Allah'tan Başka Nesnelerle Yemin Etmek
Peygamberler Ve Arab Yarımadası
Tehlikeli Aletlerle Şakalaşmak
Kitaplardan Nasıl Yararlanmalıyız?
Allah'ın Varlığına Dair Deliller
İslam'dan Sapmanın Belirtileri
Ses Cihazlarını Kötüye Kullanmak
Nasihat Edenle Nasihat Edilenlerin Durumu
Şaban Ayının Onbeşinci Gecesinin Duası
Katilîn Tevbesi Kabul Olunur Mu?
İstikametle Sapmalar Arasında Gel Gitler
Fetva Veren Kişide Bulunması Gereken Şartlar.
Ahlâkî Çözülmeye Karşı Ne Yapmalıyız?
Mürtedîn (Dinden Dönenin) Tevbesi Kabul Edilir Mi?
Köpek Terbiyesi, Amca Kızıyla Evlenmek Ve Ramazan Ayında Gıybet Etmek
Şarkı Söylemenin Ve Dinlemenin Dinen Hükmü Nedir?
Gayr-i Müslimin Mushaf'a Dokunması
Hakîki Müminler Kimlerdir? Soru:
Bahçe Ve Parklara Heykel Dikmek
Vesvese Ve Ona Karşı Yapılacak Dua
İmtihan Ve Günahların Silinmesi
Hendek Savaşı Münasebetiyle Kazılan Hendek
Öç Alma Konusunda Dinin Göruşu
Kur'an Ve Ezan Okunurken Ne Yapılması Gerekir?
İslâm Ve Sınıflararası Uçurumun Giderilmesi
Şehadet Kelimesiyle Kastedilen Nedir?
Hurafeleri Tasdik Etmenin Hükmü
Evladın Babasına Nasihat Etmesi
İyiliği Emretmek Kötülüğü Engellemek
Bayramların Tesbitinde Ortaya Çıkan İhtilaflar
Soru: Bir müslümanın Allah'tan başkasına yemin etmesi caiz midir? Mesela velilerle ve bunlara benzer şeylerle yemin etmek caiz olur mu?
Cevap: İslâm öğretisinden anlaşıldığı kadarıyla Allah'tan (c.c) başka şeylerle yemin etmek caiz değildir. Ya Allah'la ya da O'nun bir sıfatıyla yemin edilebilir. Çünkü yemin büyüklüğün alameti olan bir şeyle yapılır. Gerçek büyük ve azamet sahibi ise ancak Allah'tır. Rasû-lullah (s.a) şöyle buyuruyor:
Allah, babalarınızla yemin etmekten sizi sakındırıyor. Kim yemin etmek istiyorsa, Allah'la yemin etsin, ya da sussun.
Yemin eden yalnız Allah'la yemin etsin. Babalarınızla yemin etmeyin.
Abdullah b. Ömer (r.a) bir adamın: "Hayır, Kabe hakkı için" diye yemin ettiğini duyunca, şöyle dedi: Allah'tan başkası adına yemin etmeyin. Çünkü Rasûlullah'ın şöyle dediğini duydum:
Allah'tan başkası adına yemin eden kişi, kâfir ve müşrik olur.
Bu hadis Allah'tan başkası başkası adına yemin etmenin nefrete mucib bir şey olduğunu veya yemin eden kişinin, küfre ve şirke düşmüş olacağını bildirmektedir.
İbn Teymiyye'nin Muhtasar'ül-Fetava ei-Mısriye isimli kitabında şu hadis zikredilmiştir:
Kim illa da yemin edecekse Allah'la yemin etsin veya sussun. Allah'tan başkası adına yemin eden müşrik olur.
Bundan sonra İbn Teymiyye şöyle diyor:
Hiç kimsenin bir melekle, bir peygamberle veya başka bir şeyle yemin etmesi uygun olmaz. Ancak Allah'ın bir ismiyle veya bir sıfatıyla yemin edilebilir.
Yine şöyle bir rivayet vardır:
Kim meçhul bir şeyle veya bir mahlukla yemin ederse kötülük yapmış olur. Ancak Allah'ın bir sıfatını kastederse mesela: Allah'ın emaneti veya Allah'ın ismeti hakkı için derse bu caiz olur.
Allah'tan başkasına yemin etme hususunda iki görüş vardır. Bunlardan biri haram, diğeri mekruh olduğudur. Ancak doğru olan haram olmasıdır. Fakat Rasûlullah'la yemin etmek hususunda ihtilaf edilmiştir. Allah'tan başkasıyla yemin etmek kerih görüldüğü gibi, çok yemin etmek de kerih karşılanmıştır.
Bunlardan anlaşılıyor ki, bir müslümanın bir veliyle yemin etmesi caiz değildir. Kişi illa da yemin edecekse ya Allah'ın ismiyle ya da
O'nun sıfatlarından bir sıfatla yemin etmesi gerekir. [1]
Soru: Matem elbisesi giymemeye yemin eden bir kadın, daha sonra giyse ne lazım gelir?
Cevap: İslâm, zaruret olmadan yemin etmeyi hoş karşılamaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Yeminlerinizi koruyun! (Maide/89)
Yeminlerinizi iyilik etmenize, Allah'tan sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın! Allah işitir ve bilir.
Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Lakin kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Allah gafurdur, halimdir. (Bakara/224/225)
Rasûlüm! Alabildiğine yemin eden kişiye sakın boyun eğme! (Kalem/10)
Soruda sözü edilen kadın yas elbisesi giymemeye yemin ettiği halde giyerse, yeminini bozmuş olacağından yemin kefareti vermesi lazımdır. Ancak bir hafta, bir ay veya bir sene gibi muvakkat bir zaman için yemin etmişse, bu vakit dolduktan sonra giyebilir, o zaman kefaret gerekmez.
Yeminini bozan kişi, kefaret olarak on yoksulu doyurmak veya giydirmek yahut da bir köle azat etmek zorundadır. Eğer bunlara gücü yetmezse üç gün oruç tutmalıdır. Bu hususta Allah şöyle buyuruyor:
Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut onları giydirmek, yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır.
Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun. (Onlara riayet edin). Allah size ayetlerini açıklıyor, umulur ki, şükredersiniz. (Maide/89)
Müslümanlar -yerli yersiz- Allah adına yemin ediyorlar. Oysa müslüman -Allah'ın isminin yüceliğini ve heybetini korumak için- bir zaruret olmadan yemin etmemelidir. Ayrıca insanlar çokça yemin eden kişilere fazla değer vermezler. [2]
Soru: Aşağıdaki şiiri izah eder misiniz?
Din kolaylıktır, hilafet beyattır, iş şura iledir, hukuk yargılamaktır.
Cevap: Allah, şairlerin sultanı Şevki'ye rahmet etsin. Onun kasideleri boynunda asılı nurlu halkalardır. İnşallah, kıyamet gününde de onun için salih bir amel olup onun iyiliklerini artırır, günahlarını siler. Ahmet Şevki'nin nice güzel sözlü şiirleri, hayret uyandıran tasvirleri, güzel nağmeleri, bedi manalarla dolu sözleri vardır. Bunların arasında bu beyit de vardır.
"Din kolaylıktır". Çünkü İslâm öyle bir dindir ki insanların saadet ve mutluluğu için gelmiştir. Bütün açıklığıyla din kolaylığı temsil ediyor. Allah, insanlara ancak gücü oranında yük yüklemiştir. O, kullarına kolaylık diler, zorluk dilemez. Zira O bütün kulların rabbidir, İslâm da Allah'ın boyasıdır. Allah'tan daha iyi boya vuran var mıdır? Çünkü O rahman ve rahimdir.
"Hilafet beyattır." İslâm'da hilafet, toplumsal, ihtiyari, dini bir ve-yalettir. O verasete, zulme ve hevaya değil, şerefli, hür ve samimi bir beyata dayanıyor. Böylece ferd toplumun toplum da ferdin hizmetinde olur. Neticede bütün toplum huzur ve saadet içinde olur.
"İş şura iledir." İslâm, müslümanlar arasında dayanışmayı emrediyor. Ta ki bir fert diğerine zulmetmesin, şahıslar kendi başlarına hüküm vermesinler. Çünkü müslümanlar bir tarağın dişleri gibidirler. Nitekim Kur'an şöyle buyuruyor:
Onların işleri, aralarında danışma iledir. (Şura/38) İş hakkında onlara danış. (Âl-i İmran/159)
Müslümanlar, doğru ve sağlam şuraya yapışmadıkları sürece, gerçek ve kamil manada aralarında İslâm'ın hükümleri yerleşmez.
"Hukuk, yargılamaktır," yani İslâm'da her fert kendi vazifesini yapmakla, haklarına sahip çıkmakla mükelleftir. Müslümanm hakkı verilmelidir. Bu konuda niza, gecikme ve engel olmamalıdır. Müslüman hakkını kazanmak için uğraşmamalı, toplum onun hakkını geciktirmeden ona ulaştirmalıdır. [3]
Soru: Peygamberlerin çoğunun Arab yarımadasından çıkmalarının sebebi nedir?
Cevap: Allah şöyle buyuruyor:
Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. (En'am/124)
Yani Allah peygamberliği hagi memlekette, hangi kişiye vereceğini daha iyi bilir. Peygamberlik Allah'ın bir lütf u keremidir. Allah onu dilediğine has kılar. Hiç bir kimse çalışmakla veya mevki ve neseble ona ulaşamaz. Ancak Allah (c.c) bu yüksek derece ve mevkiye ona ehil olanları getirir, yani yaratılışça sağlam, himmeti yüce ve temiz nefisli olanları peygamber yapar. Kalb temizliği, hakkı ve hayrı seven ve Allah'ın rızasını arayan kişiler ancak peygamber olabilirler.
Peygamberlerin çoğunun Arab Yarımadasından çıkmasına gelince, burası dünyanın ortasında olup sanki alemin merkezidir. Allah'ın hikmeti, insanları hidayet ve saadet yoluna çağıran insanların buradan çıkmasını gerektirmiştir. [4]
Soru: Tehlikeli aletlerle şakalaşan insanlara "Böyle yapma, zira demir uzar" deniliyor. Bu ne demektir?
Cevap: Silahla şakalaşılması halinde, bilerek veya bilmeyerek başkasına zarar verilebilir. "Demir uzar" sözünden maksat budur. Ra-sûlullah şöyle buyurmuştur:
Sizden biriniz din kardeşine silahı uzatmasın. Çünkü belki de şeytan onun elinden bir kaza çıkarır. O da böylelikle cehennemlik olur. (Buharı, Ebu Hureyre'den)
Alimlerin dediği gibi bunun kısa ve veciz manası şudur: silahla oynamamak lazımdır. Bu bıçak, kılıç, mızrak veya tabanca olabilir. Çünkü şeytan, silahla şaka yapanı, silahı karşıdakine doğrultanı veya silahla oynayanı kötülüğe sevkeder. O kişi bir de bakar ki tetiğe basmış ve kurşun kardeşine isabet etmiş. Bunlar hep şeytanın hileleriyle olur. Sakıncalı şeylere sebebiyet veren her şey sakıncalıdır. Bu nedenle hukukçular insanları bu gibi şeylerden sakındırmışlar, ister ciddi ol-
sun, ister şaka olsun böyle şeylerin mahzurlu olduğunu ifade etmişlerdir. Öyleyse müslümanların bu gibi şeylerden uzak durmaları ve bunu birbirlerine de tavsiye etmeleri gerekir. [5]
Soru: Karanlık bir gecede küçük bir çocuğun ot yığınları arasında yiyecek aradığını gördüm. Bu durum beni çok etkiledi, elimden geldiği kadar ona yardım ettim. Öğrendiğime göre çocuk yetim idi ve bakacak hiç kimsesi yoktu. Bu konuda neler yapılmalı?
Cevap: İyi bir insandan çıkan bu çığlık beni cidden sarstı. Biliyorum ki bunun gibi binlerce misal vardır. Gerçekten bu büyük bir ayıptır. Peygamberimiz buyuruyor ki:
Müslümanlar bir vücut gibidirler.
Müslümanlar taşları birbirine kenetlenen bir duvar gibidirler.
Bu ve benzer durumdaki çocuklar ve muhtaçlar için beyt'ul-mal-den ödenek ayrılmalı, bunlar himaye altına alınmalıdır. Maliye bakanlığının veya Devlet Hazinesine bakmakla yükümlü olan Bakanlığın bu görevi üstlenmesi vacibtir.
Böylesi toplumsal konulan es geçmek, yetkililerin böyle şeylere eğilmemesi büyük kötülüklere kapı açar ve toplumu yıkar. Bu konuda çok kötü fikirler gelişir, tedaviden önce korunmak en güzel şeydir. Mühim olan hastalanmadan korunmaktır. Toplumu da öyle korumak lazımdır. [6]
Soru: Manasını açıklamanızı istediğim şu iki beytin sahibi kimdir?
Kötü söz, söyleyenine selden daha çabuk ulaşır.
Kim insanları kötülüğe çağırırsa, onlar onu haklı haksız kötülerler.
Cevap: Bu iki beyt Ka'b b. Züheyr b. Ebi Sulma'ya aittir, ki o hem cahiliye hem de İslâm döneminin şairlerindendir. Müslüman olan Ka'b Rasûlullah'ı meşhur Banet Suad kasidesiyle övdü. Beyitlerin manası şöyledir: Kötülük yapanlar bunları gizleyemezler. Onlar hatalarım, kusurlarını ne kadar gizleseler de mutlaka bir gün açığa çıkar. İşte o gün insanlar onların hakkında kötü şahitlikte bulunurlar. Halk onları kınar ve tenkid ederler. Bu onların yüzünü siyah bir leke ile lekeler. Bu konuda suç kendilerinindir. Çünkü onlar kendilerini halka hedef kılmışlardır. Kim kendini hafif kılarsa, halk da onu hafif görür. Kim insanları kendi hakkında kötü söylemeye teşvik ederse, halk da onun hakkında kötü şeyler söyler. [7]
Soru: Bugünkü İslâm ümmetine baktığımızda sözü bir olmayan, gayretleri dağınık, hedefleri ayrı bir toplum görüyoruz. Geçmişteki ümmete baktığımızda ise bütün yolların ıslaha gittiğini görüyoruz. Ra-sûlullah'm (s.a) ümmetini -hem de kısa bir zaman içerisinde- böyle büyük bir şerefe nasıl ulaştırdığını izah edermisiniz?
Cevap: Eğer cevabı bir tek kelime ile istersen derim ki, Muham-med (s.a) ümmetini birlik haline getirdi. Onları tek kelime üzerinde topladı. Çünkü o peygamberlerin sonuncusu, efendisi, mücahitlerin lideri, bütün alemlere rahmet olarak gönderilen, kuvvetli ve metin olan Allah'ın inayetine mazhar olmuş bir kişi idi.
Ama meselenin uzun izahını istersen şu şekilde izah etmeğe çalışalım: Ümmetin birliğinin en önemli sebeplerinin başında, Hz. Pey-gamber'in şahsiyetinin yüceliği geliyordu.
Yine o sebeplerden birisi de, batıl bir akidenin yerine yüce ve değerli bir inancın konulmasıdır. Bütün bunlardan sonra bu büyük imanın amellerle rayına oturtulması, bunun da Allah'ın gönderdiği vahy ile yapılmasıdır.
Yine o sebeplerden biri de, ümmetin nefislerinin kinden ve kıskançlıktan temizlenmesidir. İlk İslâm toplumunda zulüm ve zorbalık, böbürlenmek, kin gütmek yoktu. Aksine kardeşlik, muhabbet ve eşitlik vardı. Çünkü onlar bir asıldan idiler. Arabın, Arab olmayana takvadan başka bir üstünlüğü yok idi.
Yine onlar inanmışlardı ki bütün güç ve kuvvet Allah'ındır. Onlar nefislerine güvendikleri zaman, zarara uğramışlardır. Fakat rablerine güvendikleri zaman iflah olmuşlardır. İzzet ve yücelik Allah'ın, Rasû-lünün ve mü'minlerindir. Kur'an şöyle buyuruyor:
Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı sarılın parçalanmayın. (Âl-i İmran/103)
Yine o sebeplerden birisi de o devir insanlarının gözünde dünyanın hiçbir kıymetinin bulunmamasıdır. Dünyanın gözüne küçük göründüğü insan yücelir ve kişi hemcinsini muhabbet ve vefa ile kucaklar.
Yine o sebeplerden biri de onların cennete talip olmalarıdır. Onlar fani hayata değil, ebedi hayata talip idiler.
Sebeplerden biri de vatan sevgisinin imandan sayılıp dinî bir renge büründürülmesidir. Zira o dönemde vatanı savunmak akidenin bir cüzü sayılırdı. Bu da semavi ve yüce bir bağdır. Bütün saflar birlik üzerinde toplanır. Çünkü onlar din kardeşlerine bir dayanak ve yardımcı olmadıkları sürece, kendi memleketlerinde efendi olamayacaklarını, düşmanlarını yurtlarından kovam ayacaklarını ve rablerini razı edemeyeceklerine inanmışlardı. Çünkü müslümanlar, birbirlerine kenetlenen tuğlalardan oluşmuş bir bina gibidir.
Hz. Peygamber sayesinde müslümanlar hiç ölmeyecek gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışıyordu. İşte önceki ümmet ancak böyle başarmıştı. Günümüz müslümanlan da bu dereceye ulaşmak istiyorsa yol önündedir, çalışsın, o dereceye ulaşsın. [8]
El Öpmek
Soru: Bir çoklarının el öpmeyi ayıplayıp bunun zillet göstergesi olduğunu söylediklerini görüyoruz. Sizin bu konuda görüşünüz nedir?
Cevap: El öpmek, öpmeye sevkeden duruma göre değerlendirilir. Eğer insanın el öpmedeki gayesi nifak ve riyakarlık ise, bu çok kötü ve rezil bir adettir. Yok eğer el öpmek karşıdaki kişiye tazim, teşekkür veya sevgidense, güzel bir iştir ve hiç bir sakıncası yoktur.
Bu inceliği kavrayamadıklarından, bazıları ondan nefretle bahsediyorlar. Rivayetlere göre bir adam Hişam b. Abdulmelik'e geldi ve onun elini öptü.
Hişam ona "Arablar cimrilikten el öperler, acemler de (Arab olmayanlar da) tevazu için el öperler" dedi. Yine rivayetlere göre bir adam Mem'un'un elini öpmek için izin istedi. O da "Mü'minin el öpmesi bir zillettir. Zımminin el öpmesi ise bir hiledir. Senin zillete, bizim de kandırılmaya ihtiyacımız yoktur" dedi.
Kimisi de el Öpmeyi yerinde buluyor ve onda bir beis görmüyor. Abdullah b. Ömer şöyle diyor:
Biz Rasûlullah'ın (s.a) elini öpüyorduk.
Ve yine İbn Ömer şöyle anlatıyor: "Ben bir adamın Ali b. Hü-seyn'in mescitte huzuruna girip elini öptükten sonra gözünün üstüne koyduğunu, onun ise onu bundan men etmediğini gördüm."
İmam Gazali de özetle şöyle diyor:
Dinde büyük olan kişinin elini öpmekte bir sakınca yoktur. Bu yeter ki ona saygıdan dolayı olsun.
Ka'b b. Mâlik de şöyle söylüyor:
Tevbemin kabulü hakkında ayet nazil olunca, Rasûlullah'a (s.a) geldim ve onun ellerini öptüm.
Yine bir Arabi şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber'e "Ya Rasûrullah! Bana izin ver de başım ve ellerini öpeyim" dedim. O da bana izin verdi. Ben de onun başını ve ellerini öptüm.
Ve yine rivayet edildiğine göre Ebu Hureyre (r.a) Hz. Ömer'e yolda rastladı. Onunla musafahada bulundu, ellerini öptü. Sonra ağlayarak birbirlerinden ayrıldılar.
Bunlardan da anlaşılıyor ki, eğer el öpme iyi bir niyetle olursa iyi, kötü niyetle öpülürse kötü olur. Bununla beraber kişinin babasının elini öpmesi ne güzel şeydir. Hocasının, ruh terbiyecisinin, salih bir velinin, faydalı büyük adamların da ellerini öpmek güzel bir şeydir. Batı medeniyetine meftun olanların erkeğin, kadının elini öpmesini bir edep saymalarına şaşıyorum. Bunun helâl mı haram mı olduğu düşünülmüyor. Sonra da kendi aramızdaki el öpmeye -niyetlere bakmaksızm-saldırmaya başlıyoruz. [9]
Soru: Okuduğum bir kitabta şu hikaye anlatılıyordu: Bir av köpeği bir ceylanı kovalıyordu. Ceylan onu bir hayli geride bıraktı. Ceylan av köpeğine "Sen bana yetişemezsin" dedi. Köpek hayretle 'niçin?' diye sorunca, ceylan "Çünkü ben kendim için, sen ise başkası için koşuyorsun" dedi.
Bu hikaye ne anlatmak istiyor?
Cevap: Kişinin kendisini sevmesi gayet tabii bir şeydir. İnsan her zaman başkasını kendinden sonra düşünür. Ya da başkasını sevmesi, yine kendine olan bir maslahattan dolayıdır. Bundandır ki insan her zaman kendi nefsine önem verir. Onun arzularını yerine getirir. İnsan başkası için birşey yaptığında ağırdan alır, nadiren gönüllü olarak yapar. Bu nedenle "Kaşıntını, hiç bir şey kendi tırnakların gibi gidermez" denmiştir, ki kendi işlerini kendin gör demektir.
Bu açıklamadan sonra, herhalde bu hikayenin manası anlaşılmıştır. Çünkü ceylan kovalayan av köpeği bu işi kendisi için değil, sahibi için yapıyor. Çünkü o ceylanı yakalasa kendisi yemeyecek sahibine takdim edecektir. Bu nedenle köpek isteksiz ve yorulmadan koşmaktadır. Çünkü onun yorgunluğunun meyvesi başkasına olacaktır.
Ceylana gelince, o hayatını kurtarmak için koşuyor. Bu nedenle onun gösterdiği gayreti köpek gösteremiyor, dolayısıyla da köpeğin °na yetişmesi mümkün olmuyor.
Her şeyi yerine koyan İslâm kişinin nefsine olan muhabbetini de ihmal etmemiştir. İslâm kişiye, mülk edinmeyi, kazanmayı ve faydalanmayı, kendini müdafaa etmeyi, hakkım korumayı helâl kılmıştır. Ancak bütün bunların yanısıra onun toplumsal yanını da geliştirmiştir. Fert, bu sayede başkasının haklarına tecavüz etmez. Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
Kişi kendine istediği şeyi din kardeşine de istemediği sürece mü'min olamaz.
Kul din kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da ona yardımda bulunur.
Allah herşeyi daha iyi bilendir. [10]
SORU: Kendisine emanet mal bırakılan kişi, emanet sahibini bula-masa, onun bir yakınını da tanımıyorsa ne yapmalıdır?
Yine kendisine emanet mal bırakılan kişi, emanet sahibinin kör ve sağır olduğunu öğrense mallan nasıl iade edecek?
Cevap: Bir insanın yanında bir emanet varsa, veya bir şahıs diğer bir şahsa özel bir emanet bırakır da ortadan kaybolursa, onun akrabaları da olmazsa, kendisine emanet bırakılan kişi gücü yettiği nisbette emanet sahibini aramalıdır. Eğer onun vefat ettiğini öğrenirse, onun akrabalarını aramalıdır. Bu-araştırmalarda çok titiz davranmalıdır. Eğer kaybolanın hayatta olduğu tesbit edilmezse bir akrabası da bulunmazsa, o zaman kendisine mal emanet edilen kişi, bu malı sadaka olarak dağıtmalı veya bu malı amme hizmeti için sarf etmelidir. Bunu yaparken de şahit bulundurması iyi olur.
Ancak malını emanet bıraktıktan sonra gözlerini ve kulaklarını yitiren kimsenin emanetinin teslimine gelince; eğer mümkünse bir şekil-
de ona bu malı eksiksiz iade ettiğini bildirmelidir. Bu mümkün olmazsa emanet sahibinin vekiline, velisine veya bir yakınına, şahitler huzurunda mal teslim edilmelidir.
Allah en iyi bilendir. [11]
Soru: Kıyamet gününde hayvanlar hesaplaşırlar mı? İnsanın da, hayvana yaptığına mukabil bir hesaba tabi tutulması bahis konusu mudur?
Cevap: Âlimler, hayvanların muhasebesi konusunda ihtilaf etmişlerdir. Kimisine göre hayvanlar da kıyamet gününde insanlar gibi hesaplaşacaklardır. Kendi aralarında yaptıkları şeylerden dolayı cezalandırılacaklardır. Bu görüşü savunanlar Allah'ın şu sözünü kendilerine delil olarak öne sürüyorlar:
Vahşi hayvanlar toplanıp bir araya getirildiğinde... (Tekvir/5)
Yeryüzünde ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşların hepsi sizin gibi topluluklardır. (Enam/38)
Yine Peygamberimizin aşağıdaki hadis-i şerifini de delil olarak ileri sürüyorlar:
Kıyamet gününde bütün haklar, hak sahiplerine noksansız olarak verilecektir. Öyle ki boynuzsuz koyunun hakkı boynuzlu koyundan alınacaktır.
Kurtubi tefsirinde de şöyle deniliyor: "Bütün hayvanlar mahşerde toplanacaklardır. Onlar kendi aralannda hesaplaşacaklardır. Sonra onlara 'toprak olunuz, denilecek, onlar da öleceklerdir."
Bazı ilim adamlarına göre de kıyamet gününde hayvanlar hesap-laşmayacaklardır. Çünkü hesaplaşmak ancak insanlara hastır. Çünkü sadece onlar mükelleftirler. Zira yalnızca temyiz sahipleri teklife muhatap kılınmışlardır. Hayvanlar ise mükellef değillerdir.
Bu görüşü savunanlar "vahşi hayvanların toplanmalarından" kas-dın o gün ki büyük dehşeti anlatmak olduğunu ifade ediyorlar, ki bu görüş daha isabetledir.
Şüphesiz ki Allah, insanların hayvanlara yaptıkları zulümlerin hesabını soracaktır. Çünkü İslâm onlara yumuşak davranılmasını istemiştir. Onlara iyi muamelede bulunmak, onlara işkence çektirmemek onları zayi etmemek gerekiyor.
Burada Peygamberimizin şu sözünü hatırlamak iyi olur:
Bir kadın bir kedi yüzünden cehennemlik oldu. Çünkü o, onu hapsetti, ona bir şey yedirmedi, onun avlamasını da engelledi. (Nihayet kedi öldü).
Allah en iyi bilendir. [12]
Soru :Köpek eğitiminin dindeki yeri nedir?
Cevap: Asrımızda kötü ve yaygın olan adetlerden biri de zevk için köpekleri eğitmektir. Böyle yapanların çoğu köpekleri beslemek için büyük bir israfa giriyorlar. Öyle ki bir çok insan o köpeklerin yerinde olmayı arzu ediyor. Zira bu köpekler lüks yataklarda yatırılıyor, nefis yemeklerle besleniyor, çeşitli hastalıklardan dolayı doktor doktor gezdiriliyor, boyunlarına gümüş ve altından tasmalar takılıyor. Onları lüks arabalarına ve hatta yatak odalarına dahi alıyorlar.
Hanif ve temiz olan İslâm kolaylık ve müsamaha dini olduğundan köpeklerin iyi bir gaye için eğitilmelerini yasaklamıyor. Av ve ava benzer meşru işler için köpek eğitmek caizdir. Allah şöyle buyuruyor:
Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar, de ki: "Bütün iyi ve temiz şeyler size helâl kılınmıştır. Allah'ın size öğrettiğinden öğretip avcı hale getirdiğiniz hayvanların sizin için yakaladıklarından da yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın (besmele çekin)! Allah'tan korkun, Allah'ın hesabı pek çetindir." (Maide/4)
Fakihler, bu ayetten, av için köpek edinmenin caiz olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Hz. Peygamber de Sa'd b. Hatim'e şöyle demiştir:
Sen Allah'ın ismini anıp da köpeğini ava salıverdiğin zaman, onun sana yakaladığını ye. Ancak köpek bu avı yakaladığında parçalayıp yerse sen ondan yeme. Çünkü ben onun avı kendisi için yakalamış olmasından korkuyorum.
Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
Köpeğini av üzerine saldığın zaman besmele çek, onun yakaladığı ava sağken yetişirsen onu boğazla, eğer ona diri olarak yetişe-mezsen köpek de ondan bir şey yememiş ise ondan yiyebilirsin. Çünkü köpeğin öldürmesi da bir nevi kesim demektir.
Kurtubi Tefsirinde yukardaki ayeti açıklarken av için köpek beslemenin caiz olduğunu söylüyor. Ayet bütün güzel şeylerin helâl kılındığını göstermektedir. Bundan da anlaşılıyor ki, köpeği alıp satmak, ondan yararlanmak dinen caizdir.
Yine sünnetten anlaşılıyor ki, bahçeyi, evi ve hayvanları korumak için de köpek edinmek caizdir. Suçluların izini sürmek ve benzeri konularda köpeklerden yararlanılabilir. Ancak zevk için köpek eğitmek ve beslemek bunlardan farklı bir şeydir. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Kim av ve sürüyü korumak dışında zevk için köpek edinirse onun sevabı her gün iki kırat eksilir.
Ebu Hüreyre'den gelen diğer bir rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim av, sürüyü ve bahçeyi/tarlayı korumak dışında köpek edinirse onun sevabı her gün bir kırat eksilir.
Bundan da anlaşılıyor ki zevk için köpek beslemek İslâm nazarında iyi bir şey değildir. Özellikle israf derecesinde köpeklere masraf yapılması çok çirkindir. Halbuki köpeklere gelinceye kadar dünyada ne kadar muhtaç insanlar vardır. Önce insanlar, sonra köpekler. [13]
Soru: Keyif için köpek eğitmek caiz midir?
Cevap: İslâm'dan anladığımız kadarıyla av avlamak, sürüleri ve evi korumak, suçluları yakalamak gibi işler için köpek beslemek caizdir. Ancak sadece zevk için köpek edinmek, ona mal harcamak, onunla zaman geçirmek İslâm terbiyesiyle bağdaşır bir şey değildir. Bunun hakkında söylenecek en küçük şey ise, böyle bir şeyin iyi ahlâktan olmadığıdır. Selef de meseleye böyle bakmıştır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Köpeği alıp satmak caiz değildir. Ancak av köpeği bundan müstesnadır. (Neseî)
Bir kısım müctehid imamlar köpeğin necis olduğunu söylemişlerdir. Rasûlullah'ın "İçinde köpek olan eve melek girmez" buyurduğu da rivayet edilmektedir. Ancak umulur ki bu meşru bir fayda için edinilmeyen köpekler içindir.
Yine Rasûlullah'tan "Köpek satışından elde edilen paranın/kazancın haram olduğu" yolunda bir hadis rivayet edilmiştir. Ebu Mesut (r.a) şöyle diyor: "Rasûlullah (s.a) köpeğin karşılığını, zina eden kadının ücretini ve bir de kahinin aldığı ücreti haram kılmıştır." (Buharı)
Köpeğin kazancının/parasının yasaklanması, onu alıp satmanın haram olduğunu göstermektedir. Bu hüküm, eğitimli olsun, eğitimsiz olsun her köpek için geçerlidir. İmam Mâlik de şöyle demiştir: "Köpeği satmak caiz olmaz. Ancak onu telef eden onun kıymetini ödemelidir."
Bazı müctehid imamlar da av köpeklerinin dışında köpek alım satımının caiz olmadığını söylemişlerdir. Kurtubi de şöyle diyor: "Mâli-kî mezhebinin meşhur görüşü şudur ki, köpek edinmek caizdir. Ancak onu satmak mekruhtur. Bununla birlikte yapılan alış veriş feshedilmez. Mâliki mezhebine göre köpek necis sayılmaz. Onu bazı menfaatler için edinmek caizdir. Yanı alıp satılan şeyin hükmü köpek için de geçerlidir. Ancak şeriat onun satışını hoş karşılamamıştır."
İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a) köpeğin satışım yasaklayıp "Köpek karşılığı para alan bereket görmesin" buyurmuştur. İbn Hacer'e göre bu hadisin isnadı sahihtir.
Köpeği alıp satmanın yasaklanışı, onun necis olmasından kaynaklanıyor. Bu İmam Şafi'nin görüşüdür. Köpeği necis görmeyenler ise onun evde beslemesini uygun görmüyorlar. [14]
Soru: Kadın ve erkeklerin altın takı kullanmalarının hükmü nedir?
Cevap: Allah Teâlâ insanlık hayatını erkek ve kadından oluşan iki unsura bağh kılmıştır. Erkek hayatın kuvvet, şiddet ve zorluk yanını, kadın ise şefkat, yumuşaklık ve incelik tarafım temsil ediyor. Bu nedenle İslâm, kadına, erkeğe helâl olmayan bazı zinetleri ve süs eşyalarını helâl kılmıştır.
İslâm şüphesiz altın kab kaçak kullanmayı erkeğe de kadına da haram kılmıştır. Ancak kadınlar için ziynet eşyalarını kullanmayı istisna tutmuştur. Erkek için ise gümüş yüzük kullanmağı helâl kılmıştır.
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah'a ve ahiret gününe inanan erkek ipek giymesin ve altın kullanmasın. (İmam Ahmed ve Hâkim)
Yine rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a) ipeği sağ eline, altını da sol eline alarak şöyle buyurmuştur:
Bu ikisi ümmetimin erkeklerine naramdır. Yine Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Altın ve ipek ümmetimin kadınlarına helâl, erkeklerine ise haramdırlar. (Taberânî)
Tahavî de Hz. Peygamber'in, altın yüzük takmayı mü'min erkeklere yasakladığını rivayet ediyor.
Rasûlullah (s.a) kadın giysisi giyen erkeği ve erkek giysisi giyen kadım lanetlenmişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Kendini erkeğe benzeten kadına ve kendini kadına benzeten erkeğe Allah lanet etsin!
İslâm bunu niçin yasaklamıştır? Çünkü erkek için altın kullanmak iki yönden zararlıdır. Birincisi israftır ki İslâm hiçbir zaman israfa cevaz vermez. İkincisi ise milletleri helak eden lükse kaçmaktır, ki bu da erkekleri pasifleştirir. Kur'an-ı Kerim lüks ve israf konusunda şöyle buyuruyor:
Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helake müstehak ölür. Biz orayı darmadağın ederiz. (İsra/16)
Allah mü'minler hakkında da şöyle buyuruyor:
(O kullar) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar. (Furkan/67) [15]
Soru: Kan nakli caiz midir?
Cevap: Fetva ehli şöyle diyor: Eğer bir hastanın veya bir yaralının iyileşmesi veya hayatının kurtulması kan nakline bağlıysa, -bir gayr-i müslimden de- kan nakli caizdir. Ve yine bir uzvun selameti kan nakline muhtaçsa, yine nakil yapılabilir.
Yine hastanın erken sıhhate kavuşması söz konusu ise, Şafii uleması ittfakla kan nakline cevaz vermişlerdir. Hanefî mezhebinde de bu konuda fetva vardır.
Bu işin özeti şudur: Eğer hastanın veya yaralının hayatı kan nakline bağlı ise, Kur'an-ı Kerim'in de nassıyla bu nakil caizdir. Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
Kendinizi elinizle tehlikeye atmayınız!
Ancak kan yerenin de fahiş" bir zarara uğramaması lazımdır. Fetva böyle verilmiştir.
Allah her şeyi en iyi bilendir. [16]
Soru: İnsanın fazla iyilikleri yoksa nasıl cennete girebilir?
Cevap: Âlimlerin beyanlarına bakılırsa ancak iman ve iyi işlerle insan cennete girebilir. Kim iman eder ve salih amel yaparsa o cenner te girer. Allah Yüce Kitabının bir çok yerinde şöyle buyuruyor:
Onlar ki iman ettiler ve salih amel işlediler.
Bu en az onlarca yerde zikredilir. Onlardan bir ikisini zikredelim:
İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! (Bakara/25)
Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (Asr/1-3)
Denildi ki cennete ancak imanla vasıl olunur. Cennetteki derecelere ise, ancak salih amellerle varılır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Lai ilahe illallah diyen herkes cehennemden çıkarılır ve yine kalbinde bir arpa kadar iyilik olan da cehennemden çıkarılır. Sonra La ilahe illallah deyip de kalbinde buğday tanesi kadar hayır olan kimse de cehennemden çıkarılır. Sonra La ilahe illallah deyip de zerre kadar kalbinde hayır olan da cehennemden çıkarılır. (Müs- , Hm ve Tirmizî)
Bir kısım sarihler bu hadisi şöyle yorumluyorlar:
La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah kelime-i tevhidine can u gönülden inanan, fakat dinin emir ve nehiylerine riayet etmeyen kimsenin ateşe atılmasına hükmedilir. Fakat o kişi günahı kadar cehennemde kaldıktan sonra, cennete konulur.
Rasûlullah (s.a) Allah'ın (c.c) ahirette şöyle buyuracağını bildiriyor:
Bir gün dahi olsun beni ananı cehennemden çıkarın. Herhangi bir yerde benden sakınanı da bugün cehennemden çıkarınız. (Tirmizî) [17]
Soru: Vefatının yıldönümünde babamı hatırladım, duygularım yeniden canlandı. Yıldönümü anmalarının İslâm'a göre hükmü nedir?
Cevap: Arabça da zikir unutulan veya hazırda bulunmayan bir şeyi hatırlamak veya mevcut olan bir şeyi korumak demektir. O halde hepimiz böyle bir şeye muhtacız. Dinen ve aklen de buna hakkımız vardır. Kim ki bir şeyden gafil ise, o şeyi hatırlamak mecburiyetindedir. Kim de bir şeyi hatırında tutuyorsa onun devamlı olmasını sağlamalıdır. Çünkü bir şeyi hatırda tutmak kalbi canlandırır, aklı uyanık tutar, nefse de ibret verir. O yüzden zikir [=hatırlama/anma], hayırlı ve akıllı insanların bir vasfı olmuştur.
Zaten ancak akıl sahipleri anar ve düşünürler.
Bizim, faziletli ve basiretli ecdadımız zikir ile yücelmişlerdir. Onlar aşk ve muhabbet konusunda da aynı tutumu sergilemişlerdir. Hatta bir Arab şair sevgilisine şöyle haykırıyor:
Kanım oluk oluk akarken dahi
Seni anmaktan kendimi alıkoymadım.
Bir oyun ve eğlencede iken değil başların kesildiği, göğüslerin varıldığı savaş meydanında sevgilisini yad ediyor. Şairler aşkı ve anmayı böyle terennüm ederlerken, abidler ve zahitler neden Allah'ı daha az ansınlar.
Bu hususta ecdatlarımızdan daha ileri gitmemiz gerekir. Ancak hayat bütün gayeleriyle, maddesiyle ve şehvetiyle bizi anmaktan ve zikirden alıkoyuyor.
Bununla beraber Kur'an zikir (hatırlama) hakkında şöyle buyuruyor:
Takvaya erenler var ya, onlara Şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler. (A'raf/201)
Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-is-tiğfar ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir kil. Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler. (Âl-iİmran/135)
Zikr o kadar değerlidir ki Allah (c.c) Kutsal kitabına zikr ismini vermiştir:
Zikri (Kur'an'ı) kesinlikle biz indirdik elbette onu yine biz koruyacağız. (Hicr/9)
Ve yine Allah Teâlâ Kur'an'ın "hikmetli bir zikir" olduğunu beyan etmektedir:
Böylece bu ayetleri ve hikmetli zikri sana okuyoruz. O Kur'an bütün alemlere bir zikirdir (bir hatırlatmadır).
Allah size gerçekten bir uyarıcı (zikr) indirmiş. Size Allah'ın apaçık ayetlerini okuyan bir peygamber göndermiştir. (Talak/10-11)
Zikrin en büyüğü Allah'ı zikretmektir. Yani Allah'ı düşünmek ve hatırlamaktır. Bu da mutmain olmanın, huzura kavuşmanın anahtarı ve kurtuluşun kapısıdır. Allah şöyle buyuruyor:
Bunlar iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükunete erenlerdir. Bilesiniz ki kalpler ancak Allah'ın zikriyle huzur bulur, iman edip iyi işler yapanlara ne mutlu! Varılacak güzel yurt da onlar içindir. (Ra'd/29)
Kulun Allah'ı anması onun için şereflerin en yücesidir. Öyleyse her fırsatta Allah'ı anmalıdır. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:"
Beni anın ki ben de sizi anayım bana şükredin, nankörlük etmeyin! (Bakara/152)
Sufilerden Sabit el-Benavi "Allah'ın ne zaman beni hatırladığını biliyorum" deyince, hayretle nasıl anladığını sordular. Bunun üzerine dedi ki: Ben O'nu andığım zaman O da beni anar, çünkü O Kur'an'da şöyle söylüyor:
Beni anın ben de sizi anayım. (Bakara/152)
Bir hadis-i kudsi de bu ayeti teyit etmektedir:
Kulumun dudakları beni anmakla kıpırdadığı sürece ben onunlayım.
Dinen ve aklen en makbul zikir (hatırlama/hatırlatma) ise, faydalı ve ahlâkı güzelleştirici zikirdir. Bu nedenle şerefli Kur'an şöyle buyuruyor:
O halde eğer öğüt fayda verirse Öğüt ver! (A'la/9)
Sen yine de öğüt ver (hatırlat). Çünkü öğüt mü'minlere fayda verir. (Tur/55)
Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver! (Kaf/45) Ancak akıl sahipleri Allah'ı anarlar.
Kur'an bir çok yerde zikretmeyi akıllıların en belirgin vasfı olarak
sayar.
Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır. (Kaf/37)
Akıllı insan Allah'ın yarattığı kainatı ve onun içindekileri düşünmeli, kendi acizliğini ve hiçliğini anlamalıdır. Allah şöyle buyuruyor:
İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Gerçek şu ki biz insanı katışık bir nutfeden yarattık, imtihan edelim diye kendisini işitir ve görür kıldık, şüp-
hesiz biz, ona (doğru) yolu gösterdik, ister şükredici olsun ister nankör. (İnsan/1-3)
İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiç bir şey olmadığı halde biz kendisini yar atmışı zdır. (Meryem/67)
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.
Onlar, ayakta dururken, otururken, yanlan üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler): "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni teşbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!" (Âl-iİmran/190-191)
Ve yine akıllı kimse Allah'ın (c.c) şu sözünü hatırda tutar:
Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Bundan başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti. (Enam/153)
Kişi hakkını aramalı ne kimseyi aldatmak ne de aldanmahdır. Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
Onlar bir haksızlığa uğradıkları zaman, yardımlaşırlar. (Şura/39)
Yine kişi mazlumlara yardım etmesi gerektiğini aklından çıkarmamalıdır. Zira Allah şöyle buyuruyor:
Size ne oldu da Allah yolunda...zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Nisa/75)
Ve yine kişi emanetlere riayet etmeli ve sözünü yerine getirmelidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Onlar ki emanetlerine ve verdikleri söze bağlı kalırlar.
Yine insan, işlediği kötülükleri hatırlayıp pişman olmalı, onları
iyiliklerle bertaraf etmelidir.
Çünkü iyilikler kötülükleri imha eder ve bunda zikredenler için bir ibret vardır.
Rasûlullah da şöyle buyuruyor:
Kötülükten sonra onu yok edecek bir iyilik yap ve insanlarla iyi geçin.
Faziletli ve akıllı adam kendisinden uzak olan dostunu hatırında tutar. Böylece onu yanında hisseder, onun ayrılığından duyduğu elemi, onu hatırlayarak hafifletir; bu şekilde bir teselli bulur. Nitekim bir şair şöyle diyor:
Ben seni anmakla kendimde bir heyecan buluyorum Yağmurdan ıslanan serçenin silkelendiği gibi...
Uzakta olanı anmak bir nevi vefadır. Bu yüzden atalarımız şöyle söylemişler: "Bizim sizi andığımız gibi siz de bizi anın. Çünkü anmak uzak olanları yaklaştırır."
Kur'an-ı Kerim de Hz. Yusufun babası Hz. Yakub'tan bahsederken şöyle diyor:
_ Kafile Mısır'dan ayrılınca, babalan (yanındakilere): "Eğer bana bunamış demezseniz inanın ben Yusufun kokusunu alıyorum!" dedi. (Yusuf/94)
Ah keşke her mü'min, iman ve vatan kardeşini her an hatırlayıp anabilseydi, onu sorup, ona yardımda bulunsaydı. Onun kötülüğünü istemeseydi. O zaman Allah'ın şu sözü tam manasıyla gerçekleştirdi:
Mü'minler ancak kardeştirler.
Ve Rasûlullah'm şu sözü de gerçekleştirdi:
Mü'minler bir vücuda benzer; ondan bir organ hastalanırsa, vücudun diğer organları da acı duyar ve uykusuz kalır.
Ve yine Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Kim müslümanların derdini dert edinmezse o onlardan değildir.
Yine akıllı müslüman şerefli tarihini -ki kendisi de onun bir parçasıdır- ve Allah'ın şereflendirdiği bir ümmete mensup olduğunu hatırlar ve üzerinde düşünür; ona layık olmaya çalışır. Tabii ki bu sadece kuru bir iddia ile olmaz. Kendisi de seleflerinin çalıştıkları gibi çalışmalıdır. Sadece onlarla övünmek hiçbir işe yaramaz. Şair şöyle diyor:
Bizim soyumuz yüce de olsa
Biz kendimizi atalarımıza bırakmayız.
Onların yaptıklarını yapmakla övünürüz.
İnsan kendisine düşeni yapar, ecdadının yaptığına da bir katkıda bulunursa, çağdaşları kendisini hayırla yad edeceklerdir. Başlarına bir iş geldiğinde ona tabi olurlar. O onlara bir kurtarıcı olur. Söyleyen ne güzel söylemiş: "İş ciddiye binerse benim kavmim beni arayacak. Nitekim karanlık gecelerde ay aranır."
Akıllı kişi, beka alemine gideceğini asla hatırından çıkarmaz. Kendinden önce oraya gidenler için dua ve niyazda bulunur. Eğer selefleri gibi hayırlı ameller yaparsa, onlarla orada buluşur. Çünkü Allah mutlaka ehl-i hidayet ve takva sahiplerini rahmeti altında toplayacaktır. İnsanlar doğru yolda yürüdükleri sürece Allah onlara merhamet edecektir. Çünkü mükafat amele göre verilir. Orası muttakiler için ne iyi bir yerdir. Allah şöyle buyuruyor:
O yurt Adn cennetleridir. Oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından salih olanlarla beraber gidecekler. Melekler de her kapıdan onların yanına girecek ve "Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir!" (derler) (Rad/23-24)
Ahireti düşünmek ölümü hatıra getirir. Ölümü düşünene her şey kolay gelir, her uzak ona yakın olur. Nitekim Hz. Ali (r.a) şöyle buyuruyor:
Ölümü bol bol hatırlayın!
Lezzetlerin yok olacağı işin sonunu çok hatırlayın!
Bu uyarıyı Allah da, Kur'an'da teyit ediyor:
Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir. (ÂH İmran/185)
Aslında bize vacib olan anma, Yüce Rabbimizi hamd ve sena ile anmanın yanısıra, Rasûlullah'ı da anmaktır. Birliğimizi, vatanımızı mukaddeslerimizi, mazimizi, şimdiki durumumuzu ve yarınlarımızı düşünmemiz lazımdır.
Hatırlat! Çünkü hatırlatma mü'minlere fayda verir. [18]
Soru: Mutsuzluğun sebepleri nelerdir?
Cevap: İnsanlarımızın birçok konuda şikayet ettiklerini, mutsuz olduklarını söylediklerini işitiyoruz. Öyle ki bazı aydınlar ülkemizin "Şikayetler ülkesi" olduğunu ifade ediyorlar. Gerçekten de musibet ve mutsuzluk şişesi taşanların şikayet etme hakları vardır. Ah keşke onlar gerçeği görüp ona yönelebilselerdi, o zaman hiç de kendilerini öyle görmeyeceklerdi.
Şüphesiz, biz hastalığı görüp teşhis ettikten ve sebeplerini tesbit ettikten sonra, onun ilacını bulup tedavi etmek kolay olacaktır. Zan-nımca bu şikayetlerin en önemli sebebi imanın ve bağların zayıf olmasıdır. İnsanoğlu eğer rabbine kuvvetli, derin bir iman ve itimad ile bağlanır, ümit ve korku içinde O'na dua ederse, hayatının bir nur ve feyizle dolduğunu, diğer şeylerin gelip geçici olduğunu anlar. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Kim Allah'tan korkarsa Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden nzık verir. Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur. (Talak/2-3)
Yine insanları mutsuz kılan sebeplerden birisi de birçoklarının akıl ve ruhlarına hakim olan vehim ve kuruntulardır. Bu tip insanlar içinde bulunduğu güzel nimetten ve zamandan yararlanmaz, fikren istikbale yönelir, -halbuki gaybi ancak Allah bilir- kendi kendine acaba bu yükselişten sonra bir alçalmamı gelecek, sakın başıma bir bela ve musibet gelmesin? gibi sorular sormaya başlar. Böylelikle o vehmî iniş çıkışlara girer, ufkunda kara bulutlar belirir, elindekinden yararlanamaz. Ve gaybın perdelerini de delemez. İşte bu sapık bir eğilimdir. Oysa o içinde bulunduğu nimete karşı rabbine şükredip ondan gereği gibi yararlansa ve elinden gelen gayreti sarfetseydi, mutsuz olup kaygılanmayacak, istikbalin ne getireceğini düşünüp endişelenerek aklını ve fikrini boşuna yormayacaktı.
Yine mutsuzluğun nedenlerinden biri de dünyayı nihai kötülüklerden temizlemek fikridir, ki bu mümkün değildir. Halbuki Allah Teâlâ (c.c) bu dünyayı bir imtihan alanı yapmış, insanlara akıl ve irade vererek onları —yapıp ettikleriyle nükâfatlandırmak veya cezalandırmak için- serbest bırakmıştır. Allah şöyle buyuruyor:
Hatırlayın ki rabbiniz size "Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!" diye bildirmişti. (İbrahim/7)
Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!
O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: "Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz" derler.
işte rablerinden bağışlanmalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır. (Bakara/155-157)
Yine mutsuzluğun nedenlerinden birisi de, ufak sıkıntılar karşısında, hemen karamsarlığa kapılmaktır. Bu da ufuksuzluğu ve hazımsızlığı gösterir. Eğer insan böylesi küçük sıkıntılar karşısında soğukkanlılığını koruyup sebat gösterse, bu gibi sıkıntılar birikmez, altından kalkılmaz ağır yükler haline gelmez. Bizim temiz geçmişlerimiz "Bu da
geçer yahu" düsturunu kendilerine prensib edinmişlerdi. Bu da azim sahibi olan kişilere has prensiplerdendir.
Bütün bunların üstüne bir de ümitsizlik yüklenince, ki bu insanoğlunun duçar olduğu en büyük derttir; çünkü ümitsizlikle hayat beraber yürümez. Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle buyuruyor:
Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin, çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez. (Yusuf/87)
Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz.
Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser. (Hicr/56)
Atalarımız Allah'tan ümit taleb edip emelle dolarak ne güzel söylemişlerdir: "Kalbler ümitsizliğe galebe çalarsa eğer, gönüller ne kadar daralırsa daralsm, kötülükler ne kadar çoğalırsa çoğalsın, bir de bakarsın ki Allah'ın lütfü yetişmiştir. Çünkü bütün üzücü hadiselerin sonunda genişlik ve refah gelir."
Yine mutsuzluğun sebeplerinden biri de, küçük yorgunlukların yanında büyük nimetleri görmemektir. Eğer insanlar bu büyük nimetleri hatırlarsa, o küçük yorgunlukları unutacaklardır. Allah'ın nimetleri saymakla bitmez. Ancak insanoğlu çok tamahkardır. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Eğer insanoğluna bir vadi dolusu altın verilse, ikinci bir vadi altını arzulayacak, eğer ona iki vadi dolusu altın verilse, üçüncü bir vadiyi arzulayacak. Adem oğlunun gözünü ancak toprak doyurur. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder.
İnsan bazen mutsuz olacak hiç bir sebep yokken kendi kendini mutsuz kılar. Bu da kötü tasarruf ve aklın kan şıklığından kaynaklanır. Eğer insan rabbine inanıp güvense, bu konuda biraz çaba sarfetse, biraz da tahammül gösterse, mutsuz olmaya sebep olmadığını anlar, mutlu bir şekilde yaşar. [19]
Soru: Bir yazar İslâm'ın kalb ve nefis terbiyesi üzerinde durmadığını, Kur'an'da kalb kelimesinin geçmediğini iddia ediyor. Bu iddia hakkında ne düşünüyorsunuz?
Cevap: Geçmişlerimiz "Kişi bilmediğine düşmandır" demişlerdir. Bir şeyin teferruatını bilmeyen kişi onun hakkında hüküm veremez, sözkonusu yazar da bilmediği konuda hüküm vermeye kalkışmıştır.
Bu iddianın, cehaletin ve beyinsizliğin eseri olduğunda hiç şüphe yoktur. Çünkü bir mana bir çok kelime ile ifade edilebilir. Kur'an dili olan Arabça çok zengin bir dildir. Ayrıca İslâm kalb ve nefis terbiyesi üzerinde çokça durmuştur. Her ne kadar kalb kelimesi Kur'an'da geçmiyorsa da, aynı manaya gelen başka kelimeler bulunmaktadır, ve Kur'an'm üzerinde durduğu en önemli hususlardan biri de kalb temizliğidir.
Bazı âlimlere göre, müslim kelimesi dahi kalbi ifade etmektedir. Çünkü ben müslümanım demek, ben nefsimi Allah'a teslim ettim demektir. Yani ben kalbimi, içimi ve dışımı Allah'a teslim ettim ve ona halis bir kul oldum demektir. Allah şöyle buyuruyor:
Allah'a ihlasla ibadet edin! Ancak sade ve halis olan din Allah için olur. Her nefis üzerinde bir muhafız (hafız) vardır. Buradaki hafız murakıptır, ki o da kalptir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:
Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.
iki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözletleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın. (Kaf/16-18)
Ne zaman bir işte bulunsan, ne zaman Kur'an'dan bir şey okusan
ve ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. (Yunus/61)
Bu ve buna benzer nice ayetler vardır ki, Allah'ın gözetleyiciliği-ni göstermektedirler.
Eğer biz basiretle bakarsak, kalbin esas görevinin hakim, kadir, her şeyi kudretiyle ihata eden bir Allah'a inanmak olduğunu anlarız.
O'nun bir benzeri yoktur. O işiten ve görendir. Kalblerin gizliliklerinden haberdardır. Gözlerin hain bakışlarını ve kalblerin gizlediklerini bilir. Sözü açıklasan da açıklamasan da O gizliyi ve gizlinin gizlisini de bilir. Bir şeyi gizleseniz de açıklasanız da O her şeyi bilendir. O büyük küçük her şeyin hesabını görecektir. Zerre kadar hayır işleyenin hayrını boşa gidermez. Biz kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiç bir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz, hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz. (Enbiya/47)
Bir filozof şöyle demiştir: "içinde Allah inancı olmayan bir kalp, kadısı olmayan bir mahkeme salonuna benzer."
Kalpler ancak Allah'ı tanımakla hakkı ve gerçeği bulabilirler. Çünkü Allah Teâlâ her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.
Şüphesiz ki ne yerde ne de gökte hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz. (Âl-i İmran/5)
Sizden, sözü gizleyenle onu açığa vuran, geceleyin gizlenenle gündüzün açığa çıkan (O'nun ilminde) eşittir. (Rad/10)
Allah'ın gece ve gündüz her yaptığına, hatta kalbindekilere muttali olduğuna iman eden kişi, Allah'ın her yerde kendisiyle beraber olduğuna inanır.
Nerede olursanız olun O sizinledir.
Böyle inanan bir kimse Allah'tan çekinip utanır ve O'na karşı gelmekten sakınır. Neticede hayra erer. Allah şöyle buyuruyor:
Sen ancak zikre (Kur'an'a) uyan ve gaybta Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini, bir mağfiret ve güzel bir mükafatla müjdele. (Yasin/İl)
- Fakat daha görmeden rablerinden (azabından) korkanlara gelince onlar için gerçekten hem, bağışlanma hem de büyük mükafat vardır. Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki O, kalplerin içindekini bilmektedir. Hiç yaratan bilmez mi? O en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır. (Mülk/12/14)
İşte bu şekilde insanda Allah'a karşı korku ve saygı gerçekleşince, kalb arınır, sahibini ihsan derecesine çıkarır.
İhsan ise, İslâm'da derecelerin en yükseğidir. Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
İhsan, Allah'ı görürcesine ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de O seni görür.
Bir adam "Ya Rasûlullah! Kişi nefsini nasıl tezkiye ve tasfiye eder?" diye sorunca, Allah Rasûlü şöyle buyurdular:
Nerde olursa olsun, Allah'ın kendisiyle beraber olduğunu bilmesi ile tezkiye ve tasfiye gerçekleşir.
Başka bir rivayette de şöyle deniliyor:
İmanın en faziletlisi nerede olursan ol Allah'ın seninle olduğuna iman etmendir.
İslâm filozoflarından biri şöyle diyor: "Kalbin en yüce makamı ve en yüce direnci kişinin, küçük ve büyük, açık ve gizli her şeyi bilen, kalblerin gizlediklerine muttali olan, bu hayattan sonra bir hayatın varolup yaptıklarının mükâfat veya cezasını verecek olan kadir Allah'a inanmasıdır."
insanların kalbi bu inançtan yoksun ise, hiç bir bilgi, hiçbir eğitim ona fayda vermez. Görünen o ki insanlar cahiliye döneminde bile bugünkü okumuş insanlardan daha iyi durumdaydılar; insanların çeşitli devirlerdeki durumlarını inceleyen insanlar bunu daha iyi görürler.
Böyle bir inancın kalbte yerleşmesi halinde, artık o kişiden insana yakışmayacak bir hareket sadır olmaz. İbn Mesruk et-Tusi şöyle diyor: "Kim Allah'ı kalbinin derinliklerinde hissederse, Allah da onu günahlardan korur."
İşte bu his İslâm müntes iplerin de tahakkuk ederse, o zaman haya onlara galebe çalar, onları aşağılıktan korur. Hatta hiçbir kimsenin bulunmadığı bir yerde dahi onlar bu durumda olurlar. Müslümanlardan bu konuda mübalağa edenler de olmuştur. Onlardan bazıları tek başına oldukları halde avret yerlerini açmaktan haya etmişlerdir. Çünkü onlar biliyorlar ki nerde olurlarsa olsunlar Allah onlarla beraberdir. Sanki onlardan her birisi şu şiiri terennüm etmektedirler:
Kendi başına yalnız kaldığın zaman dahi yalnızım deme. Ancak benim üzerimde bir gözetleyici vardır de. Allah'ın bir an bile senden gafil olduğunu sanma, Senin gizlediklerin de ondan saklı kalmaz.
Rivayetlere göre gafil bir genç, inanmış ve iffetli bir kıza aşık olur. Gece olup karanlık bastığında genç kız, oğlana "utanmıyor musun?" dediğinde, o "Burada yıldızlardan başka kimsecikler yok" diye cevap verir. Bunun üzerine genç kız onu tersleyerek şöyle der: "Ya yıldızlan idare edene ne dersin? O bizi görür ya!"
Yine bu konuda Hz. Ömer döneminde süt satan kadın ve kızının meşhur hikayesi vardır. Hz. Ömer her zaman olduğu gibi raiyesinin durumunu kontrol etmek için geceleyin Medine sokaklarında dolaşırken evin birinden bir ses duyar. Hz. Ömer sese kulak kabarttığında bir anne ile kızı arasında geçen şu konuşmayı duyar: Anne kızına "Kalk ve. süte su kat!" der. Kız ise annesine, Halifenin tellalların süte su katmayın dediklerini hatırlatır. Anne kızına "Ömer nereden bilecek?" dediğinde, kız, annesine şöyle cevap verir: "Hayır vallahi ey anne! Ben O'na açıkta itaat edip de tenhada isyan edemem. Eğer Ömer görmüyorsa, Ömer'in Allah'ı görüyordur."
Bazıları, çağdaş eğitim ve kültürün kalb terbiyesi için yeterli olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki halihazırdaki durum bunu yalanlamaktadır. Nice çağdaş ve kültürlü insanın ahlâk ve terbiyeden yoksun olduğunu, hürriyet perdesi altında oraya buraya saldırdıklarını, çalıp çırptıklarını, güçlerini kötüye kullandıklarım görüyoruz. Buna mukabil, dinî bir ortamda yetişmiş nice kültürsüz insanın kötülüklerden kaçtığını, kimseye zulmetmediğini, ahlâk ve terbiye ile donandığını müşa-hade ediyoruz. Öyleyse önemli olan, kalb temizliği ve imanlı bir hayattır. Allah şöyle buyuruyor:
O gün, ne mal fayda verir ne de evlat, ancak Allah'a kalb-i selim (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur). (Şuara/88-89)
Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır. (Kaf/37)
Bazı filozofların da dediği gibi eğer kalp şehvete mağlup düşerse bilim ve kültür ona hükmedemez. Çünkü nefis bilimi ve kültürü kötüye kullanır. Kalbi, ancak Allah'a olan inanç düzeltir. Daha henüz bilim ve kültürden eser yokken bazı cemaatlar bunu başarmışlardır. Bununla birlikte din ile bilim yan yana geldikleri zaman daha düzgün, daha mükemmel olur.
Allah'a ve ahiret gününe inananlar da hata eder, zira hatasız insan olmaz. Ancak onlar tezelden hatalarından dönüş yaparlar, Rablerine sığınırlar, tekrar doğru yola koyulurlar. Çünkü onlar Allah'ın gözetlediğini, af ve mağfiret sahibi olmasının yamsıra intikam sahibi de olduğunu biliyorlar. İşte Allah'a olan bu dönüş onları devamlı dikkatli tutar ve başlarına gelen şeylere karşı da mukavemetli kılar. Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
Eğer şeytanın fitlemesi seni dürterse hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler. (Şeytanların) dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar. (A'raf/200-202)
Ayetteki fitleme vesvese demektir. Allah (c.c) kullarına ondan kaçınıp Allah'a sığınmalarını emrediyor. Ta ki bu vesveseye kulak vermesin ve ona tabi olmasın. Allah'tan sakınanlara şeytandan bir şey isabet ettiği zaman hemen uyanırlar. Onlar basiretli olurlar. Kötülükten sakınırlar. Ama günahkarlara gelince, şeytan sonuna kadar onların işlerinde tasarrufta bulunur.
Avrupa'da ahlâk ve terbiyenin zirvede olduğunu iddia edenler bulunmaktadır.
Acaba Avrupa'da beyazların siyahlara yaptıkları zulüm kalb temizliğinin, ahlâk ve terbiyenin zirvesini mi gösteriyor? Onlar cins ve renk sebebiyle insanlar arasında ayrım yapıyorlar. Yine Avrupalının kalbinin temizliği bu mudur ki, onlar kötü sömürüleriyle ufuk karartıp Filistin halkını kan ve ateşle yüz yüze bırakıyorlar. Onlar Filistinlileri boşlukta bırakıp açlığa ve hastalığa kurban etmişlerdir. Yine ne biçim bir kalb temizliğidir ki, dünyayı bir anda yok edecek bombalar yapıyorlar, dünyaya karanlık ve fesat saçıyorlar.
Şunu hatırdan çıkarmamak lazımdır; İslâm'ı bilmeyenler onu gerektiği gibi anlatıp tebliğ edemezler. İslâm düşmanları ise, daima onun iyiliklerini örtüp, güzelliklerini görmezden gelirler. Bunların karşısında müslümanların İslâm'la aziz olmaları, onu bihhakkın mütalaa etmeleri, onun güzellikleriyle amel etmeleri gerekiyor. Onu güzel bir şekilde arzetmeleri ve insanlara da iyilikte bulunmaları gerekmektedir. Böylece Allah insanları selam yurduna çağınyor, dilediğini de hak yola iletiyor. [20]
Soru: Ahiret ve kıyametten bahseden bazı kitapların isimlerini yazar mısınız? Ahiretteki hadiseler gerçek midir, yoksa mecazi midirler?
Ayrıca şu âyet ne manaya geliyor:
İçinizden oraya uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. (Meryem/7)
Ve Peygamberimizin havzı gerçek midir?
Cevap: Ahiret mevzu geçmiş âlimlerimizi de düşündürmüştür. Hatta aralarından bazıları bu konuda müstakil eserler bile vermişlerdir. Tefsir ve hadis külliyatının yanısıra şu kitablan da sayabiliriz: İbn Re-ceb el-Hanbelî Kıyametin Halleri ve Ateşten Korkutmak ve Kıyamet Gününün Oluşumu adı altında iki kitap yazmıştır. Yine Üstad Ebu'l-Vefa el-Merağî de Libab'il-Bahsfi Şerhi Kitab'il-Ba's adı altında bir kitap neşretmiş tir. Bu kitap Ebu Davud es-Sicistanî'nin topladığı bu konudaki seksen hadisi şerifin şehrini içermektedir. Ayrıca bu konuda Üstad Seyyid Kutub'un da Kur'an'da Kıyamet Sahneleri adında müstakil bir kitabı vardır.
Evvelkiler ve sonrakilerin uzun uzadıya kıyametin, cennetin ve cehennemin durumu hakkında konuştukları ve yazdıkları halde, görüyoruz ki maalesef gençlerimizin çoğu bu bilgiden yoksundurlar. Çünkü onlar yenilik belasından, yanlış yönlendirmeden ve içinde bulundukları kötü çevreden dolayı, şehvet ve lezzete dalmışlar, ahiret ve hesap konusuyla ilgilenmez olmuşlardır, bazıları da bunu hurafe sayar.
Biz babalarımızdan, şeyhlerimizden cennet konusunu dinler, onu arzulayıp, onun için çalışırdık. Ve yine cehennem konusunu onlardan dinler ondan korkar, günahlardan kaçınırdık. Böylelikle bizler kötü yollara düşmezdik. Eğer bu korkutma ve teşvik olmasaydı biz kendimizi bir çok kötülükten alıkoyamazdık.
İşte geçmişlerimizin yolu bu idi. Doğduğu günden beri İslâm'ın nuru bunu insanlığa vermişti. İbn Receb Hanbelî'nin rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a) bir gencin gece yarısı "Ey ateşten kurtaran kurtar!1' diye imdat istediğini duyar. Sabah olunca Hz. Peygamber, gence şöyle der:
Ey genç! Senin bu imdadından ve mırıldanmandan Allah'ın bir çok melekleri ağladılar.
Yine Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Allah meleklerine karşı salih bir gençle övünür. (Suyûti, Câmiu's-Sagîf)
Geçmişlerimizin fert ve cemiyet hayatında hiç bir zaman, hesabı, dirilmeyi, ceza ve mükafata inanmayı asla unutmadıklarım görüyoruz. Halife Ömer b. Abdulaziz sürekli hesap gününü hatırlardı. Ye-zid b. Havşeb şöyle demiştir: "Hasjan Basri ve Ömer b. Abdulaziz kadar hesap gününden çekineni görmedim. Sanki cehennem ikisi için yaratılmış."
Ömer b. Abdulaziz bir defasında bir sohbete katılmıştı. Herkes konuşurken o susuyordu. "Neden susuyorsun?" diye sorulduğunda şöyle dedi: "Ben cennet ehlinin birbirlerini nasıl ziyaret ettiklerini düşünüyorum, yine cehennem ehlinin nasıl işkence gördüklerini düş ennemin mahiyetini kavrayamaz. Ancak oraya gittiğinde, yeni bir şekilde yaratılmış olacağından, oradaki halleri ayne'l-yakîn göreceğinden, dünyadayken yapıp ettiklerinin gerçek mahiyetini idrak edecektir. Ancak bizler şimdiki aklımızla o hadiselerin mahiyetini kavrayamadığımız için, naslan olduğu gibi kabul ediyoruz. Eğer durum mecaza elve-
rirse mecazi manada tev'il ederiz. Fakat, bu te'villerin dilin ve aklın sınırlarını aşmaması gerekir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
İçinizden oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. (Meryem/7)
Bu ayetle ilgili olarak müfessirler bir çok görüş ileri sürmüşlerdir. Onlardan kimi uğramanın, girmek olduğunu söylemiştir. Rivayet edildiğine göre Abdullah b. Revaha bir gün ağlamıştı. Onu gören karısı da ağlamaya başlamış. Abdullah b. Revaha, karısına "Sen neden ağlıyorsun?" deyince, kansı "Seni ağlar görünce ben de ağladım" cevabını vermiş. Bunun üzerine Abdullah "Ben içinizden ünüyorum."
Eskiden İslâm gençliği için şu şiir söyleniyordu:
Onlarda saygı ve huşu eseri görünür,
Onlar Kur'an'm bendesi olmuşlardır.
Onların yüzünde gece namazının belirtisi vardır,
Onlar bir deri bir kemik kalmışlardır.
O korkudan ve saygıdan yatağından uzaklaşmıştır.
Cahiller ise uykudadırlar.
Onlar üzgün ve ibretlidirler, gündüzleri de oruç tutarlar.
Şüphesiz Kur'an'ı okurlar, geceleyin secde ve kıyam ederler.
Acaba bugünkü gençler için ne söylenebilir?
Madem ki insanlar diriltilecek, Öyleyse bunun bir amacı vardır. Çünkü herşeyi bilerek yapan hikmet sahibi Allah, abes iş yapmaktan münezzehtir. Dirilişin gayesi adil bir hesaptır. Ta ki kişi yaptığı iyilik ve kötülüğün karşılığını görsün.
İnsanoğlunun aklı sınırlı olduğundan, ahiretin, cennet ve ceh oraya (cehenneme) uğramayacak hiç bir kimse yoktur" ayetini hatırlayınca ağladım, zira ben de cehenneme uğrayacağım. Bilmiyorum ondan kurtulacak mıyım yoksa onda kalacak mıyım?
İbn Abbas'm görüşüne göre kişi, derecesine göre cehenneme girecektir. Çünkü insanların hepsi de muhtelif derecede günah işlemişlerdir.
Bazılarına göre ise, buradaki uğrayış, yaman ateşin üzerinden (sırattan) geçmektir. Allah salih olanlara yardımcı olur. Onlar sür'atle geçerler. Müstahak olanlar ise ona girerler.
Kimileri de bu uğramayı, ateşin yanından geçmek olarak anlamışlardır.
Kimisine göre de buradaki uğrama, günahkârlara aittir. Zira bir Önceki ayet buna delalet etmektedir:
Öyle ise, rabbime andolsun ki, muhakkak surette onları şeytanlarla birlikte mahşere toplayacağız. Sonra onları diz üstü çökmüş vaziyette cehennemin çevresinde hazır bulunduracağız. (Meryem/68)
Selim bir anlayışa en yakın tefsir şudur: Ayetteki uğramaktan kasıt, orada hazır bulunmak ve üzerinde durmaktır. Nitekim Arablar vü-cud kelimesini yanında bulunmak manasında kullanırlar. Mesela hayvanlar suya indiler, demek, onun yanında bulundular demektir. Ondan
içmek veya içmemek önemli değildir. Nitekim Kur'an'da Hz. Musa için "O medyen suyuna inince" tabiri kullanılıyor.
Herhalde Allah bütün kullarını, iyisini ve kötüsünü cehennemin yanında toplayacaktır. Ondaki azabı ve dehşeti onlara gösterecektir. Sonra onların iyilerini kötülerinden ayıracaktır. Kötüler azab görmek için cehenneme, iyiler de cennete -mükâfat görmek için- sevkedileceklerdir.
Peygamberimizin havzma gelince, Hz. Peygamber'in havz ile ilgili verdiği bilgileri olduğu gibi kabul eder, onları te'vil etmeyiz. Ancak, dünyada onun gerçek mahiyetini kavrayanlayacağımızı da belirtmeliyiz. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Havzın başına önce ben'varırım. Bana uğrayan ondan içer, ondan içen bir.daha susamaz. Bana tanıdığım bazıları da uğrarlar. Sonra aramızda perde gerilir. Ben "Ey rabbim! Onlar bendendir" dediğimde, bana denir ki: "Onların senden sonra ne yaptıklarını bir bilsen!" Ben de, "Benden sonra dinini değiştirenlere yazıklar olsun!" derim.
Bu o kadar açıktır ki mecaza gitmek mümkün değildir. Yani, havzın zahiren bildiğimiz şekilde olmayıp mecazî olduğunu söyleyemeyiz.
Buradan şu çıkıyor, ahiretle ilgili şeylerden bir kısmı olduğu gibi kabul edilir. Onu mecaza hamletmek caiz değildir. Ancak onlardan bir kısmı da vardır ki Kur'an ve sünnet onlan tasvir etmiştir. Onları olduğu gibi kabul etmek de, mecaza hamletmek de mümkündür. Onlan makbul bir mecaza hamleden kişi kınanmaz. Her şeyin aslı ancak ahi-ret gününde anlaşılacaktır. O gün bu gerçekleri çıplak gözlerle göreceğiz. Allah her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır. [21]
Soru: Allahu Ekber, nasıl oldu da müslümanlarm parolası oldu? Tekbirin günümüz müslümanları üzerindeki tesiri nedir?
Cevap: Bir takım kudsi ve yüce kelimeler -her ne kadar çok tekrar edilseler de- zamanla bazı insanların yanında manalarını yitirirler. Çünkü insanlar bu kelimelerin yüce^manasım düşünemiyorlar. O kelimelerden biri de Tekbir kelimesidir. Yani "Allahu Ekber"dir. Bu çok derin ve yüce manalı bir cümledir.
Allah, Rasûlünü insanları uyarmak için görevlendirirken onu mükellef kıldığı ilk kelime tekbirdir.
Ey bürünüp sarman (Rasûlüm!) Kalk ve (insanları) uyar. Sadece rabbini büyük tanı. (Müddesir/1-3)
Ve yine Allah, Rasûlüne tekbir getirmesini emrediyor:
"Çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı olmayan Allah'a hamd ederim" de ve tekbir getirerek O'nun şanını yücelt! (İsra/111)
Bütün İslâm ülkelerinde günde beş vakit ezan sesi yükseliyor, onun sözleri Allahu Ekber, Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden Rasûlullah, Haye alesselaî, hayye alel felah ve lailahe illallah kelimelerinden oluşmaktadır. Görüyorsunuz ki ezan tekbirle başlıyor, tevhid kelimesiyle bitiyor. Allahu Ekber kelimesi altı defa tekrarlanıyor, diğer kelimeler ise ikişer defa tekrarlanıyor.
Yine namaz da tekbirle başlıyor. Bu tekbire "îlıram Tekbiri" denir. Çünkü bununla namaza giriliyor, artık namaza girince, dünya kelamı ve namazın ruhuna aykırı düşen her şey haram olur. İmam Neseî hariç Kütüb-i Sitte müelliflerinin rivayetine göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Namazın anahtarı temizlik, tahrimesi tekbir, sonu da selamdır.
Tekbir namazın her rekatında tekrarlanır. Tirmizî hariç diğer beş hadis imamı şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasûlullah -rükûdan doğrulması müstesna- her eğiliş ve doğrulusunda tekbir getirirdi. Keza kıyam ve kuudda da tekbir getirirdi. Ebubekir ve Ömer de aynısını yaparlardı.
Rivayet edildiğine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a) ile beraber namaz kıldık. O arada bir adam ''Allah ne büyüktür Allah'a hamd olsun, sabah akşam O'nu takdis ederiz" dedi. Rasûlullah "Bu kelimeleri kim söyledi?" diye sordu. Bir adam "Ya Rasûlullah o kelimeleri ben söyledim" dedi. Rasûlullah; "Bunlar çok hoşuma gitti. Bunlarla semanın kapıları açıldı" buyurdu.
İbn Ömer sözüne şöyle devam ediyor: "Ben bunu. Rasûlullah'tan duyduğum günden beri terketmedim." (Müslim ve Tirmizî)
Yine müslüman farz namazlannı teşbih, hamd ve tekbirle bitirir.
Kim namazlardan sonra otuz üç kez Sübhanallah, otuz üç kez Elhamdülillah ve otuz üç kez de Allahu Ekber dese —ki bunların toplamı doksan dokuz eder- sonra yüzüncü defasında lailahe illallah vahdehü la şerike leh, lehül mülkü velehül hamdü ve hüve ala külli şey'in kadir, dese, onun günahlan deniz köpüğü kadar çok da olsa silinir. (Ebu Dâvud)
Ramazan bayramında müslümanlar namaza çıkınca, hutbe başlayıncaya kadar tekbir getirirler. Arkasında Kurban Bayramında ise hafta boyunca tekbir getirilir. Böylece hidayete ermelerine/erdirilmelerine mukabil, bir şükrâne olarak Allah'ı ulularlar. Kurban bayramında arefe gününün sabahından, bayramın dördüncü gününün ikindi namazına kadar tekbir getirirler. Bu günlere "eyyam-ı teşrik" denir.
Görüldüğü üzere müslümanlar günde onlarca defa tekbir getiriyorlar. Ancak bu kelimenin tesirini onların işlerinde ve tasarruflarında mâlesef göremiyoruz. Halbuki Allah Teâlâ çeşitli vesilelerle -namaz ve ezanla- bu kelimeyi saatin tik takı gibi bizi uyarsın diye tekrar ettiriyor. Böylece üzerimizdeki hakkını ve kendisine döneceğimizi hatırlatıyor. Ta ki, gafiller uyansın, sapıklar doğru yolu bulsun, kötü kişiler kötülükten dönsün ve iyiler de iyiliklerine iyilik katsınlar. Bu vesile ile Kur'an ehli olan müslümanlar tekbire, tekbirle karşılık verirler. Ona icabet eder namaza, hayra ve zikre, yardımlaşmaya koşar, kötülüklerle mücadele ederler. Allah şöyle buyuruyor:
Tağuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır.
(Ey Muhammed)! Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır. (Zümer/17-18)
Allahu Ekber semadan inen kudsi bir sestir ki yerdekiler onu tekrar edip dururlar. Onlar bununla Allah'ın yüceliğini dile getirirler. Tekbirle tüyleri ürperir. Sonra kalpleri yumuşar ve Allah'ı anmaya başlayıp "Allahu Ekber" kelimesini sıdk ve azimle tekrarlayıp dururlar. Tekbir sesleri dalgalı bir denizin dalgalan gibi dalgalanıp durur. Çünkü onun yüce manası onların kalplerinde şiddetle dalgalanır.
Afakta da Allahu Ekber nidaları çınlar. Yeryüzünü canlandıran semanın meltemleri uykudakileri uyandırır. Böylelikle hayatın kirleri ve beşeri kazuratlan temizlenir.
Yine Allahu Ebker nidaları, yağmacının kulağında da çınlar -eğer onda birazcık ibret gözü varsa- onun ellerini titretip, hilelerine son verir. Çünkü o her şeyden yüce ve büyük olan Allah'ın kendisini gördüğünü idrak eder, yakalayışının şiddetinden korkuya kapılır.
Allahu Ekber nidası, sürekli günaha meyletmek isteyen fasıkın kulağında da çınlar durur. Eğer onda bir nebze ibret gözü varsa meylettiği günahtan vazgeçer. Çünkü Allah'ın uyumadığını, gözlerin hain bakışlarını ve kalblerin gizlediklerini, insanlann gizli ve açık herşeyle-rini bildiğini, her an ve her yerde insanlarla beraber olduğunu anlar. Yaratan bilmez mi? O latif ve herşeyden haberdardır. Allah şöyle buyuruyor:
Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, herşeyi bilendir. (Mücadele/7)
Allahu Ekber, öyle bir kelimedir ki servet sahibi olan kişinin kulağında çınladığında, en azından şöyle düşünür: Allah bütün zenginlerden daha zengindir. Çünkü O bütün zenginliklerin kaynağıdır. Veren
O'dur alan da. Yükselten de O'dur alçaltan da!" Böyle düşünen zenginin zenginliği onu şımartmaz. Bilakis o Allah'ın şu sözlerini hep hatırında tutar:
Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Ölümsüz olan iyi işler ise rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır. (Kehf/46)
Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükafat Allah'ın katındadır. (Enfal/28)
Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.
(Münafikun/9)
Ve yine kulağında Allahu Ekber nidasının çınladığı fakir, fakirliğine üzülmez ve sarsıntı geçirmez. Çünkü o Allah'ın çok büyük olduğunu ve bütün zenginlerden daha zengin olduğunu düşünüp kendisini lütuf ve insanıyla zengin etmeye kadir olduğunu idrak eder.
Ey iman edenler! Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. (Tevbe/28)
O, seni yetim bulup barındırmadı mı? Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi? (Duha/6-8)
Allahu Ekber kelimesi, sıhhatli ve kuvvetli insanın kulağında çınladığında o sıhhatine ve gücüne güven duymaz. Çünkü sıhhat ve kuvveti veren kudret onu alabilir, onun yerine zayıflık ve hastalık verebilir. Güç ve sıhhat, sahibini aldatmamalıdır. Çünkü Allah nice cüsseli hayvanlara da sıhhat ve kuvvet vermiştir. Mühim olan akıl ve kalp kuvvetidir. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
Pehlivan rakibini yenen değildir. Asıl pehlivan gazap zamanında öfkesini yenen kişidir.
Yine Allahu Ekber kelimesi, hasta olan kulların kulaklarında çınladığında ona şifa ve ilaç olur. O kişi Allah'ın rahmetinden ümit kesilmemesi gerektiğini anlar. Zira Allah şöyle buyuruyor:
Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. (Şuara/80)
Eyyub'u da (an). Hani rabbine "Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin" diye niyaz etmişti.
Bunun üzerine biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hatıra olarak onun duasını kabul ettik; kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik ve ona aile efradını, ayıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik. (Enbiya/83-84)
Ve yine Allahu Ekber nidası, azgın ve kibirli insanın kulağında çınladığında o zalim anlar ki kendisinden daha kuvvetli ve şiddetli olan biri vardır, ki o güçlü ve aziz olan Allah'tır. Böylece azgın kişi de O'ndan korkar ve O'nun önünde eğilir; Allah'ın kullarına zulüm yapmaktan vazgeçer. Allah şöyle buyuruyor:
Suçlular, simalarından tanınır, perçemlerimden ve ayaklarından yakalanırlar. (Rahman/41)
(Firavun) "Ben sizin en yüce rabbinizim!" dedi. Allah onu (herkese ibret olarak) dünya ve ahiret azabıyla cezalandırdı Elbette bunda, korkan kimseler için büyük bir ibret vardır. (Naziat/24)
Kendisine karşı büyüklük taslayanlara Allah'ın haykırışı şöyledir:
İçinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin! Kibir-lenenlerin dönüp gidecekleri yer ne çirkindir. (Gafir/76)
Zulme uğrayan mazlum Allahu Ekber kelimesinden kuvvet alır. Çünkü o bilir ki çok insaflı ve adil bir ilah vardır. O hiç bir zaman zulme razı olmaz. Böylece mazlum kişi Allah'tan yardım dileyip doğrulur
ve bütün gücüyle zulme karşı direnir. Allah şöyle buyuruyor:
Bir haksızlığa uğradıkları zaman, yardımlaş iri ar. (Şuara/39)
İmam Rafii şöyle söylüyor: "Bir gün İslâm saati Allahu Ekber diye çalacaktır. Günün saatleri bu kelime ile hayat bulacaktır. Ey inanan kişi! Eğer sen geçmişte gerekeni yaptıysan, gelecek için de hazırlan. Yok eğer fırsatı kaçırdıysan kefaretini ver. Çünkü zaman zamanı siler, iş işi bozar."
Bir mü'min nefsini Allahu Ekber sözüyle denetlemelidir. Nasıl ki bir doktor hastasının hararetini derece ile ölçüyorsa, bir mü'min de nefsini Allahu Ekber nidasıyla ölçmelidir.
Mü'min nefsini günde beş defa hesaba çekerek Allah'ın huzuruna çıkar, halini arz eder. Nefsini Allahu Ekber kelimesiyle hesaba çekenin hali ne güzeldir.
Canlılık ve hayat veren Allahu Ekber nidası gece ve gündüz çınlayıp duruyor. İnsanlar ona icabet ediyorlar. Bir tek hane halkı gibi kolaylıkla bunu yerine getiriyorlar.
Ey müslümanlar! Sizin kelimeniz Allahu Ekber olduğu sürece hiç bir şey size galip gelmez.
Ey Hz. Muhammed'in tabileri! Ey İslâm'ın çocukları! Ey izzetin çocukları! İzzet; Allah'ın Rasûlünün ve mü'minlerindir.
Azmederek, anlayarak rabbinize Allahu Ekber demeyi ahd edin, söz verin. Böyle deyin ki Allah katında semeresini bulaşınız. Sizi küçük düşürmek isteyen zalimin yüzüne Allahu Ekber diyerek bağırın. Sizi dininizden ayırmak isteyen şeytana karşı Allahu Ekber deyin. Eğer sizi bir sıkıntı basarsa, sabredin ve Allahu Ekber deyin. Size bir hayır gelirse, şımarmayın ve Allahu Ekber deyin.
Sizin duanız şu olsun: Allahım! Bizi sana tevazu göstermekle gü-zelleştir. Senin izzetinin karşısında bize zillet ver. Senden başkasının karşısında bizi aziz kıl. Bizi kibir ve zulümden koru. Yeryüzünde fesat çıkaranlardan eyleme. Allahım! Mü'min ve mütevazilere yardım et, zalim ve cebbarların belini kır, saltanat ve cebrinle onları paçala! Çünkü sen intikam alıcı azizsin.
Allah en yüce ve en büyüktür. [22]
Soru: İçtihad ve taklid konusunda dinin hükmü nedir? İçtihada bir kaç misal verir misiniz?
Cevap: İçtihad'm lügat manası, zorluğu yüklenmek demektir. İçtihad eden kişi de zorluğu ve yorgunluğu omuzlayan kişidir. Istılahı manası ise âlim ve fakih olan kimsenin, bir dini hükmü anlayabilmek için çok zorlu bir çalışmaya girmesi, olanca gücünü kullanması demektir.
Şuna inanmamız gerekir ki, Allah Teâlâ bütün hükümlerini açıklamıştır. Ancak bu hükümler bir kısım insanlarca anlaşılmamaktadır .
İçtihad iki kısma ayrılır. Biri mutlak içtihattır ki bu nas bulunmayan bütün konularda yapılır. İkinci nevi içtihad ise, bazı meselelerde yapılır. Birinci tür içtihad, mutlak müctehidler, ikinci tür ictihadlar ise mukayyed müctehidler tarafından yapılır.
Mutlak müctehid; Kur'an-ı Kerim'in ahkam ayetlerini çok iyi bilmelidir ki ihtiyaç anında onlardan yararlanabilsin. Bu da terim ve terkiplerin, lügavî ve şer'î manalarını çok iyi bilmekle olur. Yine buna bağlı olarak, mutlak ve mukayyedi, amm ve hası ve daha nice şeyleri bilmelidir.
İkinci olarak; Rasûlullah'ın sünnetini hadislerini senet ve metinleriyle çok iyi bilmelidir. Bunların yanısıra kıyasın nevilerini de bilmelidir. Zira, dinin rükünleri gibi meselelerde ve nassın bulunduğu konularda içtihad yapılmaz. İçtihad ancak zanni işlerde olur. İctihadda bulunan müctehid, isabet etmese de sevap kazanmış sayılır.
îçtihad'm misallerine gelince, orucu bozmama hususunda öpmeyi mazmazaya kıyaslamak, kulun Allah'a olan borcunu, kulun kula olan borcuna benzetmek bunlardandır.
Nitekim bir kadın Hz. Peygamber'e gelip "Ey Allah'ın Rasûlü! Hac vazifesini ifa etmeden ölen babamın yerine hac yapabilir miyim?" diye sorunca, Rasûlullah "Babanın borcu olsa onu ödermiydin?" dedi. Kadının evet cevabını vermesi üzerine de "Allah'a olan borç ödenmeye daha layıktır" buyurdu.
Rasûlullah'ın, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in Bedir savaşı esirlerinin durumu hakkındaki ictihadları da içtihadın misallerinden biridir.
İçtihadın meşru olduğuna dair Allah'ın şu sözü öne sürülüyor:
Ey akıl sahipleri! İbret alın. (Haşr/2) [23]
Soru: Müslümanın müziğe karşı tutumu nasıl olmalıdır?
Cevap: Allah Hz. Ömer'den bin defa razı olsun. Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle buyurmuştur:
Ömer ilham alan, doğruyu söyleyen ve doğruya ileten bir insandır. Şeytan onu görünce köşe bucak kaçar. Kahramanlıkta kimse onunla yanşamaz.
Allah'ın iyi kulları dünyadan el-etek çekip bir köşeye çekilmezler, onlar hayatla içli dışlıdırlar. İslâm insanları lüzumsuz mükellefiyet altına sokmaz. Bilakis o dünya ve ahiret saadetini kucaklar ve tekeffül eder.
Allah'ın boyasıyla boyandık. Allah'tan daha güzel boyası olan kim var? (Bakara/138)
Müzik konusunda fakihler çok şeyler söylemişlerdir. Ona şiddetle karşı çıkıp haram olduğunu söyleyenlerin yanısıra, mekruh ve mubah görenler de vardır. Fakihlerin bu konudaki hükmü, genel mahiyettedir. Ancak basiretli bir insan onun kötüsüyle, iyisi arasını ayırabilir.
Seleften kimisi, günaha sevketmemesi şartıyla müziğin insanı rahatlatabileceğim ifade etmiştir.
İmam Şatibi el-İ'tisam isimli kitabının birinci cildinde şöyle rivayet ediyor: Bir grup müslüman Hz. Ömer'e gelerek, "Ya emir'el-mü'minin! Bizim imamımız namazı bitirdikten sonra şarkı söylüyor" diye şikayette bulundular. Bunun üzerine, Hz. Ömer, ashaptan bir grupla imamın yanına gider, onu mescidde bulurlar. Hz. Ömer: "Sana yazıklar olsun! Senden bize ulaşan haber doğru mudur?" diye sorar.
Bunun üzerine adam, "Ya emir'el-mü'minin nedir o kötü haber?" dedi? Hz. Ömer durumu anlatınca, adam "Ben bu şekilde nefsime nasihat ediyorum" dedi. Hz. Ömer nasıl! dediğinde, adam "Söylediklerim şundan ibarettir" diyerek şunları söyledi:
Ayrılık hakkında ne zaman kalbimi kmasam o beni yakıyor,
Zaman hep beni oyaladı, paraladı.
Ey kötü arkadaş! Bu tutkunluk nedir?
Ömür hep oyunla geçti. Gençlik benden ayrıldı ve gitti.
Ben ondan murat almadım, ondan sonra artık ben fani olmayı bekliyorum.
İhtiyarlık omuzuma bindi.
Nefsime yazıklar olsun onu hiç bir zaman güzel ve edepli görmedim.
Ey nefsim! Sen ve arzuların hiç bir zaman Allah'a rakip olamazsınız, kork ve titre.
Hz. Ömer bu sözlerden müteessir oldu ve onun son beytini tekrarladı: "Ey nefsim! Sen ve arzuların hiç bir zaman Allah'a rakip olamazsınız kork ve titre."
Sonra Hz. Ömer "Kim dilerse böyle şarkı söylesin!" dedi.
Müslümanın müziği işte böyle olur. Allah bin defa Hz. Ömer'den razı olsun ve yine Allah kendi dinini bilen mü'minlerden ve rablerini düşünenlerden de razı olsun. Amin. [24]
Soru: Bazı insanlar çok kitap alırlar. Ondan istifadeye çalışmazlar, onun içindekini okumazlar. Bunlar hakkında ne dersiniz?
Cevap: İnsanlar, bedevilik devrinde duyduklarını hafızalarına
kaydediyorlardı. Çünkü okuma-yazma pek sınırlıydı. Fakat bütün zorluk ve imkânsızlıklara rağmen bu hayat tarzı kalblerde bir birlik meydana getiriyordu.
İnsanlar, bir çok malumatları ve çok uzun metinleri ezberliyorlardı. Böylelikle insanların akıl ve hafızası gelişiyordu.
Sonra bir devir geldi ki, insanlık bedevilikten kurtuldu. Hayat gelişti, renklileşti. Dünyada bir çok gaileler ve meşgaleler meydana çıktı. Arzulal ve istekler çoğaldı. Artık insanlar ilim ve kültür ile uğraşmaya vakit bulamaz oldular. Ayrıca, okuma ve yazmanın yaygınlaşıp kitap basımının artması nedeniyle insanların hafızaları zayıfladı.
Artık insanlar ilim sahiplerinin meclislerine devam edip ilim öğrenmiyor. Zira insanların çoğu öğreneceklerini kitap ve dergilerden elde etmeye çalışıyor. İlim artık raflardadır. Hatta bazı insanlar binlerce cilt kitap ve mecmua alıp istif ederler. Bazen olur ki onlardan istifade de etmezler. Ancak ilmi bir mesele bahis konusu olduğunda, veya bir kültürel mesele meydana atıldığında, o zaman büyük kütüphane sahibi "Benim kütüphanemde bu konuyla ilgili şöyle şöyle ansiklopedi ve kitaplar vardır" diyerek övünür.
Geçmişlerden bazıları şöyle söylemişlerdir:
İlim yerine kitap toplamanın hiçbir faydası yoktur.
Öyleyse, kitap toplamak yerine ilim toplanmalıdır. Bu da kitapları okuyup incelemekle olur. Kitabı az olan nice araştırmacı vardır ki derya gibi ilme sahiptir. İnsanlar kitaplardan ziyade hafızalarına dayanmalıdırlar. Okumadığı anlamadığı kitapları kütüphanesine koymamalıdırlar. Çünkü bir kitab ancak okuyup anlamakla meyve verir. Yoksa kitaplar birer put veya birer kereste olurlar. Öncekiler şöyle demişlerdir: İlim sadırlardadır, (göğüslerdedir) satırlarda değildir. Yanlış anlaşılmasın ben kitabı küçümsemiyorum. Sadece kitabtan faydalanmak gerektiğini söylüyorum. [25]
Soru: Murakabe ne demektir? Biz neden murakabeden ve murakıplardan korkuyoruz?
Cevap: Arab dilinde bir kelime, bazen bir çok nanaya gelir. Bir kelime bazen hakiki manada, bazen de mecazi manada kullanılır, er-Rakib kelimesi şu manalara gelir: Beklemek, muttali olmak, korumak, hıfzetmek, sakınmak, korkmak, yükselmek. Kısacası güzel ahlâka, güzel tabiata delalet eder. Keşke herkeste şu murakabenin güzel bir yönü bulunsaydı.
Zemahşerî'nin Esâsu'l-Belaga isimli eserinin rakabe maddesinde, kelimeye gözetleyici, koruyucu anlamı verilmiştir.
Ancak murakabe ehl-i sülük tarafından (Keşşaf Istılahat'ül-Fü-nundd) kalbi kötü düşüncelerden temiz tutmak şeklinde tarif edilmiştir. Yine Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmek diye de tarif edilmiş ve bunun özünün de Allah'ı görürcesine ibadet etmek olduğu ifade edilmiştir.
Anlaşılıyor ki, ehl-i tasavvufun yanında murakabe Allah'tan korkmak demektir. Bu da kendisini hal ve hareketlerde gösterir. İnsanlar böylelikle fazla murakabede bulunaraktan rabbani, yani Allah adamı olurlar. Sanki o artık Allah'la beraber gider ve gelir. Bu durum, Rasû-lullah'ın hadisinde de ifadesini bulmuştur.
İmam Gazâlî İhya-ı Ulûmi'd-Dîn isimli eserinde uzun uzadıya murakabeden bahis açmış; sûfilerin yoluyla dine hakim olan tabiatı meczederek bir tahlil yapmıştır. O özetle şöyle diyor: "Murakabenin esası Allah korkusudur. O'nun büyüklüğünü düşünmek, O'nun azabından korkmaktır."
Bundan sonra Gazâlî, görüşünü İbn Mübarek'in şu sözüyle teyit ediyor: "Murakabe, Allah'ı hep görür gibi hareket etmektir."
Muhasibi de şöyle diyor: "Murakabenin evveli kalbin Allah'a olan yakınlığıdır."
Tirmizî ise şöyle diyor: "Murakabe, nazarı senden ayrılmayanı sürekli düşünmek, nimeti senden kesilmeyene şükretmek, mülkünden, hakimiyetinden çıkamadığın kişiye boyun eğmektir."
Hiç bir toplum ve hiç bir cemaat yoktur ki murakabeye ve murakıplara muhtaç olmasın. Ancak bu murakabenin de yerinde kullanılması lazımdır. Bütün ümmetler dini murakıplara muhtaçtırlar. Onlar, onları batıldan alıkor, dinlerini tahrif etmekten menederler. Murakıplar devamlı olarak hakkı söyler ve dini indiği gibi tatbik etmeye çalışırlar.
Milletler, mali murakıplara da muhtaçtırlar. Mal ancak helâlinden kazanılmalı, meşru yollardan elde edilmeli ve ancak hayırlı ve faydalı işlerde harcanmalıdır. Harcanırken de israftan ve aşırılıklardan kaçınılmalıdır.
Yine milletler velayet ve iktidar işlerinde de murakıplara muhtaçtırlar. Ta ki onun mensuplan, yoldan çıkmasınlar, zulüm ve istibdada yönelmesinler. Aslında yönetimlerden beklenen şey fedakarlık ve hizmettir.
Ümmet ve cemaat ahlâk, zayi olan değerler ve alçalan ırzlar için de murakabeye muhtaçtırlar. Sözkonusu murakıplar ahlâkı güzelleşti-rir, şehveti söndürür, değerleri muhafaza eder ve şerefleri korurlar.
En son olarak da ümmetler ve milletler, kişinin kendi kendine murakıp olmasına muhtaçtırlar. Başkası onu hesaba çekmeden o kendini hesaba çekmelidir. Buna kalb, yürek, ahlâk veya din desen de far-ketmez, zira bu isimler kültüre göre değişir. Ancak özde gaye birdir. O da herkesin üzerinde bir rakibin (yani bir gözetleyiçinin) olması fikridir. Eğer fertler iyi olursa, toplum da iyi olur, polise ve hakime fazla iş düşmez.
Bir nevi murakabe daha vardır ki onu ancak zanlılar veya şahsiyetsizler kabul edebilirler. O da, fikir hürriyeti üzerindeki murakabedir. Bu zararlı ve kötü bir şeydir. Hele hele bu murakıblık onu kötüye kullananın eline geçerse onun zarar ve kötülüğü ikiye katlanır. Yine insanların gizli yönlerim araştırmak konusunda da gözetleyicilik yapmak gayet kötüdür. Hiç kimsenin gizli yönlerini araştırmamak, onların
sürçmelerini görmemek lazımdır. Çünkü bütün dinler ve ahlâk müesseseleri insanları bu kötü huylardan menetmişlerdir.
Ne olursa olsun nezih ve ihlaslı gözetleyicilerin bulunmasının şart olduğu hususunda hiç kimsenin kuşkusu yoktur. [26]
Soru: Kâniatın sırlarla dolu olduğu söyleniyor, peki bu sırlar nasıl keşfedilir?
Cevap: İnsanoğlu ancak dar çevresini görür ve kâinatın kendisinin bulunduğu yerden ibaret olduğunu sanır. Ancak durum hiç de Öyle değildir. İnsanın sandığından binlerce kat daha büyüktür kâinat. İnsanoğlu kâinatın her yerine ulaşmaktan ve sırlarını keşfetmekten acizdir. Ancak bu sırlardan bazılarına vakıf olabilmemiz için Allah (c.c) birtakım imkanlar vermiştir. Bunlar ise araştırmak, okumak, ilim öğrenmektir. İnsanoğlu ilimde derinleştikçe, hayatın bir çok sırrına vakıf olur. Çünkü ilim sahili olmayan bir okyanustur. İnsanoğlu hiç bir zaman kendi ilmine güvenmemelidir. Çünkü gurur, insanları kör eder, olgunluktan alıkor. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Sen ilim peşinde olduğun sürece âlimsin. Âlim olduğunu zannettiğin gün cahilsin.
Rivayetlere göre Allah'ın kelimi olan Hz. Musa rabbine "Ey rab-bim! Sana en sevimli kul kimdir?" diye sorduğunda, Allah Teâlâ "Beni anıp hiç unutmayacak kişidir" cevabını verir. "En adil kulun kimdir?" sorusuna da, "Hevasına tabi olmayıp doğru hüküm verendir" diye cevap verir. "En âlim kulun kimdir?" sorusunu ise, "İnsanların ilmini ilmine katan kişidir" diye cevaplar.
Allah Teâlâ her şeyden haberdar olan ve her şeyi bilendir. O'nun ilmine bir son yoktur. O'dur insana bilmediğini bildiren. Allah insanlara ilmin sonsuz kapılarını açar. Çünkü O'nun ilminin nihayeti yoktur. Rivayet edildiğine göre Hz. Musa Hızır'la beraber gemiye binince bir serçe gelip geminin kenarına konar ve gagasıyla bir damla su alır. Bunun üzerine Hızın Musa'ya "Benim ve senin ilmin, Allah'ın ilmi yanında ancak şu damla nisbetindedir" der.
İnsanoğlu hayatta böyle olmalıdır. Her zaman ilim peşinde koşmalıdır, zira insan sadece kendi tecrübelerine dayanırsa, nakıs bir fert olmaktan öteye gidemez.
Allah daha iyi bilendir. [27]
Soru: İslâm fıkhının gelişmesi ve yenilenmesi hakkında görüşünüz nedir? Bu gelişmeden gaye nedir ve bunun bir sınırı var mıdır?
Cevap: Ezher-i şerifin âlimleri, 1938 senesinde, Lahey'de çıkan kanunlara denk bir kanun çıkarmak için toplandılar, o toplantıda, şu karar alındı: İslâm şeriatı kanunların kaynağıdır ve o her zaman gelişmeye müsaittir, o başka kanunlara muhtaç değildir.
Onlar bu toplantıdan Ezher'e döndüklerinde bu konu üzerinde çokça tartıştılar. Bir çok âlim bunu şeriatin bir zaferi olarak gördüler.
Hatırladığım kadarıyla merhum Dr. Muhammed Yusuf Musa bu konuda Fıkh-ı İslâm Tarihi adında -İslâm fıkhının tekâmülünden bahseden- bir de kitap yazdı.
Bana öyle geliyor ki, burdaki gelişmeden kasıt, dinde ve şeriatta bir değişiklik değildir. Buradaki gelişme ile İslâm fıkhındaki tecdit (yenileme, yapılanma) kastediliyor.
Soruda geçen tatvir kelimesinin lügat manasına bakmamız gerekiyor. Bu kelime ta, vav ve ra'dan ibarettir. Bu da iki manaya gelmektedir. Birinci manası, uzatmaktır, ki bu da zaman ve mekanda olabilir. Uzatmak denilince, artmak da akla gelir.
Tatvir'm bir başka manası da taaddi ve haddi tecavüz etmektir.
Eğer İslâm fıkhının gelişmesinden kasıt, nemalanmak ise, İslâm fıkhının atmosferi buna çok müsaittir. Çünkü İslâm fıkhı çok diri olup büyük bir birikime sahiptir. Dolayısıyla bugünkü hayata cevap verebilir.
Ancak İslâm fıkhının gelişmesinden kasıt dinin hükümlerini değiştirmek, daha doğrusu dini bozmak ise, sağduyu sahibi hiç kimsenin bunu onaylaması mümkün değildir. Bu konuda ne dine, ne şeriata, hatta ne de İslâm fıkhına dokunulamaz.
Kur'an-ı Kerime müracaat ettiğimiz zaman, akaid, muamelat, ibadet ve ahlâkla ilgili ayetleri görürüz. Ahlâk, akaid ve ibadetle ilgili hükümler ve kaideler asla değişmez, değiştirilemez. Geriye ise sadece muamelat kalır.
Muamelat ile ilgili hükümler Kur'an-ı Kerim'de umumi kaideler şeklinde zikredilir. Ancak bazı mahdut yerlerde tafsilat verilir. Mesela, alım-satım ve faiz hususunda Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Allah, alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. (Bakara/275)
Allah Teâlâ'nın umumî kaideler şeklinde zikrettiği muamelatla ilgili meseleleri Rasûlullah tafsilatlandirmıştır.
Yine yönetimle ilgili olarak Kur'an-ı Kerim umumi bir kaide koymuş, fakat tafsilatını vermemiştir.
Şura hakkında Allah şöyle buyuruyor:
Onların işleri, aralarında danışma iledir. (Şura/38)
Ancak danışma nasıl olacak? Nasıl tahakkuk edecek? Bir merhalede mi, iki merhalede mi? Şura'ya bütün toplum katılacak mı, yoksa bazı kişilerin katılımı yeterli mi? Bütün bunlar zamana, zemine, şartlara göre içtihad ve anlayışa terkedilmiştir. Yine Kur'an şöyle buyuruyor:
Hakikaten bu (bütün peygamberler ve onlara iman edenler) bir tek ümmet olarak sizin ümmetin izdir. (Enbiya/92)
Ancak bu teklik ve birliğin mahiyetiyle ve nasıl tahakkuk edece-giyle ilgili hiçbir tafsilat vermemiştir. Yani bu birlik siyasi mi, iktisadi mi veya askeri mi olacak? Yoksa bu birlik şuur planında mı yahut din kardeşliğinden mi ibaret olacak? Yoksa usûlde bir birlikten mi ibaret olacak?
Kur'an-ı Kerim, bu ayrıntılara girmeyerek içtihada geniş bir alan bırakmıştır.
Allah Rasûlü, ashabına haramı helâl, helâli haram etmedikleri sürece Kur'an ve sünnette hükmü bulunmayan meselelerde ictihad etme yetkisi vermiştir. Rivayet edildiğine göre Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken Rasûlullah ona "Neye göre hüküm vereceksin?" diye sorduğunda, Muaz "Allah'ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine göre" cevabını verdi. "Peki onlarda bulamazsan?" sorusunu ise "Kendi reyimle ictihad ederim" diye cevapladı.
Rasûlullah'ın vefatından sonra Hz. Ömer'in -Kur'an ve Sünnetin temel kaidelerine riayet ederek- birçok konuda ictihad ettiğini görüyoruz.
Fıkhın çiçek açtığı dört büyük müctehid İmam'ın devrine baktığımızda yepyeni bir anlayışla karşılaşıyoruz. Mesela Ebu Hanife her hükmün bir illeti ve bir hikmeti olduğunu söylüyor.
Hüküm, varlıkta ve yoklukta bu illetle devaran ediyor. Mesela o, ganimetten ata iki, binicisine bir pay verilmesi gerektiğini söyleyip bunu da hadislerle destekleyenlerin görüşüne karşı çıkarak "Ben bir hayvana, insandan fazla pay veremem" demiştir.
Şunu da ifade edelim ki, Ebu Hanife bu konuda rivayet edilen hadislerin dışına çıkmamıştır. Çünkü o hadisin ruhuna barak hüküm vermiştir. Ata iki hisse verildiği yolundaki rivayeti şöyle yorumlamıştır: O zamanlar bir at bir çok adamın gördüğü işi görüyordu. Çünkü at azdı ve pahalıydı. Bugün ise durum değişti. Öyleyse insanların ganimetten alacakları pay onlarınkine denk olmalı.
İmam Şafii ise Mısır'a yerleştikten sonra, eski görüşlerinin bir çoğundan vazgeçmiştir. Hayatın gelişmelerini, örf ve adetlerin farklılığını dikkate alarak yeni ictihadlarda bulunmuştur.
Ancak şunu da belirtmekte fayda vardır: Eğer bu kapıyı sonuna kadar açarsak, birtakım insanlar, işi, İslâm şeriatını tebdil ve nesh etmeye kadar götürebilirler.
Burada, ihtida edip Muhammed Esed adını alan kıymetli şahsiyeti anmak istiyorum. O, Yolların Ayrılış Noktasında İslâm isimli kitabında ümmetin, sadece Kur'an'ı, Sünnet'i, İslâm mirasını korumasını yeterli görmüyor. Yeme-içme adabından tutun da elbiselerinin şekline kadar herşeyini muhafaza etmesi gerektiğini belirtip "Bunların tümü İslâm ümmeti için zaruri şeylerdir, dolayısıyla mutlaka korunmaları gerekir" diyor. [28]
Soru: Bir çok iyi insanın hayatın ve insanların sillesine maruz kaldıklarını görüyoruz, acaba neden?
Cevap: Erdemli insanlar her yerde zamanın gazabına uğrar, üzüntülere hedef olurlar.
Erdem sahibi bu insanların genellikle ihtiyaçlar içinde kıvrandığını, düşünce ve eylemlerinin aksine cılız ve nahif olduklarım müşahede ediyoruz. Buna mukabil, gayesiz insanların ise genellikle hayvanlar gibi semirdiklerine şahit oluyoruz. Hatta onlar hakkında şöyle söylenmiştir. "Vücut deve vücudu, kafa ve hayal serçe kafası ve hayali".
Yine erdemli insanların, -hayattayken insan müsveddelerinin ellerinden ve dillerinden kurtulamadıkları gibi- öldükten sonra da kurtulamadıklarına tanık oluyoruz. Bir Arab şairi ne güzel söylemiş: "İnsanların kötüsü hiç kıskanılmaz."
Dünyanın kötülere yönelmesi ve iyilerden yüz çevirmesi yeni bir şey değildir. Nitekim bu durum cahiliye döneminin meşhur şairlerinden olan Kindî'yi de şöyle feryad ettirmiştir:
Benimle babamın ve amcalarımın çocukları arasındaki şey cidden Çok değişiktir.
Bakıyorum ki onlar benim yardımıma çok geç koşuyorlar. Oysa ki ben onların yardımına hemen koşuyorum.
Onlar benim şerefimi yok ederler ben onlara şeref kazandırırım. Onlar bana uğursuzluk getirirler ben onlara uğur veririm. Onlar beni gıyabımda yererler bense onları korurum. Onlar arkamdan kuyumu kazarlar bense onlara iyilik düşünürüm. Ben onlara haset duymam, çünkü toplumun efendisi hasetli olmaz.
Ben zenginleşince malımın çoğu onların olur, fakat malım azalın-ca onlardan bir istekte bulunmam.
Başka bir şair de bu konuda şöyle diyor:
Nice âlimler vardır ki geçimleri dardır Nice cahiller vardır ki onların rızıkları geniştir. Bu hayret içinde evhamı terketmiştir. Ve âlim de zındık olmuştur.
el-Kindi'den ilham alarak iyilerin ezildiğini, kötülerin eller üzerinde tutulduğunu gören Ebu Atahiyye de şöyle feryad ediyor:
Allahım insanlar bana insaf etmiyorlar.
Onlar bana zulmedip dururlarken ben onlara nasıl acıyayım.
Benim bir şeyim olduğu zaman hemen almaya kalkışıyorlar.
Ben onlardan bir şey isteyince benden esirgiyorlar.
Benden ne alırlarsa mukabilinde teşekkür etmezler.
Ben onlara vermeymce de bana küfrederler.
Bana bir musibet geldiği zaman ona sevinirler.
Bana bir nimet gelince kıskanırlar.
Bundan böyle kalbim onlara meylederse,
Onu onlardan çevireceğim,
Ben artık gözlerimi, onlardan kapayacağım.
Günlerimi kolaylıkla geçireceğim.
Ve ömrümü böylelikle geçireceğim.
Haberdar olun işin en güzeli, gizlisi güzel olanıdır. Benim vardığım lezzet ve haz da zaten budur.
Hatim b. Esat, Ahmed b. Hanbel'le görüştüğünde Ahmed b. Han-bel ona "Bana söyler misiniz halktan kurtuluşun yolu nedir?" diye sorar. Hatim de "Onlara mal verir, onlardan mal almazsan, onların eziyetlerine katlanır, onlara eziyet vermezsen, onlardan kurtulursun" diye cevap verir. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel "Bu çok zor bir şey" der. Hatim ise; "Keşke bunu kabul etseydin, çünkü gerçek böyledir" diye karşılık verir.
Yine çağdaş şairimiz Akkad da insanlar arasındaki adaletsizlikten yakınarak, toplumun layık olmayanları yüksek yerlere getirdiğini, yüksek ruhlu insanları da küçülttüğünü ve onlarla harp halinde olduğunu söylüyor ve şöyle haykırıyor:
Bize yapılan zulüm insanların adalet anlayışıdır,
Yoksa terazilerin dili değildir.
Terazilerin hürlerle köleler arasındaki denkliği bir zulümdür.
Çünkü terazi kefeleri mücevheratla adi kesek taşlan arasına fark koyamaz.
Ey bu hayatta yaşayan hür ve kerim kişi! Ey kendisiyle savaşılan kişi! Ey nefis ve meçhul maden! Ey gizli hazine!
Eğer hayat sana zor gelirse, insanlar sana kötü muamelede bulunurlarsa,
Sen yüzünü semaya çevir ve kâinatın bir halikı olduğunu düşün. O'nun adaleti hiç bir kötülüğün ve zulmün devamına müsaade etmez. Senin zayi olan hakkın günün birinde sana verilecektir. Sen ya burada ya orada ona kavuşacaksın.
Allah'la başa çıkılmaz. Hiç kimse Allah'ı geçemez. [29]
Soru: Siz bir hutbenizde "Zaman en iyi ilaçtır" demiştiniz. Bununla neyi kastettiniz?
Cevap: Ne kadar çaba da sarfedilse hayat boyu aynı doğrultuda yürümek mümkün değil, zira insanın hayatında yükselmeler alçalmalar, genişlikler darlıklar, zenginlikler fakirlikler, hastalıklar sıhhatler, mutluluklar mutsuzluklar, rahatlıklar yorgunluklar, sükunetler ve ızdı-raplar mevcuttur. Rüzgarın esip gittiği gibi hadiseler de esip geçmiyor hemen. Allah birçok insana ince bir düşünce, hadiseler karşısında nurlu bir akıl nasip etmiştir. Ancak bazıları içinde bulundukları zamanı değerlendirmesini bilmezler, adeta mazide yaşarlar ve "Eğer biz şöyle yapsaydık, böyle olurdu" derler. Hadis-i şerifte de "Eğer/şayet fikri insanlara şeytanın kapılarını açar" buyurulmuştur.
Yine bu tip insanlar, istikbali düşünüp onun hakkında fikir yürütürler. Ancak istikbali Allah bilir. Onlar "Şöyle şöyle olursa biz ne yaparız? Böyle olmazsa netice ne olacak?" türünden evhamlara dalar, şimdiki durumlarını unuturlar, istikballeri için kendilerine elbise biçmeye çalışırlar. Halbuki istikballeri daha gelmemiş, hazır zamanları ise onlarm elindedir, ona göre kendilerine bir elbise biçseler ya.
İnsanların çoğu zorlukları vaktinde halledeceği yerde işi karıştırır bu yüzden rahatlarını, saadetlerini ve huzurlarını kaybederler. Keşke onlar zamanlarını yaşasalar, içinde bulundukları günün müşkilatlanyla bo-ğuşsalardı. Böylece problemleri zamanında halleder ve mutlu olurlardı.
Zaman olur ki zorluklar peşpeşe gelir, insan bir yandan onları yenmek için uğraşırken, diğer yandan ızdırap ve çaresizlik içinde kuşatıldığını hisseder. Ancak bir de bakar ki zaman içinde zorluk ve sıkıntılar adeta kendiliğinden hallolmuş, uzak görülen şeyler yakınlaşmış,
zor bilinen şeyler kolaylaşmıştır. Belki de şair bu manayı kastederek şöyle demiştir: "Siz yerinizde sayıyorsunuz, ancak felekler dönmektedirler, siz takdir edersiniz ancak kaderler size gülüyor."
Hatırlıyorum ki sıkıştığım, çıkış yolu da bulamadığım, kalbimin daraldığı birçok zamanlar olmuştur. Bu gibi durumlarda kendi kendime problemlerin hallini zamana bırakmayı telkin edip rahatlamış ve huzura kavuşmuşumdur. Neticede de bunların hepsi Allah'ın lütuf ve
inayetiyle hallolmuştur.
Ey insanoğlu! Sen içinde bulunduğun saati yaşa, ona göre tedbirini al. İstikbali düşünüp kendini kuruntu ve evhamlara kaptırma! Eğer bir proplemle karşılaşır da zor durumda kalırsan onu zamana bırak çünkü zamanla her şey hallolur!
Allah onları arkalarından kuşatmıştır. (Buruc/20) [30]
Soru: Allah'ın varlığı konusunda delil isteyenlere ne diyebiliriz?
Cevap: Söylendiğine göre bir astronot uzay yolculuğu esnasında "Hani Allah, O'nu göremiyorum" demiş.
Ben şuna inanıyorum ki bir zaman gelecek bilim; astronomi iman etmeye bir vesile olacak, yüce yaratıcının varlığına, hayat verici olduğuna bir delil teşkil edecektir.
Astronotlardan biri "Ben bu yolculuğumda Allah'ı görmedim" derken, diğeri ise "Benim iman ettiğim yaratıcı, inkar edenin gözüne
görünmeyecek kadar büyüktür" diyor.
Şunu da hatırlamamız gerekir ki şu anda Allah'ı ve Allah'ın ayetlerini inkar edenler, ebedi olarak böyle devam edemezler. Onların şu anki inkarları beşeri noksanlıklardandır. Bana öyle geliyor ki tabii ve kevni bilimler, astronomi ile ilgilenenler yakın bir zamanda dine dönüş yapacaklardır. Çünkü onları imandan alıkoyan şey, gururlarıdır.
Karşıdaki insan sağduyudan mahrum ise, Allah'ın varlığına dair getirilen bütün delillere rağmen inkârda diretir.
Allah (c.c) varlığının delillerine ya fıtrat, vicdan, kalb ve şuur yoluyla, ya yerlere ve göklere bakıp akletmekle ulaşılabilir.
1. Akıl, kalb, şuur ve fıtratla Allah'ı bilmenin yolu:
Sağduyu sahibi akıllı bir insan yaratılanları düşündüğü zaman hepsinin üzerinde müessir bir kuvvet görür. Yine insanlar büyük bir bela ile karşılaştıklarında, bilerek veya bilmeyerek o yüce kuvvet ve kudret sahibi Ulu Allah'a yöneliyor, O'ndan yardım diliyorlar. Kur'an-ı Kerim bir çok yerde bu gibi durumlara işaret etmiştir.
2. Yerin ve göğün yaradılışını düşünüp de Allah'ın varlığına ulaşma:
Bu akıl ve fıtrat delilinden daha bariz olup onları tamamlar. Çünkü insan mükemmel olan, hiçbir gediği çatlağı bulunmayan semaları gördüğünde, onlar üzerinde düşündüğünde, bir yaratıcının varlığına inanmak zorunda kalır.
3. Akıl ile Allah'ı bilmenin yolu:
İnsan kâinatın kendiliğinden mi oluştuğunu, yoksa onu yüce bir kudretin mi yarattığını düşünecek olursa, önünde dört seçenek görür:
a. Hayat dediğimiz şeyin hakikati olmayan vehmi bir şey olduğunu farzetmek.
b. Bu mükevenatm kendi kendine varolduğunu varsaymak.
c. Bu mevcudatın önü ve sonu olmadığını kabul etmek.
d. Bir mucidin bunu vücuda getirdiğine inanmak.
Hayatın hayal olup bir gerçeği olmadığı faraziyesini hassalarımız ve duygularımız yalanlamaktadır. Çünkü biz karanlığı, aydınlığı ve maddeyi görüyor; elemi, rahatı ve soğuğu algılıyor, yiyor-içiyor ve giyiniyoruz. Bunların hiç biri vehim değildir. Öyleyse, hayatın hakikatinin olmayıp bir hayalden ibaret olduğu faraziyesi kendiliğinden hükmünü yitirmektedir.
Bu mükevvenatın kendi kendine oluşmasına gelince, ki bu da ikinci faraziyedir. Aklın bunu da kabul etmesi mümkün değildir. Eğer akıl bunu kabul ederse o zaman varlığın yokluktan geldiğine ve "hiçbir şey olmayan" bir şeyin de bir şeyler yarattığına inanması lazımdır. Oysa bu mümkün değildir.
Üçüncü faraziyeye gelince ki o da alemin ebedi olduğudur. Bilim bunu yalanlamaktadır. Bilim adamları kâinatın hararetinin merhale merhale düştüğünü, günün birinde bu hararetin tamamen düşeceğini ve yokolacağmı ifade ediyorlar.
Son bulanın, ebedi ve ezeli olması düşünülemez. Bu da demektir ki mükevvenat sonradan olmadır. Öyleyse geriye bir seçenek kalıyor, o da şudur: Bu mevcut şeyler sonradan olmuştur ve onları yaratan biri
vardır, ki bu da Allah Teâlâ'dır.
Bir çok âlimin münkirlere karşı -sadece dînî naslarla yetinmeyerek— bilimsel olguları da kullandıklarını görüyoruz. Zira münkirler nassları kabul etmezler. Bu nedenle âlimler, bilimsel araştırmalara girmiş ve birçok kitap kaleme almışlardır.
Bu konuda bazı müracaat kitaplarına işarette bulunacağız.
Bu alanda eser veren âlimlerin başında, büyük Türk âlimi Ahmed İzzed Paşa gelmektedir. O, bu konuda Din ve Bilim adıyla -Türkçe olarak— önemli bir eser kaleme almıştır. Daha sonra eserini Arabçaya çevirmek istediyse de Harf İnkılabı nedeniyle yapılamadı. Fakat eşine eserini Arabçaya tercüme ettirmesini vasiyet etti. Edebiyat Fakültesi hocalarından Üstad Hamza Tahir, merhum Dr. A. Vehhab Azam'ın da yardımıyla eseri Arabçaya tercüme etti. Telif, Tercüme ve Neşr Matbaasında basıldı.
Bu konudaki diğer bir kitap da bir tabiat bilimcisi olan Amerikalı Prof. Kerisi Morison tarafından kaleme alınan —Arabça çevirisindeki ismiyle— Bilim İman Etmeyi Gerektirir unvanlı eserdir.
Bu kitap, İngiliz yazar Culyan Heksli'ye bir reddiyedir. İngiliz yazarın kitabının adı İnsan Kendi Basınadır. O bununla kâinatta insanın
gücünün üstünde güç bulunmadığını, hayatını kendisinin tanzim ettiğini, etrafındaki canlılara da hayat verdiğini iddia ediyor.
Burada Prof. Morison İncil, Kur'an ve diğer dini metinlerden herhangi bir delil ileri sürmemiştir. Bilakis o başından sonuna kadar bilimsel deliller getirmiştir.
Bu kitabı da üstad Mahmud el-Feleki bir kaç sene önce Mısır'ın Paris büyük elçisi iken terceme etmiştir.
Bu alanda bir başka kitap da Amerikalı bilim adamı Con Krofer tarafından kaleme alman Allah Bilim Asrında Daha da Tecelli Edecektir namındaki eserdir. Dr. Demirtaş Abdulhamid tarafından tercüme edilen bu kitap, bilimsel delillerle Allah'ın varlığını isbat etmektedir.
Bunlardan başka İslâmî çevrelerce basılan Arabça kitaplar da vardır. Mesela: Üstad Abdurrezak Nevfel'in kaleme aldığı Allah ve Modern Bilim isimli kitap bunlardandır. Yine tabiat ve felsefe alanında mütehassıs olan Dr. Ahmed Zeki tarafından kaleme alınan Yerde Allah ile Beraber ve Gökte Allah ile Beraber isimli kitapları da zikredebiliriz.
Bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz: İnsanın fıtratı ve aklı şunu hay kırıyorlar: Sanata bir sanatkar, yaratılana bir yaratıcı gerekir. Bütün inkarcı ve münkirlere rağmen Allah vardır ve birdir vesselam. [31]
Soru: Allah'ın hastalığı yaratmasının hikmeti nedir?
Cevap: İnsanoğlu hayatla ilgili konularda ne kadar isabetsiz karar veriyor, dünyada ne kadar büyük hatalar işliyor. Bununla birlikte, düşünsel veya amelî planda ciddi gayretler de göstermiyor.
İnsanlar öteden beri hastalığı acılardan bir acı olarak görmüşler. Ona bir nevi mihnet ve insanları üzen ve ümitsiz eden bir şey olarak bakmışlar. Halbuki insanlar ibret gözüyle bakarlarsa hastalık da bir ne-
vi nimettir. Her ne kadar o nimet gibi görünmese de insanlara faydası dokunur. İnsanlara hücum eden vahşi bir canavar, parçalayıcı bir ars-lan ve müstebid bir hakim durumundaki olaylara hastalık karşı kor. Bu olaylar insanları devamlı çalışan bir alet durumuna getirir, bu da bedeni yıpratır, asapları bozar. İstirahat etmesi gerektiği halde, hırs ve tamah onları bundan alıkor. Hastalık ise onu istirahata mecbur bırakır. Öyle ise biz neden hastalığı bir nevi istirahat kabul etmeyelim?! Hayatın, karmaşası, telaş ve hay-huyu arasında hastalık bir nevi istirahattır.
Hastalık aynı zamanda bir ders ve ibret vesilesidir. Zira insan hasta olmayınca sıhhatin değerini anlamaz. Çünkü her şey ancak zıddıyla bilinir. Bu nedenle, meşhur bir darb-ı meselde şöyle deniliyor: "Hastalık, sıhhatlilerin başı üzerinde bir taçtır. Onu ancak hastalar görür."
Böylece hastalık esnasında insan sıhhatin kıymetini anlar, hastanın muhtaç olduğu şefkati hisseder ve ona nasıl muamele edilmesi gerektiğini öğrenir.
Yine hastalık insanların gururunu kırar. Onu mütavazi kınp teva-zuya yöneltmesi açısından da nimet sayılır. Zira insan sıhhatli iken yeryüzünde çalımla yürür, yeri deleceğini sanır, boyca dağı geçeceğini hayal eder, kimsenin kendisini mağlup edemeyeceğini zanneder. Sanki hiç bir vakit zayıf ve zelil düşmeyecekmiş gibi davranır. Fakat hastalık kendisini yakalayınca, kuvvetten düşürüp yatağa çivileyince insan Allah'ın kudreti karşısında ne kadar aciz olduğunu hisseder. Bunun ya-nısıra da dünyanın gelip geçici olduğunu idrak eder.
Yine hastalığın şu nimet yönü de var: İnsanlar çoğu zaman Allah'ın zikrinden gafil kalırlar. Çünkü hayatın meşgaleleri, dünyanın ib-tilaları onu bu zikirden alıkor. Hastalık gelip çattığı zaman insan ister istemez, korkarak ve umarak nefsini Allah'a teslim eder, zikir ve teşbihle O'ndan şifa diler. Böylece hastalık insan için bir temizlenme vesilesi olur.
Yine hastalıkların başka bir nimet yönü de günahlara kefaret kılınmasıdır. Hastalıklar günahları giderir, sevapları artırır. Eğer hasta kişi hastalıktaki nimeti bilseydi belki fazlasını isterdi.
Ve yine hastalık insanların vefasını sınamanın en iyi aracıdır. Çünkü ancak hastalık esnasında gerçek dostlar belli olur ve dostların gerçek şefkati ve ilgisini görürsün.
Bu satırları yazdığım zaman hasta bulunduğum için, söylediklerimi fiilen tecrübe ettim. [32]
Soru: Herhangi bir konuda doğru hükme ulaşmanın yolu nedir?
Cevap: Değerli bir arkadaşımın bana anlattığına göre evli olan kızkardeşinin çok arzulamasına rağmen çocuğu olmuyormuş, bu nedenle de çok üzülüyormuş. Arkadaşım şöyle devam ediyor: "Mısır'da bir sürü dergi çıkmaktadır. Bilhassa bahar mevsiminde ön kapağını güller ve çiçekler arsında genç bir kızın fotoğrafının süslediği, arka kapağını ise üç yaşındaki bir çocuğun resminin süslediği dergiler çıkmaktadır. Bir gün o dergilerden birinde bulunan genç kızın resmine hayranlıkla bakarken, kızkardeşimin de derginin arka kapağındaki gülümseyen çocuk resmine baktığını gördüm. Sanki kızkardeşim "Bu resim, senin baktığından çok daha güzel" der gibiydi.1'
Anlaşılıyor ki bir şeyin insana güzel görünmesi, ona duyduğu hasret nedeniyledir.
İşte şu uçsuz bucaksız kâinatta karşımıza çıkan şeyler hakkında böyle hüküm veririz. Zira biz meselelere heves ve hevamıza göre bakıyoruz. Bu nedenle insanlar ihtilaf edip dururlar. Çünkü insanların meşrepleri, arzulan ve talepleri muhteliftir. îşte bahsi geçen durum da gösteriyor ki senin güzel gördüğünü başkası güzel görmeyebilir.
Bir iş hakkında hüküm veren kişiye, teenni ile hareket edip mesele üzerinde uzun boylu düşünmesi, onu etraflıca gözden geçirmesi va-cibtir, böylelikle daha doğru hüküm verir.
Yine karmaşık ve delili bulunmayan hususlarda kesin hükme var-mamalı, yalnızca kanaatini ifade etmekle yetinmelidir.
Bu şekilde hareket eden insan bir çok hatadan korunur, istikbalde verdiği hükümden dolayı zarar görmez ve ayıplanmaz.
Ve yine insan başkasının hatalarıyla meşgul olmamalıdır. Başkası hakkında hüküm verirken çok dikkat etmeli, acele ve hissi davranmaktan kaçınmalıdır. [33]
Soru: Takdir edilme hissinin insanın tabiatında mevcut olduğu söyleniyor. Bu hususta görüşünüz nedir?
Cevap: Bir münasebetle Rasûlullah'ın (s.a) beşeri yönünü inceliyordum. Bu esnada gördüm ki Rasûlullah (s.a) fıtratıyla beşeriyetin zirvesinde bulunmaktadır. Çünkü Allah onu korumuş ve hidayete eriş-tirmiştir. Yine şunu da anladım ki takdir edilme hissi insanın tabiatında vardır. İnsanlar meslekleri ve meşrepleri ne olursa olsun iyi anılmayı isterler.
Bununla birlikte erdemli kişi bihakkın layık olduğu övgüyü kabul eder. Yapmış olduğu övgüye değer işle yad edilmek ister.
Düşük karakterli insan ise haketmediği halde övülmeyi ister. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Sanma ki ettiklerine sevinen, yapmadıkları ile Övülmek isteyenler azaptan kurtulacaklardır. Onlar için elem verici bir azap vardır. (Âl-İİmran/188)
Ve yine gördüm ki Allah Rasûlü (s.a) sahabîlerine çok güzel övgülerde bulunmuştur. Onlardan kimine Sıddîk, kimine Faruk, kimine Zinnûreyn, kimine İlim Kapısı, kimine Allah'ın Kılıcı, kimine Ümmetin Emini diyerek kendilerini onurlandırmıştır.
Kur'an-ı Kerim'de de peygamberlerin övüldüğü birçok ayet vardır. Bu da gösteriyor ki insanlar layık oldukları şeylerle övüîebilir. Mesela Allah (c.c) Meryem suresinde Hz. İbrahim'den bahis açarken şöyle buyuruyor:
Kitapta ibrahim'i an. Zira o sıdkı bütün bir peygamberdi. (Meryem/41)
Hz. Musa'dan bahsederken de şöyle buyuruyor:
(Rasûlüm) Kitapta Musa'yı da an. Gerçekten o ihlas sahibi idi ve hem Rasûl, hem de Nebi idi. (Meryem/51)
Hz. İsmail'den de şöyle bahsediyor:
(Rasûlüm) kitapta İsmail'i de an. Gerçekten o sözüne sadıktı. Rasûl ve Nebi idi. (Meryem/54)
Idris'ten de şöyle bahseder:
Kitapta İdris'i de an. Hakikaten o pek doğru bir insan, bir peygamberdi. (Meryem/56)
Sad suresinde Hz. Davud'tan bahsederken şöyle der:
Kulumuz Davud'u, o kuvvet sahibi zatı hatırla o hep Allah'a yönelirlerdi. (Sad/17)
Hz. Eyyub hakkında da şöyle der:
Kulumuz Eyyub'u da an. O rabbine! "Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi" diye seslenmişti. (Sad/41)
Ve yine İbrahim, İshak ve Yakub hakkında şöyle diyor:
(Ey Muhammedi) Kuvvetli ve basiretli kullarımız, İbrahim, İshak ve Yakub'u da an. Hepsi de iyilerdendir. (Sad/48)
Ahkaf suresinde de Hz. Hûd hakkında şöyle buyurur:
Ad kavminin kardeşini (Hud'u) an o kavmini uyardı. (Ahkaf/21)
Hak eden kişinin övülmesi, bir takdirdir. Bu da gayret sahiplerini daha fazla çaba sarfetmeye sevkeder.
Şeyh M. Abduh'un Mecmuat'ul-Kelimât isimli eserinde şöyle deniyor: "Yerli yerinde olan övgüden hoşlanmak Allah'ın hikmetindendir."
İmam Muhammed Abduh bu risalesinde ümmetlerin ve milletlerin savaşmasından, kahramanların mücadelesinden ve zorluklara karşı koymasından bahsedip diyor ki:
Yüceliğe talip kişiye zorluklar kolay görünür, ölüm onu yıldır-maz. Bazen azmi kınlırsa da Allah'ın yardım ve ilhamıyla hemen kendini toparlar ve ferdin/toplumun ilerleyip yükselmesinin ancak çalışmakla, vehim ve hayallere galip gelmekle mümkün olduğunu
düşünmeye başlar.
Sonra İmam M. Abduh yükselişlerden, şeref ve azmetmekten konu açar ve şöyle der:
Milletler ancak, yüksek himmetli kahramanların çalışmalarıyla
yükselir.
Sonra şöyle devam eder:
Kendisini insanlığa adamış ve ağır yüklerin altına girmiş kimseler acaba ne bekliyorlar? Menfaatlerini onların menfaatinde görmüyorlar mı? Allah her şeyi bir sebebe bağlamamış mı? Zafere erişmenin yolu, yakın üzere olup gayret göstermek değil midir?
İmam M. Abduh sözlerine şöyle devam ediyor:
Allah insanın fıtratına takdir edilme hissini koymuştur. Takdir görmek ruhun gıdasıdır. Nefsi ayakta tutan şeydir. İnsanın iki eceli ve iki vücudu vardır. Bunlardan birincisi, doğumuyla başlayıp ölümüyle sona erer. İkincisi ise geride bıraktığı hayırlı işler ve hayırlı kişilerdir, ki bunların ömrü diğerinden çok uzun olur. Öyleyse insan, adi ve bayağı şeyleri bırakıp değerli olan şeylere yönelmelidir.
İmam M. Abduh, milletlerin çalışanlarını takdir etmeyerek onların şevklerini kırıp toplumun maslahatına set çektiklerini ifade ettikten sonra şöyle devam ediyor:
Takdir edilmek, övgüden, hoşlanmak tabii bir şeydir. En yüksek insanlar dahi bundan hoşlanmışlardır. Allah, Rasûlü Muharnmed'e dahi minnette bulunarak şöyle buyuruyor:
Senin şanını ve ününü yüceltmedik mi? (İnşirah/4)
Allah, temiz nimetlere mazhar olanların bunu dile getirmelerini müsamaha ile karşılamış ve şöyle buyurmuştur:
Ve rabbinin nimetini minnet ve şükranla an. (Duha/11)
Zannediyorum insanın takdir edilmekten hoşlandığına dair bu kadar delil yeterlidir. Bununla birlikte asil olanlar hakkettikleri şeylerle övülmeyi düşük insanlarsa hakedip etmediklerine bakmaksızın övülmeyi isterler.
Yüce Allah İmam M. Abduh'tan razı olsun. [34]
Soru: Doğuyla Batının birbirinden çok farklı olduğu, bu nedenle uyuşmalarının mümkün olmadığı söyleniyor. Bu doğru mudur?
Cevap: Evet bu tür sözler sarfeden kimseleri görüyoruz. Hatta Batılı bir şair şöyle demiştir:
Doğu Doğudur, Batı da Batıdır. Bunların birleşmeleri imkânsızdır.
Sağduyu sahibi bir insanın böylesine cahilane sözleri kabul etmesi mümkün değil. Bu tür sözler söyleyenlerin aklından zoru olsa gerek. Bunun yanısıra bu tür insanların Doğu hakkındaki su-i zanlan, Batı'ya karşı olan hayranlıkları onları bu hale getirmiştir.
Zira herşeyden evvel Doğu ile Batı arasına bir sınır koymak çok zordur. Misal olarak Doğu'nun nerede bitip Batı'nın nerede başladığını kim söyleyebilir. Bununla beraber güneşin etrafında dönen yer küresi daire şeklindedir. Yeryüzünün her yerinde güneş doğup batıyor. O zaman her yerin bir şarkı bir de garbı vardır.
Lügatte şark, güneşin doğduğu yer demektir.
Zeytin, doğuya da, batıya da nisbet edilmeyen mübarek bir ağaçtır. (Nur/35)
Bu ayet hakkında Kamus şu açıklamayı yapıyor: Güneş sadece sabahleyin onun üzerine doğmaz. O şarkın garbındadır. Güneş ona sabah ve akşam isabet eder. Bu da onu olgunlaştım- ve zeytinlerini güzelleştirir.
Halk Avrupa ve Amerika'ya Batı diyorlarsa da coğrafya uzmanlarının batı ve doğu konusundaki görüşleri farklıdır.
Coğrafyacılar farazi bir hat koyup yeryüzünü iki kısma ayırırlar. Bunun bir bölümüne şark, bir bölümüne de garp derler. Halbuki bu hat tamamen vehmidir. Bunun hariçte bir varlığı söz konusu değildir. Biz gerçekten şu vehmi hattın üzerindeki şehirlerin durumu nedir bilmiyoruz. Bu şehirler şarkda mı, yoksa garpta mıdırlar? Bunlar doğulu mu-durlar, yoksa batılı mıdırlar?
'Doğuyla Batının uyuşmayacağı/birleşemeyeceği iddiasına gelince, bütün mükevvenat Allah'ındır. Kalbler hep O'nun elindedir. İnsanların tümü O'nun kullarıdır, buradaki insanlar da oradaki insanlar gibidirler. Hiç bir semavi kitap, hiç bir din ve şeriat, insanları Doğulu-Ba-tılı diye ayırmaz. Beşer olma açısından, ikisi arasında bir fark gözetmezler. Şarkla garp arasındaki rabıtalar çok eskilere dayanmaktadır. Şarkta çıkan bir dava hiç bir zaman şarkla bağlı kalmamış, aksine Allah'ın dilediği oranda dünyaya yayılmış ve doğulusuyla batılısıyla bir çok toplum tarafından benimsenmiştir.
İşte hanif olan İslâm, onun nuru Mekke'de doğdu. Önce Arab yarımadasının şarkında, sonra da dünyanın birçok bölgesine yayıldı. Hiç kimse, İslâm'ın şarka mahsûs olup batıyı ilgilendirmediğini söyleyemez. Nitekim Allah Teâlâ, elçisi Muhammed'e şöyle hitap ediyor:
(Rasûlüm)! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya/107)
Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. (Sebe/28)
Hz. Peygamber de (s.a) şöyle buyuruyor:
Ben size hususi olarak, bütün insanlara da umumi olarak gönderildim.
İslâm davası sadece şarka mı mahsustur? Halbuki onun nuru bütün yeryüzünü kuşatmıştır. Böylelikle yeryüzünün şarkı da, garbı da İslâm'ın hidayetinden nasiptar olmuştur. Müslümanlar Batıda, büyük bir devlet kurup yüzyıllar boyunca hükmetmediler mi? Ne yazık ki heva ve hevesler, hizip ve ihtilaflar nedeniyle muhteşem Endülüs İmparatorluğu çöktü. Bugün 'Kaybolan Cennet' diye isimlendiriyoruz onu.
Bu 'Kaybolan Cennet' yoluyla İslâm ve Arablar müslümanlan garba taşıdılar. Böylece doğuyla batı arasında rabıtalar oluşturdular, şarktan garba medeniyet taşıdılar. Garptan da şarka çok şeyler getirdiler.
Arab tarihini yazanlar Arabların orta çağ boyunca Avrupalılar üzerinde etkili olduklarını ifade ediyorlar. Arabça konuşanlar, sekizinci asırdan miladi on üçüncü asra kadar ilim, medeniyet ve kültür taşımışlardır. Hatta diyebiliriz ki bu geçmişlerin ilim ve felsefelerinin gelişip çiçeklenmesinde büyük rol oynamıştır. Avrupa bunların sayesinde atılım yapmıştır. Avrupa'daki gelişmelerin altında Arab İspanya'sının büyük rolü vardır.
Bir müellif şöyle diyor: "Eğer müslümanlar kağıdı bulmasaydı, bugünkü teknoloji olmazdı."
Bu ilmî bağları, savaşları, göçleri, ticarî seyahatleri, uzaklaşıp yakınlaşmaları ve geçmişteki alevlenmeleri gözönünde bulundurduğumuz zaman, 'Şark şarktır, Garb da garbtır, ikisinin uyuşması imkânsızdır' sözünün, mesnetsiz boş bir laf olduğunu anlarız. Hele bu asırda böyle bir iddia çok tuhaftır, zira kıtalar arasındaki uzaklıklar kaldırılmış, dünya adeta tek bir şehir haline gelmiştir.
Kimileri de, Batı'nın maddeci olup Doğu'nun maneviyatçı olduğunu ileri sürerek, iki kültür arasında büyük çelişki bulunduğunu ifade ediyorlar. Bu da önceki gibi, mesnedsiz boş bir laftan başka birşey değildir. Zira Doğu'nun maneviyatçı olması, maddeden nasibini almayacağı anlamına gelmez, gelmemiştir de. Bunun tezahürleri dün olduğu gibi, bugün de görülmektedir.
Aynı şekilde Batı'nın da maneviyattan büsbütün mahrum olduğu söylenemez.
Günün birinde Edison bir arabaya biner, elini kapıya sıkıştırır, tırnağı çıkar. Bir dostu durumu öğrenince onunla alay ederek şöyle der: "Büyük mucide de bakın, basit bir tırnak yapmaktan aciz".
Bu da kişinin ne kadar bilgin olursa olsun zayıf ve aciz olduğunu, Allah'ın kudretiyle, kulun kudretinin kıyas bile edilemeyeceğini gösteriyor. Allah Ahmed Şevki'ye rahmet eylesin ne güzel söylemiştir:
Ey Edison sen elektrikte ne görüyorsun? Sen yerdesin dikkat et gökte neler var? Sen elektrik düğmesine hüküm geçiriyorsan, Bütün hükümlerin düğmesi Allah'ın elindedir.
Bugün, Batılıların bir kısmının Doğululardan daha maneviyatçı, Doğuluların bir kısmının da Batılılardan daha maddeci olduğunu söylemek pek yanlış olmaz. Örneğin günümüzde Batı Üniversitelerinin pek çoğunda ruhi ilimlerle ilgili kürsüler mevcuttur. Bu gibi kürsüler Şark üniversitelerinde hala mevcut değildir. Ve yine maddî olarak doyuma ulaşan Batılıların maneviyata sarılmayacaklannı kim iddia edebilir. Umlur ki Şark da derin uykusundan uyanır. Şarklılar bu uykuyu maneviyatın göstergesi saydılar. Şimdilik ona kılıf arıyorlar. Umulur ki bu da onun dinle barışmasına bir vesile olur.
Ey Allah'a inanmış olan kul! Karanlığı dağıtmak için nurun her tarafa yetişmelidir. Durmadan ilerle ve barış dağıt. Şark da Garb da sana muhtaçtır. [35]
Soru: Saatin vuruşlarında ne gibi hikmetler vardır?
Cevap: Hayatta nice önemli şeyler vardır ki, biz onları hiç önemsemiyoruz. Halbuki onları biraz incelesek, onlarda derin hikmetler buluruz.
îşte onlardan biri de saatin vuruşlarıdır. Biz saatimize, yalnızca vakti öğrenmek için bakarız. Oysa saatin vuruşları üzerinde düşünsey-dik, ondan ibret alırdık. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır. (Kaf/37)
Saatin mekanik vuruşu bize vaktin geçtiğini bildirir. İşte burada durup düşünmemiz lazımdır. Geçen vakti, hayırla mı, şer ile mi geçirdik? Eğer hayırla geçirmişsek şükretmemiz, şerle geçrmişsek pişman olup telafi yoluna gitmemiz gerekir. Çoğumuz bunun farkında bile değiliz. Onu iyiye de kullanmıyoruz. Rasûlullah bu hususta bizi uyarmıştır. İnsanoğlunun ömrü uzar, o emniyet, boş vakit ve sıhhatle aldanır. Çok uzun kalacağını zanneder, çok şeyler yapmak ister. İşte bu zan onu kötülüklere sevkeder. Fakat zamanın seri akışı, insanları, kuvvetli ve kadir olan Allah'ın hesabına götürür.
Zaten ömür birbirini takip eden saatlerden ibarettir. Hakîm ve âlim olan Allah'ın kıyamet gününe saat ismi vermesi de büyük bir ibrettir. Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde "saatin" ansızın geleceği ifade buyurularak, insanların dikkati çekilmiştir. Dünyada ne kadar yaşarsa yaşasın sonunda ölecek ve rabbinin huzuruna çıkıp hesap verecektir. Allah şöyle buyuruyor:
Allah'ın onları, sanki günün ancak bir saati kadar kaldıklarını zanneder vaziyette yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleriyle tanışırlar. Allah'ın huzuruna çıkacaklarını ummayanlar elbette zarara uğramışlardır. Zira onlar doğru yola girmemişlerdir. (Yunus/45)
Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar gerçekten ziyana uğramıştır. Nihayet onlara kıyamet vakti ansızın gelip çatınca, onlar, günahlarını sırtlarına yüklenerek diyecekler ki: "Dünyada iyi amelleri terketmemizden dolayı vah bize!" Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür! (En'am/31)
Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir, kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamanda olup biter. Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir. (Nahl/77)
Kıyamet koptuğu gün, günahkârlar, (dünyada) ancak pek kısa bir süre kaldıklarına yemin ederler. İşte onlar (dünyada da haktan) böyle döndürülüyorlardı. (Rum/55)
O halde (rasûlüm Muhammed)! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret, onlar hakkında acele etme, onlar vaadedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helak edilir mi hiç! (Ah-kaf/35)
Saatin vuruşları, bize içinde bulunduğumuz vakti hatırlatır. Mü'min vaktin oğludur. Mü'min için, yalnızca içinde bulunduğu saat vardır, ve vakit kılıç gibidir. Sen onu kesmezsen o seni keser. Bugünün işini yarına bırakma, zira yarın iki işi birden yapmak zorunda kalırsın, fakat buna güç yetiremezsin. O zaman akıllı kişi saatin vuruşlarına kulak verip kendi kendine şöyle demelidir: Bu yepyeni bir zamandır. Acaba ben ona hazır mıyım? Ben bu fırsatı değerlendirmezsem, bu bana dert olur.
Bu tür düşüncelerle insanlar nefişlerindeki tenbelliği öldürür. İnsanların hayırlısı yarınını bugünden hazırlayandır. Rasûlullah da böyle tavsiye etmiştir.
Saatin vuruşları bize geleceği de hatırlatır. Biz geleceğe hazır isek ne mutlu bize. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Hiç ölmeyecek gibi dünya için, yarın ölecek gibi ahiret için çalış!
Acaba biz ahiret için ne hazırladık?
Gerçekten, saatin vuruşları bize büyük acı veriyor!
Şair ne güzel söylemiştir:
Kişinin kalbinin vuruşları ona şunu hatırlatıyor:
Hayat dakika ve saniyeden ibarettir.
Ölüm gelip çatmadan önce onu sıkça an.
Çünkü ölümü anmak insan için ikinci bir ömürdür.
Büyük saatin (kıyametin) vuruşu, kalbin vuruşlarından daha şiddetli olacaktır. Akıllı insan, saatin her vuruşunda maziye veda edip şimdiki zamana yöneldiğini ve istikbale hazırlandığını/hazırlanması gerektiğini düşünmeli ve ona göre hareket etmelidir. Ancak mazisi güzel olan, içinde bulunduğu zamanı iyi değerlendiren ve geleceğe hazır olan kişide hayır vardır. Allah şöyle buyuruyor:
De ki: "(Yapacağınız) yapın! Amelinizi Allah da, Rasûlü de, mü'minler de görecektir. Sonra gaybı ve şehadeti bilen Allah'a döndürüleceksiniz; O da size yapmakta olduklarınızı haber verecektir." (Tevbe/105)
Allah en iyi bilendir. [36]
Soru: Müslümanların ayıplarından birinin de kaza ve kadere inanmaları olduğu iddia ediliyor. Sizin bu konuda görüşünüz nedir?
Cevap: Şunu hiç çekinmeden söyleyebilirim ki çoğu müslümanla-rın kaza ve kader konusundaki kötü anlayışları, onları İslâm'ın emrettiği hedeften alıkoymuştur. Bu yüzden müslümanlar karanlık devirler geçirmişlerdir. İslâm düşmanları böylelikle müslümanlan dünyadan uzaklaştırıp sözde ahirete yakınlaştırmışlardır. Oysa İslâm dünya-ahi-ret ayırımı yapmaz, ayrıca dünya ahiretin tarlası olduğundan ahiret dünyada kazanılır.
Kaza ve kader konusu İslâm dünyasına hristiyanlar tarafından sokulmuştur. Bana öyle geliyor ki insanlar aciz kaldıkları yerde kaza ve kader inancına sığınıyorlar. Çünkü iş ve aksiyon insanları boş şeyler konuşmadan alıkor. Bu nedenle, kaza ve kader konusu boş ve başarısız insanlar tarafından sık sık gündeme getiriliyor.
Bu konuda şu üç kelime sık sık telaffuz edilir: Tevakül (başkasına güvenmek), tevekkül (Allah'a güvenmek) ve itükal (tamamen işi başkasına bırakmak).
a. Tevekkül, âlimlerin de tarif ettiği gibi tamamen Allah'a güvenmek ve insanların elindekinden ümit kesmektir.
b. Tevakül ise, yükünü başkasının omuzuna yüklemektir.
c. İttikal de, örfi kullanışına göre, başkasına itimat etmek, hakkını aramamaktır.
Güzel olan tevekküFün iki tarafında çirkin olan tevaküFlc, ittikal vardır. İnsanların çoğunun bunları birbirine karıştırdığını görüyoruz. Onlar tevekkül yerine, tevakül ve ittikal'e sarılıyor. Eğer tevekkül etselerdi, rablerine güvenerek gayret gösterirlerdi.
Kaza ve kader meselesinin özü Allah'ın (c.c) ilminin her şeyi kuşatması, kudretinin geniş olması, takdirinin çok ince olmasıdır. Allah şöyle buyuruyor:
Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. Onları, O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. (En'am/59)
Yukarda da işaret ettiğimiz üzere.din simsarları, "İnsanlar Allah'ın iradesinin zebunundurlar" diyerek, insanların iradelerini kullanmalarına mâni oluyorlar. Oysa Allah insanlara irade, akıl, hayırla şer arasını tefrik edecek anlayış vermiştir. Öyleyse insanlar yapıp ettiklerinden sorumludurlar. Allah şöyle buyuruyor:
Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür. (Züzal/7-8)
Gerçek tevekkülün ne olduğunu Allah Rasûlünün şu sözü çok iyi tasvir ediyor:
Eğer siz gerçek manada tevekkül ederseniz, Allah kuşları rızıklan-
dırdığı gibi sizi de nzıklandırır. Onlar yuvalarından aç olarak çıkar, tok olarak dönerler.
Kuşlar işlerini başkasına bırakmazlar. Bilakis uçar, dolaşır, rızıkla-rını toplar ve Allah'ın kudretine boyun eğerler. Bu bakımdan, tevekkül, kişinin elinden gelen her şeyi yapıp gerisini Allah'a havale etmesidir. Yani yalnız olmadığını, arkasında Allah olduğunu bilerek, kendi gücüne güvenmeyerek çalışıp çabalaması, başarıyı Allah'tan beklemesidir. [37]
Soru: Şefaatin manası nedir? İnsanların sorumlu olmasıyla şefaat nasıl bağdaşır?
Cevap: Şefaat kelimesi je/kökünden gelmektedir. Şef ist iki şeyin arasını bulmak, bunları yaklaştırmak demektir. Şef, vitr (=tek) kelimesinin zıt anlamhsıdır. Bu kelime şerri defetmek, hayrı celbetmek, bazen de düşmanlık manasına gelir. Bütün âlimler, kâfirler için şefaatin caiz olmadığına dair ittifak etmişlerdir. Çünkü Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. (Nisa/116)
Ve yine İslâm âlimleri, âlim ve hakim olan Allah izin vermeden kimsenin şefaat edemeyeceği hususunda da icma etmişlerdir. Ancak O'nun rızasıyla ve izin verdiği kişi şefaat edebilir. Yine kıyamet gününde Allah Rasûlüne şefaat hakkı ve yetkisi verileceğinde de ittifak etmişlerdir. Ama şefaatin keyfiyeti hakkında ve kimlerin şefaat edeceği hakkında ihtilaf vardır. Müslümanlar şu duada birliktirler: "Allahım bizi Hz. Muhammed'in şefaatma nail eyle!"
Âlimlerin bir kısmı şöyle diyor: Şefaat, sevaba müstehak olan kişilerin derecelerinin yükselmesi için yapılır. Büyük günah işleyenlere şefaat yoktur.
Kimi âlimlere göre de şefaat, büyük günah işleyen ehl-i tevhid ve
ehl-i kıble içindir. Çünkü böylesi insanlar mü'minlerden sayılırlar. Onlar Allah'ın mağfiretini hak etmişlerdir. Bir kısım âlimler ise şefaati reddediyorlar.
Çünkü şefaat amel ve karşılık kaidesiyle çelişiyor. Şefaati reddeden âlimler şöyle diyorlar: Şefaat mutlak adalet kaidesine zıttır. Adillerin adili Allah'ın adaletine uygun değildir.
Şefaatin varlığı ve mahiyeti Rasûlullah'm hadisleriyle anlaşılmaktadır. Onların bir kısmı çok veciz, bazıları da oldukça uzundurlar. Onların arasında en meşhuru şudur:
Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir. Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor:
Duamı biriktirdim, onu kıyamet gününde ümmetime şefaat için kullanacağım
Bu mealde daha birçok hadis mevcuttur. Kur'an-ı Kerim'de de şefaatle ilgili yaklaşık yirmi beş tane ayet vardır. Bu ayetleri üç bölümde inceleyebiliriz. Onlardan bir kısmı şartlı ve şartsız olarak şefaatin varlığına dairdir. Mesela Allah'ın şu sözünü buna delil gösterebiliriz:
Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı vardır. (Nisa/85)
Müfessirlerin çoğu ayette geçen şefaati, hayır ve şerre yardımcı olmakla yorumluyorlar. Yani kim bir insana hayır üzerinde yardımcı olursa, o bundan nasibini alır. Kim de kötülükte bir insana yardımcı olursa o da ondan nasibini alır.
Bu tür şefaatin herhangi bir şartı mevcut değildir.
Şefaatin ikinci kısmı ise Kur'an-ı Kerim'de geçen ve şarta bağlı olan şefaattir. Yani ancak Allah'ın izni ve rızası dahilinde olur. Bu konuda Allah şöyle buyuruyor:
İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? (Bakara/255)
O gün Rahman'ın izin verdiği ve razı olduğundan başkasının şefaati fayda vermez. (Tâhâ/109)
Şefaatin üçüncü kısmı ise, ayetlerin reddettiği şefaattir. Bu da genellikle kâfirlerle ilgilidir.
Veya şefaate ehil sandıkları putların şefaatinin inkar edilmesidir. Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez. (Müddessir/48)
Onlar için rablerinden başka ne bir dost, ne de bir aracı vardır. (En'am/51)
Kur'an-ı Kerim'de bulunan şefaat ile ilgili ayetlerin çoğu bu türdendir.
İşte şefaatin lügat ve seri manası ayetlerde ve hadislerde bu şekilde geçmektedir.
Fakat müslümanların çoğu şefaati yanlış anlıyorlar. Onlar, şefaat kapısının ardına kadar açık olduğunu zannederek kötülüklere dalıyor, şefaatle kurtulacaklarını düşünüyorlar. Hz. Muhammed'in ümmetinin hayırda olduğuna, Allah'ın da gafur ve rahim olduğuna güvenip kendilerini koyuveriyorlar. Allah ancak kurtuluşa yaklaşmış fakat başarıya ulaşamamış toplumlara şefaatte bulunacaktır. Ancak böylesi insanlar, şefkat ve merhamete layıktırlar. Bu tür insanlar çalışıp da imtihanda basan elde edemeyen bir talebenin durumuna benzer. İşte böyle bir talebeye yardımcı olunur. Ve yine şefaatin, Allah Teâlâ'nın, elçisi Mu-hammed'e bir ikramı olduğunu düşünüyorum. Allah bununla Rasûlünü onurlandırmış, onun gayretini takdir etmiştir. Bu durumu, devlet başkanı seçilen kişinin, tutukluları salıvermesine benzetebiliriz. Bu da her şey amele bağlıdır dememize bir engel teşkil etmez. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Biz", kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez, (yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz. (Enbiya/47) [38]
Soru: İslâm'ın diğer semavi dinler hakkındaki görüşü nedir?
Cevap: Biz müslümanlar olarak bütün semavi dinlerin Allah'tan geldiğine inanıyoruz. Bütün semavi din mensuplarının tek kelime yani lâ ilahe illallah kelime-i tevhidi üzerinde toplanmaları gerekir. Ancak bağnazlık bu din mensuplarının bir araya gelmelerine mani olmuştur; en son ve mükemmel olan İslâm bütün semavi dinlere ve peygamberlerine iman etmeyi emretmiştir. Halbuki diğer dinler böyle değildirler. Bir müslüman Musa'yı ve İsa'yı (a.s) peygamber kabul ederken, bir ya-hudi veya hristiyan Hz. Muhammed'i peygamber olarak kabul etmez.
Bir kısım hükümdarlar ve kötü niyetli kişiler bunu tarih boyunca istismar ettiler. Düşmanlıkları körükleyip savaşlara sebebiyet verdiler. Ancak bu dini bağnazlık ve tarihi düşmanlıklar -araştırmalar neticesinde- gittikçe hafifliyor.
Kur'an, önceki semavî kitapların tahrif ve tebdile uğradığını bildirmektedir. Nitekim, hristiyan araştırmacılar İncil'in, kelime kelime vahiy mahsulü olmayıp müntesibleri tarafından sonradan yazıldığını, bir tür biyografi olduğunu itiraf ediyorlar. Kur'an ise kelime kelime vahyedilmiş olup, mütevatir olarak bize nakledilmiştir. Kur'an'ın bu özelliğini dost-düşman herkes itiraf etmiştir. Bununla birlikte, eklemelerden arındırılması halinde İncil'in içeriği Kur'an'a yaklaşır.
Netice olarak diyebiliriz ki, temel umdeler açısından her üç semavî din ortak paydada birleşebilirler. Bu da, Allah'ın birliği ve O'na teslimiyettir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. (Âl-i İmran) [39]
Soru: İnsanlar saadet hakkında çeşitli şeyler söylüyorlar. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
Cevap: Saadet her insanın hayatını süsleyen en güzel emeldir. İnsanlar her zaman ve mekanda saadeti aramışlardır. Kimisi ona ulaşmış, kimisi de ulaşamamıştır. Oysa saadet insanın hemen yanıbaşındadır.
Saadet konusunda çok büyük münakaşalar olmuştur. Onun tanımlamasında ayrı görüşler meydana atılmış. Çağdaş bir şair bu ihtilafı şöyle şiirleştirmiştir:
Ben diyorum ki saadet ölümdedir,
Sen inkar ediyor ve diyorsun ki,
İnsanın afeti ölümüdür.
Ben diyorum ki saadet zenginliktedir.
Sen diyorsun ki kötülük zenginliktedir.
Ben diyorum ki saadet yok olup gitmiştir,
Sen diyorsun ki o bitmiştir.
Ben diyorum ki o olmuşsa bizim için yaratılmıştır.
Sen diyorsun ki o bizim için yaratılmamıştır.
Ben diyorum ki onun varlığına inanırım,
Sen diyorsun ki hayır ona inanma.
Ben diyorum ki o bir sırdır, yarın açığa çıkacaktır.
Sen diyorsun ki hayır o bir sır değildir.
Ey arkadaş! Bu batıl bir tartışmadır,
Ne sen doğruyu bulabildin ne de ben.
İnsan, serkeş isteklerden, hayallerden ve vehimlerden kurtulursa, hayatın sade bir hayırdan ibaret olmayıp şerle karışık olduğunu, rahatlık ve yorgunluk, sıhhat ve hastalık, kuvvet ve zayıflık gibi eşyanın zıddıyla bilinebileceğini idrak ettiği zaman saadetin yollarını öğrenir, saadetin ne olduğunu anlar ve ona doğru yürüyüp kavuşabilir. Saadetin muayyen birşey olduğunu söylemek mümkün değildir. Kısaca 'Saadet, mutsuzluğun olmayışıdır' diye tarif edilebilir. Ancak bunun dünyada olması imkânsızdır. Dünyada ancak nisbî bir saadete kavuşulabi-lir. Mesela kişinin hastalıktan kurtulup şifa bulması, hedeflediği gayeye ulaşması böyle bir saadettir.
Benim kanaatim şudur ki en büyük saadet insanın görevlerini bihakkın yapmasıdır. Bu Öyle ruhi bir lezzettir ki, ancak hayatı kucaklayanlar ve onun için mücadele edenler anlarlar. İşte buna inanan ve yerine getirenler mesut olurlar.
Şüphesiz ki, görevlerini yerine getirmek insanı yorar. Ancak kişi onu kolay görür ve yaparsa ondan bir lezzet alır, yorgunlukları unutup mutlu olur.
Allah en iyi bilendir. [40]
Soru: Hayat nedir? Onun felsefesi ne olmalıdır?
Cevap: Bu tür sorular Öteden beri sorulmuş ve sorulmaya devam edilecektir. İnsanlar da buna çeşitli cevaplar vermişlerdir. Ancak hiç kimse kat'i bir şekilde "en doğru ve yegane cevap budur" dememiştir. Çünkü bu koskoca kâinat okyanusunda bizler küçücük balıklar gibiyiz; ne onun dibine, ne de sahiline ulaşabiliriz.
Meşhur filozof Şubnhaver hayat felsefesini iki kelime ile Özetlemiştir. Ona göre "hayat iradeden ibarettir". Evet, bu doğrudur, ancak yeterli değildir. Meşhur Alman filozofu Nitze ise, "Hayat kuvvetten ibarettir" demiştir, fakat genel kabul görmemiştir. İslâm filozofu Ebu Hamid el-Gazâlî ise, hayat felsefesine kabule şayan bir tarif getirerek "Hayat muhabbet ve ibadetten ibarettir" demiştir.
Hayat sevgidir, sevgi, irade ister, irade de meveddet, yardımlaşma, birlik gibi şeyler ister. Hayat ibadettir, ibadet ise kuvvetle olur. Maddi kuvvet çalışmaya bağlıdır. Bu da basiretli kişilerin nazarında ibadettir. Ruhi ve manevi kuvvet, insanları bir çok nimet, meta ve alâmetlere ulaştırır. Bu da insanı Allah'ın cemaline ve celaline sevkeder.
İnsan böylelikle O'nu takdir eder. O'na ibadete koyulur. Öyleyse Gazâlî'ye göre bizim dipdiri olup birbirimizi sevmemiz, müteddeyyin
olmamız ve kaynaşmamız, bu hayatı bize bağışlayana yönelip şükretmemiz, ibadet etmemiz gerekir.
Ben 'hayat nedir?' sorusuna "Hayat, insanın kendini dirilerden saymasından ibarettir" cevabını veriyorum. [41]
Soru: İntihar hakkında İslâm'ın görüşü nedir?
Cevap: İnsan; sabır, hilm, hikmet ve benzeri sıfatlarla gerçek insan olur ve bu sıfatlar sayesinde ayakta kalır. Geçmişte müslümanlar bu sıfatlar sayesinde hâdiselere kapılmamış, zayıf düşmemiş, zorluklara göğüs germiş ve hedeflerine yürümekten geri durmamışlardır.
Onlar sıkıntılarla karşılaştıkları zaman, sabreder, zorluklan demirden bir irade ile kucaklar ve 'Bu da geçer' diyerek Allah'a tevekkül ederlerdi.
İnsanlık bugün bu yüce vasıflardan uzaklaşmış; umutsuzluk girdabına düşmüştür. Bunun en büyük delili ise son zamanlarda intiharların çoğalm asıdır.
Evet son zamanlarda intiharlar oldukça yaygın bir hale geldi. Bu da insanları korkutuyor.
Bu durumu, insanlığın iflası olarak değerlendirebiliriz. İntihar sebeplerine bakıldığında bunlann, sudan sebepler olduğu görülür. Oysa bunlar biraz sabır, biraz akıl ile halledilecek basit meselelerdir. Kimisi karısı kendisini terkettiği için, kimisi hakarete uğradığı için, kimisi aşkına karşılık göremediği için, kimisi imtihanda başarılı olamadığı için intihar etmektedir. Gerçekte bunlann hiçbiri altından kalkılamayacak sıkıntılar değildir ve ayrıca mazeret de sayılmazlar.
Allah insanlara akıl ve şuur vermiş, önüne çeşitli yollar açmıştır. Fakat o bunlardan gaflet edip ümitsizliği kendine yol seçer. Halbuki Allah'ın rahmetinden ancak kâfirler ümitsiz olurlar. Sonra da canları-
na feıyıp suçu kadere yüklerler. Şair Şevki intihar hakkında ne güzel söylemiştir:
İnsanlar o (intihar) kaderdendir dediler, İnsanlar öteden beri kadere zulmetmişlerdir. Halbuki tıp diyor ki o bir cinnettir İşte görüyorsun insanlarda akıl nadirleşmiştir.
İslâm intiharı şiddetle menetmiş, intihar edenin edebî azaba duçar olacağını bildirmiştir. Çünkü İnsan Allah'ın bir binasıdır, o binayı yıkan kişi melundur. Allah şöyle buyuruyor:
Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın! (Bakara/195)
Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, sizi esirgeyecektir. (Nisa/29)
Hz. Peygamber de (s.a) şöyle buyuruyor:
Sizden önceki toplumlardan birinde yarasının acısma dayanamayıp bıçakla damarlarını keserek intihar eden bir adam hakkında Allah şöyle buyurdu:
Kim kendini bir demirle öldürürse, demiri elinde olduğu halde kıyamet gününde gelir, cehennem ateşinde o demirle kendini devamlı keser, zehir içerek kendini öldüren de cehennem ateşinde devamlı olarak o zehiri içer. Kim kendini bir dağdan veya uçurumdan atmış ve böylelikle kendine kıymışsa o da devamlı cehennemde kendini o dağdan aşağı atar.
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber (s.a) intihar edenin cehennemlik olduğuna kesin hüküm veriyor. O cihad meydanında harp edip gazi de olsa cehennemliktir.
Rivayet edildiğine göre Kazman, müslümanlarla beraber Uhud savaşına katıldı, yedi veya sekiz müşrik öldürdü. Sonunda yaralandı. Hz. Peygamber, daha önce onun cehennemlik olduğunu söylediğinden ba-ıı müslümanlar Rasûlullah'a giderek "Ey Allah'ın Rasûlü! Senin ce-Snnemlik dediğin kişi müthiş savaştı" dediklerinde, Hz. Peygamber tekrar onun cehennemlik olduğunu söyledi. Bazı müslümanlar, bu,duruma bir anlam veremeyip şaşırdılar.
Bazı sahabiler "Ey Kazman! Müjde sana, sen bugün Allah'ın imtihanına tabi tutuldun" dediler. Kazman onlara "Vallahi ben ancak kavmimin şerefi için savaştım" dedi.
Kazman'm yarası çok ağırdı. Gece basınca yaranın acısına dayanamayarak kılıcı karnına sokup intihar etti. Haber Allah Rasûlüne yetişince "Allahu Ekber, şehadet ederim ki ben Allah'ın kulu ve Rasûlü-yüm" buyurdu ve Bilal'e şöyle ilan etmesini emretti:
Cennete ancak müslüman olan girecektir. Allah Teâlâ bu dini günahkar insanlarla da takviye eder.
Rivayet edildiğine göre Rasûlülah'a kendini öldüren bir adamın-haberi verildi. Allah Rasûlü (s.a) "Ben onun cenaze namazını kılmam" dedi. (Ebu Dâvud)
İntiharın cezasının şiddetli olması şundan: İntihar eden kişi ümitsizlikten dolayı kendini Allah'ın mülkünde şerik ve ortak sayıyor. Çünkü kişinin nefsi Allah'ın binasıdır. Ancak Allah onda tasarruf yapar. Şair ne güzel söylemiştir:
Kendini öldüren Allah'ı da insanları da küstürür Hayat sahası Allah'a aittir, ancak O'nun izniyle gül açar. İnsan ancak O'nun ismiyle ölür, ölümü veren odur. Ancak millet birbirine girince kişinin korktuğuna bakılır O zaman sevap ve gurur beraber olur. Yaşayan övülür ve ölenler sevap alır.
Hayat meydanından kaçanlar hayattan korkanlardır. Onlar nefislerine malik değillerdir. Oysa onlar, kendilerine emanet olarak verilen hayatı korumakla sorumludurlar. Bu sorumluluktan kaçarak, intihar
edenler cezalandırılacaklardır.
İnsan hayata karşı, sabreden mücahid gibi direnmeli, ölüm ona, V
şeref meydanında gelmelidir. Şair bu konuda şöyle söylüyor:
, Hayır yavaş yavaş gelişir, dalalet ve hüsran sizi öldürdü. Ne yüzle kendinizi babalarınızın üzerine atıyorsunuz. Yaşlıların ölümü daha da şiddetlidir. Sizden biriniz başına geleceğini bilmez ki.
Bu hususta eğitimcilere büyük iş düşmektedir. Onlar insanları intihardan alıkoymak için ellerinden geleni yapıp bu habis hastalığın kökünü kurulmalıdırlar. Kim bilir belki birçok insanlar intihar edenlerden ibret alır, bu da hayra vesile olur.
Allah her şeyi en iyi bilendir. [42]
Soru: Son zamanlarda bir kısım gençlerin saçlarım, favorilerini uzatıp garip elbiseler giydiklerini, değişik şekilde konuştuklarını görüyoruz. Bu durum, ahlâkî bir zaaftan ve dinî terbiyenin noksanlığından mı kaynaklanıyor?
Cevap: Toplumlara veba gibi yayılan bu tuhaf âdetler eğitimcileri ürkütüyor. Bunlar örf, âdet, gelenek ve benzeri toplumsal bağlan kopararak ahlakî çözülmelere sebebiyet veriyor. Geleceğin teminatı olan gençleri yoldan çıkararak, istikbali karartıyor.
Bu gençler, keşke sadece saç uzatmakla yetinselerdi. Bu fazla önemli sayılmazdı. Fakat onlar, kadınlar gibi zînet eşyaları takıyor, kırıtarak yürüyüp edalı-cilveli bir şekilde konuşuyor ve kadınlar gibi süsleniyorlar. Öyle ki artık kızlarla erkekleri birbirinden ayırmakta güçlük çekiyoruz.
Çağdaşlık, ilericilik adına yapılan bütün bu iğrençlikler, pislik çukuruna yuvarlanmaktan başka birşey değildir. Zira ilericilik, ahlâksızlık, örf ve adetleri, güzel gelenekleri çiğnemek değil, bilakis bilimde, sanatta, mimaride, imarda ileri gitmektir.
Şunu da ifade edelim ki bu gençler, bunalımlar ve ızdıraplar içinle boğulmakta olup tedaviye muhtaçtırlar. Bunlar da bizim çocukları-
mızdır. O nedenle onlarla ilgilenmeli, dostluklarını kazanmalı, sevgi göstermeli, tekrar topluma kazandırmalıyız.
Körükorüne Batıyı taklit etme hastalığı, kendi kültürünü, ahlâkî ve dinî değerlerini bilmemekten, aşağılık kompleksinden ve ailelerin çocuklarıyla gerektiği gibi ilgilenmemelerinden kaynaklanıyor. Gençlerimizin böyle olmalarının sorumlusu biziz.
Allah en iyi bilendir. [43]
Soru: Özellikle giyim-kuşam ve ibadetlerde İslâm'dan sapmalar, olmaktadır. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Cevap: Şüphesiz ki, İslâm'a mensup bir çok kişi, dinin ve ahlâkın umdelerinden, iffet kaidelerinden sapmış bulunuyor. Özellikle kadınların çoğu İslâm'ın emrettiği vakar ve iffetten uzaklaşmış, Allah'ın yasakladığı açık saçıklığı kendilerine şiar edinmişlerdir. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar. Namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, ya-kalanmn üzerine (kadar) örtsünler. (Nur/31)
Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların (iffetli olarak) tanınması ve incitilmeme-si için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir. (Ahzab/59)
Kadın-erkek birçok müslüman Allah'ın emrettiği ibadetleri yerine getirmiyorlar. Mesela müslümanların pek azı beş vakit namaz kılıyorlar, oruç tutanlar da az, hatta bazıları hiç bir haya duymadan açıktan açığa oruç yiyorlar. Zekat ise büsbütün terkedilmiştir. Hacca da sadece yaşlılar gidiyor.
Müslüman gençlik, giyimde, konuşmada, hareket ve işlerde kadınlara benzemeye özen gösteriyorlar. Halbuki Rasûlullah (s.a) kadınlara benzemeye çalışan erkekleri ve erkeklere benzemeye çalışan kadınları lanetlemiştir.
Bir çok günah ve rezillikler müslümanlar arasında yayılmaya, bir çok fazilet ve ahlâk güzelliği de nerde ise kaybolmaya yüz tutmuştur.
Bu hastalığın tedavisi ancak aşağıdaki hususlarla mümkündür:
1. İman-itikad, ibadet ve ameli birbirinden ayırmadan İslâm'a yönelmek.
2. Dini ihyada ve aziz kılmada, milletin, âlimlerin ve idarecilerin birlikte çalışmaları.
3. Geleceğin teminatları olan gençlere özel ilgi gösterip eğitim ve / öğretimleriyle, terbiye ve ahlâklanyla yakından ilgilenmek.
4. Eğitim ve öğretimin daha ilk kademesinden başlayarak körpe dimağlara sağlam ve doğru bir dini terbiye ve dini bilgi vermek.
Doğru yola ileten ve en iyi bilen Allah'tır. [44]
Soru: Birçok insanın ses cihazlarını kötüye kullanarak onu adeta taciz aleti haline getirdiğini görüyoruz. Yine müezzinlerin sabah ezanlarında teganni ettiklerini, kaside, dua ve salavatlar okuduklarını da işitiyoruz. Bu konuda İslâm'ın hükmü nedir?
Cevap: Ses cihazları iki ağzı olan bir bıçak gibidir. Hayra kullanıldığında hayırlı, şerre kullanıldığında şerli olur. Mesela bir hatibin, bir konuşmacının Allah'ın emirlerini daha iyi duyurmak için bu cihazlardan faydalanması yerinde bir davranıştır.
Bazen bu cihazlar ve mikrofonlar hiç yeri olmayan yerlerde de kullanılıyor. Mesela matem ve taziye yerlerinde olduğu gibi. Matem
sahibi mikrofonların sesini o kadar yükseltiyor ki insanlara işkence vermeye başlıyor.
Daha garibi, komşu olan iki matem sahibinin evlerinde bu cihazların sesleri sonuna kadar açılıyor, adeta matem evleri bu konuda yarışıyorlar. Oysa, Kur'an'ın normal/doğal sesle okunması daha güzeldir.
Hatta bazen bir mahallede dört cenaze oluyor. Cenaze evlerinin tümü de ses cihazları kullanıyor. Öyle ki dinleyici artık bir şey duymuyor. Gürültüden rahatsız oluyor.
Elbette Kur'an okunmalı, ancak Kur'an'ın tertil ile okunması gerekir. Dinlenecek en üstün kelam da alemlerin rabbi olan Allah'ın kelamıdır. Allah (c.c) onun hakkında şöyle buyuruyor:
Ve Kur'an'ı tane tane oku! (Müzemmil/3) Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver! (Kaf/45)
Bana müslümanlardan olmam ve Kur'an okumam emredildi. (Neml/91-92)
Biz onu, bir hitabe olarak, insanlara dura dura okuyasın diye, (ayet ayet, sure sure) ayırdık; ve onu peyderpey indirdik. (İs-ra/106)
Yani biz onu tafsilatlı bir şekilde indirdik ki, yavaş yavaş insanlara okuyasın. Keşke biz Kur'an'ın sesini bütün dünya insanlarına ulaş-tırabilseydik, ki bu, bizim için bir vecibedir.
Ancak, Kur'an-ı Kerim'i başkasına hikmetli bir üslupla ve cazip bir şekilde ulaştırmalıyız.
Ezan meselesine gelince, ezan bir tür ilamdır. Yani insanlara-vaktinde kılabilmeleri için- namaz vakitlerini bildirmektir. Zira Allah Te-âlâ şöyle buyuruyor:
Çünkü namaz, mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır. (Nisa/103)
Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık için de namaz kılın! (Bakara/238)
Hz. Peygamber (s.a) ezanla ilgili şöyle buyuruyor:
Sizin en hayırlınız ezan okusun, Kur'an'ı en iyi okuyanınız da
imamlık yapsın.
Ezan müekked bir sünnettir. Onun vakti namazın vaktidir. Ezan, tatlı ve cazip bir sesle okunmalıdır ki dinleyende bir tesir meydana getirsin. Taciz edici bir sesle ezan okumamak lazımdır. Kur'an-ı Ke-rim'de şöyle buyuruluyor:
Unutma ki, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir. (Lokman/19)
Âlimler ezandan sonra yüksek sesle getirilen salat ve selamın bidat olduğunu söylemişlerdir. Bu Rasûlullah'm (s.a) sünnetine kesinlikle muhaliftir. Her ne kadar Allah Rasûlüne salavat getirmek ibadet sayılsa da onu yerinde yapmak lazımdır. Bu konu Üstad Muhammed Abduh'a sorulunca, "Ezandan evvel ve ezandan sonra okunan her şey bidattir" diye cevap vermiştir. Bunun bidat-ı hasene olduğunu söyleyen kişilerin sözüne itibar edilmez. Çünkü ibadetle ilgili bütün bidat-lar kötüdürler.
Hıtaî'ül-Makrizi adlı eserde şöyle deniyor:
Cuma gecelerinde namazdan sonra salat ve selam getirmek, Sala-haddin Abdullah b. Abdullah el-Berlisi zamanında adet haline getirildi. Bu da hicri 760 senesine tekabül ediyor. 791 senesininin şaban ayında es-Salih el-Mansur, Emir Hac zamanında Cuma gecesinde Rasülullah'a getirilen salat ve selamı duyup gelen birtakım insanlara "Bu hoşunuza gitti mi?" diye sordu. Onlar da evet cevabını verdiler.
O gece rüyasında Rasûlullah'ı gördüğünü onun kendisine "Git ve yetkiliye söyle her ezandan sonra bana salat ve selam getirsin" dediğini söyledi.
Bunun üzerine o Kahire'nin yetkilisi olan Necmeddin Muhammed Tanberi'ye gidip şöyle söyledi: "Rasûlulullah (s.a) sana bundan böyle bütün müezzinler ezandan sonra salat ve selam getirsinler diye emretti." Nitekim o günden beri böyle yapılıyor.
Bu iş adamın hoşuna gitti. Cahil adam Hz. Peygamberin vefatından sonra birşey emredemeyeceğini, Allah'ın da dine her hangi bir eklemede bulunmayı haram kıldığını bilmiyordu. Allah şöyle buyuruypr:
Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var? (Şura/21)
Allah Rasûlü da şöyle buyuruyor: Bidatlardan sakının.
Bundan da anlıyoruz ki, müezzinlerin ezandan sonra okudukları salat ve selam ve makamla okudukları şeylerin tümü bidattir.
Yine âlimler, fecir ezanından önce müezzinlerin teşbih ve istiğfar okumasını da bidat olarak görmüşlerdir. Zira bu, Hz. Peygamber'e muhalefet anlamına gelir. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Bazılarınız neden açıktan okuyor?!
Allah Rasûlü başkalannı şaşırtanlar için böyle bir ikazda bulunduğuna göre, şarkıya benzer şekilde teganniden ve matem sesine benzeyen şeylerden haydi haydi sakındırır.
Ezanı ve Kur'an'ı edeble okumalıyız. Allah şöyle buyuruyor:
İyi anlayan bir toplum için, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır? (Maide/50) [45]
Soru: Kahve falına bakmanın ve baktırmanın hükmü nedir?
Cevap: Toplumumuzda yaygın olan sapıklıklardan biri de kahve falına baktırmaktır. İnsanlar kahve içtikten sonra, dibinde kalan telvesiyle birlikte fincanı ters çevirirler. Bir müddet bekledikten sonra falcı, fincanın içine bakarak karşısındakinin falına bakar. Yuvarlak ve genel üç beş şey söyler. Bu işi bazı kadınlar meslek haline getirmişlerdir.
Bazen kahve falı bazılarına bir teselli oluyor. Ancak bu zamanla teselliden çıkıp bir inanç haline geliyor.
Halbuki Allah şöyle buyuruyor:
Allah size gaybı da bildirecek değildir. (Al-i İmran/179)
De ki: "Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır" demiyorum. Ben gaybı da bilmem..." (En'am/50)
Göklerin ve yerin gaybı yalnız Allah'a aittir. Her iş O'na döndürülür. Öyle ise O'na kulluk et ve O'na dayan! Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir. (Hud/123)
De ki: "Göklerde ve yerde, Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler." (Neml/65)
Ey boş şeylerle oyalanıp duranlar! Böyle abesle iştigal ettiğiniz yeter. Günler geçiyor siz hala yerinizde sayıyorsunuz. Oysa başka milletler, büyük işlerle uğraşıyorlar. Batıl vehimlerle zamanınızı kaybetmeyin.
Doğru yola ileten Allah'tır. [46]
Soru: Bazı insanlar gayelerine ulaşmak, şifa bulmak veya para sahibi olabilmek için ölmüş velîlere adak adıyorlar. Bazı insanlar da -benzer sebeplerle- türbelere para bağışında bulunuyorlar. İslâm'ın bu konudaki hükmü nedir?
Cevap: Adak; kişinin kendi nefsine, ibadet, sadaka vesair gibi bir şeyi vacib kılmasıdır. Bu da, ya istenen bir şeye ulaşmak, ya da istenmeyen bir şeyden kurtulmak gayesiyle yapılıyor.
Bir kısım fakihler nezri (adağı) mekruh görüyorlar. Çünkü nezirde bulunan kişi nezredilen şeyi yapmayı bir şeyin olması veya olmaması şartına bağlıyor. Mesela diyor ki: "Eğer ben falan işi başarırsam,
şifa bulursam, kazanırsam, galip gelirsem şu kadar mal tasadduk edeceğim veya şu kadar gün oruç tutacağım veya şu kadar rekat namaz kılacağım."
Bir hadis-i kudside şöyle buyuruluyor:
Benim takdir etmediğim bir şey Adem oğluna nezirle gelmez. Fakat bununla cimrinin malı elinden çıkar.
Hadis-i Kutsideki Adab adlı kitabımda ifade ettiğim üzere Allah (c.c) demek istiyor ki, insanoğlu "Eğer falanca şeye ulaşırsam şu kadar mal tasadduk edeceğim" diyerek adakta bulunuyor. Oysa bu, Allah'ın (c.c) kaza ve kaderini geri çevirmez. Ancak Allah (c.c) bununla kulunun- cimriliğini gidermek için onun elindeki maldan tasadduk ettirir.
Nezir, ancak şanı yüce olan Allah için yapılır. Bir müslümanm, bir
velîye veya başka bir insana adakta bulunması caiz olmaz.
İmam Rafii Şerh'ül-Minhaç adlı kitabında şöyle diyor:
Bir velinin, bir şeyhin veya salih kişinin adına nezir yapılır, nez-reden kişi bu niyetle adağını yerine getirirse, bu nezir batıldır ve hiç bir değeri yoktur. Bu yerlerin özel yerler olduğuna, bu yerlerle belaların def edildiğine, nimetlerin celbedildiğine, hastalıklara şifa bulunduğuna inanmak da batıldır. Yine türbelere, kandil, mum ve yağ adamak da batıldır.
Hele bilhassa kabirlere yağdanlık, mum ve kandil koymak tamamen batıldır.
Mahluklardan herhangi biri için adakta bulunmak caiz değildir.
Çünkü adak (nezr) bir ibadettir. İbadet ise ancak Allah'a yapılır. Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm alemlerin rabbi Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Bana sadece bunlar emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim." (En'am/162-163)
Yine türbelere para atmak da dinen caiz olmayan bir iştir. Çünkü bu paralar genellikle uygun olmayan kimselerin cebine gidiyor. Teber-
ruların ihtiyaç sahiplerine takdim edilmesi, bunun da sadece Allah rızası için yapılması gerekir.
Muvaffak kılan sadece Allah'tır. [47]
Soru: Bir kısım insanlar çalışmayıp başkalarına el açıyor buna da tevekkül diyorlar. Böylece velilik davasında bulunuyorlar. Dinin bunlar hakkındaki hükmü nedir?
Cevap: Allah (c.c) Yunus Suresinde şöyle buyuruyor:
Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur. Onlar üzülmeyecekler de. Onlar iman edip de takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir. (Yunus/62-64)
Müfessirler Allah'ı kendilerine dost kılan, sadece O'na ibadette bulunan ve O'na güvenen, O'ndan başka bir dost ve bir yardımcı edinmeyen kimselerin Allah'ın velîleri olduğunu söylemişlerdir. Kur'an yukardaki ayette Allah'ın velîleri için iki vasıf zikrediyor, ki bunlar iman ve takvadır. (Takva, Allah'ın emir ve yasaklarına riayet etmektir).
Bu nedenle Kur'an'da nerede "onlar ki iman ettiler1' ifadesi geçse, hemen arkasından "ve salih ameller işlediler" sözü gelir.
Takva, boş durmaktan insanı ahkor. Çünkü Kur'an şöyle buyuruyor: Artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin... (Cuma/10)
Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah'ın rızkından yeyin... (Mülk/15)
Ey Rasûlüm! De ki: "çalışınız..."
Hz. Ömer de şöyle söylüyor: "Sizden biriniz rızkını aramaktan geri durmasın. Biliyorsunuz ki gökten altın ve gümüş yağmaz".
Güç ve kuvvet müslümanın şiarıdır. İnsan, oturarak hiç bir şey kazanamaz. Rasûlullah kendini ibadete veren, geçimini ailesinin üstlendiği bir kişi görünce "Bunlar ondan daha âbiddir" buyurdu.
Ve yine Allah'ın selamı üzerine olsun Hz. Peygamber şöyle buyurdular:
Kuvvetli mü'min, Allah katında zayıf mü'minden daha hayırlı ve daha sevimlidir. Her hayırlı işte gayret göster. Allah'tan yardım dile, aciz kama. Sana kötü bir şey isabet ederse, "şöyle yapsaydım, şöyle olurdu" deme. "Bu Allah'ın takdiridir" de! Allah dilediğini yapar, çünkü keşke şöyle olsaydı demek şeytanın ameline kapı açar.
Gücü-kuvveti olduğu halde çalışmayıp velilik ve ucuz tevekkül-cülük davasında bulunanlar ve insanların cahilliğinden faydalananlar, cami ve türbelerin kapılarında avuç açıyorlar. İslâm böyle bir şeyi kabul etmez. Bunlara yardımcı olan da günah kazanıyor. Çünkü bunlar, günaha ve münker olan bir şeye adeta teşvikte bulunuyorlar.
İnsanların iyi duygularını istismar eden bu gibi kişilerin sayılarının çoğalması, toplumun geri kaldığının en büyük delilidir. Buna razı olan ve aldırmayan milletler büyük bir bela ile karşı karşıyadır.
Sehl b. Abdullah et-Tüsteri şöyle diyor: "Kim çalışmayı küçümserse, o sünneti küçümsemiştir." Çünkü çalışıp kazanmak Allah Rasû-lünün sünnetidir. Allah Rasûlü şöyle buyuruyor:
Sizden birinin ipini alıp ormandan bir yük odun getirip satarak geçimini sağlaması, insanlardan bir şey istemesinden daha hayırlıdır. İnsanlar onu verebilirler de vermeyebilirler de.
Abdullah b. Mübarek de şöyle diyor: "Çalışmanın zorluğunu çekmeyende hayır yoktur".
İbrahim b. Ethem de şöyle söylüyor: "Kahramanlar gibi çalış, helâl rızık kazan ve çoluk çocuğuna infakta bulun!"
Seriyyi Sakati de şöyle söylüyor: "Cennete giden en kısa yol; hiç kimseden bir şey istememek, hiç kimseden bir şey almamaktır". Bu da çalışmayı ve Allah'a dayanmayı gerektirir.
Evliyalık iddia edip halkın sırtından geçinenlere müslümanların şöyle demelerinin zamanı gelmiştir: "Allah'ın gerçek velîleri, insanların sırtından geçinenler değil, çalışıp kimseye muhtaç olmayanlardır"[48]
Soru: Bazı gazete ve dergilerde insanların talihleri hakkında tahminlerde bulunuluyor. Bu hususta İslâm'ın hükmü nedir?
Cevap: Yıldız ve burçlara göre istikbalden haber vermek, insanları saptırmak, onların akıllarını hafife almak demektir.
Şüphesiz, bir kısım gazetelerin istikbalden ve yıldızlara göre kişilerin geleceğinden haber vermeleri, okurlarını bir nevi hafife almaları demektir.
Allah, gaybı yalnız kendisinin bileceğini ifade ederek Kur'an'da şöyle buyurmuştur:
Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır, onları O'ndan başkası bilmez. O karada ve denizde ne varsa bilir. O'nun ilmi dışmda bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. (En'am/59)
Ve yine Allah şöyle buyuruyor:
(Rasûlüm!) De ki: "Mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin." (Âl-i İmran/26-27)
Ve yine Allah şöyle buyuruyor:
Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katındandır. Yağmuru o yağdırır. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir. Her şeyden haberdardır. (Lokman/341)
Allah Rasûlü (s.a) de şöyle buyuruyor:
Kim bir falcıya veya bir kahine gidip ondan bir şey sorup da onu tasdik ederse, kırk gün namazı kabul edilmez.
Ve yine Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Kim bir müneccimi veya bir kahini tasdik ederse, o şüphesiz Mu-hammed'e indirileni inkar etmiş demektir.
Kahin gaybı bildiğini iddia eden veya istikbalden haber veren veya sırlara muttali olduğunu veya nefis ve kalblerde sır olarak duran şeyleri bildiğini söyleyen kişi demektir. Çünkü bunları gerçek manada ve vakıaya mutabık olarak bilen yalnız ve yalnız Allah'tır.
Yıldızlara bakarak, istikbalden haber vermeye kalkışmanın haram kılınması, felek ve yıldızları incelemeyi haram kılmaz. Bu nedenle bir kısım din bilginleri şöyle söylemişlerdir: Dinde yasaklanan şey, istikballe ilgili kehanette bulunmaktır. O da yağmurun yağması, rüzgarın esmesi, insanların başına ne geleceği gibi işleri yıldızların zuhuruyla ve onların seyriyle bildiklerini iddia etmektir. Halbuki bu ilim ancak Allah'a hastır.
Allah daha iyi bilir. [49]
Soru: Kişinin Allah'ı murakabe etmesi ne demektir?
Cevap: Allah Teâlâ, her şahsın ne yaptığını, kalbinden ne geçtiğini bilir. Yerde ve gökte zerre kadar birşey O'nun ilminden gizlenemez. Bununla birlikte hemen azap etmez, kullarına mühlet verir.
(Rasûlüm!) Kullarıma, benim çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver. Benim azabımın elem verici bir azap olduğunu da bildir. (Hicr/49-50)
Samimi bir şekilde tevbe edenleri bağışlar. Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
De ki: "Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Size azap gelip çatmadan önce rabbinize dönün, O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez. Siz farkında olmadan, ansızın başınıza azap gelmezden önce rabbinizden size indirilenin en güzeline (Kur'an'a) tabi olun!" (Ziimer/53-55)
İşte kulların günahlarına karşı Allah'ın (c.c) tutumu budur. O'nun rahmeti sonsuz, bağışlaması çok geniştir. Bununla beraber yapılanlardan gafil değildir. Fakat mühlet verir, ancak hiçbir zaman ihmal etmez.
İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın. (Kaf/18)
Öyle ise insan hesaba çekilmezden önce nefsini hesaba çekmeli,
gizlide ve açıkta rabbini düşünmelidir, ta ki Allah onun tutan eli, yürüyen ayağı, gören gözü ve işiten kulağı olsun.
İnsan bu murakabe ve düşünce esnasında, Allah'a karşı edebini ta-kmmalı, O'nun huzuruna varacağı günün korkusuyla davranmalıdır. Çünkü o günde bütün perdeler kaldırılır, bütün sırlar açılır. Bütün insanlar Allah'a arz olunurlar.
O gün mal ve evlatlar bir fayda vermezler, ancak selim bir kalp fayda verir. Artık Allah korkusundan sesler kısılmıştır. Bu yüzden, fısıltıdan başka bir ses işitemezsin. (Taha/108)
O gün, Allah'ın terazisinden başka bütün teraziler kaldırılır. Allah'ın terazisi de ne dakiktir.
Allah şöyle buyuruyor:
Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye,
hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz. (Enbiya/47)
O gün zor ve şiddetli bir gün olacaktır! O günde bütün sebepler susar, nesepler arası bağlar kopar, hesaplar derinleşir, sevap ve cezalar okunur. Allah şöyle buyuruyor:
Herkesin, iyilik olarak yaptıklarını da kötülük olarak yaptıklarını da karşısında hazır bulduğu günde (insan) isteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir. (Âl-i İmran/30)
Öyleyse, bir hata ve günah işleyen kimse, Allah'ın huzuruna çıkmadan evvel tevbe edip nefsini anndırmalıdır. Allah Rasûlü (s.a) ne güzel söylemiştir:
Akıllı odur ki, nefsini terbiye eder, ölüm sonrası için çalışır.
Yine, nerede olursak olalım Allah'ın bizimle olduğunu hatırlatan hikmetli bir şiir vardır:
Biz nereye gidersek gidelim, nerede olursak olalım,
Hiçbir hicap ve hiçbir perde, hiç bir dağ ve hiçbir nehir
Bizi O'ndan (Allah'tan) saklayamaz.
Bir gün yalnız kalırsan, ben yalnız kaldım deme,
Ancak benim üzerimde bir gözetleyici vardır de.
Allah'ın bir an gafil kaldığını sanma,
Kendinden gizlensen de O'ndan gizlenemezsin.
Görmüyor musun bugün geçti,
Ve yarın görenler için daha yakındır.
Allah'ın (c.c) sözü bundan daha hikmetlidir. Allah şöyle buyuruyor:
Rasûlüm! Sakın Allah'ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onlan cezalandırmayı korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor. Zihinleri bomboş olarak, kendilerine bile dönüp bakamaz durumda, gözleri göğe dikilmiş bir vaziyette koşarlar. (İbrahim/42-43)
Hamid et-Tavil, Süleyman b. Ali'ye "Bana bir nasihatta bulun!" dediğinde, Süleyman b. Ali şöyle dedi: "O'nun seni gördüğünü bilerek Allah'a isyan edersen büyük bir işe cesaret etmişsin demektir. Eğer O'nun seni görmediği zannına kapılırsan kâfir olmuş olursun."
Ey günah işemeye azmeden kişi, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Sen, ister yaptıklarını Allah'ın gördüğüne, ister görmediğine inan, şüphesiz O senin kalbinin bütün gizliliklerini biliyor.
Kalbi, iman ve yakîn nuruyla nurlanan bir müslüman rabbinin azametini küçümsemez, Allah'ın kendisini gördüğünü ve üzerinde gözetleyici olduğunu bile bile günah işleyemez.
Yine bir müslüman, Allah'ın gözetimi altında bulunduğunu hatırdan çıkarmaz, bir an olsun O'nun gözetiminden uzak kalacağım düşünmez. O'ndan kaçışın mümkün olmadığını bilir.
Bu anlaşıldıktan ve teslim edildikten sonra, kulun artık günaha karşı cüret göstermesi tedip ve ceza gerektirir. Artık kul günahı kendine mubah göremez. Nasıl olur ki, o -açığa vursa da, vurmasa da— kalbinden geçenden dahi sorumludur. Allah şöyle buyuruyor:
Sizi boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza getirilmeyeceğinizi mi sandınız? (Mü'minun/115)
Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler. (A'raf/201)
Fakat daha görmeden rablerinden (azabından) korkanlara gelince onlar için gerçekten hem bağışlanma hem de büyük mükafat vardır. Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun, bilin ki O, kalplerin içindekini bilmektedir. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır. (Mülk/14)
Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz. (Haşr/21) [50]
Soru: Receb kelimesinin manası nedir? Recep ayının hususiyetleri nelerdir?
Cevap: Receb ayı, kamerî bir aydır. Receb kelimesi Tercib'ten geliyor, bu da tazim demektir. Arablar bu aya çok tazimde bulundukları için bu ismi almıştır.
Receb ayma "Receb'ül-Haram" da deniliyor. Çünkü bu savaşılması haram olan dört aydan biridir. Bu öteden beri devam etmekte olan bir âdetti. Kur'an-ı Kerim de bu âdeti onayladı:
Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylardır, işte bu doğru hesaptır. O aylar içinde (Allah'ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin... (Tevbe/36)
Bu haram (saygın) olan aylar Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Re-ceb'tir. Bu konuda Allah Rasûlü de şöyle buyuruyor:
Haberdar olun! Zaman, Allah'ın yeri ve göğü yarattığı ilk günde olduğu gibi dönüyor. Sene on iki aydır. Onlardan dördü haramdır. Onlardan Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayları, peşpeşedir. Mu-dar'ın Recebi ise, Cemadi ile Şaban arasındadır.
Receb ayına "Receb'ül-Ferd" de denilir. Çünkü o diğer üç haram aydan beş ay sonra geliyor.
Ve yine Receb ayına "Receb-i Mudar" da denilir. Çünkü bazı hadis kitaplarında şöyle söylenmiştir: "Mudar'in Recebi Cemadi ile Şaban arasındadır." Bu ayın adının Mudar'a nisbet edilmesinin sebebi, Mudar kabilesinin bu aya çok hürmet göstermesi ve onun hakkını korumasıdır.
Receb ayında İsra ve Miraç mucizesi gerçekleşmiştir. Bu da en büyük mucizedir ki Allah onu rasûlü Hz. Muhammed'e has kılmıştır. Allah Teâlâ israya şöylece işarette bulunuyor:
Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, (Muhammed) kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O gerçekten işitendir, görendir. (İsra/1)
Allah (c.c) Necm Suresinde de Mirac'a işarette bulunmuştur:
Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı o kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız? Andolsun onu Sidret'ül-Münteha'nın yanında önceden bir defa daha görmüştü. Cennet'ül-Me'va da onun yanındadır. Sid-reyi kaplayan kaplamıştı. Gözü kaymadı ve sının aşmadı, andolsun rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü. (Necm/8-18)
İsra ve miraç mucizesinde Allah, Rasûlüne büyük bir ikramda bulunmuş, onu yerin ve göğün melekutuna muttali kılmıştır. (Onlann iç yüzünü ona göstermiştir). Aynı zamanda bu mucize, Hz. Peygamber için büyük bir teselli olmuştur. Çünkü o yıl zevcesi Hatice ve amcası Ebu Talib ölmüştü. Rasûlullah o sene Taife gitmiş, fakat çok kötü bir muamele ile karşılanmıştı.
Ve yine İsra mucizesi bize gasbedilen Filistin'i, Mescid-i Aksa'yı ve Beyt-i Mukaddes'i de hatırlatıyor. Ve yine bize yeryüzünü zulümden kurtarmayı, beldeleri ve kulları tuğyan ve pisliklerden temizlemeyi de hatırlatıyor. Allah Rasûlünün şu sözünü de hatırlatıyor:
Ancak üç mescit için sefer yapılır: Mescid-i Haram, Medine'deki mescidim ve Beyt-i Makdis'teki Mescid-i Aksa.
Her müslümanın Receb ayına hürmet etmesi ve onun hürmetini koruması gerekir. [51]
Soru: Taassup hakkında ne düşünüyorsunuz?
Cevap: İlahî olan İslâm Dini, hoşgörülü olup taassubun her türlüsüne karşıdır. Evet İslâm ırk, renk, soy/neseb ve ülke taassubunun kar-şısındadır. Kur'an-ı Kerim, insan cinsinin birliği olgusunu, onlann bir tek babadan ve bir tek anadan geldiğini söyleyerek tesbit etmiştir. Nisa suresinin başında şöyle buyurulmuştur:
Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan rabbi-nizden sakının... (Nisa/l)
Ve yine Kur'an-ı Mecid, Hucurat suresinde, insan nevinin eşitliğine işarette bulunarak, insanlardaki üstünlüğün ancak takva ve istikametle olabileceğine parmak basmıştır:
Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için de sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkamnızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır. (Hucurat/13)
Allah RasOIü de (s.a) aynı hakikati şu sözüyle takviye ediyor:
Beyazların siyahlar üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük takva ve salih amellerle olur.
Allah, bütün insanlara adil davranılmasını emretmiştir. Akraba ve dost da olsa adaletten ayrılıp hevaya uymayı yasaklamıştır. Öyle ki düşmanlara karşı dahi adil davranılmasını istemiştir. Allah şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin olsunlar fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın. (Şahitliği) eğer-büker (doğru şahitlik et-
mez) yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Nisa/135)
Hadis-i şerif bize kişinin şahsiyetini oluşturan tek şeyin yaptığı işler olduğunu beyan ediyor. Kimin yaptığı iş kötü ise, onun nesebi ve soyu onu yüceltemez. Atalarla övünmek kişiye bir şey kazandırmaz. Allah Rasûlü şöyle buyuruyor:
Kim ki amelce geride ise, onun nesebi onu ileri götürmez. Kur'an-ı Kerim'de de şöyle buyuruluyor:
Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir. (Necm/39-41)
Rasûlullah (s.a) ehl-i beytine şöyle söylüyordu:
Ey Muhammed'in ehli! İnsanlar bana amelleriyle, sizler ise neseplerinizle gelmeyin! Çalışınız ben size Allah katında bir şey veremem.
Allah Rasûlü, ırkçılık ve taassuptan bizleri sakındırmıştır. Irkçılığa asabiyete çağıran bizden değildir.
Ancak bu, kişinin diniyle övünmesine bir engel teşkil etmez. İnsan dini hakkında gayretli olmalıdır. Kur'an şöyle buyuruyor:
Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz. (Âl-i İmran/139)
Allah her şeyi en iyi bilendir. [52]
Soru: İslâm'ın diğer dinlere karşı tutumu nedir?
Cevap: İslâm din ve inanç hürriyetini kabul etmiştir. Allah şöyle buyuruyor:
Dinde zorlama yoktur, Artık doğrulukla sapıklık birbirinden ayrılmıştır. (Bakara/256)
O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? (Yunus/99)
Ve yine İslâm kendi mü nte s iplerine, bütün semavi vahiylere ve gönderilmiş bütün peygamberlere inanmayı emretmiştir. Allah şöyle buyuruyor:
Peygamber, rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü'minler de iman ettiler. Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler ve "Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey rabbimiz, affına sığındık dönüş sanadır" dediler. (Bakara/285)
Ve yine İslâm, İslâm toplumu içerisinde yaşayan diğer din mensupları olan Hristiyan ve Yahudilere karşı iyi davranmayı da müslü-manlara emretmiştir. Onları zimmet ehli kabul etmiştir. Onlar zulüm ve saldırıda bulunmadıkları sürece onlara iyi muamele etmeyi, hoşgörülü davranıp güzel ilişkiler içinde olmayı emretmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Ehl-i Kitapla ancak en güzel yolla mücadele edin! (Ankebut/46) Onlardan inatçılık edenlere karşı Allah şu insaflı düsturu koymuştur:
...O halde biz veya siz, ikimizden biri ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir. (Sebe/24)
Ve yine İslâm hükmü altında yaşayan diğer din mensuplarına "Lehimize olan şeyler onların da lehine, aleyhimize olan şeyler onların da aleyhine" kaidesini koymuş, böylece hukuk önünde eşitlik sağlamıştır. İşte size en büyük örnek Hz. Ömer'dir. O ölüm döşeğinde iken şöyle diyor:
Ben, benden sonra gelecek olan halifeye ehl-i zimmeti tavsiye ediyorum. Onlara verilen ahitler tutulsun, güçlerinin üstünde yük yüklenmesin ve korunsunlar.
Hz. Ömer dilenen kör bir zımmiye rastladığında, "Seni bu duruma düşüren nedir?" diye sordu. O da "Cizye ve yaşlılık beni bu hale getirdi" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer onu evine götürdü ve ona bir şeyler verdi. Ayrıca onu beytül mala bakan kişiye gönderip şöyle emir verdi: "Buna ve benzerlerine bakınız. Vallahi, gençliklerinde onlardan vergi almak, yaşlandıklarında ortada bırakmak insafa sığmaz. Sadakalar ancak fakir ve miskinlere verilir. Fakirler müslümanla-nn fakirleridirler. Miskinler ise ehl-i kitabın miskinleridirler." Sonra onu cizyeden muaf tuttu. Belki de bunu Rasûlullah'm şu sözünü rehber edinerek yapmıştır:
Bütün din mensuplarına sadaka veriniz.
İslâm ehl-i kitap bir kadınla evlenmeyi mubah kılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) Safiye binti Huyey ile evlendi. Oysa, Safiye bir Yahudi ailesindendi. Yine Rasûlullah kıptî olan Mâriye ile de evlendi. (Sonra bunlar müslüman oldular).
Rasûlullah ehl-i zimmete kötülük edilmemesi, iyi muamelede bulunulması için şöyle buyurmuştur:
Kim bir zımmiye eziyette bulunursa, ben kıyamet gününde onun hasmıyım. Ben kimin hasmı isem kıyamet gününde ona husumette bulunurum.
Allah en iyi bilendir. [53]
Soru: "İslâmî ilimler" sözüyle ne kasdediliyor?
Cevap: İslâmî ilimler Kur'an'ın nazil olmasıyla gelişen bütün Arabi ilimlerdir. Bunların başında "Kur'an ilimleri" gelir.
Bu ilimlerden biri "Tefsir İlmidir". Bu Kur'an ayetlerini açıklar, Allah'ın yüce kitabından ibretler devşirir. Bu da iki kısma ayrılır: Biri Rasûlullah, sahabe ve tabiinden yapılan rivayetlere dayanan rivayet tefsin, diğeri de dirayet tefsiri'dir.
Yine İslâmî ilimlerden biri de "Hadis İlmidir" Bu da Rasûlullah'ın söz, fiil ve onayladığı durumlar ile ilgilidir. Bundan dini hükümler çıkarılır. Çünkü hadis veya sünnet Kur'an'dan sonra ikinci müracaat kaynağı olarak kabul edilir.
Yine İslâmî ilimlerden birisi de "Fıkıh ilmidir" ki, bu ilim, şer'i hükümleri delillerle açıklar. Bu hükümler de mükellef olan müslümanların amel ve ibadetleridir.
Usul-i fıkıh ilmi de İslâmî ilimlerden sayılmıştır. Fıkhî hükümleri açıklamak ve yeniden hükümler ihdas edebilmek için bu ilme baş vurulur. Usul-i fıkıh ilmi fıkıh ilmine hizmet eder. Çünkü fıkhi hükümleri anlamada usul-i fıkıh fakihin önünü aydınlatır. Delilleri tertip etmek, hüküm çıkarmak ve kıyasta sağlam yolu bulabilmek için usul-i fıkıh gereklidir.
İslâmî ilimlerden biri de "belagat ilmidir." Bu ilimde maani ve beyan vardır. Bununla Kur'an-ı Kerim'in icaz yönleri anlaşılır.
"Siret-i Nebeviye" de îslâmî bir ilimdir. Rasûlullah'ın sireti, hayatı çok önemlidir. Zira vahyi alan, en iyi anlayan ve bilfiil tatbik eden odur. Adeta o, canlı bir Kur'an'dır. O'nun sireti sayesinde birçok ayeti doğru anlayıp doğru tatbik etme şansına ulaşırız. [54]
Soru: Sihir ve sihirbazlar hakkında İslâm'ın görüşü nedir?
Cevap: Sihir aslında, hile ve göz boyamadan ibarettir. Tıpkı çölde susayan kimsenin serap görmesi gibi. Sihir hileleri el çabukluğu, hipnoz ve birtakım aletler yoluyla yapılmaktadır.
Kur'an-ı Kerim, Hz. Musa'nın Firavun'un sihirbazları karşısındaki durumunu şöyle dile getiriyor:
Dediler ki: "Ey Musa! Ya sen at veya önce atan biz olalım" (Musa) "Hayır, siz atın!" dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde İpleri ve sopalan, kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor. Musa birden içinde bir korku duydu. "Korkma!" dedik, "üstün gelecek olan kesinlikle sensin. Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü ise, nereye varsa (ne yapsa) iflah olmaz." (Taha/65-69)
Ve yine Kur'an-ı Kerim sihrin haram olup sihir yapanların kafir olduğunu şöyle ifade buyuruyor:
Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tabi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Ama onlar küfrettiler. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Harut ile Marut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese, "Biz ancak imtihan için gönderildik. Sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız" demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile koca arasım açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı. (Bakara/102)
Müctehit imamlar ve fakihler, sihirden sakındırmışlardır. Hatta İmam Mâlik şöyle söylüyor: "Küfrü gerektirecek bir kelime ile sihir yapan insan tevbeye bile çağırılmadan öldürülür." Sihir yapmak haram kılınmıştır. Özellikle başkasının zararı söz konusu olursa haramliğm cezasının şiddeti artar.
Başkasına zarar vermek, iki kişinin arasını açmak, korkutmak, şantaj yapmak ve bunlara benzer şeyler için sihir öğretmek de haramdır.
Ancak âlimler, sihirbazları etkisiz hale getirmek, insanları sihrin tehlikelerinden korumak için sihir öğrenmenin caiz olduğunu söylemişlerdir.
Üstad Muhammed Abduh bu konuda şöyle diyor:
Bir müslümanm inanması gereken her şey kendisine rabbi tarafından bildirilmiştir. Bir müslümana sihre inanması vacib değildir. Bilakis sihir öğrenmek küfürdür.
Diyebiliriz ki büyü yapan ve insanlara zarar veren kişi, İslâm'ın yolunda değildir. Sihrin İslâm'da haram olduğunu bilerek sihir yapan kişi dinden çıkar. Bu gibi işlere baş vuran, insanların arasını açan kişileri yetkililer cezalandırmalı, bu gibi kötü yollardan geri çevirmelidirler. Onlara zecri tedbirler uygulamalıdırlar.
Allah en iyi bilendir. [55]
Soru: Bazı insanlar "Biz ancak nasihat edip de nasihatinin gereğini yerine getirenleri dinleriz" diyorlar. Bu hususta ne düşünüyor sunuz?
Cevap: Şüphesiz, iyi bir sözün, iyi bir insandaki tesiri çok derindir. Ve yine şüphesiz iyi bir söz iyi bir insandan çıkarsa bu daha derin bir etki yapar. Çünkü, yaşamak, söylemekten daha tesirlidir. Dolayısıyla nasihatin, nasihatinin gereğini yerine getiren bir kimse tarafından yapılması çok büyük bir tesire sahiptir. İnsanın, yapmadığı şeyi söylemesi ayıp olarak karşılanmış ve bu konuda Allah şöyle buyurmuştur:
Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir nefretle karşılanır. (Saf/2-3)
el-Ikdu'l-Ferîd sahibi şöyle diyor:
Taç sultanların başında, inci genç kızların gerdanında güzeldir. Öğüt ve nasihat da, faziletli ve takva sahibine yakışır. Onun nasi-hatta bulunması daha da güzeldir.
İbn Semmak da şöyle diyor: "Diller güzel söyler, kalbler de güzel anlar, ancak işler buna muhalefet eder."
Ancak bu demek değildir ki nasihat edilen kişi, nasihati bir yana bıraksın, onunla hiç amel etmesin. Nasihat eden kişi, nasihatına muhalefet edip, dediğinin tersini yapsa bile nasihati dinleyen kişinin kulağını tıkaması ve tamamen ona arka çevirmesi gerekmez.
Hayır, nasihata muhtaç olanın böyle davranması asla uygun değildir. Çünkü hikmet, müslümanm yitiğidir, nerede bulursa onu almalıdır. Delinin bile güzel sözüne uymak insana zarar getirmez. Ziyad şöyle diyordu: "Ey insanlar! Bizi kötü sandığınızdan dolayı, güzel nasihatlan-mızdan uzak durmayın!" Evet, nasihat eden kişinin kötü olması, güzel nasihatim gözardı etmeyi gerektirmez. Kim söylerse söylesin, söylenene bakıp doğru ve güzel olandan faydalanmak gerekir.
Eski şairlerden biri şöyle diyor: Sen benim sözümle amel et, İşlerime bakma. Sözlerim sana fayda verir, Taksiratım sana zarar vermez.
Meşhur şair Ebu Nuvas -ki bu laubali ve abesle iştigal eden bir şahsiyettir- hayatını tetkik edenler ondan tiksinirler. Fakat bu, onun sözlerini derinlemesine düşünmemize bir mani teşkil etmez. O bir şiirinde şöyle söylüyor:
Bütün bağlardan kurtul ve selamete eriş.
Suskunluk derdiyle öl.
O sana kavuşmak derdinden daha hayırlıdır.
Nice kelimeler vardır ki, insanları ölüme götürmüştür.
Ağzına gem vuranlar ancak kurtulurlar.
Yine Ebu Nuvas şöyle söylüyor:
Dalanlarla beraber ben de daldım,
Boş verenlerle beraber ben de boş verdim.
Bir gencin varacağı şeye ben de vardım.
Bütün bunların neticesi meydana gelen günahlardır!
Abdullah b. Mübarek cihad için Şam'a gittiğinde mücahitlerin gayretlerini görünce şöyle söyledi: "Şüphesiz biz Allah'tan geldik, tekrar Allah'a döneceğiz. Ömrümüzü boşuna heba ettik, günlerimizi şiire verdik, halbuki cennet kapısı burada açıktır."
Yolda yürürken karşılaştığı bir sarhoşun şu şiiri okuduğunu işitti:
Heva ve hevesim beni alçalttı işte ben bir zelilim, Benim gittiğim yol yol değildir.
Abdullah b. Mübarek hemen bir kağıt çıkardı ve o beyti yazdı. Ona "Sen sarhoşun söylediği şiiri mi yazıyorsun?" dediklerinde şöyle söyledi: "Bir çok cevherler vardır ki onlar harabelerde olur."
Öyle ise iyi sözleri hangi insandan olursa olsun alacağız. Eğer iyi bir insandan çıkarsa ne ala. Yoksa kelimenin kötü bir dilden çıkması zarar vermez. Böylelikle sahibi iyi değildir deyip, iyi nasihatin gereğini yapmaktan geri kalmamış oluruz.
Allah en iyi bilendir. [56]
Soru: Bazı kitaplarda "Kırlı'dan sakın!" şeklinde bir söz geçiyor. Bu ne demektir?
Cevap: Bazı lügat kitaplarında kırh'mn çok çekingen ve çok tedbirli davranan bir su kuşu olduğu söyleniyor. O bir yandan denize dalıp avını avlarken diğer yandan da bir gözüyle etrafı kolaçan eder. O böylelikle seri bir şekilde denize dalıp avını yakalar, diğer yandan da kendini kollar.
Deniliyor ki o balığı denizin derinliğinde görür, ok gibi dalar, havada yırtıcı kuş gördüğünde hemen yere iner. Bu nedenle 'Kırlı'dan daha hazımkâr' denir, ki o avım görürse dalar. Tehlike görürse hemen uzaklaşır. (Bkz. Kamus ve Tacu'l-Arus)
Alusî, Ruhu'l-Meani'âe, Meydanı deMecmaul-Emsal'dâ şöyle diyorlar: Bu tabiri ilk defa Eşca bintu Hûs dile getirmiştir. O şöyle söy-
lemiş: "Sakınmada kırlı gibi ol, o hayrı görünce dalar, şerri görünce kaçar." İbnetü'1-Hûs, Hint binti Hûs b. Habis'tir. İyad kalibesindendir. Belagat ilminde meşhurdur.
İbn Berri de şöyle diyor: "Kırlı -emircik kuşu- gibi uyanık ol. Mecmau'l-Emsal'da da şöyle söyleniyor: "Kırlı gibi sakın, onun gibi hazımkâr ol!" Tâcu'l-Arus'ta da çabukluk için "O kırlıdan daha acele kopar" deniyor.
Arablar darb-ı mesellerde bir çok şeyden insanları sakındırmışlar-dır. Mesela onlar "Kargadan sakının!", "Kurttan sakının!", "Deve kuşundan sakının!" derler.
Hazımkarhk için de Arablar şu hayvanları misal olarak verir ve şöyle derler: "Falanca adam kartaldan, bukalemundan ve parstan daha hazımkardır."
Kırlı'nın Arabça asıllı bir kelime olmadığım söyleyenler de vardır. Bunlardan biri olan Ezheri şöyle diyor: "Ben Arabçada böyle bir kelime bulamadım."
Kimisine göre de bu kuşa şu sebepten dolayı bu isim verildi. Rivayetlere göre Himyer'in kölesi olan Kırlı adında bir adam vardı ve her şeye karışırdı, yemek ziyafetlerini kaçırmazdı. Bu nedenle bu kuşa bu isim verildi. İbn Berri bazı insanlar için şu şiirini söyledi:
Ey bana cefa çektiren kişi sen merhabayı da unuttun. Kırlı'nın yaptığını yapıyorsun galiba.
Kırh'mn hububat nevinden yenilen bir şey olduğunu söyleyenler de vardır. [57]
Soru: İnsanların, şaban ayının on beşinci gecesinde yaptıkları ibadetler hakkında dinin hükmü nedir? Bu geceye mahsus bir namaz ve bir dua var mıdır? Bu gecenin bir hususiyeti var mıdır?
Cevap: Bir kısım insanlar, Şaban ayının on beşinde bazı ibadetleri adet haline getirmiş, adeta farzmış gibi kabul etmişlerdir.
Nitekim onlar gün batmadan önce ve sonra bir camide toplanıp Yasin suresini okuyorlar. Ayrıca her rekatında onar defa İhlas suresi okudukları yüz rekatlı bir namaz kılıyorlar. Şu duayı da sürekli okuyorlar:
Ey Allahım! Eğer sen beni levh-i mahfuzda şakilerden, mahrumlardan ve rızkı dar olan kişilerden yazmışsan, o yazıyı sil, benim mutsuzluğum, mahrumluğum ve rızkımın darlığı senin lütfuna kalmıştır.
Her şeyden önce bu dua uygunsuzdur. Zira levh-i mahfuz, üm-mü'1-kitap veya Allah'ın ilmidir ve asla silinmez. Ve yine bunlar "Her hikmetli işin bu gecede ayarlandığını" söylüyorlar. Bu da yanlıştır. Zira her hikmetli işin düzenlendiği gece Kadir Gecesidir. Çünkü Kur'an-ı Kerim kadir gecesinde indirilmiştir.
Onlar bu gece (yani berat gecesi) hakkında aşırıya kaçmışlardır, ve zannediyorlar ki Allah bu geceyi çeşitli ibadetlerle ihya etmeyi farz kılmıştır. Ondan uzak duranları da gafil zannediyorlar. Onlar yaptıkları ibadetlerle şakiler defterinden silinip mutlular defterine yazıldıklarını sanıyorlar. Halbuki Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir. (Necm/39-41)
Elbette ki Şaban ayının on beşinci gecesinin fazileti vardır. Çünkü onun hakkında sahih hadis bulunmaktadır. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Allah Teâlâ şaban ayının on beşinci gecesinde tecelli eder ve kafirler hariç bütün kullarını affeder.
Müslüman kişinin bu gecede yapacağı en güzel şey Allah Rasûlü-nün sünnetine tabi olmasıdır. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Şaban ayının yarısı olunca gecesinde ibadet, gündüzünde de oruç tutun.
Gecenin kıyamı demek, Kur'an okumak, zikir yapmak, istiğfarda bulunmak, nafile teheccüt namazı kılmak veya en azından mümkün olduğu kadar akşam ve yatsı namazlarını cemaatla kılmak, elden geldiği kadar zikir ve istiğfarda bulunmaktır.
Allah Rasûlü (s.a) şaban ayında bol bol oruç tutardı. Çünkü rivayetlere göre "Şaban ayında ameller Allah'a arz olunur." Hz. Peygamber de oruçlu iken amelinin Allah'a arz olunmasını ister, secdesini uzatır ve rabbine şöyle münacaatta bulunurdu:
Senin azabından mağfiretine, gazabından rızana, senden sana sığınırım. Senin kendini sena ettiğin gibi ben seni sena edemem.
Ve yine Enes'in (r.a) rivayetine göre Şaban ayı gelince insanlar bol bol Kur'an okurlar, yoksulların ihtiyaçlarını karşılamaları için zekatlarını verirlerdi. İnsanlar böylelikle Ramazanın atmosferine hazırlanırdı. [58]
Soru: Şaban ayının on beşinci gecesinde yapılan duanın keyfiyeti ve sıhhati hakkında bilgi verir misiniz?
Cevap: Hak güzel ve kuvvetli, batıl ise çirkin ve zayıftır.
İslâm her adım atışımızda bizi hakka bağlıyor ve batıldan uzaklaştırıyor. Kur'an-ı Kerim Allah'ın hak olduğunu söylüyor ve şöyle diyor:
İşte O, sizin hak rabbiniz Allah'tır. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır. (Yunus/32)
Ve yine Kur'an, Allah'ın hakkın kaynağı olduğunu şöyle dile getiriyor:
Hak senin rabbindendir, şüpheci olma!
Yine Kur'an Rasûlün hakla geldiğini şöyle dile getiriyor:
Rasûlünü hak dini ve hidayetle gönderen O'dur. Allah Hakkı te'yid ediyor:
Suçluların hoşuna gitmese de Allah, sözleriyle hakkı açığa çıkaracaktır. (Yunus/82)
Allah haktan ayrılmamaları için insanları uyarıyor:
Sana gelen hakkı bırakıp da onların arzularına uyma! (Maide/48)
Ve yine Allah hakka yardımcı olacağını ve onu zafere erdireceğini vaadediyor:
Bilakis biz, hakkı batılın tepesine indiririz de o batılın işini bitirir, bir de bakarsınız ki, batıl yok olup gitmiştir. (Allah'a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size! (Enbiya/18)
Yine de ki: "Hak geldi batıl yıkılıp gitti. Zaten batıl yıkılmaya mahkumdur." (İsra/81)
Bütün bu ayetlerden bize vacib olan şeyin hakkı aramak, ona yapışmak ve insanları ona çağırmak olduğu anlaşılıyor.
Allah Teâlâ kitabında apaçık olarak bütün kaide ve kuralları koymuş, hudutları çizmiş, helâli ve haramı beyan etmiş, Hz. Peygamber de yaşayan/canlı bir Kur'an olarak rehberlik etmiştir. Öyle ki gecesi de gündüzü kadar aydınlık bir yol bırakmıştır. Bundan ancak helak olanlar sapar. Bu konuda Allah şöyle buyuruyor:
Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim... (Maide/3)
Ancak devirlerin geçmesiyle insanlar dinden olmayan şeyleri dine soktular. Allah'ın meşru kılmadığı şeyleri Allah'a nisbet ettiler. Halbuki hakka çağıranların Allah'ın dinini bu gibi şeylerden korumaları gerekir, ki din bozulmadan ayakta dursun.
İşte Şaban ayının on beşinci gecesini ihya adı altında yapılanlar da bu bidatlardan biridir. Uzun zamandan beri bunlar adet haline getirilmiş ve bu gecede camilerde toplanarak ey nimet ve minnet sahibi olan
Allah! Ey ikram ve celal sahibi olan Allah... diye başlayıp devam eden duayı hep beraber okuyorlar. Halbuki bu dua makbul ve seri bir delille isbat edilmemiştir. Onun dinde bir aslı yoktur. Onu bazı fertler ihdas etmişlerdir. Bu dua için toplanmak bir bidattir. Bu konuda ayet ve hadislerde kesin bir hüküm yoktur. Ne Hz. Peygamber, ne de sahabe böyle bir dua yapmıştır.
Bu dua ile birlikte bir takım işler yapıyor, bazı sözler söylüyorlar. Halbuki bunlar sahih hadislerde yoktur. Tahkik ehli âlimler şabanın on-beşi hakkındaki hadislerin çoğunun zayıf ve isnadlarının kopuk olduğunu sölemişlerdir. İmam Ebubekir b. Arabi şöyle diyor:
Şaban ayının on beşinci gecesinin fazileti ve nzıklann onda tayin edildiği konusunda hiç bir delil yoktur. (el-Ahkâm)
Nitekim İmam Ebu Şame de şöyle diyor:
Şaban ayının on beşinci gecesi hakkındaki hadislerin hiçbiri sahih değildir.
Ancak tarih kitaplarına göre Şamlıların cahilleri ve halk yığınları bu bidati ortaya çıkardı, fakat İmam Evzai bunu reddetti. Ve onlara "Bu yaptığınız bidattir" dedi. Hicaz ehli de Şamlıların bu durumunu beğenmediler.
Şaban ayının on beşinde yapılan bidatlardan biri de, dinde yeri olmayan es-salatül-elfiye dedikleri namazdır. Bu namaz Fatiha'dan sonra her rekatinde on kere İhlâs suresi okunarak kılınan yüz rekatlı bir namazdır. Bu tamamen aslı olmayan bir namazdır. Hiç bir sahabi ve tabiin bunu yapmamışlardır. İmam Cezeri bu namazla ilgili rivayetin sahih olmadığını söylüyor.
İmam Nevevi de el-Mecmu adlı kitabında böyle bir namazın kötü bir bidat olduğunu söylüyor. Kutu'î-Kulub ve İhya-ı Ulumiddin gibi kitaplarda zikredilmesi ve bu namazla ilgili rivayetlerin bulunması insanları yanıltmasın. Şeyh A. Rahman b. İsmail el-Makdisi bu namazı ve Regaip namazım reddederek "Böyle namazlar dinde yoktur" demiştir.
İmam et-Tertuşi de es-Salat'ül-elfiye denilen namazın h. 448 yıhn-da ihdas edildiğini söylüyor ve şu açıklamayı yapıyor:
Nabluslu İbn Ebu'l-Hamza adında çok güzel Kur'an okuyan biri vardı. O Kudüs'e geldi, Şaban ayının onbeşinin gecesinde Mes-cid-i Aksa'da namaza durdu. Onun arkasında bir adam da namaza durdu. Sonra bunlara başkaları da eklendi. Ertesi sene bu adam kalabalık bir cemaatla bu namazı kıldı ve böylelikle insanlar arasında bu namaz yayıldı. Ve sandılar ki Allah böyle bir namazı farz kılmıştır.
Bu namazı bir çok müçtehid imam kabul etmemiştir Ebu'l-Hitab, Ebu Hatim ve İbn Cevzi bunların başında gelir. Bunlara göre bu namaz mevzudur, hakkında hiç bir eser veya hadis yoktur.
Yine insanların şaban ayının on beşinde kıldıkları bir namaz daha vardır, ki onun hakkında da hiçbir sahih haber yoktur. Bu namaz, iki rekatta bir selam verilerek, Fatiha'dan sonra altı kez İhlâs suresi okunarak kılınan altı rekatlık bir namazdır. Ayrıca bu namazda, her iki rekattan sonra bir Yasin okunur. Namazın ardından da on beşinci gecenin duası okunur. Sonra ömrün uzaması için dua yapılır, sonra rızkın bereketlenmesi, sonra iyi bir son için dua yapılır.
Şüphesiz Yasin suresi Kur'an-ı Kerim'in vaaz ve ibretlerle dolu olan mübarek bir süresidir. Onu okumak her zaman güzeldir, o da Kur'an-ı Kerim'in diğer sureleri gibidir. Ancak onu Şabanın on beşinci gecesinde özel bir surette okumak bidattir.
Yine kötü alışkanlıklardan biri de bu gecede bir çok İslâm ülkesinde kandiller yakılmasıdır. Bu konuda da herhangi bir haber veya eser yoktur. İmam Ebu Şame el-Bâis alâ İnkâri'l-Havâdis adlı kitabında şöyle söylüyor:
Bu gecede ateş veya kandil yakmak bidattir. İmam Nevevi de aynı fikirdedir.
Yine bir kısım âlimlere göre bu gecede ateş yakmak Fars asıllı olan Bermekiler zamanında ihdas edilmiştir. Nitekim onlar İslâm'a bir
çok kötülükler sokmuşlardır. Onlar sanki dinden imiş gibi bu gecede ateş yakmayı adet edinmişlerdi. Bu ateşperestlerin adetlerine benziyor.
Bir çok insan, Duhan suresinde zikri geçen 'her hikmetli işin takdir edildiği' geceyi, Şaban ayının on beşinci gecesi zannediyor. Oysa bu, büyük bir yanılgıdır. Sözkonusu ayetler aşağıdadır:
Ha mim, apaçık olan kitaba andolsun ki, biz onu (Kur'an'ı) mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyizdir. Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Çünkü biz, rabbi-nin bir rahmeti olarak peygamberler göndermekteyiz, O işitendir, bilendir. (Duhan/1-5)
Yukardaki ayetlerde bahsi geçen gecenin, Şaban ayının onbeşinci gecesi olduğu yolundaki düşüncenin yanlışlığı aşikârdır. Zira sözkonusu gecede Kur'an indirildiğinden bahsediliyor. Bakara suresinde de ifade edildiği üzere Kur'an Ramazan ayında nazil olmaya başlamıştır. Nitekim Allah şöyle buyuruyor:
Ramazan ayı, insanlara yol gösterici ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. (Bakara/185)
Bu da gösteriyor ki Kur'an'ın indirildiği gece Ramazan ayındadır, şaban ayında değildir.
Kur'an-ı Kerim'in başka bir yerinde sarahatla işaret ediliyor ki, vahiy ilk defa Kadir gecesinde indirilmiştir. Kadir gecesi de Ramazan ayının yirmi yedinci gecesine tekabül ediyor. Kur'an'da şöyle Duyuruluyor:
Biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik, Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır. O gecede, rablerinin izniyle melekler ve ruh (Cebrail) her iş için iner dururlar. O gece esenlik doludur. Ta fecrin doğuşuna kadar. (Kadir/1-5)
Yine Allah'ın Şaban ayının on beşinci gecesinde dilediğini yazıp dilediğini sildiği, azıkları, ömürleri ve daha başka nice şeyleri takdir ettiği, mutluluk ve mutsuzluğu tescil ettiği yolunda genel bir inanış vardır. Buna da Allah'ın şu sözünü delil olarak ileri sürüyorlar:
Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır. (Ra'd/39)
Halbuki bu ayetin delaleti hakkında tefsirciler çeşitli yorumlar yapmışlardır. Makbul ve akli yorum aşağıdaki gibidir:
"Her müddetin (yazıldığı) bir kitap vardır" yani kendisine peygamber gönderilen her milletin kendi devrine göre ihtiyaçları vardır. Ona göre her bir kitap mahdut ve muayyen bir zaman için indirilmiştir. Bu bakımdan Allah dilediği hüküm ve şeriatları siler, hükümsüz kılar. Onların yerine daha faydalı hükümler kor. Bu durum, hastaların haline benzer. Doktor onların durumuna göre ilaç verir. Halbuki bütün kitapların aslı O'nun yanındadır. Yani değişikliğe uğramayan bilginin ve ilmin aslı O'nun yanındadır. İşte ayette sözü edilen silmek ve sabit bırakmaktan kasıt, şeriat ve şeriatın hükümleridir. Ayetin siyakından anlaşılan budur. Ayetin tümü şöyledir:
Ve böylece biz onu Arabça bir hüküm (hikmetli bir söz) olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onlann arzularına uyarsan, (işte o zaman) Allah katında ne bir dostun ne de koruyucun olur. Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik, onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni olmadan hiç bir peygamber için mucize getirme imkanı yoktur. Her müddetin (yazıldığı) bir kitap vardır. Allah dilediğini siler (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı O'nun yanındadır. Biz onlara vaadettiğimizin (azabın) bir kısmını sana göstersek de veya (ondan önce) seni vefat ettirsek de sana ancak (Allah'ın emirlerini) tebliği etmek düşer. Hesap yalnız bize aittir. (Ra'd/37-40)
Elbette Şaban ayının on beşinci gecesini ihya etmenin iyi bir şey olduğunu kabul ediyoruz. O gece zikir çekmek, teheccüd kılmak, tev-be ve istiğfarda bulunmak müstehabtır. O da diğer geceler gibidir. Bütün geceleri ihya etmek sünnettir. Hz. Peygamber'in Şaban ayının on beşinci gecesi kalkıp dua ettiği ve onu ihya ettiği rivayet edilmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki Rasûlullah tüm gecelerde kalkıp ibadet ediyordu. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Dua ibadetin ta kendisidir. Dua ibadetin özüdür.
Yani ibadetin aslı ve temelidir. Çünkü dua kulun Allah'a bir yönelmesidir. Eğer kulun Allah'a inancı olmazsa O'na yönelmez. Bu nedenle samimi dua iman ve yakine temel olarak kabul edilmiştir.
Hz. Peygamber'in, rabbine çok dua etmesi elbette görevidir. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar. (Bakara/186)
O halde dinde ihlaslı ve samimi kişiler olarak O'na dua edin! (Ga-fir/65)
Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. (Gafir /60) Daha nice ayetler vardır ki duanın önemini dile getiriyorlar.
Ben acizane duayı şöyle anlıyorum: Kulun, Allah'ın yardımını ve inayetini dilemek için kalbinin derinliklerinden doğup, dilinde söze dökülen bir istektir. İnsan, umduğunu samimi bir şekilde Allah'a tevcih eder. Sadece dile getirmek yetmez. Çünkü Allah Teâlâ kalbleri çok iyi bilendir. Ancak duayı dille söylemek bir nevi kalbe tercümanlık etmektir.
Benim anladığıma göre İslâm'da dua müslümamn kalbini Allah'a bağlaması demektir. Kul bu esnada Allah'tan başka her şeyden alakasını1 keser, hayırlı şeyler ister. Böylesi dualara Allah'ın icabet etmesi umulur.
Bir de sebeplerin tükendiği, zorlukların baş gösterdiği zamanlarda yapılan dualar vardır. Bu duanın faydası, insanlardaki ümitsizliği giderip onlara emel ve arzu kapılarını açmasıdır. Bu gibi durumlar, insana, kulun başvuracağı en son kapının Allah'ın kapısı olduğu hakikatini öğretir. Öyle ise insan ancak O'na ibadet etmelidir.
Bir de ihtiyari dua vardır. İnsanların normal vakitlerde yaptıkları duadır. Bu da insanın imanını ziyadeleştirir, Allah'a olan güvenini arttırır. İnsanın, Allah'ın fazlım ve keremini hatırlaması ve O'na şükretmesi de bu ihtiyari duadandır.
Allah'ın kulun duasına cevap vermesi veya kabul etmesi kulun hayrına olan şeyi takdir etmesi demektir. Bunu da ya acilen yapar ya da onu geciktirir. Veya ondan bir kötülüğü kaldırır. Ancak İslâm, muhal olan bir şey için dua edilmesini yasakladığı gibi, isyan ve günah olan ve başkasının zararını kapsayan bir şey için dua edilmesini de yasaklamıştır. Dua yapılırken ibadete hazırlıklı olmalıdır. Duanın gerçekleşmesi için aceleci olmamak lazımdır. Çünkü Allah (c.c) hiçbir kimsenin acelesi için acele davranmaz. Her şey O'nun katında bir ölçüye göre olur.
Dualarımızın kabul edilmesini çok isterdim. Fakat gereğini yerine getirmeden, yalnızca dille yapılan duaların kabul edilmeyeceği, daha başından bellidir. İnsanlar dudak kıpırdatmanın yeterli olacağını zannediyor, tenbellikten vazgeçmiyorlar, duaları kabul edilmeyince kızıyor, evham ve şüphelere kapılıyorlar. Böylelikle zamanlarını öldürüyorlar. Oysa İslâm, duanın kabul edilmesi için ameli/çalışmayı şart koşmuştur. Müslümanın daima hayır, fazilet, gayret ve amel üzerinde olması kötülükten, acizlikten ve tenbellikten uzak bulunması lazımdır. Böylelikle kul Allah'ın yardımına layık olur ve kader onun duası paralelinde tecelli eder.
Müslümanlar duanın ne olduğunu anlasalar, onun hissi ve manevi yönünü birleştirseler o zaman ilerlerlerdi. Duanın gereklerini yerine getirselerdi, ruhlan güçlenir, amaçları gerçekleşirdi.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
Kullarım sana beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar. (Bakara/186)
Allah duanın kabulü için kullarından davete uymayı istemiştir, ki bu da, amele yönelmek ve Allah'ın razı olduğu şeyleri yapmaktır. Azim, himmet ve samimiyet de bunlarla arkadaşlık etmelidir. Böylece insanlar hakka muvaffak ve sevaba nail olur.
Hz. Ömer "Ben duanın kabul edilip edilmeyeceğini değil, duanın kendisini merak ediyorum. Bana dua etmem ilham edilirse o kabul edilir" diyor. Dua'mn temiz bir kalpten, iman etmiş bir nefisten ve pak olan bir dilden çıkmış olması çok önemlidir.
Meşhur sufi İbrahim b. Ethem'e "Dua ediyoruz, fakat kabul edilmiyor" denildiğinde, şöyle karşılık verdi:
Elbette kabul edilmez. Zira Allah'ı tanıdınız, O'na itaat etmediniz, Rasûlullah'ı tanıdınız, onun sünnetine tabi olmadınız. Kur'an'ı tanıdınız, onunla amel etmediniz, Allah'ın nimetlerini yediniz, şükrünü ifa etmediniz, cenneti bildiniz ona talip olmadınız. Ateşi bildiniz, ondan kaçmadınız, Şeytanı bildiniz ona muhalefet etmediniz, ölümü bildiniz, ona hazırlıkta bulunmadınız, ölüleri gömdünüz ondan ibret almadınız, kendi kusurlarınızı bırakıp başkalarının kusurlarıyla uğraştınız.
Allah Teâlâ her gün namazlarda tekrar ettiğimiz Fatiha süresiyle beliğ bir ders veriyor. Kullarına şunu söylemeyi öğretiyor:
(Râbbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız. Bize doğru yolu göster. (Fatiha/5-6)
Dua burada imandan sonra geliyor. Önce ibadet, sonra çalışmak, sonra Allah'ın yardımını dilemek gerekiyor. Allah'ın şu sözü de bunu takviye ediyor:
Şu da muhakakk ki ben tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra doğru yolda giden kimseyi bağışlanın. (Taha/82) .
Dualarımızın kabul edilmesine çok muhtacız. Ancak bunun için duanın gereklerini yerine getirmemiz, çalışıp çabalayıp Allah'a gönül bağlamamız, istiğfarımızın günahlardan uzak, iyiliklere yakın olması lazımdır. Yoksa Rabiatu'l-Adeviye'nin dediği gibi, istiğfarımız da istiğfara muhtaç olur.
Hz. Ömer şöyle diyor:
Sizden biriniz rızık talebinden geri kalmasın, ellerini semaya kaldırıp 'Ey Allahım bana nzık ver! demesin. Zira gökten altın ve gümüş yağmaz.
Biz fiili duaya muhtacız. O da çok çalışmakla, kusurları düzeltmekle, hataları gidermekle, hayırlı işleri çoğaltmakla, şerre direnç göstermekle ve çok güçlü olmakla mümkün olur.
Ayrıca sünnetle sabit olan şu dualan çok çok tekrar etmemiz gerekir:
Allahım! Beni bildiklerimden faydalandır ve bana faydalı olanı öğret, beni ilimce ziyade kıl!
Ey Allahım! Beni işte sabit kıl, doğrulukta bana azim ver, nimetlerine şükür ve güzel ibadet etmeyi nasib et, bana doğru bir dil ve
selim bir kalb ver.
Ey Allahım! Kederden, üzüntüden, acizlikten, tenbellikten, borcun galebesinden ve insanların kahrından sana sığınıyorum.
Ey Allahım! Açlıktan sana sığınıyorum. Çünkü o kötü bir arkadaştır. Hıyanetten de sana sığmıyorum, çünkü o da kötü bir sırdaştır.
Ey kalbleri evirip çeviren Allah! Benim kalbimi dinin üzerinde sabit kıl!
Yine Şaban ayının on beşinci gecesine dönelim. Neden sıhhati bilinmeyen bir duayı bu gecede tekrarlayıp duralım. Neden bu münasebetle geniş İslâmî mirasımıza yönelmiyor, neden bu gecede salih seleflerimizi ve temiz tarihimizi anmıyoruz.
Mü'min, her zaman ve her yerde dua edebilir. Dua etmek için toplanmaya ihtiyaç yoktur. Hatta yalnız iken daha fazla huşu duyulur, insanların kalabalığından ve hayatın gürültüsünden uzak kaldıkça manevî yoğunluk artar.
Öyle ise, neden Şaban ayının on beşinci gecesinde kıblenin Beyt-i Makdis'ten Mescid-i Haram'a çevirilmesinin yıldönümünü kutlamı-yoruz. Çünkü kıble değişikliği hicretin ikinci yılında gerçekleşti.
Ve neden Şaban ayında meydana gelen üçüncü Bedri kutlamıyoruz?
Ve neden Şaban ayının ortasında ve hicretin beşinci yılında meydana gelen Beni Mustalık Gazvesini kutlamıyoruz?
Neden Şaban ayının onbeşinci gecesinde vefat eden büyük âlim ve fakih el-İmam el-Leys b. Sa'd el-Fehmî'yi anmıyoruz.
Çok büyük bir âlim olan bu zat hakkında İmam Şafii şöyle diyor: el-Leys İmam Mâlik'ten daha fakih idi. Yahya b. Kebir de onun hakkında şöyle diyor:
el-Leys İmam Mâlik'ten daha fakih idi, ancak Mâlik öne çıkarılmıştır.
Mısır kadısı ve emiri Leys b. Sa'd'a gereken saygıyı gösteriyorlardı. Halife Mansur ona emirlik teklif etti, fakat Leys b. Sa'd kabul etmedi. Kadri ve kıymeti bilinmeyen bu adamı anmanın zamanı gelmedi mi?
Ve yine neden Şaban ayının on beşinci gecesinde h. 238'de vefat eden Ebu Yakub İshak b. Rahuye en-Nisaburi'yi anmıyoruz. İmam Ahmet b. Hanbel onun hakkında şöyle diyor:
Irak'ta onun bir emsalini tanımıyorum. Muhammed b. Eşlem de onun hakkında şöyle diyor: İshak'tan daha fazla Allah'a saygılı olan birisini görmedim.
Ebu Yakub İshak b. Rahuye en-Nisaburî yetmiş bin hadisi ezbere biliyordu.
Neden Mağrib beldesinin en büyük fakihi ve şeyhi olan Muhammed b. Abdullah b. Ebi Zeyd el-Kayrevani el-Mâlikî'yi bu gecede anmıyoruz. Bu zat Mağrib ülkelerinde Mâliki mezhebinin imamı idi ve
h. 389 yılında Şaban aymın on beşinde vefat etmişti.
Onun hakkında Kadı İyaz şöyle diyor:
O din ve dünya reisliğine yükselmişti. Her yerden ona gidiliyordu. Birçok kişi onun rahle-i tedrisatından geçmişti.
Mâliki mezhebini de özetleyen Muhammed b. Abdullah İslâm dünyasını telifleriyle doldurdu. Onun en meşhur kitabı ise Mâliki fık-
hinin en büyük eseri olan er-Risale'âir. Bir çok âlim bu kitap hakkında şerh ve haşiyeler yazmıştır.
Yukarıdan beri zikrettiklerim çok cüzi şeylerdir. Bizim tarihimizde Şaban ayının onbeşiyle alakalı daha nice şeyler vardır.
Şaban ayının onbeşinci gecesini mirasımızdan ve tarihimizden faydalanarak ihya etmenin daha güzel olacağını düşünüyorum, umuyorum ki bu kabul görecek bir çağrıdır. Doğru yol Allah'ındır. [59]
Soru: Allah katilin tevbesini kabul eder mi?
Cevap: Kati, yani masum bir insanı kasden öldürmek çok büyük bir suç olduğundan, cezasının da çok büyük olacağı bildirilmiştir. Allah şöyle buyuruyor:
Kim bir mü'mini kasten öldürürse, cezası içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. (Nisa/93)
Allah Rasûlü de (s.a) şöyle buyuruyor:
İnsan Allah'ın bir binasıdır. Bu binayı yıkan kişi melundur.
İmam İbn Hazm el-Muhalla isimli kitabında şöyle diyor:
Şirkten sonra Allah katında iki büyük günah vardır. Biri kasden namazı kılmamak, diğeri ise haksız yere bir inanan kadın veya erkeği öldürmektir.
İslâm'da Kısas adlı kitapta da şöyle deniyor:
Kur'an-ı Kerim katli büyük suç saymış ve katile büyük bir ceza vaadedümiştir. Allah şöyle buyuruyor:
Kim bir nefis mukabili olmaksızın veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları Öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur. (Maide/32)
Ve Adem'in iki oğlundan bahsederken de şöyle diyor:
Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu. (Maide/30)
Salih kullar hakkında da Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan günahı(nın cezasını) bulur, kıymet günü azabı kat kat arttırılır. Ve onda (azapta) alçaltılmış olarak devamlı kalır. (Furkan/68-69)
Ve yine şöyle buyuruyor:
Ve Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah'ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız. (En'am/151)
îbn Abbas'm rivayetine göre "Kasden adam öldürenin tevbesi kabul olmaz". Süfyan'ın rivayetine göre ehl-i ilim kasden adam öldürenin tevbesinin kabul edilmeyeceği görüşündedir. Ancak rivayetlere göre bir adam İbn Abbas'a gelerek "Katilin tevbesi kabul olunur mu?" diye sordu. İbn Abbas da onu sakındırmak ve korkutmak için "Hayır, kabul olmaz" diye cevap verdi. Fakat, kendisine gelip 'Adam öldürenin tevbesi kabul edilir mi?" diye soran bir katile "Evet, kabul edilir" cevabını verdi.
Yine rivayetlere göre Abdulah ibn Abbas'a gelerek "Katilin tevbesi kabul edilir mi?" diye soran iki kişiden birine "Kabul edilmez", diğerine "Kabul edilir" diye cevap verdi. "Bu nasıl olur; birine hayır, diğerine evet diyorsun" denildiğinde, şöyle karşılık verdi: "Birinde adam öldürmeye dair bir irade sezdim. Onu sakındırmak için hayır dedim, diğerinin ise adam öldürüp pişman olduğunu gördüm. Onu da ümitsizliğe sevk etmedim."
Bu konuyu el-Kısas fi'l-İslâm adlı kitabımızda da ele aldık. Şara-nî el-Mizan adlı kitabında şöyle diyor:
Dört imam katilin sürekli cehennemde kalmayacağı, tevbesinin kabul edileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak, İbn Abbas Zeyd b. Sabit ve Dahhak bu fikre muhalefet etmişlerdir. Onlara göre katilin tevbesi kabul olunmaz.
Birinci görüş hadisin zahirine göre hafifletilmiş bir görüştür. İkinci görüş ise ayetin zahirine göredir.
Ancak açık olan şudur ki katil uzun bir zaman cehennemde kalır. İrtikap ettiği suç kadar cezasını çeker. Sonra Allah onun tevbesini kabul eder, cezasını çektikten sonra eğer ehl-i iman ve tevhid ise cennete girer.
Allah en iyi bilendir. [60]
Soru: Sakınılması gereken filimler hangileridir?
Cevap: İyi bir arzuya karşı bu makaleyi yazıyorum ki, hayır üzerinde yardımlaşma umudu olsun ve iyi olmasını arzuladığımız Arab fi-limlerine bir rağbet meydana gelsin.
Bana göre sinema bir tarafı öldüren, diğer tarafı ıslah eden iki taraflı bıçağa benziyor. Bu tehlikeli mayın tarlasında gezen kişinin niyetine bağlı bir şeydir. Ellili yılların başından beri bilim ve din ilimleriyle uğraşanlara şu çağrıda bulunuyorum: Bilim adamları dindar olup dinî ilimlerden nasiplerini almalı, ehl-i ilim de bilimden nasiplenmelidir. Böylece ortada buluşmak ve başarı mümkün olur.
1959 senesinde Müslümanların İlerleme Araçları adh kitabımda şöyle demiştim: İslâm toplumunun kalkınması için din ile bilimi mec-zetmek gerekiyor. Çünkü İslâm din ve dünyayı tanzim etmek için gel-
miştir. Bilim de dünya ile ilgilidir. Bilimin dünya ile ilgisi dünyayı gü-zelleştirmesidir. Bilim dünyanın güzelliklerini Ön plana çıkarır, insanlar onunla mutlu olur.
Bilimin din ile ilgili yönü ise, Allah'ın müşahede edilen kitabı olan tabiata dayanmasıdır.
Bu nedenle, gerçek bilim adamlarının iman sahibi olup Allah'a sonsuz güven duyduklarına inanıyoruz.
1959'dan beri bilimle dinin arasının bulunup yalnız biriyle iktifa edilmemesi gerektiğini söyleyip duruyorum. Zira her ikisine birden yöneldiğimiz takdirde, güç ve kuvvetimiz artar, başarıya ulaşırız.
Şimdi gelelim asıl konuya, yani sakınılması gereken filimlerin hangileri olduğuna. Her şeyden önce, açık seçik sahnelerden, cinsi anarşiyi körükleyen, kadının cinselliğini teşhir eden filimlerden sakınmak lazımdır. Yine dini inancı hafife alan, ahlâkî umdeleri ve güzel adetleri küçümseyen, dinin tebliğini üstlenen şahsiyetleri hakir gören filimlerden de sakınmak gerekir.
Acaba biz neden aşkı/sevgiyi sadece cinsellik olarak algılıyoruz?! Halbuki bazı toplumlar, aşkın en derin manasını, dakik işaretlerle ve latif rumuzlarla ifade ediyorlar. Leyla ile Mecnun adında bir Hint filmi izlemiştim. Aşk filmi olmasına rağmen bu filimde cinsellikle ilgili tek sahne yoktu.
Biz de dinî filimler çektik, fakat ithal filimlerle karşılaştırdığımızda bizimkilerin çok geri olduğunu görürüz.
Dışarıdan gelen dini filmler, mevzusuyla, temsil yönleriyle, senar-yolarıyla, manzara ve renkleriyle çok zengindirler. Bizim dinî filimle -rimiz, her bakımdan ilkellik arzediyor, kaliteden mahrum bulunuyor.
Bir çok yerde, İslâm'ın büyük şahsiyetlerinin hayatını filme almaktan uzak durulması gerektiğini söyledim ve yazdım. Zira bizim yaşantımızla onlarınki arasında büyük farklar vardır.
Yapmamız gereken yakın zamanın tarihi şahsiyetlerini filim konusu yapmaktır.
Biz daha yakın tarihimizin büyük ve önemli şahsiyetlerini bile özümsemiş değiliz, nasıl olur da Nebi ve Rasûlleri, sahabe ve ehl-i beyti özümseyip temsil edebiliriz.
Bu bana şu hikmetli şiiri hatılatıyor:
Güneş gökte duruyor, kalbini güzel tut.
Sen ona çıkamadığın gibi o da sana inmeye kadir değil.
"Haddini bilene Allah rahmet etsin" veya "Haddini bilene ne mutlu! ".denmiştir. Öyleyse sabır ve sebatla tedricen seleflerimiz gibi olmaya gayret etmeliyiz.
Bizdeki filmlerin konuları genellikle bellidir. Bu konular tekrar tekrar işlenmektedir. İlk okulda okuyan bir çocuk dahi bu filmlerin başına baktığında, sonunun ne olacağını biliyor. Çünkü genellikle bu filmlerin konusu cinsellik, şiddet, eşlerin hıyanetleri, ahlâkî çözülme, uzun öpüşmelerden sonra kötü ilişkilerden ibarettir.
Hiç münasebeti yokken neden her sahnede bir veya iki tane dansöz bulunduğunu keşke anlayabüseydim.
Ve yine hiç bir münasebeti yokken şarkıcı ve türkücülerle filimle-ri doldurmanın ne alemi var?!
Filmlerde neden sürekli zifaf odası gösteriliyor?!
Ve neden bu filmlerde her evin bir köşesinde bir bar ve herkesin önünde veya elinde içki kadehi görüyoruz?! Bütün bunlara ne anlam veriyorsunuz?
Bunlar helâl midir?
Neden filmlerimizde kadının alınıp, satılan bir meta bir şehvet aracı olduğu veya günah ve rezaletlerin sembolü bulunduğu işlenip duruyor?!
Hiç kimse kadını neden bu kadar düşük ve değersiz hale getirdiğimizi, neden gerçek mevkiine çıkarmadığımızı sormuyor, sorgulamıyor?!
Neden kadının sanat gücünü, ruh güzelliğini ölçü almıyor da, dişiliğini, yüzünün ve bacaklarının düzgünlüğünü ölçü alıyoruz?! Oysa kadın, makyajsız da güzel olabilir, bir dişi olarak değil, insan olarak toplumda muhterem mevkiine yükselebilir.
Tiyatro ve sinema çevreleri sanat gücü yüksek olan, fakat fazla güzel olmayan kadınlara değer vermiyor.
Bazı film yapımcılan birtakım filmlere "yalnız büyükler içindir" kaydmı koyuyorlar, dolaylı olarak o filmin ahlâk dışı olduğunu itiraf ediyorlar. Böylece küçükler için uygun olmadığını da ifade etmiş oluyorlar. Oysa iyi film herkese uygun olan filmdir.
Cinselliği ve ahlâksızlığı ön plana çıkaran, toplumu sakat ve sapık fikirlere sevkeden filimlerin yasaklanıp Allah sevgisini, ana-baba ve aile sevgisini, vatan ve tabiat sevgisini öne çıkarıp güzel ahlâka, sabır ve cihada sevkeden filmlerin teşvik edilmesi gerekir.
Amacım, sinama ve tiyatroyu kötülemek veya sinemacı ve tiyatrocuları aşağılamak değildir. "Din nasihattir" hadis-i şerifine ittiba ederek, gücümün yettiği kadar ıslah vazifemi yapmak istedim. Basan Allah'tandır ve ben O'na güvenip dayandım.
Allah en iyi bilendir. [61]
Soru: Ailemin de bozukluğu nedeniyle ne zaman Allah'a yönel-sem, çok geçmeden tekrar günahlara dönüyorum. Allah'a iman etmiş bir kimse olarak böyle bir hayatı devam ettirmek çok ağınma gidiyor. Ancak şeytanın iğvaları peşimi bırakmıyor, bu durumda ne yapmalıyım?
Cevap: Soru soran kardeşimin iradesinin zayıf olduğunu sanıyorum. Zira kendisinin de ifade ettiği üzere hakkı ve bâtılı biliyor. Ancak şeytanın iğvasma kapılarak bâtıla meylediyor. Bu durum bir müslüma-na yakışmaz.
Neden bozuk olduğunu iddia ettiğin ailede yaşamaya devam ediyor, onlardan ayrılmıyorsun? Eğer bir zaruretten dolayı onlardan ayrı-lamıyorsan, onlarla teşrik-i mesaide bulunma, hiç olmazsa sözünle veya kalbinle onlara muhalefet et. Sonra onları kendi günahlanyla baş başa bırak, hiç olmazsa onların kötülüğünden emin olursun.
Allah gafur ve rahim olup kullarının tevbesini kabul eder. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
De ki: "Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki, O çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Zumer/53)
Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük günah (ile) iftira etmiş olur. (Nisa/48)
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Hatalar tekrarlandıkça -şeytanın mahcup olması için- istiğfarda bulunmak gerekir.
Elbette bu, tevbe ve istiğfarı oyuncak haline getirmek anlamına gelmez. Çünkü İslâm'da samimi tevbe için bazı şartlar mevcuttur. Onların başında da günaha karşı ciddi bir pişmanlık, günahtan uzaklaşmak, ibadete sarılma, bir daha günaha dönmeme azmi ve niyeti gelmektedir. Allah şöyle buyuruyor:
Şu da muhakkak ki ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra doğru yolda giden kimseyi bağışlarım (Taha/82)
Soru soran kardeşimiz, şeytanın iğvasına ve vesvesesine kapılarak günah işlemiştir. Halbuki Kur'an-ı Kerim şeytan hakkında bizi uyarmıştır:
Şeytanın peşine düşmeyin, zira şeytan sizin açık bir düşmanınız-dır. O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. (Bakara/168-169)
Şeytan ne kötü bir arkadaştır. (Nisa/38)
Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür. (Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir, halbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir. İşte onların yeri cehennemdir. Ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır. İman eden ve iyi işler yapanları, içinde ebedi kalmak üzere, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Allah, (bu söylenenleri) hak bir söz olarak vaad etti. Kim Allah'tan daha doğru sözlü olabilir?! (Nisa/199-122)
Ey Adem oğullan! Şeytan, ana babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. (A'raf/271)
Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki, o edepsizliği (yüz kızartıcı suçlan) ve kötülüğü emreder. (Nur/21)
Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder. (Furkan/29)
Çünkü şeytan sizin düşmanmızdır. Siz de onu düşman sayın. O kendi taraftarlarını ancak ateş ehlinden olmaya çağırır. (Fatır/6)
Mücadele suresinde de münafıklardan bahsedilirken şöyle buyuru lur:
Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allah'ı anmayı unutturdu. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki şeytanın yan-daşlan hep kayıptadırlar. (Mücadele/19)
Ve bunlara benzer daha nice ayetler vardır.
Her şeye rağmen bu kardeşimizin ümitsizliğe düşmemesi gerekir. Çünkü Kur'an şöyle buyuruyor:
Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez. (Yusuf/87)
(İbrahim) dedi ki: "Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser". (Hicr/56)
Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı-C.7. F.22
Bu arkadaşımızı azim ve samimiyete çağırıyor, iradesini kullanarak şeytanı alt etmesini diliyor ve yaratıcısı, rabbi ve rızık vericisi olan Allah'ın şu sözünü hatırından çıkarmamasını tavsiye ediyorum:
Eğer şeytanın fitlemesi seni dürterse hemen Allah'a sığın. Çünkü O işitendir, bilendir. Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler. (A'raf/200-201)
Bu kardeşimize aşağıdaki hususları da tavsiye ediyorum:
1. Kendisini fesada sürükleyen yerlerden uzak durmasını.
2. İstikametli dürüst insanlarla dostluk kurup iyi dostlar edinmesini.
3. Sağlam, güvenilir, islâm âlimlerinden birisini kendine önder ve rehber edinmesini.
4. Başta namaz olmak üzere, ibadete devam etmesini.
5. Gücü yettiği nisbette Kur'an okuyup üzerinde düşünmesini, tefsir, hadis, siyer ve fıkıh kitaplarını incelemesini.
Allah en iyi bilendir. [62]
Soru: İslâm'ın kölelik kurumu hakkında tutumu nedir?
Cevap: İslâm insanları her bakımdan hürriyete kavuşturmak için gelmiştir. Hz. Ömer (r.a) ne güzel söylemiştir: "Anaların hür doğurduklarını nasıl oluyor da köle ediniyorsunuz?"
İslâm'ın temel kaidelerinden biri de kuvvetlilerin zayıflara yardımcı olmasıdır. İnsanlık tarihine baktığımız zaman görürüz ki kölelik bütün dünyada çok yaygın idi. Köle edinme yolları da hayli değişikti; Savaş, gasb, borçluluk, işlediği suçun karşılığı, ihtiyaçtan dolayı kişinin çocuğunu satması bu yollardan bazılarıdır. ,
İslâm'dan önce Arablarda kölelik çok yaygın olup kölelere çok kötü muamele yapılıyordu; hor ve hakir görülüyor, çok zor işlerde çalıştırılıyor, işkence ediliyor, fuhşa zorlanıyor, hatta öldürülüyordu. Kur'an bu konuda şöyle buyuruyor:
Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. (Nur/33)
Uzun ve boğucu bir karanlığın ortasına doğan İslâm güneşi köleliği karşısında buldu, fakat onu bir çırpıda ortadan kaldırmak mümkün değildi. Bu bir günde halledilecek bir konu da değildi. Ancak İslâm köleliğe düşman ve nefret gözüyle baktı. Kur'an tedrici olarak köleliğe son verecek düzenlemeler getirdi. Hem bazı diyet ve kefaretler için mecburi olarak, hem de Allah'ın rızasına kavuşmak için köle azat etmeyi şart koştu. Savaşta esir alınanları, serbest bırakmayı tavsiye etti. Allah şöyle buyuruyor:
(Savaşta) inkar edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet güçlerini iyice kırıp onları sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın), savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin... (Muhammed/4)
İslâm köleliği yok etmeye çalışmış, onun bütün kapılarını kapatıp kaynaklarını kurutmuştur. İslâm bunda başarı elde etmek için üç yola başvurmuştur. Böylelikle hürriyetin bütün kapılarını ardına kadar açmıştır.
Köleliğin kaynaklarını kurutmak, ona giden yollan kapatmakla mümkündür. Sadece köleliği bir tek yerde caiz görmüş, o da bütün kaide ve kurallarıyla, şart ve sebepleriyle İslâm'ın mubah gördüğü vatan müdafaasında ele geçirilen harp esirleridir. Bu da mukabele-i bilmisil-de bulunmak içindir. Bu nedenle harp esirlerinin durumu devlet yetkililerine bırakılır. Eğer maslahat onların serbest bırakılmasını gerektirirse, onları köle edinmek için Kur'an'da her hangi bir hüküm yoktur. Misliyle mukabele etme hakkı da yetkililere bırakılmıştır. Müslümanlar bir çok harp esirlerini karşılıksız serbest bırakmış, tolerans ve güzel muamelede örnek olmuşlardır.
Kölelere nasıl muamele yapılacağını, Peygamberimizin hadis-i şeriflerinden öğrenebiliriz. Allah Rasûlü şöyle buyuruyor:
Esirler hakkında hakkı tavsiye ediniz. Esire iyilikte bulunun. Elinizin altındakiler hakkında Allah'tan korkun. Onlara kızım, oğlum diye hitap ediniz.
Rivayetlere göre Hz. Ali iki takım elbise aldı. Onlardan biri diğerinden daha ince ve kaliteli idi. Kaliteli olanı kölesine verip "Sen buna benden daha layıksın. Çünkü sen gençsin" dedi.
İslâm, köle azat etmeye o kadar çok şiddetle teşvik etmiştir ki, onu cennetin ve Allah'ın rızasını kazanmanın anahtarı kılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Fakat o sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azat etmektir. (Beled/11-13)
Allah Rasûlü (s.a) de köle azat etmenin çok büyük mükâfat kazandıracağım ifade ederek şöyle buyurmuştur:
Kimin bir cariyesi olur da onu güzel bir şekilde terbiye edip azat edip evlendirirse onun için iki ecir vardır.
Her kim bir müslüman köleyi hürriyetine kavuşturursa, Allah onun her azasına mukabil cehennemde bir aza yaratır, ki onu ce-. hennemden azat eder.
Kim haksız yere bir hizmetçisine bir tokat atarsa onun kefareti, onu azat etmektir.
Allah Rasûlü, Ebu Mesud'u hizmetçisine tokat atarken görünce, onu kınadı. Bunun üzerine Ebu Mesud "Onu,Allah için hürriyetine kavuşturuyorum" dedi. O zaman Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
Eğer onu azat etmeseydin sana ateş dokunurdu,
İslâm köle azat etmeyi bir çok mesele için kefaret kılmıştır. Kazaen öldürme, zıhar, yemini bozma, orucu bozma durumunda bir köle azat etmek emredilmiştir.
Aynı zamanda İslâm azat olmayı isteyen köle ile azatlık mukavelesi yapmayı tavsiye etmiştir. Yani köle belli bir mal mukabilinde efen-disiyle sözleşme yapar ve böylelikle hürriyetine kavuşur. Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle buyuruyor:
Ellerinizin altında bulunan köleler ve cariyelerden mukavele yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır görüyorsanız hemen mukavele yapın! (Nur/33)
İslâm, akrabalığı da azat olmak için bir vesile kılmıştır. Rasûlul-lah şöyle buyuruyor:
Kim bir mahrem akrabayı köle edinirse o hür olur. Bir cariye ile efendisi, muaşerette bulunur, o da bir çocuk doğurursa bu cariye efendisinin vefatından sonra hür olur.
Köleler eğer küfür diyarından İslâm ülkesine hicret ederlerse hür olurlar. Allah Rasûlü (s.a) onlar hakkında şöyle demiştir:
Bunlar, aziz ve celil olan Allah'ın hür kullarıdır.
Görülüyor ki, İslâm köleliği tasfiye etmek ve köleleri hürriyetlerine kavuşturmak için her yola başvurmuştur. Eğer biz İslâm'ın ruhuna ve kaidelerine göre köleliğin üstüne gitseydik kölelik müessesi asırlar önce tarihe karışırdı. [63]
Soru: Fasih konuşmanın yavaş yavaş terkedildiğini düşünüyor musunuz?
Cevap: Eba Mansur es-Sealibi Fıkhu'l-Luga adlı kitabının girişinde Arab dilini, İslâm'ı ve Arablan yücelterek şöyle diyor:
Bismillahirrahmanirrahim.
Her kim Allah'ı severse, rasûlü Hz. Muhammed'i de sever, her kim Arab olan Rasûlü severse, Arabi da sever, her kim Arabi severse,
Arabçayı da sever. Çünkü en büyük ve faziletli kitap olan Kur'an Arab diliyle indirildi.
Eba Mansur'un sözü, bu minval üzere devam edip gidiyor. Orada Arab dili ve Arab kavmi onare ediliyor. Bunların varlıkları da İslâm'a bağlanıyor.
Bazıları bu duruma sırf ırkî olarak bakıyorlar. Oysa akidevî yönü daha önemlidir. Evet Allah Kur'an'ı Arab diliyle vahyetmekle Arapça-yı güzelleştirmiş, ona kudsiyet ve ebediyet vermiş, ibadetlerde Kur'an'ı Arapça okumayı farz kılmıştır.
Evet, İslâm fasih Arab diline bir kutsallık vermiştir. Çünkü önünden ve arkasından batıl gelmeyen kitabı o dille indirmiştir. Müslümanlar onunla ibadet ediyor, mü'minler onu tertille okuyor ve böylelikle alemlerin rabbi olan Allah'a yaklaşıyorlar.
Kur'an sayesinde Allah Teâlâ Arapçayı da kıyamete kadar baki kılmıştır. Çünkü Allah onun hakkında şöyle buyuruyor:
Onu biz indirdik ve onu biz koruyacağız. (Hicr/9)
O günden beri mü'minler Kur'an-ı Kerim okuyor ve okuyacaklar. Hatta Arapça kıyametle de kesintiye uğramayacaktır. Zira bazı rivayetlerde cennet ehlinin dilinin Arapça olacağı bildirilmektedir. Suyûtî 'Arabçanm cennet ehlinin dili olacağı' rivayetinin sahih olduğunu ifade etmiştir. Bu hadis şöyledir:
Arabi seviniz, çünkü ben Arabım, Kur'an Arabçadır ve cennet ehlinin lisanı Arabçadır.
Allah (c.c) Arab dilini baki kıldığı gibi, hergün en az beş defa Kur'an sure ve ayetlerini okumayı emretmekle Arapçanın kullanımını da artırmıştır. Ayrıca Cuma ve Bayram hutbeleri de Arabça okunur.
İmam Şafii Risale adlı kitabında şöyle diyor: "Her müslümana Arabça öğrenmek vacibtir." Bir kısım araştırmacılar İmam Şafii'nin bu hükmü şu ayetten çıkarmış olabileceğini söylüyorlar:
Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. (Nisa/43)
Yani namaz kılmak, ancak kişinin ne okuduğunu bilmesi Allah'ın kitabından okuduğunu anlamasıyla mümkündür. Öyleyse, Arabçayı yaygınlaştırmak zorundayız.
Klasik Arabçayı bozan, onu mahallî bir dil haline getirenler, Arab-larm temelini yıkmak istiyorlar demektir. Bunun mücadelesi geçmişte de yapılmıştır. Örneğin Osmanlılar kendi dillerini Arablara kabul ettirmeye çalışmışlardır.
İngilizler de dillerini Arabçanm yerine geçirmeye çalıştılar. Oysa Arabça Arablığın temel direğidir. Allah Rasûlü şöyle buyuruyor:
Arab olmak, babadan ve anadan Arab olmak değildir. Arablık ancak dil ile olur. Kim Arabça konuşursa Arabtır.
Bu da gösteriyor ki Arablıkta asi olan dildir. Klasik fasih Arabçayı terkedersek, Arab milliyetçiliğinin de esasını yıkmış sayılırız.
Kılasik, fasih Arabçaya karşı çıkan kişilerin Osmanlılardan ve İngilizlerden daha hileli ve daha çirkef bir şeye tevessül ettiklerini görüyoruz. Arablar bu konuda büyük bir müdafaada bulundular. İngilizlere karşı da durum aynı oldu. Onlar da Arabçayı bozmak istediklerinde Arablar onlara da karşı koydular. Dillerini korudular.
Klasik ve fasih Arabçaya karşı çıkanlar "Biz Kamus'un veya Sibe-veyh'in Arabçasıyla değil halkın Arabçasiyla konuşmak istiyoruz" diyorlar, bununla da aslında Arabçaya karşı çıkmadıklarını söylemiş oluyorlar. Oysa farkında olmadan Arablann direncini zayıflatıyorlar.
Klasik ve fasih Arabçanm terkedilip mahallî lehçelerin yaygınlık kazanmasıyla Arab milleti parça parça olup sonunda yok olacaktır. Ayrıca Kur'an Arabçası da yok olup Kur'an'ı anlamaktan müslümanlar mahrum kalacaktır.
Arablann mutlaka dillerine sahip çıkması gerekmektedir. Arab dilinin şimdiye kadar en büyük koruyucusu Ezher-i Şerif olmuş, bundan
sonra da olacaktır. Müslümanlara ve Arablara fasih, kitabi Arabçayı bir ruhban edasıyla korumak vacibtir. Bu konuda en büyük görev Ezher-i Şerifin müntesiplerine düşüyor.
Allah en iyi bilendir. [64]
Soru: Fetva veren kişide bulunması gereken şartlar nelerdir?
Cevap: Sanıyorum böyle bir sorunun sorulma sebebi, fetva konusundaki cüretten kaynaklanıyor. Zira birtakım insanlar, Kitap ve Sünnetten bir delile dayanmaksızın ahkâm kesiyor, hiçbir sınır tanımıyorlar.
Selef-i sâlihîn fetva konusunda kılı kırk yarar, mümkün mertebe fetva vermekten kaçınırlardı. Elbette bu, onların yetersizliklerinden kaynaklanmıyordu. Onlar Allah korkusu içinde hareket ediyorlardı. Rivayetlere göre, Abdurrahman b. Ebi Leyla şöyle demiştir: "Ben tam yüz yirmi sahabiye yetiştim, onlardan birisine din konusunda bir şey sorulduğu zaman başkasının cevap vermesini isterdi."
İbn Abbas şöyle söylüyor: "Her sorulan soruya cevap veren kişi delidir."
Sahnun b. Said de şöyle demiştir: "Fetvaya karşı cesur olan kişinin ilmi azdır".
Son zamanlarda fetva verenlerin çoğaldığını görüyoruz. Bu işi yapanların türlü türlü amaçları vardır.
Bir bayan İslâmî bir dergide "Allah'ın "evinizde oturun" sözündeki evden maksat, toplum veya alemdir" diye fetva veriyor. Yine bu cüretkârlardan kimi Ramazan'da oruç yemenin mubah olduğu, kimi din ile dünyanın tamamen birbirinden ayrılması gerektiği, kimi ribanın bir kısmının helal olduğu yolunda fetvalar vermektedir. Bunlar herhangi bir delile değil, heva ve hevese dayanan fetvalardır. ,
Bir şeyi helâl veya haram kılmak, ancak Allah'a hastır. İslâm'dan önce insanlar kendi keyiflerine göre hükümler koyar; istediklerini haram, istediklerini de helâl kılarlardı. Oysa bu yetki sadece ve sadece Allah'a aittir ve Allah da hükümlerini yüce kitabı Kur'an ile bize bildirmiştir.
Allah Teâlâ Yüce Kitabında şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez. (Ma-ide/87)
Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak bu helâldir, şu da haramdır demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler (Nahl/16)
De ki: "Allah'ın size indirdiği rızıktan bir kısmını helâl, bir kısmını da haram kılıyorsunuz". De ki: "Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" (Yunus/59)
Allah Davud'a hitaben emrini yerine getirmesini isteyerek şöyle buyuruyor:
Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet, heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. (Sad/26)
Allah, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e de şöyle hitapta bulunuyor:
Hayır, rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın (onu tam manasıyla) kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar. (Nisa/65)
Ayetten de açıkça anlaşıldığı üzere, mü slü m anların, hem ihtilafları hususunda Rasûlullah'ı hakem yapmaları, hem de onun verdiği hükmü gönül huzuruyla kabul etmeleri istenmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına seçme hakkryoktur. (Ahzab/36)
Sanıyorum ki bu ayetler ilimsiz olarak din hakkında ileri geri konuşmanın, heva ve hevese göre fetva vermenin ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyuruyor:
Allah insanların göğsünden ilmi çekip almaz. Ancak âlimlerin ölümüyle ilim ortadan kalkar. Geride cahil kişiler kalır. Onlar da heveslerine göre fetva verir, böylece hem sapar hem de saptırırlar.
Hadis konusunda ancak bildiklerinizi söyleyin ve hadis uydurmaktan sakının. Kim bilerek benim adıma hadis uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın.
Kur'an'ı nevasına göre yorumlayan kimse de cehennemdeki yerine hazırlansın. Yine Kur'an'ı bir menfaat elde etmek için yorumlayan kişi de büyük bir günah işliyor demektir. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
Sonradan gelenler bu dini düşmanlarından alacak, aşırıların tahrifinden, batıl peşinde koşanların çarptırmasından ve cahillerin tevilinden koruyacaklardır.
Halife Hz. Ebubekir heva ve hevesle Kur'an'ı tefsir etme hususunda şöyle diyor:
Eğer ben Kur'an'ı heva ve hevesime göre te'vil edersem, hangi yer beni barındırır, hangi gök beni gölgelendirir.
Hz. Ömer sanki bu devrin fetva veren bilgisiz insanlarına hitab ediyor: "Rey ehli sünnete düşman oldular, onu kavrayıp ihata edemediler, böylece reylerine başvurdular". Bunlar Allah Rasûlünün sünnetini anlayıp ihata edemediklerinden fetva ve din konusunda delil ve burhanla değil, rey ile hüküm verdiler ve sapıttılar.
İmam Mâlik şöyle diyor: "Ben ancak bir insanım isabet de ederim, hata da yaparım. Kitap ve sünnete uygun görüşümü alın, uymayanı bırakın!" ,
Müceddit Ömer b. Abdulaziz şöyle diyor: "Allah Rasûlünün sünneti karşısında hiç bir görüş kabul edilmez."
Rebi b. Heysem de şöyle diyor: "Allah şunu haram kılmış ve şundan sakındırmış demekten sizi sakındırıyorum. Çünkü Allah ona şöyle der: Sen yalan söylüyorsun. Ben onu ne haram kıldım ne de ondan sakındırdım". Yine sizi Allah şunu emretti ve helâl kıldı demekten de sakındırıyorum. Çünkü Allah ona şöyle der: "Sen yalan söylüyorsun. Ben bunu emredip helâl kılmadım."
Şüphesiz, Kur'an ve sünnette dayanarak rey ile hüküm vermek caizdir, Kur'an ve sünnete aykırı olan rey ise batıldır; onunla amel edilmez. Hanefî âlimleri ahad yolla gelen hadisle amel etmenin dahi reyden önce geldiğini söylüyorlar. Ahmed b. Hanbel de "Uydurma olduğu bilinmedikçe zayıf hadisle amel etmek reyden önce gelir" demiştir.
İçtihat yapacak kişi her şeyden önce Kur'an'ı çok iyi bilmelidir. Çünkü hüküm ve kanun çıkarmada birinci ve esas kaynak odur. İkinci olarak sünnet ve eseri çok iyi bilmelidir. Arab dilini ve câhiliye şiirini de bilmesi gerekiyor. Geçmişlerin sözlerini ve icma konularını da bilmelidir. Bunların yanısıra parlak bir zekaya, aydınlık bir zihne de sahip olmalıdır. İnşallah kıyamete kadar ümmet-i Muhammed hayır içinde devam edecektir. Çünkü dünyaya yayılan bu büyük ümmetin içinde içtihada uygun bir şahıs mutlaka olacaktır.
Her ne olursa olsun, fetva veren veya fetva vermeye niyetlenen kişi, evvelemirde Allah adına, Allah'tan ve dinden bahsettiğini, bunun için de ilim ve takvanın gerekli olduğunu aklından çıkarmamalıdır.
Doğru yola ileten Allah'tır. [65]
Soru: İnsanlar arasında söz götürüp getirme (koğuculuk) hususunda İslâm'ın görüşünü söyler misiniz?
Cevap: Jurnalcilik, koğuculuk ve gıybet birbirine yakın anlamlar ifade ederler. Hepsi de insanların arasını bozmayı dile getiriyor. Kur'an-ı Kerim bu hususa işarette bulunarak şöyle buyuruyor:
İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutar. Halbuki o hasımların en yamanıdır. Böylesine "Allah'tan kork!" denilince benlik ve gurur kendisini günaha sevkeder. (Ceza ve azap olarak) ona cehennem yeter. O ne kötü yerdir. (Bakara/204-206)
O, dönüp gitti mi (yahut bir iş başına geçti mi) yer yüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez. (Bakara/205)
Allah (c.c) yahudilerden bahsederken de şöyle söylüyor:
Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar, Allah ise bozgunluğu sevmez. (Maide/64)
Allah Ebu Leheb'in karısı hakkında da şöyle buyuruyor:
Odun taşıyıcısı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da (ateşe girecek). (Tebbet/4,5)
Rivayetlere göre Ebu Leheb'in karısı gücü yettiği kadar ortalığı fesada verip, insanları peygamberimizin aleyhine kışkırtıyordu.
Koğuculuk hakkında Hz. Peygamber de şöyle buyuruyor: Cennete koğucu, jurnalci giremez.
Ve yine Rasûlullah ''Cennete kesici giremez" buyurduğunda, kendisine Kesici'nin kim olduğu soruldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber "İnsanların arasını kesen kişi" diye cevap verdi.
Hadiste geçen sözkonusu kişinin merhametsiz, şefkati kesen kişi olduğunu söyleyenler varsa da, çoğu raviler bunu insanların arasını bozan diye yorumlamışlardır.
İslâm'da jurnal ahlâksızlığın en kötüsüdür. Halife Ömer b/Abdu-
laziz bazı insanların koğuculuk (jurnalcilik) yapması üzerine onlara şöyle demiştir: "Ancak kötülükler anında meydana çıkan insanlara merhaba olmasın." Selef-i sâlihînden bazıları da şöyle demiştir: "Ko-ğucular hiç kimse tarafından sevilmez."
Koğucu, bulanık suda balık avlayan, hilekâr, kindar, aşağılık bir kişidir. Ona kulak veren ise ondan da aşağıdır.
Halife Ömer b. Abdulaziz getirdiği bir söz nedeniyle koğucuya şöyle der:
İstiyorsan durumu inceleyelim. Eğer doğru söylüyorsan sen şu ayetin hükmüne dâhilsin:
Durmadan laf götürüp getiren, iyiliği engelleyen... (Kalem/l 1)
Yok eğer yalancılardansan, Allah onlar hakkında da şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (Hucurat/6)
Yok eğer bunları istemiyorsan seni affedelim sen de artık böyle bir şey yapma.
O zaman adam şöyle dedi: "Ey mü'minlerin emiri! Ben affımı diliyorum. Bir daha böyle bir şey yapmayacağım".
Yukarıdaki örnekte de görüldüğü üzere ümmetin büyükleri, böyle laf getirip götürerek sevgiyi yok eden, nefreti körükleyen, böylece insanların aralarını bozan kimselere nasihat ediyor, onları bu iğrenç işten sakındırıyorlardı. Bizim de aynı şekilde davranmamız gerekir. Allah şöyle buyuruyor:
Siz hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir toplum olun! (Âl-i İmran/104)
Laf getirip götüren kimselere inanılmaması gerekir, özellikle idarecilerin bu hususta çok dikkatli olmaları lazımdır. Araştırıp incelemeden asla harekete geçilmemelidir. Zira Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın! (Hucurat/6)
Koğuculuğun türlü yolları vardır. Koğucu yerine göre bunlardan birini kullanarak amacına ulaşmaya çalışır.
Koğucunun biri, Abbasî halifelerinden birinin huzurunda, halifenin hoşlanmadığı bir adamı çekiştirir. Mecliste bulunan bir kimse de onun sözlerine karşı fe-sübhanallah der. Yine o mecliste bulunan ve bu duruma şahit olan bir âlim, daha sonra bir dostuna "Ben şimdiye kadar fe-sühhanallahm hayret ve kötülüğe karşı kullanıldığını bilmiyordum" der. [66]
Soru: Allah bize hem çalışmayı hem de tevekkülü emretmiştir. Bu iki zıt şeyin arasını nasıl bulacağız? Tasavvufun bu husustaki tutumu nedir?
Cevap: İslâm'ın kaynağı Allah'ın kitabı ve Rasûlullah'ın sünnetidir. Kur'an'a baktığımız zaman sebeplere yapışmadan ve çalışmadan bahsedildiğini görürüz. Allah şöyle buyuruyor:
Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur, çalışması da ileride görülecektir. (Necm/39-40)
Kim de ahireti diler ve bir mü'min olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür. (İsra/19)
Namaz kılınınca yeryüzüne dağlın ve Allah'ın lütfundan isteyin... (Cuma/10)
Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah'ın rızkından yeyin, dönüş ancak onadır. (Mülk/15)
Bunlar ve benzer ayetlerde çalışma ve sebeplere yapışma emrediliyor.
Yine Kur'an'da tevekkülden ve tevekkül sahiplerinden Övgüyle bahsedildiğini müşahede ediyoruz:
Mü'minler ancak Allah'a tevekkül ederler.
Cahil olsun, âlim olsun kim bu ayetlere bir göz atarsa bir mü'minin hem çalışması ve hem de tevekkül etmesi gerektiğini anlayacaktır.
Hz. Peygamber de müslümanları tevekküle çağırarak şöyle buyuruyor:
Sizden birinizin insanlardan istemesinden, ipini alıp odun getirip satarak geçimini temin etmesi kendisi için daha hayırlıdır.
Buharı İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: İbrahim (a.s) ateşe atıldığı zaman "Hasbunallah ve nime'l-vekil" (Allah bize yeter O ne güzel vekildir) demiştir. Şu ayette de aynı durumu görüyoruz:
Bir kısım insanlar, mü'minlere "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar, aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha artırdı. Ve "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!" dediler. (Âl-i İmran/173)
Burada, Allah Teâlâ (s.a) hem çalışmaya, hem tevekküle davet ediyor.
Peki çalışmak ve tevekkül nedir? Çalışma, kişinin sebeplere yapışmasıdır. Tevekkül ise gerekenin yapılmasından sonra, sonucu Allah'a havale etmektir.
İnsan Allah'a tevekkül edince, ümidini O'na bağlamış, en yüce kuvvete dayanmıştır. Böylece o kişi, manevî bir güçle donanır.
Zira o, egemenliğin, yerin ve göğün sahibine, dünya ve ahiretin Rahmanına güvenip dayanmıştır. O öyle bir Allah ki, irade ettiği bir şeye ol demesi kâfidir; o hemen olur.
Eğer insan çalışmasının neticesini alırsa, Allah'a olan güveni artar, O'na karşı daha mütevazi olur ve Allah'ın yardımı sayesinde çalışmasının başarıya ulaştığını düşünür.
Yok eğer netice bunun aksine olursa, yani sonuç başarısızlıkla neticelenirse, tevekkül bunu tahammülle karşılamaya sevkeder, Allah'a güvenip dayanarak gayret etmesi halinde bu durumun geçeceğini ve başarının geleceğini düşünür.
Öyleyse kişinin üzerine düşeni yapması, gerisini Allah'a havale etmesi gerekir, güzel sonuç Allah'ın tevfikine bağlıdır.
Rasûlullah'ın hayatı bunun delilidir. Mesela o Medine'ye hicret ettiği zaman, çölü ve yollan en iyi bilen bir kimseyi -müşrik olmasına rağmen- rehber olarak kiraladı. Allah şöyle buyuruyor:
Onlar ki iman ettiler ve rablerine tevekkül kıldılar, Mü'minler ancak Allah'a tevekkül ederler.
Mü'minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda imanları artan ve yalnız rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. (EnfaI/2)
Tevekkülle iman arasında kopmaz bir bağ olduğunu görüyoruz. Bu da tabiidir, zira önce çalışma, ardından tevekkül gelir.
Ve yine Kur'an'da tevekkülün sabırla beraber zikredilmesinin büyük bir önemi vardır. Mesela bir ayette şöyle buyuruluyor:
Onlar sadece rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir. (Nahl/42)
Tevekküle, çalışma ve sabır arkadaşlık etmelidir. Bu, insanın varabileceği en son noktadır.
Mutasavvıfların tevekkülle ilgili kanaatlerine gelince: Mutasavvıfların bir çoğunun tevekkül hakkındaki görüşleri hatalıdır, Onlar tevekkülü çarpıtmışlar, müslümanların zayıf yönlerini istismar ederek bu kötü anlayışlanm maalesef yayabilmişlerdir. Müslümanlar doğru yolu kaybettiklerinden dolayı onların bu fikirleri makes bulmuş, netice olarak da tevekkülün sebeplere yapışmayı terketmek şeklinde anlaşılması, müslümanlar arasında yaygınlık kazanmıştır.
Halbuki doğru tasavvuf, insanları ihsan mertebesine çıkarmaya gayret etmektir. Allah Rasûlü şöyle buyuruyor:
îhsan, Allah'ı görürcesineAllah'a ibadet etmek demektir. Sen Onu görmesen de O seni görüyor.
Bu mertebeye ulaşan kişi her adım atışında, her tasarruf ve işinde, Allah'ın müşahade ve gözetlemesinde olduğuna inanır. Öyle ise insan her an iyi bir hal üzerinde olmaya dikkat etmelidir. Sufilerin büyükleri, tevekkülü böyle anlamışlardı. Onlar sebepleri ihmal etmezlerdi. Zira onlar, sebeplere yapışmakla birlikte, başarıyı verenin Allah olduğunu biliyorlardı.
İmam İbn Kayyim Medâricu's-Sâlikîn isimli eserinde "(Rabbi-miz) ancak sana kulluk eder ve yalnız senden medet umarız" (Fatiha/5) ayetiyle ilgili bir hayli izahatta bulunmuş ve İmam Ahmed b. Hanbel'in şu sözüne işaret etmiştir: "Tevekkül kalbin ameli demektir."
Ahmed b. Hanbel tevekkülün kalpte olan bir duygu olduğunu ifade ediyor. Çalışmaya, bu duygunun eşlik etmesi gerekir ki güzel neticeye varılabilsin,
"(Rabbimiz) ancak sana kulluk eder ve yalnız senden medet uma-nz" (Fatiha/5) ayetinde, ibadet işi (ameli), medet ummak ise tevekkül ve itimadı temsil ediyor. Çünkü ibadet sadece şekli bir şeyden ibaret değildir. Bilakis ibadet rnüslümanın dini ve dünyası için uygun olan şeydir. Öyle ise "Sadece sana ibadet ediyoruz" demek iyi işi temsil ediyor, ki onunla kul Allah'a yakınlaşır. Allah'tan "Medet dilemek" ise hidayet, irşat ve başarı talep etmektir. Bu maddi bir yadım değildir. Çünkü sebepler fesada uğrayınca insanlar ümitsizliğe kapılır, herşeyin sona erdiğini zannederler. Eğer insan, sebeplerin amaca ulaştırmadığını anlayarak Allah'a güvenip dayanırsa ümitsizlikten kurtulur, yeni bir şevkle işe koyulur ve neticede Allah'ın yardımına mazhar olur. [67]
Soru: Ahlâkî çözülme fuhşun da çoğalmasıyla bayağı yaygınlaştı. Bunun sebepleri ve tedavisi nasıl yapılmalıdır?
Cevap: İslâm dini, müntesiplerine giyimde, konuşmada, bakmada, işte... kısacası her konuda iffeti emrediyor. Rasûlullah güzel sözün sadaka olduğunu, hayanın hayır getirdiğini ifade buyurarak onu imandan saymıştır:
Haya ancak hayır getirir. Haya imanın yarısıdır.
Yine İslâm, tabilerine bozgunculuğu ve rezaletleri teşhir etmemelerini, günah ve çirkinlikler konusunda fazla konuşmamalarını emretmiştir. Böylece kötülükler yayılmaz, günahlara karşı cesaret azalır. O nedenle mümkün mertebe kötülüklerin gizli kalmasını sağlamalıyız. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da ahirette de çetin bir azap vardır. Allah bilir siz bilmezsiniz. (Nur/19)
Bu ayet-i kerime, iftira (ifk) hakkında nazil olmuştur.
Müslümanlar uzun bir zaman Allah'ın kitabına ve Rasûlullah'ın sünnetine bağlı kaldılar. Sonra heva ve şehvet onları sardı, ahlâkî çözülme her yanı kapladı, her konuda, her alanda fısk ve fücur başgöster-di. Konuşmalar, dergi ve gazeteler, kitaplar insanların ahlâkını bozan, onları hayasızlığa sevkeden şeylerle doldu. Böylece iffetsizlik, hayasızlık, rezillik, edepsizlik ve her türlü günah her yana yayıldı ve açıktan açığa yapılır oldu.
Fuhşun yaygınlaşması, günahın teşhir edilmesi toplumsal ve ahlâkî çözülmeye davet eden iki önemli unsurdur. Bu çözülme ve günahı tedavi edebilmek için dinimizden ve tarihimizden faydalanabiliriz.
Tarihten örnek verecek olursak: Halife Ömer b. Abdulaziz (r.a) müstehcen şiirler söyleyerek bazı kadınları teşhir eden Nasib'i Dabık denen yere sürdü. Ancak tevbe edip düzelmesinden sonra sürgünden dönmesine izin verdi.
Yine Halife Ömer b. Abdulaziz şair el-Ahves'in ahlâksızca şiirler yazdığını, bu şiirlerde günaha sürükleyici unsurlar bulunduğunu' duyunca onu da Yemen denizinde bulunan Dehlek adasına sürdü.
Bazı şairler hilafet görevini üstlendiğinde Ömer b. Abdulaziz ile görüşmek istediler, kendilerini takdim ettikleri sırada, halife Ömer onların şiirlerindeki çirkin ve müstehcenliklere dikkat çekti. Bunun üzerine onlar artık böyle şiirler söylemeyeceklerine dair yemin ettiler. Ancak Ömer b. Abdulaziz Cerir'e müsaade verdi, zira onun şiirlerinde çirkin şeyler bulunmuyordu.
Birgün Cerir yardım istemek üzere gelmişti. Cerir, halifenin yanından çıkınca şöyle dedi: "Ben öyle bir adamın huzurundan çıkıyorum ki o fakirlere verir, şairleri mahrum bırakır, bununla beraber ben yine de ondan razıyım. Şahitlik ediyorum ki o iyi bir adamdır."
Bu konu Beşinci Halife Ömer b. Abdulaziz isimli kitabımda uzunca işlenmiştir.
Tarihimiz bize gösteriyor ki, halifeler ve müslümanlann hükümdarları böylesi kötülükleri bertaraf etmek için kendilerini sorumlu biliyorlardı.
Bir kısım yayıncılar açık seçikliği ve cinselliği Kur'an'la kanıtlamak istiyor bu konuda bir kısım ilmi çevrelerden de yardım istiyorlar. Görüşlerini delillendirmek için de "Kadın kapılan iyice kapattı ve 'Haydi gel!' dedi" (Yusuf/23) ayetini öne sürüyorlar. Evet bu ayet Kur'an-ı Kerim'de vardır. Ancak bu ayet, onların iddialarını desteklemiyor, aksine iffeti, hayayı, iman ve takvayı teşvik ediyor. Ayetin tamamı şöyledir:
Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kapattı ve "haydi gel!" dedi. O da "Hâşa, Allah'a sığınırım! Zira kocanız benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki zalimler iflah olmaz!" dedi. (Yusuf/23)
Kur'an burada iffet ve hayanın, iman ve faziletin insanı felaha götüreceğini, iffetsizlik ve rezilliğin ise helaka ve hüsrana götüreceğini ifade buyurmaktadır. Kur'an ne zaman sapıklardan ve sapıklıklardan konu açarsa, onların batıl ve sapıklıklarının başlarına belâ olacağını dile getirir.
Yukardaki ayetten sonra da Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer rabbinin burhanını görme-şeydi o da kadına meyletmişti.
İşte böylece, biz kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delilimizi gösterdik) şüphesiz o ihlaslı kullarımızdandı. (Yusuf/24)
Hz. Yusuf şeytanın vesvesesinden kurtulup Allah'a sığınmıştır. Bununla Kur'an mü'min ferdin nasıl davranması lazım geldiğini göstermiştir.
Kur'an'ın üslûbu, insanlarınkine benzemez. Kur'an cinsel konulara üstü kapalı, nezih ve latif kinayelerle işaret eder:
Kadınlara dokunduğunuz zaman...
Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla yaklaşmayın! (Bakara/187)
Vaktiyle siz birbirinizle haşir-neşir oldunuz. (Nisa/21)
Kur'an'ın bu nezih tabirlerine dikkat edenler şöyle diyorlar: Kur'an mahremiyeti korumak için kadınların ismini bile dile getirmez: Nuh'un karısı, Lut'un karısı gibi kapalı bir şekilde ifade eder. Ancak Hz. İsa'nın annesi bundan müstesnadır. Hz. Meryem'in isminin açıkça zikredilmesinin sebebi ise, İsa'nın Allah'ın oğlu değil, Meryem'in oğlu olduğunun vurgulanmasıdır.
Kur'an bilir bilmez konuşanları kınayıp tehdit etmiştir:
İnsanlardan öylesi var ki, herhangi bir ilme dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve onu eğlence edinmek için boş lafı satın alır. İşte onlara rüsvay edici bir azap vardır. Ona ayetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak yüz çevirir. Sen de ona acıklı bir azabın müjdesini ver. (Lokman/6-7)
Bir çok müfessire göre, bu ayet özellikle Nadr b. Haris'e işarette bulunuyor. Nadr b. Haris gittiği ülkelerden bir sürü hikaye ve kıssalar getiriyor. İnsanları Allah'ın zikrinden, Kur'an'dan çevirmek için anlatıyordu.
Bugün biz de böyle bir bela ile karşı karşıyayız. İslâmî edebten, Kur'an'ın üslûbundan, Rasûlullah'ın sünnetinden, sarf-ı nazar etmiş, müptezel kitaplara, dergilere, tiyatro ve filimlere kapılmışız. Gençlerin elinde değersiz müstehcen dergileri görüyoruz. Şüphesiz bu Allah'ın dininden, kitabından ve Rasûlullah'ın sünnetinden uzaklaşmak, Arab kültür ve terbiyesinden yüz çevirmektir. Halbuki toplum olarak İslâm ve Arab kültürünü ayakta tutmamız gerekmektedir.
Arab kültürü Emevi ve Abbasiler döneminde canlı olup kahramanlık ve hamasetle dolu idi. En zayıf dönemlerinde bile kültürümüz şecaat, fedakarlık, cesaret örnekleri ile dolu olup bugünkü çözülmelerden salim bulunuyordu.
Gençlerimiz, şehvete ve cinsi konulara muhtaç değillerdir ki bu konuların bütün kapıları gençlerimizin önüne açılmıştır. Gençlerimiz dini konulara, ruhî sükuna, fedakârlık ve kahramanlığa, yüksek ahlak ve hoşgörüye muhtaçtırlar.
Müstehcen resimlerin, çeşitli rezaletlerin toplumda yayılması için çalışanlar, gençliğe ve vatana ihanet içinde bulunmaktadırlar. Bu kişiler, Allah'tan korkup bu iğrenç işten vazgeçmelidir. Aileler de uyanıp çocuklarına sahip çıkmalıdırlar.
Bu rezaletler, temenni ile, toplantı düzenlemekle, makale yazmakla sona ermez. Bu meseleye devletin el atması, bu rezaletlerin toplumda yayılmasına gayret edenleri cezalandırması gerekir.
Zira "Allah sultanla düzelttiğini, Kur'an'la düzeltmez" denmiştir. [68]
-
Soru: İslâm'ın merhamet konusundaki yaklaşımı nedir?
"Ben seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdim" ayetini açıklar mısınız?
Cevap: Müfessirlere göre rahmet (acımak) kalpteki inceliktir. Lü-
gatçılara göre rahmet kelimesi rahm'dan geliyor. Ancak Allah'ın sıfatı olarak rahmet, bu manada değildir.
Merhametin, insanda bir zaaf olduğunu iddia edenlere katılmamız mümkün değildir. Zira bu, şefkat ve merhametin manasını çarpıtmaktır. Aklın ve İslâm'ın takdir ettiği merhamet, muktedirken gösterilen merhamettir, acizin gösterdiği merhametin bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Bazılarının Hristiyanlık'ın merhamet dini olduğunu iddia ettiklerini duyuyoruz. Oysa, merhamet dini denmeye en layık din, İslâm'dır. Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, rahmet kelimesinin yüzlerce yerde zikredildiğini görürüz. Rahmet kelimesini Allah bizzat kendisi için kullanmıştır. Sure başlarındaki besmelelerde ve Kur'an'ın pek çok yerinde geçen rahman-rahim sıfatları da rahmetin türevlerindendir. Âlimler rahman kelimesiyle rahim kelimesi hakkında şu açıklamayı yapmışlardır: Allah'ın bir sıfatı olarak rahman Allah Teâlâ'nın rahmetinin mü'min-kâfir tüm insanları ve her şeyi kuşatması demektir. Rahim sıfatı ise, mü'minlere has olan bir sıfattır. Bu nedenle Allah onu dünya ve ahirette kendisine sakınanlara has kılmıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Rahmetim ise her şeyi kuşatır. Onu sakınanlara... yazacağım. (A'raf/156)
Allah Kur'an'ı Kerim'i de rahmet olarak vasıflandırıyor:
Biz, Kur'an'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü'minler için şifa ve rahmettir. (İsra/82)
Yine Allah, Rasûlünün de alemlere rahmet olduğunu ifade buyuruyor:
Ben seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdim
Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size, çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir. (Tevbe/128)
Yüce Allah mü'minleri de, kendi aralarında merhametli olmakla vasıflandırıyor:
Muhammed Allah'ın elçisidir, beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. (Fetih/29)
Zikrettiğimiz bu ayetlerden de anlaşılıyor ki İslâm, rahmet dinidir. Yine Kur'an'da ebeveyn ile evlat arasında olması gereken merhametten de şöyle bahsediliyor:
Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve "Rabbim (küçüklüğümde) onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi sen onlara (öyle) rahmet et!" diyerek dua et! (İsra/24)
Kur'an'da tavsiye edilen şefkat ve merhametin canlı örneği Hz. Peygamber'dir. İslâm'ın yayılmasının en büyük amillerinden biri budur. Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Ben lanet edici olarak değil, rahmet olarak gönderildim.
Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber bir merhamet sembolüydü. Öyle ki namaz kıldırırken bir çocuğun ağlamasını duyduğunda -annesinin onunla ilgilenmesi için- namazı hafif tutardı.
Hz. Peygamber yalnız insanlara değil, hayvanlara da şefkat ve merhametle muamele ederdi. Hepimiz Rasûlullah'ın şu meşhur hadisini biliyoruz:
Bir kadın hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti.
Yine Rasûlullah, susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe su veren günahkâr bir adamın, aynı durumdaki bir köpeğe su veren bir fahişenin, bu davranışı nedeniyle affedildiğini bildiriyor.
Yine yavrularını aldıkları için çığlık atan serçeyi gören Hz. Pey-gamber'in ne kadar üzüldüğünü ve "Bunu kim ürküttü, hemen yavrularını getirip yerine koyun!" dediğini hepimiz biliriz.
Rivayetlere göre Bilal'in, esir iki kadını savaşta öldürülen yakınlarının cesetleri yanından geçirdiğini gören Rasûlullah Bilal'e şöyle dedi: "Ey Bilal! Şefkat senin kalbinden çıkarılmış mıdır ki bu kadınları ölülerinin yanından geçiliyorsun."
Hz. Peygamber'in çocukları okşayıp öptüğünü gören bir bedevî, "Benim birçok çocuğum var, daha hiç birini okşayıp öpmüş değilim" dediğinde, Rasûlullah ona şöyle dedi:
Allah senin kalbinden şefkati çekip almışsa ben sana ne yapabilirim ki?
Allah Rasûlü (s.a) şefkat ve merhamete teşvikte bulunduğu gibi, bunu fiilen de gösterip örnek olmuştur. Allah Rasûlü şöyle buyuruyor:
Merhamet edenlere rahman olan Allah da merhamet eder.
Siz yerdekilere merhamet ediniz ki göktekiler de size merhamet etsin.
Merhamet etmeyene merhamet edilmez.
Küçüklerimize acımayan, büyüklerimize saygı duymayan bizden değildir.
Şefkat, ancak şakilerden kaldırılır.
Gerçek mü'minlerin vasıfları hakkında Rasûlullah şöyle buyuruyor:.
Mü'minler tek bir vücuda benzerler. Organlardan biri rahatsızlanırsa, bütün vücut rahatsız olur.
"Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdim" ayetinin tefsirinde iki görüş vardır. Birinci görüşe göre "Alemlere rahmet" olmasının manası, Rasûlullah'ın mü'minlere de kâfirlere de rahmet olmasıdır. Bu rahmet mü'minleri dünyada iyiye yönlendirme, ahirette de sevaba nail olmalarına sebep olmakla tecelli eder. Kâfirler için rahmet olması ise, onlardan azabın ertelenmesi şeklinde tecelli etmiştir. Oysa geçmiş milletlerin başına türlü azaplar inmişti. Onlardan kimi yere geçirilmiş, kimi tufanda veya denizde boğulmuş, kiminin başına taş yağdırılmıştır.
İkinci tefsir ve yorum ise şöyledir: Rasûlullah bütün alemlere rahmettir. Yani akıllı ve daveti kabul eden kişiler için bir rahmettir. Hiç kimse kendini, İslâm'a tâbi olmadıkça heva ve sapıklıktan kurtaramaz. Kişi ancak Rasûlullah'ın Allah Teâlâ'dan getirdiklerine yönelir ve onu
bihakkın anlayıp tatbik ederse hayır ve saadete ulaşır, hidayeti bulur. İşte Rasûlullah'ın rahmet olması böyle tecelli eder. O bundan dolayı dünya ve ahiret saadetine bir vesiledir. Ona inanan kişi dünya ve ahi-ret mutluluğuna erer. [69]
Soru: "Muhammed Ahmed'e, Ahmed Adem'e, Adem Allah'a, Allah da Muhammed'e ibadet eder" diye bir söz duydum. Bu söz doğru mudur?
Cevap: Bu söz, dinen de aklen de bütünüyle batıl ve sapık bir sözdür. Bir müslümanın bu sözü söylemesi caiz değildir. Çünkü bu insanı dinden çıkarır. Bu sözden Allah'a sığınıyoruz.
İbadete layık olan tek varlık, yalnız ve yalnız Allah'tır. O'nun ortağı yoktur. Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor:
Allah'tan başka ilah yoktur. O hayy ve kayyumdur. Sadece O'na ibadet edin, O'na ortak koşmayın! Yalnızca sana ibadet eder ve yalnızca senden yardım dileriz. İhlasla ibadet edin ve dini sadece O'na has kılın!
De ki: "O Allah birdir. Allah sameddir. O doğurmamış ve doğmamıştır. O'nun hiç bir dengi yoktur. (İhlas/1-4)
Bunlara benzer daha nice ayetler vardır.
O halde nasıl böyle bir söz söylemek caiz olabilir ki? Allah bundan münezzehtir. Bu gibi sözleri söylemek ve onlara itibar etmek küfür ve sapıklıktır.
Allah gerçeği söyleyendir, doğru yola ileten de O'dur. [70]
Soru: İbadetleri eda etme konusunda İslâm mezhepleri arasında farklar var mıdır? Bir müslümanm illa da bir mezhebi taklit etme zarureti var mıdır? Veya her mezhebin kolay yönünü almak ve ona göre amel etmek caiz midir?
Cevap: Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor: Allah katında, Din İslâm'dır.
Dinin aslı müslümanlarca biliniyor. Dinin zaruri olan kısmı üzerinde icma (fikir birliği) vardır. Bunlarda ihtilaf yoktur ve bunlarda ic-tihad da yapılamaz. Namaz, oruç, zekat, hac ve benzeri farzlarda mezhepler ve içtihatlarda fark düşünülemez.
İctihad, hakkında nas bulunmayan konularda yapılır. Bu da feri meselelerdir. Rasûlullah, ictihad hakkında şöyle buyurmuştur:
Kim içtihadında isabet ederse iki ecir ve kim de içtihadında hata ederse ona da bir ecir (sevap) vardır.
Mezheplerin, feri meselelerde farklı görüşleri mevcut ise de onların hepsi Kur'an-ı Kerim'e ve Hz. Peygamber'in sünnetine dayanıyor. Çünkü bu ikisi, fıkhın ve şeriatın ana kaynaklandırlar.
Bir müslümanm illa da bir mezhebe bağlanması ve onu taklit etmesi zaruri değildir. Çünkü ehl-i sünnet mezheplerinin tümü de müs-lümanlar tarafından güvene layık görülmüşlerdir. "Fakih ve âlim olmayan bir müslümanm mezhebi müftüsünün mezhebidir denmiştir" ki vakıa da budur. Müslüman istediği müctehidi taklit edebilir.
Bazı meselelerde bir mezhebi, bazı meselelerde de başka mezhepleri taklit etmek caizdir. Ancak her mezhebin kolay tarafını ve ruhsatlarını almak caiz değildir.
Allah en iyi bilendir. [71]
Soru: Fıkhi bir mezhebi taklid etmek vacib midir?
Cevap: Dini hükümlerin kaynağı, Kur'an, sünnet icma ve kıyastır.
Bu kaynakları öğrenmek ve onlardan hüküm çıkarabilmek kolay değildir. Fakihler, asırlardır gurur duyduğumuz bu mirası bize bırakabilmek için büyük çaba ve gayret sarf etmişlerdir.
Allah Teâlâ bilmediğimiz şeyleri ehlinden sormamızı emrederek şöyle buyuruyor:
Siz eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun.
Bu nedenle; ictihad edemeyen kişinin herhangi bir müctehide tabi olması gerekir. Ancak, illa da tek bir müctehide uyma mecburiyeti yoktur. Farz edelim ki bir müslüman Ebu Hanife'ye bağlanmış olsun, bütün hallerde onun görüşlerine katılması ve onu taklit etmesi gerekmez. Zira bir mü'min için vacib olan, Allah'ın Kitabına ve Rasûlul-lah'm sünnetine bağlanmasıdır.
Allah daha iyi bilir. [72]
Soru: İslâm'dan dönenin hükmü nedir? Tekrar İslâm'a dönmesi halinde tevbesi kabul edilir mi?
Cevap: Suçların en büyüğü imandan sonra küfre dönmektir. Allah (c.c) Nisa suresinde şöyle buyuruyor:
Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, bundan başkasını, dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük günah (ile) iftira etmiş olur. (Nisa/48)
İrtidat şirkten daha az kötü değildir. Allah Muhammed suresinde de şöyle buyuruyor:
Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, şeytan fitneye sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. (Muhammed/25)
Allah (c.c) Teâlâ, İslâm'dan dönenleri şiddetle uyararak şöyle buyuruyor:
Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider, onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar. (Bakara/217)
Fakihler mürtede, tevbe ederek tekrar İslâm'a dönme teklifinin yapılacağını, tevbe etmesi halinde serbest bırakılacağını, aksi takdirde öldürüleceğini ifade etmişlerdir. Çünkü Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Kim dinini değiştirirse onu öldürün. Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor:
Bir müslümanın kanı ancak üç durumda dökülebilir. Onlardan biri de imandan sonra kâfir olmaktır.
İmam Şafii bu konuda şöyle söylüyor: "Kim irtidat eder, sonra samimi bir tevbe ile tekrar İslâm'a dönerse, onun irtidattan önceki güzel işleri boşa gitmez".
Bazı tefsirlerde şöyle deniyor: İslâm'dan dönüp de tevbe etmeyenlerin bütün işleri iki dünyada da boşa gider. Yukarıda zikrettiğimiz ayette de ifade buyurulduğu üzere, o kişi sanki hiç bir şey yapmamış gibi olur. Çünkü imandan, küfre dönüş, akıl ve kalbe musallat olan bir hastalığa benzer. Aklı ve kalbi hasta olan kimse ölü mesabesinde olduğu gibi, iman aydınlığından küfür karanlığına dönen kişi de ölü mesabesindedir, dolayısıyla dünyada ve ahirette hüsrana uğrar.
Ancak amellerinin boşa gitmesi, küfür üzerinde ölmesine bağlıdır. Şayet tevbe edip tekrar İslâm'a dönerse, geçmiş amelleri boşa gitmez, Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü O merhametlidir, tevbeleri kabul edendir.[73]
Soru: a. Köpek terbiye etmek caiz midir?
b. Amca kızıyla evlenilebilir mi?
c. Ramazan ayında gıybet edilebilir mi?
Cevap: a. Eğer av ve benzeri gibi meşru bir sebep varsa bir müs-lüman köpek terbiye edebilir. Bu konuda fıkıh kitaplarında yeterince izahat vardır.
b. Normal durumda kişi amcasının kızıyla evlenebilir. Çünkü Kur'an'ın haram kıldığı kadınlar arasında amca kızı yoktur. Allah şöyle buyuruyor:
Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir hayasızlıktır, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur. Analarınız, kızlarınız, kizkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendisiyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla (nikahlanıp da) henüz birleşmemişseniz kızlarım almanızda size bir mahzur yoktur. Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kızkardeşi birden almak da size haram kılındı. Ancak geçen geçmiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. Sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı. (Nisa/22-24)
c. Gıybet konusuna gelince, gıybet, müslüman kardeşini onun hoşuna gitmeyecek bir vasıfla anmandır. Yüce Allah gıybeti haram kılarak şöyle buyuruyor:
Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. (Hucurat/12)
Rasûlullah da (s.a) şöyle buyuruyor:
"Gıybetin ne demek olduğunu biliyor musunuz?" diye soran Ra-sûlullah'a, sahabenin "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" diye cevap vermeleri üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Kardeşinin hoş görmediği şeyi söylemendir." "Eğer o söylediğim şey kardeşimde varsa?" denildiğinde de "Eğer o şeyler onda varsa onu gıybet etmiş olursun. Yok eğer o şeyler onda yoksa iftira etmiş olursun" buyurdu.
Ve yine Rasûlullah şöyle buyurdu:
Günahların en büyüğü müslümanın ırzına ve şerefine dil uzatmaktır. Yine bir hakarete iki hakaret ile karşılık vermek de büyük günahlardandır.
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurdular:
Miraca çıktığım gecede gördüm ki bir toplum bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve bağırlarını tırmalayıp duruyorlar. Cebrail'e, bunların kim olduğunu sorduğumda şu cevabı verdi: Bunlar insanlara dil uzatan, onları çeki sürenlerdir.
Gıybet, yalnız Ramazan'da değil, her zaman haramdır. Oruçlunun gıybet etmesi, orucunun sevabını yok eder. O nedenle Ramazan'da daha dikkatli olmak gerekir. [74]
Soru: Ayda ikamet eden kişi Ramazan orucunu nasıl tutacaktır. Allah Rasûlünün "Hilali görünce oruca başlayın, hilali görünce bayram yapın!" emri nasıl tahakkuk edecektir? Halbuki onlar hilalin (ayın) üzerindedirler?
Cevap: Bazı müslüman kardeşlerimiz nedense olmayacak veya hayatta bize hiç lazım olmayacak şeyler üzerinde duruyorlar. Oysa bu, boşa vakit öldürmekten başka işe yaramaz.
Kendisine bu tür sorular sorulan geçmiş âlimlerin bir kısmı,» sual
soran kişiye "Bu vâki olmuş bir şey midir, yoksa hayalî bir varsayım mıdır?" diye sorarlar, "Vâki olmadığı, hayalî bir varsayım olduğu" yolunda bir cevap alırlarsa "Öyleyse, olana kadar bırak!" derlerdi.
Aya gidilmiş olsa da orada ikamet etmek sözkonusu değildir. İnsanlar ayda ikamet etmeye başlarsa, biz de bu konuda söyleyeceklerimizi söylerdik. Peygamber efendimizin "Hilali görünce oruç tutun ve hilali görünce bayram yapın!" sözü, her oruç tutana hilali görme şartı getirmiyor.
Allah en iyi bilendir. [75]
Soru: Şarkı söylemenin ve dinlemenin hükmü nedir?
Cevap: İslâm, sözleri iffetli ve gayesi yüksek olan şarkıları dinlemekten alıkoymaz. Başka bir deyişle insanları dine, ahlâka, cesarete, temizlik ve vatan sevgisine teşvik eden şarkıları dinlemek yasak değildir. Rasûlullah (s.a) düğünlerde şarkı söylemeyi mubah kılmış ve şöyle buyurmuştur:
Nikahı ilan edin ve def çalın!
Umumiyetle def ile beraber şarkı da söylenir. Rivayetlere göre Rasûlullah düğünlerde çalman defi ve söylenen şarkıları dinlemiş.
Kötü, çirkin ve müstehcen şarkıları söylemek ve dinlemek haram; iyiye, güzele teşvik eden şarkıları söylemek ve dinlemek helaldir. Evet, eğer şarkılar kötülüğe teşvik etmiyorsa, şehveti kabartmıyorsa, beraberinde dansöz veya içki yoksa bir sakıncası olmaz.
Zira, insanın tabiatında güzel ve lezzetli şeylere karşı bir meyil vardır. Mesela insan güzel manzaradan, yeşilliklerden, güzel kokudan, şırıl şırıl akan sulardan, güzel çehreden, güzel sesten hoşlanır. Allah Teâlâ, insanın tabii olan bu meylinden şöyle bahsediyor:
Nefsani arzulara (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salınan atlara, sağılan hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Ancak bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer Allah'ın katındadır. (Âl-i İmran/14)
Bazıları hadisteki hükmün sadece düğünlerdeki şarkılara mahsus olduğunu söylüyorlar. Buna katılmak mümkün değildir. Zira Arablar develeri coşturmak için -ki buna elheda denir- seferlerde şarkılar söylerlerdi, hiç kimse de bunu yasaklamadı.
İmam Ebu Yusuf a "Düğünler dışında kadının çocuğuna def çalması fasıklık mıdır?" diye sorulduğunda, "Hayır, ancak içinde fahiş şeyler bulunan şarkılar mekruhtur" cevabını vermiştir.
Çağdaş fakihlere göre, münker şeyler içermeyen ve münkerata eşlik etmeyen sarkılan dinlemek de, söylemek de caizdir. Onlar şöyle diyorlar: Tatlı nağmeli aletlerden ses dinlemek haram değildir. Bu ses insan sesi, hayvan sesi veya başka ses olabilir. Ancak bu sesler haram olan bir şeye eşlik etmemelidir. Bu takdirde haram olur.
Allah A'raf suresinde şöyle buyuruyor:
De ki: "Allah'ın kulları için yarattığı zineti ve temiz nzıklan kim haram kıldı?" De ki: "Onlar dünya hayatında, (kâfirlerle birlikte) mü'minlerin faydasına sunulmuştur, kıyamet gününde ise yalnız mü'minlerindir. İşte bilen bir topluluk için ayetleri bole açıklıyoruz."
De ki: "Rabbim ancak açık ye gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sının aşmayı, hakkında hiç bir delil indirmediği bir şeyi, Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." (A'raf/32-33) [76]
Soru: Kumar parasıyla veya çalıntı malla medrese, cami ve hayır kurumlan yapılabilir mi?
Cevap: Şüphesiz cami ve medrese gibi yerlere hayır yapmak bir taat, ibadet ve Allah'a yaklaşma vesilesidir. Ancak bu helâl bir malla yapılmalıdır. Haram malla hayır yapanlar, şu darb-ı meselin muhtevasına dahil olurlar:
Keşke o ne zina yapsaydı, ne de sadaka verseydi. Zina yapıp sadaka veren kadının durumu iyi bir şey değildir. Rasûlullah (s.a) insanları helâl kazanca teşvik ederek şöyle buyuruyor:
Allah paktır, ancak pak olan şeyleri kabul eder. Haramdan sakındırmak için de şöyle buyuruyor: Haramdan neşet eden bir vücut yanmaya layıktır.
İnsan Allah'ın, haram malla cami, medrese veya hastane yaptırmış olan kişiye sevap verip vermeyeceğini düşünse görür ki: haram yolla elde edilen malla yapılan hayırdan hayır gelmez.
Fakihler kişinin ancak helâl bir malla hac yapabileceği hususunda ittifak edip şöyle demişlerdir: Eğer kişi haram bir malla hac yaparsa, onun haccı kabul olmaz, sevabına nail olamaz. Her ne kadar o kişiden haccın farziyeti kalkarsa da, kişi günahkâr olmaktan kurtulamaz. Gasp edilen bir yerde namaz kılmak da böyledir.
Bu hüküm, haram malla yapılan okul ve hastahaneler için de geçerlidir. İnsanlar bu kurumlardan yararlanırlar. Ancak bunları yapan kişi, sevaba nail olamaz.
Haram yoldan mal elde eden kişinin, onu sahibine geri vermesi ve tevbe etmesi gerekir. Ancak sahibi bilinmiyorsa, hayır yoluna sarfedi-lebilir.
Allah en iyi bilendir. [77]
Soru: Bir müslümamn yılbaşı eğlencesine ve etkinliklerine Hris-tiyan dostunun evinde katılması caiz midir?
Cevap: Şüphesiz Hz. İsa (a.s) Allah'ın kulu ve rasûlüdür. Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerinde ona övgüde bulunmuştur.
O çocuk şöyle söyledi: "Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitab verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekatı emretti. Beni anneme saygılı kıldı. Beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır. İşte hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsa -hak söz olarak- budur. (Meryem/30-34)
Komşuluk, ortaklık ve dostluk nedeniyle hristiy ani arla ilişkisi bulunan bir müslüman, onların yılbaşı kutlamalarına -içki gibi haram olan şeylere tevessül etmemesi şartıyla- katılabilir. Zira İslâm, hoşgörü dinidir ve ehl-i kitap ile güzel ilişkiler içinde bulunmayı me-
netmez.
Allah ehl-i kitap hakkında şöyle buyuruyor:
Kendilerine kitap verilenlerin (yahudi, hristiyan vb.nin) yiyeceği size helâldir. Sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. (Maide/5) [78]
Soru: Peygamberimizin mucizeleri arasında ayın yarılmasından da bahsediliyor, bunun mahiyeti nedir?
Cevap: Âlimler Hz. Peygamber'in işaret etmesiyle ayın yarılmasını Peygamberimizin en açık mucizelerinden saymışlardır. Alimlerden kimi de yarılma hâdisesinin iki kere vukubulduğunu söylemiştir.
Enes b. Mâlik'ten gelen bir rivayete göre Kureyşliler, Hz. Pey-gamber'den mucize istediler, Allah Rasûlü de eliyle işaret etti ve ay ikiye bölündü. Herkes bunu gördü.
İmam Ahmed şöyle rivayet ediyor: Ay Rasûlullah'm işaretiyle ikiye yarıldı. Her parçası bir dağın üzerindeydi. Bunu gören müşrikler
"Muhammed bizi büyüledi" dediler ve ardından da "Bizi büyüledi ancak bütün insanları büyülemedi ya!" dediler.
İbn Abbas da şöyle demiştir: Rasûlullah'm işaretiyle ay iki parçaya ayrıldı, bunun üzerine müşrikler "Aya büyü yapıldı" dediler. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:
Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. Onlar bir mucize görürlerse hemen yüz çevirirler ve "Bu, eskiden beri devam edegelen bir büyüdür" derler. (Kamer/1-2)
Ay yarıldığı zaman kâfirler "Muhammed bizi büyüledi ise bütün insanları büyülemedi ya!" diyerek dışarıdaki insanlardan ve yolculardan bunu sordular. Onlar da "Evet biz de bunu gördük" dediler.
Kureyş müşrikleri Hz. Peygamber'! sihirbaz, mecnun, şair ve yalancı olarak nitelendiriyor, sürekli mucize talep ediyorlardı. Bunun üzerine Rasûlullah, müşriklerin toplandığı bir sırada eliyle aya işaret etti ve ay iki parçaya ayrıldı. Bunu gören Kureyş müşrikleri "Muhammed yeri göğü büyüledi" dediler.
Hz. Peygamber'in daha birçok mucizesi vardır: İsra ve miraç, parmaklarından su fışkırması, az su ve yemeğin çoğalması, çakıl taşlarının avucunda teşbih etmesi, ağaçların selam verip yanına gelmesi bunlardan bazılarıdır.
Cumhur-u ulemaya göre Rasûlullah'm en büyük mucizesi Kur'an-ı Kerim'dir. Onun hakkında izzet ve celal sahibi olan Allah şöyle buyuruyor:
De ki: "Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler." (İsra/88) [79]
Soru: Dünyada İslâm'ı noksansız tatbik eden bir İslâm Devleti var mıdır?
Cevap: Günümüz İslâm devletlerinin bazıları İslâm'ın birtakım hükümlerini tatbik ediyorlar. Ancak her bakımdan/bütün yönleriyle İslâm'ın hükümlerini uygulayan bir İslâm devleti yoktur.
Temennimiz, ümmet-i Muhammed'in birlik ve beraberlik üzere olmalarıdır. Zira ancak o zaman İslâm'ın hükümlerini eksiksiz tatbik edebiliriz.
Şarktaki ve garptaki tüm müslümanların, bu emeli gerçekleştirmek için bütün gayretleriyle çalışmaları ve Allah'ın nidasına kulak vermeleri gerekiyor:
Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir. (Ma-ide/15-16)
Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlere gelince onların dostları da tağûttur. Onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür, işte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar. (Bakara/257)
İslâm milleti, tam manasıyla Allah'ın dini ile hükmettikleri gün dünyada mutluluğun doruğuna ve ahirette de ebedi nimetlere ulaşacaklardır. Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir, iyi davranışlarda bulunan mü'minlere, kendileri için büyük bir mükafat olduğunu müjdeler. (İsra/9)
Allah en iyi bilendir. [80]
Soru: Namaz kılmayan, oruç tutmayan, zekat vermeyen bir adamın, başkasının hac parasını temin etmesi hakkında ne dersiniz?
Cevap: Allah (c.c) Maide suresinde şöyle buyuruyor:
Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. (Maide/3)
Allah Rasûlü (s.a) de şöyle buyuruyor:
İslâm beş şey üzerinde bina edilmiştir: Allah'ın birliğine, O'nun Rasûlü olan Muhammed'in peygamberliğine inanmak, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak ve yoluna gücü yeten için hacca gitmektir.
Namaz dinin direğidir. Kim namaz kılarsa, dinini ikame eder, kim de terkederse dinini yıkar. Oruca gelince, Allah oruç hakkında şöyle buyuruyor:
Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz. (Bakara/l 83)
Yüce Allah, Kur'an'da defalarca 'zekat verin' buyurduğu halde, bir müslümanm oruç tutmaması olacak şey değildir. Allah Teâlâ hac ile ilgili olarak da şöyle buyuruyor:
Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim (gücü yettiği halde haccetmeyip) nankörlük ederse bilmelidir ki, Allah bütün alemlerden müstağnidir. (Âl-i İmran/97)
Namaz kılmayan, oruç tutmayan, zekat vermeyen, haccetmeyen bir adamın kendini müslüman sayması nasıl mümkün olabilir?! Bunlar terkedilirse, geride İslâm adına ne kalır!? Başkasının hac masrafını karşılamak da ne oluyor?! Halbuki Allah Rasûlü (s.a) buyuruyorlar ki:
Önce kendin haccet!
Sözkonusu kişi ilk önce kendi nefsini ıslah etmelidir.
Bununla beraber onu bu yardımı yapmaktan da alıkoyamayız. Fakat, o kişinin tevbe edip Allah'ın yoluna dönmesini tavsiye ediyoruz. [81]
Soru: Peygamberimizin doğum gününü kutlamak hakkında ne dersiniz?
Cevap: Şüphesiz, Rasûlullah insanlar için en büyük örnek, uyulacak en büyük önderdir. Allah onun hakkında şöyle buyuruyor:
Andolsun ki Rasûlullah, sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.
(Ahzab/21)
Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. (Ahzab/45)
Allah'ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik. (Ahzab/46)
Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatli, merhametlidir. (Tevbe/128)
Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.
Allah Rasûlünün liderliği ve önderliği, diğer liderlerin liderliği gibi değildir.
Rasûlullah veya sahabe devrinde Hz. Peygamber'in doğum günü kutlanmamıştır. Bu âdet sonradan çıkmış bir şeydir.
Bununla birlikte, İslâm'a aykırı davranmamak şartıyla Rasülul-lah'm doğum gününü anmak veya kutlamak güzel olur. Zira bu, Hz. Peygamber'in ahlâk ve siretini hatırlatır. Yüce Allah, şanlı kitabında şöyle buyuruyor:
Hatırlat çünkü hatırlatma mü'minlere fayda verir. Allah en iyi bilendir. [82]
Soru: Kaporasım verip bir miktar balık ısmarladığım satıcı, bir nakliye şirketini kefil gösterdi. Geminin batması nedeniyle balıklan teslim edemedi, benim zararımı kimin üstlenmesi gerekir?
Cevap: Sorudan anlaşıldığı kadarıyla kapora ödenmiş, alıcı ile satıcı arasındaki akit tamamlanmıştır. Ancak gemi battığı için satıcı malı teslim edememiştir. Bu durumda satıcı, ya malı teslim edecek, ya da aldığı parayı iade edecektir. [83]
Soru: Büyük ve küçük günahlar hangileridir?
Cevap: Bir müslümanm günahın büyüğünden de, küçüğünden de sakınması gerekir. İster büyük olsun, ister küçük olsun günahların hepsi kötüdür. İnsan, ancak tüm günahları terketmekle kemale erer.
Ancak günahların da dereceleri vardır. Bu nedenle din günahları, büyük ve küçük günahlar diye iki kısma ayırmıştır. Kebair, kebire'nin çoğuludur. Kebire fahiş ve çok çirkin demektir. Büyük günahlar, tevbe edilmeden bağışlanmayan, insanı cehenneme götüren günahlar diye tarif edilmiştir. İbn Abbas'ın rivayet ettiğine göre Allah'ın, işleyene ateş vaadettiği günahlar, büyük günahlardır. Yine büyük günahlar işleyene, had cezası gereken günahlardır şeklinde de tarif edilmiştir. Büyük günahların hangileri olduğu hakkında ihtilaf edilmiştir.
Büyük günahlann, şu dokuz günah olduğunu söyleyen alimler vardır: Haksız yere adam öldürmek, riba yemek, yetim malını yemek, iffetli bir kadına iftirada bulunmak, yalan yere şahitlikte bulunmak, ana ve babaya isyanda bulunmak, cihattan kaçmak, sihir yapmak, Mes-cid-i Haram'da ilhadda bulunmaktır.
Kimi âlimlere göre de büyük günahlar, kumar oynamak, hırsızlık yapmak, içki içmek, salih olan seleflere sövmek, hakimlerin haktan
dönmeleri, hevaya tabi olmak, bilerek yalan yere yemin etmek, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek* kişinin babasına küfretmesi, yer yüzünde bozgunculuk yapmak ve bunlara benzer şeylerdir.
Sagire'nin çoğulu olan segâir de küçük olan günahlardır. Küçük günahları, sahibinin hemen yaptıktan sonra pişmanlık duyduğu günahlar diye tarif edenler olmuştur.
Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de rahmetine işarette bulunmuş, büyük günahlardan sakınmaları hâlinde işledikleri küçük günahları bağışlayacağını ifade etmiştir. Allah şöyle buyuruyor:
Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız. (Nisa/3)
Ufak tefek kusurlar dışında, büyük günahlardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki rabbin affı bol olandır. (Necm/32)
Allah Şura suresinde de mü'minlerin vasıflarını sayarken şöyle buyuruyor:
Onlar, büyük günahkarlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar. Kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar. (Şura/37)
Allah Rasûlü de şöyle buyuruyor:
Beş vakit namaz, cuma namazı, Ramazan orucu, bu aralarda geçen günahlara kefaret olurlar. Tabii ki büyük günahlardan sakınmak şartıyla.
Şurasını da unutmamak lazımdır ki küçük günahlarda ısrar etmek onu büyük günah haline getirir.
Allah şöyle buyuruyor:
Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-is-tiğfar ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler. (Âl-iİmran/135)
İmam Kurtubi'nin büyük günahlar hakkında çok güzel bir tesbiti vardır, şöyle ki:
Büyük günahlar hakkında sahih ve hasen bir çok hadis-i şerif vardır. Ancak bu hadisler büyük günahların sayısını belirlememiştir. Ancak zarar vermek hususunda onların bazıları diğerinden büyüktür. Şirk ise bunların hepsinden büyüktür. Çünkü bu konuda kesin hüküm vardır. Şirkten sonra, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek gelir. Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, Kur'an'ı yalanlamak demektir. Çünkü Allah "Rahmetim her şeyi kuşatır" diyor. Yine Allah şöyle buyuruyor:
Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez. (Yusuf/87)
Sapıklardan başka kimse Allah'ın rahmetinden ümit kesmez.
Bundan sonra Allah'ın azabından emin olmak gelir. Çünkü Allah'ın azabından emin olmak insanları günaha daldırır. Allah şöyle buyuruyor:
Allah'ın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası Allah'ın (böyle) mühlet vermesinden emin olmaz. . (A'raf/99)
Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan sizi mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. (Fussilet/23)
Bunlardan sonra haksız yere adam öldürmek gelir. Bundan sonra da livata, zina, içki, yalan yere şahitlik, namaz ve ezanı terketmek gibi günahlar gelir. Livata neslin kesilmesine, zina neseblerin karışmasına, içki aklın ve zihnin örtülmesine, yalan yere şahitlik kanın, malın, ırzın mubah görülmesine, namaz ve ezanın terkedilme-si, İslâm'ın alâmet-i farikasının yok olmasına sebep olur. [84]
Soru: Gayr-ı müslim Kur'an-ı Kerim'e dokunabilir mi? Bir müs-lüman bir gayr-i müslimden hediye olarak mushaf alabilir mi?
Cevap: Mushaf Allah'ın kulu ve rasûlü Muhammed'e inzal ettiği vahiylerin iki kapak arasında toplanmış halidir. Bir kısım fakihlere göre gayr-i müslimlerin Mushaf a dokunmasına izin vermemek gerekir. Çünkü onlar iman temizliğinden mahrumdurlar.
Ve yine bazı fakihler cünüp veya abdestsiz olan kişinin de Mushaf a dokunmasını yasaklamışlardır.
İbn Ömer'in rivayetine göre Rasûlullah (s.a) kötülükte bulunmaları ihtimalinden dolayı mushafla düşman olan bir memlekete sefer etmeyi yasaklamıştır. Rasûlullah Amr b. Hazm'a yazdığı mektupta şöyle diyor:
Kur'an'a ancak temiz olanlar dokunsunlar. Burada Kur'an'dan maksat mushaftır.
Fakihler temiz olmayanların Mushaf a dokunamayacağına delil olarak şu ayet-i kerimeyi öne sürüyorlar:
Ona ancak temizlenenler dokunabilir. (Vakıa/79) Yani cünüp ve abdestsiz olanlar dokunamazlar.
Ancak bazı âlimler "ona ancak temizlenenler dokunabilirler" aye-tiyle Levh-i Mahfuzdaki kitabın kasdedildiğini söylemişlerdir. Kimisine göre de bu ayet, levh-i mahfuzdaki kitaba, ancak pak olan meleklerin dokunabileceğini ifade ediyor, "İnsanların elindeki mushafa ise me-cusi de, münafık da dokunabilir" demişlerdir.
Diyebiliriz ki: Eğer bir gayr-ı müslim Kur'an'ı okumak ve öğrenmek maksadıyla eline alıyorsa ona mani olmak doğru değildir.
Bir müslümanın bir gayr-i müslimden hediye olarak bir Mushaf almasında hiç bir mahzur yoktur. Bilakis Kur'an'ı korumak ve değerlendirmek için güzel bir şeydir. [85]
Soru: Hakiki mü'minlerin belirtileri nelerdir?
Cevap: Bu sorunun en güzel cevabı, Allah Teâlâ'nm şu ayetlerinde bulunmaktadır:
Mü'minler ancak Allah anıldığı zaman yüreklen titreyen, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçek mü'minlerdir. Onlar için rableri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır. (Enfal/2-4)
Ayet-i kerimede gerçek mü'minlerin bazı vasıfları sayılmıştır. Şimdi bunları ele alalım.
Onlar ki Allah anıldığı zaman yürekleri titrer.
Yani onlar Allah'ı anınca veya onlardan biri, başkasına zulme yeltendiğinde ona "Allah'tan kork ve O'nun azabından şakın!" denilince, kalbi titrer, korkar ve zulümden çekinir. Bu da onun imanına ve rabbi-nin hakkını gözettiğine işaret eder. Sanki o Allah'ın huzurundadır. Bu da onun imanının olgunluğunu ve kalbinin ayıklığım gösterir.
Onlar ki kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda imanları artar.
Yani onların dinlerine karşı olan sadakatleri günbegün artar. Ayetlerin ardarda gelmesiyle, delillerin çoğalmasıyla onların kalpleri ve göğüsleri açılır.
Onlar ki rablerine dayanıp güvenirler.
Yani onlar Allah'a dayanıyor, O'nun kaza ve kader sahibi olduğuna inanıyor, Allah'tan başka hiç kimseden bir şey beklemiyorlar. Yalnız Allah'a iltica ediyorlar. Onlar çalışmakla beraber, herşeyi Allah'tan bekliyorlar.
Onlar ki namazlarını dosdoğru kılarlar.
Yani onu zamanında, edeplerine, şart ve rükünlerine riayet ederek kılarlar.
Onlar ki Allah yolunda infak ederler.
Yani sadaka ve zekat verirler. Allah için, Allah'ın verdiği maldan, muhtaçlara verirler.
İşte onlar gerçek mü'minlerdir.
Yani onların imanı kemale ermiş, içleri ve dışları aynı olmuştur.
Rivayetlere göre Allah Rasûlü (s.a) ashabından Hârise'ye "Ey Harise! Nasıl sabahladın?" diye sorduğunda, "Mü'min olarak sabahladım" cevabını alır. Bunun üzerine "Delili nedir?" diye sorar. Harise de cevaben "Dünyadan el-etek çektim, gece uykusuz, gündüz susuz kaldım, âdeta rabbimin arşım ve cennet ehlinin birbirlerini ziyaret edişini ve cehennem ehlini gördüm" der. Hz. Peygamber "Doğru yoldasın, devam et!" der.
Allah Teâlâ Enfal suresinde de gerçek mü'minlerin sıfatlarından bahsederek şöyle buyuruyor:
İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü'minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. (Enfal/74)
Burada ayrıca, hakiki mü'minlerin vasıfları olarak Allah yolunda hicret ve cihad, din kardeşlerine yardım, hakka yardım ve ila-yı keli-metullah da sayılmıştır. [86]
Soru: Mekkeliler hangi mezhebe bağlıdır?
Cevap: Mekkeliler İmam Ahmed b. Hanbel'in mezhebi üzerinde-dirler. Bu mezhebi Arab yarımadasında yayan kişi ise Merhum Şeyh Muhammed b. Abdulvehhab'tır.
Suudi Arabistan'da umumiyetle tarikat yaygın değildir.
Şunu da hatırlatalım ki İslâm'ın ilk dönemlerinde tasavvuf ve tarikatlar mevcut değildi. Tasavvuf ve tarikatler, sahabe ve tabiin^ devrinden sonra ortaya çıkmıştır.
İslâm müntesipleri herşeyden evvel Kur'an ve sünnete yapışmalı-dır. Allah Rasûlü şöyle buyuruyor:
Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu kaybetmezsiniz. Onlar Allah'ın kitabı ve sünnetimdir.
Allah en iyi bilendir. [87]
Soru: Kadir gecesi hangi gecedir, o gece neler yapmalıyız?
Cevap: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Biz onu (Kur'an'ı) kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. O gecede, rablerinin izniyle melekler ve ruh (Cebrail), her iş için iner dururlar. O gece, esenlik doludur. Ta fecrin doğuşuna kadar. (Kadir/1-5)
Kadir gecesi Kur'an'ın kendisinde indirildiği gecedir. Leyle-i Kadir hüküm ve takdir gecesi demektir. Yani şerefli ve kadri yüce olan bir gecedir.
Meşhur olan görüşe göre kadir gecesi, Ramazanın yirmi yedinci gecesidir. Kadir gecesinin, soğuk ve sıcak olmayan bir gece olduğu, sabahında doğan güneşin şuasız ve beyaz olduğu söylenmiştir.
Müfessirler, akşam ve yatsı namazının kadir gecesinde cemaatle kılınmasını ve "Ey Allahım! Sen mağfiret sahibisin; affı seversin, beni affet!" sözünün çok tekrar edilmesini tavsiye etmişlerdir.
Onun fazileti hakkında çok şeyler rivayet edilmiştir. Ancak bunların mahiyetini ancak Allah bilir.
Doğru yola ileten ancak Allah'tır. [88]
Soru: Kadir gecesine, bu ismin verilmesinin sebebi nedir?
Cevap: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Ha, mim. Apaçık olan kitaba andolsım ki, biz onu (Kur'an'ı) mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyızdır. Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Çünkü biz, rabbi-nin bir rahmeti olarak peygamberler göndermekteyiz. O işitendir, bilendir. (Duhan/1-6)
Biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. O gecede rablerinin izniyle melekler ve ruh (Cebrail), her iş için iner dururlar. O gece esenlik doludur. Ta fecrin doğuşuna kadar. (Kadir/1-5)
Bu ayetlerden Kur'an'm kadir gecesi indirildiğini, o gecenin mübarek, şerefli ve kadri yüce bir gece olduğunu anlıyoruz. Ayrıca bu gecenin, Ramazan ayında olduğunu da öğreniyoruz. Bin aydan hayırlı olan bu gecede, her hikmetli işe hükmedilir.
Ayette geçen bin ay ile çokluk kastedilmiştir. Allah daha iyi bilir ama kadir gecesi binlerce aydan daha hayırlıdır.
Allah Rasûlü (s.a) Kadir gecesinin "Leyletüllah" yani Allah'ın gecesi olduğunu söylemiştir. Ondan mahrum olanlar bütün hayırlardan mahrum kalır. Çünkü onun en büyük hayrı Kur'an'dır. Çünkü Kur'an o gece inmiştir.
Rivayetler, Kadir gecesinin, Ramazan ayının son on gününde olduğu hususunda ittifak halindedir. Nitekim Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Kadir gecesini Ramazanın son on gününde arayınız. Başka bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:
Kadir gecesini Ramazan ayının son on gününün tek sayıh gecelerinde arayınız.
Bir başka hadiste de şöyle deniliyor:
Kim Kadir gecesini araştırmak istiyorsa Ramazan ayının son yedi gününde arasın.
Hz. Aişe'den gelen rivayetlere göre Ramazanın son on günü gelince, Allah Rasûlü (s.a) paçaları sıvar, gecelerini ihya eder, eşlerini de ibadet için uyandırırdı.
Yine Hz. Aişe'nin rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a) Ramazanın son on gününde Kadir gecesinin sevabına nail olmak için mescitte iti-kafa girerdi. [89]
Soru: Uzza nasıl ve kim tarafından yıkıldı?
Cevap: Ramazan ayının yirmi beşinde Allah Rasûlü (s.a) Halid b. Velid'i Uzza'yı yıkmak için gönderdi. Uzza büyük bir puthane idi. Ku-reyş, Kinane ve Mudar kabileleri o puthanede putlara tapıyorlardı. Onun bakıcıları da Benî Salim'den, Benî Şeyban idi.
Uzza, Kureyş'in ziyaret ederek hediye ve kurban sundukları putların en büyüğü idi. Kureyşliler putları için "Bunlar yüce kuğulardır ve bunların şefaatları umulur" derlerdi. Kureyş'in diğer önemli ve büyük putları ise Lat ve Menat'tır. Allah Teâlâ bunlar hakkında şöyle buyuruyor:
Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir.
(Necm/23)
Rivayet edildiğine göre Zeyd b. Anır b. Nüfeyl cahiliye döneminde putlara ibadet etmeyi terketmiş ve bu konuda şu şiiri söylemiştir:
Ben Lat ve Uzza'yı, cümlesini terkettim.
Basireti ve anlayışı olan kişi benim yaptığımı yapar.
Uzza ve kızlarına tapmam.
Benî Amr putlarını da, Hübeli de ziyaret etmem.
Onlar bir zamanlar bizim aklımız yetmiyorken bizim rabbimiz
idiler.
Rivayetlere göre Halid b. Velid Uzza'yı yıkmaya gittiğinde, onun bekçisi kılıcını putun boynuna takıp şöyle dedi: "Ey Uzza! Eğer sen Halid'i öldürmezsen, benim günahım senin boynuna olsun."
Halid b. Velid Uzza'ya yaklaştı Rasûlullah'ın emrettiği gibi onu yıktı. Dönüp Hz. Peygamber'e durumu haber verdi. Rasûlullah ona ne gördüğünü sorduğunda Halid b. Velid, hiçbir şey görmediğini söyleyince "Geri dön! Çünkü sen bir şey yapmamışsın" dedi.
Halid b. Velid, puthaneye doğru gelince, ondan kara bir cadının çıktığını gördü. Onun başını kesti ve şu şiiri söyledi:
Ey Uzza seni inkar ediyorum,
Seni takdis etmiyorum
Çünkü ben görüyorum ki Allah da seni reddediyor.
Sonra Halid b. Velid puthaneden ayrılıp durumu Peygambere bildirdi.
Bunun üzerine Allah Rasûlü şöyle dedi:
İşte o Uzza idi. Bundan böyle ona ibadet yapılmayacaktır.
Rivayete göre Ebu Eciha Said b. As b. Ummiye b. Abduşşems b. Abdulmenaf ölüm hastalığında iken Ebu Leheb onu ziyaret etti. Onun ağlaması üzerine de "Neden ağlıyorsun, yoksa ölümden mi korkuyorsun? Halbuki ölümden kurtuluş yoktur" diye sorunca, o şöyle cevap verdi: "Hayır ölümden korkmuyorum. Ancak benden sonra Uzza'ya
ibadet edilmeyeceği için ağlıyorum".
Ebu Leheb ona şöyle karşılık verdi: "Uzza'ya senin için ibadette bulunulmadı. Ona senden sonra da ibadet edilecektir. Sen müsterih ol!" Ebu Leheb'in bu sözünden sonra Ebu Eciha sevindi, ferahladı ve şöyle söyledi: "Şimdi inanıyorum ki arkamda bir halef bırakıyorum".
Ancak, onların bu temennileri gerçekleşmedi. Allah İslâm'ı gön-
derdi ve onunla insanları doğru yola iletti. İnsanlar putlara tapmaktan kurtuldular. [90]
Soru: Ayn-ı Calut muharebesi hakkında bilgi verebilir misiniz?
Cevap: Ayn-ı Calut muharebesi, h. 658 yılında, Ramazan ayının 25. gününde yukubuldu. Bu savaşta müslümanlar herşeyi yakıp yıkan Tatarlara (Moğollara) galip gelmişlerdir. O Tatarlar ki hicri yedinci asırda bütün İslâm beldelerini harap etmişlerdi. Onların yaptıkları zulümden insanların içi titrer, tüyleri diken diken olur. Ayn-ı Calut, müs-lümanlardan gasbedilen Filistin topraklan içinde Beysan ile Nablus arasında bir yerdir.
Bu muharebenin kahramanı hicri 650 yılında Mısır sultanı olan Muzaffer Kutuz Seyfeddin b. Abdullah el Muazza'dır. Sultan Salahad-din Yusuf, Tatarlara karşı Sultan Kutuz'dan yardım istedi. Çünkü İslâm toprağı istila edildiği zaman bütün müslümanların bu toprağı müdafaa etmeleri farzdır.
Sultan Kutuz Ramazan ayında herkesin savaşa hazır olmasını emretti. Gıda maddelerinin israf edilmemesini istedi. Herkes günde bir parça etle iftar etmekle yetiniyordu.
Sultan, askerleriyle beraber Ayn-ı Calut'a yürüdü. Tatar ordusu da orada bulunuyordu. Ramazan ayının yirmi beşinde cuma günü iki ordu karşı karşıya geldiler. Görülmemiş bir savaş oldu. Harbin başında müslümanlar çok zorlandılar. Sultan Kutuz bizzat savaşa iştirak etti ve şöyle dua etti: "Ey Allahım! Kulun Kutuz'a zafer ver." [91]
Soru: Allah Rasûlü Mekke'yi ne zaman ve nasıl fethetti?
Cevap: Mekke h. 8 yılında Ramazan ayının 20'sinde fethedildi. Onun fethiyle İslâm aziz oldu. Allah'ın kelimesi yüceldi. Bu münasebetle şu ayet nazil oldu:
İnsanların akın akın Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit rabbine hamdederek O'nu teşbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O tevbeleri çok kabul edendir. (Nasr/1-3)
Allah Rasûlü (s.a) Ramazanın ilk günlerinde Mekke'nin fethi için hazırlık yapmaya başladı. İslâm ordusu Ramazanın onunda harekete geçti, yirmisinde fetih gerçekleşti, yirmi beşinde ise tamamlandı.
Mekke'nin fethi İslâm'ın en parlak zaferidir. Böylece Allah dalalet ve sapıklığa bir set çekmiş, Mekke'nin saygınlığını muhafaza buyurmuştur.
Allah Rasûlü (s.a) ve müslümanlar Mekke'nin fethi için yola çıktıklarında oruçlu idiler. Resûlullah yolda orucunu bozdu. Bunun üzerine müslümanlarm kimisi orucunu bozdu, kimisi de orucuna devam etti. Allah Rasûlü, su istedi ve ashabının gözleri önünde içip onları da -savaşın zorluk ve meşakkatine daha iyi katlanabilmeleri için- iftar etmeye davet etti. Bir kısım insanların oruçlarını bozmadıklarını görünce, "bunlar isyancılardır dedi."
Allah Rasûlü (s.a) elinden geldiği kadar hareketini, aniden bastırıp Mekkelileri gafil avlayarak Mescid-i Haram'da kan dökülmesini önlemek için gizli tuttu.
Çoğu kez zafer sarhoşluğu insanları zulme ve zorbalığa sürükler. Ancak Rasûlullah (s.a) Mekke'nin fethinde âl-i cenaplık göstererek, bir kez daha âleme numune oldu. Kendisini Mekke'den çıkaranlara "Size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?" diye sordu.
Onlar da korku ve ümit arasında şöyle söylediler: "Senden ancak hayır bekleriz. Çünkü sen kerimoğlu kerimsin." O da onlara: "Haydi dağdınız hepiniz serbestsiniz" dedi.
Allah en iyi bilendir. [92]
Soru: Bedir gazvesi hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
Cevap: Hicretin ikinci senesinde Ramazan ayının on yedinci gününde meydana gelen Bedir gazvesiyle Allah (c.c) müslümanları galip kılmış, onlara fazlıyla muamelede bulunmuş, o büyük günün zaferiyle iman ve yakın ehli olan mü'minleri, şirk ve tuğyan ehli müşriklere galip getirmiştir.
Bedir gazvesi şöyle vukubulmuştur: Rasûlullah müşriklerin Şam'dan dönen ticaret kervanının Medine civarından geçeceği haberini aldı. Kureyş müşriklerinin hicret esnasında el koydukları müslü-manların mallarına bir karşılık olarak kervanın önünü kesmek için Allah Rasûlü müslümanları teşvik etti.
Hz. Peygamber, mücahitlerin azimlerini öğrenmek için onları topladı. Muhacirlerin temsilcisi öne atılarak şöyle dedi: "Ya Rasûlullah! Allah'ın sana emrettiği gibi yap! Biz seninleyiz. Allah'a yemin ederim ki biz sana İsrail Oğullarının Musa'ya dediği gibi demeyiz. Ancak biz sana şunu söylüyoruz: Sen ve rabbin savaşın, biz de sizinle beraber savaşacağız."
Allah Rasûlü bu söze çok sevindi. "Siz ne diyorsunuz?" der gibi Ensar'a baktı.
Bunun üzerine Ensar'ın temsilcisi ayağa kalktı ve şöyle söyledi:
Ya Rasûlullah! Biz şüphesiz sana inandık ve seni tasdik ettik. Senin getirdiğinin hak olduğuna şahitlikte bulunduk. Biz sana itaat edeceğimize söz verdik. İstediğin gibi yap, biz seninleyiz. Seni hidayete erdiren Allah'a yemin ederiz ki eğer kendinizi denize atın desen kendimizi denize atarız. Bizden tek kişi buna muhalefet etmeyecektir.
Allah Rasûlü buna çok sevindi ve şöyle söyledi: "Yürüyünüz, sizi müjdeliyorum: Allah bana iki şeyden birini vadetti."
Mücahitler, Allah'ın gözetlemesi altında idiler. Allah'a olan imanlan onları aydınlatıyordu. Allah'a olan güvenleri onların azimlerini keskinleştiriyordu. Mü'minler düşmanlarının üçte biri kadar olmalarına rağmen dağlar kadar sağlam ve sarsılmaz idiler. Neticede kahramanca çarpıştılar ve sebat ettiler. Allah da vaadini yerine getirdi ve onları zafere erdirdi. Az sayıdaki müslüman cemaati, çok sayıdaki müşrikleri yendi. Allah (c.c) ne güzel buyuruyor:
Mü'minleri zafere erdirmek üstümüze hak oldu. [93]
Soru: Cinlerin varlığına iman etmek gerekiyor mu?
Cevap: Dinen ve seran sabit olan bir gerçektir ki cinler de Allah'ın yarattığı mahluklardır. Onların varlığına inanmak gerekiyor. Onları inkar eden, dinin getirdiğini inkar etmiş olur. Kur'an cinlerin varlığını tesbit etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Cin suresi diye bir sure vardır. Allah cinlerden şöyle bahsediyor:
(Rasûlüm)! De ki: "Cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolundu:" "Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulade güzel bir Kur'an dinledik de ona iman ettik (artık) kimseyi rabbimize asla ortak koşmayacağız." (Cin/1-2)
Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa geçin, ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilirsiniz. (Rahman/33)
De ki: "Andolsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler. (İsra/88)
Hani cinlerden bir grubu, Kur'an'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kur'an'ı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine) "susun" demişler. Kur'an'ın okuması bitince uyarcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi. (Ahkaf/29)
Sahih-i Buharî'de, Nusaybin cinlerinden bir grubun Rasûlullah'ı ziyaret ettikleri rivayet ediliyor/
Cinlerin de mü'min ve kâfirleri bulunduğu, dolayısıyla ahirette hesaba çekilecekleri söylenmiştir. Bazıları hesaptan sonra onlara "toprak olun" denileceğini söylerken, bazıları da kâfir olan cinlerin cezalandırılacağını, mü'min olan cinlerin de mükâfatlandmlacağını söylemiştir. [94]
Soru: İçkili bir lokantada garsonluk yapmak caiz midir?
Cevap: Müslümanın işi, yediği ve- içtiği helâl olmalıdır. Eğer bir müslüman emr-i bil maruf, nehy-i anil münker yapamıyorsa, hiç olmazsa kötülüklerden uzak durmalıdır. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
İyilik ve (Allah'ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezası çetindir. (Maide/2)
Öyleyse müslüman, içkili bir lokantada çalışmamak, meşru ve helâl bir işe girmelidir. Zira Rasûlullah içki sunanı lanetlemiştir. İçki bütün kötülüklerin anasıdır.
Bir müslümanın, ücreti az da olsa içkisiz bir lokantada çalışması gerekir. Ancak bir müslüman, içkili lokantadan başka çalışacak bir yer bulamamışsa, meşru bir iş buluncaya kadar -mümkün mertebe içki sunmaktan kaçınmak şartıyla- zarureten orada çalışabilir. [95]
Soru: Müneccimleri (falcıları) tasdik etme hususunda İslâm'ın hükmü nedir?
Cevap: İstikbalden haber vermeyi din yasaklamış ve ondan sakın-dırmıştır. Bu Rasûlullah'ın yasakladığı kehanetin bir türüdür.
Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Kim yıldızlardan bilgi aldığını iddia ederse, o sihirden bir şube (parça) almış demektir. (İmam Ahmed ve Ebu Dâvud)
Sihir haram olduğuna göre müneccimlik de haramdır.
Rasûlullah (s.a) müneccimleri tasdik etmeyi kesinlikle yasaklamıştır. Hz. Peygamber müneccimleri tasdik hususunda şöyle buyuruyor:
Kim bir kahini veya falcıyı tasdik ederse, Muhammed'in getirdiği şeyi (Kur'an'ı) inkar etmiş olur. (Müslim ve İmam Ahmed)
Yine Allah'ın Rasûlü şöyle buyuruyor:
Kim falcıya gidip ondan bir şey sorarsa onun kırk gün namazı kabul edilmez. (Müslim ve İmam Ahmed)
Müslüman'a yaraşan gayb ilmini Allah'a havale etmesidir. Çünkü Allah şöyle buyuruyor:
Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. Onları O'ndan başkası bil-mez. O karada ve denizde ne varsa bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. (En'am/59)
Kıyamet vakti hakkında bilgi, ancak Allah'ın katmdadır. Yağmuru O yağdırır. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, herşeyden haberdardır. (Lokman/34) [96]
Soru: Süs için bahçelere hayvan veya insan heykeli dikmenin dinen hükmü nedir?
Cevap: Eğer heykel veya resimler ağaç, çiçek ve deniz gibi canlı olmayan şeylere aitse bunları dikmenin bir sakıncası yoktur. Ancak, insan veya hayvan gibi canlıların heykelini dikmek haramdır. Çocukların oyuncakları bu hükümden istisna edilmiştir. Bütün fakihler bu konuda müttefiktirler.
Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
Kıyamet gününde en şiddetli azaba çarptırılacak olanlar ressamlardır.
Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyuruyor:
Suret yapanlar, kıyamet gününde azaba çarpılırlar ve onlara şöyle denilir: "Haydi yaptıklarınıza hayat veriniz bakalım!"
Yine bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
Dünyada suret (resim) yapan kişiye, kıyamet gününde ona can vermesi teklif edilir Halbuki o ona can veremez.
Alimlere göre İslâm, şirk kapısını kapatmak için resim yapmayı haram kılmıştır.
Çağdaş fakihlere göre fotoğraflar caizdir. Çünkü onlar heykeller gibi bir bedene sahip değillerdir. Ayrıca onlara saygı makamında yer verilmiyor.
Bundan da anlıyoruz ki süs maksadıyla bahçelere hayvan veya insan heykeli dikmek caiz değildir.
Allah en iyi bilendir. [97]
Soru: Müslümanlar niçin dört mezhebe ayrılmıştır?
Cevap: İslâm'da yasamanın temeli iki kaynağa dayanır: Kur'an ve sünnet. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Size, sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Allah'ın kitabı ve sünnetim.
Bu iki şeyden herhangi birisinde sabit olan şeyin baş ve göz üstünde yeri vardır; müslümanlar bunu alırlar, uyar ve boyun eğerler. Ancak burada içtihat ve araştırma-inceleme konusu olan başka şeyler de vardır. Bu konular araştırma ve istinbatın geniş bir alanını işgal eder. İşte fıkıhçılar, âlim ve düşünürler bu alanda at koşturur/uğraş verir ve görüş bildirirler. Bunların başında da Ebu Hanife, Mâlik, Şafii ve İbn Hanbel gibi fıkıh imamları yer alır. Bunlara dört mezhep imamı denilir.
Bütün güçlerini Kur'an ve sünnetin anlaşılması ve bu iki kaynaktan hüküm çıkartmak için harcayan bu büyük ve basiretli imamları lütfetmiş olması Allah'ın kullarına bir rahmetidir. Çünkü insanlar ilim ve anlayışta aynı seviyede değildirler. Belli esaslar üzerinde birleşen ve bu esaslarda ayrılığa düşmeyen bu imamları kulları için hazırlaması Allah'ın onlara bir lütfudur. İnsanların geneli anlamadıkları ya da bilmedikleri dinin ameli hükümlerini veya pek çok teferruatını şu âyetin bir gereği olarak onlara sorarlar:
Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorunuz. (Nahl/43)
Bir müslümanın bu mezheplerden muayyen birine tâbi olması istenmez; bir meselede bir imamın görüşünü alırken, başka bir meselede diğer bir imamın görüşünü alabilir.
Fıkıh âlimlerinin istinbat ve içtihat mertebesine ancak dinde araştırmacı bilginlerin en iyilerinde bulunan bir takım özelliklerle ulaşabildiklerini de unutmamalıyız. İşte bunlardan birisi olan İmam Şafii şöyle diyor:
Bir kimsenin Allah'ın dininde fetva vermesi ancak şu şartlara sahip olduğu takdirde helâl olur: Allah'ın kitabım, Peygamber'in sünnetini, fasih Arabça'yı ve Arab şiirini, Kur'an'ı ve sünneti anlamada bunlardan ihtiyaç duyduğu kadarını en iyi şekilde bilecek, bütün bunların yanında çeşitli ülkelerdeki âlimlerin ihtilaflarından haberdar olacak, ayrıca yetenekli ve liderlik vasfına sahip olacak.
Böyle olursa bu kişinin helâl ve haram konusunda fetva verme hakkı vardır, böyle olmadığı zaman fetva verme hakkı yoktur. [98]
Soru: Fakihlerin ıstılahında farz ile vâcib arasında ne fark vardır?
Cevap: Farz şeriatın, yapılmasını bir zorunluluk olarak talep ettiği, yapmayan kişinin günahkar olduğu, kınandığı ve cezalandırıldığı şeydir. Fıkıhçılar farzı mahîum (kesin) veya lâzım (zorunlu) kelimeleriyle ifade ettikleri gibi, vâcib kelimesiyle de ifade ederler.
Fakat Hanefî mezhebi imamları vacibi seran farzın eş anlamlısı olarak görmezler. Onlara göre her ne kadar farz ve vâcib zorunlu bir emir ise de, farzın zorunluluğu kesin ve şüphe götürmez bir delil ile sabittir, vacibin zorunluluğu ise zannî bir delil ile sabittir. Meselâ hacda Safa ve Merve arasında say'etmek böyledir.
Farz-ı ayn, her mükellefin yerine getirmekle -mesela namaz gibi— zorunlu olduğu şeydir. Farz-ı kifaye ise bazı mükelleflerin yerine getirmesi halinde diğerlerinden düşen farzdır. Hiç kimse yapmazsa hepsi günahkar olurlar. Doktorluk, ticaret ve insanların ihtiyaçlarının karşılanması gibi millet için gerekli olan toplumsal görevlerin yerine getirilmesi farz-ı kifayenin örnekleridir. [99]
Soru: Mendub, sünnet ve mubah ne demektir?
Cevap: Mendub, şeriatın bir zorunluluk şartı koşmaksızın yapılmasını talep ettiği şeydir. Mendubu işleyen kimse sevaba nail olur, terkeden kimse ise günah kazanmış olmaz; cezalandırılmaz. Veya mendubu ifa eden övülür, terkeden şer'an kötülenmez. O halde mendub, her ne kadar yapılması tercih edilse de terkedilmesi de caiz olan
şeydir. Menduba ayrıca nafile, tatavvu, müstehab ya da ihsan isimleri de verilir.
Mendııbun da derece ve mertebeleri vardır. Bunlardan sünneî-i mü-ekkede Rasûlullah'ın (s.a) farz olmadığını belirtmesine rağmen terket-meksizin devamlı eda ettiği şeydir. Mesela sabah namazının farzından önce kılınan iki rekat sünnet, akşam namazının farzından sonra kılınan iki rekat sünnet, namazda Fatiha'dan sonra okunan sûre veya âyet gibi.
Rivayet olunduğuna göre bu sünneti terkeden kimse ayrplansa da cezalandırılmaz/günahkar olmaz. Ayıplanır, çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) devamlı eda ettiği bir sünneti yapmamakta ısrar etmiş gibi olur.
Mendubun kısımlarından sünneti gayr-i müekkede ise Hz. Peygamber'in (s.a) bazen yapıp genellikle terkettiği şeylerdir. İkindi namazından önce kılman dört rekat namaz, nafile sadakalar, haftanın pazartesi ve perşembe günleri tutulan oruçlar bunun örneğidir.
Âlimler derler ki: Mendub şer'i vacibin hizmetkârı olarak kabul edilir, vacibe devama vesile olur. Çünkü o, nefsin farzlara alıştınlma-sıdır. Mendubu edâ eden bununla farzın edasına yardımcı olur. Mendub, vacibin/farzın bir mukaddimesi ya da hatırlatıcısı gibidir.
Bilmemiz gerekir ki sünnetin, -farz olmamakla beraber- herkes tarafından tamamen ihmal edilmesi de haramdır. Çünkü sünnetin tamamen terkedilmesi, meselâ ezan gibi dini sembollerden herhangi bir sembolün terkedilmesi demektir. Ezan bir sünnettir, fakat bir toplumun onu engellemesi veya terketmesi caiz değildir. Fıkıhçıların şu sözü de bu manayadır:
Bir fiil cüz olarak (yani tek tek) mendub olduğu zaman kül olarak (yani bir bütün olarak) vâcib olur.
Mubaha gelince şeriatın mükellef kişiyi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı şeydir. Bu fiili yapmak veya terketmek kişinin tercihine bağlıdır. Yemenin, avlanmanın, yeryüzünde nzık için çalışmanın mübahlığı gibi. [100]
Soru: İslâm'ın sevap ve günah karşısındaki konumu nedir?
Cevap: İnsanın yaptığı şeylerden sorumlu olması, (onun) takibe-dilmesi, kontrol edilmesi ve hesaba çekilmesi için bir kanunun olmasını gerektirir. Hesap verme hukuku da bir ceza kanununa bağlı olmayı gerektirir. Ceza/yani amellerin karşılığı ya sevaptır veya günahtır. Bir iyilik yapıldığı ve vâcib olan şey istenilen şekilde edâ edildiği zaman bunun karşılığı sevaptır/mükafattır. Yapılması istenilen şey ihmal edildiği veya kötülük yapıldığı ya da kusur işlendiği zaman bunun karşılığı da cezadır. Sevabın dereceleri olduğu gibi günah ve cezanın da derece ve çeşitleri vardır.
Kur'an-ı Kerim "Allah her şahsı ancak gücünün yettiği şeylerle mükellef kılar. Herkesin kazandığı hayır kendine, yapacağı şer de kendinedir" derken önce sorumluluk ve hesap kanununu, sonra da sevap ve ceza kanununu belirlemektedir.
Bu âyet-i kerime kişiye yüklenecek yükümlülüğün o kişinin gücüyle sınırlı olması gerektiğine işaret etmektedir. Çünkü güç yetirile-meyecek şeylerin teklifi aklın, adaletli ve insaflı bir kanunun kabul edeceği bir şey değildir. Bu âyet-i kerime ayrıca bir eylemin karşılığının o eylemin cinsinden olacağına da işaret etmektedir. Bir insanın eylemi iyi ve güzel olduğu zaman onun kazanç hanesine kaydedilir, kötü ve bozuk olduğu zaman da zarar hanesine kaydedilir.
Kur'an-ı Kerim "Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir" (Fussilet/46) derken de bu anlama vurgu yapmaktadır.
Allah'ın yüce ve hikmetli kitabı bunun yanında, az veya çok, büyük veya küçük, kötülük veya iyilik olsun bir eylemin karşılığının eksik veya noksan olmayacağım, bilakis karşılığın verilen eyleme tam olarak mutabık olacağım belirtmektedir. Şu âyet-i kerime bunu ifade
etmektedir:
Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür, kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür. (Zilzal/7-8)
Kur'an-ı Kerim getirdiği ceza kanununun değişmez, sürekli, âdil, doğru ve iyiliğe iyilikle, kötülüğe kötülükle karşılık veren bir kanun olduğunu akıl ve gönüllere iyice yerleştirdikten sonra, onların güzel bir sevaba nail olmaları ve kötü bir ceza ile karşılaşmamaları için güzel eylemlere yönelmelerini teşvik eder. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
İman edip de güzel davranışlarda bulunanlar bilmelidirler ki biz, güzel işler yapanların ecrini zayi etmeyiz. (Kehf/30)
Allah Teâlâ söz söyleyenlerin en doğru sözlüsü, adil olanların en âdili ve vefakârların en vefâlısıdır:
Verdiği sözü Allah'tan daha çok tutan kim vardır? (Tevbe/111)
Bu ayet-i kerimede insan, hikmet ve rahmet sahibi bu ilâhın çağrısına icabete teşvik edilmektedir.
Bir ceza kanunu ancak içerisinde haksızlık ve zulme yer vermediği, iyi bir şey yapan kimseye az dahi olsa bir meşakkat, bir sıkıntı ve zorluk yüklemediği zaman adaletli ve erdemli bir ceza kanunu olur. Bunun için Hak Teâlâ şöyle buyurur:
Her kim, mü'min olarak iyi olanjşlerden yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkının çiğnenmesinden korkar. (Tâhâ/112)
Bir ameldeki niyet güzel oldukça ve bu amelin icrasında ihlas ve samimiyet bulundukça sevabı da o derece büyük olur. İhlasla bu eylemi gerçekleştiren kişinin en hayırlı yardımcısı da Allah Teâlâ'dır. işte Hz. Musa'yı (a.s) Şuayb'ın (a.s) kızlarına iyilik yapmaya ve yardım etmeye bu ihlas sevkediyor ve sonuçta güzel bir mükafata nail oluyor. Bu mükafat kızlardan birisinin güzel bir övgüsüyle başlıyor ve onunla evlilikle noktalanıyor. Bu konuda Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
Bunun üzerine Musa, onlann yerine (davarlarını) sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi ve: "Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra (lütfuna) muhtacım" dedi. O sırada o iki kızdan biri utana utana yürüyerek ona geldi: "Babam, bizim yerimize hayvanları sulamanın karşılığım ödemek için seni çağırıyor" dedi. Musa, ona gelince başından geçeni anlattı. O: "Korkma, artık o zâlim millet-
ten kurtuldun" dedi. Şuayb'ın iki kızından biri: "Babacığım! Onu ücretle tut. Çünkü ücretle tuttuklarının en iyisi (bu) güçlü ve güvenilir adamdır" dedi. Şuayb dedi ki: "Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o senden bir lütuf olur. Ama sana ağırlık vermek istemem. İnşaallah beni iyi kimselerden biri olarak göreceksin." (Kasas/24-27)
Şuayb'ın (a.s) kızının: "Ücretle tuttuklarının en iyisi güçlü ve güvenilir olandır" derken zikrettiği bu veciz/özlü ve anlamlı işarete çok iyi dikkat etmeliyiz. Çünkü bu iki özelliğin, bol sevabı hak edecek sa-lih amel işleyen kişide yeterince bulunması gerekir. Bu iki özellik kuvvet ve güvenilirliktir. Kuvvetin anlamı bir işin en güzel şekilde yapılması için gerekli olan güç demektir. Emanet/güvenirlilik ise insanın sorumluluğuna verilen her şeyin bir süreklilik içerisinde korunmasıdır.
Kur'an-ı Kerim şöyle Duyurulmaktadır:
De ki: "Yapacağınızı yapın! Amelinizi Allah da Rasûlü de, mü'minler de görecektir." (Tevbe/105)
Hadis-i şerifte şöyle buyururun
Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz.
Kişinin bir işi bir veya iki defa güzel şekilde yapıp sonra tembelleşmesi ya da ara vermesi önemli değildir. Önemli olan, az da olsa kişinin o işi devamlı yapmasıdır. Çünkü mutedil ve sürekli olan bir iş, çok ve kesintili olan bir işten daha hayırlıdır. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Allah'ın en sevdiği amel, az da olsa devamlı olandır. Bir diğer hadiste Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
. Yapacağınızı yapınız, doğruluktan ayrılmayınız ve dengeli olunuz. Her şey, ne için yaratılmışsa ona kolayca ulaşır.
Hz. Peygamber'in işçiyi, emeğinin karşılığı olan ücretini aldığı müddetçe ihanet veya hırsızlık yaparak ücretinin dışında başka bir şe-
ye elini uzatmaktan sakındırdığını görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Biz kimi bir işe görevlendirmiş de ona ücretini vermişsek, artık onun başka bir şey alması bir ihanettir, hırsızlıktır.
Yüce Kur'an, sâlih amel işleyen bir insanın güzel amelinin karşılığını/sevabını gördüğü zamanki sevincini ve günahkârların da kendilerini kuşatan kötü amellerini görüp onlardan kaçmak istediklerinde duydukları hüsran ve üzüntüyü şöyle tasvir eder:
Herkesin iyilik olarak yaptıklarını da, kötülük olarak yaptıklarını da karşısında hazır bulduğu günde (insan) isteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah kendisine karşı gelmekten sizi sakındırıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir. (Âl-i İmran/30)
Bazı işçiler insanların gözünü boyar ve yaptıkları işe şeklen parlak bir görünüm verirler. Gerçekte kusurlu ve bozuk bir iş yaptıkları halde işten anlamayanlarda sağlam ve düzgün bir iş yaptıkları intibaını bırakırlar. Şüphesiz bu bir hile ve aldatmadır. Hz. Peygamber (s.a) şu hadis-i şerifte benzen kişileri tehdit etmektedir:
Bizi aldatan bizden değildir.
Bu, insanlara ait herhangi bir işi üstlenen kişinin üzerinde uzun uzun düşünmesi ve ibret alması gereken caydırıcı bir tehdittir.
Sonra din bize faziletli bir toplumun alameti olan sorumluluk duygusunu öğretir. Ceza kanunu bu sorumlulukların neler olduğunu tayin eder, açıklar, çalışanlar arasındaki rekabet ve yarışı teşvik eder, adalet ve insafın gerçekleşmesine yardım eder. Bu cezanın/karşılığın ince ve doğru bir hesaba dayanması sonunda da bir sevap/mükafat ve cezanın belirlenmesi gerekir.
Din bize, iş yapan kişinin o işin kendi elinde bir emanet olduğunu, Allah'ın uyumadığını, onun görevinin, iyi niyet ve tam bir samimiyet içerisinde işini en güzel ve sağlam bir şekilde yapmak, üzerinde anlaştıkları süre içinde teslim etmek, aldatma, hile ve ihmalden sakınmak olduğunu daima hatırında bulundurması gerektiğini öğretir.
Din bize, işverenin de işçisine karşı adaletli ve insaflı olması, güç ve takatinin üstünde bir iş yüklememesi ve ücretini geciktirip savsaklamadan vermesi gerektiğini öğretir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
İşçinin ücretini teri kurumadan veriniz. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
De ki: "Yapacağınızı yapın! Amelinizi Allah da Rasûlü de, mü'minler de görecektir. Sonra gaybı ve şehadeti bilen Allah'a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir." (Tevbe/105) [101]
Soru: Vesvese neden kaynaklanır ve ona karşı koymak için yapılacak bir dua var mıdır?
Cevap: Vesvese, şeytanın fena düşünceleri insanın nefsine fısılda-masıdır. Sahih hadiste rivayet edildiğine göre şeytan insanın damarlarına kadar nüfuz eder. Bu hadis, insana vesvese veren sebeplerin çokluğunu anlatır.
Yine bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Şeytan birinizin yanına gelir ve ona "Şunu kim yarattı? Bunu kim yarattı..." diye sormaya başlar. Sonunda: "Allah'ı kim yarattı?" diye sorar. Kimin başına böyle bir şey gelirse Allah'a sığınsın ve bundan vazgeçsin.
Vesveseye maruz kalan kişi endişe ve paniğe kapılmamalıdır. Çünkü Allah Teâlâ mücerret vesveseden dolayı insanı cezalandırmaz. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Ümmetimin gönlüne gelen nefsâni temayülleri -fiilen işlemedikçe yahut diliyle söylemedikçe- Allah affedecektir.
Sahabe-i kiram Rasûlullah'a (s.a), şeytanın zaman zaman gönüllerine konuşulması zor şeyleri getirip bıraktığından şikayet ettiler. Hz. Peygamber şeytana işaret ederek onlara şöyle dedi: "Onun (şeytanın) hilesini vesveseye çeviren Allah'a hamd olsun,"
Vesveseye' maruz kalan kişinin Allah'a sığınmak suretiyle vesveseye direnmesi ve ondan kurtulmaya çalışması gerekir. Çünkü Kur'an şöyle buyurmaktadır:
Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (A'raf/200)
Aynca vesveseye maruz kalan kişinin Felâk ve Nâs süreleriyle Âyete'l-Kürsi'yi de okuması gerekir.
Vesveseye maruz kalan kişi rivayet edilen şu duayı da okuyabilir:
Ey gökleri ve yeri yaratan, gaybı ve görünen âlemi bilen herşeyin rabbi ve mâliki olan Allahım! Senden başka hiçbir ilahın olmadığına şahitlik ederim. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden ve onun şirkinden sana sığınırım. O'nun ismiyle başlarım. Göklerde ve yerde hiçbirşey O'nun ismiyle birlikte zarar veremez. O, işitendir, bilendir. Allahım! Dünya ve âhirette sen'den afiyet dilerim. Allahım! Dinimde, dünyamda, ailem ve malımda senden af ve esenlik diliyorum. Allahım kusurlarımı ört ve beni korkularımdan emin kıl. Allahım, önümden, arkamdan, sağımdan ve solumdan gelecek tehlikelere karşı beni koru.
Ya rabbi! Bana yardım et, benim aleyhime olacak bir yardımda bulunma. Bana doğru yolu göster ve hidayetimi kolaylaştır. Bana zulmedenlere karşı bana yardım et. Ey rabbim! Beni sana şükredici, seni zikredici, senden korkan, sana itaat eden, sana karşı mütevazı olan, yönünü sana dönen ve tevbe eden kullarından eyle. Ya rabbi! Tevbemi kabul eyle, günahlarımı temizle, dualarımı kabul eyle, delilimi kuvvetli, lisanımı doğru eyle, kalbime hidayet eyle.
Ey hayy ve kayyum olan Allahım! Senin rahmetini istiyorum. Bütün işlerimi düzelt. Bir an bile beni nefsime bırakma. Allah bana
kâfidir. O'ndan başka ilah yoktur. Ben sadece O'na tevekkül ederim. O, büyük arşın sahibidir. [102]
Soru: Bir yetimin velisi onu bir Kur'an kursuna yerleştirse, fakat yetim, Kur'an kursuna devam etmek istemeyip başka bir meslek Öğrenmeyi tercih etse, yetimin velisinin o yetimi dini eğitime zorlaması ya da onaltı yaşına geldiği için onu dilediğini seçmede serbest bırakması caiz midir?
Cevap: Şüphesiz din eğitimi ve dini öğretilerin bilinmesi her müs-lümanın üzerine vâcibtir. Çünkü din eğitim ve öğretimi dünya ve ahi-ret saadetine ulaşmanın bir vasıtasıdır. Velinin görevi bir yönden yetimin dinini öğrenmesi için en güzel şekilde himaye etmesi ve yönlendirmesi, diğer yönden de onun ihtiyaçlarını ve rızkını temin edecek şekilde eğitmesidir. Sözkonusu veli o yetimi önce bir Kur'an ve din eğitimi veren okula vermekle iyi etmiştir. Fakat yetim soruda da belirtildiği gibi artık yetişkin hale gelmiş ve büyümüştür. Veli bu yetimi hoşlanmayacağı ve razı olmayacağı bir okulda eğitim görmeye zorladığı zaman bunun sert bir tepkiye yol açacağından korkarız. Bu zorlama inatçılığa, din tahsilinden nefrete ve Allah'ın emrine karşı gelmeye sebep olabilir. İnsanın isteyerek ve severek yapmadığı bir eğitim ve öğretim verimli de olmaz. Bunun için biz bu veliye, bu yetime karşı hikmetli bir uslubla ve yumuşaklıkla yaklaşmasını, önce dini öğrenmenin müslüman için vazgeçilmez bir zorunluluk olduğunu ona Öğretmesini, bu esnada din eğitimine ilaveten onu onurlu ve erdemli bir hayat seviyesine ulaştıracak faydalı bir mesleğin öğretilmesi konusunda da onunla anlaşmaya varmasını öğütleriz.
Soru: Kişi uzun süre devam eden bir felakete maruz kaldığı zaman bu onun günahlarının silinmesine sebep olur mu?
Cevap: Hz. Peygamber'in sünnetinden anladığımıza göre kişi bir hastalığa, veya sıkıntıya veya bir belaya maruz kaldığı zaman buna sabreder, Allah'ın kaza ve kaderine razı olursa bu, kendisi için Allah katında sevaba vesile olur ve güzelce sabretmesinden dolayı Allah onun dilediği günahlarını siler.
Kur'an-ı Kerim'de de buna işaret edilmektedir:
Andolsun ki; sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele! O sabredenler, kendilerine bir bela geldiği zaman: "Biz Allah'ın kullarıyız ve O'na döneceğiz" derler. İşte rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır (Bakara/155)
Burada önemli olan, insanın Allah'ın kaza ve kaderine razı olması ve başına gelen şeylere sabretmesidir. [103]
Soru: Kelime-i şehadeti söylemeyen bir müslümanin hükmü nedir?
Cevap: Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:
İslâm, Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna inanman, namazı kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse hacca gitmendir.
Bu sahih hadisten açıkça anlaşılıyor ki bir insanın müslüman olabilmesi için kelime-i şehadeti söylemesi şarttır,
Hz. Peygamber'in (s.a) ''Allah'ın kullar üzerindeki hakkı Allah'a ibadet etmesidir1' sözüne, âlimler şöyle yorum getirmişlerdir: Yani dilleriyle ve kalpleriyle O'nu birlemeleri gerekir.
Evet, dilsiz olup konuşamayan müslümanın kelime-i şehadetin ihtiva ettiği anlama inanması yeterlidir. Yani Allah'tan başka ilah olma-
dığına ve Muhammed'in de O'nun elçisi olduğuna inanması yeterlidir. [104]
Soru: Mısır'ın asıl yerlileri putperest miydiler, yoksa bir dine mi inanıyorlardı?
Cevap: Mısır, Amr ibn el-As'ın eliyle müslümanlar tarafından fet-hedildiği günden beri Allah'ın arzında O'nun kinanesidir. İslâm, orada yayılmış ve nihayet nüfusunun ezici bir çoğunluğu müslüman olmuştur. Mısır mübarek Ezher Câmiinin bulunduğu beldedir. İslâm'ın ve Kur'an lisanının sağlam bir kalesidir. Hatta dünyadaki müslümanlann büyük çoğunluğu samimi olarak ve içtenlikle Mısır'ı İslâm âleminin lideri olarak görürler. Mısır'da soruda da belirtildiği gibi puta tapan kişiler veya topluluklar yoktur. Ancak bu soruyla Allah'ın dininin Mısır'ı aydınlatmadan ve İslâm'la müşerref olmadan Önceki Fravunluğun hâkim olduğu eski Mısır kastediliyorsa, o başka...
Evet, Mısır'da Hz. İsa'ya bağlı bazı Hrıstiyanlar bulunmakta ve Müslüman Mısır'ın gölgesinde din ve ibadet hürriyetinden yararlanmaktadırlar. Ayrıca Mısır'da az sayıda Yahudi de bulunmaktadır. Bunlardan ne Mısır'a ne de Mısırlılarla karşı herhangi bir düşmanca tavır görülmemiştir. [105]
Soru: Cuma hutbesinin sonunda hatip dua ettiği vakit, cemaatin ellerini havaya kaldırarak ve avuçlarını göğe doğru açarak amin demeleri gerekir mi?
Cevap: Bilginlerin çoğuna göre amin kelimesinin anlamı "Allahım kabul et" demektir. Bazı kimseler bu kelimenin Allah'ın isimlerinden bir isim olduğunu söylemişlerdir. Bir görüşe göre bu kelime: Öyle olsun demekti;-. Bir görüşe göre ise: Ümidimizi boşa çıkarma anlamına gelir.
Amiri kelimesi Fatiha sûresinden bir parça değildir. Çünkü Fatiha sûresi veleddâllin diye sona erer. Bu sebeple okuyucunun veleddallin dedikten sonra bir süre sükut etmesi ve bu kelimenin Kur'an'dan olmadığını belirtmek için daha sonra âmin demesi gerekir.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
İmam namazda âmin dediği zaman, siz de âmin deyiniz. Çünkü kimin âmin demesiyle meleklerin âmin demesi çakışırsa Allah onun geçmiş günahlarını bağışlar.
O halde af ve mağfiret, bu hadisin ihtiva ettiği dört mukaddimenin bir sonucudur: Birincisi imamın âmin demesi, ikincisi onun arka-smdakilerin âmin demesi, üçüncüsü meleklerin âmin demesi, dördüncüsü bunların birbiriyle çakışmasıdır. Meleklerin âmin demesiyle mü'minin âmin demesinin çakışmasının, kabullerinin çakışması olduğunu söyleyenler de, iki âminin aynı anda söylenmesinin kasdedildiği-ni söyleyenler de vardır. Bir görüşe göre de duadaki ihlas ve samimiyet özelliğinin aynı derecede olması kasdedilmiştir. Çünkü bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah'a, kesin kabul edileceği inancıyla dua ediniz. Biliniz ki Allah Teâlâ, gafil ve ilgisiz bir kalbin duasını kabul etmez.
Genel olarak İslâm'da duanın birtakım âdabı vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Dua için mübarek vakitleri kollamak; meselâ namazların arkasından, iftar esnasında, seher vakitlerinde ve mübarek günlerde dua etmek gibi. Dua esnasında kıbleye yönelmek de duanın âdâbın-dandır. Çünkü kıble, yönlerin en şereflisidir. Dua esnasında elleri kaldırmak da âdaptandır. Sahih-i Buharî&e rivayet edildiğine göre Ebû Musa (r.a) şöyle anlatır: "Hz. Peygamber (s.a) dua etti, sonra ellerini kaldırdı ve ben onun koltuk altlarının beyazlığını gördüm."
Yine Hz. Peygamber'den (s.a) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Sizin rabbiniz çok cömerttir. Ellerini kaldırdığı zaman kulunu boş çevirmekten haya eder.
Hz. Ömer'in (r.a) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a) dua ederken ellerini kal&rdığı zaman yüzüne sür medikçe geri indirmezdi.
Durum ne olursa olsun duada görünüş ve şekle değil ihlas ve kal bin diriliğine önem verilir. Daima Cenab-ı Hakkın şu ayetini hatırla mamız gerekir:
Kullarım sana, beni sorduğunda söyle onlara: Ben çok yakınırr Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O hal de kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar k doğru yolu bulalar. (Bakara/186) [106]
Soru: Bir müslümamn tekrarlaması gerekli bazı teşbihleri öğren mek istiyorum. Bu hususta bilgi verirmisiniz?
Cevap: Malumdur ki sözlerin en doğrusu Allah'ın Kitabıdır. Ora da Allah'ın teşbih edilmesine ve yüceltilmesine işaret eden âyetler var dır. Nitekim Rum sûresinde şöyle buyurulur:
Akşamlarken ve sabahlarken, öğle ve ikindi vaktinde Allah'ı tes bih edin (namaz kılın) ki, göklerde ve yerde hamd O'na mahsus tur. Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarıyor; yeryüzünü ölümü nün ardından O canlandırıyor. İşte siz de kabirlerinizden böyle çı karılacaksınız. (Rum/17-19)
Yunus sûresinde de şöyle buyurulur:
İman edip güzel işler yapanlara gelince, imanları sebebiyle rable ri onları doğru yola eriştirir; nimet cennetlerinde onların altların dan ırmaklar akar. Onların oradaki duaları: "Seni noksan sıfatlar dan tenzih ederiz" sözleridir. Orada birbirleriyle karşılaştıkça soy ledikleri ise Selam'dır. Onların dualarının sonu da şudur: "Hamc âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur."
Hz. Peygamber'in de teşbih ve hamdi hatırlatan çok sayıda hadis vardır. Meselâ bunlardan birisi şudur:
Allah'tan başka ilah yoktur, sadece O vardır. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd O'na mahsustur, diriltir ve öldürür. O'nun her şeye gücü yeter.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Gökleri ve yeri yaratan, gaybı ve şehadeti bilen, her şeyin rabbi ve meliki olan Allahım! Ben şahitlik ederim ki senden başka ilah yoktur. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden ve şirkinden, kendime ve müslümanlara kötülük etmekten sana sığınırım.
Yine Hz. peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Allahım! Senden dinimde, dünyamda, ailem ve malımda af ve esenlik diliyorum. Allahım! Benim kusurlarımı Ört, korkularımdan beni emin kıl. Allahım! Önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden gelecek tehlikelere karşı beni muhafaza eyle. Altımdan gelecek bir kötülüğe karşı senin azametine/büyüklüğüne sığınırım. [107]
Soru: Gerçek bir müslümamn radyo ve televizyon alıp bunları dinleyip seyretmesi caiz midir?
Cevap: Radyo ve televizyon, bilgilenme ve kültür edinmede insana yararlı olan birer yayın aracıdırlar. Özellikle radyo ve televizyonculukla uğraşanlar onu iyilik ve kamu yararı doğrultusunda güzel bir şekilde yönlendirdikleri, dine, ahlâka, fazilete, örf ve adetlere aykırı şeylerden onları temizledikleri zaman daha faydalı birer araç. haline gelmiş olurlar.
Dindar bir müslüman faydalı programlarını dinleyip seyrederek onlardan faydalanabilir, din ve ahlâkına zararlı gördüğü programlar esnasında onları kapatabilir.
Gücü yettiği ve zaruri ihtiyaçları için gerekli olan parayı bunlara
harcamadığı müddetçe bir müslümamn hem radyo, hem de televizyon sahibi olmasında hiçbir sakınca yoktur. [108]
Soru: Hz. Peygamber'in (s.a) Hendek/Ahzab savaşı münasebetiyle ashabıyla birlikte kazmış olduğu hendek günümüze kadar varlığını muhafaza edebilmiş midir?
Cevap: Hz. Peygamber'in (s.a) Ahzab savaşında arkadaşlarıyla birlikte kazmış olduğu hendek günümüzde mevcut değildir. Her ne kadar yeri yaklaşık olarak bilinse de bugün artık ondan bir iz veya bir çukur kalmamıştır.
Güvenilir kaynaklarda onun bulunduğu yer ve hudutlarını hassas bir şekilde anlatan bilgileri bulamadığımız müddetçe onu aslına uygun şekilde belirlemek çok zordur. [109]
Soru: İnsanların kendi kendilerine öç almaları konusunda dinin görüşü nedir?
Cevap: el-Kisâsu fi'î-Isîâm isimli kitabımda şöyle demiştim: Hiç bir kayıt veya nizam olmaksızın herkesin kendi intikamını kendisinin alması serbest olsaydı çok büyük bir felaket olurdu. Çünkü intikam sahibi husumetin bir tarafıdır. Kendisini hâkim yerine koyarsa atacağı adım ve tasarruflarında doğruyu göremez. Bu sebeple İslâm bir davada, taraf olmayan kimsenin karar vermesini, hâkimin tarafsız olmasını şart koşmuştur. Yine İslâm hakimin her türlü şüphe ve şaibeden uzak olan özelliklere sahip olmasını da şart koşmuştur. Bir kişinin aynı anda hem hâkim hem de taraf olması mümkün değildir.
İslâm şeriatı kısas ve hadlerin/cezaların uygulanmasını veliyyü'l-emr'in/yöneticinin yetkisine vermiştir. Devlet başkanı suçları önler, vu-kubu&n suçlan tesbit eder ve Allah ve Rasûlünün hükmüyle hüküm H&rir. Cezaların ödeme zamanım belirler, gerekli ortamı hazırladıktan sonra uygulamaya nezaret eder.
Bununla beraber İslâm, maktulün velisine -yani kısas talep eden yakınma- yukarıdaki şart ve aşamalardan sonra en güzel şekilde yapabilecek güce sahip olmak şartıyla kendi kendine kısası uygulama izni de verir.
Buna gücü yetmiyorsa veya bu işi hakkıyla yapacağına güvenemi-yorsa bu konuda bir başkasını kendisine vekil tayin edebilir veya devlet başkanı bu cezayı güzelce uygulayacak birisini görevlendirebilir.
Bazı çağdaş fıkıhçılar diyorlar ki: Cezaları/hadleri uygulamak ve-liyyü'l emrin görevidir. O bu görevi ihmal ederse bunu uygulamak bütün fertlerin üzerine bir borç olur ve uyguladıklarında suçlu duruma düşmezler. Bir kişinin uygulaması halinde, diğerlerinden sorumluluk düşer. Çünkü hadleri uygulamak hâkim olsun, mahkum olsun bütün fertleri bağlayan farizalarındandır. Ancak bu hadler uygulandıkları zaman sorumluluktan kurtulurlar.[110]
Soru: Zübeyir ibn el-Avvam ve Talha gibi cennetle müjdelendik-leri halde Cemel savaşında öldürülenlerin durumu hakkında İslâm'ın hükmü nedir? Halbuki Hz. Peygamber (s.a) bir hadis-i şerifte: "Birbiriyle savaşan müslümanlardan ölen de öldürülen de cehennemdedir" buyurmaktadır.
Cevap: Hz. Peygamber'in (s.a) sahabileri Allah yolunda çok büyük cihat yapmışlardır. Özellikle Hz. Peygamber'in hadislerinde Övü-lenler başta olmak üzere İslâm'ın risaletini/mesajını taşımada ve insanları Allah'ın doğru yoluna çağırmada onlar öncü olma faziletine sahiptirler. Bunların başında da, iman ve cihatlarının, Allah yolundaki gay-
retlerinin bir karşılığı olarak Hz. Peygamber (s.a) tarafından cennetle müjdelenenler gelir.
Onlar artık rablerine kavuşmuş ve ahirete gitmişlerdir. Onların durumları öncesiyle sonrasıyla hakimler hakimi ve adaletlilerin en adili olan Allah'ın vereceği hükme bağlıdır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Takva sahipleri cennetlerde ve ırmakların kenarlarında güçlü ve yüce Allah'ın huzurunda hak meclisindedirler. (Kamer/54-55)
Vakıa sûresinde de şöyle buyurulur:
İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını almakta da önde olanlardır. Naim cennetlerinde Allah'a en çok yaklaştırılmış olanlar işte onlardır. (Vâkıa/10-11)
Tevbe sûresinde ise şöyle buyurulur:
İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır, işte büyük kurtuluş budur. (Tevbe/100)
Bu sahabilerden bazıları, Cemel savaşı gibi iç savaşlara katılmış-larsa da bunlar müctehit idiler ve yaptıklarının doğru olduğuna inanarak savaşıyorlardı. Onların durumları Allah'a havale edilir. Katilin de maktulün de cehennemlik olduğunu söyleyen hadise gelince; öyle anlaşılıyor ki bu hadiste düşmanlık ve azgınlık niyetiyle ve şehevi arzularla nefsini tatmin etmek için savaşanlar kastedilmektedir. [111]
Soru: Kabakabiniye ismi İslâmi bir isim midir?
Cevap: Bu ismin ne Arabça'da, ne de Kur'an ve İslâm'da bir anlamı vardır. İslâm dini, müslümanları evlatlarına güzel isim koymaya teşvik etmiştir. Rivayet olunduğuna göre isimlerin en hayırlısı hamd ve
ahd kökünden türeyenlerdir. Abdullah, Abdurrahman, Abdurrahim veya Ahmed, Mahmud, Muhammed ve Hâmid gibi... Soruda zikredilen isme gelince, anladığımız kadarıyla bu, İslâmi bir isim değildir. Şayet değiştirme imkanı varsa değiştirmesi ve İslâmi bir ismi tercih etmesi daha güzel olur. Şayet değiştiremiyorsa Allah Teâlâ affeder. [112]
Soru: Kur'an-ı Kerim veya ezan okunurken konuşan kimse mür-ted olur mu?
Cevap: Kur'an-ı Kerim Allah'ın kelamı, dininin esası, Allah'ın sağlam ipi, apaçık nurudur. Kur'an'ı önder ve rehber edinmek ve gücü yettiğince onu okuyarak üzerinde düşünmek veya dinleyerek tefekkür etmek her müslümanm görevidir. Hz. Peygamber'in (s.a) bize haber verdiğine göre Kur'an okumasından dolayı kişi rabbinin sevabına nail olur. Ağzından çıkan Kur'an'm her bir harfi sebebiyle yaratıcısı tarafından bir sevapla mükafaatlandırılııv
Müslümana yakışan şey, Kur'an'ı işittiği zaman en güzel edep, yöneliş ve ihtimam tavrı içinde bulunmaktır. Allah Teâlâ A'raf sûresinde şöyle buyuruyor:
Kur'an okunduğu zaman ona kulak verin, dinleyin ki merhamet olunasımz. (A'raf/207)
Kulak vermek ancak bir niyet ve kasıtla olur. Dinlemek ise işitenin işittiğini gereğince düşünebilmesi için susması ve sukut etmesidir.
Rasûlullah (s.a) Abdullah ibn Mes'ud'a (r.a) şöyle dedi:
- Bana Kur'an oku!
- Ey Allah'ın Rasûlü! Bu Kur'an sana inip dururken ben mi sana okuyacağım?
- Evet, onu başkasından dinlemek hoşuma gider.
Bunun üzerine İbn Mes'ud Nisa sûresinden okumaya başladı. Nihayet: "Her ümmete bir şahit getirdiğimiz ve ey Muhammed, seni de bunlara şahit getirdiğimiz vakit durumları nasıl olacak?" (Nisa/41) âyetine geldiği zaman Hz. Peygamber: "Artık yeter" dedi.
Abdullah ibn Mes'ud (r.a) bir de baktı ki Hz. Peygamber'in gözlerinden yaşlar dökülüyor. Bu, üzüntüsünün şiddetinden kaynaklanıyordu.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
Kur'an-ı Kerim'i, kalpleriniz onun üzerinde ittifak ettiği zaman okuyun. Eğer Kur'an'da ihtilafa düşerseniz kalkın (dağılırı.)
İbn Kesir'in ifade ettiğine göre bu hadisin manası şudur: Hz. Peygamber ümmetine yol gösteriyor ve onları yoğun ve kafaları başka şeylerle meşgulken değil, kalpleri Kur'an okumada ittifak halindeyken okumaya teşvik ediyor. Çünkü ancak o zaman maksat hasıl olur.
Buradan anlaşılıyor ki bir müslümanm Kur'an-ı Kerim'i düşünerek ve tam bir sükunet ve saygı içinde sessizce dinlemesi gerekir.
Fakat bu, Kur'an-ı Kerim'i dinlerken konuştuğu için bir insanın mürtet olmasını gerektirmez. Kur'an okunurken konuşan kişi, şüphesiz hata işlemiş, Kur'an'm yüceliğine ve büyüklüğüne layık olmayan bir tavır takınmıştır. Fakat bu, Allah korosun kişiyi dinden çıkarma
noktasına getirmez.
Bir müslümanm ezanı da dinlemesi, müezzinin söylediklerini tekrar etmesi ve müezzin "Hayye alessalah ve hayye ale'l-felah" dediği zaman da "la havle velâ kuvvete illâ billah" demesi gerekir. Sadece başka bir vâcible meşgulken bunları söylemeyebilir. [113]
Soru: Kasıtsız olarak dine söven kimse hakkında İslâm'ın hükmü nedir?
Cevap: Dine sövmek çok iğrenç bir suçtur, büyük bir günahtır. Bu günahı işleyen kişi cezalandırılır. Çünkü dine sövmek, dini küçümsemeye ve onun saygınlığını hafife almaya delâlet eder. Bu iğrenç suçu işlemek hiçbir müslümana yakışmaz. Dine sövmek suretiyle Allah'ın mukaddesatına saldıran kişileri tam bir kararlılıkla engellemek müslü-manlann yöneticilerinin görevidir.
Allah'ın yüce kitabı, -onların da Allah'ın dinine ve mukaddesatına sövmemeleri için- müşrik ve kafirlere sövmemizi yasaklamıştır. En'am sûresinde bu konuda şöyle buyururun
Allah'tan başkasına tapanlara sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini cazip gösterdik. Sonunda dönüşleri rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir. (En'am/108)
Bir müslüman nasıl olur da dine sövebilir. Uyurken mi, yoksa ne dediğini bilmeyecek kadar akli dengesini yitirmişken mi, doğrusu anlayamıyorum. Çünkü Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Ümmetimden üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Erginlik çağına gelinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan, akü-lanıncaya kadar deliden.
Acaba bu kişi bunlardan birisi midir? [114]
Soru: Sınıflararası mesafenin kapatılmasında İslâm'ın rolü/konumu nedir?
Cevap: Sosyal adalet tabiri, belki de İslâm'ın, insanlararası kardeşlikten, yardımlaşma ruhunun yayılmasından, aralarındaki büyük farklılıkların giderilmesinden ve önlerine dengeli ve eşit fırsatların sunulmasından kastettiği şeyi ifade etmek üzere kullanılan en doğru tabirdir. İslâm'ın bu erdemli sosyal adaleti gerçekleştirmek için en güzel alt yapıyı hazırladığını ve derece derece, aşama aşama bunu gerçekleş-
tirdiğini unutmamamız gerekir. İslâm, müslümanları vermeye ve iyilik yollarında harcama yapmaya teşvikle işe başlar. Bu konuda çok sayıda ayet ve hadis bulunmaktadır. İslâm zekatı farz kılmış ve onu temel esaslarından biri olarak kabul etmiştir. Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Mallarında isteyene ve isteyemediği için mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar... (Meâric/24-25)
Sonra hicret olayı gerçekleşti. Müslümanlar Mekke'den Medine'ye intikal ettiler. İslâm toplumu belli başlı iki temel unsur üzerinde yükselmeye başladı. Birinci unsur, yurtlarından, evlerinden barklarından çıkmaya zorlanan Muhacirler, diğer unsur ise kendi evlerinde, barklarında ve akarlarında oturan Ensar'dır.
Hz. Peygamber (s.a) mal mülk sahibi Ensar ile, hiçbir şeye sahip olmayan Muhacirler arasında bir çeşit denge ve yardımlaşma düzeni kurmayı amaçladı. Bu dengeyi de şu ayetler gereğince, Muhacirler ile Ensar arasında kurduğu iman kardeşliği temeli üzerine inşa etti:
Mü'minler ancak kardeştir. (Hucurat/10)
O'nun nimeti sayesinde kardeşler haline geldiniz. (Âl-i İm-ran/103)
Şüphesiz bu insanlar bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir, ben de sizin rabbinizim. Öyleyse benden sakının. (Mü'minun/53)
Peygamber (s.a) Muhacirler ile Ensar arasında bir kardeşlik kurdu. Bu kardeşlerden her biri diğeriyle yardımlaştı, birbirlerinin sıkıntı ve sevinçlerini paylaştı. Bunlardan birisi öldüğü zaman sanki ana-ba-ba bir kardeş gibi diğeri ona mirasçı oluyordu. Ensar bu yeni sosyal şekillenmeyi, üzerine yüklenmiş ağır bir yük olarak algılamadı, bilakis gönülden bu duruma razı oldular, en yüce ve soylu duygularla şefkat ve sevecenlikle bu durumu kabullendiler. Muhacirler de bu fırsatı isti-mar etmediler. Bilakis Ensar kardeşlerinin onların sıkıntılarına ortak olmalarını yeterli gördüler ve hemen çalışıp para kazanmaya koyuldular. Hatta pek çokları mal ve servetçe Ensar kardeşiyle eşit seviyeye gelirken, bazı Muhacirler servet yönünden Ensarı da geçtiler.
Rasûlullah (s.a) bu kardeşlik sorumluluğunun özellikle mirasla ilgili konularda muvakkat ve belli bir süreyle sınırlı olduğunu biliyordu. Allah Teâlâ'nm: "Allah'ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine vâris olmaya daha uygundurlar" (Enfal/75) âyeti inince miras da soy akrabalığına geri dönmüş oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) sınıf-lararası dengesizliği gidermek ve onlar arasında dengeyi gerçekleştirmek için daha cazip bir fırsat kollamaya başladı. Allah Teâlâ Beni Nadir savaşında bazı ganimetler nasib etti. Bu ganimetler savaş olmaksızın gelmişti. Hz. Peygamber bu ganimetleri Muhacirlere dağıttı. Çünkü onlar bir şeye mâlik değillerdi. Fakir ve yardıma muhtaç iki Ensarî hariç, bu feyden Ensara hiçbir şey vermedi. Çünkü onların evleri ve arazileri vardı.
Bu ganimetlerin sadece Muhacirlere dağıtılmasıyla onların da maddi ve ekonomik seviyeleri Ensar kardeşlerinin seviyesine yaklaştı. Kardeşlik, sevgi, karşılıklı yardımlaşma ve vargücüyle çalışma esasları üzerine kumlan yeni bir toplum inşa etmek üzere mücadeleci ve çalışkan bir hayatın içerisine atıldılar.
Allah'ın verdiği renge uyun. Rengi Allah'mkinden daha güzel olan kim vardır? "Biz O'na kulluk edenlerdeniz" deyin! (Bakara/138)
Bu, Allah'ın bir lütfudur. Bilen olarak Allah yeter. [115]
Soru: Şehadet kelimesiyle kasdedilen nedir? Bu kelimelerin İslâm nazarındaki yeri nedir? Bunlar ne anlama gelir?
Cevap: İslâm'da keîime-i şehadet denilince "Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasûlühu" kelimeleri kastedilir. Kelime-i şehadet tabiriyle müslümanların geneli arasında bu söz anlaşılır. Bu kelimeler Allah ve Peygamberine imana şehadeti ifade eder.
Kelime-i şehadet dinin temeli ve direğidir. Bu olmadan bir insanın müslüman ve mü'min olması mümkün değildir. Bu sebepledir ki
Rasûlullah (s.a) kelime-i şehadeti İslâm'ın esaslarından birincisi olarak zikretmiştir. Abdullah ibn Ömer'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle demiştir:
İslâm beş şey üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun elçisi olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak ve gücü yeterse haccetmek. (Buharı ve Müslim)
Dikkat edersek, kelime-i şahadetin yukarıdaki hadiste zikri geçen diğer esasların da temeli olduğunu görürüz. Bir kimse kelime-i şeha-dete inanmazsa namazı da, zekatı da, orucu da, haccı da kabul edilmez. Bu sebeple âlimler demişlerdir ki: Kelime-i şahadeti söylemeyen veya manasını kabul etmeyen bir kimsenin müslümanlığı da ortadan kalkar.
Kelime-i şehadet şartının yerine gelmesinden, onun sadece dille söylenilmesi kastedilmemiştir. Bu şartın tahakkuku ancak insanın bu kelimeyi kalbiyle tasdik etmesi, aklıyla kanaat getirmesi, sonra da bu iman ve tasdikini diliyle ifade etmesiyle olur. (Kalpte) saklı bu itikat "Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah" kelimeleriyle açıklanır.
Bunun birinci kısmının anlamı şudur: Allah Teâlâ'dan başka gerçek bir mabut yoktur. Çünkü O, âlemlerin rabbidir, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Kur'an-ı Kerim pek çok yerde bu gerçeği ifade etmiştir. Şu ayetler bunun örneğidir:
Tanrınız bir tek tanrıdır. O, merhamet eden, merhametli olandan başka tanrı yoktur. (Bakara/163)
Tanrınız birdir. O, hem göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin rab-bi, hem de doğuların rabbidir. (Saffat/4-5)
Allah buyurdu ki: İki tanrı edinmeyin! O ancak bir tanrı'dır. O halde yalnız benden korkun! (Nahl/51)
De ki: "O, Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. O'nun hiçbir dengi yoktur." (İhlas/1-4)
Kur'an bu büyük tanrının birliğine şu ayetle delil getirmiştir:
Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulurdu. (Enbiya/22)
Allah'ın ilahlık ve rabliğine de, O'nun eşsiz ve benzersiz bir şekilde yaratıcılığını delil getirmiştir. Bu konuda Allah şöyle buyuruyor:
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. (Âl-i İmran/190)
Bu şehadet imanı, itaati, Allah'a boyun eğmeyi ve şirkten uzaklaşmayı gerektirir.
Kelime-i şehadetin ikinci bölümünün anlamı Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik etmektir. Yani insan bu sözlerle Hz. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna, Allah'ın vahyinin güvenilir bir bekçisi olduğuna, rabbinden alıp tebliğ ettiği şeylerde doğruyu söylediğine ve ona itaatin Allah'a itaat demek olduğuna inanır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Rasûlüm! De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Âl-i İmran/31)
Kim Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur.
Bu şehadet bir insanın peygamberden geldiği kesin olarak bilinen bütün emirlere uymasını gerektirir. Kur'an Hz. Muhammed'in peygamberliğini isbat ederken buna da hükmeder:
Muhammed Allah'ın elçisidir. (Fetih/29)
Ey Peygamber! Biz seni şahit, müjdeci uyarıcı, Allah'ın izniyle O'na çağıran, nurlandıran bir ışık olarak göndermişizdir. (Ah-zab/45-46) [116]
Soru: Sünnet olan amellere farzların edası tamamlandıktan sonra mı yönelmelidir?
Cevap: Sünnet namaz denilince vâcib olmayan namaz kastedilir. Buna nafile veya tatavvu namazı ismi de verilir. Allah Teâlâ nâfile/ta-tavvu namazı, farzların edasında herhangi bir eksiklik olabilir diye meşru kılmıştır. Hz. Peygamber'in (s.a) bir hadisinde şu ifadeler geçer:
Kıyamet gününde insanların ilk hesaba çekilecekleri ameli namazdır. Allah bilir ya rabbimiz meleklerine: "Kulumun namazına bakınız, tamam mı, yoksa eksik mi?" diye soracak. Eğer tamam ise tam olarak yazılacak, eğer bir eksiklik var ise Allah Teâlâ: "Bakın bakalım, kulumun nafile ibadeti var mı?" diye soracak. Eğer nafilesi varsa şöyle diyecek: "Nafilesinden alarak kulumun farzını tamamlayın!" Sonra ameller bu şekilde hesab edilir.
Sünnet olan namaz, ya farz namazlardan önce edâ edilir -ki bunun durumu malumdur- veya farz namazlardan sonra edâ edilir. Sün-net/nâfile namazların amacının, farzın edasında ortaya çıkabilecek eksiklikleri gidermek olduğuna göre, kendisinden kastedilen hikmetin gerçekleşmesi için nafile ibadetlerin farzların edasından sonra yapılması doğaldır. [117]
Soru: Kahire'de bulunan en yaygın fıkhî mezhep hangisidir?
Cevap: Kahire'de dört mezhebin de müntesipleri vardır. Bunlar Hanefîler, Şâfiiler, Mâliki ve Hanbelîler'dir. Bunların içinde özellikle tahsilli ve kültürlüler arasındaOı yaygın olanı Hanefî mezhebidir. Belki de bunun sebebi, Mısır'ın asırlar boyu Hanefî mezhebinin hakimiyeti altında kalmış olmasıdır. Çünkü bu zaman zarfında devletin resmî mezhebi, Hanefî mezhebi idi, aile ve ahval-i şahsiye kanunları gibi şer'i alanlarla ilgili kanun ve hükümlerde bu mezhebi esas alıyordu. Bu da Hanefi mezhebinin öğrenilmesi, araştırılması veya yaygınlaşması için bir nevi teşvik oluyordu. Çünkü bu mezhebi tahsil eden kişiler, şer'i mahkemelerde avukatlık ve yargıçlık görevini üstlenebiliyorlar ve şer'i alanlarla ilgili devlet işlerinde çalışabiliyorlardı.
Ezher-i şerifte bu dört mezhebin tahsilini yapan öğrenciler bulunurdu ve hala da öyledir. Ezher'de dört üyeden oluşan bir fetva kurulu vardır. Bu üyelerden her biri bu dört mezhepten birinin temsilcisidir. Ezher öğrencilerinin çoğu Hanefî, Şafii, Mâliki ve Hanbelî mezheplerine mensupturlar.
Ancak şunu da ifade edelim ki bu İslâmi mezhepler arasındaki farklılıklar sınırlı ve küçüktür. Hepsinin gayesi Hz. Peygamber'in yolunda gitmektir, hepsi de Kur'an ve Sünneti yollarını aydınlatıcı iki temel kaynak olarak kabul ederler. [118]
Soru: Namaz kılan, oruç tutan, hacceden fakat davranışları kötü olan kişi ile namaz kılıp oruç tutmadığı halde iyilik yapan ve insanları kötülükten alıkoyan kişinin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Cevap: Her ikisi de hatalıdır ve doğru yoldan sapmış durumdadır. Namaz kılan, oruç tutan ve hacceden fakat kötülüklerde ısrar eden birinci şahıs yanlış yoldadır. Çünkü ibadetlerinin, davranışları ve insanlarla ilişkileri üzerinde müsbet bir etkisinin olması için gayret göstermemiştir. Halbuki din aynı zamanda bir muameledir/davranış biçimidir. Efendimiz ve önderimiz Hz. Peygamber (s.a) ashabına şöyle buyurmuştur:
Kıyamet günü mevkice bana en yakın olanlarınız ahlâkı en güzel olanlarmızdır. Onlar insanlarla ülfet ederler/kaynaşırlar, insanlar da onlarla kaynaşırlar. İnsanlar tarafından sevilmeyen kişiden hayır gelmez.
Namaz, oruç, hac ve diğer ibadetleri Allah Teâlâ, bu ibadetleri edâ eden kimsenin gidişatını, insanlarla muamelesini ve ahlâkını güzelleştirmesi için emretmiştir. Bu sebepledir ki yaratılmışların efendisi yüce Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.
Namaz kılmadığı ve oruç tutmadığı halde iyilik yapan diğer kişiye gelince o da yanlış yolda olup günahkâr sayılır. Çünkü o, yaptığı
iyilikleri inançsız ve niyetsiz olarak yapmaktadır. Çünkü Rasülullah (s.a): "Ameller niyetlere göredir, herkes için niyet ettiği şey vardır" buyurmaktadır.
Ayrıca bu şahıs rabbine karşı geldiği ve O'nun dinine karşı inatçı bir tavır takınıp dini görevlerini ve üzerine farz olan sorumluluklarını yerine getirmediği zaman, yaptığı hayrın Allah katında hiçbir yararını göremez. Çünkü hayrın/iyiliğin temelinde Allah'a itaat olduğunu bile bilmiyor. Allah şöyle buyurmaktadır:
Yaptıkları her işi ele alır, onu toz duman ederiz (değersiz kılarız). (Furkan/23)
Bir insanın görevi Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyleri yerine getirmesi ve bunlardan olumlu yönde etkilenme sidir. Böylece insanlarla olan münasebetini güzel hale getirmiş ve gidişatını övgüye lâyık kılmış olur. [119]
Soru: İslâm'ın diğer dinler ve müntesipleri hakkındaki görüşü nedir?
Cevap: Tarih boyunca dünya pek çok dine şahit olmuştur. Nitekim Allah Teâlâ insanlara çok sayıda peygamber göndermiştir. Kur'an-ı Kerim şöyle demektedir:
Biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur. (Fatır/24)
Andolsun ki senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de vardır. Durumlarını sana bildirmediğimiz kimselerde vardır. (Mü'min/78)
Kur'an-ı Kerim'in mensuplarını Ehl-i Kitab diye isimlendirdiği iki tane semavi/ilâhi dinin olduğu bilinmektedir. İslâm, müslümanla-ra karşı düşmanlık ve azgınlık yapmadıkları müddetçe bu iki dinin barışçı olan mensuplarıyla iyi ilişkiler kurulmasını tavsiye ederek şöyle buyurur:
Allah, sizinle din hususunda savaşmayan ve sizi yurtlarından çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah adaletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlara dost olursa işte zâlimler onlardır. (Mümtehine/8-9)
Allah'ın yüce kitabı, Allah'ın bütün peygamberlerine ve kendisinden indirildiği şekliyle bütün kitaplarına inanmayı bir müslümanın akidesi/inancı olarak kabul eder. Bakara sûresinde şöyle denilir:
Peygamber rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü'minler de iman ettiler. Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiç biri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler. (Bakara/285) [120]
Soru: Dinden çıkmak ne demektir? İnsan ne zaman dinden çıkmış olur?
Cevap: Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyuruyor:
Güçleri yeterse, dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler. İçinizden dininden dönüp kâfir olarak ölen olursa bunların işleri dünya ve âhirette boşa gitmiş olur. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar orada temelli kalacaklardır. (Bakara/217)
Ridde İslâm'dan çıkmak, yani müslüman olduktan sonra geri dönmek demektir. Yukarıdaki âyet-i kerimede, dinden çıkan kimsenin amellerinin dünya ve âhirette kendisine fayda vermeyeceği ifade edilmektedir. Menar Tefsiri'nde de belirtildiği gibi dinden bu tür bir geriye dönüş, onun temel esaslarından geriye dönüştür. Bu temel esaslar ise şunlardır:
Birincisi: Eşsiz bir nizam ve mükemmel bir yaratılışa sahip bu muazzam kainatı hiçbir yardımcı ve vasıta olmaksızın kendi gücü ve hikmetiyle yoktan var eden ve sağlamca yapan bir Tanrının varlığına inanmak.
İkincisi: Gayba ve âhiret âlemine inanmak.
Üçüncüsü: Sahibine ve insanlara yararı dokunacak salih ameller işlemek.
Bütün peygamberlerin Allah katından getirdiği bu üç esası tanıyıp kabul ettikten sonra bu hakikatleri terkeden kişi geriye dönmüş/dinden çıkmış olur ve artık onun dünya ve âhirette sevaptan hiçbir nasibi olmaz, aksine âhirette rezil ve rüsvaylık yurdundan başka hiçbir yurdu olmayan karanlık ve kötü ruhlu kişilerden olur. Bunun içindir ki Allah Teâlâ; "İşte cehennemlikler onlardır, orada temelli kalacaklardır" demiştir.
Bir insan İslâm'dan çıktığını, ondan uzak olduğunu açıkça ilan ettiği veya ona saldırdığı veya onun farz ve hükümlerinden inanılması zaruri olan şeyleri inkar ettiği, ya da Allah ve Hz. Peygamber'e (s.a) sövmek gibi İslâm'dan çıktığına açıkça delalet eden bir söz söylediği zaman mürted olur/dinden çıkar. [121]
Soru: Bana din ile bilim arasındaki ilişkiden söz eden bazı kitapların isimlerini verebilir misiniz?
Cevap: Soruyu soran değerli kardeşimiz aşağıdaki kitaplara müracaat edebilir. Çünkü bu kitaplar bilimin ışığında İslâm'dan söz ederler. Bu kitapların isimleri ve yazarları şöyledir:
1. ed-Dinu ve'I-Ilmu, Müşir Ahmed İzzet.
2. Meallahi fi's-Semâi, Dr. Ahmed Zeki.
3. Kıssatu'l-İman Beyne'l-Felsefeti ve'l-İlmi ve'l-Kur'an, Nedim el-Cisr.
4. el-İlmu Yedû li'l-Iman; G. Morrison; Arabça'ya tercüme eden: Mahmud Salih el Feleki.
5. Allahu ve'l-İlm'ül-Hadis; Abdurrazzak Nevfel; Mektebetü Mısr.
6. ed-Dinufi Muvaceheîi'l-Ilm; Vahidüddin Han. Arabçaya çeviren. Zaferu'l-İslâm Han.
7. el-İslâmu Dinu'l-Ilmi ve'l-Medeniyye; Muhammed Abduh.
8. Allahu Yetecellâ fi Asri'i-llmi; Heyet; çeviren; Demirtaş Serhan.
9. ed-Dinufi Nazari'I-Aklı's-Sahih; Dr. Mahmud Tevfik Sidkî. [122]
Soru: Hurafeleri, kehanetleri ve benzeri (bâtıl) şeyleri tasdik eden bir imama karşı İslâm'ın tavrı nedir?
Cevap: İslâm, hak ve hakikatin dinidir. İlim ve kesin inancın dinidir. Bu sebeple Kur'an'm şöyle dediğini görürüz:
Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. (Mü'minun/71)
Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı... kimseyi gördün mü? (Câsiye/23)
İslâm akla, sağlıklı bir düşünceye, delil ve burhana dayanan bir dindir. Bu sebepledir ki pek çok âyet-i kerimede akıl zikredilmiş, ona işaret edilmiş ve övülmüştür. Efendimiz, rehberimiz ve önderimiz Hz. Muhammed (s.a) şöyle buyurmuştur:
Her şeyin bir dayanağı vardır, mü'minin dayanağı da aklıdır. Kişinin aklı ne kadarsa (Allah'a olan) kulluğu da o kadardır. Cehennemdeki suçluların şöyle dediklerini işitmediniz mi:
Eğer kulak vermiş veya akletmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık. (Mülk/10)
İslâm hurafelere, kehanetlere (falcılığa ve benzeri batıl şeylere karşı mücadele etmiş, müslüman halkı ve aydınları kör taklitten, kuruntuları tasdik etmekten, sapıklık ve yanlışlıklara boyun eğmekten kurtulmaya çağırmıştır.
Söz konusu imama yakışan, şayet soruda verilen bilgiler doğru ise başkalarına güzel bir örnek olması, hurafeler, kehanetler ve benzeri şeylerden etkilenmekten sakınması, kendisine uyanlara veya ondan bir şeyler öğrenmek isteyenlere sadece hakka boyun eğmeyi, söylenen şeylerin delilini istemeyi öğretmesidir. Böylece inanç ve kanaatlerini bir temele ve kesin bilgiye dayandırmış olacaktır. Bu imamdan istenen ve beklenen şey -ki Allah ona insanlara liderlik makamını lütfetmiştir- dini gerçekleri öğrenme ve bilmede, onlara inanmada, insanlara onları Öğretmede öncü olması, bu gerçeklerden dışarı çıkmamaları, zan ve kuruntulara teslim olmamaları için onlan uy arm asıdır. [123]
Soru: Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle dua ettiğini okumuştum:
Rabbim tevbemi kabul et, günahımı temizle (affet), duamı kabul et, göğsümdeki kin ve nefreti sök al.
Bu duanın Hz. Peygamber'e ait olduğu doğru mu?
Cevap: İbnu'l-Kayyim ef-Cevziyye'nin değerli kitabı Medâricu's-Sâlikin'de bu hadisin Abdullah ibn Abbas tarafından rivayet edildiği ve Ahmed ibn Hanbel'in Müsned'i ile Tirmizî'nin Sünen'inde geçtiği ifade edilmektedir. Hz. Peygamber'in (s.a) yapmış olduğu bu duanın geçtiği rivayetin tamamı şöyledir:
Allahım! Bana yardım et, bana karşı olana yardım etme! Bana zafer ver, bana karşı olana zafer verme! Benim lehime tertip kur (benim için düşmanlarıma karşı tuzak kur), bana karşı tuzak kuranları tuzağını boz! Beni hidayet et. hidayet yolunu bana kolaylaştır! Bana tecavüze yeltenenlere karşı yardımcım ol!
Beni kendine şükreden, zikreden, senden korkan, sana çok itaat eden, sana ibadet eden, sana yalvaran, sana yönelen bir kul eyle!
Rabbim, tevbemi kabul et, günahımı temizle (affet), duamı kabul et, hüccetimi (delilimi) kuvvetlendir, dilimi doğrult, kalbime hidayet ver ve göğsümdeki kini, nefreti söküp çıkar. [124]
Soru: Bazı İslâm ülkelerinin, kılıcı, devletin bir sembolü olarak kullandıklarını görüyoruz. İslâm buna onay verir mi?
Cevap: İslâm, iftiracı düşmanların ve câhil ahmakların iddia ettikleri gibi yeryüzünde kılıçla ayakta duran ve kılıçla yayılan bir din değildir. Bu din sadece ikna edici ve barışçı bir davete dayanır. Allah Te-âlâ Nahl Sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Ey Muhammed! Sen rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir. (Nahl/125)
Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır. (Bakara/256)
De ki: "Hakikat rabbinizdendir. Öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin." (Kehf/29)
Yüce Allah böyle buyururken nasıl olur da bir kimse İslâm'ın zorla ya da kılıçla yayıldığını düşünebilir veya iddia edebilir?
Kardeş İslâm devletlerinden birisi kendi bayrağına sembol olarak kılıcı koymuşsa, bununla dine zorlamayı, ya da insanları zorla Allah'a davet etmeyi kasdetmemiştir. Onun maksadı, Kur'an ve sünnet esasına dayanan devlete karşı bir saygı ruhunu yaygınlaştırmaktan ibarettir. Bu sebeple o, inancıyla övünür, imanın özüne vurgu yapar. Yani Allah'tan başka ilah olmadığını ve Muhammed'in O'nun elçisi olduğunu ifade eder. [125]
Soru: Uzayın keşfi ve uzay çalışmalarıyla ilgili bilimsel araştırmalar konusunda İslâm'ın görüşü nedir?
Cevap: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
De ki: "Göklerde ve yerde neler var, bakın (da ibret alın)." (Yunus/101)
Bu ayet, yeryüzünün ve göklerin çeşitli yönlerden incelenmesini ve üzerinde düşünülmesini teşvik etmektedir. Çünkü bu yolla yaratıcının büyüklüğünü, sonsuz güç ve kudret sahibi olduğunu daha iyi anlarız. İnsanoğlunun uzayı keşfetmek ve Allah'ın kainattaki muhtelif yaratık ve âyetlerine ulaşmak için yaptığı çalışmaların İslâm'a aykırı olmadığını bu âyetten anlıyoruz. Madem ki gaye, Allah'ın seyredilen kitabı olan kâinatı tanımaktır ve her şeyde O'nun birliğine delâlet eden bir âyet/belge vardır, o halde bunun dine aykırı bir yönü yoktur.
İnsanın, kendisini beşeriyetin yararına olacak keşiflere ulaştıracak vasıtaları kullanmasında hiçbir sakınca yoktur.
Allah Teâlâ Fussilet sûresinde şöyle buyurmaktadır:
İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur'an'm) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? (Fussilet/53) [126]
Soru: Güzellik yarışmaları konusunda İslâm'ın görüşü nedir?
Cevap: Yabancı kültürlerden bize geçen bidatlerden birisi de budur. Bu bidat önce dar bir çerçevede ortaya çıkmış, sonra bir veba gibi tüm dünyaya yayılmaya, kronikleşmeye başlamıştır. Açıktan işlenen bu yarışma bidati, kadınların yarı çıplak bir halde vücutlarının teşhir edilmesi ve vücut ölçülerinin alınması için yapılmaktadır. Böyle bir bi-
dat, gelenek ve göreneklere, iffet ve namus anlayışına ve doğru yolu gösteren ilahi dine aykırıdır.
İslâm, kadını korunması gereken saygın bir varlık olarak görür. O, iffet ve vekârın sembolüdür. Bu güzellik yarışmalarını düzenleyen kişiler kendi çıkarlarını ve aşağılık duygularını tatmin etmek için kadım basit bir ticaret malı olarak kullanıyorlar.
Bu sebeple İslâm bu tür yarışmalara razı olmaz ve kabul etmez. Soyulmuş kadın vücutları arasında yarışma düzenlemeye olan bu düşkünlüğün sırrım anlayabilmiş değiliz. Halbuki bilim, teknik, edebiyat ve muhtelif sanat dallarında düzenlenebilecek nice güzel yarışmalar vardır. Soylu ve temiz bir yarışı hedefleyen bu müsabakalar vasıtasıyla hayatın çeşitli alanlarında yetenekli ve uzman kişileri ortaya çıkarmak mümkündür. Yabancıları ve bozguncuları körü körüne taklit etmek müslümanlara yakışmaz. Artık müslümanların bu yozlaşmış müsabaka anlayışını düzeltmeleri ve dinin kabul edebileceği müsabakaları düzenlemelerinin zamanı gelmiştir. [127]
Soru: Şarkıcıların dine bağlılıkları hangi ölçüdedir ve onlar hangi mezhebe mensupturlar?
Cevap: Sesinde şarkı söyleme kabiliyeti bulunan kişiye mutrib denir. Şarkıcı, sözü müzikal bir ritimle ve bir ses ahengi içerisinde okuyan kişidir. Sözleri güzel olan, fazilet ve asaleti teşvik eden veya dine bağlanmaya çağıran şarkı güzel ve övgüye layık olur, hiçbir zararı ve sakıncası olmaz. Şarkıcının tekrarladığı sözler, basma kalıp, müstehcen ve iğrenç sözler olduğu, yozlaşmaya, çözülmeye, fuhşa ve sorumsuzluğa çağırdığı zaman şarkı da bela ve musibetin, bozulma ve çürümenin bir sebebi olur. Şarkının sözleri ciddi ve vakur olduğunda, şarkı da ciddi ve ağır başlı bir şekilde söylendiğinde güzel ve övgüye layık olur. Şarkı söyleyen kişi edepsiz, hafifmeşrep ve maskara tipli birisi olursa onun söylediği şarkı da çirkin ve kötü bir şarkı olur.
Şarkıcıların arasında takibettiği yol ve hareket tarzı kusurlu olanlar bulunduğu gibi, hal ve hareketleriyle beğenilen ve ayıplanmayan-lar da vardır. Ateşi yükselen ve etrafa kıvılcımlar saçan maddi medeniyet insanların pek çok davranışlarını da etkilemeye başlayınca, kötülüğün iyiliğe galip geldiği söylenir hale geldi. Faziletin dayanaklarının kuvvetlenmesi ve kötülüğün binasının sarsılması için gönülleri iyilik ve doğruluk yoluna sevkedecek olan Allah'tır. İşte o zaman iyilik ve hayır az da olsa Allah'ın izni ve yardımıyla galip gelecek ve çoğalacaktır.
Bu gruba mensup kişilerin bağlı oldukları mezhebi belirleme imkanına sahip değiliz. Çünkü mezhebin, belirli bir meslek ile herhangi bir ilgisi yoktur. [128]
Soru: Adem ve Havva'nın yedikleri ve cennetten çıkarılmalarına sebep olan meyve hangisidir?
Cevap: Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zâlimlerden olursunuz" dedik. Şeytan her ikisinin de ayağını kaydırttı, onları bulundukları yerden çıkardı, onlara: "Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir müddet yerleşip geçineceksiniz" dedik. Adem, rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır. (Bakara/35-37)
Bu âyetin anlamı şudur: Allah Teâlâ Hz. Adem'e ve eşine cennette yerleşmelerini, oradaki meyve ve nimetlerden yararlanmalarını emretti; muayyen bir ağaçtan yemelerini yasakladı ve bu ağaca yaklaşmalarının zulüm olacağını onlara bildirdi. Fakat şeytan onları cennetten çıkardı, ya da yasaklanan bu ağaç sebebiyle onların ayağını kaydırdı ve içinde bulundukları nimet yurdundan dışarı çıkardı. Sonra Hz.
Âdem Allah'ın kendisine ilham ettiği kelimelerle rabbine tevbe ve istiğfar etti. Allah da tevbesini kabul etti ve ona tekrar lütuf ve rahmetini bahşetti. Çünkü Allah Teâlâ tevbeleri kabul edendir. Onlar bir kul olarak günah işleyip tevbe etmişler, Allah da tevbelerini kabul etmişti. Çünkü Allah Teâlâ tevbeyi pek çok kabul edendir ve çok merhametli olandır.
Allah Teâlâ bu meyvenin cinsini bildirmemiştir. Bizim de bu meyvenin belirlenmesi konusunda bir şey söylememiz gerekmez. Biz sadece bunun bir hikmet gereği olduğunu biliriz. Belki de bu ağacın özellikleri içinde onların bir halden başka bir hale geçişlerine sebep olan bir şey vardı. Belki de ondan yernek zararlı idi veya bu yasak, kendisine zarar getirecek bir mâsiyet de olsa insandaki herşeyi merak etme ve araştırma temayülünü ortaya çıkarmak için Allah'ın bir imtihanıdır.
Bazı müfessirler şöyle diyorlar: Bir ağaç hariç bütün cennet meyveleri onlar için mubah kılınmıştı. Belki de bu meyve, dünya hayatında mutlaka bulunması gereken yasak mefhumuna işaret ediyordu. Yasak olmasaydı iradenin bir anlamı olmazdı. İrade sahibi insanla, güdülen bir hayvan birbirinden ayırdedilemezdi. İnsanın verdiği sözü ve bağlı olduğu şartı yerine getirmedeki sabrı ölçülemezdi. O halde irade bir kavşak noktasıdır (mihenk taşıdır). [129]
Soru: Şu beytin sahibi kimdir:
Ey kalpteki olanı gören ve işiten
Sensin beklenen her şeyi yapıp eden.
Bu şiirin devamında başka beyitler varmıdır?
Bu beytin sahibinin biyografisini kısaca verirmisiniz?
Cevap: Bu beytin sahibi, Es-Süheyli'dir. Künyesi Ebu'l-Kasım Abdurrahman ibn el-Hatib Ebû Muhammed ibn Abdillah ibn el-Hatib Ebî Ahmed es-Süheylî'dir. er-Ravdu 7- Unuf isimli kitabın müellifidir.
Bu kitab İbn Hişam'ın Sirefinin şerhindir: Ravdu'l-Unuf, önceden beft-zeri görülmemiş orijinal bir eserdik Süheyli, Endülüs beldelerinden Malaka yakınlarındaki Süheyl kasabasına mensup olduğu için böyle anılmıştır. Pek çok eseri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1. Kitabu't-Tarif ve'l-İbham fimâ Ebheme fi'l-Kur'ani minel-Es-mâi ve'l-A'lâm.
2. Kitabu Netâicu'l-Fikr.
3. Kitabu Şerhi Âyeti'l-Vasiyyeti fi'l-Feraiz.
4. Kitabun Bediun ve Mes'eletü Ru'yeti'n-Nebiyyi fi'l-Menâm ve Mes'eletü's-Sırn fî Avni'd-DeccaL
Daha başka eserleri de vardır. İlim, edebiyat ve şiirde önemli bir yere sahiptir. Arabça, dil ve tarih bilgisi çok geniştir Nakil ve rivayette liderdir. A'ma olan Süheyli h. 581 yılında 72 yaşında iken Mara-
keş'te vefat etmiştir.
Soruda sözü edilen beyit, Süheyli'nin sekiz beyitlik şu duasından alınmadır:
Ey kalpteki olanı gören ve işeten, Sensin beklenen her şeyi yapıp eden.
Ey bütün sıkıntılar için ümit beslenen, Ve ey şikayetçilerin melcei ve sığmağı.
Kün sözündedir mülkünün hazineleri, Lütfet iyilikleri, sendedir onların hepsi
İhtiyacım sana yalvarmama bir vesiledir, Sana muhtaç olmak, yoksulluğuma çaredir.
Senin kapını çalmaktan başka çare mi var? Geri çevirirsen ben hangi kapıyı çalarım?
Kime yalvarır, kimin ismini çağırırım, Lütfunu esirgersen bu fakirinden.
Allah korusun, isyan ederek ümidin kesme. Lutf u ihsanı bol, bağışı pek geniştir.
Sonra Peygamber'e ve âline selam olsun, İnsanlığın hayırhsıdır, ondan istenir şefaat. [130]
Soru: Sürekli ölümü düşünen ve çok etkilenen kimse ne yapmalı?
Cevap: Ölümü düşünmek bir öğüt ve ibrettir, insana bu dünya hayatının ne kadar uzun da olsa bir gün sona ereceğini ve mutlaka hesap vermek ve dünyada yaptıklarının karşılığını görmek için yüce yaratıcının huzuruna varılacağını hatırlatır.
Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür, kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür. (Zilzal/7-8)
Bu sebeple islâm kabir ziyaretini meşru kılmıştır. Hatta Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Size kabirleri ziyaret etmeyi yasaklamıştım. Artık onları ziyaret edin. Çünkü kabir ziyareti sizin dünyaya meylinizi azaltır ve ölümü hatırlatır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Her canlı ölümü tadacaktır. (Âl-i îmran/185)
Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde otursanız bile. (Nisa/78)
Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi rabbinin zâtı baki kalacak. (Rahman/26-27)
Fakat insanın ölümden aşırı korkması ve görevlerini ya da işlerini aksatacak derecede onu çok fazla düşünmesi de gerekmez. Çünkü böyle bir tavır Allah'a karşı kötü zan beslemek demektir. Ecelin bilgisi Allah kalındadır. Ölümün ne zaman olacağını Allah'tan başkası bilemez:
Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katmdadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağım bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır. (Lokman/34)
Bu sebeple soruda sözü edilen mü'min kimsenin Allah'a güvenmesini, gönlüne endişe kapısı açmamasını ve Allah'ı çok zikretmesini öğütleriz. Şu âyet-i kerimeyi hatırlasın:
Onlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükunete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.
(Ra'd/28)
Şu rivayeti de hatırlasın: Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de âhiret için çalış.
Şu sözü de hatırında tutsun: "Ölümden ve helak olmaktan korkmuyorum. Çünkü ben doğru yoldayım." [131]
Soru: Bir evladın babasına namaz ve zekat gibi iyilikleri emretmesi caiz olur mu? Bunun en güzel yolu nedir?
Cevap: Kur'an-ı Kerim kurtuluşun ve hüsrana düşmemenin yolunu göstererek şöyle buyurmuştur:
Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır. (Asr/1-3)
Sure de geçen Tevâst kelimesi karşılıklı tavsiye ve nasihatte bulunmak, iyilik ve hayra çağırmak, kötülük ve günahtan sakınmak demektir. İnsan hakka ve hakikati gösterebilecek güce ve yeteneğe sahip olduğu müddetçe bu tür karşılıklı tavsiye ve nasihatleşmeler herkes arasında olmalıdır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Din nasihattir.
Nasihat, halkı da münevverleri de kapsar.
Buradan anlıyoruz ki evladın, babasına iyilik ve hayrı tavsiye etmesi caizdir. Nitekim babanın da evladına bunu yapması caizdir.
Kur'an-ı Kerim, evladın, babasına yaptığı bir nasihat tablosunu bizlere arzeder. Meryem sûresinde İbrahim'in (a.s) babasına öğüt verdiğini görürüz. Kur'an-ı Kerim bunu şöyle tasvir etmektedir:
Ey Muhammedi Kitapta İbrahim'e dair anlattıklarımızı da hatırla; şüphesiz o sadakat/doğruluk ve samimiyet sahibi bir peygamber idi. Babasına şöyle demişti: "Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım! Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Çünkü şeytan Rahman'a baş kaldırmıştır. Babacığım! Doğrusu sana Rahman katından bir azabın gelmesinden korkuyorum ki böylece şeytanın dostu olarak kalırsın." Babası: "Ey İbrahim! Sen benim ilahlarımdan yüz çevirmek mi istiyorsun? Bundan vazgeçmezsen mutlaka seni taşlarım; uzun bir süre benden uzaklaş git!" dedi. İbrahim şöyle cevap verdi: "Sana selam olsun. Senin için rabbimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkardır. Sizden de, Allah'ın dışındaki taptığınız şeylerden de uzaklaşır, rabbime yalvarırım. Rabbime yalvarışımda mahrum kalmayacağımı umarım." (Meryem/41-48)
Biz burada Hz. İbrahim'in sapık babasına nasihat ettiğini, ona Rahman'ın yoluna uymasını ve şeytanın yolundan uzak durmasını emrettiğini görüyoruz. Çünkü İbrahim'e rabbinden vahiy ve ilim gelmişti. Babası ise bu ilmin câhiliydi. Hz. İbrahim'in bu nasihat ve irşadında yumuşak, hikmetli/akıllı ve ağırbaşlı bir metot izlediğini, sertlik ve zorlamaya başvurmadığını, edep ve güzel davranıştan ayrılmadığını görüyoruz.
Kur'an-ı Kerim bize başka bir davranış örneği daha verir. Bu örnekte ise bir ebeveynin evlatlarına öğüt verdiğini, isyanda ve büyüklük
taslamada ısrarcı olduğu takdirde Allah'ın azabına uğrayacağını söyleyerek korkuttuklarını görürüz. Ahkaf Sûresinde Allah Teâlâ bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurur:
Ana ve babasına: "Öf be size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, beni mi tekrar dirilmekle tehdit ediyorsunuz?" diyen kimseye, ana ve babası Allah'ın yardımına sığınarak: "Yazıklar olsun sana! İman et. Allah'ın vaadi gerçektir" dedikleri halde o: "Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir" der. (Ahkaf/17)
İşte böylece Kur'an mantığının bizi babaların evlatlarına, evlatların da babalarına öğüt verebilecekleri anlayışına götürdüğünü görüyoruz. Öğüt ve nasihat verebilecek durumda olan herkes bu işi yapmalıdır. Al-i İmran sûresinde de şöyle Duyuruluyor:
Siz, hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülüğü meneden bir topluluk olun. İşte kurtuluşa erecek olanlar böyleleridir. (Âl-i İmran/104)
Fakat bir evlat babasına öğüt verirken bunu hikmetle ve en güzel şekilde yapmalıdır.
Ve yine İsra süresindeki şu âyeti de örnek olarak verebiliriz:
Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa öf! bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve "Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştir-mişlerse şimdi de sen onlara öyle merhamet et" de! (İsra/23-24)
Lokman Sûresinde de ebeveynden söz edilmektedir:
Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber veririm. (Lokman/15) [132]
Soru: Duanın en hayırlı ve faziletlisi hangisidir?
Cevap: Bir adam Hz. Peygamber'e (s.a): "Hangi dua daha faziletlidir?" diye sormuştu. Hz. Peygamber ona şöyle cevap verdi: "Allah'tan sıhhat ve afiyet, dünya ve ahirette iyilik iste." Sonra adam ikinci gün tekrar aynı şeyi sorunca Hz. Peygamber de aynı cevabı verdi. Üçüncü gün adam tekrar aynı suali sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona şöyle dedi: "Sana dünya ve ahirette iyilik verildiği zaman kurtuldun demektir."
Enes'in (r.a) şöyle dediği rivayet edilir: Hz. Peygamber'in (s.a) en çok okuduğu dua şudur:
Allahım! Ey rabbimiz! Bize dünyada da iyilik, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru!
Hz. Aişe; (r.a), Rasûlullah'a Kadir gecesi hangi duayı okuduğunu sormuştu. Hz. Peygamber ona şu duayı okuduğunu söyledi:
Allahım sen affedicisin ve kerimsin. Affetmeyi seversin, beni affet.
Ebû Umame'nin (r.a) şöyle dediği rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a) bizim ezberleyemediğimiz pek çok dua ile dua ederdi. Bir gün "Ey Allah'ın Rasûlü! Sen pek çok dua ile dua ediyorsun ve biz bunlardan hiç birisini aklımızda tutamıyoruz" dedik. Bunun üzerine Rasûlul-lah (s.a) şöyle dedi:
Ben size bütün duaları toplayan bir dua öğreteyim mi? Siz şöyle dersiniz:
Allahım! Biz senden peygamberin Muhammed'in (s.a) istediği hayrı dileriz. Peygamber'in Muhammed (s.a) sana hangi serlerden sığınmış ise, biz de o serlerden sana sığınırız. Sen kendinden yardım dilenensin. Varış yalnız sanadır. Kudret ve kuvvet ancak Allah iledir.
Şeddad ibn Evs'in rivayet ettiğine göre (r.a) Allah Rasûlü (s.a) şöyle buyurdu:
Senin okuyacağın (şu dua) istiğfarın efendisidir: Allahun! Sen benim rabbimsin. Senden başka ilah yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum ve gücümün yettiğince ahdinle vaadin üzerinde -yim. İşlediğim günahların şerrinden sana sığınırım. Bana ihsan eylediğin nimetlerini itiraf ederim. Günahımı da itiraf ederim. Benim günahlarımı mağfiret eyle! Şu muhakkak ki günahları senden başkası bağışlayamaz.
Sonra Rasûlullah şöyle dedi:
Kim gönülden inanarak bunu gündüzün söylerse ve o gün akşam olmadan ölürse, cennet ehlinden olur. Kalpten inanarak bunu gece söyleyip de sabah olmadan o gece ölürse, yine cennet ehlinden olur. (Buharı)
Bütün bunlar duaların özüdür. Yani dünya ve âhiretteki bütün hayırları kapsamına alır. Hz. Peygamber (s.a) böyle özlü dualarla dua etmeyi sever diğerlerini bırakırdı. [133]
Soru: Bir âlim veya hocanın evinde İncil bulundurması caiz midir?
Cevap: İnsanları hakka çağıran, gerçek ve doğruyu hatırlatan, yanlış ve bâtıldan sakındıran bir âlimin en önemli görevi önce Kur'an'ı okuması, anlaması ve yaşamasıdır. Çünkü Kur'an, Allah'a davetin esası ve bu dünyada doğru yolu bulmanın anahtandır. Bunun içindir ki Allah Teâlâ İsra sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Şüphesiz bu Kur'an en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan mü'minlere kendileri için büyük bir mükafaat olduğunu müjdeler. (İsra/9)
Haşr sûresinde de şöyle buyurur:
Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz. (Haşr/21)
Bir davetçinin, yapacağı çalışmanın tabiatı gereği hak ve bâtıllar arasını ayırdetmek için diğer dinleri de tanıması gerekir.
Bundan dolayı, bir âlimin veya hocanın İncil bulundurmasında şer'i bir engel yoktur. [134]
Soru: Kadiriyye, Ticaniyye ve Mehdiyye gibi tarikat mensuplarının tekrarladıkları özel evradın hükmü nedir? Bu virdler (dualar, zikirler) ve tarikatlar Hz. Peygamber'ia (s.a) zamanında var mıydı?
Cevap: Ne tasavvufi tarikatler ne de onların söyledikleri virdler (muayyen zikirler) Hz. Peygamberin (s.a) zamanında mevcut idi. Çünkü tasavvufi düşünce Peygamberimizden çok uzun bir süre sonra ortaya çıktı. Bunlar hakkında Kur'an ve sahih sünnete bağlılıklarına göre hüküm verilir. Bu tarikatler ibadetlerinde, gidişatlarında, davranış ve prensiplerinde Allah'ın kitabına; O'nun şeriatına ve davet ettiği esaslara bağlı oldukları zaman şüphesiz bu davranışları övülür ve takdir edilir. Aynı hüküm onlara nisbet edilen virdler (teşbih ve zikirler) için de geçerlidir. Yani bu virdler mana ve ibareleriyle Kur'an ve sünnete uygun ise bunlara itiraz edilemez. Bunlar dine, Kur'an ve sünnete aykırı ise bunlara karşı da dikkatli olmak ve uzak durmak gerekir. Çünkü Ra-sûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Benim sünnetime ve benden sonraki Râşit halifelerimin sünnetine sanlın. Onlara sımsıkı yapışın. Sonradan icad edilmiş (İslâm'a ay-kın) işlerden uzak durun. Çünkü sonradan icad edilmiş her şey bid'attır. Her bid'at da dalalettir/sapıklıktır.
Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur:
Her kim bizim dinimizde yeni bir şey ihdas (icat) ederse o reddedilmiştir.
Müslümana yakışan, rehberini, delilini, hizb ve evradını (zikirlerini) Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden almasıdır. Çünkü sözlerin en doğrusu Allah'ın kitabıdır, yolların en hayırlısı da Hz. Peygamber'in yoludur. [135]
Soru: Sigara ve tömbeki içmek kat isimli bitkiyi çiğnemek ve tömbekiden yapılan mudğa* kullanmak hakkındaki görüşünüz nedir?
Cevap: Müslümanlar içlerinde ortaya çıkan pek çok belalara müb-tela oldular. Dinden uzaklaşmaları, gayr-i müslimleri taklit etmeleri, dünya şehvet ve zevklerine yönelmeleri arttıkça sıhhi ve sosyal hastalıklara, bela ve musibetlere müptela olmaları da çoğaldı. Belki de başlarına gelen en büyük musibetlerden birisi de sigara, pipo, nargile gibi tütün mamulleri içmektir. Haşhaş ve haşhaştan yapılan şeyleri kullanmakla bu musibetin boyutları daha da artar. Tömbeki içmek Kat isimli bitkiyi çiğnemek ve benzeri şeyleri kullanmak da böyledir. Bütün bunlar taklit ve sömürgeciliğin, gayr-i müslimlerle karışmanın, basit şehevi arzuların ve yozlaşmış eğlencelerin peşinden koşmanın başımıza musallat ettiği bela ve musibetlerdir. Bu tür şeyleri kullanmanın insan sağlığına zararlı olduğu kesin olduğu zaman bunlar haram olurlar. Bu konuda en azından şu denilebilir: Bunlar faydasız şeyler uğruna malı saçıp savurmaktır.
İmam Ahmed'in (r.a) rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a) sakinleştirici ve uyuşturucu her şeyi yasaklamıştır. Yes'elüneke fi'd-Dini ve'i-Hayat isimli kitabımın ilgili yerinde şöyle demiştim: Sigara içmenin sağlık açısından, psikolojik ve ekonomik açıdan pek çok zarar ve kötülüklere yol açtığı gözlenmiştir. Bu konuda en azından şu denilebilir: Özellikle fakirler ve geniş imkanı bulunmayan kişiler için sigaraya para vermek bir nevi israftır veya zarurî ve faydalı olmayan şeylere para harcamaktır. Hatta ailesi fakirlik ve yoksulluk içinde yaşarken sigaraya bol miktarda para harcayanlar bile bulunmaktadır. Bu sebeple akıllı olan bir kişinin bu zararlı maddelere alışmaması ve helâl kazancını
Bir nevi keyif verici maddI helâl ve temiz yollarda sarfetmesi gerekir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:
Salih/iyi bir kişi için salih bir mal ne güzeldir. [136]
Soru: Buruna enfiye çekmek konusunda görüşünüz nedir?
Cevap: Enfiye de bir çeşit tütün veya tömbekidir. Ezilir ve içerisine yakıcı başka maddeler ilave edilir. Enfiye kullanan kişiler onu burunlarına çekerler. Onu yeni kullanmaya başlayanların başları döner ve mideleri bulanır.
Enfiye çekmek de tehlikeli alışkanlıklardan birisidir. Geniz ve koklama duyusunda aşırı etkisi olur. Koku alma duyusunun yok olmasına yol açar. Burundan sümük akmasına sebep olur. Tiryakisini çirkin bir görünüme sokar. Çünkü sümükle birlikte enfiyenin koyu renkli kalıntıları da dışarı çıkar. Bu da pek çok kişinin ondan tiksinmesine, onunla musafaha etmekten ve birarada bulunmaktan kaçınmasına sebep olur.
Doktorlar sigara gibi enfiyenin de zararlı olduğuna dikkat çekiyor ve onu kullanmaktan sakındırıyorlar.
Bu sebeple insanın sağlığını koruması ve organlarını Allah'ın verdiği sağlık ve güven içinde tutması için enfiye kullanmaktan sakınması gerekir. [137]
Soru: Güzel kokulu parfümleri sürünmek konusundaki görüşünüz nedir? Çünkü bazı âlimler bunların içinde az da olsa alkol bulunduğu gerekçesiyle kullanılmalarının haram olduğu söylemişlerdir?
Cevap: Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Allah Teâlâ din hususunda size hiç bir zorluk yüklemedi (Hac/78)
Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. (Bakara/185)
Bu sebeple âlimler, içerisinde alkol maddesi bulunduğu halde esans ve beyaz ispirto kullanılmasının caiz olduğuna dair fetva vermişlerdir. Yes'elunek isimli kitabımın ilgili bölümünde şöyle demiştim: Ez-her fetva komisyonuna buna benzer bir soru sorulmuştu. Komisyon birden fazla âlimin görüşüyle ispirtonun necis olmadığına dair fetva vermiştir. Buna göre kendisine alkol ilave edilen şeyler de necis değildir. Delilinin kuvvetli oluşu ve güçlüğü ortadan kaldırmanın gerekliği sebebiyle biz de bu görüşü tercih ediyoruz. [138]
Soru: Bazı müsteşrikler İslâm'ın zımmilere zulmettiğini iddia ediyorlar. Bu doğru mudur?
Cevap: Son zamanlarda ülkemizde (yani Mısır'da) duylan nidaların belki de en güzeli, îslâm şeriatının uygulanması için yapılan çağrılardır. Çünkü o, hak şeriattır, adaletin şeriatıdır, Allah'ın şeriatıdır. Allah Teâlâ kullarının menfaatim ve her iki dünyada da onları mutlu edecek şeyleri en iyi bilendir:
Allah'ın verdiği renge uyun; rengi Allah'ınkinden daha güzel olan kim vardır? "Biz O'na kulluk edenlerdeniz" deyin.
Belki de câhil ve Önyargılı kişilerin bu uygulamanın önündeki en büyük engel olarak gördükleri şey, İslâm'ı kabul etmeyen zımmile-rin/gayr-i müslimlerin durumlarının ne olacağına dair durmadan ortaya atılan ve zanna dayanan yapay sorulardır. Halbuki bu kişiler gerçeği bilmiş olsalardı İslâm şeriatinin uygulanmasının zımmiler için, bu şeriatın uygulanmadığı ve Allah'ın âyetlerinin dışına çıkıldığı bir hayattan daha hayırlı olacağını anlarlardı. Çünkü îslâm zımmilere karşı diğer bütün nizamlardan daha merhametlidir. O adalet, hoşgörü ve insaf dinidir. Bu konuda en ideal örneği vermiş ve en güzel prensipleri getirmiştir.
İslâm öncelikle bütün insanların tek bir kökten geldiklerini ve aralarında insani kardeşliğin bulunduğunu kabul eder. Kur'an-ı Kerim Nisa sûresinin başında şöyle buyurmaktadır:
Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden bir çok kadınlar ve erkekler meydana getiren rabbinize hürmetsizlikten sakının, kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten de sakının. Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.
İslâm hiçbir zorlama olmaksızın inanç özgürlüğünü de kabul eder:
Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. (Bakara/256)
Cenab-ı Hak zorlamayı reddederek şöyle buyuruyor:
Sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? (Yunus/99)
Cenab-ı Hak yine şöyle buyurur:
Dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. (Kehf/29)
Zımmiler, müslümanlar arasında barış içinde kendi dillerini, ibadet şekillerini ve sembollerini muhafaza ederek barış içinde yaşamayı ve müslümanların kendilerini himaye etmeleri ve korumalarına karşılık cizye denilen bir vergiyi ödemeyi kabul eden yahudiler ve hnsti-yanlardır.
İslâm zımmilere karşı nasıl davranılacağı konusunda altın değerinde bir kural koymuştur, Hz. Peygamber bu kuralı şu şekilde formüle etmiştir:
Bizim lehimize olan şeyler zımmilerin de lehinedir, bizim aleyhimize olan şeyler zımmilerin de aleyhinedir. (Yani bizim sahip olduğumuz haklar ve sorumluluklara zımmiler de sahiptir.)
İslâm, adalet ve ihsanını çok geniş tutmuş, müslümanlarla zımmi olan ehl-i kitap arasında güzel bir ilişki kurulması için pek çok şeyi meşru kılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü'min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. Kim İslâmi hükümlere inanmayı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, âhirette de ziyana uğrayanlardandır. (Maide/5)
Kur'an-ı Kerim, muhkem âyetlerinde dostluk ilişkisinin, müslümanlarla dinde kendilerine muhalif olanlar arasında bir esas olduğunu kabul eder. Bir saldın ve zulüm olmadığı müddetçe bu dostluk devam eder. Hatta İslâm, kendi müntesiplerini barışçı zımmilere iyilik yapmaya ve adaletli davranmaya teşvik eder. Kur'an bu konuda şöyle buyurur:
Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever. Allah, yalnızca sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onları velî edinirse işte zâlimler onlardır. (Mümtehine/8-9)
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Kim bir muâhide/zımmiye zulmederse veya ona gücünün üstünde bir sorumluluk yüklerse ben ondan davacıyım.
Hz. Peygamber (s.a) başında bulunduğu İslâm toplumu ile Mısır Kıbtileri arasındaki ilişkiyi en yüksek seviyeye çıkarmış, Mısırlı Kıbti Mâriye ile evlenmiş, Kıbtilere iyilik yapılmasını tavsiye etmiş ve onlarla akraba olduklarını bildirmiştir.
İslâm, kendi müntesiplerini zımmilerle güzel bir diyalog kurmaya ve onlarla medenice tartışmaya yönlendirmiştir Kur'an bu konuda şöyle demektedir:
Onlarla en güzel şekilde tartış.
İslâm zımmilerden cizye denilen az miktar bir vergi alınmasını emrederken müslümanların üzerine daha çok ve daha geniş sorumluluklar yüklemiştir. Bununla beraber, kadınları, çocukları, miskinleri, din adamlarını ve özürlüleri cizyeden muaf tutmuştur. Kadınlardan, genç kızlardan, çocuklardan, fakirlerden, ihtiyarlardan, âmâ ve topaldan, din adamlarından ve akıl hastalarından cizye almamıştır. Hatta İslâm onlara fazlasıyla iyilik yapmış ve zımmilerden ihtiyar ve çalışmaktan aciz olanların ihtiyaçlarını karşılamayı üstlenmiştir. Mesela halife Ömer ibn Abdilaziz, Basra valisi Adiy ibn Erta'ya yazdığı mektupta şöyle demektedir:
Allah Teâlâ İslâm'ı kabul etmeyen, inatçılığı ve apaçık azgınlığı sebebiyle inkarı seçen kimselerden cizye alınmasını emretmiştir. Cizye vergisini onu kaldırabilecek kimselerin (sırtına) koy ve onları yeryüzünde istedikleri şekilde yaşamaları için serbest bırak. Çünkü bunda müslümanların yaşantıları ve düşmanlarına karşı kuvvetli olmaları için elverişli bir durum vardır.
Senden önceki zımmilerin durumuna bak, yaşlanan, kuvveti zayıflayan ve çalışamayacak durumda olanlara müslümanların hazinesinden ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir maaş bağla. Şayet müslümanlardan birisinin yaşlı, kuvvetten düşmüş ve çalışamayacak durumda bir kölesi varsa ölünceye ya da hürriyetine kavuşuncaya kadar onu doyurmakla mükelleftir. Bana ulaşan bilgilere göre mü'minlerin emiri Ömer ibn el-Hattab kapı kapı dolaşıp dilenen zımmi bir ihtiyara rastlamış ve şöyle söylemiş: "Şayet biz senin gençliğinde senden cizye almış da ihtiyarlığında seni ihmal etmişsek sana haksızlık ediyoruz demektir." Sonra Hz. Ömer bu ihtiyara hazineden ihtiyacını giderecek bir maaş bağlamıştı.
Cizye, İslâm'a girmedikleri için müslümanlar tarafından zımmi-lere verilen bir ceza değildir. ed-Davetü ile'Uİslâm isimli kitabın sahibi müsteşrik Sır Tomas Arnold da buna şahitlik etmektedir. O şöyle söylüyor:
Hrıstiyanlardan bu verginin yani cizyenin alınmasındaki gaye, bazı araştırmacıların iddia ettikleri gibi onları, İslâm'ı kabul etme-
melerine karşılık bir cezalandırma değildir. Onlar bu vergiyi devletin vatandaşı olmalarının ve müslümanlar tarafından himaye edilmelerinin bir karşılığı olarak öderler. Çünkü aralarındaki din farkı askeri hizmetlerde görev almalarına engeldir.
Hireliler, üzerinde anlaştıkları malı (yani cizyeyi) takdim ettikleri zaman bu cizyeyi kendilerinin müslümanlar veya başkalarının zulmüne karşı himaye edilmeleri şartıyla verdiklerini açıkça zikrettiler. Aynı şekilde Halid ibn el-Velid'in Hirelilere komşu bazı şehirlerin halkıyla yaptığı sözleşmede de şu hüküm tescil edildi:
Sizi himaye edersek cizye bizim hakkımızdır. Himaye edemezsek cizye de alınmayacaktır.
Hz. Ömer'in (r.a) halifeliği zamanında vukubulan şu hadiseden, müslümanların bu açık şarta ne ölçüde bağlı kaldıklarını anlamak mümkündür. Bizans imparatoru Herakliyus daha önce kendisine ait yerleri işgal eden müslüman kuvvetleri oralardan uzaklaştırmak için büyük bir ordu hazırladı. Ortaya çıkan yeni durumun bir sonucu olarak müslümanların bütün güçlerini etraflarını çepeçevre kuşatan bir savaş için yoğunlaştırmaları gerekiyordu.
Arabların komutam bu durumu öğrenince Şam bölgesindeki fethedilen bütün şehirlerin valilerine bir mektup yazarak bu şehirlerden topladıkları cizyeyi onlara geri iade etmelerini emretti. İnsanlara da şöyle yazmıştı:
Mallarınızı size geri veriyoruz. Çünkü bize ulaşan bilgilere göre üzerimize büyük bir ordu geliyor. Sizi himaye etmemizi bize şart koşmuştunuz. Artık sizi koruyacak gücümüz kalmadı. Bu sebeple sizden aldığımız cizyeyi iade ediyoruz. Biz sizin için o şartın üzerinde duruyoruz. Allah bize zafer nasib ederse aramızda yazıp kararlaştırdığımız önceki anlaşma yine geçerlidir.
Böylece devletin hazinesinden büyük bir meblağ çıkmış oldu. Hrıstiyanlar müslümanların liderleri için hayır ve bereket duasında bulundular ve şöyle dediler:
Allah sizi bizim başımıza tekrar göndersin ve Rumlara karşı size zafer nasibetsin. Şayet başımızda müslümanlar değil de Rumlar olsaydı hiçbir şeyi bize iade etmezlerdi ve elimizde kalan her şeyimizi de alırlardı.
İmam Ebu Yusuf Kitabu'l-Harac'ta. cizyenin miktarını şöyle açıklıyor:
Cizye sadece zımmilerin erkeklerinden alınır, kadın ve çocuklardan alınmaz. Hali vakti yerinde olanlardan 48 dirhem, orta hallilerden 24 dirhem, rençberlik, amelelik gibi işerde çalışan kimselerden 12 dirhem cizye alınır. Cizye onlardan her sene içinde (bir defa) alınır. Cizye mükellefleri hayvan ve emtia gibi bir mal getirirlerse kabul olunur. Ancak kıymeti hesap edilmek suretiyle alınır. Cizye karşılığı olarak ölü hayvan, domuz ve şarap alınmaz.
Bu demektir ki İslâm herkesin takati Ölçüsünde cizye talep eder, onun nakit veya eşya olarak verilmesini kabul eder. Hz. Ömer (r.a) şöyle der:
Kimin cizye ödemeye gücü yetmiyorsa onu hafifletin. Kim ödemekten aciz kalırsa ona yardım edin. Biz onlardan (gerekirse) bir iki sene (cizye) istemeyebiliriz.
İslâm devleti, zirâi mahsuller olgunlaşıp zımmilerin zorlanmadan cizyeyi ödeyebilmeleri için pek çok defa cizyenin tahsil zamanını erte-lemiştir. Ebu Ubeyde bu tecilin hikmetini şöyle izah eder: "Mahsulden alınacak cizyenin tecil edilişinin sebebi zımmilere karşı gösterilen bir nezakettir."
Hatta Halife Hz. Ömer, Tağlib Hrıstiyanlarının bunu cizye diye isimlendirilmeksizin ödemelerini dahi kabul etmiştir. Onların bu ödedikleri vergiyi sadaka/zekat diye isimlendirmelerini dahi kabul etmiştir. Bu sebeple tarihçiler onların şu sözünü rivayet ederler: Hz. Ömer, bir Hrıstiyan-Arab kabilesi olan Beni Tağlib'in sadakalarını beytü'l-male dahil etmeden kendi fakirlerine tahsis etmiştir.
Tarihi kaynaklarda şöyle anlatılır: Numan, Hz. Ömer'le konuşur
ve ona şöyle der: "Ey mü'minlerin emiri! Şüphesiz Beni Tağlib bir Arab kavmidir. Cizye vermek onların onuruna dokunuyor. Malları mülkleri bulunmayıp sadece hayvancılık ve rençberlikle uğraşırlar. Onlar aynı zamanda düşmana hudut bulunuyorlar. Onlarla kendi düşmanına yardım etme!" Bunu üzerine Hz. Ömer, verecekleri zekatın miktarını artırmaları şartıyla onlarla anlaşma yaptı.
Günümüzde o günkü şartların pek çoğunun değiştiğini söylemek mümkündür. Bütün vatandaşlar vatanı korumada ve vergi ödemede ortak bir sorumluluğa sahiptirler. Bu değişikliğin ışığında bu konunun pek çok yönünü halletmek mümkündür.
Sözün özü şudur: İslâm şeriatının uygulanması zımmiler için de bir güvencedir. Çünkü onun gölgesi altında zımmiler de adalet, hoşgörü, iyilik ve insaftan yeterince nasiplerini almış olacaklardır. [139]
Soru: Uhud savaşı esnasında bir sahabinin Hz. Peygamberle (s.a) birlikte kahramanca savaştığı, savaş esnasında sağ elinin koptuğu ve: "Muhammed ancak bir peygamberdir, ondan önce de peygamberler geçti...." ayetini okuduğu zikredilir. Bu sahabi kimdir?
Cevap: Âl-i İmran sûresinde olan bu ayet, Uhud savaşının kritik olaylarının içinde nazil olmuştur:
Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin müka-faatını verecektir. (Âl-i İmran/144)
İmam İbn Kesir es-Siretü'n-Nebeviyye isimli kitabında bunu zikreder.
Soruda sözü edilen bu yüce sahabinin Talha ibn Ubeydullah olduğu anlaşılıyor. Talha, cennetle müjdelenen on sahabiden ve Rasûlul-lah'ın kendilerinden razı olduğu halde vefat ettiği altı sahabiden biridir.
Bedir savaşında bulunmadığı halde Hz. Peygamber (s.a) savaşta bulunanlar gibi ganimetten ona da bir pay vermiştir.
Benim Beyne'l-Vefa ve'l-Fidâ isimli kitabımda onun hakkında şu bilgiler verilir: Talha Uhud savaşma katıldı ve Rasûlullah'ın yakınından ayrılmadı. Sâdık ve sabırlı az sayıda mü'minle birlikte Hz. Pey-gamber'i savundu. Menfur bir darbenin Hz. Peygamber'e doğru gelmekte olduğunu görünce süratle koştu ve Hz. Peygamber'i (s.a) korudu. Bu esnada parmaklarından birisi koptu ve çolak kaldı. Kâinatın efendisi Yüce Peygamber şöyle demişti: "Talha vâcib kıldı." Yani Talha, Allah katında cenneti hak edecek bir iş yaptı. [140]
Soru: Bir işe besmele ile başlamak niçin sünnettir?
Cevap: İmam el-Kurtubî, -Mâliki mezhebinin imamlanndandır.— tefsirinde şöyle demektedir:
Yemek, içmek, hayvan boğazlamak, temizlik yapmak/ab dest ve gusül almak, eşiyle ilişkiye girmek gibi her işin başında besmele çekmek, yani "bismillahirrahmanirrahim" demek sünnettir. Allah Teâlâ Maide sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının, doğrusu Allah hesabı çabuk görür. (Maide/4)
En'am sûresinde de şöyle buyurur:
Allah'ın âyetlerine inanıyorsanız, üzerine Allah'ın adının anılma-dığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak, Allah'ın yolundan çıkmaktır. (En'am/118)
Hûd sûresinde ise şöyle buyurulur.
(O geminin) yürümesi ve durması Allah'ın ismiyledir. (Hud/41)
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurur:
Besmele çekerek kapını kapat. Besmele çekerek kandilini söndür. Besmele çekerek kabını ört ve besmele çekerek su kabının ağzını sıkıca bağla.
Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Sizden biriniz eşine yaklaştığı zaman şöyle der: Bismillah, Alla-hım, şeytanı benden uzaklaştır, bize lütfedeceğin çocuğumuzdan da onu uzaklaştır. Şeytan aralarına girse bile çocuğa ebediyen zarar veremez.
Hz. Peygamber (s.a) Amr ibn Ebi Seleme'ye şöyle dedi: Evladım! Besmele çek, sağ elinle ve sana yakın olan taraftan ye. Hz. Peygamber başka bir hadisinde de şöyle buyurdu:
Şüphesiz ki şeytan besmele çekilmeden yenen yemeği kendisine helal kılar.
İslâm, Allah'ın ismiyle bereketlenmek ve daima O'nun rızasını gözetmek için besmele çekilmesini mendub kılmıştır/teşvik etmiştir. [141]
Soru: Cehennemin meleklerden on dokuz tane bekçisinin olduğunu duydum. Bunun hikmeti nedir?
Cevap: Allah Teâlâ Müddessir sûresinde Velid ibn el-Muğire'den ve onun cehenneme girişinden söz ederek şöyle buyurur:
Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım. Sen biliyor musun sekar nedir? Hem bütün bedeni helak eder hiçbir şey bırakmaz, hem eski hale getirip tekrar azap etmekten vazgeçmez, o, insanın derisini kavurur. Üzerinde on dokuz muhafız melek vardır. Biz cehennemin işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirmisizdir. Onların sayısını da inkarcılar için sadece bir imtihan vesilesi yaptık ki, böylelikle, kendilerine kitap verilenler iyiden iyiye öğrensin, iman edenlerin imanını artırsın; hem kendilerine kitap verilenler, hem mü'minler şüpheye düşmesinler, kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler de "Allah bu misalle ne demek istemiştir ki?" desinler işte Allah böylece dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez. Bu ise, insanlık için ancak bir öğüttür. (Müddes-sir/26-31)
Allah Teâlâ bu ayet-i kerimede, söz konusu hain kişiyi cehenneme sokacağım ve cehennem ateşinin onu her yönden kuşatacağını haber vermektedir. Bu ateş o kadar korkunçtur ki kâfirlerin hiçbir şeyini bırakmaz. Onların etlerini, derilerini, damar ve sinirlerini yer bitirir. Bununla beraber onlar ne ölür, ne de dirilirler. Bu ateş insan derisini yakar kavurur, onların derilerini gece karanlığı gibi simsiyah yapar. Bu cehennemin üzerinde güçlü, kuvvetli, sert ve haşin on dokuz tane melek vardır. Onlara hiç kimse karşı gelemez ve galip olamaz. Allah Teâlâ bu meleklerin sayısını insanları denemek için on dokuz olarak belirledi, ki böylelikle ehl-i kitap bu Peygamber'in hak peygamber olduğunu bilecek ve iman edenlerin de imanları artmış olacak. Her ne kadar münafıklar ve kâfirler "bu misalle Allah ne demek istedi?" diye alay etseler de, Allah sonsuz hikmet ve susturucu delil sahibidir. Allah'ın askerlerinin sayısını ve çokluğunu sadece Allah Teâlâ bilir. Ra-sûlullah (s.a) bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:
Ben sizin göremediklerinizi görür, duyamadıklarınızı duyarım. Nitekim gök gürledi. Onun gürlemesi hakkıdır. İçinde dört parmaklık boş bir yer yoktur ki, orada melekler Allah için alnını yere koyup secde etmesinler. Vallahi eğer siz benim bildiklerimi bilseniz, az güler çok ağlarsınız. Yataklar üzerinde kadınlardan lezzet duymazdınız. Çöllere çıkıp haykıra haykıra yalvarırdınız.
Allah Teâlâ insanları denemek için bu bekçilerin sayısını on dokuz olarak belirledi.
Âlimler bu özel rakamın yani ondokuz'un belirlenmesinde pek çok hikmet bulunduğunu ifade etmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Birincisi: Gece ve gündüzüyle bir gün yirmi dört saattir. Bunun
beş saati beş vakit namazın meşguliyetiyle geçer. Geriye Allah'ın zikrinden uzak on dokuz saat kalır. Kuşkusuz on dokuz zebani bu saatlerin sayısına tekabül eder.
İkincisi: Cehennemin kapıları yedi tanedir. Hicr sûresinde şöyle buyurulur:
Cehennemin yedi kapısı vardır.
Alimler bu kapılardan altı tanesinin kafirler, bir tanesinin de günahkar mü'minler için olduğunu söylerler. İmanın rükünleri üçtür: İkrar, itikat ve amel. Kâfirler bu üçünü de terkederler. Onların bu üç rüknü terketmeleri yüzünden onlar için olan altı kapıdan her birine üçer zebani verilir. Toplam on sekiz zebani eder. Diğer kapı günahkar mü'minler içindir. Onlar imanın iki rüknünü, yani ikrar ve itikadı yerine getirip amel yönleri eksik olduğu için onların girecekleri kapıda bir tane zebani bulunması yeterlidir. On sekiz zebani kafirler, bir zebani de günahkar mü'minler için olduğuna göre toplam on dokuz zebani eder.
Üçüncüsü: Ahiretteki zebanilerin sayısı, Allah'ı tanımaya engel teşkil eden cismani kuvvetlerin sayısına göredir. Bu kuvvetler de on dokuz tanedir; beş tanesi zahiri duyular, beş tanesi bâtınî duyular, iki tanesi şehvet ve gazab, yedi tanesi de tabii kuvvetlerdir. Tabii kuvvetler şunlardır: çekici kuvvetler, tutucu kuvvetler, sindirici kuvvetler, itici kuvvetler, besleyici kuvvetler, yetiştirci kuvvetler, üretici kuvvetler. Bu kuvvetlerin toplamı on dokuzdur. Cehennemin kapılarında duran zebanilerin sayısı da ondokuzdur. Her ikisi arasında bir uyum vardır.
Bazı müfessirler sayının bu şekilde belirlenmesinin Allah'a ait gaybi bir konu olduğunu ve insanın bunun sebep ve hikmetini bilemeyeceğini söylerler. Allah Teâlâ bir şeyden haber veriyorsa kulun yapması gereken bunu olduğu gibi kabul edip teslim olmaktır. Muayyen bir sayının belirtilmesi bunun iman ve teslimiyetle kabulünü gerektirir. İnsanların bilgileri sınırlıdır. Ancak belli bir miktar ve sınıra kadar bilebilirler. Her şeyi bilen ve ilmiyle her şeyi kuşatan ancak Allah Teâlâ'dır. [142]
Soru: Bazı kitaplarda "Allah tektir teki sever ve tek olan daha üstündür" diye okudum. Bunun anlamı ve hikmeti nedir?
Cevap: Ebu Hureyre'den (r.a) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır; kim bunları hakkıyla sayarsa cennete girer. Allah tektir, tek olanı sever.
Hadis-i şerif daha sonra Allah'ın doksan dokuz güzel ismini tek tek sayar. Vitir kelimesi, tek anlamına gelir, Allah Teâlâ vitirdir, yani zatında birdir/tektir, bölünme parçalanma kabul etmez. Sıfatlarında tektir; eşi ve benzeri yoktur. Fiillerinde tektir; ortağı ve yardımcısı yoktur. Alimler tek sayısının, bölünmeyi kabul eden çift sayısından daha üstün olduğunu söylemişler ve tekin çifte üstün oluşunun delillerini sıralamışlardır. Bu delillerden bazıları şunlardır:
Birinci delil: Tek olmak Allah'ın bir sıfatıdır, çift olmak ise yaratıkların sıfatıdır. Allah Teâlâ kendi zâtı hakkında şöyle buyurmaktadır:
De ki: "O Allah bir tektir." (İhlas/1)
Allah Teâlâ yaratıklar hakkında da şöyle buyurmaktadır:
İbret alasınız diye her şeyi çift çift yaratmışızdır. (Zâriyat/49)
İkinci delil: Çift olan her şey tek olan bir şeye muhtaçtır. Tek ise çifte muhtaç değildir. Çünkü bir/tek, sayıdan müstağnidir. Böylece tekin çiftten daha üstün olduğu kesinleşmiştir.
Üçüncüsü: Tekin içerisinde hem çift, hem de tek bulunur. Çünkü her tek sayı iki kısma bölündüğü zaman ortaya çıkan parçalardan her biri ya tek olur veya çift olur. İki bölümü içeren şey, tek bölümü içeren şeyden daha üstündür. Bu da bize tekin çiftten daha hayırlı olduğunu isbat eder.
Dördüncüsü: Tek, yarıya bölünmeyi kabul etmez, çitf ise kabul eder. Bölünmeyi kabul etmek bir zayıflık, kabul etmemek ise güçlülüktür. Tekin kuvvetli olduğu bundan da anlaşılır.
Beşincisi: Bütün sayılar bir'den teşekkül eder. Bir'e bir ilave edildiği zaman iki olur. Ona bir daha ilave edilince üç olur. Böylece sayılar çoğaltılır. O halde bütün sayıların varlık sebebi bir'dir/tektir. Tek'in kendisinin dışındaki bütün sayıların sebebi olduğu artık sabit olmuştur.
Altıncısı: Tek, çifte galiptir/üstündür. Çünkü tek olan sayı, çifte ilave edildiği zaman neticede yine tek bir sayı çıkar. Bu da tekin gücünün çiftin gücüne galip geldiğini gösterir. Galip olan daha üstündür/şereflidir. O halde tek, daha üstündür.
Yedincisi: Birlik/bir olmak/bir rakamla temsil edilmek, sayı basamaklarından her bir basamak için gereklidir. Sayı basamaklarından her bir basamağı, basamak olmaları yönüyle ele aldığımız zaman bu yönüyle onlar tektir. O halde teklik/birlik/tek rakamla ifade edilmek bütün basamaklar için bir zorunluluktur. Çift olmak böyle değildir. O halde bu yönüyle de tek çiftten daha üstündür. [143]
Soru: Hacca gitmiş ve tekrar hacca gideceğini söyleyerek zina eden adam hakkında ne dersiniz?
Cevap: Bunun gibi adamlar haccı oyuncak haline getirmekte ve Allah'ın hükümleriyle alay etmektedirler. Madem ki kötülük ve günah işlemeye tekrar dönmek niyetini taşıyordu, o halde yaptığı hacdan ve çektiği yorgunluktan hangi faydayı temin etti. Böyle göstermelik bir hac, onun dini hayat ve ahlâkında hangi etkiyi bırakmıştır?
Peygamber Efendimiz (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
Kim Allah için haccedip de (ihramlı iken) cima etmez ve günah işlemezse; anasından doğduğu günde olduğu gibi günahlarından arınmış olarak döner.
Bir haccın kabul edilmiş olması için, yani mebrur ve makbul bir hac olması için kişinin günahlara bir daha asla dönmeyeceğine karar
vermesi, kesin ve samimi bir tevbe ile tevbe etmesi gerekir. Yukarıdaki soruda sözü edilen adam Allah'ın şu emrinden ne kadar da uzaktır:
Hac bilinen aylardadır. O aylarda hacca başlayan kimse bilmelidir ki, hacda kadına yaklaşmak, sövüşmek, döğüşmek yoktur. Ne iyilik yaparsanız Allah onu bilir. Kendinize azık edinin. Şüphesiz, azığın en iyisi Allah korkusudur. Ey akıl sahiplen! Benden korkun.. (Bakara/197)
Adamın işlediği suç da basit bir suç olsa bari! Aksine zina gibi büyük bir suça tevessül ediyor. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Zinaya yaklaşmayın. Zira | bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur. (İsra/32)
Hz. Peygamber de zina hakkında şöyle buyuruyor:
Zina eden kimse zina ederken mü'min olduğu halde zina etmez.
Bu adam, bu çirkin hayasızlığı, tekrar haccettiği zaman Allah'ın kendisini affedeceği gerekçesiyle işliyor. Sözü fiiline uymayan düzenbaz münafıkların tevbesini Allah'ın kabul edeceğini ona kim söylemiş? Suç işlesin ve tekrar haccetsin diye Allah'ın kendisine mühlet vereceği ve ömrünü uzatacağı vehmini ve zannını ona kim vermiş?
Şüphesiz bu, Allah'ın rahmetinden kovulmuş, sapık ve bozguncuların davranışıdır. [144]
Soru: Kahire'de kaç tane cami/mescit vardır. Kahirenin belli başlı meşhur camileri hangileridir? Kahiredeki gayr-i resmi camilerin sayısı ne kadardır? Kâhire'deki belli başlı meşhur camilerin isimlerini ve yerlerini sayabilir misiniz?
Cevap: Kahire'de, Vakıflar bakanlığına bağlı son yapılan sayımlara göre 575 tane cami vardır. Bunlardan otuzüç tanesi seçkin ve meşhurdur: Bunların isimleri ve yerleri şöyledir:
1. İmam Huseyn Câmii-Cemaliye'de
2. el-Kubbetü'1-Fidâviyye Câmii-Abbasiye'de.
3. Ömer ibn el-Hattab Camii-Yeni Mısır'da.
4. el-Güri Câmii-Kubbe'de.
5. el- Matrâvî Câmii-Matariyye'de
6. Şa'rânî Câmii-Cemâliye'de
7. Bibris Câmii-Zâhir'de
8. Aşmâvi Camii-Atebe'de.
9. Evlad-ı Anan Camii-Özbekiyye'de.
10. Kahya Câmii-Evbira'da
11. Şerkis Câmii-Abidin'de
12. Fetih Câmii-Abidin'de
13. Seyyide Zeyneb Câmii-Seyyide'de
14. Sultan el-Hanefî Câmii-Seyyide'de
15. Amr ibn el-Âs Câmii-Eski Mısır'da.
16. Seyide Sekine Câmii-Halife'de
17. Seyyide Nefise Câmii-Halife'de
18. Şafii Câmii-İmanı Şafii Mahallesinde.
19. Salahaddin Câmii-Menyel'de.
20. Şerif Câmii-Ravda'da.
21. Hazinedare Câmii-Şibra'da.
22. Ömer Mükerrem Câmii-Hürriyet meydanında
23. Ebu'1-Ala Câmii-Bolak'ta.
24. ez-Zemaliki'1-Cediel Câmii-26 Temmuz caddesinde.
25. Câmii'l-Ezher-Ezher'de.
26. Müeyyed Câmii-Ğavriyye'de.
27. Kaysun Camii-Kale'de.
28. Rufai Camii-Kale'de
29. Muhammed Ali el-Kebir Câmii-Kale'de.
30. Sultan Hasan Câmii-Kale'de.
31. Fâtima Câmii-Derbi'l-Ahmer'de.
32. Muhammed Ebu'd-Dehb Câmii-Ezher'de.
33. Eşref Câmii-Gavriyye'de.
Kahire'de ayrıca bakanlıktan yardım alan 138 gayr-i resmi camii ile bakanlıktan yardım görmeyen 600 tane gayr-i resmi cami daha vardır.
Bu açıklama, bakanlığın resmi beyanlarından elde ettiğimiz en son rakamlara dayanılarak yapılmıştır. [145]
Soru: Kur'an'da zikredilen İrem Zâti'l-İmad'ı tanımak istiyorum. Bu bir kasaba mıdır, bir şehir midir, yoksa bir kavmin adı mıdır?
Cevap: "Görmedin mi rabbin ne yaptı Ad kavmine? Sütunlar sahibi İrem'e. Ki ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı" (Fecr-8) âyetinin yorumu hakkında bazı tefsirlerde şu bilgilere yer verilir: Ad, Arab-ı Aribe veya Arab-ı Bâide'nin bir neslidir. Nesep bilginleri Âd'ın, Ivad ibn İrem ibn Sâm ibn Nûh (a.s)'ın soyundan geldiğini söylerler. Bu neseb ister doğru olsun, ister doğru olmasın bu nesil Ad ismiyle de İrem ismiyle de bilinir. Arablar arasında da bununla meşhur olmuştur. Zâtü'l-İmad ise ister yerleşik olsun ister göçebe olsun çadırlarda oturanlar demektir veya yüksek sütunlar sahibi, güçlü kuvvetli anlamına gelir. Yükseklik, şeref ve kuvvetten dolayı imad, yani sütun diye ifade edilmiştir. Bunların ülkeleri Hadramut taraflarındaki Rimal ve Ahkaf mmtıkasındadır.
Âd kavmi, kendi çağında başka hiçbir kavmin ulaşamadığı güç ve kuvvete ulaşmıştı. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim "Ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı" buyurur. Allah Teâlâ Kur'an'm diğer sûrelerinde bunlara ne yaptığını da beyan eder. Mesela Hakka sûresinde şöyle buyurur:
Âd kavmi ise uğultulu, kasıp kavuran soğuk bir fırtına ile mahvedildiler. Allah onu ardarda yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti.
Muhammed Abduh der ki:
Müfessirler bu âyette geçen Zâtü'l-İmad'ı tasvir ederken bir takım hikayeler rivayet ederler ki Allah'ın kitabını bu tür hikayelerden uzak tutmak gerekir. Tefsir kitaplarında İrem'i anlatan bu tür hikayelerle karşılaştığın zaman bunlara itibar etmemeli ve inanmamalısın.
Kurtubî tefsirinde bu kabil şeyler vardır ki bunları tasdik etmek ve kabul etmek çok zordur. Meselâ Kurtubî'nin naklettiğine göre İrem kavminden bir adam beşyüz zira (yaklaşık 330 m.) boyundadır. En kısa boylusu ise 300 zira (yaklaşık 200 m.) boyundadır. Bu bâtıldır. Çünkü sahih bir hadiste şöyle denilmektedir:
Allah Teâlâ Âdem'in boyunu 60 zira (yaklaşık 39 m.) yükseklikte yarattı ve bugüne kadar da insanların boylan devamlı kısaldı.
Bu topluluk çadırlarda yaşayan bedevi bir kavim idi. Otlak ve mera peşinde koşarlar, sonra büyük ve iri evlerine/çadırlarına geri dönerlerdi. [146]
Soru: Semavi din ne demektir?
Cevap: Yeryüzünde çok sayıda din ve inanç vardır. Bunların bir kısmı insanların kendileri veya başkaları için icad ettikleri beşeri dinlerdir. Bunların dışında bir de semavi dinler vardır. Semavi din, semaya/göğe nisbet edilen dindir. İslâm lisanında semâ duaların kıbîesidir. Sema, yüceliğin simgesidir. Çünkü Allah Teâlâ yüce ve büyüktür. Semavi din ile, ilahi din kastedilir. Çünkü gerçek manada semavi din Allah katından gelen dindir. Her ne kadar sonradan bozulma ve değişmeye maruz kalsa da aslı ilahi olan dindir. Musevilik ve Hrıstiyanlık semavi dinlerden sayılırlar. Çünkü her ikisi de sonradan bozulmuş olsada aslında Allah katından gelmişlerdir. Müslümanın Allah katından gelen bütün semavi dinlere, kitap ve peygamberlere inanması gerekir. Kur'an-ı Kerim Bakara sûresinde şöyle buyurur:
Peygamber ve inananlar, ona rabbinden indirilene inandı. Hepsi Allah'a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı. "Peygamberler arasında hiçbirini ayırdetmeyiz, işittik, itaat ettik. Rab-bimiz! Affını dileriz, dönüş sanadır" dediler. (Bakara/285)
Âl-i İmran sûresinde de şöyle buyrulur:
De ki: "Biz, Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakub oğullarına indirilenlere, Musa, İsa ve diğer peygamberlere rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onları bir birinden ayırdetmeyiz. Biz ancak O'na teslim oluruz." (Âl-i İmran/84)
Bir müslümana, işaret ettiğimiz semavi dinlere iman etmesi rabbi tarafından emredilmiş olmakla beraber, aynı zamanda son ve kapsamlı din olan İslâm'a bağlı kalması da rabbi tarafından emredilmiştir. Bu konuda Hak Tealâ şöyle buyurmaktadır:
Kim İslâmiyet'ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O, âhirette de kaybedenlerdendir. (Al-i İmran/86) [147]
Soru: Sakal bırakmak İslâm'da vâcib midir?
Cevap: Bazı fıkıhçılara göre sakal bırakmak vâcibtir. Cumhura göre/âlimlerin çoğunluğuna göre ise sünnettir; kişi bu sünneti yerine getirirse sevap kazanır, terkederse günahkar olmaz. Bazı son devir âlimlerine göre ise sakal bırakmak, dinin özünden olmayan- şekli bir konudan ibarettir. [148]
Soru: Sarığın ne faydası vardır ve İslâm'daki hükmü nedir?
Cevap: Sarık, pek çok insana göre, Özellikle sıcak ve çöl ikliminin olduğu yerlerde oturanların nazarında başı örten bir örtüdür. Onlar sarığı baş ve enseyi güneş ışınlarından koruduğu için yararlı bir giysi olarak görürler. Sarık giymenin adet ve alışkanlık haline geldiği çevrelerde de insanlar sarığı bir erkeklik ve heybet nişanesi olarak bilirler. Eski Arablarda ve geçmiş devirlerde sarığı teşvik eden ve onun yücelten pek çok şey söylenmiştir. Bu sözleri onlar kendi âdet ve geleneklerinden esinlenerek söylemişlerdir.
Sarığın birbirinden farklı çok çeşit ve şekilleri vardır. Bunlar birer şekilden ibarettir, farz veya vaciblik yönünden sarık sarmanın İslâm'la hiç bir ilgisi yoktur. [149]
Soru: Mısır'da farklı dinler var mıdır, varsa bunlar nelerdir? Mısır'da müslümanların nisbeti ne kadardır?
Cevap: Mısır, Allah'ın yeryüzündeki Kinanesidir.[150] Kim ona bir kötülük yapmak isterse Allah onu helak eder. Mısır halkının büyük çoğunluğu müslümandır, Allah'a ve O'nun peygamberi Hz. Muhammed'e inanır. Ayrıca hrıstiyanlar ve az sayıda da yahudiler vardır. Hepsi de devletin ve kanunlann gölgesi altında yaşarlar, her türlü din ve inanç özgürlüğünden yararlanırlar ve dini kimliklerini ve sembollerini tam bir güvenlik içinde ifade edebilirler. [151]
Soru: İfrit, cin, şeytan ve İblis arasında ne fark vardır?
Cevap: Şeytan, her dikkafalı, burnu büyük, küstah isyankar varlığa verilen bir isimdir. Şeytan, insanın göremediği pis bir mahluktur.
Daima kötülüğe ve bozgunculuğa teşvik eder, kışkırtır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Şeytan, askerlerini gönderir ve onlar da insanları fitneye düşürürler/kötülüğe ayartırlar.
Bir görüşe göre şeytan, ifrit, cin ve İblis aynı manaya gelir. Fakat cin çeşit çeşittir. İçlerinde salih/iyi olanları vardır, kötü ve pis olanları vardır.
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Şeytan insanın kalbine çöreklenir, kişi Allah'ı zikrettiği zaman siner, gaflete düştüğü zaman ona vesvese verir.
Hz. Aişe şöyle anlatır: Hz. Peygamber (s.a) bir gece benim yanımdan çıkıp gitti. Benim kıskançlık damarım kabardı. Daha sonra geri geldi ve bendeki kıskançlık belirtilerini görünce dedi ki: "Ya Aişe, yoksa kıskançlık duygusuna mı kapıldın?" Dedim ki: "Senin gibi birisini ben hiç kıskanmaz mıyım?" Bunun üzerine "Yoksa senin şeytanın mı geldi?" dedi. Ben de "Ya Rasûlullah! Benim yanımda şeytan olur mu?" dediğimde, "Evet olur" buyurdu. Ben tekrar "Her insanın yanında şeytan bulunur mu?" diye sordum. Rasûlullah "Elbette bulunur" diye cevap verdi. O zaman ben "Senin yanında da olur mu?" dedim. O da şöyle cevap verdi: "Evet, fakat rabbim bana yardım etti de benim şeytanım müslüman oldu (yani onun şerrinden kurtuldum)."
Edebü'l-Kur'an isimli kitabımda şöyle demiştim: Şeytan pis ve düzenbazdır. İnsanı aldatmak ve yoldan çıkarmak için çeşitli araçlar ve ince taktikler kullanır. Bu sebeple Rasûlullah (s.a) onu insanın damarlarında deveran eden kan şeklinde tasvir etmiştir. Hz. Peygamber (s.a) eşi Safiyye ile beraber iken yanlarından iki kişi geçmişti. Bunlar geçerken (Hz. Peygamber'e saygılarından dolayı ve onu rahatsız etmemek için) biraz da süratlenmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a) onlara dedi ki: "Acele etmeyin, durun! Yanımdaki kadın (eşim) Safiyye bint Hu-yey'dir." Bunun üzerine bu iki zat dediler ki: "Ya Rasûlullah'! Biz Ce-nab-ı Hakkı, Peygamberinin uygunsuz bir harekette bulunmasından tenzih ederiz." Rasûl-i Ekremin bu açıklamayı yapması adamlara ağır
gelmişti. Hz. Peygamber dedi ki: "Şeytan insanın vücudunda deveran eden kan mesabesindedir. Ben sizin gönüllerinize şeytanın kötü bir şüphe atmasından korktum."
İblis ise şeytanların başıdır. Onun şerrinden Allah'a sığınırız. [152]
Soru: Sihirbazlık ve büyücülük bilgilerini tahsil etmenin hükmü nedir?
Cevap: Allah Teâlâ Bakara sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lakin şeytanlar kafir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Ba-bil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese "Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfirr olmayasınız" demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların ona inanıp para verenlerin âhiretten nasibinin olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür. Keşke bunu anlasalardı! (Bakara/102)
Bu âyet-i kerimeden şeytanların kafir olduklarını, insanlara sihir öğrettiklerini ve sihir öğrenmenin faydalı değil, zararlı bir şey olduğunu anlıyoruz.
İnsanları aldatmak, yoldan çıkarmak, akıllarını çelmek ya da onlarda kötü bir etki bırakmak maksadıyla sihirbazlığı Öğrenmek haramdır.
Bazı bilginler, düzenbazların hilelerini ortaya çıkarmak ve onları rezil rüsvay etmek maksadıyla bu bilgileri Öğrenmeye cevaz vermişlerdir. [153]
Soru: Emr-i bi'1-ma'ruf nehy-i ani'l-münker ne demektir? Bununla ilgili Kur'an ayeti hangisidir?
Cevap: Emr-i bi'1-ma'ruf nehy-i ani'l-münker İslâm'ın en büyük prensiplerinden ve farzların d andır. Allah Teâlâ Al-i İmran sûresinde şöyle buyurmaktadır:
Siz, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk olun. işte böyleleri kurtuluşa erenlerdir. (Al-i Imran/104)
İyiliği emretmek, kötülüğü menetmek anlamına gelen emr-i bil-maruf, nehy-i ani'l-münker, bir milletin birlik ve bütünlüğünü muhafaza eden koruyucu bir sistemdir. Çünkü bu, mü'min bir milletin birbirlerine nasihat ederek ve birbirlerine tavsiyelerde bulunarak kuvvet ve birliğini koruyacağı anlamına gelir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır.
Mü'minin mü'mine bağlılığı tıpkı taşları birbirine sımsıkı kenetlenmiş sağlam bir bina gibidir.
Hakka çağırmak, iyiliği emredip, kötülüğü engellemek bir müslü-manın üzerine kesin bir farzdır. Çünkü bir millet, hayra daveti terket-tiği ve birbirlerinin kötülüklerine sessiz kaldıkları zaman millet olmaktan çıkar. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur:
Öyle bir fitneden sakının ki o, sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (hepinizi perişan eder.) (Enfal/25) [154]
Soru: "Radıyallahu anh" tabirini sahabilerin dışında diğer bütün müslüman ölmüşlere de kullanmak caiz midir? Zira bazı insanlar bu tabirin sahabeden başkaları için kullanılmasının haram olduğuna dair fetva veriyorlar.
Cevap: "Allah ondan razı olsun" anlamına gelen "Radıyallahu anh" ibaresi bir dua cümlesidir. Kendisinden söz edilen kişiyi razı olduğu kimseler zümresine dahil etmesi için Allah'a dua etmek maksadıyla söylenir. Eskiden beri bu dua cümlesinin Hz. Peygamber'in ashabı için kullanılması bir gelenek haline gelmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
Sakın, sakın ashabımın aleyhinde bulunmayınız. Onları her kim severse bana muhabbetinden dolayı sever. Her kim buğzederse bana buğzu dolayısıyla eder. Her kim onlara eza ederse bana eza etmiş olur, her kim de bana ezâ ederse Allah'a ezâ etmiş olur. Her kim de Allah'a eza ederse, çok sürmez Allah onun belasını verir.
Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyrulur:
Ashabıma sövmeyiniz, ashabıma sövmeyiniz. Canım kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki herhangi biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse ashabımdan birinin bir avuç, hatta yarım avuç sadakasına yetişemez.
Bir başka hadiste şöyle buyrulur:
Ashabım yıldızlar gibidir, hangisinin peşinden giderseniz hidayeti bulursunuz.
Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulur:
Ben ashabımın güvencesiyim. Ashabım da ümmetimin güvencisidir.
Bazı âlimler "radıyallahu anh" tabirini tabiiler ve tebe-i tabiiler için de kullanıyorlar.
Bunu bir dua cümlesi olarak anladığımız müddetçe, herhangi bir müslümana, özellikle olumlu ve güzel davranışlarıyla temayüz etmiş bir kimseye bu ibareyle dua etmek haram değildir ve bunda şer'i bir engel yoktur. Allah Teâlâ rızasını çeşitli mü'minlere tahsis etmiş ve onlara bu kelimeyi kullanmıştır. Meselâ Tevbe sûresinde şöyle buyrulur:
Öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuştur. (Tevbe/100)
Mücadele sûresinde ise şöyle buyrulur:
Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. (Mücadele/22)
Beyyine sûresinde de şöyle buyrulur:
Allah'tan hoşnut olmuşlardır. Bu söylenenler hep rabbinden korkan (O'na saygı gösterenler) içindir. (Beyyine/8)
Feth sûresinde ise şöyle buyrulur:
Andolsun ki o ağacın altında biat ederlerken Allah, O mü'minler-den razı olmuştur. (Fetih/18)
Bütün bunlardan anlıyoruz ki bu ibareyi sahabenin dışındaki müs-lümanlara kullanmayı yasaklayan hiçbir delil ve kanıt yoktur. [155]
Soru: Tanzanya'da biz, mübarek Kurban bayramının ilk gününü 22 Kasım 1977 çarşamba günü kutladık. Mısır ve Suudi Arabistan 20 Kasım 1977 pazartesi günü kutladılar. İslâm devletleri bayramları aynı günde kutlamak için niçin birleşmiyorlar?
Cevap: Malesef bu görünüm, düşünen müslümanlar arasında büyük bir üzüntüye sebep olmaktadır. Çünkü İslâm birlik ve tevhid dinidir. Müslümanların da Ramazan'm, Ramazan bayramının ve içinde Arafat'ta vakfenin bulunduğu Zilhicce ayının başlangıcının belirlenmesinde aynı görüş etrafında birleşmesi ve bugünleri birlikte kutlamaları ve idrak etmeleri gerekirdi. Biliyoruz ki haccın rükünlerinin en önemlisi Arafat'ta vakfe yapmaktır. Hatta Rasulullah (s.a) "Hac, Arafat'tır" buyurmuştur.
Fıkıhçılar hilâlin belirlenmesinde ihtilaf etmişlerdir. Bazıları hilalin birden fazla doğuş zamanının olduğunu ve her beldenin kendisi hilali ne zaman görürse o belde için ay başının o anda başladığını söylemişlerdir. Bazı fıkıhçılar da herhangi bir ülkede hilal görüldüğü zaman bütün ülkelerde orucun başlaması gerektiğini, başka ülkelerde hilalin ona yakın veya uzak bir zamanda görülmesinin neticeyi değiştirmeyeceğini söylemişlerdir. Herhangi bir yolla hilalin görüldüğü haberi ulaştığı zaman orucun tutulması gerekir.
Müslümanlar astronomik hesaplamayla vakit belirleme yöntemine de güvenebilirler. Yes'eluneke fi'd-Dini ve'l-Hayat isimli kitabımın birinci cildinde hesapla hilal belirleme konusunda söz ettim ve bazı son dönem fakih ve müfessirlerinin vakitlerin belirlenmesinde astronomik hesaplama yöntemini kullanmanın daha iyi olacağı görüşünü benimsediklerini belirttim. Onlar görüşlerini açıklarken, bir ibadet için Ramazanın başlangıcını ve Şevvalin başlangıcını belirlemenin tıpkı namazın vakitlerini belirlemek gibi olduğunu söylemişlerdir. Âlimler bu konuda (namaz vakitlerinin belirlenmesi konusunda) astronomi bilginlerinin hesaplarına güvenilmesini caiz görmüşlerdir. Şüphesiz İslâm şeriatı, ibadetlerini yaparken bütün müslümanların mümkün olduğunca birlik ve bütünlük içerisinde olmalarını gaye edinir. Tıpkı namaz vakitlerinin belirlenmesi gibi oruç ayının başlangıcının belirlenmesinde de şayet devlet, astronomik hesaplama ve takvimleri onaylamış olsa bu, müslümanlar arasındaki birliğin ve uyumun gerçekleşmesini temin etmiş olur. [156]
[1] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/208-209.
[2] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/209-210.
[3] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/210-211.
[4] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/211-212.
[5] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/212-213.
[6] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/213.
[7] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/213-214.
[8] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/214-215.
[9] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/215-217.
[10] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/217-218.
[11] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/218-219.
[12] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/219-220.
[13] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/220-221.
[14] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/222-223.
[15] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/223-224.
[16] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/224-225.
[17] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/225-226.
[18] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/226-232.
[19] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/232-234.
[20] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/235-240.
[21] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/240-244.
[22] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/244-250.
[23] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/250-252.
[24] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/252-253.
[25] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/253-254.
[26] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/255-257.
[27] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/257-258.
[28] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/258-261.
[29] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/261-264.
[30] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/264-265.
[31] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/265-268.
[32] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/268-270.
[33] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/270-271.
[34] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/271-274.
[35] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/274-277.
[36] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/277-280.
[37] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/280-282.
[38] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/282-284.
[39] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/285.
[40] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/285-287.
[41] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/287-288.
[42] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/288-291.
[43] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/291-292.
[44] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/292-293.
[45] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/293-296.
[46] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/296-297.
[47] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/297-299.
[48] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/299-301.
[49] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/301-302.
[50] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/302-306.
[51] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/306-307.
[52] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/308-309.
[53] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/309-311.
[54] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/311-312.
[55] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/312-314.
[56] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/314-316.
[57] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/316-317.
[58] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/317-319.
[59] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/319-330.
[60] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/330-332.
[61] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/332-335.
[62] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/335-338.
[63] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/338-341.
[64] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/341-344.
[65] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/344-347.
[66] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/347-350.
[67] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/350-353.
[68] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/353-357.
[69] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/357-361.
[70] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/361.
[71] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/362.
[72] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/363.
[73] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/363-364.
[74] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/365-366.
[75] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/366-367.
[76] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/367-368.
[77] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/368-369.
[78] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/369-370.
[79] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/370-371.
[80] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/371-372.
[81] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/372-373.
[82] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/374.
[83] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/375.
[84] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/375-377.
[85] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/377-378.
[86] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/378-380.
[87] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/380-381.
[88] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/381.
[89] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/382-383.
[90] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/383-385.
[91] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/385.
[92] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/385-386.
[93] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/387-388.
[94] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/388-389.
[95] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/389.
[96] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/389-390.
[97] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/390-391.
[98] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/391-393.
[99] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/393.
[100] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/393-394.
[101] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/395-399.
[102] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/399-401.
[103] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/401.
[104] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/401-402.
[105] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/403.
[106] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/403-405.
[107] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/405-406.
[108] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/406-407.
[109] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/407.
[110] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/407-408.
[111] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/408-409.
[112] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/409-410.
[113] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/410-411.
[114] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/411-412.
[115] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/412-414.
[116] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/414-416.
[117] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/416-417.
[118] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/417-418.
[119] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/418-419.
[120] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/419-420.
[121] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/420-421.
[122] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/421-422.
[123] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/422-423.
[124] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/423-424.
[125] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/424.
[126] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/425.
[127] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/425-426.
[128] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/426-427.
[129] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/427-428.
[130] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/428-430.
[131] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/430-431.
[132] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/431-433.
[133] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/434-435.
[134] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/435-436.
[135] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/436-437.
[136] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/437-438.
[137] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/438.
[138] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/438-439.
[139] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/439-445.
[140] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/445-446.
[141] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/446-447.
[142] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/447-449.
[143] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/450-451.
[144] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/451-452.
[145] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/452-454.
[146] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/454-455.
[147] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/455-456.
[148] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/456.
[149] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/456-457.
[150] Kinane, sözlükte ok kılıfı (mahfazası) anlamına gelir. Mecazen Mısır ülkesini ifade etmek İçin kullanılır. (Çeviren)
[151] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/457.
[152] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/457-459.
[153] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/459.
[154] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/460.
[155] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/460-462.
[156] Prof. Dr. Ahmet Şerbasi, Sorulu-Cevaplı İslâm Fıkhı, Özgü Yayınları: 7/462-463.