Muaz İbn Cebel 3

Abdullah İbn Selam.. 3

Ukkâşe İbn Mıhsan. 4

Amr İbn El-Âs. 5

Ammar İbn Yasir 5

İmran İbn El-Husayn. 6

Avf İbn Mâlik. 7

Fudale İbn Ubeyd. 7

Kays Îbn Sa'd İbn Ubade. 8

Ebu Hureyre. 9

Ebu Zer el-Gıfari 9

Zeyd İbn Sabit 10

Abdullah İbn Abbas. 11

Abdullah İbn Amr İbn El-As. 12

Abdullah İbn Ömer İbn El-Hattab. 12

Müminlerin Annesi Hz. Âîşe. 13

Enes İbn Mâlik. 14

Cabir İbn Abdîllah. 15

Ka'b İbn Malik. 15

Mîsver İbn Mahrame. 16

Muaviye İbn Ebi Süfyan. 16

Ma'kıl İbn Yesar 17

MEZHEPLER VE TARİKATLAR.. 17

Fıkıh Mezhepleri 17

İki Mezhebi Birleştirmek. 18

Mu'tezile Ve Cebriye Mezhepleri 18

Mezhepleri Birleştirmek. 18

Ezher Üniversitesinde Fıkıh Mezhepleri 19

Şia Ve Zeydiye Mezhebi 19

Tasavvuf'un Anlamı 19

İslâm'ın Yayılmasında Tarikatlerîn Rolü. 20

Senûsi Tarikatı 21

Kadiri Tarikatı 22

Şazelî Tarikatı 22

Ticâni Tarikatı 23

Kaderiyye Ve Cebrîyye. 24

MALİKİ MEZHEBİ 24

İmam Mâlikin Çağı 24

İmam Malikin Doğum Yeri 25

İmam Malikin Yetişmesi 26

Hoca Olarak İmam Mâlik. 26

Maliki Mezhebinin Prensipleri 28

İmam Mâlikin Talebeleri 32

İmam Mâlik'in Başına Gelen Sıkıntılar 32

İmam Mâlik Ve Yöneticiler 34

İmam Malikin Kitapları 36

Îmam Malik'e Göre Hadisin Önemi 37

İmam Malikin İkili Görüşmeleri 38

İmam Mâlik'în Evi Ve Ailesi 41

İmam Malikin Vefatı 41

Mâlikî Mezhebinin Yayılışı 41

Maliki Mezhebinin Bazı Kitapları Ve Yazarları 44

Maliki Mezhebinin İmamı İle İlgili Kaynaklar Ve Yazarları 44

Sonuç. 44

TASAVVUF. 45

Tasavvuf 45

Tasavvuf Ve Tasavvufçular 46

Tasavvuf Ve Tarikatlar 47

Tasavvuf Hayatı 48

İSLAM ŞAİRİ AHMED MUHARREM VE GENÇLİK.. 49

İslâm Şâiri Ahmed Muharrem Ve Gençlik. 49

İSLÂM VE KALKINMA.. 57

İslâm Ve Kalkınma. 57

RAMAZANDA VUKUBULAN MEŞHUR OLAYLAR.. 65

Ramazanda Vukubulan Meşhur Olaylar 65

Vahyin Ramazanda Başlaması 67

Büyük Bedir Savaşı 69

Ramazanda Fetih. 72

Şehitler Babası Ali İbn Ebi Talib. 76

Ramazanda Endülüs'ün Fethi 80

Müminlerin Annesi Hz. Aişe. 82

Ramazanda Zellâka Savaşı 83

Ramazan Kahramanlarından Mücahid İmam Abdullah İbn El-Mübarek. 85

Ayn-ı Câlût Savaşı 87

Ramazanda Meydana Gelen Diğer Olaylar 88


Muaz İbn Cebel

 

Bu fakih, faziletli ve salih sahabinin ismi Ebu Abdirrahman Muaz ibn Cebel ibn Amr el-Ensari el-Hazreci el-Medeni'dir. On sekiz yaşın­da iken İslâm'a girmiştir. Ahlâk ve yüzce en güzel, en eli açık ve en iyi mizaca sahip kişilerden birisidir. Ensar'dan yetmiş kişi ile birlikte ikin­ci akabe biatmda bulunmuş, Bedir, Uhud, Hendek ve diğer önemli olayların hepsine Hz. Peygamberle birlikte iştirak etmiştir, Hz. Pey­gamber kendisiyle Abdullah ibn Mesud arasında kardeşlik tesis etmiş­tir. Rasûlullah'tan (s.a) yüzyetmiş beş hadis rivayet etmiştir. Kendisin­den Abdullah ibn Ömer, Abdullah ibn Abbas, Abdullah ibn Amr ibn el-As, Cabir, Enes, Ebu Sa'labe, Ebu Katade ve diğer sahabilerle tabiiler rivayette bulunmuşlardır.

Muaz (r.a), Rasûlullah (s.a) hayattayken Kur'an'ın tamamının ez­bere bilen dört kişiden birisi idi. Hepsi ensardan olan bu dört kişi Mu­az ibn Cebel, Ubey ibn Ka'b, Zeyd ibn Sabit ve Ebu Zeyd'di. Hz. Pey­gamber (s.a) şöyle buyurmuştu:

Kur'an'ı dört kişiden Öğrenin: Abdullah ibn Mes'ud, Salim, Muaz ve Ubey ibn Ka'b.

Muaz ibn Cebel, Hz. Peygamber yaşarken fetva veren önemli şah­siyetlerden birisiydi. Bunların üç tanesi muhacirlerden, üç tanesi en-sardandı. Muhacirlerden olanlar: Ömer ibn el-Hattab, Osman ibn Af-fan, Ali ibn Ebî Tâlib idi. Ensardan olanlar ise Ubey b. Ka'b, Muaz ibn Cebel ve Zeyd ibn Sâbit'ti.

Allah hepsinden razı olsun.

Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle dedi:

Ümmetimin içinde helâl ve haramı en iyi bilen kişi Muaz ibn Ce-bel'dir.

Bir başka hadisinde şöyle dedi: Muaz, ne iyi adamdır.

Bir gün Muaz ibn Cebel Hz. Peygamberle (s.a) beraber bulunu­yordu. Hz. Peygamber onun elinden tuttu ve şöyle dedi:

Ey Muaz! Vallahi ben seni seviyorum.

Sonra şöyle buyurdu: "Ya Muaz! Sana öyle bir şey tavsiye edece­ğim ki bunu namazların arkasında söylemeyi ihmal etme: Allahümme einni ala zikrike ve şükrike ve husni ibadetik (Allahım! Seni zikretme­me, sana şükretmeme ve sana güzelce ibadet etmeme yardım et). Mu-az'm fıkıhta ve ilimdeki konumuna açıkça delalet eden şeylerden biri­si de Hz. Peygamber'in (s.a) onun hakkında söylediği şu sözdür:

Muaz b. Cebel, kıyamet gününde âlimlerin önderidir.

Yüce Peygamber'in yaptığı bu şahitlik ne büyük bir şahitliktir.

Abdullah ibn Mes'ud, Muaz ibn Cebel hakkında şunları söylemiş­tir: "Muaz, şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen bir önderdi; puta tapanlardan değildi." Bunun üzerine birisi Abdullah b. Mes'ud'a dedi ki: "Ama Allah Teâlâ bunu Hz. İbrahim hakkında söylemişti." İbn Mes'ud sözünü tekrarladı ve sonra şöyle dedi: "Ümmet/önder, hay­rı/iyiliği öğreten ve kendisine uyulan kimsedir. Boyun eğen de Allah'a itaat eden kişidir. Muaz da böyle hayrı öğreten, Allah ve Rasûlüne ita­at eden bir kişiydi." İbn Mes'ud bu konuda şöyle demişti: Biz Muaz'ı İbrahim'e benzetirdik.

Allah Teâlâ, Muaz'ı taun hastalığıyla imtihan etmişti. Muaz kade­rine razı olmuş ve sabretmişti. Taundan/vebadan dolayı iki hanımını bir de oğlu Abdurrahman'ı kaybetmişti. Hastalığı esnasında bayılmıştı. Ayılıp kendine gelince rabbine şöyle yakardı: "Ya rabbi! Benim gam ve kederim sendendir. Vallahi bilirsin ki ben seni çok seviyorum. Şam'ın Amvas bölgesinde öleceği esnada şöyle dedi: Hoş geldin ey ölüm hoş geldin! Ey sevgilinin ziyaretçisi! Sana pek çok ihtiyaç var-

ken geldin! Allahım! Sen de biliyorsun ki ne dünyayı ne de dünyadaki nehirleri akıtmak, ağaçlan dikmek için uzun müddet yaşamayı isterim. Fakat ben ilmî susuzluğu gidermek, güçlüklere göğüs germek ve ilim meclislerinde dizlerim şişinceye kadar âlimlerle diz dize oturmak için uzun ömür isterim."

Muaz b. Cebel, hicretin 18. yılında taundan şehit olarak vefat etti. Allah Teâlâ kendisinden razı olsun. [1]

 

Abdullah İbn Selam

 

Bu değerli sahabinin ismi Ebu Yusuf Abdullah ibn Selam ibn el-Haris el-Ensari el-Hazreci'dir. Yusuf peygamberin soyundandır, cahili-ye dönemindeki ismi Husayn'dır. Hz. Peygamber ona Abdullah ismini vermiştir. Abdullah ibn Selam Hz. Peygamber'in Medine'ye teşrifleri­nin başında İslâm'ı kabul etmiştir. Rivayet edildiğine göre Ra'd sûresi­nin son âyeti onun hakkında nazil olmuştur:

İnkar edenler: "Sen peygamber değilsin" derler. De ki: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve Kitab'ı bilenler yeter."

Bu âyetin Abdullah ibn Selam hakkında nazil oluduğu söylenir, fakat bu ihtilaflı ve münakaşalı bir konudur. Ahkaf süresindeki şu âye­tin de onun hakkında nazil olduğu söylenmiştir:

De ki: "Eğer bu Kitab Allah katından ise ve siz de onu inkar etmişseniz; İsrailoğullarından bir şahit de bunun böyle olduğuna şe-hadet edip inanmışken, siz yine de büyüklük taslarsınız, bana söy­leyin (haksızlık etmiş olmaz mısınız?) Şüphesiz Allah zalim mil­leti doğru yola iletmez." (Ahkaf/10)

İbn Kesir Tefsirinde, Buharı, Müslim ve Neseî'de geçen ve Mâ-lik'in Ebu'n-Nadr'dan, onun Âmir ibn Sa'd'dan, onun da babasından ri­vayet ettiği şu hadis zikredilir: îbn Sa'd'm babası der ki: "Ben, Rasû-lullah'ın (s.a) Abdullah ibn Selam'dan başka dünyada hiç kimse için bu adam cennetliktir dediğini duymadım."

"İsrâilöğullanndan bir şahit bunun böyle olduğuna şehadet edip inanmıştır" ayeti onun hakkında nazil olmuştur.

Abdullah ibn Selâm Rasûlullah'tan (s.a) yirmi beş hadis rivayet et­miştir. Kendisinden oğullan Muhammed ve Yusuf ile Ebu Hureyre, Enes ve tabiinden bir grup rivayette bulunmuşlardır.

Abdullah ibn Selâm şöyle anlatır: Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye geldiği zaman (bazı) insanlar ürküp kaçtılar. Ben de onların içindey­dim. Hz. Peygamber'in simasını görünce onun yalancı birisi olamaya­cağını anladım. Ondan dinlediğim ilk söz şu oldu:

Selamı yaygınlaştırma yemek yedirin ve insanlar uyurken siz ge­celeyin namaz küm; cennete esenlikle girersiniz.

Abdullah ibn Selâm müslüman olmak için Rasûlullah'ın huzuru­na gelip durduğunda şöyle demişti: "Ben şehadet ederim ki sen Al­lah'ın elçisisin ve sen hak bir din getirdin. Yahudiler beni efendile­ri/liderleri ve efendilerinin oğlu olarak bilirler ve beni kendilerinin en bilgilisi ve en bilgililerinin oğlu olarak tanrılar. Onları çağır ve benim müslüman olduğumu onlara söylemeden nasıl bir adam olduğumu onlara sor. Onlar şayet benim müslüman olduğumu öğrenirlerse be­nim hakkımda olmadık yalanlar söylerler." Daha sonra Hz. Peygam­ber yahudileri çağırdı ve onlara sordu: "Abdullah ibn Selâm'ın içiniz­deki mevkii nedir?" Dediler ki: "O bizim efendimiz, en büyüğümüz ve en bilgin olanıınızdır." Hz. Peygamber tekrar sordu: "Peki o, müs­lüman olmuş olsa ne dersiniz?" Dediler ki: "Müslüman olmasını Al­lah dilemişse olur." Hz. Peygamber (s.a) dedi ki: "Ya Abdullah ibn Selâm çık ortaya!" Abdullah, çıktı ve şöyle dedi: "Ey Yahudi toplu­luğu! Allah'tan korkun. Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a ye­min olsun ki, siz, bu zatın, Allah'ın peygamberi olduğunu ve hak bir din ile geldiğini biliyorsunuz." Yahudiler bunun üzerine dediler ki: "Sen yalan söylüyorsun." Hz. Peygamber bunun üzerine onları huzu­rundan çıkardı.

Abdullah ibn Selâm, Kudüs ve Câbiye'nin fethinde Hz. Ömer'le birlikte bulundu. O, dinin ayrıntılarını Hz. Peygamberden öğrenme hususunda çok gayretli idi. Bu sebeple Hz. Peygambere devamlı dinin

inceliklerini sorardı. Abdullah ibn Selâm'ın meşhur pek çok menkıbe­si vardır. Hicri 43 yılında Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir.

Allah kendisinden razı olsun. [2]

 

Ukkâşe İbn Mıhsan

 

Büyük bir sahabidir. İsmi Ebu Mıhsan Ukkaşe ibn Mıhsan ibn Hırsan el-Esedi'dir. İslâm'a ilk girenlerdendir. Sahabenin ileri gelenle-rindendir. O, Medinelilerden ve Medine'ye hicret edenlerden sayılır. Seriyye/müfreze komutanlarındandır. Bedir savaşına iştirak etmiş ve orada güzel bir imtihan vermiştir. Bu savaşta kılıcı kırılmıştı. Hz. Pey­gamber kendisine bir çubuk vermiş ve bu çubuk onun elinde saf çelik­ten sapasağlam bir kılıç haline gelivermişti. Bu kılıçla da Allah Teâlâ, Peygamberine fethi nasib edinceye kadar savaşmıştı.

Şekli şemali çok güzel bir insandı. Hz. Peygamber (s.a) onun he­saba tabi tutulmadan cennete gireceğini müjdeledi. Buharı ve Müs­lim'in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber yetmiş bin kişinin cennete sualsiz gireceğini söylemişti. Bu esnada Ukkaşe ibn Mıhsan ayağa kalktı ve dedi ki: "Ya Rasûlullah! Beni de onlara dahil etmesi için Al­lah'a dua et!" Hz. Peygamber: "Sen de onlardansın" buyurdu. Sonra başka bir adam kalktı ve "Ya Rasûlullah! Beni de onlara dahil etmesi için Allah'a dua et!" dedi. Hz. Peygamber: "Ukkaşe seni geçti" dedi. Ukkaşe vefat ettiğinde kırk dört yaşında idi.

Ukkaşe'den, Ebû Hureyre ve İbn Abbas rivayette bulundu. Rasû­lullah (s.a) onu, beraberinde 40 kişi olduğu halde el-Gamr denilen ye­re gönderdi.

Ukkaşe Önemli olaylarda hep Hz. Pegamber'le (s.a) beraber bu­lundu. Nihayet Hz. Ebubekir zamanında şehadet şerbetini içti. Rivayet edildiğine göre onu Tuleyha ibn Huveylid öldürdü. Hicretin 12. yılın­da, Hz. Ebubekir'in halifeliği döneminde Binvâha'da şehit edildi. Çok kötü yaralar almıştı.

İbn Sa'd et-Tabakatü'l-Kübra isimli kitabında Ukkaşe ibn Mıh-san'ın şehit olmasını anlatır ve şöyle der: Halid ibn el-Velid irtidat olaylarını bastırmak için harekete geçmişti. Bir yerde namaz vakti ge­lip de ezan sesi işittimi oradan uzaklaşır, ezan sesi işitmediği yere ise baskın düzenlerdi. Halid, Tuleyha ve adamlarının olduğu yere yaklaş­tığı zaman Ukkaşe ibn Mıhsan ile Sabit ibn Akram'ı öncü kuvvet ola­rak gönderdi. Bunlar önden gidip haber getireceklerdi. İkisi de süvari idi. Ukkaşe'nin bindiği atın adı Rizam, Sabit'in atının adı Mahber idi. Tuleyha kardeşi Mesleme ibn el-Huveylid ile karşı karşıya geldi. Bun­lar kendi ordularının öncüsüydüler. Tuleyha, Ukkaşe ile, Mesleme de Sabit ile teke tek kaldılar. Çok geçmeden Mesleme, Sabit'i Öldürdü. Tuleyha Mesleme'ye bağırdı: "Bana yardım et, bu adam beni öldüre­cek." Mesleme de Ukkaşe'ye saldırdı ve ikisi birlikte onu da Öldürdü­ler. Sonra arkalarındaki kendi adamlarına geri döndüler ve onlara du­rumu haber verdiler. Uyeyne ibn Hısn şöyle bir baktı ve: "Bu bir zafer­dir" dedi. Uyeyne, Tuleyha'nm taraftarı idi ve askerinin başına onu ve­kil bırakmıştı.

Halid ibn el-Velid, beraberindeki müslümanlarla birlikte ilerledi. Öldürülüp hayvanların ayaklan altında kalan, Sabit ibn Akram'dan başka hiçbir şey onlara ürküntü vermedi. Bu, müslümanlarm çok zoru­na gitti. Sonra biraz daha ilerlediler. Nihayet ayaklar altında kalan Uk­kaşe'ye ulaştılar. Anlatıldığına göre bu manzara onları çok etkiledi, bi­nitlerine bile ağır ağır geldiler, hayvanlar neredeyse en hafiflerini bile üzerlerinde taşımayacaktı.

Allah, hepsinden razı olsun. [3]

 

Amr İbn El-Âs

 

Sahabidir, Mısır fatihi ve emiridir. Ordu komutanlarından biridir. İsmi, Ebû Abdillah Amr ibn el-As ibn Vâil el-Kuraşi es-Sehmi'dir. An­nesi Ümmü Seleme bint Harmele'dir. Mekke'nin fethinden önce, Halid ibn el-Velid ve Osman ibn Talha ile birlikte hicretin 8. yılında müslü-man olmuştur. Bir görüşe göre Necâşî'nin yanında müslüman olmuştur.

Hz. Peygamber (s.a) onu Şam'a doğru gönderdiği seriyyenin başı­na komutan tayin etti ve ona şöyle dedi:

Ey Amr! Seni bir ordunun başında göndermek istiyorum. Allah seni korusun ve sana ganimet nasib etsin. Senin için hayırlı mal vermesini diliyorum.

Amr, Kudâa beldesinde Cüzam topraklarındaki bir su olan Sela-sil'e doğru, üçyüz kişinin başında insanları İslâm'a çağırmak için yö­neldi. Hz. Peygamber arkasından ona muhacir ve ensardan oluşan iki yüz kişilik bir süvari birliğini takviye olarak gönderdi. Bunların için­de sahabenin ileri gelenlerinden Ebubekir, Ömer ve Ebu Ubeyde de vardı.

Hz. Peygamber Amr ibn el-As'ı Umman'a vali yaptı. Hz.Omer ta­rafından Filistin ve Ürdün valiliğine getirildi. Hz. Ömer onu Mısır'a gönderdi ve orayı fethetti, Amr ibn el-As Kınnesrin'i de fethetti, Halep, Menbic ve Antakya halkıyla da barış anlaşması yaptı.

Amr, parlak fikirleri, kurnazlığı ve zekasıyla İslâm tarihinin ilk dehalarından birisidir. Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a) bilgisi ve kahramanlığı sebebiyle onu kendisine yaklaştırdı.

Amr ibn el-As, Hz. Peygamber'den (s.a) otuz dokuz hadis rivayet etmiştir.

Ondan rivayette bulunanlar ise oğullan Abdullah ve Muhammed ile Ebu Hazim, Ebu Seleme ibn Ebi Abdirrahman, kölesi Ebu Kays, Abdurrahman ibn Şemmase, Ebu Osman el-Fehdi, Kubeysa ibn Züeyb ve diğerleridir.

Amr ibn el-As, güzel şiir söyleyen bir şairdir. Çeşitli yerlerde ona ait pek çok şiir muhafaza edilmiştir. Aşağıdaki beyitler onun şiirinden alınmıştır:

Arzu ettiği yemeği terketmezse bir kişi Engelleyemez yöneldiğinde azgın kalbini. Nail olur emeline ve bırakır bir müddet Hatırlayınca benzerlerini doldurur ağzı elbet.

Rivayete göre Amr ibn el-Âs ölüm döşeğindeyken şöyle dedi:

Allahım! Bana emrettin, emrini yerine getırmedim, bana yasakla­dın, yasağını çiğnedim. Kuvvetli değilim, yardımını istiyorum; suçsuz değilim, Özür diliyorum; gururlu da değilim, senden af di­liyorum. Senden başka ilah yoktur.

Amr ibn el-Âs bu sözleri söyleye söyleye hayata gözlerini yumdu.

İbn Abdilber şöyle rivayet eder: İbn Abbas, hastalandığı zaman Amr ibn el-Âs'm yanına girer ve: "Nasılsın ey Ebû Abdillah?" diye so­rar. O şöyle cevap verir: "Öyle bir haldeyim ki, dünyamdan az bir kıs­mını düzelttim, dinimden ise çoğunu bozdum. Şayet düzelttiğini boz­muş, bozduğumu da düzeltmiş olsaydım kurtulmuştum. Şayet kaçmam beni kutarsaydı kaçardım. Sanki bir mancınık gibi oldum; ne ellerle yükselebiliyor, ne de ayaklarla aşağı inebiliyorum. Bana, yararlanaca­ğım bir öğüt ver, ey kardeşimin oğlu!"

İbn Abbas ona dedi ki: "Heyhat ey Ebu Abdillah! Kardeşinin oğ­lu da senin gibi oldu. Sen neye ağlıyorsan ben de aynı şeye ağlıyorum. Mukîm olan kimse bir yolcuya nasıl emredebilir?!1'Amr dedi ki: "Al­lahım! İbn Abbas senin rahmetinden ümidini kesmiş. Ya rabbi! Ben­den hoşnut olmadıkça ruhumu alma!" Amr, hicri 43 yılında 90 yaşın­da vefat etti.

Allah kendisinden razı olsun. [4]

 

Ammar İbn Yasir

 

Bu sahabenin ismi Ebu'l-Yakzan Ammar ibn Yâsir ibn Âmir eş-Sami ed-Dımişkî'dir. İslâm'a ilk girenlerdendir. Kendisi, babası .ve an­nesi Sümeyye ilk müslüman olanlardandır. Ammar ile Suheyb ibn Si­nan, Hz. Peygamber (s.a) Erkam ibn Ebu'l-Erkam'ın evinde bulunduğu sırada birlikte müslüman aldular. Ammar otuz küsur kişiden sonra İs­lâm'a girmişti. Allah yolunda şiddetli işkencelere maruz kalan kişiler­dendir. Annesi Sümeyye İslâm'ın ilk kadın şehitlerindendir.

Mücahid'den rivayet edildiğine göre müsfümanlığını açıktan ilan eden ilk yedi kişi şunlardır: Hz. Peygamber (s.a), Ebubekir, Bilal, Hab-bab, Suheyb, Ammar ve annesi Sümeyye. Ammar, babası ve annesi müslüman oldukları için Allah yolunda işkenceye tabi tutuluyorlardı. Hz. Peygamber onların yanından geçerken kendilerine şöyle dedi:

Sabredin ey Yasir ailesi, sabredin! Çünkü sizin yeriniz cennettir.

Ammar ibn. Yasir, Hz. Peygamber'le (s.a) birlikte Medine'ye hic­ret etti. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına katıldı. Beyat-ı Rıdvan'da ve önemli bütün olaylarda bulundu. Rivayete göre Habeşistan'a da hic­ret etti, fakat bu. konuda rivayetler arasında ihtilaf vardır.

Ammar, İslâm'da, Allah yolunda ilk defa bir mescit inşa eden ki­şidir, ki Küba mescidini inşa etmiştir. Nahl süresindeki şu âyet-i keri­me onun hakkında nazil olmuştur:

Gönlü iman ile dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstes­na, inandıktan sonra Allah'ı inkar edip, gönlünü küfre açanlara Al­lah katından bir gazap vardır, büyük azap da onlar içindir. (Nahl/106)

Müşrikler kendisini yakalayıp işkence etmişler ve Hz. Peygamber'e sövdürünceye ve putlarını övdürünceye kadar yakasını bırakmamışlar, daha sonra Peygamberimiz ona şöyle sormuştur: "Sana ne oldu?" Am­mar şöyle cevap verdi: "Çok kötü bir şey oldu Ya Rasûlullah! Sana söv­dürüp putlarını övdürmedikçe beni bırakmadılar!" Hz. Peygamber tek­rar sordu: "Kalbini nasıl buluyorsun?" Ammar şöyle cevap verdi: "İman ile dolu olarak görüyorum." Hz. Peygamber ona şöyle dedi: "Onlar se­ni tekrar yakalar ve aynı şeyi yaparlarsa sen de aynısını tekrarla!"

Hz. Peygamber (s.a) Ammar'a şöyle derdi:

Merhaba ey tayyibi'l-mutayyeb (merhaba ey pak ve paklanmış kişi!)

Yine Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle derdi:

Ammar iki şeyden birisini tercihle karşı karşıya kalınca mutlaka en çetin olanını tercih eder.

Tirmizî aşağıdaki hadisi rivayet etmiştir:

Aranızda daha ne kadar yaşayacağımı bilmiyorum. Benden sonra­kilere tabii olunuz, -Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'i işaret etti— Am-mar'ın yolundan gidiniz. İbn Mes'ud size ne derse onu da tasdik ediniz.

Hz. Ömer, onu Küfe şehrine vali olarak tayin etti. Ammar'ın Hz. Peygamber'den rivayet ettiği 62 tane hadis vardır. Ondan rivayette bulunan sahabiler ise şunlardır: Ali, İbn Abbas, Ebu Musa, Ebu Üma-me, Cabir, Abdullah ibn Cafer vs. Tabiiler ise şunlardır: İbnü'1-Mü-seyyeb, İbn'ul-Hanefîyye, Ebu Vail ve Ammar'ın oğlu Muhammed ibn Ammar vs.

Ammar ibn Yasir, Hz. Ebubekir'in hilafeti zamanında Yemame sa­vaşında bulundu, bir kayanın üstüne çıkarak şöyle seslendi: "Ey müs-lümanlar topluluğu! Cennetten mi kaçıyorsunuz? Bana gelin bana ge­lin. Ben Ammar ibn Yasir'im." Ammar ibn Yasir, Sıffin savaşında, hic­retin 37. yılında 63 yaşında iken şehit edildi. Elbiseleriyle defnedilme­yi vasiyet etmişti. Üzerinde elbiseleri olduğu halde ve yıkanmaksızın defnedildi. Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle demişti:

Vah Ammar! Onu azgın bir grup öldürecek.

Sahabiler, onun haklı olan grubun içinde olacağını bildikleri için onun peşinden giderlerdi.

Allah kendisinden razı olsun. [5]

 

İmran İbn El-Husayn

 

Bu sahabinin ismi Ebu Necid İmran ibn el-Husayn ibn Ubeyd ibn Halef el-Huzai el-Basri'dir. Kendisi, babası ve kardeşi ilk müslüman-lardandır. Bir rivayete göre de İmran ibn el-Husayn ve Ebu Hureyre, hicretin yedinci yılında Hayber savaşının olduğu sene müslüman ol­muşlardır. Fazilet sahibi, duası kabul edilen bir sahabidir. Bir görüşe göre babası Husayn de müslüman olmuştur ve o da sahabidir. Rivaye-

te göre Hz. Peygamber (s.a) babası el-Husayn'e şöyle dedi: "Bugün kaç ilaha ibadet ediyorsun?" el-Husayn şöyle cevap verdi: "Yedi tane, altı tanesi yeryüzünde, bir tanesi gökyüzünde!" Hz. Peygamber tekrar sordu: "Hangisini daha çok sever ve sayarsın?" Husayn "Gökyüzün-dekîni" dedi. Hz. Peygamber (s.a) ona dedi ki: "Ya Husayn! Şayet müslüman olursan sana yararlanacağın iki kelime öğreteceğim." el-Husayn müslüman olduğu vakit (geldi ve) dedi ki: "Ya Rasûlullah! Bana vaadettiğin kelimeleri öğret!" Hz. Peygamber işte sana öğrete­ceğim kelimeler: De ki: Allahım! Bana doğruyu ilham et ve beni nef­simin şerrinden koru!"

İmran ibn el-Husayn, Hz. Peygamberle birlikte savaşlara katıldı. Hz. Peygamber'den 180 hadis rivayet etti. Ondan da Ebu Race el-Uta-ri, Mutarrıf ibn Abdillah, Zürare ibn Evfa, Abdullah ibn Burayde, İbn Şirin, Hasan, Şa'bi, Ebu Esved ed-Düeli ve daha başka şahıslar riva­yette bulunmuşlardır.

Rivayet edildiğine göre İmran ibn el-Husayn, devamlı kendi kav­minin yanında ve kendi beldesinde durur ve Hz. Peygamber (s.a) vefat edinceye kadar sık sık Medine'ye inerdi. Basra, şehir haline geldikten-sonra oraya yerleşti ve ölünceye kadar orada kaldı. Rivayet edildiğine göre Hz. Ömer onu halkına dini öğretsin diye Basra'ya gönderdi. Ab­dullah ibn Amir'in onu Basra'ya kadı olarak tayin ettiği, günlerce bu görevde kaldıktan sonra Abdullah'tan kendisinin bu görevden bağış­lanmasını talep ettiği ve Abdullah'ın da onu bu görevden bağışladığı ri­vayet edilir. Hasan el-Basri, Basra'ya ondan daha hayırlı bir kimsenin gelmediğine dair Allah'a yemin etmiştir.

Rivayet edildiğine göre îmran, kadılığı esnasında bir adamın aley­hinde hüküm vermişti. Söz konusu kişi ona dedi ki: "Vallahi, sen bana haksızlık ettin ve hakkımı vermedin." İmran dedi ki: "Bu nasıl oldu?" Adam dedi ki: "Aleyhimde yalancı şahitlik yapıldı." İmran dedi ki: "Se-11111 aleyhinde verdiğim bu hükmün zararını ben kendi malımdan ödeye­ceğim, vallahi bundan sonra da artık bir daha bu makamda oturmam."

imran ibn el-Husayn ipek elbise giyer ve şöyle derdi: Hz. Pey­gamber (s.a) buyurdu ki:

Allah Teâlâ kuluna bir nimet verdiği zaman onun izini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır.

İmran ibn Husayn'ın hastalığı çok ağırlaşmıştı. Onu ziyaret etmek için bir adam yanına girdi ve dedi ki: "Ya Eba Necid (İmran'm künye­si)! Vallahi seni böyle görmeye dayanamadığını için ziyaret edemiyo­rum." İmran dedi ki: "O halde ey yeğenim oturma, Allah'a yemin ol­sun ki benim hoşuma giden şey Allah'ın hoşuna gider."

Yani o, Allah'ın kazasına ve kaderine tam olarak rıza göstermiştir. Allah Teâlâ kendisi için neyi murat etmişse ona razıdır. Bir insan ken­disine sevimli gelen şeyi nasıl kabul ederse o da Allah'tan başına gelen herşeyi o şekilde kabullenmiştir.

İmran, hiç kimsenin kendisinin ölümü esnasında bağırıp çağırmama­sını ve kabrinin dört parmaktan fazla yükseltilmemesini vasiyet etmiştir.

Hicretin 52. yılında Basra'da vefat etmiştir. Allah kendinden razı olsun. [6]

 

Avf İbn Mâlik

 

Bir sahabi olan Ebu Abdirrahman Avf ibn Mâlik ibn Ebi Avf el-Eşcai el-Katafani, kavminin önde gelen kahramanlarından di. Hz. Pey-gamber'le (s.a) birlikte bulunduğu savaşlardan ilki Hayber savaşıdır. Sonra Mekke'nin fethinde bulundu. Bu esnada elinde Eşca kabilesinin sancağı vardı. Rasûlullah (s.a) Ebu'd-Derda ile Avf ı kardeş yaptı. Dı-meşk'e yerleşti. Aynı şekilde Humus'ta da ikamet etti. Uzun bir ömür sürenlerdendir.

Hz. Peygamber'den (s.a) altmış yedi hadis rivayet etmiştir. Saha-bilerden Ebu Eyyub el-Ensari el-Mikdam ibn Ma'dikerb ve Ebu Hu-reyre ondan rivayette bulundular.

Bir tabiin topluluğu da kendesinden hadis rivayet etti. Ebu Müs­lim el-Havlani, Cübeyr ibn Nadir, Ebu Müslim el-Havlani, Cubeyr ibn

Nadir, Ebu İdris el-Havlani, Müslim ibn Kareda, Şeddat Ebu Amman Raşid ibn Sa'd, Yezid ibn el-Esâm, Selim ibn Amir, Salim Ebu'n-Nad, Ebu Burde ibn Ebi Musa, Şureyh ibn Ubeyde, Damra ibn Habib, Ke­sir ibn Mürre.ve daha pek çok tabii bunlardandır.

Avf ibn Mâlik, müslümanların namusuna çok düşkündü. Hakka ve haklıya yardım etmede hiç taviz vermezdi. İbn Hacer el-Askalani'nin eî-İsabe isimli kitabında anlattığına göre Ebu Ubeyd el-Emval isimli kitabında bir olay rivayet eder: Hz. Ömer Şam'a geldiği vakit ehl-i ki­taptan bir adam yanma gelerek ona müslümanların birisinin kendisini dövdüğünü ve kafasını yardığım söyleyerek onu şikayet etti. Hz. Ömer çok fazla kızdı ve Suheyb'e dedi ki: "Git şu adamı araştır ve bana ge­tir!" Suheyb ehl-i kitaptan olan adamı yaralayan adamın kim olduğu­nu araştırdı ve karşısına Avf ibn Mâlik çıktı. Suheyb, Avfa dedi ki: "Halife sana çok fazla kızgın. Önce sen Muaz ibn Cebel'e git, senin için halifeyle konuşsun. Çünkü ben halifenin sana karşı acele edip sert­lik yapacağından korkuyorum." Nihayet Ömer namazı bitirince Su­heyb'e dedi ki: "Adamı getirdin mi?" Suheyb: Evet dedi.

Bu esnada Muaz kalktı ve dedi ki: "Ey mü'minlerin emiri! O kişi Avf ibn Mâlik'tir. Önce onu dinleyiniz, lütfen acele etmeyiniz. Hz. Ömer Avf ibn Mâlik'i huzuruna getirtti ve dayak yiyen adamı kasdede-rek sordu: "Senin bu adamdan ne alıp veremediğin var?"

Avf ona şöyle cevap verdi: "Ben bu adamı bir merkebi sürerken gördüm. Merkebin üstünde müslüman bir kadın vardı. Bu adam, kadı­nı yere düşürmek için merkebe dürtüyordu, fakat kadın düşmedi. Bu sefer kadını eliyle itti ve onu yere düşürdü. Sonra da kadının üzerine çullanarak ona tecavüz etti."

Hz. Ömer bu alçakça suçun isbatlanmasım istedi ve dedi ki: "Ka­dını bana getir, senin söylediğini doğrulasın!" Avf, kadının ailesine git­ti ve olayı Hz. Ömer'e anlatmasını istedi. Fakat kadının kocası ve ba­bası karşı çıktılar, hoşnutsuzluklarım şu sözleriyle ifade ettiler: "Biz böyle olmasını istememiştik, sen bizi küçük düşürdün, rezil ettin."

Fakat kadın dedi ki: "Vallahi ben gideceğim ve onun doğru söyle­diğine şahitlik edeceğim." Bunun üzerine babası ve eşi: "Biz senin ye-

rine gideriz" dediler. Hz. Ömer'in yanına gittiler ve Avf in doğru söy­lediğine şahitlik ettiler. Hz. Ömer bunun üzerine suçlu adamı çarmıha gererek cezalandırdı ve şöyle dedi: "Biz sizinle böyle yapasınız diye anlaşma yapmadık." Ravi der ki: "Bu, benim İslâm'da bildiğim ilk çar­mıha gerilen kişidir."

Avf ibn Mâlik hicri 37 senesinde vefat etti. Allah kendisinden ra­zı olsun. [7]

 

Fudale İbn Ubeyd

 

Bu sahabinin ismi Ebu Muhammed Fudale ibn Ubeyd ibn Nafiz el-Ensari el-Evsi el-Amri'dir. Annesi Ukbe bintu Muhammed ibn Uk-be ibn el-Cellah el-Ensariyye'dir. Fudale sahabenin en faziletli ve meş­hurların d andır.

Fudale ilk mü s lü mani ardandır. Bedir'de bulunamadı. İlk katıldığı savaş, Uhud savaşıdır. Uhud'da, ondan sonraki savaşlarda, ayrıca Rıd­van Biatında ve Mısır'ın fethinde bulundu.

Fudale Dimeşk'e yerleşti, orada Muaviye'nin kadılığını yaptı ve Muaviye tarafından Rumlara karşı düzenlenen bir deniz savaşının ko­mutanlığına getirildi.

Fudale Hz. Peygamber'den (s.a) elli hadis rivayet etti.

Kendisinden rivayette bulunan şahıslar ise Sümame ibn Sa'd, Ali ibn Rabah, Hunneş es-Sanani, Mesleme ibn Salih, Amr ibn Mâlik, Ab­dullah ibn Muhayrız ve diğerleridir.

Rivayete göre Muaviye ibn Ebî Süfyan, Ebu'd-Derda'dan sonra Dımeşk kadılığına Fudale'yi tayin ettiği zaman kendisine şöyle dedi: "Ben bu makama seni istememiştim, fakat seninle kendimi ateşten ko­rumak için böyle yaptım. Sen de kendini koru!" Tarihin rivayetine gö­re Ebu'd-Derda ölüm döşeğinde iken Muaviye kendisine şöyle dedi: "Bu makama kimi uygun görürsün?" Ebu'd-Derda dedi ki: "Fudale ibn Ubeyd'i. Ebu'd-Derda vefat ettiğ zaman Muaviye, Fudale'ye haber

gönderdi ve kendisini kadılık makamına tayin etti. Ona şöyle demişti: Doğrusu bu makama senin gelmeni istemiyordum. Fakat ben kendimi ateşten seninle koruyacağım. Sen de kendini koru!"

Yani Muaviye kadılık makamı için Fudale'yi tercih ederken onu sevdiğinden, takdir ettiğinden dolayı ve dünyevi bir gaye için değil, onun bu makama uygun olduğuna inandığından ve adaletine güvenin­den dolayı tercih etmiştir. Onu tayin ederek kendisini cehennem ateşin­den korumak istemektedir. Çünkü Allah onu iyilikle mükafaatlandıra-cak ve azabtan koruyacaktır, çünkü Fudale'yi Dımeşk kadılığına getir­mekle İslâm'a ve müslümanlara iyilik yapmış olacaktır.

Fudale vefat ettiği zaman Muaviye onun cenazesine katılmış, na-şını bizzat taşımış ve oğluna şöyle demiştir: "Evladım, bana yardım et. Çünkü sen bundan sonra artık bir daha bunun gibi bir cenazeyi taşıma şansına sahip olmayacaksın."

Bu ifade, Fudale'nin yerini ve konumunu gösteren en büyük delil­dir. Allah kendisinden razı olsun. [8]

 

Kays Îbn Sa'd İbn Ubade

 

Sahabi oğlu sahabidir. İsmi Ebu'1-Fadl Kays ibn Sa'd ibn Ubade el Ensari es-Saidi el-Medeni'dir. Annesi Fukeyhe bintu Abid ibn Vu-leym'dir.

Kays iri yarı, uzun boylu ve yakışıklı bir kişi idi, cömert oğlu cö­mertti.

Cömertliğine dair haberler pek çoktur. Mesela bir defasında Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'le birlikte seriyyede bulunmuş, insanlara yemek ikramında bulunmak için borçlanmak istemişti. Ebubekir'le Ömer: "Bunu kendi haline bırakırsak babasının malını harcar, bitirir" demiş­ler ve onu engellemek istemişlerdir. Kays'ın babası onların bu iyi ni­yetlerini duyunca Rasûlullah'm yanma gitmiş ve ona şöyle demişti: "Bunların oğlumu engellemelerinden dolayı benim malımdan insanlar

yararlanamayacaklar. Bu benim için bir ayıptır. Bu ayıbı benden kim

kaldıracak?"

Eskiden beri söylenen bir deyim vardır: Arslan yavrusu arslandan dünyaya gelir.

Kays ibn Sa'd ibn Ubade ileri gelen sahabilerden ve Arab dahile­rinden birisidir. Görüşü isabetli, harbte kurnaz, aynı zamanda cesur ve kahramandır. Tartışmasız kavminin en soylusudur, onların lideri olan aileye mensuptur.

Rasûlullah'la (s.a) birlikte bulunduğu savaşlarda Ensar'ın sancağı­nı taşırdı. Rivayet edildiğine göre Mekke'nin fethedildiği gün Hz. Pey­gamber (s.a) sancağı babası Sa'd'dan aldı ve Kays'a teslim etti.

Kays ibn Sa'd Rasûlullah'tan (s.a) on altı tane hadis rivayet etmiş­tir. Kays aynı zamanda babası Sa'd ibn Ubade'den de rivayette bulun­muştur. Kendisinden hadis rivayet edenler ise, Enes, Salebe ibn Ebi Mâlik, Ebu Meysere, Abdurrahman ibn Ebi Leyla, Şa'bi, Amr ibn Şu-rahbil, Ebu Ammar Arib ibn el-Hamid el-Hemedani ve diğerleridir.

Kays ibn Sa'd Mısır'ın fethinde bulundu ve orada kendisine bir ev aldı. Hz. Ali, halife olunca Kays'ı yanından ayırmadı ve savaşlarda be­raberinde bulundurdu. Hz. Ali onu Mısır'a vali tayin etti.

Buharî'nin Sahih'indt rivayet edildiğine göre Kays ibn Sa'd, Ra-sûlullah'ın yanında valinin nezdindeki emniyet amiri konumundaydı. (Yani onun işlerini takibeder ve ona hizmet ederdi). Şüphesiz bu, Kays ibn Ubade'nin sahip olduğu büyük saygınlığın bir sonucudur.

Kays'ın söylediği şu söz, onun ne kadar zeki, ne kadar kurnaz, ted­birli ve ne büyük bir dahi olduğunu gösterir: Şayet Hz. Peygamber'den (s.a) işittiğim: "Hile ve tuzak cehennemdedir" sözü olmasaydı, bu üm­metin en kurnazı ben olurdum. Hile ve tuzak sebebiyle Allah'ın azabı­na maruz kalacağı korkusu onu bu tür şeylerden alıkoymuştur.

Kays ibn Sa'd ibn Ubade rabbine şöyle dua ederdi:

Allahim! Beni mal ile riziklandır. Çünkü fiiller/ameller ancak mal ile güzelleşir.

Yani malı biriktirmek ve cimrilik yapmak için değil, onunla güzel amel ve cömertlik yapabilmek için istiyordu. Hicri altmış yılında vefat etti. Allah kendisinden razı olsun. [9]

 

Ebu Hureyre

 

Ebu Hureyre Abdurrahman ibn Sahr ed-Devs'nin ismi konusunda geniş ihtilaflar vardır. Bir rivayete göre cahiliye dönemindeki ismi Abd-i Şems'tir. Rasûlullah (s.a) İslâm'a girince ona Abdurrahman ismi­ni vermiştir. Künyesi Ebu Hureyre'dir. Çünkü o küçükken elbisesinin yeninde küçük bir kedi taşırdı. Bu sebeple insanlar onu kedicik bahası anlamında Ebu Hureyre diye isimlendirmişlerdi.

Hz. Peygambe'rin ashabındandır ve ondan en çok hadis rivayet eden kişidir. İmam Şafii şöyle demiştir: "Ebu Hureyre kendi dönemin­de rivayet ettiği hadisleri en iyi ezberleyen kişiydi." Ebu Hureyre Hay-ber savaşının olduğu sene müslüman olmuştu. Hz. Peygamber'le bir­likte bu savaşa iştirak etmişti. Sonra Hz. Peygamber'den hiç ayrılmadı, hep onunla beraber bulundu. Maksadı ilim öğrenmekti. Hz. Peygam­ber de kendisine dua etmişti.

Ebu Hureyre'nin annesi de müslüman olmuştu. Sahih-i Müslim'de annesinin nasıl müslüman olduğu anlatılır. Ebu Hureyre, Rasûlullah'a (s.a) şöyle demişti: "Ya Rasûlullah! Mü'min kullarının beni ve annemi sevmeleri, bizim de onları sevmemiz için Allah'a dua et!"

Hz. Peygamber (s.a) şöyle dua etmişti:

Allahım! Şu kulunu ve annesini mümin kullarına sevdir, mümin kullarını da onlara sevdir. Allah'ın yarattığı ve beni görmeyen han­gi mümin olursa olsun mutlaka beni sever.

Ebu Hureyre çok sayıda hadis rivayet eden bir sahabidir. Kendisi­nin rivayet ettiğine göre bir gün Rasûlullah ile beraber bulunuyordu. Ona şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Senden çok şeyler işitiyorum, fa­kat bunları ezberleyemiyorum." Hz. Peygamber ona dedi k\: "Gömleği-

ni ser!" Ebu Hureyre gömleğini serdi. Hz. Peygamber çok sayıda hadis söyledi ve Hz. Peygamber'in söylediği hadislerin hiçbirisini unutmadı.

el-A'rac'dan rivayet edildiğine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir:

Siz, Ebu Hureyre'nin Hz. Peygamber'den çok sayıda hadis rivayet ettiğini söylüyorsunuz. Bu, Allah'ın bir takdiridir. Ben yoksul bir kişi idim. Karın tokluğuna Hz. Peygamber'e hizmet ederdim. Mu­hacirler ve Ensar ise kendi malıyla mülküyle meşgul olurdu. Ra-sûlullah (s.a) şöyle demişti: Kim, elbisesini sererse, benden işitti­ği hiçbir şeyi unutmayacaktır. Ben elbisemi, o sözümü bitirinceye kadar serdim. Sonra kendime dürüp katladım. Artık, ondan sonra dinlediğim hiçbir şeyi unutmadım.

Sahabe ve tabiinden sekiz yüz kişiden fazla ravi, Ebu Hureyre'den hadis rivayet etmiştir. Abdullah ibn Abbas, Abdullah ibn Ömer, Cabir ibn Abdillah, Enes ibn Mâlik ve Vaile ibn el-Eska gibi sahabiler ondan hadis rivayet etmişlerdir. Ebu Hureyre suffe ehiindendir. Kitabımızın başka bölümlerinde suffe ehlinin kimler olduğunu anlatmıştım. Suffe, Medine-yi Münevvere'de Mescid-i Nebevi'nin kuzeyinde bulunan bir yerin ismidir.

Burada, kalacak yeri yurdu, evi barkı olmayan fakir muhacirler kalırlardı. Sayıları konusunda ihtilaf edilmiştir. Bazı zamanlar sayılan yetmişe kadar ulaştığı olmuştur. İbn Teymiye onlardan söz ederken şöyle der:

Onlar Hz. Peygamber'le (s.a) birlikte en çok cihada çıkan kişilerdir. Kur'an-ı Kerim'de onlara şu âyet-i kerimede işaret edilmektedir:

Allah'ın verdiği bu ganimet mallan, bilhassa; yurtlarından ve mal­larından edilmiş olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamber'ine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır. (Haşr/8)

Şu âyet-i kerimede de onlara işaret edilir:

Yapacağınız hayırlar, kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşmayan fakirler içindir. Bilmeyen

kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin sanırlar. Sen onları si­malarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir. (Bakara/273)

Ebu Hureyre, hicretin 57. senesinde Medine'de vefat etmiştir. Allah kendisinden razı olsun. [10]

 

Ebu Zer el-Gıfari

 

Bu kıymetli sahabinin ismi Ebu Zer Cündüb ibn Cinade ibn Süf-yan el-Gıfari el-Hicazi'dir. Beni Gıfar kabilesindendir. Hz. Peygamber

(s.a) bu kabile hakkında şöyle demiştir: "Gıfara Allah mağfiret etsin." Annesi Ramle bintu Rafika'dır.

Ebu Zer, müslümanlığı ilk kabul eden beş kişinin beşincisidir. Sa­habenin büyüklerindendir. Doğruluk ve dürüstlüğü darb-ı mesel ol­muştur. Hatta Rasûlullah (s.a) onun hakkında şöyle demiştir:

Yeryüzünde Ebû Zer'den daha doğru sözlü kimse yoktur.

Ebu Zer'in bizzat kendisi şöyle demektedir: "Hakkımda sıddîk (doğru, çok dürüst) hükmü verilinceye kadar iyiliği emredecek, kötü­lüğe mani olacağım."

Ebu Zer, gerçeği ve doğruyu çekinmeden, açıkça söylerdi. Dünya­ya önem vermez, aza kanaat ederdi. Ona göre bir insanın ihtiyacından fazla bir şey biriktirmesi haramdı. Dünyalık şeyleri kendisine sunduk­larında onu kabul etmez, yüz çevirir ve şöyle derdi: "Benim sizin dün­yanıza ihtiyacım yoktur." Rasûlullah'ı (s.a) İslâm'ın selamıyla ilk defa o selamlamıştı. O şöyle anlatmıştır: Ben daha Rasûlullah'la (s.a) karşı­laşmadan üç sene önce kardeşimle birlikte namaz kıldım. Ona denildi ki: "Kim için?" Dedi ki: "Allah için." Denildi ki: "Nereye yöneldiniz?" Dedi ki: "Allah bizi ne tarafa yöneltmişse oraya yöneldik."

İslâm'a ilk girenlerden olma şerefini Allah Teâlâ kendisine bahşet­tiği zaman Rasûlullah'a geldi ve dedi ki: "Ya Rasûlullah! Bu din üzere sana tabi olanlar kimlerdir.1' Rasûlullah (s.a) şöyle cevap verdi: "Hür ve kölelerdir." Ebu Zer otuz gün Mekke'de kaldı, sonra müslüman ol­du. Müslümanlığı kabul ettiği zaman, Mekke'de müşrikler arasında, müslümanlığım açıkça ilan etmedikçe yurduna dönmeyeceğine dair yemin etti. Kabe'nin yanına gitti ve yüksek sesle şöyle bağırmaya baş­ladı: "Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdu-hu ve rasûlüh." Müşrikler bunu duyunca kendisine doğru geldiler ve bayıhncaya kadar dövdüler. Hz. Peygamber ona kavmine dönmesini emrettiği zaman şöyle dedi: "Sen kavmine git ve onlara benim adıma tebliğde bulun. Belki senin vasıtanla Allah onları faydalandırır da kar­şılığında ecir alırsın!" Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye hicret ettiği za­man Ebu Zer de oraya hicret etti ve Rasûlullah (s.a) rabbine kavuşun­caya kadar onun sohbetinde bulundu.

Ebu Zer, Hz. Peygamber'den 281 hadis rivayet etmiştir. Ondan da Abdullah ibn Abbas, Enes ibn Mâlik, Abdurrahman ibn Ganem, Zeyd ibn Vehb, el-Ma'rûr ibn Suveyd, el-Ahnef ibn Kays, Kays ibn Ibad, Ye-zid ibn Şerik et-Temimi ve bunların dışında bir grup insan rivayette bu­lunmuştur.

Ebu Zer'in sözlerinden birisi şöyledir:

Dostum bana yedi şey tavsiye etmiştir: Yoksulları sevmemi ve onlara yaklaşmamı emretti. Kendimden aşağısına bakmamı, ken­dimden yukarısına bakmamamı emretti. Hiç kimseye bir şey sor­mamamı emretti. Benden yüz çevirseler bile akrabayla ilişki içe­risinde olmamı emretti. Acı da olsa gerçeği söylememi emretti. Allah yolunda hiç bir ayıplayıcının ayıplamasından korkmama­mı emretti. Ve "La havle vela kuvvete ila billah" kelimelerini çok tekrar etmemi emretti. Çünkü bu kelimeler arşın altındaki bir hazinedir.

Hz. Peygamber'in vefatından sonra Ebu Zer Şam'ın badiyesine hicret etti. Hz. Ebubekir ve Ömer vefat edinceye kadar orada kaldı. Os­man başka geçince Dimeşk'e yerleşti ve orada fakirlerin desteklenme­si ve mal biriktirenlere karşı çıkılması için propaganda yapmaya baş­ladı. Bu konuda şu âyet-i kerimeyi delil olarak getiriyordu:

Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayamanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! Bu (paralar) ce­hennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanlan ve sırtları dağlanacağı gün onlara denilir ki: "İşte kendiniz için birik­tirdiğiniz azabı tadın!" (Tevbe/34-35)

O esnada Muaviye ibn Ebu Süfyan Şam valisidir. Ebu Zer'i halife Hz. Osman'a şikayet eder. Hz. Osman, Ebu Zer'i Medine'ye çağırır. Fa­kat Ebu Zer, zenginlerin fazla mallarını fakirlere vermeleri gerektiğini söylemeye devam eder. Bunun üzerine Hz. Osman onu Medine'nin ya­kınındaki Rebeze köyünde ikamete mecbur eder.

Ebu Zer, Rebeze'ye giderken Hz. Ali vedalaşmak üzere yanma ge­lir ve ona şöyle der:

Ey Ebu Zer! Şüphesiz sen Allah için öfkelendin, o halde ümidini de Allah'a bağla. İnsanlar dünyalıklarını kaybedecekleri endişe­siyle senden korktular. Sen ise onların yüzünden dininin zarar gö­receğinden korktun. Kaybedeceğiz diye korktukları şeyi bırak, onların olsun, sen korktuğun şeyi/dinini koru. Senin engellendiğin şeye onlar ne kadar da muhtaçtırlar. Onların vermediği şeye ise senin hiç ihtiyacın yoktur. Kimin kazançlı olduğunu ve kimin da­ha çok hasetçi olduğunu yakında bileceksin. Gökler ve yer bir ku­lun üzerine kapansa, sonra o kul Allah'tan hakkıyla korksa Allah o kul için bir çıkış yolu gösterir. Hak ve hakikatten başka hiçbir şey seni memnun etmesin, batıldan başka hiçbir şey seni rahatsız etmesin. Eğer onların dünyalarına razı olursan seni severler. Eğer sen de bir miktar dünyalık sahibi olursan sana güvenirler.

Ebu Zer, az veya çok hiç mal biriktirmemişti. Öldüğü zaman sarı­lacağa bir kefeni bile yoktu. Hicri 32 yılında Rebeze'de vefat etti. Ce­naze namazını ibn Mes'ud kaldırdı. Namazı mütakip ağladı ve sanki Ebu Zerr'e hitab eder gibi şöyle dedi: "Allah ve Rasûlü çok doğru söy­lemiş; sen yalnız yürüdün, yalnız Öldün ve tek başına da dirileceksin."

Allah, hepsinden razı olsun. [11]

 

Zeyd İbn Sabit

 

Tam adı Zeyd ibn Sabit ibn Dahhak el-Ensari el-Hazreci en-Nec-cari el-Medeni'dir. Sahabenin büyüklerinden ve âlimlerinden Zeyd, ay­nı zamanda vahiy katibidir. Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle demiştir: "Feraiz ilmini en iyi bileniniz Zeyd ibn Sabit'tir". Annesi Nevvar bintu Mâlik'tir. Zeyd, Medine'de doğdu ve Mekke'de büyüdü. Onbir yaşlarında iken Rasûlullah'la birlikte Medine'ye hicret etti. Altı yaşında iken babası öldürülmüştü. Bedir savaşma katılmasına Rasûlul-lah küçük olduğu gerekçesiyle izin vermemişti. Küçükken, müslün-manlarla birlikte toprak taşımıştı. Rasûlullah onun için "Ne güzel deli­kanlı" demişti.

Zeyd ibn Sabit, Uhud, Hendek ve diğer önemli savaşlara Rasûlul­lah'la birlikte iştirak etmişti. Hz. Peygamber (s.a), Tebük savaşında Neccaroğullarının sancağım ona vermiş ve şöyle demişti: "Kur'an'ın öncelik hakkı vardır. Zeyd, Kur'an'ı en iyi bilendir."

Vahiy katibi olan Zeyd, Hz. Peygamberin göndereceği mektupla­rı da yazardı. Hz. Peygamber (s.a) hayattayken Kur'an'ın tamamını ez­berleyen üç kişiden birisi idi. Ezberinde olan Kur'an'ı Hz. Peygam-ber'e arzetmişti/okumuştu. Ebubekir ve Osman'ın emriyle musha-fı/Kur'an'ı cem eden ve yazan kişi Zeyd idi. Rasûlullah'a (s.a) Sürya-nice mektuplar geldiği için Hz. Peygamber ona bu dili öğrenmesini emretmişti. Hz. Peygamber'in vefatından sonra Ebubekir ve Ömer'in de katipliğini yaptı.

Zeyd büyük bir âlim ve fakih idi. Fetvada, hüküm vermede, miras hukukunda ve kıraat ilminde önder bir şahsiyetti. Derecesinin yüksek­liği ve ilminin genişliğine rağmen İbn Abbas, kendisinden ilim almak için yanına gider ve şöyle derdi: "İlmin ayağına gidilir, ilim ayağa ge­tirilmez." İbn Abbas, Zeyd ibn Sabit binitinde iken hayvanın üzengisi­ne yapışmıştı. Zeyd buna mani olmak isteyince İbn Abbas şöyle demiş­ti: "Biz âlimlerimize böyle yapmakla emrolunduk". Zeyd de İbn Ab-bas'ın elini tutmuş ve onu öperken şöyle demişti: "Biz de Peygamberi­mizin ehl-i beytine böyle yapmakla emrolunduk".

Buharı ve Müslim'de Zeyd ibn Sabit'in rivayet ettiği 92 tane hadis vardır. Sahabeden büyük bir topluluk ondan hadis rivayet etmiştir. Ab­dullah ibn Ömer, Abdullah ibn Abbas, Ebu Hureyre, Enes b. Mâlik, Seni ibn Hanif, Sehl ibn Ebi Hanme, Ebû Said el-Hudri ve Sehl ibn Sa'd ondan hadis rivayet etmişlerdir.

Tabiinin büyüklerinden Said ibn el-Müseyeb, Süleyman ibn Ye-sar, Kasım ibn Muhammed, Eban ibn Osman, Kubeysa ibn Zueyb, Sü­leyman ibn Zeyd, Harice ibn Kubeysa ve diğerleri ondan hadis rivayet etmişlerdir.

Zeyd ibn Sabit, ailesiyle başbaşa kaldığı zaman insanların en esp­rili olanı ve en zarifi idi. İnsanların içinde bulunduğu zaman ise en ağırbaşlı olan kişi idi.

Ömer ibn el-Hattab hacca gittiği zaman yerine vekil olarak Zeyd'i bırakırdı. Hz. Osman da aynı şeyi yapardı. Hz. Osman onu kendi dö­neminde Beyt'ül-malm başına getirmişti. Zeyd ibn Sabit, Hz. Ali'nin faziletini açıkça ifade eder ve ona saygı gösterirdi.

İbn Abdirrabbih el-lkdu'l-Ferid isimli kitabında Enes'ten gelen şu rivayeti nakleder: Evs ve Hazreç kabileleri birbirlerine karşı öğünür-lerdi. Evs şöyle derdi: "Meleklerin yıkadığı Hanzala, cesedini düşman­dan arıların koruduğu Asım ibn el-Eflah, iki şahit yerine geçen Huzey-me ibn Sabit ve ölümüne arşın titrediği Sa'd ibn Muaz bizim kabile­mizden çıkmıştır."

Hazreç de şöyle övünürdü: "Rasûlullah'ın zamanında Kur'an-ı Kerim'i en iyi okuyan dört kişi bizden çıkmıştır: Zeyd ibn Sabit, Ebu Zeyd, Muaz ibn Cebel ve Seyyidü'l-Kurra Ubey ibn Ka'b. Söylediği şiiri Allanın Cebrail ile desteklediği Hassan ibn Sabit de bizdendir."

Zeyd ibn Sabit hicretin kırk beşinci yılında rabbine kavuştuğunda, Ebu Hureyre şöyle dedi: "Bugün bu ümmetin büyük bir âlimi vefat et­ti. İnşallah İbn Abbas onun yerini alır." Ammar ibn Ebi Ammar da şöy­le dedi: "Zeyd ibn Sabit vefat ettiği zaman biz İbn Abbas'ın yanında oturuyorduk. O dedi ki: İşte bu, âlimlerin gidişidir, bugün onunla bir­likte pek çok ilim de toprağa gömülmüştür." Bir başka rivayete göre,

Zeyd kabrine defnedildiğinde İbn Abbas şöyle dedi: "İlmin nasıl kab-zolunduğunu (yokolup gittiğini) görmekten kim mutluluk duyacaksa iş­te ilim böyle kabzolunur." (Yani âlimin ölümü ilmin ölümü demektir).

Allah hepsinden razı olsun. [12]

 

Abdullah İbn Abbas

 

Sahabi oğlu sahabidir. Hz. Peygamber'in (s.a) amcasının oğludur. Bu ümmetin en büyük âlimidir. İlimde deryadır. İsmi Ebu'l-Abbas Ab­dullah ibn Abbas ibn Abdilmuttalib ibn Haşim el-Mekki el-Haşimi'dir. Annesi Lübabe b. el Haris el-Hilaliyye'dir. İbn Abbas hicretten üç se­ne Önce dünyaya gelmiştir. İbn Abbas 13 yaşında iken Rasûlullah ve­fat etmiştir. Doğduğu zaman Hz. Peygamber (s.a) onun ilim ve hikmet sahibi olması için dua etmiş ve tükrüğüyle damağını övmüştür. Bu es­nada Hz. Peygamber ve müslümanlar Mekke'de Şib denilen yerde müşriklerin ekonomik amborgosu altında bulunuyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a) İbn Abbas'ı kucağına almış ve şöyle dua et­miştir:

Allahım! Buna Kitab'ı öğret.

Buharî'deki bir rivayette ise İbn Abbas için şöyle dua ettiği bildirilir:

Allahım! Buna hikmeti öğret.

Abdullah ibn Mes'ud şöyle demiştir: "İbn Abbas, Kur'an'ın ne gü­zel tercümanıdır."

İnsanlar İbn Abbas'tan ilim öğrenmek için her taraftan uzun yollar katederek kendisine gelirlerdi. Hz. Ömer ona saygı gösterir ve çok gü­venirdi. Yaşının küçüklüğüne rağmen onu Öne çıkarırdı. Hz. Ömer'in vefatından sonra kırk yedi sene kadar daha yaşamıştır. Hz. Ömer bir mesele olduğunda ona gider, fetva sorar ve ona itimat ederdi. Abâdi-le'den bindir, diğerleri ise Abdullah ibn Ömer, Abdullah ibn Zubeyr ve Abdullah ibn Amr ibn el-Âs.

Abdullah ibn Abbas, Hz. Peygamberden (s.a) 1660 hadis rivayet etmiştir. Hz.Peygamber'den en çok hadis rivayet eden altı sahabiden birisidir. Bunlar sırasıyla: Ebu Hureyre, İbn Ömer, Cabİr, İbn Abbas, Enes ve Aişe. Kendisinden rivayette bulunan sahabiler şunlardır: İbn Ömer, Enes, Ebu't-Tufeyl, Ebu Umame. Ayrıca sayılamayacak kadar çok tabii de ondan rivayette bulunmuştur. Sahabenin içinde en çok fet­va vereni odur.

Ubeydullah ibn Abdullah ibn Utbe şöyle demiştir: "Ben, Rasûlul-lah'ın hadislerini, Ebubekir, Ömer ve Osman'ın (r.a) vermiş olduğu hü­kümleri ondan daha iyi bileni görmedim. Görüşlerinde ondan daha isa­betli olanı da tanımıyorum. Şiiri, Arab edebiyatını, hesabı, tefsiri ve mirasla ilgili meşeleri ondan daha iyi bilen yoktu. Geçmişi en iyi o bi­lirdi. Bir gün oturup sadece fıkıhtan, bir gün tefsirden bahsederdi. Bir gün geçmiş savaşları anlatır, bir gün şiir, bir gün Arab tarihini anlatır­dı. Onun yanma oturup da ona saygı göstermeyen hiç bir âlim bilmi­yorum. Ona soru sorup da cevap alamayan kimse de görmedim."

Süfyan ibn Uyeyne şöyle der: "Şu üç kişi kendi zamanlarındaki insanların en büyüğüydü: İbn Abbas, Şa'bi ve Süfyan es-Sevri,"

Hz. Ali onu Basra'ya vali tayin etmişti. Sonra Hz. Ali'nin Öldürül­mesinden önce oradan ayrıldı ve Hicaz'a geri döndü.

İbn Abbas yakışıklı bir kimse idi. Ata der ki: "Ne zaman ayın on-dördüncü gecesi mehtabı görsem mutlaka İbn Abbas'ı hatırlarım. Çok ağladığı için İbn Abbas'm yanaklarında gözyaşlarının aktığı yerde bir iz vardı. Ömrünün sonuna doğru gözleri görmez oldu, hicrî altmış se­kiz yılında Taifte vefat etti. Namazını Muhammed ibn el-Hanefîyye kıldırdı ve şöyle dedi: "Bugün bu ümmetin kendisini her yönüyle rab-bine teslim etmiş ferdi vefat etti." İbn Abbas defnedildiğinde nereden geldiği ve kimin ağzından çıktığı hiç kimse tarafından bilinmeyen bir sesin şu âyetleri okuduğunu duydular:

Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoş­nut olarak rabbine dön. Seçkin kullarım arasına katıl ve cenneti­me gir! (Fecr/27-30)

Allah kendisinden razı olsun. [13]

 

Abdullah İbn Amr İbn El-As

 

Sahabi oğlu sahabidir. Abid ve zahittir. İsmi Ebu Muhammed Ab­dullah ibn Amr ibn el-Âs ibn Vail es-Sehmi'dir. Annesi Rayta bintu Münebbih ibn el-Haccac'dır. Annesi de müslüman olmuştur. Hz. Pey­gamber (s.a) İbn Amr'in ailesi hakkında şöyle demiştir:

Abdullah'ın ailesi ne güzel ailedir, babası ve annesi ne iyi insan­lardır.

Abdullah ibn Amr, babasından önce müslüman olmuştur. İlmi ge­niştir, takvası açıkça görülürdü, ibadete düşkündü, Kur'an'ı tertil üze­re çok okurdu. Hz. Peygamber'den en çok hadis alan ve ilim öğrenen kişilerden biridir. Ebu Hureyre onun hakkında şöyle der:

Abdullah ibn Amr hariç Hz. Peygamber'in hadislerini benden daha çok bilen başka kimse yoktur. Zira o yazardı, ben ise yazmadım.

Kendisinden Hz. Peygamber'e ait yediyüz tane hadis rivayet edil­miştir. Mısır'da ikamet ettiği için ondan yapılan rivayetin sayısı az ol­muştur. Çünkü kendisinden hadis almak için onunla görüşenler az ol­muştur. Ebu Hureyre Medine'de ikamet ettiği için İslâm aleminin her tarafından oraya gelen müslümanlar onunla görüşmüş ve ondan hadis almışlardır. Abdullah ibn Amr (r.a) şöyle demiştir:

Ben Hz. Peygamber'den bin tane mesel (darb-ı mesel) ezberledim.

Bu söz, Abdullah ibn Amr'ın Peygamber efendimizden öğrendiği şeylerin çokluğuna işaret eder.

Abdullah ibn Amr'dan büyük bir topluluk rivayette bulunmuştur. Said b. el-Müseyyeb, Urve, Ebu Seleme ibn Abdirrahman, Humeyd ibn Abdirrahman, Mesruk ve tabiinden büyük bir topluluk bunlardan­dır. Allah hepsinden razı olsun.

Abdullah ibn Amr şöyle demiştir: "Bugün yaptığım amelleri Rasûlullah'la (s.a) beraberken yaptığım amellerden iki kat daha fazla seviyo­rum. Çünkü Rasûlullah'la beraberken biz ahireti daha önemli görüyor, dünyayı önemsemiyorduk. Bugün ise tamamen dünya işlerine daldık".

O bu sözüyle Rasûlullah'la birarada bulunan bir topluluğun duru­munu kastediyor. O topluluk bir hayır, iyilik ve güzellik toplumudur. Böyle bir toplumda insanın iyilik yapması ve iyilik yolunda yürümesi çok kolaydır. Çünkü insanlar günah ve düşmanlıkta değil, iyilik ve tak­vada yardımlaşırlar. Fakat dünyevi eğilimlerinin uhrevi eğilimlere ga­lip geldiği bir toplumda bir kimse az da olsa bir iyilik yapsa o kimse iyilik yapmada öncü sayılır. Çünkü o, iyilik ve güzellikte yardımlaşan-ların bulunmadığı bir toplumda yaşamaktadır.

Abdullah ibn Amr ibadete ve teheccüde düşkünlüğünün yanısıra Allah yolunda cihaddan nasibini almayı da unutmamıştır. Allah'ın ke­limesini yüceltmek için savaşçı olarak da meydana çıkmıştır. Babası Amr ibn el-Âs ile birlikte Şam'ın fethine katılmıştır. Yine meşhur Yer-muk savaşında babasının sancağını taşımıştır.

Abdullah ibn Amr ibn el-As, ömrünün sonuna kadar salih, takva sa­hibi ve temiz bir müslüman olarak yaşamıştır. Yetmiş seneden fazla ömür sürmüştür. Mısır'da ikamet ederken hicretin 63. yılında vefat etmiştir.

Allah Teâlâ kendisinden razı olsun. [14]

 

Abdullah İbn Ömer İbn El-Hattab

 

Bu yüce sahabinin ismi Abdullah ibn Ömer ibn el-Hattab el-Ku-raşi el-Adevi el-Medeni'dir. Abid ve zahittir. Annesi Zeyneb bintu Maz'un'dur. Buluğa ermeden ve babası müslüman olmadan önce İs­lâm'a girmiştir. Uhud savaşında henüz ondört yaşında iken savaşa ka­tılmak için Hz. Peygamber'e arzedilmiş, ancak Hz. Peygamber onu kü­çük bulduğu için savaşa katılmasına müsaade etmemiştir. Hendek sa­vaşında ve daha sonraki savaşlarda Hz. Peygamber'le birlikte bulun­muştur. Mute ve Yermuk savaşına, Mısır ve Afrika'nın fethine iştirak etmiştir. Rasûlullah (s.a) onun hakkında şöyle demiştir:

Abdullah gece namazı da kılsaydı ne güzel bir insan olurdu. Abdullah, bundan sonra geceleri çok az uyumuştur.

İbn Ömer sünnete çok bağlı idi ve Rasûlullah'ın izlerini takibetme-yi çok severdi. Hatta Rasûlullah nerede kon aklamış s a o da orada ko­naklar, Rasûlullah nerede namaz kılmişsa orada namaz kılar, Rasûlul­lah devesini nerede çöktürmüşse o da devesini orada çöktürürdü. Riva­yet edildiğine göre Hz. Peygamber'in gölgelenmek için altında konak­ladığı bir ağacı, İbn Ömer kuruyuncaya kadar sulamaya söz vermişti.

Abdullah ibn Ömer, Hz. Peygamer'den 1630 tane hadis rivayet et­miştir. Oğullan Salim, Hamza, Abdullah ve Bilal ile sayılamayacak ka­dar çok bir tabiiler topluluğu ondan hadis rivayet etmişlerdir.

Abdullah ibn Ömer gibi bütün fiil ve davranışlarında Hz. Peyga-mer'in izinden giden, dünyaya ve dünyevi gayelere değer vermeyen, makam ve mevki peşinde koşmayan kimseler çok az bulunur. Sahabi Cabir ibn Abdullah (r.a) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in (s.a) yolu­na İbn Ömer'den daha çok bağlı olan ve onun izinden titizlikle giden başka kimse yoktur."

Zühri der ki: "Hiçbir görüş ibn Ömer'in görüşüne denk olamaz. Çünkü o, Rasûlullah'ın vefatından sonra altmış sene daha yaşamıştır. Onun ve sahabenin durumundan gizli olan hiçbir şey yoktur. "

Mâlik de şu sözüyle bunu desteklemektedir: "İbn Ömer Rasûlul-lah'tan sonra altmış sene daha yaşamış ve ondan önce pek çok insan gelip geçmiştir."

Abdullah ibn Ömer'in pek çok meşhur menkıbesi vardır. Peygam­berlerin önderi Hz. Muhammed'in (s.a) şu sözü bize yeter:

Abdullah, salih bir kişidir.

Abdullah ibn Ömer, cömert ve çok hayırsever bir kimseydi. Bazen bir defada otuz bin dirhemi birden bağışlardı. Kendisince çok değer

verdiği ve beğendiği bir malını Allah yolunda bağışlayarak Allah'a ya­kın olmaya çalışırdı.

Bu maksatla çok sayıda haccetmişti. Orucu da çok tutardı. Bir gün oruçlu, bir gün oruçsuz olurdu. Şu âyet-i kerimeyi okuduğu zaman ağ­lamaktan kendisini tutamazdı:

İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı gelmedi mi? Onlar daha önce ken­dilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir. (Hadid/16)

İbn Ömer, güzel ve erdemli davranışlara en kısa ve en kolay yoldan en güzel bir şekilde yönelirdi. Bunun içindir ki insanlara şöyle derdi:

İyilik yapmak çok kolay bir şeydir: Güzel bir yüz ve yumuşak bir soz.

İbn Ömer (r.a) hicri 73 yılında Mekke'de vefat etmiş ve Mıhsab'ta

defnedilmiştir.

Allah kendisinden razı olsun. [15]

 

Müminlerin Annesi Hz. Âîşe

 

Hz. Ebubekir'in kızı, müminlerin annesi, Allah'ın sevgilisinin sev­gilisi, Hz.Peygamber'in dünya ve ahirette eşi olan Aişe bintu Ebubekir hicretten önce müslüman olmuştur. Annesinin adı da Ümmü Ruman Amir'dir.

Hz. Aişe çok küçük yaşta İslâm'a girmiştir. Müslümanlığı kabul eden onsekizinci kişidir. Hz. Peygamber kendisiyle hicretten bir buçuk sene önce nişanlanmış, hicretten sonra, Bedir savaşını müteakip hicri ikinci yıhn şevval ayında da düğün/zifaf yapmışlardır. Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a) Hz. Aişe'yi istemek üzere kadınlardan birisini gönderdiği zaman babası şöyle demiştir: "Uygun olur mu? Aişe onun kardeşinin kızıdır!" Hz. Peygamber bunu duyunca şöyle dedi: "Ona benim şöyle söylediğimi iletin: Sen benim dinde kardeşimsin, senin kı­zın bana helâldir." Bunun üzerine Aişe ile evlendi.

Hz. Aişe, Allah'ın kendisinden başkalarına lütfetmediği bazı özel­likleriyle iftihar ederdi. Bunlardan bazıları şunlardı: Cebrail (a.s) bir ipek parçası üzerinde Hz. Aişe'nin resmini Hz. Peygamber'e gösterip ona: "İşte bu senin eşindir, onunla evlen!" demiştir. Yani onları Allah Teâlâ evlendirmiştir. Hz. Peygamber Hz. Aişe'den başka bakire bir ka­dınla evlenmemiştir. Hz. Peygamber onun kucağında ruhunu teslim et­miş, onun odasında toprağa verilmiştir. Hz. Peygamber (s.a) onun ör­tüsünün içindeyken kendisine vahiy inerdi. Onu iftiradan korumak için Allah Teâlâ kıyamete kadar okunacak bir âyet indirmiştir. Nur süresin­deki şu âyet onun temiz iffetini tescil etmektedir:

Peygamber'in eşine bu ağır iftirayı atanlar şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın, aksine o, si­zin için bir iyiliktir. Onlardan her bir kişiye, günah olarak ne işle­mişse onun karşılığı ceza vardır. İçlerinden elebaşılık yapana ise büyük azap vardır. Bu iftirayı işittiğiniz zaman, erkek ve kadın müminlerin, kendiliklerinden hüsn-i zanda bulunup da, "bu apa­çık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi. (Nur/12)

Hz. Peygamber (s.a) Hz. Aişe hakkında şöyle demiştir:

Aişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü tirit yemeğinin diğer yemekle­re üstünlüğü gibidir.

Hz. Aişe validemiz hayırlı bir iş yaptığı zaman onu devamlı ola­rak yapardı. Sevgilisi Hz. Muhammed (s.a) ona şöyle demişti:

Allah'ın en çok hoşuna giden ameller az da olsa devamlı olanlardır.

Allah hepsinden razı olsun, büyük sahabiler mirasla ilgili mesele­leri hep Hz. Aişe'ye sorarlardı. O, insanların en bilgilisi ve kültürlüsü idi. Mesela Zübeyr ibn el-Avvam onun hakkında şöyle demişti: "Fıkıh ilmini, tıbbı ve şiiri Aişe'den daha iyi bilen başka birisini görmedim."

Hz. Aişe, Peygamberimizden ençok hadis rivayet eden sahabiler-den birisidir. Kendisinden 2210 tane hadis rivayet edilmiştir. Ebu Hu-reyre'den bile daha fazla hadis rivayet etmiştir. Pek çok sahabi ve tabii ondan hadis rivayet etmiştir. Kendisinden hadis rivayet eden sahabiler. Ömer, oğlu Abdullah, Ebu Hureyre, Ebu Musa, Zeyd ibn Halid, İbn

Abbas, Rabia ibn Amr, es-Saib, İbn Yezid, Safiyye bintu Şeybe ve Ab­dullah ibn Âmir'dir.

Said ibn el-Müseyyeb, Amr ibn Meymun, Alkame ibn Kays ve Ab­dullah ibn Hakim gibi büyük tabiiler de ondan hadis rivayet etmişlerdir.

Ebu Musa şöyle diyor:

Hz. Peygamber'in ashabından birisi ona ne zaman bir derdinden şikayetçi olsa o mutlaka bir çaresini bulurdu.

Ebu Seleme ibn Abdirrahman der ki:

Ben Hz. Peygamber'in (s.a) sünnetlerini Hz. Aişe'den daha iyi bi­leni görmedim. Görüşüne ihtiyaç duyulduğunda ondan daha isa­betli görüş ortaya koyan tanımıyorum. Bir âyetin nüzul sebebini ve bir farzı ondan daha iyi bilen başka kimse yoktu.

Mahmud ibn Lebid'den şöyle rivayet edilir:

Hz. Peygamber'in (s.a) hanımları onun hadislerini ezberlerdi. Bu konuda Aişe ve Ümmü Seleme'nin benzeri yoktu. Ebubekir, Ömer ve Osman'ın halifeliği döneminde vefat edinceye kadar Hz. Aişe fetva vermede rakipsizdi.

Hz. Aişe hicretin 57. senesinde Ramazan ayının onyedinci gece­sinde bir çarşamba günü vefat etti. Namazını Ebu Hureyre kıldırdı. Bir gece vakti olmasına rağmen bütün Medineliler cenazesinde buluştular. Baki kabristanına defnedildi. Allah kendisinden razı olsun[16]

 

Enes İbn Mâlik

 

Bu değerli sahabi Hz. Peygamber'in (s.a) hizmetçisidir. İsmi Ebu Sümame ibn Mâlik ibn en-Nadr ibn Damdam en-Neccari el-Hazreci el-Ensâri'dir. Rivayete göre ekşi baklavayı sevdiği için Rasûlullah (s.a) kendisine Ebu Hamza künyesini vermiştir. Annesi Ebu Süleym Sehle bintu Melekan'dır. Süt yönünden Hz. Peygamber'in halasıdır. Sahabi kadınlarının en fazileti ilerin dendir. Hicretten on sene Önce dünyaya

gelmiş ve küçük yaşta miislüman olmuştur. Hz. Peygamber (s.a) rabbi-ne kavuşuncaya kadar hizmet etmiştir. Hâdimu'r-Rasûl (Rasûl'ün hiz­metkarı) diye isimlendirilir ve bu isimle iftihar ederdi, iftihar etmeye de hakkı vardı. Çünkü bu, büyük bir şerefti. On sene boyunca Hz. Pey-gamber'e hizmet etmişti. Bu süre Hz. Peygamber'in Medine'deki ika­met süresiydi.

Enes, iyi bir ok atıcısı idi. En çok hadis rivayet edenlerdendi. Bu-harî ve Müslim'in Sah /Merinde kendisinden 2286 hadis rivayet edil­miştir.

Hz. Peygamber'in (s.a) kendisi için yaptığı dua sebebiyle çok sa­yıda çocuğu oldu. Annesi Ümmü Süleym Hz. Peygamber'den oğlu Enes için dua etmesini istemişti. Hz. Peygamber de dünya ve ahirette-ki her türlü iyiliği ona vermesi için Allah'a dua etmişti. Bu duasında Hz. Peygamber şöyle demişti:

Allahım! Onu mal ve evlat ile rızıklandır ve ona bereket ihsan et.

Allah'ın, Enes'e bir lütfü olarak bahçesindeki ağaçlar iki defa meyve verirdi. Bahçesindeki reyhandan etrafa misk kokusu saçılırdı.

Enes ibn Mâlik, Hz. Peygamber hayatta iken devamlı Medine'de kaldı. Hz. Peygamber vefat ettiği zaman Dımeşk'e göç etti ve bir süre orada ikamet etti. Sonra oradan Basra'ya göç etti ve ölünceye kadar orada kaldı. Enes ibn Mâlik, sahabilerin en son vefat edenidir.

Sahih olan rivayete göre hicri 93 yılında Basra'da vefat etmiştir. Vefat ettiğinde yüz yaşının üstünde idi. Onun yüz seneden fazla yaşa­dığında âlimler ittifak halindedirler.

el-Maarif isimli kitabında İbn Kuteybe şöyle demektedir:

Basralı üç kişi vardır ki bunlar kendi soylarından gelen yüz kişi görünceye kadar vefat etmemişlerdir; bunlar: Enes ibn Mâlik, Ebu Bekre ve Halife ibn Berd'dir.

Enes ibn Mâlik vefat ettiğnde Müverrik şöyle demiştir: "Bugün il­min yarısı gitmiştir." Kendisine sorulmuş: "Nasıl yani?"

O şöyle cevap vermiştir: "Biz bir hadis hakkında Ehl-i Ehva [17]ile anlaşmazlığa düştüğümüzde onlara şöyle derdik: Gelin, bunu bizzat Hz. Peygamber'den işiten kişiye soralım (yani Enes'e)."

Ebu Hureyre Enes hakkında der ki: "Namazı onun kadar Rasûlul-lah'm namazına benzeyen başka birisini görmedim."

Ölümünden önce, kefenlenirken Rasûlullah'ın bir tel saçının -ki onu hep muhafaza ederdi- dilinin altına konulmasını vasiyet etmişti.

Enes, Hz. Peygamber'e hizmet eden bir çocuk iken onunla birlik­te Bedir savaşına katılmıştı. Birisi ona sordu: "Bedir'e şahit oldun mu?" Ona şöyle cevap verdi: "Anasız kalasıca! Bedir'den ne zaman ay­rı kaldım ki?" Savaşacak yaşta olmadığı için Bedir'e iştirak edenler lis­tesinde zikrediîmemiştir. Hz. Peygamberle birlikte sekiz savaşa iştirak etmiştir.

Allah kendisinden razı olsun. [18]

 

Cabir İbn Abdîllah

 

Sahabi oğlu sahabidir. İsmi Ebu Abdillah Cabir ibn Abdillah ibn Amr ibn Haram el-Ensari es-Sicni'dir. Annesi Nesibe bintu Ukbe ibn Adiy'dir. Babası Uhud günü şehit oldu. Allah onu diriltti ve sordu: "Ey Abdullah ne istersin?" O: "Dünyaya tekrar dönmeyi" diye cevap ver­di. Cabir, babasının cesedini altı ay sonra çıkarmış ve defnedildiği gün­kü gibi görmüştü. Cabir, ikinci Akabe biatında küçücük yaşta babasıy­la birlikte bulunmuş, birinci Akabe biatında bulunamamıştır. İkinci Akabe biatında yanında dayısı da vardı.

Cabir ibn Abdillah Rasûlullah ile birlikte on dokuz savaşa iştirak etmiştir. Fakat o Bedir ve Uhud savaşlarında bulunamamıştır. Babası­nın Uhud savaşında vefatından sonra avtık bir daha hiçbir savaşta Hz.

Peygamber1 den ayrı kalmamıştır. Bedir savaşma iştirak etmemekle be­raber arkadaki saflarda yardımcı olarak bulunmuştur. Bu hususta şöy­le demiştir; "Bedir günü arkadaşlarıma su dağıtıyordum."

Cabir ibn Abdillah Hz. Ali ile birlikte Sıffin savaşma da katıldı. Hz. Peygamber'den en çok hadis rivayet eden sahabilerden birisi de odur. 1540 tane hadis rivayet etmiştir. Cabir, Ebubekir'den, Ömer'den, Ali'den, Ebu Ubeyde'den de hadis rivayet etmiştir.

Tabiinden bir topluluk da kendisinden hadis rivayet etmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Said ibn el-Müseyyeb, Ebu Seleme, Mu-hammed el-Bakır, Atâ, Salim ibn Ebi'1-Ca'd, Amr ibn Dinar, Mücahid, Muhammed ibn el-Münkedir, Şa'bi ve diğerleri. Cabir'in Mescid-i Ne-bevi'de bir ders halkası vardı ve orada kendisinden ilim öğrenilirdi. Cabir'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) Hudeybiye günü "Siz yeryüzündekilerin en hayırlısısınız" buyurmuş. Câbir diyor ki: "Biz o gün bin dörtyüz kişi idik. Bugün gözlerim görmüş olsaydı size o ağacın bulunduğu yeri gösterirdim." Bu sözleriyle Hudeybiye sava­şında Hz. Peygamber'in ashabıyla sözleşme yaptığı ağacın altını kas­tediyordu. Hayatının sonuna doğru gözlerini kaybetmişti. Cabir, Ra-sûlullah'ın bir gece kendisi için yirmi beş defa istiğfar ettiğini rivayet etmiştir.

Cabir, hicretin 73. yılında 94 yaşında iken Medine'de vefat etti. Allah kendisinden razı olsun. [19]

 

Ka'b İbn Malik

 

İsmi Ebu Abdillah Ka'b ibn Mâlik ibn Amr ibn el-Kayn ibn Sevad el-Ensari el-Hazreci es-Selmi'dir. Annesi Leyla bintu Zeyd ibn Sâle-be'dir. Annesi Selemeoğullarmdandır. Rasûlullah'in (s.a) üç şairinden birisidir. Diğer ikisi Hasan ibn Sabit ve Abdullah ibn Revaha'dır. Ka'b ibn Mâlik iki beytlik bir şiir söylemiş ve bu şiir yüzünden Devs kabi­lesi müslüman olmuştur. Bu şiir şöyledir:

Tihame ve Hayber'in işini tamamen bitirdik. Sonra kılıçları kınına soktuk ve onlara sorduk, Şayet konuşsaydı keskin kenarları Diyeceklerdi ya Devs ya da Sakif.

Bu şiir Devs'e ulaşınca dediler ki: "Aman kendinizi koruyun da Sakif in başına gelen sizin başınıza gelmesin."

Hz. Peygamber (s.a) Ka'b ile Talha ibn Ubeydullah arasında kar­deşlik bağı kurdu. Talha "Şehidü'1-Hay" (ölmeyen şehit) diye anılan bir mücahitti. Ka'b, Akabe biatına, Uhud savaşına ve Bedir'le Tebuk hariç önemli diğer savaşlara iştirak etti. Uhud'da on yerinden yaralan­dı. Allah'ın tevbelerini kabul ettiği için üç kişiden birisidir. Tevbe süre­sindeki şu âyet onlar hakkında nazil oldu:

Ve savaştan geri kalan üç kişinin de tevbelerini Allah kabul etti. Yeryüzü genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendile­rini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için tevbelerini kabul etti, zira Allah tevbeyi kabul eden, pek merhametli olandır. (Tevbe/18)

Bu üç kişi Mirara ibn Rabia, Hilal ibn Ümeyye ve Ka'b ibn Mâ-lik'tir. Kıssaları Buharî ve Müslim'dedir.

Hz. Peygamber'den (s.a) 80 tane hadis rivayet etmiştir. Çocukları Abdullah, Abdurrahman, Hamd ve Ubeydullah ile Abdullah ibn Abbas, Cabir ibn Abdillah, Ebu Umame el-Bahili, Muhammed ibn Ali ibn el-Hüseyin ve diğerleri ondan hadis rivayet eti. Amr ibn el-Hakim ibn Sevban da ondan rivayet etti.

Ka'b ibn Mâlik, Hz. Osman'ın arkadaşlarındandı. Kendisine karşı yapılan ayaklanmada ona destek verdi. Ensarı da ona yardım etmeleri için teşvik etti.

Ömrünün sonuna doğru gözleri görmez oldu. 77 sene yaşadı. Be­reketli bir ömür sürdü.

Hicretin 53. yılında Muaviye ibn Ebi Süfyan'ın hilafeti zamanın­da Medine'de vefat etti.

Allah kendisinden razı olsun. [20]

 

Mîsver İbn Mahrame

 

İsmi, Ebu Abdirrahnıan el-Misver ibn Mahrame ibn Nevfel ibn Uheyb el-Kuraşi ez-Zühri'dir. Annesi Atike bintu Avf dır. Annesi Ab-durrahman ibn Avf in kızıdır, müslüman olmuş ve hicret etmiş bir ka­dındır. Misver, hicretten iki sene sonra Mekke'de doğmuş, altı yaşında küçük bir çocukken Medine'ye gelmiştir. Hz. Peygamber, onun terbiye ve öğretimine dikkat ederdi. Misver şöyle anlatır: Ağır bir taşı hafif bir izarın (peştemalin) üzerinde taşımaya çalıştım. İzar (peştemal, etek) çözüldü ve taşı götürüp yerine koyamadım. Hz. Peygamber (s.a) bana dedi ki: "Git elbiseni üzerine al. Çıplak olarak yürümeyin!"

Misver ibn Mahreme fakih sahabilerdendi. Hem babası hem de kendisi Rasûîullah'm sohbetinde bulunmuşlardır. Hz. Peygamber'den 22 hadis rivayet etmiştir. Ebu Ümame ibn Semai ibn Hanif (bir saha­bedir), Ali ibn Hüseyn, Said ibn el-Müseyyeb, Ubeydullah ibn Ebi Ra-fi, Süleyman ibn Yasar, Ubeydullah ibn Abdillah ibn Utbe, Cehm ibn Ebi Cehm, İbn Ebi Müleyke, Urve ibn Zubeyr ve kızı Ümmü Ebi Bekr ve daha başkaları kendisinden rivayette bulunmuştur.

Misver dört halifeden ve diğer büyük sahabilerden rivayette bu­lunmuştur. Dayısı Abdurrahman ibn Avf tan pek çok şey ezberlemiştir. Misver, Ömer ibn el-Hattab'tan (r.a) hiç ayrılmaz ve her hareketi ve davranışında ona benzemeye çalışırdı. Abdullah ibn Said ile birlikte Afrika'nın fethinde bulundu. Osman ibn Affan'ı Afrika'ya sefer düzen­lemeye teşvik etti. Hz. Ömer'in şehit edilmesinden sonra dayısı Abdur­rahman ibn Avf ile birlikte danışma meclisinde bulundu. Hilafet konu­sundaki eğilimi Hz. Ali ile birlikte aynı noktada buluşuyordu.

Misver ibn Mahrame, Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra bir müddet daha Medine'de kaldı, sonra Mekke'ye gitti ve orada ikamet

etti. Muaviye'nin hilafeti zamanında vefat edinceye kadar da orada kaldı.

Misver ibn Mahreme, Abdullah ibn Zübeyr'in Mekke'de kuşatıl­dığı esnada, Kabe'de Hıcr'ın yanında namaz kılarken mancınıkla atı­lan taşlardan birisinin kendisine isabet etmesi sonucu yaralandı ve hicretin 64. yılında Rebiu'l-evvel ayının başında, yaralandıktan beş pün sonra vefat etti. Hacûn'da defnedildi. Namazını Abdullah ibn

Zübeyr kıldırdı.

Allah kendisinden razı olsun. [21]

 

Muaviye İbn Ebi Süfyan

 

Muaviye, sahabi oğlu sahabidir. İsmi, Ebu Abdurrahman Muavi­ye ibn Ebi Süfyan Sahr ibn Harb ibn Ümeyye el-Kuraşi el-Emevi'dir. Annesi Hint bintu Utbe ibn Rabia'dır.

Kendisi, babası Ebu Süfyan, kardeşi Yezid ibn Ebi Süfyan ve an­nesi Hind Mekke'nin fethedildiği gün müslüman oldular. Muaviye ken­disinin Hudeybiye musalahası esnasında müslüman olduğunu ve bunu anne ve babasından gizlediğini söylerdi.

Muaviye ve babası önceleri müellefe-i kulûb'tan yani kalbleri İs­lâm'a ısındırılacak kişilerdendi, sonra iyi birer müslüman oldular. Ra-sûlullah'la birlikte Huneyn gazvesinde bulundu, Peygamber (s.a) ona Hevazin ganimetlerinden yüz deve ve kırk ukiyye verdi.

Muaviye Hz. Peygamber'in katiplerinden birisi idi. Büyük bir da­hi idi ve hilm sahibi bir kişiydi. Ömer ibn el-Hattab onun hakkında: "Bu adam Arablarm kisrasıdır" derdi. Hz. Peygamber (s.a) onun için şöyle dua etmişti: "Allahım! Onu yol gösterici, kendisine yol gösteril­miş kıl ve aynı zamanda onunla diğer kullarına hidayet eyle!" Abdul­lah ibn Abbas (r.a) der ki: "Muaviye fakih idi."

Muaviye, Rasûlullah'tan (s.a) 163 tane hadis rivayet etmiştir. Ken­disinden hadis rivayet eden sahabiler şunlardır: Abdullah ibn Abbas,

Ebudderda, Cenr ibn Abdillah, Numan ibn Beşır, Abdullah ibn Ömer, Abdullah ibn ez-Zübeyr, Ebu Said el-Hudn, es-Saib ibn Yezid ve Ebu Umame ibn Sehl'dir. Ondan rivayette bulunan tabiiler ise şunlardır: Sa­id ibn el-Museyyeb, Humeyd ibn Abdirrahman ve diğerleri.

İbn Said der ki: "Muaviye yirmi sene emirlik, yirmi sene de hali­felik yaptı." Dimeşk emirliğinde Hz. Ömer'in hilafeti döneminde yak­laşık dört sene kaldı.

Muaviye önceden de halife olmayı arzu ederdi. Şöyle derdi: "Ra-sûlullah'ın bana "başa geçersen o işi güzel yap" dediğinden beri de­vamlı halife olmayı arzu ettim."

Hz. Ali şehit olduktan sonra oğlu Hz. Hasan fitneyi kesmek ve bir­liği sağlamak için halifelikten feragat etti, Muaviye halife oldu ve yir­mi sene halife olarak kaldı.

Öleceği zaman, daha önce Hz. Peygamber'in kendisine giydirdiği gömleğe kefenlemesini ve cesedinin onunla örtülmesini vasiyet etti. Yanında Hz. Peygamber'e ait kesilmiş tırnak parçalan vardı. Bunların ezilip toz haline getirilmesini, gözlerine ve ağzına sürülmesini vasiyet etti ve şöyle dedi: "Böylece yapın, sonra da benimle Erhamerrahimin olan rabbimi başbaşa bırakın!"

Ölüm geldiği zaman da şöyle dedi: "Keşke Zituva'da[22] Kureyşli bir adam olsaydım da şu yöneticilik sorumluluğunu almasaydım."

Muaviye vefat ettiği zaman Dahhak ibn Kays onun kefenini omu-zuna aldı ve minbere çıkarak halka şöyle hitab etti:

Mü'minlerin emiri Muaviye Arabların atası ve sopası idi. Allah Teâlâ onunla fitnenin kökünü kesti ve kullarının üzerine onu ida­reci olarak gönderdi. Kara ve denizde onun ordularını yürüttü. Al­lah'ın kullarından bir kuldu. Allah'a dua etti. Şimdi de vefat etti. İşte bu da kefeni. Onu bu kefenin içine saracağız. Sonra da rabbi ile başbaşa bırakacağız. Rabbi dilerse ona merhamet eder, dilerse azap eder.

Muaviye hicri 60 yılında vefat etti. Allah kendisinden razı olsun. [23]

 

Ma'kıl İbn Yesar

 

Ebu Abdillah ibn Yesar ibn Ma'ber el-Müzeni el Basn, sahabenin meşhurlarındandır. Rıdvan biatmda bulundu. Müslim'in Sahih'inde Ma'kıl ibn Yesar'in şöyle dediği rivayet edilir: "Bir ağacın altında Rıd­van biatinin yapıldığı gün orada ben de bulundum. Peygamber (s.a) in­sanlardan söz alıyordu, ben de ağacın dallarından bir dalı başından kal­dırıyordum. Biz yüz ondört kişi idik[24]. Ölmek üzere değil, kaçmamak üzere söz vermiştik."

Hz. Peygamber'den (s.a) otuz dört tane hadis rivayet etti. Amr ibn Meymun el-Evdi, Ebu Osman en-Nehdi, el-Hasan el-Basri ve diğerle­ri ondan hadis rivayet etmişlerdir.

Ma'kıl ibn Yesar'in Hz. Peygamber'den ve Numan ibn Mukrin'den rivayet ettiği zikredilir.

Yunus ibn Abid der ki: "Burada -yani Basra'da- Ma'kıl ibn Ye-sar'dan daha yararlı olan bir sahabi olmamıştır." Ma'kıl ibn Yesar Bas­ra'da Hz. Ömer'in emriyle bir nehir kanalı kazdırmıştır. Bu nehir bu se­beple ona nisbet edilir ve onun ismiyle anılır.

İmam Ahmed'in rivayet ettiğine göre Ubeydullah ibn Ziyad Ma'kıl ibn Yesar'ı ölüm hastalığına yakalandığında ziyaret etmişti. Ma'kıl ona dedi ki: Sana bir hadis söyleyeceğim ki şayet yaşayacağımı bilseydim onu söylemeye gerek duymazdım, Rasûlullah'tan (s.a) şöyle derken işittim:

Sorumluluğu altmdakileri gözetip yönetmekle görevli bir kimse em­ri altmdakileri aldatarak vefat ederse Allah ona cenneti haram kılar.

Bu, öğüt verici nebevi bir hadistir. Bir idarecinin halka karşı taşı­dığı büyük sorumluluğu bize açıklamaktadır. O sadece kendisinden ve evinden sorumlu değildir. Halkının tamamına karşı da sorumludur. Al­lah idarecilik emanetini ve dürüstçe hükmetme görevini ona yüklemiş, hainlik veya hilekârlık yapmamasını emretmiştir. İnsan, hayatının her­hangi bir döneminde kendi sorumluluğu ve idaresi altındaki kişilere karşı hile yaparsa Allah Teâlâ onu cennetinden ve cennet nimetlerinden mahrum bırakır, onun alnına hüsran damgas vurur.

Ma'kıl ibn Yesar Basra'ya yerleşti ve orada bir nehir kanalı açtı. Yukarıda da belirtildiği gibi Basra'da kendisine nisbet edilen bir nehir vardır. Aynı şekilde Basra'daki Ma'kıl hurması da onun ismine nisbet edilir.

Ma'kıl ibn Yesar, hicretin 65. yılında Basra'da vefat etmiştir. Allah kendisinden razı olsun. [25]

 

MEZHEPLER VE TARİKATLAR

 

Fıkıh Mezhepleri

 

Soru: Her müslümanın bir mezhebe uyması gerekli midir? Bir müslüman dört mezhebin hükümlerinden de faydalanamaz mı?

Cevap: İslâmiyet'in esası bu parlak dinin temel yasası olan Kur'ân'dır. Hadis-i şeritler de bu büyük ilâhî kanunun yorumu ve açık­layıcısı gibidir. Müslüman için gerekli olan bu iki kaynaktan gelen emirlere itaat etmektir.

Fakat sıradan insanlar Kur'ân âyetlerinden ve hadislerden hüküm­ler çıkaramazlar. Çünkü bu bir takım şartların bir araya gelmesine bağ­lı olan ictihad'a ihtiyaç gösterir.

Hz. Allah ümmet-i Muhammed arasında seçkin bir âlim grubuna fıkıh, keskin görüş ve ictihad yeteneği vermiş, bu şekilde meşhur fıkıh mezhepleri meydana gelmiştir. Bilindiği üzere bunlar Hanefî, Mâliki, Şâfî ve Hanbelî mezhepleridir.

Bu mezheplerin hepsi Kur'ân ve sünnet ışığında ictihad etmişler­dir. Şairin dediği gibi:

Onların hepsi alınmış ağzından Rasûlallah'ın Birer avuç, birer içim denizinden Allah'ın

Bu mezheplerden belirli birisine uymak bir müslüman için zorun­lu değildir. Helâli haram, haramı helâl edici olmadıkça müslüman bu (hak) mezheplerden birinden hüküm alabilir.

Allah en iyi bilendir. [26]

 

İki Mezhebi Birleştirmek

 

Soru: Bir müslüman için iki mezhebi birleştirmek (her iki mezhe­bin hükümlerine uymak) caiz midir?

Cevap: Bilindiği üzere dört (meşhur) mezhep Hanefî, Mâliki, Şa­fiî ve Hanbelî mezhepleridir. Bu mezhep imamlarının geniş bilgileri, derin görüşleri ve ihlaslı niyetleri hususunda tüm müslümanlar ittifak etmişlerdir. Bunlar araştırma ve ictihad hususunda ellerinden gelen gayreti sarf etmişlerdir. Onların görüşleri, sözleri, verdikleri hükümler, dünyanın her yerindeki fıkıh talebeleri için kaynak olmuştur. Onlar ic­tihad için gerekli şartları kendilerinde toplamışlar, sahip oldukları ilim ve görüşleri Kur'ân'dan, hadisten ve bilinen hüküm kaynaklarından alınmıştır.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Eğer bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz. (Enbiya/7)

Bir müslümanın bu mezheplerden birine hiç ayrılmamak üzere bağlanmak zorunluluğu yoktur. Bu mezheplerin hepsi Hz. Peygamber­den alınmıştır.

Bu bilgilerden müslümanın iki mezhebi birleştirmesinin caiz ol­duğunu anlıyoruz.

Âlimler arasında meşhur bir söz vardır: Avamın mezhebi, müftü­sünün mezhebidir.

En iyi bilen Allah'tır. [27]

 

Mu'tezile Ve Cebriye Mezhepleri

 

Soru: Mu'rezile ve Cebriye mezheplerinin İslama göre durumu nedir?

Cevap: Mu'tezile mezhebi, kelam ilminde hakkında (epey) söz edilmiş İslâm fırkalarından biridir. Görüşlerinden bazıları şunlardır:

Hz. Allah insana akıl ve irade vermiş, kendisini mükellef tutmak üzere seçme hakkı vermiştir. Allah şöyle buyuruyor:

Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. (Ba­kara/286)

Cebriye mezhebinin görüşleri ise şöyle özetlenebilir: İnsan yaptı­ğı işleri yapmak zorundadır. Yaptığı şeyleri yapmama hususunda elin­de bir şey yoktur. İnsan kendiliğinden bir güç ve irade sahibi değildir. O rüzgar önünde rüzgarın dilediğince uçurduğu bir tüy gibidir.

Bu mezhep aşağıdaki gibi bazı âyetlerin zahirine sarılmıştır. Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı. (Saffat/96)

Bu mezhep yok olmuş, müslümanlar arasında varlığı kalmamıştır. Müslümanların çoğunluğu Mutezileyi de, Cebriyeyi de orta yoldan uzaklaşmış kabul ederler. Bunun içindir ki ehl-i sünnet bu iki mezhe­bin ortasında yer alır. Ehl-i sünnete göre insanların kendi iradeleri ile yaptıkları işin iki yönü vardır. Bir yönü o işin yaratılıp var edilmesi yö­nüdür ki bu Allah'a aittir. Diğer yönü o işin kazanılması, elde edilmesi yönüdür ki o da insanın kendisine aittir. Yanı o işi yapmayı istemek ve onu gerçekleştirmeye gücü yetmek Allah'ın yardımı ile kul'a aittir.

Allah en iyi bilendir. [28]

 

Mezhepleri Birleştirmek

 

Soru: Mezheplerin görüşlerinden en kolay ve en hafiflerini alarak mesala bir meselede hem Şâfî, hem Henefi mezhebini bir araya getire­rek amel edebilir miyim?

Cevap: Fıkıh meselelerinde mezhep imamlarını taklit etmek (on­lara uymak) meşrudur. Sıradan -yani fıkıh hükümlerini araştırmada uz­man derecesinde olmayan- kimselerin belirli bir mezhebe uyma zorun­luluğu yoktur. Bu mezheplerden birine uyan müslüman, tüm mesleler-de aynı mezhebi taklit etme mecburiyetinde değildir.

Birden çok mezhepten hüküm almaya fıkıh âlimlerince telfik de­nir. Yani bir meslede bir mezhebi, başka bir meslede bir diğerini ihti­yaç halinde alıp taklit etmek caizdir. Bu insanlara bir hafifletme ol­maktadır. Meseleler ayrı olmak şartıyla mezheplerin ruhsat verdiği hü­kümleri almak caizdir.

Hanefî mezhebi kitaplarından Şerh' ut-Tahrir isimli eserde şöyle denmektedir.

Müslümanın belirli bir mezhebe bağlı kalma mecburiyeti olma­masından mezheplerdeki ruhsatlara uymanın caiz olduğu sonu­cu çıkar. Yani mezheplerden her birinin en kolay yönünü almak caizdir.

Fakat tek bir meselede bütün mezheplerin kolaylıklarını bir araya getirerek onu uygulamak caiz değildir.

En iyi bilen Allah'tır. [29]

 

Ezher Üniversitesinde Fıkıh Mezhepleri

 

Soru: Ezher üniversitesinde okutulan fıkıh mezhepleri hangile­ridir?

Cevap: Ezher'de dört fıkıh mezhebi okutulmaktadır. Bunlardan Şafiî mezhebi Mısır Arab Cumhuriyetinde özellikle denize yakın yöre­lerinde yaygındır.

Hanefî mezhebi de şehirlerde ve deniz bölgesinde yaygındır. Mâ-likî mezhebi, Mısır Arab Cumhuriyetinde kabilelerin yaşamakta oldu­ğu bölgelerde yaygındır. Hanbelî mezhebinin tabileri ise diğer mez­heplere göre azdır.

Bu dört mezhep öğrencilerin ilgi durumlarına göre, ilk ve orta öğ­retim aşamalarında okutulmaktadır. Öğrencilere sömestr dönemleri iti­barıyla fıkıh dersi içerisinde mezhepler dağıtılarak okutulmakta, diğer dersler öğrencilerin hepsine okutulmaktadır.

Üniversite kısmında, özellikle ilahiyat fakültesinde ayrı bir ders olarak Mezhepler Arası Mukayeseli Fıkıh dersi okutulmaktadır. Bun­lara ek olarak Şiî mezhebi içinde yer alan Câferî mezhebi de okutulur. [30]

 

Şia Ve Zeydiye Mezhebi

 

Soru: Şia mezhebi ile Yemen'deki Zeydiye mezhebi arasında fark nedir?

Cevap: Şîa ehl-i beytin taraftarı anlammadır.

Bu mezhep, ilk olarak Hz. Ali'nin safına katılan bir grup tarafın­dan meydana getirilmiştir. Bunlar Hz. Ali'ye yardım etmiş, ona ve so­yundan gelenlere olan sevgilerini açığa vurmuşlardır. Yüzyıllar boyun­ca Şia mezhebi kendi içerisinde pek çok gruplara ayrılmıştır. Şu anda yerimiz bunlar hakkında izahat vermeye elverişli değildir.

Zeydiyye'ye gelince, bu mezhep bir çok şii mezhebinden biridir. Hz. Ali'nin torunu Zeyne'l-Abidin'in oğlu Zeyd'e nisbet edilmektedir. İmam Zeyd hicri 80 yıllan sırasında doğmuştur. Hicrî 120 senesinde de şehid edilmiştir. İşte bu mezhep, Hz. Zeyd'in adı ile bilinip anılmaktadır. [31]

 

Tasavvuf'un Anlamı

 

Soru: Tasavvufun anlamı nedir?

Cevap: Tasavvuf kelimesi hakkında çeşitli görüşler vardır.

Bu görüşleri şöyle sıralayabiliriz:

a. Tasavvuf kelimesi, Yunancadan alınma Sofiâ kelimesinden gel­mektedir. Bu kelimenin anlamı hikmet demektir.

b.  Arabçadaki Sof kelimesinden gelmektedir ki bu, tasavvufçula-nn eskiden beri giymeyi alışkanlık haline getirdikleri kaba yün giysi demektir.

c.  Sûfe kabilesinden gelen bir kelimedir. Bu kabile kendisini Ka­be'nin hizmetine veren bir kabiledir.

d.  Suffe kelimesinden gelmedir. Suffe, Medine'deki Hz. Peygam­ber mescidinin sonunda bulunan bir yerin adıdır.

e. An ve saf olmak anlamına gelen Safa ve Musâfât kelimesinden gelmektedir.

Bunların dışında da görüş ve yorumlar vardır.

Bu konuda ileri sürülen görüşler ne olursa olsun ruh temizliği ile meşgul olan ahlâk âlimleri şöyle demektedir: Mükemmel ve faziletli bir tasavvufun gerçeği ihsan mertebesidir ki bunu Hz. Peygamber ha­disinde açıklamıştır:

İhsan Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibadet etmektir. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görmektedir.

Demek oluyor ki dosdoğru tasavvuf yapmacıksız, zorlamasız, ri­yasız, nifaksız sırf Allah için ibadet etmektir. Bu ise insanın gerçek müslüman olmasını, sadıkane bir iman sahibi olmasını, kendisini hesa­ba çekerek ve Allah'ın kontrolü altında olduğunu dikkate alarak İslâm­lığını ve imanını güzelce birleştirip bu hâlini ihsan ile süslemeyi gerek­tirir. İnsan kendisini hesaba çekmezse birgün başkaları tarafından he­saba çekilecektir.

Nitekim Hz. Ömer şöyle demiştir:

Hesaba çekilmeden kendinizi muhasebeye tâbi tutunuz. Başkaları tarafından (ahirette işledikleriniz) tartümazdan önce kendinizi tar­tınız. Kendinizi büyük sunuş'a hazırlayınız. O gün, hiç bir şeyiniz gizli kalmaksızın rabbinize sunulacaktır.

Burada dikkate almamız gereken bir husus var: Tasavvuf üfleyerek, bir takım sesler çıkararak bir şeyler okumaktan ibaret değildir. Tasavvuf az veya çok dinin belirlediği kuralların dışına çıkmak da değildir.

Gerçek tasavvufun temeli Kur'ân'a ve Hz. Peygamber'in sünneti­ne bağlı olup, Allah'ın emir ve hükümelerine boyun eğmektir. Allah'ın

emrine karşı gelen kimsenin sûfilik iddiası aslında dinin de kabul et­mediği bâtıl bir davadan ibarettir.

Tasavvuf bir takım kavram ve şekilcilikten ibaret olmadığı gibi, yamalı giysiler giyip (boyuna veya el'e) teşbihler asmak da değildir.

Bil'akis tasavvuf, insanın Allah korkusu duyması, Allah'ın affede­ceğine dair ümit beslemesi ve Allah ile olan ilişkilerle gönlünü (kalbi­ni) mamur hâle getirmesidir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse O, ona ye­ter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir

ölçü koymuştur. (Talâk/2-3)

Sûfilik davası güden pek çok kimse vardır ki şu asılsız inanç ve kuruntu içerisindedirler: Sanırlar ki tasavvuf çalışıp koşuşturmayı bı­rakmak, bir kenarda tenbel ve işsiz durup, gayret sarfetmekten kaçın­mak, bir köşede oturmaktır.

Bu batıl anlayışı tasavvuf için kabul etmiş olsak, bu İslâm toplu­mu için felâket olur. Üstelik böyle bir anlayış Allah'ın bizi yönlendir­diği yola aykırıdır. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Namaz kılınca artık (çalışmak üzere) yer yüzüne dağılın ve Al­lah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok zikredin. Umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Cum'a/10)

Görünen odur ki tasavvufa ve tasavvufçulara bu yanlış ve sakat anlayışı yükleyenler, kuru kuruya tasavvufçuluk davası güdüp iman ve ihsanda doğru davranmayan, ahiret ve dünyayı ilgilendiren güzellikle­ri bir araya getiremeyenlerin etkisinde kalmışlardır.

Oysa hikmetli bir İslâmi söylem şöyledir: "Hiç ölmeyecekmiş gi­bi dünya için yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalış."

En iyi bilen Allah'tır. [32]

 

İslâm'ın Yayılmasında Tarikatlerîn Rolü

 

Soru: İslâmiyet'in yayılışında tarikatlerin bir rolü var mıdır?

Cevap: Tarikatler konunda düşünürler arasında geniş görüş ayrılık­ları vardır. Tarikatleri destekleyenler de, eleştirenler de bulunmaktadır.

Bâzı kimseler tasavvufun sonradan ortaya çıkmış bir bid'at oldu­ğunu, pek çok kimsenin tasavvufu (kişisel) arzu ve ihtiyaçları, keyfi is­tek ve şehvetleri için kullandığını söylemektedir. Bu düşüncede olan­lar tasavvufa karşı çıkıyor ve onun olumsuz bir hareket olduğunu, İs­lâmiyet'in aslında, özünde böyle bir şey bulunmadığını ifade ediyorlar.

Bir başka grup ise tasavvufun ruhsal hayatın zirvesi olduğunu, ah­lâkı ve dini duyguyu diriltme hususunda yüce bir mertebede bulundu­ğunu söylemektedir.

Bu iki gömsün ortasında daha ılımlı düşünenler de vardır. Bunla­ra göre tasavvufçuların kusur ve eksikleri olabilir. Özellikle tasavvufu göstermelik yapanlarda, bu işi sadece lafta bırakanlarda kusur ve ek­siklikler vardır.

Öte yandan gerçekten tasavvuf erbabından Kur'ân ve sünnete sa­rılanlar Allah'ın güçlü, sağlam ipine yapışmışlardır. Ve bunlar arzuları­na ve rezilliklere direnir, karşı çıkarlar.

Görüş ayrılıklarının sonucu ne olursa olsun İslâm tarihi şunu orta­ya koymuştur ki şu anda meşhur olan tarikatler, özellikle günümüzde­ki düzenlemeleri ile İslâm'ın ilk yıllarında mevcut değildi.

Günümüzdeki durumu ile tasavvuf, Hz. Peygamber zamanında, sahabe ve tabiîn döneminde yok idi. Bu dönemlerde İslâmiyet hızlı bir şekilde yayılıyordu. Doğusuyla batısıyla tüm bu yayılışta tarikatlerin bir rolü söz konusu değildi. Zira henüz ortada tarikat diye bir şey bu­lunmuyordu.

Bununla beraber daha sonraki dönemlerde İslâm'ın yayılmasında tarikatlerin büyük rolü olmuştur. Tasavvufçulardan ihlaslı kimseler Al­lah yoluna çağırmada büyük gayretler göstermişlerdir.

Bu insanlar güzel önderlik ve güzel örnekler vermek yolu ile in­sanları Allah yoluna çağırıyorlardı. İnsanlar bu davranışlardan etkile­niyor ve verilen örnekleri çekici buluyor, kolaylıkla kazanılıyorlardı. Bu insanlar hoşlanılan, ışık saçan, yardım eden insanlardı. Böylece İs­lâm'ın yayılmasına ve halkın İslâm'a bağlanmasına hizmet ediyorlardı.

Bunlar konuşmalarında çoğunlukla ruh, ahlâk ve vicdan yönlerine özen gösterirlerdi. Nitekim bu konuların dinde dahi aktif bir etkisi vardır.

Tasavvuf yoluyla İslâmiyet'in yayılmasına, İslâm inancının açık ve sade olması da yardımcı olmuştur. Zira İslâm dininde inanılacak meselelerde bir kapalılık, karışıklık yoktur.

Özllikle tasavvufçuların zeki ve ileri görüşlü olanları kendi sınır­lı dini kültürleri ile İslâm'ın inanç esaslarını kolaylıkla ve basit bir şe­kilde açıklıyorlardı.

Bir örnek olarak Hacı Bektaş Veli Bektaşilik yoluyla miladi 16. yüzyıl başlarında bu görevi yerine getirmiştir.

Hacı Bektaş Veli Anadoluya gelerek İnkişariyye grubunun Sultan Orhan zamanında müslüman olmasını sağlamıştır.[33] Hacı Bektaş Veli ve müridleri davalarını Anadoluda ve kurt bölgelerinde yaymışlardır.

13. hicri yüzyıllarda yaşayan Mücahid Abd'ul-Kâdir Cezain (ve­fatı hicri 1300) de bir sûfi idi. Hem insanları İslâm'a davet ediyor, hem Fransız işgalcilerine karşı direniş hareketlerini oluşturuyordu. Cezayir de İslâm varlığının korunmasında bu zâtın büyük payı vardır.

Cezairî'nin tasavvuf konusunda M<?vö/:z/isimli üç ciltlik bir kitabı vardır. Bu zatın, bağlıları arasında etkisi büyüktür.

Öte yandan Senûsî tarikatı aracılığı ile milyonlarca zenci müslü­man olmuştur. Özellikle Kongo, Nijerya, Kamerun ve Çad'da Senûsi-lik yaygındır.

Kendilerine bir takım eleştiriler yöneltilmiş olmasına rağmen Ti­canilik, Kadirîlik ve Şâzeliyye tarikatlarının da İslâm'ın yayılmasında

hatırı sayılır hizmetleri olmuştur.

En iyisini Allah bilir. [34]

 

Senûsi Tarikatı

 

Soru: Senûsi tarikatı hakkında bilgi verirmisiniz?

Cevap: Senûsi tarikatı Kuzey Afrika'da yayılmıştır. Kurucusu Mi­lâdi 1791 yılında doğan Seyyid Muhammed b. Ali Senûsî'dir. Bu zât âlim, fâzıl, ilmi ile amel eden gayretli bir müslümandı.

Kurduğu tarikat çeşitli yerlerde yayılıyordu. Marakeş'ten Soma­li'ye kadar özellikle Libya yörelerinde yaygın idi. Yüzlerce sayıda tek­ke ve zaviyesi vardı.

En çok ahlâk güzelliği ve nefis terbiyesi üzerinde duran Senûsi ta­rikatı İslâm'daki yüce faziletler üzerine kurulmuş bir tarikat idi. Bağlı­larına ibadet ve tevhide sarılmanın yanında çalışma ve kazanma alış­kanlığı kazandırırdı.

Kur'ân ve sünneti hayata geçirme üzerine kurulan bu tarikatı, Av­rupalı sömürgeciler kendileri için tehlikeli sayıyorlardı.

Senûsi tarikatının en meşhur zaviyelerinden biri Cağbud zaviyesi idi. Burası zaviye haline gelmezden Önce fitne ve tehlike merkezi idi. Senûsi tarikatının zaviyesi olduktan sonra güven merkezi ve ilim iba­det yuvası haline dönüştü. Senûsi tarikatının müridlerinin yetiştirilme­si için burada bir medrese kuruldu.

Muhammed Senûsi'nin vefatından sonra yerine oğlu Mehdî geçti ve babasının başlattığı çalışmaları tamamladı. O da pek çok zaviye yaptırdı. Bölgede ünü yayılan Mehdi için sömürgeci devletler bir he­sap yapıp, onu kendilerine çekmeye çalıştılar. Fakat Mehdi, bunlara il­gi göstermedi. Bilakis görevine bakıp halkı uyarmaya ve davetini yay­maya çalıştı.

Mehdi, bağlılarına cihadı ve 1911 yılında gerçekleşen İtalyan iş­galine direnmeyi öğretiyorlardı. Senûsilik Sudan'da ve Afrika ortala­rında yayılmıştır.

Senûsi tarikatına göre peygamberler Allah'a ulaştıran aracılardır.

Şerif Ahmed Senûsi'nin Senûsiliğin tarihine ait büyük bir kitabı vardır.

Senûsilik aksiyon içeren bir tasavvuf! tarikattır. Kur'ân ve Sünneti uygulamak bu tarikatte esastır. Farzları yerine getirmeksizin sadece zi­kir ve dualarla yetinmek yoktur. Bunun içindir ki sürekli cihad yaptılar.

Senûsilik prensiplerini Afrika ortalarında yaydı. Milyonlarca zen­ci, Senûsilik aracılığı ile müslüman oldu.

Senûsilik bağlılarına ata binmeyi ve atıcılığı öğretirdi. Cuma gün­leri savaş egzersizleri yapılır, bunun için yarışmalar düzenlenir, dere­ceye girenelere ödüller dağıtılırdı. Perşembe günleri dokuma, demirci­lik, marangozluk ve dökümcülük gibi el sanatlarına ayrılmıştı. Ayrıca tarım ve ağaç dikmeye de önem verirlerdi.

Tarikatın kurucusu Şeyh Senûsi şöyle derdi:

Kimya, çiftçinin pulluk demirinin altındadır.

Kimya el yorgunluğu ve alın teridir.

İçlerindeki bazı yöneticilere şu tavsiyelerde bulunmuştur:

Hiç kimseyi değersiz görmeyin. İster müslüman, isterse kâfir, Ya­hudi veya Hristiyan olsun. Belki sizin değersiz gördüğünüz kim­se Allah katında sizden daha değerlidir. Çünkü o kişinin sonunun ne olacağını siz bilemezsiniz.

Senûsiler Sudan'da küçük yaştaki köleleri satın almayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Bu çocukları bir eğitim merkezi durumunda olan Cağbub'da eğitir, bulûğ çağma gelip eğitimlerini tamamlayınca bunları âzâd eder, tüm Afrika içlerinde İslâmiyet'i yaymak üzere gönderirlerdi.

Allah en iyi bilendir. [35]

 

Kadiri Tarikatı

 

Soru: Kadiri tarikatı hakkında bilgi verir misiniz?

Cevap: Kadiri tarikatının kurucusu, Şeyh Abdu'l-Kâdir Geylâ-ni'dir. Geylâni hicri 471, yılında Taberistan arkalarında Geylân'da dün­yaya gelmiş, hicri 561 yılında vefat etmiştir.

Asıl adı Ebu Muhammed Muhiddin Abdu'l-Kadir b. Musa b. Ab­dullah el-Husnî'dir. Geylâni zâhidlerin ve tasavvufçulann büyüklerin­den idi.

Abdu'l-Kâdir Geylâni hirci 488 yılında Bağdat'a gitmiş, tasavvuf ve ilim adamları ile görüş alışverişinde bulunmuştur. Fıkıh ve va'z ko­nularında zirveye ulaştı. Geylâni iyi ahlâklı bir kimse idi. Edebiyat okuyup hadis ilmi öğrenmişti. Kendisi Hanbelî mezhebindendi. 528 yılında fetva ve ders okutma makamına getirildi.

Abdu'l-Kâdir Geylâni'nin pek çoğu basılmış olmak üzere bir hay­li kitabı vardır. Bunlardan bazılarının adları şöyledir: El-Ğunyetu Li Talibi Tarîk'il-Hak, Feîh'ur-Rabbânî, Fütûh'ul-Ğayb ve Fûyûzat er-

Rabbâniye.

İngiliz oryantalis Margıhus Abdu'l-Kadir Geylâni'nin hayatını ko­nu alan bir kitap yazmıştır. Ayrıca Musa el-Yunnini Menakıbu Şeyh Ab­du'l-Kâdir Geylâni isimli bir kitap yazmıştır. Onun hakkında müstakil eser yazanlar vardır.

Bu tarikatın bağlılarının belirgin Özelliği hoşgörülü olmaktır. Zira şeyhleri kendilerine şöyle demiştir:

Yalnız kendimiz için değil, bizim gibi yaratılmış olan Allah'ın tüm yarattıkları için de dua etmeliyiz.

Bu tarikatın şeyhlerinden birisi de Seyyid Ahmed b. İdris Fâsî'dir. Bu zât, Senûsi tarikatının kurucusu Şeyh Senûsi ile aynı yön ve görü­şü paylaşan birisi idi. Kadiri tarikatı üç gruptan oluşmaktadır:

1. Bekkâiyye kolu.

Bu grup Mali Cumhuriyetinde bulunan Tombouctou yöresinde ya­yılmıştır.

2.  Adrâr kolu..

Bunlar batı sahranın bazı bölgelerinde yayılmıştır.

3.  Valati'de bulanan grup ki batı Sudan'da yayılmış ve Sierra Le­one bölgesine kadar uzanmışlardır.

Abdu'l-Kâdir Geylâni'nin tarikatının görüşlerini açıklayan bazı sözleri şöyledir:

Ya rabbi! Sana ruhumu nasıl hediye edip vereyim? Kesin olarak ortaya konmuştur ki her şey senindir.

Geylânî bağlılarına şöyle der idi:

(Allah'ın emirlerine) uyun, ortaya bid'at çıkarmayın. İtaat edin, korkuya kapılmayın. Sabredin paniğe kapılmayın. Birlik olun, parçalanmayın. Ümitli olun, ümitsizliğe kapılmayın. Zikir etrafın­da birleşin ayrı olmayın. Günahlardan temizlenin, günaha bulaş­mayın. Rabbinizin kapısından ayrılmayın.

Bir başka sözü de şöyledir:

Kalbinde bir kimseye karşı sevgi veya öfke duyarsan, bu kimse­nin davranışlarını Kur'an ve hadise arzet, eğer bu adamın davra­nışları, bu iki kaynağa göre sevimli ise sen de onu sev. Şayet dav­ranışları bu iki kaynağa göre sevimsiz ise sen de onu sevme. Böy­lece onu keyfine göre sevmiş, keyfine göre öfkelenmiş olmazsın. Nitekim Hz. Allah şöyle buyuruyor:

Heva ve  hevese  uyma.   Sonra  seni  Allah'ın  yoluna  saptırır.

(Sad/26)

Hiçbir kimseye küsme. Eğer küsersen Allah için küs. Bunu o kim­seyi bir büyük günah işlerken görürsen veya bir küçük günahı de­vamlı yaptığını görürsen yap.

Geylânî'ye dünya'yı sordular. O şöyle cevap verdi:

Dünyayı kalbinden çıkar ve eline al. O sana zarar veremez. Güzel ahlâk'tan sorulduğundan ise şu cevabı verdi: Güzel ahlâk, halkın sana yaptığı cefadan etkilenmemendir.

Kadiri tarikatı, İslâm'ın batı Afrika'da yayılmasında en aktif rolü oynayan tarikatların d andır. Bu tarikatın bağlıları ticaret ve eğitim ara­cılığı ile İslâmiyet'i yayarlardı.

İslâm'ın yayıldığı Afrika bölgelerindeki tüccarların çoğunluğu Kadiri tairkatı müridlerindendi. Emir Şekib Arslan'ın bildirdiğine gö­re bunlar her köyde mektepler açar, eğitim sırasında küçük zenci ço­cuklara İslâm dinini telkin ederlerdi. Bu çocuklardan seçkin olanları­nı, masrafları tekke ve zaviyeler tarafından karşılanmak üzere Trab­lus'a, Kayrevan'a, Fas'daki Karaviyyin üniversitesine ve Ezher üniver­sitesine öğrenci olarak gönderirlerdi. Bu çocuklar oradan icazet alarak mezun olduktan sonra İslâmiyet'i yaymak üzere geldikleri yerlere ge­ri dönerlerdi.

En iyi bilen Allah'tır. [36]

 

Şazelî Tarikatı

 

Soru: Şâzelî tarikatı hakkında bilgi verir misiniz?

Cevap: Şâzelî tarikatı miladi 13. yüzyılın birinci yarısında kurul­muştur. Şâzelîlik Mağrib illerine tasavvufu ilk sokan tarikatlardandır. Merkezi Marekeş'de Bubirit denilen yerdir.

Bu tarikatın kurucusu Hz. Hasan'ın sülalesinden olan Ebu'l-Hasan Ali b. Abdullah b. Abdu'l-Cebbâr b. Hürmüz Şâzelî el-Mağribi el-Hü-seyni el-îdrisi'dir.

Afrika köylerinden Sebte yakınlarındaki Gamâra köyünde hicri 591 yılında dünyaya geldi. Tunus'ta tasavvuf ve fıkıh bilgisi tahsil et­ti. Tunus yakınlarında Şâzele köyüne yerleştiği için kendisine Şâzelî denmiştir.

Doğu illerine geziye çıkan Şâzelî hacca gitti ve Irak'ta kaldı. Da­ha sonra İskenderiyye'de (bir süre) kaldı. Hicri 615, milâdi 1219 yılın­da hacca giderken Ayzab çölünde vefat etti. Gözlen görmeyen Şâzelî Mağriblilerin dostu olan îdrisîlere mensup idi.

Şâzelî'nin bir takım kitapları vardır. Bunlardan birisi meşhur Hızb'uş-Şâzelî'du. Tasavvufun edeplerine dair Emin, Sirr'ul-Celîl fî Havassı Hasbünallah ve Ni'mel-Vekil isimli kitaplar da onundur.

Ahmed b. Ayyâd'ın Şâzelîler hakkında yazdığı Mefâhir'ul-Aliyye fi'l-Meâşir'iş-Şâzeliyye isimli bir kitabı vardır.

İbn Dakik'il-îyd şöyle derdi:

Ebu'l-Hasen Şâzeli'den daha ziyade Allah'ı bilen (birini) görmedim.

Şâzeli'nin sözlerinden bazılarını aşağıya alıyoruz:

Nefsine şöyle de: Hz. Allah beni Kur'an ve sünnet(e uymak şartı) ile koruyacağını garanti etti. Fakat ilham ve (gönüle gelen) keşifle­re uymak) hususunda böyle bir garanti vermedi. Bununla beraber ilim adamları, keşif, ilham ve rü'yet ile ancak bunlar Kur'an ve sün­nete uygun iseler amel edebileceğinde görüş birliği etmişlerdir.

Seni Allah'tan alıkoyacak bir şey başına gelirse şu ayeti düşünerek sebat et:

Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile (savaş halinde) karşı­laştığınız zaman sebat edin. Ve Allah'ı çok anın ki başarıya erişe­niz. (Enfal/45)

Bir kimse Hz. Peygamber'in Allah'a davet edişi dışında bir yol ile Allah'a davet ediyorsa, bid'at işlemiştir.

ibadetlerinin vaktini bir başka vakte erteleme. O ibadetleri, başka­larını veya benzerlerini geçirmekle, ziyan ettiğin vaktin karşılığı olarak cezalandırılırsın.

Allah'ı zikretmek diline ağır gelmeye, gereksiz laflar sözlerinde çoğalmaya, organların her arzu ettiğini elde etmek için bir hareket içinde olmaya, yararına olacak şeylerde düşünemez hale gelmeye

başlamış ise bil ki bunlar ya senin büyük günahların sebebiyle ve­ya kalbinde nifak arzularının oluşması sebebiyledir. Allah'a sarıl­maktan ve dininde Allah'a karşı ihlaslı olmaktan başka çıkar yo­lun yok. Şu ayet-i işitmedin mi?

...Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılıp dinlerini (ibadetlerini) yalnız O'nun için yapanlar başkadır. İşte bunlar gerçekte (mü'minlerle) beraberdir... (Nisa/146)

(Dikkat ettinse) ayette "mü'minlerdendir" denmeyip, "mü'minler­le beraberdir" denmiştir. Eğer derin bir anlayışa sahip isen bu du­rumu (iyice) düşün.

Hz. Allah iyi bir kulunu değersiz bir hale getirmek istediği zaman, nefsinin hoşlandığı şeyleri ona açar. Dini (hususlardaki) kusurla­rını ise örter. Artık o kimse şehvetini ilgilendiren şeyler içinde he­lak olana değin yuvarlanır durur.

En iyi bilen Allah'tır. [37]

 

Ticâni Tarikatı

 

Soru: Ticâni tarikatı ve kurucusu hakkında bilgi verir misiniz?

Cevap: Mağrib ülkesinde yaygın olan Ticâni tarikatının kurucusu Ebu'l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Muhtar b. Ahmed Şerif Ticâ-ni'dir. Bu zât, hicri 1150, miladi 1737 yılında doğmuştur.

Ticâni edebiyata ilgi duyan bir kimse idi. Mâliki mezhebinin fık­hını ileri derecede öğrendi. Mâliki mezhebi kuzey Afrika'da yaygın du­rumdadır. Şeyh Ticâni usûl ve furû ilimlerinde âlim idi. Va'z ve tasav­vufla meşgul olan Ticâni Allah yoluna, İslâm ve tasavvufa (insanları) davet etti.

Bir süre Fas ve Telmesan'da kalan Ticâni hicri 1186 yılında hacca gitti. Bir ara Tunus'a uğrayan Şeyh Ticâni tekrar Fas'a döndü. Daha sonra Tevât şehrine giden şeyh, tekrar Fas'a döndü. Sanki Fas'ta kal-

maktan hoşlanıyordu. Vefatına kadar orada kalan Şeyh Ticâni hicri 1236, milâdi 1815 yılında vefat etti. Yakın adamlarından biri Ticâni'nin hayatını Cevahir'ul-Meâni isimli bir eserde anlatmıştır.

Ticâni tarikatı hoşgörüye çağıran bir tarikattır. Zira bu tarikatın kurucusu İslâm dininin hakkına ve müslümanların değerine bir zarar getirmeksizin müslüman olmayanlara (bile) hoşgörülü davranırdı.

Ticâni tarikatının prensibi hoşgörüyle davranana hoşgörü ile kar­şılık vermektir. Saldırgan davranana karşı ise şu âyet-i kerimede ifade buyurulduğu gibi davranmaktır:

Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın! Al­lah'tan korkun ve bilin ki Allah kendinden korkanlarla beraberdir. (Bakara/194)

Bundan dolayıdır ki İslâm Dünyasının Şimdiki Durumu isimli ki­tapta şöyle denmektedir:

Ticâniler, ülkelerine giren Fransızlara karşı güç kullanmışlar, da­ha önceleri benimsedikleri hoşgörü anlayışlarında değişiklik yap­mışlardır. Özellikle hicri 13. yüzyılın ikinci yarısında insanların kendilerini Lavigerriest olarak tanıdıkları beyaz misyoner papaz­lar canavarca davranmaya başlayınca Ticâniler de onlara karşı olan hoşgörü anlayışını değiştirmişlerdir.

Ticâni tarikatının kurucusu etrafında toplanıp ona yardımcı olan­lar arasında ileri derecede sivrilen şeyhlerden birisi de Hacı Ömer'dir. Bu zât Şeyh Murâbıt'ın oğludur. Hacı Ömer'i babası yetiştirip (gerek­li) eğitimi vermiştir. Hacı Ömer 1797 (miladi) yılında Senegal'in bir bölgesinde dünyaya gelmiştir.

Hacı Ömer hacca gidip Medine'yi de ziyaret etmiştir. Bir süre Ez-her Üniversitesinde okuyan Hacı Ömer'in bilgi ve kültürü genişlemiştir.

Hacı Ömer 1833 yılında Buruno'ya döndü. Daha sonra Havise'ye gitti. İnsanlara va'z ediyor, onları hikmet, güzel Öğüt ve en iyi yol ile mücadele ederek selefin yoluna çağırıyordu. Hacı Ömer'in bu çalışma­larına kardeşi Ahmed de katılmıştır.

Hacı Ömer Ticânilerden bir ordu oluşturarak putperestlerle savaş­tı ve onları ağır bir şekilde yenilgiye uğrattı. Hacı Ömer zenciler ara­sında büyük bir İslâm saltanatı bırakmıştı.

Hacı Ömer'den sonra bu bölgelerde fetihleri genişleten ve Fransız sömürgecilerine karşı koyanlar çıktı. Bu kimseler Sudan'daki Fransız sömürgecileri için tehlike oluşturuyorlardı. Bunun üzerine sömürgeci­ler Ticânilere karşı katı davrandılar.

Bazı tarihçilerin işaret ettiğine göre Fransa Afrika'daki Ticâni ta­rikatının bu saltanatını yok etmeseydi, neredeyse Afrika'nın tamamı müslüman olacaktı.

Nitekim Şarl Martel'in Bovati de Arablara karşı kazandığı zafer olmasaydı neredeyse Avrupa'nın tamamı müslüman olacaktı.

Cenab-ı Hakk'ın yarattıkları arasında türlü türlü işleri vardır. En iyi bilen Allah'tır. [38]

 

Kaderiyye Ve Cebrîyye

 

Soru: İslâm'a göre Kaderiyye ve Cebriyye mezheplerinin durumu nedir?

Cevap: Kaderiyye kaza ve kader hakkında bir takım sözleri olan bir İslâm mezhebidir. Bunlar, insanın hür olup dilediğini yapan bir var­lık olduğunu söylerler. Zira "Yükümlü olmak güç yetirmeyi, güç yetir­mek de irade ve hürriyeti gerektirir" derler.

Cebriye ise insanın yaptığı işlerde hiç serbestisi olmayıp, her ne yapıyorsa onu yapmaya mecbur olduğunu, insanın her işinde sevk edi­len bir varlık olduğunu söyleyen bir gruptur. Bunlara göre insan rüzga­rın dilediği gibi hareket ettirdiği bir tüy gibidir.

Bu grubun görüşlerini İslâm âlimlerinin çoğunluğu (cumhuru) ka­bul etmemiştir.

Allah en iyi bilendir. [39]

 

MALİKİ MEZHEBİ

 

Soru: Mâlikî mezhebi hakkında bilgi verir misiniz?

Cevap: Mâlikî mezhebi, 2. ve 3. hicri asırdan beri müsfümanlar arasında yaygın ve meşhur olan dört mezhepten biridir.

Bilindiği üzere bu mezhepler Hanefî, Mâlikî, Şafiî ve Hanbelî mezhepleridir. Allah bu mezhepleri oluşturan âlimlerden razı olsun.

Mâlikî mezhebinin imamı değerli bir âlim olan Mâlik b. Enes'tir. O Hz. Peygamber'in şehri olan Medine'nin/hicret yurdunun ve hicaz halkının imamıdır.

İmam Mâlik, Medine fıkhını ve yedi fıkıh âliminin fıkhını kendi­sinde toplayan bir âlimdir. Bu yedi fakih hükmün, kendilerinin sözüy­le kararlaştığı kimselerdir. Bunlar Ebubekir b. Abdurrahman b. Haris b. Hişam, Kasım b. Muhammed b. Ebubekir es-Sıddîk, Urve b. Zübeyr b. Avvâm, Sâid b. Müseyyeb. Süleyman b. Yesar, Hârice b. Zeyd, Ubeydullah b. Abdullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ut'tur. Allah hep­sinden razı olsun. [40]

 

İmam Mâlikin Çağı

 

İmam Mâlik hicretin birinci yüzyılı dolmadan bir kaç yıl önce dünyaya gelmiş, ikinci yüz yıl sona ermeden 20 yıl kadar önce de ve­fat etmiştir. 85 yıldan fazla yaşayan İmam Mâlik'in ömrünün yaklaşık yarısı Emeviler, diğer yarısı da Abbasiler döneminde geçmiştir.

İmam Mâlik'in yaşadığı Emeviler dönemine baktığımız zaman, dini ve dünyevi yönelişlerin, siyasi ve fikri hareketlerin hayli yaygın olduğunu görürüz.

Hilafet bu dönemde krallığa dönüşmüş, bunun ardından bir takım fitne ve çalkantılar peyda olmuştur. Arab milliyetçiliği açık bir şekilde Emevi döneminde ortaya çıkmışır. Bu dönemde Arab olmayanlara fa­natik denecek derecede davranışlar başlamış, zaman zaman köle kö­kenli insanlara baskı şiddetlenmiş, topluma çeşitli entrika ve tuzaklar hazırlanmış, Hz. Peygamber'in ehl-i beytine karşı baskı ve zulümler ortaya çıkmıştır.

Daha sonra hicretin 132. yılında Abbasiler gelip taraftarları ile bir­likte, Emeviler dönemine son verdiler. Aslında Hz. Ali soyundan olan­larla amcazade durumunda olmalarına rağmen aralarında şiddetli ihti­laflar olmuştur.

Daha önce Emeviler döneminde ortaya çıkan Arab milliyetçiliği­ne sanki bir çeşit tepki olmak üzere, Abbasiler döneminde Arab olma­yanlara ilgi gösterilmeye başlanmış, çeşitli mezhep ve fırkalar çoğal­mış, tercümeler aracılığı ile İran, Hind düşüncesi ve Yunan felsefesi ile ilişkiler gelişmiştir.

Bu dönemde sosyal ve maddi hayat, Allah'ın müslüman ve Arab toplumlarına yeni ülkelerin fethedilmesi yoluyla pek çok kazançlar na­sip etmesi ile gelişme göstermiştir. Bu arada sosyal hayat ile dini me­tinler arasında uyum sağlama gayretleri başlamıştır.

Böylece İslâm fıkhında kaviller çoğalmış, çeşitli mezhep ve gö­rüşler ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler sonunda ilmi ve dini yaşantıda iki yol veya metod belirmiştir.

Bunlardan birincisi nakil yolu veya hadis ve eser ehlinin mezhe-bidir.:.Bir başka deyişle Kur'an ve hadis metinlerine bağlı olma meto­dudur. Bu yol ve metodun taraftarlarının çok olması doğaldır. Çünkü müslümanlar büyük bir titizlikle şerefli kitapları Kur'an'ın nuru ile ay­dınlanmak ve Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrir yolu ile ortaya koy­duğu sünnetine uymak istemektedirler.

İki metod veya yoldan ikincisi akılcılık veya rey ehli'nin yoludur. Bu metodda, Kur'an ve sünnetin naslarını kabul ve onlara saygı gös­termekle beraber Kur'an ve hadisin ortaya koyduğu hususlarda yorum yapmak, içtihatta bulunmak ve hüküm çıkarmak üzere akıl yürütmek söz konusudur.

Bu ekolün belirli bir Ölçüde genişlemesine toplumun genişlemesi katkıda bulunmuştur. Yanısıra bir şekilde İslâm toplumuna giren Yunan düşüncesinden de etkilenmiştir. Bu itibarla ikinci ekol, hükümlerin ge­rekçelerini ve hükmün veriliş hikmetini arama hususunda akla önemli bir yetki vermiştir.

Rey ekolü Irak çevresinde yaygınlaşmıştır. Çünkü Irak o günler­de İslâmî ilim çevrelerinin en güçlüsü durumundadır. Ayrıca Irak'ın ilim yönünden derin bir geçmişi vardır. Üstelik Rey ekolünü oluştu­ranlarda düşünme ve araştırma yeteneği vardır. Öte yandan Irak'ın, çeşitli yönelişlerin bulunduğu İran ile direkt denebilecek bir ilişkisi vardır.

Birinci ekol olan "Nakil ekolü" genelde Hicaz bölgesinde, özel olarak da Medine-i Münevvere'de yaygındır. Çünkü Medine peşpeşe gelen fetihlerle ortaya çıkan farklı milletten olan kimselerin ortaya koyduğu maddi ve sosyal akımların önünde uzun bir süre durabilen güçlü bir direniş kayası olmaya devam etmiştir.

Medine'de hayat, diğer yörelere göre daha sâdedir. Medine'nin Hz. Peygamber ile sağlam bir ilişkisi vardır. Çünkü Hz. Peygamber oraya hicret edip yelerleşmiş, sonunda orası ebedi istirahatgâhı olmuştur,

Hz. Peygamber'in kabr-i şerifinin çevresinde ilk dönem müslü-manlarından pek çoğu yerleşmiştir. Bu insanlar Hz. Peygamber'in sün­netine sıkı sıkıya sarılmışlardır.

İşte hayatını Medine'de geçiren İmam Mâlik, ifade ettiğimiz Me­dine'deki özelliklerden ve Medine'deki insanlardan etkilenmiştir.

İmam Mâlik Emevilerden Velid b. Abd'ul-Melik zamanında dün­yaya gelmiş, Abbasilerden Harun Reşid zamanında vefat etmiştir. Mâ­lik, bu iki devlette pek çok şey görmüş, ikisi arasındaki çekişme ve

mücadelelere şahit olmuş, toplumda gelişen Arab, Hind, İran kültürü­nün ve diğer kültürlerin İslâmiyet'le iletişimini görmüştür.

Uzun bir ömür yaşayan İmam Mâlik Abbasilerle Hz. Ali taraftar­larının çekişmelerini, Haricilerin şiddet dolu karakterini Şiâ ile Ehl-i Sünnet arasındaki kavgaları, Haricilerle diğerleri arasındaki kavgaları görmüş ve yaşamıştır.

Tüm bunların İmam Mâlik ve sahip olduğu kültür üzerinde etkisi­nin olması kaçınılmazdı. [41]

 

İmam Malikin Doğum Yeri

 

İmam Mâlik hicri 93 yılında Zül Merve denilen yerde dünyaya gelmiştir.[42] Burası Medine-i Münevvere'nin kuzey kısmında çölde, vâ-hâ gibi bir yerdir. Söylendiğine göre İmam Mâlik'in annesi, Mâlik'in doğumundan önce iki veya üç hamilelik dönemi geçirmiştir.

İmam Mâlik Medine çevresinde bir vadi olan Akike'de bir süre kalmış sonra Medine'ye yerleşmiştir.

Mâlik'in soyu şöyledir: Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebi Âmir b. Amr b. Gaymân b. Hasil b. Amr b. Haris.

Haris, Teym b. Mürre oğullarının müttefiklerindendir.

Mâlik'in ikinci dedesi olan Ebû Âmir b. Amr Hz. Peygamber'in ashabından olup, Bedir savaşı dışında Hz. Peygamber'in tüm savaşla­rına katılmıştır. Birinci dedesi Mâlik b. Ebi Âmir tabiîn'in büyüklerin­den olup künyesi Ebû Enes'tir. Kendisi Hz. Ömer, Talha, Hz. Aişe, Ebu Hureyre ve Hassan b. Sâbit'ten hadis rivayet etmiştir. İmam Mâlik'in birinci dedesi, yıkama ve kefenleme işlemlerinden sonra Hz. Osman'ı geceleyin kabrine götüren dört kişiden biridir. Rivayet olunduğuna gö­re Hz. Osman kendisini Afrika'ya göndermiş, o da fetihten sonra geri dönmüştür.

İmam Mâlik'in birinci dedesi, Hz. Osman'ın Kur'an'ı toplama işinde Kur'an'ı yazanlardan biridir. Beşinci Raşid Halife olarak bilinen Ömer b. Abd'ül-Aziz kendinden danışman olarak yararlanırdı.

İmam Mâlik'in babası olan Enes hakkında tarih, doyurucu bir bilgi vermiyor. Hakkında bildiğimiz onun Zül Merve denilen yerde yaşadığı­dır. İlime karşı hoş bir şekilde ilgi duymuş ise de ilimle meşgul olduğu açık bir şekilde bilinmemektedir. Belki bazı hadisleri biliyordu. Kötü-rüm olmasına rağmen evinin geçimini okçuluk yaparak sağlıyordu.

İmam Mâlik'in annesi Galiye b. Şerik el-Ezdiyye'dir. Adının Tal­ha olduğunu söyleyenler varsa da doğru olanı birincisidir. İmam Mâ­lik'in ailesi fetva ve hadis ile uğraşır idi. [43]

 

İmam Malikin Yetişmesi

 

İmam Mâlik çocukluk dönminde Kur'an'ı ezberledi. Ondan sonra, hadisleri ezberlemeye başladı. Sahabenin fetvasını, rey ekolünün fık­hını ve dine aykırı eğilimlere verilecek cevapları öğrendi. İmam Mâlik ilim tahsilinde çok ileri derecede idi. Allah kendisine güçlü bir hafıza ve ezberleme kudreti vermişti. İlk başlarda fakir idi, sonraları Cenab-ı Allah rızkını bollaştırdı.

Tarihin kaydettiğine göre daha küçük yaşlarda iken annesi Mâlik'e "Rabia'ya git, edebden önce onun ilmini öğren!" derdi.

Rabia, tabiîn'in değerlilerinden olup adı Ebû Osman Rabîa b. Ebû Abdurrahman Furûh el-Kureşî'dir. Rey ve akıl yürütmede meşhur ol­duğu için kendisine Rabî'at'ur-Rey denirdi. Medinelılerin fetva başka­nı idi. Halkın en karmaşık meselelerini o çözerdi. İlim ve anlayışta bü­yük mertebe sahibi olduğu ve güvenirliliği hususunda ilim adamları görüş birliği etmişlerdir.

Yahya b. Said onun hakkında şöyle demiştir: "Rabîa'dan daha akıllı birini görmedim." İmam Mâlik de onunla ilgili olarak: "Ra-bîa'nın vefatından beri fıkhın tadı gitti" derdi. Rabîa bir rivayete göre

Medine'de, başka bir rivayete göre Irak'ta Enbar bölgesinde Haşimiye şehrinde hicri 136 yılında vefat etmiştir.

Rabîa'dan sonra İmam Mâlik sayılan pek çok hocalardan ilim öğ­renmiştir. Bu konuda Nevevi şöyle diyor: "İmam Mâlik 900 hocadan ilim öğrendi. Bunlardan 300'ü tabiînden, 600'ü etba'ut tâbiîndendir. Bunların en önde gelenlerinden birisi Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rac'dır."

İbn Hürmüz'den ilim öğrenişini İmam Mâlik kendisi şöyle anlatı­yor: "Benim, İbn Şihab yaşında bir kardeşim vardı. Babam bir gün bi­ze bir mesele sordu. Kardeşim meseleyi doğru bildi, ben ise hatâ ettim. Babam bana: 'Güvercinlerde oynamak) ilim öğrenmene engel oluyor!' dedi. Bunun üzerine devamlı İbn Hürmüz'den ilim öğrenmeye başla­dım. Yedi yıl boyunca başka hiç bir hocaya gitmemek üzere ondan ilim öğrendim. Yanımda hurma bulundurur, bunları İbn Hürmüz'ün çocuk­larına vererek: Birisi size babanızı sorarsa, "babam meşgul" deyiniz diye tenbih ederdim."

İbn Hürmüz birgün hizmetine bakan cariyesine: "Kapıda kim var?" diye sormuş. Kadın İmam Mâlik'i kasdederek: "Orada o kumral (oğlan)dan başka kimse yok" cevabını vermiş. Bunun üzerine İbn Hür­müz: "Çağır onu, o insanların bilginidir" demiştir. Bu demektir ki ho­cası, çok erken bir zamanda zeki öğrencisindeki dehâ pırıltılarını göre­rek onu "insanların âlimidir" şeklinde vasıflandırın ıştır.

İmam Mâlik'in hocalarından bir diğeri de Abdullah b. Ömer'in azadlı kölesi Nâfi'dir.

Nâfi değerli bir tabiîdir. Güvenilir bir zat olup, pek çok sahabiden hadis rivayet etmiştir. Kendisi çok hadis bilirdi. Pek çok kimse Nâ-fi'den hadis rivayet etmiştir. Ondan hadis rivayet edenlerden bazıları şunlardır:

1. Ca'fer b. Muhammed Bakır. Bu zâtın seyyid ve değerli bir âlim olduğunda görüş birliği vardır.

2.  Muhammed b. Müslim ez-Zührî. Bu zât tabiînden olup, güçlü bir hafızaya sahip ve pek çok ilimleri kendisinde toplamış bir kimse idi.

3.  Yahya b. Said el-Ensâri. Bu zât tabiinden güvenilir bir kimse olup Medine kadısı idi. Çok hadis bilen bu zat, değerli bir fıkıh bilgi­ni ve ilimde hüccet idi.

4.  Seleme b. Dînar Ebû Hazım Sûfi. Bu zât vaazları ve güzel ko­nuşmaları ile meşhur idi.

5. Abdullah b. Dinar. Bu zat da tabiînden olup güvenilir bir kim­se idi.

İmam Mâlik'den de hadis rivayet eden pek çok kimse vardır. [44]

 

Hoca Olarak İmam Mâlik

 

İmam Mâlik ders okutmaya delikanlı denecek bir yaşta iken baş­lamıştır. İmam Mâlik'in, ders okutmaya başladığında 17 yaşında oldu­ğu rivayet edilmiştir. Her ne kadar akla yakın olanı bu yaşlardan daha sonraki yıllarda ders okutması ise de o genç yaşta hocalığa başlamıştır.

Ders okutmak için Hz. Peygamber'in mescidini seçen İmam Mâ­lik, ders okuturken âdil halife Hz. Ömer'in oturduğu yerde otururdu. Aslında burası Hz. Peygamber'in oturduğu yer idi. İmam Mâlik hasta-lanıncaya kadar ders okutma işini evine taşımayıp, Öğrencilerini Mes-cid-i Nebî'de okutmayı sürdürdü.

İmam Mâlik neticede büyük bir âlim olarak tezahür etmişti. Bu yüzden öğrenciler onun derslerini izlemek için izdiham oluşturdular. Nihayet çeşitli insanlar katında yüce bir mertebe sahibi olup toplum içinde şanlı bir kimse oldu.

Öğrencilerinden biri olan Ebû Mus'ab şöyle diyor: "İnsanlar Mâ­lik b. Enes'in kapısında sıkışıklık meydana gelecek derecede kalaba­lık olurdu. Kalabalıktan insanlar kapıda dövüşürlerdi. Biz Mâlik'in ya­nında iken, kimse kimse ile konuşmaz, kimse kimseye yönelmezdi. insanlar sessizliği korumak için başını uzatarak dersleri izlerlerdi. Sultanlar bile onun heybetinden çekinir, bir şeyler söyleyerek (soru sorarak onu) dinlerlerdi. İmam Mâlik ise sorulan mesele hakkında evet veya hayır derdi. Kendisine "Bunu neye dayanarak söylüyor­sun?" denilemezdi."

İmam Mâlik herhangi bir meselede önce Kur'an'a müracaat eder, daha sonra Kur'an'daki hükmü anlamak için hadisten yardım alırdı. Fakat o hadis rivayetinde çok inceleyici davranır, hadisin sahih olanı ile olmayanını birbirine kanştırmazdı. Medinelilerin uygulamasını fı­kıhta hüccet sayardı. Fetvalarında sünnete sarılır şu beyti tekrarlar dururdu:

En hayırlısı sünnete uymaktır din işlerinin En kötüsü ise bid'attır bilin.

Beyitteki bid'at dinî konularda sonradan ortaya çıkan iştir. İmam Mâlik bu sözü ile sanki şu hadise işaret ediyordu:

İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılandır. (Dinde) sonradan çıkarılan her şey bid'attır. Her bid'at sapıklıktır.

İmam Mâlik bir meselede fetva vermezden önce uzun uzun düşü­nür ve şöyle derdi: "Bazen bana bir mesele gelir, ben o meselenin ceva­bını (hakkıyle) verebilmek için gecenin tamamını uykusuz geçirirdim."

Kendisine soru sormaya gelen kimseye: "Sen git, ben bir düşünüp bakayım" derdi. Soruyu soran kimse gider, bir süre sonra sorusunun cevabını almaya gelirdi.

Anlaşılıyor ki o kendisine sorulan bir meselenin cevabını hemen vermeye yönelmez, cevabın doğruluğundan emin olmadıkça fetva ver­mezdi. Onun böyle davranmasından dolayı bazı kimseler ileri geri ko­nuştular. Bunun üzerine İmam Mâlik ağlayarak şöyle dedi: "Ben kor­karım ki bu meselelerden dolayı bana büyük (güçlük verecek) bir gün olsun."

O bu sözleri ile ihtimal ki kıyamet gününü kasdediyordu. Buradan İmam Mâlik'in fetva verme sorumluluğunu takdir ettiğini, insanın ağ­zından çıkan fetvadan (yarın) Allah'ın huzurunda sorumlu olacağı so­nucunu çıkardığını anlıyoruz.

Bir gün İmam Mâlik'e birisi gelerek bir soru sordu. İmam ise ce­vabını düşünmek için süre istedi. Soruyu soran kimse ona: "Bu basit bir meseledir" dedi. Yani adam, bu düşünmeyi ve cevabını geciktirme­yi gerektirmez demek istemişti. İmam Mâlik buna kızarak soru soran kimsenin iyi bir şey yapmadığını bildirip şöyle dedi: "Basit, kolay bir mesele ha! İlimde hiç bir şey hafif değildir. Cenab-ı Hakkın şu sözünü işitmedin mi:

Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz. (Müzzem-mil/5)

İlmin hepsi ağırdır. Özellikle kıyamet gününde hesabı sorulacak olanlar!"

İmam Mâlik fetva sorumluluğundan ileri gelen bu korkuyu teyid ederek şöyle demiştir: "Bana helâl ve haramlarla ilgili şeyler hususun­da soru sorulmasından daha zor gelen hiç bir şey yoktur. Çünkü bu, Al­lah'ın dini ile ilgili bir şeyde kesin olarak söz söylemektir."

Bundan dolayıdır ki İmam Mâlik'in araştırma yapmadan fetva vermediğini görmekteyiz. O buna rağmen verdiği fetvanın doğrunun ta kendisi olduğunu söylemez, soru soran kimseyi söylediğine mutlak teslim olmama hususunda uyarır, şöyle der idi: "...Ancak bir takım tahminlerde bulunuyoruz. Onun hakkında kesin bir bilgi elde etmiş değiliz."

Hatta bazı çetrefilli veya kapalı, yahut tereddütlü meselelerde uzun süre düşünmüş olmasına rağmen kesin görüş bildirmez ve şöyle demekten çekinmezdi: "Ben mesele üzerinde on yıldan fazla bir süre­den beri düşünmekteyim. Şu ana kadar mesele hakkında tam bir kana­ate ulaşmış değilim."

İlim, sahili olamayan bir deniz, derin bir okyanustur. Kişi bazı şeyleri bilse, bazı şeyleri bilemez.

Her şeyi bilen celil olan Allah'tır. Bunun içindir ki ilim adamları­nın ve fıkıh bilginlerinin usulü, bilgi ve kesin delil olmaksızın fetva vermeye kalkışmamaktır.

İşte İmam Mâlik bu konuda bize güzel bir örnektir: îmam Mâlik'e bir vakit 48 mesele sorulmuş, İmam bunların 32'sine (yani üçte ikisi­ne) "bilmiyorum" cevabım vermişti.

Uzak bir yerden bir adam gelip İmam Mâlik'e şöyle dedi: "Mem­leketimin halkı bir meseleyi sormam için beni sana gönderdiler." İmam Mâlik: sor dedi. Adam ona bilmediği bir mesele sordu. İmam: "Ben (bunu) iyi bir şekilde bilmiyorum" deyince adam dehşet içeri­sinde kaldı ve İmam Mâlik'e: "Ben memleketime dönünce şehir hal­kına ne diyeceğim?" dedi. Bunun üzerine İmam: "Onlara İmam Mâ­lik ben (bu meselenin cevabını) iyice bilmiyorum dedi dersin" cevabı­nı verdi.

Bir başkası İmam'a gelerek bir mesele sordu. Mâlik "bilmiyorum" cevabını verince adam bunu garipseyerek: "Senin bilmiyorum dediği­ni (başkalarına) söyleyebilir miyim?" dedi. İmam Mâlik'in adama ce­vabı şöyle oldu: "Evet benim bilmiyorum dediğimi anlatabilirsin."

İmam Mâlik bununla yetinmeyerek bu hususta bir prensip koyup şöyle dedi: "Âlim kişi, kendileri ile oturup ilim konuştuğu kimselere bilmiyorum demeyi miras bırakmalıdır. Tâ ki böylece (ilerde) onlar bil­medikleri bir mesele sorulduğunda bilmiyorum demeye sığınmayı öğ­rensinler."

İmam Mâlik vukubulmuş meselelere cevap vermeyi prensip edin­miştir. Varsayımlar üzerine veya karmaşık görünen meselelere cevap vermeyi sevmezdi. Bu tür konulara cevap vermeyi, bir çeşit yapmacık ve zorlama hareket olarak görür, veya önemsiz bir şeye temas etmek sayardı. Bundan dolayıdır ki kendisine, vukubulmamış bir mesele so­ran kimseye şöyle cevap verdiğini görmekteyiz: "Olan bir şeyi sor, ol­mamışı bırak!"

Bir başkası ona aynı tarzda bir soru sorunca ona cevap vermemiş, adam: "Bana niçin cevap vermiyorsun?" deyince, İmam Mâlik şu ce­vabı vermiştir: "Faydası olan bir şey sorsaydın, sana mutlaka cevap ve­rirdim!" [45]

 

Maliki Mezhebinin Prensipleri

 

Bazı kimseler İmam Mâlik'in hadise bağlılığını ve ondan dışarı çıkmayacağını ilan etmesiyle kendi fıkhı ekolünde geniş olan alanı da­ralttığını sanır. Keza bazı kimseler hadisin onun için yegâne fıkıh kay­nağı olduğunu zanneder. Bu zan yerinde değildir. Çünkü İmam Mâlik fıkhı için pekçok kaynağı dikkate almaktadır. Şöyle ki:

İl O daha önce geçtiği üzere kaynak olarak ilk başta Kur'an'ı al­maktadır. İmam Mâlik Kur'an'ı diğer delillerden önce dikkate almak­tadır. O'na göre Kur'an'ı tefsir edecek kişinin Arabçayı bilmesi şarttır. Bunun içindir ki bir sözünde şöyle demiştir. "Arabçayı bilmedği halde Kur'an'ı tefsir eden bir kimse bana getirilirse onu mutlaka cezalandırı­rım." İmam Mâlik, Kur'an'ın tefsirine İsrailî kaynaklardan giren bilgi­leri kabul etmezdi.

İmam Mâlik'in Kur'an'ı, dini hükümlerin ilk kaynağı olarak gör­mesi, onun, dinin temeli, İslâm'ın temel yasası ve Allah'ın vahyi olma­sındandır.

Kim, Allah'tan daha doğru sözlü olabilir? (Nisa/122)

İmam Mâlik'in Allah'ın kitabına ne derece önem verdiğini, Mâli-kî mezhebinin ileri gelen âlimlerinden bir zat güzel bir şekilde anlat­mıştır. Bu zat hicri 790 yılında vefat eden Allâme İbrahim b. Musa b. Muhammed Lahmî el-Ğırnâti eş~Şâtıbî'dir. Bu âlim Muvafakat isimli kitabında şöyle diyor:

Kur'an dinin külli esasları, İslâmiyet'in direği ve hikmetin kayna­ğıdır. Kur'an risaledir, gözlerin ve gönüllerin nurudur. Kur'an'siz kurtuluş yoktur. Kur'an'a aykırı olan şeye sarılınmaz. Bunlar bir açıklamaya ve delil göstererek isbat edilmeye muhtaç değildir. Çünkü bunlar bilinen şeylerdendir. Böyle olunca dinin genel kurallarını bilmek, amaçlarını anlamak ve onlara ulaşmak isteyen kimseye Kur'an'i yoldaş edinmesinin, arkadaş gibi ondan ayrıl­mamasının, gece ve gündüz boyunca hem bilgi hem uygulama yö­nünden onunla birlikte olması gerektiğinin zorunlu olarak lazım olduğu ortaya çıkmış olur. Bu söylediklerimize gücü yeten kimse

için mesele yoktur. Eğer gücü yetmiyorsa, Kıır'an'ı açıklayıcı olan hadislerin yardımı ile güçsüzlüğünü ortadan kaldırabilir. Hadisle de gücü yetmiyorsa daha önce geçen âlimlerin ve geçmiş büyük­lerin söyledikleri sözlerle buna güç yetirebilir.

Şâtıbî, Kur'an'dan hüküm çıkarmaya güç yetirmenin, ancak araş­tırıcının Hz. Peygamber'in sözlerini kendisine rehber ve delil edinme­si ile mümkün olacağını söyledikten sonra İmam Mâlik'in hadisi dini hükümler için ikinci kaynak saymasında bir gariplik yoktur. Çünkü ha­disler Kur'an'ın açıklayıcısı ve yorumlayıcısıdir. Allah, Peygamber1! ve onun sünneti hakkında şöyle buyurmaktadır:

Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa on­dan da sakının, Allah'tan korkun. Çünkü O'nun azabı çetindir. (Haşr/7)

Kim Rasûle itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. (Nisa/80)

İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için sana da bu Kur'an'ı indirdik... (Nahl/44)

Hayır; rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususun­da seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar. (Nisa/65)

Andolsun ki, Rasûlullah'ta sizin için, Allah'a ve ahiret gününe ka­vuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en güzel bir ör­nek vardır. (Ahzab/21)

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Dikkat edin! Bana Kur'an ve onun misli verildi.

Allah Rasûlünün haram kıldığı, Allah'ın haram kıldığı gibidir.

2. İmam Mâlik sahabe fetvasını da esas almaktadır. Mâlik, saha­benin uygulamasının sünnet olduğu görüşündedir. Bundan dolayıdır ki beşinci raşid halife Ömer b. Abd ul-Aziz'in şu sözü Mâlik'in hoşu­na gider:

Hz. Peygamber ve kendisinden sonra yönetime gelenler, bir takım esaslar koymuşlardır. Bunları alıp benimsemek, Allah'ın kitabını tasdik etmek, Allah'a itaati tamamlamak ve Allah'ın dinini güçlen­dirmektir. Hiç bir kimse onları değiştirip bozamaz ve onlara aykı­rı olan şeyi dikkate alamaz. Onların koydukları esaslara uyan, hi­dayeti bulur. Onlardan yardım alan zafere erer. Onlara aykırı dav­ranan ve müslümanların yolundan başka yola uyanı Allah yönel­diği aykırı yolda daim kılar ve cehennemine yaslar. O cehennem ne kötü gidecek yerdir?

Burada şuna dikkat edelim ki beşinci râşid halife Ömer b. Abdü'l-Aziz "Hz. Peygamber'den sonra yönetime gelenler" ifadesiyle râşid halifeleri kasdetmektedir. Onlar sahabenin önde gelenlerindendir. "On­ların koydukları esaslara uyan, hidayeti bulur" ifadesine ise sahabe de girmektedir.

İmam Mâlik'in en büyük eseri olan Muvatta'a baktığımız zaman Hz. Peygamber'in hadisleri yanında sahabenin fetvasının da eklenmiş olduğunu görürüz. Bu fetvalar kitapta pek çoktur. Bunlardan bir kaç örnek verelim:

a.   Mâlik'in Muvatta'mda Hz.  Ömer'den naklettiğine göre bir adam, birisine (tahıl cinsinden) -bedelini başka bir cinsten vermek üzere- yiyecek verir ve adama: 'Taşıma parası ne olacak?" der. Du­rumdan haberdar olan Hz. Ömer bunu hoş görmemiş, mekruh saymış­tır. Hz. Ömer'in bu fetvasına dayanarak İmam Mâlik bu tür (yani alış verişe ayrıca taşıma parası gibi bir şart eklenen cinsten) alışverişleri men etmiştir. Zira bu tür bir işlemi, menfaat sağlayan bir ödünç verme saymıştır. Menfaat sağlayan ödünç işlemleri faizdir.

b.  Mâlik'in Muvatta'mda Abdullah b. Ömer'den naklettiğine göre bir adam Abdullah b. Ömer'e gelerek der ki: "Ey Ebâ Abdirrahman! "Ben bir adama verdiğimin aynını bana geri vermek üzere bir mal ver­dim fakat geri verirken benim verdiğimden daha kaliteli olmasını şart koştum" der. Abdullah b. Ömer adama: "İşte bu (kalite fazlalığı şartı) faizdir" cevabım verir.

Adam: "Ey Ebâ Abdirrahman bana ne emredersin?" diye sorar.

Abdullah b. Ömer şöyle der: "Veresiye takaslar üç çeşittir:

1. Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için verilen,

2. Arkadaşının hoşnutluğunu kazanmak için verilen,

3.  Malın kötüsünü verip, sonra yerine iyisini almak için verilen. İşte bu faizdir."

Adam (tekrar): "Benim nasıl hareket etmemi istersin?" diye sordu.

Abdullah b. Ömer şöyle dedi: "Görüşüm odur ki adamla yaptığın senedi yırt. Eğer sana senin verdiğin malın aynı benzerini verirse ka­bul edersin. Senin verdiğinden daha düşük kalitede bir mal verirse se­vabı sana olur. Gönül hoşluğu ile senin verdiğinden daha kalitelisini verirse bu arkadaşının kendisine malı geri verinceye kadar bekleme müddetinin karşılığı olarak kendiliğinden yaptığı bir teşekkür olur."

Mâliki mezhebinin önde gelen âlimlerinden olan Şâtıbî bir husu­sa dikkat çekiyor: İmam Mâlik Hz. Peygamber'in sünnetinin yanında sahabe fetvasına çokça yer vermektedir. Bundan dolayıdır ki "Sünne­tin imamı" denmeye hak kazanmıştır. Bu yüzden Şâtıbî Muvafakât'm-da şöyle der: "İmam Mâlik sahabeye ve onların yolundan gidenlere aşırı derecede önem verdiği için Cenab-ı Hak onu başkalarına rehber kılmıştır. Mâlik'in çağdaşları onun izinden gitmiş, onun yaptıklarına uymuşlardır. Bu sonuç onun Allah ve Peygamberinin övdüğü kimseler olan Allah yandaşlarına uymasından olmuştur. Gerçekten Allah yan­daşları kurtulanların tâ kendileridir."

İhtimal ki Şâtıbî Allah'ın övdüğü kimseler derken şu âyetlere işa­ret etmek istemiştir.

Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirle­re karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükua va­rırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tev­rat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir:

Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalın­laşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendir­mekle kâfirleri öfkelendirir. Allah inanıp iyi işler yapanlara mağ­firet ve büyük mükâfat vaad etmiştir. (Feth/29)

(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk Muhacirler ve En-sâr ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan ra­zı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, için­de ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamış­tır. İşte bu büyük kurtuluştur. (Tevbe/100)

3.  İmam Mâlik sahabenin sözünü hüccet olarak almakta ve onu sünnetin bir dalı olarak değerlendirmektedir. Çünkü sahabe ya Hz. Peygamber'den aktarmakta veya içtihadı ile bu fetvayı vermektedir. Sahabe Hz. Peygamber'in izlerine uyarak ictihad ettiğinden onların iç­tihadı da bir sünnet veya ona katılmış bir şey olur.

4. İmam Mâlik sahabe kavli yanında tabiînden bazılarının sözünü de (delil olarak) almaktadır. Çünkü fıkıhtaki köklülüklerini, doğruluk­taki titizliklerini ve fazilette öne geçmiş olduklarım bilmektedir. İmam Mâlik'in sözlerini delil olarak aldığı tabiînden bazıları şunlardır: Ömer b. Abd'ül-Aziz, Said b. Müseyyeb, İbn Şihab Zühri ve Abdullah b. Ömer'in azadlı kölesi Nâfi.

5. İmam Mâlik, icma'ı da (fıkhına kaynak olarak) almaktadır. Bazı fıkıh araştırmacılarının söylediği üzere icma, ümmet-i Muhammedin ehl-i hal ve akd olanlarının bir mesele üzerinde ittifak etmesidir. İttifak­tan maksad sözde, eylem veya itakatta (aynı şeye) katılmaktır. Ehl-i hal ve akd'dan maksat dini hükümlerde müctehid (derecesinde) olanlardır.

İmam Mâlik'in icmâ'ı, kaynak kabul ettiğini açık bir şekilde gös­teren şey şudur: Onun pek çok yerde şöyle dediğini görüyoruz: "Bu mesele bize göre üzerinde icma edilmiş bir meseledir." İmam Mâlik bizzat kendisi bu sözün ne anlama geldiğini şöyle açıklamaktadır: "Bi­zim icma edilmiş dediğimiz şey, ilim ve fıkıh ehli olanların söz birliği edip, ayrı ayrı düşünmedikleri şeydir."

Görünen odur ki onun ilim ve fıkıh ehlinden kasdettiği, Medine-i Münevvere'nin ilim ve fıkıh ehlidir. Çünkü O "bize göre" demektedir.

Biliyoruz ki İmanı Mâlik Medine'de yaşıyordu. Bundan dolayıdır ki ba­zı araştırmacılara göre İmam Mâlik'e göre icma Medinelilerin icmâ'ıdır.

İmam Mâlik Medinelilerin uygulamasını fıkhının kaynaklarından birisi sayardı. Çünkü insanlar Medine'deki ilk zamanların müslüman-larına tabidirler. Medine ise Hz. Peygamber'in hicret ettiği yerdir. Kur'an'm pek çoğu orada inmiştir. Medine'nin fıkıh âlimleri vahyi ve sünneti en iyi bilen kimselerdir. Bu sebepten, İmam Mâlik Medine âlimleri topluluğuna muhalefet eden Leys b. Sa'd'ı ayıplamıştır. Zira insanlar, Kur'an'ın indiği yer olan Medine halkına tabidirler. Helâl ve haramın açıklaması orada olmuştur. Kur'an vahy olarak inip dururken onlar Hz. Peygamber'in yanında idiler. Hz. Peygamber emreder, onlar itaat ederdi. Hz. Peygamber bir şeyin sünnet olduğunu bildirince onlar ona uyarlardı. Bundan dolayıdır ki İmam Mâlik Medine halkının ic-mâ'ını bazen tek kişinin rivayet ettiği hadisten öne alırdı. Çünkü tabi­idir ki bir topluluğun söz birliği ettiği şey, tek tek kişinin naklettiğin­den daha kuvvetlidir.

Karafi Medine ehli'nin uygulaması hakkında şöyle diyor: "Tered­düt ettiği yerde İmam Mâlik'e göre Medine ehlinin icmâ'ı hüccet (de-lil)dir. Bu, diğer fıkıhçılara göre böyle değildir. Bizim delilimiz şu ha­distir: "Körüğün demirden kiri (pası) yok edişi gibi, Medine de kirleri yok eder." Hata bir çeşit kirliliktir, yok edilmesi gerekir. Çünkü o gün­kü Medine halkı sahabe ve tabiînden, oğullar babalardan (duyup öğ­rendiklerini) aktarıyorlardı. Bunların haberi zan ve tahmin olmaktan çıkar, kesinlik kazanır. Mâliki mezhebi âlimlerinden kimileri "Medine­lilerin icmâı mutlak olarak hüccet (delil)dir" demişlerdir."

Burada bir hususu dikkate almamız gerekiyor: İmam Mâlik'in te­reddütsüz kabul ettiği Medine ehlinin icmâ'ı hadislerle ilgili (nakle da­yanan) icmâ'dır. Çünkü Medinelilerin nakil hususundaki icmâ'ı, nakle­dileni mütevatir yapar. Medinelilerin nakil ile ilgili olmayıp ictihad mahsulü icmâı'nı da İmam Mâlik delil olarak almaktadır. Fakat onların bu husustaki icmâ'ı, nakil hususundak icmâ'ınm derecesine ulaşmaz.

İbn Haldun Medine ehlinin uygulaması hakkında meşhur Mukad-dime'smde şunları söylemiştir:

Hicaz halkının, hicret yurdunun imamı Mâlik b. Enes el-Esba-hî'dir. O, hükümleri anlamakta geçerli olan anlama yollarından fazlasını elde etme özelliğine sahiptir. Çünkü İmam Mâlik, Medi­nelilerin bir işi yapmak veya terk etmek hususunda ittifak edip et­mediklerini görmüştür. Onlar dinlerinin zorunlu olarak bilinmesi ve uyulması gereken meselelerini kendilerinden öncekilerden al­mışlardır. Böylece Hz. Peygamber'in yaptıklarını gören ve yaptık­larını Peygamberden alan nesle kadar uluşmışlardır.

İşte bu sebeple Medinelilerin uygulaması, İmam Mâlik'e göre di­ni delillerin asıllarından olmuştur. Pek çok kimse bu durumu ic-mâ'dan zannedip böyle bir şeyi kabul etmemiştir. Çünkü icma sa­dece Medinelilerin icmâ'ı olmayıp, ümmet-i Muhammedin tama­mı tarafından yapıldığı takdirde icma olur.

Bil ki icma içtihada dayalı bir şeyde ittifak etmektir. İmam Mâ­lik ise Medinelilerin uygulamasını bu anlamda değerlendirme­miştir. O, Medinelilerin uygulamasını nesilden nesile görerek yapılanları dikkate almış, dini hükümlerin koyucusu olan Hz. Peygamber'e varana kadar nesilden nesile bu uygulamanın oldu­ğuna itibar etmiştir. Onlara uyma zorunluluğu bu hususta yar­dımcı olmaktadır.

Evet, mesele icma bahsinde ele alınmıştır. Çünkü icmada ve Me­dine ehlinin uygulamasında ittifak edilme özelliği vardır. Bu yüz­den icma bahsinde ele alınması uygun olmuştur. Şu kadar ki icma ehlinin ittifakı deliller üzerinde yapılan ictihad ve fikir yürütme hususundadır. Medine ehlinin bir şeyi yapmak veya terk etmek hususunda ittifak etmesi ise kendilerinden öncekilere uymaya da­yanmaktadır. Şayet mesele Hz. Peygamber'in fiilleri veya takrirle­ri arasında veya sahabenin mezhebi, bizden öncekilerin şeriatı ve istishab gibi hakkında ihtilaf edilen meseleler arasında yer alsay­dı daha uygun olurdu.

6. İmam Mâlik kıyas'a. da fıkhının kaynaklan arasında yer vermiş­tir. Kıyas, hakkında ayet veya hadis olmayan bir meselede hakkında ayet ve hadisle hüküm verilen meseleye bakarak hüküm vermektir.

Kıyas yapmak, yaratılışa uygun ve aklın gereği olan bir şeydir. Çünkü ayet ve hadisler sınırlıdır. Olaylar ise sınırsızdır. Şartlan bulun­duğu zaman birbirine benzer olaylar arasında kıyas yapılması mutlaka gereklidir.

İmam Mâlik pek çok meselede kıyas yapmıştır. Bir örnek: Bir kimse kaybolup hakim öldüğüne karar verse, kadın iddetini bekledik­ten sonra ikinci bir erkekle evlense daha sonra birinci eş ortaya çıksa durum ne olacaktır? Bu kadının durumu, kocası tarafından boşanıp, boşandığı kendisine bildirilen, sonra erkeğin boşamadan dönüş yapıp, fakat dönüşünü kadına bildirmemesi üzerine bir başkası ile evlenen ka­dının durumu gibidir. Bu kadın hakkında Hz. Ömer "Kendisi ile ilişki­de bulunmuş olsa da olmasa da, kadın ikinci kocanındır" demiştir. İmam Mâlik meselemizdeki kaybolan kadının hükmünü Hz. Ömer'in hükmettiği meseleye kıyas yaparak "Kendisi ile ilişkide bulunmuş ol­sa da, olmasa da kadın ikinci kocanındır" demiştir.

İmam Mâlik Kur'an'da, hadiste ve sahabe fetvasında bulunan me­selelere (onlara benzeyen meseleleri) kıyas ederdi.

İmam Mâlik fıkhının kaynaklan arasında istihsan'a da yer vermiş­tir. Kendisi "İlmin onda dokuzu istihsan'dır" derdi.

Fıkıh âlimleri istihsan'ı "Birinci hükümden dönmeyi gerektiren bir durum sebebiyle, bir meselede benzer meselelerde verilen hükme aykırı şekilde (ikinci bir) hüküm vermek" olarak tanımlamışlardır.

Mâliki mezhebinde pek çok istihsan örneği vardır. Meselâ ödünç para vermenin caiz olması bunlardan biridir. Aslında ödünç para ver­mek bir çeşit faizdir. Zira ödünç para vermek, belirli bir süre vererek para ile parayı takas etmektir. Fakat insanların sıkıntısını gidermek ve onlara kolaylık olması için ödünç para alıp vermek mubah olmuştur.

Bir diğer örnek tedavi sırasında mahrem yerlere bakmaktır. Mah­rem yere bakmak aslında haramdır. Fakat zaruretten dolayı fıkıh âlim­leri onu mubah saymışlardır.

Bir diğer örnek de hakimin bulunduğ şehirde âdil şahitlerin bulun­maması halinde âdil olmayan şahidin şahitliğinin kabul edilmesidir.

İmam Mâlik istihsan'ı bir kuralın istisnası (kural dişiliğin kabulü) veya bir ruhsat olarak ele almaktadır. Kıyas bir meselede güçlük veya zorluğa yol açacaksa, istihsan'a başvurulmaktadır. Bu sebeple İmam Mâlik istihsana aşırı şekilde başvurmamaktadır. İmam Mâlik, istihsan'ı kıyasın gereğini, güçlük veya zorluk sebebiyle bir meselede terk etmek olarak görmektedir. Çünkü Kur'an'da şöyle Duyuruluyor:

Allah din hususunda size bir zorluk yüklemedi. (Hac/78)

Hadiste de şöyle buyurulmuştur:

Zarar vermek ve zarara uğramak yoktur.

8.  İmam Mâlik istishab'ı da fıkhında bir hüccet (delil) olarak al­mıştır. Bazı fıkıh bilginlerinin tarifine göre istishab, eskiden beri var olan bir şeyin devam etmesi olarak tarif edilmiştir. Demek oluyor ki bir başka hüküm söz konusu olmadıkça eskiden var olan hükmün hâli ha­zırda devam etmesi istishab'tır.

Örnek: Kaybolan bir şahsın yaşadığına ve öldüğüne dair bilgi yok ise sağ olduğuna hükmedilir. Çünkü asıl olan o adamın yaşamasıdır. Fıkıhta söz konusu şartlar oluşup hakim tarafından öldüğüne karar ve­rilmedikçe o kişinin öldüğüne hükmedemeyiz.

9.  İmam Mâlik mesâlih-i mürseley'ı de dinde kendiliğinden var olan bir ana kural olarak görmektedir. Çünkü insanlar için maslahatı (yararlı olanı) gerçekleştirmek dinin ana hedeflerinden biridir. Kendi­sinde hiçbir zarar olmayıp, yararlı olan veya kendisinde büyük bir ya­rar bulunup az bir zarar olan iş, yerine getirilmesi, yapılması istenen bir iştir.

İmam Mâlik mesalih-i mürsele'nin kendiliğinden delil olduğu gö­rüşündedir. Buna göre nerede maslahat (yarar) varsa, o iş yapılmaladır, yapılması meşru bir iş olur.

Mesalih-i mürselenin örneklerinden birisi, Hz. Peygamber döne­minde yapılmadığı halde Kur'an'm tek kitap halinde toplan m asıdır.

Hz. Ömer'in, kazançlan konusunda suçlanan valilerin ma-llarınm yarısına el koyması, karısına sütleri döktürmesi, zayıflar veya ordunun

ihtiyacı olması halinde zenginlere zekâtın dışında belirli bir miktar ver­gi konması hep mesâlih-i mürsele kabilindendir.

İmam Mâlik maslahat prensibine göre hüküm vermek için, masla­hatın dini amaçlarla uyumlu olmasını, dinin ana kuralları ile çatışma­masını, maslahatın aslında akla uygun olmasını ve insanlar için bir zor­luğu kaldırıcı olmasını şart koşmuştur.

10.  İmam Mâlik sedd-i zerai'yi de fıkhı için bir kaide olarak al­maktadır. Sedd-i Zerai'dtn maksat harama götüren yolu kesmektir.

Buna göre harama götüren şey, (aslında haram olmasa da) sedd-i zera'i sebebiyle haramdır. Mesela: Allah'a sövmeye sebep olduğu tak­dirde müşrik olanlara sövmek haram olur. Bunun içindir ki Kur'an'da şöyle buyurulmuştur:

Allah'tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin. Sonra bil­meyerek onlar da Allah'a söverler. (En'am/108)

Buradan hareketle İmam Şâtıbî şöyle demiştir: "İslâm dini tedbir­li davranmak, sağ duyulu olmak ve fesada yol açacak şeyden kaçınmak esasları üzerine bina edilmiştir."

11.  İmam Mâlik, fıkıh esasları arasına örf ve âdet'i de almıştır. Adet, bireylerden ve toplumlardan tekrar tekrar meydana gelen davra­nışlardır. Örf ise toplumların üzerinde görüş birliği ettikleri davranış­lardır. Örf ve âdete başvurmak ancak konuda kesin delil bulunmadığı zaman olur. Ayrıca örf ve âdete başvurulduğu zaman bir zarar ve fesat ortaya çıkmamalıdır.

Görünen odur ki Mâlikî mezhebinde örf ile âdet arasında bir ayı­rım yoktur. Çünkü bunların ikisi de aynı manayı ifade etmektedir. Bir topluluk bir şeyi alışkanlık haline getirirse Örf olur. Bunun içindir ki Huccet'ul-İslâm İmam Gazali şöyle diyor: "Örf ve âdet, insanların ne­fislerinde akla yatkın bir şekilde yerleşen ve sağlıklı tabiatların makbul saydığı şeydir."

İbn Abidin de şöyle demektedir: "Âdet tekrar tekrar meydana gelmek ifadesinden alınmıştır. Bu sebeple herhangi bir ipucu ve ilinti aranmaksı-

zın makbul sıyılır ve nefislerde yer eder. Böylece örf haline gelir. Örf ile âdet gerçekte aynı manayadır. Kelimeler farklı da olsa, sonuç aynıdır."

Demek oluyor ki Mâlikî mezhebinde İslâm fıkhının kaynakları di­ğerlerinden daha fazladır. Bu kaynaklar bir cihetle elastikidir, bir değer cihetle de maslahatı (yararı) gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır. Bu kay­naklar Kur'an ve sünnetin çerçevesi içinde olup birbirine yardım eder ve birbirlerini güçlendirirler.

İmam Mâlik'in pek çok hocadan ders alıp, ders okutma makamı­na geldikten sonra ilim öğrenmekle alakasını kestiği zannedilmesin. O, hocalarından ilim öğrendikten sonra araştırmayı kendisine asıl kabul etmiş, öğrenmekle olan ilişkisini hiç kesmemiştir.

İmam Mâlik Medine'ye gelen ilim adamları ve fıkıh bilginleri ile toplantılar yapar, onlara konuşur, bilgi alış verişinde bulunurdu. Ayrıca fırsat buldukça Medine'deki ilim adamları ile de orturumlar düzenlerdi. Uzak yerlerde bulunan ulemâ ve fukahâ'ya mektuplar yazar, çeşitli ilmi ve dini meselelerde görüş alış verişi yapardı. Bütün bunlardan sonra kendi kendine araştırma ve tetkiklerini sürdürmeye devam ederdi.

Bir başka ifade ile diyebiliriz ki İmam Mâlik'in hocalarından aldı­ğı ilimden başka, başlı başına araştırmaları var idi. Bunlara kişisel ve­ya Özel araştırmalar adını verebiliriz. O az önce söylediğimiz gibi ulaş­tığı ilim adamları ile toplantılar yaparak, birlikte araştırma yapar ve görüş alış verişinde bulunurdu. Ayrıca kendisine hakkında bilgi ulaşan her kitabı ya edinmek veya incelemek üzere arar bulurdu. Ayrıca huzu­runda bulunanlarda bilmediği bir şeyler varsa onları elde etmek için toplantılar yapardı. Kendileriyle özel toplantı yaptığı kimseler çoğun­lukla Medine'deki fıkıh bilginleri idi. Öte yandan çeşitli fıkhi ve ilmi

meseleler hakkında uzakta bulanan ilim adamları ile mektuplaşırdı. [46]

 

İmam Mâlikin Talebeleri

 

İmam Mâlik'in hocaları çok olduğu gibi talebeleri de çoktur. Za­manının imamı denenlerin pek çoğu onun talebesidir.

İmam Mâlik'in talabeleri çeşitli memleketlerdendi. Mekke'den sonra hacıların uğrak yeri olan Medine'nin İmam Mâlik'in memleketi olması onun talebelerinin sayısını hayli artırmıştır. Bu talebelerden ki­misi uzun kimisi de kısa süre Medine'de kalırdı. Onun talebelerinin çok olmasının bir sebebi de uzun ömürlü olmasıdır. İmam Mâlik yak­laşık 90 yıl yaşamıştır.

Tabiinden olan hocalarından bazıları dahi İmam Mâlik'ten hadis rivayet etmişlerdir. Bunlar: Zühri, Eyyûb Sahtiyanı, Ebu'l-Esved, Ra-bîa b. Abdurrahman, Yahya b. Said el-Ensâri, Musa b. Ukbe ve Hişam b. Urve'dir.

Tabiîn olmayanlardan da İmanı Mâlik'ten rivayette bulunanlar vardır. Bunlar: Nâfi b. Ebi Nuaym, Muhammed b. Aclân, Salim b. Ebi Ümeyye, Ömer b. Abdullah'ın azadlı kölesi Ebu'n-Nadr ve diğerleridir.

Kendisinden hadis rivayet eden akranları şunlardır: Süfyan-ı Sev-rî, Leys b. Sa'd, Hammad b. Seleme, Hammad b. Zeyd, Süfyan b. Uyeyne, Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Şerik, İbn Lehika, İsmail b. Ebi Ke­sir ve diğerleri.

Talebelerinden bazıları şunlardır: Abdullah b. Vehb, Abdurrahman b. Kasım, Eşheb b. Abdulaziz, Esed b. Furat, Abd'ül-Melik b. Mâcişun ve Abdullah b. Abd'ül-Hakem.

Nevevi, İmam Mâlik'ten ders dinleyenlerden pek çok kimsenin adını verdikten sonra şöyle der: "...ve diğer insanlar."

Ebu Hanife'nin meşhur talebesi Muhammed b. Hasen eş-Şeybâni şöyle diyor: "İmam Mâlik'in kapısında (yanında) üç yıl kaldım. Kendi­sinden 700'den fazla hadisi lafızlarıyla birlikte dinleyip öğrendim." [47]

 

İmam Mâlik'in Başına Gelen Sıkıntılar

 

Bir kısmı Emeviler, bir kısmı da Abbasiler döneminde olmak üze­re İmam Mâlik pek çok eziyetler çekmiştir. Halife Ebû Ca'fer el-Mansur döneminde İmam Mâlik dövülmüş işkence ve hakaretlere uğramıştır.

Bu olayları anlatanlar sıkıntıların sebebi hakkında farklı şeyler söylemektedirler.

Bir rivayete göre İmam Mâlik rivayet ettiği bir hadise dayanarak "Zorlama ile eşini boşayanın boşaması geçersizdir" diyordu. Halife Mansur bu hadisin rivayet edilmesini istemiyordu. Gerekçesi ise düş­manlarının buna dayanarak insanların zorlama ile Mansur'a biat ettik­lerini ileri sürüp, zorlama altında biat edenlerin Matlarının geçersizli­ğini ileri sürebilecekleri idi. Bu sebeple Mansur İmam Mâlik'in bu ha­disi rivayet etmesini yasakladı. İmam Mâlik bu yasağa karşı geldi. Bu davranışı eziyet görmesine sebep oldu.

Bir başka rivayete göre eziyetin sebebi bir önceki rivayettekine ya­kındır. Buna göre bazı kimseler İmam Mâlik'e gelerek Abbasilerden Mansur'a biat etmiş olmalarına rağmen Muhammed b. Ebu Abdullah el-Hasen ile birlikte Abbasilere isyan etme konusunda fetva sormuşlardı. İmam Mâlik onlara: "Siz zorlama altında biat ettiniz. Zorlama ile yemin edenin yemini geçerli olmaz" diye fetva verdi. Bunun üzerine insanlar Muhammed'e yardım etmeye koştular. Bir takım insanlar halife Mansur'a gidip: "Mâlik size yapılan biati geçerli görmüyor" dediler. Buna öfkele­nen Mansur İmam Mâlik'i getirtip soyarak kırbaçlattı. Yapılan işkeceden İmam'ın kürek kemiği yerinden çıktı. Bu olay, hicri 147 yılında oldu.

Başka bir rivayete göre İmam Mâlik Mut'a nikahının (geçici bir süre için evlenmenin) haram olduğunu söylerdi.

Oysa Abdullah b. Abbas mut'a nikahının caiz olduğunu söylüyor­du. İbn Abbas, Abbasi halifelerinin dedesi idi. Bu yüzden Abbasiler İmam Mâlik'e kızıp kendisine işkence ettiler.

Bir başka rivayete göre İmam Mâlik Hz. Osman'ın Hz. Ali'den üs­tün olduğunu söylediği için kendisine eziyet ettiler.

Bu rivayetlerin en doğru ve en meşhur olanı İmam Mâlik'in "Zor­lama ile eşini boşayanın boşaması geçersizdir" hadisini rivayet etmesi sebebiyle, eziyete uğramış olmasıdır.

O zaman Medine vali si Halife Mansur'un amcazadesi Ca'fer idi. Dedikoducular valiye giderek: "Mâlik zorlama ile yapılan yeminin geçersiz olduğu fetvasını vermektedir. Bu, size yapılan biati Mâlik'in zor­lama sayarak, bu biatin bozulmuş kabul ettiği anlamına gelir" dediler.

Vali hemen İmam Mâlik'i yakalamak istedi. Ancak elinde dediko­ducuların laflarından başka delil yoktu. Bir yandan da bazı kimseler "Mâlik, halifenin katında insanların en değerlisidir" diyerek Mâlik'e bir şey yapmakta acele etmemesi öğüdünde bulundular. Bunun üzeri­ne vali Ca'fer bir tuzak kurarak bir kaç kişiyi İmam Mâlik'e gönderip konuyu bir fetva istermiş gibi sordurdu. İmam Mâlik açık bir şekilde fikrini söyledi. Valinin gönderdiği adamlar da şahit olarak kullanılmak suretiyle İmarn Mâlik huzuruna getirildi ve kendisine 70 kırbaç vurul­du. İmam Mâlik'in canı yanmış ve bitkin hâle gelmişti.

Medine halkı İmam Mâlik'e yapılan muameleden dolayı heyecan­lı bir şekilde ayaklandı. Halk İmam'a yapılan bu saygısızlığa çok öfke­lenmişti. Durum halifeye ulaşınca halife meselenin büyüklüğünü gözü­nün önüne getirip telâşa düştü. Derhal yapılan şeyin kötü bir şey oldu­ğunu, kendisinin bilgisi olmadan yapıldığını, böyle bir şeyi emretme­diğini ve amcasının oğlu Cafer'i görevinden aldığını bildirdi. Ayrıca Cafer'in bir küçük semere bindirilerek huzuruna gönderilmesini emret­ti. Mansur bunu, ihtimal ki fitneyi söndürmek ve Medine halkının ayaklanmasını sakinleştirmek için yapmıştı.

Halife Mansur ayrıca İmam Mâlik'e özür dilemek üzere bir haber gönderip, gelecek yılın hac mevsiminde buluşmak istediğini bir mek­tupla bildirdi. İmam Mâlik, halife ile Mina'da buluştu. Mâlik halifenin yanma girince halife oturmakta olduğu yerden kalkıp yere konulan ha­lının üzerine indi. Halife, bir halifenin giymiyeceği şekilde kısa bir el­bise giymişti. Bunu, İmam Mâlik'in gelişi sebebiyle tevazuundan yapı­yordu. Çadırın önünde eli kılıçlı muhafızdan başka kimse yoktu.

İmam Mâlik halifenin olduğu yere yaklaşınca Mansur kendisini selamladı ve daha yakın olmasını isteyerek: "Yanıma yaklaş" dedi. İmam Mâlik bir yere oturmak istedi. Mansur: "Buraya yaklaş!" dedi. Birbirlerine öylesine yaklaştılar ki dizleri birbirine değdi. Halife söze başladı. İmama yapılanlardan dolayı Özür dileyerek: "Ey Abdullah'ın babası! Kendinden başka ibadet edilecek ilah olmayan Allah'a yemin

ederim ki olanları ben emretmedim, oluncaya kadar da bilmiyordum. Haberim olduğunda ise bundan hoşnud olmadım" dedi.

Halife özür dilemeye ve îmam Mâlik'e değer verdiğini ifade et­meye devam ederek şöyle dedi: "Ey Abdullah'ın babası! Sen araların­da olduğun sürece Mekke ve Medine halkı hayır içindedir. Ben öyle sanıyorum ki sen onların Allah'tan gelecek azap ve gazaba karşı koru-yucususun. Yüce Allah senin sayende onlardan büyük bir belayı kal­dırmıştır. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan batıla) döndürülü­yorlar? Vali Cafer'in küçük bir semer üzerinde Medine'den getirilme­sini ve dar bir yere hapsedilmesini, çok değersiz bir adam olduğunun gösterilmesini emrettim. Sana yaptığının kat kat fazlası, ceza olarak Cafer'e yapılacaktır."

İmam Mâlik halifeye şöyle cevap verdi: "Allah mü'minlerin emi-rine afiyetler versin, makamını şerefli kılsın. Ben onu (valiyi) Hz. Peygamberin ve sizin akrabanız olması sebebiyle affettim." Halife Mansur: "Allah sana da afiyet versin ve seni (hayırlı sonuçlara) ulaş­tırsın" dedi.

İmam Mâlik bundan sonra olanları ve halife Mansur'un durumu­nu şöyle anlatıyor: "...Sonra halife bana geçmiş insanlar ve âlimler hakkında açılarak izahat verdi. Gördüm ki insanları en iyi bilen kimse­dir. Daha sonra ilim ve fıkıh konularında konuştu. Gördüm ki üzerin­de anlaşmazlık olan ve görüş birliği olan konuları insanların en iyi bi­lenidir. Rivayet ettiğini (iyi bir şekilde) ezberlemiş, duyduğunu (tam olarak) kavrayıp anlamış bir kimsedir."

Daha sonra halife İmam Mâlik'e şöyle dedi: "Ey Abdullah'ın ba­bası! Sen bu ilmi(ni) bir düzene koy ve bir kitap haline getir. Bu kitap­ta Abdullah b. Ömer'in katı görüşlerine, Abdullah b. Abbas'ın ruhsatla­rına ve Abdullah b. Mes'ud'un şaz görüşlerine yer vermekten kaçın. Meselelerin (aşırı olmayıp) vasat olanlarına, sahabe ve imamların gö­rüş birliği ettikleri şeylere kitabında yer ver. Kitabını ve ilmini insan­lara benimsetelim, şehirlerde yayalım, o kitaptakilere aykırı davranma­maları konusunda onlardan söz alıp, ondaki bilgilerin dışında fetva ve karar vermemelerini sağlayalım."

İmam Mâlik halifenin bu sözüne karşılık şöyle dedi: "Allah hali­feye hayırlar versin! Iraklılar bizim bilgimizden hoşnut olmazlar. On­ların görüşleri bizim görüşümüz gibi değildir."

Halife Mansur îmam'a şöyle cevap verdi: "Onlar (bunu kabul et­meye) zorlanırlar, direnenleri kılıç ve kırbaçla karşılık görürler. Böyle­ce kitabının kabulü sağlanır. İnşallah gelecek yıl oğlum Mehdi Medi­ne'ye kitaptaki bilgileri dinlemeye gelecek. Umarım ki kitabı bitirmiş olursun. Eğer bitişik çadırdan Mansur'un küçük oğlu çıkıp gelmeseydi İmam Mâlik bir şeyler söyleyecekti. Fakat çocuk İmam Mâlik'i görün­ce telaşa kapıldı ve ilerlemedi. Halife Mansur çocuğa: "Sevgili yav­rum! Gel, o hicaz halkının fıkıh âlimi Ebu Abdullah'tır" dedi. Sonra Mâlik'e dönerek: "Biliyormusun çocuk niçin telaşa kapılıp gelmedi?" diye sordu. İmam Mâlik: Hayır deyince Mansur: "Vallahi senin bana yakın olmandan hoşlanmadı. Çünkü onu senden başka hiçbir kimse terbiye edemedi. İşte bunun için geri dönüp gitti" dedi.

Daha sonra halife İmam Mâlik'e ve oğlu Muhammed'e 1000'er di­nar altın verilmesini emretti. Kalkıp kendisi ile vedalaştı ve ona bir el­bise gönderdi. Bir rivayette 6000, bir başka rivayette 5000 dinar verdi­ği söylenmiştir. İhtimal ki bu iki rivayette abartma vardır. Hatırlayalım ki Mansur, cimri bir adamdır. Onun cimriliği sebebiyle kendisine De-vânikî adını vermişlerdi.

Rivayete göre Mehdi daha sonra İmam Mâlik'e gelip ne yaptığını sormuş, İmam Mâlik de düzenlediği Muvatta'ı kendisine sunmuştur. Mehdi bu kitabın bir nüsha daha yazılıp İmam Mâlik'e (kontrol için) okunmasını emretmiştir. Kitabm (yazılıp) okunması bitince Mehdî, İmam Mâlik'e 4000, oğluna 1000 dinar verilmesini emretmiştir.

İşte İmam Mâlik'in başına gelen işkence hikayesi budur. Bu olay ilk başlarda bir musibet olmuşsa da, sonunda İmam Mâlik'in insanlar katında değeri ve sevgisi artmış, halife Mansur katında da hoşnutluğu ve önemi ziyadeleşmiş, halife hac mevsiminde şu emrin insanlara ilan edilmesini istemiştir: "İnsanlara İmam Mâlik ve İbn Ebi Zi'b'den baş­ka hiç bir kimse fetva vermeyecektir!"

Burada adı geçen İbn Ebi Zi'b, Muhammed b. Abdurrahman b. Mugire el-Medeni olup tebe-i tâbiîndendir. Aynı neslin büyük imamla­rından pek çok kimse kendisinden hadis rivayet etmiştir. Takva sahibi, doğru ve güvenilir bir kimse olan İbn Ebi Zi'b'e "Medine'nin fakihi" denilirdi. Hicri 80 yılında dünyaya gelmiş, 159 senesinde Küfe'de ve­fat etmiştir. Medine'de fetva verirdi.

Halife Mehdi Medine'ye gelip Hz. Peygamber'in mescidine girdi­ğinde İbn Ebi Zi'b dışında herkes kendisi için ayağa kalktı. Müseyyeb b. Züheyr ona: "Bu mü'minlerin emiri (halife)dir, ayağa kalk!" deyin­ce, o da: "Ancak âlemlerin rabbi için insanlar ayağa kalkar" cevabını verdi. Bunun üzerine Mehdi Müseyyeb'e: "Bırak onu, baş(ım)da bulu­nan tüm tüyler ayağa kalkmıştır" dedi. [48]

 

İmam Mâlik Ve Yöneticiler

 

İmam Mâlik, ilim adamlarına emr-i bil mâruf, nehy-i anil münker yapıp sultanları iyiliğe davet etmek üzere onların yanma girme çağrı­sında bulunur ve "İlim adamı sultanın yanına bu maksatla girer" derdi.

İmam Mâlik Harun Reşid'in yanına gitmiş ve öğütlerde bulun­muştur. İmam Mâlik Hz. Ömer'in "Ramâde yılı" denilen kıtlık yılında (yemek pişirmek üzere) ateşi üflediğini söyleyip: "Hz. Allah Ömer gi­bi yapmadığınız halde sizden hoşnud oldu" demiştir.

Halife Mehdi İmam Mâlik'ten kendisine tavsiyelerde bulunmasını istediği zaman şöyle demiştir: Sana tek olan Allah'ın takvası üzere ol­manı, Hz. Peygamber'in şehrinin halkına ve Peygamber'in komşusu olan insanlara şefkatli davranmam tasviye ederim. Çünkü bize ulaşan bilgilere göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Medine benim hicret yerimdir. Kabrimin bulunacağı ve kıyamet günü diriltilerek kaldırılacağım yer de orasıdır. Medine'nin halkı benim komşularımdır. Ümmetime yaraşan odur ki benim komşu­larımı korusunlar. Onları koruyana kıyamet günü şahitlik edece­ğim ve şefaatçi olacağım.

Bir yöneticiye İmam Mâlik şöyle öğüt vermiştir: "Halkın durumu­nu kontrol et. Çünkü sen onlardan sorumlusun. Zira Hz. Ömer: "Kud­retiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki eğer Fırat nehri kıyısında bir koyun zayi olsa, sanırım ki onu Allah benden soracaktır" dedi."

İmam Mâlik halifelerden birine yazdığı tavsiye mektubunda şöy­le demiştir:

Bil ki Hz. Allah benim sana eskiden de verdiğim şu öğüdümü sa­na mahsus kılmıştır. Sana yaptığım şu tavsiyelerle ümid ederim ki Allah sana mutluluk verecek, sana cennete varan bir yol nasip edecektir.

Allah bize de, sana da rahmetiyle muamele eylesin! Sana yazdığım hususlarda Allah'ın emrini yerine getir. Allah'ın sana sorumluluğu­nu yüklediği halkım gözet. Çünkü sen onlardan; küçüğünden, bü­yüğünden sorulacaksın. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Hepiniz birer çobansınız. Hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz.

Hadislerden bazısında rivayet edilmiştir ki Rasûlullah'ın huzuru­na (bazen) bir vali eli boynuna bağlı olarak getirilirdi de, onun eli­ni ancak adalet çözerdi. Hz. Ömer'in şöyle dediği bilinmektedir: "Yemin ederim ki fırat nehri kıyısında bir kuzu zayi olsa, kesin olarak görüşüm odur ki Allah onu Ömer'den soracaktır."

Hz. Ömer on kere hac yapmıştır. Bize ulaşan bilgilere göre Ömer bir hacda 12 dinardan fazla para harcamamıştır. Ömer bir ağacın gölgesinde konaklar, kırbacını eline alıp çarşıda olanların ve ol­mayanların durumunu, dolaşarak kontrol ederdi.

Gene bana ulaştığına göre Hz. Peygamber'in ashabı bir yerde top­lantı halinde iken Hz. Ömer'i medhetmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Sizin (bu övgülerle) aldattığınız (Ömer, sizin övgülerini­ze kendisini kaptırırsa) aldanmıştır. Şayet yeryüzü dolusu al­tınım) olsaydı, kıyamet gününün dehşetinden kurtulmak için fid­ye olarak verirdim."

Demek oluyor ki dosdoğru başarılı bir idareci olan Ömer, Hz. Peygamber'in kendisi için cennetliktir diye şahitlik yaptığı Ömer

müslümanların işlerini üzerine almış olmaktan dolayı (kıyamette­ki hesabından) korkmaktadır. Sen kendini bilirsin, senin halin n'olacak?

O halde kendini Allah'a yaklaştıracak ve yarın seni kurtaracak şeylere sarıl. Yaptığın şeylerden başkasının seni kurtaramayacağı günden sakın. Senden öncekilerin yaptıkları sana örnek olsun. Al­lah'ın takvası üzere ol. Her ne iş yapmak istersen önce takvaya önem ver. Sana yazdığım şeyleri her zaman gözünün önünde tut. Söz verdiğin şeyleri yerine getir. Verdiğin sözü yerine getirmez-sen, hesaba çekilir, ondan dolayı ceza görürsün. Allah'tan diler ve isterim ki inşallah doğruya ulaşmakta muvaffak olursun.

İmam Mâlik'in bu nasihatında şu hususlar göze çarpmaktadır:

a. İmam Mâlik bu öğüdünde sözü uzatmayıp belki bir yoğunlukla öz olarak söylemiştir. Bu İmam Mâlik'in güzel bir davranışıdır. Zira sözü uzatırsanız bir kısmı unutulur gider.

b. İlk dönemin hayırlı insanlarını hatırlatarak nasihat etmektedir.

c. Hz. Ömer'i uyulması gereken bir örnek olarak ele almakta, ha­lifeyi ona uymaya çağırmaktadır. Ömer'in derecesine ulaşamasa da en azından gücünün yettiğince onun yolunda yürümesini istemektedir. Her ne kadar Hz. Ömer gibi olmasa da halk bu davranışı ile iyi şeyler yaptığına kanaat getirir.

d.  İmam Mâlik bu nasihati ile nasihat ettiği kimseyi ıslah etmek­ten ziyade insanların ıslahını kast etmektedir.

e.  İmam Mâlik insanlara hizmet edilmesini, muhtaçlara yardım edilmesini, bu alanda da Hz. Ömer'e uyulmasını istemektedir. Nitekim Hz. Ömer fakir ve yoksul kimselere yemek pişirmek için ateş yakma­ya çalışır, yanması için üflerdi.

f.  Halkın işleri ile ilgilenirken küçük-büyük herkesin durumunu göz önünde bulundurulmasını istemektedir. Çünkü Allah her şey konu­sunda yöneticiyi hesaba çekecektir. Hz. Ömer'in dediği gibi fırat nehri kıyısında zayi olan bir kuzunun bile hesabı sorulacaktır.

g. Hz. Peygamber'in şehir halkına şefkatli davramlmasını istemiş­tir. Çünkü onlar Peygamber'in komşularıdır. İslâmiyet'te komşu hakkı büyüktür. Peygamber komşularının hakkının büyüklüğünü düşünün.

h. Yönetici halkın işlerine özen göstermelidir. Çünkü o halkı gö­zetip kanamakla yükümlüdür. Herkes gözettiğinden sorumludur.

ı. Harcamalarda iktisatlı davramlmasını istemektedir. Tâ ki yöne­timin ekonomik gücü halkın yararına, toplumun faydasına sarfedilsin.

İmam Mâlik'in halife ve valilere yaptığı nasihatlerde dikkat çeki­ci bir gerçek daha göze çarpmaktadır. Şöyle ki o, yöneticiye bir tavsi­ye yaparken işin içine övgü karıştırmamakta, medh ü senalara girişme­mekte, nasihatlerini medh ve övgüden arındırmaktadır. Bunda tuhaf bir şey yoktur. Zira İmam Mâlik halifeleri (yönetcileri) kendileri hakkın­da yapılan övgüleri dinlemekten men'etmekte, methedilen kimseleri bu övgülere aldanmam alan konusunda uyarmaktadır.

Bir keresinde İmam Mâlik valinin yanında iken orada bulunanlar­dan birinin valiyi övmekte olduğunu işitti. Bunun üzerine valiye şun­ları söyledi:

Bunların seni övmelerine aldanıp gurura kapılmaktan sakın. Çün­kü sende olmayan iyiliklerle seni öven kimse, sende olmayan kö­tülükleri de sana yakıştırıp söyler. Kendini temize çıkarmak husu­sunda Allah'tan kork. Başkaları da seni temize çıkarmaya kalkışır­sa buna razı olma. Zira sen kendini onlardan iyi bilirsin. Bana ula­şan bilgiye göre bir adamı Hz. Peygamber'in huzurunda medh ü sena ettiler. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu:

Adamın belini kırıp boynunu kopardınız. (Söylediklerinizi) duy­muş olsaydı iflah olmazdı.

Bir başka hadisi de şöyledir: Medhedenlerin yüzüne toprak saçınız.

Bununla beraber bu büyük âlim öğüt ve nasihat vermek için yöne­ticilerin yanına gidilmesini hoş görürdü. İmam Mâlik, kusurları olsa bile yöneticiye başkaldırılmaması görüşündedir. Zira sınırlı kusurlar(ı olan bir yöneticinin bulunması) her tarafa yayılan fitneden hayırlıdır.

İmam Mâlik yöneticinin dindarlığına aldanmaz, gerçekleri çekin­meden söylerdi. Bir keresinde Harun Reşid İmam Mâlik'in belirli ha­disleri rivayet etmesini yasaklamıştı. İmam, bu yasağa uymayı, şu âye­ti delil göstererek reddetti:

İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiği­miz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah, hem de bütün lanet ediciler lanet eder. (Bakara/159)

Harun Reşid kendisi ve çocuklarının Mâlik'in kitabı Muvatta'ı bizzat İmam'dan dinlemek üzere kendisini ziyarete gelmesini İmam Mâlik'ten istedi. İmam halifeye şöyle bir mektupla cevap verdi:

Allah mü'minlerin emirini aziz eylesin. Bu ilim sizden çıktı. (İmam Mâlik bu sözü ile Harun Raşid'in Hz. Peygamber'in soyun­dan olduğuna işaret ediyordu). Eğer siz bu ilme (hadis ilmine) de­ğer verirseniz, değerli olur. Siz bu ilme kıymet vermezseniz, peri­şan olur. İlim (birilerinin ayağına) gitmez, ilmin ayağına gidilir.

Halife İmam'ın bu yönlendirmesine kulak vererek çocuklarına emir verdi: "Mescide çıkıp insanlarla beraber İmam'ın derslerini dinle­yiniz!" İmam Mâlik halife çocuklarının camiye gelmeleri için şu şartı ileri sürdü: "Camiye geldiklerinde (ön tarafa geçmek) için insanların omuzlarına basarak ilerlemeyecekler. Mescide geldiklerinde nerede yer bulurlarsa oraya oturacaklar." Harun Raşid bu şartı uygun buldu ve çocukları Mâlik'in derslerine katılmaya başladılar.

Harun Raşid hacca gideceği zaman İmam Mâlik'ten kitabı Muvatta'ı yanma almasını, kitabı hacda iken İmam'dan dinlemek istediğini bildir­di, imam Mâlik bu isteği reddetti ve (istiyorsa) halifenin kendisinin gel­mesi gerektiği cevabını verdi. Harun Raşid bunu uygun görerek İmam'a şöyle dedi: "Vallahi biz kitabınızı ancak evinize gelerek dinleyeceğiz."

İmam Mâlik'in yöneticiler karşısındaki tutumundan söz etmişken burada şunları da söylememiz uygun olacaktır:

İmam Mâlik her hangi bir sahabiye (Allah onlardan hoşnut olsun) sövülmesinden nefret ederdi. Ashaptan hiçbirini diğerinden üstün gör­mez, Hz. Peygamber'den sonra halifeliğin belli bir aileye ait olduğunu söylemezdi. Halifeleri Ebubekir, Ömer, Osman, Ali sırası ile kabul ederdi. Hz. Ebubekir'in kendisinden sonra yerine Hz. Ömer'i bırakma­sını delil göstererek, halifenin yerine birisini bırakmasının caiz olduğu görüşünde idi. Fakat bu uygulamanın biat'e ihtiyacı olduğunu söylerdi.

İmam Mâlik, daha üstün biri var iken ondan daha aşağı derecede birinin adalet ve doğruluktan ayrılmamak şartı ile halife olmasını caiz görürdü. Ayrıca fitneyi ve halifeye başkaldırmayı hoş görmezdi. [49]

 

İmam Malikin Kitapları

 

İmam Mâlik'in birden çok kitabı olduğunu tarih bize bildirmekte­dir. Bu kitaplar şunlardır:

1. Muvatîa, (fıkıh ve hadis konusundadır)

2.  Kitabu fi 't- Tefsir,

3.  Tefsir u Garîb'ul-Kur'an'il-Kerim,

4. Kitab'us-Sürûr,

5. Risâletu fi'l-Fetvâ,

6. Risâletu fi'n-Nücûm, 1. Risâletu fi'l-Akdiye,

8. Risâletu fi'l-Kader ve'r-Red Ale'l-Kaderiyye,

9. Kitab'ul-Mücâlesât an Mâlik,

(Bu kitap îbn Vehb'in Mâlik'in derslerinde dinlediklerinden mey­dana getirdiği konuları içermektedir).

10.  Risâletu fi'l-Vaaz. (Harun Reşid'e Mâlik'in nasihatlarını içer­mektedir).

Bu kitapları Celâleddin Suyûti Tezyin 'ül-Memâlik isimli eserinde kaydetmektedir. Fakat bu kitapların hepsinin İmam Mâlik'e ait olduğu hususunda şüphe vardır. Ama Muvatta'nm onun olduğunda hiç şüphe yoktur. Muvatta, yazılmış kitapların en büyüğü ve İmam Mâlik'in ar­kasında bıraktığı en değerli kültür mirasıdır.

İmam Mâlik bu eseri çeşitli mezheplerin ve din konusunda keyfi görüşlerin ortaya çıkmasından, ezber ve rivayet gücünün zayıflamasın­dan, ilmin unutulup zayi olmaması için yazılıp kayıt altına alınmasına olan ihtiyaçtan dolayı kaleme almıştır.

Daha önce de geçtiği üzere İmam Mâlik'i Muvatta'ı yazmaya, Ab­basi halifelerinden Ebu Ca'fer Mansur yönlendirmiştir. Halife, İmam'dan kitabını kolay, kolayca yararlanılabilecek, aşırılıkları olma­yıp orta yolu izleyecek şekilde düzenlemesini istemiştir. Bundan dola­yı kitabın ismi Muvatta olmuştur. Çünkü bu kelimenin anlamı güçlük­leri giderilmiş, kolay yürünebilen yol demektir.

İşte İmam Mâlik kitabını, kolaylık ve sadelik yönüyle böyle bir yola benzetmiştir.

Mâlik, bu kitabında Hz. Peygamber'in hadislerini, sahabe ve tabi­înin sözlerini toplamıştır. Kitabı on yıldan fazla bir zaman çalışarak meydana getiren Mâlik, rivayete göre kitabı kontrole, tetkik ve tahkik etmeye devam etmiş, bu süreç 40 yılı bulmuştur. Bundan dolayıdır ki Safvan b. Ömer şöyle demiştir: "Biz Muvatta'ı Mâlik'e 40 gün içinde okuduk. O, bunun üzerine şöyle dedi: "Kırk yılda meydana getirdiğim kitabı kırk günde elde ettiniz. Onu hakkıyla pek az anlayacaksınız."

İmam Mâlik bu kitabına üzerinde icma edilen konuları almaya özen göstermiş, (gerektiğinde) kişileri gayet ince bir şekilde eleştirmiş­tir. Bir örnek olarak İmam'ın şöyle dediğini görmekteyiz:

İlim (hadis ilmi) dört sınıf insandan alınmaz. Bu dört kişinin dı­şındaki kimselerden alınabilir. Bu dört sınıf insan şunlardır:

1. Dini konularda keyfilik yapan ve bid'ate çağıran kimse,

2. Her ne kadar Hz. Peygamber'in hadislerini rivayet ederken yalan söylemiyorsa da, insanlara konuşurken yalan söyleyen kimse,

3. Aptal ve ahmakça yaşantısı olan kimse,

4. Dindar ve faziletli olmakla birlikte, taşıdığı ve konuştuğu ilmin

ne olduğunu bilmeyen kimse.

Bir başka sözünde İmam Mâlik şöyle demektedir:

Ben bu şehirde öyle insanlara yetiştim ki onların vesilesiyle yağ­mur istense, yağmur yağardı. Onlar pek çok hadis de dinlemiş kimselerdir. Ama ben onların hiç birisinden hadis rivayet etme­dim. Çünkü onlar kendilerini Allah korkusuna vermişlerdi. Bu (hadis ve fıkıh) ilmi takvaya, bilgi ve anlayışa, dikkate ve kendi­ni korumuş insanlara muhtaçtır. Bu ilimle uğraşan kimse hafızası­na/beynine ne girip çıktığını bilen biri olmalıdır. Dikkatsiz, bilgi­siz kimseden faydalanılmaz. Böyle bir kimse hüccet olamaz, ken­disinden bilgi alınmaz.

Harun Reşid İmam Mâlik'e Muvatîa isimli kitabım Kabe'ye asıp bunu herkesin görmesini sağlayarak insanların hepsinin o kitaptaki bil­gilere uymasını isteyeceğini söyledi. İmam, bu teklifi kabul etmeyip şöyle dedi: "Ey mü'minlerin emiri! Mııvatta'm Kabe'ye asılması gerek­mez. Çünkü Hz. Peygamber'in ashabı fer'î meselelerde farklı düşünür­lerdi. Bunlardan her biri çeşitli yerlere dağıldılar. Herkes kendine göre doğrudur."

Mâlik bu görüşünü Harun Reşİd'e söylediği şu sözle de destekle­miştir: "Ey mü'minlerin emiri! Âlimlerin görüş ayrılığı, Allah'ın bu ümmete rahmetidir. Herkes kendine göre doğru olana uyar. Herkes hi­dayet üzeredir. Herkes Allah'ın rızasını murad ediyor."

Burada bir hususa dikkat çekelim: Muvatta alışılmış bir hadis ki­tabı değildir. Muvatta (içinde pek çok hadis olmasına rağmen) fıkıh ki­tabıdır. İmam Mâlik'in bu kitaptaki yegane arzusu, Medine halkının ic-ma (görüş birliği) ettiği konuları, bir başka deyişle Medine'nin fıkhını ortaya koymak idi. Kitabın pek çok yerinde imamların fetvasını zikret­miş, Medinelilerin dillerinde dolaşan sözlerin delillerini toplamış ve bu esaslara dayalı olarak fıkıh meselelerine yer vermiştir.

Mâlik, Muvatta'mdâ hadisleri ilmî yönden şerhetmiş sayılır. Hadis bulamadığı zaman, İmam Mâlik kendi görüşüne yer vermekten çekin­memiştir. Bu hususta en iyisi İmam'ın kendisine kulak vermektir. O ki­tabında izlediği yolu şöyle anlatıyor:

Kitapdaki görüşlere gelince, hayatım üzerine yemin ederim ki on­lar aslında görüşlerden bir görüş olmayıp, ilim ve fazilet sahibi, kendilerine uyulduğunda hidayete götüren imamlardan duyulan rivayetlerdir. Bunları o imamlardan aldım. Onlar Allah'tan sakı­nan kimselerdir. Bu bilgiler o kadar çok oldu ki ben de görüşümü söyledim. Bu görüşler yıllar boyunca zamanımıza kadar miras bı­rakılarak geldiğine göre, görüş olmayıp geçmiş imamların söyle­dikleridir.

Bu kitaptakiler, âlimlerin ve fıkıh bilginlerinin görüş ayrılığına düşmeden söyledikleri şeylerdir. Kitabımda: "İş bizim indimizde şöyledir" dediklerim, bizde insanların yaptığı, uygulanan hüküm ve özel-genel herkesin bildiği şeydir. "Bizim şehrimizde böyledir" dediğim de aynıdır. "Şehrimizin halkından bazıları" dediklerim, âlimlerin sözlerinden benim hoşuma gidenlerdir.

(Benden öncekilerden) işitmediklerime gelince, ictihad edip ken­dileriyle görüştüklerimin mezhebi üzere akıl yürüttüm. Böylece gerçe­ği veya gerçeğe yakın olanı bulmaya gayret ettim. Her ne kadar bu ka­bil meseleleri bizzat birisinden işitmedimse de mesele Medine ehlinin mezheb ve görüşlerinden dışarıya çıkmamıştır. Hadislere başvurmakla beraber görüş bana nisbet edilmiştir. Ancak bunlar, kendilerine uyulan ilim ehlinin uyguladığı ve bizde de Hz. Peygamber'den ve Raşid hali­felerden beri benim karşılaştıklarımın uyguladığı görüşlerdir. Ben bunun dışına çıkmadım.

İmam Şafii Muvatta hakkında şöyle diyor: "Yeryüzünde Mâlik'in Muvatta'mdan daha doğru bilgi içeren kitap yoktur." Nevevi bu sözü rivayet ettikten sonra şöyle der: "Şafiî bunu Buharı ve Müslim'in sahi­hinden önce söylemiştir. Bunlar âlimlerin ittifakı ile Muvatta'd&û daha doğrudur."

Muvatta üzerinde Mâlikî mezhebi âlimlerinden ve diğerlerinden pek çok kimse özenle durmuş, hakkında kitaplar yazılmıştır. Bu tür ça­lışma yapanların sayısı doksana ulaşmıştır. [50]

 

Îmam Malik'e Göre Hadisin Önemi

 

Hicret yurdunun imamı Mâîik'in hayatını inceleyen, onun hadise çok fazla özen gösterdiğini açık bir şekilde fark eder. O derecede ki, hadis alanında kendisine uyulacak parmakla gösterilir bir kimse olmuş, hadis âlimlerince en sağlam senet olarak kabul edilmiştir. Hadis âlim­leri onun güvenilir, adaletli ve duyduklarını iyi zaptettiği, kendilerin­den rivayette bulunduğu kimseleri seçmekte titiz olduğu hususunda hemfikirdirler. Bu konuda hiç bir kimse İmam Mâlik'e birşey söyle­mez. Bilakis herkes onun titizliğini kabul etmiştir.

Süfyan şöyle diyor: "İmam Mâlik, hadis ravilerini şiddetli (ve in­safsız) bir şekilde eleştirmezdi."

Ibn'ul-Medini de şöyle diyor: "İmam Mâlik'in, rivayet ettiği ha­diste (yalan veya yanlış) bir şey.bulunan kimse dışında hiç bir adamı terk ettiğini bilmiyorum."

İmam Şafii şöyle diyor: "İmam Mâlik bir hadis hakkında şüphe ederse, onu terk ederdi."

İmam Mâlik'in bu dereceye ulaşması kolay olmamıştır. O bu yol­da yorulmuş, uykusuz kalmış, sabırla ictihad etmiş, tetkik ve araştır­malarda bulunmuştur. Onun şu sözleri bizim için yeterlidir:

Ben kendi elimle yüz bin hadis yazdım. Bu ilim (yani hadis ilmi) dindir. Dininizi kimden aldığınıza (iyi) bakınız. Ben (mescidin di­reklerini göstererek) bu direkler yanında "Peygamber şöyle bu­yurdu" diyen yetmiş kişiye yetiştim. Fakat onlardan hiç bir şey al­madım. Onlardan birine hazine teslim etseniz, güvenilir biridir. Fakat onlar bu ilmin ehli kimseler değildir.

İmam Mâlik, Hz. Peygamber'in hadislerine son derece değer ve­rirdi. İnsanlar İmam Mâlik'e toplu halde gelir bilgilerini artırmak için diledikleri soruyu sorarlardı. Halk fıkıh meselelerini sordukları zaman, çıkar fetvasını verirdi. Fakat insanlar Hz. Peygamber'in hadis-i şerifi­ne dair bir şey sordukları zaman, gusül abdesti alıp, güzel koku sürün-medikçe, yeni bir giysi giyip sarığını sarmadıkça cevap vermeye çık­mazdı. Bu hazırlıkları yaptıktan sonra huşu içinde çıkar, hadise olan saygısından dolayı böyle davranır, hadisle ilgili sorulan bu şekilde ce­vaplandırırdı.

Mâlik'in, Hz. Peygamber'in hadisine olan saygısının bir gösterge­si de şudur: İmam Mâlik hadis dersinde sesi yükseltmeyi hoş görmez, müslümanm böyle yapmaması gerektiğini söylerdi. Bu konudaki deli­li şu ayet-i kerime idi:

Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinden fazla yükselt­meyin. (Hucurât/2)

Buna göre her kim Peygamber'in hadisi(ni rivayet) sırasında sesini yükseltirse, sanki, Peygamber'in sesinden fazla sesini yükseltmiş olur.

İmam Mâlik, Hz. Peygamber'in temiz sünneti (hadisleri) ile aydın­lık yolu bulurdu. O. hadisleri insanın önünde (yolunu) aydınlatıcı lam­ba saymaktadır. Mâlik'e göre hadislere aykırı davranmak caiz olmadığı gibi hadislerdeki buyruklara baş kaldırmak da söz konusu olamaz.

İmam Mâlik çoğu zaman Hz. Peygamber'in kabrine işaret ederek şöyle derdi: "Her bir kimsenin sözü alınıp kabul edildiği gibi terkedi-lebilir de. Ancak bu kabrin sahibi böyle değildir. (Yani onun sözü ter-kedilemez.) Bundan dolayıdır ki İmam Mâlik'in yanında şüphe edilen ve keyfi davranışları olan birisinden söz edildiği vakit, beşinci raşid halife Ömer b. Abd'ül-Aziz'in şu sözünü söylerdi: "Hz. Peygamber ve kendisinden sonra yönetime gelenler, bir takım esaslar koymuşlardır. Bunları alıp benimsemek, Allah'ın kitabını tasdik etmek, Allah'a itaati tamamlamak ve Allah'ın dinini güçlendirmektir. Hiç bir kimse onları değiştirip bozamaz ve onlara aykırı düşeni göz önüne alamaz. Onların koydukları esaslara uyan, hidayeti bulur, onlardan yardım alan zafere erer. Onlara aykırı davranan ve müslümanlarm yolundan başka yola uyanı Allah, yöneldiği aykırı yolda daim kılar ve cehennemine yaslar. O cehennem ne kötü yerdir?"

İmam Mâlik, Ömer b. Abd'ül-Aziz'in bu sözünü tekrarladığı za­man sevinçten uçacak hale gelirdi. İmam Mâlik'in Ömer b. Abd'ül-Aziz'den fazlasıyla hoşlandığını görmekteyiz. İhtimal ki bunun sırrı Ömer'in sünnete uyması ve raşid halifelerin yolundan giderek hüküm­ler vermeyi geri getirmiş olmasıdır. İmam Mâlik onun hayatından çok söz etmekten hoşlanır ve insanlara anlatırdı.

Bu hoşlanma o dereceye varmıştır ki bir kimse "Halifelere karşı çıkanlarla savaşmak caiz midir?" diye sorduğunda, İmam Mâlik şöyle cevap vermiştir: "Ömer b. Abd'ül-Aziz gibilerine karşı çıkanlarla sa­vaş." Soru sahibi: "Ya halife onun gibi olmazsa?" deyince, İmam Mâ­lik: "Bırak onları! Allah zâlimden bir (başka) zâlim ile intikamını alır. Sonra her ikisinden de intikamını alır" cevabını verdi. Meselenin bu yönü Raşid Halifelerin Beşincisi isimli kitabın ikinci cildinde detaylı olarak görülebilir.

İmam Mâlik'in sünnete olan sevgisinin, sünnetin sahibine olan sevgiyi de içerdiğinde şüphe yoktur. Hz. Peygamber'e olan sevgisinden dolayı Medine'yi çok severdi. Ömrünün tamamını orada geçirdi. Hac­ca gitmenin dışında Medine'den ayrılmadı. Halifelerden bazıları, İmam Mâlik'i Bağdat'a, hilafetin gölgesinde, nimet içinde yaşamaya davet et­mişse de, o bu teklifi reddetmiş ve Hz. Peygamber'in şu sözünü söyle­yerek cevap vermiştir:

Şayet bilselerdi Medine onlar için daha hayırlıdır.

Mâlik'in Hz. Peygamber'e saygısı öyle bir dereceye ulaşmıştı ki Me­dine içinde hayvana binmekten haya eder ve: "Ben içinde Hz. Peygam-ber'i saklayan toprağa basan bir hayvana binmekten haya ederim" derdi. [51]

 

İmam Malikin İkili Görüşmeleri

 

 İki bilgin arasındaki görüşme ve diyalog ilk olarak onların bilgilerini ortaya koyar. İkinci olarak diyalog tarzını gösterir. Üçüncü ola­rak her birinin fıkıhtaki ekolünü ortaya çıkarır.

Tarih, hicret yurdunun imamı ile, Mısır halkının imamı Leys b. Sa'd'ın şahane bir fıkıh tartışmasını muhafaza edip günümüze aktar­mıştır.

Burada sözü geçen zat, tebe-i tabiînden olan Ebu'l Haris b. Sa'd b. Abdurrahman el-Mısrî'dir. Pek çok kimseden hadis rivayet etmiş, ken­disinden de pek çok kimse rivayette bulunmuştur. Nevevi'nin bildirdi­ğine göre, ilim adamları bu zâtın değerli bir imam olduğunda, fıkıh ve hadiste yüce mertebeye eriştiğinde görüş birliği etmişlerdir. O zama­nında Mısır halkının imamı idi.

İmam Şafiî onun hakkında şöyle diyor: "Leys b. Sa'd'ın fıkıh bil­gisi Mâlik'ten daha çoktur. Fakat talebeleri Leys'i ziyan ettiler."

Ahmed b. Hanbel de şunları söylemektedir: "Leys, hadisi sahih, bilgisi çok bir kimsedir. Mısırlılar içinde ondan daha sağlam ve hadis­leri sahih olan biri yoktur."

Leys, İmam Mâlik'in doğum ydı olan hicri 93 yılında doğmuştur. Leys'in bildiği sahih hadisler çok idi. Leys, zamanında fetva vermekte tek idi. O aynı zamanda zengin, soylu ve cömert bir kimse idi. Arab di­lini iyi derecede bilen, ayrıca hadis ve şiirleri ezberlemiş bir kimse idi.

Leys Medine'ye geldiğinde İmam Mâlik kendisine Medine'nin az bulunur hediyelerinden takdim etmişti. Leys de ona bin dinar altın gönderdi. Leys zengin bir kimse idi. Yıllık geliri 80 bin dinar altın idi. Bu bilgilerden Leys ile Mâlik'in aynı çağda yaşadıklarını ve aralarında yazışmalar olduğunu anlamaktayız.

Bu yazışmalardan birisi meşhurdur. İmam Mâlik'in yazdığı mektu­ba Leys daha uzun bir cevap vermiştir. Mâlik bu mektubunda, sahabe ve tabiînin yolunu tutmuşken bazı şeylerde Medine ehline aykırı dav­randığı için Leys'i azarlamıştır. İmam Mâlik bu mektubu ile Leys'ten Medine halkının yolu olan, sünnet yolunu tutmasını istemiştir.

İmam Mâlik'in mektubu şöyledir:

Mâlik b. Enes'ten Leys b. Sa'd'a... Allah'ın selâmı üzerinize ol­sun. Kendisinden başka tanrı olmayan Allah'a hamdederim. Hamd ve selamdan sonra: Açık ve gizli durumlarda kendisine itaatla bi­zi ve sizi Allah koruma altına alsın. Hoş olmayan her türlü şeye karşı bize ve size afiyet versin.

Allah sana rahmeti ile muamele eylesin. Bilesin ki bana ulaştığına göre sen bizim beldemizde bulunan cemaatin uyguladığı çeşitli meselelere aykırı olarak insanlara fetva veriyormuşsun. Halkının arasında sahip olduğun mertebe, fazilet ve güven içinde iken in­sanların sana ihtiyacı vardır. Onlar senden gelen şeylere güven du­yarlar. Sana yaraşan odur ki nefsin hakkında korkasm ve seni kur­taracak şeylere uyasın. Hz. Allah kitabında şöyle buyurmaktadır:

(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve En-sar ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan hoşnud olmuştur, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır. Allah onla­ra, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler ha­zırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur. (Tevbe/100)

(Ey Muhammedi) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın hidayet edip, doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir. (Zümer/17-18)

İnsanlar ancak Medine halkına uymalıdır. Hicret oraya olmuş, Kur'an orada inmiş, helâller haramlar orada belirlenmiştir. Çünkü Allah'ın Rasûlü Medineliler arasında yaşamıştır. Onlar vahyin ge­lişinde hazır bulunmuşlar, Peygamber emretmiş, onlar da itaat et­mişlerdir. Peygamber vefat edene kadar bir takım sünnetler koy­muş, onlar da uymuştur. Peygamber onlar için katında (iyi) olan­ları seçmiştir. Allah'ın sâlât, selam, rahmet ve bereketi onun üze­rine olsun.

Peygamber'den sonra onun ümmeti olan insanlar kendilerini yö­netecek insanlara tabi oldular. Bunlar bildiklerini uyguladılar, bil­mediklerini sordular. Peygamber dönemine yakın oldukları için ictihad ettikleri meselelerden kuvvetli bulduklarını aldılar. Eğer onlara birisi muhalefet edip başkasının daha kuvvetli ve uygun ol-

duğunu söylemiş ise onu sözünü bıraktılar ve onun dediğinden başkasını yaptılar.

Bunlardan sonra tabiîn de aynı yolu tutup, kendilerinden önceki­lerin yolundan gittiler. Eğer Medine'de bir iş açıkça biliniyor ve uygulanıyor ise buna muhalefet edeni görmedim. Zira onların elinde bulunan bu (bilgi) servetinin, başkalarının kendilerine ait olduğunu iddia etmesi caiz değildir.

Allah sana rahmeti ile muamele eylesin. Sana yazdıklarımdan nef­sin için (yararlı sonuçlar çıkarmaya) bak. Bil ki ben sana bu yaz­dıklarımla ancak sana nasihat etmek istedim. Yazdıklarıma iyi bak hatalardan sakın. Mektubuma gereken değeri ver. Eğer söyledik­lerimi yaparsan sana nasihat etmek konusunda söylenmemiş bir şey bırakmadığımı bilirsin.

Eğer başka şehirlerin halkları "bizim beldemizde uygulama bu­dur, bizden öncekiler de böyle yapmıştır" diyerek Medine halkına aykırı davranırlarsa, onlar, buna güvenmez ve böyle davranmayı caiz görmezlerdi.

Allah beni de seni de, her durumda ve her işte kendisine ve Pey-gamber'ine itaatta muvaffak eylesin.

Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun.

İmam Leys, mektubunda İmam Mâlik'in mektubunda bazılarına işaret ettiği meselelerde, âlimlerin görüş farklılıkları bulunduğunu or­taya koymuştur.

Bu meseleler şunlardır:

1. İki Namazı Cem Meselesi:

Yani peş peşe olan iki namazı bir vakitte kılmak meselesi. İki na­mazı cem ederek (birleştirerek) kılmak cem-i takdim ve cem-i te'hir olarak uygulanır.

Hac mevsiminde arefe günü Arafat'ta öğle ve ikindinin cem-i tak­dimle (yani ikindiyi vakti gelmemiş olduğu halde öne alıp Öğle ile bir-

likte) kılmak hususunda hiç bir tartışma yoktur. Akşam ile yatsı nama­zını da Müzdelife'de cem-i tehirle (yani akşamı erteleyerek yatsı ile birlikte) kılmak da sünnettir. Fakat bu iki yerin dışında iki namazı bir­leştirerek kılmak hususunda ihtilaf vardır. Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu onu caiz kılan sebepler bulunduğu zaman birleştirmeyi caiz görmüş, Ebu Hanife ise iki namazın -her ne sebeple olursa olsun- birleştirile­rek kılınamayacağını söylemiştir.

İkamet halinde iken (yani seferi değilken) yağmur sebebiyle iki na­mazı birleştirerek kılmak hususunda fıkıh âlimleri ihtilaf etmişledir. Şa­fiî gece ve gündüz namazlarında (öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı bir­leştirerek kılmayı) caiz görmüştür. İmam Mâlik yağmur sebebiyle sade­ce gece namazlarının birleştirilmesini caiz görmüştür. Leys ise yağmur sebebiyle hiç birinin birleştirilerek kılınamayacağım söylemiştir.

2.  Mahkemede tek şahit ve hak sahibinin yemin etmesiyle karar vermek.

Mâlik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Dâvud, Ebû Sevr ve Medine'nin yedi fakihi bunu mal ile ilgili (ticari) konularda caiz görmüşlerdir. Ebu Hanife, Leys, Sevrî, Evzâi ve Iraklıların çoğunluğu bunu hiç bir konu­da kabul etmemişlerdir.

3. Mehrinin bir kısmını almamış olan kadın, mehrinin geri kalanı­nı almaya ne zaman hak kazanır?

Bu konuda Hz. Peygamberin ashabı, ertelenmiş mehirin ödeme zamanı, boşama veya (kocanın) ölüm(ü) sebebiyle gelmiş olur, de­mektedirler.

Bunun yanında "Kadın mehrinin hepsinin peşin verilmesini şart koşmuş ise, hepsinin önceden verilmesi gerekir. Koca, mehrin hepsi­nin ertelenmesini şart koşmuş ise, erkeğin mehri erteleme hakkı var­dır" diyenler de bulunmaktadır.

4.  İlâ Meselesi

İlâ, erkeğin eşi ile cinsel ilişkide bulunmamaya yemin etmesidir. Kur'an'da şu ayet ile bu konuya işaret edilmektedir:

Kadınlarından uzak kalmaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer (bu süre içerisinde kadınlarına) dönerlerse, şüphesiz Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir. (Bakara/226)

Dört ay geçtiği halde erkek eşine yaklaşmamış ise eşlerin ayrılma­sı gerektiğinde fıkıh âlimleri görüş birliği etmişlerdir. Ebu Hanife, Ha­nefî mezhebindeki diğer âlimler ve Sevri "Sürenin bitmesi ile boşan­ma gerçekleşir" demişlerdir. Mâlik, Leys, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Ebu Sevr ve Dâvud "İla yapan kocanın eşine dönmeye de, onu boşamaya da hakkı vardır" demişlerdir.

5.  Erkeğin, karısına boşama hakkı vermesi meselesi.

Bu meselede Mâlik, Ebu Hanife, Şafii, Evzâi ve bir grup, kadının serbest olduğunu; isterse eşini seçip onunla kalabileceğini, isterse bo­şanmayı tercih edip boşanabileceğini söylemişlerdir. İbn Hazm ise ka­dının böyle bir hakkı olmadığım, zira din koyucunun erkeğe verdiği bir şeyi kadına vermenin sözkonusu olamayacağını söylemiştir.

6.  Başkasının cariyesi ile evlenip, sonra cariyeyi satın alan adam ve bir köle ile evlenip sonra onu satın alan kadın meselesi.

Fıkıh âlimleri, her iki durumda da evliliğin sona ereceği hususun­da ittifak (görüş birliği) etmişlerdir.

7. Namaz, hutbe ve yağmur duası bir arada yapılacaksa bunlardan hangisinin önce yapılacağı meselesi.

8.  Bir malda ortak olan iki kişiye ne zaman zekâtın farz olacağı

meselesi.

Mâlik ve Ebu Hanife ortaklardan her birinin nisâb miktarı mala sahip olmadıkça zekâtın farz olmayacağını söylemişlerdir. Leys ve Şa­fiî'ye göre ortak mal tek adamın malı gibidir. (Yani ortak olan mal ni-sab miktarında ise ortakların her ikisine de zekât farz olur.)

9. İflasına karar verilen kimse meselesi.

Bu durumda olan kimse bir eşya satın almış olup satıcı paranın ta­mamını değil, bir kısmını almış ise; Mâlikî mezhebine göre isterse satıcı aldığı parayı geri verip eşyasını ahr, isterse diğer alacaklılarla bir­likte hakkını ister. Satıcı bu hususta serbesttir. Leys ve bir grup âlim, bu durumdaki satıcının ancak diğer alacaklılarla beraber, hakkı olan (kalan) paraya ortak olacağını söylemişlerdir.

10. Savaş ganimetinde atın hissesi meselesi.

Ebu Hanife'ye göre süvariye ganimetten iki hisse vardır. Birisi süvariye, birisi atmadır. Mâlik, Leys, Evzâi ve diğerlerine göre süva­riye üç pay vardır. İkisi atın, birisi süvarinindir. Bu meselede Ebu Hanife: "Hayvanın payının insandan çok olmasını uygun görmem" demiştir.

İmam Mâlik'in mektubunda işaret ettiği bu meseleler hususunda, mektuba cevap verirken Leys tarafından detaylı bilgi verilmiştir.

Leys'in cevabının başlarında verdiği bilgiden, onun İmam Mâlik'e okuması ve kendisine güvenmesi için kitaplar gönderdiğini anlıyoruz. Fakat bu kitaplar hakkında bilgi sahibi değiliz. Çünkü İmam Mâlik'in mektubunda bunların adı geçmemektedir.

Leys Mâlik'e gönderdiği cevabî mektupta, Mâlik'in dikkat çektiği hususlardan hoşnut olduğunu, Medine halkının önemi konusundaki görüşüne katıldığını bildirmiştir. Fakat Muhacir ve Ensardan öne ge­çenlerin ictihad etmelerinin de bir sünnet olduğuna, güzelce onlara uyanların da hakkında ayet ve hadis olmayan konularda ictihad ettik­lerine işaret etmiştir.

Ayrıca Hz. Peygamber'in ashabının ve tabiînin pek çok meselede ihtilâf ettiklerine de işaret etmiştir.

Leys, daha sonra Mâlik ile arasında ihtilaf olan meseleleri ortaya koyup kendi görüşünü savunmuştur. İmam Mâlik de Leys'e yazdığı mektubu gayet geniş tutup uzun bir mektup yazmıştır.

İmam Mâlik'in ilmî diyaloglarına örnek olmak üzere Yahya b. Zeyd Nevfeîi ile yaptığı yazışma da vardır. Nevfeli, Allah'ın helâl kıl­dığı pahalı, değerli şeyleri kullandığı için İmam Mâlik'i yazdığı mek­tupta ayıplamış, (İmam Mâlik ise) Allah'ın helâl kıldığı şeyi, gücü yet-

tiği ve onu bulabildiği sürece bir müslümanın kendisine haram kılma­sının doğru bir şey olmadığını bildirmiştir.

Nevfelî'in İmam Mâlik'e yazdığı mektup şöyledir:

Rahman ve rahim olan Allah'ın adı ile başlıyorum. Allah başta ve sonda elçisi Muhammed'e salât ve selâm eylesin.

Yahya b. Zeyd b. Abd'ül-Melik'den Mâlik b. Enes'e...

Bana ulaştığına göre ince ve kaliteli kumaşlar giyiyor, yufka ek­mek yiyor, yumuşak döşeğe oturuyor ve kapında nöbetçi bulundu-ruyormuşsun. Oysa sen ilim meclisine oturmuş bir kimsesin. Se­nin için bineklere binip insanlar yollara koyuldular. Seni imam edinip sözüne razı oldular. Ey Mâlik! Allah'tan kork ve alçak gö­nüllülükten ayrılma. Sana nasihat olarak yazdığım bu mektuptan Allah'tan başka kimsenin haberi yoktur. Vesselam...

İmam Mâlik bu mektuba şöyle cevap verdi: Rahman ve rahim olan Allah'ın adı ile başlıyorum.

Mâlik b. Enes'ten Yahya b. Zeyd'e... Allah'ın selamı üzerine olsun. Selamdan sonra...

Mektubun bana ulaştı. Ben mektubunu nasihat, şefkat ve edep öl­çüleri içerisinde değerlendirdim. Allah sana da takva nasip edip, nasihatmdan dolayı seni mükafatlandırsın.

Allah'tan başarı dilerim. Ulu ve yüce olan Allah'ın yardımı olma­dıkça güç ve kuvvet yoktur. Yeyip içtiğim, kapıda nöbetçi bulun­durduğum hususunda söylediklerine gelince, ben bunları yaptım. (Hatalarım varsa) Allah Teâlâ'ya istiğfar ederim. Hz. Allah buyur­muştur ki:

De ki: "Allah'ın kullan için çıkardığı (yarattığı) süsü ve güzel rı-zıkları kim haram kıldı? Onlar dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) inananlar içindir. Kıyamet gününde ise yalnız mü'minle-rindir. İşte, bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz." (A'raf/32)

Ben iyi biliyorum ki (helâl olduğu halde) bunları yapmaktansa, terk etmek daha hayırlıdır. Bize mektup yazmamazhk etmeyin. Biz size yazmamazhk etmeyiz. Vesselam.

İmam Gazali Ihya'sımn birinci cildinde İmam Mâlik'in bu cevabı­nı kendi zühd ve takva anlayışı içinde şöyle yorumlamaktadır:

İmam Mâlik'in insaflı bir şekilde yaptıklarının mubah olduğu fetvasını vermekle birlikte onları yapmamanın yapmaktan hayır­lı olduğunu itiraf edişine bakınız. Her iki sözünde de doğruyu söylemiştir.

İmam Mâlik gibi yüksek makama sahip bir kimse kendisine yapı­lan nasihat karşısında insaflı davranmış ve hakikati söylemiştir. Böyle bir kimsenin nefsi mubah olan Bir sınırda durmakta güçlü olur. Nitekim kendisini eleştiren kimse ile tartışmaya, onu idare etme yoluna gitmemiş ve hoş olmayan şeyler yapmamıştır.

Mâlik'ten başkasının buna gücü yetmez. Mubahtır diye nimetler içinde yaşamak tehlikelidir. Böyle yapan kimse (Allah) kor-ku(sun)dan uzak olur. Oysa Allah'ın bilgin kullarının meziyeti Al­lah korkusudur. Allah korkusunun özelliği ise tehlike ihtimali olan şeylerden uzak olmaktır. [52]

 

İmam Mâlik'în Evi Ve Ailesi

 

İmam Mâlik bir cariye ile odalık edinme yoluyla evlendi. Çocukla­rının annesi olan eşini çok sever ve ona kıymet verirdi. Eşinden üç oğlu bir kızı dünyaya geldi. Oğullarının adı Muhammed, Hammâd ve Yahya idi. Kızının adı Fatıma olup, kendisine "Ümm'ül-Benûn" denirdi.

Mâlik'in kızı Fatıma, babasının kitabı Muvatta'ı ezbere bilirdi. Ba­bası evde ders oturumları düzenlediğinde o kapının arkasına oturur, ba­basına Muvatta'ı okuyanları dinlerdi. Muvatta'ı okuyan talebeler hata ederse, Fatıma kapıyı tıklatır, bunun üzerine İmam Mâlik okuyana tek­rar okuyup hatasını düzeltmesini emrederdi.

İlginçtir ki İmam Mâlik'in kızı bu dereceye ulaştığı halde oğulk rı, daha aşağı bir durumda idiler. İmam Mâlik bu farklılıktan hoşlan, ve: "Gerçek eğitim Allah'ın eğitimidir; şu kızım, şunlar da oğullarım! derdi. [53]

 

İmam Malikin Vefatı

 

İmam Mâlik (vefatından önce) 22 gün hastalandı. Vefat ettiği ge ce, Bekir b. Süleyman Savvaf cemaati ile birlikte Mâlik'in yanına gi rip: "Ey Abdullah'ın babası! Kendini nasıl buluyorsun?" diye sordu İmam Mâlik şöyle dedi: "Size ne diyeyim, bilemiyorum. Ancak yanı hesapta olmayan bir şekilde Allah'ın affını göreceksiniz." Az sonr; kelime-i şehadet getirip: "Önünde sonunda emir Allah'ındır" dedi v< ruhunu yaratanına teslim etti. İmam Mâlik'in Medine'de hicri 179 se nesinin 14 Rebi'ul evvelinde vefat ettiği hakkındaki rivayet, Mâlik'iı vefatını belirleyen en sağlıklı tarihtir. İmam Mâlik Bakî mezarlığım defnedildi. [54]

 

Mâlikî Mezhebinin Yayılışı

 

Kadı İyaz diyor ki: "Mâlikî mezhebi Hicaz, Basra, Mısır, Mısıı yörelerindeki Afrika şehirleri, Endülüs, Sahiliyye, Mağrib-i Aksa ve Sudan'da günümüze kadar en çok yayılan mezheptir."

Mâlikî mezhebi Bağdat'ta yayılmış ise de hicri 400 yılından son­ra zayıflamıştır. 500 yılından sonra da Basra'da zayıflamıştır.

Horasan beldelerinden Kazvin ve Ebher'de çoğunluk olmuş, Nisa-bur'da da yayılmıştır. Burada ve diğer şehirlerde imamlar ve müderris­ler bulunmuştur.

Mâlikî mezhebi Hicaz'da üstün durumda idi. Zira İmam Mâlik Hi­caz'ın göbeğinde, Medine'de Ömrünü geçirdi. Medine'de yetişen fıkıh âlimleri onun yolundan yürüdü. Mâlikî mezhebi burada uzun süre parlak durumda oldu. İbn Ferhun'un Medine kadısı olduğu hicri 793'ten sonra Mâlikî mezhebi zayıfladı.

Mısır'a Mâlikî mezhebini ilk sokan Osman b. Hakem ve Abdur-rahim b. Halid b. Yezid'dir. Mâlikî mezhebinde ileri derecede yetişen Mısırlı âlimler vardır. Şafiî Mısır'a gelinceye kadar Mısır'da Mâlikî mezhebi hâkim durumda idi. Mısır'da Mâlikî ve Şafiî mezhepleri ya-nş içinde oldular. Hâla Mısır'da Mâlikî mezhebinin taraftarları pek çoktur.

Mâlikî mezhebi Tunus'a girdi ve çoğunluğa erişti. Daha sonra bir süre Hanefî mezhebi ağır bastıysa da tekrar Mâlikî mezhebi günümü­ze kadar çoğunluğunu sürdürmüştür. Hicretin 2. yüzyılından sonra Mâ­likî mezhebi Endülüs'de de çoğunluk durumuna geldi. Endülüs'e bu mezhebi ilk sokan kişi, hacca gidip orada İmam Mâlik ile buluşan Zi-yad b. Abdurrahman'dır. Endülüs'de Mâlikî mezhebi çok ilerledi. Hat­ta mahkemelerde kadılar bu mezhebe göre karar verir oldular.

Mâlikî mezhebi Fas'a da girdi. Taşfin oğullan döneminde çok iler­ledi. Halâ günümüzde Fas'da hakim olan, Mâlikî mezhebidir.

Tarihçi Allâme İbn Haldun Mâlikî mezhebinin yayılışı konusunda çok geniş bilgi vermektedir. Mâlikî mezhebinin çeşitli yerlerde yayılışı­nı izlemek için İbn Haldun'un verdiği bilgilere gözatmakta fayda vardır.

İbn Haldun'un bildirdiğine göre hicretin 200. yılında İmam Şafiî Mısır'a göç edince orada Mâlikî mezhebinden bir cemaat buldu.

Bunlardan birisi Abdullah b. Abd'ül-Hakem b. E'yûn idi. Bu zât hicri 150 yılında doğmuş, 216 yılında vefat etmiştir. Abdullah, Mâ-lik'in Muvatta isimli eserini İbn Vehb ve İbn Kâsım'dan rivayet etmiş­tir. Abdullah, Mâlikî mezhebinde kitaplar kaleme almıştır.

Bu cemaatın arasında Eşheb b. Abdüîâziz Kaysî de vardı. Bu zât Mâlikî mezhebinin büyük âlimlerindendir. Mâlikî mezhebi üzere yazıl­mış Müdevvene isimli bir kitabı vardır. Bu kitap, hicri 240 yılında ve­fat eden Abdüsselam b. Said Sahnun Tunuhî'nin Müdevvene'sinden başka bir kitaptır.

Mâlikî fıkhının büyük âlimlerinden olan Abdurrahman b. Kasım da bu cemaatın arasında idi. İbn Kasım'ın Mâlikî mezhebinin düzen­lenmesi ve başka yerlere taşınması hususunda büyük etkisi ve üstünlü­ğü vardır. Abdurrahman hicri 191 yılında vefat etmiştir. Yukarda sözü edilen cemaatin içinde İbn Mevâz, İbn Miskin ve oğullan ve diğerleri bulunuyordu.

Daha sonraları Mısır'da Fatımî devletinin ortaya çıkması ile ehl-i sünnet fıkhı giderek yok olma durumuna geldi. Fâtımîler, şîa immami-yesiyle birlikte Râfiziler olarak isimlendiriliyordu. Fâtımilerle birlikte Mısır'da Şîa fıkhı ortaya çıktı. İbn Haldun buna Ehl-i beyt fıkhı veya Ehl-i beyt şîası fıkhı demektedir. Neredeyse Mısır'da bunun dışındaki fıkıh ekolleri yok olmaya yüz tutmuş idi.

Hicretin dördüncü asrı sonlarında Kâdi Abd'ul-Vehhab el-Mâlikî Bağdat'tan Mısır'a göç etti. O sıralarda yönetim, Fatımîlerin dedesi Ubeydullah'a mensup olan Kölemenlerin elinde idi. Kölemenler Mısır, Mağrib ve diğer yerlerde geniş biçimde etkili idiler. Kölemenler, Kâdi Abd'ul-Vehhab'a ikram edilip değer verilmesini emrettiler. Bununla böyle bir âlim'e değer vermeyip onu bir kenara atan Abbasilerin yok olduğunu duyurmak istiyorlardı. Böylece Selahaddin Eyyubi tarafın­dan Kölemenler yönetimine son verilene kadar Mâlikî mezhebi Mı­sır'da bir parça ilgi görmeye başladı. Selahaddin Eyyubi'den sonra tek­rar Şafiî mezhebi ilgi gördü ve parladı.

Mâlikî mezhebi Fas ve Endülüs halkı arasında yayılmıştır. Bu mezhep başka yerlerde taraftarlara sahipse de bu ülkelere mahsus ha­le gelmiş, bu ülke halkları çok az olarak diğer mezhepleri taklid etmiş­lerdir. Çünkü bu ülke insanları çoğu kere Hicaz'a yolculuk ederlerdi. O sıralarda en çok sefere çıktıkları yer Hicaz idi. O zamanlar Medine ilim yuvası halinde idi. İlim oradan Bağdat'a da geçti ama Bağdat on­ların yolu üzerinde değildi. Bu sebeple sadece Medine âlimlerinden ilim aldılar. O vakitler Medine'nin en büyük âlimi İmam Mâlik idi. İmâm Mâlik'ten önce onun hocaları, kendisinden sonra talebeleri il­min kaynağı oldular. Bu yüzden Mağrib ve Endülüs halkı İmam Mâ-lik'e başvurup onun mezhebine uydular. Zaten diğer mezhepler orala­ra ulaşmamıştı.

Ayrıca Mağrib ve Endülüs halkında bedevîlik karakteri hâkimdi. Irak halkının kültür ve medeniyetine ilgi duymuyorlardı. Sosyal yapı­lan ve bedevîlik karakteri bakımından aralarındaki benzerlik onların Hicaz'a meyletmesine yardımcı oluyordu.

Her imamın mezhebi, o mezhebe uyanlarca özel bir ilim olmuştu. Mezheplere uyanlar ictihad yapma durumunda değildiler. Ancak birbiri­ne benzeyen meseleleri mezhepteki usullere dayandırarak sonradan çı­kan meseleleri öncekilere ilave ettiler. Böyle mezhebin imamına uydular.

îbn Haldun diyor ki: Mağrib halkının hepsi Mâliki mezhebinden-dir. İmam Mâlik'in talebeleri Mısır ve Irak'a dağılmışlardı.

Kâdî İsmail ve aşağıda isimlen gelecek onun tabakasından olan­lar Irak'ta idiler. Huveyz Mendâd Ahbed b. Abdullah el-Mâlikî el-Bas-ri, fv.h. 400) îbn Lebban Ebu'l-Hasen Muhammed b. Abdullah b. Ha-sen, (vefatı: 5. hicri yüzyıl sonlan) Kâdi Ebubekir Ebheri, (Ebher, İs-fehan bölgesinde bir şehirdir. Ebherî'nin adı, Muhammed b. Ahmed b. Hasan olup, hicri 481 yılında vefat etmiştir), ve Kâdî Ebu'l-Hasen b. Kassar ile Kâdî Abd'ül-Vehhab el-Mâlikî. Mısır'da Mâlikî mezhebinden şu âlimler bulunuyordu: Abdurrah-man b. Kasım, Eşheb b. Abdülaziz, Abdullah b. Abd'ül-Hakem, Haris b. Miskin ve diğerleri.

Abd'ül-Melik b. Habib el-Endelüsi Endülüs'ten (başka yerlere) gitti. Bu zât, İmam Mâlik'in arkadaşlarından pek çoğundan ilim öğren­miştir. Abdullah b. Abd'ül-Hakem bunlardandır. Daha sonra tekrar En­dülüs'e döndü. Kendisi Mâlikî mezhebinde fıkıh usûlünde önemli ki­taplardan olan Vâdıha isimli kitabın sahibidir. Abdurrahman b. Kasım ve tabakasından da ilim alan bu zat Endülüs'te Mâlikî mezhebini yay­mıştır. İbn Hâbib hicri 238 yılında vefat etmiştir.

İbn Hâbîb'in Vâdıha isimli kitabını Mâlikî mezhebine göre yaz­masından sonra Muhammed b. Ahmed b. Abd'ül-Aziz Atbî (vefatı 255 h.) Atbiyye isimli kitabını yazmıştır. Bu kitabın bir adı da Müstahra-ce'dir. Zira bu kitaptaki meseleler İbn Hâbîb'in Vâdıha isimli kitabın­dan istihraç edilmiştir.

İbn Hâbîb'in talebesi olan Atbi Kurtubalıdır, Sahnun ve başkala­rından da ilim öğrenmiştir. Atbi'nin kitabı Endülüslü ve Afrikalılar için uzun bir süre güven kaynağı olmuştur. Hatta İbn Hazm bu kitap hak­kında şöyle demiştir: "Afrika'da ilim erbabı olanlar arasında bu eserin çok yüce bir değeri vardır."

Asıl memleketi Horasan olup daha süt emme döneminde iken ba­bası ile Tunus'a gelen, orada yetişip fıkıh öğrenen Esed b. Furat Afri­ka'dan yolculuklara çıkmış, İmam Mâlik'in yanma gidip, bizzat kendi­sinden Muvatta'ı dinlemiş, diğer kitapları da okumuş, sonra Irak'a git­miştir. Orada Ebu Hanife'nin öğrencileri Ebu Yusuf ve İmam Muham-med'den ilim tahsil etmiştir.

İbn Furat ilk başta Hanefî mezhebi ile ilgili (kitaplar) yazmış, da­ha sonra Mâlikî mezhebine geçmiştir. Bu zât, (Mâlikî mezhebi âlimle­rinden) Abdurrahman b. Kasım ile karşılaşmış ona Hanefî mezhebinde incelediği meseleleri sormuş ve bu meselelere aldığı çeşitli cevaplan Eseddiye adını verdiği bir kitapta toplamıştır. Bu kitap Sahnun'un kita­bı Müdevvene'nin temelini oluşturmuştur.

İbn Furat kitabı Esediyye ile birlikte Kayravan'a gittikten sonra, Sahnun İbn Kâsım'dan ilim tahsil etti. Bundan sonra Mağrib'e dönüp Mâlikî mezhebi âlimlerinin hocası oldu. Artık insanlar Esediyye kita­bını bırakıp Sahnun'un Müdevvene'sine yöneldiler.

Özellikle İbn Kâsım'ın İbn Furat'a Sahnun'un kitabını dikkate alma­sını tavsiye eden bir mektup yazıp İbn Furat'm bunu reddetmesinden sonra halkın Müdevvene'yt yönelişi daha çok artmıştır. Bununla beraber İbn Furat kitabının meselelerini İbn Kâsım'dan almıştı. İbn Kasım Sah­nun ile yaptığı tartışmalardan sonra görüşlerinin çoğundan dönmüştür.

Bu Sahnun'un kitabı Müdevvene'de hata yok anlamına gelmez. Müdevvene'de meselelerin bölümleri arasında karışıklık vardır. Mü­devvene'nin bir adı da (karışık anlamına gelen Muhtehta idi. Bununla beraber Kayravan halkı bu kitaba aşın derecede ilgi göstermiştir. Öy­lesine ki Müdevvene Mâlikî mezhebinin temel kaynaklarından biri ol­muştur. (Diyebiliriz ki) bu kitap Mâlikî mezhebinin üzerinde oturduğu bugünkü bilinen halinin temelidir.

Endülüs halkı ise (daha çok) İbn Habib'in Vadıha ve Atbî'nin At-biyye isimli kitabına yönelmişlerdir.

Daha sonra Müdevvene'yı İbn Ebi Zeyd Muhtasar adı ile özetledi. Ayrıca Kayravan fıkıh bilginlerinden Ebû Said el-Berâdeî de Tehzib isimli kitabıyla Müdevvene'yı özetlemiştir.

Tunus halkı Tezhib'i esas alıp bunun dışındaki kitapları terk etmiş­lerdir. Endülüs halkı da Atbiyye'yi esas alıp İbn Hahib'in Vâdıha'sım ve diğer kitapları bırakmışlardır.

Mâliki mezhebi âlimleri hâla bu temel kitapları şerh etmek ve top­lamak gibi çalışmalar yapmaktadırlar. Afrikalı bilginlerden İbn Yunus, Lahmî, İbn Mihrez Tûnusî, İbn Beşir ve benzerleri Müdevvene ile ilgi­li Allah'ın dilediği kadar kitaplar yazmışlardır.

Endülüslüler de Aîbiyye ile ilgili eserler yazmışlardır. Bunlardan birisi hicri 520'de vefat eden Ebû'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Rüşd'dür. İbn Rüşd'ün Mııkademaî'ul Mübhemât isimli bir kitabı ve Mâliki mezhebi üzerine başka kitapları vardır. İbn Rüşd Mâliki mez­hebinin en meşhur fıkıh bilginlerindendir. Bu mezhepte kadılık görevi de yapan îbn Rüşd'ün güzel bir biyografisi vardır.

İbn Zeyd Mâliki mezhebindeki temel kitaplardaki ihtilafları, fark­lı söz ve meseleleri Nevadir isimli kitabında topladı. Bu kitap Mâliki mezhebindeki tüm kavil (söz)leri ve ana meselelerin detaylarını içer­mektedir İbn Yunus Müdevvene üzerine yazdığı kitabında Nevadir'in büyük bir kısmını aktarmıştır.

Mâliki mezhebi birer zirve halindeki bu iki kitapta adeta denizler gibi coşup taşmıştır. Bu, Kurtuba ve Kayravan devletinin yıkılışına ka­dar devam etmiştir. Mağrib halkı Ebu Amr b. Hâcib'in kitabı ortaya çı­kıncaya kadar bu eserlere sıkı sıkıya bağlanmıştır.

İbn Hacib bu kitabında mezhep âlimlerinin her bölümle ilgili tut­tuğu yolu özetlemiş, her meselede fıkıh âlimlerinin kavillerini saymış­tır. Bu kitap âdeta mezhebin programı gibidir,   o

Haris b. Miskin, İbn Mübeşşir, İbn Leys, İbn Reşik ve îbn Şaş'dan

beri Mısır'da Mâlikîlik var olmaya, İbn Atâullah, Beni Sind ve Beni Avf dan bu yana İskenderiyye'de de devam etmektedir.

Amr b. Hâcib'in (yukarda sözü geçen kitabındaki) Mâlikî mezhe­bi ile ilgili metodu kimden aldığım bilmiyoruz. Fakat bu eser Köle­menler devletinin yıkılıp Şia fıkhının yok olması ve Şâfî-Mâlikî fıkhı­nın ortaya çıkmasından sonra meydana gelmiştir. İbn Hâcib'in kitabı 7. yüzyılın sonlarında Mağrib'e gelince özellikle Bücâye halkı olmak üzere Mağribli talebelerden pek çok kimse tüm vakitlerini bu kitaba ayırmışlardır. Onların büyük hocalarından biri olan Ebû Ali Nasruddin Zevâvi, bu kitabı Mağrib'e getirmişti. Zevâvi, Amr b. Hâcib'in arkadaş­larından Mısır'da okumuş ve bu kitaptan bir nüsha çıkarmıştır. Bu ki­tabı yanında getirmiş, Bücaye bölgesindeki talebeleri arasında yayıl­mıştır. Buradan da diğer Mağrib şehirlerine geçmiştir.

Mağrib'deki fıkıh talebeleri İbn Haldun dönemine kadar bu kitabı okuyor ve bu kitap üzerinde araştırmalar yapıyorlardı. Şeyh Nasrud-din'in bu konuda yaptığı teşvik etkili oluyordu. İbn Abdisselâm, İbn Rüşd, îbn Harun gibi Tunuslu hocalardan bir grup bu kitap üzerine şerh yazmıştır. Bunların en önde geleni îbn Abdisselâm'dır.

Burada göz önünde bulundurmamız gereken bir husus vardır ki o da İbn Haldun'un Mâlikî mezhebi, bu mezhebin kitapları ve âlimleri hakkında pek çok izahat yapmış olmasıdır. Bunun sırrı İbn Haldun'un Mâlikî fıkıh bilginlerinden birisi olmasıdır. İbn Haldun Mısır'da bulun­duğu sırada Mâlikî mezhebinin Mısır kadısı, aynı zamanda baş kadı ol­muştur. Bu onun Mâlikî mezhebinde hocaların hocası makamında ol­ması demektir.

Mâlikî mezhebi, Arab yarımadası, körfez, Uman ve güneyde Bah­reyn, Ebudabi gibi Arab emirliklerinde çeşitli yerlerde yayılmıştır. Bu­ralara Mâlikî mezhebinin ne yol ile girdiğine dair doyurucu bilgi vere­cek kaynaklar yoktur.

Fakat şunu söylememiz mümkündür: Bilindiği üzere İmam Mâlik Peygamber şehri olan Medine'de yaşamış, orada ders okutmuştur. Has­talığı sebebiyle ders verme işini evine taşıymcaya kadar, derslerini hep Hz. Peygamber'in mescidinde okutmuştur.

Medine-i Münevvere Hz. Peygamber'in hicretinden.ve mübarek cesedinin Medine'de toprağa verilişinden beri miislümanlann ziyaret etmeyi hedeflediği bir yerdir. Müslümanlar dünyanın dört bir yanından oraya gelip ziyaret etmektedirler. Mekke'ye gidip hacı olan her müslü-man ilave olarak Peygamber şehri Medine'yi ziyaret eder. Yeryüzünün doğu ve batısından milyonlar Medine'ye gelmektedir. İhtimal ki Mâli-kî mezhebinin birçok bölgede yayılmasının en kuvvetli sebeplerinden birisi işte bu özelliktir.

Arab yarımadasının güneyinden, körfezden ve bir derya genişli­ğindeki çeşitli bölgelerinden hacı ve umrecilerin Medine'ye gelip İmam Mâlik'i dinlemiş ve etkilenerek Mâlik'in mezhebini kendi yöre­lerine götürmüş olmaları uzak bir ihtimal değildir. Ayrıca bunların ara­sında hacdan döndüğünde halkına Mâliki mezhebinden söz edenlerin olması ve onların da bundan hoşlanarak Mâliki mezhebine meyletmiş olmaları da uzak bir ihtimal değildir.

Mâlikîler şöyle bir hadis rivayet etmektedir:

İnsanlar (bindikleri) develerin ciğerini p atlanırca s m a ilim tahsili için çeşitli yerlere gidecekler, Medine'nin âliminden daha çok fı­kıh bilen bir âlim bulamayacaklar.

Mâlikîlere göre bu âlimden maksat İmam Mâlik'tir.

Hasan b. Rabî şöyle diyor: "Ben İmam Mâlik'in kapısının önünde idim. Bir tellâl "Hicaz halkı girsin!" diye bağırdı. Sadece Hicazlılar (içeri) girdiler. Sonra "Şamlılar girsin" sonra "Iraklılar girsin" diye çağrı yaptı. Ben en son giren idim. Aramızda İmam A'zam'ın oğlu Hammad da vardı."

Mâliki mezhebi Basra'da da yayıldı. Basra, Arab emirliklerine ve körfeze uzak bir yer olmadığından mezhebin Basra'dan buralara yayıl­ması zor değildir. Hatta Hicaz da bu bölgeye uzak değildir. Mâliki mezhebini Kuzey Afrika ve Endülüs'e götürüp yayanlar olduğuna gö­re, Hicaz'a kuzey Afrika'dan daha yakın olan körfeze de mezhebi götü­recek kimselerin bulunması tabiidir. [55]

 

Maliki Mezhebinin Bazı Kitapları Ve Yazarları

 

1. Muhtasar-! Helâl, Halil b. İshak b. Musa

2.  Bidayet'ul-Müctehid Nihayet'ul-Muktesid, Ebu'l-Velîd Ahmed b. Muhammed b. Rüşd el-Hafid

3. Menh'ul-Kadir Alâ Muhtasardı Halil, Muhammed b. Ahmed b. Arafe ed-Dusûki

4.  Tuhfei'ul-Hukkâm, Ebubekir Muhammed el-Gırnatî

5.  el-Fürûk, Ahmed b. İdris el-Karafî

6.  Tebsırat'ul-Hukkâm, Muhammed b. Ferhun El-Ya'muri

7. Zürkâni Ale'l-Muvatta, Muhammed b. Abdul Baki Ez-Zürkâni

8. Evdah'ul-Mesâlik, Er-Rekunî

(Bu kitap Muhtasar-ı Halil şerhi üzerine bir haşiyedir).

9.  Hasiyeiu Kenun, (Bu eser Zürkâni'nin Muhtasar-ı Halil şerhi üzerinedir).

10. Mevâhib'ul-Celil fi Şerhi Muhtasar-ı Halil, Hattâb el-Mağribi

11.  el-Fevakih'ud-Devâni, En-Nefrâvi (Bu eser Abdullah b. Ebi Zeyd el-Kayravani'nin risalesi üzerine bir şerhdir).

12. Şerh'ud-Dirdîr (Bu eser Akrab'ul-Mesâlik isimli eserin şerhidir).

13. Bulgat'us-Sâlik, Şeyh Sâvi. (Bu eser Akrabu'l-Mesalik üzerine yazılan Şerh'us-Sagir'in bir hâşiyesidir).

14.  el-Tâc ve'l-İklil H-Muhtasar-ı Şeyh Halil, Muhammed Gırnatî

15. Şerhu Menh'il-Celil Alâ Muhtasar-ı Halil, Muhammed AIIiş

16. Fetâvây-i Şeyh Alliş, Muhammed Alliş

17.  el-Müsevvâ min Ehâdis'il-Muvatta, Veliyyüddin Dehlevi[56]

 

Maliki Mezhebinin İmamı İle İlgili Kaynaklar Ve Yazarları

 

1. Dibâc'ül-Müzehheb, Burhaneddin b. Ferhun

2.  Tezyin ul-Memâlik fi Menakıb'il-lmam Mâlik, Celâleddin Suyutî

3. Menakıb'i Mâlik, Zevâvî

4. Mâlik, Prof. Emin Havli

5. Mâlik, Prof. Muhammed Ebu Zehra

6.  el-Eimmet'ul-Erbaa, Dr. Ahmed Şerbasi

7. Mukaddimet'us-Zurkani li Şerh-i Kitab'il-Muvatta, Zürkani

8.  Tehzib'ül-Esmâ ve'l-Lügâî, Nevevi

9. El-Bidâye ve'n-Nihaye, İbn Kesir

10. Hılyet'ul-Evliya, Ebu Nuaym

11. Mukaddime, (Tahkik: Dr. Ali Vâfi) İbn Haldun[57]

 

Sonuç

 

Buraya kadar ifade ettiklerimiz Mâlikî mezhebi ve İmam Mâlik'in biyografisi hakkında bir araştırma, mezhebin ortaya çıkışı, usulleri ve kaynaklan hakkında bir çalışmadır. Umarım ki bu değerli İslâm fıkıh ekolü hakkında bilgi edinme ihtiyacı olanlara yeterlidir. Allah İmam Mâlik'ten razı olsun.

İyiliklerin, fazl u ihsanı ile tamamlandığı Allah'a hamd olsun. [58]

 

TASAVVUF

 

Tasavvuf

 

Soru; Özet bir şekilde doğru tasavvufun prensiplerini açıklama­nızı rica ediyorum.

Cevap: Doğru İslâm tasavvufu, mü'min'in ihsan derecesine ulaş­masıdır. Bu, Allah'a yönelmede derecelerin en yücesidir. Şu ayet-i ke­rimede buna işaret edilmektedir;

Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza erişti­receğiz. Hiç şüphe yok ki Allah ihsan edenlerle beraberdir. (Anke-but/69)

Tasavvufun temeli olan ihsanı bilmek için Hz. Peygamber'in şu hadisini dikkate almalıyız.

Hz. Peygamber İslâm'dan sorulduğunda şöyle buyurmuştu:

islâm, Allah'tan başka tapılacak hiç bir varlık olmadığına ve Mu-hammed'in Allah'ın peygamber'i olduğuna şahitlik etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan (orucunu) tutman ve (Allah'ın) evi(ni) gücün yetiyorsa haccetmendir.

Hz. Peygamber imandan sorulduğunda şöyle buyurmuştu:

iman, Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve hayır olsun—şer olsun kadere inanırlarıdır.

Hz. Peygamber, ihsan'd&n sorulduğu zaman ise şöyle buyurmuştur:

ihsan, görüyormuşçasına Allah'a ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor.

Demek oluyor ki bir islâm, bir iman, bir de ihsan var. islâm boyun eğmek, teslim olmak, söz ve amel olarak dinin buyruğuna baş eğip onu yerine getirmektir.

İman kalp ile tasdik etmek, dilin söylediğini gönülden kabul et­mektir.

İhsan ise bütün benliğiyle Allah'a yönelmek, (gönlü) sürekli Al­lah'a bağlamak, sürekli O'nun ayet ve sıfatlarını düşünmek, Allah'ın azamet ve celâlinin kontrolü altında olmak, O'nun nur ve aydınlığını olduğunu görmektir. (İhsan'ı açıklamak için tüm söylenenler, hadis-i şerifte şu cümle ile ifade ediliyor:)

İhsan, görüyormuşçasına Allah'a ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsun da, O seni görüyor.

İslâm, kelime-i şehadeti söylemek ve zahiren ibadetleri yapmakla ortaya çıkmaktadır. İman, kalbin inanması ve gönlün huzur bulması şek­linde kendini gösterir. İhsan ise ihlas ve kesinlik derecesinde Allah'a yö­nelmekle ortaya çıkmaktadır. İşte bu ihlâs, tasavvufun özü ve direğidir.

Bunun içindir ki tasavvuf yolunun imam ve liderlerinden biri olan İbrahim Ethem tasavvufu vasıflandırırken şöyle diyor: "Derecelerin en yücesi kendini tamamen rabbine vermen, tüm organlarınla, aklınla ve kalbinle Allah ile dost olmandır. Öyle bir dereceye ulaşmalısın ki rab-binden başka bir şeyi ummamalısın. Günahından başka hiç bir şeyden korkmamalı, Allah'ın sevgisi kalbinde o kadar kökleşmeli ki ondan başka hiç bir şeyi tercih etmez hâle gelmelisin."

Tasavvufta imam derecesinde olan Sehl Tüsterî tasavvufun pren­sipleri hakkında şöyle diyor:

"Bizim esaslarımız altıdır:

a. Allah'ın kitabına sarılmak.

b.  Hz. Peygamber'in sünnetine uymak.

c. Helâl yemek.

d.  Eziyetten kaçınmak.

e.  Günahlardan sakınmak.

f. Haklan ödemek."

İmam Şa'râni de şöyle diyor:

Topluluk (yani tasavvufçular) görüş birliği içindedirler ki Allah yolunda ancak şu özelliklere sahip olanlar başa geçebilir:

a. Dini ilimlerde derin bilgi sahibi olmak,

b. Dini ilimlerin açıkça söylenilenlerini de kavramlarını da, gene­lini de özelini de, nesh edileni de nesh edeni de iyice bilmek,

c. Arab dilini çok iyi bilmek, Arabçanın inceliklerini; mecazlarını ve İstiarelerini bilmek.

Sonuç olarak her sûfi fıkıh bilginidir. Fakat her fıkıh âlimi sûfi değildir.

Gene Şa'râni diyor ki: "Eğer veli bir kimse, Hz. Peygamberin söylediği ve yaptığı şeyler)e aykırı bir şey söylese, velinin dediğine uyulmaz. Bunu söyleyen basiret sahibi de değildir."

Tasavvufçuların bir takım iyi ve faziletli ahlâkları vardır. Bunlar İslâmiyet teşvik etmektedir. Bu güzel ahlâklara tasavvufçuların mutla­ka sahip olması gerekir. Çünkü onların yollarının temel direği terbiye­li olmak, güzel ahlâklı ve cömert olmak, ruh ve nefsi temizlemek, fa­ziletlerle donanmaktır.

Alçak gönüllü olmak, halktan gelecek eziyetlere tahammül etmek, yumuşak huylu olmak, kanaat sahibi olmakla beraber öfkeli-kavgacı ve zorlamacı olmamaktır.

Tasavvuf yolunun yolcusu olanların, Kur'an'a dayalı parolaları Fussilet suresinin aşağıdaki ayetlerinde ifade edilmiştir:

Şüphesiz, "Rabbimiz Allah'tır" deyip, sonra dosdoğru yürüyenle­rin üzerine melekler iner. Onlara: "Korkmayın, üzülmeyin, size vaadolunan cennetle sevinin!" derler "Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Gafur ve rahim olan Allah'ın ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve orada her şey sizin için hazırdır."

(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslümanlarda-nım" diyenden daha doğru sözlü olan kimdir?

İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde ön­le, o zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki can­dan bir dost olur. Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler ka­vuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuş-turlur. (Fussilet/30-35) [59]

 

Tasavvuf Ve Tasavvufçular

 

Soru: Tasavvuf nedir, tasavvufçular kimlerdir?

Cevap: Tasavvuf sosyal, psikolojik, ahlâki bir yoldur. Kendine gö­re yolu, üslûbu, delilleri, adamları ve kahramanları vardır.

İbn Haldun'un ifade ettiğine göre tasavvuf, müslümanlar arasında sonradan ortaya çıkmış dini ilimlerdendir. Bunun aslı, ümmet-i Mu-hammed'in geçmiş ve büyükleri katında tasavvufçuların gittiği yolun, sahabe, tabiin ve diğerleri arasında var olmasıdır. Bu yol hak ve hida­yet yoludur.

Bu yolun temeli ibadete çekilmek, kendini Allah'a vermek, dün­yanın süs ve ziynetlerinden yüz çevirmek, insanların Önem verdiği zevk, mal ve makamdan kaçmak ve kimselerin olmadığı yerde ibade­te kapanmaktır.

Tasavvufçuların tasavvufun tarifi konusunda söylediği pek çok söz vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:

Tasavvuf, güzel olan her ahlâk ile ahlâklanmak, alçak olan her ah­lâkı terk etmektir.

Tasavvuf üç temel üzerine bina edilmiştir:

a. Daima Allah'a ihtiyaç içinde olduğunu bilmek ve fakirliği be­nimsemek,

b.  Elde ne varsa dağıtma cömertliğini göstermek ve başkalarını kendine tercih etmek,

c. Tedbir ve iradeyi terk etmek.

Tasavvuf, laklak yapıp laf üretmek değildir. O bir zevk ve gönül işidir. Onu kitaplardan öğrenmek mümkün değil. O ancak bunu tadan­lardan alınır. Tasavvufa dedi kodu ile ulaşılmaz. Ancak kemâl ehli ile sohbet etmek ve bu yolun yolcularına hizmet etmekle ulaşılır. Allah'a yemin olsun ki kurtuluşa eren, ancak kurtuluşa ermiş birinin sohbeti ile kurtuluşa ermiştir.

Gerçekten halis ve temiz bir tasavvuf İslâmiyetin Özü, ruhu ve berrak yoludur. Çünkü tasavvuf, Kur'an'ın aşağıdaki ayetinin işaretiy­le veli ve salih kimselerin yoludur.

Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır. (Yu­nus/26)

İyi davranışlar içinde kendini bütünüyle Allah'a veren kimse, ger­çekten en sağlam kulpa yapışmıştır. (Lokman/22)

Sahih yolla rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyur­muştur:

islâm, Allah'tan başka tapılacak hiç bir varlık olmadığına ve Mu-hammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik etmen, namazı kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve Allah'ın evi­ni gücün yetiyorsa haccetmendir.

Hz. Peygamber iman hakkında da şöyle buyurmuştur:

İman; Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve hayır olsun-şer olsun kadere inanmandır.

ihsan hakkında ise Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

ihsan, görüyormuşçasına Allah'a ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor.

Demek oluyor ki bir İslâm, bir iman, bir de ihsan var. İslâm bo­yun eğmek ve teslim olmak, zahiren dinin buyruğuna baş eğip onu yerine getirmektir. Dinin rükünlerini (emirlerini) tam manası ile ve ruhu­na uygun olarak mükemmel bir şekilde yerine getirmenin ilk adımıdır.

Daha sonra iman söz konusudur ki iman kalp ile tasdik, dil ile söyleneni onaylamada gönlün huzur içinde olmasıdır. Zahiren boyun eğip teslim olmaya nisbetle, iman etmenin daha yüksek bir derece ol­duğunda şüphe yoktur.

Daha sonra ihsan derecesi gelir ki ihsan yaradanın (himayesinin) ferahlığında yok olup, tamamiyle O'na yönelmek, O'na bağlanmak, O'nun sıfat ve ayetleri hakkında kesintisiz düşünmek, Allah'ın azamet ve celâli'nin kontrolü altında olmak, O'nun nur ve aydınlığını görmek­tir. İşte hadiste ifade edilen ihsan budur. Bu ihsan, ihlas ve kesinlik de­recesinde Allah'a inanmakla ortaya çıkar. Bu ihlas tasavvufun özü, sû-filerin esrarının iç yönüdür. Buna göre doğru, ihlaslı ve temiz bir tasav­vuf ihsan ile eş anlamlıdır.

İhsan seçilmiş hayırlı kimselerin çıktığı bir zirvedir. Bu Allah'ın dilediğine verdiği lütfudur. O büyük lütuf sahibidir.

Mutasavvıflara gelince, onlar kendilerinde ihlas, (ilahi) kontrol ve Allah'a yönelmeyi gerçekleştirenlerdir. Bunun içindir ki Sehl Tüsteri şöyle diyor:

Sûfi (dünyalık şeylerden dolayı) üzüntüden arınan, düşüncelerle dolan ve insanlardan (ilgiyi kesip) Allah'a yönelen, nazarında mal ile taşın eşit olduğu kimsedir.

Sühreverdi de şöyle diyor:

Sûfi devamlı kendisini arındıran kimsedir. Sûfi sürekli kalbini nefsin karıştırmalarından arıtarak (tüm) zamanlarını arınmış hale getirir. Sûfi bu arınma devamlı muhtaç olduğu rabbinden yardım alır. Bu halinin devamı ile nefsin getireceği bulanıklıktan temizle­nir. Nefsi her kımıldanışında keskin bir basiretle onu anlar ve rab-bine sığınır.

Burada şunu ifade etmeliyiz ki tasavvufun lafını eden çok, fakat ihlaslı olanlar azdır.

Allah dilediğini doğru yola iletir. [60]

 

Tasavvuf Ve Tarikatlar

 

Soru: Yeşil giysiler giyen topluluklar var. Bunların söyledikleri­ne göre cemaatlerinin kendilerine Öğrettiği şeyler gizlidir. Bu cemaate giren kimse -aile bireyleri dahil olmak üzere- yolunun sırrım kimseye söylememek üzere yemin edermiş. Bunlardan biri ölürse cam bir şişe içine Kur'an'dan bir ayet koyup bunu ölünün kefenine koyuyorlar. Bunlardan ölen birinin müslümanların mezarlığına konulmasının caiz olup olmadığı tartışma konusu olmaktadır. Bunlar hakkında ve ayrıca tasavvufun prensipleri hakkında bilgi verirmisiniz?

Cevap: Önce şunu bilmeliyiz: Günümüzde bildiğimiz tarikatlar ve bu tarikatlarda var olan şekiller, giysiler, işaretler, (bazılarında çalman tefler) ve İslâm dünyasında pek çok beldede çeşitli özellikler arzeden tarikatlara mal edilen haller Hz. Peygamber zamanında da, sahabe ve râşid halifeler zamanında da mevcut değildi.

Bundan dolayıdır ki herhangi bir tarikata bağlanmak farz değildir. Farz olmadığı gibi dini yönden gerekli de değildir. Şu kadar ki tarikat İslâm prensipleri üzerine kurulmuş, dini hükümlere bağlı, öğrenmek ve öğretmek üzere faaliyet gösteriyor, ahlâk ölçülerine uyuyor ve Kur'an'ın gösterdiği yönde hareket ediyorsa böyle bir tarikattan hoşnut olmak mümkündür.

Fakat bir tarikat, bid'at ve hoş olmayan şeyler ile meşgul oluyor­sa, dini bir hükme yahut ilâhi bir emre ters düşüyorsa, veya dinin farz­larından birini ihmal ediyorsa buna sessiz kalmak, Allah'ın hakkı olan bir meselede ilgisiz kalmak demektir.

Bu konuda uzman olanlar bu kabil problemleri azimle ve usulüne uygun olarak çözümlemelidirler. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Sizden her kim kötü bir iş görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer (bu­na) gücü yetmezse diliyle düzeltsin, eğer (buna da) gücü yetmez­se kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf noktasıdır.

Yeşil bir kumaştan giysi edinmek veya sarık sarmak hususunda İs­lâm'da bir engel yoktur. Hz. Peygamber'in ashabının yeşil giysiler kullan­dıkları rivayet edilmiştir. Fakat yeşil giysi kullanmayı veya yeşil sarık sarmayı dinin esası veya dinin emirlerinden biri saymak doğru değildir.

Buna göre bir tarikat (bağlıları arasında) yeşil kıyafeti bir işaret veya kendileri için belirgin bir emare olarak giyiyorsa bundan dolayı ayıplanmamalıdır. Şu kadar ki böyle bir kıyafetin Kur'an veya hadis­lerin emrettiği bir şey olduğunu ileri sürmemeleri gerekir.

Hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülüğe engel olan hiç bir İslâm topluluğu veya cemiyeti arasında öğretileri sır olan bir topluluk yoktur. Niçin olsun ki İslâm gün gibi, güneş gibi apaçıktır. Kur'an (dünyanın) doğusunda batısında her tarafta okunup dinlenilmektedir. Hz. Peygam­ber'in hadisleri onlarca kitaplarda yer almıştır, bilinmektedir. Cenab-ı Hak Kur'an'm nur ve hidayet olduğunu, yol gösterici olduğunu bildir­mektedir. Yol gösterici olmanın tabiatı ise açık olmaktır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

...Gerçekten size Allah'tan bir nûr, apaçık bir kitap geldi. Rızası­nı arayanı, Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları irade­siyle aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir. (Maide/15-16)

Hz. Peygamber de getirdiği dini, sünnetini ve davetini şöyle ta­nımlıyor:

Ben size berrak hanif bir din ile geldim. Benim getirdiğim dinin gecesi de gündüzü gibidir.

Bu şunu ifade ediyor ki İslâmiyet'in her şeyi apaçıktır. Ortada her hangi bir eğri büğrülük ve gizlilik yoktur. Bu itibarla akıllı ve basiretli kimselerin İslâm dini hakkında herhangi bir şüpheye düşmesi yaraşmaz.

Şayet İslâmiyet'te sır olan gizli kapaklı bir durum olsaydı bu giz­li öğretileri ilim adamları ve fıkıh bilginleri mutlaka bilirlerdi. Kur'an böyle bir şeyden mutlaka söz ederdi. Fakat 14 yüzyıldan beri ahlâk, ibadet, muamelât ve itikat hususlarında İslâm daveti bilinip öğrenil­mektedir. Tüm bunlar dosdoğru ve açık bir şekilde olmaktadır. O hal­de ortaya çıkmayan, gizli tutulan İslâm Öğretileri nerededir?

Bunun içindir ki soruda sözü geçen müslüman topluluğunun bu sır konusunda ısrarlı olmaması gerekir. Zira ne Kur'an'da ne de hadis­lerde böyle bir şey olmadığı gibi bunu gerektirecek bir şey de yoktur. Bu itibarla İslâm'da olmayan bu adeti, yani Kur'an üzerine yemin edip aile bireyleri dahil olmak üzere hiç kimseye sır vermeyeceğine dair ye­min etme eylemini terk etmeleri gerekir.

Gerçekte böyle bir eylem garip bir şeydir. Varsayalım ki bir kim­se böyle bir topluluğa girdi. Zamanla topluluğun prensipleri hoşuna gitti diyelim. Bu durumda meselâ kardeşini de aynı topluluğa katmak isetese bunu nasıl gerçekleştirecek? Bir kere sır vermeyeceğine dair Kur'an üzerine yemin etmiştir!

Böyle esrarengiz tutumlar, pek çok hatalara, zaman zaman güç­lüklere yol açar, sapmalara, kötü şeyler yapmaya veya fırsatçılığa yol açan durumalara düşmeye sebep olur. En azından kendi çevresinde ve bu topluluğa giren dostlar çevresinde şek ve şüphelerin oluşmasına se­bep olur. Oysa İslâmiyet'in, hepsi insanlar için olmak üzere ihtiva etti­ği değerli ve yüce prensipleri apaçık ortadadır. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi içindir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur.

Ayrıca soruda değinildiği üzere bir Kur'an ayetini cam şişeye ko­yarak bunu ölü ile beraber gömmenin İslâmiyet'te, Hz. Peygamber'in sünnetinde yeri yoktur. Böyle bir uygulama Hz. Peygamber'in yolun­dan gidenlerce bilinen bir şey değildir. Böyle bir şeyin yapılmasına ce­vaz ve yol da yoktur. Kur'an'ı (veya onun bir parçasını) cenaze ile bir­likte defnetmenin yasak olduğunu ilim adamları bildirmişlerdir.

Çünkü böyle bir durumda, ceset bozulduktan sonra necaset haline gelir. Böylece hem Kur'an necaset yanında kalır, hem de insanlar on­dan istifade etmekten mahrum kalırlar.

Bununla beraber soruda ifade edilen şeyleri yapanları İslâm'dan çı­kıp kâfir olmuş sayamayız. Bunlardan vefat edenlerin, müslümanların mezarlığına defnedilmesine de engel olmayız. Zira bunlar kâfir değil, ancak günahkâr kimselerdir. Bir müslümani kâfir saymak tehlikeli bir iştir. İslâm dininden çıktığını kesin olarak bilmedikçe herhangi bir kimşeyi kâfir saymak hiçbir kimse için caiz değildir. İslâm dininden çıkmak ise, dinin zorunlu olarak esaslarından sayılan bir şeyi inkar etmekle meydana gelir. Bir kimse, Allah'ın varlığına ve birliğine, Hz. Muham-med'in O'nun peygamber'i olduğuna ve İslâm esaslarına inanıp Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden olduğu kesin olarak bilenen bir şeyi inkar etmedikçe müslümandır ve kâfir sayılması caiz değildir.

Tüm müslümanlan üzen bir durum vardır ki sorunuzda sözü edi­lene benzer konularda birbirlerine giren gruplar öyle bir dereceye va­rıyorlar ki bunlardan ölen birinin müslüman mezarlığına defnedilmesi­ne engel olmaya başlıyorlar.

Nerede olurlarsa olsunlar müslümanların görevi Hz. Allah'ın "Mü'minler ancak kardeştir" (Hucurat/10) ayetini hatırlamaktır.

Gene müslümanların görevi aralarındaki buğz ve anlaşmazlık se­beplerini ortadan kaldırmaktır. Çünkü onların Peygamberi şöyle buyurur:

Müslümanların sevgi, şefkat ve merhamette misali, bir bedene benzer. Bedenin organlarından biri rahatsız olsa, diğer organlar da (hasta organla beraber) ateşlenir ve uykusuz kalırlar.

İşin uzmanı olan, halkı aydınlatan ve yönlendiren kimseler, insan­lara öğüt vermeli, hata ve sapmaları bırakmalarını yumuşak ve hikmet­li bir üslupla söylemelidirler. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

(Rasûlüm!) Sen rabbi'nin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Rabbin, kendi yolundan sa­panları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.

(Nahl/125)

Tasavvufun prensiplerine gelince, bunları inşallah başka bir yerde ele alacağız. [61]

 

Tasavvuf Hayatı

 

Soru: Tasavvuf hayatı ne demektir? Kesin ve belirgin ölçülerle

ifade edermisiniz. Böyle bir yaşantı ile "İslâm'da ruhbanlık yoktur" ha­disi arasında bir çelişki varmıdır?

Cevap: Tasavvuf psikolojik, sosyal ve ahlâki bir yoldur. Bu yola girenler kendilerine tasavvufçu demektedirler. (İlk zamanlardaki tasav-vufçular, yün anlamına gelen) sof giydikleri için bunlara tasavvufçu denirdi. Bilindiği üzere bu giysinin hammaddesi kendisinden katı ve kalın giysilerin yapıldığı bir maddedir. Bu insanlar yaşantılarında katı ve zor yolu seçip nefislerini lezzetli şeylerden mahrum ettikleri için giysi olarak yünlü şeyleri tercih ederlerdi. Gene bu insanlar dünya ni­metlerinden yüz çevirir, iştah duyulacak şeylerden, şehvetlerden el etek çekerlerdi.

İbn Haldun tasavvuf hakkında şöyle demektedir:

Tasavvuf müslümanlar arasında sonradan ortaya çıkmış ilimler­dendir. Bunun aslı ümmet-i Muhammed'in geçmişleri ve büyükle­ri katında tasavvufçularm gittiği yolun, sahabe, tabiin ve diğerleri arasında var olmasıdır. Bu yol hak ve hidayet yoludur. Bu yolun te­meli ibadete çekilmek, kendini Allah'a vermek, dünyanın süs ve zi-netlerinden yüz çevirmek, insanların önem verdiği mal ve makam­dan kaçmak ve kimselerin olmadığı yerde ibadete kapanmaktır.

İbn Haldun daha sonra şöyle diyor:

Geçmiş dönem müslümanlan ve sahabe arasında bu yaşayış tarzı genel idi. Hicretin ikinci yüzyılında ve daha sonraları dünyaya yö­neliş yaygınlaşıp insanlar arasına karışma meydana gelince ibade­te yönelenlere tasavvufçular adı verilmeye başladı.

Gerçek ve doğru tasavvuf hayatı yaşayan kimse Hz. Peygamber'in hadisinde bildirdiği ihsan ahlâkını benimseyen kişidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

ihsan, görüyormuşçasına Allah'a ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor.

Doğru ve sağlıklı tasavvuf İslâmiyet'e aykırı olmadığı gibi üm­met-i Muhammed'in üzerinde görüş birliği ettiği dinin esaslarına da

aykırı değildir. Gerçek tasavvuf, İslâmiyet'te bulunmayan bir takım prensipler ortaya koymaz. Bundan dolayıdır ki tasavvuf büyüklerinden biri şöyle diyor:

"Bizim esaslarımız altıdır:

1. Allah'ın kitabına sarılmak.

2. Hz. Peygamber'in sünnetine uymak.

3.  Helâl yemek.

4. Eziyetten kaçınmak.

5.  Günahlardan sakınmak.

6. Haklan ödemek."

Doğru ve sağlıklı tasavvuf Hz. Peygamber'in "İslâm'da ruhbanlık yoktur" hadisine de aykırı değildir. Çünkü ruhbanlık, hayatı terk edip, evlenmeyi kabul etmemek ve çalışıp kazanmayı bırakmaktır ki İslâmi­yet buna rıza göstermez.

Tasavvufçu çalışıp kazanmadıkça kâmil ve gerçek sufi olamaz. Bunun içindir ki tasavvuf büyüklerinden biri şöyle demiştir: "Sufinin teşbihi ip eğirdiği iğinde (kirmeninde)dir." Bu sözde ifade edilen kir­men el işine ve kazanmaya işaret eden bir âlettir.

Bu söz gösteriyor ki tasavvufçunun helâl kazanç elde etmek için çalışması, genel anlamda bir çeşit ibadet etmesi demektir. [62]

 

İSLAM ŞAİRİ AHMED MUHARREM VE GENÇLİK

 

İslâm Şâiri Ahmed Muharrem Ve Gençlik

 

Soru: İslâm şâiri Ahmed Muharrem'in gençliğe bakışı nasıldır?

Cevap: İslâm ümmetinin büyük âlimi Abdullah ibn Abbas 'Bütün iyilikler gençliktedir" demiştir.

Ünlü şâir Ebu'l-Atâhiye de 'Cennetin harikaları gençliktedir' de­miştir. Biz, şâir Ali el-Cârim'e yetiştik o şöyle haykırıyordu:

Getir gençlik çağını sulara dalan

Getir o gençliği kaybolup giden göklerden

Gençliğin fısıltıları daha hoş gelir nefse Sevgi sözcüğünden, aşk fısıltılarından

Onun ateşi yok eder hüzünleri

Kesilir kalp çarpıntıları, kor ateşlerinden

Eritir azmin kılıcını onun ateşleri Sakınır kılıçlar nârının ışıklarından

Gençlik gençlik, o Allah'ın bir nurudur. Bir rüzgardır, eser cennetin bahçelerinden,

Öncekilerin ve sonrakilerin gençlik hakkında söyledikleri bazı sözler iste bunlardır.

Bir yazımızı Ahmed Muharrem'in Şiirinde Gençlik konusuna ayır­mamızda şaşılacak bir durum yoktur. Gençlikten ve gençlerden kim söz etmek istemez?

Ahmed Muharrem yetmiş yıla yakın bir ömür sürdü. Fakat yıllar onun kalbinin gençliğini ortadan kaldıramadı. O saçları ağaran fakat gönlü genç kalan kimselerdendi. Bu sebeple o, ihtiyarlığı esnasında bi­le zekadaki gençlik gücünün, azim ve kararlılıkta gençlere mahsus dinçliğin sembolü idi. Gençlerle ilgilenir, onları teşvik eder ve onların önüne onur ve saygınlığın programlarını çizerdi. Şâir Muharrem'i Mecd'ül-İslâm isimli divanını yazmaya sevk eden temel düşüncenin, İslâm tarihindeki övünç tablolarını müslüman gençliğin okuması ve öğrenmesi için ölümsüz beyitler haline getirmek, böylece onların şan­lı tarihleriyle olan bağlarını güçlendirmek olduğunu bilmemiz bizim için yeterlidir. Şâir Muharrem bu beyitlerde o gençlerin, tarihlerindeki övünç tablolarına ve atalarının büyüklüklerine dikkatlerini çeker ve onları diğer milletlere cücelerin devlere baktığı gibi bakar hale getiren kompleksten uzaklaştırır.

Mecd'ül-İslâm isimli divanı ele alalım. Onun içinde gençlere ait pek çok haberler, rivayetler, sahne ve nükteler bulunmaktadır. Mesela kendimizi Bedir savaşıyla ilgili bir sahnenin önünde buluyoruz. Orada henüz onbeş yaşma gelmemiş gençler görüyoruz. Bunların hepsi sava­şa katılmak için can atmaktadır. Fakat Hz. Peygamber (s. a) onları yaş­larının küçüklüğü sebebiyle nâzikçe reddeder. Sadece Rafi ibn Hadic'i onlardan istisna eder. Onun çok güzel ok attığı söylenirdi. Fakat arka­daşı Semüre ibn Cündüb buna kızar ve bu işe karşı çıkarak şöyle der: "Ben onu güreşte yenebilecek durumda olduğum halde Râfi kabul edi­lecek, ben reddedileceğim öyle mi?" Onun bu sözleri Hz. Peygamber'e (s.a) ulaşır. Bunun üzerine ikisini güreştirir. Semüre arkadaşını mağlup edince Hz. Peygamber (s.a) her ikisinin de savaşa katılmasına izin ve­rir. Şâirimiz bu sahneyi şöyle anlatır:

Yiğitlerin içinde narin delikanlılar

Savaş gönüllüsü olmak iştiyakında Savaşçıların içinden hemen atıldılar Cihad davetçisi savaşa çağrı yapınca Güçleri yetmedi kalmaya barış diyarında Peygamber gönderdi onları yuvalarına

Henüz tazedirler biraz büyüsünler diye İzin vermedi bir müddet savaşmalarına Allah korusun, bir şey olursa diye İdare eder, razı olmaz haktan sapmalarına

Râfi için: Ne güzel gençtir, denildi Attığı oklar hedefini vurunca Ey yiğit okçu ilerle, vaktin geldi! Cihad meydanında savaş kızışınca Yağdır ok ve temrenlerini

Semura bağırdı: Çevrilir mi benim gibisi? Alınır mı arkadaşım ben onu yenmiş iken? Güreşirim onunla, şayet yenemezse beni Sorarım: Bu hakkımdır, nasıl alınır elimden? Gidemezsem savaşa buna adalet denir mi?

Semüre onu yendi, çünkü daha güçlü idi Daha da sabırlı idi zorluklar karşısında. Sen daha layıksın harbe, haklıymışsın denildi. Zafer kazanacaksın düşmanların karşısında Haydi gel, senin isteğin artık kabul edildi.*

[63]Şimdi bir başka sahneye geçelim.

Beni Mustalık savaşından hemen sonra su paylaşımı yüzünden müs-lümanlardan iki kişi arasında tartışma çıktı. Ensardan olan şöyle bağırdı:

- Ey Ensar! Neredesiniz, yetişin! Muhacir de aynı şekilde bağırdı:

- Muhacirler yetişin!

Rasûlullah'm hikmetli müdahelesi olmasaydı neredeyse büyük bir fitne çıkacaktı. Müslümanların arasında Abdullah ibn Ubey ibn Selül isimli bir münafık vardı. O, fitneyi körüklemek istedi. Beraberindeki-lere şöyle dedi:

- Şu muhacirler, bizim ülkemizde sayıca bizi geçmeye başladılar. Vallahi biz, eskilerin deyimiyle, besle kargayı oysun gözünü, durumu­na düşmekten sakınmalıyız. Allah'a yemin olsun ki Medine'ye döndü­ğümüz zaman şerefli olan zelil olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.

Allah'ın lanetlisi münafık, şerefli sözüyle kendisini, zelil sözüyle de.Hz. Peygamber'i (s.a) kastediyordu.

Bu münafığın Abdullah isimli bir oğlu vardı. Abdullah samimi bir mü'min idi ve Rasûlullah'ı da çok severdi. Babasının sözleri kendisine ulaşınca çok kızdı, koşarak gitti ve Medine kapılarında babasının kar­şısına dikildi ve ona şöyle dedi: "Vallahi kimin şerefli, kimin zelil ol­duğunu öğrenmen için Rasûlullah sana izin verinceye kadar Medine'ye girmeyeceksin."

Münafık İbn Ubey korkarak ve ürkerek şöyle söylemeye başla­dı: "Ben çocuklardan daha zelilim/zayıfım, ben kadınlardan daha ze­lilim."

Bu esnada Hz. Peygamber (s.a) Abdullah'ın yanına geldi ve ona: "Babanı bırak!" dedi. Abdullah da babasını bıraktı. İşte Şâir Muharrem bu muhteşem sahneyi ele alır ve şiir hâlinde anlatır:

Şu gelen oğludur Medine önlerine Tutar yakasından babasının öfkeyle

Ya geri alırsın sözünü ve tanırsın Rasûl'ü Veya bu diyara hiç giremezsin der babasına.

Zelil sensin, söyle bunu inanarak eğer hürsen. Yalan söyleyen kişi ne kötüdür eğer bilirsen.

Ben alçağım dedi bir kere etrafına bakarak Söyledi bu sözleri canını dişine takarak.

Yoluna devam etti insanlığın efendisi Şanı yücedir anılınca ve en şereflisi

Medine'ye gelip yerleşti kahraman Peygamber Hiçbir savaşı kaybetmedi hep kazandı zafer

Görsün bu gerçeği artık münafık milleti Sapıttı liderleri ve hak etti zilleti.

İşte Üsame ibn Zeyd.. Rasûlullah'm (s.a) dostu ve dostunun oğlu. Hz. Peygamber'in ömrünün son günlerinde İslâm ordusunun komu­tanlığını üstlenir. Henüz yaşı küçük genç bir delikanlıdır. Orduda orta yaşlı ve ihtiyarlar vardır. Fakat Rasûlullah (s.a), babası şehit Zeyd'in hatırasına saygı göstermek ister ve oğlunu komutan tayin eder. Genç komutan ordusunu harekete geçirmeden önce Hz. Peygamber vefat eder. Hz. Ebubekir hilafet makamına geçer. Bazı müslümanlar, genç komutanı değiştirmek ve yerine yaşlı bir sahabiyi tayin ettirmek ister­ler. Fakat halife bunu reddeder. Her taraftan gelen yırtıcı kuşlar ken­disini paramparça etse bile Rasûlullah'm hazırladığı bir orduyu sefer­den alıkoymayacağına ve onun tayin ettiği komutanı da azletmeyece­ğine yemin eder!...

Başında, atı üstündeki komutanı olduğu halde ordu sefere çıkar. Halife de yürüyerek onları uğurlamaya çıkmıştır. Üsame halife Hz. Ebubekir'e der ki: "Ey Rasûlullah'm halifesi! Ya sen (atına) bin, ya da ben (atımdan) ineyim." Hz. Ebubekir ona şöyle cevap verir: "Vallahi ne sen in, ne de ben bineyim. Allah yolunda bir saat ayaklarım toza bu-lansa ne çıkar!.."

Şâir Muharrem, Usame kıssasında gençlere verilen değeri ve onun kahramanlığına duyulan saygıyı hissetti ve onu bize bir şiir halinde an­lattı. O şiirinde şöyle diyordu:

İbn Zeyd orduyu şevketti tam bir kararlılıkla Azim ve onur timsali idi delikanlılıkta.

Halife yürüyor hayvanına binmeden Farkı yok sanki bir seyis ve hademeden

Binitine bin dedi Emir Usame, Sevinirim binersen artık yürüme.

Ya vazgeç veya ben ineyim sana hürmeten Sözünü geçir okların hiç şaşmasın hedeften

Halife dedi: Sen benim hizmetçim değilsin Bırak beni, hep İslâm'ın hakkı gözetilsin.

Ah keşke olabilsem senin bir askerin Ben de şehit ya da gazi olmak isterim.

Şimdi bir süre Mecd'ül-İslâm isimli divanı bırakıp Divan-ı Mu­harrem', geçelim. Orada da gençlerin önemli bir yerinin olduğunu ve onlara hissedilir bir itina gösterildiğini görürüz. İşte şu aşağıdaki şiirin­de o, gençleri ümitlerin kaynağı, ciğer parelerimiz, kanımız ve canımız olarak nitelendiriyor:

Onlar ülkenin istikbali için Hicranla çarpan duygulu kalplerdir.

Ciddiyet ve eğlencelerinde Her zaman çok değerli canlardır.

Sonra zelil ve ahlâksız bir gençliğe işaret eder. Fazilet, fju genç­likten haya duyar. Onların işledikleri günahların mahcubiyeti çok uzun sürer. Onlarda ne delikanlılık vardır, ne de adamlık. Aksine utanmaz ve cıvıktırlar. Adımları.cansız, konuşmaları iğrençtir. Hal ve hareketleri kadınlara benzer. Şâir Muharrem böyle bir gençten hayır gelmeyeceği­ne inanır. Bunun için onlardan söz ederken şöyle feryad eder:

Ülkede olaylar kötü gelişirken

İlgisiz kalan genç ne kötü gençtir.

Olaylar ümitlerin susuzluğunu

Pınara doğru uçururken o genç ne kötüdür.

Gönlüne huzur veremez;

Zira boş şeylerin peşinde ömür tüketir,

Utanç verici işler yapar

Kötü sözler söyler.

Zelil bir hayat şerefle sona ermez

Ve o şekilde de başlamaz. Kötülüklere atılan nefis En alçak seviyelere düşer

Şairimiz kendi zamanındaki toplumun gençlerinden bir bölümü­nün içerisinde bulunduğu acı gerçeği tasvire geçer. Bunlar büyük bir hüsran içerisindedirler ve kendileri hakkında beslenen ümitleri boşa çı­karmışlardır. İman nedir, hidayet nedir bilmezler. Onlarda ne fazilet vardır ne de takva. Allah Teâlâ'nın yüce kitabında ve peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a) sünnetinde ifade edilen Allah'ın hidayeti önlerinde olduğu halde onlar aydınlığı bırakıp karanlıklara, hidayeti bırakıp sa­pıklığa ve (güvenli) yolu bırakıp uçuruma yönelirler. Bu gençler ve on­ların içinde yaşadıkları toplumlar, rablerinin nuruyla yollarını aydınlat­madıkları, Peygamberlerinin (hidayet) pınarından içmedikleri, verdik­leri sözü yerine getirmedikleri ve salih ameller işleyerek iman yolunda gitmedikleri müddetçe onlar için kurtuluş yoktur.

Şâir Muharrem, haktan yüz çeviren bu sapıklar hakkında şöyle der:

Halk onlara Allah'tan korkun mu diyor Korkmazlar ki, onlar Hakkı inkar ediyor.

Mısır adına ne ümidimiz varsa Arsız gençlik hepsini tarumar ediyor

Yerdekiler onların şerrinden korkuyor Arşdakiler, yaptıklarından feryat ediyor.

Kur'an peşpeşe misalleri veriyor, Onlar hakk-ı mübini inkar ediyor.

Doğrusu kavmim düzelmek istemiyor Hakkı korumuyor onu ihmal ediyor

Ne yazık Allah ve Rasûlünün ahdini Zayi edip boş yere heba ediyor.

Belki bu seller bizden de geçer gider Halkımız da bozduğunu ıslah eder.

Şâir Muharrem etrafındaki yeni yetişen gençler üzerinde gözlem­ler yapar ve onların içinde çok tehlikeli ve kötü bir olgunun varlığını farkeder. Bu, imtihanlardaki başarısızlık ve diploma alamama sebebiy­le öğrenciler arasında görülen intihar olgusudur. Bu, kişilik zayıflığına, kararsızlığa, hayatın sorumluluklarından kaçmaya ve Allah'ın rızasına razı olmamaya delâlet eden bir suçtur. Şâir Muharrem'in kalbi bu se­beple adeta erir ve yüreği parçalanır. Bu olguyu medrese ve medrese­liler için büyük bir ayıp olarak görür ve intihar eden gençler için "Dip­loma şehidi" tabirini kullanır. Sanki o, bu tabiriyle diploma almada ba­şarısızlığa uğramış şehidi kasteder. Şimdi onu dinleyelim:

Her yıl insanı eriten, yürek parçalayan Hadiseler oluyor medreselerde Kınıyoruz bu olayları her zamanki gibi İlan ediyoruz duygularımızı her yerde Orada Mısır'ın bütün ümitleri ölüyor. Onların alnında bu bir kara leke oluyor. Nice diploma şehidi var ki yok oldu orda Hayata tercih etti ölümü, kalınca darda Gözlerini kapadı bu tür ölümü seçerek Hayata kızıyorlar öz canlarından geçerek.

Şair Muharrem, yukarıda geçen örneklerde gençliğin işlediği kö­tülük ve suçların tasvirine önem verirken başka yerlerde eleştiri ile reh­berliği, muhasebe ile teşviki bir arada yapar. Bir taraftan gençliğin ku­surlarını zikreder, diğer taraftan onlara nasihat eder ve yol gösterir. Mesela bir Nil gençliğinden, söz eder. Zamanındaki bozuk idareyi eleş­tirir. İdarecilerin cahilliklerini acı acı ima eder. Sonra halkını sapık ar­zuların peşinden gittikleri için ayıplar. Bununla beraber gençleri bir hamle yapmaya ve sıçramaya, ilim ve özgürlük taleplerini dile getir­meye, durumlar düzelinceye ve iyi neticeler alınıncaya kadar azimle çalışmaya ve mücadele etmeye çağırır.

Azimle çalışma ve mücadele yolunun, şeref ve saygınlığın yolu olduğunun altını çizerek onlara seslenir. Bu sebeple sözüne kulak ver­dikleri ve nasihatma uydukları takdirde arzu ettikleri başarının ger­çekleşeceğini vurgular ve sonucun garantili olduğuna dair söz verir. Bunun için onlara Kureyş'in reisi ve câhiliye dönemindeki itaat edilen büyüğü Utbe b. Rabia'nm sözlerini zikreder. Bedir savaşında o, kav­mini Hz. Peygamber'le (s.a) savaşmaktan alıkoyduğu zaman onlara şöyle demişti: "Sözümü dinleyin, nasihatimi tutun ve sorumluluğu ba­na yükleyin!"

Ülkelerine karşı görevlerini yerine getirmeleri için şâirimizin Nil gençliğine nasıl seslendiğine kulak verelim:

Ey Nil'in çocukları, isteyebilir misiniz, Kaderin sillesini ülkeniz yesin ve bitsin.

Ülkede insanların çoğu cahiller olsun Kim der ki bir cahile sen idareye ehilsin.

İzzet ve şerefe en layık olan milletlerin Hür ve bağımsız yaşayanlar olduğu bilinsin.

Arzı doldurun ey Nil'in çocukları azminizle İlim ve fazilet dünyada hep sizden alınsın.

Bozuk arzularınızı din edinmişsiniz Bâtıl işleri meslek kabul etmişsiniz.

Gecelerle savaşmayı selamet mi sandınız? Olayların zulmünü adalet mi sandınız?

Azimle çalışın kulak verin sözlerime Yeter artık kapılmayın dehrin sazlarına

Nil nehrinin selleri devamlı akar da akar Görürüm ki her selden sonra bereketler saçar.

Şâir Muharrem gençlerin hata ve kusurlarını yeterince tenkit ettik­ten ve hesaba çektikten sonra, ülke ve halklarının kendileriyle iftihar ettiği temiz, imanlı ve bildikleriyle amel eden gençleri tasvir etmeye başlar. Çünkü onlar kendilerini bilirler, görevlerinin idrâkindedirler, ta­rihlerini öğrenmişler ve bütün bunlarla birlikte rablerine iman etmişler, dinleriyle iftihar ederler; inanç ve kurallarına bağlıdırlar. Bu sebeple o gençler için asil bir tabloyu takdim etmek kasdıyla yazdığı marşda şun­ları söyler:

Biz Nil için ünüformasını giyinmiş gençleriz Allah adına yardım eder, reddettiğini reddederiz.

Bizim Avali ve Zıba arasında soyumuz vardır İnsanlar içinde bunun eseri açıkça görülür.

Geçmişte halkımızın bulutlarından

Kartal kalkıp uçunca azimle

Dünyayı sarsar, korkular salardı.

Düşmanın taşkınlığını bitirir şimşekler çakardı.

Her çağda geçmişteki halkımızın Galip gelince bulunurdu bir sebebi Deha sahibi idiler güzel anıları olurdu Hem de her neslin bir edebi.

İslâm bir nur ve hidayet olarak doğdu Hayat ve ölümün işini yakına koydu. Fedailik her ne kadar değerliyse de Kılıçta hayat vardır gizli ya da aşikar

İslâm, güzel davranışlara, üstün ahlâka ve övülen fiillere sevke-den, hürriyet, saygınlık, şeref, adalet ve kardeşliğe teşvik eden bir din olduğu için şâir Muharrem de bir taraftan İslâm'a bu yüce mevkii ve­rirken, diğer taraftan Arablığa da hak ettiği önem ve değeri vermeyi unutmaz. Bunda şaşılacak bir durum yok, çünkü İslâm ile Arablar ara­sında yaratıcının eliyle kurulmuş sağlam bir bağ vardır. Arablık, İs­lâm'ın kabı, İslâm ise Arablığm ruhudur!

Mısır'daki çeşitli Arab ülkelerine mensup öğrencilerin kaynaştırıl­ması için bir toplantı düzenlenir. Şâir Muharrem de bu toplantıya şiir okuması için davet edilir. Şair Muharrem bu öğrenci gençlere, kendi­lerinin Arablığın elçileri ve Kur'an lisanının askerleri olduklarını, gö-

revlerinin ilim ve tahsil yolunda gayret şarfetmeyi, kültür ve marifet sahibi olmak için sabahlara kadar çalışmayı gerekli kıldığını hatırlat­mak için bu toplantıyı bir fırsat olarak değerlendirir. Sonra aralarında­ki Arablık bağından ve milliyetçilik örgüsünden söz eder. Muhtelif Arab ülkelerinden gelen bu gençlere şöyle der: "Mısır sizin ülkeniz, Mısırlılar ise sizin halkınız ve milletinizdir. Arablığın kanını, onun me­sajını taşıyarak ve gayesini gerçekleştirerek saf ve yüce bir kan olarak korumanız, atalarınızın yolundan gitmeniz ve büyük bir iddiayla veya uzun uzun öğünerek değil, sürekli çalışarak ve bütün gücünüzü ortaya koyarak onların şeref ve asaletini yeniden diriltmeniz sizin görevleri-nizdendir." Şair Muharrem konuyla ilgili şiirinde şöyle der:

Ey Arab evlatları! Sizler burda elçilersiniz. İlim yolunda arzu ve gayenize erişeceksiniz.

Kaynaklara ilimle ulaşın ve edeple Onlardan hidayet ve sevgi akar peşpeşe

Kenan ülkesidir bu. kökleri sık ve derinde Yaşayacak bu vatan senin mahir ellerinde

Sizler onun ümidisiniz bekliyor dört gözle Heba etmeyin, yoksa nasıl varılır bu yüzle

Mesajını ulaştırın arzular gerçekleşsin Süratle koşun hedefe, gayretler odaklaşsm

Yeryüzünde hala Arab kanı akıyor Sel yağmuru gibi çok canlan yakıyor

Bir hayattır o, ellerinizle koruyun Akmasın yeter, bu sele engel olun.

Kim bana bu uğurda himmetiyle verirse destek Milletimden nice hayırlı nesiller yetişecek.

Şâir Muharrem, milletinin beğendiği ve ülkesinin iftihar ettiği mü'min bir gençlik modeli tayayyül eder. Muharrem'in hayalindeki bu gençlik kötülüklerden uzaktır, onur verici ve övülen davranışlara düş­kündür. Onlar rakiplerini geride bırakır ve yenerler. Yedekte kalmaya razı olmaz, mutlaka öncü ve başta olmak isterler. Olaylar ve şartlar kö-tüleştiği zaman cesur bir kurtarıcıdırlar.

Şâirimiz şöyle demektedir.

Bir genç nasihate kulak verip duydumu Akıllı bir rehber bulup ona uydumu Yüksek bir makama gözünü koydumu Erişir gayesine ya da övülür

Önemsiz şeylerden uzak durunca Onurlu işlere düşkün olunca Cömertlik ve hoş görüyle gelince İşte böyle bir genç ola çok sevilir.

Yüce şeylere bir sebeple varılır Bu genç de sağlam bir sebebe sarılır. Nerede zorluk olsa orda görülür. Sıkıntıdan yüz hatları gerilir.

Hayatın anlamını kavrar bu kişi Küsmez hayata bırakmaz hiçbir işi

Ülke bunlarla ulaşır yükseklere Korkutamaz onu düşmanların gelişi.

Muharrem arzu ettiği ve istediği gibi gençler için tahayyül ettiği tek bir örnekle yetinmez. Bilakis hayal ve tasavvur gücünü kullanma­ya devam eder. Temenni eder ki gözünü açar açmaz, kötülük ve nok­sanlıklardan uzak, ahlâk ve faziletle bezenmiş bu ideal gençliği ve gen­ci önünde buluversin. Bu duygularla şöyle der:

Nerede o genç ki onu bileyim

Deneylerini unutmaya alışmaz

Eğilim ve idealleri yücedir

Kesin hedefi karşısında dünyayı küçük görür

İğrenir dünyadan, ayıplar ve yüz çevirir.

Zillete bulaşmış nimete dönüp bakmaz

Kötü makamı devamlı ar olarak görür.

Muharrem gençlerden söz ederken kızları bırakıp sadece erkekler­den söz etmez. Bilakis hem erkeklerden hem de kızlardan söz eder. O, genç kızlara toplumda önemli ve büyük bir yer verir. Kızların okutulma­sını halkının sanki bir suç ve ayıp saydığı bir dönemde o, kızların oku­tulmasını ister. Kızları okutmak üzere okul açmak için çare arayan kim­seleri gördüğü zaman bundan büyük bir sevinç ve mutluluk duyar. Bi­linçli ve onurlu bir yol izleyen bu kişileri yüceltir. Kızların toplumun bir işareti olduğunu kabul eder. Onlar kültürlü ve terbiyeli olduğu zaman erkekleri de eğitip yetiştirecekler ve kahramanlar çıkaracaklardır. Mu­harrem şöyle der: "Bilgili ve terbiyeli kadınlar yetiştiremediği halde üs­tünlük ve faziletin yolunu bulabilen bir halk tanıyor musun? O halde biz kızlarımızı eğittiğimiz ve onlara tahsil yaptırdığımız zaman, onlar da bi­zi şerefli mevkilere yükseltecekler. Basiret yolunu tercih eden ve bizi de o yola götüren kimseleri Allah korusun ve himaye etsin."

Muharrem sözü tekrar kız okullarına getirir ve bu okulları âdeta etrafında tavaf edilmesi gerekli bir mabet olarak görür. O, ilmi hayatın yegane problemi ve ışık kaynağı, ilim yuvalarını da en saygın ve en bü­yük yapıtlar olarak kabul eder. Aşağıda zikredeceğimiz beyitler Med-resetün UlBenât isimli kasideden seçilmiştir:

Burası öyle bir kurumdur ki

Şayet Beyt bir ilim yuvasını tavaf etmiş olsaydı

Onun meydanını tavafa koşardı.

Temelini yarınlar için hazırlayan bir millet çok büyük bir millettir.

Ve hayatta saygınlığı vardır.

İlim hayatın bir problemidir.

Peşinden gidenlerin yolunu aydınlatır

Ve o hayatta izlenen bir yöntemdir.

Direklerini azmin ve kararlılığın inşa ettiği kurumlardan bereket­ler umulur.

Bu kuvvetli azim karşısında bütün zorluklar boyun eğer. Kızların şanını yücelten en kıymetli kurumlar ilim yuvalarıdır. Bunlar halkı alçaklık ve kötülüklerden korurlar.

Şimdi Mecd'ül-lslâm isimli divana tekrar dönelim:

Şâirimiz bu divanın sahifelerini geçmiş dönemlerdeki İslâm genç­liğinin kahramanlık ve yiğitlik tablolarıyla doldururken bu sahifelerin bir bölümünü de müslüman genç kızlara ayırmayı ihmal etmez. Mese­lâ Hz. Peygamber'in hicretini anlatırken müslüman genç kızların bu olaydaki payını da dile getirir ve Hz. Ebû Bekir'in kızı genç Esma'nın yaptığı hizmete işaret eder. Siyer kaynaklarının rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber'in (s.a) Hz. Ebubekir'le (r.a) birlikte Mekke'den (Medi­ne'ye) hicret edişinin hemen akabinde Ebu Cehil, Hz. Ebubekir'in evi­ne gelir. Orada onun kızı Esma'yı bulur ve kaba bir tavırla: "Baban ne­rede?" diye sorar. Esma "Nerede olduğunu Allah bilir" diye cevap ve­rir. Bunun üzerine Ebu Cehil ona Öyle bir tokat vurur ki, kulaklarından küpelerini düşürür. Bununla beraber Esma buna sabır ve tahammül gösterir, verdiği hizmetlerle hicretin tamamlanmasına katkıda bulunur, Mağara Arkadaşlarına yiyecek taşır ve muhacirlerin, yani babasıyla Hz. Peygamber'in azığını bağlamak için kuşağını ikiye böler. Bu se­beple kendisine "iki kuşaklı" denilir.

Şâirimiz, Esma ile Ebu Cehil arasında geçen bu olayı şöyle anlatır:

Vah yazık Esma'ya, zira Ebu Cehil geliyor

Mahrem odasına giriyor ona kızarak

Bağırdı: Esma! Baban nereye kayboldu?

Cevap ver! Bizim sorumuz haberi olana.

Esma dedi: Allah bilir, biz bilmeyiz aslan yuvasını

Sen de gelmiş soıııyorsun bunu haremdeki kadına.

Ebu Cehil ona öyle bir tokat vurdu ki,

Nesiller boyu

Kimse onu hatırlamak istemedi.

Küpesi fırladı kulağından uzaklara.

Parçalandı altınlar Peygamberin yüzünden

Muharrem, hicret günü Medinelilerin Hz. Peygamberle (s.a) kar­şılaştığında yaşadığı sevinci de anlatır. O gün istisnasız bütün Medine halkı Allah yolunda hicret eden gönüller fatihi yüce Peygamber'i kar­şılamak üzere yollara çıkmıştır. Karşılayıcıların önünde Neccaroğulla-rının çiçekler gibi genç kızları da vardır. Rahmet Peygamberini şarkı ve marşlarla selamlarlar ve şöyle derler:

Biz Neccaroğullarının kızlarıyız Muhammed'e yakınlık ve hısımlık ne mutlu!

Muharrem, bu karşılamayı şairane bir şekilde şöyle canlandırır:

Bu diyarı yerinden oynatan coşku nedir?

Söylenen bu marşlar yoksa Hasan'ın mıdır?

Zarif, nâzik ve hoş kokuludurlar.

(Coşku dinmiyor) müteselsil solukludurlar.

Sanki her bahçede bir şarkıcı vardır.

Sanki her vadide bir bülbül.

Mü'min bakirelerdir bunlar, Rasûl'e bayram ettiler

Melekler selamlıyor onu yükseklerden

Bir kafiledir ki Allah'ın nuru onda parlıyor,

Allah'ın azameti (sanki) onda tecelli ediyor

Saygıdeğer peygamberlerin hepsi

İmamın elini tuttu, Allah'a sığman onu vasıta kıldı.

Rûh'ul-Emin (Cebrail) onunla yürüdü selam vererek

Yüzünü peygamberlere doğru yönelterek

Ey Neccaroğullan doğrusu Muhammed

En güzellerin nazarında en sevgilidir.

Muharrem, hayatın şu iki şeyde özetlenebileceği görüşündedir: Ev ve evlat. Evlatların yetiştirilip hazırlanması ülkenin düzelmesine vesi­ledir. Bu konuda şöyle der:

Hayatı amaçlayanlar için hayatın anlamını düşündüm:

Bu anlamın ev ve çocuk olduğunu gördüm.

Eğitim ve yönetimle korunur bu anlam

Ancak bununla hazırlanır ülke yarınlara

O, gençlerin eğitilmesinin mal edinmekten daha faziletli olduğuna inanır. Bu sebeple o gençlerin eğitim ve öğretimi için ne kadar masraflı olursa olsun okullar inşa edilmesini gerekli görür. Bu konuda şöyle der:

Öğrenciler için gidecekleri okullar yaparız.

Bunun için harcanan ya da tükenen mala aldırmayız

Muharrem, gençlerin azim ve gayretlerinin zayıflamaması ve şevklerinin kırılmaması için sağduyulu ve basiretli davranmalarını is­ter. Bunun içindir ki çocuklarını şımartıp iyilik yaptığını zannederek onlara kötülük yapan kimseleri ayıplar. Sonra yarının bereketli bir ha­zinesi en kıymetli varlığı olması için oğlu Süleyman'a akıl ve feraset vermesi için rabbine şöyle dua eder:

Evlatlarına şanlarını yüceltecek şeyleri tavsiye et

Onları şerefli ve efendi yapacak şeyleri

Bilmeden bir iyilikle onlara zarar verme.

Yoksa görürsün kendini bozguncu düşmanın yerinde

Nice baba vardır ki oğlunu şımartarak azdırır.

Sonunda temenni eder keşke doğmasaydı diye. Rabbim, beni Süleyman'dan hoşnut kıl Onu yarınlarım için kıymetli bir servet kıl.

Muharrem, gençlerin iyi birer insan olarak yetişmeleri için baba­larına düşen görevin söz ve davranışlarıyla, yol gösterme ve yardım­larla evlatlarına iyi bir örnek olmaları gerektiğini söyler. Gençlerin ne­fislerini kötülüklerden korumaları ve kalplerini temiz tutmaları için, toplum da içindeki iyiliğe teşvik edici ve doğru yola sevkedici unsur­larıyla babalara yardımcı olacaktır. Şair Muharrem bu noktada babala­ra şöyle seslenir:

Evlatlarını iyiliğe alıştır, çünkü onlar Birer sahifedir, yazarsın dilediğini elinle Bir evlat hangi haslete sahipse Ya annesinden ya babasından almıştır. Aşiretin şerefi kişinin kötülüğüne mani olur. İyi hasletlerinden dolayı ona muallim olur.

*

Söz, şairin oğluna gelmişken Muharrem'in evlatlarını mü'min ve vatanları için çalışan birer genç olarak hazırlamak amacıyla çok uğraş­tığını görüyoruz. O, hem kendisinin hem de evlatlarının millet ve va­tana ait olduklarını, onlara çocukluklarından, hatta anne karnından ve bebekliklerinden itibaren ülke sevgisini öğrettiğini bize haber veriyor. Oğlunun ülkesine sadakatle bağlı olmasını ve kızının davalarının say­gınlığı için uğraş vermesini temenni ediyor. Oğluna vatan için en kıy­metli şeyleri feda etmesini tavsiye ediyor. Şâir Muharrem şöyle diyor:

Ben ve sahip olduğum her şeyim

Milletim, soylu atalarım ve benim soyumdan gelenler içindir.

Onlara vatan sevgisini öğrettim cenin iken

Ve bebek iken kulak verirlerdi ben şöyle derken:

Kutlu Süleyman vatanın hakkını verecek

Zeyneb de ona gerekli saygıyı gösterecek

Oğlum sen ülken için varsın şüphesiz

Bu vatan atandan kalma değerli bir mirastır sana

Şayet görev alırsan ülkene destek için paçaları sıva

Böyle bir hizmet için saygın kişiler görevlendirilir.

Yaptığın hizmetin ücretini soran bir cahille karşılaşınca

De ki: Bunun karşılığında bir şey istemek eşekliktir.

Yavaş ol, benim vatanım değersiz bîr eşya değildir.

Benim milletim alınıp satılan meta değildir.

Çek elini, çünkü bu kötü bir ahş-veriştir.

Saygın birisi yaparsa bunu lanetlenir, eleştirilir.

Kötü ve zahmetli işler insana meşakkat vermez

Ancak böyle lanetlenmek zordur, sıkıntı verir.

Kafi miktarda tuhaf şeylerle karşılaştım.

Kendini beğenip takdir edersen bu daha tuhaftır, denir.

Babanın kemiklerini, aşiretinin etini mi istersin?

O zaman asaletin öfkesini mertliğin azarını hak edersin

Kandırılmış genç ülkesini sattığı zaman

Parasını ve makamını alır düşmanlarından

Kişi vatanından ve milletinden ibarettir.

Gör bakalım yoksa hangi vatana nisbet edilir.

Kabirlerden yankılanan seslere sor

O sana hayatın manasını beyan edecektir.

İnsan cesedi bulunduğu toprakla şeref kazanır

Ülke toprakları gönüllere sevdirilir.

Taassup insanlar için bir ar değildir.

Asaletli kişi kendi milletinin fanatiği olur.[64]

Ahmed Muharrem'in oğlu Süleyman'a yaptığı parlak tavsiyeleri vardır. Bunlar, onurlu bir hayat yaşamak isteyen bütün gençlerin yolu­nu aydınlatmaya elverişli tavsiyelerdir. Bu tavsiyeleri beş bölüme ayı-

rabiliriz. Her bir bölüm son derece önemli bir konuyu ihtiva eder. Bi­rinci bölümdeki tavsiyelerde yüce vatanın hakkı hatırlatılır, Şâirin ken­di hayatından, çalışma ve gayretlerinden örnekler verilerek vatana olan sevgi ve saygısı dile getirilir. İkinci bölümdeki tavsiyelerde dine bağ­lılık ve temiz bir inanç teşvik edilirken her türlü faziletli davranış da beraberinde teşvik edilir. Üçüncü bölümde ahlâksızlıklardan ve kötü davranışlardan sakındırılır. Dördüncü bölümde geniş bir ümide sahip olmakla beraber sabır ve tahammül tavsiye edilir. Beşinci ve son bö­lümde Şair, oğlunu dinine bağlı olmaya tekrar teşvik eder. Çünkü din, her şeyin dayanağı ve hayatın temelidir.

Şâir, vasiyetinin birinci bölümünde oğluna vatan hakkını hatırla­tır ve onu unutmaktan sakındırır. Çünkü bu hak, onun boynunda diğer bütün emanetlerden önceliği olan bir emanettir. Genç de ihtiyar da va­tan uğrunda canını feda etmelidir. Vatan buna layıktır. Şâir, vatanına sadakatle bağlılık içinde bir hayat yaşadığını, ona ihanet etmediğini bu tutumundan sapmadığını, hayattaki sermayesinin vatan ve millet sev­gisi olduğunu, bu vatan için her şeyini, malını, canını ve çocuklarını hazırladığını ve çocukluğundan, kemiklerinin zayıfladığı, saçlarının ağardığı ihtiyarlığına kadar bu sadakat ve bağlılığına devam ettiğini ifade eder. Oğluna seslenerek şöyle der:

Süleyman, vatanın hakkını unutma

Sen onun hakkını ifa edersin.

Gençler Mısır'a olsun feda

Yaşlılar da onun için değerlidir.

Gençler babanı hep onurlu gördüler

Erdemli ve özgür bir yolda buldular.

Baban vatan sevgisine çok değer verir.

Vatan sevgisini en büyük kudret sayar.

Malını ve evladını onun için hazırladı

Ruh ve bedenini ona feda etti.

Hakkını gözetti vatanın çocukluğunda

Ve beli bükülüp ihtiyarlayınca

Benim yolum budur, sakın ondan ayrılma

Seni hazırladım yavrum zamane düşmanlarına

Vatana sadakatle bağlılık ve onun hakkını vermek için bir takım değer ve kurallara bağlı, şehevi arzu ve zaaflarını kontrol edebilen seç­kin ve onurlu bir kişiliğe ihtiyaç vardır. Bu sebeple Şâir Muharrem tav­siyelerinin ikinci kısmında oğlundan ve oğlu gibi olan gençlerden ken­dilerini her türlü kötülük ve ahlâksızlıktan temizlemelerini, hata ve yanlışlıklarla doğru yoldan sapmamalarını, namus ve şereflerini koru­malarını, hiçbir kimsenin haksızlık ve hakaretini kabul etmemelerim, dinlerini korumalarını ve onun prensiplerine sığınmalarını, aksiliklerin hücumuna uğradığı ve sıkıntılarla karşılaştıkları zaman tam bir inanç ve güvenle durumlarını sağlamlaştırmalarını tavsiye eder.

O şöyle der:

Nefsini kötülüklerden koru Korunmayan kişi seni küçümsemesin Kimse senin şerefinle oynamasın Hor görülmek büyük bir musibettir. Dini koru ve ona doğru koş Fitnelerin eli seni kapıp götürmesin Zamanın talihsizlikleri seni vurursa Ve başına gelirse bela ve musibetler İmandan ayrılma, çünkü inanç ve güven En kıymetli kalkan ve en güçlü korunaktır.

Şâir tavsiyelerinin üçüncü bölümünde kötülük ve ahlâksızlıklar­dan sakındırır. Kötülüklerden nefret ettirmenin, onun zıddı olan fazi­letlere, iyiliklere teşviki de ihtiva ettiği gayet açıktır. Bu bölümün ba­şında oğluna şerefli ve asaletli bir kişinin iyi bir kişi olması, kötüden nefret etmesi ve güzel olan şeyleri sevmesi gerektiğini hatırlatır. Son­ra onu, zulüm ve haksızlıktan, kötü huylardan, ahlâksız ve küstah kişi­lerin kışkırtmalarına kanmaktan sakındırır. Onların dediğini yaparsan kendilerini sevindirir, yapmazsan kahrından çatlatırsın. Anaya babaya karşı gelmekten sakındırır. Çünkü itaatsizlik herkesin itibarını düşürür. Onu, cehalete ve düşüncesizce davranışlara iten öfkeden de sakındırır. Ve ona bazı ahlâki güzellikleri tavsiye eder:

İnsanlara iyilik et, çünkü iyi bir insan

Kötülükten iğrenen iyilikten hoşlanandır.

Zulümden sakın, kimseye haksızlık etme

Herkes ne derse desin açıklık ve dürüstlükten ayrılma.

Azgın kişinin sözü seni kışkırtmasın

Ne olursa olsun ona uymazsan, zarar görmezsin.

İnsanlar itaatsizlik etmeyi tercih etseler de

Sen güzel davranışa devam et, pişman olmazsın.

Ne kadar kabiliyetli olursan ol,

Her istediğin şeyi yumuşaklıkla iste.

İşe basiretle yapış, çünkü

Basiret sahibi kişilerin işleri çok sağlamdır.

Dilini güzel söze alıştır,

Öfkeli de olsan cahillik etme.

Üzülme, boş ver, kandınlsan da

Zira kandırılan ilk kişi sen değilsin.

Vasiyetinin dördüncü bölümünde Şâirin oğluna sabır ve tahammül tavsiye ettiğini görürüz. Yolda karşısına karanlıklar çıktığı veya engel­lerle karşılaştığı zaman ümitsizliğe kapılmamasını, bilakis gecenin ko­yu karanlığından sonra güneşin doğmasını ve şafağın sökmesini bekle­mesini söyler, sonra kendisinden örnek verir. Onun başından hayatta pek çok tecrübe geçmiş, başarısızlık ve mahrumiyetin acılarını tatmış, fakat o, zorluklar geçinceye kadar sabretmiş, azim ve kararlılıkla yolu­na devam etmiş, selim bir imanı ve derin bir umudu daima muhafaza etmiştir. Akıllı bir kişi, sağlam bir ahlâkla, kendisine duyduğu güven­le, zorlukla beraber bir kolaylığın, şiddetle beraber bir yumuşaklığın ve darlıkla beraber bir ferahlığın olacağına dair inancıyla zorluk ve sıkın­tıların üstesinden gelebilir.

Şair şöyle der:

İşin başını kaçırmışsan Sonunu sıkı tut, üzülme!

Felek senden önce de ezdi, yaraladı

Nice sabırlı, kendine güvenen kişinin riyazetini

Bir gün talih gülmese de bir gün güler

Bir gün kötülük rüzgarı esse de bir gün diner.

Felek bir gün yumuşak huylu çıkar (onun) karşısına

Daha önce kaba saba görünse de ona

Bir süre sertleşir, eğer-büker onu

Payandalarını düşürür yumuşatmasa da onu

Akıllılar arasındaki ey akıllı kardeş!

Başına bela ve musibetler gelirse

Akıllı kişi ahlakıyla korur kendini onlardan

Güzel ahlâk onun için ne güzel silahtır ne güzel kalkan.

Ve Şâirimiz tavsiyelerinin son bölümü olan beşinci bölüme gelir. Bu bölümde oğluna imanlı olmasını, izzet ve şerefi Allah'tan bilmesi­ni, O'na itaat etmesini ve O'na dayanmasını öğütler. Şâir burada tavsi­yelerini son derece kuvvetli, edebi ve açık bir üslupla pekiştirir. Çün­kü bu bölümdeki tavsiyeler işin hem başıdır, hem de sonudur. Burada şöyle der:

Allah'a dayan ve seni görene yalvar

Kişinin yoktur O'ndan başka dayanağı

Terket her şeyi dost ol O'nunla huzur bulursun.

(Bırak) bütün sıkıntı ve üzüntüleri

Neyi yasaklamışsa onu yapma.

Razı olduğu sâlih amelleri bırakma

Allah'tan korkmak en faziletli kazançtır.

O'nun rızâsı en hayırlı hazine

Rabbimizden bir emanet yüklendik,

Ne mutlu ona ihanet etmeyene.

Şâirimiz Muharrem gençlere işte böyle ihtimam gösterdi, yoldaki tehlikelere karşı onları uyardı, önlerine yolun işaretlerini çizdi, hatala­rından dolayı onları hesaba çekti, kötülüklerden sakındırdı, fazilet ve güzel ahlâka teşvik etti. Çünkü o, gençlerin ümitlerin kaynağı ve daya­nağı olduğunu bilir. Ölümsüz şâirlerin içinde rabbinin selamı onun da üzerine olsun. [65]

 

İSLÂM VE KALKINMA

 

İslâm Ve Kalkınma

 

Soru: Kur'an âyetleri ve Hz. Peygamber'in hadislerinden deliller getirerek İslâm'ın kalkınma konusundaki bakış açısını net bir şekilde açıklayabilir misiniz?

Cevap: Tenmiye kelimesi Arabçada ziyade/artış demektir. Arablar, "mal çoğaldı" anlamında nema'î-mâlu derler. "Malı çoğalttı" anlamın­da da enmâhu denilir. İktisatçıların tanımına göre tenmiye fert başına düşen ortalama milli geliri artıracak şekilde, milli gelirdeki artış oranı­nın nüfus artış oranından daha yüksek olması için yapılacak çalışmala­ra yönelik siyasetin adıdır. Bu hedefe ulaşmak için ekonomik yapının değiştirilmesine ihtiyaç vardır. Bu da ileri bir üretim sistemini ve her alanda üretimin artırılmasını gerektirir..

iktisat bilginleri kalkınmaya yardım eden bir takım faktörlerin ol­duğu görüşündedirler. Bu faktörlerden bazıları şunlardır:

1. Yeni yeni servet kaynaklan keşfetmek.

2. Yatırım için gerekli olan sermaye birikimini sağlamak.

3.  İleri üretim teknolojisi kullanmak.

4. İşçinin üretim kabiliyet ve maharetini en üst seviyeye çıkarmak.

5. Yönetim sistem ve düzenlemelerini en güzel şekilde yapmak.

Ayrıca başarılı bir kalkınma siyaseti için şu şartların da bulunma­sı gerekir:

1.  Ülkenin kendi idareci ve ahalisi elinde hür bir ülke olması ge­rekir. Onlar o ülkede herhangi bir kölelik ve bağımlılık olmaksızın ge­rektiği şekilde tasarruf edebilmeli.

2.  Bu ülkenin insanları milli birlik ve bütünlük içinde olmalı. Sı­nıf çatışmalarının ateşi enerjilerini heba etmemeli.

3. Çalışabilecek durumda olan herkes çalışmalı.

4.  İnşaat, onarım ve yatırım alanlarında daha çok çalışma yapılmalı.

Kalkınmanın meşhur ve bilinen anlamı iktisadi ve maddi bir an­lam olsa da bununla hem maddi alanları, hem de manevi alanları kap­sayan genel bir ilerleme/tekamül, terakki anlamı da kastedilebilir. Kal­kınma kavramı böylece hem iktisâdi, hem de toplumsal/içtimai alanla­rı kapsar. Bu durumda kalkınmaya "kapsamlı kalkınma" denilir. Bu açıdan kalkınmanın toplumdaki çeşitli unsurlarla ilişkisi vardır. Bunlar arasında ahlâki ve toplumsal değerler de vardır. Bunun içindir ki bir grup araştırıcı şöyle demiştir: "Milli gelir artışı ve ona bağlı olarak ki­şi başına düşen ortalama milli gelir payı, doğal üretim kaynaklarına ve istihdamın verimliliği keyfiyetine dayandığı gibi, çevresinde bütün ik­tisadi faaliyetlerin icra edildiği sosyal ve siyasal sistemin içinde bulun­duğu şartlara da dayanır. Toplumsal, kültürel ve ahlâki değerlerin ve yürürlükteki kanun ve nizamların çalışmaya gerekli önemi vermediği bir ortamda üretim hacminde hiçbir zaman artış sağlanamaz ve üretim seviyesi hiçbir zaman yükselemez."

Kapsamlı bir büyüme ve kalkınmanın himayesi altında doğal kay­nakların, tanmsal ürünlerin, madenlerin, endüstriyel ürünlerin ve diğer muhtelif hizmetlerin miktarında da bir artış gerçekleşir.

Günümüzde dünyanın pek çok bölgelerinde iki ekonomik siste­min hâkim olduğu bilinmektedir. Bunlar kapitalizm ve komünizmdir. Her ikisi de kalkınmayı esas almaktadırlar. Bunlardan her biri kendi akidesi, felsefesi ve özel yöntemi üzerinde yürümektedir. Her biri göz­leri ve gönülleri kendilerine bağlamak ve kendi yöntemlerine çekmek

için var güçleriyle çalışmaktadırlar. Halbuki bu dünya onlardan önce geçen ve yıldızı parlayan bir nizamın, İslâm nizamının varlığını unut­makta, ya da unutmuş görünmektedir. Böyle bir nizamın varlığından müslümanlar da gafildirler. Çünkü müslümanlar şu anda bu sistemi uy­gulamamakta ve başkalarını bu sisteme çağırmam aktadırlar. Bu nizam ilahi ve rabbani bir nizamdır. Hem dini hem dünyevidir, hem ruhi hem maddidir ve bize pek çok gerçeği anlatır:

1. Allah her şeyin yaratıcısıdır, her şeye egemendir ve her şey so­nunda dönüp O'na varacaktır.

İyi bilin ki işler sonunda Allah'a döner. (Şura/53)

2.  Bu kainat yeryüzü ve yeraltındaki, gökler ve gezegenlerdeki, yerle gök arasındaki potansiyel ve imkanlarıyla Allah'ın müşahede edi­len kitabıdır. Bu kâinatın tamamı Allah tarafından insanın hizmetine sunulmuştur. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? (Lokman/20)

3.  Kur'an Allah'ın okunan kitabıdır, insanlığın -inanıp gereğini yerine getirdikleri takdirde- hem dünyada hem ahiretteki mutluluğunu garanti eden esas ve kuralları ihtiva eder.

Şüphesiz bu Kur'an en doğru yola iletir. (İsra/9)

4.  İslâm davetinin kaynaklan, itikat, ibadet, ahlâk, ferdin yetişti­rilmesi ve toplumun düzenlenmesi konularını ihtiva eder.

5.  İnsanlar, Allah'ın kullarıdır. Allah onlar için kolaylık murat eder, zorluk murat etmez. Onları hayra çağırır, serden sakındırır. Bu­nun için Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Andolsun ki biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve deniz­de taşıdık ve kendilerine güzel güzel rızıklar verdik. (Lokman/70)

Bu gerçeklerin bize hatırlatılması, İslâm'ın kendisine ait özel bir iktisat ve sosyal sisteminin olduğunu anlamamız hususunda yolumuzu

aydınlatır. İslâm'ı doğu ya da batı ölçülerinin ışığı altında anlamamız doğru değildir. Bilakis onu, ilahi ve bağımsız bir yasama olduğu, rab­bani ve eksiksiz bir hidayet rehberi olduğu gerçeğinin ışığı altında an­lamamız gerekir.

Yakinen bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır? (Maide/50)

İslâm'ın insanlığa yaptığı iyiliği, ancak, insanlığın İslâm'dan önce içinde bulunduğu durumla, İslâm'la ulaştığı yüksek seviye arasındaki muazzam farkı idrak ettiğimiz zaman anlayabiliriz.

İslâm'dan önce din ve dünya işlerinde tam bir kargaşa ve kaos ha­kimdi. Putperestlik aslan kesilmiş, fazilet değerleri kaybolmuştu. İhti­raslar ve şehevi arzular üzerine zorlu bir mücadele vardı. Kölelik ve köleleştirme, fert ve toplumlardaki bütün insani değerleri yerle bir edi­yordu. Efendiler köleleri sanki sadece bir iş aleti gibi kullanıyorlardı. Cariyeleri de onların namuslarını satarak ya da onları fuhşa zorlayarak para kazanmak için kullanıyorlardı. Kur'an-i Kerim'de buna temas edilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:

Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. (Nur/33)

İslâm'dan önce faiz çok yaygındı. Kat kat faiz alan ve insanların mallarını batıl/haksız yere yiyen insanlar vardı. Zorba ve azgın zengin­lerin eliyle yapılan karaborsacılık adaletin gücünü ve merhamet ruhu­nu ortadan kaldırmıştı:

Gerçek şu ki, insanoğlu kendini müstağni sayarak azgınlık eder. (Alak/6)

Halklar o esnada aç ve çaresizdir, fakir ve bitkindir. İslâm'dan ön­ceki hayat işte böyledir.

Sonra Allah'ın nuru yeryüzünü aydınlatmıştır.

Son ilahi dinin güneşi doğmuş ve beşeriyetin kulaklarında yaratı­cısının şu sözü yankılanmıştır:

Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiy­le karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir. (Ma-ide/15-16)    -

İslâm belirli ve açık bir program getirmiştir. Bu programın içinde hem düşünce/teori, hem uygulama/pratik vardır, hem prensip/kural hem davranış modeli vardır, hem tasan hem de plan vardır. Bu progra­mın gizli ve kapalı bir yanı yoktur. Bunun içindir ki Allah Teâlâ Rasû-lü Hz. Muhammed'e (s.a) şöyle buyurur:

Ey Muhammedi De ki: "Benim yolum budur; ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah'a çağırırız. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben asla Allah'a eş koşanlardan değilim." (Yusuf/108)

En'am suresinde şöyle buyurur:

Doğrusu size rabbinizden açık belgeler gelmiştir. Kim görürse kendi lehine ve kim körlük ederse kendi aleyhinedir. Ben sizin bekçiniz değilim. (En'am/104)

Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşüre­cek yollara uymayın. Allah bunları size sakınasınız diye buyur­maktadır. (En'am/153)

Biliyoruz ki kalkınma ve planlama ile program yapma ve yöntem belirleme arasında kuvvetli bir ilişki vardır.

İslâmî bir rivayette şu hikmetli söz geçmektedir:

Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de âhiret için çalış.

Bu söz hem bir planlamaya, hem de kesintisiz ve kompleks bir ça­lışma metoduyla kalkınmayı gerçekleştirmeye çağırmaktadır.

İslâm, iman etmiş ve rabbine icabet etmiş yüce insanlığı, yüksek bir hayat seviyesinde yaşamaya teşvik ediyor. Böyle bir hayatta insan­lık ne onursuzluk, ne de zillet hissedecek, ne aç ne de açıkta kalacak. Belki de şu ayet-i kerimede işaret edilen hususlardan birisi de budur:

Ey Adem! Doğrusu cennette ne acıkırsın, ne de çrplak kalırsın; orada ne susarsın ne de güneşin sıcağında kalırsın. (Taha/118)

Allah Teâlâ kullarını mutsuz olmaları için değil, mutlu olmaları, muhtaç olmaları için değil kendi kendilerine yeterli olmaları için yarat­tığına göre, bu onların yeterli azık ve mühimmata sahip olmalarını ge­rektirir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. (Necm/39)

Bu ayet-i kerime insanı gelir kaynaklarını artırmaya teşvik et­mektedir.

Müslümanlar İslâm'ın ilk yıllarında bu yüce değerleri uyguladılar. Hatta geniş İslâm toplumu uzun asırlar boyunca yeryüzünün geniş böl­gelerinde kalkınma alanında önder bir konuma geldiler. İlk müslüman-lar Bizans imparatorlarının ve İran kisralarımn zulüm ve baskılarını kırdılar, çeşitli bölgelerdeki zorbaların ellerindeki silahlan aldılar, ezi­len ve zulüm gören halklarının intikamını zalim ve despotlardan aldı­lar. Milyonlarca insanın gayretini çalışmaya ve Allah'ın lütfundan rızık aramaya şevkettiler, azgın zengin ve rahiplerin tekellerini kırdılar ve bu hazineleri doğu ve batıdaki bütün insanlara dağıttılar. Böylece on­ların da eline sermaye geçti (sermaye halka yayıldı). Bu hazineleri ya­tırıma ve Allah yolunda, iyilik, hak, adalet ve inşa yolunda harcamaya dönüştürdüler. İslâm, karaborsacılığa/tekelciliğe ve karaborsacılara karşı öldürücü darbesini indirdikten sonra bütün dünya kalkınmanın mükemmel, verimli ve uzun ömürlü bir Örneğine şahit oldu. Kur'an-ı Kerim buna dair bir örnekten söz eder:

Ey iman edenler! Hahamların ve rahiplerin çoğu, insanların mal­larını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gü­müşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyenlere can yakıcı bir aza­bı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak. "Bu, kendiniz için birik-tirdiğinizdir, biriktirdiğinizi tadın!" denilecek. (Tevbe/34-35)

Haçlı seferlerinin sebep olduğu trajediler ve iğrenç Moğol saldırı­ları olmasaydı müslümanların iktisadi ve sosyal kalkınma alanındaki

liderlikleri Allah'ın dilediği bir zamana kadar kendi yolunda devam edecekti.

Kur'an-ı Kerim'in insanı tabiatın zenginliklerine, kainatın serveti­ne, imkanları ve hammaddeleri biraraya getirmeye yönlendirmesi, İs­lâm'ın kalkınmaya ve üretim artışına verdiği önemin bir delilidir. İbra­him suresinde şöyle buyurulur:

Gökleri ve yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren, emri gereğince denizde yüzen gemileri, nehir­leri, belli yörüngelerinde cereyan eden ay ve güneşi, geceyle gün­düzü sizin buyruğunuza veren Allah'tır. Kendisinden isteyebilece­ğiniz her şeyi size vermiştir. Allah'ın nimetini sayacak olsanız bi­tiremezsiniz. Doğrusu insan pek zâlim ve çok nankördür. (İbra­him/32-34)

Kaynaklar çok zengin ve yeterlidir. Fakat insanın insana olan zul­mü sebebiyle, yani bazı insanların bu kaynakları tekellerine almaları veya kötü bir şekilde yararlanmaları ya da bozuk kullanımları sebebiy­le bu kaynaklar kıt ve yetersiz gibi görülebilir:

Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar. (Âl-iİmran/117)

Şayet insanoğlu çalışmada, üretim ve dağıtımda dürüst ve doğru olsaydı kaynaklar da yeterli olurdu. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle bu­yuruyor:

Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve rablerinden kendilerine indirileni (Kur'an'ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından yerlerdi. (Maide/66)

Yani Allah'ın gösterdiği hidayet yolunda dosdoğru gitselerdi, ça­lışma ve paylaşımda adaletli olsalardı rableri onları üstlerinden de n-zıklandırırdı -ki O, onlara gökten yağmur indirir- ayaklarının altında­ki arzın bitirdiği bitkilerle ya da madenler ve hazinelerle rızıklandınp muhtaç duruma düşmekten kurtarırdı.

İslâm'ın kalkınmaya verdiği önemin delillerinden birisi de Kur'an-ı Kerim'in insanlar için Allah'ın yeryüzünde kolayca çalışma alanları ve tarım bölgeleri bulmalarına imkan bahşettiğini haber ver­mesidir. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır:

Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur. Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah'ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O'na-dır. (Mülk/15)

İslâm, dünya işiyle Allah'a ibadeti birbiriyle irtibatlandırır. Mese­la insanları namaza çağırır. Sonra onlara namazın hemen akabinde ça­lışmaya dönmelerini emreder. Cuma suresinde bununla ilgili olarak şöyle buyurulur:

Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığınız (ezan okun­duğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Al­lah'ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Cuma/9-10)

Hz. Peygamberin (s.a) sahih Sünneti de milli ve ferdi geliri kat kat artırmaya yol açacak helâl kazanç ve bereketli bir üretimin temel kay­naklarına yönlendirirken kalkınmaya, büyümeye teşvik etmiş olmakta­dır. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyuruyor:

Rızkın onda dokuzu ticarettedir.

Bu sözün bir benzeri de ziraat konusunda ve ziraatla ilgili olarak arzın toprağından, maden ve hazinelerinden yararlanma hakkında söy­lenmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:

Arzın hazinelerinden rızkınızı arayın.

Hz. Peygamber (s.a), her mü'minin gücü nisbetinde emeğe katkı­da bulunma şerefine nail olması için insanları el emekleriyle çalışma­ya şiddetle teşvik etmiştir. Hz. Peygamber (s.a) bu konuda şöyle bu­yurmuştur:

Hiç kimse kendi emeğiyle kazandığından daha hayırlısını yeme­miştir.

Kur'an dikkat çekecek şekilde zirai kalkınmanın, zirai üretim ve bitkisel besinlerin'artırılması üzerinde yoğunlaşır. Mesela Bakara/265 ayetinde "İki kat ürün veren tepedeki bir bahçe"den ve ziraate geniş bir alandan söz eder. Bakara suresinde şöyle buyurulur:

Allah yolunda mallarını harcayanların meseli, yedi başak bitiren bir tane gibidir ki, her başakta yüz tane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfü geniştir. O her şeyi bilir. (Bakara/261)

Güzelce yapılan bir ziraatten elde edilen kat kat ürünü Kur'an-ı Kerim, Allah'ın bol sevabının bir Örneği olarak göstermiştir.

Kur'an-ı Kerim hakka, hidayet ve sırat-ı müstakime sevkedei gü­zel sözü tarımdaki gücün ve gelişmenin örneği sayılan bir ağaca ben­zetir. İbrahim suresinde şöyle buyurur:

Allah'ın, hoş bir sözü; kökü sağlam, dalları göğe doğru olan rab-binin izniyle her zaman meyve veren hoş bir ağaca benzeterek na­sıl bir misal verdiğini görmüyor musun? İnsanlar ibret alsınlar di­ye Allah onlara misal veriyor. (İbrahim/24-25)

Yüce Kur'an güçlü, merhametli ve Allah'a kulluk eden bîr İslâm milletini, aşamalı olarak gittikçe çoğalan ve büyüyen bir ekine benze­tir. Bu konuda Fetih suresinde şöyle buyrulur:

Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, in­karcılara karşı sert, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onları rü-kua varırken, secde ederken, Allah'tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar, işte bu onla­rın Tevrat'ta anlatılan vasıflandır. İncil'de ise şöyle vasıflandırıl­mışlardır: Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları öf­kelendirir. Allah inanıp yararlı işler işleyenlere bağışlama ve bü­yük ecir vaadetmiştir. (Fetih/29)

Kur'an-ı Kerim aşağıdaki ayetlerde örnekleri görüldüğü gibi tarı­mın gücüne işaret eder:

Siz burada, bahçelerin, pınarların içinde; ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıklar arasında güven içinde bırakılacak mısınız (sanırsınız)? (Şuara/146-148)

Gökten suyu indiren O'dur. Onda hem size içecek vardır, hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler. (Allah) su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hep­sinden bitirir. İşte bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir ib­ret vardır. (Nahl/10-11)

Çardaklı çardaksız üzüm bahçelerini, çeşit çeşit hurmaları, ekinle­ri, birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O'dur. Allah'ın size verdiği rızıktan yeyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkım (zekat ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. (En'am/141)

Kur'an-ı Kerim tarımsal ürünün bolluğunu ve kullanımda israf etmemeyi birarada zikrederken çok mükemmel bir üslup kullanmış, böylece kalkınmayı gerçekleştirecek birbirine yardımcı iki faktörün arasını birleştirmiş olmaktadır, bu iki faktör, üretim artışı ve dengeli hare ama'dır.

Adeta Kur'an bizi yeryüzünü işleterek kullanmaya ve orada bitki­ler yetiştirmeye teşvik ediyor. Böylece yeryüzünü muhtelif ekinleri, bitkileri ve rengarenk çiçekleriyle Allah'ın kudretine bir şahit olarak gösteriyor. Hac suresinde şöyle buyuruyor:

Yeryüzünü görürsün ki kupkurudur, fakat biz ona suyu indirdiği­miz zaman harekete geçer, kabarır, her güzel bitkiden çift çift bi­tirir. (Hac/5)

Fussilet suresinde de şöyle buyurur:

Kupkuru gördüğün yeryüzünün, biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçip kabarması, Allah'ın alâmetlerindendir. Ona can ve­ren Allah şüphesiz ölüleri de diriltir. Doğrusu o her şeye kadirdir.

(Fussilet/39)

Kur'an'm peşinden Hz. Peygamber'in (s.a) temiz sünneti gelir ve tarımın çoğaltılmasına yapılan çağrıyı pekiştirir. Bu çağrıda tarımın geliştirilmesi ve büyütülmesine teşvik vardır. Hz. Peygamber (s.a) şöy­le buyurmaktadır:

Bir müslüman ekin eker veya bir fidan diker de bundan bir insan ya da hayvan yerse, bu onun için mutlaka bir sadakadır.

Başka bir hadiste ise şöyle Duyurulmaktadır:

Birinizin elinde küçük bir hurma fidanı varken kıyamet kopacak olsa dahi onu diksin.

İslâm herhangi bir arazi parçasının ekilmesi veya tarıma elverişli hale getirilmesi mümkün olduğu müddetçe onun boş bırakılmasını ya­saklar. Bu sebeple İslâm bir arazinin ya sahibi tarafından ekilmesini veya onu işletebilecek bir kardeşine vermesini ister. Onun boş bir şe­kilde elde tutulmasını caiz görmez. Bunun delili şu hadistir:

Kimin bir arazisi varsa onu ya eksin veya ekebilecek bir kardeşi­ne versin!

Sahih sünnette bildirildiğine göre kim ölü bir toprağı ihya etmek üzere alırsa onu en fazla üç sene içerisinde ihya etmesi yani ekilir ha­le getirmesi gerekir. Aksi takdirde hükümet onu elinden alır ve bu işi yapacak başka birisine verir.

İslâm, aynı şekilde sanayinin büyütülmesini ve ona önem verilme­sini de gaye edinir. Kur'an'da sanayiye işaret eden ayetler de vardır. Bu konuda ilk olarak rabbimizin şu sözünü hatırlayalım:

Onlara (düşmanlara) gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın. (Enfal/60)

Buradaki kuvvet kelimesi, ister açık ister gizli, ister maddi ister manevi, ister savunma amaçlı ister saldırı amaçlı olsun her türlü kuvveti ve onun her parçasını içine alır.

Kur'an-ı Kerim kuvvet hazırlamayı, sanayi ve endüstriyi şiddetle teşvik eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Biz demiri de yarattık ki, onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. (Hadid/25)

Demir savaş ve barış sanayinin temel maddesidir. Ayet-i kerime iki çeşit sanayie barış ve harp sanayiine aynı anda işaret etmektedir. Çünkü "büyük bir kuvvet" ifadesiyle harp sanayine ve meydan muha­rebesine işaret etmekte, "insanlar için faydalar'1 ifadesiyle de millet fertlerinin ihtiyaç ve hizmetlerinin karşılanması için demirin kullanıl­dığı çeşitli alanlara işaret etmektedir.

Sonra Kur'an-ı Kerim Hz. Süleyman (a.s) zamanındaki sanayiin durumundan, sanayi alanlarının ve çerçevesinin nasıl genişlediğinden, gündüz estiğinde bir aylık mesafeye, akşam estiğinde de bir aylık me­safeye giden rüzgarı Allah Teâlâ'nin onun emrine vermesinden ve ba­kırı onun için su gibi akıtmasından bahseder, ona nasıl bir ihsanda bu­lunduğunu anlatır. Rüzgarda havaya, uçmaya ve bununla ilgili şeylere bir hatırlatma vardır. Bakır ise eriyen bir madendir ve burada ham maddesi bakır olan çeşitli sanayilere işaret edilir. Allah Teâlâ insan ve cinleri üretim ve sanayii alanında Hz. Süleyman'ın emrine verdi. Kur'an-ı Kerim'deki bu konu ile ilgili ayetler şöyledir:

Gündüz estiğinde bir aylık mesafeye gidip, akşam da bir aylık me­safeden gelen rüzgarı Süleyman'ın buyruğu altına verdik. Onun için su gibi erimiş bakır akıttık. Rabbinin izniyle, yanında iş gö­ren cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğu­muzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tarttırdık. Onlar Sü­leyman'a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğen­lerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Davud ailesi! Şükredin, kullarımdan şükredenler azdır! (Sebe/12-13)

Bütün bunlar büyük bir sanayiye ve muhtelif endüstri dallarında­ki ileriliğe delalet eder.

İslâm ticaretin geliştirilmesine de Önem verir. Kureyş'in ticaret için kışın Yemen'e, yazın Şam'a gitmesini Allah Teâlâ'nın onlar için nasıl bir huzur ve uzlaşma/anlaşma sebebi yaptığını görmemiz için Kureyş sure­sini okumamız yeterlidir. Bu surede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Kureyş kabilesinin yaz ve kış yolculuklarında uzlaşması ve anlaş­ması sağlanmıştır. Öyleyse kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven veren bu Kabe'nin rabbine kulluk etsinler. (Ku-reyş/1-4)

İslâm, üretimin geliştirilmesini ve her türlü iktisadi faaliyeti iki esasa dayandırır. Bunlar sermaye ve emektir. Sermaye ile ilgili olarak İslâm, malın aslında Allah'ın bir mülkü olduğunu ifade eder. Kur'an-ı Kerim şöyle der:

Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. (Âl-i İmran/26) Onlara Allah'ın size verdiği maldan verin. (Nur/33)

Kur'an, Allah'ın insana mülk olarak verdiği şeylerde onu Allah'ın halifesi olarak kabul eder:

Allah ve Rasülüne iman edin. Size üzerinde tasarrufa yetkili kıl­dığı şeylerden harcayın. (Hadid/7)

Allah Rasûlü (s.a) şöyle der:

Mal, Allah'ın malı, ben de Allah'ın kuluyum.

Yine o şöyle der:

Ben sadece taksim ediciyim. Veren ise Allah Teâlâ'dır.

islâm düşünürlerinden birisi şöyle der: "İslâm mala/sermayeye çok büyük önem verir; onu aslında Allah'ın malı olarak görür, insanlar da malın yönetim ve kullanımında Allah'ın halifesidir. Malın Allah'a nisbet edilmesi, onun Allah'ın kullarının yararına yönlendirilmesi için vicdani bir garanti olarak kabul edilir. Malın mülkiyetinin insana nis­bet edilmesi ise, tasarruf ve tüketim hakkı yönünden mülk sahibini maldan, gerektiği şekilde yararlanmaya teşvik etmek de benzer bir ga­rantiyi ifade eder."

İslâm bir sorumluluk dinidir. Allah'ın kendilerinin emrine verdiği ve ellerine tevdi ettiği mala/servete karşı beşeri sorumluluğunu sınırsız bir sorumluluk olarak kabul etmez. Bu sebepledir ki ferdi mülkiyet prensibini herbir ferdin kontrolündeki kamu malından hem kendi his­sesini hem de ondaki kamu hakkını istemesi için kabul eder.

Sonra yöneticileri bu maldan/servetten fertlere ait olmayan kamu hakkından sorumlu tutar. Bazı malların mülkiyetini insanların mahru­miyet sendromundan kurtulup bütün enerjilerini ellerindeki malı yatı­rıma sevketme ve onu büyütmede sarfetmeleri için fertlere vermiştir. Şeriat, hayatın zorunlu ihtiyaçlarından olan diğer mallan ise ferdi mül­kiyete bırakmamıştır. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

İnsanlar şu üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş.

Müşterek hayatın diğer zaruri ihtiyaçları da bunlara kıyas edilir.

İslâm, insanın sahip olduğu şeylerin helâl yoldan kazanılmasını ve temiz olmasını emreder. Kur'an-ı Kerim Bakara suresinde şöyle buyurur:

Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl olan şeylerden yeyin. (Bakara/166)

Ey iman edenler! Size verdiğimiz nzıkların temiz olanlarından yeyin. (Bakara/172)

Hz. Peygamber de şöyle buyurur:

Haramdan beslenen her et, ateşe girmeye layıktır.

İslâm servetin kötü yolda kullanılmasına ve kötü yoldan elde edil­mesine şiddetle karşıdır. Bu sebeple faizi yasaklamıştır. Bakara sure­sinde şöyle buyurulur:

Faiz yiyenler (kabirlerinden) şeytan çarpmış kimselerin cinnet nö­betinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu onların, "Zaten alış-veriş de faiz gibidir" demelerindendir. Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi haram kıldı. Kime rabbinden bir öğüt gelir de faizcilikten geri du­rursa geçmişte olan kendisinindir ve onun işi Allah'a kalmıştır. Kim, tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar. Allah faizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir. Allah, kü­für ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez. (Bakara/275-276)

İslâm rüşvet ve gayr-i meşru yollardan mal edinilmesini de haram kılmıştır. Aynı surede bu konuda şöyle buyurulur:

Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Bildiğiniz halde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu .   hakimlere (yönetici veya yargıçlara) vermeyin. (Bakara/188)

İslâm, servetin biriktirilip atıl vaziyette tutulmasını da yasakla­mıştır. Çünkü bu, sermayeyi dondurmak, iktisadi faaliyetlerden ve ekonomik kalkınmaya yol açacak yatırımdan onu alıkoymak demektir. Kur'an şöyle der:

Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can ya­kıcı bir azabı müjdele! (Tevbe/34)

Rasûlullah (s.a) yetimin velisine onun malını dondurmamasını ve atıl vaziyette tutmamasını öğütler. Çünkü bu, o maldan ziraatta, sana­yi veya ticarette yararlanılmamasma üstelik onun eksilmesine yol açar. Çünkü her sene o maldan zekat alınacaktır. Veli, malı çalıştırmayı bil­mezse bundan yetim zarar görür.

İslâm servetin imkan nisbetinde bütün insanlara yaygınlaştırılma­sı üzerinde de durur ve servetin sadece zenginler elinde toplanmasına karşı çıkar. Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur:

Allah'ın (fethedilen) ülkeler halkından Peygamberine verdiği ga­nimetler, Allah, Peygamber, (onun) yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zen­ginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne ver­diyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. (Haşr/7)

İslâm'ın zenginliğe karşı çıkıp fakirliği övdüğünü zannederek İs­lâm'ı kötü anlayıp kötü takdim eden pek çok kişinin olması çok tuhaf­tır. Böyle bir şey asla doğru değildir. Hz. Peygamber (s.a) dua eder­ken rabbinden zenginlik ister, fakirlikten O'na sığınır. Rasûlullah şöy­le buyurur:

Fakirlik neredeyse küfür olayazdı.

Hayırlı bir insan için hayırlı bir mal ne güzeldir.

Şüphesiz kalkınmanın esası ister elle, ister kol gücüyle, ister akıl­la, isterse teknik ile olsun her çeşit çalışmadır. İslâm çalışmaya/emeğe çok büyük önem verir. Çalışma ve emek anlamına gelen amel kelime­si Kur'an'da onlarca defa tekrar edilir. Kur'an'da şöyle buyurulur:

Bilinsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir. (Necm/39-40)

İslâm, emek, üretim ve kazanç alanlarına koşmamızı emreder ve şöyle buyurur:

Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur. Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah'ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O'na-dır. (Mülk/15)

Namaz kılınınca yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Cuma/10)

Hz. Peygamber (s.a) şöyle der:

Kim, elinin emeğiyle çalışarak akşama ulaşırsa, affedilmiş olarak akşama ulaşmış demektir.

Yine Rasûlullah şöyle buyurur:

Allah Teâlâ bir meslek sahibi olanları sever.

Hz. Peygamber (s.a) çalışırken elleri şişen bir adam görünce şöy­le demiştir: "Bu eller, Allah ve Rasûlünün sevdiği ellerdir."

Hz. Ömer şöyle demiştir: "Şekli ve görünüşü hoşuma giden bir adamın çalışmadığım Öğrendiğimde adam gözümden düştü."

Kalkınma ve hayatın ihtiyaçlarını temin etmek için çalışmak, sa­dece erkeklere ait bir şey değildir. Bilakis hem erkeği, hem kadını kap­sar. Kendilerine hazırlanmış bir çalışma alanında güçlerini ortaya koy­maları herbiri için vacibtir. Kur'an-ı Kerim çalışmada her iki sınıfın da müşterek olduğuna işaret eder. ÂI-i İmran suresinde şöyle buyurulur:

Rableri dualarına şöyle icabet etti: Ben, erkek olsun, kadın olsun —ki hep birbirinizdensiniz— içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yap­tığını boşa çıkarmam. (Al-i İmran/195)

Yine Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

Erkek veya kadın, kim iyi işler yaparsa onu mutlaka güzel bir ha­yat ile yaşatırız. Ve mükafatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz. (Nahl/97)

Çeşitli alanlarda İslâm'ın kalkınmaya verdiği önemin bir delili de şudur: İslâm, nasıl olursa olsun şeklinde bir çalışmaya değil, sağlam ve yerli yerince bir çalışmaya çağırır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle der:

Allah, sizden yaptığı işi sağlam yapanı sever.

Yine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur:

Allah her şeyin güzel yapılmasını emretmiştir.

Kalkınma ve büyüme az da olsa her ferdin sürekli çalışmasını ve devamlı gayret göstermesini gerektirir. Çünkü az da olsa süreklilik ço­ğalmaya yol açar. Fakat bazı vakitlerde fazla çalışmak, diğer bazı va­kitlerde de çalışmaya ara vermek geri kalmaya ve tembelliğe yol açan şeylerdendir. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:

İşlerin Allah'a en sevimli olanı, az da olsa devamlı olanıdır.

Kalkınmaya yardım eden unsurlardan birisi de çalışanların teşvik ve takdir edilmesi, haklarının hiçbir haksızlık ve zulme sebep olmaksı­zın verilmesidir. Böylece çalışanlar kendilerini sadece işlerine verirler, güvenilir ve vefalı olurlar. Kur'an-ı Kerim bunun için şöyle buyurur:

İnsanların eşyalarını/haklarını eksik vermeyin. (Araf/85) Hz. Peygamber de şöyle buyurur: İşçinin ücretini teri kurumadan veriniz.

Çalışmaya muktedir olan bir kimse inatçılık ve bozgunculuk yapa­rak çalışmaktan kaçınırsa İslâm, yöneticiye onu çalışmaya zorlama yet­kisi verir. Çünkü meşru/yasal bir sebep olmaksızın çalışmaktan kaçı-

nan eller huzursuzluğu ve gelir kaybını körükler. İslâm kamu yararını özel yararlardan önde tutar ve kamunun ihtiyacı olduğu zaman ferdin kamu hizmetinde olmasını öngörür. Nitekim, ferdin korunması, emni­yet ve huzurunun sağlanmasından da şer'an kamuyu sorumlu görür.

Kalkınmayı gerçekleştirmeye yardım eden en kuvvetli etmenler­den birisi de fertlerin, tasarruf ve biriktirme alışkanlığına sahip olma­larıdır. Böylece yatırım için gerekli stoklar artacak ve pek çok projeyi gerçekleştirebileceğimiz sermaye çoğalmış olacaktır. Kur'an-ı Kerim

şöyle buyurur:

Yeyin, için fakat israf etmeyin. (A'raf/31)

Gereksiz yere saçıp savurmaym. Zira böylesine saçıp savuranlar şey­tanların dostlarıdır. Şeytan ise rabbine çok nankördür. (İsra/26-27)

Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybet­tiklerinin) hasretini çeker durursun. (îsra/30)

Bu bağlamda İslâm lükse karşı da mücadele eder. Çünkü lüks ha­yat bir yönden yatırımları yok edip bitirirken diğer yönden de insanla­rı tenbellik ve atalete alıştırır. Böylece onlar ne isteklerini tatmin ede­cek bir şey kazanabilirler, ne de arzularını gerçekleştirmede orta bir yol tutabilirler. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur:

Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebe­biyle şımarmış ele başlarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke helake müstehak olur. (İsra/16)

Bu sebepledir ki şımarık zenginler hakka, adalete, doğruluk ve in­safa yapılan çağrıların hep karşısında olmuşlardır. Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurur:

Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek oranın varlıklı ve şıma­rık kişileri, "Biz, sizinle gönderilmiş olan şeyi inkar ediyoruz" de­mişlerdir. (Sebe/34)

İnsanlara dengeli olmayı ve orta bir yol izlemeyi öğretmek için Kur'an'ın izlediği metot ne güzeldir. Kasas suresinde şöyle buyurulur:

Allah'ın sana verdiği şeylerden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana yaptığı iyilik gibi, sen de iyilik yap. Yeryüzünde bozgunculuğu ar­zulama. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez. (Kasas/77)

Madem ki tenbellik, taşkınlık, lüks, israf ve şımarıklık milletin özünü kemiren birer hastalıktır, o halde bunlara müdahale etmek ve bunları ortadan kaldırmak için karşılarına dikilmek İslâm devletinin hakkı ya da görevidir. İktisadi alanlarda araştırma yapan pek çok İslâ-mî araştırmacı İslâm devletinin ekonomiye müdahalesini İslâm iktisa­dının en önemli prensiplerinden birisi olarak kabul etmişlerdir. Bu, fertlerin iktisadi hayatlarıyla ilgili îslâmî hükümlerin tatbikinin garan­ti altına alınması için iktisadi hayata yapılan bir müdahaledir. Böylece insanların faizle muamelede bulunmaları ve bir araziyi ihya etmeden ellerinde tutmaları engellenir, sosyal güvenlik ve iktisadi hayattaki ge­nel denge İslâm'ın gösterdiği bir metotla gerçekleştirilir,

Servet, üretimin kaynaklarından biri olduğuna göre bu servetin yatı­rım için meşru yollar çerçevesinde değerlendirilmesi şer'an vacibtir. Ma­dem ki serveti yatırımdan alıkoymak hem bu servetin sahibinin hem de toplumun fakirleşmesine yol açacaktır, o halde yöneticinin servet sahibi­ni yatırıma zorlama hakkı vardır. Hz. Peygamberin şu sözü buna delildir:

Muhtecirin üç seneden sonra artık hiçbir hakkı yoktur.

Muhtecir, bir araziyi başkalarını düşünmeden sırf kendisi için hap­seden ve bu maksatla etrafına sınır çeken kimsedir. Burada kastedilen ihya etmek ve ziraat yapmak maksadıyla Ölü arazilere el koymaktır. (Böyle birisi üç sene içinde bunu gerçekîeştiremezse artık o arazi üze­rinde hak talep edemez). Hz. Ömer, halifeliği zamanında bu hadisin hükmünü uyguladı.

Yatırım konusunda en doğru yolu izlemenin gerekliliği de bu ha­disten çıkarılır. İslâmî yükümlülükleri uygulamaktan devlet başkanı sorumlu olduğuna göre, onun bu yükümlülüklerin uygulanmasını ga­ranti edecek müdahalelerde bulunma hakkı da vardır. Bu müdahalenin vasıtaları her bir İslâm ülkesinde ve o bölgenin içinde bulunduğu şart­ların ışığında şer'i bir siyasetle tesbit edilir.

Sonra bu araştırıcılar şunu ilave ederler. İslâm, bir müslümanm işini sağlam yapmasını istediğine göre yöneticinin, işçinin işini en gü­zel şekilde yapmasına yardımcı dolarak müdahalede bulunma hakkı vardır. Bunu, onu yönlendirmek, eğitmek ve bu sağlamlığın gerektirdi­ği bilgi ve tecrübe ile yardımda bulunmak suretiyle yapabilir.

İslâmî hükümetlerin en önemli görevlerinden birisi de yatırımla­rın yönlendirilmesinde dengeyi sağlamaktır. Bunun için bütün İslâm aleminin ekonomik varlığı, kaynak ve imkanları ölçüsünde bu denge­nin gerçekleştirilmesinde ölçülü bir şekilde kullanılır.

Zekatı toplamaktan, zekata tabi eski ve yeni mal çeşitlerini ilmi ve pratik olarak araştırıp tesbit etmekten de devlet başkanı sorumludur. Toplum menfaati için gerekli olan şeyleri alma konusundaki devlet hak­kı da zekata dahil edilir. Bu konuda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:

Servette/malda zekatın dışında da hak vardır.

Servetin haram ve boş şeylerde veya ferd ve topluma zararlı şey­lerde kullanılmasını engellemek de devlet başkanının görevidir. Çünkü Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

İslâm'da zarar vermek de zarara uğramak da yoktur.

Aldatmak, karaborsacılık ve faizcilik gibi İslâm'ın cevaz vermedi­ği yollarla sermayesini işleten sermaye sahiplerini engellemek de dev­let başkanının görevlerindendir.

Unutmamamız gerekir ki İslâm fertle toplum arasındaki dengeyi gerçekleştirmiştir.- Bu sebeple başkalarının hukukunu çiğnemeksizin ve onlara zarar vermeksizin ferdin yasal hukukunu garanti altına aldı­ğı gibi toplumun selametini de garanti altına almıştır. Bunu yaparken fertleri dilsiz ve sağır bir alet gibi toplumun emrine vermemiştir. Fert, toplumun hizmetindedir, toplum da ferdin koruyucusudur. Kur'an-ı Kerim buna benzer bir konuda şöyle demektedir:

Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanma­yın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düş­man kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukuru­nun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah si­ze ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulaşınız. (Âl-i îmran/103)

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Mü'minler birbirlerine karşı tuğlaları kenetlenmiş bir bina gibidirler.

Başka bir hadiste ise şöyle buyurulur:

Birbirlerini sevmede, iyilik ve merhamette mü'minler tek bir vü­cut gibidirler; bu vücudun bir organı hastalandığı zaman diğer or­ganları da ateşlenerek ve uykusuz kalarak bundan etkilenirler.

Çok yönlü ve geniş bir kalkınmanın ümmetin seviyesini yükselte­ceğini ve onu temiz bir hayatın zinetlerinden yararlandıracağını ayrıca söylemeye gerek yoktur. Kur'an-ı Kerim helâl olan zinetlerin mubah olduğunu ifade ediyor ve cahillerin bunları yasaklamalarını hoş karşı­lamıyor. Bunların hem dünyada hem de ahirette mü'minlerin bir hakkı olduğunu söylüyor. Allah Teâlâ A'raf suresinde şöyle buyuruyor:

Ey Muhammed! De ki: "Allah'ın kullan için yarattığı ziynet ve te­miz azıkları haram kılan kimdir? Bunlar dünya hayatında mü'minlerindir, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir."

İşte bilen kimseler için ayetleri böylece uzun uzun açıklıyoruz.

De ki: "Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı, haksız ye­re sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi, Allah'a or­tak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeni­zi haram kılmıştır." (A'raf/32-33)

Buradaki ince nüktelerden birisi de ziyade/artış çeşitlerinden öv­gü ve takdirle söz edilmesidir. Biliyoruz ki kalkınma ve büyüme mef­humu bir ziyade ve artışı ifade eder.

Kur'an-ı Kerim pek çok yerde salih amelin karşılığında verilecek "ziyade nimetten" yani fazlalaştınlmış, ilave edilmiş nimetten söz eder. Mesela Nisa sûresinde şöyle der:

İman edip iyi işler yapanlara Allah, ecirlerini tam olarak verecek ve onlara lüfundan daha fazlasını da ihsan edecektir. (Nisa/173)

Nur suresinde ise şöyle der:

Çünkü o günde Allah, onları yaptıklarının en güzeli ile mükafat­landıracak ve lüfundan onlara fazlasıyla verecektir. Allah dilediği­ni hesapsız rızıkîandırır. (Nur/38)

Fâtır suresinde ise şöyle buyurur:

Çünkü Allah onların mükafatlarını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir. Şüphesiz O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir. (Fâtır/3O)

Şûra suresinde de şöyle buyurur:

Allah, iman edip iyi işler yapanların tevbesini kabul eder, lütfun­dan onlara, fazlasını verir. (Şûrâ/26)

Dikkat edelim; burada "salih amel/yararlı işler" kavramı tekrar tekrar zikredilmektedir. Salih amel güzel, yararlı ve ihlasla yapılan iş demektir. Kalkınma ve büyüme, güzel, yararlı ve samimi bir çalışma esası üzerinde yükseldiği zaman ne kadar mükemmeldir!

Kur'an-ı Kerim, söz ve fiille yapılan şükrün karşılığında nimetle­rin ziyadeleştirileceğin den/artırılacağın d an da söz eder. İbrahim sure­sinde şöyle buyurulur:

Hatırlayın ki rabbiniz size: "Eğer şükrederseniz, elbette size (ni­metimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz aza­bım çok şiddetlidir!" diye bildirmişti. (îbrahim/7)

Şûra suresinde ise şöyle buyurulur:

Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla veririz. (Şûrâ/23)

Bakara sûresinde de şöyle buyurulur:

Biz, iyi davrananlara (karşılığını) fazlasıyla vereceğiz. (Bakara/58)

Kur'an-ı Kerim yaratılış ve duyguda ziyadelikten söz eder. A'raf suresinde şöyle denilir:

Allah yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. (A* raf/69) Fâtır suresinde de şöyle buyurulur:

O, yaratmada dilediği artırmayı yapar, şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir. (Fâtır/1)

Kur'an-ı Kerim kuvvetin artırılmasından söz eder. Hûd suresinde şöyle buyurulur:

O'na tevbe edin ki, üzerinize göğü (yağmuru) bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. (Hûd/53)

Kur'an-ı Kerim ilmin artırılmasından söz eder. Bakara suresinde şöyle buyurur:

Allah ilim ve vücutça ona üstünlük verdi. (Bakara/247)

Tâhâ suresinde şöyle buyurulur:

"Rabbim benim ilmimi artır!" de. (Tâhâ/114)

Nisa sûresinde ise şöyle buyurulur:

Allah, sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın lütfü sana gerçekten büyük olmuştur. (Nisa/113)

Kur'an imanın artırılmasından söz eder. İman, karşısındaki güç ve kuvvetleri eritip yok eden, gayretleri tutuşturup harekete geçiren bir ateştir. İman, çalışmaya/eyleme ve kuvvetli bir ümide sevkeder. Enfal suresinde şöyle denilir:

Onlara Allah'ın ayetleri okunduğu zaman, bu onların imanlarını artırır. (Enfal/2)

Tevbe suresinde de şöyle denilir:

iman edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler. (Tevbe/124)

Âl-i İmran suresinde ise şöyle buyurulur:

Bir kısım insanlar, mü'minlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, si­ze karşı asker topladılar, aman sakının onlardan!" dediklerinde bu,

onların imanlarını bir kat daha artırdı ve "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!" dediler. (Al-i îmran/173)

Ahzab suresinde de şöyle denilir:

Mü'minler ise düşman birliklerini gördüklerinde "İşte Allah ve Rasûlünün bize vaadettiği! Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir" dediler. Bu (orduların gelişi) onların ancak imanlarını ve Allah'a bağlılıklarını arttırdı. (Ahzab/22)

Fetih suresinde şöyle denilir.

İmanlannı bir kat daha arttırsmlar diye mü'minlerin kalplerine gü­ven indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah bi­lendir, her şeyi hikmetle yapandır. (Fetih/4)

Kur'an-ı Kerim hidayetin artırılmasından söz eder. Muhammed suresinde şöyle buyurulur:

Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini arttırır ve sakınmalarını sağlar. (Muhammed/17)

Kehf suresinde ise şöyle buyurulur:

Hakikaten onlar, rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hida­yetini artırırdık. (Kehf/13)

Yüce Kur'an kalkınmanın direk ve dayanağı olan "ziyade (artır­ma, büyütme)den işte böyle söz eder. Kur'an-ı Kerim bu ifade tarzıy­la adeta bizim gerçekleştireceğimiz kalkınmanın kapsamlı ve eksiksiz bir kalkınma olmasını istiyor. İşte o zaman kalkınma, iktisâdi, sosyal, ilmi ve ahlâkî alanların hepsinde olacaktır, işte o zaman sâlih ameller­de, bol bol verilen ilahi lütuf ve ihsanlarda, sayısız ve sınırsız rabbani nimetlerde idrak ve üretim gücünde, ilimde, iman ve hidayette bir ar­tış olacaktır.

Sonuç olarak şunu söyleriz: kalkınmadaki başarımızın İslâmî ki­şiliğimizi kazanmada göstereceğimiz başarıya bağlı olduğunu unut­mamalıyız.

Allah'ın verdiği renge boyanın. Allah'dan daha güzel rengi kim verebilir? "Biz ancak O'na kulluk ederiz" deyin. (Bakara/138)

Yine unutmamalıyız ki kalkınmadaki başarımız emperyalizmden, dolaylı ve dolaysız her türlü yabancı etkisinden şu ayetin hükmü gere­ği kurtulmamıza bağlıdır:

Allah kıyamet gününde aranızda hükmedecektir ve kafirler için mü'minler aleyhine asla yol vermeyecektir. (Nisa/141)

Ve yaratıcımızın da buyurduğu gibi izzet ve şerefi kendimiz için gerçekleştirmemize bağlıdır:

Üstünlük/izzet ve şeref ancak Allah'ın, Peygamberinin ve mü'min-lerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler. (Münafıkûn/8)

Şüphesiz ki İslâm, her şeyin yaratıcısı olan Allah'a iman, Allah'ın müşahede edilen kitabı olan varlık âlemi içinde çalışmak, Allah'ın oku­nan kitabı olan Kur'an'ın rehberliğinde hidayeti bulmak, kendisi için yararlı ve gücünün yettiği her türlü işi ciddiyetle ve sürekli yapmak, in­sanlar arasında ayırım yapmaksızın adaletli davranmak, hayatta israf ve cimrilik etmeksizin orta bir yolda yürümek esası üzerinde yükselen bir kalkınmayı kabul eder ve bereketli bir kalkınma olarak görür.

Yolun doğrusunu Allah gösterir. [66]

 

RAMAZANDA VUKUBULAN MEŞHUR OLAYLAR

 

Ramazanda Vukubulan Meşhur Olaylar

 

Soru: Taritı boyunca Ramazan ayında meydana gelen önemli olaylar nelerdir?

Cevap: Çocukluğumda köyüm olan Becelât'da iken Ramazanı, bize uğrayıp geçen veya bizim kendisine uğrayıp bitirdiğimiz bir za­man parçası olarak değil, bilakis güzellik ve yüceliği, heybet ve çeki­ciliği olan mücessem ve müşahhas bir varlık olarak tasavvur ederdim. Sanki o heybetli ve vakur bir ihtiyar gibiydi. Duygularım onun varlı­ğını (lâyık olduğu şekilde) kavrayamıyor veya şeklini şemalini tasvir ve tarif edemiyordu. Sanki o mekan ve insana yöneliyor, etrafında ışıklar ve gökkuşağı bulunuyordu. Her tarafı nurla kaplıyor, insan kal­bi sevinç ve neşe ile doluyordu. Bu sebeple insanlar onu büyük ve de­ğerli bir misafir gibi veya uzun zamandır dönmesi beklenen aziz bir dostu karşılar gibi karşılıyorlardı. Onun gelişiyle de insanları bir se­vinç kaplıyordu.

Ramazanı karşılamak, Ramazan hilalini gözetlemek, onun gelişi­ni "merhaba ey şehr-i Ramazan merhaba" diyerek selamlamak, onu sanki kendisiyle konuşuyormuş gibi anlatmak ve ona nida etmek, işte bütün bu üsluplar benim gönlümdeki tasavvur ve düşünceyi pekiştiri­yordu. Hatta küçüklüğümde Ramazanın her gece sahur vaktinden he­men önce yeni bir güne hazırlanmak için sahura kalksınlar diye insan­ları uyandırmak üzere dolaştığını tasavvur ederdim.

Ramazan bizi oruç ve teravihiyle, iman ve Kur'an'ıyla meşgul eder, nihayet son günlerine gelinir ve yetişkin çocuğun aklını çelen bu tasavvur tekrar geldiği yere dönerdi. Hüzünlü bir sesle Ramazana ve­da etmek için tekrarlanan o etkili ilahiler de bu tasavvurun derinleşme­sine yardım ederdi. Bu ilahiler önce onları söyleyenleri etkiler, hatta çoğu zaman gözlerinden yaşlar dökülürdü. Sonra dinleyenlerin gözle­rinden de yaşlar boşanırdı. Çocuk da onlarla birlikte ağlar ve bu vakur, heybetli ihtiyar Ramazanın yolculuğa niyet ettiğini ve çocuğun bilme­diği bir yere gitmeye karar verdiğini tasavvur eder.

Veda ilahilerini söyleyenlerin: "Ne olur, Allah'a bizden şikayetçi olma, bizim kusurlarımıza bakma, çünkü bağışlamak iyilerin adetidir, bizi her sene ziyaretinden mahrum etme, esenlikle git ve gelecek sene de esenlikle geri gel" diye ricada bulundukları zaman çocuğun düşün­ce ve üzüntüleri daha da artar. Nihayet bu tasavvurun sonuna ulaşır, bu noktada çocukta bulunan; Ramazanın mücessem ve müşahhas bir var­lık olduğu, soyut bir zaman ya da vakit olmadığı, gelip gittiği, sonra tekrar döneceği vs. düşüncesi iyice pekişir.

Çocukluktan kurtulup, kaderin benim için seçtiği dinî tahsil hal­kasına katıldığım zaman Ramazanın İslâm'da ve müslümanların haya­tında en önemli ibadet ve itaat ay'ı olduğunu, Kur'an'm ismini pek çok yerde överek ve yücelterek andığım, İslâm ve müslümanların varlığın­daki en büyük şeyin yani Kur'an'm nüzulünün gerçekleştiği bir ay ol­duğunu anladım. Ramazanda nazil olan Kur'an müslümanlar için bir şifa, bir gıda ve bir ziya olsun diye indirilmiştir.

Sünnet, Ramazan'dan sanki aziz ve kıymetli bir misafir gibi söz ederek ona çok büyük önem verir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

Size mübarek bir ay olan ramazan geldi. Allah Teâlâ o ayda oruç tutmayı size farz kıldı. O ayda gök kapıları açılır ve cehennem ka­pıları kapanır, bütün şeytanlar da zincire vurulur. Onda Allah Te-âlâ'nın bin aydan daha hayırlı bir gecesi vardır. Kim o gecenin hayrına saygı gösterir, o geceyi ihya ederse Allah da ona (cehen­nemi) haram eder.

Bu hadis, Ramazanın müslümanların önünde tevbe etmeleri, Al­lah'a yönelmeleri itaat ve ibadet etmeleri, insanların kalbine vesvese veren sinsi şeytanın vesvesesinden yüz çevirmeleri için altın bir fırsat

olduğuna işaret eden mecazi bir anlatım örneğidir. Ramazan ayının bu atmosferi içinde günah işleyenlerin sayısında bir azalma, itaatkarların sayısında da bir artış meydana gelir. Büyük kalabahlar Allah'ın rahmet ve mağfiretine nail olurlar ve yaptıkları ibadet ve iyilikler kabul edilir. Sanki bu ay bir hidayet ve istikamet ayıdır. Hadisin işaret ettiği gök ka­pılarının açılıp cehennem kapılarının kapatılmasından ve azgın şeytan­ların zincire vurulmasından kastedilen anlam da budur. Çünkü Rama­zan esnasında müslümanların hayatında ibadet ve itaatten başka bir şey yoktur. Nitekim Öyle de olması gerekiyor.

Abdullah ibn Abbas'tan (r.a) şöyle dediği rivayet edilir: Hz. Pey­gamber (s.a) insanların en cömerti idi. Ramazanda en cömert olduğu zaman ise Cebrail ile buluştuğu zamandı. Cebrail (a.s) Ramazan çıkın­caya kadar her gece Hz. Peygamberle (s.a) buluşurdu ve Peygamberi­miz ona Kur'an'ı arzederdi. Cebrail'le buluştuğu zaman esen bereket rüzgarlarından daha fazla iyilik ve ihsanda bulunurdu.

Bu rivayet, Ramazanın konumunu mükemmel bir şekilde tasvir etmekte ve onun diğer günler arasındaki yerini övmekte ve yücelt­mektedir. Temizlenmek, tefekkür etmek ve (sorumluluklarını) hatır­lamak için bu ayın bir fırsat olarak değerlendirilmesini net bir şekil­de teşvik etmektedir. Ramazanın kullar tarafından oruçla, gece ibade­tiyle, iyilik ve hayırlarla, iman takviyesiyle ve iyiliklerin daha fazla yapılmasıyla karşılanması gereken değerli bir ziyaretçi olduğunu in­sanlara veciz bir şekilde bildirmiştir. Kur'an sofrasıyla irtibatı takvi­ye etmiştir.

İslâm tarihinin günler ve yıllar arasındaki seyrini dikkatlice ince­lediğim zaman bir de gördüm ki pek çok kahramanlıklar, şeref ve ifti­har vesilesi olaylar Ramazan ayında gerçekleşmiştir. Bu Ramazan ayı­nın büyüklük ve heybetini artırmaktadır. Bu durum Allah Teâlâ'nın bu aya bahşettiği sırlardan bir sırdır. Ve yine gördüm ki Allah Teâlâ izzet ve şerefle irtibatlı pek çok olay için zamanlama olarak Ramazan ayını tercih etmiştir. Bu olaylardan pek çoğunda büyük ibretler vardır.

İslâm tarihinde Ramazan ayında cereyan eden olayları yıllarca iz­ledim. Bu olayların kimisi cemaatlerin/toplulukların, kimisi fertlerin başından geçmiştir. Bunların arasında fetihler, cihatlar, savunma ve kurtuluşlar vardır. Veya büyük şahsiyetlerden bir kısmının doğum ve­ya ölüm tarihleri Ramazan ayına denk gelmiştir. Ya da bunlara benzer pek çok olay vuku bulmuştur. Bunları incelediğim zaman önümde yüzlerce sayfa içinde açıklanıp yorumlanarak arzedilmeye muhtaç muazzam bir malzeme olduğunu gördüm ve bunu gerçekleştirmeye niyet ettim.

Bunun gibi geniş çaplı bir proje, yorucu bir çalışmayı gerektirdi­ği gibi, okuyucunun da gayret ve zaman yönünden ona bilinçli bir des­tek vermesini gerektirir. Bu gayret ve zamanı da bütün insanlar kolay­ca veremezler. Eskiden kalma şöyle bir deyim vardır: Bir şeyin tama­mı elde edilemiyor diye hepsi terkedilmez.

Yine şöyle denilmiştir: Bir şeyin parçası o şeyin bütününe delalet eder.

Bundan dolayı biz de bu mahdut/sınırlı yerimizde, azık edinmek ve ibret almak isteyenlere bir azık ve öğüt olması için "Ramazandaki büyük olaylar"dan bir bölümünü arzetmekle yetineceğiz.

(Ey mü'minler!) Ahiret için azık edinin. Biliniz ki azığın en hayır­lısı takvadır. Ey akıl sahipleri, benden korkun! (Bakara/197)

Niyet, Allah'ın iradesine bağlıdır. Bu konudaki ümit ve beklenti­ler çok büyüktür. Bir gün "Ramazandaki önemli olaylar" ana başlığı­nın kapsam alanına giren bu zengin ve muazzam malzemenin okuyu­cuya sunulmasında başarıya ulaşılacaktır. Maksat okuyucuya, müslü-manların dünya hayatındaki yolculukları boyunca mübarek Ramazan ayı ile ilgisi bulunan hatıralar, ibretler, dersler ve önemli olayların zen­gin dünyasında bir gezinti yaptırmaktır. [67]

 

Vahyin Ramazanda Başlaması

 

Mübarek Ramazan ayında vuku bulan olayların en büyüğü şüphe­siz Kur'an-ı Kerim'in nüzulüdür.

Hz. Muhammed Mustafa'nın (s.a) hicretinden 13 sene önce Rama­zan ayının 27'si veya 24'üne tekabül eden pazartesi günü Hz. Peygam-ber'e vahiy inmeye başladı.[68]

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Ramazan ayı, insanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. (Bakara/185)

Allah Teâlâ Kur'an'ın nüzulünün başladığı geceden de şöyle söz eder:

Biz bu Kur'an'ı mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz insan­ları uyarmaktayız. Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gece­de hükmedilir. Çünkü biz, rabbinin bir rahmeti olarak peygamber­ler göndermekteyiz. O, işitendir, bilendir. (Duhan/3-7)

Bu konuda Kadr sûresinde de şöyle buyurur:

Biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır. O ge­cede, rablerinin izniyle melekler ve ruh (Cebrail) her iş için iner dururlar. O gece esenlik doludur. Tâ fecre kadar.

Hz. Peygamber (s.a) Kur'an nazil olduğu zaman 40 yaşında idi. Vahiy inmeye başlamadan önce bir süre rüyalar görmüş ve bu rüyalar sanki güneşli bir günün aydınlığı gibi apaçık gerçekleşmişti. Bu, onun gönlünün saflığından, ruhunun temizliğinden ve Allah'ın kendisini peygamberlik görevine hazırlamakta olduğundan dolayı idi. Allah Te­âlâ peygamberlik görevini kime vereceğini bilir.

Sonra Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'e (s.a) düşünmesi, tefekkür et­mesi, atası İbrahim'in (a. s) dini olan Hanif dini üzere ibadet etmesive vahyi almaya daha fazla hazırlıklı hale gelmesi için uzleti sevdirdi. Bu sebeple Mekke civarındaki Hira mağarasına çekiliyor ve orada günler­ce yalnız kalıyordu. Sonra eşi Hatice'nin yanına dönüyor, ihtiyacı olan azığı alıyor ve mağaraya tekrar gidiyordu. Günler böylece geçiyordu.

İnsanlık tarihinin kuşkusuz en hayırlı gecesinde Hz. Peygamber Hira mağarasında bulunuyordu. Bir sükûnet hakimdi. Mağaranın her köşesini birdenbire parlak bir nur kaplayıverdi. Rahman'in elçisi Ceb­rail, Rasûlullah'a yöneldi ve ona oku! dedi. Hz. Peygamber şaşkınlık içinde: "Ben okuma bilmem" dedi (belki de neyi okuyayım? demek is­tedi). Sonra Cebrail, Hz. Peygamber'i tuttu ve onu uyarmak ve pey­gamberlik yükünü taşımaya alıştırmak için takati kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve ona bir defa daha: Oku! dedi. Hz. Peygamber yi­ne: "Ben okuma bilmem" dedi. Cebrail aynı şeyi ikinci, üçüncü defa yaptı, sonra ona şöyle dedi:

(İkra bismi rabbikellezi halak...) Yaratan rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmedikle­rini belleten, kalemle yazmayı öğreten rabbin, en büyük kerem sa­hibidir. (Alak/1-5)

Bu âyetler yüce Allah'ın kelâmından ilk inen ayetlerdi. Ramazan ayı bu olayla büyük bir şeref kazandı. Şüphesiz Kur'an'm inişi, her tür­lü nimetlerin bağışlayıcısı olan yaratıcının kullarına lütfettiği en büyük hediyesidir. İnsanlık tarihinde meydana gelen en büyük ve en önemli olaydır. Belki de Allah Teâlâ Haşr/21 ayetinde bu olayın büyüklüğüne işaret etmektedir:

Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Al­lah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu mi­salleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz. (Haşr/21)

Bununla beraber Allah Teâlâ dikkatleri Kur'an'ın nüzulünün bü­yüklüğüne çekmek istemiştir. Nisa suresinde Peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır:

Allah sana kitap ve hikmet indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın sana olan nimeti ne büyüktür. (Nisa/113)

Hicr sûresinde de şöyle buyurur:

Doğrusu Kitab'ı biz indirdik, onun koruyucusu da elbette biziz. (Hicr/9)

Nahl suresinde ise şöyle buyurur:

İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anla­sınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik. (Nahl/44)

Yine Nahl suresinde şöyle buyurur:

Ayrıca bu kitabı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.

(Nahl/89)

İsra suresinde de şöyle buyurur:

Biz, Kur'an'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü'minler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır. (İsra/82)

Kehf suresinde şöyle buyurur:

Hamdolsun Allah'a ki, o, insanları kendi tarafından çetin bir azap ile ikaz etmek, iyi iş ve davranışta bulunan mü'minlere, kendileri için içinde ebedi kalacakları cennette güzel bir ecir olduğunu müj­delemek için kulu Muhammed'e kendisinde hiçbir tezat ve eğrilik bulunmayan dosdoğru Kitabı indirdi. (Kehf/1-3)

Furkan suresinde ise şöyle buyurur:

Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren Allah, yüceler yücesidir. (Furkan/1)

Mübarek bir ayda, Ramazan ayında vuku bulan bu nüzulün bü­yüklüğünü akıl ve gönüllere hissettirmek için Kur'an'm nüzulünden söz eden onlarca âyet-i kerimeden bunlar sadece bir bölümüdür.

Hz. Peygamber (s.a) insanları İslâm'a davet etmeye başlamadan önce vahiy inmeye başladığına göre bu Allah Teâlâ'nın Ramazanı da­ha önceden onurlandırdığının işaretlerinden birisidir. Ahmed ibn Han-bel ve İbn Merduyeh'in rivayet ettikleri şu hadisde bu mana daha da açık bir şekilde anlaşılmaktadır:

Hz. İbrahim'in sahifeleri Ramazan'ın ilk gecesinde indirildi. Tev­rat, Ramazanın 6'sında indirildi. İncil, Ramazanın 13. gecesinde indirildi. Kur'an ise ramazanın 24. gecesinde indirildi.

Bu sahih hadis Ramazan ayının eski zamanlardan beri Allah tara­fından yüceltildiğini ve Hak Teâlâ'nm kendisinin bildiği bir hikmet se­bebiyle bu ayla büyük peygamberlerine indirdiği vahiy arasında bir bağ kurduğunu gösteriyor. Bunun hikmeti, Ramazanın Allah ile ilişki­nin yenilendiği, O'nun yoluna geri dönüldüğü ve O'nun kelamına önem verildiği bir ay oluşudur. Böylece beşeriyet yüce Allah'ın hidayetiyle yeniden temizlenmiş olmaktadır.

Ramazan ayında Kur'an'ı indirmekle Allah Teâlâ'nm kullarına bahşetmiş olduğu nimeti uzun uzun düşünmemiz gerekir, hatta bu bi­zim üzerimize vacibtir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in Önem ve derecesi her şeyin üzerindedir. Allah Teâlâ Vakıa suresinde şöyle buyurur:

Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur'an'dir. O'na ancak temizlenenler dokunabilir. O, alemlerin rabbinden in­dirilmiştir. (Vakıa/77-80)

Şûra suresinde de şöyle buyurur:

İşte böylece sana da buyruğumuzla Kur'an'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediği­mizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin. O yol, göklerin ve yerin sa­hibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Al­lah'a döner. (Şûra/52-53)

Maide suresinde ise şöyle buyurur:

Gerçekten size Allah'tan bir nûr, apaçık bir kitap geldi, rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiy­le karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları doğru yola iletir. (Ma-ide/15-16)

Kur'an öyle bir kitaptır ki kendisine inanan milletin ona daima sımsıkı sarılması gerekir. Deva da şifa da ondadır, gıda da esenlik de ondadır.

Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? (Yunus/32)

Allah Teâlâ Kur'an'm konumunu bize bu şekilde göstermiş, Rasû-lullah da bu büyük ilahi hidayetin önem ve değerini bize daha ayrıntı­lı bir şekilde beyan etmiştir. O şöyle buyurmaktadır.

Allah'ın kelamının diğer kelâmlara olan üstünlüğü, Allah'ın yara­tıklarına olan üstünlüğü gibidir.

Tirmizî'nin garip bir senetle el-Haris ibn el-Aver'den rivayet etti­ğine göre o şöyle anlatıyor: "Mescide uğradım, insanların boş konuş­malara daldıklarını gördüm. Hz. Ali'ye geldim ve ona: "Ey mü'minle-rin emiri! İnsanların boş sözlere daldıklarından haberin yok mu?" de­dim. O: "Hakikaten bunu yaptılar mı?" diye sordu. Ben: 'Evet' dedim. Hz. Ali şöyle dedi: Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu duydum: "İleride fitne olacaktır." Peki ondan kurtuluş nasıl olur, ey Allah'ın Ra-sûlü?" diye sordum. Şöyle buyurdu:

Allah'ın kitabına sarılmakla. Çünkü sizden öncekilerin haberleri ile sizden sonrakilerin haberleri onun içindedir. Aranızda verece­ğiniz hükümler de onun içindedir. O Kur'an hakkı batıldan ayır-deder. İçinde lüzumsuz ve maksatsız hiçbir söz yoktur. Kim onu büyüklenerek terkederse Allah onun belini kırar. Kim hidayeti ondan başkasında ararsa Allah onu saptırır. O, Allah'ın sapasağ­lam ipidir. O, hikmetli olan bir zikirdir. O, dosdoğru yoldur. O, kendisiyle arzuların sapmadığı, dillerin yalan şeyler söylemedi­ği, âlimlerin doymadığı, çok okumakla eskimeyen, harikuladeli­ği tükenmeyen bir kitaptır. O, cinlerin işitip de şöyle dedikleri bir kitaptır:

Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulade güzel bir Kur'an din­ledik de ona iman ettik. (Cin/l)

Kim ondan bir haber getirirse, doğru söylemiş olur. Kim onunla amel ederse ecir alır. Kim onunla hükmederse adil olur. Kim in­sanları ona davet ederse, doğru yola iletmiş olur.

Sonra Hz. Ali bunun akabinde Haris el-A'ver'e şöyle dedi: "Ey A'ver! Bu öğütleri tut (yani bu tavsiyeyle amel et).

Rasûlullah (s.a) özellikle Ramazan ayında Kur'an'a yönelmeyi, onunla aydınlanmayı ve ona davet etmeyi teşvik ederek şöyle buyur­muştur:

Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir.

Hz. Peygamber (s.a) ümmetini Kur'an'ı terketmekten ve ondan uzak durmaktan sakındırmıştır. Bu konuda şöyle buyurmuştur:

Kur'an'dan bir şey bilmeyen kimse, harap olmuş ev gibidir.

Hz. Peygamber ümmetini güçleri elverdikçe Kur'an'ın sofrasında oturmaya çağırmıştır:

Bu Kur'an Allah'ın bir sofrasıdır. Gücünüz yettiğince O'nun sof­rasından ilim alınız.

Hz. Peygamber (s.a) ümmetine, Kur'an'a önem verdikleri, ona sa­rıldıkları, başvurdukları ve onunla amel ettikleri zaman büyük bir mü­kafatın, bol ve geniş bir hayrın olacağını müjdelemiştir:

Kim ilim öğrenmek üzere bir yola girerse Allah ona cennetin yo­lunu kolaylaştırır. Bir topluluk Allah'ın evlerinden bir evde topla­nıp Allah'ın kitabını okurlar ve onu aralarında müzakere ederler­se, Allah mutlaka onların üzerine bir sekine (huzur) indirir ve me­lekler onları kuşatır. Allah, onları kendi katmdakilerin içinde anar.

Kur'an'ın nazil olduğu geceye "Kadir gecesi" denilir. Yani şeref ve azamet gecesi, yüksek mertebeli bir gece demektir. Ramazan ayının büyüklük ve önemi bu geceyle daha da artar. Kur'an-ı Kerim bu gece­yi yukarıda da geçtiği gibi "Mübarek bir gece", "her hikmetli işe hük­medilen bir gece" olarak vasıflandırmıştır. Ayetteki "bin ay" ibaresiy­le bir sayı kastedilmemiş, sadece çokluğa delâlet etsin diye böyle de­nilmiştir. Çünkü Kadir gecesi yüz binlerce aydan daha hayırlıdır. Yine de doğrusunu en iyi Allah bilir.

Daha önce Hz. Peygamber'in (s.a) Kadir gecesinin "Allah'ın gece­si" olduğunu ve onun iyilik ve bereketinden mahrum kalanın bütün iyiliklerden mahrum kalmış sayılacağını haber verdiği geçmişti. Çünkü onun en başta gelen ve en büyük iyilik ve bereketi -o gecede indiği için— Kur'an'dır. İnsan Kur'an'dan yüz çevirirse onun hidayetinden ya­rarlanamaz. Bu da tam manasıyla bir mahrumiyettir.

Kadir gecesinin Ramazanın son on gecesinde aranması gerektiği­ni Hz. Peygamber'in hadislerinden anlıyoruz. Buharı ve Müslim'in bir­likte rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte bu geceyle ilgili olarak şöyle buyurulur:

Kadir gecesini Ramazanın son on gününde arayınız. Diğer bir hadiste şöyle buyurulur:

Kadir gecesini Ramazanın son on günü içindeki tek gecelerde arayınız.

Bu umumi bir ifadeden sonra gelen hususi bir ifadedir. Üçüncü hadiste ise şöyle denilir:

Kim Kadir gecesini arayacaksa onu Ramazanın son yedi gününde arasın.

Bu daha da tahsis edilmiş bir ifadedir.

Hz. Aişe'den (r.a) rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a) Rama­zanın son on günü içine girdiği zaman, önlüğünü bağlar, gecesini ihya eder ve ailesini de uyandırırdı. "Önlüğünü bağlar" tabiri, işe ciddiyet­le sarılmak, ibadet için çalışmak ve gecesini tehecüdle ihya etmekten kinayedir. Ailesini uyandırmasından maksat ise onlara da ibadet ve ita­at yapmalarını emretmesidir. Yine Hz. Aişe'den (r.a) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) Ramazanın son on gününü Kadir gecesini aramak için mescidde geçirirdi.

Dikkat edin! Kur'an'ın nazil olduğu gece olan Kadir gecesinin Ramazanın içinde olması Ramazan ayı için çok büyük bir iftihar ve­silesidir. [69]

 

Büyük Bedir Savaşı

 

Bu savaş, İslâm tarihindeki meşhur savaşların ilkidir. Hicretin ikin­ci yılının mübarek Ramazan ayında bir cumartesi günü vukûbulmuştur.

Bu savaşın büyük bir önem ve değere sahip oluşundan dolayı siyer-ciler de onu büyüklüğüne ve yüceliğine delalet eden bir takım isimlerle isimlendirmişlerdir. "Büyük Bedir Gazvesi," "Azametli Bedir Gazvesi" ve "Bedir Vakası Günü" gibi isimler kullanmışlardır. Kur'an-ı Kerim de bugüne "Yevm'ül-Furkan" yani hak ile batılın ayrıldığı gün ve "Yev-ine'l-Tega'l-Cem'âni" yani iki ordunun birbiriyle karşılaştığı gün ismini vermiştir. Bununla ilgili ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

Eğer Allah'a ve hak ile batılın ayrıldığı gün iki ordunun birbiriyle karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki ga­nimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasü-lüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullar ve yolcuya aittir. Al­lah her şeye hakkıyla kadirdir. (Enfal/41)

Bazı tarihçiler de bugüne "Fakat biz büyük bir şiddetle yakalaya­cağımız gün, kesinlikle intikamımızı alırız" (Duhan/16) ayetine daya­narak "Şiddetle yakalama günü" ismini vermişlerdir.

Hicretten sonra Bedir savaşından önce Hz. Peygamber (s.a) etra­fa müfrezeler ve öncü birlikler gönderdi. Bununla müslüman muhacir­lerin hicret sebebiyle zayıf düşmediklerini ve ağırlıklarını kaybetme­diklerini, aksine birbirleriyle kenetlenmiş bir vaziyette yardımlaşma şuuru içinde bulunduklarını müşriklere göstermek istemiştir. Ayrıca bununla Medine civarındaki topluluk ve kabilelerle anlaşma ve sözleş­meler yapmayı da hedeflemiştir. Böylece müşriklerle savaşa başladık­ları zaman arkasını emniyete almış olacaktı. Ayrıca müşriklerin hicret esnasında ve hicretin akabinde el koydukları müslümanlara ait mülkle­rin hiç değilse bir bölümüne karşılık olarak müşriklerin ticaret kervan­larına saldırmak istiyordu.

Hz. Peygamber (s.a) hicretin birinci yılının Ramazan ayında kah­raman amcası Hamza ibn Abdülmuttalib'i, beraberindeki 30 süvari mu­hacirle birlikte Kızıldeniz sahili yakınlarındaki el-Iys denilen yere

gönderdi. Maksadı,. Allah ve Peygamberinin İslâm ve müslümanlann düşmanı Ebu Cehil'in başkanlığındaki Şam'a giden kervanın yolunu kesmekti.

Aynı senenin Şevval ayında Ubeyde ibn el-Hâris'i beraberindeki 30 kişiyle birlikte inceleme ve keşif amacıyla gönderdi. Bu birlik de Hicaz topraklarında Sehiyyetü'l-Mürra denilen yerin altında bir suya

ulaştı.

Hicretin ikinci yılının başında Hz. Peygamber'in (s.a) bizzat ken­disi bir seriyyenin/müfrezenin başında yola çıkü. Veddan kasabasına ulaştı ve Beni Damre kabilesiyle bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya Hz. Peygamber şöyle yazdırmıştı:

Bismillahirrahmanirrahim. Rasûlullah Muhammed'in beni Damra ile akdettiği yazı şudur: Onlar canlan ve mallan bakımından em­niyet içinde olacaklar, Allah'ın dinine karşı savaşmadıkları takdir­de taarruza uğradıkları zaman kendilerine yardım edilecektir. Bu sözleşme, denizin kılı eritip yok edeceği zamana kadar yürürlük­te kalacaktır. Peygamber de onları yardıma çağırdığı zaman onlar ' bu çağrıya icabet edeceklerdir. Bu anlaşma için onlar Allah ve Ra-sûlü'nün garantisine sahiptirler.

Sonra Büyük Bedir savaşının işaretleri ufukta görülmeye başladı.

Hicretin 2. yılında Cumade'1-Ula ayında Rasûlullah (s.a), zalim ve azgın müşriklere ait büyük bir ticaret kervanının Şam'a doğru gittiğini haber aldı. Bu kervanda elli bin dinar kıymetinde mal vardı. Bu malı bin deve taşıyordu ve kervanı, müşriklerin o günkü lideri Ebû Süfyan ibn Harb sevk ve idare ediyordu. Hz. Peygamber (s.a) beraberindeki iki yüz arkadaşıyla birlikte, müşriklerin Mekke'de el koydukları müs­lümanlara ait mallara, akar ve diğer eşyaya mukabil düşmana ait ker­vanın yolunu kesmek için harekete geçti.

Hz. Peygamber (s.a) el-Aşira denilen yere ulaşıncaya kadar yolu­na devam etti. Oraya varınca anladı ki kervan, onlar gelmeden önce oradan geçip gitmiş.

Hz. Peygamber (s.a) bu aşamada Beni Müdlic kabilesiyle bir an­laşma yaptı.

Receb ayında Rasûlullah (s.a) Abdullah ibn Cahş el-Esedi'yi bera­berinde bir muhacir topluluğuyla birlikte gönderdi. Ona mühürlü bir mektup verdi ve Peygamber'in (s.a) kendisine belirlediği yolda iki gün­lük yolculuk yapmadıkça bu mektubu açmamasını emretti. İki gün sonra Abdullah ibn Cahş mektubu açtı ve içinde şu talimatı buldu: "Bu mektubumu okuduğun zaman Mekke ile Taif arasındaki Nahle denilen yerde konaklayıncaya kadar yoluna devam et. Orada bizim için Ku-reyş'i gözetle ve bilgi topla."

Abdullah ibn Cahş ile müşriklerin kervanı arasında bir çatışma çıktı. Bir müddet savaştılar. Abdullah ibn Cahş ve arkadaşları galip geldi ve bazı ganimetlere geri döndüler.*

Hz. Peygamber (s.a) Ebu Sufyan'm sevk ve idare ettiği kervanın yolunu kesmek ve müşriklerin muhacirlerden gasbettikleri malların cüzi bir karşılığı olarak o kervana el koymak için kervanın Şam'dan Mekke'ye dönüşünü beklemeye başladı. Hz. Peygamber (s.a) bununla müşrikleri iktisadi yönden zayıflatmayı da hedefliyordu. Çünkü iktisa­di yönle askeri yön arasında kuvvetli bir bğ olduğunu biliyordu. Erzak ve ikmal yönünden bir zayıflama veya bir azalma olduğu zaman sava­şa bunun kuvvetli bir etkisi olacaktır.

Hz. Peygamber (s.a) kervan hakkında bilgi toplamaları, dönüşünü gözetlemeleri ve yaklaştıklarında Hz. Peygamber'e (s.a) haber verme­leri için Talha ibn Ubeydullah ile Said ibn Zeyd'i gönderdi. Bu iki sa-habi yola çıktı, bir müddet sonra el-Havra denilen yerde konakladılar. Kervanın yaklaştığını öğrenince süratle Hz. Peygamber'i haberdar et­meye koştular.

Hz. Peygamber (s.a) bunu bir fırsat bildi ve bir peygamber de ol­sa tek başına karar verdiği zehabına kapılmamaları için müslümanlar-dan hazır olanları istişare etmek için acele olarak çağırttı.

Hz. Peygamber (s.a) müslümanları topladı ve onlara şöyle dedi: "İş­te Kureyş kervanı. İçinde sizin mallarınız var. Bu kervana karşı çıkınız. Belki Allah Teâlâ o kervandaki malları size ganimet olarak nasip eder."

Müslümanlardan bir grup kervana saldırmayı kabul ederken, bir kısmı buna istekli olmadı. Çünkü Rasûlullah (s.a) kervana saldırmaya onları mecbur etmemişti. Geride kalanlar yapılacak işin bir kervana el koymaktan fazla bir şey olmadığını zannediyorlardı. Bu da kolay bir işti. Çünkü kervanı kırk civarında kişi koruyordu. Kervanın yolunu kesmeyi kabul edenlerin sayısı 300 kişiden biraz fazla idi. O halde hepsinin çıkmasına ihtiyaç yoktu.

Hz. Peygamber (s.a), Abdullah ibn Ümmi Mektum'u Medine'de in­sanlara namaz kıldırmakla görevlendirdikten, Ebu Lübane'yi de vali ola­rak bıraktıktan ve Hz. Osman'a eşi Rukiye'ye -ki Rasûlullah'm kızıdir-hastabakıcılık yapmak üzere Medine'de kalması için izin verdikten son­ra Ramazanın ikinci günü kendisine icaba edenlerle birlikte yola çıktı.

Hz. Peygamberle (s.a) birlikte yola çıkanların sayısı 305 kişi idi. Beraberlerinde 70 deve vardı. Bir deveye üç veya dört kişi sıra ile bi­niyorlardı. Hz. Peygamber'in (s.a) kendisi de Ali b. Ebi Talib ve Mer-sed ibn Mersed el-Ganevi ile aynı deveye ortaklaşa biniyordu. Hz. Ali ve Mersed şöyle demişlerdi: Sen bin, biz yürüyelim ya Rasûlullah! Hz. Peygamber (s.a) bu teklifi kabul etmedi ve kendi sırası gelin­ce onlar gibi yürümekte ısrar etti ve onlara şöyle dedi: "Yürüme konu­sunda siz ikiniz benden daha kuvvetli değilsiniz ve ben ecir kazanma­ya sizden daha az muhtaç değilim."

Hz. Peygamber (s.a) kavminin kurtuluş ve başarısı için şöyle dua ediyordu:

Allahım! Onlar yayadır, onları bindir. Allahım! Onlar çıplaktır, onları giydir. Allahım! Onlar açtır, onları doyur.

Bu dua müslümanların içinde bulundukları iktisadi durumu ve müslümanları hicrete mecbur eden sebepler yüzünden ortaya çıkan ha­li tasvir ediyordu.

Hz. Peygamber (s.a) ordusuyla birlikte kervanın geçeceğini tah­min ettikleri yere ulaştıkları zaman kervanın reisi olan Ebu Süfyan1 in ellerinden kurtulduğunu anladılar. Çünkü Ebû Süfyan alışılmışın dışın­da başka bir yoldan gitmişti.

Bu nasıl olmuştu?

Ebu Süfyan ruhunun derinliklerinde müslümanlann kendisini gö­zetlediğini ve kendisine ulaşabildikleri takdirde beraberinde ne varsa hepsine el koyacaklarını hissetti. Bu sebeple dört bir koldan bilgi top­ladı. Ebu Süfyan yolda karşılaştığı bir bedeviye de "Hiç kimseyi gör­dün mü?" diye sordu. Bedevi ona, develeriyle birlikte su basma gelen, oradan su aldıktan sonra yola devam eden iki kişiden başka kimseyi görmediği cevabını verdi.

Ebu Süfyan kuyunun bulunduğu tarafa doğru gitti. Toprağı araş­tırdı ve orada deve gübreleri*buldu. Bir kısmını elleriyle parçaladı ve içinde Medine hurması çekirdekleri buldu. Kuvvetli bir gözlemle bu iki kişinin müslümanlardan olduğunu anladı. Burada kervanı araştıran bir hareketin varlığını hissetti. Bunun üzerine kafileyle birlikte süratle devamlı kullanılan alışık oldukları yoldan uzaklaştı ve sahile doğru yö­neldi. Nihayet kervanı bilinmeyen bir yola soktu. Bununla da yetinme­di, Mekke'deki müşriklere iki adam gönderdi ve müslümanların kerva­nı gözetlediklerini ve mallarına el koyacaklarım haber verdi. Bu sebep­le yardıma koşmalarını ve salimen Mekke'ye ulaşıncaya kadar kervanı korumalarını istedi.

Müşrikler bu şer nidasına cevap verdiler. Lanetli Ebu Cehil onla­rı şiddetle teşvik etti. Hatta harbetmek üzere yola çıkmak konusunda görüş birliğine vardılar. Ümeyye ibn Halef muhalefet etmek isteyince Ebu Cehil Ukbe ibn Ebu Muayt'la birlikte onun yanına geldi. Ebu Ce-hil'in elinde bir sürmedanlık, Ukbe ibn ebu Muayt'ın elinde ise bir bu­hurdanlık vardı. Ebu Cehil, Ümeyye ibn Halefe dedi ki: "Ey Eba Ali! Al kendine bir sürme çek, çünkü sen sadece bir kadınsın." Ukbe de şöyle dedi: "Ey Ebâ Ali! Şu buhurdanlıkla kendini tütsüle. Çünkü sen artık kadınlardan birisi oldun."

Bu tahrik neticesinde Ümeyye de gayrete geldi. Gururu kendisini çünaha şevketti. Rezil olmaktan korktu ve kavmi ile birlikte yola çıktı.

Günahkar adımlarla Bedir kuyusuna doğru giden bu müşrik top­luluğu burada bırakalım ve Hz. Peygamber'le ashabının ne yaptığını görmek için onlara dönelim.

Kervanın geçeceği yola ulaştılar ve onu araştırdılar. Sonra onu el­lerinden ikinci bir defa daha kaçırdıklarını anladılar. Onlar olaylar üze­rinde düşünürlerken, müşriklerin müslümanlarla savaşmak için yola çıktıkları haberi kendilerine ulaştı.

Burada kritik bir durum ortaya çıkmıştı... Müslümanlar ne yapacaktı?

Bildiğimiz gibi az bir sayı ile yola çıkmışlardı. Hepsinin düşünce­si kervanın yolunu kesmek ve müşriklerin Mekke'de gasbettikleri mal­larına karşılık onların kervanına el koymaktı.

Fakat onlar yola çıktıktan sonra kervanı ellerinden kaçırdıklarını ve müşriklerin savaş için üzerlerine geldiğini öğrendiler. O halde şim­di ne yapacaklardı?

Geri mi dönecekler, yoksa düşmanı mı bekleyecekler?.. Bekledik­leri takdirde silah ve teçhizatları olan müşrik ordusunu az bir sayıyla karşılamış olacaklardı. Fakat ilerleyen bir ordunun önünde Medine'ye geri çekilmeleri ise daha tehlikeli ve sonucu daha kötü olabilirdi. Çün­kü geri çekilmeleri ayıplanmalarına ve zayıf görünmelerine yol aça­caktı. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

Hiç bir millet zillete düşmedikçe kendi topraklarında/yurdunda savaşmak mecburiyetinde kalmaz.

O halde ne olursa olsun sabır ve sebat göstermek gerekirdi.

Hz. Peygamber (s.a) âdeti olduğu üzere ashabiyla istişare etmek istedi. Çünkü o tek başına harekete karar vermeyi, bir görüşü empoze etmeyi ve ashabını karşı çıkmalarına rağmen kendi istediği yola sev-ketmeyi sevmezdi. Bu sebeple onlarla istişare ederek ve heyecana sev-kederek şöyle dedi: "Kureyş, her şeyi göze alarak Mekke'den çıkmış geliyor. Ne dersiniz? Sizce kervanı takibetmek mi daha iyidir, yoksa Kureyş ordusunu karşılamak mı?"

Bunun üzerine Mikdat ibn Amr ayağa kalktı ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'ın emrini yerine getir. Allah'a yemin olsun ki biz, İsrailoğullarmın Hz. Musa'ya dedikleri gibi: "Haydi sen ve rabbin düşmana karşı gidip muharebe edin, biz burada oturacağız" demeyiz. Fakat biz: "Haydi sen ve rabbin düşmana karşı gidip savaşın, biz de sağ kaldığımız müddetçe sizinle birlikte savaşacağız. Seni hak ile gön­deren Allah'a yemin olsun ki sen bizi Berk el-Gamad'a kadar götürsen bile seninle geliriz."

Bu cevap ve bu kahramanlık karşısında Hz. Peygamber'in yüzün­de bir memnuniyet ve bir sevinç belirdi, fakat o tekrar şöyle dedi: "Ey insanlar! Bana fikrinizi söyleyiniz."

Muhacirlerin söylediği sözü işitmişti. Onların açık, cesur ve gür sesini duymuştu. Fakat o Ensar'ın bu konuda söyleyeceklerini duy­mak istiyordu. Çünkü hicretten hemen önce Akabe biatında Ensarla yaptığı anlaşmada Hz. Peygamber Medine içinde bir saldırıya uğrar­sa Ensar'ın onu koruyacağı karara bağlanmıştı. Bu sebeple Hz. Pey­gamber; Ensar'ın kendilerini üzerinde anlaşma yapmadıkları şehir dı­şındaki bir savaşa sürüklediği zehabına kapılmalarından korkuyordu. Bu sebeple onların tavrından emin olmak, kendi irade ve nzalarıyla savaşa çıktıklarını ağızlarından duymak istiyordu. Ancak böylece kuvvetli bir kararlılığa sahip olabilirler ve savaşta ayakları sabit ve sağlam durabilirdi.

Ensar, Hz. Peygamber'in (s.a) ne demek istediğini anladı. Temsil­cileri olan Sa'd ibn Muaz ayağa kalktı ve şöyle dedi: "Ya Rasûlullah! Belki de bizi, Ensar topluluğunu kastediyorsunuz?"

Hz. Peygamber (s.a): Evet dedi.

Bunun üzerine Sa'd ibn Muaz şunları söyledi:

Ya Rasûlullah! Biz sana iman ettik, seni tasdik eyledik; bize getir­diğin Kur'an'ın hak olduğuna şehadet ettik. Bu hususta sözlerini dinlemeye ve sana itaat etmeye söz verdik. Ya Rasûlullah! Belki de sen Ensar'ın kendi yurdunun dışında sana yardım etmeyeceğin­den korkuyorsun. Ben Ensar adına konuşuyor ve onlar adına ce­vap veriyorum: nereyi istiyorsan orayı vur, dilediğinle anlaşmalar yap, dilediğinle anlaşmaları feshet (boz); dilediğinle barış içinde yaşa, dilediğine düşman ol; mallarımızdan ne kadar istersen al! Aldıkların bizi, bıraktıklarından daha çok memnun eder.

Ya Rasûlullah! Nasıl dilersen öyle yap, biz seninle beraberiz. Se­ni peygamber gönderen Allah'a andolsun ki sen bize şu denizi gösterip dalsan, biz de beraber dalarız. Bizden bir kişi bile geri dönmez. Bizi yarın düşmanımızla karşılaştırmanı bile hoş karşıla­rız. Biz harpte çok sabırlı, düşmanla karşılaştığımızda da sözleri­mize sadık kimseleriz. Umarım ki Allah sana, bizden memnun olacağın şeyler gösterir. Allah'ın lütuf ve bereketine güvenerek bi­zimle beraber yürü ya Rasûlullah!

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) son derece sevindi ve şöyle dedi: "Müjdeler olsun! Yürüyünüz! Allah bu iki topluluktan birini, kervanı veya Kureyş ordusunu bana vaadetmiştir. Vallahi ben şimdi, o Kureyş kavminin harp meydanında yıkılacakları yerleri görür gibiyim!"

İşte Allah'ın yardımı ve inayetiyle iman böyle olur. Daha henüz harp başlamadığı halde Hz. Peygamber (s.a) zorba müşriklerin reisleri­nin, azgınlıklar ve zulümlerinin bir cezası olarak hezimete uğradıktan ve belaya çattıktan sonra düşecekleri yerleri görür gibi olduğunu söylüyor.

Sayıca az fakat inancı sağlam ve büyük mü'min ordusu tek bir ke­lime, tek bir hedef ve tek bir komutan etrafında kenetlendikten sonra yola çıktı. Hedefleri tekti: hakkı gerçekleştirmek; batılı yok etmek, za­lim ve azgınlardan intikam almak.

Şimdi ne yaptıklarını görmek için tekrar kâfirlere dönelim.

Ebu Süfyan kervanı kurtardı ve güvenliğe kavuştu. Kavmine ikinci bir elçi daha göndererek artık yola çıkmalarına gerek kalmadığım, çünkü kervanın kurtulduğunu ve güvenli bölgeye ulaştığını ha­ber verdi.

Fakat gurur ve kibir buna razı olur mu? Zalimler savaşmak niye­tiyle yola çıkarlar da hiç bu niyetlerini gerçekleştirmeden geri döner­ler mi? Zalimin mantığı bunu kabul etmez. Bu sebeple Ebu Cehil şöy­le der: "Vallahi Bedir'e varıp orada üç gece kalmadan, bir hayvan bo­ğazlayıp onu yemeden ve şarap içmeden, kadın şarkıcılara kendimiz için şarkı söylettirmeden ve Arablara güç ve hareketimizi duyurmadan asla geri dönmeyiz. Böylece Arablar bizden bundan sonra ebediyen korkacaklar."

Şeytanın gürültüsü galip geldi; iftira ve bühtanın yolunda ilerlediler.

Müslümanların bulunduğu yere yaklaştıkları zaman, haber topla­ması için içlerinden birisini gönderdiler. Bir müddet sonra adam yanla­rına geldi ve müslümanlar hakkında şu bilgileri verdi: "Sayıları üçyüz kişiden biraz fazla veya biraz eksiktir. Onların gizlenen, saklanan ve ar­kalarından yardımcı olacak kimseleri yoktur. Fakat öyle bir cemaat gör­düm ki, yanlarında kılıçlarından başka ne bir koruyucuları var, ne de sı­ğınakları. Onlardan birisi sizden birisini öldürmedikçe ölmeyecektir."

Hz. Peygamber (s.a) önce ilk suyun yanında konakladı. Müşrik­lerle Bedir kuyusunun yakınında karşılaşacaktı. Bu sudan başka müs-lümanlarla kafirler arasında başka sular/kuyular da vardı. Sahabiler-den Habbab ibn el-Münzir Hz. Peygamber'e (s.a) konakladığı yer hak­kında şu soruyu sordu: "Ya Rasûlullah! Burayı Allah'ın emri ve vahyi ile mi seçtiniz, yoksa kendi görüşünüzle ve bir harp tedbiri olarak mı seçtiniz?"

Hz. Peygamber (s.a): "Hayır, kendi görüşüm ve bir harp tedbiri olarak seçtim" diye cevap verdi.

Habbab bunun üzerine şöyle dedi: "Ya Rasûlullah burası uygun bir konaklama yeri değildir." Sonra bütün suları arkasına alacak ve hepsini tek bir havuzda toplayacak şekilde öne doğru ilerleme emri vermesini tavsiye etti. Böylece su kaynaklan müslümanlann arkasında kalacak ve kafirlerin önünde hiçbir su alma yeri bulunmayacaktı.

Hz. Peygamber (s.a) bu teklifi uygun gördü. Habbab'm fikrini ka­bul etmek ona zor gelmedi ve onun tavsiyesinin uygulanmasını emretti.

Bundan, müslümanlann harbin kolaylaştırılmasında erzak ve ik­malin değerini kavradıklarını anlıyoruz. Şüphesiz ikmal kaynakları içinde önem bakımından en başta gelen şey sudur. Bu sebeple onlar su kaynaklarının tamamını arkalarına ve himayelerine almaya çalıştılar.

Artık iki ordu karşı karşıya idi ve birbirlerini görüyorlardı... sava­şın tutuşması için sadece bir kıvılcım gerekiyordu. Bu kıvılcım nasıl gelecekti? Müşrikler müslümanlara laf atıyor ve meydan okuyorlardı. Müşriklerden birisi meydan okuyarak müslümanlann saflarına saldır­dı. Onların arkasındaki suya ulaşmak için safları delmeye çalışıyordu. Hz. Hamza daha atik davrandı ve onu öldürdü.

Bunun arkasından müşriklerden üç kişi çıktı ve mü s lü m anlardan üç kişiyi düelloya çağırdılar. Müslümanlardan da üç kişi çıktı ve düello başladı. Sonuçta bu üç müslüman galip geldi ve hasımlarını öldürdüler.

Daha sonra göğüs göğse çarpışma başladı... Neticede -Allah'ın yardımıyla- müslümanlar galip geldiler.

Bu savaş, hicretin ikinci yılında on yedi Ramazan cuma sabahı ce­reyan etti. [70]

 

Ramazanda Fetih

 

Hicretin sekizinci yılında mübarek Ramazan ayının 20. günü İs­lâm'ın gurur duyduğu, kelime-i tevhidin yüceldiği ve hakkında şu ayet­lerin indiği Mekke fethi vuku buldu:

Ey Muhammed! Allah'ın yardımı ve zafer gelip, insanların Al­lah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce, rabbini överek teşbih et; O'ndan bağışlanma dile. Çünkü O, tevbeleri daima kabul eden­dir. (Nasr Suresi)

Hz. Peygamber (s.a) o yılın ramazan ayının ilk günlerinden itiba­ren Mekke'nin fethi için hazırlıklara başladı. Ramazanın sekizinci gü­nünde de bu hazırlığın işaretleri ortaya çıkmaya başladı. Allah'ın asker­leri onuncu günü hedeflerine doğru harekete geçtiler. Yirminci günde fetih gerçekleşti. Yirmi beşinci gününde de tamamlandı.

Şüphesiz Mekke'nin fethi günü İslâm tarihinin en parlak, en derin izler bırakan ve en ibretli günlerinden birisidir. Bugün, tarihin müşahe­de ettiği çok şerefli ve önemli bir gündür. Allah Teâlâ sapıklık, yalan ve iftiraya o gün bir sınır koymayı, iman ve gerçeği hakim kılmayı ve hiç bir çatışma ve savaş olmaksızın apaçık bir fetih olarak kendi lütfü ve insanıyla hakkın davetini tamamlamayı murat etmiştir.

Rasûlullah (s.a) fetihten hemen önce, görünürde içerisinde ağır şartlar bulunmasına rağmen Kureyş ile Hudeybiye anlaşmasını imzala­mıştı. Fakat Hz. Pegyamber (s.a) Allah'ın kendisini ulaştırmayı murat ettiği bir durum sebebiyle bu şartları kabul etmişti:

Allah emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat insanların çoğu bu­nu bilmezler. (Yusuf/21)

Çünkü Allah, barışın korunması ve güçlenmesini, İslâm'ın yayıl­masını istiyordu.

Bununla beraber müşrikler verdikleri sözü yerine getirmediler ve anlaşmaya ihanet etiler. Müslümanların müttefiki olan Huzaa kabilesi­ne saldırdılar ve onlardan yirmi kişiyi, tıpkı sözlerinde durmayan sapık ve aşağılık suçluların yaptığı gibi habersizce öldürdüler.

Huzaa kabilesi kendilerine yardım etmesi için Rasûlullah ve müs-lümanlara Amr ibn Sâlim'i gönderdiler. Amr Hz. Peygamber'in yanına gelip şu beyitleri söyledi:

Ey Allahım! Ben, babamızla onun babası arasındaki eski ittifakı anıyor ve yardımını diliyorum.

O zaman biz baba mevkiinde idik, sen ise çocuk mevkiinde idin.

Sonra müslüman olduk, sana yardımdan el çekmedik.

Öyle ise Allah'ın sana verdiği destekle bize de yardım et, destek ol.

Allah'ın kullarını çağır, bizim imdadımıza gelsinler.

İçlerinde Allah'ın Rasûlü de olduğu,

Yapılan zulme-öfkesinden dolayı renkten renge girdiği,

Savaşmaya hazırlandığı ve büyük bir ordunun başına geçmiş bu­lunduğu halde,

Denizler gibi köpükler saçarak akıp gelsinler.

Çünkü Kureyşliler sana verdikleri sözde durmadılar, seninle yap­tıkları en sağlam misaki bozdular.

Bizi Mekke'nin aşağı tarafındaki yerimizde gözetlediler, gafil avladılar.

Hz. Peygamber, onun bu feryadına: "Yardım edileceksin ey Amr ibn Salim" diye cevap verdi!

Müşrikler yaptıkları işin çirkinliğini anladılar ve işledikleri suçun doğuracağı sonuçlan hesap etmeye başladılar, müslümanlan kandır­maya çalıştılar. Ebû Süfyan, o esnada müşriklerin lideri idi ve bu sal­dırının hemen arkasından Medine'ye geldi. Kendilerinin anlaşma hü­kümlerini çiğnediğini Hz. Peygamber'in henüz bilmediğini zannederek onunla görüşmeye çalıştı. Anlaşmaya bağlılıklarım vurgulamak veya onu yenilemek ve müddetini uzatmak istiyordu. Fakat heyhat!

Kızı Ümmü Habibe, Hz. Peygamber'in (s.a) zevcesi idi. Ebu Süf­yan bu ilişkiyi istismar etmek istiyordu. Kızının yanma girdi. Bu ko­nuda ondan da yararlanmak istiyordu. Fakat umutları boşa çıktı. Pey­gamber'in (s.a) minderine oturmak istemişti. Halbuki henüz müslüman değildi. Bunun üzerine Ümmü Habibe minderi hemen çekti ve dürüp kaldırdı. Ebû Süfyan şaşırdı ve dedi ki: "Evlâdım beni mi bu minder­den çok seviyorsun, yoksa minderi mi benden çok seviyorsun? Doğru­su bilmiyorum."

Ümmü Habibe rabbi, peygamberi ve inancı uğrunda bütün akra­balık bağlarını unutan mü'min bir kadının tavrıyla şöyle dedi: "Hayır, bu Rasülullah'ın yatağıdır. Sen ise müşrik bir adamsın ve necissin. Bu sebeple senin Allah Rasûlü'nün minderine oturmanı istemedim."

Ebu Süfyan bu sürpriz cevap karşısında dehşete kapıldı ve kızma şöyle dedi: "Vallahi benden sonra sen kötüleşmişsin evladım."

Ebû Süfyan Medine'ye geliş amacını bir nebze olsun gerçekleştir­meye çalıştı. Fakat fazla başarılı olamadı ve üzgün bir şekilde geri döndü.

Hz. Peygamber (s.a) bozgunculuğun canını alacak ve hakkın da­yanaklarını sağlamlaştıracak öldürücü darbesini vurmak için bunu bir fırsat bildi. Büyük bir gizlilik içinde süratle ordusunu topladı. Etrafın­da on veya oniki bin kişi olduğu halde Ramazan ayının onuncusu gü­nü yola çıktı. Gizlice, aniden ve savaş yapmadan Mekke'yi fethetmek istiyordu. Bütün insanları yanma almıştı. Muhacir ve Ensardan savaşa gücü yeten hiç kimse geride kalmamıştı. Bu büyük sayıdaki kalabalık­la müşrikleri bir oldu bittiyle karşı karşıya bırakmak istiyordu. Böyle­ce bu büyük orduya direnme gücünü bulamayacaklar, hiçbir çatışmaya girmeden teslim olacaklardı.

Bu sebeple Rasûlullah maksadını gizledi. Kavmini ciddiyet ve sü­rate teşvik etti. Rabbine şöyle dua etmeye başladı: "Allahim! O'nların gözlerini kör et, Kureyş'ten bize haber gelsin de onları beldelerinde ya­kalayalım. Allahım! O'nların kulaklarını ve gözlerini al da bizi aniden karşılarında görsünler ve bizi sürpriz bir şekilde duysunlar."

İşte bir harpte yıldırım harekatının metodu budur. Hz. Muhammed (s.a) bunu asırlar önce uygulamıştır. Fakat o bu metodu zalim ve zor­baların yaptıkları gibi her tarafı yakıp yıkmak ve insanları köleleştir­mek için değil, bilakis İslâm'ı yaymak, hakkı gerçekleştirmek, bâtılı yok etmek, zincir ve kelepçeleri parçalayıp çözmek, köleleri ve ülke­leri hürriyete kavuşturmak için kullanmıştır.

Hz. Peygamber (s.a) başlangıçta oruçlu idi. Müslümanlar da oruç­lu idiler. Fakat yolda el-Kedid denilen yere ulaştıkları zaman iftar etti­ler. İnsanlardan kimisi oruçlu kimisi oruçsuz idi. Hz. Peygamber (s.a)

düşmanla karşılaşacaklarını tahmin ettiği yerin yakınına ulaştıklarında ve bazı oruçluların oruç tutmayanlar hakkında "Bunlar günah işliyor" dediklerini öğrenince herkesin orucunu bozmasını ve iftar etmesini

emretti.

Abdullah ibn Abbas şöyle rivayet ediyor: "Hz. Peygamber (s.a) fetih senesinde Ramazanda yola çıktı, hem kendisi, hem de beraberin­deki müslümanlar oruçlu idiler. Kedid denilen yere geldiklerinde bini­tinin üzerinde iken büyük bir kase ile su istedi ve insanların gözü önün­de içti. Böylece onlara orucunu bozduğunu gösterdi, müslümanlar da oruçlarını bozdular."

Said ibn Cübeyr'den rivayet edildiğine göre Hz. Ömer bir kaleyi kuşatmakta olan topluluğa gelerek onlara oruçlarını bozmalarını em­retmiştir. Bu rivayet Zevaid'ül-Mesânîdi's-Semaniye isimli kitapta geç­mektedir. Ayrıca Taberi'nin Tarihinde ve İbn Kesir'in elBidaye ve'n-Ni-haye'sinde zikredildiğine göre İslâm komutanı fatih el-Musenna ibn Harise eş-Şeybani, Küfe yakınlarında bir yerdeki el-Buveyb savaşında mücahitlere oruçlarını bozmalarını emretti. Onlar da daha kuvvetli ol­mak için hep birlikte oruçlarını bozdular.

Hz. Peygamber'in (s.a) kafilesi hızla hareket etti. Ebu Süfyan da etraftan bilgi toplamaya çalışıyordu. Küfrün günden güne gücünü yi­tirmesinden ve İslâm'ın gittikçe daha fazla parlamasından dolayı zih­ni allak bullak olmuştu. Peygamberle karşılaşmak, müslüman olmak ve hakka boyun eğmek için sadece bir kaç dakika kalmıştı. Kafile yolda idi.

Hz. Peygamber (s.a) amcası Abbas'a, Ebu Süfyan'ı Allah'ın asker­lerini yanından geçerken görmesi için vadinin dar bir yerinde beklet­mesini emretti.

Ebu Süfyan, özellikle bu dar bölgeden tek sıra halinde geçmeleri için İslâm ordusunun geçiş alanı haline getirilen bu dar mekandaki as­kerleri görünce büyük bir şaşkınlıkla Abbas'a şöyle dedi: "Vallahi ey Ebul-FadI, yeğeninin saltanatı çok büyümüş."

Abbas ise onun bu düşüncesini şu sözlerle düzeltti: "Allah iyiliği­ni versin ya Ebu Süfyan, o bir padişah değil, bir peygamberdir."

Bunu üzerine Ebu Süfyan da şöyle dedi: "O zaman ne güzel!"

Ebu Süfyan kısa bir süre önce müşriklerin lideri olarak Mekke'den çıkmıştı. Biraz sonra ise o da mü slüm ani ardan bir fert olarak öndeki kafileyle birlikte müşriklere geri dönecek ve onlara engel olmaya baş­layacak, müslüman olmaları için çağrı yapacak, direnmenin faydasız-hğını anlatacaktı. Yine Peygamber'in kendisine yapmış olduğu ikram ve iltifatı onlara duyuracaktı. Hz. Peygamber bu iltifatıyla hem onu onure etmiş, hem de hedeflediği barışı gerçekleştirmişti. Hz. Peygam­ber şöyle demişti: "Kim Ebû Süfya'nm evine girerse güvendedir, kim evinin kapısını örter ve içerde beklerse güvendedir, kim Mescid-i Ha-ram'a girerse güvendedir."

İslâm'ın karşısındaki kuvvetli bir kışkırtıcının, İslâm ve barışa gi­den yolu hazırlayan kuvvetli bir davetçi haline gelmesi ne büyük bir ila­hi lütfudur. Allah Teâlâ, dinini dilediği kişiyle kuvvetlendirir. Kullarını

dilediği yere sevkeden Allah her türlü noksanlıklardan münezzehtir!

Burada unutmamak gerekir ki umumi savaşları nihayete erdiren, ölüm-kalım savaşlarında galip gelen taraf zalimlerden olursa kazanılan zaferin coşkusu intikam duygularının tatmininde azgınlığı tahrik ve teşvik eder. Eğer kazanan taraf adil kimselerden olursa o zaman da bu coşku suçluların adil bir şekilde cezalandırılmasını teşvik eder. Böyle durumlarda güzel bir bağışlama ve örnek bir af, ancak Allah'ın seçkin kullarından beklenebilir.

Belki de zaferin kötü bir şekilde istismarının doğuracağı fenalık­lar bazen çatışmanın başlangıcındaki saldırının sebep olacağı fenalık­lardan çok daha fazla olabilir. Sağ duyu ve feraset sahibi bir kişi bir za­fer kazanacağını hesap eder. O gün için hazırlığını yapar, bir galibiyet durumunda nefsinin dizginlerini tutmaya ve bir taşkınlık olmaması için coşkunun büyümesini engellemeye kendisini konsantre eder. En soylu davranış ise zafer kazanan tarafın intikam ve yargılamadan önce geniş bir onarım ve ıslah çalışması başlatması ve dünkü düşmanların yaralarını tedavi etmesidir. Böyle bir tavırla galip taraf,eski düşman­larını kendisine kul köle yapabilir. İnsan, kendisine yapılan iyiliğin ne kadar da kölesidir.

Mekke'yi fethettiği ve kendisine karşı çıkanlara, zulmedenlere, iş­kence yapanlara ve haksız yere yurdundan yuvasından edenlere karşı büyük bir galibiyet elde ettiği gün zaferinin doruk noktasında iken Hz. Peygamber'in (s.a) yaptığı da budur.

Rasûlullah'm sancağı, fetih günü Sa'd ibn Ubade'nin elinde idi. Ordu Mekke'ye yaklaştığı zaman Sa'd, Kureyş'ten intikam almaya ve geçmişteki düşmanlıklarından dolayı onları cezalandırmaya teşvik için şöyle bağırıyordu: "Bugün savaş günüdür, haram olan şeyler bugün he­lâl olacaktır. Bugün Allah'ın Kureyş'i zillete düşüreceği gündür."

Bazı sahabiler Rasûlullah'a (s.a) gelerek: "Ya Rasûlullah! Valla­hi Sa'd'ın yüzünden Kureyş'e bir saldırı yapılmasından korkuyoruz!" dediler.

Dırar ibn el-Hattab el-Kuraşi uzun bir şiir söyleyerek Hz. Pey-gamber'den (s.a) bu şiirle Sa'd ibn Ubade'nin tehdidinden kendilerini korumasını diledi:

Ey hidayet Peygamber'i! Kureyş sana sığındı,

Yeryüzü onlara dar geldiği

Gök Tanrısı onlara gazap ettiği zaman

Sen en hayırlı sığmaksın (onlara)

Sa'd, öldürücü darbeyi vurmak istiyor,

Hacun ve Batha ahalisine

Kureyş kabilesinin zillete düştüğünü haykırıyor.

Ebu Süfyan ibn Harb bunun şahitlerindendir.

Onu engelle, çünkü ormandaki aslanlar gibi

Onun da gözünü kan bürümüş.

Ve Kureyş'in lideri Ebu Süfyan geldi. Bildiğimiz gibi yeni müslü-man olmuştu. Hz. Peygamber'den merhamet dilenerek şöyle dedi: "Ya Rasûlullah! Yoksa kavminin öldürülmesini mi emrettin. Çünkü Sa'd ve

beraberindekiler yanımızdan geçerlerken bizi öldüreceklerini iddia et­tiler. Allah aşkına kavmine merhamet et. Sen, insanların en büyüğü, en merhametlisi ve akrabalarına en fazla bağlı olanısın."

Hz. Peygamber (s.a) barış severlik konusunda en güzel örneği ve­rerek şöyle dedi: "Ey Ebu Süfyan! Bugün merhamet günüdür, bugün Allah Teâlâ'nın Kureyş'i onurlandırdığı gündür."

Sonra Hz. Peygamber (s.a) tartışmayı bitirmek, ortalığı sakinleştir­mek, barışın kanunlarını geçerli kılmak ve nefsi dizginleme alışkanlığı­nı kazandırmak için süratle harekete geçti. Sancağı hemen Sa'd ibn Uba-de'nin elinden aldı ve sözlerinden dolayı onu ayıpladı. Fakat Rasûlullah (s.a) aynı zamanda Sa'd'a da fazla yüklenmedi. Çünkü o, İslâm'a ilk gi­ren parlak şahsiyetlerden biriydi. Şerefli ve meşhur bir geçmişi vardı. Bu sebeple sancağı oğlu Kays ibn Sa'd ibn Ubade'ye verdi. Sanki böylece sancak onun elinden çıkmamış oldu. Çünkü oğlu ile o aynı demekti.

Hz. Peygamber (s.a) muazzam ordusunu bölümlere ayırdı. Kâfir­leri bir sürpriz ile şaşırtarak çatışmasız teslim olmaktan başka onlara bir seçenek bırakmamak için her birliğin şehrin ayrı bir yönünden Mekke'ye girmesini emretti. Herhangi bir kimsenin öldürülmesini ve­ya mecbur kalınmadıkça kan dökülmesini yasakladı. Fethin kahrama­nı olan kafile Mekke'ye girmek için yoluna devam etti. Hz. Peygamber (s.a) başı öne eğik, binitinin üzerinde mütevazi, rabbinin huzurunda ve O'nun yüceliği karşısında boyun eğmiş bir halde ilerliyordu.

Fatihler olarak Mekke'ye girdiler. Muhacirler vatanlarına döndü­ler. Garipler yurtlarına döndüler Muhammed, kendisini çıkartan Mek­ke'ye sekiz senelik bir ayrılıktan sonra tekrar girdi. Sevgili vatanının evlerini, yollarını, dağlarını, ovalarını, çocukluğunda, gençliğinde ve peygamberliğinde yürüyüp dolaştığı yerleri gördü. Buralarda eziyet çekmiş, işkence görmüş ve kovulmuştu. İnzivaya çekildiği, ibadet etti­ği ve ilk defa vahiy aldığı Hira mağarasını gördü. Uzun bir zamandır ayrı kaldığı Kabe'yi seyretti. Hatıraların büyüklüğü ve kavuşmanın muhteşemliği karşısında gözleri yaşlarla doldu. Belki de yüce rabbinin şu sözünü hatırladı:

Ey Muhammed! Kur'an'a uymayı sana farz kılan Allah seni, dö­neceğin yere döndürecektir. (Kasas/85)

Hz. Peygamber (s.a) Beyt-i Atik'i/Kâbe-i Muazzama'yı tavaf etti ve orayı süratle güzel bir şekilde temizledi. Kabe'yi kuşatan putların hepsini kırdı. Bu esnada şöyle diyordu: "Hak geldi, bâtıl yok oldu. Zâ­ten bâtıl yok olmaya mahkumdur." Daha sonra Hz. Peygamber göğün davetçisi Hz. Bilal'e ezan okumasını emretti. Ezandaki tevhid nidaları, namaz ve kurtuluşa yapılan çağrılar Harem'in dört bir tarafına yayıldı, Kabe'nin dışına taştı.

Hz. Peygamber (s.a) rabbi'nin Beyt'ini fethetti ve onu içindeki Câ-hiliye kalıntılarından temizlerken şu sözleri tekrarlıyordu: "Allah'tan başka ilah yoktur. O, sözünü yerine getirdi, kuluna yardım etti. Ordu­sunu destekledi ve tek başına bütün orduları hezimete uğrattı."

Mekkeliler korkulu gözlerle Peygamber'in (s.a) yüzüne bakarken o muhteşem sahne yaşandı; onlar başlarının üzerinde sanki bir kuş var-mışçasma sessizce bekleşirken Hz. Peygamber onlara şöyle dedi: "Ey Kureyş cemaati! Şimdi size nasıl davranacağımı sanıyorsunuz?"

Mekkeliler Peygamber'in merhamet ve büyüklüğüne güvenerek umut içinde şöyle dediler: "Hayır ve iyilik umarız, sen soylu bir kar­deş ve soylu bir kardeş oğlusun."

Hoşgörülü fatih peygamber, güçlü lider Hz. Muhammed, onları mağlup edip şaşkınlık içinde bıraktıktan sonra yeryüzündeki düşman­larına şöyle dedi: "Artık bugün size geçmişten dolayı bir kınama ve sorgulama yoktur. Allah sizi affetmiştir. O merhametlilerin en merha-metlisidir. Haydi gidiniz. Artık serbestsiniz."

Onlar bu sözleri işitince sanki kendilerini kabirlerinden dirilip kalkmış gibi hissettiler. Çünkü onlar adaletli bir cezayı, öldürülmeyi veya sürülmeyi bekliyorlardı. Fakat onlar soylu ve övgüye layık bir af ile karşılaştılar. Artık Muhammed'in, Allah'ın onlara doğru yolu göste­ren rahmeti olduğuna ve onun bu dünyaya nefisleri temizlemek ve baş­ları dik tutmak için gelen bir elçi olduğuna inandılar.

Apaçık bir zafer ve yüce fetih, hicretin sekizinci yılı Ramazan ayı­nın sonlarında tamamlandı. Allah'ın müjdelediği ve Kur'an'da şu ayet­lerle dikkat çektiği vaadi gerçekleşti:

Ey Muhammedi Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Böy­lece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar, seni doğru yola eriştirir. Ve sana şanlı bir zafer­le yardım eder. İmanlarını kat kat artırsınlar diye mü'minlerin kalp­lerine güven indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah bilendir her şeyi hikmetle yapandır. Bütün bu lütuflar mümin erkeklerle mü'min kadınları, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyması, onların günahlarını örtmesi için­dir. İşte hu Allah katında büyük bir kurtuluştur. (Fetih/1-5)

Nitekim şu ayetlerde bu konuda nazil olmuştur:

Allah'ın yardımı ve zafer gelip de insanların bölük bölük Allah'ın     dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, rabbine hamdederek O'nu teşbih et ve O'ndan mağfiret dile, çünkü O tevbeleri çok ka­bul edendir. (Nasr/1-3)

Mübarek Ramazan ayındaki ölümsüz hatıralar listesine böylece yeni, şerefli, parlak ve zarif bir sayfa daha ilave edildi. [71]    

 

Şehitler Babası Ali İbn Ebi Talib

 

Hicretin kırkıncı yılında mübarek Ramazan ayının onyedinci gü­nü mü'minlerin emiri Ali ibn Ebi Talib şehâdet nimetine nail oldu. Al­lah ondan razı olsun, onu hoşnut etsin ve şanını yüceltsin.

Hatıralar arasında Öyle bir kahramanın ve fedainin resmi gözümü­ze çarpıyor ki, kahraman ve fedailer arasında onun gibisi çok az bulu­nur. O, şehitlerin babası, muttaki ve vefakar imam, mü'minlerin emiri Hz. Ali'den başkası değildir. Nitekim büyük âlim Nevevi onun hakkın­da şöyle der: "Rabbani âlimlerin, meşhur kahramanların ve daima anı­lan zahidlerin birisi Hz. Ali'dir. O, İslâm'a ilk girenlerdendir."

Yine o, cennetle müjdelenen on kişiden birisidir. Hz. Peygam-ber'in (s.a) amcasının oğludur. En yakın dostu ve öğrencisidir. İffet­li kızı Fatimat'üz-Zehra'nın eşidir. Ali'nin annesi Fâtıma bint Esed ibn Haşim'dir. Fatima, bir Haşimiye çocuk doğuran ilk Haşimi ka­dındır. Müslümanlığı kabul etmiş, hicret etmiş ve Hz. Peygamber ha­yatta iken vefat etmiş, Hz. Peygamber onun namazım kılmış ve kab­rine inmiştir.

Hz. Ali'nin annesi onun için aslan anlamına gelen Haydar ismini seçmişti. Babası ise ona Ali ismini verdi. Bu, kaderin bir ilhamı idi, çünkü arlan heybetlidir, gururludur ve yücedir. Hz. Ali de sözünde ve atılganlığında cesur bir aslandır. Bu sebeple Ebû Talib'in oğlu Haydar ismine de, Ali ismine de lâyıktır.

Ebu Talib, ailesi kalabalık, fakir bir adamdı. Hz. Peygamber Ali'nin sorumluluk ve bakımını üzerine aldı. Bu Allah'ın ona karşı bü­yük bir lütfü ihsanıydı. Artık nübüvvet evinin bir ferdi olmuştu. Risa-let madeninin yakınında bulunma imkanına kavuşmuştu. Bundan dola­yı dini ve ahlâki yönden pek çok kazanımları olmuş, Hz. Peygamberin yanındaki mertebesi çok yüksek olmuştur. Hatta Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şu sözleri söylemiştir:

Ali bendendir, ben de Ali'denim.

Ey Ali! Benim yanımda, Harun'un Musa'nın yanındaki mertebesi­ne sahip olman seni memnun etmez mi? Ancak şu kadar var ki, benden sonra peygamber gelmeyecek.

Ey Ali! Sen benim dünyada ve ahirette hem kardeşim, hem dos-tumsun.

Bunda şaşılacak ve garipsenecek bir durum yoktur. Çünkü o Al­lah'ın saygın evi Kabe'nin içinde dünyaya gelmiştir.

Alemlerin rabbi onu putlara secde etmekten korumuş ve onun put­lara secde etmesine engel olmuştur. O, "Kerramallahu vecheh" yani "Allah onu şereflendirsin" duasına müstehak olmuştur. Daha gençliğe adım atarken gözlerini İslâm'ın nuruna açmıştır. Hz. Hatice'den sonra insanların İslâm'a ilk gireni odur. Müslüman olduğunda henüz on iki yaşındaydı. Gönlü yüce büyük bir kahraman olarak yetişmiştir. îlk ola­rak kendisini, Rasûlullah'a canını feda eden yüce bir kahraman ve fe­dai olarak göstermiştir. Müşrikler Hz. Peygamber'i öldürmek isteyerek ellerinde kılıçlarıyla bu alçakça cinayeti işlemek için onun etrafım ku­şatmışlarken Hz. Ali, hicret gecesi Peygamber'in yatağında uyumuştur. Buna rağmen hiçbir korku ve paniğe kapılmamıştır.

Sonra Hz. Peygamberle birlikte Bedir, Uhud ve Hendek savaşla­rında bulunmuş; Rıdvan Biatına katılmış; Hayber, Mekke'nin fethi, Huneyn ve diğer pek çok savaşa iştirak etmiştir. Sadece Tebük Sava­şında bulunamamıştır. Çünkü bu savaşta Hz. Peygamber (s.a) onu Me­dine'de kendisinin yerine vekil bırakmıştır.

Bu savaşların hepsinde onun pek çok kahramanlıkları müşahede edilmiştir. Bu savaşların pek çoğunda elinde sancak taşımıştır. Hayber savaşında Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: "Yarın sancağı öyle bir kişiye vereceğim ki, Allah zaferi onun elinde nasip edecektir. Allah ve Rasûlü onu sever, o da Allah ve Rasûlü'nü sever." Ertesi gün büyük sa-habiler Allah ve Rasûlü'nün sevgisini kazanmak arzusuyla sancağın kendilerine verilmesini çok beklediler. Fakat Hz. Peygamber (s.a): "Ali ibn Ebi Tâlib nerede?" diye nida etti.

Dediler ki: "Ya Rasûlullah, o gözünden şikayetçidir."

Hz. Peygamber onu yanına çağırdı, tükrüğünü gözüne sürdü ve onun için dua etti. Hz. Ali iyileşti. Rasûlullah (s.a) sancağı ona verin­ce şöyle dedi: "Ya Rasûlullah! Onlar bizim gibi oluncaya kadar ben olarla savaşacak mıyım?"

Hz. Peygamber (s.a) dedi ki: "Onların sahasına ininceye kadar ya­vaş yavaş git. Sonra onları İslâm'a çağır. Üzerlerindeki Allah hakkının ne olduğunu onlara bildir!"

Allah Teâlâ onun elinde apaçık bir fethi nasip etti ve ona büyük bir zafer lütfetti.

Bu nimet Allah'tandır. Bilen olarak Allah yeter. (Nisa/70)

Fedailer kahramanı ve şehitler babası Hz. Ali mücadelede hiç kimseden korkmazdı. Bu sebeple o tarihte Arab yarımadasının en bü­yük kahramanı ve.bin kişiye bedel olduğu iddia edilen azgın Amr ibn Ved ile vuruşmaya girmede hiç tereddüt etmedi. Hendek savaşında Amr ibn Ved bütün silah ve teçhizatıyla meydana çıktı ve iman ordu­suna şöyle haykırdı: "Kim benimle vuruşacak?"

Hz. Ali Rasûlullah'a dönerek: "Onun karşısına ben çıkacağım ya Rasûlullah" dedi.

Hz. Peygamber şöyle dedi: "Ey Ali! O Amr'dır, sen hele otur."

Amr müslümanlarla alay ederek: "Şehit olanlarınızın gireceğini iddia ettiğiniz cennetiniz nerede? Karşıma çıkaracak bir adam bulamı­yor musunuz?" diyordu.

Hz. Ali bir kaç defa yerinden kalktı ve "Onun karşısına ben çıka­cağım, Ya Rasûlullah" dedi.

Rasûlullah da her seferinde: "Sen hele otur. O, Amr'dır" diyordu.

Sonunda Hz. Ali yerinden fırladı ve: "Amr'da olsa ne çıkar, Ya Ra­sûlullah" dedi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü kendisine izin verdi. Hz. Ali Amr'a doğru fırladı. Amr, gururlu bir eda ile ve onu küçümseyerek: "Sen kim­sin?" diye sordu. "Ben Ali ibn Ebi Talib'im" diye cevap verdi.

Amr, onu küçümseyerek şöyle dedi: "Yeğenim! Amcaların arasın­da senden yaşlı olanlar yok mu? Onlar karşıma çıksınlar. Ben senin ka­nını akıtmak istemiyorum." Hz. Ali şöyle dedi: "Fakat, vallahi ben se­nin kanını akıtmak istiyorum."

Sonra Hz. Ali, Amr'a savaştan vazgeçmesini teklif etti. Amr bunu reddetti ve şöyle dedi: "O zaman Arablar benim korkup kaçtığımı söy­lerler."

Hz. Ali ona dedi ki: "Ey Amr, hani sen Kureyş'e birisi seni iki şey­den birisine davet ederse, mutlaka birisini seçeceğine dair söz vermiş­tin." Amr: doğru, dedi. Hz. Ali "O halde ben seni müslüman olmaya

veya vuruşmaya davet ediyorum" dedi. Amr ona dedi ki: "Niçin yeğe­nim, vallahi ben seni öldürmek istemiyorum." Hz. Ali dedi ki: "Fakat küfürde ısrar ettiğin müddetçe ben seni öldürmek istiyorum."

Amr, öfkelendi ve Ali'ye saldırdı. Şiddetli bir kılıç darbesi indirdi. Genç kahraman bu darbeyi ustalıkla savuşturdu. Sonra vuruşma başla­dı. Biraz sonra Ali ona öldürücü bir darbe indirdi. Darbenin şiddetin­den düşüyor, kalkıyor, sonra tekrar düşüyor tekrar kalkıyordu. Sonun­da yere boylu boyunca uzandı ve öylece kaldı, ölmüştü. Hz. Ali: Alla-hu ekber, Allahu ekber diye cihat naraları attı.

Amr ibn Ved'in kızkardeşi, kardeşinin ölümünden ve Ali'nin kah­ramanlığından söz eder ve teselli yollu şöyle derdi:

Amr'ın katili başka birisi olsaydı. Hayatta kaldıkça ebediyen ağlardım. Fakat onun katilinin benzeri yoktur. Ülkenin büyüğü denilirdi, babasına.

Hz. Ali, şehitlerin hayatı gibi bir hayat yaşadı. Çocuk iken şehit­ler gibi öne atıldı, İslâm'a girdikten sonra rabbine şehitlerin kavuşma­sı gibi kavuşmak için kendisini hazırladı. Allah'ın katmdakini insanla­rın yanmdakine tercih eden şehitlerin konuşması gibi konuşurdu. O şöyle derdi: "Vallahi, ben ölüme rastlamışım veya ölüm bana rastla­mış, hiç aldırış etmem."

Kılıcından söz ederken şöyle derdi: "Taneyi çatlatan Allah'a ye­min olsun ki, pek çok defa kılıcımla Rasûlullah'ın yüzündeki sıkıntıla­rı giderdim."

Rebeze'ye sürgün edildiği zaman Ebu Zer el-Gıfari'ye şöyle de­mişti:

Ey Ebu Zer! Sen Allah rızası için öfkelendin o halde rızası için öf­kelendiğin Allah'a yalvar. İnsanlar dünyaları sebebiyle (yani dün­yalıkları zarar göreceği için) senden korkuyorlar. Halbuki sen di­nin sebebiyle onlar adına korkuya kapıldın. Onların senden korkmalarına sebep olan şeyi (yani dünyalıklarını) kendilerine bırak. Onlar için hangi şey sebebiyle korkuya kapılıyorsan sen o sebep­le dünyadan uzak dur. Senin onları engellediğin şeye onlar ne ka­dar da muhtaçtırlar onların seni engelledikleri şeye ise senin ihti­yacın yoktur. Yarın kimin kazançlı ve kimin daha çok hasetçi ol­duğunu öğreneceksin. Şayet gökler ve yer bir kulun üzerine ka­pansa, sonra o kul Allah'tan hakkıyla korksa Allah ona bir çıkış yolu gösterir. Haktan başka seni hiçbir şey sevindirmesin, batıldan başka da hiçbir şey seni rahatsız etmesin. Onların dünyalarını ka­bul edersen seni severler, dünyayı översen sana güvenirler.

Fakat Hz. Ali aceleci ve sabırsız bir kişi de değildi. Aksine akıllı ve her şeyi yerli yerince yapan/hikmet sahibi bir kişiydi. Bu sebeple oğluna şöyle demişti:

Kimseyi vuruşmaya/düelloya çağırma, düelloya çağırılırsan da onu da kabul et/kaçma, çünkü düelloya çağıran kişi bağidir/ za­limdir. Baği ise çılgındır/delidir.

Bir savaşta komuta görevi verdiği oğlu Muhammed'e şöyle dedi:

Dağlan yerinden oynat fakat sen yerinden oynama. Dişini sık/da­yan, Allah yoluna başını koy. Yeryüzünde adımlarını uzun at. Ba­kışını topluluğun en uzağına fırlat, sonra bakışını indir. Bil ki za­fer ve galibiyet Allah'tandır.*

Hariciler ortaya çıktığı vakit Hz. Ali'nin bazı arkadaşları ona dedi ki: "Onlar sana karşı ayaklanan kişilerdir. Onlar sana saldırmadan sen onlara saldır."

Bu teklife Hz. Ali şöyle cevap verdi: "Onlar benimle savaşmadık-ça ben onlarla savaşmayacağım. Ve bunu da yapacaklar."

Hz. Ali'nin hayatındaki kahramanlık ve bilgelik tezahürlerinden birisi de onun savaştaki kahramanlığının yanında iyi bir sosyal ıslahat-

[72]çı olmasıdır. Hz. Ali, Rasûlullah'dan (s.a) sonra insanların en güzel ve edebi konuşanıdır. Onun hitabetteki maharet ve bilgeliğine delalet eden sözleri, Nehcü'l-Belağa isimli kitapta biraraya getirilmiştir. Bu kitapta nesir halinde parlak sözler buluruz. Bunların dağınık olanlarını bir araya getirebilir ve onun sözlerini daha iyi tanıyabiliriz. Bu sözle­rin içinde fert ve toplumun ıslah edilmesinin yöntemlerini buluruz.

Mesela Hz. Ali ilk olarak şöyle der: İnsan tutkularının ebedi bir esiridir.

O bu sözüyle, tamahkar bir kişinin hayatı boyunca istek ve arzu­larının esiri, ihtiraslarının kölesi olarak yaşanacağını kasteder. Böyle bir kişi durmadan mal toplar, fakat hiç kanaat etmez; yer, fakat doy­maz, sahip olur, fakat yararlanamaz. Hatta açgözlülüğü sebebiyle ken­di kendisini hüsran ve helake sürükler...

Bu sebeple Hz. Ali tekrar aynı konuya döner ve şöyle der: "Akıl hastalıklarının çoğu ihtiras şimşeklerinin altındadır.

Bu bir gerçektir. Nice sapık ve inatçı arzular vardır ki sahibini egemenliği altına alır. Onu avutur, hak etmediği veya elde edemeyece­ği şeylerin peşinden koşturur, onu tehlikeli ve zararlı yerlere doğru sü­rükler. Hatta insan bazen itidal sınırının dışına çıkar, bu da onun yarar­lanabileceği şeylerden bile yararlanmasını engeller, onlardan mahrum bırakır. Bu sebeple Hz. Ali şöyle der:

Nice lokmalar vardır ki pek çok lokmaya mani olur.

Çünkü insan başlangıçta makul ve midesinin kaldırabileceği ye­mek sınırının çok üstünde şeyler yer, bu sebeple.sindirim sistemi bo­zulur ve hastalanır ve daha sonra pek çok şeyi yiyemez hale gelir.

Bu demek değildir ki Hz. Ali zenginliği kötülüyor ve fakirliği teş­vik ediyor. Hayır, gerçek şu ki o fakirliği sevmez ve onu çirkin bir su­rette tasvir eder.

Fakirlik hakkında şöyle der: Fakirlik en büyük ölümdür.

Eğer fakirlik bir adam olsaydı, ben onu öldürürdüm.

Fakat o, aynı zamanda insanın servet sahibi olmasının tek başına her şey olmadığını da ifade ediyor. Bazen vücut sağlığı ve gönül huzu­ru gibi servetten daha hayırlı şeyler de olabilir. O şöyle der:

Fakirlik bir musibettir. Beden hastalığı fakirlikten daha kötüdür. Kalp/ruh hastalığı ise beden hastalığından da kötüdür. Dikkat edin, zenginlik bir nimettir. Vücut sağlığı ondan daha büyük bir nimettir. Kalplerin takvası ise ondan da büyük nimettir.

Bir hadis-i şerifte de şöyle bu vurulmuştur:

Zenginlik, mal ve mülk çokluğu değildir. Asıl zenginlik gönül zenginliğidir.

Hz. Ali, mü'mini vicdani ve maddi olarak gücü nisbetinde baş­kalarıyla paylaşım içinde olmaya, açgözlülükten ve başkalarını dış­layarak sadece kendisim tercih etmekten sakınmaya çağırır. Bunun sonucu bazen mahrumiyet ve kayıpla karşılaşabilir. Bazen de aç göz­lü bir kişi bugün malını korumak için çalışır yorulur. Yarın o mal bir başkasının olur da elinden hiçbir şey gelmez. Bu sebeple Hz. Ali şöyle der:

Ey Ademoğlu! Sen ihtiyacından fazla olarak kazandığın şeylerde bir başkasının bekçisisin.

Bunun içindir ki İslâmiyet zenginler ile fakirler arasında kuvvetli bir dayanışmanın olmasını ister. Çünkü güçlü olan kişi aciz kardeşinin mahrumiyetinden sorumludur. Kuvvetli olan kişi zayıfı ihmalinden do­layı hesaba çekilecektir. Bu sebeple Hz. Ali şöyle der:

Allah Teâlâ fakirlerin azığının zenginlerin mallarının içinden çı­karılıp verilmesini farz kılmıştır. Açlık çeken bütün fakirler, zen­ginlerin lüks ve israfının, eğlence ve çılgınlıklarının kurbanıdırlar. Allah Teâlâ zenginlere bunun hesabını soracaktır.

Hz. Ali, zenginleri güçsüz ve fakirlerin zorunlu ihtiyaçlarını kar­şılamaya teşvik eder. Çünkü Allah Teâlâ verdiği nimet ve iyilikleri, güçlü mülk sahiplerinin elinde ancak bunu yaparlarsa bırakır. Eğer bu-

na uymazlarsa bir müddet sonra nimetini onların elinden alır ve başka­larına verir. Hz. Ali bu konuda şöyle der:

Allah Teâlâ'nın öyle kulları vardır ki kullarının menfaatine olsun diye nimetlerini onlara bahşeder. Onlar bu nimetlerden muhtaçla­ra verdikleri müddetçe Allah da onların elinde bırakır. Vermezler ise Allah onların elinden alır ve başkalarına verir.

Hz. Ali, bir insanın malında güzelce tasarruf etmesinin gereklili­ğine dikkat çeker. Onu helâl yollarda, kendisine ve başkasına yararlı işlerde değerlendirmelidir ve kullanmaksızın sadece mal biriktirmek­ten sakınmalıdır Çünkü kader hayatın beklenmedik olaylarıyla ona sürprizler yapabilir ve hiç yararlanmadan malım kaybedebilir. Veya ani bir ölümle karşılaşır da malı varislerine intikal ediverin İmam Ali şöyle der:

Herkesin malında iki ortağı vardır: Varisleri ve beklenmedik olaylar.

Fakat Hz. Ali aynı zamanda bollukta da darlıkta da insanları doğ­ru ve dengeli bir yol izlemeye teşvik eder. Malı az olan kişiyi, zorluk ve sıkıntılara katlanmaya, dayanışma içinde olmaya, şeref ve vekarını korumaya, zillet ve alçaklıktan uzaklaşmaya teşvik eder. Malı çok olan kişiyi ise malını hayır yollarında dağıtarak ve kulların ihtiyaçları için harcayarak Allah'a şükretmeye teşvik eder. O şöyle der:

İffetli kalmak, fakirliğin ziynetidir, şükretmek ise zenginliğin ziy­netidir.

Şu sözü de manaca buna yakındır:

Zenginlerin Allah'ın sevabını umarak fakirlere karşı alçak-gönül-lü olmaları ne kadar güzeldir. Fakirlerin Allah'a güvenerek zen­ginlere karşı başı dik ve vakur olmaları ise daha güzeldir.

O bu sözüyle zenginin muhtaca yardımcı olmasını salık verir. Fakat aynı zamanda fakire başını dik tutmasını, zenginlere boyun eğmemesini ve alçalmamasmı, aksine rabbine tevekkül etmesini O'nun lütf u ihsanı­na güvenmesini ve bütün gücüyle çalışmasını, böylece ihtiyaç duyduğu şeylere kavuşacağını, şeref ve haysiyetini koruyacağını bildirir.

Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar. Ona beklemediği yerden rızık verir. Allah'a güvenen kim­seye O yeter. Allah buyruğunu yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü var etmiştir. (Talak/23)

Hz. Ali mü'minin sahip olduğu malı rabbinin razı olduğu yoldan elde ettikten sonra yine rabbinin razı olduğu yerlerde kullanmasını, ak­si takdirde bu malın onun için bir üzüntüye dönüşeceğini söyler. O şöyle der:

Kıyamet günündeki en büyük üzüntü, Allah'ın razı olmadığı yol­lardan kişinin kazandığı malın üzüntüsüdür. Adam bu malı öldük­ten sonra başkasına miras olarak bırakır. O bunu Allah'a itaat yo­lunda sarfederek cennete girer, malı kazanan ise cehenneme girer.

Hz. Ali şöyle der:

İnsanların ticaret yönünden en çok zarar edeni ve emeği boşa gi­deni, vücudunu mal kazanmak için eskitip de bunu istediği şekil­de harcamasına kaderin müsaade etmediği kişidir. Bu malı harca-yamamanm üzüntüsüyle dünyadan çıkar ve onun yorgunluğuyla ahirete adım atar!

İşte kahraman Hz. Ali'nin bilgeliğinden derlediğimiz hikmetli sözlerden bir kısmı bunlardır. O, Rasûlullah'dan (s.a) imanın ve kesin bilginin incelikleriyle basiretli bir anlayışı miras olarak almıştır. Bu hikmetli sözler bize dünya hayatında güçlüler gibi nasıl çalışacağımı­zı, soylular gibi nasıl kazanacağımızı, cömertler gibi nasıl harcayaca­ğımızı, vefakarlar gibi nasıl yardım edeceğimizi, ihlaslılar gibi Allah'a nasıl ibadet edeceğimizi ve hikmet sahipleri gibi nasıl tasarruf edece­ğimizi öğretir. Böylece Allah'ın razı olduğu ve Allah'tan razı olan kim­selerden oluruz. Bu bahtiyarlık rabbinden korkan kimselere mahsustur.

Allah kendisinden razı olsun, Ramazan şehidi kahraman İmam'ın hayatının bir başka yönü daha vardır ki bu da onun iyi bir toplumsal ıs­lahatçı oluşudur. Bu onun toplumda ihtiyaç duyulan koruyucu ve kol­layıcı kurallar konusunda gerekli bilgi ve tecrübeye sahip olduğunu

gösterir. Umarım Hz. Ali'nin Mâlik ibn Eşter'i Mısır'ın haracını topla­mak, düşmanlarıyla cihad etmek, halkının durumunu düzeltmek ve memleketlerini imar etmek için görevlendirdiği zaman kendisine ver­diği talimatlara bir göz atarsak, onun şahsiyetindeki bu son derece önemli yönü de tanımış oluruz.

Mesela o, Eşter'e bir yargıcın onurlu, ihtiyaçlarını yeterince karşı­lamış, sabırlı, bilgili hassas, akıllı, zan ve şüphelerden uzak, iftira ve dedikoduları kabul etmeyen bîr kimse olmasını tavsiye eder. Hatta Hz. Ali, asrımızda "yargı bağımsızlığı" dediğimiz prensibi gerçekleştire­cek sözler söyler. Hz. Ali Eşter'e şöyle der:

Yargıçlık için insanlar arasından en faziletlisini görevlendir. Bu göreve durum ve şartların kendisini sıkıntıya sokmadığı, davadtarafların cerbezesine direnebilen, yanlışta ısrar etmeyen, gerçeği tanıdığı zaman onu kabulden çekinmeyen, nefsinin arzularına meyletmeyen, yüzeysel bir anlayışla yetinmeyip konuyu derinle­mesine kavramaya çalışan, şüpheler üzerinde en iyi şekilde duran, delillere sarılan, hasma müracaattan en az bıkkınlık duyan, işlerin ortaya çıkması hususunda sabırlı olan, hüküm belli olduğu zaman asla taviz vermeyen, övgülerle kibre kapılmayan, kışkırtmalardan etkilenmeyen kişilerden seç ve tayin et. Böyle kimseler de çok az bulunur...

...Sonra, vereceği hükmü enine boyuna iyice inceleyip gözden ge­çir, büyük bir gayret göster. Bununla beraber onun insanlara olan ihtiyacını asgariye indir. Ona senin yanındaki diğer özel kişilerin kıskanmayacağı bir makam ver ki böylece bazı kişilerin ona bir kötülük yapmasından emin olasın. Bu konuda çok dikkat ve titiz­lik göster. Çünkü bu din, heva ve heveslerine göre hareket eden ve onunla dünyalık arzu eden (yani dini dünyevi menfaatine alet eden) kötülerin elinde köle haline gelir.

İşte bu, korunma altına alınmış sağlam bir yargı bağımsızlığıdır. Bu sözleri atalarımızdan birisi söylüyor. Bunu söyleyen kişi herhan­gi bir üniversitede tahsil görmemiş ve bir kanun ansiklopedisini oku­mamıştır. Fakat o, Hz. Muhammed'in (s.a) medresesinden mezun ol-

muştur. Bu medrese insanlar için en hayırlı milleti yetiştiren bir med­resedir.

Hz. Ali, hicretin 40. yılında Ramazan ayının onuncu günü şehadet şerbetini içti. Oruçlu olduğu halde sabah namazından çıkarken Abdur-rahman ibn Mülcem el-Muradi tarafından vuruldu.

Vurulduğunu hissettiği zaman dedi ki: "Kabe'nin rabbine yemin olsun ki artık kurtuldum."

Sağlıklı rivayetlere göre vefatı esnasında 63 yaşında idi. Ramaza­nın 19. gecesi ruhu yaratıcısına yükseldi. Allah ondan razı olsun.

Hz. Ali'nin ölümü üzerine Bekr ibn Hassan el-Bahiri aşağıdaki mersiyeyi söyledi:

Kader galip gelmişken söyle İbn Mülcem'e:

Sen dinin ve İslâm'ın bir rüknünü yıktın.

Öldürdün canlıların en faziletlisini

En büyüğünü müslümanların ve mü'minlerin.

İnsanların en iyi bileniydi Kur'an'ı

Ve Rasûl'ün sünnetinin kanun ve izahını

Peygamber'in damadı, dostu ve yardımcısıydı

Bir nur ve burhan oldu onun menkıbeleri

Kıskananlar olmasına rağmen onun yeri

Musa'nın yanındaki Haru'nun yeri gibiydi.

Hz. Ali'nin oğlu Hasan da hicretin üçüncü senesi Ramazan ayının ortasında dünyaya geldi. [73]

 

Ramazanda Endülüs'ün Fethi

 

"İslâm'ın yitik cenneti" Endülüs beldeleri hicri 91 yılının mübarek Ramazan ayında fethedilmeye başlandı.

Tarihi rivayetlere göre Endülüs (İspanya) yarımadasına cihat için müslümanlardan ilk giren kişi, kahraman fatih Musa ibn Nusayr'a bağ­lı Tarif ul-Berberi'dir. Tarif ve beraberindeki mücahit birliğinin toplam mevcudu 100 süvari ve 400 piyadeden ibaretti. Hicretin 91. yılında mübarek Ramazan ayında Endülüs'e girmişlerdi. Bu birlik Kuzey Af­rika'dan İspanya topraklarına dört gemi tarafından taşınmıştı.

Tarif bu savaşda, imparator Buzintin'in Sebte şehrindeki vekili olan Kont Julianos'tan yardım istedi. Kont Julianos, müslümanların Endülüs topraklarına adım atmalarını kolaylaştırdı. O sırada Julianos ile Endülüs'ün sahibi olan Lezrik arasında bir kin ve nefret vardı.

Kuzey Afrika'nın kahramanı Musa ibn Nusayr, İslâm'ın sözünü oralarda geçerli kılmak, halkım zâlimlerin ve Avrupalı Gotların boyun­duruğundan kurtarmak için Endülüs ülkesinde fethin ve savaşın daire­sini genişletmek hususunda Halife Velid ibn Abdülmelik'ten izin iste­di. Velid, ona yazdığı mektubunda şöyle diyordu: "Oranın durumunu iyice görüp inceleyinceye ve gerekli tecrübeyi kazanıncaya kadar se-riyyelerle (küçük akıncı birlikleriyle) sars ve korkut. Müslümanları da büyük tehlikelerle dolu denizin içinde riske atma!"

Musa ibn Nusayr, Velid'e yazdığı cevabî mektubunda denizin bü­yük ve derin olmadığını, sadece bir kanalı olduğunu ve bu kıyıdan ba­kan kimsenin karşıyı görebileceğini söyledi.

Velid, ona tekrar mektup yazdı ve genel saldırıdan önce gönderi­lecek küçük birliklerle bu denizin iyice incelenip denenmesi gerektiği­ni söyledi.

Bunun üzerine Musa, kendisine bağlı Tarifi -yukarıda da belirtti­ğimiz gibi- gönderdi. Tarif gittiği savaştan başarılı bir şekilde döndük­ten sonra Endülüs beldelerini öve öve bitiremedi. Bunun üzerine Mu­sa, kahraman fatih Tarık ibn Ziyad'ı gönderdi. Tarık denizi aştı ve bu­gün kendi ismiyle anılan Cebel-i Tarık'a ulaştı. Tarih hicri 91 yılının şaban ayı idi.

Rivayet edildiğine göre Tarık ibn Ziyad denizi geçip karaya, yani Endülüs'e ulaşır ulaşmaz askerlerinin dönüş yollarını kesmek için bütün gemileri yaktı. Askerler de bütün güçleriyle savaşa giriştiler. Tank ibn Ziyad onlara o muhteşem hutbesini okudu. Bu hitabesinde Tarık, Allah'a hamd ve sena ettikten ve müslümanları cihada teşvik ettikten sonra şöyle diyordu:

Ey insanlar! Artık nereye kaçacaksınız? Arkanız deniz, önünüz düşman. Vallahi sizin için sadakat ve sabırdan başka yapacak bir şey yoktur. Biliniz ki bu yarımadada siz, şerefsiz ve adi kimsele­rin ziyafetindeki yetimlerden daha zavallı bir durumdasınız. Düşmanınız ordusu ve silahlarıyla sizin karşınıza çıktı. Onun yi­yecek ve azığı boldur. Sizin kılıçlarınızdan başka yükünüz yok­tur. Düşmanınızın elinden alacağınız şeylerden başka da azığınız yoktur.

Fakr u zaruret içinde günleriniz geçer de işinizi bitiremezseniz kuvvetiniz gider. Düşmanınızın kalplerinde size karşı duydukları korkunun yerini cesaret duygusu alır. O halde bu zalimin (yani Lezrik'in) işini bitirerek kendinizi böyle bir akıbete düşmekten kurtarınız. En sağlam şehri onu sizin önünüze getirip bıraktı. Ölü­mü göze alırsanız bu fırsatı değerlendirmek mümkündür.

Doğrusu ben sizi uzağında olduğum bir şeye karşı uyarmıyorum ve ben önce kendi canımı ortaya koymadan da sizi canların çok ucuza gittiği bir yola sevketmiyorum. Biliniz ki zorluklara biraz sabrederseniz daha müreffeh ve daha zevkli şeylerden uzun süre yararlanırsınız. Artık kendi nefsinizi bana tercih etmeyin. Çünkü bu konuda sizin payınıza düşen benim payıma düşecek olandan daha fazla değildir.

Sonra şöyle dedi:

Halife Velid ibn Abdülmelik Arab kahramanlarının içinden sizi seçti ve bu yarımadanın krallarına sizlerin akraba ve damatlar ol­manızı istedi. Çünkü sizin vuruşmaktan mutluluk duyacağınıza ve kahramanlarla savaşmayı göze alacağınıza güvenmektedir. Bunu, Allah'ın kelimesini yüceltmek ve O'nun dinini bu yarımadada ha­kim kılmaktan dolayı elde edeceğiniz sevabdan kendisi de pay al­mak ve elde edilecek ganimetleri başkalarına ve diğer mü'minlere

değil sadece size vermek için yaptı. Her iki dünyada da şan ve şe­refle anılacağınız zor işlerinizde yardımcınız Allah Teâlâ'dır.

Biliniz ki sizi davet ettiğim şeye ilk icabet eden benim. İki ordu karşı karşıya geldiği zaman bu milletin zorbası olan Lezrik'e biz­zat saldıracağım ve inşallah onu öldüreceğim. Siz de benimle bir­likte saldırın. Ben ölmeden onu öldürürsem bu iş için ben size ye­terli olurum ve işlerinizde kendisine dayanacağınız akıllı bir kah­ramana da ihtiyacınız olmaz. Eğer ona ulaşmadan ben ölürsem bu kararımı benim yerime siz uygulayın ve bu yarımadanın fethi işin­de sadece bu zalimin öldürülmesiyle iktifa edin. Çünkü onlar bu zalimin öldürülmesinden sonra meydanı terkedip gideceklerdir.*

Bu esnada askerlerin kalpleri sevinçle dolmuş ve üzerlerinde zafer rüzgarları esmeye başlamıştı. Rablerinin kendileri için hazırlayacağı başarı ve kurtuluşu sanki gözleriyle görüyormuş duygusuna kapıldılar. Komutanları Tarık b. Ziyad'a dediler ki: "Senin karar verdiğin şeye ay­kırı olan bütün arzu ve beklentilerden alakamızı kestik. Sen bizi zalim Lezrik'in yanına götür. Biz seninle beraberiz ve senin emrindeyiz."

Sonra müslüman kuvvetlerle Endülüs'te egemen durumda olan Got kralı Lezrik'in askerleri arasındaki nihâi savaş hicri 92 yılının 28 Ramazanında (19 Temmuz 711) cereyan etti, Got Lezrik'in mağlubiye­ti ve müslümanların galibiyeti ile sonuçlandı.**

Tarihi rivayetlere göre Tarık ibn Ziyad Lezrik'i gördüğü zaman şöyle dedi: "Kavmin zorbası işte budur." Yanına varıncaya kadar yak­laştı, başına bir kılıç darbesi vurdu ve tahtmdayken onu öldürdü. Adamları liderlerinin öldüğünü görünce hemen çatışmaya giriştiler. Fakat zafer müslümanların oldu. Düşmanın hezimeti bir noktada dur­madı. Belde belde, kale kale teslim oluyorlardı.

Tarık'tan sonra Endülüs'e Musa ibn Nusayr geldi ve fethi daha da genişletti. Yarımadanın içlerine kadar girdi. Musa ibn Nusayr, zaferi

Bu hutbe hakkında şüphe edenler vardır. Bununla ilgili ayrıntılar ve verilen cevaplar için Melamihu'l-Edebîyye isimü kitaba bakınız, s. 174 ve devamı. * Daîmt'ûl-Mearİfil-İsİâmiye, c. V, s. 33

taçlandırmak ve fethi genişletmek için hicri 93 yılının Ramazan ayın­da (miladi 712 Haziran) Endülüs'e girdi.

Rivayete göre Tarık ibn Ziyad, Endülüs'ün fethi üzerine bir kasi­de söylemiştir. Aşağıdaki beyitler bu kasideden alınmıştır:

Geçmek için karşıya ziftleyerek bindik gemiye, Belki Allah bizden canlarımızı ve mallarımızı Cennet karşılığında satın alır diye. Biz bir şeyi arzu ettiğimiz zaman kolaylaştınlır. Aldırış etmeyiz canlarımızın eriyip gittiğine İşte o zaman kavuşuruz layık olduğumuza

Târik ibn Ziyad bu kasidesinde Tevbe sûresinin şu ayetine işaret ediyor:

Allah mü'minlerden mallarını ve canlarını, kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda sa­vaşırlar, öldürülürler, ölürler. Bu, Tevrat'ta, İncil ve Kur'an'da Al­lah'ın verdiği gerçek bir sözdür. Allah'tan daha çok sözünü yeri­ne getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış­verişinizden dolayı sevinin işte bu, gerçekten büyük kazançtır. (Tevbe/11)

İşte böylece mübarek Ramazan ayının sermayesine ebedi ve şe­refli hatıralardan yeni yeni varidatlar/gelirler eklenir.

Hicri 91 yılının Ramazan ayında Berberi Tarifin komutasındaki birlikle Endülüs'ün fethi başladı.

Hicri 92 yılının Ramazan ayında fethi gerçekleştirmek için Tarık ibn Ziyad saldırıya geçti.

Hicri 93 yılının Ramazan ayında fethi genişletmek için Musa ibn Nusayr taarruza geçti.

Adeta Ramazan ayı, İslâm'ın Endülüs'te/bu kaybedilmiş cennette Övünülecek olaylarla buluşma zamanı gibidir.

Evet Endülüs, parçalanma ve ayrılıklar yüzünden kaybedilmiş bir cennettir. Birlik ve kardeşlik ruhunun ortadan kalkması onu kaybettir­miştir. Bunun arkasında zillet/ahlâk bozukluğu ve alçaklık vardır. Şâir ve fakih Ebu'1-Beka Salih ibn Şerif er-Rindi bu yitik cennet için söyle­diği mersiyede bunu bir miktar tasvir etmiştir. Onun söylediği bu be­yitler, kutsal değerlerini korumaları için tüm müslümanların azim ve gayretlerini teşvik edip yönlendiren beyitlerdir:

Ey yarış meydanlarında kartallar gibi

Hızlı ve cılız atların binicileri!

Ey toz bulutlarının karanlığında ateşler gibi

Keskin Hint kılıçlarının taşıyıcıları!

Ve ey denizin ötesinde refah içinde yaşayanlar

Onlar da kendi ülkelerinde güçlü ve kuvvetli idi.

Endülüs halkından haberiniz var mı?

Onların haberlerini taşıdılar yolcular.

Nice mazlumlar bizden yardım istediler

Onlar öldürülüp esir edilirken insanlar etkilenmediler.

Ey Allah'ın kulları, sizler kardeş olduğunuz halde

Nedir aranızdaki kopukluk (olur mu bu) İslâm'da?

Evlerdeki canlara hiç mi himmet yok?

Hayra destek verip yardım eden de mi yok?

Ne kötüdür izzetten zillete düşen kavmin durumu

Onların hali küfür ve isyan halidir.

Dün kendi ülkelerinde sultan idiler

Bugün küfür diyarında köle oldular.

Şayet onları görürsen şaşkın ve çaresiz,

Üzerlerinde türlü türlü zillet elbisesiyle

Ve görürsen ağladıklarını satılırlarken

Bu bir felakettir, üzüntüler aklını başından alır.

Ya rabbi! Anne ile çocuğun arası ayrılmış

Tıpkı bedenlerle ruhların ayrıldığı gibi

Bunun gibisine kalp erir üzüntüsünden

Şayet o kalbin varsa imanı ve islâmı.

Gerçekten müslümanların bugün bu feryatları düşünmeye ve ib­ret almaya ne kadar da çok ihtiyaçları var ve gece dünkü geceye ne kadar da benziyor. Ülkelerini özgürleştirmek, haksızlıkların hesabını sormak ve utanç verici durumları ortadan kaldırmak gibi, rablerinin, inançlarının, şeref ve haysiyetlerinin kendilerinden istediği şeyler karşısında müslümanların omuzlarına yüklenen sorumluluklar ne ka­dar da ağırdır.

Eninde sonunda emir Allah'ındır. O gün mü'minlerde Allah'ın yar­dımıyla sevineceklerdir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok esirgeyicidir. (Rûm/4) [74]

 

Müminlerin Annesi Hz. Aişe

 

Hicretin 58. yılında mübarek Ramazan ayının onyedisi salı gece­si mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.a) rabbine kavuştu. Hz. Aişe'nin ba­bası Ebubekir (r.a), annesi Ümmü Rûman binti Umeyr'dir. Annesi Um-mü Rûman da müslüman olmuş, hicret etmiş ve sıkıntılara katlanmış bir kadındır. Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle buyurur: "Kim cennet hurilerinden bir kadın görmek isterse Ümmü Rûman'a baksın!"

Hz. Aişe, İslâm'a ve İslâm peygamberine çok büyük hizmetler et­miş ve onu korumuş olan Hz. Ebubekir'in kızı ve Hz. Peygamber'in eşidir. Hz. Peygamber'in evlendiği tek bakiredir. Hz. Hatice'den sonra eşlerinin içinde en çok sevdiğidir. Ondan başka hiçbir eşinin yatağın-dayken Hz. Peygamber'e vahiy inmemiş, sadece onun yatağmdayken vahiy inmiştir. O kıyamete kadar okunacak olan Kur'an-ı Kerim'de Al­lah tarafından suçsuz ve temiz olduğu ilan edilen bir kadındır. İki ku­şaklı ölümsüz kahraman Esma binti Ebi Bekir'in kızkardeşidir.

Doğru ve doğrulanan yüce Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle demiştir: "Aişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü, tirit yemeğinin diğer ye­meklere üstünlüğü gibidir." Hz. Peygamber (s.a) kendisine Cebrail'in selamını tebliğ etmiş ve onun hem dünyada hem de ahirette Hz. Pey­gamberin eşi olduğunu haber vermiştir.

Amr ibn el-Âs, Hz. Peygamher'e (s.a): "Ya Rasûlullah, insanların içinde sana en sevgili olan kimdir?" diye sorunca şöyle cevap vermiştir:

- Âişe'dir.

- Ben erkekleri kastediyorum...

- Babasıdır!

İbn Sa'd'ın Tabakat'mââ rivayet ettiğine göre Hz. Aişe kendisin­den şöyle söz etmiştir: "Benim Hz. Peygamber'in (s.a) diğer kadınla­rına karşı on tane üstünlüğüm vardır..." "Bunlar nedir, ey mü'minle-rin annesi?" diye sorulunca şöyle dedi: "Benden başka hiçbir bakire­yi nikahlamadı. Benden başka hem annesi hem babası hicret eden başka bir kadını nikahlamadı. Allah Teâlâ benim beratımı (suçsuzlu­ğumu) gökten indirdi. Cebrail, Harire denilen yerde ona gökten be­nim suretimi (resmimi) getirdi ve "bununla evlen!" dedi. Ben ve Ra­sûlullah (s.a) aynı kaptan yıkanırdık. Diğer hanımlarından hiçbirisine bunu yapmazdı. Ben önünde uzanmış bir haldeyken namaz kılardı. Bunu da diğer kadınlarından hiçbirisinin yanında yapmazdı. O be­nimle beraberken kendisine vahiy inerdi. Diğer hanımlarından hiçbi-risiyle beraberken ona vahiy inmezdi. Allah Teâlâ onun ruhunu benim kucağımda iken aldı. Benim nöbetimde iken vefat etti ve benim evi­me defnedildi!"

Hz. Âişe (r.a) Allah ve Rasülü'nün rızasını kazanmayı dünya ha­yatının metaına ve süsüne tercih ederdi. Bu konuda rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) bir gün Hz. Âişe'nin yanına girdi ve ona şöy­le dedi: "Sana bir mesele arzedeceğim; annen ve babanla istişare etme­den cevap vermede acele etmen gerekmez."

Hz. Aişe "Nedir bu mesele?" diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a) ona Ahzab/28-29 ayetlerini okudu:

Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: "Eğer dünya hayatını ve sü­sünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de si­zi güzellikle salıvereyim, Eğer Allah'ı, Peygamberini ve âhiret

yurdunu diliyorsanız, bilin ki Allah içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükafat hazırlamıştır." (Ahzab/28-29)

Hz. Aişe şöyle cevap verdi: "Hangi konuda ebeveynimle istişare etmemi emrediyorsun? Elbette Allah'ı, Rasûlü'nü ve ahiret yurdunu is­tiyorum."

Bu cevap Hz. Peygamber'in hoşuna gitti.[75]

Akkâd'ın es-Sıddîka binî es-Sıddîk isimli kitabında anlatıldığına göre Hz. Aişe iyilik, hayır ve asalet sıfatlarının pek çoğunda babasıyla ortak özelliklere sahiptir. Akkad şöyle demektedir:

Hz. Aişe, erkeklerle kadınlar arasında nadir bulunan hasletlerin pek çoğunda babasının kızı idi. Fakat en çok da babasının meşhur olduğu sadakat hasletinde babasına benziyordu. Hz. Ebubekir, bu özelliğinden dolayı Sıddîk lakabıyla anılmış, daha çok bu lakapla tanınmış, hatta neredeyse insanlar onu, ebeveyninin verdiği isim­le çağırmayı unutur hale gelmişti.

Onun sadakati, nefislere çok ağır gelen zor ve kritik imtihanlar­dan geçmiş ve değerli bir madenden, asaletli bir soydan süzülüp gelmiştir. Hz. Aişe, muhterem babasından aldığı bu nefis mirasın asaletini gösteren bir numunedir. Hilafet meselesi üzerindeki ih­tilaflar yüzünden İslâm alemini kuşatan felâketlerde etrafta bir sürü uydurma hadisler dolaşmaya başlamıştı. İnsanlar kendi gö­rüş ve gruplarını desteklemek, karşı tarafı sindirmek ve küçük düşürmek için kasıtlı olarak hadisler uyduruyorlardı. Uydurma­cılar, Peygamber'e hadis uydurmada uzman olmuşlardı. Onların bu uzmanlıkları, senelerce bu rivayetleri araştıranları sıkıntıya sokmuştu.

Hilafet konusundaki bu tartışma ve çekişmelere Hz. Aişe de ken­di iradesiyle iştirak ediyor veya istemediği halde bu tartışmaların içine sürükleniyordu. Karşı tarafın görüşünü çürüten ve kendi tarafını des­tekleyen bir hadis rivayet ettiği zaman sözüne en fazla kulak verilen kişi Hz. Aişe idi. Fakat o kendisine nisbeti sabit olan rivayetlerin içinde uzaktan, yakından şüpheyi celbedecek veya başka rivayetlerle destek­lenmeyecek hiçbir hadisi rivayet etmemiş, dilleri yanlış konuşturan ve akılları saptıran bu psikolojik eğilimlerin etkisiyle isteyerek hiç bir ke­limenin yerini değiştirmemiş/anlamını bozmamıştır. Bu konuda bun­dan daha zor başka bir imtihan olamaz. Bunun içindir ki ondan hadis rivayet edenler rivayetlerinde şöyle derler: "Bize Sıddîk'm kızı Sıddî-ka haber verdi."

Babasına benzeyen özelliklerinden birisi de keskin zekası, kavra­ma kabiliyetidir. Anlama süratinde, öğrenmede ve zihninde olan her şeyi ihata etmek gücünde, kadın olsun erkek olsun kendi çağında ya­şayanlar arasında hiç kimsenin onun seviyesine ulaşabileceğini sanmı­yoruz. Ebu'z Zinad dedi ki: Urve ibn Zübeyr kadar şiir rivayet eden hiç kimse görmedim. Kendisine: "Ne kadar da çok şiir rivayet ediyorsun!" denilince o şöyle demişti: "Benim rivayet ettiğim şiirler Hz. Aişe'nin rivayeti kadar değildir. Çünkü onun başına ne gelmişse onun için mut­laka bir şiir söylemiştir."

Urve ibn Zübeyr, teyzesi Hz. Aişe'yi en çok seven, ona en çok saygı gösteren insandı. Hz. Aişe'den bize nakledilen haberlerdeki de­lil/belge niteliğindeki şiirleri bize nakleden kişi de Urve'dir. Bu şiir­ler Hz. Aişe'nin hafıza gücüne ve konulara uygun şiir okumadaki maharetine dair Urve'nin söylediği şeylerin doğruluğunun da bir ka­nıtıdır.

Hz. Aişe'nin (r.a) çeşitli konularda ve ahkam hakkında Hz. Pey-gamber'den (s.a) 2210 hadis rivayet ettiğini hatırlayacak olursak onun öğrendiği ve muhafaza ettiği ilmi ve fıkhi birikimin büyüklüğünü kav­ramış oluruz. Hal böyle olunca Ebu Musa el-Eş'ari: "Ne zaman zor bir mesele ile karşılaşsak ve onu Hz. Aişe'ye sorsak onun hakkındaki bir bilgiyi Hz. Aişe'de bulurduk" demekte haklıdır. "Hz. Aişe insanların en fakihi, en bilgilisi ve halk içinde en güzel görüş ileri süreni idi. Ona fetva danışırlar ve feraiz konularında ondan sorarlardı" diyen Ata ibn Ebu Rebah da bir hakikati dile getirmektedir.

Bu dünyada 66 sene hayat süren Hz. Aişe hicretin 58. yılında, mü­barek Ramazan ayının 17. gecesi, bir salı gecesi rabbinin çağrısına ica­bet etti/Hakkın rahmetine kavuştu.[76]

Aynı gece vitir namazından sonra vasiyetine uygun olarak Baki kabristanına defnedildi. Cenazesinde Medineliler ve Medine dışından gelenler toplandılar. İnsanların bundan daha kalabalık olduğu başka bir cenaze görülmedi. Cenaze namazını Ebu Hureyre kıldırdı.

Allah kendisinden razı olsun. [77]

 

Ramazanda Zellâka Savaşı

 

Zellâka savaşı, hicretin 479 senesinin mübarek Ramazan ayının ilk cuma günü vuku buldu.[78]

Zellâka İslâm'ın yitik cenneti Endülüs'te Kurtuba şehri yakınların­da bir yerdir. Burada müslümanlarla Avrupalılar arasında Zellâke sava­şı cereyan etti. Zellâka'nın Endülüs'ün batısında Batlimos bölgesinde­ki Zellâka vadisi olduğu söylenir.

Bu savaşta müslümanlar, düşmanlannı büyük bir hezimete uğrat­tılar. Allah Teâlâ İslâm ve müslümanlara eşsiz bir zafer nasib etmiş ve "Zellâka vak'ası" diye darb-ı mesel olmuştur.

Bu savaşın sebebi Kastilya kralı Ezfoneş diye isimlendirilen 6. Al-fonso'nun Endülüs'teki müslümanların sultanı el-Mutemid ibn Abbad'a saldırması ve onu, müslümanların elindeki Kurtuba şehrinden çıkar­makla tehdit etmesidir.

6. Alfonso bu maksatla iki ordu hazırladı ve iki adamının komu­tasında bu orduları müslümanlarla savaşmak üzere yola çıkardı. Sonra kendisi de üçüncü bir ordunun başına geçerek el-Mutemid'in üzerine yürüdü. Ona alaylı bir mektup gönderdi.[79]

O mektubunda Mutemid'e şöyle diyordu:

Uzun süre oturmaktan bulunduğum yerde sinekler çoğaldı ve ba­na bir ateş bastı. Sarayından bana bir yelpaze gönder de onunla kendimi rahatlatayım ve yüzümdeki sinekleri kovalayayım.

Mutemid sayı ve teçhizatça kral Alfonso'dan daha az olmasına rağmen onun mektubunun arkasına şu sözleri yazarak kendisine gön­derdi:

Mektubunu okudum ve, kadar kibirli ve kendini beğenmiş biri ol­duğunu anladım. İnşallah senin için sert darbeli, meşinden yapıl­mış öyle yelpazeler hazırlayacağım ki, o yelpazeyi salladıkça sen­den bir şeyler götürecek fakat seni rahatlatmak açısından hiçbir yaran olmayacak.

Bu cevabı alınca Alfonsa dehşete kapıldı.

Mûtemid, Mağrib müslümanlarmın sultanı Yusuf ibn Taşfin'den yardım istemeye karar verdi. Bu konuda ona bir elçi gönderdi. Yusuf ibn Taşfin "Ben kendimi bu dinin zaferi için adadım" cevabını gönderdi.

Mutemid'in, Yusuf ibn Taşfin'den yardım istemesinden korkuya kapılan bazı adamları ona dediler ki: "Bu, onun Endülüs ülkesine göz dikmesine ve senin elinden idarenin alınmasına sebep olur." Onlar bu iddialarında ısrar ettikleri ve tekrar tekrar: "Melik kısırdır, iki kılıç bir kında birleşmez" dedikleri zaman Mutemid onlara şu meşhur cevabı verdi: "Develere çoban olmak, domuzlara çoban olmaktan daha hayır­lıdır." O bu sözüyle Yusuf ibn Taşfin'e yenilip onun yanında esir olup çölde onun develerini gütmesinin, Alfonso'ya yenilip esir olmasından ve Kastilya'da onun domuzlarını gütmesinden daha hayırlı olduğunu kastetmiştir.

Onlar Yusuf ibn Taşfin'den yardım istemekten vazgeçmesi için ıs­rarlarını artırınca Mutemid onlara şöyle dedi:

Ey cemaat ben, iki durumla karşı karşıyayım: Birisi kesin bilgi durumu, diğeri şüphe durumu. Benim bu iki durumdan birisini tercih etmek mecburiyetim vardır. Şüphe durumu şudur: Ben şa­yet İbn Taşfin veya Ezfoneş'e güvenirsem onların bana vefalı dav­ranmaları ve bu vefakarlıklarını devam ettirmeleri de mümkün­dür, vefalı davranmamaları da mümkündür.

Kesin olarak bilinen duruma gelince, şayet ben Yusuf ibn Tafşin'e güvenirsem Allah'ı razı etmiş olurum; Şayet Ezfoneş'e (Alfon­so'ya) güvenirsem Allah'ın gazabına sebep olurum. Şüpheli du­rumda bir arıza varsa ben o zaman hangi sebeple Allah'ın razı ol­duğu şeyi bırakıp gazabına sebep olacak şeyi yapacağım?!

Bu cevapla onları susturdu.

Yusuf ibn Taşfin, Mutemid'in yardım talebini hemen kabul etti ve düşmanın mü si umanlardan uzaklaştırılmasında ortak hareket etmek için ordusuyla birlikte denizden Endülüs'e geçti. Alfonso, Yusuf ibn Taşfin'in hareket ettiğini öğrendiği zaman ona bir mektup yazarak onu tehdit etti. Yusuf ibn Taşfin, mektubun arkasına cevap olarak sadece şu kelimeleri yazdı. "Olacakları göreceksin." Alfonso bu cevap karşısın­da irk ildi.

Mutemid ibn Abbad ile Yusuf ibn Tafşin buluştular, kucaklaştılar ve karşılıklı yardımlaşmak üzere sözleştiler. Her ikisi de diğerine dost­luk ve sevgi duygularını arzetti. Allah'ın nimetlerine şükrettiler, birbir­lerine sabır ve rahmet tavsiye ettiler. Kâfirlerle yapacakları savaştan alacakları galibiyeti birbirlerine müjdelediler. Bu savaşın, rızasına uy­gun ve O'na yaklaştırıcı bir amel olması için Allah'a dua ettiler.

Mutemid, Yusuf ibn Tafşin'e çok sayıda değerli hediyeler verdi. Şafak vaktinin ilk ışıklarıyla birlikte sabah namazını kıldılar, sonra İşbiliye'ye doğru gitmek üzere anlaştılar. Endülüs'teki irili ufaklı diğer müslüman devletler de onları desteklediler. Çünkü 6. Alfonso herkesi ordusuna katmış ve gücünü genişletmek ve büyütmek için elinden ge­len her şeyi yapmıştı.

Mutemid ibn Abbad, savaşa doğru giderken şu beyitleri tekrarla­maya başladı:

Kurtuluş elbette çok yakındır. Harikadır sana getireceği. Gazan mübarek olsun şimdiden Bunun sonu yakın bir fetihtir. Elbette öyle bir gün olacak ki, Bedir gününe benzer, (denilse yeridir.)

Tarihi kaynakların rivayet ettiğine göre Alfonso, Mutemid ve Yusuf ibn Taşfin'e hile yapmak istedi. Perşembe günü Mutemid'e bir elçi gön­dererek şöyle dedi: "Yarın cuma, sizin bayramınız; pazar günü de bizim bayramımız. Bu sebeple aramızdaki savaşı cumartesi günü yapalım."

Mutemid bunun bir hile ve tuzak olduğunu anladı. Alfonso bunun­la şunu yapmaya çalışıyordu: Müslümanlar rehavete kapılacaklar, bu tuzağa düşerek yanlarına silah ve teçhizatlarını almayacaklardı. Alfon­so da aynı gün adamlarıyla birlikte müslümanların gafil olduğu bir an­da onlara saldıracaktı.

Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

Ey iman edenler! Tedbirinizi alın! (Nisa/70)

O kafirler size ansızın bir baskın yapmak için silahlarınızdan ve eşyalarınızdan ayrı kalmanızı arzu ederler. (Nisa/102)

Mutemid, İbn Taşfin'e giderek Alfonso'nun hilesini ona haber ver­di. Mutemid cuma gününe herkesin hazırlığını tamamlamasını istedi. O geceyi hazırlıklı ve tedbirli olarak geçirdiler. Gecenin bir kısmı geç­tikten sonra zahit ve fakih Ebu'l-Abbas Ahmed ibn Rumeyle el-Kurtu-bi sevinç ve mutlulukla uykusundan uyandı. Mutemid'in bölgesinde bulunuyordu. Rüyasında Hz. Peygamber'i (s.a) gördüğünü ve kendisi-

ne bu gecenin sabahında fethin gerçekleşeceğini ve kendisinin de şehit olacağını müjdelediğini anlattı. Bir zahit ve fakih olan Ebu'l-Abbas, düşmanın cuma günü hücuma geçeceğini anladı. Bu sebeple hazırlığı­nı yaptı, dua etti. Allah'a yakardı. Başını yağladı ve güzel kokular sü­ründü. Sanki Allah Teâlâ ile buluşmaya hazırlanıyordu.

Bu haber süratle Mutemid'in kulağına ulaştı. Derhal bunu Yusuf ibn Tafşin'e de bildirdi.

Cuma gecesi Mutemid'in ordusundaki keşifle görevli süvariler­den iki tanesi geldiler ve Alfonso'nun ordusunda olağandışı bir hare­ketliliğin olduğunu haber verdiler. Daha başka pek çok kişi de bu ha­beri doğruladılar. Sonra müslümanlardan düşman ordusuna sızan ba­zı kişiler geldi ve Mutemid'e, Alfonso'nun askerlerine şöyle dediğini işittiklerini bildirdiler: "İbn Abbad bu savaşların kışkırtıcısıdır. Bu adamlar çöl bedevileridirler. Her ne kadar kendilerine tevdi edileni koruma ve savaşmakta maharetli iseler de bu bölgeyi tanımıyorlar. Bunlara İbn Abbad komuta ediyor. Hedefinizde o olsun ve ona hü­cum edin. Sabırlı olun. İbn Abbad'ı keşfederseniz/onu görürseniz ar­tık o bedevilerin sizin için hiçbir önemi yoktur. Ona karşı gerçek an­lamda bir saldırıda bulunursanız size direnip dayanabileceğini zan­netmiyorum."

Hazırlanan tuzak bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Frenk askerleri aniden müslümanlara saldırdılar. Harp başladı, çok çetin ve şiddetli bir çatışma oldu. İlk başlarda müslümanların işi zordu. Tarihçi el-Makar-ri'nin de dediği gibi İbn Abbad, eşi görülmemiş bir sabır örneği göster­di. Mutemid'in bazı askerleri geri çekildi. Oğlu Abdullah da geri çeki­lenlerin içindeydi. Mutemid aldığı yaralarla bitkin düştü. Başından al­dığı bir darbe ile kafasının bir bölümü şakağına kadar yarıldı. Sağ eli yaralandı. Böğründen mızrak darbesi yedi. Altında üç tane at öldü. Atın birisi ölünce diğerini altına çektiler. Ölüm havzalarına yöneliyor, sağa sola koşuyordu.

Rivayete göre o gün küçük oğlunu hatırladı. Onu çok severdi. Ge­ride hasta olarak bırakmıştı. Çocuğun künyesi Ebu Haşim idi. Oğlunu hatırlayınca Mutemid şu beyitleri söyledi:

Ey Ebû Haşim, kılıçlar beni parçaladı.

Allah için sabrediyor, yanıp tutuşuyorum.

Toz duman içinde seni hatırladım.

Seni hatırlamak bile beni yolumdan alıkoymadı.

Yusuf ibn Taşfin askerleriyle savaşa katılmada biraz yavaş dav­ranmıştı. Belki de o Alfonso'nun bu kalleşliğe cesaret edemeyeceğini zannetmişti. Fakat askerlerinin içindeki öncü birlikler başlarında ko­mutanları Davud ibn Âişe olduğu halde savaş meydanında göründüler. Bu komutan kahraman, gözü pek ve cesur bir kişi idi. Sonra İbn Taş­fin de harekete geçti. Davullarının sesi semaya yükseliyordu. Tarih,[80] bu olayı şöyle anlatıyor: Yusuf ibn Taşfin, Alfonso'nun ibn Abbad'a sal­dırdığım ve askerlerinin büyük bir kısmını ona yönelttiğini görünce derhal harekete geçti, bütün gücüyle onlara saldırdı ve karargahlarına kadar püskürttü. Böylece İbn Abbad da dağılan birliklerini topladı ve düzene soktu. Zafer kokuları gelmeye başlamıştı. Birbirlerine kazana­cakları zaferi müjdelediler.

Tarihin anlattığına göre, öğle vaktinde zafer rüzgarları esti. Allah mü'minlerin kalbine bir huzur indirdi. Yüce dinine yardım etti. Müslü­manlar düşmanlarının kral ve adamlarına şiddetli bir hamle yaptılar ve onları bulundukları yerden söküp attılar. Düşman kuvvetleri arkalarını dönüp kaçtılar. Boyunları vuruldu, kılıçtan geçirildiler, mızrak darbe­leri yediler, nihayet bir tepeye ulaştı ve oraya sığındılar. Gece karanlı­ğı basınca mağlup ve korkmuş bir vaziyette kaçtılar. Müslümanlar, on­ların kaçarken bıraktıkları aletleri, silahları, çadırları, kapları ve diğer eşyaları ele geçirdiler.

Allah Teâlâ düşmanı hezimete uğrattı. Müslümanlar her yönden onları takip ederek öldürdüler. Alfonso -Allah'ın laneti üzerine olsun-dokuz adamının içinde kaçarak kurtuldu.[81] Bu, Endülüs'teki meşhur fetihlerden birisidir. Allah bu fetihle dinini güçlendirdi, kelime-i tevhi­di yüceltti ve lanetli Alfonso Endülüs yarımadasını kendi saltanatına katma ve liderlerini kendisine hizmetçi yapma hesaplarını yaparken onun ümidini kırdı. Bu zafer, tamamen müslümanların güzel niyetiyle gerçekleşti.

Bu olay müslümanlar arasında Zellâka vakası diye anılır. Müslü­manların düşmanlarıyla karşı karşıya gelmeleri yukarıda da belirttiği­miz gibi hicri 479 yılının 13 ramazan cuma günü gerçekleşmiştir. Yu­suf ibn Taşfin ve adamları bu büyük olaydan sonra zafer kazanmış ve fethi gerçekleştirmiş kişiler olarak geri döndüler. Endülüs halkı onların mevcudiyetinden büyük bir mutluluk duydular. Müslümanların Emi-ri'nin (Yusuf ibn Taşfin'in) kendilerine uğur ve bereket getirdiğini ifa­de ettiler. Mescid ve minberlerde kendisine bol bol dualar edildi. En­dülüs yarımadasındaki methi ve övgüsü bu yarımadaya olan sevgisini artıracak ölçüde yayıldı. Endülüs daha önce Hristiyanların istilaları ve bütün Endülüs meliklerini haraca bağlamaları sebebiyle yok olmakla karşı karşı kalmıştı. Allah Teâlâ, Ernir'ul-Müsliminin elinde düşmanı perişan edip hezimete uğratınca insanlar ona büyük saygı gösterdiler ve onun için kalplerde sevgi duygulan yerleşti.

Böylece hicri 479 yılının mübarek Ramazan ayı apaçık bir zafere ve büyük bir fethe şahit oldu. İslâm devleti bu zaferle güçlendi, müs­lümanların kelimesi yüceldi ve İslâm tarihinde Ramazan hatıralarına bir yenisi daha eklendi. [82]

 

Ramazan Kahramanlarından Mücahid İmam Abdullah İbn El-Mübarek

 

Hicri 181 yılının Ramazan ayında mücahit imam Abdullah ibn el-Mübarek rabbine kavuştu? Bu imamın hal tercümesi şöyledir:

O, etbau't-tâbiînden faziletli bir kişidir. Künyesi Ebu Abdirrahman Abdullah ibn el-Mübarek ibn Vadıh el-Mervezi'dir. İmam Nevevi on­dan söz ederken, onun her şeyde önder ve yüce bir kişi olduğunda ic-ma edildiğini söyler. Ebu Nuaym Hılyet'ül-Evliya isimli kitabında onu bir "Kur'an, hac ve cihad dostu" olarak vasıflandırır.

Abdullah ibn el-Mübarek hicri 118 yılında dünyaya geldi. Bere­ketli bir İslâmî ortamda yetişti. Yüce bir Muhammedi terbiye aldı. Söz­leriyle, davranışlarıyla, iyi hasletleri ve mücadelesiyle şöhreti bütün İs­lâm alemine yayıldı. O âlim ve zeki idi; zahit ve saftı; cesur ve onurlu idi, kerim ve cömert idi.

İlim tahsil etmek için pek çok Asya ve Afrika ülkesine yolculuk­lar yaptı. İşittiği her şeyi kaydetti. Kendisine "Niçin her işittiğin şeyi yazıyorsun?" diye sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: "Belki ba­na faydalı olacak kelime, henüz yazmadığım kelimedir."

Bundan sonra âlimler Hz. Peygamber'in hadislerinden her hangi birinde anlaşmazlığa düştüklerinde birbirlerine şöyle derlerdi: "Gide­lim bunu Abdullah ibn el-Mübarek'e soralım."

Abdullah bin el-Mübarek'in arkadaşlarından bir grup toplandılar ve dediler ki: "Gelin, Abdullah ibn el-Mübarek'in iyi hasletlerini birer birer sayalım."

Sonra onun güzel hasletlerini saymaya başladılar: İlim, fıkıh, ede­biyat, lügat, şiir, fesahat ve nahiv... bütün bunların hepsine aşinadır. Zühd, vera ve adalet sahibidir. Gece ibadetine düşkündür. Görüşünde isabetlidir. Kendisini ilgilendirmeyen faydasız şeylerle ilgilenmez. Ar­kadaşlarıyla ihtilafı azdır.

Abdullah ibn el-Mübarek bazı hocalarından ticaret mesleğini öğ­renmişti. Çok geniş ve karlı bir ticareti vardı. Rivayet edildiğine göre 400.000 (dirhem veya dinarlık) bir sermaye ile ticaret yapardı. Bu ser­maye ülkelerde dolaşır ve yıllık kazancı 100.000 (dirhem veya dinarı) bulurdu.

Ticaret onu ilim ve ibadetten alıkoymadı. İbadeti ve ilimle meşgu­liyeti de çalışma ve ticaretten alıkoymadı. Hatta temiz ve verimli bir ti­careti ibadetin bir parçası olarak görürdü. Bu sebeple kendisine şöyle denilmişti: "Sen bize zahitliği emrediyorsun, fakat biz senin Hora­san'dan Beled-i Haram'a (Mekke'ye) mallar getirdiğini görüyoruz. Bu nasıl iş?"

O şöyle dedi: "Ben bunu sadece yüzümü korumak, onurumu yü­celtmek ve rabbime itaatte ondan destek ve yardım almak için yapıyo­rum. Ben ne zaman gerçeği görürsem hemen ona koşarım."

Böylece İbn el-Mübarek bu yolculuklarında hem araştırma, ince­leme, bol bol ilim öğrenme yoluyla dini ve ruhi faydalar elde eder, hem de ticaret ve kazanç yoluyla maddi faydalar elde ederdi. Neticede hem insanların kendisine müracaat ettiği, âlimlerin fetva sorduğu bir ilim otoritesi, hem de iş hayatında parmakla gösterilen büyük bir şahsiyet olmuştu. Bütün bunların dışında savaş meydanlarında da bir kahraman ve mücahid olmuştu.

İlmiyle, canıyla, malı ve silahıyla cihad etmişti. Savaşların hepsi­ne iştirak etmişti. Cihad konusunda insanlara gösteriş yapmayı değil, sadece Allah'ın rızasını kazanmayı arzu etmesidir. Bu sebeple savaşır­ken insanların kendisini tanımaması, amelinin sırf Allah rızası için ol­ması ve daha büyük sevapla onu mükafatlandırması için zaman zaman gizlenir ve yüzünü örterdi.

Rivayet edildiğine göre Abdullah ibn el-Mübarek Şam diyarında ilk defa cihad için çıktığı ve mücahitlerin gerçekleştirdikleri kahraman­lığı gördüğü zaman arkadaşına döndü ve ona şöyle dedi: "Biz Allah'a aitiz ve elbette O'na döneceğiz. Yazık şiirle geçen ömrümüze ve gece­lerimize. Halbuki burada cennet kapıları açıkken biz onu terketmişiz."

Belki de onun cihadın fazileti konusunda kitap yazmasının ve ci­hada teşvikinin sebeplerinden birisi de bu durumdur. Bu kitap, konu­sunda yazılmış ilk eserdir.

îbn el-Mübarek hayra ve ahlâki güzelliklere davet edici çok sayı­da şiir söylemiştir. Şu aşağıdaki beyitler onun gereksiz yere çok konuş­maktan dili korumaya çağıran bir şiirinden alınmıştır:

Dilini iyi koru çünkü dil

Kişiyi süratle öldüren bir katildir.

Bu dil kalbin bir postasıdır.

Kişinin aklına delalet eden bir delildir.

Allah sevgisinin nasıl olması gerektiğini de şöyle anlatır:

Allah'ı sevdiğini söylerken O'na isyan ediyorsun Ömrüme yemin olsun ki bu işte bir tuhaflık var. Sevginde samimi olsaydın O'na itaat ederdin Çünkü seven kişi sevdiğine olur itaatkâr.

Rivayet olunduğuna göre Abdullah ibn el-Mübarek savaş mey­danlarında da cihad ederdi. Arkadaşı zahit Fudayl ibn İyaz'm Kabe ci­varında ibadetle meşgul olduğunu ve oradan ayrılmadığını biliyordu. İbn el Mübarek buna üzülüyordu. Arkadaşı Fudayl'a bir mektup yaza­rak Kabe'de ibadeti bırakıp cihada yönelmeye çağırdı. Mektubunda ona şöyle diyordu:

Ey Haremeyn'in âbidi şayet bizi görseydin, Anlardın ibadetle kendini oyaladığını. O, yanaklarını göz yaşıyla boyarken Bizim boyunlarımız kanlarımızla boyanır. Ya da onun atı batıl yolda yorulurken Bizim atlarımız yorulur savaş gününde Siz güzel kokular sürünürsünüz. Biz at tırnaklarından uçuşan tozları sürünürken. Peygamberimizin sözlerinden bize ulaştı, Doğru, gerçek ve yalanlanamaz şöyle bir söz: Kişinin burnuna girmişse Allah yolunun tozları, Asla giremez oraya artık cehennemin dumanı. İşte Allah'ın kitabı bize beyan ediyor: Şehitler ölmez bunu kimse inkar etmiyor.

Fudayl Kabe'de bu mektubu okuduğu zaman ağladı ve şöyle dedi: "Ebu Abdirrahman doğru söylemiş ve bana öğüt vermiş."

Aradan günler ve yıllar geçti. Abdullah ibn el-Mübarek Fu-dayl'den önce vefat etti. Fudayl, onu rüyasında gördü ve ona: "Amel­lerden hangisini daha faziletli buldun?" diye sordu.

Abdullah ibn el-Mübarek "cihat ve savaşı" diye cevap verdi.

Fudayl "Allah sana ne yaptı?" diye sordu.

İbn el-Mübarek şöyle cevap verdi: "Allah beni öyle bir mağfiret­le affetti ki artık ondan büyük bir mağfiret olamaz!"

Abdullah bin el-Mübarek ömrünün sonuna kadar bir mücahit ve savaşçı olarak kaldı, geniş ilmi ve derin anlayışının ötesinde, sözleriy­le, davranışlarıyla, bir örnek oluşuyla, hal ve tavırlarıyla rabbine giden yolu insanlara gösterdi. Hicri 181 (miladi 797) yılının ramazan ayında Bizans topraklarında iştirak ettiği bir savaştan dönerken Hit beldesin­de vefat etti. Hit, Irak'ta, Fırat kenarında tahıl depolan üzerine kurul­muş meşhur bir şehirdir.

Altmış sene ömür sürdü.

Allah kendi yolunda şehit olmayı arzu eden bu zahit mücahidin, cihat eden salihlerin sevabından da mahrum etmeksizin ölümle sakin ve huzurlu bir şekilde buluşmasını dilemiştir. O bu haliyle bize, Al­lah'ın çekilmiş kılıcı Halid ibn el-Velid'in Ölüm döşeğindeki halini ha­tırlatıyor; o şöyle demişti: "Yüz veya yüze yakın savaşta bulundum. Vücudumda kılıç darbesi, mızrak dürtüsü veya ok yarası olmayan bir karış yer kalmadı. Ve işte şimdi develer gibi yatağımda ölüyorum. Kor­kakların gözü aydın olsun!"

Abdullah ibn el-Mübarek'in güzel bir konuşma üslubu ve etkileyi­ci bir Öğüt veriş şekli vardı.

Mesela ona: "Tevazu nedir?" diye sorulunca şu cevabı vermişti: "Zenginlere karşı tekebbürdür/büyüklük taslamaktır."

Şu söz de ona aittir: "Mü'min her fırsatta özür beyan eder durur. Münafık ise kendisini hataya düşüren işler yapar."

Günlerden bir gün bir kabirle bir çöplük ve gübre yığınının arasın­da durur. Kendisine: "Niye burada durdun?" denilince şöyle cevap ve­rir: Ben dünyanın iki hazinesinin araşma durdum; her ikisi de ibretler-

le doludur: Şu insanların hazinesidir (eliyle kabre işaret etti) şu da bi­riktirilen malların hazinesidir (eliyle çöplüğe işaret etti)."

İbn el-Mübarek'e "Kimler insandır?" diye soruldu "ilim adamları" diye cevap verdi. Tekrar soruldu: "Kimler sultandır?" Dedi ki: "zahitler (dünyadan el etek çekenler)." Tekrar soruldu: "Sefiller (alçaklar, ayak takımı) kimlerdir?" Şöyle dedi: "Dini kullanarak dünyalık elde edenler."

İbn el-Mübarek dedi ki: "İlim edinmek için uğraş vermeyen kişi­ye şaşarım. Acaba onun nefsi kendisini iyiliklere nasıl çağıracak?"

Fakihlerin zahidi ve âlimlerin mücahidi Abdullah ibn el-Müba­rek'e selam olsun. Tarihçiler arasında kaçanların sayısı hakkında ihtilaf vardır. Fakat Alfonso'nun ordusu­nun çok az bîr kısmının dışında hepsinin yok olduğunda görüş birliği bulunmaktadır. [83]

 

Ayn-ı Câlût Savaşı

 

Hicri 658[84] yılında mübarek Ramazan ayının 25. günü müslüman-ların yağmacı Moğollara karşı büyük bir zafer kazandıkları Ayn-ı Câ-lût savaş vuku buldu. Moğollar İslâm ülkesini perişan etmişler ve tüy­ler ürperten suç ve zulümler işlemişlerdi. Ayn-ı Câlût, işgal altındaki Filistin bölgesinde, Beysan ile Nablus arasında bir beldedir. Allah Te-âlâ, gasbedilmiş bu toprakları Arablara ve müslümanlara tekrar lütfe­der inşallah.

Bu büyük muharebenin kahramanı, hicri 657 yılı, 17 Zilkade Cu­martesi günü Mısır yönetiminin başına geçen Sultanu'l-Muzaffer Sey-fuddin Kutuz ibn Abdullah el-Meazzi'dir. Sultan Kutuz, Moğolların Fı­rat'ı geçtikten sonra Şam'a doğru ilerlediklerine, Halep ve civarına şid­detli saldırılar düzenlediklerine dair acı haberler geldiği zaman tahta çıkmıştı.

Melik'ün-Nâsır Salahaddin Yusuf[85] Sultan Kutuz'a bir elçi gönde­rerek ondan Moğollarla yapacağı savaşta yardım ve destek ister.

Salahaddin'in bu işte elçi olarak görevlendirdiği kişi, büyük âlim ve fakih Şeyh Kemalüddin Ömer ibn el-Adîm'dir. Sultan Kutuz savaş planı, gerekli mal, silah ve teçhizatın hazırlanması ve bu konuda insan­ların payına düşen şeylerin hesaplanması hakkında kendileriyle istişa­re etmek için kadıları, fakihleri ve toplumun ileri gelenlerini acele ola­rak topladı. Bu toplantıda bulunanların arasında büyük fakih ve müca-hid Izzüddin ibn Abdisselam da vardı. O, bu toplantıda sultana karşı özetle şunları söyledi:

Düşman İslâm ülkelerinin kapısına dayandığı zaman, artık onlar­la savaşmak herkesin üzerine vâcibtir. Sizin de cihad masrafları için vatandaşlarınızın yardım ve desteğine başvurmanız caizdir. Ancak vatandaşlarınızdan mâli yardım istemeniz için hazinede hiçbir şeyin kalmamış olması ve sizin de elinizdeki altın yaldızlı kemerleri ve değerli eşyaları satmanız şarttır. Her asker de biniti ve silahıyla sınırlı tutulmalı, halk ile onlar arasında da eşitlik ol­malıdır. Askerlerin elinde mal ve değerli eşyalar var iken halktan (cihada hazırlık için) mal toplanmasına gelince, bu caiz değildir.[86]

Aradan bir müddet geçti. Bu süre içinde Sultan Kutuz savaş hazır­lıklarını yaptı. Moğolların zulmü o kadar artmıştı ki hatta bu zulüm Fi­listin topraklarında el-Halil ve Gazze beldelerine kadar uzanmış, er­kekleri öldürmüşler, kadınları ve çocukları esir etmişler ve çok sayıda esiri götürmüşlerdi.

Melikü'l-Muzaffer Seyfuddin Kutuz, -Allah rahmet eylesin- Mo­ğollarla karşılaşmaya karar verdi. Ramazan ayında Şam ve Mısırlılar­dan oluşan büyük bir ordu ile Mısır'dan çıktı.

Sultan Kutuz, savaş.zamanında -ki Ramazan ayı idi- valilere ta­sarruf yapmalarını; az bir yiyecek ve giyecekle yetinmelerini emretti. Onlara iftar sofraları kurmayıp herkesin sadece bir parça et ile iftar et­mesini emretti.

Sultan Kutuz, askerleriyle birlikte yolculuğunu sürdürdü ve Filis­tin'de, Ayn-ı Câlut'ta el-Ğavr denilen yerde konakladı. Moğol birlikleri burada bulunuyordu. Ramazan ayının yirmibeşinde bir cuma günü iki ordu arasında şiddetli bir savaş cereyan etti. Benzeri görülmemiş çok şiddetli çatışmalar oldu. Savaşın başında müslümanların durumu çok kötü idi. Sultan Kutuz bizzat kendisi savaş meydanına atıldı ve doğrudan savaşa girişti. O gün çok büyük kahramanlıklar gösterdi.

Moğol askerlerinin komutanı da Sultan Kutuz'u taklide kalkıştı ve bizzat çatışmaya girdi. Fakat Allah Teâlâ bu zalim Moğol'u utan­dırdı. Moğol komutanının Ölümü, Cemalüddin eş-Şemsi'nin elinde ol­du. Moğollar yenildiler ve hiç bir şeyi kurtaramadılar. Canlarını kur­taranlar savaş bölgesinin civarındaki bir tepeye sığındılar. Mücahit birlikler onları da kuşattılar ve hepsini öldürünceye kadar onlarla sa­bırla savaştılar.

ed-Dinu ve'l-Misak isimli kitapta anlatıldığına göre Moğol vebası Abbasi devletini parçaladı ve yakıp yıkarak yerle bir etti. Liderleri Hu-lagu'nun komutanlığında hicri 656 yılında Bağdat'ı işgal ettiler ve Ab­basi hilafetine son verdiler, sonra Şam'ı işgal ettiler ve Mısır sınırları­na dayandılar.

Hulâgû Han, Sultan Kutuz'a bir mektup göndererek onu tehdit et­ti. Hemen teslim olmasını ve boyun eğmesini istedi. Sultan Kutuz çok hiddetlendi. Dini, imanı ve özgürlük ruhu bu tehdide boyun eğmesini engelledi. Sultan, Moğollara karşı cihat ilan eti. Orduya bizzat kendisi komuta etti. Beraberinde Emir Baybars'da vardı.

Meşhur tarihçi Makrizi, bu kritik savaş hakkında şöyle der:

Ramazanın yirmibeşi cuma günü olduğunda iki ordu karşı karşıya geldi. Mısırlıların kalplerinde Moğollara karşı büyük bir tedirgin­lik vardı. Sultan ve emirlerin davulları durmadan çalıyordu. Mo­ğollar dağdan tarafa meyletmişlerdi.

İki ordu karşılaştığı zaman Sultan Kutuz'un kanadı bir sarsıntı ge­çirdi. Birliklerinin bir bölümü dağıldı. Bunun üzerine Sultan Kutuz miğferini yere attı ve: "Vah! İslâm'a yazık oluyor!" diye haykırdı.

Beraberindekilerle birlikte bizzat kendisi de canla başla saldırdı. Allah da onu yardımıyla destekledi ve Moğolların başkomutanı

Ketboğa'yı katletti. Kalanlar hezimete uğradılar. Emir Baybars da Sultanın Önünde parlak bir başarı elde etti. Ordu Beysan yakınla­rına kadar Moğolların peşini takibetti. Moğollar geri döndüler ve birincisinden daha büyük bir ordu topladılar. Allah onları yine he­zimete uğrattı, ileri gelenleri ve pek çokları öldürüldüler.

Müslümanlar çok şiddetli bir sarsıntı geçirmişlerdi. Sultan Kutuz: "Vah! İslâm'a yazık oluyor!" diye üç kere bağırmış sonra şöyle seslenmişti: "Ey Allahım! Tatarlara karşı Kutuz kuluna sen yar­dım et."

Moğollar ikinci defasında da büyük bir bozguna uğrayınca Sultan Kutuz atından indi. Yüzünü yerlere sürdü, toprağı öptü, Allah için iki rekat şükür namazı kıldı. Sonra binitine bindi ve orduya dön­dü. Çok miktarda ganimet ele geçirmişlerdi.[87]

Sultan Kutuz Şam'a geçti, muzaffer bir fatih olarak şehre girdi. Halk onu çok güzel bir şekilde karşıladı. Orada İslâm'ın onurunu yeni­den iade etti. Bazı hâinleri ortadan kaldırdı ve ülkenin işlerini düzene koydu. Sultanu'î-Muzaffer Kutuz büyük bir kahraman, bilgili ve yete­nekli bir komutan ve dirayetli bir yönetici olmakla beraber sadece İs­lâm nimeti ile iftihar eder ve şöyle derdi: "Ben sadece müslüman oğlu müslümanım!"

Kahraman, cesur ve atılgandı, basiretli, İslâm ve hayra bağlı iyi bir idareci idi. Moğollarla yapılan cihad'da çok deneyimli idi. Allah onu cennetle ödüllendirsin ve ondan razı olsun.

Kabri daima insanlar tarafından ziyaret edilir ve rahmetle anılırdı. Hicri 658 yılının Zilkade ayının 16'sında, cumartesi günü şehit edildi. Allah ona rahmet etsin, İslâm ve müslümanlara yaptığı hizmetlerden dolayı kendisini hayırla mükafatlandırsın.

İşte böylece mübarek Ramazan ayı, hicri 658 yılında büyük bir fe­tih ve zafere daha şahit oldu. Bu savaş, Filistin topraklarında cereyan eden Ayn-ı Câlût savaşıdır. Allah bu toprakları Arablara ve müslüman-lara tekrar nasip etsin. [88]

 

Ramazanda Meydana Gelen Diğer Olaylar

 

Bu bölümde, Ramazanda meydana gelen çok sayıdaki önemli olaydan sadece küçük bir bölümüne süratle işaret edip geçeceğiz. Bun­lar ve burada işaret etmediğimiz diğer olaylar üzerinde uzun uzun ve ayrıntılı olarak konuşmak ve Ramazanda meydana gelen önemli olay­ların hepsini anlatmak gerekir. İnşallah, Allah'ın yardımıyla yakın bir zamanda bu emelimiz de gerçekleşir.

1.  Hz. Peygamber'in (s.a) hicretinden yedi ay sonra Ramazan ayında, şehitlerin efendisi Hz. Hamza Allah yolunda cihat için deniz kenarına doğru giden bir Seriyye'nin başında bulundu.

2. Hicretin 2. yılında Ramazan ayında, Ramazan bayramından iki gün önce fıtır sadakası farz kılındı.

3.  Hicretin 4. yılı Ramazan ayında Hz. Peygamber (s.a) "yoksul­ların anası" diye anılan Zeyneb bint Huzeyme ibn el-Hâris (r.a) ile ev­lendi.

4. Hicretin 6. yılında insanlar bir kuraklıkla karşı karşıya geldiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) insanlar için yağmur duasına çıktı. Al­lah Teâlâ da yağmur ihsan etti.

5. Hicretin 8. yılı ramazanın 25'inde Allah'ın kılıcı Halit ibn Velid (r.a), Hz. Peygamber'in (s.a) emriyle Uzza putunu yıktı.

6. Hicretin 9. yılı Ramazan ayında Hz. Peygamber (s.a) Tebük sa­vaşından Medine'ye döndü.

7.  Hicretin 9. yılı Ramazan ayında Sakif heyeti Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek İslâm'a girdiğini ilan etti.

8. Hicretin 40. yılı Ramazan ayında bir cumartesi günü Hz. Hasan babasının şehit olmasından sonra hilafet makamına geldi.

9. Hicretin 208. yılı Ramazan ayında Hz. Ali'nin torunlarından Ne­fise bint el-Hasen ibn Zeyd ibn el-Hasen vefat etti. Türbesi Kahire'dedir.

10.  Hicretin 316. yılı Ramazan ayında Mısır şeyhi âbit ve zahit Ebu'l-Hasen Benıian el-Hamal el-Vâsıti vefat etti. Bu zat, ibadetiyle darb-ı mesel olmuştur.

11. Hicri 3! 9 yılı 11 Ramazan pazartesi günü el-Muiz Lidinıllah el-Fâtimî dünyaya geldi. El-Kahiretü'1-Ma'ziyye'nin ismi ona nisbet edilir.

12. Hicri 358 yılı Ramazan ayının ortasında el-Muız li Dinillah'ın komutanı Cevher es-Sıkillî Mısır'a girdi. Cuma günü minbere çıktı ve insanlara hutbe okudu.

13.  Hicri 361 yılı Ramazan ayında Cevher es-Sıkillî, Kahire'deki

Ezher Camiini tamamladı.

14.  Hicri 362 yılı 8 Ramazan cuma günü Fatımî el-Muiz Lidinil-lah Mısır'a girdi.

15.  Hicri 539 yılı Ramazan ayında Mağrib Sultanı, müslümanla-rın emiri Yusuf ibn Taşfin rabbine kavuştu. Kendisi Zellâka savaşında büyük bir gayret göstermişti.

16. Hicri 544 yılı Ramazanın 25'inde büyük âlim, İslâm filozofu, meşhur müfessir Fahuddin er-Râzi doğdu.

17.  Hicri 597 yılı 13 Ramazanında büyük âlim ve pek çok eseri sahibi Ebu'l-Ferec ibn el-Cevzi vefat etti.

18.  Hicri 62 yılı Ramazan ayında Said ibn Yezid ibn Alkame el-Ezdî, Mısır'da yönetimi üstlendi. Kendisi Filistinli'dir.

19.  Hicri 1308 yılı Ramazan ayında kadir gecesinde büyük müs-lüman tarihçi Ahmed ibn Muhammed el-Makarri el-Tilimsâni Nefhu't-Tayyib isimli değerli kitabının yazımını tamamladı.

20.  Hicri 608 yılı Ramazanın dördünde Mısırlı meşhur Şâir İbn Sina el-Melik, Kahire'de vefat etti. [89]

 

 



[1] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/275-277.

[2] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/277-279.

[3] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/279-280.

[4] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/280-282.

[5] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/282-284.

[6] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/284-286.

[7] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/286-288.

[8] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/288-289.

[9] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/289-291.

[10] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/291-293.

[11] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/293-295.

[12] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/296-298.

[13] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/298-300.

[14] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/300-301.

[15] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/301-303.

[16] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/303-305.

[17] Ehl-i Ehva: Ehi-i sünnetin dışına çıkıp kendi heva ve heveslerine göre hüküm veren­ler. (Çeviren)

[18] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/305-307.

[19] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/307-308.

[20] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/308-310.

[21] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/310-311.

[22]   Mekke'de bir bölgenin adı.

[23] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/311-313.

[24] Doğrusu 1400 kişi olacak. (Çeviren)

[25] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/313-314.

[26] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/317.

[27] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/318.

[28] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/318-319.

[29] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/319-320.

[30] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/320-321.

[31] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/321.

[32] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/321-323.

[33] Hacı Bektaş Veli'nin vefat tarihi 1271 olduğuna göre, yazarın söyledikleri, ya hatalı­dır, ya da Hacı Bektaş Veli'nin müridleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Zira -eğer sö­zü edilen Osman Gazi'nin oğlu Orhan ise Sultan Orhan'ın doğumu, Hacı Bektaş Ve-H'nin Ölümünden sonradır. (Çeviren)

[34] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/324-326.

[35] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/326-327.

[36] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/328-330.

[37] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/330-332.

[38] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/332-334.

[39] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/334.

[40] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/336.

[41] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/336-340.

[42] İmam Mâlik'in doğum tarihi konusunda başka rivayetler varsa da. meşhur olan budur.

 

[43] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/340-341.

[44] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/341-343.

[45] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/343-346.

[46] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/347-357.

[47] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/357-358.

[48] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/358-363.

[49] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/363-368.

[50] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/368-372.

[51] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/372-374.

[52] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/374-382.

[53] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/382-383.

[54] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/383.

[55] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/383-390.

[56] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/391.

[57] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/392.

[58] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/392.

[59] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/395-398.

[60] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/398-401.

[61] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/401-404.

[62] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/404-406.

[63] Divana Mecd'it-İslâm, s. 72

 

[64] Divan-t Muharrem, c. II, s. 109-110

 

[65] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/409-432.

[66] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/435-459.

[67] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/463-466.

[68]   İbn Kesir, es-Siretu'n-Neheviyye, c. 2, s. 389-392. Hz. Peygamber bugünle ilgili olarak şöyle demiştir: Doğduğum ve bana vahyin geldiği gün bu gündür.

 

[69] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/466-473.

[70] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/474-483.

[71] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/483-492.

[72]  Bak: el-F'idâu fil-İslâm, s. 216-227

 

[73] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/492-503.

[74] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/503-509.

[75] İbn Sa'd, Tabakat, c. VIII, s. 47; Nevevi. Tehzib'ul-Esma, c. II, s. 351

[76] Bir rivayete göre Ramazanın 19. gecesi vefat etti (bk. İbn Sa'd, Tabaka!, c. VII, s. 55

[77] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/509-513.

[78] Bu olayın tarihi konusunda farklı rivayetler vardır. Bİr rivayete göre Ramazan başla­rında, bir diğer rivayete göre Ramazan'ın ilk cuması, bir başka rivayete göre Ramaza­nın onüçünde cereyan etti. Fakat meşhur olan hicri 479 yılında olduğudur. Hicri 475'de olduğu da söylenir.

[79] el-Merakeşi der ki: Ezfoneş (6. Alfonso) -Allah lanet etsin- büyük küçük herkesi sa­vaşa çağırdı. Memleketinin en uzak yerlerindeki, savaşabilecek durumda olan hiç kim­seyi bırakmadı.

[80] el-Makarri, Neflıu't-Tayyib.

[81] Tarihçiler arasında kaçanların sayısı hakkında ihtilaf vardır. Fakat Alfonso'nun ordusu­nun çok az bîr kısmının dışında hepsinin yok olduğunda görüş birliği bulunmaktadır.

[82] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/513-519.

[83] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/519-524.

[84] 659 yılının'25. Ramazanı olduğu da söylenir.

[85] Salahaddin Yusuf, Eyyübilerin o sıralardaki Halep ve Dimeşk hükümdarıdır. (Çeviren)

[86] en-Nücûm'üz-Zâhira, c. VII, s. 72

[87] ed-Dinu ve'l-Misak, s. 21

[88] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/524-528.

[89] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 6/528-529.