam yapmalı, şayet işini yaparken bir kusur meydana geldiyse bunu söylemelidir. Böyle yaptığı takdirde (sorumluluktan) kurtulur.
Gazâlî'nin bu sözü bize Hz. Peygamber'in şu hadisini hatırlatmaktadır:
Sizden biriniz kendisi için sevdiğini (din) kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olamaz.
Buharî ve Ahmed b. Hanbel Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Hz. Allah buyuruyor ki: Ben kıyamet gününde şu üç kişinin hasmı (davacısı)yım. (Ben bir kişinin hasmı olursam, onu mağlup ederim). Bunlardan biri yeminle söz verip sonra hainlik edendir. Diğeri hür bir kimseyi (köle gibi) satarak parasını yiyendir. Bir diğeri de bir kimseyi belli bir ücret karşılığında çalıştırıp ondan tam manası ile yararlanıp ücretini vermeyen kimsedir.
Hadis-i şerifin son kısmı (bizi) iki şeye yönlendirmektedir: Birincisi ücretle çalışan kimsenin işini itkân ile sapa sağlam yapıp, işi sahibine tastamam takdim etmesidir. İkincisi iş sahibinin çalışan kimseye ücretini vermekte; -hiç vermemek, eksik vermek veya hakkını yemek suretiyle- kusur etmemesidir.
Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
Öldürdüğünüz zaman güzel öldürün. Hayvan boğazladığınızda kesme işlemini iyi yapınız. Sizden biriniz (hayvanı keseceği zaman) bıçağını keskinleştirsin ve boğazladığını rahatlatsın.
Hz. Peygamber, bir adamın koyunu yan üstü yatırıp (o halde iken) bıçağını bilediğini görünce dedi ki:
Bıçağını hayvanı yatırmazdan önce keskinleştirmeli değil miydin? İbn Kudâme Muğni isimli eserinde şunları söylemiştir:
Boğazlamanın itkân halinde tam manasıyla gerçekleşmesi için iki şart vardır: Birincisi boğazlamanın keskin bir aletle yapılmasıdır. Alet ağırlığı ile değil, keskinliği ile kesmelidir. İkincisi kesici aletin diş ve tırnak gibi (parçalayıcı) bir şey olmamasıdır.
Buharı ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Tırnak ve diş ile olmaksızın kanı akıtılan ve (kesilirken) Allah'ın adı anılarak her boğazlananı yeyiniz.
Hayvanı keskin bir bıçakla boğazlamak sünnettir. Bıçağı hayvanın gözü önünde bilemek mekruhtur. Rivayet edildiğine göre Hz. Ömer birini, koyunun boynuna ayağını koymuş vaziyette bıçağını bilerken gördü. Hz. Ömer adamı öylesine dövdü ki (kesmek üzere yere yatırdığı) koyun kaçtı. Bir koyunu, diğer koyunun gözü önünde boğazlamak mekruhtur.
Nevevî'nin Mecmu isimli eserinde bildirdiğine göre boğazlama sırasında bıçağı ileri geri kuvvetlice hareket ettirmek müstehabtır. Böylece boğazlama işi çabuk ve kolay olur. Kör (kesmez) bıçakla hayvan boğazlamak -her ne kadar etinin yenmesi helâl ise de- mekruhtur.
Hayvanı kesilecek yere yumuşak hareketlerle götürüp yere yatırmak ve boğazlamadan önce hayvana su vermek müstehabtır.
îtkân'ın uygulama yerlerinden birisi de kısas hakkını almak husu-sundadır. Şayet kısasta hak sahibi olan kişi diyet almak durumunda ise bu hakkını güzelce almalıdır. Bu hakkın tam olarak alınması için (gerekirse) kuvvete ve bilgiye başvurulur. Hak sahibinin hakkını alabilmesi için yönetici durumundaki kişi hak sahibine bu imkanı tanır.
Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:
Bir kimse zulüm ile öldürülürse, onun velisine (mirasçısına, hakkını alması için) yetki verdik. Ancak bu veli de kısasta ileri gitmesin. Zâten (kendisine bu yetki verilmekle) o, yardıma mazhar olmuştur. (İsra/33)
Hz. Peygamber'in şu hadisi de bu konuda delildir:
Bir kimsenin yakınlarından biri öldürülürse o kimseyi şu iki hayırdan birini yapmakta serbest bırakınız: Eğer katilin öldürülmesini istiyorsa (kısasın uygulanmasını talep ederek bunu) yapsın. Şayet diyet almak istiyorsa diyeti alsın.
Çünkü yakını öldürülen kimsenin diyet istemesi hakkıdır. Eğer gücü yeterse bu hakkı almayı, diğer haklarda olduğu gibi kendisi alabilir. Kendisi alamazsa, yönetici ona bu hakkın alınmasında vekillik vermesini emreder. Çünkü kendisi o hakkı tastamam olmaktan acizdir.
Ölçü ve tartıda itkân ile davranmak, dosdoğru ve tastamam ölçüp tartmak dinin istediği bir şeydir. Bu konudaki itkân, alma ve vermede ölçülen ve tartılan şeyin miktannı iyi belirlemekle gerçekleşir. Bir insanın kendisi için bir şey alırken ölçü ve tartıda fazlalık, başkasına bir şey verirken eksiklik yapması caiz değildir. Kur'an şöyle buyuruyor:
İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun! Onlar düşünmezler mi ki, kendileri büyük bir günde hesap vermek için diriltilecekler. Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin rab-binin huzurunda divan duracaklar. (Mutaffifin/1-6)
Bir başka yerde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Göğü Allah yükseltti ve mizanı koydu. Sakın tartıda haksızlık etmeyin. Tartıyı, doğru yapın, terazide eksiklik yapmayın. (Rahman/7-9)
İbn Teymiye'nin Fetâvâ'smda şöyle söylenmektedir:
İnsanlar arasında birilerini kayıran veya malların değerini düşüren bir tartı görevlisi bulunması helâl değildir. Nitekim insanlar arasında ölçü ve tartıda veya kendinden bir şeyler ümid ettiği, yahut şerrinden korktuğu kişilerin lehine değerlendirme yapan, kızdığına zulmeden ve sevdiklerine fazla veren bilir kişinin bulunması da helâl değildir.
Yetimin veya başkasının malının gözetilip korunmasında itkân üzere olmak da dini bakımdan istenen bir şeydir. Vakıf malını korumak da böyledir.
İbn Teymiyye Siyaset-i Şer'iyye isimli kitabında Buharînin rivayet ettiği şu hadise yer vermektedir:
Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekle.
"Ey Allah'ın Rasûlü! Emanetin zayi edilmesi nedir?" denildiğinde Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Bir iş ehil olmayana verildiği zaman kıyameti bekle.
İbn Teymiyye bu hadisi zikrettikten sonra şu yorumu yapıyor:
Tüm müslümanlar şu manada görüş birliği etmişlerdir: Yetim'in varisi, vakıf malına bakma sorumluluğunu yüklenen kimse veya bir kimsenin malı hususunda vekil olan adam sorumlu olduğu mal hakkında daima en iyiyi gözeterek her hangi bir işlemi gerçekleştirmelidir. Nitekim Kur'an da şöyle buyuruluyor:
Yetim'in malına, ergenlik çağına gelinceye kadar yaklaşmayın. Meğer ki bu en iyi bir suretle ola... (İsra/34)
Dikkat edilirse ayette "...ancak iyi bir suretle" denmiştir. Böyle olmasının sebebi insanlara hizmet etme sorumluluğunu üzerine alan kimse hadiste ifade edildiği gibi koyun çobanı durumundadır.
Hepiniz çobansızın. Hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz. Kadın kocasının evinden (evin yönetiminden) sorumludur. Çocuk babasının malından sorumludur. Köle efendisinin malından sorumludur. Dikkat ediniz! Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz.
Rivayet olunduğuna göre Ebu Müslim Havlâni Ebu Süfyan oğlu Muaviye'nin yanına girdiğinde "Selâmün aleyküm ey ecir (ücretli adam)!" dedi. Kendisini: "Selamün aleyküm ey Emir! de" şeklinde uyardılar. O gene ilk söylediği gibi selam verdi. Tekrar "Emir desene!" diye uyardılar. Muaviye şöyle dedi: "Ebû Müslim'i bırakın! O ne söylediğini iyi bilir."
Bunun üzerine Ebu Müslim Muaviye'ye şöyle dedi: "Sen ücretli bir adamsın bu insanların güdülüp gözetilmesi için bunların sahibi olan Allah seni bu iş için ücretle tutmuştur. Eğer ihtiyaç sahiplerini mutlu eder, hasta olanları tedavi eder, önünü arkasını toplarsan rabbin ücretini (sevabını) verecektir. Eğer fakirleri mutlu etmez, hastalan tedavi etmez, toplumun önünü arkasını toplamazsan, bunların efendisi (sahibi) olan (Hz. Allah) seni cezalandıracaktır."
Yöneticilikte görevi itkân ile tastamam ve mükemmel yapmak güçlü ve güvenilir olmakla gerçekleştir. Bunun içindir ki Kur'an'da Hz. Şuayb'ın kızının dilinden şöyle denmiştir: ücretle çalıştıracağın en iyi kimse, güçlü ve güvenilir (bu) adamdır. (Kasas/26)
Mısır melikinin (kralının) Hz. Yusuf a şöyle dediği anlatılmaktadır:
Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin. (Yusuf/54)
İbn Teymiyye diyor ki:
Devlet yöneticisi olan kişi, bir kimseye, müslümanların işini görmek üzere görev verecekse bu kişi, bu işi en iyi yapabilecek biri olmalıdır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Müslümanların işini görmek üzere daha elverişlisi varken (başka) birini görevlendiren kimse Allah'a ve onun Peygamber'ine hainlik yapmış olur.
Aynı hadis bir başka rivayette şöyledir:
Bir topluluğa, o topluluğun içerisinde tayin edilenden daha elverişli birisi bulunduğu halde başkasını tayin eden kimse Allah'a, Rasûlullah'a ve mü'minlere hainlik etmiştir.
İbn Teymiyye şöyle diyor:
Devlet başkanına diğer şehirlerde kendisine valilik edecek vali ve kadıları, küçüklü büyüklü ordu komutanlarım, maliye görevlilerini, haraç, zekat ve diğer vergileri toplayacak görevlileri bu görevlere layık olup olmadıklarını araştırması vacibtir. Bu yetkililere yerlerine vekâlet edecek veya bir göreve atayacak oldukları kimsenin o göreve gelmeyi hak etmiş biri olup olmadığını araştırması vacibtir. Ta beş vakit namaz kıldıracak imam, müezzin, öğretmen, hac kılavuzu, kale bekçileri, postacılar, istihbarat ajanları, şehirlerin ve kalelerin kapılarını bekleyenler, küçüklü büyüklü askeri görevliler, kabile ve çarşılarda görev yapanlar ve köy muhtarlarına varıncaya kadar müslümanların bir işine tayin edeceği kişinin o işi yapabileceklerin en iyisini ataması vacib olur.
Buradan, din ve dünya ile ilgili tüm işlerde yapılacak bir işi itkân ile (sapa sağlam ve en güzel bir tarzda) yapmanın istenilen bir şey olduğunu anlıyoruz. Fıkıh bilginlerinin belirli yerlerde itkân ile davranıl-ması gerektiğini söylemeleri, sadece o yerlerde itkân edilmesinin gerekli olduğu anlamına gelmez. Aksine Hz. Peygamber'in şu hadisine göre insanın yapabileceği her işte itkân üzere davranması gerekir:
Hz. Allah hiç şüphe yok ki, her şeyi gayet güzel bir şekilde yapmanızı, size yazmış (emretmiş)tir.
Bunun içindir ki İbn Teymiyye'nin devlet adamlarını, atayacakları görevlilerin en ehliyetli olanlarım mükemmel bir şekilde uyararak şöyle dediğini görmekteyiz:
Eğer devlet adamı, en haklı ve en elverişli olanı bırakıp akrabalık, dostluk, hemşehrilik, mezhep, tarikat; Arab, Türk, İranlı olmak, atayacağı kimseden rüşvet veya bir menfaat almak gibi bir sebeple her hangi bir kimseyi tayin ederse veya o göreve en elverişli olan kimse ile arasında kıskançlık, yahut düşmanlık olduğu için onu atamazsa Allah'a, Rasûlullah'a ve müslümanlara hainlik etmiş olur ve aşağıdaki ayette yasaklanan duruma düşer:
Allah'a ve peygamber'e hainlik etmeyin. (Sonra) bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz. (Enfâl/27)
İbn Teymiyye bundan sonra, "Demek oluyor ki" diyerek şunları ilave eder:
Devlet adamının görevi ancak mevcutların en iyisini bir göreve atamaktır. Atayacağı görev için en mükemmeli belki bulunmayabilir. Bu takdirde her görev itibariyle elverişli olanın atamasını yapar. Tam bir gayret sarfettikten sonra bunu yapmış ise devlet başkanlığını hakkı ile yapmış, emaneti yerine getirmiş ve bu konuda görevini yapmış olur. Bu hususta adaletli davranmış bir devlet adamı Allah katında da adaletli davrananlardan olur. Mümkün olan ancak bu olduğunda başka işlerde bazen aksayan yanlan olursa da gene adaletli hareket eden bir devlet başkanı olur. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
O halde gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun. (Teğabün/16)
Kur'an-ı Kerim'i itkân ile yani onu tastamam ve mükemmel okumak, dinin istediği bir şeydir. Bu konuda itkân, Kur'an'ı tecvid ve ter-til ile okumaktır. Çünkü tertil düzenli ve güzel bir intizam içinde okumak demektir. Tertil ifadesinin içinde itkân ve bir şeyi güzel yapmak manası da vardır.
Rivayet olunduğuna göre Alkame çok güzel, kusursuz bir şekilde Kur'an okuyan bir adamı işitince şöyle demiştir: "O, Kur'an'ı tertil üzere okudu. Anam babam ona feda olsun!" Kur'an-ı Kerim'de de şöyle buyurulmuştur:
Kur'an'ı tertil ile (tane tane) oku. (Müzemmil/4)
Bazen Kur'an'ı okumakta itkân'a "maharetli olmak" anlamına gelen hazakat denir. Çünkü itkânda bu mana vardır. Zeyd b. Sâbit'in hadisinde bu ifade şöyle geçer: "Yarım ay geçmediki onu maharetle yapar hâle geldim. (Yani öğrendim ve itkân derecesine ulaştım)."
Nihaye isimli eserde Kur'an okumada itkân etmek hususunda Bu-harî'nin şu rivayeti vardır: Hz. Enes'e Peygamber efendimiz Kur'an'ı nasıl okurdu?" diye soruldu. Enes "Hz. Peygamber'in Kur'an'ı okuyuş tarzı (uzatılacak yerleri) uzatarak okumak şeklindeydi. Sonra Bismil-lahirrahmanirrahim'i okuyarak Bismillâh'ı uzatırdı, Rahman'ı uzatırdı, Rahim'i uzatırdı" dedi.
Tirmizî'nin rivayetine göre Hz. Peygamber'in eşi Ümmü Seleme şöyle demiştir:
Hz. Peygamber (ayet sonlarında) okuyuşunu keserdi. (Mesela Fatihayı okurken) "Elhamdülillahi rabbu'l-âlemîn" der durur, sonra "Errahmânirrahim" der, gene dururdu.
Kur'an okumada itkân hususunda Zerkeşi El-Burhân fi Ulûm'il Kur'an isimli kitabında şöyle diyor:
Her bir müslümamn Kur'an'ı mükemmel bir şekilde tertil ile okuması, lafızlarını tefhim ederek,[7] harflerini tam çıkararak ve tüm okuduklarının (anlamını düşünerek) olur. Tâ ki okuduğu yerin daha sonrası ile ilgi kurabilsin. Nefes alması gereken yerlerde susup durması gerekir ki (tekrar okumaya devam etmesi için) kendisinde yeteri kadar nefes bulunsun. (Gerekli olmadıkça harfleri birbirine idğam etmemelidir. Çünkü en azından bu konuda hesapta olmayan bazı şeyler yerine getirilmemiş olabilir. İnsanlar (Kur'an okumakla) elde edecekleri sevapları çoğaltmakta rağbetli olmalıdırlar. Bu söylediklerim tertil ile okumada en azından gerekli olan şeylerdir.
Deniliyor ki tertilin en aşağı derecesi acele dahi okunsa, okunan (harflerin ve kelimelerin) açık seçik olmasıdır. Tertilin en mükemmeli ise (gereksiz) uzatma ve çekmelere varmamak şartı ile durarak (ağır ağır) okumaktır. Kur'an'ı en mükemmel şekilde tertil ile okumak isteyen durak yerlerine göre (gerektiği yerlerde durarak) okumalıdır. Okunan ayetlerin anlamı tehdit içeren bir mana ifade ediyorsa tehdit eden bir tavırla okunmalıdır. Eğer okunan ayet saygı ifade eden bir mana içeriyorsa saygılı bir tarz ve tavırla okunmalıdır.
Okuyucunun dili ile okuduğu kelimelerin anlamını kalbi ile düşünmesi gerekir. Böylece her bir ayetin anlamını bilir, okuduğu ayetin manasını bilmeden diğerine geçmez.
Kur'an'ı tertil ile okumada itkân'ın gereği olarak okuyucu, rahmet ayetleri geldiğinde Allah'ın vadettiği rahmetten dolayı sevinip memnun olup, azap ayetleri geldiği zaman korkup Allah'a sığınmalı, tevbe ayetleri geldiği zaman günahlarını hatırlayıp tevbe istiğfar etmelidir. Manasını bilmediği (bilemediği) ayetlere gelince bir bilene sorar. Bunu yapan kimse tam manası ile Kur'an'ı tertil ile okumuş olur.
Alimler Kur'an okumanın üç türlü durumu olduğunu bildirmişlerdir.
1. Tahkik:[8] Suyûti'nin İtkân isimli eserinde bildirdiğine göre tahkik her bir harfi uzatmak, hemzeyi tam olarak çıkarmak, harekeleri tam olarak söylemek, izhar ve şeddeleri tam olarak belirtmek, harfleri tek tek çıkarıp telaffuz etmek, (gereken yerlerde) sekte yaparak tertil üzere ağır ağır okumakla gerçekleşir. Tertil üzere okurken durulması caiz olan yerlere dikkat etmeli; (uzatılacak yerleri) kısaltmamalı, harekelerin bir kısmını söylemezlik etmemeli, harekeli harfi sakinmiş gibi ve (sakin harfi harekeli imiş gibi ve idğam edilmemesi gereken harfleri) idğam ederek okumamalıdır.
Abdullah b. Abbas şöyle diyor:
Bakara ve Al-i Imran surelerini anlamlarını düşünerek ve tertil ile okumam, herzeme yoluyla Kur'an'ın tamamını okumamdan daha sevimlidir.
Herzeme süratli konuşmak demektir. Bir başka söyleyişe göre herzeme söylenilen sözleri (süratten dolayı) birbirine karıştırmaktır.
Gene Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Zilzal ve Kâria surelerini anlamlarını düşünerek okumam, Bakara ve Âl-i İmran surelerini hezer yolu ile okumamdan daha sevimlidir.
Bezer saçmalar gibi çabuk söz söylemektir. Hezer'm, söylediğini anlamayacak derecede süratli okumak anlamına geldiği de söylenmiştir.
İmam Gazâlî şöyle diyor:
Bil ki Kur'an'ı tertil ile okumak, sırf okunan şeyin anlamım düşünmek şartı olmaksızın müstehabtır. Çünkü Kur'an'ın anlamını bilmeyen Arab olmayan müslümanların da Kur'an'ı ağır ağır tertil ile okuması müstehabtır. Zira Kur'an'ı böyle okumak, onu saygı ile hürmet ile okumaya daha yakındır, acele ve süratli okumaya nisbetle kalp üzerinde daha etkilidir.
Fakat unutmamamız gerekir ki Kur'an'ı okumaktan esas maksat onun anlamını düşünmek, kelimelerin anlamını kavramak ve okunan ayetlerden ibret almaktır. Zaten Kur'an okumada itkân, bunun için istenen bir şeydir. Çünkü okunan ayetlerin anlamını düşünmeye yardımcı olan, tertil yoluyla okumaktır.
İşte buraya kadar anlattıklarımızdan görmüş oluyoruz ki İslâm dini hayatın tüm alanlarında bizi itkân'a (yaptıklarımızı güzel ve sağlam yapmaya) davet etmektedir.
Dinimiz düşünmede itkân istiyor ki böylece gerçek ve doğru olana inanmış olalım.
Sözlerimizde itkân istiyor ki, konuştuklarımız güzel ve olgun sözler olsun.
İşlerimizde itkân istiyor ki, doğru ve yararlı işler yapmış olalım. İbadette itkân istiyor ki, ibadetlerimiz temiz ve ihlaslı olsun.
Davranışlarımızda itkân istiyor ki, yaşadığımız hayattaki tüm davranışlarımız erdemli ve güzel insan için örnek davranışlar olsun.
İbn Fâris'in, Mu'cem-u Mekâyis'il-Luğa isimli eserinde bildirdiğine göre israf kelimesinin kökü olan şerefin aslı haddi aşmaktır. Aynı zamanda gaflete düşürmek anlamı da vardır. "İşte şeref vardır" ifadesinin anlamı, "iş haddi aşmıştır" demektir. Şöyle söylendiği de olur: "Onlara uğradı ve onlara şeref verdi" yani onları gaflete düşürdü, demektir.
Bu kelimenin, aslına uygun olarak cahillik ve katı davranmak anlamlarında kullanıldığı da olur.[9]
Mu'cem-u Elfâz'il-Kur'an'il-Kerim isimli eserde şöyle denmektedir:
İsraf normali ve orta durumda olanı aşmaktır. İsraf çoğunlukla para harcamakta kullanılır. [10]
Lisan 'ul Arab isimli eserde şöyle geçiyor:
Şeref ve israf normali aşmak, "malında israf etti" demek, normal olmaksızın acele ile harcadı demektir. "Konuşmada ve öldürmede israf etti" demek, aşırı davrandı demektir. Şerefin bir manası da bir şeyi hakkı olan yerin dışında bir yere koymak manasında hata etmektir. Şeref bir şeye tiryakilik derecesinde tutkun olmaktır. Şeref ovta olanın zıddıdır. "Bir şeyi şeref ile yedi" demek, acele ile yedi demektir. [11]
Nevevî Ezheri'den aktararak şeref m, benzeri bilenen bir şeye göre sınırı aşmak olduğunu söylemiştir.[12]
Kur'an'da esrafû şeklinde (çoğul olarak) gelen israf günah işlemekte aşırı gitmek, nefislerine karşı haddi aşmak, helak etmek anlamında kullanılmıştır. Bunu aşağıdaki ayette görmekteyiz:
De ki: "Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin, çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, bağışlayan ve merhamet edendir." (Zümer/53)
Aşağıdaki ayetlerde israf kelimesi para ve mal harcamakta savurganlık etmek anlamında kullanılmıştır.
Her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yeyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez. (En'am/141)
Ve onlar ki harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar. (Furkan/67)
Yeyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. O, (Allah) gerçekten israf edenleri sevmez. (A'raf/31)
Aşağıdaki ayetlerde israf kelimesi harcamanın dışında (genel olarak) haddi aşmak anlamında kullanılmıştır:
Böylece, israfa sapanı ve rabbinin ayetlerine inanmayanı cezalandırırız. Rabbinin azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.
(Tahâ/127)
Onların sözleri sadece şöyle demekten ibaret idi: "Ey rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımızı (yolundan) kaydırma. Kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!" (Âl-i îmran/147)
Şüphesiz Allah, haddi aşan yalancı kimseyi muvaffak etmez. (Ğâ-fir/28)
işte Allah o aşırı giden, şüphecileri böyle şaşırtır. (Ğâfir/34)
İbn'ul-Esir diyor ki:
İsraf kelimesi hadiste tekrar tekrar geçmiştir. Çoğunlukla fazla günah ve hata işlemek, günaha ve isyana batmak manalarında kullanılmıştır.[13]
Hz. Allah'ın yasakladığı israf, Allah'a itaatin dışında harcanan şeydir. İster az olsun, ister çok olsun. Harcamadaki israf, savurganlıktır. Furkan suresi 67. ayetindeki "Onlar israf etmezler" ifadesinin manası, layık olmayan yere harcamazlar demektir. İsrafın Allah'ın helâl kıldığı şeylerden haddi aşarak yemek manasına olduğu dahi söylenmiştir. [14]
Hanefîlere göre abdest alırken (organları) yıkamayı üçe kadar tekrar etmek sünnettir. Üçten fazla yıkamak mekruhtur. Çünkü Hz. Peygamber (abdest organlarını) birer defa yıkamış ve: "Abdest budur, Hz. Allah namazı abdestsiz kabul etmez" buyurmuştur. İkişer defa yıkamış ve: "Bu, Allah'ın sevabını iki kat verdiği abdesttir" buyurmuştur. Üçer defa yıkamış ve: "Bu benim ve benden önceki peygamberlerin abdes-tidir. Bundan fazla veya eksik olarak (yıkamak suretiyle) abdest alan, aşırı gitmiş ve zulm etmiştir" demiştir.
Hadisteki tehdit ifadesi (üç defa yıkamayı) sünnet olarak görmeyenedir. Şüpheye düştüğü için kalbi tatmin etmek üzere üç defadan fazla yıkamakta veya bir diğer abdest niyetiyle fazla yıkamakta bir sakınca yoktur. Çünkü abdest üzerine abdest almak, nur üzerine nurdur. Şüpheye düşene de şüphe ettiği şeyi bırakıp kesin olana göre hareket etmesi hususunda emir vardır.[15]
Yukarıdaki hadis bir diğer rivayette şöyledir:
Her kim (abdest alırken organları yıkamayı üçten) fazla veya eksik yaparsa, o kimse haddi aşanlardandır.
Bu hadisin yorumunda bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Bu hadis, abdestte yıkanması gereken yerin fazlasını veya organı eksik yıkayan hakkındadır."
Bazı âlimler: "Hadis, üç defadan fazla yıkayan, fakat abdestin başında niyet etmediği için birden eksik yıkamış durumuna düşenler hakkındadır" demişlerdir.
Kâsâni şöyle diyor: "Doğrusu, hadisin manası itikat ile ilgili olup, bizzat yıkama eylemi ile ilgili değildir. Buna göre mana şöyledir: Üç defa yıkamayı sünnet kabul edip üçten fazla veya eksik yıkayan bid'at işlemiştir. Bu durumda olan kimse için tehdit vardır. [16]
Fıkıh âlimleri "Birinci yıkayış farz, ikincisi sünnet, üçüncüsü sünneti mükemmelleştiricidir" demişlerdir. İkinci ve üçüncü yıkayışların sünnet olduğu söylenmiştir. İkinci yıkayışın sünnet, üçüncünün nafile olduğu da söylenmiştir. Bunun aksini söyleyen de olmuştur.[17]
Her halükârda abdest organlarının üçten fazla yıkanmasının mekruh olduğu söylenmiştir. İbn Âbidin, özürsüz olarak yıkamanın yasak olduğunu net olarak ifade etmiştir. Ayrıca Tatarhaniyye isimli eserde -Nâtıfi'den aktarılarak- üçten fazla yıkamanın bidat olduğu söylenmektedir.
Sirâc isimli eserde bildirildiğine göre aynı yerde tekrar tekrar abdest almak müstehab değildir, aksine israftan dolayı mekruhtur.
Sirâc'daki bu ifade çelişkili gibi görünüyor. Çünkü fıkıh bilginleri, abdestin bizzat kastedilen bir ibadet olmamakla beraber bir ibadet olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Alınmış olan abdest ile bizzat kastedilen namaz, tilavet secdesi ve Kur'an'a dokunmak gibi bir ibadet yerine getirilmemiş ise bir ibadet olarak abdestin tekrarı söz konusu değildir. Çünkü abdest bizzat kastedilen bir ibadet değildir. Bu bakımdan, alınmış bir abdest ile herhangi bir ibadet yerine getirilmeden tekrar abdest almak sırf israf olmaktadır. İsraf ise harama yakın mekruhtur. Üç defadan fazla yıkamak da böyledir. [18]
Gene İbn Âbidin'de şöyle denmektedir:
Abdestte israf mekruhtur. Buradaki israftan maksat, meşru ihtiyaçtan fazla olarak suyun kullanılmasıdır. Üç defa yıkamanın sünnet olduğuna itikat etmekle beraber üçten fazla yıkamak israftır. Buradaki mekruh, harama yakın olan mekruhtur.
Abdest alma işi medreselerde, sarnıç, havuz ve ibrik gibi yerlerde vakıf yapılmış su ile oluyorsa, üçten fazla yıkamak haram olur. Çünkü üçten fazla yıkamaya izin verilmemiştir. Ve vakıf yapılmak suretiyle oralara getirilen su ancak dinde meşru olan abdestin alınması içindir. Bundan başkası için mubah kılınmamıştır.[19]
Fıkıh âlimleri akmakta olan nehirden bile abdest alırken israfın mekruh olduğuna Sa'd hadisini delil olarak ileri sürmüşlerdir. Bu hadise göre Hz. Sa'd abdest alırken suyu aşırı derecede dökünce Rasûlul-lah efendimiz ona: "İsraftan kaçın!" buyurdu. Sa'd: "Abdest almakta israf mı olur?" deyince Rasûlullah: "Evet, akmakta olan nehrin kenarında olsan da (abdestte) aşırı su kullanmak israftır buyurdu. [20]
Gusüle gelince, fıkıh âlimleri gusülde baştan aşağı vücudun her yerine üç defa su dökmenin sünnet olduğunu söylemişlerdir. [21] Bundan anlaşılıyor ki (gusülde) sünnetin sınırı üç defa,(su dökmek)tir. Bundan fazlası sünnete aykırı davranmaktır.
Fıkıh âlimleri, abdestte başı bir defa meshetmenin sünnet olup üç defa meshedilmesinin mekruh olduğunu söylemişledir. Hasan, Ebu Hanife'den her defasında yeni su ile olmak üzere üç defa başın meshe-dilebileceğini rivayet etmiştir. [22] İbn Âbidin ise yeni su almak suretiyle başı üç defa meshetmenin mekruh olduğunu zikretmiştir. [23]
Mâlikî mezhebine göre belirli bir miktar söz konusu olmaksızın suyu az kullanmak, abdestin faziletinden (yani müstehablarmdan)dır. Gusülde de durum aynıdır. Abdestte ve gusülde sünnet olan, suyu az kullanmakla beraber güzelce ve tastamam organları yıkamaktır.
Risale isimli eserde şöyle denmektedir:
Suyu az kullanmakla beraber yıkamayı mükemmel yapmak sünnettir. Suyu israf derecesinde kullanmak, aşırı gitmek ve bid'attır.
İmam Mâlik "Suyu, damlayacak veya akacak derecede kullanmalıdır" diyenin bu sözünü kabul etmemiştir.
Abdest alırken yıkanan organlardan suyun akması, istenen bir şey değildir. Çünkü maksat, suyun deriye ulaşması ve onu kaplamasıdır. Suyun akması ve damlaması dikkate alınmamış. Her bir organın yıkanmasında yeteri kadar su kullanan kimse, sünneti yerine getirmiş olur. Yıkama görevini yerine getirdiğinden emin olduktan sonra fazladan kullanılan su, mekruhtur.[24]
Mâlikî mezhebi âlimleri buna şu gerekçeleri göstermişlerdir.
Belki abdest alan kimse fazla su kullanmanın sakıncası olmadığına dayanarak organlarını aşırı derecede ovalamaya kalkar, böylece gecikerek namazı cemaatla kılmayı veya başka (yapacağı) şeyleri kaçırır.
Suyu çok kullanmak suretiyle temizlik yapar veya başka suya ihtiyacı olanlara zararı dokunur.
Çok su kullanmaya alışan kimse, bu alışkanlığından dolayı, az su kullanmak zorunda kalırsa bununla abdest alması imkansız hale gelir.
Çok su kullanmaya alışan kimse az su kullanmak zorunda kalırsa kalbi karışır, vesveseye kapılır ve az su kullandığı takdirde içindeki (temiz oldu mu, olmadı mı) şüphesini yok edemez. [25]
Tüm bunlar vesveseli olmayanlar içindir. Vesvese rahatsızlığı olan kimse akıl nimetinden mahrum kimse gibidir. Böyle kimsenin başına gelen bu dertten dolayı yaptıkları bağışlanır. [26]
Su kullanma konusunda gusül de abdest gibidir. Yani kullanılan su gusülde de az olmalıdır. Abdest ve gusül isterse denizde alınmış olsun gene de az su kullanılmalıdır. Azın miktarında bir sınırlama yoktur. Çünkü insanlar ve insanların (abdest alırken yıkadıkları) organları çeşitlidir. Organdan damlamayacak şekilde organ üzerini ıslatacak kadar akan su azlığın miktarıdır.[27]
Organı yıkarken çok su kullanmak israf, dini bir işte aşırı davranmak ve vesveseye sebep olmaktan dolayı mekruhtur. Organı üç defadan fazla yıkamak da mekruhtur. Meshedilen organı ikinci kez meshet-mek de böyledir. Meshetmedeki fazlalık menedilir deniyorsa da bu zayıf bir görüştür. Yıkanması farz olan yerin fazlasını yıkamak da mekruhtur. Çünkü bu, aşırılıktır. [28]
Hâşiyet'ud-Düsûkî'de üçüncü defa yıkamadan sonra dördüncü yıkamanın mekruh olduğu zikredilmiştir. Çünkü bu suyu israfil kullanmaktır. Mezhepte tercih edilen budur. [29] Şerhu Minah'il-Celil isimli eserde şöyle deniyor: "Dördüncü defa yıkamak mekruhtur. Bunu mezhepten nakleden İbn Rüşd'dür. Ve bu itimat edilen görüştür. [30]
Şafiî mezhebine göre abdest alırken (organları) üçten fazla yıkamak tenzihen mekruhtur, haram değildir. Mezhebin âlimleri böyle açıklamışlardır. İmam'ul-Haremeyn "Dördüncü yıkama mekruh ise de günah değildir" demiştir. Bu zat hadisteki: "Bundan fazla yapan, kötü bir şey yapmış ve zulmetmiş olur" ifadesini şöyle açıklamıştır:
"Kötü birşey yapmış olur" sözünün manası, evlâ (en iyi) olanı bırakmış ve sünneti aşmış olur, demektir. "Zulmetmiş olur"un manası, bir şeyi layık olduğu yerin dışında bir yere koymuş olur, demektir.
Gazâlî, bu mesele hakkında şöyle diyor:
İmam Şafiî el-Üm isimli kitabında: "Yıkamanın üçü geçmemesini severim. Geçerse de bir zararı olmaz" demiştir. "Bir zararı olmaz" ifadesiyle günaha girmez, demek istemiştir. Mezhebinin âlimleri "Fazlası haram olur" demişlerdir. Fakat bu, mezhepte muteber değildir. Hadisteki "Kötü bir şey yapmış olur" ifadesinden maksat, haram dışında bir şeydir. Çünkü bu ifade günah olmayan şeyler hakkında söylenir.
Rûyâni fazlalığın haram olduğu hakkında bir görüş zikretmişse de dikkate değer bir şey değildir.
Mâverdî üçten fazlası sünnet değildir. Mekruh oluşu hakkında iki şık vardır: Ebû Hâmid İsferayîni mekruh olmadığını söylemiştir. Mezhebimizin diğer âlimleri mekruhtur, demiştir. Doğru olan da budur.
Şafiî Üm isimli kitabında "Üçten fazla yıkamayı hoş görmüyorum. Fazla yıkarsa inşallah mekruh da saymam." demiştir. "Mekruh saymam" sözünün anlamı, "haram saymam" demektir.
Nevevî bu görüşlere yer verdikten sonra şöyle diyor:
Abdest organlarını üçten fazla yıkamak konusunda ortaya üç görüş çıkmıştır:
1. Haramdır.
2. Haram değildir, fakat evlâ olana aykırı bir davranıştır.
3. Tenzihen mekruhtur.
Doğru ve sahih olan da (bu konudaki) hadislere uygun olan da budur. Mezhebimiz âlimlerinin çoğunluğu bunu kesin olarak ifade etmiştir.[31]
Nevevî der ki:
Mezhebimizin âlimleri ve diğer bilginler, abdest ve gusülde suyu israf etmenin kötü bir şey olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Bu-harî Sahıh'ind: "Alimler bunu mekruh görmüşlerdir. Meşhur olan tenzihen mekruh olmasıdır" diyor. Beğavi ve Mütevelli bunun kötü olduğunu bildiren hadisten dolayı- haramdır demişlerdir. Bu konudaki hadis şöyledir:
Gelecekte bu ümmette temizlenmede ve dua etmede taşkınlık yapan kimseler olacaktır.[32]
Abdest alırken yıkama ve meshetmeyi üç defa yapmak abdestin sünnetlerindendir. Abdest niyetiyle bu miktardan fazla veya eksik yıkamak veya meshetmek mekruhtur. Velevki (nehir) kenarından abdest alınmış olsun. Ancak vakıf sudan abdest almakta (fazlalık) haramdır. Çünkü fazla kullanmaya izin verilmemiştir. [33]Gusülde sadece müd ve sâ[34] miktarı kadar su kullanmak müstehabtır. Çünkü kolaylık, istenen bir şeydir. [35]
Hanbelî mezhebine göre abdest alırken (organları) birer defa (yıkamak) yeterlidir. Üç defa yıkamak daha faziletlidir.
Organlardan bazısını bir defa, bazılarını bir defadan fazla yıkamak caizdir. Çünkü tamamında caiz olan, bir kısmında da caiz olur.
Abdest suyunda israf etmek; fazlaca kullanmak mekruhtur. Çünkü bu konuda rivayet edilmiş hadisler vardır. Bu konudaki delillerden biri şudur: Hz. Peygamber Sa'd'a uğradığında Sa'd abdest alıyordu. Hz. Peygamber ona: "Ne bu israf?" buyurdu. Sa'd: "Abdest almakta israf mı olur?" deyince, Hz. Peygamber: "Evet, akan nehirden abdest alsan gene israf etme?1' buyurdular.
Bir diğer delil de şu hadistir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Abdest için adına Velhan denen bir şeytan vardır. Suyu vesveseli kullanmaktan sakının. [36]
Keşşaful-Kınâ isimli kitapta şöyle denmiştir:
İbn Ömer'in Sa'd'ın abdesti ile ilgili olarak rivayet ettiği hadise göre, akmakta olan nehirden abdest alırken dahi suyu israfil kullanmak mekruhtur.[37]
İbn Kudâme Ahmed b. Hanbel'in şu sözüne yer veriyor:
Abdest alırken (vesveseye) düşen kimseden başka kimse üçten fazla yıkamaz. [38]
Ayrıca şunu da zikretmiştir. Deniliyor ki: İnsanın (abdestte) aşırı su kullanması fıkıh bilgisinin azhğmdandır. [39]
İbn İdris de Keşşâful-Kınâ isimli kitabında şöyle diyor:
Abdestte organları üçer defa yıkamak sünnet, birer defa yıkamak caizdir. İkişer defa yıkamak, birer yıkamaktan daha faziletli, üçer defa yıkamak ise ikişer defa yıkamaktan daha faziletlidir. [40]
İbn Kudâme Muğni'sindc şöyle diyor:
Mezhepte sahih olan kavle göre başa meshi tekrarlamak sünnet değildir.
Zahirî mezhebinde abdest ve gusülde çok su kullanmak, abdest organlarını üçten fazla yıkamak ve başı üçten fazla meshetmek mekruhtur. Çünkü Hz. Peygamber'den bundan fazla yıkanacağı veya mes-hedileceği (hakkında bize bilgi) gelmemiştir. [41]
Ayrıca şu rivayet de bunun delilidir: Hz. Ali organlarını üçer defa yıkayarak abdest aldı ve: "Hz. Peygamber'i böyle gördüm" dedi. Abdullah b. Ömer organlarını üçer defa yıkayarak abdest aldı ve bu davranışını Hz. Peygamber'e dayandırdı. Hz. Osman'dan da aynısı rivayet edilmiştir. İbn Hazm buna şu yorumu getirmektedir.
Bu rivayetlerde başı(n meshedilmesini) özel bir şekilde ifade eden bir şey yoktur." (Yani başın üç defa meshedilmesi bu rivayetlere göre diğer organların üç defa yıkanması gibidir).[42]
Bu yorumla beraber İbn Hazm başın meshedilmesi hususunda farklı sayılar bildiren rivayetlere de yer Vermiştir. Abdullah b. Zeyd'in hadisi şöyledir: "Hz. Peygamberin abdest aldığını gördüm. Yüzünü üç kere, ellerini iki kere yıkadı, başını da iki kere mesnetti."
İbn Hazm Atâ'dan şunu naklediyor: "Başımı en çok üç kere mes-hederim. Bir avuçtan fazla su almam. Bundan ne eksik yaparım ne de fazla."
İbn Cerir b. Hâzim'den ise şunu naklediyor: "Muhammed b. Sî-rîn'i abdest alırken gördüm. Başını iki defa meshetti. Birinde daha önce ıslak olan eliyle, diğerinde yeni aldığı su ile başını meshetti."
Ayrıca bunun (son rivayetin) Şafiî ve Davud'un kavli olduğunu söyledikten sonra şöyle dedi: "Suyu çok kullanmak tüm âlimlere göre kötü bir şeydir. [43]
Zeydiyye mezhebine göre abdestte farz olan (organları) birer kere (yıkamak)tır. Çünkü İbn Abbas'ın rivayetine göre Hz. Peygamber (organlarını) birer kere yıkayarak abdest almıştır. Bu rivayet abdestte farz olanın bir defa yıkamak olduğunu göstermektedir. Bunun içindir ki Hz. Peygamber abdest alırken organlarını bir defa yıkamakla yetinmiştir. Eğer iki defa yıkamak farz olsaydı bir kere yıkamakla yetinmezdi.
Yıkamanın üçer defa olmasının abdestte sünnet olduğu rivayet edilmektedir. Bir kere yıkamak yeterli olduğuna göre üç kere yıkamak mükemmelliktir.
Hadislerde Hz. Peygamber'in abdest alırken birer, ikişer, üçer kere yıkadığı, bazı organlarını üçer, bazılarını ikişer yıkadığı rivayet edilmistir. Rivayetlerdeki (bu) farklılıklar, hepsinin caiz olduğunu, göstermektedir.[44]
Şerh'ul-Ezhâr isimli kitapta "Üçten fazla yıkayan kötü bir şey yapmış ve zulmetmiş olur. Başın meshinde üç defa sünnet değildir" denmektedir[45]
Neyl'ul-Evtârda üçten fazla yıkamanın mekruh olduğunda ihtilaf yoktur, denmektedir. [46] Ayrıca yıkamalarda üçü aşmanın temizlen-mekde haddi aşmak olduğuna dair hadise yer verilmiştir.
Ayrıca Müslim, Tirmizî, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettikleri şu hadis de zikredilmiştir. Buna göre sahabeden Hz. Sefine . Peygamberimizin bir sû miktarı (bir ölçek) su ile yıkanıp, bir müd miktarı su ile abdest aldığım rivayet etmiştir. Şevkâni bunu şöyle yorumlamaktadır:
Bu hadis gıısül ve abdestte israf yapmanın mekruh olduğunu, az su ile yetinmenin müstehab olduğunu göstermektedir. Tüm ilim adamları nehir kenarında bile olsa suyu israf etmenin yasak olduğu üzerinde görüş birliği etmişlerdir. Âlimlerden bazısı bunun haram olduğunu, bazısı tenzihen mekruh olduğunu söylemiştir.
Şevkâni daha sonra suyun yeterli miktarının, gusülde geçerli olacak biçimde bedenin tamamını yıkayacak kadar olduğunu bildirmiştir:
Suyun bir sâ miktarından az veya çok olması önemli değildir. Yeter ki "gusül abdesti almış" denmeyecek dereceden az olmasın. Suyun yeterli miktarı, kendisi ile abdest organları yıkanabilecek kadar olmasıdır. Müd miktarından az veya çok olması önemli değildir. Yeter ki çok olmakta israf derecesinde, azlıkta da farz olan yıkamayı gerçekleştiremeyecek derecede olmasın. [47]
İbâdiyye mezhebine göre abdestte müstehab olan her bir organın üçer defa yıkanmasıdır. Şayet bir defa yıkanırsa yeterli olur. Şu kadar ki su organın her tarafını kaplamış olmalıdır.[48]
Şerh'un-Neyl isimli kitapta ifade edildiğine göre suyu az dökmek, abdestin sünnetlerindendir. Az dökmekten maksat israfın altında su kullanmaktır. Çünkü Hz. Peygamber bir müd (ölçek) su ile abdest almıştır. Abdest alırken nehir veya deniz kenarında da olsa, kullanılan su tekrar nehire ve denize dökülse de suyu çok kullanmak mekruhtur. Bunun gerekçesi, çok kullanmaya alışıp başka şeylerde de bu alışkanlığın yer edeceği endişesidir. Çok kullanmaya alışan kişinin, az su ile abdest aldığında abdestim oldu mu, olmadı mı diye vesveseye düşmemesi içindir. Aslında çok kullanmak haddi zâtında mekruh bir şeydir. Her hâl kârda israf meydana gelir.
Abdestte organları üçten fazla yıkamak mekruhtur. Üçüncü olup olmadığında şüphe meydana gelirse, kesinliğe ulaşmak için bir daha yıkanır. Bir kavle göre yıkanması gerekmez. Çünkü üçten fazla yıkama ihtimali vardır. Bazen birincisi tercih edilir, asıl yıkamanın üç olmasına bakarak; bazen de ihtiyata bakarak ikincisi tercih edilir. [49]
Aynı kitabın bir başka yerinde suyun çok dökülmesinin ve organı üçten fazla yıkamanın şiddetle mekruh olduğu söylenmiştir. Eğer üç defa yıkadığı hususunda şüpheye düşerse olduğu gibi bırakır. Çünkü üçten fazla olma ihtimali vardır. Bu bazılarına göredir. Bazıları da kesinlik olmadığı için bir fazla yıkar demişlerdir. Asıl olan üç yıkamayı dikkate almaktır, ki tercih edilen budur. Eğer bir kere yıkadığında şüphe ederse bir daha yıkar. [50]
Kanatır'ul-Hayrat isimli kitabın yazarı suyu çok dökmenin ve üçten fazla yıkamanın mekruh oluşunun delillerini bildirmiştir. Buna göre Hz. Peygamber organlarını üçer kere yıkayarak abdest almış ve "Kim (bundan fazlasını yaparsa zulmetmiş ve kötü bir şey yapmış olur" buyurmuştur. Bir hadisinde de şöyle buyurmuştur:
Bu ümmetten gelecekte dua etmekte ve temizlenmekte taşkınlıklar yapan kimseler olacaktır.
Gene bu kitapta bildirdiğine göre "Abdestte insanın fazla su kullanmaya düşkün olması bilgisinin zayıflığındandır." Bazı âlimler şöyle demişlerdir: Vesvesenin ilk başlangıcı temizlik konusundadır. Ha-san'dan rivayet olunduğuna göre Rasûlullah şöyle demiştir:
Adına velhan denilen insanla oynayan bir şeytan vardır ki abdest alırken insan(ı vesveseye düşürüp onun bu durumun)a güler.[51]
El-Hılâf isimli kitapta bildirildiğine göre (Irnamiyye mezhebinde) abdest organlarında farz olan bir defa yıkamaktır. İkinci yıkayış, sünnet üçüncüsü bid'attır. Mezhebin âlimlerinden ikinci yıkayış bid'attır diyenler varsa da bu, güvenilir değildir. Bazıları ise şöyle diyor: "Üçüncü yıkayış zorlamadır, fakat bid'at olduğu açıkça söylenmemiştir." Fakat sahih olan birincisidir. Maide suresi 6. ayetindeki "Yüzlerinizi ve dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayınız" ayeti bu hususta delildir. Yüzünü ve ellerini bir defa yıkayan farzı yerine getirmiş olur. Bir defadan fazla yıkamanın farz veya sünnet olduğunu iddia edene delil getirmek düşer.
Ammar b. Yunus diyor ki: Ebu Abdullah aleyhisselama Namaz için alınacak abdesti sordum. "O, birer (yıkama)dır" buyurdu. [52] Muhtasar'un-Nâfi isimli eserde: "Meshde tekrar yoktur" denmektedir.
Radat'ul-Behiyye isimli eserde şöyle denmektedir:
Ağıza ve buruna üçer kere su vermek abdestin sünnetlerindendir. Bu avuca bir defada alınan su ile de olur, fakat her defasında ayrı su almak daha faziletlidir. Kollar ve yüzden ibaret olan üç organı birinci yıkamanın tamamlanmasından sonra iki defa daha yıkamak sünnettir.[53]
Ölen kimse iki veya üç defa yıkanır, daha fazla yıkanmaz. Beş veya yedi defa yıkanır da denmiştir. Yediden fazla yıkanmaz. Eğer onunla temizlenme gerçekleşirse üç ile yetinmek gerekir. [54]
Hanefî mezhebinde kefende sünnet olan, erkeğin üç parça kefene sarılmasıdır. Bunlar: İzar, kamis ve lifâfe'dir. Çünkü Hz. Peygamberin kefeni üç parça sahuliyye[55] bezinden idi. Zira insanın hayatında çoğunlukla giydiği üç parçadan ibarettir. Ölümden sonra da öyle giyinmelidir. Sadece iki parçadan ibaret kefen de caizdir. Buna "Kefen-i Ki-fâye" denir. Çünkü Hz. Ebubekir: "Şu iki parça kefenliği yıkayın ve beni onlarla kefenleyin!" buyurmuştur. Zira insanın hayatta iken giydikleri en az iki parçadan oluşur.
Kadın ise, beş parça kefene sarılır. Bunlar: İzar, (erkekteki kamis'in yerine olmak üzere) ve lifâfe'dir. Ayrıca bir örtü ve göğüsü üzerinden bağlanmak üzere bir bez parçasıdır. Bu kefende sünnet olandır. Kadında üç parçadan ibaret kefen kullanılması caizdir. Bu takdirde iki adet (boydan boya örten) giysi ve bir de örtü olur. Bu "Kefen-i kifaye"dir. Bundan azı mekruhtur. Erkekte tek parçadan ibaret kefen, bir zorunluluk olmadıkça mekruhtur.[56]
İbn Abidin Haşiyesi'nde ifade edildiğine göre, kefenin üç parçadan beş parçaya kadar olmasında bir sakınca yoktur. Çünkü Abdullah b. Ömer içi yanıp tutuşurken oğlunu beş parça kefen ile kefenlemiştir.
Vefat eden kimse bir dirhem harcayarak kendisine kefen alınmasını vasiyet etse, (paranın tamamı, kefene harcanmayıp) orta düzeyde kefen almakla yetinilir. Ebu Davud'un rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kefende aşırı gitmeyiniz. Çünkü o (toprağın altında) çabucak yok olacaktır. [57]
Bedâi'us-Sanâi isimli eserde şöyle denmektedir:
Erkek cenazenin kefeni, en fazla üç paçadan ibaret olmalıdır: İzâr, kamis, lilâfe. [58]
Erkekte en fazla kullanılabilecek kefen beş parça, kadında yedi parçadır. Ergenlik çağma yaklaşmış olan cenazelerde daha hafif tutularak kefenleme işlemi yapılır. Küçük çocuk (cenaze)leri için bir bez parçası yeterlidir. [59]
Hâşiyet'ud-Dusûkı'de Kadın cenazede yedi parçadan fazla kefen, israftır, denmektedir. [60]
c. Şafiî Mezhebi: İmam Şafiî diyor ki:
Ölen kimsenin kefen kokulama masrafları kendi malından karşılanır. Varis ve alacaklılar buna engel olamazlar. Eğer konu hakkında ihtilafa düşülürse, ölen kimse de ne fakir ne zengin olmayıp orta derecede ise üç parça kefen yapılır. Kokulama israf ve cimrilik olmaksızın bilinen şekliyle yapılır. Bu konuda kâfur veya kokulayacak (diğer) maddeler yok ise ümid ederim ki (yapılanlar) yeterlidir.[61]
Nevevî'nin Mecmû'unda şöyle denmektedir: Kefende aşırılık mekruhtur. Çünkü hadiste şöyle buyurulmuştur:
Kefende aşırı gitmeyiniz. Çünkü o (toprağın altında) çabucak yok olacaktır. [62]
Gene Mecmu'da bildirildiğine göre kefen üç parçadan fazla ise, bu mekruh olmadığı gibi müstehab da olmaz. Eğer beş parçadan fazla ise, mezhep âlimlerimiz, israftan dolayı bunun mekruh olduğunu söylemişlerdir. Böyle bir davranış, malı ziyan etmek olduğu halde haram olduğunu söylememişlerdir. Fakat bunun haram olduğunun söylenmesi de aşırı bir hüküm değildir. [63]
Nihayet'ul-Muhtac'dâ şöyle denmektedir:
Erkek (cenaze)de en faziletlisi kefenin üç parça olmasıdır. Üç parça olması, fazla olmasından daha faziletlidir. Çünkü üçten fazla olması evlâ (en iyi) olana aykırıdır. Fazlalık ise haram değil, mekruhtur.
Kadın ve hunsâ (çift cinsiyetli) olan kimse için, kefenin beş parçadan ibaret olması daha faziletlidir. Böylesi kadın için daha iyi örtücü olur. Beş parçadan fazla olması mekruhtur. [64]
Şafiî El-Ümm isimli kitabında şöyle diyor:
Cenazenin içine sarılabildiği bez, (kefen olarak) yeterlidir. (Mecburi durumlarda) avret yerinin örtülmesi yeterlidir. Ölü için beş parçadan fazla kefeni sevmiyorum. Zira israftır. [65]
Muğni'de bildirildiğine göre kefende üç parçadan fazlası mekruhtur. Çünkü bu malı ziyan etmektir ve Hz. Peygamber bunu yasaklamıştır. Cenaze ile birlikte malından bir şeyi kabre koymak, aynı gerekçe ile haramdır. Ancak böyle bir şeye ihtiyaç var ise konulabilir. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber'in kabrine (mübarek cesedinin) altına bir kadife (şilte) bırakılmıştır. Bunun benzeri bir şeyin koyulmasında bir sakınca yoktur.[66]
Keşşaf il-Kınâ isimli eserde bildirildiğine göre kefende farz olan, vücudun tamamını örten tek bir parçadır. Çünkü (yaşayan bir kimse için) avret-i galizasını (ön ve arkasını) tek bir parça ile örtmesi yeterli-olduğuna göre, cenazenin tek parça ile kefenlenmesi haydi haydi yeterli olur.
Çok değerli kumaş parçaları ile kefenlenmesini vasiyet etmek bir müslümana yakışmaz. Vasiyeti de geçerli olmaz. Çünkü mekruh olan bir şeyi vasiyet etmiştir. [67] Üç parçadan fazlasıyla cenazeyi kefenlemek, malı zayi etmek olduğundan mekruhtur. [68]
Muhallâ'da bildirildiğine göre kefenin en faziletli olanı erkekler için beyaz üç parça olmasıdır. Cenaze bunlara sarılır. Bunlar arasında sarık, gömlek, pantolon ve pamuk bulunmaz. Kadın içinde durum böyledir. Ancak kadında iki parça daha bulunur. Tek bir parçadan başka bulmaya güç yetmezse, bu da yeterlidir. İki cenaze için bir parça kefen olursa, ikisi birden tek parçaya sarılır. Kadın ve erkek az önce söylenilenden az veya çok parçaya kefenlenirse bir sakınca yoktur.
Bunun delili Hz. Aişe'nin, Hz. Peygamber'in üç beyaz parçaya kefenlendiğini rivayet etmiş olmasıdır. Ayrıca Musab b. Umeyr için kefen olarak cübbeden başka bir şey bulunamamıştı; başını örttüklerinde ayakları açıkta kalıyordu. Cübbeyi başı tarafına koydular, ayaklarını da ızhır denilen hoş kokulu bir ot ile örttüler.[69]
Şerh'ul-Ezhâr isimli kitapta bildirildiğine göre ölü üç parça kefene sarılır. Müstehab olan kefenin güzel ve mükemmel olmasıdır. Çünkü hadiste şöyle buyurulmuştur:
Sizden biriniz (din) kardeşinizi kefenlediği zaman onun kefenini güzel yapsın.
Ölen kimsenin küçük (yaşta) varisleri olduğu takdirde en az derecede kefene sarılması uygun olur. Bundan kefenin bir parçadan fazla olmaması anlaşılıyor.
Kefenin bir ile yedi parça arasında olması meşrudur. Erkekte üç parçayı, kadında beş parçayı geçmemesi gerektiği de söylenmiştir. Bahr'uz-Zehhar isimli eserde dendiğine göre, ölü borca batmış olsa kendi malından (harcama yaparak) kefenlenir. Çünkü hadiste şöyle buyur ılımaktadır:
Onu (vefat eden kimseyi) kendi giysisine kefenleyin! [70] NeyVul-Evtar'da. şöyle denmiştir: Kefende meşru olan yedi parça olmaktır.
Bu sözüne İbn'ul Hanefiyye'den Hz. Peygamber'in yedi parça kefene sarıldığını bildiren rivayeti delil olarak göstermiştir. Kitapta Hz. Peygamber'in şu hadisine de yer verilmiştir:
Kefende aşırı gitmeyiniz. Çünkü o (toprağın altında) çabucak yok olacaktır. [71]
Ravdat'ul-Behiyye isimli kitapta şöyle denmektedir:
Kefenin ölen kişinin durumuna uygun olarak orta derecede olmasına dikkat edilir.[72]
Şerh'un-Neyî isimli kitapta şöyle deniyor:
Bazı âlimler mümkün oldukça kefenin güzel olmasını müstehab, bazıları da kefende aşırılığı mekruh görmüşlerdir. "Ölen kimsenin kefeninde şeref ve ekonomik durumuna dikkat edilir" denildiği gibi, "Daha az para ile kefen bulunabiliyorsa bir dinar (bir altın tirajdan daha fazla olmaz" da denilmiştir. [73]
Mehir miktarı belirlenmeden veya mehirden söz edilmeden nikahın kıyılması caizdir. Bu durumda kadına ne fazla, ne de eksik olmamak üzere "mehr-i misil" (verilmesi) gerekir, denmiştir. [75]
Bedâi'us-Sanâı isimli eserde mehrin en azı on dirhem veya değeri on dirhem [76]olan şeydir, denmektedir. [77]
Mâlikî mezhebi kaynaklarından Haşiyet'ud-Dusûki isimli eserde şöyle deniyor:
Mehirin aşırı derecede çok olması mekruhtur. Buradaki çoktan maksat, benzerlerine göre âdetin dışına çıkmaktır. Çünkü çok kavramı insandan insana değişir. Zira yüz rakamı bir kadına göre gerçekten çok olabilir. Aynı rakam bir başka kadına göre az olabilir. Nikah ise az mehir ile caiz olduğu gibi çok mehir ile de caizdir. Fakat mehrin en azı bir dinarın (altın lira) dörtte biri olup, üst sının için bir sınır yoktur.[78]
Bunun delili şu ayet-i kerimedir:
Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerle de nehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız? (Nisâ/20)
Ayette geçen kıntâr kelimesinin manalarından birisi çok mal demektir. [79]
Mehirin orta derecede olması bizim için daha sevimlidir. Hz. Peygamber'in evlenirken verdiği ve kızı için verilen miktardan fazla mehir alıp vermemek bizim için en sevimlisidir. Bu miktar 500 dirhem (gümüş)tür. Böyle davranmak, Hz. Peygamber'in her yaptığına uygun hareket etmek suretiyle berekete sebep olur. [80]
Nihayet'ul-Muhtac isimli eserde şöyle denmektedir:
Mehirin aşırı olmaması ve 500 dirhem halis gümüşten fazla olmaması sünnettir. Bu Ümmü Habibe'dışındaki Hz. Peygamber'in eşlerinin ve kızlarının mehir miktarıdır. Ümmü Habibe'nin mehri ise 400 dinar (altın) idi.
Hz. Ömer (bir konuşmasında şöyle demiştir):
Kadınların mehrinde taşkınlık yapmayınız. Eğer çok mehir vermek bir şeref ve Allah katında takva olsaydı, Allah Rasûlü onu yapardı.
Buradaki taşkınlıktan maksat erkeğin, evleneceği kadın için fazla mehir vermesidir.[81]
Muğni'de şöyle denmektedir:
Mehirde aşırı olmamak müstehabtır. Çünkü hadiste şöyle buyurulmuştur:
Kadınların en bereketli olanı masraf bakımından en zahmetsiz olanıdır. [82]
Hz. Aişe'ye Rasûlullah'ın kendisine verdiği mehir miktarı sorulduğunda, "on iki buçuk okka" dedi. Bir okka kırk dirhemdir. Buna göre toplam 500 dirhem eder. Bundan daha fazlası müstehab değildir. Belki bazıları fazlasını vermekte zorlanır. Sonuç olarak dünya ve ahirette zarara uğrar. [83]
Keşşaful-Kına isimli kitapta mehrin hafif tutulması sünnettir denilip yukarda geçen hadise yer verilmiştir. Ayrıca yukarda zikredilen Hz. Ömer'in sözü de şahit olarak kullanılmıştır. Hadisin zayıf olduğu söylenmişse de, Tirmizî'den sahih olduğuna dair nakil yapılmıştır. [84]
Gene aynı kitapta mehrin 400 ile 500 dirhem arasında olması sünnettir, beş yüzden fazla olmaz, denmiş, delil olarak da Hz. Peygam-ber'in eşlerine verdiği mehir gösterilmiştir. Eğer daha fazla verilirse bir sakınca olmadığı da söylenmiştir. Çünkü (Habeş kralı) Necaşi Hz. Peygamberi Ümmü Habibe ile evlendirmiş, mehrini (Hz. Peygamber adına) 4000 dirhem olarak vermiş, Habeşistan'dan Şurahbil b. Hasene ile göndermiştir. Hz. Peygamber Ümmü Habibe'ye ayrıca (mehir olarak) bir şey vermemiştir. Eğer 500 dirhemden fazlası mekruh olsaydı Hz. Peygamber Necaşi'nin verdiği 4000 dirhemi kabul etmezdi.[85]
İbn Hazm Mühalla'smda şöyle diyor:
Hz. Allah mehir için bir sınır koymamış, dolayısıyla karşılıklı rıza ile anlaşılan miktar verilebilir. Boşanma halinde kadına verilecek şey sınırlandırılmıştır. Bunun, zengin ve fakirin durumuna göre olması gerekir. (Bakara/236 ayetine işaret ediliyor)
Bundan sonra sözüne şöyle devam ediyor:
Mehir konusunda enteresan olan bazı âlimlerin şu sözüdür: "Hz. Allah mehri saygı değer kılmıştır. Bu itibarla az olması caiz değildir." Biz de deriz ki: gerçekten bu doğrudur. Hz. Allah mehrin verilmesi hususunda onu saygıya değer kılmış, rızasız olarak alınmasını haram kılmıştır. [86]
İbn Hazm daha sonra şöyle der:
Cenab-ı Hak kitabında mehir ile ilgili açık bir şey söylememiştir ki onun sınırını belirlesin. Ancak (mehir meselesine) özet olarak değinilmiştir. Hz. Allah (hiç bir şeyi) unutmaz. [87]
Ebu Saîd'il Hudri'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: "Nikahta şahit olup, taraflar rıza gösterdikten sonra (mehir olarak verilen) mal az olmuş, çok olmuş, bunda bir günah yoktur. [88]
Mehir hakkında Hasan'dan: "Mehir insanların karşılıklı rıza gösterdikleri az veya çok bir miktardır" dediği rivayet edilmiştir. [89]
Bahr'uz-Zehhar isimli kitapta şöyle denmektedir:
Mehrin en üst miktarı için bir sınır yoktur. Bunun delili Nisa/20 ayetidir.
Ayrıca delil olarak bir kaç hadise de yer verilmektedir. Bu hadisler şunlardır: Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud'un rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir adam (evlenmek istediği) bir kadına mehir olarak iki eli dolusu yiyecek bir şey verse, (kadın buna rıza gösterdiği takdirde o kadın, erkeğin) helâli (nikâhlısı) olur.
Fezare oğullarından bir kadın mehir olarak bir çift ayakkabı karşılığında evlenmişti. Hz. Peygamber kadına "Bir çift ayakkabıyı ne yapacaksın? Razı mısın?" buyurdu. Evet cevabı üzerine de evliliği geçerli saydı.[90]
Âlimler derler ki: Bu hadisler ayakkabı, bir ölçek yiyecek ve beş dirhem kadar altın gibi şeylerin mehir olabileceğini göstermektedir. Şevkâni diyor ki: "Bunlar ortaya koyuyor ki değeri olan herşey mehir olur." Şevkâni daha sonra en faziletlisinin az mehirle evlenmek olduğunu ve ez mehirle evlenmenin teşvik edilen bir şey olduğunu kaydetmektedir. [91]
Ravdat'ul-Behiyye'&e şöyle denmektedir:
Mehrin en azı için belirli bir miktar yoktur. Yeter ki bir buğday tanesi gibi değerlendirmeye girmeyecek kadar basit bir şey olmasın. Mehrin en çoğu için de bir sınır yoktur. Nisa/20 ayetinde ifade edilen kıntâr kelimesi mehir için kullanılmıştır ki çok mal demektir.
Hz. Ali'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir adam bir kadınla kendisine yirmibin dinar, babasına onbin dinar (altın) vermek üzere evlense mehir caiz olur, babası için vereceği onbin dinar fasit (geçersiz) olur.
Mehirde sünnet olan miktarı geçmek mekruhtur. Bu miktar Hz. Peygamber'in eşleri için verdiği 500 dirhem (gümüş)tür. Değeri 50 dinar (altın lira) eder. Hz. Ali bundan fazla verilmesini yasaklamıştır. İc-ma olduğunu ileri sürerek bu miktardan fazlasının geri verilmesi kararını vermiştir. Fakat bu husustaki haber zayıftır, delil olmaya elverişli değildir. İcma iddiasının doğru olması mümkün değildir. Kıntâr kelimesi ile ilgili açıklamalar bu görüşü red eder. Sahih haber ise bir delil ve hüccettir. Evet, Hz. Ali'nin itimat ettiği habere dayanarak Hz. Peygamber'in eşlerine verdiği kadar mehir verilmesi müstehabtır.[92]
Şerh'un-Neyl isimli kitapta şöyle denmektedir:
Mehirde israf mekruhtur. Çünkü Hz. Aişe'nin rivayetine göre Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:
Ümmetimin en hayırlı kadınları yüzü güzel ve mehiri en az olanıdır.
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Mehrin kolay olması, evliliğin uğurlu olduğunu gösterir.
Bu hadisten böyle bir evlenmenin uğurlu olduğunu anladığımız gibi, az da olsa o mehirin mübarek ve bereketli olduğu, manasını da anlayabiliriz. Mehir az da olsa Allah'ın izni ile kadın ondan faydalanır ve işini görür.
Bu hadis "Mehrin kolay olması" yerine "Nikahın kolay olması, uğurlu olduğunu gösterir" şeklinde de rivayet edilmiştir. Gene de mana mehrin azlığı sebebiyle nikâhın kolay olması demektir.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber hiç bir eşine 12.5 okka (500 dirhem) gümüşten fazla mehir vermediği gibi, kızlarından hiç birine de bundan fazla mehir almamıştır. [93]
İbn Âbidin Hâşiyesi'ndz şöyle denmektedir:
Fazla yemek israftır. Ancak tâat ve ibadet için güç kazanmak veya misafire ikramda bulunup (tok olmasına rağmen onlarla birlikte) yemek israf değildir. İhtiyaçtan fazla ekmek koymak da israftır.[94]
Az yeyip içmek suretiyle vücuda zarar vermeyecek ve ibadette tembellik yapmayacak derecede mideyi hafif tutmak gerekir. Bazen (oruç tutmak gibi) farz olan bir ibadet için tok olmak bir sebep olabilir. Bu takdirde çok yemek (israf olmak şöyle dursun) vacib olur. Çok yemek (tıka basa mideyi doldurmak) bir farzı terk etmeye sebep olursa mekruh olur. Herhangi bir şeye sebep olmazsa doyuncaya kadar yemek mubah olur. [95]
Nevevî'nin Mecmu isimli eserinde şu bilgiler vardır:
Elbiseyi, pantolonu veya belden aşağı giyilen bir giysiyi kibirlenmek maksadıyla topuklara inecek şekilde uzatmak haramdır.
İmam Şafiî'nin kibirlenmek söz konusu olmadığında bile mekruh olduğunu söylediğini Suyûti zikretmektedir. Şafiî mezhebi âlimleri meşhur ve sahih hadislere dayanarak bunu açıkça ifade etmişlerdir.
Hadisler şunlardır:
Kibirlenerek giysisini yerde sürüyen kimseye, kıyamet günü Hz. Allah bakmayacaktır.
Keyiflice giysisini (yerde) sürüyecek kadar uzun giyen kimseye, kıyamet günü Allah bakmaz.
Topuklardan aşağısı giysilerle (kibirden dolayı) örtülmüşse bu bölge cehennem ateşindedir.
Müslümanm giysisi incik kemiğinin yarısına kadar uzanır. Topuk ile incik kemiğinin yansı arasında bir sakınca yoktur. Topuktan aşağısı (kibirlenmek için giysi ile örtülmüşse) cehennem ateşindedir.
Sarığın ucunu uzatmak da giysiyi uzatmak gibidir. Kollardaki yen'i kısa tutmak müstehabtır.[96]
Nihayet'ul-Muhtac'da. şunları görmekteyiz:
Kişi bakmak zorunda olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak mecburiyetindedir. Bu da yeterli şekilde olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber Ebû Süfyan'm karısına şöyle demiştir:
Kocanın malından kendin ve çocuğun için aşırı olmamak üzere yeterince al.
Yakınların bakımında asgari sınır -İmam Gazâlî'nin dediği gibi açlık acısını giderecek kadar doyurmaktır. Demek oluyor ki kişinin, bakmakla yükümlü olduğu yakınlarını doyurması vacibtir. [97]
Keşşâful-Kınâ isimli kitapta şu bilgiler yer almaktadır:
(Yeme içmede) sünnet olan karnı (mideyi) üçe ayırmaktır. Üçte biri yiyecek, üçte biri içecek, üçte biri de nefes için olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Âdem oğluna belini doğrultacak kadar yemesi yeterlidir. Mutlaka (daha fazla) olacak ise, (midenin) üçte biri yiyeceğe, üçte biri içeceğe, üçte biri de nefes için ayrılmalıdır.
İnsanın kendisine eziyet vermeyecek kadar olması şartı ile midenin üçte birinden fazlasını dolduracak kadar yemesi caizdir. Eğer kendisine eziyet verecek veya oburlaşacak derecede yerse mekruh olur. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Canının her çektiğini yemen israftır.
Bu hadisi Hz. Enes'ten merfû olarak İbn Mâce rivayet etmiştir. Bu hadisin zayıf olduğu da söylenmiştir.
Hadislerde bildirildiğine göre dünya hayatında tüm güzellikleri yaşayıp harcayanın ahirette derecesi eksilir. Ahmed b. Hanbel: "İnsan, arzu duyduğu şeyleri terk ederse bundan sevap kazanır" demiştir. Bundan maksat, dine aykırı olmayan arzulardır.[98]
Hurma ve benzeri yiyeceklerin tek tek yenmesi âdet olmuştur, bunları ikişer ikişer yemek mekruhtur. Çünkü bu çeşit yemek oburluktur. [99]
Muhalla'da şunları görmekteyiz:
İsraf haramdır, israf, harcanan miktar az olsun, çok olsun Allah'ın haram kıldığı şeyler hususunda yapılan harcamadır. Velev ki o harcama sivri sinek kanadı kazar az olsun. Zorufîlu derecede ihtiyaç olmayan ve harcayanın varlığını alıp götürecek şekilde savurganlık da israftır. Az dahi olsa sahip olunan şeyi yabana atmak da böyledir. Bunların dışında kalan harcamalar israf değildir, isterse çok olsun. [100]
İbn Hazm'a göre, zorunlu olmayan harcamalar israftır. Buna göre bir kimsenin neyi varsa hepsini bir şaire bağışlaması veya (birisine) sadaka olarak vermesi veya (evleneceği kadına) mehir olarak vermesi haram, israf ve savurganlık kabilindendir. Bu öylesine bir el açıklığıdır ki bunu yapan kınanır ve (kaybettiklerinin) hasretini çeker durur.
İbn Hazm şöyle der:
Biz de tüm bunları meneder, bâtıl sayar ve red ederiz.[101]
İbn Hazm daha sonra şunları söylemektedir:
Hz. Allah'ın mubah kıldığı ve emrettiği her harcama -az da olsa çok da olsa- israf, savurganlık ve el açıklığı değildir. Çünkü Hz. Allah bir şeyi hem helâl, hem de haram kılmaz. Hiç şüphe yoktur ki mubah kıldığı şey, yasakladığından başka bir şeydir. Allah'ın yasakladığı her harcama ister az, ister çok olsun israftır, savurganlıktır ve el açıklığıdır. Çünkü hiç şüphe yoktur ki Hz. Allah'ın detayları ile yasakladığı şey, aynı zamanda özde de yasakladığı şeydir.
İbn Hazm bu hususta şu rivayetleri sıralamaktadır:
1. İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir ki (İsra suresi 27 ayetinde ifade edilen ) savurgan: Haksız yere, yersiz harcama yapan kimsedir.
2. İsra/26 ayetindeki savurganlık, İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre yersiz harcamadır.
3. İsra/29 ayetindeki "Elini boynuna asıp durma, büsbütün eli açık da olma!" cümlelerinin tefsirinde, Zührî'den "(Sahip olduğun malda) hakkı olanı engelleme, malını bâtıl yerlerde harcama" dediği rivayet edilmiştir.
İbn Hazm bu rivayetleri kaydettikten sonra şöyle diyor: Bu ayetler bizim söylediğimizin delilidir ve bu sahihtir. Daha sonra şunları ilave ediyor:
Kişinin kendisine ihtiyaç duymadığı halde (yiyecek, giyecek ve binit için) harcadığı şeyler israf, savurganlık ve el açıklığıdır.
Bunlar bâtıl şeylerdir. Haram olan şeyler de -içki, günah işlemek üzere yapılan masraf ve kumar gibi- ister az olsun, ister çok olsun, böyledir.[102]
Neyl'ül-Evtâr'da şu bilgileri görmekteyiz:
Giysilerde zâhid olmak, güzel ve lüks giyinmeyi terketmek ve bunu alçak gönüllü olmak için yapmak müstehabtır.
Fazla şık giyinmenin bazı kimseleri gösteriş, gurur ve kibire sevkettiğinde şüphe yoktur. Hafız İbn'ul-Kayyım'ın da söylediği gibi Hz. Peygamber'in hayat tarzı, kolayına geleni, mümkün olanı giymek idi.
Hep en iyiyi giyen, en iyi ve en kaliteliyi yiyen kibir ve gururdan dolayı kaba ve basit şeyler giymeyen ve yemeyenler, Hz. Peygamber'in hayat tarzına aykırı davranan kimselerdir. [103]
Şevkâni daha sonra şöyle diyor:
Sözün kısası yapılan işler niyetlere göredir. Pahalı giysiler giydiği zaman kibirlenmeyeceğine güvenilmeyen nefsin taşkınlığını kırmak ve alçak gönüllü olmak için değeri düşük giysiler giymek, Allah katında sevabı olan güzel maksatlardandır.
Bir çeşit kibir olan büyüklenmeye kapılmaktan emin olma halinde pahalı giysiler giymek, iyiliği emretmek, kötülüğe engel olmak gibi dini maksatları tamamlamak için olursa hiç şüphe yok ki sevap gerektiren davranışlardandır. Halk, hatta havastan bazıları kıyafeti iyi olmayanlara ilgi göstermemektedir. Fakat mutlaka giyilmesi dinen helâl olanlardan giyme kaydı göz önünde bulundurulmalıdır. [104]
Şevkâni: "Kibirlenerek giysisini yerde sürüyene, kıyamette Allah bakmaz" hadisini zikrederek şöyle diyor:
Hadis-i şerif elbisenin yerde sürünecek kadar uzun giyilmesinin haram olduğunu göstermektedir. Fakat elbisenin yerde sürünmesi -kibirlenmemek şartıyla- hadisteki tehdidin kapsamına girmiyor. Ancak iyi bir şey değildir.
Şevkâni daha sonra kibirlenme kaydını dikkate almayan hadislere yer vermiştir. Bu hadisler şunlardır:
Giysini uzun giymekten sakın. Çünkü uzun giymek kibirdendir. Hz. Allah kibirleneni sevmez.
Hz. Allah elbisesini yerde sürünecek kadar uzun giyeni sevmez. Hadisleri zikrettikten sonra Şevkâni şöyle der:
Herkes bilir ki bazı insanlar giysisini uzun yaptığı halde kalbine kibirlenme duygusu gelmez. Fakat uzun giysi, elbiseyi sürümeyi, bu da giyenin maksadı olmasa da kibirlenmeyi beraberinde getirir.
Ayrıca Şevkâni uzatmanın sadece belli bir giysiye mahsus olmadığını, gömlekte ve sarıkta da olduğunu söylemiştir. Çünkü İbn Ömer'in hadisinde uzatmanın gömlek, sarık ve belden aşağı giyilen şeylerde de kibir alâmeti olduğu zikredilmektedir.
Şevkâni gömleğin yen'ini normalden fazla uzatmanın da uzun giysi giymek olduğunu bildirmektedir.
Şevkâni'nin zikrettiğine göre Kâdi Iyaz, âlimlerin genişlik ve uzunluk bakımından alışılmıştan fazla uzatmanın mekruh olduğunu bildirdiklerini nakletmiştir. Haram olan uzatma ancak topuğu aşan giysilerdedir. Şevkâni der ki:
Müslümanlar kadınların giysisini uzatmalarının caiz olduğunda icma (görüş birliği) etmişlerdir.[105]
İmamiyye mezhebinde aşırı derecede çok yemek mekruhtur. Hz. Sâdık der ki: Karın (mide) yemekten taşkınlık yapar, azar. Kulun Allah'a en yakın olduğu zaman midesinin hafif olduğu zamandır. Kulun Allah'a en uzak olduğu zaman ise midesinin dolu olduğu zamandır. Belki tıka basa yemek zarara yol açtığı takdirde haram olur. Tok halde iken yemek alaca hastalığına sebep olur. Mideyi doldurmak hastalığın başıdır.
Tok karnına yemek yemek ve isteyerek zengin olmak hoş olmayan bir şeydir. Tok olmakla karını tıka basa doldurmak mekruhluğunu bir araya getirmek haberlerde (hadislerde) özellikle bildirilen yasağı perçinler. Veya mideyi tıka basa doldurmak (mekruhlukta) daha kuvvetlidir.[106]
Şerai'ül-İslâm isimli kitapta şöyle deniyor:
Fazla yemek mekruhtur. Belki zarar verirse aşırı derecede yemek haram bile olur. Tok iken yemek de mekruhtur. [107]
İbâdiyye mezhebine göre ihtiyaçtan fazla yemek hem dine, hem akla göre yasak bir şeydir. Çünkü yeterli miktardan fazla yemek zarar verici bir oburluktur. Nitekim yeteri kadar yemek hem dine, hem akla göre teşvik edilmiş bir şeydir. Çünkü şöyle denilmiştir: "Aç gözlülük kötü, oburluk uğursuzluktur. [108]
Şerh'unNeyl'de şu bilgiler var: Bir müslümanın tüm varlığım çocuğuna vermesi harama yakın mekruhtur. Helâle yakın mekruh olduğu da söylenmiştir. Buna göre kendi çocuğu dışında diğer akrabalara malının hepsini vermek haydi haydi mekruh olur. [109]
Hanefî mezhebinde kısasın temeli eşitliktir.
Aşırı davranma eşitliğin dışına çıkmaktır.
Mâliki mezhebine göre hakim katili (kısas olarak) öldürülmesi için maktulün sahibine teslim edince, onu, katilin orasını burasını kesip işkence yapmaktan ve öldürürken katı davranmaktan meneder. Mecmua isimli eserde ifade edildiğine göre katili öldürme işini, taşkınlık yapmasından korkulduğu için öldürülenin velisine bırakmak mümkün değildir.[110] Kısası gerçekleştirmek üzere bu işi en uygun şekilde yapmaya gücü yeten bir kimse çağrılır. Ve o kimse gücü yettiğince kısas işini yerine getirir.
Şafiî mezhebine göre kısasın uygulandığı yerdeki devlet temsilcisinin, kısası tam olarak gerçekleştirecek aleti araması gerekir. Ayrıca öldürmenin dışındaki durumlarda kısasa konu olan olayın -kısas sırasında fazlalık ve farklılık olmaması için tam olarak belirlenmesi gerekir. [111]
Diş ile ilgili kısas da, mümkün oldukça tam olarak, aynı diş üzerinde fazlalık ve diğer dişlerde ağrıya sebep olmaksızın yapılır. [112]
Kemiği açığa çıkarıp görünür hale getiren yaralanmalardaki kısasta, kısası uygulayan yaralama yaparsa, bu fazlalığın kısası kendisine uygulanır. [113]
Hanbelî mezhebinde yaralamada kısasın gerekli olması için üç şart vardır. Bunlardan birisi kısası fazlası/, ve karşı tarafa bir hak do-ğurmaksıztn tam olarak uygulamanın mümkün olmasıdır. Çünkü Hz. Allah söyle buyuruyor:
Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misli ile ceza verin! (Nahl/126)
Bir diğer ayette de şöyle buyurulmaktadır:
Kim size saldırırsa siz de ona misli ile mukabele olacak kadar saldırın! (Bakara/194)
Ve çünkü yaralayan kişinin kanı yaraladığı kadarın dışında koruma altındadır. Yaralama olayından önce o kimsenin kanını dökmek nasıl haram ise. yaralamadan sonra da fazla yaralama konusunda aynı hüküm mevcuttur. Kısasta fazlalığın yasak olması zorunlu ojjtrak kısası da yasaklar, fazlalığı yasaklamak ancak kısasın kendisini yasaklamakla mümkün olur. Bu konuda bildiğimize göre ihtilaf yoktur.[114]
Keşşaf ııl-Kına'da. bildirildiğine göre kısası tanı olarak gerçekleştirmenin şartlarından biri, cinayeti işleyenden başkasına kısası sirayet ettirmekten emin olmaktır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
(kısas hakkı olan veli) öldürmede ileri gitmesin! (İsra/33)
Bundan başka kısas uygulaması devlet başkanının veya ona vekâleten görevli kişinin huzurunda yapılır. Adam öldürme kısası dahi olsa bu şart gerçekleşmezse kısas olmaz. Çünkü kısas bir gayreti gerekliı ir. Kısas, hakkını alanın vicdanını rahatlatırsa da zulüm yapılmamasından emin olunamaz. Suç işleyen kişiye, işlediğinden fazla kısas uygulanmaz. Parmak, el, ayak, kulak vesair organlarından biri, fazladan olarak kesilemez. [115]
Adam öldürmeden dolayı kısas hakkını alan kimse, kısasta ileri gidip, katili öldürmekten başka elini ayağını (veya başka organlarını) kesmiş olsa, organları kestikten sonra affetmiş ise, telef ettiği organların diyetini Öder. Çünkü o kimse kıymeti olan bir şeyi kestiği için tazminat öder. Nitekim önce affedip sonra kesse idi, veya (suçlunun organların) bir başkası kesse idi gene tazminat ödeyecekti. Kısas yapan (öldürülen kişinin velisi olan) kimse, önce organları kesip sonra (hakkı olan kısası uygulamak üzere) öldürse idi gene tazminat ödemesi gerekirdi. Çünkü affetme durumunda tazminat vardır, affetmeyince de durum (tazminat ödeme bakımından) aynıdır. Çünkü affetmek bir iyiliktir. Tazminatı etkilemez.
Organla ilgili kısas yapan kimse kısasta fazlalık yapsa, meselâ kısas olarak bir parmak kesilmesi gerekirken iki parmak kesse, fazla kesilen diğer parmak için kendisine kısas uygulanır. Eğer kesme eklem yerinden olmuş veya (parmak) yaralanmış ise aynısı kısas olarak kesilir veya yaralanır.[116]
Mıtğni'nin şerhinde şu bilgileri görmekteyiz:
Kısası uygularken, kendisine kısas uygulanan kişinin hakkına tecavüz etmekten emin olmak lazımdır.
Gebe bir kadına kısas gerekli olsa, veya kısas gerekli olduktan sonra gebe kalsa, doğum yapıp çocuğun emme dönemi geçene kadar o kadına kısas uygulanmaz. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Kısas cana can veya organa organ hususunda da olsa hüküm aynıdır. Ölümden dolayı kısasta (gebe kadının kısası) ertelenir. Çünkü kısas konusunda Allah Teâlâ, maktulün velisine şöyle emrediyor: öldürmede ileri gitmesin! (İsra/33)
Oysa gebe kadın öldürülünce, kadından başkası (yani çocuk) da öldürülmüş olacaktır. Ayrıca bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
Eğer kısas cezasından dolayı gebe bir kadını öldüreceksen karnın-dakini doğurmadıkça ve çocuğu sütten kesmedikçe Öldürme!
Organ kısasmdaki ertelemeye gelince: Kısas uygulamasında kişi ye, suçundan fazla kısas yapılmasının yasak olduğunu ifade etmistik. Kadının karnındaki çocuk cinayet işlemediği halde kısas uygulamasından etkilenecektir. Suçsuz bir canın bu kısas sebebiyle ziyan olmaması daha yerinde ve akla uygundur. Bu nedenle, kadının kısası sebebiyle suçsuz birinin (çocuğun) öldürülmesi haramdır.[117]
Muhallâ'da. şu bilgileri görüyoruz:
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Bir kimse zulmen Öldürülürse, onun velisine (mirasçısına, hakkını alması için) yetki verdik. Ancak bu velî de kısasta ileri gitmesin! (İsra/33)
İşte hak olan budur. Biz de bunu söylüyoruz. Öldürülenin velîsi kısası tercih ederse, katili öldürsün. Fakat velînin öldürme işinde ileri gidip katilden başkasını öldürmesi helâl olmaz. [118]
Gene Muhallâ'da. şöyle denmektedir:
Biz diyoruz ki zina, zina iftirası ve sarhoşluk sebebi ile (suçluyu) cezalandırmada (döverken) suçlunun kemiği kırılmaz, derisi yarılıp kan akıtılmaz ve (döverek) eti çürütülmez. Olsa olsa bunlara yol açmadan canı acıtılır. Suçluyu döverken bunlardan birine yol açana ve böyle yapılmasını emredene (kısas olarak) aynı şey yapılır. [119]
Zeydiyye mezhebine göre öldürülmüş kimsenin velîsinin, katili boğma, mızraklama veya (vücudunu) parçalama hakkı yoktur. Çünkü ona tanınan hak (kısas yoluyla) katilin öldürülmesidir. Fakat bu işkence etmeden yapılır. Çünkü (İslâm'da) işkence yasaktır. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah'ın yarattıklarına işkence etmeyiniz![120]
Şerâi'ul-İslâm isimli eserde şöyle denmektedir:
Kısasın kesiciliği olmayan bir âletle yapılması yasaktır. Bu, işkence yapmış olmaktan kaçınmak içindir. Eğer kısas hakkı olan kişi böyle bir şey yaparsa kötü bir iş yapmış olur, ancak kendisine bir ceza gerekmez. Kısas yoluyla öldürülen kişiye işkence yapılamaz. Ancak boynu vurulur. Kısası uygulayan kimse kısası (başkasına) sirayet ettirirse tazminat öder. Eğer "bilerek yaptım" derse yaptığı fazlalık kısas olarak kendisine uygulanır. Şayet "hata ettim" derse, yaptığı şeyin diyetini öder. [121]
Neyi isimli kitaptaki tarife göre kısas benzerini kendisine yapmak üzere suçluyu takip etmek (ve gerekeni yapmak)tır. Bir işin benzerini yapmak, o işte aşırılığı ve ileri gitmeyi kaldırmaz. [122]
Hanefî mezhebine göre ölmeyecek kadar leş veya haram olan şeylerden -helâli bulunmuyorsa- yemek farzdır. Çünkü yemeden yaşamak mümkün değildir. [123]
Şerhu Mirah'il-Cdîl isimli kitapta şöyle deniyor:
Mâliki mezhebinde güvenilir görüş, ölmüş hayvan etini ve benzeri (haram) şeyleri yemek zorunda kalan kişiye, bunlardan doyuncaya kadar yemek mubahtır. Başka (helâl) yiyecekleri buluncaya kadar azık olarak saklamak da böyledir.
Muvaîta'da ifade edildiğine göre İmam Mâlik şöyle demiştir: Zarurette kalan kimse hakkında işittiğim en güzel şey şudur: "Ölmüş hayvan eti yemek zorunda kalan kimse ondan yer ve azık olarak saklar. Ona ihtiyaç bırakmayan şeyi bulunca onu atar."
Risâle'dz şöyle denmektedir: Ölmüş hayvan eti yemek zorunda kalan kişinin bunu doyasıya yemesinde ve azık edinmesinde bîr sakınca yoktur. Ona ihtiyacı kalmadığında onu atar.[124]
Mecmu'da ifade edildiğine göre ölmüş hayvan veya domuz eti yemek zorunda kalan kimse bundan açlığını giderecek kadar yer. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
Her kim bunlardan yemek zorunda kalırsa saldırmamak ve haddi aşmamak üzere yemesinde bir günah yoktur. (Bakara/173)
Doyuncaya kadar yemesi caiz midir? Bu hususta iki görüş vardır. Birincisi doyuncaya kadar yemek caiz değildir. Çünkü açlığın giderilmesinden sonra zorunluluk kalmamıştır. Bu noktadan sonra mecbur olmadığı halde Ölmüş hayvan eti yemiş gibi olur. Bu itibarla açlığını gidermesinden sonra yemesi caiz olmaz. Bu, Müzenî'nin görüşüdür.
ikinci görüşe göre zorunlu hallerde açlığı giderecek kadar yenmesi caiz olan her yiyeceğin doyuncaya kadar yenmesi helâldir. [125]
Nıhâyet'ul-Muhtâc'da şöyle denmektedir:
Helâl yiyecek bulunmayıp haram yiyecek elde eden ve açlığını gidermek için yemek zorunda kalan kişi beklediği takdirde yakında helâl yiyecek bulacak ise ve ona ulaşıncaya kadar korkulacak sakıncalı bir durum yoksa Ölmeyecek kadardan fazla yemesi caiz olma/ Helâl yiyecek bulma beklentisi yok ise bir kavle göre doyuncaya kadar yeme hakkı vardır. Böylece açlıktan kurtulur ve açlığın verdiği hiddeti kırmış olur. Yoksa onu yemek için bir yol arayıp bulmaz. Bundan fazla yemesi kesinlikle haramdır.
Helâl bulamadığı için haram olan şeylerden karnını doyursa sonra helâl yiyecek bulmaya gücü yetse, bir güçlüğe düşmeden çıka-rabilecekse yediği haram maddeyi kusarak çıkarması lâzım olur.
En doğrusu ölmeyecek kadar yemek! ir. Çünkü bu noktadan sonra zorunluluk kalmaz. İlk anda yiyecek bir şey bulamadığı için, haram olan şeyi yememek ölümüne sebep olacak ise doyana kadar yemesi vacib olur Ölmeyecek kadar yemesi durumunda vücudunda bir arıza meydana geleceğinden kork arsa gene doyasıya yemesi vacib olur. Hayatla kalması açlığı tamamen yok etmeye bağlı olduğu için doyasıya yer.[126]
Hanbelî mezhebine göre ölmüş hayvan etini normal durumda iken (isteyerek) yemek haramdır. Çünkü Kur'an'da "Allah size ancak ölüyü (lâşe'yi)....haram kıldı" (Bakara/173) Duyurulmuştur. Lâşe etini yemek zorunda kalan ancak Ölmeyecek kadar yer. Bu kadar yemesi mubah olur. Doyum noktasından fazla yediği haramdır. Günah işlemek üzere yolculuğa çıkan kimse, bu yolculuğunda lâşe yemek zorunda kalsa bile onu yeme hakkı yoktur. [127]
Muhalla'da şöyle deniyor:
Domuz eti, haram av, ölmüş hayvan eti, kan, yırtıcı kuş veya yırtıcı hayvan eti, böcek, içki veya başkaca Allah'ın yenilip içilmesini haram kıldığı bir şeyi yemek ve içmek haramdır. Ancak mecbur kalınca yenilip içilmesi helâl olur. Şu kadar ki insan eti ve yenildiğinde insanı öldüren (zehirli) şeylerin yenilip içilmesi mecbur kalınsa da helâl olmaz. Bu sayılanlardan birini yemek zorunda kalıp (bu durumda iken) bir müslümamn veya zımmînin yanında ye-yip içecek bir şey bulamazsa, doyuncaya değin haram olan şeyi yeyip içme hakkı vardır. Helâlini buluncaya kadar azık edinmesi de söz konusudur. Helâl yiyecek bulduğu zaman bu yiyeceklerde-ki (zorunluluktan kaynaklanan) helâllik, harama dönüşür. Nitekim kendisini bunları yemeye zorlayan mecburiyetin ortadan kalkması hâlinde de, kişi için durum aynıdır.
Haramdan yararlanmayı caiz kılan mecburiyetin sınırı şudur: Bir gün bir gece yeyip içecek (helâl) bir şey bulamayıp, devamlılığı halinde ölüme götürecek zayıflıktan korkmak veya (yolculuk halinde ise) arkadaşlarından kopmak ve işinden kalmaktır. İşte bu durumda açlık veya susuzluk sebebiyle kendisini ölümden kurtaracağı için haram olan şeyi yeyip içmek helâl olur. Çünkü bunları yasaklayan (Bakara/173) ayette "Yemek zorunda kalmanız müstesna..." buyurulmuştur.[128]
Bahr'uz-Zehhar isimli eserde şöyle denilmiştir:
Mecbur durumda kalan kimseye, haram olan şeylerin ölmeyecek kadardan fazlası helâl olmaz. Çünkü haramı bildiren ayette "...haddi aşmamak üzere" (Bakara/173) buyurulmuştur. [129]
Ravdat'ul-Behiyye isimli kitapta şöyle denmektedir:
Ölmüş hayvan eti ve şarap gibi haram olan bir şeyi yemek içmek; yeyip içmeme durumunda telef olmaya (ölüme) sebep olacaksa caiz hale gelir. Mecbur kalınmasına rağmen haramdır gerekçesiyle bunları yeyip içmemek, hastalığa veya var olan bir hastalığın artmasına, (yolculuk halinde ise) arkadaşlarından geride kalmasına sebep olacaksa, geri kaldığı takdirde ölme tehlikesi varsa haram olan şeyden yararlanması helâl olur. Ölü hayvan eti konusunda hükmün böyle olduğunda anlaşmazlık yoktur. Şaraba gelince, bir görüşe göre ne olursa olsun, şarabın içilmesi helâl olmaz. Başka haram bir madde şarabın yerini tutsa da tutmasada, hüküm aynıdır. Bir başka görüşe göre şarabın yerini tutacak (haram da olsa) başka bir maddenin bulunmaması durumunda şarabın içilmesi caizdir.
Haramdan yararlanma ancak hayatta kalmayı sağlayacak kadar olur. Doyum derecesinde yararlanmaya ihtiyaç yoksa, doyasıya yararlanmak caiz olmaz.[130]
Hilaf isimli eserde şöyle denmiştir:
Bu husustaki doğru hüküm şudur: Açlık, susuzluk veya tedavi amacıya şarap içme zorunda kalan kimseye şarap asla mubah olmaz. Zorunluluk halinde içmenin caiz olduğu rivayet edilmiştir. Şarabı yemek (maddesi gibi kullanmak) veya tedavi için içmek ise caiz olmaz. Mezhebimizde bu konuda icma (görüş birliği) vardır. İhtiyatlı davranmak da bunu gerektirir. Şarabın haram olduğu dinde zorunlu olarak bilinen bir şeydir. Onun bir yerde mübâh olması delile muhtaçtır. [131]
Şerâi'uî islâm isimli kitapta şöyle denmektedir:
(Helâl bir şey bulamayıp haramı da yemediği takdirde) ölmekten, hasta olmaktan veya hastalığın artmasından, yol arkadaşlarından geride kalmaktan -geride kaldığında ölüm tehlikesi bulunma kaydı ile- ve ölümüne sebep olacak derecede bineğine binemeyecek hale düşmekten korkan kimseye, içinde bulunduğu zorunlu durumu giderecek şeyleri yeyip içmesi helâl olur. Bu konuda farklı hükmü olan haram bir yiyecek ve içecek çeşidi yoktur. Ancak şarapta ihtilaf vardır. Yukarda sayılan durumlarda şarabın içilmesiy-le zorunluluğun giderilmesinin caiz olduğunu da, olmadığını da söyleyenler vardır. Fakat doğrusu caiz olmasıdır.
Helâl olan miktar, hayatta kalmayı sağlayacak kadardır. Daha fazlası haramdır. Çünkü maksat canı korumaktır. Canı korumak için haramdan yararlanmak farz olur mu? Bu sorunun cevabı evetdir ve doğrusu budur. Ancak ölmekten korkan birinin haramdan zevk için yararlanması caiz değildir.[132]
A'mâ kelimesinin aslı kaplamak ve örtmek demektir. Bu asıl manadan hareketle görme duyusu gözlerinden giden kişiye a'mâ denmiştir Fiil çekimi amiye, ye'ma, amyen'dir. Bu çekim, radıye fiilinin çekimi gibidir. Erkeğe a'mâ, kadına amyâ denir. Tek gözdeki görmezliğe a'mâ denmez. İki gözün de görmemesi durumunda "gözlen a'mâ oldu" denir[133]
Bir görüşe göre a'mâ kelimesi sapıklık anlamına gelen el-a'mâü kökünden alınmıştır. Bilindiği üzere a'mâhk görme özelliğim kaybetmekti). A'mâ kimse yola girdiği zaman, ayakları nereye götürürse oraya gider, gittiği yeri bileme/ Bu manayı ifade etmek üzere bir hadiste şöyle buyurulmuştui:
İki a'mâdan Allah'a sığınınız; sel ve yansın!
Bu iki olaya a'mâ denmesinin sebebi şudur: başına bu olaylardan biri gelen kimse hayret içinde kalır (ve kör gibi olur). Ve bu iki olay, girdiği yolda nereye gittiğini bilmeyen kör kişi gibi bir şey gözetip tanımaz durumda olur.
Umyâ a'mâ kelimesinin müennesi (dişilli)dir. [134]
Kendisi ile taharet yapılan su ile ilgili hükümlerde a'mâ, gören kimse gibidir. Bu konudaki kavillerden meşhur olanı budur. Ancak (suyu bulmak veya temizini temiz olmayandan ayırmak için) araştırma yapmak konusunda a'mânın gören kimse gibi olup olmadığında ihtilaf vardır. Bu konuda iki görüş vardır. Bunlar Zahire isimli kitapta zikredilmektedir. Buna göre a'mânın (bu konuda) çalışma yapmayı gerçekleştiremeyeceği ifade edilmiştir.
Temizlik için (gereken) suyu arayıp bulmak için yapılacak araştırma hususunda a'mâ da gören kimse gibidir. Çünkü koku, tat alma, işitme ve dokunma duyulan ile maksadına ulaşması mümkündür. Evet, a'mâ bu duyularını da kaybederse, o zaman her hangi bir şey yapması imkansızlaşır.
Bir başka kavle göre a'mâ temizlik için su arama çalışması yapmaz. Zira bu işin temeli görmedir, ki o, bu özelliği yitirmiş kimsedir. A'mâ bu durumda kendisi bir araştırma yapmaz, başkasının sözüne uyar ve ona göre hareket eder.
A'mâ şaşırırsa bir görene veya kendisinden daha güçlü bir a'mâ-ya uyar. Uyacak birini bulamazsa veya bulduğu kimse de kesin karar veremezse, teyemmüm eder. A'mâ bir kimse su ile kokusu olmayan bir idrar arasında şüpheye düşerse sahih olan kavle göre, hangisinin su olduğu hususunda bir araştırmaya girişmez. Çünkü böyle bir araştırma sonunda idrarın temiz olduğu kanaatına varması mümkündür. Bu meselede a'mâ ile gören aynıdır. İkinci bir kavle göre sanki iki sudan birini tercih etmek için araştırma yapıyormuş gibi çalışma yapar.
Haşiyet'ul-Büceyremi'de şöyle denmektedir:
A'mânın kapları(n hangisinde temiz su olduğunu) araştırmak için araştırma yapması caizdir. Çünkü o dokunma, koku ve tatma yollan ile hangisinin temiz olduğunu anlar.
A'mâ su ve idrar bulunan iki kaptan hangisinin su olduğunda şüpheye düşerse birinin kendisine vereceği bilgiye uyması gerekir. Velev ki bu kişi kendisinden daha iyi anlayan bir a'mâ olsun. Danışacağı kişi ücret istese bile (ücretini ödeyerek) onun bilgisine başvurması gerekir. Tabii bu ücrete gücü yetmesi lazımdır. Ancak bu ücret taharet için gereken suyun ücretinden çok olmamalıdır. A'mânın danıştığı kişiye suyun ve kabın temiz olup olmadığını araştırmak farz olur. Bu kimse araştırma işini karşılıksız yapmaya razı olmazsa ücret gerekli olur.
Suyûti'nin Eşbâh ve'n-Nezâir'inde şöyle denmektedir:
A'mânın kapları(n temiz olanını belirlemek için) araştırma yapması hususunda iki kavil vardır. Bunlardan makbul olanı araştırma yapmasıdır. Çünkü a'mâ koklama ve dokunma yolu ile belirtileri bilebilir. Kaplardaki eğri şekiller, kabın kapağının kımıldaması gibi hususlar a'mâya bilgi verir.
İkinci kavle göre araştırma yapması gerekmez. Çünkü araştırma yapılan şey hakkında bir zan hasıl olması hususunda görmenin etkisi vardır. A'mâ ise göremediğinden doğru sonuca ulaşmakta zorlanır. Fakat namaz vakitleri konusunda a'mâ namaz vakti olup olmadığını araştırmakla, bir başkasına uymak arasında serbesttir. Kaplar konusunda başkasına uyması caiz değildir. İkisi arasındaki fark şudur: günde beş vakit olduğundan namaz vakitlerini araştırmak, bir a'mâ için son derece güçtür. Kaplar böyle değildir. Kaplar konusunda şaşkınlığa düşerse başkasına uyabilir. Gözleri gören bir kimse ise kaplar konusunda şaşırırsa başkasına uyamaz, teyemmüm eder. A'mâ için giysilerin temizini pisinden ayırması hususunda aynen kaplarda olduğu gibi iki kavil olduğu Kifâye'dt zikredilmiştir.[135]
Mecmu'da şöyle denmiştir:
Bir kavle göre a'mâ kimse kaplarda ve elbiselerde temizi pisten ayırmak için bir araştırma yapmaz. [136]
Muğni isimli kitapta şu bilgiler yer almaktadır:
Bir kimseye "Şu kaptan köpek (su) içti" diye haber verilse bu haberi kabul edip ona göre davranması gerekir. Haberi veren a'mâ bile olsa durum aynıdır. Çünkü a'mâ haber ve duyu yoluyla bilgiye ulaşmış olabilir.
Bir kişiye "Köpek bu kabı yaladı, ama şu kabı yalamadı" diye bir haber verilse, bir başka kimse de gelip "Hayır! Birinci kabı yalamadı, ikinci kabı yaladı" diye birinci habere zıt bir haber verse haberi getirenlerden her birinin "yaladı" haberi kabul edilerek kaplardan her ikisin(i de kullanmaktan kaçınmak gerekir. "Yalamadı" haberi kabul edilemez. Çünkü haber getirenlerden her biri diğerine gizli kalan şeyleri biliyor olabilir. Şu kadar ki haberlerde vakit belirlenmiş ve bir köpekten söz edilmişse vakit belirlemeden dolayı haberler çelişik olacağından dikkate alınmazlar. Bu durumda kapların ikisini de kullanmak mubah olur.
İki haberciden biri "Köpek şu kaptan içti" dese, diğeri "hayır içmedi" dese "içti" diyenin haberi öncelikle kabul edilir. Ancak köpeğin içmesi gerçekleşmemiş ise diğeri kabul edilir. Haberi verenlerden biri a'mâ olup duyusuna dayanarak haber veriyorsa, görenin haberine öncelik verilir. Çünkü o (diğerinden) daha iyi bilir. [137]
Hilaf isindi kitapta şöyle denmiştir:
Gözleri görmeyen bir kimsenin iki kabı olup, kaplardan birine necaset (pislik) düşse, kaplardan hangisinin temiz, hangisinin pis olduğunda şüpheye düşüldüğü takdirde, bu kimseye her iki kaptaki suyu dökmesi vacib olur ve teyemmüm eder. Çünkü bu durumda gözü gören kimseye kabın hangisinin temiz olduğunu sorması caiz olmaz. Zira a'mâ ile görenin bu konudaki hükmü aynıdır.[138]
İbn Abidin Haşiyesi'nde şu bilgiler yer almaktadır:
A'mâ bir kimse kıblenin ne tarafta olduğunu bilmiyorsa, (kıbleyi bulmak için) caminin duvarlarına dokun(arak kıbleyi araştırma)sı gerekmez. A'mâ bir kimse kıbleden başka tarafa dönerek (bir namaza başlayıp) bir rekatını kılsa, bu arada bir adam gelip onu kıbleye döndürüp ona uysa şayet namaza başlarken (kıbleyi) soracak kimse bulup da sormadıysa kendisinin de, ona uyanın da namazları olmaz. Aksi halde a'mânın namazı bozulur. Çünkü uyan kişiye göre imamı namazını bozuk (bir temel) üzerine, yani kıbleye tam dönmemiş olarak kıldığı birinci rekat üzerine bina etmiştir.
Bu meselenin ifade ettiği anlam şudur:
A'mâ kıbleyi soracak kimse bulamıyorsa, kıbleyi araması lazım gelmez. Eğer kıbleyi sorma imkanı olmasına rağmen sormadan namaza durursa, kıbleye yönelmişse namazı caiz olur. Kıbleye dönmeden namazını kılmış ise (sorma imkanını terk ettiği için) namazı bozulur. [139]
Fetâvayı Hi/uliyye'dc şöyle denmiştir:
Gözleri görmeyen bir kadın kendisini kıbleye döndürecek birisini bulamazsa, vakit daraiıp soracak birisini de bulamamış ise (kendi imkanları ile kıbleyi) arar ve (kanaatine göre) namazı kılar.[140]
Hâşiyet'ud'Dusükî'dc şöyle denmektedir:
A'mâ bir kimse namazda iken kıbleye dönmekte hata ettiğini anlasa, namaz içerisinde iken kıbleye yönelir ve namazını tamamlar. Namaz bittikten sonra hata ettiği ortaya çıkarsa namazını yeniden kılmaz. [141]
Yine aynı eserde şöyle deniyor:
Kıblenin hangi yönde bulunduğunu delilleri ile bilen kimse, bekasını taklit edip ona uyamaz. Çünkü kıblenin hangi yönde oMu-ğunu bilmek taklide engeldir. Kıblenin nerede olduğunu delillere dayanarak öğrenmek için gerekli araştırmayı yapmak farzdır. Kıbleyi bu derecede bilen kimse bulunduğu yerdeki mihraba da uy maz. Ancak, mihrap daha önce âlimler tarafından yerleştirildicı bilinen bir şehirde bulunuyorsa, bu uyutabilir. Bu İniktim
kıbleyi araştıranın gözü görün araştırma yapacak durumda olan a'mâ için de durum böyledir. A'mâ olan kimsenin de taklit etmesi caiz olmayan yerde kendisini kıbleye ulaştıracak delilleri araştırması gerekir. [142]
Mevâhib'ıtl'Celil'de şöyle denmektedir:
Gücü yetmeyen a'mâ kible yönünü belirlemekte kıble konusunda bilgisi olan mükellef birini taklit edebilir. Çünkü a'mâ bu konudaki gerekli çalışmaları yapacak biri değildir. [143]
Nevevî'nin Mecmu'unda. şöyle denmektedir:
Mezhebimizin âlimleri şöyle dediler: A'mâ dokunarak mihrap olduğunu anladığı takdirde dokunarak kıblesini belirler. Şu kadar ki gören kimsenin tesbit edeceği derecede güvenli olmalıdır. Gören kimse de karanlıkta böyle hareket eder. A'mâ ile ilgili bu hükmün şöyle bir açıklaması vardır: A'mâ ancak görme duyusunu kaybetmezden önce gördüğü bir mihraba itimat eder. Eğer a'mâya birden çok yer mihrap gibi gelirse eliyle dokunarak araştırır. Bulursa ne a'la bulamazsa kendisine haber verecek birini bulana kadar bekler. Şayet namaz vaktinin geçmesinden korkarsa olduğu durumda namazını kılar. (Daha sonra kıblenin yanlış olduğu ortaya çıkarsa) namazı iade etmek farz olur.[144]
Gene aynı kitapta: "A'mâ kıbleyi aramaya çalışmaz" ifadesi vardır. [145]
İbn Kudâme'nin Muğni'sinde, şöyle denmektedir:
A'mâ yolculuk hali olmaksızın, birisi kendisine kıbleyi göstermeksizin bir tarafa dönüp namazını kılar da kıbleyi tayinde hata ederse namazını yeniden kılar. Çünkü o gayret etseydi mihrapları kontrol ederek veya bu konuda haber alarak bilgi sahibi olabilirdi. Zira a'mâ mihraba dokunarak mescidin kapısının kuzeye veya bir başka yöne baktığından hareketle kıbleyi belirleyebilir. A'mâ kıble konusunda hata ettiği zaman namazını yenilemesi gerekir. Mukallid[146] de bu konuda a'mâ gibidir.
A'mâ veya mukallid kimse yolculuk halinde olup, haber verecek veya kıbleyi belirleyerek birisini bulamazsa Harki'nin sözü gösteriyor ki kıbleyi doğru olarak bulsa da kıble konusunda hata etse de namazını iade eder. Kıble konusunda delile dayanarak hareket etmediği için iade gerekli olmuştur. Kıldığı bu namazda kıbleye isabet etmiş de olsa kıbleyi bulmak için gayret sarfetmeyen müctehid gibi olmuştur.
Ebubekir der ki:
A'mâ bulunduğu duruma göre yani kıble konusundaki kanaatine göre namazını kılar. Namazı iade etmesi konusunda iki rivayet vardır. Birincisi yukarda söylenen gerekçeye göre iade etmesidir. Diğer rivayete göre iade gerekmez. Çünkü elinden geleni yapmıştır. Bu hâli ile müctehide benzer. Ve çünkü yaptığından başkasını yapmaktan acizdir. Dolayısıyla diğer aciz olanlardan düştüğü gibi ondan da kıbleye yönelme şartı düşer. Ve çünkü bu durumdaki a'mâ delil bulamamıştır, bulutlu günde veya hapsedilmiş durumda olup kıbleyi araştıran kimseye benzemiştir.
İbn Hamid: "Hata etmiş ise iade eder. Doğru olarak kıbleyi bulmuş ise yukarıdaki iki rivayet söz konusudur" der.[147]
Muğni'dz şöyle denmiştir:
Kıble konusunda araştırma yapan iki kişi farklı şeyler söyleseler, beraberlerinde bir de a'mâ bulunsa, a'mâ kendince en güvenilir olana uyar. Çünkü o kişi a'mâya göre en iyi bilen ve sözü en doğru olan ve en iyi arayandır. [148]
Kıble konusunda müctehid dini konularda bilgisiz de olsa delilleri ile kıble konusunu bilen kimse demektir. Çünkü bir şeyi delilleri ile bilen kimse o şey hakkında ictihad yapanlardan sayılır. Velev ki başka konuları bilmesin. Çünkü bu kişi kıbleyi delile dayanarak tesbit etmektedir. O bu hususta fıkıh bilgini gibidir. Eğer fıkıh bilgini kıble yönünü delilleriyle bilmiyorsa veya gözü görmüyorsa mukallid (başkasına uyan)dır. Velev ki başka şeyleri bilmiş olsun. [149]
A'mâ kimsenin kıble yönünü bulmaya gücü yettiği halde kıbleyi aramayı bilerek veya unutarak terketmesi halinde, o namazı tekrar kılması gerekir. Şu da var ki, kasıtlı araştırma yapmaması durumunda o namazı vakti çıkmadan yeniden kılar. Unutarak araştırmayı bı-rakmışsa namazı daha sonraki bir zamanda iade edebilir. Eğer a'mâ için kıbleyi bulma ile ilgili deliller gizli kalırsa -çünkü a'mânın delili yoktur- ne tarafa dönmesi mümkün olursa, o tarafa yönelerek namazını kılar.[150]
Kabe'yi gözü ile göremeyen veya a'mâ olduğu için Kabe'yi görme imkanı bulunmayan kimseye bizzat Kabe'nin kendisine dönmek değil, araştırma yaparak Kabe yönüne dönmesi farz olur. [151]
A'mâ başkasının sözüne göre bir yöne dönüp namazını kılsa, namaz kılmakta iken gözü görmeye başlasa, kendisine gösterilen kıble doğru ise, namazını tamamlar. Yönün doğru olduğu bilgisi kendisinde hâsıl olmamış ve kıbleyi arama ihtiyacı doğmuş ise namazını yeniden kılar. Mezhepteki tercih edilen görüşe göre bu durumdaki kimse namazını kılmakta iken kıbleyi araştırır ve namazın tamamlar.
Namazda imama uyan kimse karanlık veya a'mâ olmak gibi sebeplerden dolayı imamına aykırı bir yöne dönmüş ise, vakit çıkmadan namazım yeniden kılar. Bu hüküm imama aykırı olarak dönülen yönde hata olduğundan emin olunca söz konusudur. [152]
Ravdat'ul-Behiyye'de şöyle denmektedir:
Kıbleye yönelmek namazın şartlarındandır. Bu yönelme, görene göre bizzat Kabe'ye veya Kabe hükmünde olan yeredir.
Bizzat Kabe'yi gören kimse Kabe binasına büyük bir güçlük olmaksızın yönelebilen kimsedir. Kabe'nin yönü, Kabe'nin bulunduğu ihtimali olan cihettir. Kabe'yi görmeyen veya a'mâ olan kimse Kabe'nin bulunduğu yöne delillere göre hareket ederek dönünce kesin olarak Kabe istikametinden çıkmamış sayılır.[153]
El-îzah isimli kitapta şunları görüyoruz:
A'mâ kimseden kıbleye yönelme farzı düşer. Alimler kıbleye dönme farzını düşüren özellikler arasında a'mâ olmayı da saymışlardır. İlim adamlarının bildirdiğine göre a'mâ kimse kendisine yol gösterecek, güvenilir birisini bulamazsa, -gördüğü halde karanlıkta bulunan kimse de aynı durumdadır- veya kıbleyi gösteren belirtiler kaybolursa, veya kıbleyi bildiren emarelerin bilinmediği bir yerde bulunursa (gücü yettiğince) kıbleyi araştırır ve namazını kılar. Gözleri görmeyen göreni, cahil kimse bilgili olanı taklit eder (ona uyar). [154]
Kıble konusunda şaşkın duruma düşen kimse, kıbleyi bulmaya gayret eder ve namazını kılar.
Son cümle şu şekilde yorumlanmıştır: "A'mâya farz olan takliddir. O, kıblenin yönünü delilleriyle bilen mükellef bir müslümana uyar. Eğer uyacak birini bulamazsa, kıble yönünü bulmak üzere gayret eder ve dört yöne yönelerek dört defa namaz kılar. En iyi bilen Allah'tır. [155]
Vaktin girdiği hususunda bir şüphe yok ise a'mâ da gören kimse gibidir. Çünkü a'mâ da namaz vakitlerini gösteren ders, evrâd, bir takım işler ve benzeri hususlarda gören kimse gibidir.
A'mânın namaz vakti hususunda araştırma yapması kendisine "şafağın attığını gördüm," "şafağın battığını gördüm" gibi sözlü olarak gördüğünü haber veren güvenilir bir kimsenin haber vermemesi durumunda gerekli olur. Kendisine böyle haber verilmesi durumunda a'mânın namaz vaktini araştırması caiz olmaz.
Vakti haber vereni duyan güvenilir birinin a'mâya haber vermesi durumunda da hüküm böyledir. A'mâya haber verilen bir içtihadı a'mânın taklid etmesi caizdir. İçtihadın (namaz vaktini belirlemek için araştırmanın) farz olduğu bir durumda gerekli araştırmayı yapmadan namazını kılarsa, kıldığı namaz vakit içerisinde kılınmış bile olsa yeniden kılınması gerekir. Çünkü farz olan araştırmayı yapmamakla hatalı davranılmıştır.[156]
Eşbâh ven-Nezâir isimli eserde şöyle denmektedir:
A'mânın namaz vakitlerini belirlemesi gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü namaz vakitlerinin girdiğini anlatan zikirler, virdler ve benzerleridir. Bunları yapmakta ise gören ve a'mâ müşterektir. [157]
Muğni'de şöyle denmiştir:
A'mâ namaz vaktinin girdiğinden şüphe ederse vaktin girdiğinden emin oluncaya veya kanaati bu yönde ağır basıncaya kadar namazı kılmaz. Güvenilir bir kimse bilgiye dayanarak a'mâya vaktin girdiğini haber verirse onunla amel eder. Fakat birisi vaktin girip girmediğini araştırarak haber verirse ona uymaz. (Bunun yerine) kendisi araştırır, vaktin girdiğine dair kanaati ağır basarsa namazını kılar. Gözü gören, a'mâ olan ve delillere ulaşmaya gücü yeten (namaz vakitlerini belirleme konusunda) eşittir. Çünkü bunların hepsi zamanın geçtiğini takdir etme imkânında eşittirler.[158]
A'mânın okuduğu ezan kerahetsiz caizdir. Çünkü a'mânın dini konularda sözü kabul edilir. Okuduğu ezan da (vaktin girdiğini bildirmek bakımından) bağlayıcı olur. A'mânın ezanı ile vaktin girdiğini duyurma gerçekleşmiş olur. [159]
A'mânın ezam caizdir. [160] Haşiyet'ud-Düsâkî'de şöyle denmiştir:
A'mâ okuduğu ezanda bir başkasına bağlı ise veya vaktin girdiği hususunda güvenilir bir kimseye uymuş ise ezanı caizdir. [161]
A'mânın devamlı müezzinlik yapması mekruhtur. Ancak beraberinde gören biri olursa, Bilal-i Habeşi ile birlikte Abdullah b. Ümmü Mektum'un müezzin olduğu gibi (kerahetsiz caiz olur. [162]
Eşbah ve'n-Nezâir'de şöyle denmektedir:
A'mânın tek başına devamlı müezzinlik yapması mekruhtur. Hava açık veya kapalı iken vakti bilen müezzinin sesine itimat edilir mi? Bu sorunun birden fazla cevabı vardır:
1. Gözü görenin itimat etmesi caizdir.
2. A'mânın da itimadı caizdir.
3. A'mânın itimadı caiz, göreninki caiz değildir.
4. Hava açık da olsa, kapalı da olsa a'mânın itimat etmesi caizdir.
5. Görenin, hava açık iken itimat etmesi caiz-, kapalı iken caiz değildir. Çünkü gören kimseye (namaz vaktinin girip girmediği hususunda) farz olan, vakti araştırmaktır. Kapalı havada müezzin de (vakti) arama durumundadır. Kendisine namaz vaktini araştırmak farz olan cemaat hava kapalı da olsa müezzini taklid etmez. Bu görüşü Râfiî sahih görmüştür.[163]
Mecmu'da şöyle denmiştir:
Hava açık da olsa, kapalı da olsa a'mâ kimsenin güvenilir ve vakitleri bilen müezzine itimat etmesi caizdir. [164]
Zahirî mezhebinde a'mânın müezzinliğini caiz gören ifadeler vardır. Çünkü onlar şu hadisi delil olarak göstermektedirler:
Bilâl ezan okuduğu vakit (zaman Ramazan ise ve vakit de seher vakti ise) yeyip içiniz. Tâ İbn Ümmü Mektum ezan okuyuncaya kadar.
Bilindiği üzere İbn Ümmü Mektûm a'mâ idi. [165]
Şevkâni'nin Neyl'ül-Evtâr'mâa "İbn Ümmü Mektum ezanı okuyuncaya kadar yeyiniz, içiniz" hadisine yer verildikten sonra şöyle denmektedir:
Hadis, a'mânın ezanının caiz olduğunu göstermektedir. İbn Abd'ü-Berrderki:
İlim erbabına göre a'mâ müezzinin yanında, kendisine vakitleri bildiren birisi daha olursa hüküm böyledir.
İbn Mes'ud ve İbn Zübeyr'den a'mânın ezan okumasının mekruh olduğu, İbn Abbas'tan da kamet getirmesinin mekruh olduğu nakledilmiştir.[166]
Müezzinin gözü gören ve namaz vakitlerini bilen bir kimse olması müstehabtır. [167]
el-îzâh isimli kitapta şöyle denmiştir:
Namazı sahih olan herkesin, ezanı da sahihtir. Ancak kadın bunun dışındadır. [168]
Bu ifadeden a'mânın ezan okumasının caiz olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü a'mâ namazı sahih olan bir kimsedir.
Kendisini, götürecek birini bulsa dahi a'mâya namazı cemaatle kılmak vacib değildir. [169]
Mecmu'da şu hadise yer verilmiştir:
Hz. Peygamber'e a'mâ bir adam gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Beni mescide götürecek birisi yok" diyerek mescide gelmeyip namazı evde kılmak için ruhsat istedi. Peygamber ona bu izni verdi. Adam oradan ayrılınca Rasûlullah onu çağırdı ve sordu: "Namaz için yapılan çağırıyı (ezanı) duyuyormusun?" Adam: evet deyince, Hz. Peygamber: "Öyle ise bu çağrıya rağbet et (mescide gel)!" buyurdu.[170]
Nevevî daha sonra cemaate gelmemeyi mazur kılan özürleri yağmur, çamur, karanlık gecede şiddetli rüzgar olarak saymış, bu mazaret-ler arasında gözü görmemeye yer vermemiştir. [171]
İbn Hazm, Muhalla isimli eserinde, yukarda geçen hadise yer verdikten sonra şöyle diyor:
Bundan anlaşılıyor ki ezanı işiten a'mânın mescide gelmesi gerekir. [172]
Şevkâni Neyl'ul-Evtâr'mda Müslim ve Nesâi'nin rivayet ettiği şu hadise yer veriyor:
A'mâ bir adam Hz. Peygamber'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Beni camiye götürecek birisi yok" dedi ve namazını evde kılmak üzere izin verilmesini istedi. Hz. Peygamber ona bu hususta müsade verdi. Adam giderken onu çağırdı ve "Ezanı işitiyormusun?" diye sordu. Adam Evet deyince: "Öyle ise (ezanın davetine) icâebt et (camiye gel)!" buyurdu. [173]
Şevkâni bundan sonra Ahmed b. Hanbel, Ebu Dâvud ve İbn Mâ-ce'nin rivayet ettiği şu hadise yer veriyor:
Amr b. Ümmü Mektûm şöyle diyor: Hz. Peygamber'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Benim gözlerim görmez, evim uzaktır. Beni (sağa sola) götüren biri var ama, bana uygun biri değil. Namazı evimde kılmama müsaade edermisiniz?" dedi. Hz. Peygamber ona: "Ezanı işitiyormusun?" diye sordu. O: Evet deyince: "Senin için ruhsat bulamıyorum" buyurdu.
Şevkâni (hadisi zikrettikten sonra) şöyle der:
İlk başta müsade etmesi Peygamberin içtihadı idi. Ezana icabet etme emri ise Allah'ın vahyi ile olmuştur. Cemaate gelmeme müsaadesi genel (mutlak) iken, ezanı işitmemek kaydına bağlandığı söylenmiştir.
Bir başka kavilde camiye gelmemek müsadesi nezarete bağlı, gelmek emri de mendubluk içindir. Buna göre sanki Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Senin için en faziletlisi (ezan okununca) camiye gelip ezana icabet etmendir. Öyle ise ezan okununca camiye gel.
Şevkâni daha sonra (cemaatle namaz kılmak için) mescide gitmenin, müslümanlarm görüş birliği ile mazeret bulunduğu zaman düştüğünü bildirmiştir. Bu özürlerden biri a'mâ kimsenin kendisini camiye götürecek birini bulamamasıdır. Çünkü İbn Mâce, İbn Hibban, Hâkim ve Dârekutnî'nin Abdullah b. Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ezanı duyup da mazereti olmadığı halde camiye namaz kılmaya gelmeyenin namazı yoktur.[174]
Izâh isimli kitapta şöyle denmektedir:
Abdullah b. Ümmü Mektum'un hadisinde bildirildiğine göre Hz. Peygamber ona "Ezanı işitiyor musun?" diye sormuş, o evet deyince: "Öyle ise (ezana) icabet et!" buyurmuştur. Bu hadis işitene ezana icabet etmenin vacib olduğunu göstermektedir.
Şemmâhi bundan sonra şu yorumu yapmaktadır:
Bu görüşü de Hz. Peygamber'in şu hadisi desteklemektedir: (Ezan okunduğunda) mazareti olmaksızın namaza gelmeyenin namazı yoktur.
Mazaretin ne olduğu sorusuna ise Allah'ın Rasûlü "Korku veya hastalıktır" cevabını vermiştir.
Bana göre bu, insanların çoğunun müslüman ve sâlih olduğu zamana göredir. O zamanın yöneticileri iyiliği emreder, kötülüğü yasaklardı. Bunu açıktan açığa yapar, Allah yolunda ayıplayanın ayıplamasından korkmazlardı. Böyle bir zamanda müslümana toplumdan ayrılması, cemaatten uzaklaşması yaraşmaz. Çünkü o zaman müslümanlar birlik halinde idiler. İçlerinde günahkâr olanlar bulunsa da öyleleri ezik ve perişan vaziyette idi.
Fakat daha sonra insanlar dini konularda ayrılığa düşmüş, kötülükler ortaya çıkmış, kötü kimseler iş başına gelmiş, kendisini düzelte-meyen kimseler işlere karışmaya başlamış, haram yiyen ve hediyeler alan kimseler vazifelere tayin edilmiş, şerlilere öncelik tanınıp hayırlı kimseler geri bırakılmıştır; böyle bir zamanda müslüman için (cemaate çıkma şöyle dursun) yapacağı en iyi şey gizlenmektir.[175]
Haşiyetu Ibn Âbidin isimli eserde şöyle denmiştir:
Halkın en bilgilisi olmadıkça, a'mânın imamlık yapması mekruhtur. [176]
Feth'ul-Kadir eserde şöyle deniyor:
A'mânın imamlığa geçirilmesi mekruhtur. Çünkü o necaset (pislikken sakınamaz. [177]
Haşiyet'ud-Dusukî isimli eserde şu bilgileri görmekteyiz:
A'mâ imama uymak tercih edilmemekle beraber caizdir. Çünkü gözü gören ve a'mâ olan iki kişi faziletli olmakta eşit iseler bunlardan görenin imam olması daha faziletlidir. Çünkü gözü gören pisliklerden daha iyi korunur. Mezhepte itimad edilen görüş budur. Bir başka kavle göre görenle a'mâ olan iki kişiden a'mâ olanın imamlığı daha faziletlidir. Çünkü o (gözü görmediği için gönlü) meşguliyetlerden uzak olduğundan daha çok husulüdür. Bir diğer kavle göre a'mâ ile görenin imamlığı eşittir.[178]
Şerh'us-Sağir'in ifadesi şöyledir:
Evla olana aykırı olmakla birlikte a'mânın imam olması caizdir.
Bu ifadeden sonra diğer kavil zikredilmiş ve "İtimat edilen görüş a'mânın imamlığının evlâ olmasıdır" denmiştir. [179]Mevâhib'ul-Celil isimli eserde şunları görmekteyiz: A'mânın ezanı ve imamlığı caizdir.
El-Ümm'ün ifadesi şöyledir: İmam Mâlik a'mânın müezzinlik ve imamlık yapmasını mekruh görmezdi. [180]
İmam Mâlik'e göre a'mânın sürekli imam olmasında bir sakınca yoktur. Çünkü görme duyusunun namazın ne farzı, ne sünneti ne de fazileti ile bir ilgisi vardır.
Mecmu'da şöyle denmektedir:
Gören ile a'mâ kimse arasında -imamlık yapma konusunda- hiçbir fark yoktur. Çünkü a'mâ kendisini oyalayacak şeyleri görmediği için bir fazilete sahiptir. Gören de necasetten iyi korunduğu için bir fazilete sahiptir.
Ebu İshak Mervezi diyor ki: "Bana göre a'mâ da, gören de evlâdır. A'mâ evladır, çünkü o namazı bozacak şeylere bakmaz. Gören evlâdır, çünkü o namazı bozacak necaset (pislik)lerden kaçınır."
Nevevî Mühezzeb üzerine yazdığı şerhinde diyor ki: "Meselenin üç şıkkı vardır:
1. A'mâ imamlık için evlâdır.
2. Gören kişi imamlık için evlâdır.
3. İkisi de eşittir.
Nevevî bunları kaydettikten sonra şöyle diyor: "Sahih olan görenle a'mânın eşit olmasıdır. Nitekim îmam Şafiî de böyle söylemiştir. Ebu Hamid ve diğerleri de bu görüşün kesinliğini ifade etmişlerdir. Mezhebin fıkıh bilginleri a'mâ kimsenin görenlere imamlık yapmasında kerahat olmadığında ittifak etmişlerdir.[181]
Ei-Ümm isimli kitapta şu bilgiler bulunmaktadır:
İmam Şafiî'nin rivayet ettiğine göre Utban b. Mâlik kavmine imamlık yapardı ve o a'mâ idi.
İmam Şafiî diyor ki: "Pek çok âlimden işittim ki Hz. Peygamber İbn Ümmü Mektum'u gaza için sefere çıktığında çok kere namaz kıldırmak üzere vekil bırakırdı. Halbuki o a'mâ idi. Ben a'mânın imam olmasından hoşlanırım. A'mâ kıblesi doğru olduktan sonra gözü kendisini oyalayacak bir şeye bakmaz. Sağlıklı olsun, a'mâ olsun imam olup namazları kıldıran kimsenin namazı geçerlidir.
"A'mânın imamlığını sağlıklı olana tercih etmem. Çünkü Hz. Peygamber'in imam olarak tayin ettiği kimselerin çoğunun gözü görürdü. (Gözleri) gören kimsenin imamlığını da a'mâya tercih etmem. Çünkü Hz. Peygamber'in imamlık yapmasını emrettiği kimselerin arasında a'mâ kimseler de vardı.[182]
El-Eşbâh ve'n-Nezâir'dt şöyle denmiştir: A'mânın imamlığında üç şık vardır:
a. A'mânın imamlığı evlâ (daha iyi)dir. Çünkü a'mâ daha huşulu olur.
b. Gözü görenin imamlığı evlâdır. Çünkü o necaset (pislik)ten daha iyi korunur.
c. Sahih olan, her ikisinin eşit olmasıdır. [183]
d. Hanbelî Mezhebi: Muğni'de şöyle denmiştir:
A'mânın imam olması caizdir. Onun imamlığının sahih olmasında görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Ancak Enes'den aktarılan bir rivayet vardır. Doğrusu Abdullah b. Abbas a'mâ olduğu halde imam olmuştur. Utban b. Mâlik, Katâde ve Câbir de a'mâ oldukları halde imamlık yapmışlardır.
Ebu'l-Hattab der ki: (İmamlık için) gözü gören a'mâdan daha evlâdır. Çünkü o bilerek kıbleye yönelir ve pisliklerden iyi korunur.
Kâdi der ki: Onlar eşittir. Çünkü a'mâ daha huşûlu olur. Zira bakarak kendisini oyalayacak şeylerle (gönlü) meşgul olmaz. A'mânın bu özelliği, gözü görenin üstünlüğüne karşılık olur. Böylece eşit hâle gelirler.
Birincisi daha sahihtir. Çünkü gözü gören kimse (namaz kılarken) gözünü yumarsa mekruh olur. Eğer gözün görmemesi fazilet olsaydı, (namazda) gözü yummak müstehab olurdu. Gözü gören kimse gözünü kapamakla a'mâ gibi olur. (Şayet gözün görmemesi fazilet olsa) gözü gören kimsenin gözünü kapamakla sevap kazanması gerekir. Zira gözü gören kimse görmeme işini iradesini kullanarak yapar. Sonuç olarak a'mâ gözü görenden daha aşağı durumda ve daha az faziletlidir.[184]
Muhallâ'da. şu bilgiler bulunuyor:
A'mâ ile gören, hadım ile hadım olmayan, köle ile hür, zinadan doğma ile Kureyşli bir kimse namazda imam olma bakımından eşittir. Bunlardan her birinin devamlı imam olması caizdir. Bunlardan birinin diğerine karşı okumada, fıkıh bilgisinde, hayırda ve yaşta kıdemli olmanın dışında üstünlüğü yoktur. [185]
Gene Muhallâ'da. şu bilgileri görmekteyiz:
Süfyan Sevri'nin Hammad b. Ebi Süleyman'dan naklettiğine göre Hammad şöyle demiştir: "İbrahim'e veled-i zina, bedevi, köle ve a'mâ imam olur mu?" diye sordum. O şöyle dedi: "Evet, namazı dosdoğru kıldırırlarsa imam olurlar. [186]
Şevkâni a'mânın imamlığının caiz olduğunu kitabında zikretmiş, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud'un rivayet ettiği Hz. Enes hadisine yer vermiştir. Bu hadiste ifade edildiği üzere Rasûlullah a'mâ olduğu halde İbn Ümmü Mektum'u iki defa yerine vekil bırakmış ve bu zât insanlara namaz kıldırmıştır. Şevkâni ayrıca Buharî ve Nesâi'nin rivayet ettiği hadise de yer vermiştir ki bu hadiste Utban b. Mâlik'in a'mâ olduğu halde halkına imam olup namaz kıldırdığı bildirilmektedir. Öte yandan Hz. Peygamber zamanında a'mâ olduğu halde imam olup kavmi olan Hatme oğullarına namaz kıldıran Abdullah b. Ömer el-Hatmi'nin de haberine yer verilmiştir. [187]
Ravdat'ul-Behiyye isimli eserde şu bilgiler bulunmaktadır: Alacalı, cüzzamlı ve a'mânın kendileri gibi olmayan kimselere imamlık yapması mekruhtur. Çünkü bu konudaki yasakların hepsi mekruh olarak yorumlanmıştır.[188]
Şerh'un-Neyl'de şöyle denmektedir: "Gözü gören kimse, a'mâ olana göre imam olmak için daha evlâdır."
Gene aynı kaynakta şu bilgileri görmekteyiz: İmamın Kur'an'ı en iyi okuyan, sünneti en iyi bilen, günahlardan en çok sakınan, yaşça en büyük olan ve İslâm'a en Önce giren kimse olması mendubtur. (İmam olacak kimseler bu özelliklerde) eşit durumda olurlarsa, şu sıraya göre tercih yapılır: Söz konusu olan yerin yerlisi, evli olan, gözü gören, (muntazam) giyinmiş olan, gusül abdesti almış olan kimsenin imamlığı tercih edilir. Bu özelliklere sahip olan kimse bu özelliklere sahip olmayan kimseden daha evlâdır. Ebu Abdillah geceleyin a'mânın kendisi gibi olmayanlara imam olmasını yasaklamıştır. [189]
Haşiyetu İbn Abidin isimli eserde şöyle denmektedir: "Cumanın farz olmasının şartlarından birisi gözü görür olmaktır. Bu itibarla gözü şaşı olan veya zayıf gören kimseye cuma namazı farzdır. Fakat ücretli veya kendiliğinden gönüllü olarak mescide götüren birisini bulsa dahi a'mâya cuma farz değildir.
"Bazı âlimler bir takım özellikleri olan a'mâlara cumanın farz olduğu görüşündedirler. Bu özellikler a'mânın çarşıda kendi başına yürüyebilmesi, hiç bir zorluk çekmeden ve kendini tutup götüren biri olmadan yolları bilmesi, hangi camiyi istiyorsa kimseye sormadan oraya gidebilmesi gibi özelliklerdir. Bu durumdaki a'mâ hasta fakat kendi kendine dışarı çıkmaya gücü yeten kimse gibidir. Hatta böyle bir hasta cumaya çıkmakta a'mâdan daha çok zorlukla karşılaşabilir.[190]
A'mâ kimse kendisini götürecek kimse olmadan kendiliğinden camiye gidebilen bir kimse ise, a'mâ olmak cumadan ve cemaatten geri kalmayı (gitmemeyi) mubah kılan özürlerden sayılmaz. A'mâyı tutup götürecek birisi varsa da hüküm böyledir. Bu durumda olan a'mâya cumadan geri kalmak mubah değildir.
Eğer, a'mâ kendisini ücret karşılığında cumaya götürecek birisini bulursa gene kendisine cuma farz olur. Verilecek ücret, bu kabil işlerde alınan ücretlerin benzeri (ecr-i misil) olmalı, ücret, a'mâya zulmedecek, onu zora sokacak derecede yüksek olmamalıdır. [191]
Şerh'us-Sağir isimli eserde şöyle denmektedir: "Cumanın farz olmasını düşüren mazeretlerden biri, a'mânın kendini götürecek birisini bulamamasıdır. Bu hüküm kendi kendine gidememesine göredir. Kendisi gidebiliyorsa a'mâya Cuma farz olur. A'mâ kendisini ücretle götürecek birisini bulursa da cuma farz olur. A'mâyı götürecek kişiye verilen ücret, bu kabil işlere ödenen ücretlerden fazla olmamalıdır. Ücret sebebiyle a'mâya zulmedilmez. [192]
Mecmu'da şöyle denmiştir: "Kendisini cumaya götürecek kimse bulunmayan a'mâ (herhangi bir şekilde) cuma namazında hazır bulunursa ona cumayı kılmak lâzım olur. Bu hususta ihtilaf yoktur. Çünkü güçlük ortadan kalkmıştır. [193]
"Kendisini gönüllü veya ücretle götüren birisi olursa a'mâya cuma lazım olur. Çünkü kendisini götüren birisi olursa zarar görmekten korkmaz."
Kadi Hüseyin der ki: "A'mâ asa ile güzel yürüyorsa ona cuma lazım olur.[194]
Gene Mecmu'da: "Götürecek birini bulamayan a'mâya cuma yoktur" denmiştir. [195]
A'mâya cuma namazı farz değildir. Ancak kendisini götürecek birini veya (evinden) camiye ip çekmek gibi, kendisini götürecek kimsenin yerine geçecek bir şey bulursa o zaman a'mâya cuma farz olur. Fakat bu imkanı bulamazsa, camiye güçlük çekmeden varması mümkün olsa bile a'mâya cuma farz olmaz. [196]
Şevkâni Neyl'ül-Evtâr isimli eserinde şöyle diyor: Hz. Peygamber: "Ezanı işitene cuma gereklidir" buyurmuştur.
Abdullah b. Ümmü Mektum Peygamber'den -a'mâ olması nedeniyle- cemaatle namaz kılmaya gelmemek hususunda izin istemiş, Hz. Peygamber ona "Namaz için okunan ezanı işitirmisin?" diye sormuş, O: Evet deyince: "Öyle ise ezana icabet et!" buyurmuştur.
Şevkâni bunları naklettikten sonra şöyle diyor: "Hz. Peygamber'in bu sözü, genel olarak namazların cemaatle kılınması hakkında olunca, aynı şeyin cuma hususunda söylenmesi daha evlâdır. [197]
Cuma namazının farz olması için gözün sağlam olması gereklidir. [198]
Muhtasar'un-Nâf i isimli eserde şöyle denmiştir: "Şiâ İmamiyesi cumanın farz olması için insanda körlük olmamasını şart koşmuştur.[199]
A'mâya cuma farz değildir. "A'mâyı (camiye) götürecek kimse bulunmazsa farz değildir" de denmiştir. [200]
A'mâ kimseye kendisini götürecek birini bulsa dahi hac farz değildir. [201]
Yürümeye gücü yeten kimseye hac farzdır. Ücretle dahi olsa kendini götürecek birini bulan a'mâ gibi. Yeter ki kendisini hacca ulaştıracak (götürüp getirecek) parası bulunsun. Parası yoksa hac farz değildir.
A'mâ kadına hac farz değildir. Çünkü haccın farziyeti böyle bir kadından düşer. İsterse kendisini götürecek birisi olsun. Böyle birisi ile a'mâ kadının hacca gitmesi mekruh olur. [202]
Mecmu'da. şu bilginleri görmekteyiz: "A'mâ olan bir kimseye hac farz olmaz. Eğer a'mâ kişi azık, binit ve konaklama yerlerinde kendisini indirip bindirecek ve gideceği yerlere götürecek birini bulursa, binit üzerinde fazlaca bir zorluk çekmeden durmaya gücü yeterse ona haccetmesi lazım olur. Çünkü kendisine rehberlik edecek birisi olmadığında, a'mâ kötürüm kişi gibidir. Rehber bulunursa gözü gören kimse gibidir.
"A'mâ olan kimseye yukardaki şartların bulunması halinde yerine vekâlet yoluyla başkasını hacca göndermesi caiz değildir. Râfî diyor ki: "A'mâ kimseye rehberlik edecek birinin olması, kadının yanında mahreminin bulunması gereği gibidir." Yani a'mânın ücret ile bir rehber tutmasının gerekli olduğu hususunda iki görüş vardır. Bunların en sahihi gerekli olduğudur. Cumhurun sözünün gereği de budur.[203]
A'mâ için haccın farz olmasının şartlarından biri rehberin bulunmasıdır. A'mâ rehber bulamazsa kendisine hac farz olmaz. Kendi yerine başkasını göndermesi de farz olmaz. [204]
Muhallâ'da. şöyle denmektedir: "Hz. Allah şöyle buyuruyor:
Yoluna gücü yetenlerin o evi (Kabe'yi) haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. (Âl-i İmran/97)
"Ayetteki yoluna gücü yeten ifadesi, beden ve mal olarak gücü yeten herkes için geneldir. Bu genel ifadenin içinden kötürüm, a'mâ ve topal gibi kimseleri gücü yetip binite binebilecek oldukları halde özel-liştirmek doğru olmaz. Öte yandan a'mânın hacca gitmemesi Hz. Allah'ın yok saydığı bir sorumluluk (vebal) değildir. Çünkü onların hacca gitmesinde bir sıkıntı yoktur.
"Fetih suresi 17. ayetindeki: "A'mâya vebal yoktur, topala vebal yoktur" ilâhi fermanı savaşa katılmak hakkında nazil olmuştur. Zira savaş güçlü olmaya, kendini korumaya ve koşup hareket etmeye ihtiyaç gösterir. Tüm bunların a'mâ ve topal kimse için zor olduğu açıktır. Hacda ise hiçbir surette böyle bir zorluk yoktur. [205]
A'mâ kimseye kendisine rehberlik edecek olanın ücretini bulamıyorsa hac farz değildir. Bu imkanı buluyorsa ona hac farz olur.
Alimler a'mâya rehberlik edecek ve hizmetini görecek kimsenin bulunması haccın farz olması için şarttır demişlerdir. Çünkü rehber olmaksızın a'mânın haccetmesi zordur.[206]
Gücü yeterse kendisine ve hayvanına rehberlik edecek evladı veya ücretle tutacak birini bulabilirse a'mâya hac farz olur. Olmaz da denilmiştir. [207]
A'mânın alım-satım yapması caizdir. Bir şey satın aldığı takdirde muhayyerlik hakkı vardır. Fakat sattığı şey hakkında muhayyerliği yoktur. Satın alma sırasında aldığı şeyi evirip çevirmesi, alıkonulacak eşyaları alıkoyması, a'mâya göre bakmak yerine geçer. Koku alınanları koklaması, tadılanları tatması da böyledir. Alınan şeyin ÖzeilîkiW-nin açıklanması şart değildir. Eğer satınalınan giysi (veya kumHj Ut uzunluğu, genişliği, incelik ve kalınlığı tutarak mutlaka kontrol edilmeli. Buğday alımında hem özelliği anlatılmalı, hem de dokunarak mutlaka kontrol edilmelidir. Ağaçlan üzerinde meyve satın alırsa özelliğin anlatılması gerekir, başkası gerekmez.
Taşınmaz mal alımında özellikleri anlatılmcaya kadar a'mânın muhayyerlik hakkı düşmez. Hayvan, köle ve ağaç alımlarında ve dokunma, koklama ve tatma ile bilinmeyen şeylerin alımlarında da böyledir. Alınan şeyi tanımaya yarayan sebepler akitten önce bulunursa muhayyerliği kalmaz. A'mâya aldığı şey tanıtılıp sonra (alacağı şeyden) razı olsa, daha sonra gözleri açılsa yeniden muhayyerlik hakkı doğmaz.
Gözü gören kimse bir şey satın alsa, sonra gözü görmez olsa muhayyerlik hakkı özellik tanımına geçer. A'mâ "razı oldum" sözünü aldığı şeyin özelliği anlatılmazdan önce söylese bile muhayyerliği düşmez.[208]
Haşiyetu İhtı Abidin'dz şöyle denmektedir: "A'mâya aldığı malın tarif edilmesi durumunda mutlaka malın îarif edildiği gibi olması gerekir. Çünkü tarif ona göre, gören kimsenin mala bakması gibidir.
"Satın alınan malın özelliğini bilmediği\için a'mâ kimseye muhayyerlik hakkı vardır. Hangi yoi ile olursa ols\n maldaki bilinmezlik ortadan kalkınca muhayyerlik hakkı düşer. A'm&nın muhayyerliği satın aldığı malı alıkoymakla, bilinmesi koklamak vey',5 tatmakla mümkün olan mallarda koklamak ve tatmakla, taşınmaz malımda ağaç ve köle alımında ve alıkoymak, koklamak ve tatmakla bilinmeyeı"? mallarda özelliğinin tanıtılmasıyla veya vekilinin bakması ile düşer. Bu larla muhayyerliği düştükten sonra a'mâ kimsenin gözü açılsa kendisine tekrar muhayyerlik yoktur.
"A'mâ yanında alıkoymazdan önce bir şey satın almış olsa, malı alıkoymakla muhayyerliği düşmez. Bütün rivayetlerdeki görüş birliği ile bu durumdaki a'mânın muhayyerliği sözlü veya fiili nzası ortaya çıkıncaya kadar var olmaya devam eder.
"Gözü gören kimse bir şey satın alıp sonra a'mâ olsa muhayyerliği özellik tanıma (vasıf) muhayyerliğine dönüşür. [209]
Gene Haşiyetu ibn Abidin'de. şöyle denmektedir: "A'mânın vasî veya vekil olması halinde başkası için yaptığı akitler de sahihtir. İbn Âbi-din, a'mânın satın aldığı şeyin özelliğini tanıyarak aldığı takdirde onu görmüş (gibi) olacağına dair bir hüküm görmediğini bildirmektedir. [210]
Kâsâni'nin Bedâi' us-Sanâi isimli eserinde şunları görmekteyiz: "A'mânın alım-satım yapması bize göre caizdir. Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah Hayyan b. Munkız'a şöyle buyurmuştur:
Alışveriş yaptığında: Aldatmak yük! Üç gün (geri dönme) şartım var, de.
"Hatyyan a'mâ idi. A'mânın alıp satmasının caiz olduğu hususunda görüş birliği (icma) vardır. Hz. Peygamber zamanından beri gözü görmeyen kimselerin alış verişlerine engel olunmamıştır. Rasûlullah zamanından önceki zamanlarda da mâların alış veriş yaptığı bir gerçektir. A'mânın alış veriş yapması caizdir, satın aldığı şeylerde muhayyerlik hakkı vardır. Sattığında ise, gören kimselerde olduğu gibi iki rivayetin en sahih olanına göre muhayyerlik yoktur.[211]
A'mânın alım-satım yapması caizdir. A'malığın doğuştan olması ile sonradan olması, küçük iken olması ile büyük iken olması arasında bvr fark yoktur. A'mâ alıp sattığı şeylerde onların özelliklerini bilmeye itimat eder. Ancak bu ölçü ve tartı olmaksızın alınıp satılan şeylerde geçerlidir. Kabala pazarlık ile yapılan alım satımlarda görmek esastır. A'mâ kimseye alım satım sırasında malın özellikler anlatılmalıdır. Bu, özelliği anlatılmaksızm bilinmeyen mallarda uygulanır. Tanınması için özellik anlatımına ihtiyaç olmayan eşyalarda tanıtımsız da satış yapılması caizdir. Koyunun semiz olması, yağ gibi koku ile anlaşılanlar özellikleri anlatîlmaksızın da alınıp satılabilir. Çünkü bunlar dokunma, tatma ve koklama ile anlaşılır. A'mânın satışının ancak kabala pazarlık olmayan satışlarda geçerli olması, bu tür satışlarda görmenin esas oluşundandır. [212]
Nevevî'nin Mecmu'unda şu bilgilere rastlamaktayız: "A'mânın alış verişi gözü gören kimsenin malı görmeden alım satımına kıyas edilir.
"Satış sırasında hazır bulunmayan bir kimsenin alım satımı nasıl caiz değil ise, a'mânmki de sahih değildir Hazırda bulunmayanın alım
satımını caiz görürsek a'mânın ahm-satımı hakkında iki şık olduğunu görürüz: Bunların en sahihi caiz olmamasıdır. Çünkü malı görme imkanı yoktur. Muhayyerlik olmamak üzere gaibin satışı gibi olur.
"İkinci şık, caiz olmasıdır. Başkasının a'mâya malın özelliğini tanıtması, görme yerine geçer.
"A'mânın alım satım işlemini sahih olma durumuna göre Mütevelli ve başkası şöyle diyor: "Malın özelliklerinin tanıtımı sırasında kendisi için muhayyerlik sabit olur. Akitten sonra malın özelliğinin tanıtılması a'mâ olmayanın malı görmesi gibidir.[213]
Mecmu'du şöyle denmektedir: "Mezhepte sahih olan kavle göre a'mânın satışı, satın alması, kiralaması, ipoteği, bağışı, sulama anlaşması sahih (geçerli) değildir. [214]
Benzeri ifadeler Eşbah'ta da vardır. Eşbcıh'ta daha öncekilere ilâveten a'mânın kendisine bağışlanan ve miras kalan malı, yahut gözünü kaybetmezden önce selem yoluyla[215] satın aldığı malı veya verdiği borcu teslim alması (kabz etmesi)nin sahih olmadığı söylenmiştir.
Evet, a'mânın kendisini bir ücret karşılığında bir işi yapmak üzere kiralaması (veya köle ise) kendisini efendisinden satın alması sahihtir. Çünkü insan kedisi hakkında bilgisiz değildir. A'mânın gözünü kaybetmezden önce gördüğü ve değişikliğe uğramayan malı alması da sahihtir. [216]
A'mâ olan kölenin kendi aleyhine kitabet işlemini[217] kabul etmemesi caizdir. Çünkü o kendi nefsini bilir. [218]
A'mâ selem yoluyla bir mal alsa bakılır: Eğer iyiyi kötüyü ayıracak yaşa geldikten sonra a'mâ olmuş ise hiç ihtilafsız selem işlemi sahih olur. Çünkü o eşyaların özelliğini bilen bir kimsedir. Selem işlemine konu olan eşyayı teslim almak üzere birisini vekil tayin eder. İki kavilden en sahih olana göre kendisinin teslim alması sahih olmaz. Çünkü hak edilen mal ile diğerini birbirinden ayıramaz.
Eğer doğuştan a'mâ veya ayırım yaşına gelmeden önce a'mâ olmuş ise meselede iki kavil vardır. Birisi sahih olmamasıdır. Mütevel-li'ye göre sahihtir. Irak fakihlerine göre ve Iraklılar dışında kalan âlimlerin çoğunluğuna göre de sahihtir. Mezhepteki nassa veya nassın zahirine göre hüküm budur. Çünkü a'mâ işitmek sureti ile bilgi elde edebilir.
Buna göre selem'e konu olan sermayenin özelliklerinin tanıtılması ve (akit) meclisinde belirlenmesi gerekir. Eğer akitte belirlenmiş ise işlem (selem gibi değil) bir eşya satımı gibi olur. Mezhepte bu bâtıl (geçersiz)dir.[219]
A'mâ selem yoluyla -ki sahih olduğu söylenmişti- veya peşin satın alma yoluyla bir şeye mâlik olursa, onu kendisinin teslim alması sahih olmaz. Belki gözü gören birini belirlenen Özelliklere uygun olarak teslim almaya vekil tayin eder. Eğer a'mâ kendisi teslim alırsa, bu dikkate alınmaz.
Mütevelli diyor ki: "Gözü gören bir kimse bir şey satın alsa, satın aldığı şeyi teslim almazdan evvel a'mâ olsa bu alış-veriş sahih olmaz. Fakat bu alış veriş kendiliğinden geçersiz hâle gelir mi? Bu hususta iki kavil vardır. En sahihi geçersiz olmamasıdır. Nitekim müslü-man olmayan bir kimsenin, müslüman olmayan bir köleyi satın alması ve teslim alınmazdan önce kölenin müslüman olması halinde de hüküm böyledir. [220]
A'mânın kitabet işleminde iki kavil vardır. Bunları Mütevelli ve diğerleri nakletmişlerdir. Bu iki görüşten en sahih olanı caiz olmasıdır.
Mütevelli özgürlüğü ağırlıklı olarak dikkate aldığından bunu sahih görmüştür. İkinci kavil caiz olmamasıdır. Beğavi bunun kesin olduğunu söylemiştir.[221]
A'mânın yapması sahih olmayan işlemlerde çıkış yolu, birisini vekil tayin etmesidir. A'mânın vekâlet vermesinin sahih olması ise zaruretten dolayıdır. [222]
A'mânın alım satım işlemleri sağlıklı kimselerde olduğu gibi sahihtir. A'mâ ile sağlıklı kimse arasında fark yoktur. Çünkü ne Kur'an'da ve ne de hadiste böyle bir farktan söz edilmemiştir. Allah alış verişi helâl kılmıştır. Bu hükme, a'mâ da gözü gören de dahildir. [223]
İster doğuştan ister sonradan olsun a'mânın alış-verişi sahihtir. Alış verişten sonra gözü iyileşip görmeye başlarsa taşınmaz mallarda da diğerlerinde de muhayyerlik geri dönmez. Çünkü alıp sattığı şeyin Özelliklerinin tanıtılması görmek yerine geçer. Bir başka kavle göre a'mâlık sonradan olmuşsa alış verişi sahihtir. Doğuştan ise sahih değildir. [224]
Ravdat'ul Behiye isimli eserde Âmilî şöyle diyor: "Pekmez gibi tadı ile, misk gibi kokusu ile tanınan bir madde satılmak üzere piyasaya çıkarıldığında satımdan sonra kusurlu olduğu ortaya çıkarsa müşteri red etmekle kusur kadar fiatı indirmek arasında serbesttir. Yeter ki müşteri o malda iradesi ile fazla bir tasarrufta bulunmuş olmasın. Eğer bir tasarrufta bulunmuş ise kusur kadar eksik fiatla satın alma kesinleşmiş olur. Diğer mallarda da durum böyledir. İsterse müşteri a'mâ olsun. Çünkü a'mâ da eşyayı bir takım delillerle tanır. [225]
Şerh'un-Neyl isimli eserde şöyle denmektedir: "Rengi ve şekli değişmeyen mallarda esas olan görmektir, ancak a'mânm a'mâ olmadan önce bildiği malı alıp satması bir kavle göre sahihtir. İsterse alım satım sırasında malın yanında olmasın. Bir diğer kavle göre hazır olsa da sahih değildir. Çünkü (görmediği için) a'mânm orada bulunması, bulunmaması gibidir. İsterse mala dokunmuş olsun. Bu daha önceden bilmiş olsa da satış esnasında hazır bulunmayan kişinin satışını caiz görmeyenin görüşüne göredir.
"Eğer a'mânın satın aldığı malı görmesi ile a'mâ olması arasında, malın değişeceği kadar bir zaman varsa satış caiz olmaz. Bu kavil Zâ-hir'üd-Divan'ın tercihidir. Bir diğer kavle göre değişmeyen malın satımı caizdir. Şu kadar ki malı a'mâ olmazdan önce bilmesi ve malın değişmemiş olması gerekir. Bir diğer kavle göre mal a'mâ kimseye özellikleri ile tanıtılmış ise veya kendisine "mal daha önce bildiğin gibidir" denmiş ise a'mânın alım satımı caizdir. Zira bu durumda a'mâ, gözü gören kimse gibi (malı tanımış) olur.
"Alım satımı görmeye dayalı olmayan -bir gece ve gündüzlüğüne veya günün dörtte biri için suyu satmak gibi- şeylerde sahih olan kavle göre a'mânın alım-satımı caizdir.
"Bir diğer kavle göre a'mânın satışı sahih değildir. A*malığı ister doğuştan, ister sonradan olsun, malı ister a'mâ olmadan önce bilsin, ister bilmesin, mal ister değişmiş ister değişmemiş olsun, ister görmeye bağlı olsun, ister olmasın hüküm farketmez.
"Bir başka kavle göre görmeye bağlı olmayan malı a'mâ olmazdan önce görmeden satmış olsa, bu satışta kendisi için bir fayda varsa, satışı da bozmamışsa caizdir.
"Bir kavle göre o haramdır. Görmeyen kimsenin satışı bozması caizdir. (A'mâ) ölmüş olsa, varisleri de müracaat etmeseler yine satış bozulur. Bazıları müşteri ölürse de böyledir, demişlerdir.
"Bir başka kavle göre a'mânın basit şeyleri satması caizdir. İsterse (sattığı şeyi) görmemiş olsun.
"A’mânın alışı da satışı gibidir. A'mânın ve hasta kimsenin başkasının,1 malını satması caizdir. Bu durumda meseleyi a'mânm arkadaşının bilmesi, a'mâya malın özelliğinin anlatılması veya malı a'mânm bilmesi gerekir. A'mânın alması da satması gibidir.
"A'mâ için en uygun olanı gözü gören ve bilgisi olan birini alım satım işinde vekil etmesidir. A'mânın satışı, karısını boşaması, bağış yapmadı, vekil tayin etmesi, köle azâd etmesi, karısını boşamak üzere hul işlemi yapması, fidye vermesi, evlenmesi, zimmetinde bulunan mehri satması, a'mâ kadın ise almış olduğu mehri satması, zekât olarak verilen malı alması, borcu olması halinde borçlarını ödemesi ve kesin olarak emin bulunduğu işleri yapması sahihtir. Ancak bir kavle göre a'mâya vekâlet olmaksızın verilen zekât, zekâtı veren için geçerli değildir.[226]
Üçüncü kişi olarak a'mânın bulunması halinde halvet gerçekleşmez. Çünkü a'mâ (görmese de) hisseden biridir. [228] El-lhtiyar isimli eserde: "Beraberlerinde gözleri görmeyen birinin bulunması durumunda, karı koca arasında sahih halvet gerçekleşmez" denmektedir. [229]
Gözleri görmeyen bir kimse bir kadınla nikahlansa ve kadın onun bulunduğu yere bırakılıp kapı kapanıp perdeler indirilse, a'mâ erkek kadının bulunduğu yere girdiğini bilmiyorsa kadın mehrin yarısını hak eder. Kadın kocasına karşı başkaldırsa veya cinsel ilişki içiro müsade etmese mehrinin tamamını alamaz. Çünkü kadın tarafından) ilişkiye imkan verilmemiştir. Bu durumda sanki halvet olmamış gibidir.[230]
Şerh'ul-Ezhâr'da şu bilgileri görmekteyiz: "Bazı dunjimliarda yanlarında a'mâ bir kişinin bulunması halinde kadın eşinin kendisi ile cinsel ilişkide bulunmasına engel olamaz. Bu durumda a'm;,ânın hûç görmemesi, başbaşa kalanların oldukları yere bitişik halde bulunmaması ve çiftin, yaptığı hareketlerin detaylarının farkında olmaması gerekir. [231]
Haşiyetu İbn Abidin'de şöyle deniyor: "A'mâ itimat edilen görüşe göre mutlak olarak şahitlik yapmaya elverişli değildir. Yani işitme yoluyla şahitliklerin kabul edildiği hallerde bile a'mâ şahitliğe elverişli değildir. [232]
Adı geçen Haşiyenin tekmile'sinde şu bilgi vardır: "'A'mâmn karşılaştığı bir olayı şahitlik yapmak üzere izlemesi sahih değildir. Çünkü böyle bir şeyde şahidin şahitliğe konu olan şeyi görmesi şarttır. Ancak işitme yoluyla sabit olan ölüm, soy, evlilik ve vakıf gibi konularda görmek şart değildir. [233]
Gene İbn Âbidin Hâşiyesi'nde, şu bilgi vardır: "A'mâmn şahitliği kabul edilmez. Hakim mutlak olarak a'mâmn şahitliğine göre karar veremez. Hatta a'mâlığı şahitlikten sonra, karardan önce dahi olsa hüküm böyledir. Ancak işitme yoluyla bilgi sahibi olunan konularda böyle cleğildir. Çünkü bu konularda yalnız duymaya ihtiyaç vardır. Kişi a'mâ olsa da işitmesinde bir kusur yoktur.[234]
Adı geçen Haşiyenin tekmile'sinde şöyle denmektedir: "Hâkim a'mâmn şahitliğini kabul etmez. Yani gerek eşya gerekse borç hukukunu ilgilendiren herhangi bir davada a'mâmn şahitliği ile karar vermez. Dava konusu mal ıtaşınıır da olsa taşınmaz da olsa hüküm aynıdır. Bunun gerekçesi şudur: Ş;ıhitlik yapılırken davalı ve davacıyı göstererek birbirinden ayırmaya ihtiyaç duyulur. A'mâ ise bu tür ayrımı ancak ses ile yapabilir. Kendisini şahit gösteren hasım tarafından onu etki altında bırakılmasından korkulur. Sesler birbirine karışıp benzeşebilir. (Herşeye rağmen) hakim a'mâmn şahitliği ile karar verirse kararı geçerli olur. [235]
İbn Âbidin Haşiyesi'nde şöyle denmektedir: "Haneliler nikah akdinde velev ki a'mâ olsun iki şahidin bulunmasını şart koşmuşlar. [236]
Bu, nikahta a'mâmn şahitliğinin caiz olduğunu göstermektedir, b. Mâliki Mezhebi:
Haşiyet'ud-Dusûki'dz şöyle denmektedir: "A'mâmn söz ile ilgili davalarda şahitliği kabul edilir. Şahitlik konusu sözleri, a'mâ olmazdan önce veya sonra duymuş olması fark etmez. Çünkü sözler işitmek suretiyle zaptedilir.
"Görmeye dayanan meseleler dışında işitmek, tatmak, dokunmak ve koklamak suretiyle hakkında bilgi edinilen konularda da a'mâmn şahitliği kabul edilir. Zira bu kabil meselelerde a'mâ ile a'mâ olmayanlar eşittir.
"Hem a'mâ hem sağır olan kimsenin şahitliği kabul olunmaz. [237]
Kurtubî Ahkâm'ul-Kur'an'mda Bakara/282 ayetinin tefsirinde şöyle diyor: "Ayetteki: "Erkeklerinizden iki şahit bulundurun!" cümlesindeki "erkeklerinizden" kelimesi a'mânın şahitliğe elverişli olduğunu göstermektedir. Şu kadar ki a'mâ kesin olarak bildiği şeylerde şahitlik yapar. Nitekim İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre şahitlikten sorulduğunda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Şu güneşi görüyor musun? Ya güneş gibi (apaçık) gördüğüne şahitlik et veya bırak!
"Bu hadis, şahidin şahitlik ettiği şeyi görmüş olmasının şart olduğunu göstermektedir. Yoksa hata etmesi muhtemel olan bir takım delillerden hareket ederek şahitlik edilmez.
"Evet, a'mâ bir kimsenin eşini sesinden tanıdığı takdirde onunla cinsel ilişkiye girmesi caizdir. Çünkü ağır basan kanaate göre cinsel ilişki caizdir. A'mâ bir kişi bir kadınla evlense ve kendisine "senin karın budur" denilse (bu sözü esas alarak) o kadım (önceden) tanımadığı halde onunla cinsel ilişkiye girmesi caiz olur. Nitekim a'mâ bir kimseye birisi ile bir hediye gönderilse, hediyeyi getirenin sözü ile bu hediyeyi kabul etmesi de caizdir.
"A'mâ bir kimseye filan adamın bir konuda ikrarda bulunduğu, bir şeyi sattığı, bir kimseye namusu ile ilgili olarak iftira ettiği, veya bir şeyi gasp ederek aldığı haber verilse, a'mânın bu habere dayanarak duyduğu şeyler konusunda şahitlik yapması asla caiz olmaz. Çünkü şahitliğin yolu kesin bilgidir. Şahitlik dışındaki meselelerde ağır basan kanaate göre hareket etmek caiz olur. Bunun içindir ki İmam Şafiî, İbn Ebî Leylâ ve Ebu Hanife şöyle demişlerdir: "A'mâ bir kimse a'mâ olmazdan önce bir şeyi bilirse, a'mâ olduktan sonra (onunla ilgili olarak) şahitlik etmesi caiz olur. Onunla hakkında şahitlik ettiği kimse arasındaki a'mâlık engeli, şahitlik ettiği kimsenin kaybolması veya ölmesi gibidir. (Bir kimsenin kaybolması veya ölmesi hakkında duyarak bilgi sahibi olunacağından a'mânın o kimse hakkında şahitlik yapması caiz olur.)" İşte bu zâtların mezhebi budur.
"A'mânın gözü gördüğü zamanlarda hakkında bilgi sahibi olduğu konularda şahitlik etmesine engel olmanın doğru bir yanı yoktur.
"A'mânın meşhur haberle sabit olan soy konusunda şahitliği sahihtir. Nitekim a'mâ bir kimse Hz. Peygamber'den hükmü tevatür yoluyla bildirilen şeylerden haber verebilir.
"Âlimlerden ses yolu ile haberdar olduğu konulurda a'mânın şahitliğini kabul edenler vardır. Bu görüşte olanlar sesi tanımak ile a'mânın kesin bilgi derecesine ulaşacağını ve seslerin birbirine karışmasının şekil ve renklerin birbirine karışması gibi olduğu düşüncesindedirler. Bu zayıf bir göüştür. A'mânın sese dayanarak şahitliğini kabul etmek, görenin de sese dayalı sözlerine güvenmeyi gerektirir.
"Ben derim ki: İmam Mâlik'in mezhebi, sesi bildiği takdirde a'mânın sese dayanarak boşanma ve diğer konularda, şahitliğinin caiz olmasıdır.
"İbn Kasım şöyle diyor: "İmam Mâlik'e dedim ki: "Adam duvarın arkasından komşusunu görmeden karısını boşadığım işitiyor. Sesin komşusuna ait olduğunu biliyor. Bu konuda şahitlik edebilir mi?" İmam Mâlik bu soruya: "Bu kimsenin şahitliği caizdir" cevabım vermiştir.
"Ali b. Ebi Talib, Kasım b. Muhammed, Şureyh el-Kindi, Şa'bi, Ata b. Ebî Rabâh, Yahya b. Saîd, Rabîa, İbrahim Nehaî, Mâlik ve Leys bu görüştedirler.[238]
A'mânın şahitliği kabul edilmez. Ancak a'mâ olmazdan önce bilgi sahibi olduğu, meşhur olmuş bir konuyu duyduğu takdirde veya kendisi ile ilgili konularda şahitlik edebilir. [239]
Eşbâh ve'n-Nezâir'dç şöyle denmektedir: "A'mânın şahitliği ancak şu dört meselede kabul edilir. Tercüme, soy, gözü görürken bilgi edindiği konular ve bir adamın kulağına (bir konuda) ikrarda bulunması. Bu meselelerde hakim huzurunda şahitlik yapabilir.
"Şöhret yoluyla bilinen meselelerde a'mânın şahitlik etmesi hususunda iki kavil vardır. Bunların en sahih olanı makbul olmasıdır. Şu kadar ki lehinde ve aleyhinde şahitlik yapılanlar ve şahitliğe konu olan dava, işarete ihtiyaç göstermeyecek derecede maruf (bilinir) olmalıdır.[240]
El-Ümm isimli eserinde İmam Şafiî diyor ki: "Bir adam bir olayı görüp onu algılasa, sonra bu olay hakkında şahitlik yapsa, şahitlik yaptığı sırada a'mâ olsa şahitliği kabul edilir. Çünkü şahitlik yapıldığı sırada şahidin gözü görüyordu. Şu kadar ki gözü görürken bilgi sahibi olduğu bir konuda a'mâ iken şahitlik etmiştir. Onun şahitliğim reddetmeye bir sebep yoktur.
"A'mâ iken şahitlik yapıp "Ben bu olayı her yerde yaptığım gibi sesleri anlayarak veya hissederek tesbit ettim" dese, şahitliği caiz olmaz. Çünkü ses sese, his hisse benzer."
İmam Şafiî daha sonra şöyle der: "A'mânın yerine başka şahitlik edecek biri bulunabilir. Çünkü insanların çoğu a'mâ değildir. A'mânın şahitliğini iptal etmekle ona bir zarar vermiş olmayız. Başkasının zarureti herhangi bir kimse üzerine olmaz. A'mânın (içinde bulunduğu) zarureti kendisinedir. A'mâ şahitlik yapmaya mecbur da değildir. Başkası da a*mânın şahitliğine başvurmaya mecbur değildir. İçinde bulunduğu zaruretten dolayı başkasına helâl olmayan şey a'mâya helâl olabilir. Mesela içinde bulunduğu zaruretten dolayı a'mâya ölü hayvan etini yemek helâl olurken zarureti olmayan birisine ölü hayvanın etini yemek helâl olmaz. A'mânın kendisi için yapacağı ictihad caiz, başkası için ictihad yapması caiz değildir. [241]
Muğni'dc şöyle denmektedir: "Sesten emin olduğu takdirde a'mânın sese dayanarak bilgi sahibi olduğu konularda şahitlik etmesi caizdir. Zira Allah şöyle buyurmuştur:
Erkeklerinizden iki şahit bulundurun! (Bakara/282)
"Şahitlikle ilgili diğer ayetler de a'mânın şahitliğinin caiz olduğunu göstermektedir. Çünkü a'mâ adalet özelliğine sahip ve rivayeti makbul bir kimse olduğu sürece şahitliği kabul edilir. Çocuk böyle değildir. Çocuğun a'mâdan farkı, adalet özelliğine sahip olmaması ve rivayetinin kabul edilmemesidir. Çünkü (a'mâda bulunan) işitme özelliği kesin bilgiyi elde etme yollarından biridir. Bazen a'mânın aleyhinde şahitlik yaptığı kişi kendisi ile çokça birlikte olduğu birisi olabilir. A'mâ onun sesini kesin bir şekilde bilir. A'mânın böyle kesin bildiği kimse hakkında gören kişiler gibi şahitliğini kabul etmek gerekli olur. Bazı hallerde (a'mânın) kesin bilgi sahibi olduğunu inkar etmeye yol yoktur. Mal ile ilgili meselelerde gören kimse gibi işitmektedir. Hatta bazen görenlerden fazla işitebilir.
"Bir kimse bir eylem ile ilgili bilgi sahibi olup sonra a'mâ olsa, aleyhinde şahitlik yaptığı kimsenin adını ve soyunu biliyorsa şahitlik etmesi caiz olur. Çünkü a'mânın görme duyusunu kaybetmiş olması, mükellef olmasını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla bu durum şahitliğin kabulünü engellemez. Eğer a'mâ aleyhinde şahitlik yaptığı kimsenin adını ve soyunu bilmez, fakat kendisi ile fazla ülfeti olduğu için sesini tanırsa şahitlik etmesi sahih olur.
"Bir kimse hakim huzurunda şahitlik edip, edâ ettiği şahitlikle karar verilmezden önce a'mâ olsa verilen hüküm caizdir. Çünkü a'mâlık şahitliğin eda edilmesinden sonra meydana gelmiştir. Böyle bir durum, şahidin şahitliği edâ ettikten sonra vefat etmesi gibidir, dolayısıyla onun şahitliğine bir itham yöneltilerek şahitliğinin kabulünü engellemez.[242]
"Bir zina olayının şahitlerinin hepsi veya bazıları a'mâ iseler, şahitlikleri kabul edilmeyip kendilerine (kazif cezası olarak) had vurulur. Çünkü gözleri görmeyen kimseler (zina olayını göremedikleri için) yalan söyledikleri kabul edilir, zira onlar kesinlik ifade edecek derecede gördükleri bir şeyin şahitliğini yapmamışlardır. A'mâ kimse eylemle ilgili meselelerde şahit olmaya ehil değildir.[243]
Zahirîlere göre a'mânın şahitliği sağlıklı kimseler gibi kabul edilir. Gerek sağlıklı, gerekse a'mâ olan kimse ancak kesin bildiği şeyler hakkıda şahitlik edebilir. A'mâ olan kimse konuştuğunun kim olduğunu kesin olarak bilmezse, eşi ile cinsel ilişkide bulunması helâl olmaz. Çünkü belki o kadın (eşi değil) bir yabancıdır. Keza konuştuğunun kim olduğunu kesin olarak bilmezse birisine borç para veremez. Zira belki o (tanıdığı birisi olmayıp) başka birisidir. Keza konuştuğunun kim olduğunu kesin olarak bilmeseydi alış veriş yapamazdı.
Öte yandan insanlar (kendilerini görmeden) perde arkasından konuştukları halde mü'minlerin annelerinin (Hz. Peygamber'in hanımlarının) sözlerin kabul etmişlerdir.
Yüce Allah delil olarak ortaya konan şeyin kabulünü emretmiş, delilin a'mâdan veya gören kimseden olmasını şart koşmamıştır. Allah Teâlâ unutmaz. (Yani, a'mânın şahitliği kabul edilmeyecek olsaydı, Allah bunu bildirirdi.)[244]
Zeydiyye mezhebine göre şahitlik yapıldığı sırada yeniden görmeye ihtiyaç gösteren konularda a'mânın şahitliği kabul edilmez.
Bu mezhepte özet olarak a'mânın şahitlik yaptığı hususlar şunlardır:
a. Şahitlik yaparken tekrar görmeye ihtiyaç hissedilmeyen konular.
b. Şahitlik sırasında tekrar görmeye ihtiyaç hissedilen konular.
Birinci durumlarda a'mânın şahitliği kabul edilmez. Elbise veya köle alışverişi gibi. Şu kadar var ki elbise veya köle alan ve satanın izni ile emanet olarak a'mâ olmazdan önce yanında bulunuyor idiyse bunlar hakkında da şahitlik edebilir.
Evlenmek, soy, vakıf yapmak, ölme ve velâ akdi gibi meşhur olup (duymakla) bilinen ikinci tür meseleler hakkındaki bilgisi a'mâ olduktan sonra da, önce de meydana gelmiş olsa şahitliği kabul edilir. Meşhur olmakla bilinen meselelerden değilse ve bilgisi a'mâ olduktan sonra meydana gelmiş ise şahitliği kabul edilmez.
Bir başka kavle göre a'mânın şahitliğinin kabul edilmemesi, sese dayalı bilgi ile şahitliğin sahih olmaması esasına dayanır. Eğer şahitliğin bilgiye dayanması söz konusu ise kabul edilir. Sahih olan o dur ki a'mâ sesi tanır ve bu tanıma bir bilgi ifade ederse buna dayanan şahitlik kabul edilir. Aksi halde kabul edilmez.
Bazı âlimlere göre a'mânın şahitliği bilgi söz konusu ise akitlerde kabul edilir. Sesi tanıma durumunda ikrar hakkında da a'mânın şahitliği kabul edilir.
Bir kimse a'mânın kulağına bağırarak başkası ile ilgili bir şeyi ikrar etse, a'mâ da bu bilgiyi kendi bilgilerine eklese ve ikrar edilen konu ile ilgilense, konuyu hakime iletip o kişinin ikrarı ile ilgili olarak şahitlik yapsa bu meselede a'mânın şahitliğinin kabulü hakkında iki görüş vardır:
a. Kabul edilir. Çünkü kesin bilgi vardır.
b. Kesinlikle kabul edilmez. Zira a'mânın mesele ile ilgisinin derecesini tesbit etmek zordur.[245]
Gene Şerh'ul-Ezhâr isimli kaynakta şu bilgiler vardır: "Nikah ak-dindeki iki şahid a'mâ olsa, her ne kadar iki a'mâ şahid ile mahkeme kararı vermek sahih olmaz ise de nikah akdi için iki a'mânın şahitliği yeterlidir. [246] Çünkü bunlar sesi tanımaktadır."
g. İmamiyye (Caferiyye) Mezhebi:
Ravdat'ul-Behiyye isimli eserde şöyle denmektedir: "Şahitliğin dayanağı şahitlik yapılan konu hakkında kesin bilgi sahibi olmaktır. Veya adam öldürme, emme, hırsızlık, gasp, doğum, zina ve homoseksüellik gibi görmenin yeterli olan konularda görmektir. [247]
Bu bilgilerden a'mânın İmamiyye mezhebine göre şahitliğinin sahih olmadığı anlaşılmaktadır.
Şerh'un-Neyl isimli kitapta şu bilgileri görmekteyiz: "Şahidin her konuda işiten ve gören biri olması şart değildir. Eğer şahitliğin konusu işitme ve görmeye ihtiyaç gösteriyorsa, o takdirde bunlar şart olur. Buna göre a'mâ söz (konuşma) içeren konularda, sağırda (görmeye dayanan ve) eylem içeren konularda şahitlik yapabilir.
"A'mânın konuşan kimsenin sesini tanıdığı ve bir insan topluluğu içinde konuşmasını anlayarak ayırabildiği her konuda şahitliğinin caiz olduğu söylenmiştir."
Divan'da şöyle denmiştir: "A'mânın özelliğini bildiği konularda şahitliği caizdir. Konuyu görme özelliğini kaybetmezden önce de bilse, sonra da bilse durum aynıdır. Nikah, boşanma, azad etme, soy, insan hayatı ve mali konularda yapılan işlemler ve saldırılarla ilgili ikrarda bulunmak gibi.
"A'mânın görme Özelliğini kaybetmezden önce bilgi sahibi olduğu konularda şahitlik yapmasının caiz, görme duyusunu kaybettikten sonra bilgi edindiği konularda şahitlik yapmasının caiz olmadığı yolunda bir görüş de vardır.
"Gözü gören sağlıklı bir kimse geceleyin bir olaya tanık olsa, bu konuda açık seçik bildiği şeylerin tanıklağını yapar. Açık seçik bilmediği şeylerin tanıklığını yapamaz.
"Meşhur haber şeklinde duyularak ölüm, soy, nikah gibi konularda, aralarında yetiştiği ve onlardan biri olduğu ve itham edilmediği durumlarda a'mânın şahitliğinin caiz olduğu rivayeti de vardır.
"Ebu'l-Havâri şahitliğin azazi ve hurma bahçesi ile ilgili olması ve buraları hududlan ile tanımlaması kaydını getirmiş, ayrıca a'mânın şahitliğinden adil iki kişinin, durumun a'mânın tanıklık ettiği gibi olduğuna dair şahitlik etmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
"A'mânın soy konusundaki "filan oğlu filan şöyledir, veya böyledir" diyerek yaptığı şahitlik caiz görülmüş, "bu filan oğlu filandır" diyerek yaptığı şahitlik caiz görülmemiştir. Zina veya hırsızlık gibi had cezaları ile ilgili konularda, olaya a'mâ olmazdan önce tanık olsa bile şahitliği caiz görülmemiştir.
"A'mânın ve bunamış kimsenin sağlıklı iken tanık oldukları bir olayın şahitliğine dair şahitlik caizdir. Ayırca a'mânın emme, nikah ve eşini boşamış kişinin tekrar eşine döndüğüne dair şahitliği caizdir.[248]
Hâşiyetu İbn Abidin'de: "A'mânın hayvan boğazlamasının mekruh olması gerekir" denmiştir. [249]
Nevevî Mecmu'unda şöyle demektedir: "A'mânın hayvan kesmesi mekruhtur. Çünkü belki boğazlama işleminde hata edebilir. Eğer usulüne uygun boğazlayabilirse helâl olur. Zira onda eksik olan sadece görmektir. Bu ise onun boğazlamasının haram olmasını gerektirmez. [250]
Gene Mecmu'da şöyle deniyor: "A'mânın hayvan boğazlaması, tenzihen mekruhtur. Bunda ihtilaf yoktur. İki kavilden en sahih olanına göre ok atmak ve köpek salmak suretiyle avlanması helâl olmaz. [251]
Gene Mecmu'da. şu bilgiler bulunmaktadır: "A'mânın hayvan boğazlaması ihtilafsız helâldir. Fakat tenzihen mekruhtur. Atışla ve köpek salarak avlanması konusunda Horasanlıların kitabında iki meşhur kavil vardır. Bunların en sahih olanı haram olmasıdır. Çünkü o avı görmez. Bu itibarla köpek göndermesi sahih olmaz.
"İkinci kavle göre boğazlaması gibi avlanması da helâl olur. Bu görüşlerden her birini kesin ifade ile söyleyip benimseyen gruplar vardır.
"Kesin haram olduğu görüşüne katılanlardan biri Şâmil sahibidir. Râfiî de kitabında bunun sahih olduğunu bildirmiştir.
"İmam'ul-Haremeyn şöyle diyor: "Her iki kavil de a'mânın avı hissetmesi ve bunun üzerine (köpeğini) salmış olmasına bağlıdır."
"Râfiî de şöyle diyor: "Doğrusu bu meseledeki ihtilâf, gören birinin a'mâya avı haber vermesi üzerine köpeğini salıp, okunu atmasına bağlı."
"Beğavi meseleyi böyle tasvir etmiştir. Çokları da bu iki görüşü kayıtsız olarak ifade etmişlerdir.[252]
Suyûti Ebşah ve'n-Nezâir'indz şöyle diyor: "A'mânın köpek salarak veya atış yaparak avlanması sahih olan kavle göre haramdır. [253]
Ravd'un-Nadîr isimli eserde şöyle deniyor: "A'mânın hayvan boğazlaması geçerlidir. [254]
Eğer amâ (köpeği salmak ve atış yapmak sırasında) avı (avlamayı) kastetmiş ise avladığı helâldir. Aksi halde değildir. [255]
Hayvanı boğazlama işini iyi yaparsa a'mânın boğazlaması caizdir.[256] Tevhid ehli (yani müslüman) ve akıllı kimsenin a'mâ da olsa hayvan kesmesi caizdir. Caiz olmadığı da söylenmiştir. [257]
A'mâ kimse hakim ve devlet başkanı olmaya elverişli değildir. A'mâ yönetici ve vasî olmaya da elverişli değildir. [258]Bedâi'dt şöyle denmektedir: "Hakim olmaya elverişlilik için bir takım şartlar vardır. Bu şartlar şunlardır:
a. Akıllı olmak.
b. Baliğ (ergenlik çağı ve yukarı yaşta) olmak.
c. Müslüman olmak.
d. Hür olmak.
e. Gözü görür olmak.
f. Konuşma özürlü olmamak.
g. Kazif haddi cezasına çarptırılmamış olmak.
"Bu şartların gerekçeleri şahitlik bahsinde zikredilmiştir. Netice itibariyle deli, çocuk, kâfir, köle, a'mâ, dilsiz ve had cezasına çarptırılmış kimseyi hakim olarak görevlendirmek caiz olmaz. Çünkü hakimlik yetkisi veli olma (kamuyu koruyup gözetme) kabilinden bir görevdir. Zira velilik konusunda en büyük yetkilerden biridir. Yukarda sözü edilenler ise veli olma hususunda en aşağı derecede bulunan şahitlik ehliyetine bile sahip değillerdir. Daha yüksek derecelerde velayet özelliği hakimlik için ehil olmamaları en uygun olandır. [259]
İbn Âbidin Haşiyesi'nde şöyle denmektedir: "Hakim doğrudan sapıp ciddi kusurlar işlese, dinden dönse veya a'mâ olsa daha sonrada durumu düzelse ve gözü iyileşse gene hâkimlik yapmaya devam eder. Fakat düzelmezden önceki verdiği kararlar geçersizdir.[260]
Haşiyet'ud-Dusûki isimli eserde şöyle denmektedir: "Hakim'in görme, konuşma ve işitme duyularının sağlıklı olması gerekir. A'mâ, dilsiz ve sağır kimselerin hakim olarak görevlendirilmeleri caiz değildir. Şayet hakim olarak bir karar vermiş ise a'mâ, dilsiz ve sağırın verdiği karar geçerlidir. Yani verdikleri karar eksik değildir. Çünkü bu kusurların olmaması, velayet için şart olmadığı gibi, velayetin sahih olmasının devamında da şart değildir. Fakat bu kusurların yokluğu başlangıçta da devamında da vacibtir. Vacib olması ise, şart olmasından başka bir şeydir. Bu üç kusurun: sağırlık, dilsizlik ve a'mâlığın bulunmaması söz konusu olmadıkça bir kimsenin ne başlangıçta hakim olarak atanması, ne de hakimlik görevine devam etmesi caiz değildir. Bunlardan biriyle malûl olan kişinin verdiği karar sahih olmakla beraber hakimliğe atanması ve devam etmesi caiz değildir.
"Bunun anlamı şudur: Bu üç kusurdan biri kendisinde bulunan kimsenin verdiği hüküm geçerlidir. Fakat bu kusurlardan ikisi veya üçü bulunursa göreve atansa bile görevde bulunması gerçekleşmez.
"A'mânın fetva makamına atanması caizdir. [261]
Mevahib'ul-Celil isimli eserde şu bilgileri görmekteyiz: "A'mâ hakimin verdiği karar geçerli olmakla birlikte, onun görevden alınması vacibtir. Çünkü gözün sağlam olması, velayetin sahih olması için şart değildir. Fakat görme özelliğinin bulunması vacibtir. Bu özelliğin yokluğu halinde verilen kararlar geçerli ise de hakimin görevden düşmesi gereklidir."
Mukaddimat isimli eserde şöyle denmektedir: "Velayetin sahih olması için şart olmayan fakat yokluğu halinde velayetin feshini gerektiren özellikler işitir, görür, konuşur ve adil olmaktır. Bir kimsenin velâyet (kamu yönetimi) görevini üstlenmesi için bu özelliklerin kendisinde toplanması vacibtir. Bu özelliklerin kendisinde toplanmadığı ne zaman fark edilirse görevinden alınır. Fakat geçmişte verdiği kararlar geçerlidir.[262]
Bu mezhebe göre gözleri görmeyen kişi (a'mâ) hakim de olamaz devlet başkanı da olamaz. [263] A'mâ sultan da olamaz. [264] A'mânın müftü olması (fetva makamına atanıp fetva vermesi) caizdir. [265] Bir kavile göre A'mâ nikahta veli de olamaz. [266] Eşbah'ta şöyle denmektedir: "A'mânın nikahta veli olması hususunda iki kavil varsa da, en sahih olanı veli olmasıdır. [267]
A'mânın bir kavle göre vasî olması caiz değildir. [268] Nikahta veli olması hususunda meşhur iki kavil vardır. Bunlardan biri (bir kimseyi veli sıfatı ile) evlendirmesinin sahih olmamasıdır. Bu iki kavlin en sahih olanına göre ise veli olması sahihtir. Buna göre a'mâ (veli olarak) birisini evlendirse ve mehir kusurlu olsa, bu durumda mehri müsemma (nikah sırasında üzerinde anlaşmaya varılan mehir) sabit olmaz. Belki mehr-i misil (kadının baba tarafından yakım olan bir kadın yakınının mehrinin benzeri) gerekli olur. [269]
Hakimin işitme ve görme duyularının sağlıklı olması gerekir. [270]
İbn Kudame el-Makdisi'nin Muğni isimli eserinin kenarında yer alan Şerh-i Kebir'indz şöyle denmektedir: "Hakim olmak için bir takım şartların bulunması gerekir. Bunlardan biri görür olmaktır. Çünkü görmek şahitlikte etken olan duyulardan biridir. Onun yokluğu hakim olma velayetini engeller. A'mâ olanın şahitliği kabul edilmeyince hakim olmaması da uygun olur.[271]
Şuayb peygamberin (a'mâ olduğuna dair) söylenen haberler reddedilmiştir. Çünkü onun a'mâ olduğu isbat edilmemiştir. Bu sabit olsa bile burada bir bağlayıcılığı yoktur. Zira Hz. Şuayb'a iman eden insanların sayısı az idi. Belki onlar azlığı ve insaflı davramşlan sebebiyle mahkemeye ihtiyaç duymuyorlardı. Hz. Şuayb (a'mâ olsa bile) bizim meselemizde delil olmaz. [272]
Muğni'âç, şöyle denmektedir: "A'mâ bir kişinin nikahta veli olması caizdir. Zira Hz. Şuayb a'mâ olduğu halde kızını evlendirmiştir. Nikahtaki maksat işitmek ve meşhur olmakla bilinir. Bunda görmeye ihtiyaç yoktur. [273]
Bir adamın hakim olabilmesi için gözünün görmesi şarttır. (O nedenle) A'mânın hakim olması sahih değildir. [274]
Hakim ve müftü olmak için lüzumlu şartlardan biri meşhur olan kavle göre gözü görür olmaktır. [275]
Sağır, dilsiz ve a'mânın kamu yönetimi görevine atanması caiz değildir. (Atanmışlarsa) görevden alınmaları gerekir. Velev ki bu kusurlar sonradan meydana gelmiş olsun. Çünkü bu kusurlara sahip olanlar anlama ve anlatma melekesinden yoksundurlar.
Bir kavle göre a'mânın hakimlik ve diğer görevlere atanması caizdir. Divan'âa "Müslümanların a'mâ kimseyi hakim veya insanların işlerini göremeyecek derecede zayıf birini yönetici yapmamaları gerekir. Ancak başkasını bulamazlarsa bir sakınca yoktur" denmektedir.[276]
Kâsimî vali olmanın şartları konusunda şöyle diyor: "Vali olacak kişi hür ve erkek olmalı, görme, konuşma ve işitme kusuru olmamalıdır. [277]
ibn Âbidin Haşiyesi'nde: "A'mânın hidânesine gelince, çocuğu koruması mümkün ise, hidâneye ehildir. Koruması mümkün değilse ehil değildir. (Yani bu takdirde çocuğun bakım hakkı kendisine verilmez)" denmektedir. [279]
Çocuğun bakımını üstlenmenin şartlarından birisi, kadın olsun erkek olsun hidâne hakkına sahip olan kişinin yeterli olmasıdır. Yani çocuğun ihtiyaçlarını görmeye gücü yeter olmaktır. Buna gücü yetmeyen çocuğun bakımını üstlenemez. A'mâlık da güç yetmeme sebeplerindendir. [280]
Suyûti'nin Eşbah ve'n-Nezâir'inds şu bilgileri görmekteyiz: "A'mânın hidâne hakkı var mıdır? İbn Rif a der ki: "Mezhebimiz âlimlerinden bu konuda bir görüşü olanı görmedim. Şu kadar ki onun sözünden a'mâlığın hidâneye engel olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü o şöyle demiştir: "Eğer anne kendi başına ihtiyaçlannı göremeyen çocuğu koruyorsa, (onun sadece koruması hidâne hakkının kendisine verilmesi için yeterli) değildir. Zira her davranışında kontrol altında olmazsa çocuk zarar görebilir."
"Bu ifadeden, a'mâlığın hidâne hakkına mâni olduğu neticesi çıkar. Çünkü a'mâ yukarda belirtildiği gibi bir kontrolü gerçekleştiremez.
"Ezraî Kût isimli eserinde şöyle diyor: "İbn'ul-Berzi fetvalarında a'mâların hidanesi hakkında şu cevabı vermiştir: "Bu konuda yazılı bir şey görmedim. Kanaatim odur ki bu konudaki hüküm çeşitli durumlara göre değişmektedir. Eğer çocuğun korunması, gerekli tedbirlerin alınması ve yararına olan çalışmalann yapılması ve kötü durumlardan, çocuğa gelecek zaralardan korunması a'mâ tarafından gerçekleştirilebiliyorsa a'mânın hidâne hakkı vardır. Aksi halde yoktur."
"Hama'nın baş kadısı hidâne konusunda a'mâlığın bir engel olmadığına dair fetva vermiştir. Şu şartla ki hidâne hakkını alan a'mâ veya kendisine yardım edenler tarafından çocuk için gerekli hizmetler yerine getirilmelidir.
"İbn Sabbağ'ın akranlarından Miftah isimli eserin şârihi Abd'ul-Melik b. İbrahim el-Makdisi el-Hemedâni Fetâvâ'smda a'mâlara hidâne hakkı olmadığını bildirmiştir. Ezraî: "İhtimal ki en doğrusu budur" demiştir.[281]
Şerh'uî-Ezhâr'dâ şöyle denmektedir: "Hidâne hakkını düşüren şeylerden biri delilik ve benzeri hallerdir. Cüzzam ve a'mâlik gibi hoşlanılmayan her durum için hüküm aynıdır. [282]
Hidâne hakkı, hak sahibinde a'mâ olmak gibi hoşlanılmayan bir durum var ise, başkasına geçer.[283]
Acizliğinden dolayı a'mâya cihad farz değildir. Çünkü Hz. Allah ....a'mâya harec yoktur buyurmuştur. (Fetih/17)
Bu ayet, özür sahibi oldukları için cihada katılamayanlar hakkında nazil olmuştur. [284]
A'mâdan cihad (ile ilgili emir) düşer. [285]
Mecmu'da. şöyle denmektedir: "A'mâ savaşa katılmaya elverişli değildir. Ancak hacc konusunda durum böyle değildir. [286]
Eşbah'tada: "A'mâya cihad yoktur" denilmiştir. [287]
Muğni'dz şöyle denmektedir: "Cihadın farz olması için sağlıklı olmak şarttır. Sağlıklı olmanın şartlarından biri de a'mâ olmamaktır. Çünkü Hz. Allah: "A'mâya harec yoktur" (Fetih/17) buyurmuştur.
"Bilindiği üzere a'mâ olmak, cihadı engelleyen mazeretlerden biridir. [288]
İbn Teymiye Siyaset-i Şer'iyye isimli kitabında şöyle diyor: "Meşru savaşın aslı cihaddır. Cihadın maksadı dini Allah için hâlis kılmak, Allah'ın sözünü en yüce eylemektir. Buna kim engel olursa onunla savaşılır. Bu hususta müslümanlann ittifakı vardır. Savaşmaya elverişli olmayan kadın, çocuk, ihtiyar, din adamı, a'mâ, kötürüm ve benzerleri âlimlerin çoğunluğuna göre (savaş sırasında) öldürülmez. Ancak bunlardan söz ile veya fiilen savaşa katılanlar olursa öldürülür. Her ne kadar sadece kâfir oldukları için kadınlar ve çocuklar dışında hepsinin öldürülmesi görüşünde olan âlimler varsa da bu âlimler kadınların ve çocukların ganimet olduğundan öldürülmez demişlerdir- doğru olan birinci görüştür.[289]
Muğni'de: "Cihad sırasında a'mâ öldürülmez. Çünkü o savaş ehli değildir. Eğer savaşa katılırsa veya savaşa yardım eden bir görüş sahibi ise öldürülür" denmiştir. [290]
İbn Hazm'ın Muhallâ'sında şöyle denmektedir: "Müşrik olan a'mânın savaş sırasında öldürülmesi caiz olduğu gibi öldürülmemesi de caizdir. Çünkü Hz. Allah şöyle buyurmuştur:
Müşrikleri nerede bulursanız Öldürün. Onları yakalayın ve hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tev-be eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. (Tevbe/5)
"Ayetteki müslüman olmadığı sürece müşrikin öldürülme emri, a'mâyı da içine alan genel bir ifadedir."
İbn Hazm buna aykın görüşte olanların delillerini ve tenkidini de zikretmektedir. [291]
Şevkâni Neyl'ül-Evîar'mda. Hz. Peygamber'in ihtiyar, çocuk ve kadınların savaşta öldürülmemelerini tavsiye ettiği hadislere yer vermiş ve daha sonra şöyle demiştir: "Hadislerde bildirilen ortak özellikten hareketle -ki bu ortak özellik savaş sırasında faydası ve zararı olmamaktır- a'mâ, kötürüm ve benzerleri, yani bir fayda ve zararı söz konusu olmayanlar da öldürülmezler.[292]
Ravdat'ul-Behiyye isimli eserde şöyle denilmektedir: "Kendilerine cihad farz olan kişilerde görme özelliği olması şarttır. Kendisine rehber olacak birini ve bineği bulsa bile a'mâya cihad farz değildir. Bu müşriklerle onları İslâm'a davet için yapılan cihada göredir. Müslümanları baskısı altında bulunduran ve memleketlerini istila edip mallarım alma korkusu olan -sayıları az da olsa- kâfirlere karşı koyacak savaşta ise gücü yeten herkese bunlara karşı koymak farz olur. Bu hususta kadın erkek, hür, köle, sağlıklı, hasta ve a'mâ eşittir. [293]
Muhtasar'un-Nâfı'de şöyle denmektedir: "Cihadın farz olması için gereken şartlardan biri, a'mâ olmamaktır. [294]
A'mâya cizye vergisi konulup konulmayacağı hususunda iki görüş vardır. Mezhepde tercih edilen görüş, a'mâdan cizye alınacağı şeklindedir. [296]
A'mâya cizye yoktur. Çünkü o kimsede iyileşmesi ümid edilmeyen bir rahatsızlık vardır ki o bu rahatsızlığı sebebiyle savaşa katılmaya muktedir olamaz.
Feth'ul-Kadir tekmilesinde: "A'mâyı öldüren a'mâ olmayan kişi kısas yoluyla öldürülür" denmiştir.
İbn Âbidin Haşiyesi'nde şöyle deniyor: "A'mânın gözüne ilişkin işlenen cinayette kısas yoktur. Bu durumda mahkemenin uygun göreceği ceza vardır.
Mevahib'üİ-Celil'âe şöyle denmektedir: "A'mânın gözüne (karşı işlenen bir cinayetten dolayı) kısas yoktur. Çünkü a'mânın gözbebeği felç olmuş el gibidir. Nitekim felç olmuş ele karşı işlenen cinayette kısas yoktur.
Gene aynı kaynakta şu bilgiler vardır: "Gözdeki bir yaralama nedeniyle gözün görme özelliği kaybolursa, yaralayana kısas uygulanır. Bir kimseyi yaralayana da kısas vardır. Bu yaralama sebebiyle adamın görme özelliği kaybolmuş ise bundan dolayı da cinayeti işleyene kısas yapılır. Cinayeti işleyene cinayet işlediği kişiye yaptığının aynısı yapılınca maksat hasıl olur. Aynısı yapılamamışsa cinayet işleyen eksik kaim diyet ile öder.
"Göze hiç bir şey olmayıp görme özelliği koybolmuş ise, müm-se kısas uygulanır. Mümkün değil ise diyet ödenir. urmak suretiyle yüz güzelliğine bir şey olmaksızın sadece görme özelliği kaybolan gözün diyeti 500 (dirhem)dir.[297] Bu durumda göz çıkaran kasıtlı bile olsa kısas uygulanmaz. Çünkü bu yoldan başka kısasa ulaşmak mümkün değildir. Kaybolan tüm menfaata ulaşmanın yolu budur. Üstelik kendisine saldırılan kişinin bedeninden bir şey eksil-memiş ve güzelliği bozulmamı star. Görmenin kaybolması hususunda yardımcı olandan tam diyet alınır. Kasıtlı da olmuş olsa kısas yoktur. Saldında bulunan kimseden diyet alınmakla beraber ayrıca kendisine bir ceza verilir."
A'mânın gözü karşılığında sağlıklıklı gözü olan kimsenin gözüne karşı kısas uygulanmaz. [298] A'mânın gözleri karşılığında diyet de yoktur. Fakat a'mânın göz kapağında diyet vardır ve gözü gören kimse a'mânın göz kapağına zarar verirse (bunun karşılığında) onun göz kapağı kesilir. [299]
El-Ümm isimli eserinde İmam Şafiî der ki: "Tek gözü gören kimsemin gözüne zarar veren) sağlıklı kişinin gözü (kıyas olarak) çıkarılır. Bunun tersi de söz konusudur. Gözü sağlıklı olanla tek gözü olan (bu konuda) eşittir.
"Göz çıkarma işi kasıtlı olmuş ise, gözü çıkarılan kişi dilerse gözünü çıkarana kıyas yaptırır. Şayet göz çıkarma işi hata ile olmuş ise diyeti, iki senede ve gözü çıkaranın âkılesi[300] tarafından ödenmesi esas olmak üzere 50 devedir. Bir sene geçince 50 devenin üçte ikisi, ikinci senenin geçmesiyle de (geri kalan) üçte biri ödenir. Bu hükmün delili Hz. Peygamber'in şu hadisidir:
Göze (karşı işlenen cinayetlerde gözün karşığılı olarak) elli deve vardır.
"İki göz birden çıkarılmış ise (diyet maktan) yüz devedir. [301]
Gene El-Ümm isimli kitabında İmam Şafiî der ki: "Bir adam bir adamın gözünü çıkarırsa bu yaptığı hıyanetin cezası kendinedir. Eğer bunu kasıtlı yapmış ise kendisine kısas yapılır. Ancak gözü çıkarılan kimse diyet istiyorsa, bu durumda bu cinayeti işleyenin malından diyet olarak 50 deve verilir, âkılesine ödetilmez. Eğer cinayet hata olarak meydana gelmiş ise âkılesine ödetilir. Diyetin tamamı olan elli devenin üçte ikisi bir yıl geçtikten, üçte biri ise iki yıl geçtikten sonra ödenir.[302]
Muğni'de, şöyle denmektedir: "Kısas olarak göze karşı göz çıkarılır. Bu meselenin delili Maide suresi 45. ayetindeki "...göze göz..." ifadesidir. Çünkü göz bir ekleme ulaşmaktadır. Tıpkı elde olduğu gibi onda da kısas uygulanır. Bir kimse, birisine tokat atarak gözünü kör etse, kör etmek için tokat atarak kısas uygulanmaz. Çünkü aynı sonucu almak imkansızdır. Kısas cinayeti işleyenin gözü çıkarılmadan görme Özelliği yok edilerek uygulanır. [303]
Huliy'in Şerai'ul-İslâm isimli eserinde şöyle denmiştir: "Bir grup birleşerek bir adamın elini kesseler veya gözünü çıkarsalar madur olan adamın hepsine kısas uygulama hakkı vardır. Ancak bu durumda her birine kendi hakkının fazlasını ödetikten sonra kısasa başvurur. Fakat sadece bir tanesine kısas uygulatılıp diğerlerinden cinayetlerinin diyetini alır. [304]
Gözlerin her ikisi için de diyet vardır. Her bir göz için diyetin yarısı vardır. Gözün sağlıklı, çok iyi görmeyen, şaşı ve patlak olması hükmü değiştirmez. [305]
İki gözün görme yeteneği için tam diyet vardır. Bir kimse (bir olay sebebiyle) gözünün görme özelliğinin gittiğini iddia eder, bu konuda uzman iki şahit veya iki erkek bir kadın tanıklık ederse iddia sabit olur.
Adam görme kabiliyetini kaybettiğini iddia ediyor, fakat gözleri duruyorsa kasame yemini yaptırılır ve davacının haklılığına karar verilir.[306]
Bir kimse a'mâ olan birine (kısas) uygulatamaz, ancak a'mâdan diyet alır. Çünkü a'mâlik (kısas yerine diyet uygulamak için) zorunlu bir sebeptir. [307]
Gözde kısas vardır. İsterse tek gözü görür birisi olsun. Tek gözü olan bir kimsenin sağlıklı gözünü, iki gözü de gören bir kimse çıkarırsa, dilerse madur da onun bir gözünü kısas olarak çıkartır. Bu durumda ayrıca yarım diyet-bir kavle göre- alamaz. Çünkü Maide suresi 17. ayette "...göze göz" buyurulmuştur. (Kısas ile bu, gerçekleştiğine göre diyet alamaz.) Bir diğer kavle göre yarım diyet de alır. Bunu emreden hadisler vardır. Fakat birinci görüş daha uygundur.
Bir kimse birisinin görme duyusunu yok etse, fakat göz bebeğine hiç bir zarar vermese, aynısı ona da yapılır. Bunun şöyle yapılacağı söylenmiştir: Göz kapaklarına ıslanmış pamuk konularak kızgın güneşe tutulmuş bir aynadan yansıtılan güneş ışığı görme duygusunu yok edene kadar tutulur. Böylece göz bebeğine bir şey olmadan kısas gerçekleşir. [308]
Birisi bir a'mânın gözünü eliyle çıkarmış olsa, madurun, suçu işleyenin gözünü eliyle çıkarması uygun mu? Bu durumda en uygunu, ucu eğri bir demirle suçlunun gözünü çıkarmaktır. Zira bu daha kolaydı.[309]
Uyuyanın işlediği suçlarda kısas yoktur. Çünkü uyuyanın hareketinde kasıt yoktur ve sebep konusunda mazeret sahibidir. Ancak uyuyana cinayetinden dolayı diyet vardır. A'mânın durumunda ise tereddüt vardır: En doğrusu a'mâya da -tıpkı gören kişiye olduğu gibi- kısasın gerekli olmasıdır, Halebi'nin Ebu Abdillah'tan rivayetine göre a'mânın cinayeti hatadır. Diyetini ödemek âkılesine lazım gelir. [310]
Bu başlık altında a'mâ ile ilgili -a'mâ maddesi ansiklopedi için planlandığından dikkate alınmayan- çeşitli hüküm ve meseleler bir araya toplanmış, daha faydalı olacağı düşüncesi ile a'mâ maddesinin sonuna konulması uygun görülmüştür.
Şafiî mezhebinde a'mânın evlenmesinin caiz olduğunda ihtilaf yoktur.[311] Gene bu mezhebe göre, a'mânın eşinin sesini tanımasına itimat ederek onunla cinsel ilişkide bulunması caizdir. [312]
İmamiyye mezhebine göre nikahın feshedilmesine cevaz veren kadına ait kusurlardan biri a'mâ olmaktır. Nikah akünden sonra (kadında) körlük meydana gelirse koca için muhayyerlik yoktur, -meşhur olan görüşe göre- kusur, isterse (akitten sonra) cinsel ilişkiden önce meydana gelmiş olsun. Akün lüzumluluğunun asıl, aktin hükmünün devamlı ve muhayyerliğin delilinin zayıf olmasından dolayı hüküm böyledir. [313]
Bir başka kavle göre konu ile ilgili ayet ve hadisler genel olduğundan kusur ne zaman ortaya çıkarsa çıksın akit fesholunur. Üçüncü bir kavle göre kusurun duhuldan (cinsel ilişkiden) önce olması gerekmektedir. Fakat en meşhuru ilk görüştür. [314]
İbâdiyye mezhebine göre kendisiyle evlenilen kişi a'mâ ise akit sırasında belirlenmesi vacibtir. [315]
Şafiî mezhebine göre a'mâ kölenin keffaretlerde azad edilmesi caiz değildir. [316]
Hanbelî mezhebine göre ancak kusurlu olmayan kölenin azad edilmesi (keffaretlerde) yeterli olabilir. Azâd edilecek kölede çalışmasına engel olacak bir kusur olmamalıdır. Çünkü köleye sahip olmaktan maksat ondan (onun çalışmasından) yararlanmaktır. Kusurlu bir kölenin kendisi için çalışması mümkün olabilir. Fakat çalışmasına mâni bir kusuru bulunan köleden fayda sağlamak mümkün olmaz. Bu itibarla a'mâ (köle keffaret için) yeterli olmaz. Çünkü bu durumdaki kölenin pek çok meslekte çalışması mümkün olmaz.[317]
Hanbelî mezhebine göre bir veya iki gözü görmeyen (hayvan)ın kurban edilmesi caiz değildir. Hayvanın gözü görmüyorsa gözün dumanlı olması dikkate alınmaz. Zira hayvanın gözünün görmemesi (diğer) hayvanlarla birlikte yürümesine ve yem yemesine topallıktan daha fazla engel olur. [318]
Zeydiyye mezhebine göre kör olan hayvanın kurban edilmesi göz yapısı kusursuz olsa bile yeterli olmaz. [319]
Zahirî mezhebine göre hacda bir gözü kör olan hayvanın kurban edilmesi mekruhtur. Çünkü Hz. Peygamber bunu yasaklamıştır. [320] Kurbanlığın iki gözünün de sağlıklı olması vacibür. [321]
Şafiî mezhebinin görüşü olarak bu konuda Alâi şöyle demiştir: "A'mânın oruç ve iftar vakti için bir çalışma yapması hususunda bir hüküm nakledilmemiştir. A'mânın oruç meselesinde durumunun namaz vakitlerindeki gibi olması ihtimali vardır. İkisi arasında fark olması da mümkündür. Çünkü oruçta tan yerinin ağardığını ve güneşin battığını devamlı gözetip takip etmek bir çeşit zorluktur. Doğrusu (vakit konusunda a'mânın başkalarını) taklit etmesinin caiz olmasıdır. Taklid edecek birisini bulamaz ise tahminde bulunur ve ihtiyatlı olanı alır."
Suyûti der ki: "Bu söz pek isabetli değildir. Çünkü namaz vakitleri hususunda da (a'mâmn) başkasına uyma hakkının olmadığını ifade etmektedir. Oysa mezhepte nakledilen, bunun aksinedir. Buna göre taklid ve içtihadın (gerekli çalışmayı yapmanın) caiz olması hususunda oruç ile namaz vakitleri aynıdır. Bu, mezhep âlimlerinin çoğunluğunun söylediklerinin gereğidir.[322]
Şafiî mezhebine göre gözü gören kimse cenaze yıkamak hususunda a'mâdan daha elverişlidir. [323]
Şafiî mezhebine göre a'mâmn dinleyip rivayet ettiği hadisi kabul hususunda iki görüş vardır. Bunlardan doğru olanı, güvenilir ve kendine ait bir yazı ile (birlikte) olduğu zaman kabul edilmesidir. İmam Ga-zâlî'nin tercihi, kabul edilmemesi yönündedir. [324]
Câferî mezhebine göre a'mâmn mahremi olmayan (yabancı) kadının sesini dinlemesi caiz diğildir. Çünkü yabancı kadının sesi avrettir. Kadının a'mâya bakması da caiz değildir. Erkeğe bakmayı yasaklayan ayet hususunda görenle görmeyen eşittir. [325]
Mu'cemu Elfâz'ıl-Kur'an'U-Kerim isimli eserde mehl, temhil ve imhal kelimelerinin ki hepsinin kökü aynıdır ağır davranmak ve acele etmemek anlamına geldiği bildirilmiştir.[326]
Kullanış olarak "Allah onu imhal etti" ifadesinin "ona acele muamele etmedi" manasına, "Mühlet'i üzerine yürüdü" ifadesinin yavaş ve ağır yürüdü manasına geldiği bildirilmiştir. [327]
"Onu imhal ettim ve ona mühlet verdim" ifadeleri, "Ona süre tanıdım, ona verdiğim süreyi uzattım" anlamındadır. "Bunu şu mühlette yaptı" ve "Mühleti üzere yaptı" ifadeleri "yavaş ve ağır yaptı ve yürüdü" demektir. [328]
Kelimenin kullanış tarzı ve ifade ettiği anlamları aşağıdadır:
a. Mehl ve Mehel: Ağır başlılık ve yumuşak olmak.
b. El-Mühletü ve Emheletü: Ona yumuşak davrandı ve ona süre verdi.
c. Mehlehû temhilen: Ona bir süre verdi.
d. El-Mühletü: Müddet (süre)
e. Emhele: Aşırı davrandı ve mazeret bildirme imkanı verdi.
f. Istemhele: Ondan süre isteğinde bulundu.
g. Emhelehü: Ona süre tanıdı. [329]
h. El-Mehelu: Ağır davranmak.
Mehel tarzındaki söyleyişin isim şekli mühlet'ivc. Mehheltühu ve Emheltühû ifadeleri "onu sakinleştirdim ve geciktirdim" demektir.
Tekil, ikil, çoğul ve dişil için tek bir kelime olarak mehlen denilir, ki "yavaş ol!" demektir. [330]
Bu kelime (türetilmiş şekillerde) Kur'an'da iki yerde geçmektedir.
Birisi Müzzemmil suresi 11. ayetinde, diğeri Târik suresi 17. aye-tindedir.
(Bunlardan birincisinin anlamı şöyledir:)
Nimet içinde yüzen o yalancıları bana bırak ve onlara biraz mühlet ver. (Müzzemmil/11)
İkinci ayetin anlamı da şöyledir:
Kâfirlere süre ver onları biraz kendi hallerine bırak. (Tarık/17)
Mehl kelimesi (ki imhal'in köküdür) pek çok hadis-i şerifde geçmektedir:
a. Tirmizî'de şu hadisi görüyoruz:
Hz. Peygamber'in müezzini ezanı okur, sonra (kamet için) bir süre ara verirdi.
b. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde. (ezan hususunda) şöyle buyurulmuştur: sonunda ezanı bitirince bir vakit süre verdi.
c. İbn Mâce'de şöyle buyurulmuştur: Hz. Peygamber sabah namazını kılarken ağır davranırdı.
d. Ahmed b. Hanbel'in Miisned'inde şu hadis vardır: Yemek yiyen kişi yemeğini ağır ağır yer. Abdest alan kimse de ihtiyacını yavaş yavaş giderir.[331]
İbn Nüceym'in Bahr-i Râik isimli eserinde şöyle denmektedir: "Davacı: "Benim delillerim var ve yemin talep ediyorum" derse yemin ettirilmez. Fakat davalıya, üç gün kefalet vermesi söylenir. Davalı delil getirmekten çekinirse davacı peşini bırakmaz. Yani nereye giderse onunla birlikte olur."
İbn Âbidin'in Bahr-i Râik üzerine yazdığı Hâşiye'si olan Min-hat'ul-Hâîik isimli eserinde buna şöyle bir yorum getirilmektedir: "Bu uygulamanın sebebi (taraflardan birinin) kaybolup gitmemesi ve (diğerinin) hakkının kaybolmaması içindir. Sadece dava sebebiyle kefil alınması bize göre istihsandır. Çünkü bu uygulama davacının yararınadır. Davalıya da büyük bir zarar yoktur. Sürenin üç gün olduğu Ebu Hanife'den rivayet edilmektedir. Sahih olan da budur. Kâfi isimli eserde de böyledir. Hâniyye isimli eserde bu sürenin hakimin ikinci oturumuna kadar olmasının sahih olduğu bildirilmiştir.[332]
Kadı Zâde'nin Netâic'ul Efkâr isimli eserinde şöyle denmektedir: "Davacı: "Benim sunacak delillerim var" dediği zaman davalıya: "Ona üç günlük kefalet ver" denir. Tâ ki kaybolup gitmesin ve davalının hakkı kaybolmasın. Kişinin şahsı ile ilgili kefalet vermesi caizdir. [333]
Kendisiyle evlenilmesine dini kurallar açısından bir engel bulunmayan bir kadın hakkında bir adam "ben bu kadınla evlendim" iddiasında bulunsa, kadın da bu iddiayı yalanlasa, adam bu konuda yakın bir gelecekte sunabileceği bir belgesi olduğunu ileri sürse; delilin ortaya konmasını beklemek kadına bir zarar vermeyecekse ve hakim adamın davasının görülmesinde bir yarar görüyorsa, hakim delilin ortaya konmasını emreder. Adam kadınla evlenmiş olduğunu ortaya koyan bir delil ortaya koyabilirse, gereği yapılır ve nikah sabit olur. Adam eğer delil ortaya koyamazsa veya delilin getirilmesi uzun zaman alacaksa, kadına beklemesi emredilemez. Çünkü uzun süre beklemek ona zarar verir. Kadın ne zaman dilerse evlenir.
Sözkonusu meselede iddia sahibi olan adam, "yakın bir zamanda sunacağım delil var" deyip hakimin delili getirmesi için süre vermesinden sonra delil getirmekten aciz kalırsa, daha sonra delil getirse de, getirdiği delil dikkate alınmaz. Kadın (bu arada başkası ile) evlenmiş olsa da evlenmemiş olsa da durum aynıdır.[334]
Bulğat'üs-Sâlik ilâ Akrab'il-Mesalik isimli eserde şöyle denmektedir; "Bir kimse, hakkında ileri sürülen bir delili çürütmek üzere, meselâ bir belgenin tetkiki, veya (davacı ile) aralarındaki bir hesabın incelenmesi veya anlaşmazlık sırasında hazır bulunan birine sormak, bir ikrar veya inkâr durumunda hazırlıklı olabilmek için süre istese, veya davacı gösterdiği birinci şahitle birlikte yemin etmekten çekinip ikinci bir şahit getirmek için süre isterse hakim içtihadı ile süre verir. Yukarda verilen örnek durumların hepsinde ayrıca mal ile ilgili kefil kaydı yoktur. Eğer davalı kabul etmezse kefil de yeterli değildir.
"Fakat davacı davanın aslı ile ilgili bir delil getireceğini iddia edip davalıdan kefil göstermesini isterse, gösterilen kefil ittifakla yeterlidir."
Gene aynı kaynakta bildirildiğine göre davacı kefile cevap verme durumunda değildir. Tercih edilen görüş budur. [335]
Feth'ul-Vehhâb isimli eserde şu bilgileri görmekteyiz: "Davacı iddiayı red sadedinde yemin etmez, bunun için bir mazereti de bulunmazsa yemin ve davasındaki talep hakkı yemin etmekten çekindiği için düşer.
"Eğer bir delil ortaya koymak, bir fıkıh âlimine danışmak veya hesaplarını kontrol etmek gibi bir mazaret ileri sürerse sadece üç gün kendisine süre verilir. Sürenin üç gün olması, savunmanın uzamaması içindir. Üç gün dini yönden hoş görü ile kaşılanacak bir süredir. Delilin sonsuza kadar ertelenmesi bundan farklı bir olaydır. Çünkü delil henüz hazır olmayan ve ona yardım edecek bir şeydir. Yemin etmek de kendisine aittir.
"Bu süreyi tanımanın vacib veya müstehab olduğuna dair iki görüş vardır.
"Yemin teklifi yapıldığı sırada davacının rızası olmaksızın davalıya süre verilmez. Çünkü davalı davacının hilafına yemin veya ikrar isteği ile alt edilmiş bir durumdadır.
"Davacının özürleri olduğunu söylediği sırada buna cevap olarak hasım, süre isteğinde bulunursa, hakimin veya davacının isteğine bağlı olarak o mahkeme celsesi sonuna kadar süre verilir.[336]
Bir kişi, her hangi biri hakkında iddiada bulunup, hakkında iddia edilen kişi de bunu inkar ederse, iddia sahibine iddiasını isbat etmek düşer. İddia sahibi: "Delilim var ama şu anda hazır değil" veya "Kendim için bir delil bilmiyorum" veya "Delilim yok" derse kendisine şöyle denilir: "İstersen delilin hazır oluncaya kadar yemin etme, belki bir delil bulursun. İstersen yemin et; fakat bu takdirde getireceğin deliller hükümsüz kalır. Artık ilerde getireceğin delillerle karar verilmez. Önünde bu iki şık var: Hangisini tercih edersen ona göre karar verilir." Davacı tercihini yaptıktan sonra artık bu dava hakkında ileri süreceği delil dikkate alınmaz. Ancak sağlıklı bilgiyi gerektiren tevatür derecesinde bir delil olursa o kabul edilir. [337]
Tâc'ul-Müzehheb isimli eserde şöyle denmektedir: "Bir maslahat (yarar) olmadıkça aleyhinde bir delil gelecek diye hasım bekletilmez. Bir insan bir başkası hakkında bir iddiada bulunması, hakkında iddia ileri sürülen kimsenin de iddiayı inkâr etmesi halinde, iddia sahibi iddiasını belgeleyen delili olduğunu belirtip delili getirinceye kadar davalının bir yere gitmesine engel olunmasını isterse, hakim olumlu cevap vermez. Davalıya da yeminden başka bir şey gerekmez. Ancak hakim meselede yararlı bir nokta görürse isteği kabul eder. Bu yarar, ya bir ipucu yolu ile davacının doğruluğunun ortaya çıkması şeklinde olur, ki bununla hak ortaya çıkacaktır. Yahut şahitlerin yazılı beyanları veya bir şahidin hazır olması şeklinde olabilir. Veya davacı fazilet ve takva sahibi olur, öyle ki doğrudan başka bir şey söylemez. Bu durumda davacı davalıdan süre ister. Mâli konularda on gün süre verilir. Nafaka davası mâli davalardan biridir. Nikah ve zıhâr, îlâ veya talak gibi nikaha bağlı konularda bir ay süre verilebilir. Bu süreler davacının yemin etmezden önce meseleye vâkıf olması durumundadır. Yeminden sonra meselede ayrıca bilgi sahibi olması durumunda kendisine tanınacak süre sadece davanın görüldüğü celse (oturum) süresincedir. Çünkü hak, yeminle zayıflamıştır."
Ezhâr isimli eserde şöyle deniyor: "Belirli sürelerin zikredilmesinin amacı, bu süreleri (söylenen miktarlarla) sınırlamak değil, yaklaşık bir miktardır. Bu mesele hakimin görüşüne bırakılmıştır. Başka meselelerde gösterilmeyen ihtiyat nikah meselesinde gösterilir. Kısas ve kazif haddi cezalarında verilecek süre sadece mahkeme oturumu süresincedir.[338]
Davacının delili varsa hakim "delilini hazır et" demez. Çünkü hak sahibi olan odur. Bir kavle göre davacıya böyle denilmesi caizdir ve bu güzeldir. Delilin hazır olduğu durumda davacı talepte bulunmadıkça hakim delil sormaz. Şahitliğin yerine getirilmesi ile değil, davacının isteği ile karar verilir. Hakim delilin doğruluğunu gördükten sonra (davalıya) deliller hakkında görüşünü sorar. Delilleri çürütmek için söz isteyip istemediğini sorar. Eğer cevap "evet" ise ve bir süre isteğinde bulunursa (davalıya) isbat için üç gün süre verir. Delili çürütmek imkansız hale gelirse davacının isteğinden sonra hüküm verilir.[339]
El-İhtiyar isimli kitapta şöyle denmektedir: "Mürted (İslâm dininden dönen kişi) hapsedilir ve kendisine müslüman olması teklif edilerek (varsa) şüpheleri giderilir. İslâmiyet'e girerse mesele yoktur. Girmezse öldürülür. Bir kavle göre kendisine süre verilmesini isterse üç gün süre verilir. Süre istememiş ise hemen öldürülür. Çünkü o (İslâm'a karşı) dik kafalılık etmiştir. [341]
İbn Âbidin'âe şöyle denmektedir: "Mürted'in üç gün hapsedilmesi vacibtir. -Mendup olduğu da söylenmiştir-. Bu uygulama süre istemesine göredir. (Süre istemesi halinde kendisine üç gün süre verilir). Bu üç gün içinde her gün kendisine İslâmiyet sunulur. Süre isteğinde bulunmamış ve İslâmiyet'i de benimsemesi ümid edilmiyorsa hemen öldürülür. [342]
Feth'ul-Kadir'dz şunları görmekteyiz: "Allah korusun müslüman bir kimse İslâm dininden dönerse, ona İslâm'a dönmesi teklif edilir. Eğer şüpheye düştüğü bir husus varsa şüpheleri giderilir. Çünkü belki içine düşen bir şüphe sebebiyle dinden çıkmıştır. Böyle yapmakla ortadaki kötü durumu iki şeyden biri ile, yani ya İslâm'a yeniden dönmesi veya onu öldürmekle ortadan kaldırmak söz konusudur. Elbetteki, arzulanan o kişinin İslâm'ı kabul etmesidir. Şu kadar ki fıkıh âlimlerinin söylediğine göre ona İslâmiyet'i teklif etmek vacib değil mendub-tur. Çünkü İslâm daveti (daha önce) ona ulaşmıştır.
"Üç gün hapsedilir; İslâm'ı kabul ederse ne a'lâ, aksi halde öldürülür."
Ca'mi'us-Sağir'de şöyle denmiştir: "Mürted'e İslâm teklif edilir, eğer kabul etmezse öldürülür."
Üç gün süre verilmesinin nedeni: Mürted kendisine süre verilmesini isterse ona üç gün süre verilir. Bu müddet, mürtedin dönüp dönemeyeceğinin belirlenmesi için verilmiştir. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf tan rivayet edildiğine göre mürted'e üç gün süre verilmesi müste-habtır. Mürted bunu istese de istemese de hüküm böyledir. Mebsût'ta bildirildiğine göre mendub değil, vacibtir. Bize bu şüpheyi ortadan kıldırmak vacibtir. Veya onun durumu iyice anlamaya, mesele üzerinde düşünmeye ihtiyacı vardır. Buna göre mutlaka süre tanımak lazımdır. Süre istenmesi durumunda devlet başkanının bu süreyi vermesi gerekir. Satın alma muhayyerliğinde olduğu gibi düşünme süresi de üç gündür.[343]
Bir kavle göre Tevbe/5 ayetindeki "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün!" emrine ve "Dinini değiştireni öldürün!" hadisine dayanarak mürted'e süre verilmez. Çünkü ayet ve hadiste süre kaydı yoktur. Ayrıca mürted kendisine İslâm daveti ulaşmış bir kâfir ve harbidir. Bu durumda olan kimse süre tanınmadan hemen öldürülür. Zira vehme dayalı (ihtimalden ibaret olan) bir duruma göre vacib olan bir görevi ertelemek caiz olmaz. Delillerdeki hükmü genel oluşundan dolayı (mürted'e uygulanacak hükümde) köle ile hür arasında fark yoktur. [344]
Şerh'ul-Huraşî'de şöyle denmektedir: "Gerek doğuştan, gerek sonradan müslüman olan bir kimsenin İslâm dininden dönmesi halinde devlet başkanı veya onun vekilinin mürted'e üç gün süre ile tevbe teklif etmesi vacibtir. Eğer mürted tevbe etmezse üçüncü günün akşamı güneş batanında Öldürülür. Bu uygulamada hür, köle, erkek ve kadın arasında fark yoktur.
Verilen üç gün sürede (olayın olduğu) ilk gün hesaba katılmaz. Günlerin hesabında, küfre girdiğinin isbat edildiği günden hesaba başlanır. Kâfir olduğu ve davasının mahkemeye geldiği günden hesap edilmez. Şeyh Kerim'ud-din: "Kuralların gereği budur" diyor.
Buna göre isbat'ın gerçekleştiği gün de hesaba katılmaz. Günler birbiriyle birleştirilmez. Mürted'e üç gün tevbe teklif edilmesinin sebebi, Hz. Allah'ın Salih peygamberin halkına vereceği cezayı bu kadar ertelemesidir. Bu sürenin üç gün olması vacibtir. Bu üç günden önce öldürülmesine karar verilmiş ise, karar geçerlidir. Çünkü bu husus ihtilaflıdır, (ittifak edilmiş değildir).
Mürted olan kadın evli veya dönüşü olan bir boşama ile boşanmış ise veya kendisi ile ilişki kurulan bir cariye ise bir kere âdet kanaması (hayız) görmeden öldürülmez. Bu hamile olup olmadığının anlaşılması içindir. Hür kadının da birden fazla adet görmesine ihtiyaç yoktur. Zira bu konudaki emri yerine getirmek ibadettir.
Eğer mürted olan kadın emzikli ise çocuğunu emzirecek birini bulmadıkça ve çocuk annesinden başkasını (emmeyi) kabul etmedikçe öldürülmez.[345]
Mevâhib'ul-Celil'de şöyle denmektedir: "Mürted'e üç gün tevbe teklif edilir. Mezhepteki makbul kavle göre üç gün süre tanınması vacibtir. İbn'ul-Arabi şöyle diyor: "Âlimler mürtede süre vermeyi müste-hab görmüşlerdir. Belki içine düşen bir şüpheden dolayı mürted olmuştur. Kendisine bir süre tanınır ki kendini kontrole tabi tutarak şüpheyi kesin inanca, bilgisizliği bilgiye dönüştürsün. Ancak bu, sağlıklı düşünme ile bilgi meydana geldiği için vacib derecesinde değildir."
Kâdi Abd'ul-Vehhab şöyle diyor: "Mürted'e tevbe teklif edilmesi mezhepteki muteber kavle göre vacibtir. [346]
Bülğat'us-Sâlik isimli eserde şöyle denmektedir: "Mürted'e üç gün
üç gece tevbe teklif edilmesi vacibtir. Bu üç günlük süre mürted olduğuna dair karar verildiği günden itibaren başlar. Karar öncesi kâfir olduğu veya dava mahkemeye intikal ettiği günden başlamaz. Mürted olduğu sabahtan sonra isbat edilmiş ise o gün de hesap dışı bırakılır. Tev-be ederse salıverilir. Tevbe etmezse üçüncü günün güneş batımından sonra öldürülür.[347]
Suyûti'nin Eşbâh'mda doğuştan kâfir olanla mürted olan kimse arasındaki farktan söz edilirken şöyle denmektedir: "Mürted'e tevbe teklif edilmesi hususunda süre verilmez. [348]
Feth'ul-Vehhâb'da şöyle denmektedir: "Bir kimse dinden çıksa ve çıldırsa ihtiyat olarak kendisine süre verilir. Çılgınlığı süresince öldürülmez. Çünkü aklı başına gelip tekrar İslâm'a dönebilir. Eğer öldürü-lürse kısas gerekmez. Lâkin onu öldüren kimse vacib olan tevbe teklif edilmesine fırsat vermediği için tazir cezasına (hakimin uygun göreceği cezaya) çarptırılır. [349]
Muğni'dt şöyle denmektedir: "Mürted üç gün tevbe teklif edilmedikçe öldürülmez. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer'e, vali olarak tayin ettiği Ebu Musa'nın vilayetinden bir adam gelmiş, Hz. Ömer adama "Bir haber, bir bilgi var mı?" diye sormuş. Adam: "Evet, adamın biri müslüman olduktan sonra kâfirliğe döndü" diye cevap vermiş. "Ne yaptınız?" sorusuna da adam şu cevabı vermiş: "Kendisini yakalayıp boynunu vurduk." Bunun üzerine Hz. Ömer: "Niçin üç gün hapsedip, her gün yiyeceği ekmeğini vermediniz? Ona tevbe etmesini teklif et-seydiniz ya! Belki tevbe edip Allah'ın emrine dönecekti. Allahım! Ben o adamın öldürülmesinde hazır değildim. Öldürülmesini emretmediğim gibi, haberi bana ulaşınca da razı olmadım" dedi.
"Dinden çıkmak ancak bir şüpheden dolayı olur. Böylesi bir şüphe hemen yok olmaz. Bir görüş sahibi olacak kadar süre verilmesi gerekir. Bu sürenin en uygun olanı rivayet edildiği gibi üç gündür ve bu süre yakın bir müddettir. Bir kimseye tevbe teklif edildiği sürede sıkıştırılır ve bir yere hapsedilir. Çünkü Hz. Ömer (az önce de geçtiği üzere) mürted olan birisi için: "Onu hapsetmeli ve her gün için yiyeceği ekmeğini vermeli değil miydiniz?" demiştir. Bu süre içinde tekrar tekrar İslâmiyet'e davet edilir. Belki kalbi duygulanır ve dinine döner.[350]
Gene Muğni'dz şu bilgileri görmekteyiz: "Bir çocuk müslüman olup ergenlik döneminden önce İslâm'dan dönerse ergenlik yaşına gelene kadar öldürülmez. Ergenlik dönemini üç gün geçene kadar beklenir, halâ küfründe devam ederse öldürülür.
"Çocukla ilgili olarak bu meselenin hulasası şudur: Çocuğun İslâm'dan döndüğü haberi doğru olsa da olmasa da çocuk öldürülmez. Çünkü çocuğa (her hangi bir suçtan dolayı) ceza gerekli olmaz. Bunun delili şudur ki zina hırsızlık ve diğer had cezaları çocuğa uygulanmadığı gibi kısas yoluyla da çocuk öldürülmez.
"Çocuk iken dinden dönen kimse baliğ olduğu zaman mürtecdiği-ne devam ederse üç gün kendisine tevbe etmesi teklif edilir. Mürtetlik-ten tevbe ederse ne a'lâ, tevbe edip dönmezse öldürülür. Bu durumdaki çocuğun ergenlik çağından önce mürted olması ile, bu çağdan sonra mürted olması ve doğuştan müslüman olup da mürted olması ile aslında kâfir olup, çocuk iken müslümanlığı kabul ederek mürted olması arasında fark yoktur. [351]
Mürted'e tevbe teklif edilir diyenler bir kaç kısma ayrılmışlardır. Şöyle ki:
a. Bir gruba göre mürted'e bir kere tevbe etmesi teklif edilir. Tevbe ederse ne a'lâ, tevbe etmezse öldürülür.
b. Bir gruba göre üç kere tevbe teklif edilir.
c. Bir gruba göre bir ay tevbe teklif edilir.
d. Bir gruba göre üç gün tevbe teklif edilir.
e. Bir gruba göre yüz kere tevbe teklif edilir. Bu grupların tümü tevbe etmezse mürtedin öldürüleceği hususunda ittifak etmişlerdir.
f. Bir başka gruba göre sonsuza kadar tevbe teklif edilir ve öldürülmez.
İbn Hazm bu gruplardan her birinin delillerini zikrettikten sonra mezhebindeki âlimlerin şöyle dediklerini nakleder: "Bir kimsenin (İslâm'ın dışında) terkettiği dinine geri dönmesi kabul edilmez. Mutlaka ya İslâm'a girmelidir, veya onun hakkından kılıç gelir.[352]
İslâmiyet dışında bir dinden başka bir dine geçen kimse hakkında îbn Hazm'm görüşünde olan âlimler -Muhallâ'da ifade edildiği üzere-şu görüştedirler: Bu kimse hâli üzere bırakılmaz; ondan ancak müslüman olması kabul edilir, veya boynu kılıçla vurulur. Bununla beraber bu âlimler şunu da söylemişlerdir: Böyle bir kimsenin dâr'ül-harbe (müslüman olmayan bir ülkeye) gitmesine izin verilmez. Ya müslüman olmaya zorlanır veya öldürülür. [353]
Hz. Ali'ye (bir gün) şöyle denildi: "Mescidin kapısında senin kendilerinin Allah'ı olduğuna inanan bir topluluk var." Bunun üzerine Hz. Ali onları çağırıp: "Yazıklar olsun size! Ne söylüyorsunuz?" dedi. Onlar: "Sen bizim rabbimizsin, bizi yaratan ve rızıklandıran sensin" dediler. Hz. Ali onlara şu konuşmayı yaptı: "Yazıklar olsun size! Ben ancak sizin gibi bir kulum. Sizin gibi yer, içerim. Allah'a itaat edersem, dilerse O bana sevap verir. Eğer O'na isyan edersem, bana azap etmesinden korkarım. Allah'tan korkun ve (bu düşüncelerinizden) dönün!" Onlar bunu kabule yanaşmadılar. Ertesi gün gene Hz. Ali'nin olduğu yere geldiler. Hz. Ali'nin hizmetçisi Kanber de oraya gelip: "Vallahi döndüler, gene aynı şeyleri söylüyorlar" dedi. Bunun üzerine Hz. Ali şöyle buyurdu: "(Ey Kanber!) onları bir yere kapat!" (Kanber'in söyleneni yapmasına rağmen) onlar gene aynı şeyi söylemeye devam ettiler. Üçüncü gün Hz. Ali şöyle buyurdu: "Eğer aynı şeyleri söylerseniz sizi çok kötü bir şekilde öldürürüm!" Adamlar dediklerinden vazgeçmediler.
Bunun üzerine Hz. Ali mescid ile (yönetim merkezi olan) saray arasında bir hendek kazdırıp hendeğin içerisine odunlar konup tutuştu-rulmasını emretti. Daha sonra onlara şöyle dedi: "Ya bu söylediklerinizden dönersiniz veya sizi ateşe atarım!" Onlar söylediklerinden vazgeçmediler neticede Hz. Ali'ye Allah diyenler o ateşte yakılarak cezalandırıldılar. Bunun üzerine Hz. Ali şu şiiri söyledi:
Görünce hoş olmayan bir şeyi, münkeri Yaktırdım ateşi, çağırdım da Kanber'i
Hafız der ki: "Bu haberin isnadı sahihtir." Ebu Muzaffer İsferayi-ni'nin Miîel ve Nihal'de ifade ettiğine göre Hz. Ali'nin yaktığı topluluk, Hz. Ali'nin Allah olduğunu iddia eden Râfızîlerden bir cemaattir. Onlar Sebeiye topluluğudur. Bunların en büyüğü Abdullah b. Sebe olup, aslı Yahudidir. Sonraları müslüman gibi görünmüş ve bu Sebeiyye grubunu oluşturmuştur.
Fakat bu grubun gizlice puta tapan kimseler olduğuna dair rivayetin senedi kopuktur. Rivayet sabit ise başka bir olay olduğu yorumu yapılmalıdır. [354]
g. İbâdiyye Mezhebi:
Bu mezhebe göre kâfir iken müslüman olup, sonra mürted olan kimseye tevbe teklif edilir. Bu kimseye tevbe teklif edilmesi vacibtir. Tevbe teklif edilme süresi bir kavle göre üç gün, bir kavle göre dönüş mümkün olacak kadardır. Birinci kavilin daha güzel olduğu rivayet edilmiştir. Çünkü o kişinin mürted oluşunun mazeretini ortadan kaldırmak için zaman tanıma vardır. [355]
Borçlu "Borcumu ödeyebilmem için bana üç gün süre veriniz" dese, hakim ona bu süreyi verir. Hapsedilmesi istenen borçlu: "Malımı mülkümü satıp borcumu ödeyeceğim" dese, hakim ona iki veya üç gün süre verir, hapsetmez. Çünkü üç gün verilen sözün yerine getirilip getirilmeyeceğini denemek için verilmiş bir süredir.[356]
Müslümanlar görüş birliği (icma) etmişlerdir ki alacaklı, sıkıntı içindeki borçlusuna (borcunu ödemesi için) bir süre vermekle alacağından vazgeçmesi arasında serbesttir. Alacağından vazgeçip hibe etmesi en faziletli sidir. Alacaklının borçluya süre tanıması veya alacağını istemekten vazgeçmesi vacibtir. Vacib olan bağışlamak değil, alacağını istemekten vazgeçmektir. Bunun sebebi şudur: İbra etmek hem süre vermeyi, hem alacağı istemekten vazgeçmeyi içerir. Buna göre durum, bir meselede en az veya en çoktan birinin gerekli olması kabilinden olur. [357]
Ümm'dç. şöyle denmektedir: "Hz. Allah buyuruyor ki:
Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet (süre) vermek (gerekir). (Bakara/280)
Hz. Peygamber de şöyle buyuruyor:
Varlıklı kimsenin (borcunu) savsaklaması zulümdür.
Görülüyor ki darlık içinde olan borçluya eli genişleyinceye kadar nüdahale etmeye) bir yol yoktur. Hz. Peygamber de borç ödemede g-iKtırme girişimlerini ancak varlıklı kimseler için zulüm saymıştır.
Sıkıntı içinde olan kimseyi eli bolalmcaya kadar borcundan dolayı (baskı altında tutmaya) yol yoktur.[358]
Büceyremt Haşiyesi'nde şöyle denmiştir: "Hakkında delil ortaya konan kişi, borcunu ödeyeceğini söylerse veya borcu olmadığını isbat etmesi için süre isterse kendisine üç gün süre verilir. Çünkü bu yakırf bir süre olup, (iddia sahibine) büyük zarar veren bir şey değildir. [359]
İbn Kudâme'nin Af «g/zz'sinde şöyle denmektedir: "Bir kimseye hanımına nafaka vermesi gerekli olup, hanımın da kocasına Ödemesi gereken borcu bulunsa, koca nafaka yerine alacağını mahsup etmek (alacağına saymak) istese, kadının varlıklı olması durumunda kocanın bunu yapmaya hakkı vardır. Çünkü üzerinde borç olan kimse, borcunu dilediği malı ile öder. Nafaka da adamın malındandır. Eğer kadın varlıklı değilse erkek kadındaki alacağım ona ödeyeceği nafakaya sayamaz. Çünkü borç ödeme günlük beslenme ihtiyacından fazla olup ancak beslenme ihtiyacından artan miktarla ödenir. Zira Allah Bakara suresi 285. ayetiyle sıkıntıda olan borçluya süre verilmesini emretmiştir. Bu durumda kadına borcunu ödemesi için süre vermek vacib olur. [360]
Bir kimsenin peşin veya zamanı belirlenmiş alacağı var ise bu alacak peşin alacak demektir. Borçlu kendisine süre tanınmasında istekli olsa, alacaklı borçlunun isteğine göre veya isteği olmaksızın ona bir süre tamsa, bu işlemi şahitlendirse de, şahitlendirmese de bu süre verme işlemi alacaklıyı bağlamaz. Alacak gene peşinlik ifade eder. Alacaklı onu ne zaman isterse alır.
Nitekim bir kimsenin zamanı (önceden belirlenmiş bir borcu olsa, borçlu şahit göstererek bu borcun süresini kaldırdığını ve hemen ödeyeceğini söylese, borçluya bir şey gerekmez. Borç eskiden olduğu gibi ertelendiği zamanda ödenmesi gerekir.[361]
Tâc'ül-Müzehheb isimli eserde şöyle denmektedir: "Bir kimsenin başkasında alacağı varsa, alacağı artırmaya karşılık olarak tanınan süre faiz çeşitlerinden biridir. Bir kimsede belirli miktarda para alacağı olan kimsenin borçluya "Borcunu filan vakte kadar teslim etmezsen, senin borcun şu kadar artacaktır veya yiyecek vesaire borcun olacaktır" demesi de bir çeşit faizdir. [362]
Gene aynı kaynakta şunları görmekteyiz: "Ödünç vermede (borcu ödemenin) bir süresi olmaması ödünç vermenin hükümlerindendir. Borç veren alana: "Sana şu kadar süre verdim" dese, bunun bir bağlayıcılığı yoktur. Bundan sonra alacağını hemen istese, borcun ödenmesi gerekir. Süre vermesinin bir hükmü yoktur. Bu süre verme işi, ödünç verme sırasında da olsa, daha sonra da olsa hüküm aynıdır. Borcu ertelemeyi adak yapsa veya vasiyet etse de sahih ve bağlayıcı değildir. Fakat süre vermek caiz ve verilen süreye uymak müstehabtır.
"Akit gereği olmayan, işlenen bir cinayetin cezasından -(diyet hariç)- gasp ve telef edilen değerlerden dolayı gerekli olan borçlarda da süre verilse dahi bağlayıcılığı yoktur. Çünkü bu tür borçlarda erteleme söz konusu değildir.
"Ertelemenin geçerli olması ancak borç, şartlarına uygun (sahih) bir akit ile gerekli olmuş bir para, mehir ve ücret gibi durumlardadır. Bir de erteleme belirli zamana yapılmış olmalıdır. Şartlarına uygun olmayan (fasit) akitlerle erteleme sahih değildir. Erteleme yapılmış bile olsa bağlayıcılığı yoktur. [363]
Borçlu sıkıntı içinde olduğunu iddia ederse durumu araştırılır.
Eğer fakir olduğu ortaya çıkarsa alacaklı ona süre verir. Borçluyu kendisini (borcu karşılığında) ücretli işlerde çalıştırmak üzere alacaklılarına teslim etmek hususunda iki rivayet olup, bunların en meşhuru, eli genişleyinceye kadar borçluya süre vermektir.[364]
Borcun ödenme vakti gelmiş ise bağlayıcı olması caizdir. Şu kadar ki "Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet (süre) vermek (gerekir)" (Bakara/280) ayetinden dolayı sıkıntıda olan borçlu sıkıştırılmaz.
Fakir kimseyi peşini bırakmayacak şekilde sıkıştırmak haramdır. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Fakiri (borcundan dolayı dahi olsa) sıkıştırmak ve isteyip durmak haramdır. Kendisinin olmayan şeyi (benimdir diye) iddia eden ve borcunu inkâr eden kâfir (gibi)dir.
Sıkıntı içinde olan kimseye ödünç veren (ve verdiğini) geri istemekte güzel davranan kimseyi sadece kendi gölgesinin bulunduğu (kıyamet) gün(ün)de Allah gölgesinde gölgelendirecektir. [365]
Koca karısına boşama hakkı verse veya kendisini boşayıp boşamama tercihini yapmakta serbest bıraksa kadına bu hakkı kullanmak üzere süre verilmez. Kocasının bu teklifini kabul veya red ettiğini süre geçmeden cevaplandırması gerekir. [366]
Geçim sıkıntısı içinde olan ve eşinin nafakasını karşılayamayan kocanın nikahı feshedilir (geçersiz kılınır).
Ebu Hanife der ki: "Geçim sıkıntısı sebebiyle kocanın aleyhine olmak üzere boşanma kararı verilemez. Çünkü:
a. Hz. Allah borç sebebiyle sıkıntılı hale düşen kimseye süre verilmesi hakkında şöyle buyurmuştur:
Eğer (borçlu) darlık içinde ise bir kolaylığa ulaşıncaya kadar ona mühlet (süre) vermek (gerekir). (Bakara/280)
Borç konusunda böyle olunca aile hayatının devamında kocaya süre verilmesi daha uygun olur.
b. Çünkü evlilik (kurumunun devamı) şeriatın sahibi (yani Hz. Allah) tarafından istenen bir şeydir. Durumu sıkıntılı olan kocanın sıkıntıya düşmeden önce nafakayı karşıladığı dikkate alınarak evliliğe son verilemez.
c. Çünkü (bir kimsenin) Ümmü Veled'in[367] nafakasına gücü yetmemesi, Ümmü Veled'in satılmasını ve o kimsenin mülkünden çıkmasını gerektirmez. Karısı için de durum aynıdır."
(Hanefîlerin) birinci itirazına şöyle cevap verilir: Biz, sıkıntı içinde olduğu halde kocanın nafaka külfetini karşılamak zorunda olacağını söylemiyoruz. Böyle bir şey, borç sebebiyle kişiyi ödeme zorunluluğu ile yükümlü tutmak gibidir. Bizim kocadan istediğimiz şey, onun ortadan kaldırmaya gücü yeten bir zararı ortadan kaldırmasıdır. Ki bu nafakayı karşılayabilecek birine bırakması (yani onu boşaması)dır. Bu görüş aynı zamanda daha önceki zamanlarda nafakayı karşıladığı şeklindeki itirazın da cevabıdır.
Üçüncü itirazın cevabı da şöyledir: Ümmü veled'in nafakasının karşılanmamasından doğan zararı karşılamanın (onu efendisinin mülkünden çıkarmaktan ve satmaktan) başka bir yolu vardır. Bu yol onu başkası ile evlendirmektir. Fakat aynı şey, hür olan karı koca için imkânsızdır. Bu durumda, kadının boşanmasından başka çıkış yolu kalmamaktadır. Zira şöyle bir kural vardır: Bir amaca ulaşmak için iki veya daha çok araç varsa bunlardan birisi belirlenmiş durumda olmaz. Amaca ulaşacak kişi araçlardan birini seçmekte serbest olur. Evlilik kurumunun devamında araç ve zarardan çıkış yolu tekdir. Biz de bunu emrettik. Hz. Allah şöyle buyuruyor:
(Eşi) ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle salmak (gerekir). (Bakara/229)
Aç ve çıplak bir şekilde eşi elde tutmak, iyilik değildir. Bu nedenle güzellikle salıvermek gerekmektedir.[368]
b. Şafiî Mezhebi:
Kocanın ekonomik sıkıntıya düşmesi durumunda, bu durumun is-batından önce nikah feshedilmez. Bunun isbatı, ya kocanın kendi ikrarı veya hakim huzurunda bir delil ile olur. Hakim kocanın isteği olmasa da ona üç (gün) süre verir. Tâ ki gerçekten sıkıntı içinde olduğu tahakkuk etmiş olsun. [369]
Feth'ul-Vehhâb'da şöyle denmektedir: "Kocanın sıkıntı içinde olduğu isbat edilmedikçe nikah feshedilmez. İsbat ise ya kocanın ikrarı veya hakim huzurunda bir delil ile olur. Meselenin mutlaka hakime sunulması gerekir. Koca istemese de sıkıntı içerisinde olup olmadığının ortaya çıkması için hakim ona üç gün süre verir. Bu kısa bir zamandır. Bu süre de ödünç alma veya başka bir yol ile nafakaya güç yetirme durumu ortaya çıkabilir. [370]
Resâil'üz-Zehebiyye'dç şöyle denmektedir: "Hâkim kocanın ekonomik sıkıntıda olduğunu tesbit ederse, istemese de kocaya nafakadan aciz olup olmadığı tam olarak ortaya çıksın diye üç gün süre verir. Hakimin kocanın maddî durumunun düzeleceğine dair bir ümid görmesi hâlinde verilen üç günlük süre geçip dördüncü gün olunca, dördüncü günün sabahı nikahı feshetmesi veya kadına bu konuda izin vermesi için mesele hakime intikal ettirilir.[371]
El-Ümm'de şunları görmekteyiz: "Koca karısının nafakasını bir gün karşılar, birgün karşılayamazsa karı kocanın ayrılmasına karar verilmez. Ancak koca nafakayı hiç karşılayamıyorsa üç günden fazla ertelenmez. Erteleme süresi olan üç gün içerisinde çalışmak veya ihtiyaçlarını (bir yerlerden) istemek arzu ederse buna engel olunmaz. Koca kadının nafakasını karşılayamazsa, kadın onunla birlikte kalmakla ayrılmaktan birini seçmek üzere serbest bırakılır. Verilen üç günlük süreden sonra nafakayı bazen karşılayıp bazen karşılayamazsa, kadının gene tercih serbestliği vardır. Kocaya verilen üç günlük süre geçtiği halde hâlâ darda bulunan kimsenin karşılayabileceği kadar nafakaya gücü yetmezse kadın bu kavle göre tercih hakkını kullanır. [372]
Keşful-Kına isimli eserde şöyle denmektedir: "Koca (görevini yapmakta ve) eşinin nafakasını karşılamakta sıkıntıya düşerse, veya nafakanın büyük bir kısmını karşılamaktan aciz hale gelirse kadın nikahı feshetme hakkına sahiptir. Koca nafakanın bir kısmını temin etmekte darlanırsa bu durumda nikah feshedilmez. Çünkü kocanın darlığa düşmesi durumunda asgarîden fazlasını karşılaması kendisinden düşer."
"Eğer koca eşinin giyim ihtiyacının tamamını veya bir kısmını karşılayamazsa, veya ev ihtiyacını karşılayamaz veyahut şart koşuldu-ğu gibi mehrini ödeyemezse kadının tercih serbestliği vardır. Yani üç gün süre verilmeden nikahın feshini veya evliliğe devam etmeyi tercih
etmekte serbesttir. Ancak süre vermeden nikahın feshi hususuna İbn'ul-Bennâ muhaliftir. [373]
İbn Hazm, ekonomik darlığa düşüp karısının masraflarını karşılayamayan kocaya bir ay veya iki ay süre verilir diyenlere karşı çıkmaktadır.
İbn Hazm daha sonra şöyle demektedir: "Burada zorlamak da söz konusu değildir. Çünkü ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
İmkânı geniş olan, nafakayı imkânlarına göre versin. Rızkı daralmış olan da nafakayı Allah'ın kendine verdiğinden ayırsın. Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. (Talâk/7)
Bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadrr:
Allah bir şahsa ancak gücünün yettiği kadar sorumluluk yükler. (Bakara/286)
"Hasen Basrî'den rivayet edildiğine göre hanımının nafakasını karşılamaktan aciz olan adam hakkında şöyle demiştir: "Kadın (her-şeye rağmen) kocası ile geçinme gayreti içinde olup Allah'tan korkarak sabreder. Kocası da gücü yettiğince onun ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır.[374]
Gene aynı kaynakta şöyle denmektedir: "Karısının giyecek ve yiyecek masraflarının bir kısmına gücü yeten kocadan gücünün yetmediği kısmının sorumluluğu düşer. Gücünün yettiği miktar, nafaka olarak vacib olandan az da olsa, çok da olsa durum aynıdır. Nafakadan hiç bir şeye gücü yetmese, bu durumdaki koca hakkında bir karar gerekmez. Daha sonra eli bollaşsa, bu bollaşmanın gerçekleştiği günden başlayarak nafaka yükümlülüğü başlar. Kocanın ekonomik sıkıntısı sırasında kadının kendi imkanlan ile giyim ve yiyecek için yaptığı masrafları kocasının ödemesine karar verilmez. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. (Talak/7)
"Böylece kesin ve doğru bir biçimde ortaya çıkmıştır ki kocanın gücünün yetmediği ve Allah'ın ona imkan vermediği durumlarda Allah onu yükümlü tutmamaktadır. Allah'ın yükümlü tutmadığı şey ona va-cib olmaz. Ona vacib olmayan şeyden dolayı hakkında asla hüküm verilmez. İmkanları yerinde olsa da olmasa da durum aynıdır.
"Ancak giyim ve diğer ihtiyaçlardan vacib olanı karşılamaya gücü yettiği halde karşılamayan kimse hakkında durum böyle değildir. Kendisine nafaka vacib iken ve durumu bu harcamayı yapmaya elverişli iken bundan kaçınan kocadan bu nafaka alınır. Daha sonra sıkıntıya düşse de durumu iyi olsa da hüküm aynıdır. Çünkü koca bu durumda Allah'ın yükümlü tuttuğu bir kimsedir. Nafaka da ona vacibtir. Kocanın ekonomik durumunun bozulması bu vacibi düşürmez. Şu kadar ki ekonomik bakımdan dara düşen kimsenin bu durumu ona eli bollaşıncaya kadar süre verilmesini gerektirir. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa ulaşıncaya kadar ona mühlet (süre) vermek (gerekir). (Bakara/280)[375]
Neyl'ül-Evtar'da darlığa düşen kocanın, karısının nafakasını karşılamaması hakkında Şevkâni şöyle diyor: "Darlığa düşen ve karısının nafakasını karşılamayan kocaya bir süre verileceği söylenmiştir. İmam Mâlik'ten, bu sürenin bir ay olduğu rivayet edilmiştir. Şafiî'den üç gün süre verileceği rivayet edilmiştir. Dördüncü günün ilk vaktinde kadının nikahı feshetme hakkı vardır. Hammad'dan rivayet olunduğuna göre bu süre bir yıldır. Bir yılın sonunda iktidarsızlık rahatsızlığı olan erkeğe kıyasla nikah feshedilir.
İmam Şafiî diyor ki: "Kur'an ilimleri konusunda bilgisinden hoşnut olduğum birinden duydum ki cahiliye dönemi insanları eşlerini üç yol ile boşarlardı: zıhâr, îlâ ve talâk.
Hz. Allah talâkı (boşamayı) olduğu gibi bırakmış îlâ da ise kocaya dört ay süre vermiş, bu süre içerisinde ya eşine dönmesini veya eşini boşamasını hükme bağlamıştır. Zıhârda ise keffaret verilmesine hükmetmiştir.[377]
İmam ŞafiîEl-Ümm'de şöyle demektedir: "Koca kansına: "Sen bana anamın sırtı gibisin, vallahi sana yaklaşmayacağım" veya "Vallahi sana yaklaşmayacağım. Sen bana anamın sırtı gibisin" derse bu kişi îlâ ve zıhâr yapmış olur. Kendisine zıhârdan dolayı derhal keffaret vermesi emrolunur ve şöyle denir: Dört aydan önce eşine dönersen senin için hayırlı olur. Eşine döndüğün takdirde îlâ hükmünden çıkmış olursun. Dönüşünü zıhâr keffaretinden önce yaparsan günahkâr olursun. Eğer eşine dönüşünü dört ayın geçmesine ertelersen ve bu durumda eşin senin îlâ için bekletilmeni isterse dönüş gerçekleşmiş olur; dönersen îlâdan çıkarsın, dönmezsen sana şöyle denilir: "Eşini boşa, aksi halde senin aleyhine olmak üzere biz boşarız. Sonra (eşin) iddette iken dönsen de dört ay geçse hiç zıhâr yapmayan kişi gibi durulursun. Zira cinsel ilişkiden uzak durma İşi kendin tarafından yapılan bir iş ile (yani ilâ ile) olmuştur. Sen zıhârdan önce îlâ veya îlâdan önce zıhâr yapmış bir kimsesin."
"Adam bekletilme sırasında: "Keffaret vereceğim" dese, kendisine şöyle denilir: "Vakit geçirmeden ya köle azâd et veya altmış yoksul kişiye yemek yedir. Eşine dön. Sana verebileceğimiz en son süre budur. Eğer eşine ilişkide bulunmak suretiyle fiilen dönmeye bir mazeretin varsa sözlü olarak dön. Şayet (köle azâd edemeyecek veya 60 yoksulu doyuramayacak durumda olduğun için) oruç tutacağım, dersen iki ay (aralıksız) oruç tutmalısın."
"(Zıhâr ve îlâyı birlikte yapan bu kişiye) dört ay geçince ya eşine dönmesi veya onu boşaması emredilmiştir. Onun bir yıl bekletilmesi caiz değildir. Eğer adam "bana köle azad etmek veya yoksulları ye-meklemek için süre verin" derse kendisine şöyle denilir: Sana süreyi ancak zıhar yapmasaydın verebilirdik. Eşine dönmen bir gün gibi kısa bir zamanda olmalıdır."
Allah'a veya Allah'ın isimlerinden birine yemin ederek eşi ile cinsel ilişkide bulunmamaya, veya ona bir kötülük etmeye, veya onunla aynı döşekte yatmamaya ve aynı evde kalmamaya yemin eden kimsenin bu yeminini yerine hâkim engeller ve eşi ile cinsel ilişkide bulunmasını emreder. Yemin ettiği zamandan itibaren kendisine dört ay süre verir. Bunu karısı istese de, istemese de, bundan hoşnut olsa da olmasa da hüküm aynıdır.
Adamın bu yemini öfkeli veya öfkesiz durumdayken etmesi, emmekte olan bir çocuğuna iyilik olsun diye veya başka bir sebeple yapması, yemininin sonunda "inşallah" demesi veya dememesi, yemin ettiği eylem için bir süre belirleyip belirlememesi durumu değiştirmez.
Eğer koca dört ay içerisinde eşine dönerse mesele yoktur. Fakat dönmeyi kabul etmezse dört aylık süre tamamlanınca hakim (gerekirse) cebren adamı eşine dönmeye, onunla ya ilişki kurmaya veya onu boşamaya zorlar. Ya Allah'ın emrettiği gibi bu iki şeyden birini yapar veya Allah'ın cezasına uğrar. Ancak cinsel ilişkiye gücü yetmiyor ise buna zorlanmaz. Bir insanı gücünün yetmediği bir şey ile yükümlü tutmak caiz değildir. Lâkin (bu durumda) sözlü olarak dönmekle ve eşi ile iyi geçinip onunla birlikte gecelemekle yükümlü tutulur. Veya eşini boşar. Bu iki şıktan birini mutlaka yapması gerekir.[378]
Cinsel ilişkiden aciz olan kimse, ne zaman gücü yeterse o vakit bunu yapmaya hakim tarafından yükümlü tutulur. İlişki kurmak acizlikten değil de hayız, nifas, veya (hac için) ihramda olmak gibi bir mazeretten dolayı ise hâkim, kocayı bu mazeretin kalkmasından sonra ka1-rısıyla ilişkiye girmekle yükümlü tutar.
îlâ süresi bitmeden kocanın cinsel ilişkiye gücü yeterken veya mazeret yok iken hakimin (daha önce) cinsel ilişkiden aciz olan kimseye süre vermesi caiz değildir. Ancak îlâ ile belirlenen süre geçtikten sonra iktidarsızlığı veya mazereti ortadan kalkmış ise bu durumda hakim, bir veya iki gün yahut bundan az veya çok gerekli gördüğü kadar süre verir. Çünkü mesele içtihada bağlıdır. Hakimin verdiği süreden sonra (hakim gerekli görürse) hapseder.[379]
Şerai'ul-Islâm'da şöyle denmektedir: "Eğer zıhâra konu olan kadın sabrederse mesele yoktur. Fakat kadın durumunu dava açarak hakime iletirse, hakim kocayı kefaret verip eşine dönmekle, onu boşamak arasında serbest bırakır ve kocaya davanın görüldüğü günden itibaren üç gün süre verir. Süre biter ve koca bir seçimde bulunmazsa, eşine dönmek veya onu boşamaktan birini seçene kadar yeme içme konusunda sıkıştırılır. Ancak hakim onu başka türlü sıkıştırmadığı gibi aleyhine olmak üzere boşanma kararı da vermez. [380]
e. İbâdiyye Mezhebi:
Şerh'un-Neyl isimli eserde şöyle denmektedir: "Bir adam Allah'ın isimlerinden veya sıfatlarından birine yemin ederek karısına dokunma-maya yemin etse bu kişiye dört ay süre verilir. Eğer bu süre içerisinde dilediği bir zamanda eşine dokunursa yemin keffareti gibi keffaret verir. Dört aylık süre geçip gider de koca eşine ilişmezse kadın bâin talak ile bos olur. [381]
"Koca eşine dokunmamaya, veya onu boşamaya, veya zıhâr'a, veya kölesini azâd etmeye veya yaya olarak haccetmeye Allah adına yemin eder de eşine dokunmadan dört ay geçerse kadın bâin talak ile boş olur.
"Eşinin kendisine haram olduğunu veya dinen haram olan lâşe gibi olduğunu söyleyen kimse eşine dört ay boyunca ilişmemiş olursa eşi bâin talakla boş olur. Bu sürede dokunursa yemin etmiş olur.[382]
Fıkıh âlimlerinin bildirdiğine göre inniyn, erkeklik organı olduğu halde kadınla cinsel ilişkiye gücü yetmeyen kimsedir. Sözlülükte deve
ağılında hapsolunan kimseye unne denir.
Tehzib'ul-Esmâ isimli eserde şöyle denmektedir: "Kocanın kusurlarından birisi unnedir, derler. Bu kusura sahip olana "İnniyn adam" denir. Ezheri diyor ki: Ebu'1-Hâşim'in söylediğine göre İnniyn'e böyle denmesinin sebebi şudur: kendisinde bu kusur bulunan kişinin penisi kadının kadınlık organının sağma soluna sapar, organın içine giremez. Kadında buna benzeyen bir kusur olursa o kadına İnniyne denir. Anlamı erkek arzu etmeyen kadın, demektir. İnniyn erkek, kadınla cinsel ilişkide bulunamayan erkek demektir. [383]
Koca iktidarsız ise hakim meselenin dava olarak görülmeye başlamasından itibaren erkeğe bir yıl süre verir. Bu sürede adam eşi ile ilişki kurmuş ise ne a'lâ, aksi halde kadının istemesi halinde hakim ayrılmalarına karar verir. Çünkü Hz. Ömer (kadısı) Şureyh'e iktidarsız erkeğe dava gününden itibaren bir yıl süre vermesini yazılı emir olarak bildirmiştir.
Nitekim bir kadın Hz. Ömer'e gelerek kocasının kendisi ile cinsel ilişkide bulunamadığını bildirmiş. Hz. Ömer, bu kadının kocasına bir yıl süre tanımış, sürenin bitmesine rağmen adamın cinsel ilişkide bulunmaması üzerine Hz. Ömer kadını adamla birlikte kalmak ile ayrılmak arasında serbest bırakmış, kadın aynlmayı tercih etmiştir. Bunun, üzerine Hz. Ömer karı kocayı birbirinden ayırmış, kadını bâin talâkla boşanmış saymıştır.
Bunun sebebi şudur: Cinsel ilişkide bulunmak kadının sabit bir hakkıdır. Erkeğin ilişkiden kaçınmasının, geçici bir hastalık veya doğuştan gelen bir rahatsızlık sebebiyle olması mümkün. Cinsel ilişki ku-ramamasının sebebini mutlaka bilme gereği vardır. Bir yılda dört mevsim bulunduğu için bu durumun bilinmesi maksadı ile bu süreyi bir yıl olarak takdir etmiş bulunuyoruz.
Belirlenen bir yıllık süre geçtiği halde koca karısı ile cinsel ilişkiyi gerçekleştirememiş ise iktidarsızlığın bünyeden geldiği ortaya çıkmış olur. Artık (Bakara, 229. ayetinde bildirilen) eşi iyilikle tutmak imkânı yok olmuştur. Geriye güzellikle salıvermek kalıyor. Koca (cinsel ilişkiye güç yetirememesine rağmen) eşini boşamamakta direnirse hâkim ona vekâleten eşlerin ayrılmasına karar verir.
Deniliyor ki: Kocaya tanınacak süreyi, güneş sistemine göre hesaplamak ihtiyatlı davranmak için gereklidir. Çünkü belki ay sistemine göre (kameri) sene ile güneş sistemine göre (milâdi) senenin arasındaki fark sırasında -(ki milâdi sene, kameri seneden 10 gün fazladır)-iktidarsızlık yok olacak ve ilişki mümkün olabilecektir. [384]
Olgun yaşta bir kadın ufak yaştaki kocasının iktidarsız olduğunu tesbit etse, küçük yaştaki kocanın ergenlik yaşına gelmesi beklenir. Çünkü çocukluk döneminin cinsel isteksizlikte etkisi vardır.
Eğer kadın delirmiş kocasını cinsel yönden iktidarsız bulursa, kocasının velisi ile konuyu mahkemeleşirler ve deli olan kocaya bir yıl süre verilir. Çünkü delilik cinsel arzuyu yok etmez.
Çift cinsiyetli bir kimse idrarını erkeklik organından yapıyorsa bir kadınla evlenmesi caizdir. Böyle bir kimse, karısı ile cinsel birleşmede bulunursa ne a'lâ. Aksi halde iktidarsız kinişe gibi kendisine bir yıl süre tanınır.[385]
İmam Şafiî'nin El-Ümm kitabında şöyle denmektedir: "Bir adam karısı ile cinsel birleşmede bulunamadığı halde başkasıyla bulunabilin yorsa kendisine bir yıl süre verilir. Daha sonra karısı dilerse ayrılmalarına karar verilir[386]
İmam Şafiî diyor ki: "Hiç bir kimseden "iktidarsız kimseye bir yıl süre verilmesi" hususundaki fetvaya muhalefet olduğunu görmedim. Bu kişi karısı ile cinsel birleştirmeyi gerçekleştirirse ne a'lâ. Aksi halde kadın ayrılmakla bu kişi ile birlikte olmaya devam etmek arasında bir tercih yapmak üzere serbest bırakılır."
Bu görüşte olan kimse(ler) şunu söylemektedir: Karısı ile cinsel birleşmeyi gerçekleştiremiyor, fakat başkası ile bunu gerçekleştirebili-yorsa ve olay bir yetkiliye (meselâ hâkime) iletilmemiş ise evlilikleri devam ediyor demektir. Kadın meseleyi bir yetkiliye iletmiş ve ayrılmak istemiş ise hakim dava gününden itibaren kocaya bir yıl süre verir. Bu süre içinde koca bir kere cinsel ilişkide bulunmuş ise o kadın karışıdır. Aksi halde, hakim kadını serbest bırakır; kadın ayrılmak isterse nikahını fesheder. Kocası ile birlikte olmayı seçerse onunla birlikte olur. [387]
Muğni'de şöyle denmektedir: "İnniyn, iktidarsız kimse demektir. Bu, bir erkek için kusurdur. Kendisine denenecek ve durumu bilinecek kadar bir süre verildikten sonra bu kusur sebebiyle nikahı geçersiz sayılmaya müstehak olur. Hz. Ömer'den böyle bir kimseye bir yıl süre verildiği rivayet edilmiştir.
"Bir kadın kocasının iktidarsız olup, kendisi ile cinsel birleşmede bulunamadığını iddia ederse dava gününden başlayarak, kendisine bir yıl süre verilir. Eğer bu süre içerisinde cinsel birleşmede bulunamaz ise kadın onunla birlikte olmak ile ayrılmaktan birini seçmekte serbest bırakılır.[388]
Bir kimsenin küçüklük veya hastalık gibi geçici olması ümid edilen bir sebeple iktidarsız olduğu bilinirse o kişiye süre vermeye gerek yoktur. Zira bu geçicidir, (zamanla) yok olabilir. Doğuştan olan iktidar-lık ise yok olmaz. Yaşlılık veya iyileşmesi ümid edilmeyen bir hastalıktan dolayı iktidarsızlık söz konusu ise bu kişiye süre verilir. Zira bu kişi yaratılıştan böyle olan kimse gibidir.
Eğer iktidarsızlık organ kesikliği veya felç gibi bir sebepten dolayı ise kadının derhal muhayyer olma hakkı vardır. Çünkü böyle bir kimsenin iyileşme ümidi yoktur, beklemenin de bir manası olmaz. Şayet organ kesikliği durumunda penisten cinsel ilişkide bulunacak bir parça kalmış ise bu kimseye süre verilmesi en uygun olanıdır. Çünkü kişi doğuştan iktidarsız gibi değildir. [389]
El-Muallâ'da şöyle denmektedir: "Bir kadınla evlenip onunla cinsel birleşmede bulunmaya gücü yetmeyen kimseyi, hakimin veya bir başkasının ayırması, ona süre tanıması caiz değildir. Adamın eşi ile bir defa veya bir kaç kere ilişkide bulunmuş olması veya hiç ilişkide bulunmamış olması durumu değiştirmez. O kadın, onun eşidir; dilerse boşar, dilerse onunla birlikte olur. Bu konuda eskiden beri ihtilaf vardır. [390]
İbn Hazm'ın naklettiğine göre iktidarsız kimseye on ay süre verilir. Bir rivayete göre bir yıl süre verilir. Bu süre içinde ilişkide bulunursa ne a'lâ, aksi halde ayrılmalarına karar verilir.
Gene İbn Hazm bir kadınla evlenip sonra başına iktidarsızlık rahatsızlığı gelen kişi hakkında şöyle demiştir: "O kadın o adamın kansidir. Aralarında ayrılma karan verilemez. Hakem b. Utbe'den rivayet edildiğine göre kadına da erkeğe de süre verilmediği gibi aralarında ayrılma karan da verilemez. Ebû Süleyman ve mezhebimiz âlimleri bu görüştedir.[391]
Fakîhu Men La Yahduruhû'l-Fakih isimli eserde şöyle denmektedir: "Bazı haberlerde ifade edildiğine göre kadın kocasının iktidarsız olduğunu iddia ederse, adama üç gün taze balık yedirilir. Daha sonra kendisine bir kül birikintisine idrar yapması söylenir. Şayet idrarı külü delerse o kişi iktidarsız değildir. İdrarı kül'ü delmezse iktidarsızdır.
"Safvan b. Yahya Ebân b. Gıyas yoluyla Ebû Abdullah'dan (a.s) iktidarsız kimse hakkında şu rivayette bulunmuştur: "Bir kimsenin iktidarsız olduğu bilinince eşi ile ayrılmasına karar verilir. Eğer iktidarsız kimse bir defa da olsa eşi ile cinsel birleşmede bulunmuş ise eşi ile araları ayrılmaz. Erkek iktidarsızlık gerekçesi ile red edilmez. [392]
Şerh'un-Neyl isimli eserde şöyle denmektedir: "İktidarsız erkeğe bir yıl süre verilir. On ay veya altı ay süre verileceği de söylenmiştir. Bir başka kavle göre yeni evli ise bir yıl, eski ise iki veya beş ay süre verilir. Tüm bu rivayetlerdeki süreler karar verme tarihinden itibaren geçerlidir. [393]
El-Muhailâ isimli eserinde İbn Hazm şöyle demektedir: "Bir hukuki karar (kesin olarak) ortaya çıktıktan sonra onun uygulamasının ağırdan alınması helâl olmaz. Bu, Şafiî, Ebû Süleyman ve mezhebimiz âlimlerinin (zahiri mezhebi âlimlerinin) kavlidir."
"Ebu Hanife der ki: "Hakim davalı ile davacının anlaşmaya varacaklarından ümitli olursa, bir-iki defa kararın uygulanmasını redd etmesinde bir sakınca yoktur. Hakim tarafların anlaşmaianndan ümitsiz ise kararını verir."
"İmam Mâlik diyor ki: "Davalı ve davacı hakkında karar vermeyi ertelemekte bir sakınca yoktur. Sonra eğer hakim aleyhinde tanıklık yapılan kişinin veya davacının bir delil getirebileceği görüşünde ise kararı sekiz gün erteler. İki defa daha sekizer gün erteleyebilir. Sonra emin olmak için üç gün daha erteler. Toplam otuz gün eder. Kararın ertelenmesine hükmedilen gün sekiz günden sayılmaz."
İbn Hazm, kendi görüşüne aykın olanları redd ettikten sonra şöyle der: "Kim ki ortaya çıktıktan sonra (bekletmeden) hak ile hükmederse adaleti yerine getirmiş, iyilik ve takva üzere yardımlaşmış ve rabbi-nin mağfiretine koşmuş olur. Her kim de bu konuda ağırdan alırsa ne rabbinin mağfiretine koşmuş, ne adaleti yerine getirmiş ve ne de iyilik ve takva üzerine yardımlaşmış olur.[394]
Hanbelî (mezhebi) kaynaklarından Muğni'de şöyle denmektedir: "Kim ki namazı kılmayıp terk ederse üç gün (süre ile) namaz kılmaya davet edilir. Eğer namazını kılarsa ne a'lâ, aksi halde öldürülür. Namazı ister inkâr ederek terk etmiş olsun, ister inkar etmeden terk etmiş olsun, hüküm aynıdır. [395]
Şafiî'nin El-Ümm isimli kitabında şöyle denmektedir: "(Nikah ak-tinden sonra) cinsel birleşme yapabilecek durumda olan her kadın, kocasının yanına gitmek zorundadır. Fakat kadının cinsel birleşmeye mâni bir hastalığı varsa, normal hâle dönene kadar kendisine süre verilir. Hastalığı geçtikten sonra kocasının yanma gitme hususunda kadına süre verdiğim müddetçe, kocayı mehir vermeye mecbur etmem.[396]
Hanbelî mezhebi kaynaklarından Muğni'&z velînin nikahta bulunması hakkında şöyle denmektedir: "Ahmed b. Hanbel'in sözünden ortaya çıkan şudur ki eğer velînin yokluğu uzun süreli ise velî beklenir ve kendisine haber gönderilir. Ya kendisi gelir veya birini vekil tayin eder. [397]
El-Ümm isimli kitapta şöyle denmektedir: İmam-ı Şafiî -Allah ona rahmet etsin- şöyle demiştir: "İflas eden ve borçlu olarak ölen kimsenin (değerlendirmeye) en elverişli malı hayvanıdır. Önce hayvanın satılmasından başlanır ve acele edilir. Eğer (iflas eden kimse veya borçlu olarak ölen kimse kalabalık bir şehirde ise üç günden fazla beklenilmez. Ancak âlimler beklenilmesi görüşünde iseler ve üç gün beklenilmesi halinde değerlenecekse, malların satışı üç gün beklenir.
"Üç gün beklemek, hayvanların bazısının değerini artıracak, bazı-sınınkini artırmayacaksa, değer kazanacak hayvanların satılması için üç gün beklenir, diğerlerinde beklenmez. Bekleme süresinde (hayvanlar için yapılacak masraf) ölen kimsenin malından yapılır. Çünkü bu onun yararınadır. Nitekim hayvanlar için yapılacak (gerekli) masraf ölen kimsenin malından verilir."
İmam Şafiî der ki: "(İflas eden veya borçlu olarak ölen kimsenin) evleri hakkında bu konuda görüşü geçerli olan kimselerin evin değerini tam veya yaklaşık olarak tesbit edeceği süre kadar veya evlerin bulunduğu yer ve yüksekliğe göre değeri artabilecek en son miktara ulaşana kadar beklenir.
'Tarla ve (diğer) eşyalarda (yukarda) anlatıldığı şekilde beklenir.
Bu konuda görüş sahibi olanların malların, tam değerini bulduğunu veya yaklaşık değerini bulduğunu veya en son artacağı kadar arttığını söyledikleri zamana kadar beklenir. Malların değeri artmaya devam ettikçe satışlar ertelenir.
"Eğer satılacak şey adamın kendi şehrinde değilse, bulunduğu şehrin bilgili kişilerinin görüşü itibariyle değerinin arttığını bildikleri sürece satış için beklenir.[398]
Bahr'ur-Râik Şerhu Kenz'id-Dekâik, Zeyn'ud-Din b. İbrahim b. Muhammed b. Nücym-i Mısri, (vefatı 970), Birinci basım, îlmiyye Matbaası, Kahire 1311 (hicri).
Bahr'uz-Zehhâr el-Câmiu Limezâhib-i Ehl'il-Emsar, Ahmed b. Yahya b. Murtaza, (vefatı: 840), Birinci basım, Saadet Matbaası, Mısır 1366 (hicri)-1947 (milâdi).
Bedâi'us-Sanâi fi Tertib'iş-Şerâi, Alâûddin Kâsâni, Birinci Basım, İlmi Matbuat Şirketi Matbaası, Mısır 1327 (hicri).
Bülğat'üs-Sâlik Li Akrab'il-Mesâlik Alâ Şerh'is-Sağir, Şeyh Ahmed Sâvi, Ticariyye Matbaası, Mısır tarihsiz.
Câmiu Li Ahkâm'il-Kur'an, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensâri el-Kurtubi, İkinci basım, Dâr'ul-Kütüb'il-Mısrıyye Matbaası, Kahire 1373 (hicri)-1954 (milâdi).
Esâs'ul-Belâğa, Ebu'l-Kâsım Mahmud b. Ömer Zemahşeri, Dâr'ul-Kütüb'il Mısriyye Matbaası, Kahire, 1341 (hicri)-1923 (milâdi).
Eşbâh Ve'n-Nezâir Fi Kavaid-i Furuiş-Şafiyye, Celâl'ud-Din Abd'ur-Rahman Suyûti, (vefatı: 911 hicri) Mustafa el-Bâbi ve Evlatları Matbaası, Mısır 1328 hicri-1959 milâdi.
Fakîhu Men La Yahduruh'uî-Fakîh, Ebû Ca'fer Saduk Muham-med b. Ali b. Hüseyin b. Bâbûye el Kummi, (vefatı: 381 hicri), Beşinci Basım, Dâr'ul-Kûtub'il-İslâmîyye, Tahran, Bazhar-ı Sultani 1390 hicri.
Fetâvay-i Hindiyye (veya Fetâvây-i Alemkûriyye), Fahreddin Hasan b. Mansur Özcendi el-Fergâni (vefatı: 295 hicri), ikinci basım, Büyük Emiriyye Matbaası, Bulak, Mısır 1310 hicri.
Feth'ul-Kadir, Kemaleddin Muhammed b. Abd'ul-Vâhid Sivasi, İbn'ul-Hümam, (vefatı: 681 hicri), Birinci Basım, Bulak, Emiriyye Matbaası, 1315 Kahire.
Feth'ul-Vehhab bi-Şerhi Menhe'it-Tullâb, Ebu Yahya Zekeriyya el-Ensari (vefatı: 925 hicri) Dâru Îhya'il-Kûtûb'il-Arabiyye, İsâ Elbâbi ve ortaklan, tarihsiz.
Fıkh aîa'l-Mazahib'il Erbea, Abdurrahman Ceziri, Dördüncü Basım, Dâr'ul-Kütüb'il-Mısriyye, 1358 hicri, 1939 miladi.
Furûk, Şehabuddin Ebu'l-Abbas Ahmed b. İdris b. Abdurrahman Sanhâci el-Karâfi; Beşinci Basım, 1346 hicri, Mısır Dâru İhyâ'il-Kütüb'il-Nuriyye Matbaası, Mısır.
Hâşiyet'ul-Büceyremî Alâ Menhec'it-Tullab, Süleyman Büceyre-mî, Dâr'ul-İhyâ'il-Kütüb'il-Mısriyye Matbaası, Mısır 1330 hicri.
Haşiyetu Ibn Abidin, Redd'ül-Muhtâr Ala Dürr'iî-Muhtar, Muhammed Emin İbn Âbidin, Üçüncü Basım, Emiriyye Matbaası, Bulak-Mısır 1325 hicri.
Hâşiyet'ud-Düsûki Ala'ş-Şerh'il-Kebir, Muhammed Arefe (Dü-sûkî), Dâru İhya'il-Kütüb'il-Mısriyye Matbaası, Mısır, tarihsiz.
Hılâf fi'l-Fıkh, Ebu Ca'fer Muhammed b. Hasen b. Ali Tûsi, İkinci Basım, Retkin Matbaası, Tahran 1377 hicri.
İhtiyar Şerh'ul-Muhtâr, Abdullah b. Mahmud b. Mevdud Mev-sılî, Mustafa El-Bâbi ve Evlatları Matbaası, Mısır 1355 hicri 1396 Milâdi.
îzâh, Âmir b. Ali b. Seyfâr Şemmâhi, İkinci Basım, Trablus, 1391 hicri, 1971 miladi, Vatan Matbaası, Beyrut, Dâr'ul-Feth yayınları, (Beraberinde Muhammed b. Ömer Ebû Sitte El-Kasbî'nin Haşiyesi var.)
Kanatır'ul-Hayrât, İsmail b. Musa Cetâli En-Nüfûsi, Barûniyye Matbaası, Mısır 1307 hicri.
Keşşâful-Kına Ala Metn'il-İkna', Mansur b. İdris Hanbelî, Birinci Basım, Âmiriyye Matbaası, Mısır 1319.
Kitab'ul-Vaz i Muhtasarun Fi Usûî'il Fıkh, Ebu Zekeriyya Yahya b. Ebu'1-Hayr El-Cenâvinî, Birinci Basım, Yeni Fücâle Matbaası, Mısır, tarihsiz.
Kurratu Uyûn'il-Ahyâr Li Tekmileti Redd'il-Muhtâr, Muhammed Alâ'ud-Din Efedi, İkinci Basım, Emiriyye Matbaası, Bulak, Mısır 1326 hicri.
Lisan'ul-Arab, İbn Manzur Cemaleddin Muhammed b. Müker-rern El-Ensari. Bulak baskısından ofset yoluyla basılma, Müesseset'ül-Mısriyye el-Âmme, Kahire, tarihsiz.
Mebsut, Şemseddin Serahsî, Birinci Basım, Saadet Matbaası, Mısır 1324 hicri.
Mecme'ul-Enhur Şerhu Müttekâ'l-Ebhur, Abdurrahman Damâd Şeyhzâde Osmaniye Matbaası, Dersaâdet, 1328 hicri.
Mecmu Şerh'ul-Mühezzeb, Ebu Zekeriyya Muhyiddin b. Şeref Nevevî, Arabiyye Matbaası, İdâret'ut-Tıbâat'ül Müniriyye, (Mecmu'un son cüzünde et-Tezâmün'ül-Ahavi Matbaası denmektedir.) 1344 hicri, Mısır. Mecmu ile birlikte Râfiînin Şerh'ul-Veciz'i ve Askalanî'nin Tel-his'ul-Hahiri de vardır.
Mevâhib'ul-Celil Şerhu Muhtasar-ı Halil, Ebu Abdullah Mu-hammed b. Muhammed b. Abdurrahman el-Hattab (vefatı: 954 hicri) Birinci Basım, Saadet Matbaası, Mısır, 1328 hicri. Kenarında Muhammed b. Yusuf un Tâc ve'l-İklil'i vardır.
Mu'cem'ul-Büldan, Yakut el-Hamevî, Beyrut Basımı, tarihsiz.
Mu'cemu Elfaz'ıl-Hadis'in-Nebevî, A. j Wensınck ve bir grup oryantalist, Brill Matbaası, Leiden (Hollanda) 1967.
Mu'cemu Elfâz'ıl-Kur'an'il-Kerim, Arab dili komisyonu üyeleri, Kahire Emiriyye Matbaası, 1381 hicri, 1961 milâdi.
Mu'cemu Mekâyis'il-lüga, Ebu'l Hasen Ahmed b. Faris b. Ze-keriyya, Birinci Basım, Dâru İhyâ'il-Kütüb'il-Arabiye, Kahire, 1368 hicri.
Muhallâ, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd b. Hazm (vefatı: 456 hicri), Birinci Basım, Nahda Matbaası, Mısır 1374 hicri.
Muhtasar'un-Nafi fi Fıkh'il-İmamiyye, Ebu'l-Kasım Necmeddin Ca'fer b. Hasen el-Huliy, (vefatı 676 hicri) Dâr'ul Küttab'il-Arabi Matbaası, Mısır 1376 hicri.
Muğni, Ebû Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme, (vefatı: 334 hicri) Birinci Basım, Menar Matbaası, h. 1347, Tahkik: Muhammed Reşid Rıza (İbn Kudâme Makdisi'nin Şerh'ul-Ke-bîr'i ile birlikte).
Muğn'H-Muhtâc ilâ Ma'rifeti Meân'il-Minhâc, Muhammed Şe-bini, Neymeniyye Matbaası, Mısır, 1308 hicri. (Kenarında Nevevî'nin Minhâc metni var.)
Netâic'ul-Efkâr fi Kesfir-Rumuz ve'l-Esrâr, Ahmed b. Kuveydir Kâdi Zade, {Feth'ul-Kadir'm eki.) Mustafa Muhammed Matbaası, Kahire, tarihsiz.
Neyl'ul-Evtâr Şerhu Nünketa'l-Ahbâr, Muhammed b. Ali b. Muhammed Şevkâni, (Vefatı: 1255 hicri) Osmaniyye Matbaası, Mısır 1357 hicri.
Nihaye fi Ğarib'il-Hadis-i ve'l-Eser, Mecdüddin Ebü's-Saâdât Mübarek b. Muhammed Cezeri İbn'ul-Esir, Tahkik: Tahir Ahmed Zavi ve Mahmud Muhammed Tanâhi, Dâru İhyâ'il-Kütüb'il-Arabiyye, İsa El-Bâbi ve Ortakları, Birinci Basım, Kahire, 1383 Hicri, 1963 milâdi.
Nihayet'ül-Muhtac İlâ Şerh'il-Minhâc, Şemsüddin Muhammed b. Ebu'l-Abbas Ahmed b. Hamza Er-Remli El-Menûfi, (vefatı: 1004) El-Bâbi Halebi Matbaası, 1357 hicri. (Beraberinde Şebramlisî'nin Haşiyesi de var.)
Ravdat'ul-Behiyye Şerh'ul-Lem ati'd-Dımeşkıyye, Zeyn'ud-Din Âmilî, Dâr'ul Küttâb1 il-Arabi, Mısır 1378 hicri.
Siyaset'üş-Şeriyye, fî Îslâh'ir-Râi ve'r-Raiyye, Takiyyuddin b. Teymiye, (Vefatı: 728 hicri) İkinci Basım, Dâr'ul Küttab'il-Arabi, Mısır, Menar Matbaası, 1951 milâdi.
Şerai'ul-îslâm, Cafer b. Hasan b. Ebu Zekeriyya el-Hüzeli el-Huliy (vefatı 676 hicri) Dâru Mektebet'il-Hayat, Beyrut, tarihsiz.
Şerh'ul-Ezhâr'il-Münteze'i Mitiel-Gays'il-Midrâr El-Müfettihu Li Kemaim'il Ezhârfi Fıkh'ıl-Eimmet'il Ethâr, Ebul-Hasen Abdullah b. Miftah, (Vefatı: 877 hicri) İkinci Basım, Hicazi Matbaası, Kahire 1357 hicri.
Şerh'ul-Hurasî Alâ Muhtasar-ı Halil, El-Huraşi, İkinci Basım,
Emiriyye Matbaası, Mısır-Bulak, 1317 Hicri.
Şerhu Minah'il-Celil Alâ Muhasar-ı Halil, Muhammed Alliş, Matbaa-i Âmire, Mısır 1294 hicri.
Şerh'un-Neyl ve Şifâ'ul-Alil, Muhammed b. Yusuf Itfîş, Muhammed b. Yusuf Bâruni ve Ortaklan basımı, tarihsiz.
Şerh'us-Sağir Alâ Akrab'il-Mesâlik ilâ Mezheb'il-İmam Mâlik, Ebu'l-Berakât Ahmed b. Muhammed b. Ahmed Dirdir. Dâr'ul-Meârif Basımı, Mısır 1974 milâdi.
Tâc'ül-Müzehheb Li-Ahkâm'il-Mezheb, Şerhu Metn'il-Ezhâr fi Fıkh'ıl'Eimmet'il-Ethâr, Kâdi Ahmed b. Kasım El-Ansî el-Yemani Es-San'âni, Birinci Basım, Dâru İhya'il-Kütüb'il-Arabiyye, İsa el-Bâbi ve Ortakları, Mısır, 1366 hicri 1947 milâdi.
Tebyin'ul-Hakaik Şerhu Kenz'id-Dekâik, Fahreddin Osman b. Ali Zeylaî, Birinci Basım, Emiriyye Matbaası, Bulak-Mısır 1313 hicri. (Kenarında bu şerhe ait Şelebî şerhi vardır.)
Tehzib'ul-Esmâi ve'l-Lüğât, Ebu Zekeriyya Muhiddin b. Şeref Nevevî, Müniriyye Matbaası, tarihsiz.
Tertîb'ul-Kamus'il-Muhit, Şeyh Tahir Ahmed Zâvi Trablusi, Birinci Basım, Risale Matbaası, 1959 hicri.
Ümm, Ebû Abdullah Muhammed b. İdris Şafiî, (Vefatı: 204 hicri) Dâr'uş-Şa'b Matbaası, Kahire 1388 hicri-1969 milâdi. (Bu nüsha Bulak-Mısır 1321 hicri nüshasında ofset baskısıdır.) Ümm'ün kenarında Müzeî'nin (vefatı: 264 hicri) muhtasarı vardır.
[1] Kur'an sûreleri uzunluklarına ve ihtiva ettikleri âyet sayısına göre de sınıflandırılırlar: Fatiha'dan sonraki yedi uzun sûreye es-Seb'ut-Tıval, âyetten, yüzden fazla olan sûrelere el-Miun yüzden az olan sûrelere el-Mesâni, kısa sûrelere de el-Mufassal denir. (Çeviren)
[2] Yani selam vermenin dahi eman anlamına geldiği düşünülürse, rahman ve rahim sıfatlarıyla ve Allah'ın rahmetİyle desteklenmiş bir ifadeyle yapılan ihtarın, yani besmele çekilerek girişilen bir işin de eman anlamına geleceği kendiliğinden kesinlik kazanır. (Çeviren)
[3] Ayet-i kerimedeki sefihlerle kadınların kastedildiğine dair hiç bir akli ve nakli delil yoktur. Gerçek şu ki, kadın olsun erkek olsun malı idare ve tasarruf edebilecek akli ve ahlâkî yeteneğe sahip olmayan kimseye sefih denir. (Çeviren)
[4] Yazar burada aşın derecede kısaltarak alıntı yapmıştır. O derecede ki sadece yazarın söylediğini tercüme etmek, cümleyi anlaşılmaz derecede kapalı bir hale sokacaktır. Bu sebeple bu paragrafı Menar Tefsiri'nd&n tercüme ettik. Bakınız: Menar Tefsin, Mu-hammed Reşİd Rıza, 9/574. (Mütercim)
[5] Buradaki fark ve cem ifadeleri birer tasavvuf terimidir. Terimi tercüme etmek yerine olduğu gibi aldık. Kısa bir açıklama ile şöyle .söyleyebiliriz: Fark sana nispet edilen, cem ise sana nispet edilmesi mümkün olmayan şeydir. Geniş açıklama için bakınız: İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, Cem maddesi, 7/278-279. (Mütercim)
[6] Yazar bu bölümde Arab alfabesinin İlk harfi olan eft/harfî İle başlayan dört konuyu gayet detaylı bir şekilde ele almıştır. Bunlar, sırası ile itkân israf, a'mâ ve imha! (süre verme) konularıdır. (Çeviren)
[7] Tefhim bir tecvid deyimidir. Detaylı bilgi almak isteyenler şu esere başvurabilirler: Tecvid ilmi, Celâleddin Karakilıç, Ankara, 1963, shf. 47. (Çeviren)
[8] Yazar, üç türlü okuma olduğunu bildiriyor. Fakat tahkikten başka türler hakkında bilgi vermiyor. Diğer türler Tedvir ve Hader'dir. Basit bir ifade ile tedvir orta yollu, ha-der ise anlamını bozacak derecede olmamak üzere süratli okumaktır. (Çeviren)
[9] Mu'cem-i Mekâyis'il-Lüğa, İbn Fâris, 3/153
[10] Mu'cemu Elfâz'il-Kur'an'il-Kerim, Komisyon, 3/137
[11] Lisân'ul-Ar ab, ibn Manzur, 11/48
[12] Tezhib'ul-Esmâ-i vel-Luğat, Nevevî, 2/148
[13] En-Nihâye, İbn'ul-Esir, 2/362
[14] Lisan'ul-Arab, 11/49
[15] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 1/20
[16] Bedâi'us-Sanâİ, Kâsâni, 1/22
[17] Tebyin, Zeyİaî, 1/5
[18] İbn Âbidin, Muhammed Emin, 1/84-85'inci sahifenin hâmiş'inde şöyle denmektedir: Kuhistanide Cevahir İsimli esere nisbetle şöyle geçiyor: Akmakta olan suda(n alınan abdestte) fazla su kullanmak caizdir. Çünkü su ziyan olmuyor. Bunu söyledikten sonra "Bunu düşün!" diyor. Daha sonra da: "Suyu israf etmek mekruhtur. İsterse akmakta olan nehrin suyu olsun'' denmektedir.
[19] Ibn Âbidin, 1/93-94
[20] Mebsut, Serahsi, 1/45. Aynı cildin 9. sahifesinde abdestte üçten fazla yıkamanın mekruh olduğu zikredilmiştir.
[21] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 1/39
[22] Bedai'us-Sanaî, Kâsâni, 1/23
[23] İbn Âbidin, 1/94
[24] Mevâhib'ul-Ceîil, El-Hattâb, 1/256
[25] Mevâhib'ul-Celîl, el-Hattab, 1/256
[26] Mevâhib'ul-Celîl, el-Hattab, 1/256
[27] Bülğat'us-Sâlik, Es-Sâvî, 1/44-45
[28] Bülğat'us-Sâlik, Es-Sâvî, 1/46
[29] Hâşiyet'ud-Dusûkî, Muhammed Arcfe, 1/103
[30] Şerhli Minah'ii-Celil.Attiş, 1/55
[31] Mecmu, Nevevî, 1/438
[32] Mecmu, Nevevî, 2/195
[33] Nihayt'uî-Muhtac, Remli, 1/172-173
[34] Müd ve sâ bir hacim birimi olup karşılığında ölçek deyimini kullanmak uygundur.
[35] Nihâyeful-Muhtac, Remli, 1/212
[36] Huğni, İbn Kudâme, 1/130-132
[37] Keşşâfut-Kına, İbn-ul İdris Hanbelî, 1/116
[38] Mıtğni, İbn Kudâme, 1/132
[39] Muğni, İbn Kudâme, 1/228
[40] Keşşâful-Kınâ, İbn İdris Hanbelî, 1/75
[41] İbn Hazm, Muhatla, 2/72
[42] İbn Hazm, Muhallâ, 2/73
[43] Muhallâ, İbn Hazm 2/73
[44] El-Bahr'uz-Zahhâr, İbn'ul Murtaza, 1/72
[45] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 1/91-92
[46] Neyl'ül-Evtâr, Şevkini, 1/173
[47] Neyl'ul-Evtar, Şevkâni, 1/250-252
[48] Kitab'ul- Va 'd, El-cinavunî, shf. 44
[49] KitabuŞerh'in-NeylAlüş, 1/51-52
[50] Şerh'un-Neyl, İtfiş, 1/98
[51] Kanâtır'ul-Hayrat, Nufûsi, 1/335
[52] El-Hilâf, Tûsi, 1/15
[53] El-Muhtasar'un-Nâfi, El-Huliy, shf. 6
[54] Er-Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 1/25
[55] Sahul, Yemen'de bir köyün adıdır. Oradan beyaz pamuklu giysiler getirilirdi. Köyün adma nisbeten bunlara Sahuliye denir. Bakınız: Mu'cem'ul-Büldan, Hamevi, 3/195
[56] Feth'ul-K&dir, Ibn'ul-Hümam, 1/453-455
[57] Hâşiyetu İbn Abidin, Muhammet! Emin, 1/603
[58] Bedâi'us-Sanai, Kâsâni, 1/306
[59] Mevâhib'ul-Ceffl, El-Hattâb, 2/224-225
[60] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arafe
[61] Kitâb'ul-Umm, Şafiî, 1/204
[62] Mecmu, Nevevî, 5/195
[63] El-Mecmu, Nevevî, 5/194
[64] Nihâyet'ul-Muhtac, Remli, 2/450
[65] El-Ümm, Şafiî, 1/236
[66] Muğni, İbn Kudâme, 2/330
[67] Ke^aful-Kınâ, İbn İdris Hanbelî, 1/389
[68] Keşşaf ul-Kınâ, İbn İdris Hanbelî, 1/399
[69] El-Muhallâ, ibn Hazm, 5/117
[70] El-Bahr'uz-Zehhâr, İbn'ul-Murtazâ, 2/104
[71] Neyl'ul-Evtar, Şevkâni, 4/36-37-38
[72] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 1/40
[73] Şerh'un-Neyl, Itfış, 1/660
[74] Fıkıh kitaplarında mehir için sadak, ecir, fariza, akr, alaka ve nihle denmektedir.
[75] Mebsût, Serahsi, 5/62
[76] On dirhem günümüz ölçülerinde yaklaşık 34 gram gümüştür. Bu değer bugün için bir şey ifade etmiyor. Ancak Hz. Peygamber döneminde 10 dirhem gümüş ile iki koyun alınabildiği dikkate alınırsa mehrin en az miktarında bir ölçü belirlenmiş olur. (Çeviren)
[77] Bedâi'us-Sanai, Kâsâni, 2/275
[78] Hâşiyet'ud-DusûU, Muhammed Arafe, 2/302-309, BÜİgat'us-Sâlik, Es-Sâvi, 1/380
[79] Mevahib'ul-CeM, El-Hattab 3/508
[80] El-Ümm, Şafiî, 5/52-143
[81] Nihâyet'ul-Muhtac, Remli, 6/329
[82] Muğni, İbn Kudâme, 8/6
[83] Muğni, İbn Kudâme, 8/6
[84] Keşşaful-Kınâ, İbn İdris, 3/75
[85] Kesşâfut-Kınâ, İbn İdris, 376
[86] El-Muhattâ, İbn Hazm, 9/496
[87] El-Muhallâ, İbn Hazm, 3/497
[88] El-Muhallâ, İbn Hazm, 9/500
[89] El-Muhaüa.
[90] Neyl'ul-Evtâr, Şevkâni, 6/166
[91] Neyi'ul-Evtâr, Şevkâni, 6/168-169
[92] Ravdal'ul-Behiyye, El-Amilî, 2/115
[93] Şerh'un-Neyl, Itfîş, 3/89
[94] Haşiyem İbn Âbidin, Muhammed Emin, 5/223
[95] Bülğafus-Sâlik, Es-Sâvi, 2/488
[96] Mecmu, Nevevî, 4/455-457
[97] Nihayet'ül-Muhtac, Remli, 7/210
[98] Keşşaf 'ut-Kına, İbn İdris, 3/106
[99] Bir hadiste Hz. Peygamber'in, beraberinde bulunduğu arkadaşlarından izin almadıkça bu şekilde yemeyi yasakladığı bildirilmiştir. Bu yasağın gerekçesinin, arkadaşı rahatsız eden bir oburluk veya arkadaşını aldatmak olduğu bildirilmektedir. Veya o zaman yiyeceğin az olup sıkıntı içinde oldukları için bu yasaklamıştır. Bakınız: îbn'ul-Esir, Nihaye, 4/52
[100] El-Muhallâ, İbn Hazm, 7/428
[101] El-Muhallâ, İbn Hazm. 8/289
[102] El-Muhalia, tbn Hazm, 8/290
[103] Neyi'ul-Evlâr, Şevkâni, 2/112
[104] Neyl'ül-Evtâr, Şevkâni, 2/112
[105] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 2/293-294
[106] Şerâi'ul-İslâm, El-Hüzelî, 2/149.
[107] Kanâtır'ul-Hayrat, Nufûsi, 3/250
[108] Şertiun-Neyl, Itfîş, 7/242
[109] Şertiun-Neyl, Itfîş, 7/242
[110] El-İnâye, Bâbeıti, 8/260
[111] Nihayet'üî-Muhtac, Remli, 7/286
[112] Nihayet'ül-Muhtaç, Remli, 7/278
[113] Muğn'il'Muhtac, Şerbini, 4/29
[114] Muğni, İbn Kııdame, 9/410
[115] İbn İdris, 3/362-364
[116] Muğni, İbn Kudâme, 9/392
[117] Şeh'ul-Kebir, İbn Kudâme Makdisi, 9/395
[118] EI-MuhaUâ, İbn Hazm, 10/366
[119] Ei-Muhallâ, İbn Hazm, 11/169-170
[120] Şerh'ul-Ezhar, İbn Miftâh, 4/402
[121] En-Neyl, Itfîş, 8/90
[122] Neyi, Itfîş, 8/90
[123] Mecma'ul-Enhur, Şeyhzâde, 2/524
[124] Şerhu Mirah'U-Celil, Alliş. 1/596
[125] El-Meıımt Ncvevî, 9/39-40
[126] Nihayet'ul-Muhtav. Remli, S/15
[127] Mu&ni. İbn Kudüme. 11/73-75
[128] El-Muhallâ, İbn Hazm, 7/436
[129] El-Bahr'uz-Zehhar, İbn Murtaza, 4/322
[130] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 2/290-291
[131] Kitab'ul-Hilâf, Tûsi, 2/545
[132] Şerai'ul-fslâm, Hııliy, 2/14S-I w
[133] Mu'cenin Mekâyis'il-Lüğa, İbıı Rırı.s. 4/133
[134] Usun'ııl-Arah. Ihıı M.tn/.iir N'lhavı'. İbıuıi
[135] El-Eşbâh ve'n-Nezâir, Suyûti, shf. 252
[136] El-Mecmu, Nevevî. 9/304
[137] Muğni, İbn Kudâme, 1/65
[138] Me\ahib'ui'Celil, El-Hattâb, 1/510
[139] Fetâvayı Hindiy\c, Fcrğani. 5/3X2
[140] İhışiyet'ud-Dusûki, Muhammet! Arcfc, 1/227
[141] Haşıycl'ud Dtışûki, 1/226
[142] Me\ahib'ui'Celil, El-Hattâb, 1/510
[143] Me\ahib'ui'Celil, El-Hattâb, 1/510
[144] Necmu, Nevevî, 3/204
[145] Necmu, Nevevî, 9/304
[146] Burada mukallid kelimesi müctehid'in zıddı anlamında değil, a'mâ olmadığı halde bulunduğu yerin kıblesini bilmeyen kişi için kullanılmıştır. (Çeviren)
[147] Muğni, İbn Kudâme, 1/493-494
[148] Muğni, İbn Kudâme, 1/477
[149] Muğni, İbn Kudâme, 1/463
[150] El-Muhallâ, İbn Hazm, 3/228-230
[151] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 1/192
[152] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 1/197
[153] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 1/57
[154] El-îzâh, Şemmahi, 1/441
[155] el-îzâh, Şemmahi, İ/443
[156] El-Mecmu, Nevevî, 3/72-73
[157] E^bâh ve'n-Nezâir, Suyûtî, shf. 252
[158] Muğni, İbn Kudâme, 1/387
[159] Haşiyetu İbn Âbidin, Muhammed Emin, 1/364
[160] Kitab'uş-Şerh'is-Sağir, Derdîr, 1/254
[161] Hâşiyet'ud-Dusüki, Muhammed Arafe, 1/197-198
[162] El-Mecmu, Nevevî, 9/304
[163] Eşbah ve'n-Nezâir, Suyûti, shf. 250-251
[164] El-Mecmu, Nevevî, 3/74
[165] El-Muhaîlâ, İbn Hazm, 3/120
[166] Neyl'ül-Eytar, Şevkâni, 2/51
[167] Şerai'ul İslâm, Huliy, 1/50
[168] El-îzâh, Şemmâhi, 1/404
[169] Haşiyetu İbn Abidin, Muhammed Emin, 1/390
[170] El-Mecmu, Nevevî, 4/190
[171] el-Mecmu, 4/203
[172] El-Muhallâ, İbn Hazm, 4/189
[173] Neyl'ül-Evtar, Şevkâni, 3/125
[174] Neyl'üî-Evtâr, Şevkâni, 3/125-126
[175] Kitab'ul-Iyzâh, Şemmâhi, 1/532-533
[176] Haşiyetu İbnAbidin, Muhammed Emin, 4/7
[177] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 1/247
[178] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arefe, 1/333
[179] Şerh'us-Sağir, Derdir, 1/444
[180] Mevâhib'ul-Celîl, Hattab, 1/451. Ayrıca bkz. Ahkâm ul-Kur'an, Kurtubi, 1/354
[181] El-Mecmu, Nevevî, 4/286
[182] El-Ömm, Şafiî, 1/146
[183] Eşbâh ve'n-Nezâir, Suyûtİ, shf. 251
[184] Muğni, İbn Kudâme, 2/30
[185] El-MuhaM, İbn Hazm, 4/211
[186] El-Muhallâ, 4/213
[187] Neyl'ul-Evtâr, Şevkâni, 4/213
[188] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 1/120
[189] Şerh'un-Neyl Itfiş, 1/436
[190] Hâşiyetu İbn Abİdin, Muhammed Emin, 1/436
[191] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arefe, 1/391
[192] Şerh'us-Sağir, Devdir, 1/516
[193] Mecmu, Nevevî, 4/490
[194] Mecmu, 4/486. Ayrıca Eşbah ve'n-Nezair, 250
[195] Eî-Mecmu, Nevevî, 9/304
[196] Ei-Fıkhu ala'l Mezâhib'il-Erbea, İbâdetler bölümü, 1/280
[197] Neyl'ül-Evtâr, Şevkâni, 3/225-226
[198] Şerai'ulJslâm, Huliy, 1/59
[199] El-Muhtasar'un-Nâfi1, Huliy, shf. 36
[200] Şerh'un-Neyt, Itfiş, 1/501
[201] Haşiyetu îbn Âbidin, Muhammed Emin, 4/71
[202] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arefe, 2/6
[203] Eİ-Mecmu, Nevevî, 7/85
[204] El-Fıkhu Ale'1-Mezahib'il-Erba, İbadetler bölümü, 1/516
[205] Muhallâ, İbn Hazm, 7/56
[206] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 2/65
[207] Şerh'un-Neyl, Itfiş, 2/274
[208] Fetâvay-i Hindiyye, Fergâni, 3/65
[209] Haşiyetu İbn Abİdin, Muhammed Emin, 4/71
[210] Haşiyetu İbn Abİdin, Muhammed Emin, 4/71
[211] Bedâi, Kâsâni, 5/164
[212] Haşiyet'üd-Düsûkî, Muhammet! Arefe, 3/24
[213] Mecmu, Nevevî, 9/302-303
[214] Mecmu, 9/304
[215] Selem, parası peşin verilip malı ileri bir tarihte teslim almak üzere yapılan bir satış çeşididir. (Çeviren)
[216] Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti, shf. 250
[217] Kitabet bir kölenin, belli bir miktar para ödemek veya bir şey vermek karşılığında, hür olmak üzere efendisi ile yaptığı anlaşmaya denir. Böyle bir anlaşma yapan köleye mükâtep denir. (Çeviren)
[218] Mecmu, Nevevî, 9/303
[219] El-Mecmu, Nevevî, 9/303
[220] Mecmu, Nevevî, 9/303-304
[221] Mecmu, Nevevî, 9/303
[222] Mecmu, Nevevî, 9/303
[223] El-Muhallâ, İbn Hazm, 9/52
[224] El-Muhallâ, İbn Hazm, 9/52
[225] Şerh'ul-Ezhâr, 3/8
[226] Şerh'un-Neyl, Itüş, 4/140
[227] Halvet, aralarında nikah bulunan bir kadın ve erkeğin tek başına bir yerde kalmalarıdır. (Çeviren)
[228] Hâşiyetu İbn Âbidin, Muhammed Emin, 2/347
[229] El-İhtiyâr, Mevsılî, 3/165
[230] Mıtğni, İbn fCudâmc, 8/65
[231] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 2/312
[232] Haşiyetu ibn Âbidin, Muhammed Emin, 4/71
[233] Kurretu Uyûn'il-Ahbar, Alaaddin Efendi, 1/41
[234] Haşiyetu ibn Abİdin, Muhammed Emin, 4/394
[235] Kurratu öyûn'İÎ-Ahbâr, Aladdİn Efendi, 1/83
[236] Haşiyetu İbn Abidin, Muhammed Emin, 2/376
[237] Hâşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arefe, 3/167
[238] El-Câmi'u Li-Ahkâm'il-Kur'an, Kurtubî, 2/390
[239] El-Mecmu, Nevevî, 9/304
[240] El-Eşbah ve'n-Nezâir, Suyûli, shf. 250-252
[241] El-Ümm, Şafiî, 7/42
[242] El-Muğni, İbn Kudâme, 12/61-62-63
[243] El-Muğni, İbn Kudame, 10/181-182
[244] El-Muhalla, İbn Kudâme, 9/434
[245] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 4/199
[246] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftâh, 2/241
[247] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 1/254
[248] Şerh'un-Neyl, Itfîş, 6/586
[249] Haşiyetu İbn Abidin, Muhammed Emin, 4/71
[250] El-Mecmu, Nevevî, 9/74
[251] El-Mecmu, Nevevî, 9/304
[252] El-Mecmu, Nevevî, 9/76-77
[253] Eşbah ve'n-Nezair, shf, 250
[254] Ravd'un-Nadir,3/\ll
[255] Ravdat'ul-Behiyye, 2/265
[256] Şerh'un-Neyl, Itfîş, 2/528
[257] Şerh'un-Neyl, 2/551
[258] Haşiyetu İbn Âbidin, Muhammed Emin, 4/71 4/423
[259] Bedai, Kâsâni, 7/3
[260] Haşiyetu İbn Abidin, Muhammed Emin, 4/423
[261] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arefe, 4/130
[262] Mevahib'ul-Celîl, El-Hattâb, 6/99
[263] Eşbah ve'n-Nezâir, Süyuti, shf. 250
[264] El-Mecmu, Nevevî, 9/304
[265] El-Mecmu, Nevevî, 1/41
[266] El-Mecmu, Nevevî, 9/304
[267] Eşbah, Suyutî, shf. 252
[268] El-Mecmu, Nevevî, 9/304
[269] El-Mecmu, Nevevî, 9/303
[270] Muğniı ibn Kudame, 11/385
[271] Muğni, İbn Kudame, U/387
[272] Muğni, İbn Kudame, 11/387
[273] Muğni, İbn Kudame, 7/357
[274] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Mifthah, 4/410
[275] Ravdat'ul-Behiyye, 1/236
[276] Şerh'un-Neylltüş, 6/531
[277] Şerh'un-Neyl, Itfıyş, 6/531
[278] Hidâne fıkhî bir deyim olup, eşlerin ayrılması durumunda küçük çocuğa bakmak üzere kime verileceğini belirleyen kurallar fıkıhta Hidâne bölümünde incelenir. (Çeviren)
[279] Haşiyetu İbn Âbidin, Muhammed Emin, 4/71
[280] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arafe, 2/528
[281] Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti, shf. 250-251
[282] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 1/525
[283] Şerh'ul-Ezhâr, İbn Miftah, 1/525
[284] Haşiyetu İbn Âbidin, Muhammed Emin, 3/227 ve 4/71
[285] Haşiyet'ud-Dusûki, Muhammed Arafe, 2/155
[286] El-Mecmu, Nevevî, 7/85
[287] Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti, shf. 250. Aynca bakınız: Mecmu, Nevevî, 9/304
[288] Muğni, İbn Kudame, 10/367
[289] Siyaset-i Şeriyye, İbn Teymiyye, shf. 132
[290] Muğni, İbn Kudâme, 10/542
[291] El-Muhallâ, İbn Hazm, 7/296-299
[292] Neyl'ul-Evtar, Şevkâni, 6/248
[293] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 1/217
[294] Muhtasar'un-Nâfi, El-Huliy, shf. 109
[295] Cizye İslâm yönetimi altında kalmayı kabullenen zımmilerden yani Hristiyan ve Yahudilerden alınan yıllık vergidir. (Çeviren)
[296] Egbah ve-n-Nezâir, SuyÛti, shf. 252
[297] Mevahib'ul-Celil, El-Hattab, 6/248-249
[298] El-Mecmu, Nevevî, 9/304
[299] Eşbâh ve'n-Nezâir, Suyûti, shf. 250-253
[300] Âkile cinayeti işleyenin baba tarafından akrabaları olup, cinayeti işleyenin Ödemeye gücü yetmemesi durumunda ortaklaşa diyetini öderler. (Çeviren)
[301] El-Ümm, Şafiî, 7/285
[302] Ei-Ümm, Şafiî, 6/56
[303] Muğni, İbn Kudamc, 9/427 ***
[304] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/268
[305] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/298
[306] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/304
[307] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/291
[308] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/284-285
[309] Şerai'ul-İslâm, E-Huliy, 2/2S4
[310] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/275
[311] El-Mecmu, Nevevî, 9/303
[312] Eşbâh ve'n-Nezâir, Suyûtİ, shf. 253
[313] Ravdat'ul-Behiyye
[314] Ravdat'ul-Behiyye, El-Âmilî, 2/126
[315] Şerh'un-Neyl, Itfiş, 3/167
[316] Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti, shf. 250
[317] Muğni, İbn Kudâme, 8/586
[318] Muğni, ibn Kudâme, 3/583
[319] Neyl'ül-Evtâr, Şevkâni, 5/117
[320] El-Muhalla, İbn Hazm, 7/178
[321] El-Muhalla, İbn Hazm, 7/360
[322] Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti, shf. 253
[323] Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti shf. 250
[324] Eşbah ve'n-Nezâîr, Suyûti, shf. 252
[325] Şerai'ul-İslâm, El-Huliy, 2/7
[326] Mu'cemu Eifaz'ü-Kur''an'U-Kerim, Komisyon, 2/661
[327] Mu'cemu Mekâyis'il-Lüğa, İbn Fâris, 5/283
[328] Esâs'üİ-Belâğa, Zemahşeri, 2/407
[329] Tertib'ul-Kamus, Tarablusi, 4/261
[330] Nihâye, Îbn'ul-Esir, 4/375
[331] Mu'cemu Elfâz'ıl-Hadis'in-Nebevî, Komisyon, 6/281
[332] El-Bahr, İbn Nüceym, 7/230
[333] Netâic'ul-Efkâr, Kadızâde, shf. 12
[334] Şerh'ul-Huraşî, 3/295
[335] Şerh'us-Sağir, Dırdır, 4/312
[336] Feth'ul-Vehhâb, El-Ensâri, 2/231-232
[337] El-Muhalla, îbnHazm, 9/371
[338] Tâc'ul-Müzehheb, San'âni, 4/15-16
[339] Şerai'ut-İslâm, El-Huliy, 2/212
[340] Mürîed, müslüman iken İslâmiyet'i terk ederek dinden çıkan kimsedir. (Çeviren)
[341] El-İhtiyar, Mevisılî, 3/100
[342] Haşiyetu İbn Ahidin, Muhammed Emin, 3/294
[343] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 4/385-386
[344] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 4/386
[345] Şerh'ul-Huraşî, 8/65-66
[346] Mevahib'ul-Celii, El-Hattâb, 6/281
[347] Bülğat'us-Sâlik, Dirdir, 2/382
[348] El-Eşbah ve'n-Nezair, Suyûti, shf. 256
[349] Feth'ul-Vehhab, El-Ensari, 2/155
[350] Muğni, Ibn Kudâme, 10/76-78
[351] Muğni, İbn Kudâme, 10/92
[352] El-Muhailâ, İbn Hazm, 11/188-189-192
[353] El-Muhallâ, İbn Hazm, 11/194
[354] NeyVul-Evtar, Şevkâni, 7/193
[355] Şerai'ul'İMm, El-Huliy, 2/259
[356] HetuibnAbidin, Muhammed Emin, 4/333
[357] Karâfi, 2/ı0
[358] El-Umm, Şafiî, 3/179
[359] Büceyremî Haşiyesi, 4/397
[360] Muğni, İbn Kudâme, 10/78
[361] El-Muhallâ, İbn Hazm, 8/84
[362] Et-Tâc'ul-Müzehheb, San'âni, 2/484
[363] Et-Tâc'ul-Müzehheb, San'âni, 2/484
[364] Şera'il-İslâm, El-Huliy, 2/21
[365] Kitab'ul-İyzah, Şemmahİ, 3/413
[366] Şerh'ul-Huraşi, 4110
[367] Ümmü Veled, efendisinden çocuk doğuran cariyedir. (Çeviren)
[368] Furûk, Karâfi, 3/145-146
[369] Haşiyet'ul-Buceyremî, 4/118
[370] Feth'ul-Vehhâb, Ei-Ensari, 2/120
[371] Resail'uz-Zehebİyye {Feth'ul-Vehhab kenarında basıljnış nüshası) 2/121
[372] Ül-Ömm, Şafiî, 5/81
[373] Keşf'ul-Kına,İbnİdxis, 3/310
[374] El'Muhailâ, İbn Hazm, 10/97
[375] Şevkâni, 6/226
[376] Zıhar kocanın karısına "sen bana anamın sırtı gibisin" demesiyle ortaya çıkan durumdur. Zıhar ile ilgili hükümler Mücadele/2-4 ayetleri ile düzenlenmiştir. îlâ ise, kocanın karısına dört ay boyunca cinsel ilişkide bulunmamak üzere yemin etmesidir. İlgili hükümler Bakara/226 ayetinde bildirilmiştir. (Çeviren)
[377] El'Ümm, Şafiî, 5/262
[378] El-Muhallâ, İbn Hazm, 10/47
[379] Tâc'ul-Müzehheb, San'ani, 2/257
[380] Şerai'ul-lslâm, El-Huliy, 2/76
[381] Şerh'un-Neyl, Itfiyş, 3/443
[382] Şerh'un-Neyl, Itfîyş, 3/446
[383] Tehzib'ul-Esmâ-i Ve'l-Luğât, Nevevî, 2/48
[384] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 3/263
[385] Feth'ul-Kadir, İbn'ul-Hümam, 3/264-266
[386] El-Ümm, Şafiî, 5/96
[387] El-Ümm, Şafiî, 5/35
[388] El-Muğni, İbn Kudâme, 6/668
[389] El-Muğni, İbn Kudame, 6/670
[390] El-Muhalîa, İbn Hazm, 10/58
[391] El-Muhallâ, İbn Hazm, 10/60
[392] Fahîhu men Lâ Yahduruhû'l-Fakih, El-Kummî, 3/357
[393] Şerh'un-Neyl.ltfiyş, 3/246
[394] El-Muhalîâ, İbn Hazm, 9/422
[395] Muğni, İbn Kudâme, 10/85
[396] El-Umm, Şafiî, 5/85
[397] Muğni, İbn Kudâme, 6/479
[398] El-Ümm, Şafii, 3/186
[399] Yazar bu bölümde her dipnotta kaynak olarak başvurduğu eserin özelliklerini tekrar tekrar zikretmiştir.
Bu tekrarlara meydan vermemek için çeviride sadece kitabın kısa adına, yazarın meşhur lakabına ve eserin cilt ve sahİfe numaralarına yer verilmiştir. Bu sebeple bu bölümün sonuna bölümün tamamında yararlanılan kaynakların alfabetik bir listesini bibliyografi belirlemedeki usullere uygun olarak koymuş bulunuyoruz. Kitap ve yazar isimlerinin başında genellikle bulunan el lâm-ı tarifi dikkate alınmamıştır. (Çeviren)